2010 • 8(2) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
Transkript
2010 • 8(2) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
2010 • 8(2) 2010 8(2) Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi iletiim : arat›rmalar› Dergisi Center for Communication Research Ankara University communication : research Journal iletiim : arat›rmalar› Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan ç›kar›lan hakemli bir dergidir. Derginin amac› iletişim alan›n›n disiplinleraras› yap›s› içinde düşünce üreten araşt›rmac›lar için uluslararas› bir forum oluşturmak; teorik analiz ve tart›şmalar kadar ampirik araşt›rmalar› yay›nlayarak iletişim alan›nda bilgi/veri üretiminin sa¤lanmas›na katk›da bulunmak; kitap ve araşt›rma raporlar› ile ulusal ve uluslararas› konferans ve kongrelerin de¤erlendirilmesini yapmakt›r. Bu amaçlar› gerçekleştirmek için derginin kendini konumlad›¤› s›n›r bilimsellik, akla uygun olmak ve eleştirelliktir. iletiim : arat›rmalar› y›lda iki kez, Nisan ve Kas›m aylar›nda yay›nlan›r. Dergi Türkçe, ‹ngilizce, Almanca ve Frans›zca dillerinde yaz›lm›ş yaz›lara yer verir. Hakemli bir derginin gere¤i olarak gönderilen yaz›lar, yazar›n kimli¤ini bilmeyen uzman hakemler taraf›ndan de¤erlendirmeye al›n›r. communication : research is a refereed academic journal published by the Center for Communication Research Ankara University. The journal seeks to establish an international forum for communication researchers within the interdisciplinary field of communication studies; to contribute to the production of knowledge and data by publishing theoretical analyses as well as empirical research; and to assess national and international meetings in addition to publishing book and research report reviews. In order to attain these goals, the journal identifies its extent as the limits marked by scientificity, accountability, and critical thinking. communication : research is published twice a year in April and October. Journal’s languages of publication are Turkish, English, French and German. Submissions are sent out to anonymous referees for blind review. Sahibi Publisher Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi (İLAUM) ad›na Doç. Dr. Nuran Yıldız, Müdür Yay›n Dan›ma Kurulu Advisory Board Nilgün Abisel Yakın Do¤u Üniversitesi Korkmaz Alemdar Gazi Üniversitesi Aysel Aziz Arel Üniversitesi Seçil Büker Gazi Üniversitesi Stuart Ewen The City University of New York (Hunter Collage) Raşit Kaya Orta Do¤u Teknik Üniversitesi Metin Kazanc› Ankara Üniversitesi Levent K›l›ç Anadolu Üniversitesi Mehmet Küçükkurt Gazi Üniversitesi Alois Moosmüller Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi (Almanya) Vincent Mosco Queen’s University (Ottawa, Kanada) Filiz B. Pelteko¤lu Marmara Üniversitesi Dan Schiller Illinois Universitesi, ABD Oya Tokgöz Ankara Üniversitesi Ahmet Tolungüç Başkent Üniversitesi Nuri Tortop Başkent Üniversitesi Ayd›n U¤ur Bilgi Üniversitesi Dilruba Çatalbaş Ürper Galatasaray Üniversitesi Konca Yumlu Ege Üniversitesi Editörler Kurulu Editorial Board Konuk Editör Guest Editor Burcu Sümer, Oğuzhan Taş Tasar›m Design Mehmet Sobac› ‹letiim Adresi Contact Address Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi Center for Communication Research Ankara University Cebeci, 06590, Ankara • Turkey (+90.312) 319 77 14 Tel Phone (+90.312) 362 27 17 Faks Fax E-Mail [email protected] http:// ilefdergi.ilef.net ISSN 1303-7900 iletiim : arat›rmalar› dergisi Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan yay›nlanmaktad›r. © 2013 iletiim : arat›rmalar›. Tüm haklar› sakl›d›r. communication : research journal is published by Center for Communication Research Ankara University. © 2013 communication : research. All rights reserved. Baskı: Ankara Üniversitesi Basımevi İncitaşı Sokak No: 10 Beşevler 06510 Ankara Tel: (0.312) 213 66 55 Basım tarihi: İ ç in d e k iler 5 Burcu Sümer, Oğuzhan Taş Konuk Editörlerden Makaleler 9 Burak Özçetin “Kullanımlar ve Doyumlar”dan İzlerkitle Sosyolojisine: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları 47 Hale Yaylalı Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri 81 Zehra Çelenk Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: Avrupa Yakası Örneği Monograf Altuğ Akın “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine 115 Monografik Bir İnceleme Tema Dışı Makale Tuğba Taş 133 Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2) 4 • iletişim : araşt›rmalar› Kitap Eleştirisi Oğuzhan Taş “Medya Ne Ki... Her Şey Yalan!” Kent Yoksullarının Gündelik Yaşamında Medya 151 157 A. Sarp Yılmaz Seyirlik Cümbüşler: Medya ve Toplumsal Dönüşüm Etkinlik Değerlendirmesi Ergin Şafak Dikmen ECREA Medya ve İletişim Araştırmaları Doktora Yaz Okulu 165 161 Bu Sayıdaki Yazarlar 5 Konuk Editörlerden Burcu Sümer Oğuzhan Taş Özel Sayı: Türkiye’de Televizyon Yayıncılığı: İçerik, İzleyici ve Kurumlar İletişim Araştırmaları’nın bu sayısında, 2012 yılı ortasında özet çağrısıyla başlattığımız ve Türkiye’de televizyon yayıncılığıyla ilgili çalışmalara yer vermeyi planlandığımız sürecin sonuçlarını paylaşıyoruz. Aşağıda kısaca değindiğimiz nedenlerle, dilediğimiz makale sayısı ve kapsama erişemesek de, üç makale, bir monografik inceleme ve iki kitap eleştirisiyle tematik bütünlüğü koruyabildiğimizi sanıyoruz. Yaklaşık yirmi başvurudan yapılan seçme sonrasında, öngörülen sürede makalelerini teslim eden yazarlardan bazıları hakem sürecinin çeşitli aşamalarında yazılarını geri çektiler. Bazı yazarların anlaşılabilir kişisel gerekçeleri vardı. Bir bölümü, hakem değerlendirmelerini haklı bulmakla birlikte bunları karşılamaya gönüllü olmadılar, muhtemel ki şanslarını başka yayınlarda denemek istediler. Kimi yazarlar ise ek sürelerin ardından son düzeltme aşamasında devam etmemeye karar verdiler. Bu durum yazı sayısını azalttığı gibi, derginin yayım takvimini de aksattı. Süre uzatımı konusundaki işbirliğimiz ve hakemlerin büyük emek harcayarak iyi niyetle getirdikleri yapıcı eleştiri ve öneriler böylelikle sonuçsuz kalmış oldu. Bu sayı özelinde karşılaştığımız durumun tesadüfî bir talihsizlik olmadığı kanısındayız ki, bu da bizi sorunun nedenleri üzerine düşüniletiim : aratırmaları • © 2010 • 8(2): 5-8 6 • iletiim : aratırmaları meye itiyor. Akademik yetkinliğin rakamların diline tercüme edildiği, yayının niteliğine değil, salt sağlayacağı puana önem atfeden hâkim anlayışta, akademik yayınlar da bu araçsal akla hizmet eden mecralar olarak algılanmaya başlıyor. Sanıyoruz ki, biz de bu anlayıştan payımıza düşeni alıyoruz. Tam da bu nedenle, sürecin sonuna kadar vazgeçmeden, hakem önerilerini dikkate alarak, araştırmalarını özenle yayıma hazır hale getiren yazarlara ve makaleleri olağanüstü bir dikkatle değerlendiren hakemlere teşekkür borçluyuz. İletişim Araştırmaları’nın bu tematik sayısı, Burak Özçetin’in Türkiye’deki izlerkitle araştırmalarının kuramsal ve yöntemsel tercihlerini eleştirel bir değerlendirmeye tabi tuttuğu yazısıyla açılıyor. Özçetin, medya etkisini odağa alan ya da “kullanımlar ve doyumlar” yaklaşımını benimseyen izlerkitle araştırmalarının hegemonik bir konumda bulunduğunu saptıyor. Özçetin’in örneklerle ortaya koyduğu gibi, bu araştırmalar genellikle betimleyici düzeyde kalıyor ve temel aldıkları yaklaşımlara içkin sorunları yeniden üretiyor. Kültürel çalışmalar geleneğinden beslenen ve/veya alımlama analizi yapılan araştırmalar ise sosyolojik perspektif bakımından çeşitli güçlükler sergiliyorlar. Özçetin bu iki ana doğrultunun sınırlılıklarını gösterdiği yazısında, alternatif bir paradigma olarak “izlerkitle sosyolojisi”ne işaret ediyor. Özçetin’in yazısını, Hale Yaylalı’nın kamu hizmeti yayıncılığının sayısal çağdaki görünümü sorunsallaştırdığı ve TRT’nin bu bağlamdaki yayın stratejilerini analiz ettiği çalışması izliyor. Kamu hizmeti yayıncılığının uzun dönemli krizinin sayısallaşmayla birlikte niteliksel bir değişime uğradığını savunan Yaylalı, öncelikle bu durumun Avrupa’daki yayın kuruluşlarını nasıl etkilediğini, sayısal yayıncılığa uyumlanma çabalarının ne tür eylem ve stratejileri beraberinde getirdiğini inceliyor. Ardından TRT’nin, sayısal yayıncılığa geçiş sürecinde kendi konumunu nasıl tanımladığını ve yayıncılık pratiğine nasıl yön verdiğini araştırıyor. Yazara göre, sayısallaşma sürecinde TRT’nin “strateji transferi” yapmanın ötesine geçmesi, özgül koşulların gereklerini dikkate alan bir yayıncılık stratejisi belirlemesi gerekiyor. Sümer ve Taş • Konuk Editörlerden • 7 İzlerkitle çalışmalarına ve politika analizine odaklanan yazıların ardından, Zehra Çelenk sitcom’larda sürdürülebilirlik sorununu araştırdığı çalışmasıyla odağı, yayın içeriğine kaydırıyor. Televizyon çalışmalarında bugüne dek tam olarak adlandırılmamış bir kavram olan sürdürülebilirlik Avrupa Yakası örneğine taşınarak irdeleniyor ve sürdürülebilirlik sorununun dizinin anlatı yapısında kendisini nasıl açığa çıkardığı, ne tür özgül eğilimlere yol açtığı tartışılıyor. Çelenk’e göre, kurucu bir ilke olarak sürdürülebilirliğe gereken önemin atfedilmemesi, anlatıyı giderek sığlaştıran, gündelik gerçeklikten uzaklaştıran, yüzeysel çatışmaların sıkça tekrarlanmaya başladığı yapısal bir zaaf yaratıyor. Tematik bölümün son yazısında Altuğ Akın, Eurovision Şarkı Yarışması’nın tarihini Avrupa ortak yayıncılık tahayyülünün geçirdiği dönüşümle paralel bir okumaya tabi tutuyor. Akın’ın monografik çalışması bu paralel okumaya Türkiye’yi ve TRT’yi de dâhil ederek, ülkeler ve kurumlar arasındaki çatışma ve uzlaşma dinamiklerinin bir televizyon programının tarihsel seyrini nasıl etkilediğini, siyasal ve kültürel iklimdeki değişimlere duyarlı bir biçimde ortaya koyuyor. Bu sayıdaki son makale, Claude Chabrol’ün La Cérémonie filmini, psikanalitik ve Marksist eleştiriden yararlanarak cinsiyet, toplumsal sınıf ve şiddet bağlamında analiz eden Tuğba Taş’a ait. Taş çalışmasında, filmin, “cinayet sebebi olarak lezbiyen arzuya ya da sınıf çatışmasına” mutlak olarak işaret etmediğini, öte yandan “öldürücü lezbiyen”, “baştan çıkarıcı ve tehlikeli femme fatale” gibi klişeleri direndiği öne sürüyor. Yazara göre Chabrol’ün filmi, cinayet motivasyonun sınıf farklılıkları mı, yoksa lezbiyen arzu mu olduğu konusunda kesin bir yanıt sunmaktan uzak durarak, izleyicinin kendisine doğrunun ne olduğuna ilişkin yeni sorular sordurmaya dönük, üretken ve açık uçlu bir anlatı inşa etmeyi yeğliyor. Derginin bu sayısında televizyon ve izleyici ilişkisine odaklanan iki çalışmayla ilgili iki ayrı kitap eleştirisine yer veriyoruz. Bunlardan ilki, Oğuzhan Taş’ın “Medya ne ki… Her Şey Yalan!”: Kent Yoksullarının Gündelik Yaşamında Medya (Ergül vd., 2012) başlıklı araştırma kitabını 8 • iletiim : aratırmaları değerlendirdiği, diğeriyse A. Sarp Yılmaz’ın Seyirlik Cümbüşler: Medya ve Toplumsal Dönüşüm (ed. Türkoğlu, 2012) başlıklı derleme çalışmayı inceledikleri yazıları. Bu sayının kapanışını Ergin Şafak Dikmen’in yazdığı etkinlik değerlendirmesiyle yapıyoruz. Dikmen, her yıl Ağustos ayında düzenlenen ECREA Medya ve İletişim Araştırmaları Doktora Yaz Okulu’nun amaçlarını, kapsam ve işleyişini kendisinin de katılımcısı olduğu 2012 etkinliği bağlamında değerlendiriyor. 9 “Kullanımlar ve Doyumlar”dan İzlerkitle Sosyolojisine: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları Burak Özçetin Özet İzlerkitle çalışmalarına sosyolojik bir perspektiften yaklaşan bu çalışma mevcut araştırma gündemlerini eleştirel bir şekilde ele almakta ve yeni bir izlerkitle araştırma gündemi ile ilgili ipuçlarını tartışmaktadır. Çalışma, izlerkitle araştırmalarının tarihini etki araştırmaları, kullanımlar ve doyumlar kuramı, Kültürel Çalışmalar (kodlama/kodaçımı modeli) ve alımlama analizini tartışarak ele almaktadır. İzlerkitleyi ve televizyon izlerkitlesini konu alan alternatif yaklaşımların güçlü ve zayıf yanlarını tartışan çalışma, Türkiye’de izlerkitle çalışmalarından da bir kesit sunmaktadır. Çalışma, izlerkitleye yönelik özcü ve psikolojik indirgemeci yaklaşımların yetersizliğini vurgulamakta ve izlerkitleye inşacı ve sosyolojik bir perspektiften yaklaşmaktadır. Sınırları belli, toplumsal uzamda bir yer kaplayan ve araştırmacı tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir izlerkitle algısının yerine televizyon izleme pratiğinin daha geniş toplumsal ve kültürel pratik ve yapılar içerisine yerleştirilmesi gerektiğini iddia etmektedir. İzlerkitle sosyolojisi olarak adlandırılan bu yaklaşım, gündelik yaşamın, beğenilerin ve kültürel kimliklerin kuruluşunda televizyon izleme pratiğinin rolüne odaklanmaktadır. Anahtar kelimeler: izlerkitle, televizyon, kullanımlar ve doyumlar, Kültürel Çalışmalar, alımlama Audience Studies in Turkey: From “Uses and Gratifications” to Audience Sociology Abstract This study aims at developing a sociological perspective within the field of audience analysis by critically evaluating the competing paradigms within the research field. In this light, it focuses on key approaches: uses and gratifications, Cultural Studies (encoding/decoding model) and the tradition of reception analysis. The study also presents a general overview of audience studies in Turkey. The article underscores the inadequacies of essentialist and psychologist accounts of audiences, and suggests a sociological and constructivist approach. This approach tries to locate audiences within wider social and cultural structures and practices, rather than understanding audiences as entities waiting to be discovered by the social scientists. The sociological account of audiences, as further developed in the study, focuses on the role played by the viewing/reading practices in the making of tastes and cultural identities, and problematises the place of these practices in everyday life. Keywords: audience, television, uses and gratifications, cultural studies, reception analysis iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 9-46 10 • iletiim : arat›rmalar› “Kullanımlar ve Doyumlar”dan İzlerkitle Sosyolojisine: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları Toby Miller (2010: 23) televizyon çalışmalarında üç temel çalışma alanının varlığından bahseder: İlk çalışma alanı televizyonun ekonomi politiğine odaklanır. Ekonomi politik yaklaşım, kullanılan teknoloji, sahiplik ve kontrol yapılarını inceler. İkinci çalışma alanı televizyonun içeriğine, yani metinselliğe odaklanır: televizyon mesajının –metinsel, görsel ve işitsel boyutlarıyla– anlam katmanlarını çözümler. Son ola- rak, “izlerkitle analizi”, televizyonun kamusuna, yani izlerkitlesine/ izlerkitlelerine odaklanır.1 Bu makale, izlerkitle çalışmalarındaki temel ••• 1 Bu ayrımın çok da net olmadığına dair bir not düşmekte fayda var. Ekonomi-politik ve izlerkitle araştırma gündemlerinin buluştuğu çalışmalara da rastlamak mümkündür. Dallas W. Smythe’nin (2006: 234) izlerkitleyi meta olarak ele aldığı yaklaşımında olduğu gibi: “Reklamverenlerin reklam bütçeleriyle satın aldıkları şey nedir? Çıkarcı işadamları olarak hayrına ya da havaya suya saçmıyorlar reklam paralarını. Satın aldıkları şey, öngörülebilir özelliklere sahip, belirli pazar alanlarında belirli iletişim araçlarındaki (televizyon, radyo, gazete, dergi, ilan panosu ve reklam postaları) programlarla sayı olarak tahmin edilebilir oranda ilgilenecek olan izlerkitlenin hizmetidir. Topluluk olarak, izlerkitleler metadır.” Kısaca, reklamverenler izleyicinin ilgi/alakasını satın alırlar ve böylelikle izlerkitle meta haline gelir. Sut Jhally ve Bill Livant da izlerkitle analizine ekonomi-politik perspektifinden uç bir yorum sunarlar. “Marksist emek-değer kuramından hareket ederler ve 'izleme süresini' üretken emek olarak kavramsallaştırarak kapitalist medyada meta üretimi ile ilgili izlerkitle-merkezli bir açıklama önerirler: 'Nasıl ki işçiler emek güçlerini kapitalistlere satarlar, izleyiciler de seyretme güçlerini medya sahiplerine satar; nasıl ki emek gücünün, kullanım değeri emektir, seyretme gücünün kullanım değeri de izleme kapasitesidir' (akt. Allor, 1988: 220). Garnham’ın (1979: 132) Smythe’ye yönelttiği eleştirinin Jhally ve Livant’ın yorumuna da cevap verdiği söylenebilir: “Smythe’nin teorisi Marksist ekonomik teoride bir soyutlama olarak meta formunun işlevini yanlış anlamakta ve belirli türdeki metalar arasındaki (bu bağlamda, izlerkitle ve genel olarak meta formu arasındaki) ilişkiyi göz ardı etmektedir. Sonuçta bu teori herhangi bir çelişki mefhumundan yoksundur; doğrudan mübadele edilen kültürel metaları açıklayamaz; devletin rolünü açıklamakta yetersiz kalır; reklam işinin kendisini için sermayenin rolünü yeterli bir şekilde kavrayamaz; ve belki de en önemlisi, kitle iletişim araçlarının izlerkitle üretme sürecini sınıf ve sınıf mücadelesi belirleyenleriyle ilişkilendirmekte başarısızdır.” Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 11 akımları ve ayrımları eleştirel bir şekilde ele almak ve yeni bir araştırma gündemi için ipuçları sunmayı amaçlamaktadır. Kitle iletişim araçlarının ve mesajlarının tüketicileri, ya da kamuları, kitle iletişim çalışmalarının başlangıcından itibaren son derece canlı ve ihtilaflı bir sorgulama alanı olagelmiştir. Kitle iletişim hakkında sistematik formülasyonların tarihine baktığımızda, kitle iletişiminin, sürecin alıcıları üzerindeki etkileri ile ilgili soruların merkezi konumu dikkat çeker. Lewis (2005: 344), bu merkezi konumun altını, “televizyon izleyici araştırmalarının tarihi, bizzat televizyon seyretmenin tarihi kadar eskidir,” diyerek çizer. İzlerkitle ve izlerkitle analizleri, televizyonun üzerinde yükseldiği ekonomik temeller açısından da hayati önemdedir. Miller’ın (2010: 111) sözleriyle, televizyon yapımcıları sadece izleyicileri çekmeye uğraşmazlar; onlar aslen, izlerkitle(ler) “üretme” derdindedirler. Bu süreçte izleyiciler reyting unsuru olmanın ötesinde programların sahibi haline gelirler. Umberto Eco’nun vurguladığı üzere bu, hukuki olamasa da psikolojik bir sahiplik ve aidiyet duygusudur; televizyon ve televizyon kahramanları, izleyicinin şahsi dünyasının bir parçası, öğesi haline gelir (aktaran Miller, 2010: 126). Televizyon izleme pratiği çok katmanlı ve karmaşık bir süreçtir ve bu sürecin nasıl ele alınması gerektiği sorusu izlerkitle araştırmaları olarak adlandırabileceğimiz bir çalışma alanının doğuşuna sebep olmuştur. Medya mesajına nasıl yaklaşılması gerektiği; alımlama süre- 12 • iletiim : arat›rmalar› cinin nasıl ele alınacağı; izlerkitlenin nasıl tanımlanacağı ve izlerkitle analizinde başvurulacak doğru yöntem(ler)in ne olduğu soruları bahsi geçen çalışma alanında önemli yarılmaların ve ayrımların doğmasına yol açmıştır.2 Kitle iletişim kuramlarının ilk dönemlerinde, etki (kitle iletişim araçlarının izlerkitle üzerindeki [çoğunlukla aşırı ve olumsuz] etkisi) sorunsalı tarafından sınırları çizilen izlerkitle analizi, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile yeni bir boyut kazandı. Medyanın insanlara (izlerkitleye) ne yaptığı sorusundan, insanların (izlerkitlenin) medya ile ne yaptığı sorusuna geçiş olarak tanımlanan bu dönüşüm, izlerkitlenin üretici ve yaratıcı faaliyetine (bu faaliyet alanını kısıtlayan tarihsel ve toplumsal koşulları göz ardı etme pahasına) odaklandı. Toplumbilimlerindeki dilsel dönemeç, kitle iletişim çalışmalarında edebiyat eleştirisinin başat ilgi alanlarından biri olmasına yol açtı. Fakat metnin merkezi bir konum edindiği edebiyat eleştirisinde izlerkitle ile ilgili sorular geri plana itildi. İngiliz Kültürel Çalışmalar geleneğinin izlerkitle çalışmalarına yaptığı katkı, alımlama analizi tarafından bir adım öteye taşındı. Kodlama/kodaçımı (encoding/decoding) modeli farklı alımlama kipliklerinin varlığının altını çizerken, alımlama analizi önce alımlama pratiği ile toplumsal, sınıfsal ve kültürel konum arasındaki ilişkiye, sonra da televizyonun kullanımı meselesine odaklandı. Çalışmanın ilk bölümünde, izlerkitle çalışmalarındaki bu çeşitlilik eleştirel bir şekilde değerlendirilecektir ve yeni bir izlerkitle araştırma gündeminin ana hatları sunulacaktır. Ardından, Türkiye’de izlerkitle çalışmaları ile ilgili bir tartışma yürütülecektir. Bu bölümde, özellikle kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını benimseyen ve Kültürel Çalışmalar geleneğine yaslanan belli başlı çalışmalar eleştirel bir şekilde incelenecektir. ••• 2 Bu çalışmada Jensen ve Rosengren’in (2005) ayrımından yararlandım. Yazarlar, izlerkitle çalışmalarında beş ayrı geleneğin varlığından bahsederler: 1. etki araştırmaları; 2. kullanımlar ve doyumlar araştırmaları; 3. edebiyat eleştirisi; 4. kültürel çalışmalar; 5. alımlama analizi. Konuyla ilgili ayrıca bkz. İrvan, 1994; Ruddock, 2001. Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 13 İzlerkitle Araştırmalarında Temel Yönelimler Etki Araştırmalarından Kullanımlar ve Doyumlara Korkmaz Alemdar ve Raşit Kaya (1983: 5), kitle iletişim alanına çalışmaya başlayan bir kişinin genellikle bu araçların önem ve etkisinin büyüklüğünü ileri sürerek işe başladığını ama yaşamının önemli bir bölümünün bunun tam olarak böyle olmadığını keşfetmekle geçtiğini belirtir. Alemdar ve Kaya’nın saptaması iletişim kuramlarının ortaya çıkış ve olgunlaşma dönemleri için de geçerlidir. Kitle iletişimine dâhil olan her yeni aracın (telgraf, radyo, televizyon ya da internet) akıllarda uyandırdığı ilk soru bu aracın etkisinin ne olduğu olmuştur. Bu sebeple, kitle iletişimi araştırmalarının tarihinin, kitle iletişim araçlarının insanlar (izlerkitle) üzerindeki etkilerinin (genellikle olumsuz olan) araştırılmaya başlamasına dayanır diyebiliriz (Abercrombie ve Lonnghurst, 1998: 4). Kitle iletişim araştırmaları, özellikle yirminci yüzyılın başında “önceleri kitle basın organlarının etkileri ve daha sonra film ve radyonun ahlaksal ve toplumsal sonuçlarına duyulan ilgiye” dayanmaktadır; “genelde eğitim, propaganda, telekomünikasyon, reklam, kamu ve insan ilişkileri alanlarının verimliliğini ve etkilerini artırmak ve sınamak isteğinde yatar” (McQuail ve Windahl, 1997: 17). Bu tarihsel zemin üzerinde yükselen etki araştırmaları özellikle iletişim araçlarının kitleler üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde durmuştur. Bu yaklaşıma göre medya, yozlaşma, uyuşma, kandırılma, zihin bulandırma, şiddete teşvik ve benzeri olumsuzlukların temel sorumlusuydu. Televizyon çalışmaları alanında da televizyonun izlerkitle üzerindeki etkileri ile ilgili soru ve sorunlar araştırma gündeminin merkezi konularını oluşturmaktaydı: Televizyonun onu izleyen insanlar üzerindeki etkisi nedir? 1950’ler ve 60’lar boyunca bu soru iki tema çevresinde dönüp durmuştur: televizyondaki şiddet izleyicilerde şiddet davranışına neden olabilir mi ve televizyonun insanların siyasal tutumları üzerinde ne etkisi vardır? Bu iki sorunun, araştırmacıları zaten mevcut olan toplumsal istatistiklere bir temel değişken olarak televizyonu sokmaya yöneltme gibi bir avantajı oldu (Lewis, 2005: 344). 14 • iletiim : arat›rmalar› Buna karşın, etki araştırmaları, yarattığı beklenti ve coşkuya karşın sonuçsuzluk veya kafa karışıklığı ile sonuçlandı. Lewis’e göre sorun temel ‘etkiler’ sorusunda değil, sorunun özgül formülleştirimlerinde ve bu soruyu sınama ve yanıtlamada kullanılan araçlardaydı. Lewis’e göre (345), “televizyon izlemenin etkisi karmaşık toplumsal süreçlerle ilgilidir. Davranışını değiştirmek için bir fareye küçük elektrik şokları vermek gibi bir şey değildir bu –bazen buna benzese bile değildir”. ‘Hipodermik iğne’/‘derialtı şırınga’, ‘sihirli mermi’, ‘propaganda’, ‘uyarıcı-tepki’ gibi kavram ve formüllere başvuran etki araştırmaları ilerleyen dönemlerde medyanın etkisinin o kadar da doğrudan ve büyük olmadığına dair vurgularla yer değiştirmeye başladı. Gerçekten de etki araştırmaları çok değişik açılardan eleştiriye açıktı. Lewis’e göre televizyon etki araştırmalarının birden fazla sorunu vardı. İlk olarak, televizyon izlemenin etkisi zorunlu ve açık bir şekilde davranışlarımızda görünmemektedir. İkincisi, davranışsalcının etki araştırması sınırlı ve önceden kestirilebilir tepkiler alanında gerçekleşirken, televizyon izlememin anlam ve öneminin çok daha muğlak olmasıdır. Üçüncü nokta, davranışsalcının denetimli bir ortamdaki denekleri incelerken, televizyon izlemenin çok çeşitli, farklılıkları barındıran ve sınırları net olarak çizilemeyen bir etkinlik olduğudur. Dördüncü olarak Lewis’e göre, etkiler yaklaşımı televizyon izleyicilerini, televizyon mesajlarında önceden kurulmuş anlamları edilgin bir şekilde özümleyen boş kaplar olarak ele alma eğilimidir. Ayrıca, etki sorunsalındaki varsayılan etkiyi yaratanın televizyon olup olmadığı cevaplanamamaktadır. Son olarak, davranışçı araştırmacının aksine, televizyon araştırmacısı insanları dünyalarından soyutlayıp onları denetimli bir faaliyetler yaşamına bağımlı kılacak araç ve güçten yoksundurlar (Lewis, 2005: 346-348). Abercrombie ve Longhurst de (1998) çağdaş medya izlerkitlelerinin basitçe birbirinden ayrılmış bireyler kümesinden değil; karmaşık ve etkileşimde bulunan toplumsal grup ve bireylerden oluştuğunu vurgular. Dahası, yazarlara göre izlerkitle medya mesajına basitçe karşılık vermekten ziyade çok farklı şekillerde etkileşime girer. Ayrıca, kitle iletişimindeki mesajlar her zaman basit ve dolambaçsız değildir; daha ziyade karmaşık ve oldukça çeşitlidir. Son Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 15 olarak, gerçek toplumsal dünyada bireyler mesajlara basitçe (bir enjeksiyona ya da uyarıcıya yanıt verirmiş gibi) tepki vermezler (Abercrombie ve Longhurst, 1998: 5). Etki paradigmasına karşı, 'iki aşamalı akış’ (Lazarsfeld vd., 1948; Katz vd., 1955) itirazı ile başlayan süreç kitle iletişim araçlarının gücünün sınırlarının ve işleyiş şeklinin sorgulanmasının habercisiydi. ‘Güçlü etki’ iddiası iletişim çalışmaları arenasından tümüyle silinmese ve farklı formüller yoluyla yeniden gündeme gelse de, özellikle izlerkitle çalışmalarında izlerkitlenin o kadar da pasif olmadığı, insanların “kültürel ahmaklar” (Hall, 1981) olarak görülmemesi gerektiği vurgusu kabul görmeye başladı. İzlerkitle analizi açısından bu dönüşümün en önemli yanı medya mesajına maruz kalan izleyicinin ve izleyici faaliyetinin niteliği ile ilgili yeni bir algının oluşmasıydı: etki modelindekinden daha karmaşık, daha toplumsal, makul ölçülerde düşünümsel (reflexive) ve belirli bir yaratıcılığa sahip bir izleyici/izleme pratiği algısı. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, yaklaşımın aşağıda tartışılacak olan bütün kısıtlılıklarına karşın, etki sorunsalının aşılmasında ve daha karmaşık izlerkitle analizlerinin sunulmasında önemli katkıda bulundu. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, etki araştırmalarını, kitle iletişim araçları ile ilgili temel soru ve sorunsalı ters yüz ederek aşmaya çalıştı: etki sorunsalının aksine, insanların medya ile ne yaptığı sorusunu, medyanın insanlara ne yaptığı sorusuyla ikame etti. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kurucu isimlerinden Elihu Katz’ın tanımı ile, “kullanımlar” yaklaşımı, kitle iletişim araçlarının en güçlüsünün dahi mesajı, kişiyi –içinde yaşadığı toplumsal ve psikolojik bağlamda “işine yaramayacaksa”– öylesine etkileyemez demektedir. “Kullanımlar” yaklaşımı, insanların değerlerinin, çıkarlarının, ilişkilerinin, toplumsal rollerinin baskın olduğunu ve insanların gördüklerini ve duyduklarını seçici bir şekilde bu çıkarlara doğru “büktüğünü” iddia eder (Katz, 1959: 2-3). Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının üç gündem maddesi şunlardır: i. İnsanların, ihtiyaçlarını karşılamak için kitle iletişim araçlarını nasıl kullandıkları sorusuna cevap bulmak; ii. İnsanların kitle iletişim 16 • iletiim : arat›rmalar› araçlarını kullanımlarında altta yatan güdüleri keşfetmek; iii. bireysel kitle iletişim aracı kullanımının olumlu ve de olumsuz sonuçlarını belirlemek.3 McQuail ve Windahl (1997: 154), kullanımlar ve doyumlar araştırmalarını ‘klasik’ ve ‘modern’ olmak üzere iki döneme ayırmaktadırlar. Yazarlara göre, klasik dönem 1940’lı yıllarda Uygulamalı Toplumsal Araştırmalar Bürosu tarafından New York’ta yapılan çalışmaları içerir. Klasik dönemdeki araştırmalarda ev kadınlarının arkası yarın kuşaklarını nasıl tükettiğini, onlara nasıl doyumlar sağladığını ve onların beklentilerini nasıl karşıladığına dair soruşturmalara yer verilir (Özarslan ve Nisan, 2011: 27; Jensen ve Rosengren, 2005: 55). 1970’li yıllarda Blumler ve Katz’ın öncülüğünde yapılan araştırmalar da yaklaşımın modern dönemini oluşturmaktadır (Katz vd., 1973 ve Ruggiero, 2000). Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı televizyon izlerkitle araştırmalarında sıkça kullanılmıştır. Rubin, televizyon kullanımlarından kaynaklanan iki izleyici tipolojisinden bahsedilebileceğini söyler. Birinci tipoloji televizyonu eğlence ve tüketim amaçlı kullanırken, ikinci tipoloji bilgi edinme gayreti ile daha gerçekçi (nonescapist) sebeplerle izlemektedir (37). McQuail vd.’den aktaran Erol Mutlu (1999: 81-85) ise kullanımlar doyumlar kuramının televizyon izleme nedenleri olarak şunları sıraladığını belirtir: 1. oyalanma, kaçış: gündelik yaşamın alışılagelen ve sıkıcı rutinin dayattığı kısıtlamalardan uzaklaşma; sorunların, dertlerin insana yüklediği sıkıntılardan kaçma; ve duygusal boşalma, rahatlama 2. kişisel ilişkiler: can yoldaşlığı, ahbaplık. 3. kişisel kimlik: kişisel referans, gerçekliğin araştırılması, değer pekiştirme. 4. gözetim altına alma: gündemde olup bitenleri takip etme, haberdar olma. ••• 3 Bkz. University of Twente Overview Communication Theories of the UT Communication Studies, http://www.utwente.nl/cw/theorieenoverzicht/. Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 17 Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre izlerkitle medya mesajını farklı motivasyonlarla izler ve mesaj da niyet edilenden farklı yorumlanabilir. Medya mesajlarının birden fazla anlamı vardır; ancak bu çok anlamlılığın nasıl açıklanması gerektiği önemli bir tartışma konusu olagelmiştir. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, izlerkitlenin seçimlerine ve anlamın çoğulluğuna vurgu yaparken yan anlamlı (connotative) kodların kendi aralarında eşit olduğunu varsayan çoğulcu bir çerçeveye yaslanmaktadır (Morley, 1992: 47). Fiske’nin Television Culture’da temel çerçevesini sunduğu "semiyotik demokrasi" kavramında bu yaklaşımın izlerini bulmak mümkündür: metinler çok anlamlıdır ve izleyiciler kendi toplumsal ve öznel koşulları içerisinde bu metinleri istedikleri gibi anlamlandırmaktadırlar. Televizyon metinlerinin bize sunduğu, semiyotik demokrasidir: Televizyonun bize sunduğu şey program değil, semiyotik bir deneyimdir. Bu deneyim açıklık ve çokanlamlılıkla tanımlanmaktadır. Televizyon kendin pişir kendin ye menüsü değildir elbet ama aynı zamanda satışa sunulmuş bir hazır anlamlar paketi de değildir. Kültürel belirleyenler içerisinde çalışıyor olsa da aynı zamanda bu sınırlama ve kontrollerden kaçmak, bunları değiştirmek ve meydan okumak için gerekli olan özgürlük ve gücü de sunar. Bütün metinler çokanlamlıdır, fakat çokanlamlılık mutlak bir şekilde televizyon metinselliğinin merkezindedir (Fiske, 1999: 239). Kültürel belirlenime sınırlı bir şekilde vurgu yapan bu çoğulcu çerçeve, kültürel alanı karakterize eden asimetrik hâkimiyet ilişkilerini, kültürel alanın ideolojik yapılanışını ve baskın anlamları çözümlemeyi imkânsız kılmaktadır. Fiske’de bu imkânsızlık, “metin yoktur, izlerkitle yoktur, sadece izleme süreci vardır,” şeklinde uç bir ifadede kendini bulur (aktaran Abercrombie ve Longhurst, 1998: 23). Kullanımlar ve doyumlar kuramının ikinci önemli sınırlılığı ise yeterince sosyolojik bir çerçeveye yaslanmamasıdır: “Kullanımlar ve doyumlar temelde psikolojik indirgemeci (psychologistic) bir sorunsaldır –kişilerin anlıksal durumlarına, ihtiyaçlarına ve süreçlerine, söz konusu kişileri içinde bulundukları toplumsal koşullardan soyutlayarak ele alır” (Morley, 1992: 48). Kitle iletişim çalışmalarında izlerkitleye ‘etkinlik’ kazandıran kullanımlar ve doyumlar kuramı önemli bir 18 • iletiim : arat›rmalar› dönüm noktasına işaret etmekle birlikte izlerkitleye aşırı bir serbesti tanır ve mevcut toplumsal/sınıfsal ve de iktidar yapılarını göz ardı eder. Etki analizinden kullanımlar ve doyumlar kuramına uzanan çizgi aynı zamanda sosyal bilimlerdeki yapı/fail gerilimi eşliğinde de okunabilir. İzleyicinin, medya mesajının pasif alımlayıcısı olarak görüldüğü yaklaşıma bir tepki olarak yükselen kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, herhangi bir yapısal sınırlamadan muaf, kadir-i mutlak bir izleyici kavramına sarılır. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı izlerkitle çalışmaları içerisinde önemli bir dönüm noktası olma özelliğini hala korumaktadır. Fakat izlerkitlenin yaratıcı faaliyetine, televizyon izleme pratiğinin çok boyutlu yapısına ve alımlama sürecindeki çok sesliliğe yapılan vurgu yerinde olmakla birlikte eksiktir. İzlerkitlenin kültürel tüketim faaliyeti belirli bir toplumsallık, kültürel ortam ve iktidar ve tahakküm ağları içerisinde gerçekleşir ve bu yapıların üretiminde ve yeniden üretiminde rol oynar. İzlerkitle analizinde takip edilecek bu düşünce hattı ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Kültürel Çalışmalar ve Alımlama Analizi Kültürel çalışmalar4, kitle iletişimi araştırmalarında 1940’lı yıllarda başlayarak 1960’lara kadar hâkimiyetini koruyan anadamar Amerikan davranışçı yaklaşımdan “eleştirel” yaklaşıma geçişin uğraklarından biri olarak ele alınabilir. Hall’a göre anadamar ve eleştirel yaklaşımlar arasında teorik perspektifleri ve siyasal tutumları açısından derin bir uçurum mevcuttur. “Anadamardan eleştirel perspektiflere kaymayı karakterize etmenin en basit yolu, bu değişikliği özünde davranışsal bir perspektiften ideolojik bir perspektife doğru yapılan bir hamle olarak göstermektir” (Hall, 1999a: 78). Hall’a göre eleştirel yaklaşım, anadamar iletişim çalışmalarının kısıtlılıklarını aşmak için verimli bir çerçeve sunmaktadır. Peki, anadamar yaklaşımın kısıtlılıkları, ya da Hall’un deyişiyle “bunalımından” ne anlamalıyız? ••• 4 Kültürel çalışmalar geleneğinin merkezi figürü Stuart Hall üzerine ayrıntılı bir çalışma için bkz. Özçetin, 2010. Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 19 Başat yaklaşıma hâkim olan katı bireycilik, bu akımın epistemolojik ve kuramsal açıdan gelişmemiş bir çerçeve arz etmesine sebep olmaktadır. Söz konusu olan, ilkin, “bu paradigmanın anlamlandırma, anlam, dil ve simgeleştirmeyle ilgili konuları sürekli olarak sözde bir ‘bilimcilik’ adına haklılaştırarak kaba saba davranışçı göstergelere dönüştüren bir tür sistemli davranışsal indirgemecilik eğilimidir” (Hall, 1997: 82). İkincisi, kendi ayakları üstünde duran bir iletişim bilimi oluşturma iddiası başat yaklaşımı toplum bilimlerinin tarihsel ve kavramsal birikiminden soyutlamış ve yoksun bırakmıştır. Üçüncü önemli kısıtlılık ise başat yaklaşımın “iletişime atfedilen süreçleri, kurumları ve etkileri, modern iletişim sistemlerinin ayrılmaz derecede gömülü olduğu daha geniş toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel yapılardan ayırarak tanımlama yönünde[ki]” çabasıdır (Hall, 1997: 83). Stuart Hall ile özdeşleşmiş Birmingham Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Merkezi bünyesindeki Medya Grubu’nun kalkış noktası anadamar yaklaşıma yöneltilen bu eleştirilerdir. Stuart Hall, Medya Çalışmaları Grubu’nun kurulduğu ilk günlerdeki araştırma gündemini ve amaçlarını şu şekilde özetlemiştir: İlkin, Medya Çalışmaları –medya içeriğinin tetikleyici olarak görüldüğü ve fazlaca davranışsalcı bir ton taşıyan bir tür etki-tepki modeli kullanan– ‘doğrudan etki’ modelleri ile bağını kopardı; bunun yerine genel bir biçimde medyanın ‘ideolojik’ rolü olarak tanımlanabilecek bir çerçeveye yaslandı…. İkinci olarak, medya metinlerini anlamın ‘saydam’ taşıyıcıları olarak gören yaklaşıma meydan okuduk ve dikkatimizi bu metinlerin dilsel ve ideolojik yapılanışlarına yönelttik.… Üçüncüsü, geleneksel araştırmada sıkça rastlanan edilgen ve farklılaşmamış ‘izleyici/dinleyici’ kavramları ile bağımızı kopardık…. Dördüncü olarak, medya ve ideoloji meselesi medyanın egemen ideolojik tanımlar ve temsillerin dolaşımı ve pekişmesinde oynadığı rol sorusuna yöneldi (2005: 117-118 vurgular bana ait). Kültürel Çalışmaların eleştirel paradigması, yekpare bir bütünlük sergilemese de temelde bu kaygılar üzerinde yükseldi. İdeoloji, dilbilim ve göstergebilimde yaşanan gelişmeler eleştirel paradigmanın epistemolojik ve kuramsal dayanaklarını oluşturmaktaydı. Eleştirel kuramın Stuart Hall gibi isimleri ise medya analizini bir bütün olarak toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel dönüşümün içerisine yerleş- 20 • iletiim : arat›rmalar› tirdi. Stuart Hall’un Kültürel Çalışmalar Merkezi’ndeki diğer araştırmacılar ile kaleme aldığı Policing the Crisis (1978) bu türden bir çabanın ürünüydü. Stuart Hall, sıkça alıntılanan ve izlerkitle çalışmaları alanındaki kilit çalışmalardan biri olan “Kodlama/Kodaçımı” (Encoding/Decoding) (2006) çalışmasında kitle iletişim çalışmalarını uzunca bir süre meşgul etmiş olan doğrusal iletişim modeline bir alternatif geliştirmeye çalıştı. Gönderen-mesaj-alıcı döngüsü içerisinde tamamen saydam bir iletişim düşüncesinden hareket eden doğrusal iletişim modeli, Hall’a göre meseleyi kavramakta yetersizdi. Hall bunun yerine mesajın üretim ve tüketim süreçlerinin sorunsallaştırılması gerektiğini öne sürdü. Burada gönderen-mesaj-alıcı döngüsünün yerini, Marx’ın ana hatlarını Grundrisse ve Kapital’de ortaya koyduğu meta üretimi modelini andıran, “birbirleri ile alakalı ama birbirlerinden farklı uğrakların –üretim, dolaşım, dağıtım/tüketim, yeniden üretim– eklemlenmesi” alıyordu (Hall, 2006: 163). Hall bu şekilde hem anlamın (medya mesajı) kuruluş sürecinin saydam, sabitlenmiş ve garantili bir süreç olmadığını vurgulamakta; diğer yandan da seyirciyi gönderilen mesajı basitçe soğuran edilgen özneler olmaktan kurtarmaktaydı. Burada, düzanlamlı mesajların şifresinin seyirci tarafından birebir kırıldığı, buna karşılık yananlamlı denen ifadelerin farklı yorumlara tabi tutulduğu iddia edilmiyordu. Hall, bu iki ifade türü arasında sadece analitik bir ayrım olduğunu söylüyordu. Ona göre, düz-anlam, bırakın ideolojik alanın dışında olmayı, ‘normalleşme’ ya da ‘doğallık’ etkisi adını verebileceğimiz en güçlü ideolojik kısa-devrenin semptomudur. Bir başka deyişle ‘ideolojik olmadığı’ iddia edilen okuma ve tüketme biçimi, –Hall’un sınıflandırmasına göre baskın-hegemonik kod– olası alımlama konumlarından sadece biridir (2006: 171)5 Bunun yanı sıra kabul ve ret öğelerinin bir karışımını bulabileceğimiz bir ara kod –müzakereli– ve son olarak da ••• 5 “Pratikte oldukça az görülen bu okuma biçiminde izleyici/okur yapımcının yeğlediği okuma biçiminde hareket eder. Metindeki düzanlamları tam ve doğru olarak alır ve kodlama sürecinde üretilen anlamların meşruluğunu her düzeyde kabullenir” (İrvan, 1994: 207). Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 21 verilmeye çalışılan mesajı tümüyle başka bir çerçeveye yerleştirme olarak tanımlayabileceğimiz muhalif kod da diğer alternatiflerdir (Hall, 2006: 172-173). Kodlama/Kodaçımı modeli, kendinden önceki modellerle karşılaştırıldığında, son derece dinamik ve karmaşık bir anlamlandırma ve alımlama ilişkisi öngörüyordu. Michéle Barrett (1998: 269-270), Hall’un ideoloji ve kültürel çalışmalar alanına yaptığı katkıları tartıştığı yazısında kodlama/kodaçımı modelinin katkısının sadece televizyon ya da medya çalışmaları ile kısıtlı olmadığını, bir bütün olarak kültürel çalışmaların gündemini belirlediğini söyler. Barrett’e göre (1998: 270) bu model, iktidar ve ideoloji olgularını medya çalışmalarının kalbine yerleştirmesi açısından ayrıca önemlidir. Mesaj ve mesajın deşifre edilmesi sürecinin, ya da anlam üretim ve tüketim süreçlerinin, toplumsal iktidar ilişkilerinden bağımsız ele alınamayacağını vurgular. İktidar kavramını kültürel süreçlerin merkezine yerleştiren Hall, kültürün kendisini iktidarın ayrılmaz bir parçası olarak ele alarak verimli bir çerçeve sunar. Kültürel Çalışmalar geleneği Gramsci ve Althusser’e biçtiği merkezi rol ile medya çalışmalarında baskı altında tutulan, göz ardı edilen ‘ideoloji’yi medya çalışmalarının asli öğesi haline getirmiştir. Gramsci’nin hegemonya kavrayışı ve Althusser’in ideoloji kuramına yaptığı katkılar (üstbelirlenim, çağırma, psikanalizle kurduğu köprü ve eklemlenme) Kültürel Çalışmalar, özellikle de Hall için önemliydi (bkz. Hall, 1985). Fakat bu yaklaşım, kitle iletişim araçlarının ideolojik etkilerinin, bu araçların yaydığı mesajların metinsel yapısından çıkarılabileceği iddiasına yaslanıyordu. Bir başka deyişle, bu analitik söylemlerde kitle iletişim araçları izlerkitlesi yeterince araştırılmıyor ve bu araçların, tüketicileri üzerindeki etkisine kesin gözüyle bakılıyordu (Morley, 1992: 7). Kültürel Çalışmalar geleneğinden gelen, aynı zamanda Stuart Hall’un öğrencisi olan ve The Nationwide Audience’da (1980) Hall’un kodlama/kodaçımı modelini geniş kapsamlı ampirik bir araştırmada kullanan David Morley, Family Television (1986 [1999]) ve Television, Audiences and Cultural Studies (1992) gibi çalışmalarında izlerkitle ve alımlama sorunlarını televizyon incelemelerinin günde- 22 • iletiim : arat›rmalar› mine yerleştirdi. Stuart Hall (1999b: v), Family Television için yazdığı önsözde Morley’in çalışmalarının önemini şu sözlerle belirtir: Morley’in çalışmaları, medya çalışmalarına uzun bir süre hâkim olan, eski tarz izlerkitle araştırmalarının ve bu araştırmaların monolitik “izleyici” kavrayışını ve safdil mesaj, anlam ve etki nosyonunun vadesi çoktan gelmiş çöküşüne yardımcı olmuştur. Daha aktif bir izlerkitle kavrayışına ve farklı okumaların oluşumunda rol oynayan kodlar ve yetkinliklere ilginin çekilmesine katkıda bulunmuştur. Bu yaklaşım kendini “metinler” üzerine çalışan diğer çalışmalardan, metinlerin yanı sıra, izlemenin ve yorumlamanın toplumsal boyutlarına ısrarlı bir şekilde dikkat göstererek ayrıştırmıştır. David Morley’in 1980 yılında yayımladığı The Nationwide Audience adlı çalışması izlerkitle çalışmalarında önemli bir dönüm noktasıydı. Morley’in kendisi tarafından da sonraki yıllarda (1992, 1999) eleştirilen bu eser, yayınlandığı günden beri izlerkitle çalışmalarının sürekli olarak hesaplaştığı bir çalışma oldu. Morley’in yaklaşımının üç sacayağı şunlardır: ilk olarak, aynı olay birden fazla şekilde kodlanabilir; ikincisi, mesaj her zaman birden fazla potansiyel okumayı içinde barındırır. Mesajlar belirli okumaları diğerlerine önerecek ya da tercih edecek şekilde kodlanır; fakat hiçbir zaman bir okuma ile kapanıma uğramazlar, çok anlamlı kalırlar; ve son olarak ne kadar şeffaf ya da ‘doğal’ görünürse görünsün, mesajların alımlanması sorunlu ve karmaşık bir süreçtir (1992: 78-9). Fakat Morley’in çalışması, kullanımlar ve doyumlar kuramında olduğu üzere, mesajın alımlanışını bireylerin psikolojik durum ve konumlanışları ile ilişkilendirmek niyetinde değildir. Nationwide, izlerkitle üyelerinin televizyon mesajını alımlamaları ile toplumsal konumları (sadece sınıfla sınırlı olmayan) arasındaki yakın ilişkiyi sorunsallaştırdı (Turner, 2003: 110). Voloşinov’un, dilsel göstergenin ve bilincin sosyo-ideolojik bir olgu olduğu vurgusunu takip eden Morley, dilsel ifadelerin psikolojik ya da bireysel değil, toplumsal olarak koşullandırılmış yapısına vurgu yapar. Morley, Nationwide’ın sıkça alıntılanan şu pasajında izlerkitleyi birbirlerinden farklılaşmamış bireylerin toplamı olarak görmektense, karmaşık altgrup ve alt-kültür dokuları içerisinde konumlandırır: Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 23 Burada ihtiyacımız olan şey, farklılaşan yorumlarla toplumun sosyoekonomik yapısını ilişkilendirebilmek; farklı ‘kültürel kodları’ paylaşan farklı grup ve sınıfların üyelerinin verili mesajı nasıl farklı şekillerde yorumladıklarını göstermek; bunları sadece bireysel, bireye özgü düzeyde değil, grupların ve sınıfların sosyoekonomik konumlarıyla ‘sistematik bir şekilde ilişkilendirilmiş’ bir şekilde ele almaktır. Kısaca, izlerkitle içerisindeki alt-kültürel6 yapıların ve oluşumların ve farklı grup ve sınıfların paylaştıkları farklı kültürel kod ve yeterliklerin, izlerkitle içerisindeki farklı kesimlerin mesajları alımlayışını nasıl ‘belirlediğini’ göstermemiz gerekmektedir (1980: 134, vurgular bana ait). Bu çerçeve dahilinde, Morley’in, izlerkitlenin sosyoekonomik konumları, sahip oldukları yeterlikler ve kültürel kodlara yaptığı vurgu Pierre Bourdieu’nun (1984) çalışmaları ile paralellikler taşır. Bourdieu’nun kültürel, entelektüel ve estetik yatkınlıkların toplumsal bir eleştirisini ve analizini sunduğu çalışmaları ile Morley’in, televizyon mesajının alımlanışının sosyoekonomik belirleyenlerine yaptığı vurgu benzerdir. Morley, sınırlı da olsa Bourdieu’nun çalışmalarına göndermede bulunur. Fakat akılda tutulması gereken nokta, Bourdieu sosyolojisinin "alımlama" sorunsalının çok ötesinde, faillerin bahsi geçen yatkınlık ve yeterlikleri edindikleri mekanizmaları açıklamaya çalıştığıdır (bkz. Bourdieu, 1984 ve Swartz, 2011). Nationwide çalışmasında, araştırmacı tarafından seçilmiş ve videokasetlere kaydedilmiş Nationwide şovunun iki bölümü çok farklı toplumsal arka plandan (farklı eğitim düzeylerine ve kültürel arka plana sahip, farklı coğrafyalardan gelen) gruplara izletilmiş ve bu gruplarla derinlemesine görüşmeler ve odak grup toplantıları düzenlenerek bu grupların programları nasıl alımladıkları araştırılmıştır. ••• 6 Morley (1992: 74), alt-kültürün tanımını Graham Murdock’tan alır: “Alt-kültürler toplumsal yapının belirli kesimlerindeki gruplar tarafından, birlikte paylaştıkları toplumsal konumun çelişkileri ile yüzleşirken kolektif bir şekilde geliştirdikleri anlam sistemleri ve ifade biçimleridir. Bilhassa, alt-kültürler, yapısal olarak aşağıda konumlanmış olanların egemen anlam sistemleriyle müzakere etmek ya da bu sistemlere karşı çıkmak için geliştirdikleri birikmiş anlamları ve ifade araçlarını temsil ederler” (Murdock 1973: 213-14). 24 • iletiim : arat›rmalar› Morley, alımlama sürecinde sosyoekonomik konumlanışın "belirleyiciliğini" vurgularken, kişilerin kavramsal/kültürel çerçevelerinin doğrudan onların toplumsal konumlarından çıkarsanabileceği türden bir indirgemeciliğe kapılmamak gerektiğini de belirtmiştir. Asıl meydan okuma, toplumsal koşulların bireylere sundukları imkân ve sınırları anlayabilmektedir. Bu uyarılara karşın, Morley’in daha sonra kendisinin de kabul edeceği üzere (1999: 40; 1992: 111-117), Nationwide çalışmasında hem "sınıf" ve "gruplar"ın tanımlanışında hem de sosyoekonomik konumla alımlama arasında kurduğu ilişkide önemli sorunlar mevcuttur. Toplumsal konumla alımlama arasındaki ilişkinin incelendiği çalışmada toplumsal konumun kendisinin ne olduğu; sınıftan ne kastedildiği ve sınıfla kültür arasındaki ilişkinin nasıl ele alınacağı açık değildir. Örneklem seçimi itibariyle gelir gruplarına ve sosyoekonomik statüye eşitlenen, sınıftan ziyade Weberyan statü gruplarına yaklaşan bir sınıflandırma mevcuttur. Pierre Bourdieu’nun teorik birikimine göndermede bulunmakla birlikte, Morley’in Bourdieucu sınıf analizine yaklaşımı son derece pragmatik ve sığdır. Turner (2003: 112-3), Nationwide çalışmasının en önde gelen eksiklerinden birinin televizyon programı ile seyirci arasındaki ilişkinin ilk adımını es geçmesi olduğunu belirtir: en başta, izleyicinin o programı seçmesi. Nationwide çalışmasında katılımcılar arasında programı, eğer araştırma vesile olmasaydı hiç izlemeyecek olan kişiler mevcuttur. Araştırma kapsamındaki izleme faaliyetinin, doğal bir televizyon ortamı olan evde değil de araştırma merkezinde gerçekleştirilmiş olması da bir diğer eksikliktir. Ayrıca Turner (2003: 113), katılımcıların derinlemesine görüşme ve odak grup toplantılarında yaptığı yorumların yeterince detaylı bir şekilde ele alınmadıklarından ve analiz edilmediklerinden yakınır. Bunun bir sebebi, araştırmaya kaynaklık eden Hall’un okuma türleri ile ilgili modelinin izleyici söylemleri arasında yeterli ayrım yapmaya izin vermemesidir. “Bu yüzden, kendi içinde farklılaşan karşıt okuma biçimleri aynı başlık altında toplanarak genelleştirilmiştir” (İrvan, 1994: 208). Bütün bu sorunlara karşın, Morley’in çalışması, televizyon metninin çokanlamlı (polysemic) yapısının bir kavramsal soyutlamadan ibaret olmadığını ampirik olarak göstermesi bakımından değerlidir. Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 25 Morley, Nationwide’dan birkaç yıl sonra (1986) yayınladığı Family Television’da, kendisinin de büyük ölçüde kabul ettiği ve eleştirdiği bu sorunları aşmaya çalışır. Nationwide kültürel çalışmalar problematiği içerisinde yer alan, özellikle de çerçevesi Hall’un kodlama/kodaçımı modeli ile çizilmiş bir çalışmadır. Family Television’da ise odak noktası “belirli program malzemelerinin izlerkitle tarafından tabi tutulduğu farklı "okumaların" incelenmesinden, ev içi televizyon izleme bağlamının kendisine –yani, programların ‘okumalarının’ (genellikle) yapıldığı çerçeveye kayıyordu” (Morley, 1999: 2). Morley (1992: 125), Nationwide çalışmasının en önde gelen sorunlarından birinin katılımcı görüşmelerinin evlerin dışında, yani katılımcıların doğal televizyon izleme alanlarının dışında yapılması olduğunu kabul eder. Etnografik araştırma yöntemlerinin büyük bir önem kazandığı yeni araştırma gündeminde ise, televizyonun ev içinde kullanımı, aile içi roller ve televizyon izleme faaliyeti arasındaki ilişkiler ve televizyon izleme faaliyetinin diğer boş zaman aktiviteleri ile olan ilişkisi (hobiler, ilgiler, meşgaleler, vb.) gibi konuları inceler. Morley, Family Television’da içerik analizi, derinlemesine görüşme gibi tekniklere ek olarak, katılımcı gözlem ve birlikte televizyon izleme gibi etnografik yöntemlere de başvurdu.7 Alımlama analizinde sıkça başvurulan bir yöntem olan izlerkitle etnografisinin ilk amacı “seyircinin alımlayışının ön plana çıkarılıp bilinçli ve iletilebilir hale geleceği bir görüşme durumunun yaratılmasıdır. İkinci görev, seyircinin programla ilgili kişisel anlayışı ve deneyimini görüşmeciye iletmesini sağlamaktır” (Hoijer, 2005: 111). Ruddock (128), izlerkitle analizinde etnografik yöntemlere başvurulmasının sebeplerini şu şekilde özetler: ••• 7 Çalışmada şu noktalar araştırıldı: a. televizyon setinin ev içi farklı kullanımları (TV izleme, video oyunu oynama, teleteks vb.); b. belirli program türlerine karşı farklı bağlılık ve tepki türleri; c. televizyon kullanımının aile içindeki dinamikleri (ne zaman neyin izleneceğine aile içerisinde kimin karar verdiği ve bu bağlamdaki aile içi iktidar ilişkileri; TV materyalinin aile içerisinde nasıl tartışıldığı); d. televizyon izleme ve aile yaşantısının diğer boyutları arasındaki ilişki (televizyonun boş zaman aktivitelerinin belirlenmesi üzerindeki etkisi ve boş zaman ilgilerinin ve çalışma hayatının zorunluluklarının program tercihi üzerindeki etkisi) (Morley, 1999: 39, 1992: 136). 26 • iletiim : arat›rmalar› Etnografiyi izlerkitle araştırmacıları için çekici kılan nokta, elde edilmek istenen veriye doğallığında ve gerçekleşme anında ulaşmayı sağlaması ve böylece kitle iletişim araştırmalarının yapaylığını aşmaya yardımcı olmasıdır. Yöntemin kökenleri Branislaw Malinowksi’nin tanımlayıcı ve yorumlayıcı antropolojisinde yatmaktadır. Malinowski (1922) bir kültürün olduğu haliyle anlaşılmasının ancak gündelik yaşamın özenle gözlemlenmesi ve belgelenmesi ile mümkün olduğu fikrini savundu. Weber’de olduğu gibi, bu, kültürel olguların anlamının katılımcıların bakış açısından anlaşılmasını içerdi. Malinowski’nin, etnografinin amacının “yerlinin bakış açısını, onun yaşamla ilişkisini kavramak, onun dünyayla ilgili anlayışını kavramak” (aktaran Hoijer, 2005: 111) olduğuna dair vurgusu alımlama analizcileri tarafından izlerkitle çalışmalarına uyarlandı: Biz de benzer biçimde, izleyicinin bir programla ilgili bakış açısını, alımlama ve bilgi yapılarını kavramak istiyoruz. Bunların çoğu, dile getirilemeyen bilgilerdir. Etnograflari görüşme yaptıkları kişilerden bir şey öğrenmek için bir görüşme durumu yaratırken, bu dile getirilemeyen bilgiye ulaşmaya çalışır (Hoijer, 2005: 111-112). Alasuutari (5) etnografik araştırma yöntemlerinin izlerkitle çalışmalarında önemli dönüşümleri birlikte getirdiğini söyler. İlk olarak, etnografik araştırma gündemi, konvansiyonel siyaset anlayışından kimlik –özellikle de toplumsal cinsiyet– konularına geçişi mümkün kılmıştır. İkincisi, etnografik araştırmalarla birlikte program içeriklerinden ziyade kitle iletişim aracının işlevlerine yoğunlaşılmaya başlanmıştır. Yeni izlerkitle etnografisinde araştırmacı, televizyona sohbet için toplumsal bir kaynak olarak, ya da televizyon kullanımının aile yaşantısı içerisinde toplumsal cinsiyet ilişkilerinden kaynaklı iktidar ilişkilerini nasıl yansıttığı ve ürettiği üzerinden yaklaştı. Son olarak, araştırmacılar alımlamayı, zincirin izlerkitle tarafındaki son halkasından doğru analiz etmeye çalışmışlardır. Yani, araştırmacı medyanın gündelik hayattaki rolüne odaklanmaktadır; gündelik hayatın bir programın alımlanışındaki etkisine değil. Yeni araştırma gündeminde, televizyonun kullanımları ile ilgili sorunlar merkezi önem kazandı. “Televizyondaki imgeler ve televizyon önünde harcanan zaman analiz edilmeye başlandığında halen sormamız gereken şey bu imgelerin Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 27 tüketicisinin bunlara ne anlam verdiği ve bu zaman zarfında ne yaptığıdır,” diyen Michel de Certeau’nun (31) yorumdan da etkileniyordu.8 Family Television çalışmasının örneklemi hepsi de güney Londra bölgesinde yaşayan, video kayıt cihazına sahip, iki yetişkin ve 18 yaş altı en az iki çocuk sahibi, 18 beyaz aileden oluşuyordu. İlk olarak ebeveynler, daha sonra da tüm aile ile birlikte ailelerin evlerinde yapılandırılmamış (bir buçuk saatle sınırlı) görüşmeler yapıldı. Morley (1999: 41-4), bu örneklemin temsili olmaktan uzak olduğunu, ama araştırmanın amaçlarını karşılayacağını ve daha ileride yapılacak daha kapsamlı araştırmalar için temel oluşturacağını vurguladı. Araştırma sonuçları aile içi televizyon izleme pratiğinin erkek egemen bir süreç olduğunu ve bu süreçte erkeklerin hem neyin izleneceğine karar vererek hem de diğer aile fertlerinin seçimlerini hor görerek kabadayılık yaptığına işaret ediyordu. Erkeklerin televizyon izleme sırasında tümüyle sessiz bir ortam istemeleri diğer aile fertleri tarafından baskıcı bir tutum olarak görülüyor; kadınlar mutfaktaki siyah beyaz televizyona, çocuklar ise odalarına çekilmeye mecbur kalıyorlardı (Morley, 1999: 140). Araştırma, pek çok kadının, en sevdikleri pembe dizileri izlerken aynı zamanda yemek yaptıkları ya da çocukları yıkadıklarını, bu yüzden de televizyonu çok bölük pörçük bir şekilde takip edebildiklerini gösterdi. Aynı zamanda, pek çok kadın katılımcı, öğleden sonra kesintisiz pembe dizi izleme zevkini bir suçluluk ya da utanç meselesi olarak ele alıyordu. Morley’in (1999: 140) tüm bu noktalardan hareketle vardığı nokta yine sıkça alıntılanan bir pasajda şu şekilde özetlenmektedir: ••• 8 Bu vurgu, illa ki Curran’ın (1999) iddia ettiği gibi izleyiciye kadir-i mutlak bir güç atfetmek –yani yapılar içerisinde öznenin sınırsız özerkliğine vurgu yapmak– anlamına gelmemektedir. Alımlama analizcileri, Curran’ın yeni-revizyonizm eleştirisine Anthony Giddens ve Pierre Bourdieu gibi sosyologların yapı/özne kavramsallaştırmalarına referansla yanıt verirler (Özsoy, 2011: 103). Kısaca, faili basitçe yapının bir yan etkisi olarak gören yaklaşım yerine, yapıyı faile belirli yatkınlıklar sağlayan ve failin eylemleri ile şekillenen/yapılaşan statik olmayan bir bütünlük olarak bakılması gerektiğini iddia etti. 28 • iletiim : arat›rmalar› Burada kritik olan nokta, toplumsal cinsiyet ilişkilerine göre evin erkekler için öncelikle bir boş vakit alanı olması, kadınlar için de çalışma alanı olarak tanımlanmasıdır (ev dışında çalışsınlar ya da çalışmasınlar). Bu durum, basitçe, evde televizyon izleme pratiği hakkında bir araştırma, tanımsal olarak erkeklerin tümüyle kendilerini vererek kadınlarınsa, ev içi sorumluluklarının yol açtığı dağılmış dikkat ve suçluluk duygusuyla yaptıkları bir işi incelemek olacaktır. Dahası, bu ayrışma, kamusal eğlence biçimlerin azalması ve video ve benzeri ev eğlence teknolojilerinin yaygınlaşması ile daha da önem kazanmaktadır. Görüldüğü üzere, alımlama analizinin kurucu eserlerinden Family Television, aile içi televizyon izleme pratiğinin toplumsal cinsiyet ve aile içi iktidar yapısı ile ilişkisi hakkında son derece değerli bulgular sunmaktadır. Araştırma vurgusunun televizyon mesajının alımlanışından televizyonun kullanımına kayması izlerkitle çalışmalarında yeni bir araştırma gündeminin kuruluşuna yönelik önemli bir ilk adım olarak ele alınabilir. Çalışmanın kuramsal ve metodolojik katkıları da izlerkitle analizine damgasını vurmuştur. Yeni Bir İzlerkitle Çalışmaları Gündemine Doğru Morley’in, The Nationwide’dan günümüze izlerkitle çalışmaları alanında yaptığı katkılar üzerinde özellikle durmamızın sebebi, hem çalışmalarının alana damga vurması hem de izlerkitle çalışmaları alanındaki temel kırılmalara ışık tutmasıdır. The Nationwide’da Hall’un kodlama/kodaçımı modelini sınayan; Family Television’da televizyonun hane içerisinde, gündelik hayatta kullanımına ve toplumsal cinsiyet ilişkileri ile ilişkisine odaklanan Morley 1990’larla birlikte yeni bir izlerkitle çalışmaları gündemi çağrısında bulunur. Bu yeni araştırma gündeminde odak noktası ne metinler ne de izlerkitlelerdir: daha ziyade Morley (1992: 265) “karşı karşıya olduğumuz meydan okumanın hem "dikey" (‘iktidar’ ve ‘ideoloji’) hem de "yatay" (televizyonun gündelik yaşamın pratik ve bağlamlarına eklemleniş ve eklenişi) boyutlara duyarlı bir televizyon tüketim modeli sunmaya çalışmak” olduğunu vurgular. Morley’in önerdiği yeni araştırma gündemi izlerkitle çalışmaları içerisinde Kültürel Çalışmalar ve alımlama analizi geleneklerinin Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 29 kazanımlarına sahip çıkmakla birlikte bu yaklaşımları aşma gayretindedir. Yeni araştırma gündemi, Alasuutari’nin (1999) eski kuşak olarak adlandırdığı bu yaklaşımların izlerkitle algısını sorgulayarak ve sarsarak başlar işe. Bu yeni gündemin ilk vurgusu nesnel bir gerçeklik ya da sınırları belli bir ‘şey’ olarak izlerkitleden bahsedilemeyeceği; izlerkitle olarak adlandırılan olgunun, özgün bir analitik bakış tarafından üretilen söylemsel bir inşa olduğudur: “izlerkitle hiçbir yerde değildir; gerçek bir uzam işgal etmez; sadece analitik söylemler içerisinde konumlara sahiptir” (Allor, 1988: 228). Gerçekliğin söylemsel bir inşa olduğuna dair yapısalcılık sonrası argümanlardan esinlenen bu çerçeve, izlerkitlenin özcü bir kategori olarak ele alınışı sorgular: Allor’a göre (229), “alanda bir ilerleme kaydetmek istiyorsak ‘izkerkitle’nin bütünlüğünü, onun bileşenlerine ve oluşturucu öğelerine ayırarak bir yapısöküme tabi tutmalıyız"dır. Lakin izlerkitlenin söylemselliğine yapılan vurgu ‘gerçek’ toplumsal ilişkilerin reddedilmesi anlamına gelmemelidir. Medya ve medyanın gündelik yaşamda kullanımlarını sorunsallaştıran yeni araştırma gündemi merkezine alımlama sorununu değil, televizyon izleme pratiğinin diğer kültürel tüketim faaliyetleriyle olan dinamik etkileşimini ve ilişkisini yerleştirir. Yeni gündem, etnografik izlerkitle vaka analizlerini ya da tekil TV programlarının incelenmesini illaki reddetmez; fakat ana odağı bir programın belirli bir izlerkitle tarafından nasıl ‘okunduğu’ ya da alımlandığını keşfetmekle sınırlanmamıştır. Daha ziyade amaçlanan, günümüzün ‘medya kültürünü’, özellikle medyanın gündelik yaşamdaki rolünde görüldüğü üzere, içinde yer aldığı söylemleri şekillendiren ve bu söylemlerce şekillenen bir konu ve de faaliyet alanı olarak kavrayabilmektir… Üçüncü kuşak, hala program ve programcılıkla ilgilenmektedir; fakat bunları, gündelik yaşam öğeleri olarak kullanımlarından soyutlayarak ele almaz. Dahası, medya mesajlarının ‘alımlanması’ araştırmalarında göz ardı edilen düşünümsellik öğesini de araştırmaya dâhil eder; yani, izlerkitlenin kendini ‘izlerkitle’ olarak kurarken başvurdukları kavramları ele alır (Alasuutari, 1999: 6-7). Bu noktalardan hareketle, yeni araştırma gündemi, izlerkitle analizinde önceki kuşaklara ait araştırma sorularının ve metotlarının güçlü yanlarını devralıp, izlerkitle ve alımlama analizini toplumsal, 30 • iletiim : arat›rmalar› kültürel ve sembolik ilişkilerin içerisine yerleştirme gayretindedir. Artık, televizyon izlerkitlesi ile ilgili soruşturmada asıl olan tekil medya mesajlarının nasıl alımlandığı değil, izlerkitlenin ideolojik, politik ve kültürel "tercihlerinin" ve "yatkınlıklarının" (Bourdieu, 1984, 1990, 1991) televizyon izleme pratiği ile ilişkisidir. Televizyon, diğer kültürel ürünler gibi, izlerkitleye sadece belirli mesajları iletmekle kalmaz; aynı zamanda, izlerkitlenin "gerçeklik" algısını kuran fantazmatik çerçevenin (Zizek, 1989) kuruluşunda hayati bir rol oynar. Diğer kültürel formlardan farklı olarak, bu işlevi, hem teknik üstünlüğü hem de tartışmasız yaygınlığı ile son derece etkili bir şekilde yerine getirir. Televizyonun, gerçekliğin ve kimliklerin inşasındaki rolünü kavramak açısından bu türden bir yaklaşım basit etki, alımlama ve belirlenim sorularının ötesine geçmemizi sağlayacaktır. Yeni araştırma gündemi, kullanımlar ve doyumlar kuramının etkilerini ve izlerini üzerinde taşımakla birlikte, bireysel/psikolojik motivasyon ve doyumlardan ziyade, sınıf, toplumsal kimlik ve iktidar öğelerine yoğunlaşacaktır. Bunu yaparken de kültür kavramını merkeze oturtacak, kültürü de Bourdieu’nun perspektifinden hareketle hem “insanlar arasında iletişimin ve etkileşimin zemini”, hem de “bir tahakküm kaynağı” olarak ele alacaktır. Swartz (11) sanat, bilim, din ve dili de içine alan bütün simgesel sistemlerin gerçeklik anlayışımızı şekillendirerek insanlar arası etkileşimin temelini oluşturduğunu; bunun da aynı zamanda, toplumsal hiyerarşilerin tesisine ve idamesine de katkıda bulunduğunun altını çizmektedir. Yeni gündem, kültürel alanı, toplumsal iktidar (siyasal, ekonomik ve sembolik boyutlarıyla) mücadeleleri tarafından hiyerarşik bir şekilde örgütlenmiş bir alan olarak ele alır. İzlerkitle analizi de bir bütün olarak bu kültürel çerçevenin içerisine yerleştirilmelidir. Özetle, önerilen yeni araştırma gündemi bir izlerkitle sosyolojisidir: televizyonu ve televizyon izleme pratiğini daha geniş toplumsal ve kültürel pratik ve yapılar içerisinde değerlendiren; gündelik yaşamın ve kültürel kimliklerin kuruluşunda televizyona etkileşimin Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 31 oynadığı role odaklanan; bunu yaparken de izlekitlelere özsel, yekpare ve sınırları belli birimler olarak yaklaşmayan ve de en önemlisi televizyon başta olmak üzere medyanın ve iletişim teknolojilerinin etkilerini uçlara götürmeyen bir sosyolojik araştırma gündemi. Makalenin bir sonraki bölümünde Türkiye’de izlerkitle çalışmaları ile ilgili tüketici olmayı hedeflemeyen bir tartışma yürütülecek, özellikle de son dönemde kullanımlar ve doyumlar, Kültürel Çalışmalar ve alımlama analizi geleneklerinden esinlenen araştırmalar eleştirel bir şekilde ele alınacaktır. Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları: Tüketici Olmayan Bir Değerlendirme Bülent Çaplı ve Can Dündar (1996: 1376) Türkiye’de, radyo ve özellikle de televizyonun önemi ve etkileme düzeyinin gelişmiş ülkelere oranla çok daha fazla olduğunu, “bunda, okuryazarlık oranın düşük olmasının yanı sıra gazete ve dergilerin, nüfusun yüzde ellisine yakın bir bölümünü barındıran kırsal alana düzenli ve yaygın bir biçimde ulaşamamasının da etkisinin olduğunu” belirtirler. 1990’lardan günümüze bu iki konuda önemli gelişmeler olmakla birlikte, televizyonun Türkiye’de toplumsal ve kültürel yaşamda hayati bir rol oynamaya devam ettiği yadsınamaz. Bu önem daha yakın bir zamanda Sevilay Çelenk (16) tarafından şu şekilde ifade edilmektedir: “Türkiye’de televizyon, bir kitle iletişim aracı olarak, ‘hakiki değeri’nin ötesinde bir öneme sahiptir… çünkü Türkiye’de geniş bir yurttaş kesiminin diğer kültürel ürünlerle ya da kitle iletişim araçlarına erişim olanağı, ekonomik ya da kültürel sermayelerinin elverişsizliği nedeniyle oldukça sınırlıdır.” Televizyonun hayatımızdaki merkezi konumuna paralel olarak televizyonu konu alan incelemeler de çoğaldı, çeşitlendi ve derinleşti. Alandaki incelemeler iletişim kuramları ve toplum bilimleri içerisinde farklı kuramsal çerçevelere yaslandı. Türkiye’de izlerkitle ve televizyon izlerkitlesi ile ilgili çalışmalara bakıldığında etki araştırmalarının ve “kullanımlar ve doyumlar” yaklaşımının alandaki hegemonyası dikkat çekmektedir. Örneğin, televizyon izlerkitlesi ile ilgili hazırlanan 32 • iletiim : arat›rmalar› yüksek lisans ve doktora tezlerine bakıldığında televizyonun çocuklar9, gençler10, aile yapısı11, kültür12, siyasi tercih13 ve tüketim/alışveriş alışkan••• 9 Gıyasettin Tayfur, “Televizyonun çocuklar üzerindeki etkisi”, Doktora, Marmara Üniversitesi, SBE, 1988. “Yeni doğmuş bir bebeğin zihni, John Locke’un deyimiyle bomboş bir sayfadır,” diyen Tayfur, televizyonun çocuklar üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerine odaklanırken televizyonun çocukları edilgenliğe ittiğini ve çocuğun ruhsal gelişimi üzerinde olumsuz etkide bulunduğunu söyler. Münire Çivi, “Televizyon yiyecek reklamlarının çocuklar üzerindeki etkisi”, Gazi Üniversitesi, SBE, 1989; Eda Kulen, “Televizyondaki şekerli yiyecek maddesi reklamlarının ilkokul üç ve beşinci sınıf öğrencileri üzerindeki etkisinin incelenmesi”, Yüksek Lisans, Hacettepe Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 1990; Dilek Sağlam, “Televizyon reklamlarının çocuklar üzerindeki etkileri”, Yüksek Lisans, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, 1990; Filiz Yıldız, “Televizyon yayınlarının çocuklar üzerindeki etkileri”, Yüksek Lisans, Marmara Üniversitesi, SBE, 1995; Mehmet Emin Köken, “Televizyon reklamlarının çocuklar üzerindeki etkileri”, Yüksek Lisans, Selçuk Üniversitesi, SBE, 1995; Nagehan Bilge Topaloğlu, “Televizyon reklamlarının çocuklar üzerindeki etkileri”, Yüksek Lisans, Marmara Üniversitesi, SBE, 1998; Mehtap Doğan, “Televizyon reklamlarının çocuklar üzerindeki etkisi”, Yüksek Lisans, Afyon Kocatepe Üniversitesi, SBE, 2003; Ayşegül Gülnezneol, “Televizyon reklamlarının çocuklar üzerindeki etkileri”, Yüksek Lisans, Selçuk Üniversitesi, SBE, 2004; Hüseyin Emin Öztürk, “Çocuğun sosyalleşmesinde televizyonun etkisi”, Doktora, Sakarya Üniversitesi, SBE, 1999. Öztürk, “televizyonun çocukları olumsuz yönde etkilediği, onları Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerine yabancılaştırdığı, kişiliklerinin oluşma sürecinde önemli bir evre olan buluğ çağında duygu ve heyecan gelişimlerini olumsuz yönde etkilediği” temel hipotezinden hareket etmektedir. 10 Nassrin Mihandoust, “Televizyonda yer alan şiddet programlarının çocuk ve gençlere etkisi”, Yüksek Lisans, Ankara Üniversitesi, SBE, 1989. 11 Kadir Yılmaz, “Aile kurumundaki değişime televizyonun etkisi”, Yüksek Lisans, Kırıkkale Üniversitesi, SBE, 1996; Z. Simin Aksu, “Türkiye’de televizyon reklamlarının aile yapısına etkileri”, Yüksek Lisans, Marmara Üniversitesi, SBE, 1998; İhsan Akar, “Aile içi ilişkilerin değişiminde televizyonun etkisi”, Yüksek Lisans, Dumlupınar Üniversitesi, SBE, 2003; Kenan Karakadılar, “Televizyonun Türk aile yapısı üzerindeki etkileri”, Yüksek Lisans, Sakarya Üniversitesi, SBE, 2003. Karakadılar’ın çalışması televizyonun Türk aile yapısı üzerinde çok büyük bir etkisinin olduğu sonucuna varmıştır. Karakadılar’a göre, “büyük medya patronları” televizyonu “toplumun haklarını savunmak” için değil aileleri “kendi istedikleri şekilde yönlendirmek” için kullanmaktadırlar. 12 Mohammed Reza Asgarnia, “Radyo ve televizyonun toplum kültürüne yaptığı etkiler”, Yüksek Lisans, İstanbul Üniversitesi, SBE, 1989; Osman Konuk, “Kültür değişmesi ve televizyon: televizyonun etkileri”, Doktora, İnönü Üniversitesi, SBE, 1991; Hayrullah Aydın, “Televizyonun insanlar üzerindeki etkisi”, Yüksek Lisans, Cumhuriyet Üniversitesi, SBE, 1998; Arif Danacı, “Türkiye’ de ulusal televizyonlarda yayınlanan evlilikle ilgili programların, halk üzerindeki sosyo-kültürel etkileri (Elazığ İli kırsal alan örneğiyle)”, Yüksek Lisans, Fırat Üniversitesi, SBE, 2006. 13 Ayşe Belgin Işınbark, “Televizyon yayınlarının kadınların genel davranışları ve siyasi tercihleri üzerine etkileri”, Doktora, İstanbul Üniversitesi, SBE, 1990. Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 33 lıkları14 üzerine etkilerini inceleyen çalışmaların çokluğu göze çarpmaktadır.15 Türkiye’de izlerkitle çalışmaları alanında neredeyse etki araştırmaları kadar kabul görmüş bir diğer çerçeve de kullanımlar ve doyumlar yaklaşımıdır. Örneğin Koçak, 2001 tarihli doktora tez çalışmasında televizyon izleyicilerinin tercih ve doyumlarını Konya’da 711 kişiyle anket çalışması yürüterek ele almıştır. Kullanımlar ve doyumlar araştırmalarını Türkiye örneğine uyarlama hedefinde olan araştırma, Türk izleyicilerinin televizyonu eğlence-rahatlama-alışkanlık (%18,32), moral destek (%6,71), enformasyon (%5,94), arkadaşlık (%5,89), ekonomik enformasyon (%5,83) ve kaçış (%4,75) motivasyonları ile izlediğini ortaya koymuştur (2001: 134-143). Koçak’a göre, Televizyona yüklenen dört ana işlev (bilgilendirme, eğlendirme, eğitme ve toplumsallaştırma) arasında, Türk izleyicileri için en çok bilgilendirme ve eğlendirme işlevlerinin öne çıktığı görülmektedir (Koçak, 2001: 131). Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımından hareket eden bir başka araştırmacı olan Bayram (2007 ve 2008), Eskişehir’de yaşayan 925 katılımcı ile anket uygulayarak gazete okuyucularının tercih ve doyumlarını incelemiştir. Bayram (2008: 328), okuyucuların gazete okumaktan elde ettiği doyumları dört faktöre indirgemiştir: enformasyon, boş zaman, eğlence ve kendini gerçekleştirme. Bayram aynı zamanda faktörlerin cinsiyet, medeni durum, gelir düzeyi, eğitim düzeyi ve yaş ve meslek grupları değişkenlerine göre nasıl farklılaştığını göstermiştir. Ayhan ve Balcı’nın (2009) Kırgızistan’da üniversite gençliğinin internet kullanımı üzerine yürüttükleri araştırmada Bişkek’ten dört farklı üniversiteden 308 katılımcı ile anket düzenlenmiş ve öğrencilerin internet kullanma motivasyonları incelenmiştir. Araştırmada tespit edilen dört faktör önem sırasına göre şunlardır: bilgilenme/etkileşim, ••• 14 Bahar Ertan “Televizyonda sinema ve dizi aralarında yayınlanan reklam filmlerinin izleyici grupları üzerindeki etkileri”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, SBE, 1987; Selahaddin Yasak, “Televizyon reklamlarının halkın tüketim eğilimine etkisi”, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, SBE, 1990 15 İncilay Cangöz, “Kitle iletişim kuramlarında etki sorunsalı ve bir izleyici araştırması”, Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi, SBE, 1999. 34 • iletiim : arat›rmalar› sosyal kaçış, ekonomik fayda ve eğlence (2009: 23). Balcı, Akar ve Ayhan’ın (2010) izlerkitlenin seçim dönemlerinde gazete okuma alışkanlıkları ve motivasyonları üzerine çalışmalarında Konya’da ikamet eden 948 katılımcının seçim dönemindeki (2009 yerel seçimleri) medya kullanımı ele alınmıştır. Katılımcıların ankete verdikleri cevaplar dört faktöre indirgenmiş, bu faktörler de önem sırasına göre şu şekilde sıralanmıştır: rehberlik, boş zamanları değerlendirme/kaçış, bilgi arama/kolaylık ve eğlence/rahatlama (2010: 64-65). Araştırmada aynı zamanda en çok okunan bölümlerin birinci sayfa, asayiş-suç haberleri, dini haberler, siyaset haberleri ve yerel haberler olduğu belirlenmiştir (2010: 72). Yine Balcı, Akar ve Ayhan’ın (2011) aynı araştırmanın verilerinden hareketle kaleme aldıkları bir başka çalışma seçim dönemlerinde televizyon izleme alışkanlıklarını ele almaktadır. Seçim dönemlerinde televizyon izleme motivasyonları önem sırasına göre beş başlık altında toplanmıştır: eğlence-rahatlama, rehberlik, boş zamanları değerlendirme-kaçış, bilgi arama ve alışkanlık-sosyal etkileşimdir. Araştırma, seçim dönemlerinde dahi televizyonunun eğlence-rahatlama fonksiyonunun öne çıktığını (2011: 60) göstermesi bakımından önemlidir. Gülnar ve Balcı’nın (2010) Selçuk Üniversitesi’ndeki 288 yabancı uyruklu öğrenciyi kapsayan alan araştırması yabancı öğrenciler için en önde gelen televizyon izleme motivasyonunun kültürleşme olduğunu vurgulamıştır. Çakır ve Çakır’ın (2011) çalışmaları ise yalnızlık ile televizyon kullanımı arasındaki ilişkiyi 556 anket ile incelemiştir. Yalnızlığın televizyon karşısında geçirilen zamanı artırdığını belirten çalışma, televizyon izleme motivasyonlarını ‘gözetim ve kişilerarası fayda’ ‘eğlence’, ‘arkadaşlık ve kaçış’, ‘zaman geçirme ve alışkanlık’, ‘rahatlama’ ve ‘bilgilenme’ başlıkları altında topladı (2011: 141-2). Küçükkurt vd.’nin 2031 öğrencinin katılımıyla yaptıkları araştırma öğrencilerin medya kullanımlarındaki temel amacın duygusal ihtiyaçları doyurmak olduğu; bilişsel ihtiyaçların ikinci planda olduğu ve bunları kaçış, sosyal bütünleşme ve kişisel bütünleşme ihtiyaçlarının takip ettiği vurgulanmaktadır (2009: 48-9). Özarslan ve Nisan (2011: 36-7) Gümüşhane’de 415 katılımcı ile yaptıkları araştırmada televizyon izleme alışkanlıklarında öne çıkan beş motivasyon faktörü tespit etmişler- Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 35 dir: eğlence, ruhsal destek-rahatlama ve sosyal paylaşım, boş zamanı değerlendirme, sosyal kaçış ve enformasyon. Kılıççıoğlu’nun (2009) televizyon izleme motivasyonlarına SES değişkenleri eşliğinde inceleyen doktora tez çalışması bireysel motivasyonların sosyoekonomik göstergelerle ilişkisine de değinmektedir. Araştırma kapsamında Eskişehir’de 600 kişiyle anket yapılmıştır. Kılıççıoğlu Türkiye’de televizyon izleme motivasyonlarının diğer ülkelerde gerçekleştirilen kullanımlar ve doyumlar araştırmalarının sonuçlarıyla benzer özellikle taşıdığını; izleyicilerin televizyonu yoğun olarak eğlence, rahatlama ve enformasyon işlevleri için izlediklerini belirtir. Bu yüzden de, Kılıççıoğlu’na (220) göre “televizyon izleme motivasyonlarının evrensel bir nitelik taşıdığını söylemek mümkündür.” Görüldüğü üzere, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı medya izlerkitlesini sorunsallaştıran birçok araştırmacı tarafından benimsenmiştir. Bu araştırmaların Türkiye’de izlerkitlenin özellikleri ile ilgili çok önemli veriler sunduğu tartışılmazdır. Bununla birlikte, yukarıda anılan çalışmaların tamamında göze çarpan nokta, televizyon izleme alışkanlıkları ve motivasyonları ile ilgili istatistiksel verilerin tam olarak neyi ‘açıkladığının’ net olmadığıdır. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını benimseyen ve adı anılan çalışmalarda bireylerin ihtiyaçları, alışkanlıkları, istekleri, motivasyonları belirlenmiş ve belirlenen ihtiyaç ve motivasyonlar çalışmaların çoğunda katılımcıların gelir düzeyi, yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyi gibi değişkenlerle ilişkilendirilmiştir. Bununla birlikte, çalışmalar çoğunlukla betimleyici düzeyde kısıtlı kalıp açıklanmaya muhtaç çok önemli soruları açıkta bırakmaktadırlar. Bu durum, araştırmacının tercihinden ya da özensizliklerinden ziyade, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kuramsal ve metodolojik sınırlılıklarından kaynaklanmaktadır. İlk kısıt, kullanımlar ve doyumlar kuramının bireyi temel çözümleme birimi olarak ele alması ve bireylere içinde bulunduğu sosyokültürel ve sosyoekonomik yapılardan yalıtık ve birbirlerinden ayrı/atomize olmuş öğeler olarak yaklaşmasıdır. Çözümleme birimi olarak bireyi ele alması ve analizi bireyle sınırlandırması, bireysel psikolojinin toplumsal ve kültürel 36 • iletiim : arat›rmalar› artalanını kavranmasını engellemektedir. İkinci kısıt ise kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının son derece karmaşık, anlaşılması güç ve diğer kültürel formlara ve yapılarla iç içe geçmiş izlerkitle pratiklerini istatistiksel düzenliliklere hapsetme çabasıdır. Yaygın bir şekilde likert ölçekleri ve faktör analizini kullanan bahsi geçen çalışmalar, karmaşık toplumsal ve kültürel süreçleri istatistiksel düzenliliklerle betimlemiş, fakat istatistiksel düzenlilikleri mümkün kılan (ve bu düzenliliklerin ardındaki) toplumsal ve kültürel süreçler hakkında yeterli düzeyde bir açıklama sunmaktan kaçınmıştır. Bir başka deyişle, yukarıda kısaca anılan çalışmalar kimi zaman kaba kimi zaman da estetize edilmiş bir pozitivist şemayı yeniden üretmektedirler. Gazete okuma ya da televizyon izleme motivasyonlarının SES gruplarına göre farklılaştığını vurgulayan çalışmalar, SES modelinin sorunları bir kenara, bunun neden böyle olduğunu, bunu mümkün ve anlamlı kılan mekanizmaları sosyolojik bir perspektiften ele almadıkça açıklayıcılıktan yoksun olacaktır. Türkiye’de televizyon izleme pratikleri ile kültürel yapı arasındaki ilişkileri ele alan, televizyonun gündelik yaşamdaki yerine odaklanan, bir başka deyişle, televizyonun sosyalliğine ve siyasallığına vurgu yapan çalışmalara duyulan ihtiyaç ortadadır. Son dönemde yapılan izlerkitle araştırmaları içerisinde Aydan Özsoy’un (2011) kültürel çalışmalar ve alımlama analizi geleneklerinden hareketle yaptığı araştırmalar bu noktada kayda değerdir. Morley’in izleğini takip eden Özsoy, Çocuklar Duymasın ve Behzat Ç. adlı televizyon dizilerini, bir yandan türsel özellikleri diğer yandan da izlerkitlelerini ele alarak incelemiştir. “Çalışma [Çocuklar Duymasın analizi] Ankara ilinde orta sınıfa mensup küçük memur ailelerin yoğun yaşadığı iki semt, Aydınlıkevler ve Yenimahalle’yi seçmiştir. Her iki semtten seçilen beşer aile ile 16 Ekim-2 Kasım 2004 tarihleri arasında yüz yüze kendi evlerinde akşam saatlerinde görüşmeler yapılmıştır (2011: 172-3). Özsoy, görüşmelerden hareketle, televizyonun ailelerin eviçi yaşamlarında önemli bir yere sahip olduğunu ve televizyon izlemenin ailecek yapılan bir faaliyet olduğunu vurgular (174-175). Özsoy, araştırmaya konu olan dizi karakterlerinin farklı şekillerde alımlandığını; izleyicilerin, karakterleri ve verilen mesajları sürekli olarak müzakere ederek, yazarın Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 37 deyişiyle ‘ama’larla gerçekleşen direnmeler/kırılmalar eşliğinde alımladığını belirtir (179). Özsoy’un çalışmasının Behzat Ç. dizisi ile ilgili bölümü ise “dizimetnin izleyicisi olan önemli gruplardan biri olarak üniversiteli gençlerle okumalar gerçekleştirilmiştir. Bu okumalarda suç/suçlu kim, suç cinayet nasıl işlendi, neden işlendi soruları çerçevesinde izleyicinin/ kullanıcının yoğun, dikkatli bir okuma gerçekleştirilip, gerçekleştiremediği sorgulanmaktadır” (210-211). Bununla birlikte, örneklemin eleştirel bir okuma yapıp yapılmadığı da ortaya konmaya çalışılır. Çalışma, bu amaçlardan hareketle Ankara ilinde orta ve ortanın altı gelire sahip ailelerden gelen, üniversiteli gençlerle odak grup görüşmeleri gerçekleştirmiştir (Birinci grup: 18-21 yaş aralığında, 7’si kız, 3’ü erkek öğrenci; ikinci grup: 20-35 yaş aralığında, 4’ü kız, 6’sı erkek yüksek lisans öğrencisi). Odak grup toplantısının iskeletini oluşturan altı soru ve tartışma başlığına (dizinin konusu; karakterler; karakterlerin gerçekliği; şiddet kullanımı; özdeşlik/özenme ve Ankara/mekân kullanımı) verilen yanıtlar ve yapılan tartışmalar Behzat Ç.'nin izleyiciler tarafından alımlanışındaki çeşitliliğin altını çizmiştir. Özsoy’un çalışması, izlerkitle araştırmalarında karşılaşılan metodolojik sorunlara dikkat çekmesi açısından da önemlidir. Ailelerin salonlarında gerçekleşen görüşmelerdeki en büyük sıkıntı aile bireylerinin cevap verirken birbirlerini etkilemeleri ve yer yer birbirlerinin cevaplarına müdahale etmeleridir. Sorulara verilen cevaplar aynı zamanda eşler arasında bir mücadeleye de dönüşebilmektedir. Diğer bir sorun ise görüşmelerin başlarında özel alanlarına adım atmış araştırmacının ailede yarattığı gerginliktir. Özsoy, bu tedirginliğin görüşmenin ilerleyen dakikalarında ortadan kalktığını belirtir. Avantajlarına karşın, odak grup toplantılarında bazı katılımcıların diğerlerine oranla daha baskın olabilmeleri, grup baskısının ‘rol kesme’ davranışına yol açması ve bazı görüşmecilerin hassas oldukları konularda konuşmak istememeleri önemli sorunlardır. Özsoy, moderatör müdahalesi ile bu sorunların aşılabildiğini vurgulamıştır. Behzat Ç. izlerkitlesi üzerine yapılan bir başka çalışma da Tülay Şeker ve Selahattin Çavuş’a (2011) aittir. Yazarlar, Özsoy’un çalışmasın- 38 • iletiim : arat›rmalar› da olduğu gibi kültürel çalışmalar ve alımlama analizinin kuramsal ve metodolojik çerçevesinden hareket eden makalelerinde amaçlı örneklem esas alınmak üzere 11 kişiyle (19-57 yaş aralığı, 30 yaş ortalaması, 4 kadın, 7 erkek) derinlemesine görüşme yapmıştır (91). Kodlama/ Kodaçımı modelini benimseyen makalede, bu 11 kişinin Behzat Ç. dizisinin konusu, olay örgüsü ve karakterleri hakkında farklı okumalar geliştirdiği ortaya konmaktadır. Araştırmacılara göre “izleyici anlam üretimini kodlananın dışında tek bir yönde değil, daha karmaşık ve kendi içinde farklı yönelimlerle gerçekleştirmektedir” (98). Özsoy, Şeker ve Çavuş’un çalışmaları medya mesajının çok katmanlı yapısını ve farklı okumalarının varlığını tescil etmesi bakımından önemli olsa da iki çalışmada da kodlama ve kodaçımı sürecinin simetrik olmadığı ve medya metinlerinin farklı yorumlara açık olduğu belirtilmekle birlikte alımlamadaki bu çeşitliliğin yeterince kavramsallaştırılmadığı görülür. Bu açıdan, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında tespit etiğimiz eksikliğin bir benzeri ile karşı karşıyayızdır. Açıklanmayı bekleyen olguların kendileri birer açıklama olarak sunulmaktadır. Cevaplanmayı bekleyen sorular şunlardır: izleyiciler, medya mesajını neden başka bir şekilde değil de bu şekilde okumaktadırlar? Farklı okumaların, farklı değerlendirmelerin dinamikleri nelerdir? Yoğun bir şekilde yorumlayıcı geleneğin sınırları içerisinde faaliyet gösteren izlerkitle çalışmalarının bu sorulara tartışmasız ve pürüzsüz bir cevap vermesi elbette beklenemez. Ya da, kastedilen alımlama sürecine basit bir belirlenim meselesi olarak görmek de değildir. Fakat bu soruları göz ardı ettiğimizde alımlamada çeşitliliğin tespit edildiği, tanımlandığı ama bir türlü açıklanmadığı bir malumat yığını ile karşı karşıya buluruz kendimizi. Kullanımlar ve doyumlar çalışmalarındaki istatistiksel/niceliksel yığın, yerini daha niteliksel malumata bırakmıştır. Türkiye’de televizyon izlerkitlesini ele alan bu bölümde son olarak Hakan Ergül, Emre Gökalp ve İncilay Cangöz (2012) tarafından Eskişehir’de yürütülen bir TÜBİTAK projesine dayanan Medya ne ki… Her şey yalan! Kent yoksullarının günlük yaşamında medya adlı çalışma değerlendirilecek. Yoksul hanelerde medya kullanımının ve medya Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 39 metinlerinin alımlanışını sorunsallaştıran çalışma yoksul hanelerde medya kullanımına odaklanmaktadır. “Yoksulluğun en yakıcı halinin hane içine denk düştüğünü” söyleyen yazarlar araştırmaya konu olan örneklemi şu şekilde tanımlar: Bu kitabın sayfalarında karşımıza çıkan yoksullar, izleyici ölçümlerinde “D ve E” kategorilerine sıkıştırılan, suç ve şiddet öykülerinde, trajik haberlerde adları geçmedikçe medyada görün(e)meyen, düşük gelir sahibi olmalarının yanı sıra eğitim ve sağlık alanında da bir dizi eşitsizliğe maruz kalan, demokratik hakların ve özgürlüklerin kullanımında sorunlarla karşılaşan, sahip oldukları oy potansiyeliyle politik yapının oluşmasında göreve çağrılırken, seçim sonrası karar alma süreçlerinde en fazla ihmal edilen topluluklardır (Ergül vd., 2012: 17). Nicel ve nitel yöntemlerin kullanıldığı araştırmada Eskişehir’in Yıldıztepe ve Gültepe mahallerinden 15 hanede izleyici etnografisi yapılmış, 208 hanede (546 kişi) anket uygulanmıştır. “Yoksulun hanesinde medya” alt bölümünde televizyonun yoksulların hanelerindeki merkezi ve önemli konumu, çoğu hanede evdeki diğer eşyaların konumunun televizyona göre konumlandırıldığı bulgusu ile vurgulanmaktadır (71). Araştırmaya dâhil olan her hanede televizyon olduğu, hanelerin % 34’ünde iki, % 7’sinde ise üç televizyon olması bu merkezi konumu pekiştirir nitelikte bulgulardır. Ergül vd. (2012: 74-75) televizyonun hane üyelerinin birbirleriyle iletişimlerinde ve hane atmosferinin inşasında son derece etkili bir rol oynadığını şu sözlerle ifade eder: “neredeyse televizyon izlemek dışındaki bütün insan etkinlerini nitelik açısından televizyon izleme ediminin üzerinde konumlandırılmakta, televizyona yüz çevirme tercihinin bizzat kendisi alkışlanmaktadır.” Araştırmacılara göre, araştırma kapsamındaki yoksul hanelerde televizyon, hem eleştirilen hem de onsuz yapılamayan; hem kaçılan hem de kovalanan bir araçtır: “Hane ortamında onunla olamayan her ne varsa, onsuz hiç olamıyor” (76). Ergül vd.’nin araştırması alımlama problematiğinin ötesine geçip televizyonun (ve diğer iletişim araçlarının) gündelik hayat pratikleri içerisindeki yerine, bu pratikler tarafından koşullanma ve bu pratikleri şekillendirme biçemlerine yoğunlaşmaktadır. Örneğin, televizyonla 40 • iletiim : arat›rmalar› gerçek hayat arasındaki geçişler, televizyonun ve ekrandan saçılan fantastik çerçevenin “gerçek” hayatla buluşma noktaları ele alınarak vurgulanıyor. Adanalı dizisindeki köpeğin adının mahalledeki köpeğe verilmesi; televizyon dizisinde nikah kıyıldığında aile bireylerinin “duyulan coşkunun ifadesi olarak” olayı alkışlaması; muhafazakâr bir ailenin yarışma programındaki yarışmacıyı “Haydi Ebru, haydiii! Haydi! Bismillahirrahmanirrahim. Ya Allah! Ya Bismillah!” tezahüratıyla destek vermeleri gibi olaylar bu duruma örnek gösteriliyor (93-94). Araştırmacılar toplumsal cinsiyet rollerinin televizyon izleme pratikleri ile ilişkisini “televizyon programlarının kültürel tüketiminde toplumsal cinsiyete ve yaşa bağlı anlamlı farklılıkların” saptadıklarını söyleyerek vurguluyorlar: “En belirgin fark olarak, haberler ve tartışma programları yetişkin erkekler tarafından, kadınlara ve çocuklara oranla daha fazla ilgiyle tüketiliyor; ana haber sonrası yayınlanan diziler ve gündüz kuşağı programları ise yetişkin kadınlar tarafından yüksek bir oranla izleniyor” (150). Ergül vd., bu farklılaşmanın bireysel, psikolojik ve keyfi olmaktan çok, eril iktidarın eşitsiz ve hiyerarşik yapısı ile açıklıyorlar. Bu ilişkilendirme, araştırmanın Türkiye’deki izlerkitle çalışmaları içerisindeki özgün konumunu pekiştiriyor ve araştırmayı bir önceki bölümde önerilen, izlerkitle ile ilgili sosyolojik tahayyüle yakınlaştırıyor. Araştırma bulguları hane içerisinde erkek iktidarının kurulma, içselleştirilme ve yeniden üretilme uğraklarını “Yoksulluk Habitusunda Cinsiyet Rejimi” başlığı altında tartışıyor. Bir bütün olarak araştırmada Bourdieu’nun ‘habitus’ kavramsallaştırmasının izlerkitle analizi için verimli bir açıklayıcı çerçeve sunduğuna işaret ediyor. Araştırmanın eksik noktası ise bu bağlantıyı yeterince derin bir şekilde ele almaması, Bourdieu’cu araştırma gündeminin olanaklarını ve ufkunu –diğer kültürel pratikleri ve tercihleri de hesaba katmak suretiyle– tam olarak zorlamamalarıdır. Sonuç Türkiye’de izlerkitle çalışmalarında bakıldığında sosyolojik bir perspektifin eksikliği göze çarpmaktadır. İzlerkitle çalışmaları alanında psikolojik indirgemeci yorumların baskınlığını görmek mümkündür. Etki araştırmalarının ve kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının pek çok doktora Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 41 çalışması, kitap ve makalenin kuramsal dayanağını oluşturması bu yargıyı destekler niteliktedir. Yukarıda incelenen kullanımlar ve doyumlar araştırmalarında, izlerkitlelerin bireysel motivasyon ve doyumları listelenmiş ve ağırlıkları istatistiksel olarak tespit edilmiştir. Lakin bireysel kullanıcıların doyum ve motivasyonlarının nedenleri açıklanmamıştır. Bunun arkasında yatan sebep de kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kuramsal ve metodolojik kısıtlılıklarıdır. Kültürel Çalışmalar ve alımlama analizinden hareketle yapılan çalışmaların da benzer sorunlara sahip olduğu görülmektedir. Bu çalışmalarda metinlerin ve alımlama sürecinin çok sesli, çok katmanlı ve farklılaşan yapısı teslim edilmekte; buna karşın bu karmaşık yapı yeterli bir şekilde kavramsallaştırılmamaktadır. Yeterli bir sosyolojik/kuramsal çerçeveye yaslanmayan çok anlamlılık ve alımlamada çeşitlilik vurguları –Curran’ın (1999) ‘yeni revizyonizm’ eleştirisinde belirttiği üzere– bizi çok da açıklayıcı olmayan çoğulcu durum saptamaları ile baş başa bırakmaktadır. İzlerkitle çalışmaları alanındaki temel yönelimleri ele alan bu çalışmada etki araştırmaları, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, Kültürel Çalışmalar geleneği ve alımlama analizi eleştirel bir perspektiften değerlendirildi ve izlerkitle çalışmaları alanında yeni bir araştırma gündemi için ipuçları sunmaya çalışıldı. Yeni araştırma gündeminin bir izlerkitle sosyolojisi olması gerektiği; televizyonun ve televizyon izleme pratiğinin daha geniş toplumsal ve kültürel pratik ve yapılarla etkileşimine yoğunlaşması gerektiği vurgulandı. İzlerkitle sosyolojisi izlerkitleyi sınırları belli bir kategori almaktan ziyade televizyon izleme pratiklerine ve bu pratiklerin diğer toplumsal pratiklerle ilişkisine yoğunlaşır. Kültürel alanı farklılaşan kimlik ve anlamların eşdeğer ve çoğul ortak yaşam alanı olarak değil, iktidar ilişkileri ve hiyerarşilerle kat edilmiş bir alan olarak ele alır. Televizyon izleme pratiği de ancak bu kültürel ve alt-kültürel yapılar/ süreçler içerisinde konumlandırıldığı takdirde anlaşılabilecektir. Son söz olarak, sosyolojik perspektif, bireysel doyum ve motivasyonları yok saymayı, ya da bireysel doyum ve motivasyonları toplumsala indirgemeyi değil; bireysel doyum ve motivasyonların toplumsal art alanını sorunsallaştırmayı önermektedir. 42 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça Abercrombie, Nicholas ve Longhurst, Brian (1998). Audiences. Londra: Sage. Alasuutari, Pertti (1999). “Introduction: Three Phases of Reception Studies.” Rethinking the Media Audience: The New Agenda. (der.) P. Alasuutari. Londra: Sage. 1-22. Allor, Martin (1988). “Relocating the Site of the Audience.” Critical Studies in Mass Communication 5(3): 217-233. Ayhan, Bünyamin ve Şükrü Balcı (2009). “Kırgızistan’da Üniversite Gençliği ve İnternet: Bir Kullanımlar ve Doyumlar Araştırması.” Bilig 48: 13-40. Balcı, Şükrü, Hüsamettin Akar&Ayhan Bünyamin (2010). “Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı Çerçevesinde Seçin Dönemlerinde Gazete Okuma Alışkanlıkları ve Motivasyonlar: Konya Örneği.” İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi. 30(Bahar): 51-79. Balcı, Şükrü, Hüsamettin Akar&Ayhan Bünyamin (2011). “Televizyon ve Seçmen İlişkisini Yeniden Düşünmek: 2009 Yerel Seçimlerinde İzleyici Motivasyonları.” Selçuk İletişim 6(4): 48-63. Barrett, Michele (1998). “Stuart Hall.” Key Sociological Thinkers. (der.) S. Rob. New York: Palgrave. 293-311. Bayram, Fatih (2007). Bireylerin Gazete Okuma Alışkanlıkları: Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımına Göre Okuyucu Davranışları, Tercihleri ve Nedenleri Üzerine Bir Uygulama. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Bayram, Fatih (2008). “Gazete Okurlarının Okuma Motivasyonları ve Doyumları Üzerine Bir Kullanımlar ve Doyumlar Araştırması.” Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 8(1): 321-335. Bourdieu, Pierre (1984). Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste. Çev. Richard Nice. Massachusetts: Harvard. Bourdieu, Pierre (1990). Logic of Practice. Cambridge: Polity Press. Bourdieu, Pierre (1991). Language and Symbolic Power. (der.) J. Thompson. Cambridge: Massachusetts. Curran, James (1999). “Kitle İletişimi Araştırmasında Yeni Revizyonizm: Bir Yeniden Değerlendirme Çabası.” Medya İktidar İdeoloji. (der.) M. Küçük. Ankara: Ark. 397-437. Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 43 Çakır, Vesile ve Vedat Çakır (2011). “Yalnızlık ve Televizyon Kullanımı.” Selçuk İletişim 7(1): 131-147. Çaplı, Bülent ve Can Dündar (1996). “80’den 200’lere Televizyon.” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi Cilt 15. İstanbul: İletişim. 1376-1380. Çelenk, Sevilay (2005). Televizyon, Temsil, Kültür: 90’lı Yıllarda Sosyokültürel İklim ve Televizyon İçerikleri. Ankara: Ütopya. de Certeau, Michel (1988). The Practice of Everyday Life. Berkeley: University of California Press. Fejes, Fred (1999). “Eleştirel Kitle İletişimi Araştırması ve Medya Etkileri: Yok olan İzleyici Sorunu.” Medya İktidar İdeoloji. (der.) M. Küçük. Ankara, Ark. 309-329. Fiske, John (1999). Television Culture. Londra: Routledge. Garnham, Nicholas (1979). “Contribution to a Political Economy of Mass Communication.” Media, Culture, Society 1(1):123-146. Gülnar, Birol ve Şükrü Balcı (2010). “Yabancı Uyruklu Üniversite Öğrencileri Arasında Kültürleşme ve Televizyon İzleme Motivasyonları.” Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 28: 447-484. Hall, Stuart vd. (1978). Policing the Crisis: Mugging, the State, and Law and Order. New York: Palgrave. Hall, Stuart (1981). “Cultural Studies: Two Paradigms, Culture, Ideology and Social Process.” (der.) Tony Bennett. Londra: Open University Press. 19-39. Hall, Stuart (1985). “Signification, Representation, Ideology: Althusser and the Post-Structuralist Debates.” Critical Studies in Mass Communication 2(2): 91-114. Hall, Stuart (1997). “İdeoloji ve İletişim Kuramı.” Medya, Kültür, Siyaset. (der.) S. İrvan. Ankara: Ark. 79-99. Hall, Stuart (1999a). “İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın Geri Dönüşü.” Medya, İktidar İdeoloji. (der.),M. Küçük. Ankara: Ark. 77-127. Hall, Stuart (1999b). “Introduction.” Family Television. London: Routledge. 44 • iletiim : arat›rmalar› Hall, Stuart (2005). “Introduction to Media Studies at the Centre.” Culture, Media, Language. (der.) S. Hall. Londra: Routledge. 104-110. Hall, Stuart (2006). “Encoding/Decoding.” Media and Cultural Studies: Keyworks, (der.) D. Kellner ve G. Durham. Blackwell. 163-174. Hoijer, Brigitta (2005). “İzleyicilerin Televizyon Programlarını Alımlayışı: Kuramsal ve Metodolojik Değerlendirmeler.” Medya ve İzleyici: Bitmeyen Tartışma. (der.) Ş. Yavuz. Ankara: Vadi. İrvan, Süleyman (1994). “Eleştirel Yaklaşımlarda İzleyici Araştırmaları: Bir Yöntem Olarak Alımlama Çözümlemesi.” İletişim Yıllık: 205-223. Jensen, Klaus Bruhn ve K. E. Rosengren (2005). “Five Traditions in Search of the Audience.” Communication Theory and Research. E. de Bens vd. (der.). Londra: Sage. 53-70. Katz, Elihu (1959). “Mass Communication Research and the Study of Popular Culture: An Editorial Note on a Possible Future of his Journal.” Studies in Public Communication 2: 1-6. Katz, Elihu ve Paul Lazarsfeld (1955). Personal Influence: The Part Played by People in the Flow of Mass Communications. New York: Free Press. Katz, Elihu vd. (1974). “Uses and Gratifications Research.” The Public Opinion Quarterly 37(4): 509-523. Alemdar, Korkmaz ve Raşit Kaya (1983). “Giriş: Ya da Mitostan Gerçeğe.” Kitle İletişiminde Temel Yaklaşımlar. (der.) K. Alemdar ve R. Kaya. Ankara: Savaş. 85-101. Kılıççıoğlu, Funda Erzurum (2009). Televizyon Ana Haberlerinin Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı Bağlamında İrdelenmesi. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Koçak, Abdullah (2001). Televizyon İzleyici Davranışları, Televizyon İzleyicilerinin Tercihleri ve Doyumları Üzerine Teorik ve Uygulamalı Bir Çalışma. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Küçükkurt, Mehmet vd. (2009). “Kullanımlar ve Doyumlar Perspektifinden Üniversite Öğrencilerinin Medyaya Bakışı.” Selçuk İletişim 6(1). 37-50. Lazarsfeld, Paul, Bernard Berelson& Hazel Gaudet (1948). The People’s Choice. New York: Columbia University Press. Özçetin • ...: Türkiye’de İzlerkitle Çalışmaları • 45 Lewis, Justin (2005). “İzlerkitle.” Kitle İletişim Kuramları. (der.) E. Mutlu. Ankara: Ütopya. 344-359. McQuail Dennis (1983). Kitle İletişim Araçlarının Etkileri, Kitle İletişiminde Temel Yaklaşımlar. (der.) K. Alemdar ve R. Kaya. Ankara: Savaş. 45-85. McQuail, Dennis ve Sven Windahl (1997). Kitle İletişim Modelleri. Çev. Konca Yumlu. Ankara: İmge. Miller, Toby (2010). Television Studies: The Basics. Londra: Routledge. Morley, David (1992). Television, Audiences and Cultural Studies. Londra: Routledge. Morley, David (1999). Family Television. Londra: Routledge. Morley, David ve Brundson, Charlotte (1980). The Nationwide Television Studies. Londra: Routledge. Mutlu, Erol (1999). Televizyon ve Toplum. Ankara: TRT Mutlu, Erol (2008). Televizyonu Anlamak. Ankara: Ayraç. Özarslan, Hüseyin ve Fatma Nisan (2011). “Kullanımlar ve Doyumlar Perspektifinden Televizyon İzleme Alışkanlıkları ve Motivasyonları: Gümüşhane Örneği.” Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi 1: 23-43. Özçetin, Burak (2010). “Medya, İktidar, İdeoloji: Bir Stuart Hall Değerlendirmesi.” Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi 13: 139161. Özsoy, Aydan (2011). Televizyon ve İzleyici: Türkiye’de Dönüşen Televizyon Kültürü ve İzleyici. Ankara: Ütopya. Rubin, Alan, M. (1983). “Television Uses and Gratifications: The Interactions of Viewing Patterns and Motivations.” Journal of Broadcasting 27(1): 37-51. Ruddock, Andy (2001). Understanding Audiences. Londra: Sage. Ruggiero, Thomas E. (2000) “Uses and Gratifications Theory in the 21st Century.” Mass Communication and Society 3(1). 3-37. Smythe, Dallas W. (2006). “On the Audience Commodity and its Work.” Media and Cultural Studies: Keyworks. (der.) M. Durham ve D. Kellner. MA: Blackwell. 46 • iletiim : arat›rmalar› Swartz, David (2011). Kültür ve İktidar: Pierre Bourdieu’nün Sosyolojisi. Çev. Elçin Gen. İstanbul: İletişim. Şeker, Tülay ve Selahattin Çavuş (2011). “‘Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi’ Dizisinin Alımlama Analizi.” Global Media Journal 2(3):86-104. Turner, Graeme (2003). British Cultural Studies: An Introduction. Londra: Routledge. Williams, Raymond (2003). Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim. Çev. A. U. Türkbağ. Ankara: Dost. Zizek, Slavoj (1989). The Sublime Object of Ideology. Londra:Verso. 47 Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri Hale Yaylalı Özet 1980’lerde tüm Avrupa’da yaygınlaşan “kuralların kaldırılması” sürecinde, artan rekabetle birlikte gündeme gelen ve kamu hizmeti yayıncılığını da içine alan yapısal dönüşüm, 1990’lardan itibaren sayısal teknolojiler ve yöndeşmeyle birlikte, alanın yeniden tanımlanmasını zorunlu kılan bir nitelik kazanmıştır. Geniş bant teknolojilerle birlikte internetin medya iletilerinin taşınabildiği bir mecrası haline gelmesi, televizyon yayıncılığının üretim ve dağıtım süreçlerini farklılaştırmakla kalmamış, izleme pratiklerini de derinden etkilemiştir. Bu anlamda, her tür içeriğin internet ortamında taşınabilmesi, sayısal olarak saklanabilmesi ve istenildiğinde kullanıcıya anında iletilmesi gibi özelliklere sahip online yayıncılık ve çoklu ortam içeriği, yayıncılık anlayışını yeniden biçimlendirmektedir. Çalışmanın konusu, TRT’nin sayısal çağdaki güncel stratejilerini, kamu hizmeti yayıncılığının uzun dönemli krizi ve Avrupalı kamu hizmet yayın kuruluşlarının bu krizi aşmaya dönük çabaları ekseninde eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmaktır. Anahtar kelimeler: Kamu Hizmeti Yayıncılığı, Sayısal Teknoloji, Sayısal Karasal Yayıncılık, Yöndeşme, Televizyon Yayıncılığı, TRT. Public Service Broadcasting in the Digital Age and the Current Strategies of the TRT Abstract The structural transformation of the media sector in Europe first took up in the 1980s with the introduction of competition. Deregulation was then the underlying process of the era and this transformation also had repercussions for public service broadcasters who found themselves in an institutional identity crisis. A similar impact has been significant on public broadcasters since the 1990s with the advent of digital technologies and the process of convergence obliging them to seek for new grounds for survival. As broadband technologies enabled the internet become a channel for streaming traditional media content, not only production and distribution processes of television broadcasting were transformed but also audience behaviour has been drastically changed. In this new media environment, broadcasting has also transformed thanks to online and multi-media platforms freeing content from traditional distribution channels and enabling on-demand services. This study aims at discussing what all these changes mean for the Turkish Radio and Television Corporation (TRT) by situating the Turkish case in the broader context of the debate on the future of public service broadcasting in Europe. Keywords: Public Service Broadcasting, Digital Technology, Digital Terrestrial Broadcasting, Convergence, Television Broadcasting, TRT. iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 47-80 48 • iletiim : arat›rmalar› Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri Kamu hizmeti anlayışının güçlü bir şekilde kurumsallaştığı Batı Avrupa ülkelerinde, radyo ve televizyon yayıncılığı toplumsal taleplerin kamusal görünürlüğe erişmesinde vazgeçilmez bir dolayımlayıcı rolle işaretlenmiştir. Bu yaklaşımın temelinde, demokratik süreçlerin işleyişi bakımından yaşamsal bir konumda bulunan yayıncılığın, serbest piyasanın kâr amaçlı işleyişine tabi kılınamayacağı görüşü bulunmaktadır (Donders ve Pauwels, 2008: 295). Bu bakımdan, kamu hizmeti yayıncılığı fiilen kültürel politika alanına ilişkin bir meseledir. Avrupa’da ulusal ve ulusüstü düzenlemelerde merkeziliğini koruyan kamu hizmeti yayıncılığı, ele alındığı düzenleme aracının (hukuki, siyasal, vb.) konumu ve işlevine ya da teknolojik, politik ve sosyal bağlama göre farklı şekillerde tanımlanabilmektedir (Moe, 2010a: 54). Dolayısıyla, “kamu hizmeti yayıncılığının sınırlarının ne olduğuna ya da yeni faaliyet alanlarının nasıl meşrulaştırılabileceğine” ilişkin bir sorunun cevabı değişik yaklaşımlara göre farklı olabilmektedir. Teknolojik, toplumsal ve ekonomik değişimler hemen her on yılda bir, kamu hizmeti yayıncılarının varlıklarını sürdürebilmeleri için yenilenme ve yeniden yapılanma tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. 1980’lerden bu yana kamu hizmeti yayıncıları iki süreçten doğrudan etkilenmiştir: İlki kamu yayın tekellerin kırılması sonucunda kamu hizmeti yayıncılarının özel televizyonların rekabetiyle karşılaşması, diğeriyse 1990’ların ortalarında ortaya çıkan sayısallaşma ve yöndeşme olgusudur (Moe ve Syvertsen, 2009: 400). Özellikle sayısal televizyonun ortaya çıkışı ve medya ile telekomünikasyon teknolojilerinin Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 49 yöndeşmesinin yol açtığı büyük değişim, 1980’lere kadar görece durgun ve istikrarlı bir düzenleme alanı olan kamu hizmeti yayıncılığının çeşitli açılardan sorgulanmasını gündeme getirmiştir (Kejanlıoğlu vd., 2001: 95, Taş, 2006: 47-49). Kamu hizmeti yayıncılığıyla ilgili tartışmalara geçmeden önce kavramın nasıl ele alındığına bakmak gerekir. Erol Mutlu (2001: 25), aslen Avrupa kökenli bir kavram ve pratik olarak nitelediği kamu hizmeti yayıncılığını, belli bir memleket tahayyülünün pratiğe dönüşmüş halinin radyo ve televizyon yayıncılığı alanındaki doğal bir uzantısı olarak tanımlamaktadır. Yayın içeriklerini doğrudan etkileyen mülkiyet yapısı açısından ele alındığında ise,“radyo televizyon kanallarının özel metalar olarak değil, kamu malları olarak düzenlenmesi” şeklinde tanımlanabilen kamu hizmeti yayıncılığı yapan kurumlar, kamusal enformasyon, kültür-eğitim ve eğlence kaynaklarını geliştirmekle yükümlü ulusal kültür kurumlarıdır (Mutlu, 2004: 162). Ancak, gerek rekabet koşulları gerekse yasal boşluklar ya da belirsizlikler bunun önünde engel oluşturmakta ve kamu çıkarı gerektiği ölçüde korunamamaktadır. Tarihsel süreçte öncelikle İngiltere’de karşımıza çıkan kamu hizmeti yayıncılığı yönetsel, içeriksel, finansal ve yasal düzenlemeler açısından ülkeden ülkeye farklılıklar gösterse de, temelde şu idealleri amaçlar (Lowe ve Hujanen, 2003: 20-21; Tracy 1998: 18-32): (1) Yayıncılık herkes içindir, (2) Yayıncılık yalnızca çoğunluğa ve pazara değil, kültürel ve sosyal azınlıklara da hizmet verme sorumluluğunu üstlen- 50 • iletiim : arat›rmalar› meli ve böylece çoğulculuk ile çeşitliliğin garantörü olmalıdır, (3) Yayıncılık çağdaş demokrasi pratiğini destekleyen önemli araçlardan biridir, (4) Daha fazla bilmek ve anlayabilmek için eşit olanaklara sahip olmak yayıncılığın olanaklarını seferber edeceği sosyal bir gereklilik ve yurttaşlık hakkıdır, (5) İnsan zekasının canlı kaydı olan yayıncılık, kültürü de beslemelidir, (6) Enformasyon, eğlence ve eğitimin geniş kapsamlı edinimi açısından yayıncılık son derece önemlidir, (7) Sosyal paylaşım, toplulukların inşası ve kimliklerin beslenmesi açısından kamu hizmeti yayıncılığı esastır. Ulusal bağlamda çok zengin bir düzenleme çeşitliliği gösteren bu modelin değişik uygulamalarında, ülkelerin tarihsel deneyimleriyle siyasal ya da politika kültürünün özgün yapılarının yansımalarını görebilmek mümkündür. Kamu hizmeti yayıncılığının öncü model olduğu Batı Avrupa ülkelerinde iletişim politikaları bağlamında kamu hizmeti yayıncılığına ilişkin tanımlar da farklılık göstermektedir.1 Farklı siyasal sistemleri ve medya sistemlerini sınıflandıran teorik modeller, kamu hizmeti yayıncılığının yönetsel gelişimindeki ulusal farklılıkların nasıl ortaya çıktığının anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır (Moe, 2010b: 219). Bazı Avrupa ülkelerindeki medya ve politik sistemleri karşılaştıran Hallin ve Mancini (2004) üç ideal model üzerinde durur: (1) Özellikle İngiltere ve kurduğu kolonilerde görülen “liberal model”, (2) Akdeniz ülkelerinde uygulanan, hatırı sayılır ölçüde politize olmuş, devlet müdahalesi ve himayeciliğinin de söz konusu olduğu “kutuplaşmış çoğulcu model”, (3) İskandinav ülkeleri, Hollanda, Avusturya, İsviçre, Belçika ve Almanya gibi örgütlü sosyal grupların güçlü olduğu ülkelerde uygulanan “demokratik korporatist” model (akt. Bardoel ve d’Haenens, 2010: 338-339). Yakın zamanda kendi yaklaşımlarını gözden geçiren Hallin ve Mancini, çalışmalarının çerçevesini Doğu Avrupa, Orta Doğu, Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi bölgeleri de kapsayacak şekilde genişletmiş ve medya sistemlerini ••• 1 Örneğin Fransa’da kamu yayıncılığı uzun süre “devletçi gelenek”le ilişkilendirilmiş, İngiltere’de “ardışık politikalar” uygulanmış, Almanya “uzlaşmacı tercihler”i benimsemiş, İtalya’da ise “çoğulcu yaklaşım” hâkim olmuştur (Çaplı, 2001a: 28). Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 51 sosyal ve politik kurumlar bağlamında ele alan ve “karşılaştırmalı medya sistemleri”ni medya çalışmaları, karşılaştırmalı siyaset ve siyaset sosyolojisiyle köprü kurmakta kullanmışlardır. Yazarlar, yöndeşme ya da “aynılaştırma” (homogenisation) teorilerinin temelini, Avrupa’daki bazı dönüşüm süreçleriyle ilişkilendirmişlerdir. Bunların başlıcaları, Avrupa’nın politik entegrasyonu, geleneksel kitle partilerinin gerileyişi, profesyonel gazetecilik üzerindeki Amerikan etkisi ve medyadaki tecimselleşmedir. Yazarlar bu süreçlerin Avrupa ülkelerinin “liberal model”e doğru çekilmesine neden olduğunu savunur (Hallin ve Mancini, 2012: 6, 284-295). Sayısal dönemde uygulanan medya politikalarının çerçevesinin belirlenmesinde ve kurumsal düzenlemelerde ise tüm bu süreçlerin etkili olduğu görülmektedir. Kamu Hizmeti Yayıncılığında Yaşanan Sorunlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda en parlak günlerini yaşayan kamu hizmeti yayıncılığı, pek çok Avrupa ülkesinde 1980’lere kadar yayıncılık alanında tekel olarak örgütlenmiştir. Ancak 1980’lerin ilk yarısından itibaren, Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan “kuralların kaldırılması” eğilimleri Avrupa’nın gündemine de girmeye başlamıştır (Çaplı, 2001a: 34-35). Bu yeni dönemde serbest pazar ideolojisi ile desteklenen argümanlar ve yayıncılık sektöründe artan rekabet kamu hizmeti yayıncılığının konumunu zayıflatmıştır (Steemers, 2003: 12). Mutlu’ya göre (2001: 27-28) kamu hizmeti yayıncıları en başından beri, yayıncılıkta tekel olmaları, siyasal iktidarlar ile ilişkilerinin tartışmalı olması, halkın beğenilerini göz ardı etmeleri ve seçkinci bir yayın politikası izlemeleri gibi eleştirilere maruz kalmışlardır. Tüm bu eleştirilere karşın, dağıtım olanaklarının sınırlılığı, gerçek anlamda rekabetçi bir ortamının oluşturulamaması gibi maddi; ulus-devletin var olma ve gelişme hedeflerinin kamu hizmeti yayıncılığı ilkeleriyle uyumlu olması gibi zihinsel şartlar nedeniyle kamu hizmeti yayıncılığı anlayışının hâkimiyeti 1980’lere kadar sürmüştür. 1980’li yıllarda iletişim ve dağıtım teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, serbest piyasa ekonomisi, rekabetçilik, verimlilik gibi yeni değerler ile birlikte iletişi- 52 • iletiim : arat›rmalar› min kültürel yönüne yapılan vurgunun ekonomik bir işletme olma yönüne yüklenen değer karşısında sönükleşmesi gibi yeni eğilimler kamu yayıncılarının istikrarlı yapılarını alt üst etmiştir (Mutlu, 2001: 28). Batı Avrupa’da kamu hizmeti yayıncıları, rakiplerinin ortaklaşa yürüttükleri ticari ve siyasal saldırılar karşısında güç yitirmişler (Curran, 1997: 139) ve bir meşruiyet krizine düşmüşlerdir. Bu kriz durumunu oluşturan nedenlerden ilki bu yayın kurumlarının finansman konusunda yaşadıkları sıkıntılardır. Savaş sonrası dönemde, önce siyah-beyaz televizyonların, ardından renkli televizyonların hızla yaygınlaşması sonucu ruhsat gelirlerindeki artışlar 1970’li yıllarda doruğa ulaşmıştır. 1980’lerde ise bu kez, radyo ve televizyon sahipliğinde doygunluğa ulaşılması, enflasyonun hamle yapması, program üretim maliyetlerindeki aşırı artış ve hükümetlerin yaptığı kesintilerle birlikte ise bu ruhsat ücreti gelirlerinde ciddi anlamda düşüşler yaşanmıştır (Keane, 2002: 303). Bu kurumların gelirlerini artırabilmeleri, hükümetlerin ruhsat ücretlerinde artış yapmalarına bağlı olmasına karşın, hükümetler siyasi nedenlerden ötürü hep isteksiz davranmıştır. Diğer yandan, kablo, uydu ve sayısal teknoloji gibi teknik gelişmelerin frekans kısıtlılığını ortadan kaldırması ve alternatif ticari kanalların sayısının artmasıyla izleyici oranlarında yaşanan kayıplar, yayın kurumlarının ruhsat ücretlerinin artırılması isteklerini hükümetler karşısında daha az savunulabilir hale getirmiştir. Yayın kurumlarının gelirlerindeki azalma devam ederken, bu gelişme ile ters orantılı olarak maliyetler ve giderler de artmaya başlamıştır. Gelirlerinde bir değişiklik olmamasına karşın, kamu hizmeti yayıncıları özel kanallarla rekabet edebilmek için yeni radyo ve televizyon kanallarını yayına sokmaya başlamıştır. Bu durum ise yayın kurumlarının bütçelerinin daha da zorlanmasına neden olmuştur (Çaplı, 2001a: 35-36). Kamu hizmeti yayıncılarının yaşadığı uzun dönemli mali zorluklar, ortak yapımların artmasına, dış yapımlara yönelmeye, içerikleri uluslararası yayın pazarında dolaşıma sokabilmek için girişimlerde bulunulmasına ve genel olarak kamu hizmeti yayıncılarını kazanç peşinde koşan özel girişimcilerin dilini konuşmaya zorlamıştır. Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 53 Kamu hizmeti yayın kurumlarında yaşanan sorunlardan bir diğeri ise yayın kurumları ile hükümetler arasındaki ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Kamu hizmeti yayıncılık modelinin benimsendiği ülkelerde yayınlarda tarafsızlık ve yayın kurumlarının özerkliği yasalarla güvence altına alınmaya çalışılmışsa da, özellikle yayıncıların özerkliğinin kurumsallaşmasında yaşanan sıkıntılar, bu modele yöneltilen eleştirilerin odak noktasını oluşturmaktaydı. Tek bir yayın kurumundan oluşan yayıncılık sisteminin siyasi yayınlarda ne ölçüde tarafsız, dengeli ve eşit olabileceği bu geçiş sürecinde en çok sorgulanan konulardan biri olmuştur (Çaplı, 2001a: 37-38). Bu dönemde kamu hizmeti yayıncılığının meşruiyetine ilişkin sorgulamanın artması kamu hizmeti yayıncılığı açısından üçüncü sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu hizmeti modelinin savunucuları kamu hizmeti yayıncılarının gerçekleştirdiklerini iddia ettikleri “denge”, “kalite” ve “evrensellik” ideallerinin belli bir izleyici kesimi tarafından hiç de öyle görülmediği eleştirisine karşılık verememiş ve mevcut içeriklerin karmaşık bir toplumda herkesi memnun etmesinin mümkün olmadığını belirtmekle yetinmişlerdir. Temsili alanın zayıflaması, kamu hizmeti araçlarının meşruiyetinin zayıflamasına yol açmıştır (Keane, 2002: 305-306). Kamu kaynaklarını sorumsuzca kullandıkları iddiasıyla başından bu yana eleştirilen kamu yayıncılarının topluma yaptıkları hizmetin ticari ve özel yayıncılar tarafından da, üstelik kamu kaynakları kullanılmadan sağlanabileceği iddiası karşısında kamu hizmeti yayıncılığının meşruiyetine dair tartışmalar daha da güçlenmiştir (Mutlu, 2001a: 32). Bir diğer sorun, teknoloji alanında yaşanan hızlı değişimdir. Kablo ve uydu teknolojilerinin gelişimi, bilgisayar ağlarının kullanımı ve sayısal teknoloji tartışmasız biçimde kamu hizmeti yayıncılığının yüz yüze geldiği en ciddi zorluktur. Teknolojik değişim, frekans kıtlığının kamu hizmeti yayıncılığını ulus-devlet sınırları içinde “doğal tekel” statüsüne yükselten geleneksel savı yıkmıştır. Teknolojik gelişmeler kamu hizmeti yayıncılığını kuşatarak, çok kanallı ortamda ticari yayın kuruluşlarıyla rekabete zorlamıştır (Keane, 2002: 307). Bu bağlamda medyanın sayısallaşma sürecindeki dönüşümünde de yine 54 • iletiim : arat›rmalar› ekonomik gerekçeler ön plana çıkmıştır. Gerek kamu hizmeti kurumları gerekse tecimsel yayıncılar yeni gelir kaynaklarına ihtiyaç duymaktadır. Kamu hizmeti yayıncıları harcamaların azaltılması ve finansal açıdan şeffaflaşma yönündeki siyasi baskılar karşısında sayısallaşmayla bağıntılı yeni olanakları araştırmakta ve değerlendirmektedir (Moe, 2010a: 55). Yukarıda ana hatlarını betimlemeye çalıştığımız sürecin önemli bir boyutunu da küreselleşme eğilimleri oluşturmaktadır. Ekonomik liberalizasyon ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin önemli sonuçlarından biri olan küreselleşmeyi kurumsal ve teknolojik olmak üzere iki ana gelişmeyle birlikte ele almak mümkündür. Birleşmeler, ele geçirmeler, ortaklıklar sonucu ortaya çıkan; küresel ölçekte ve üretim, iletim ve dağıtım alanlarında etkinlik gösteren dev iletişim örgütlerinin ortaya çıkması kurumsal gelişmeleri temsil etmektedir. İletişimin dağıtım, depolama ve iletim alanlarında gerçekleşen ve farklı iletişim faaliyetlerini yakınsaklaştıran süreçler ise teknolojik gelişmelerle ilgilidir. Ancak, bu iki ana gelişme arasında birbirini izleyen, güdüleyen ve şekillendiren ilişkiyi de gözden kaçırmamak gerekmektedir (Mutlu, 2001b: 57). Ayrıca, küresel düzende giderek bütünleşmeye, birleşmeye olan eğilim, kamu hizmeti yayıncılığına yüklenen “ulusal bütünlüğü sağlamaya katkı” görevinin de sorgulanmasına neden olmuştur. Bir yandan ekonomide küreselleşen, tek bir pazara gidilen, Avrupa Birliği gibi oluşumlarla ekonomik bütünlüğün yanı sıra kültürel birliğin de sağlanmaya çalışıldığı, öte yandan yerelleşmenin önem kazandığı bir dünyada kamu hizmeti yayıncılığının durumu tartışmaya açık hale gelmiştir (Alankuş, 2001). Yaşanan kriz kamu hizmeti yayıncılığının kendini yeniden yaratma yollarını aramasına neden olmaktadır. Kamu fonlarının tehlikeye girmesine rağmen, bir yandan etkileşimli yeni medyaya kamu medyası niteliği kazandıracak yeni yollar aranmakta, öte yandan kamu hizmeti kurumları internet ortamında güvenilir içerik sağlayan kurumlar olarak konumlandırılmaya çalışılmaktadır (Debrett, 2007: 1). Bu yeni stratejik hamlelerle, İngiltere, Almanya ve İsveç’in kamu hizmet yayıncıları piyasadaki ve AB düzeyindeki merkezi konumlarını koru- Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 55 mayı başarabilmişlerdir (Enli, 2008: 106). Özetle, yayıncılıkta sayısal dönem, kamu hizmeti yayıncılığına tarihsel olarak meşruiyet kazandıran analog frekans sınırlılığının aşılmasını sağlasa da, kamu hizmeti yayıncılığı yapan kurumlar etkinlik alanları ile hizmetlerini çoklu ortama taşıyarak ve daha fazla sayıda izleyici katılımını hedefleyerek genişletme çabasındadır. Sayısal Dönemde Kamu Hizmeti Yayıncılığına Düşen Rol Teknolojik gelişmeleri iletişimin içeriği, dağıtımı ve tüketimiyle ilişkilendirerek kendi içinde sınıflandırmak mümkündür. İletişimin içeriği, dağıtımı ve tüketimindeki birbirini tamamlayan teknolojik gelişmelerin hepsini kuşatan dönüşüm ise sayısallaşmadır. Sayısallaşmanın iletişim bakımından yapısal sonucu da iletişim araçlarındaki yöndeşme eğilimidir (Mutlu, 2001: 36). Kompleks bir yapı sergileyen yöndeşme, farklı araçların ortak özelliklerini birleştirmenin ötesinde, etkileşim, kitlesizleştirme ve eş zamansız olabilme özellikleriyle yeni medyanın günlük kullanımdaki sosyal ve politik rollerini meşru kılmaktadır (Lowe ve Hujanen, 2003: 9).2 Bu bağlamda kamu hizmeti yayıncılığının yeni sayısal hizmetler alanındaki rolü büyük bir tartışma konusu olmuştur. Tecimsel yayıncılar, kamu hizmeti yayıncılarının internet ya da mobil hizmetlerden uzak durması ve geleneksel radyo ve televizyon yayıncılığı yapması gerektiğini iddia etmektedir. Kamu hizmeti yayıncıları ise tüm elektronik medya platformlarında var olma ve hatta yeni iletişim platformlarını aktif biçimde kullanan izlerkitleye hizmet götürme hak ve yükümlülükleri olduğunu savunmaktadır. Kaldı ki, görevi özel bir dağıtım teknolojisiyle tanımlanmamış ya da sınırlandırılmamış kamu hizmeti yayıncılarının yeni medya konusunda kısıtlı bir rol üstlenmeleri için bir neden yoktur. Öte yandan, elektronik medya kullanımı büyük oranda kitle iletişimden bireysel, talep üzerine kullanıma dönüştüğünden kamu hizmeti yayıncılarının kendi izlerkitlesini takip etmesi ••• 2 Yöndeşme sürecinin geleneksel medya kurum ve yapılarındaki etkisiyle ilgili tartışmalar için bkz. Taş 2006. 56 • iletiim : arat›rmalar› bir önkoşul olarak ortaya çıkmaktadır (Nissen; 2006: 26-27). Giderek bireysel tercihlerin ağırlığını hissettirdiği bu ortam, bütün yayıncılar gibi kamu hizmeti yayıncılarını da etkilemektedir. Kamu hizmeti yayıncılarının en son savaş alanı etkileşim ve daha fazla program tedariği olarak belirlenmiştir. Tecimsel sektör her ne kadar sınırlamayı denese de, hem ulusal hem de Avrupa düzeyinde gerçekleştirilen politikalar kamu hizmeti yayıncılarının kamuya açık analog yayında olduğu gibi, yeni platformları ve kamu göreviyle uyumlu yeni hizmetleri kullanmasını desteklemektedir. BBC, önümüzdeki on yıllık süreçte izleyicinin yalnızca yüzde 30-40 kadarının genel kanalları takip edeceğini tahmin etmektedir (Bardoel ve d’Haenens, 2008: 342). İzleyicilerin şifresiz yayın yapan kanalların yanı sıra farklı platform ve kanalları da tercih etmesi beklenmektedir. Yayıncılar da izleyici sayılarını belli bir oranda tutabilmek için, kanal ve platform portfolyolarını genişletmektedir. Bu konudaki ilk adımı tematik kanallar ve “isteğe bağlı” (on demand) platformlar oluşturmaktadır. Bu araçlar ve platformlar, izleyici ya da dinleyicinin dikkatini olabildiğince sabitleyebilmek için tasarlanmış çarprazmedya stratejilerinin parçası olarak birbirlerine eklemlenmektedir (Bardoel ve d’Haenens, 2008: 342). Sözgelimi, niche kanallarla birlikte sayısal televizyonun özelliklerinden biri olan “elektronik program rehberleri” (EPG), izleyicinin bireysel program/yayın akışını oluşturabilmesine olanak tanımaktadır (Debrett, 2007: 5). Ayrıca sayısal karasal yayıncılık ve internet üzerinden yapılan bağlantıların giderek gelişmesi, kablo ve uydu yayıncılığının 1980’lerde kamu hizmeti yayıncılığı açısından yarattığı tehdidi aşması yönünden de fırsatlar sunmaktadır. Analog dönemde toplumdaki çeşitli azınlıkların taleplerine yanıt vermekte yetersiz kalınırken, karasal yayıncılığın sayısallaşmayla birlikte farklı izlerkitle gruplarına yönelik yeni tür hizmetler devreye sokulabilmektedir (Debrett: 2007: 3). Trine Syvertsen, sayısal çağda kamu hizmeti yayıncılarının ayırt edici özelliğinin, tüm ulusa hitap etme kapasiteleri nedeniyle daha hedefe yönelik bir iletişim gerçekleştirmeleri olduğunu söylemektedir. Paddy Scannell (akt. Enli, 2008: 108) ise bu argümanı bir adım ileri Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 57 götürerek, sayısal çağda yayıncılığın gerçek anlamının kamu hizmeti yayıncılığı olduğunu iddia etmekte ve bunun nedenini, kamu hizmeti yayıncılığının yalnızca belli türdeki program içeriklerine değer katan kavramlardan biri olmanın ötesinde, yayıncılıkla yeni toplum arasında etkileşimsel bir bağ kurabilmesine bağlamaktadır. Öte yandan Gregory Ferrel Lowe (akt. Haas, 2011: 157), yayıncılığın ötesine geçen sayısal hizmetleri kapsayacak bir kavram olarak “kamu hizmeti yayıncılığı”nın yerine “kamu hizmeti araçları”nı önermekte ve asıl odaklanılması gerekenin araçlar değil, toplum olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda kamu hizmeti yayıncılarının farklılık yaratmaları da söz konusudur: Radyo ve televizyonun aksine yeni medya teknolojileri ve içeriklerinin farklı sosyal gruplar arasında, özellikle yaş, eğitim ve ekonomik düzeyler göz önüne alındığında eşit olarak dağılmadığı görülmektedir. Bu nedenle kamu hizmeti yayıncılığı, sosyal sorumluluk ve yayın bağlantılarını kullanarak geleneksel izlerkitle ile sayısal teknoloji arasında bir köprü oluşturma avantajını daha etkin bir biçimde kullanabilir. Ayrıca, yeni medya teknolojilerinin temel özelliği olan etkileşimin, öğretme-öğrenme sürecindeki en önemli dinamik olduğu göz önünde tutulursa, kamu hizmeti yayıncılığının sayısal teknolojiyi kullanarak eğitim işlevine de farklı bir boyut getirmesi beklenebilir. Kamu hizmeti yayıncılığı, sınırsızlık ve kontrolsüzlük nedeniyle internet yayıncılığında giderek artan bozulma sorunu açısından da bir görev üstlenebilir (Nissen; 2006: 27). Sayısal Dönemde Yayıncılık Stratejileri Yukarıda, kamu hizmeti yayıncılığının sonunun geldiği yönündeki çağrılara karşılık, geleneğin Avrupa’daki başlıca temsilcilerinin kendilerini yeni baştan tanımlayarak varlıklarını sürdürebildiklerini vurgulamıştık. Ancak bu sürecin bedeli, geleneğin önemli boyutta tecimselleşmesi olmuştur. Krizden çıkış yolu arayan yayın kurumları, izleyici kaybının getireceği marjinalleşmenin aynı zamanda kamusal finansmanın meşruiyetini zedeleyebileceği endişesiyle piyasa pragmatizmine uygun bir tavır takınma yolunu seçmişlerdir. Popüler program türlerine yönelerek izleyici kaybını engelleme çabasının ardında, hem meşruiyetlerini koruma hem de ekonomik verimliliği ispat etme 58 • iletiim : arat›rmalar› çabasının önemli bir rolü vardır. Ancak bu sürecin pek de pürüzsüz bir şekilde ilerlemediğini belirtmek gerekir. Pazarın baskısıyla içerik tercihindeki farklılaşma, kamu hizmeti geleneğini sürdürülebilir kılan ilkelere olan bağlılıkta belirgin bir aşınmayı beraberinde getirmiştir (Steemers, 2003: 123-124). Yaşanan süreç, kamu hizmeti yayıncılığının bu güveni hak etmesini sağlamıştır: Öncelikle hâlihazırdaki ekonomik darboğaz ticari sektörü sarsmış ve düşen reklam gelirleri nedeniyle, yalnızca lisans ücretleriyle finanse edilen BBC (İngiltere), SVT (İsveç), DR (Danimarka), NRK (Norveç) gibi kurumların daha sağlam durdukları kanıtlanmıştır. Lisans ücretleri ya da diğer kamu finansmanı modelleriyle sağlanan gelirlerdeki artış yayıncılık enflasyonunun gerisinde kalmış, ancak lisans ücretlerinin en azından öngörülebilir olması, pazarın öngörülemeyenleri karşısında bir tür koruma sağlamıştır. Lisans ücretleri kamu hizmeti yayıncılarına sayısal ortamda her istediklerini gerçekleştirme olanağı sağlamasa da, düzenli lisans gelirleri kurumların program yapımına odaklanmalarına olanak sağlamıştır (Steemers, 2003: 124). Ancak bu durum, finansmanını aynı zamanda reklamlardan karşılayan TRT gibi kurumlar için geçerli değildir. İkinci olarak, geçen yıllar boyunca kanal sayısındaki artış kamu finansmanıyla yayın yapan kanalların izlerkitlesinde düşüşe sebep olsa da, bu büyük oranda izlerkitle üzerinden yeniden dağıtılan hizmetlerden (genişbant, etkileşimli hizmetler, vb.) kaynaklanmaktadır. Pek çok ülkede finansmanı kamu tarafından karşılanan kanallar hâlâ hatırı sayılır oranda izleyici payı almayı başarmaktadır. Ana akım programlar, büyük habercilik hikâyeleri, genel izlerkitleye seslenen köklü yayın kurumlarının gözde güçler olmasını sağlamaktadır. Sayısal televizyon ve yayıncılık alanında da yeni hizmetler sunan BBC (İngiltere) ya da ARD ve ZDF (Almanya) gibi büyük ve öncü kurumlar beklentilere karşılık verebildikleri için ticari pazarın aşırılıklarına maruz kalmamaktadır. Bu nedenle sayısal televizyon da, kendinden önceki tecimsel analog televizyon gibi kamu hizmeti yayıncıları açısından ciddi bir tehdit oluşturmamaktadır (Steemers, 2003: 124). Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 59 1990’larda Avrupa Birliği, yayıncılık alanında kendisini pazar ekonomisinin en etkin ve başarılı düzenleyici aktörü olarak konumlandırırken, yayıncılık sektörüne yönelik tartışmalar da, genellikle kamu yayınlarının fonlanması, bilgi toplumu ve sayısal yöndeşme konularındaki tartışmalarla desteklenmekteydi. Ekonomik büyümenin bir faktörü olarak uzun yıllar tartışılan bilgi sistemleri ve bilgi tabanlı teknoloji, 1990’larda kamusal bilgi sistemleri stratejilerine de kaynaklık yapmıştır. ABD’de başlatılan “Ulusal Bilgi Altyapı Programı”nı (National Information Infrastructure), Japonya’nın benzer stratejileri ve Avrupa Komisyonu’nun “Büyüme, Rekabetçilik ve İstihdam” (Growth, Competitiveness and Employement, 1993) başlıklı politika belgesi izlemiştir (Naranen, 2003: 58-59). Avrupa Birliği, tecimsel yayıncıların artık kamu hizmeti yayıncılığına gerek kalmadığı yönündeki iddialarının karşısında, Amsterdam Protokolü’nde medya çoğulculuğu ile toplumların kültürel ve sosyal ihtiyaçları arasındaki sıkı bağlantıya dikkat çekerek, yayıncıların görevleri, denetimi ve finansmanını üye ülkelerin sorumluluğuna bırakmıştır (Michalis, 2009: 187). Amsterdam Protokolü’yle, üye ülkelerin kamu hizmeti yayıncılığını sürdürebilmeleri için kamusal fonlara başvurabilmeleri, Avrupa Antlaşması'nın rekabetle ilgili hükümlerinin bir istisnası olarak kabul edilmiştir. Kamu hizmeti yayıncılığının Avrupa’nın ortak çıkarını bozucu ve rekabeti engelleyici düzeyde olmamasını hüküm altına alan Amsterdam Protokolü’nden dört yıl sonra Avrupa Komisyonu, Ekim 2001’de yayınladığı bir genelgeyle kamusal finansmanın nasıl sağlanacağı konusunu da düzenlemiştir (Nissen, 2006: 18-26) Avrupa Birliği’nde görsel-işitsel iletişim politikalarının tayininde yöndeşme (yayın ağlarıyla birlikte telekomünikasyonun teknolojik ve ekonomik entegrasyonu) yol gösterici bir kavramdır. 1994 tarihli Bangemann Raporu’nda yöndeşme, farklı girişimlerin değişik medya ürünlerini bir araya getirerek ölçek ekonomisine ulaşmak amacıyla birleşmeleri ya da işbirliğine gitmeleri bağlamında, medya liberasyonu sürecini hızlandıran gerekliliklerin ve yeni pazar fırsatlarının öncülü olarak değerlendirilmiştir. Bu vurgu daha sonra Komisyon’un 1996 yılında hazırlattığı “Telekomünikasyon ve Görsel-İşitsel Yöndeşmeden Kaynaklanan Kamu Politikası Sorunları” (Public Policy Issues Arising 60 • iletiim : arat›rmalar› from Telecommunications and Audiovisual Convergence) başlıklı raporda geliştirilmiş ve benzer fikirler bir yıl sonra Avrupa Birliği’nden yöndeşme üzerine hazırlanan, teknolojiden bağımsız bir yaklaşımla hem rekabeti hem de sektöre özel içerik düzenlemesini içeren politika taslağında da yer almıştır. Gerek Bangemann Raporu’nda gerekse Avrupa Birliği’nin görsel-işitsel alandaki politika yaklaşımını ortaya koyan öncü belgelerde sayısal televizyon pazarın tek “mantra”sı olarak vurgulanır. Uyumlu bir pan-Avrupa pazar evrimi için ortak bir panAvrupa standartı önşart olarak öne sürülmektedir. Ancak, “ortak pazarlar ve ortak standartlar” konusundaki bu vurguya karşın Avrupa Birliği, ortak düzenlemelerin ve standartların belirlenmesinde yeterince etkili olamamış ve uzun yıllar Avrupa’da teknolojik bir darboğaz yaşanmıştır (Naranen, 2003: 59). Avrupa’da bu koşullar altında, sayısal yayıncılık ilk kez 1996 yılında, bağımsız arayazılımlar kullanan DStv (İtalya), Canal Satellite Numerique (CSN, Fransa) ve DF1 (Almanya) tarafından başlatılmıştır. Önümüzdeki bir-iki yıllık süreçte ise Avrupa’daki analog televizyon yayını sonlanacaktır. Bu noktada kamu hizmeti kurumları, “analog kanal kapama” (analog switch-off) sürecinde olduğu gibi, sayısal karasal yayıncılık hizmetlerinin piyasaya sunulmasında kritik bir rol üstlenmişlerdir. Analog kanal kapatma sürecinde uygulanan ilk adım, genellikle sayısal ve analog yayınları bir geçiş süresi boyunca birlikte sürdürmektir. Batı Avrupa ülkelerinin büyük bir kısmı bu süreci tamamlamış ya da tamamlamak üzeredir. Bu sürecin olabildiğince çabuk tamamlanması iki nedenle önemlidir: İki yayını aynı anda yürütmenin getirdiği maliyet ve analog spektrumun bir an önce boşaltılması gerekliliği (EBU-UER; 2006: 29). Avrupa’da sayısal karasal yayıncılığa geçiş ve analog kanal kapama sürecindeki temel aşamalar kabaca şöyle özetlenebilir: • 1998-2002: “İzle ve öde” (pay TV) platformların doğuşu ve başarısızlığı, piyasaya sunulan planların iptal edilmesi, sınırlı büyüme ve sonrasında büyümenin durması. Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 61 • 2002-2005: “Ücretsiz” (free to air) platformların devreye girmesi ve genel olarak başarılı olması, kamu hizmeti yayıncılarının sunumda önemli bir rol üstlenmesi, mali fonlar konusunda anlaşmazlıkların ortaya çıkması, yüksek gelişim. • 2005-2008: Batı Avrupa ülkelerinin kalan kısmının da büyük oranda yayına başlaması, yeni şifresiz ve izle ve öde yayınlara uyumlu televizyon setlerinin geliştirilmesi, yeni teknolojinin farklı durumlara uyarlanması, finansman tartışmalarının karara bağlanması, gelişmenin sürmesi ancak hızının yavaşlaması, HDTV (high definiton television) denemeleri, DVB-H (digital video broadcastinghandheld) denemeleri, frekans tahsislerinde önceliklerin belirlenmesi konusundaki ulusal tartışmalar. • 2008-2010: Olgunlaşan platformların istikrara kavuşması, Doğu Avrupa’nın yayına başlaması, analog kanal kapatma sürecine ilişkin yaklaşımların belirginleşmesi, bazı ülkelerde kapama sürecinin gerçekleşmesi, HDTV hizmetleri; DVB-H servisleri. • 2010-2015: Tüm ülkelerde dönüşümün sağlanması, HDTV’nin yaygınlaşması, mobil TV ve etkileşimli uygulamaların gelişimi. Bu süreçte hem uygulama da hem de düzenlemelerde ulusal farklılıklar söz konusu olmaktadır. Bu noktada, sayısal iletişim ortamında kamu hizmetinin nasıl tanımlanacağı üzerine yapılan tartışmalar, analog kanal kapama sürecinin nasıl düzenleneceği konusundaki politikalara da bir tepki olarak değerlendirilebilir (Sümer; 2010a). Sözgelimi, sayısal karasal yayıncılığın 2002 yılında tamamlanan ilk aşamasında İsveç’te hiçbir gelişim sağlanamamış, İspanya ve İngiltere’de de sayısal karasal yayıncılık konusunda finansal boyutta hayal kırıklığı yaşanmıştır. Tüm bu süreçte girişimlerde bulunan kurumlar, filmler, spor programları ve şifre çözücü tahsisatı gibi konularda hizmet veren kablo ve uydu operatörleriyle rekabet etmek durumunda kalmıştır. Fransa’da olduğu gibi ertelemeler ve Portekiz’in yaptığı gibi bir kenara bırakılan planlamalar, nihayet İngiltere’nin şifresiz yayın platformunu başarıyla başlatmasıyla sona eren ilk aşamanın karakteristikleridir (EBU-UER; 2006: 30). Günümüze kadar uzanan dönemde 62 • iletiim : arat›rmalar› Avrupa’da, gelişmiş sayısal karasal yayıncılık modelini temel alan ve kamu hizmeti yayıncılığının başlıca rolüyle tanımlanan şifresiz yayın modeli, alıcı cihazların daha düşük fiyatlarla alınabileceği akışkan piyasalar, tarafsız devlet müdahalesi ve DVB-T (ve günümüzde DVBT2) uygulamalarıyla gelişmiş bir sayısal karasal yayıncılık alanına geçiş yapılmıştır. Analog yayın kapatma konusunda ülkeler kendi başlarına gelişme kaydetseler de, bazı uyumsuzlukların ortaya çıkması ve Avrupa’daki gelişmeleri tehlikeye atması mümkündür. Avrupa Komisyonu ve Birliğe üye devletler bu konuda aktif bir rol üstlenmiş ve 2008-2012 yılları için somut bir çizelge hazırlamıştır (EBU-UER; 2006: 30). Avrupa’daki yayıncıların sayısal alandaki en önemli hedeflerinden biri, daha fazla sayıda tematik ya da niche kanallar üzerinden daha belirgin niteliklere göre ayrışan izlerkitle gruplarına ulaşmaktır. Analog izle-öde pazarında da önde olan İngiltere ve Fransa, en fazla sayıda sayısal kanala sahip ülkeler olarak öne çıkmaktadır. İngiltere’de tüm dünyada sayısal televizyon yayını en fazla haneye ulaşma oranıyla öne çıkan BBC’nin gençler (BBC 3) ve çocuklar için (CBBC, CBeebies) yayın yapan kanallarının yanı sıra, kültür ve eğitim kanalı (BBC 4), siyaset kanalı (BBC Parliament) ve 24 saat haber servisi yapan (BBC News 24) bir kanalı da bulunmaktadır (Humphreys, 2008: 6). Sayısal yayıncılık alanında İngiltere ve Fransa’yı, İspanya, İtalya ve Almanya takip etmektedir (Leurdijk, 2006: 2-3). Kamu hizmeti yayıncılarının sayısal yayıncılık sürecinde etkin bir rol üstlenmelerini devletler de desteklemekte, bu yayıncıların sundukları hizmetlerin televizyon sahibi hanelerin analogdan sayısala geçişlerinde bir cazibe unsuru olarak kullanılabileceğine inanmaktadırlar. Bu noktada kamu hizmeti yayıncılarından beklenen rollerden biri, izleyicileri sayısal televizyonun kullanımı ve yararları konusunda eğitmektir. Çeşitli politika metinlerinde, analog yayınların ne zaman kapatılacağı ve sayısal yayınların olanaklarıyla ilgili kamu bilgilendirme kampanyaları düzenleyerek öncü bir rol üstleneceği belirtilen BBC, her biri ruhsat ücreti ödeyen izleyicilerini sayısal yayınlarla ilgili her türlü konuda yalnız bilgilendirmekle yetinmemekte, sayısal araçlara ulaşmakta güçlük çekebilecek yaşlı, engelli ya da muhtaç durumdaki vatandaşların sayısal yayınları alabilecekleri Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 63 teçhizata ve donanıma ulaşabilmelerini taahhüt etmektedir (DCMS, 2006: 4, 26-27). Kamu hizmeti yayıncılarının en çok proje ürettikleri alanlardan biri, yayınların içinde etkileşimli uygulamaların kullanımıdır. Bu alandaki ilk ve en etkin oyunculardan biri hiç şüphesiz BBC’dir. İngiliz devlet politikasının uzantısı olarak çeşitli politika metinlerinde “Sayısal Britanya”nın inşasıyla görevlendirildiği ifade edilen BBC (DCMS, 2006: 4), web sitesi, yeni medya etkinlikleri, on-demand teknolojileri (BBCi ve iPlayer) ve sayısal karasal televizyon uygulamalarını da içerecek biçimde büyük ölçekli yeni yayın teknolojilerini desteklemektedir (Humphreys, 2008: 3). BBC, etkileşimli ve internet tabanlı uygulamalar geliştirmekle de yükümlü kılınmıştır (DCMS, 2006: 22). Bu yönde farklı çalışmalar yapan BBC New Media birimi, Haziran 2000 ile 2003 tarihleri arasında, büyük prodüksiyon departmanları ve bağımsız televizyon prodüksiyon şirketleriyle birlikte, sayıları 114’ü bulan geliştirilmiş televizyon hizmetiyle etkileşimli medyanın farklı biçimlerini sunmuştur.3 Sayısal yayınların nasıl bir düzenleme anlayışıyla ele alınması gerektiği diğer önemli bir gündem maddesidir. İngiltere’de sayısal ve online hizmetler açıkça BBC’nin kamu hizmeti görev tanımı kapsamında kabul edilmiştir. Kurum bu konuda son derece stratejik ve pragmatik bir tavır almış, yeni ya da değişen hizmetlere Ocak 2007 tarihinden itibaren bir “Kamusal Değer Testi” (Public Value Test) uygulamaya başlamıştır. Söz konusu testte iki unsur yer almaktadır: BBC’nin kendi düzenleyici kurumu BBC Trust tarafından uygulanan “Kamusal Değer Tespiti” (Public Value Assessment) ile sektördeki rekabet politikası üzerinde de yetki sahibi olan, OFCOM’un gerçekleştirdiği “Pazar Etki Değerlendirmesi” (Market Impact Assesment). Kamusal Değer Testi, ••• 3 Bunlar arasında Wimbledon Tenis Turnuvası (2001) ve Interactive Olympics (2004) gibi, izleyicilerin farklı spor karşılaşmalarını ve bu karşılaşmalarda farklı kamera açılarını seçebildikleri spor içerikleri de yer almıştır. Avrupa’daki diğer kamu hizmeti yayıncıları da, etkileşimli içerik sunmakla birlikte, bunlar etkileşim mantığına uygun özgün ürünlerden olmaktan ziyade, mevcut içeriğe erişimi çeşitlendiren interaktif arşiv uygulamalarıyla sınırlı kalmıştır (Leurdijk, 2006: 2-3). 64 • iletiim : arat›rmalar› kamunun ve sektördeki diğer kuruluşların görüşünü almak için, altı aydan uzun dönemlerde uygulanmaktadır (Humphreys, 2009: 175). Sayısal dönemde öncü rolü üstlenen BBC’nin, ulusal yaratıcı ve kültürel yaşama yaptığı katkı göz önünde bulundurularak çeşitli politika metinlerinde kurumun gelir kaynağı olan lisans ücreti uygulaması 2016 yılına kadar garanti altına alınmıştır.4 Bunun temel nedeni devletin, BBC’nin izleyici beklentilerine karşılık vermenin ötesinde, bu beklentileri önceden tahmin ederek biçimlendirebilmesi için değişmekte olan medya ortamına uyum sağlamanın gerekliliğini fark etmesidir. Ancak BBC’nin verdiği hizmetlerin tümü kamu hizmeti görevini, hedeflerini ve bütçesini ortaya koyan bir hizmet lisansı gerektirmekte, bu nedenle hizmetler Kamusal Değer Testi’nden geçirilmektedir (Steemers ve Smith, 2007: 46-47). Almanya ise benzer biçimde 2009 yılından itibaren “Üç Adım Testi”ni (Drei-Stufen-Test) uygulamaya başlamıştır. Almanya’daki revizyon süreci yeni medya hizmeti sunan kamu hizmeti yayıncıları için önemli değişiklikler getirir. Ne tam olarak telekomünikasyon ne de yayıncılık olarak tanımlanabilecek bu türden hizmetler, elektronik bilgi ve iletişim hizmetlerini kapsayan “telemedya” kavramıyla tanımlanmıştır. İlk önce, yeni bir yaklaşım öngörülerek her türlü hizmetin kamu hizmeti etkinlikleriyle ilişkili olması şart koşulmuştur. Ayrıca reklam, sponsorluk ve kapsamlı yerel haberlere ilişkin yasaklamalar getirilmiştir. Son olarak Üç Aşamalı Test izin verilen her tür hizmetin, 1. Alman toplumunun demokratik, sosyal, kültürel ihtiyaçları doğrultusunda kamu hizmeti görevini gerçekleştirdiğini, 2. Editoryal rekabetin kalitesini artırdığını, ••• 4 Sayısal karasal yayıncılığa geçiş sürecinde adeta ödüllendirilen BBC’nin, 2007 yılında enflasyonun % 1.8 üzerinde kalan lisans ücreti, 2012 yılına kadar, ilk iki yıl için % 3, diğer yıllar için % 2 oranında artırılmış ve buna devletin sayısal karasal yayıncılığa geçiş sürecinde yaşlılar ve engelliler için ayırdığı fonlar ile kamu iletişim kampanyaları için ayrılan miktar da eklenmiştir. Ancak sayısal karasal yayıncılığa geçiş sürecinin tamamlanmasını da göz önünde bulunduran devlet, BBC’nin 2016 yılından sonrası için alternatif bir gelir kaynağı için araştırmalar yapmasını şimdiden onaylamıştır (Steemers ve Smith, 2007: 46-47) Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 65 3. Maliyeti ölçüsünde orantılı bir değer yarattığını ortaya koyması öngörülmüştür (Moe, 2010: 211-212). Bu noktada vurgulanması gereken bir unsur, kamu hizmeti yayıncılarının ana yayın hizmetleriyle, internet ya da sayısal yayın hizmet maliyetlerinin birbirinden ayrılabilmesinin göründüğü kadar kolay olmadığıdır. Sözgelimi, televizyon için hazırlanan ana haber bültenlerindeki editoryal içerik internet üzerinde yeniden aktarılabilmekte; bu durumda da ilk prodüksiyonun maliyeti zaten halihazırda karşılanmış olduğu için, yalnızca sunucu (server) kapasitesi ve bakımı ile haberlerin internet formatı için seçilip yeniden yazımı fazladan bir maliyet olarak çıkmaktadır. Sayısal yayınlar, üretim ve dağıtım konusundaki maliyetlerin azaltılmasını sağlasa da, sunucu ve depolama masrafları, yeni uygulamalar ve yazılım sistemleri ile telif hakları gibi yeni maliyetlere yol açmaktadır. Bu nedenle kamu hizmeti yayıncıları sayısal yayınlarının finansmanı için yeni gelir kaynakları aramayı sürdürmektedir. Her ne kadar reklamlar, sayısal arşiv abonelik ücretleri ve yüksek kaliteli sürümlerin dağıtımı yeni gelir kaynaklarını oluştursalar da, metin mesajlaşma trafiği nedeniyle teknik alt yapıyı sağlayan telekom şirketleri ve sayısal kanal sağlayan ağ operatörleri ile gelir paylaşımı söz konusudur. Ancak, daha da önemlisi, kamu tarafından finanse edilen hizmetlerin son kullanıcısından ücret almanın ne derece doğru olduğu kamu hizmeti anlayışı bakımından tartışmalıdır. Bu nedenle de, yayın kurumları gelir yaratma konusunda sınırlı bir çerçevede hareket kabiliyetine sahiptir. Sözgelimi, Almanya’daki kamu hizmeti yayıncıları tüm sayısal kanallara ücretsiz erişim sunmakla yükümlü iken online reklama yer veremez. BBC, “tüm içeriğe özgürce ulaşım” ilkesi doğrultusunda, tüm iç yayınlarında olduğu gibi, internet sitelerinde ve sayısal yayınlarda reklama yer vermez. Fransa’da da geçerli sayılan bu ilkenin tek istisnası, belli bir oranda izin verilen ödemeli hizmetlerdir (Leurdijk, 2006: 7). Türkiye’de Karasal Sayısal Yayıncılığa Geçiş ve TRT Türkiye’de sayısal karasal televizyon yayıncılığına ilişkin ilk çalışmalar, 23 Şubat 1999 tarih ve 1999/8 sayılı Başbakanlık genelgesiyle başlamıştır. Bu genelge, sayısal yayıncılığın planlama ve uygulamasın- 66 • iletiim : arat›rmalar› da ihtiyaç duyulabilecek yasal, idari, mali ve teknik önlemlerin belirlenmesini öngörmektedir. Ancak 2002 tarihi itibarıyla 4756 sayılı kanunla frekans planlamasının RTÜK’ten alınarak Telekomünikasyon Kurumu’na devredilmesinden sonra, aynı kanunun geçici 3. maddesinde yer alan hüküm gereği yeni frekans planı ve RTÜK koordinatörlüğünde hazırlanan konsept çalışması Aralık 2002’de Haberleşme Yüksek Kurulu’nun (HYK) onayına sunulmuş, ancak bir sonuca ulaşılamamıştır (Karaoğlu, 2011: 155-156). Daha sonra RTÜK ve Telekomünikasyon Kurumu sayısal yayıncılık çalışma raporu hazırlayarak HYK’ya göndermiş, raporun görüşülüp değerlendirilmesinin ardından HYK’nın 7 Eylül 2005 tarih 2005/2 sayılı kararıyla, 2006 yılında Ankara, İstanbul ve İzmir illerinde deneme yayınlarına başlanması, 2014 yılında ise tüm kamu ve özel yayıncıların analog yayınları sonlandırması kararına varılmıştır (Paçacı, 2006: 123-128). Aynı toplantıda, deneme yayınları için ihtiyaç duyulacak tüm teçhizat ve altyapı harcamalarının özel kanallar, üretici firmalar, Ulaştırma Bakanlığı Evrensel Hizmet Fonu vb. kaynaklardan edinilmesine karar verilmiş; bu bağlamda TRT ile Ulaştırma Bakanlığı arasında bir protokol imzalanarak, TRT’ye deneme yayınlarında kullanılması amacıyla Evrensel Hizmet Fonu’ndan 11 milyon TL kaynak ayrılmıştır. Sayısal karasal televizyon yayıncılığına geçiş ise HYK’nın 27 Eylül 2006 tarihinde yapmış olduğu 2. Olağan Toplantısı’nda alınan karar sonrasında gerçekleşmiştir. Bu karar çerçevesinde analog yayına paralel olarak sayısal yayına (DVB-T) geçmek üzere, RTÜK koordinatörlüğünde, Ulaştırma Bakanlığı Haberleşme Genel Müdürlüğü, Telekomünikasyon Kurumu, TRT Genel Müdürlüğü ve ilgili kurum ve kuruluşların katılımıyla “Sayısal Yayın Konsepti” çalışmalarına başlanmış, böylece Ankara, İstanbul ve İzmir illerinde Şubat 2006’da deneme yayınları gerçekleştirilmiştir (Karaoğlu, 2011: 155-158).5 ••• 5 Aslında ilk DVB-T yayınları HYK kararının öncesine uzanır. TRT kamu yayıncısı kimliğiyle, 2003 yılından beri sabit ve mobil alışlar için çeşitli testler gerçekleştirmek üzere, 1,5kw’lık bir vericiyle Ankara Dikmen merkezli yayınlar yapmıştır. Daha sonra Eylül 2005’te Ankara Yenimahalle üzerinden 500w gücünde bir vericiyle DVB-T test yayınları sürdürülmüş, HYK’nın kararı neticesinde ise, mevcut yayınlara paralel olarak, 3 Şubat 2006’da İstanbul Çamlıca (46dbw) ve Beylikdüzü (42dbw) vericilerinden 23. Kanal üzerinden SEN modunda deneme yayınları başlatılmıştır (Karaoğlu, 2011: 15-160). Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 67 Bu dönemde ayrıca, sayısal yayıncılığa geçişte yayıncılığın kalitesini artırmak ve anten kirliliğinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen Ulaştırma Bakanlığı ve RTÜK koordinatörlüğünde, TRT ve özel televizyon kuruluşlarının ortaklığıyla Anten İşletme ve Teknik Hizmetler A.Ş (Anten A.Ş.) kurulmuştur.6 Ancak, KESK Haber-Sen, Anten A.Ş.’nin kurulmasının vericilerin özel yayın kurumlarına kullandırılmasını amaçladığı ve vericilerin işletme yetkisini TRT’den alarak, kurumun özerkliğini ve tarafsızlığını ortadan kaldırdığını öne sürerek, söz konusu şirketin Anayasa’nın 133. maddesine, 2954 sayılı Türkiye Radyo-Televizyon Kanunu’nun 1, 8 ve 9. maddelerine ve 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki kanunun 8. ve 24. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle, Anten A.Ş.’nin kurulmasına yönelik Bakanlar Kurulu kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle Danıştay’da dava açmış (TMMOB: 2007/3) ve bunun sonucunda Danıştay 10. Dairesi ise Bakanlar Kurulu kararını oybirliği ile durdurmuştur (Hürriyet, 6 Mart 2008). Frekans planlaması noktasında yaşanan yetki karmaşası ve frekans ihalesinin bir türlü yapılamamış olması ülkemizin sayısal karasal yayıncılığa geçişini hem zorlaştırmış hem de geciktirmiştir. 3984 sayılı yasanın sektörün taleplerini karşılayamaması, sayısal yayıncılıkla ilgili hiçbir hüküm içermemesi, frekans planlaması ve ihalesine ilişkin bağlayıcı hükümlere yer vermemesi nedeniyle yenilenmesi bir gerek haline gelmiştir (Karaoğlu, 2011: 159). Meclisteki yoğun tartışmaların ardından 3 Mart 2011’de 6112 Sayılı “Radyo ve Televizyon Yayınlarının Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkındaki Kanun” yürürlüğe girmiştir. Ne var ki, Türkiye’de yayıncılık regülasyonunun terminolojisini AB Görsel-İşitsel Hizmetler Direktifi’nden (GİHD) uyarlayan yasada, yeni direktifteki doğrusal olan ve olmayan hizmetlerin ayrımına dayanan iki aşamalı regülasyon anlayışı net olarak ifade edilmemiştir. 6112 sayılı yasa, Avrupa Komisyonu tarafından çeşitli ilerleme raporlarında ••• 6 Kuruluş sözleşmesi 18 Nisan 2007 tarihinde imzalanan Anten A.Ş.’nin kuruluşunda, TRT, Kanal D, Show TV, ATV, Star, Kanal 7, STV, Fox TV, Cine 5, CNN Türk, CNBC-e, Kanal 1, Kral TV, TV 8, Kanal Türk, Kanal A, Sky Türk ve İzmir TV yer almıştır (Sabah, 19 Nisan 2007). 68 • iletiim : arat›rmalar› ifade edilen eleştirilerle ilgili iyileştirmelerin büyük bölümünü içermemektedir (Sümer, 2010b: 218). Radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmetlerinin düzenlenmesi ve denetlenmesini amaçlayan yasada RTÜK’ün görev, yetki ve sorumlulukları da düzenlenmektedir. Bu bağlamda, 6112 sayılı yasanın getirdiği üç yenilik söz konusudur: (1) Sektörün Avrupa Birliği standartlarına uygun düzenlenmesini amaçlayan yasa, ifade ve haber alma özgürlüğünü, yoğunlaşmanın önlenmesini, rekabet ortamı ile çoğulculuğu teminat altına almak, (2) yayıncı şirketlerin ortaklık yapılarının düzenlenmesi ile ilgili kısıtlamaları azaltmak, halka açılmayı kolaylaştırmak, tekelleşmenin önlenip çok sesliliği sağlamak, (3) Sayısal karasal yayına geçişi net bir takvime bağlayıp, vericilerin tek bir şirket çatısı altında toplamak (Yücel, 2011: 25). Bu son amaç doğrultusunda yeni bir yapılanmaya sahip olacak Anten A.Ş. 800 adet verici anten kuracaktır. Şirket, antenlerin alım, satım ve kurulumunun yanı sıra sistemin işletilmesini de üstelenecektir. Sayısal karasal yayıncılığa tam geçişle birlikte Türkiye’deki 17 milyon adet uydu anteni de çatılardan kaldırılacaktır (Sabah, 10 Ağustos 2012). Sayısal karasal yayıncılığa geçişi kolaylaştırmayı hedefleyen 6212 Sayılı Yasa’ya göre, Mart 2012’ye kadar belirlenen Frekans Planları ve Uygulama Takvimi’ni takip eden bir yıl içinde sıralama ihalesi yapılması, daha sonraki iki yıl içinde analog ve sayısal televizyon yayınlarının eş zamanlı olarak sürdürülmesi, dördüncü yılın sonunda, yani Mart 2015 tarihinde ise analog televizyon yayınları tamamen sonlandırılarak, sayısal televizyon yayınlarına geçiş öngörülmektedir (Kılıç, 2001: 6). RTÜK, 2011 yılında başlattığı frekans planlama çalışmalarını, 2012 yılında tamamlamış ve karasal sayısal TV frekans planı 4 Ağustos 2012 tarihli Üst Kurul Toplantısı’nda onaylanmıştır (RTÜK, 2012a). Şu an itibariyle sayısal karasal yayın yapan tek kurum, Ankara’da iki yıldır DVB-T2 deneme yayınlarını sürdüren TRT’dir. Aşamalar halinde planlanan karasal sayısal yayına geçiş ise 2013 yılında sıralama ihalelerinin tamamlanması sonrasında başlatılacaktır.7 2014 yılı sonunda sayısal ••• 7 Editör Notu: Dergi yayıma hazırlandığı sırada, metinde sözü edilen sıralama ihaleleri gerçekleştirilmiştir. 16-18 Nisan 2013 tarihleri arasında 4 aşamada yapılan ihalelerin sonuçları ve daha ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.rtuk.org.tr/sayfalar/ DuyuruArsiv.aspx (Erişim tarihi: 23 Nisan 2013). Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 69 vericilerin tesis edilmesi süreci tamamlanacak ve sonrasında 2015 yılı Mart ayında tüm analog yayınlar sona erdirilecektir (RTÜK, 2012 b). Sayısal yayına geçişin il il yapılması planlandığı için, analog yayınlarla sayısal yayınların belli bir süre eşzamanlı olarak gerçekleştirilmesi öngörülmektedir. TRT ise yeni yapılacak alt yapı hizmetleri ile yeni verici cihazı, anten ve teçhizatların alınması işlemlerine RTÜK tarafından onaylanan planın ilan edilmesi sonrasında başlamayı ve yasal süre içerisinde tamamlamayı planlamaktadır (TRT, 2012). TRT, daha önce satın alınan sayısal uyumlu analog vericilerin modifikasyonu ile ilk aşamada ülkenin yaklaşık yüzde 70’inde sayısal dönüşüme hazırlık yapmakta, daha sonra yasal süre içinde kademeli olarak ülkenin yüzde 100’ünün kapsanmasını hedeflemektedir. Ancak Türkiye’nin kamu hizmeti yayıncılığı yapan kurumu olarak TRT’ye biçilen öncü rol, teknik planlamanın ötesinde, yayıncılık açısından da kurumun yeni stratejiler oluşturmasını zorunlu kılmaktadır. Kurumun 2011 tarihli faaliyet raporunda, sayısal yayın dönemine kanallarını yeniden yapılandırarak, mevcut kanallara yenilerini ekleyerek ve sayısal entegrasyonu sağlayacak yeni uygulamaları faaliyet alanına katarak hazırlandığı belirtilmektedir. TRT’nin, televizyon yayınları incelendiğinde, hem TRT’nin tekel döneminden, hem de özel yayıncılığın ilk yıllarından gelen ulusal kanalların genel yapısının TRT 1’de korunduğu, ancak onun yanı sıra TRT Haber, TRT 3 Spor, TRT Çocuk, TRT 6, TRT Avaz, TRT Türk, TRT Belgesel, TRT Müzik, TRT HD, TRT Arapça, TRT Okul ve TRT Anadolu kanallarıyla çeşitli izleyici beğenilerini ya da özel ilgi alanlarını hedefleyen, genellikle spor, belgesel, müzik, haber gibi konulara yoğunlaşan tematik kanallara ağırlık verildiği görülmektedir. Ancak kurumun merkezi konumu nedeniyle, yayın ilke ve politikaları açısından bu dönemde de farklı bir yaklaşım söz konusu olmadığı için, söz konusu kanallar ne “çeşitlilik” beklentilerini ne de kamu hizmeti yayıncılığının gerekleri olan “çoğulculuk” ve “çokseslilik” ilkelerini karşılamaktadır. Bu bağlamda, TRT’ye tahsis edilen frekanslardan en az birinin, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, kadın örgütleri gibi gruplara zaman paylaşımlı bir kanal olarak tahsis edilmesi yerinde olacaktır. Böylelikle 70 • iletiim : arat›rmalar› büyük yatırımlar gerektiren televizyon yayıncılığı faaliyetlerini yürütemeyecek durumdaki dezavantajlı toplumsal gruplar, göreli de olsa yayın yoluyla demokratik tartışmaya katılım ve temsil olanağına kavuşabilecektir. Sıklıkla vurgulandığı gibi, yayın tekelini elinde tuttuğu süre içinde reklam pastasının neredeyse yarısını elinde tutan TRT, özel yayıncılığın başlamasıyla birlikte oluşan “rekabet ortamı” nedeniyle reklam gelirlerinde büyük düşüş yaşamıştır (Çaplı, 2005: 326). Bu duruma hükümetin, elektrik hasılat payını düşürmesi (Hürriyet, 23 Şubat 2003) ve Denetleme Kurulu’nun aldığı kararla elektrikte kayıp kaçak bedellerinde kurumun payının matrah dışına alınması (Milliyet, 21 Aralık 2011) gibi kararlar ve uygulamalar da eklenince TRT’nin yaşadığı finansal zorluk yıllar içinde ciddi boyutlara ulaşmıştır. TRT Genel Müdürlüğü (TRT Faaliyet Raporu, 2011) mali gelirleri tablosu, bandrol (%24), elektrik hasılat payı (%45), reklam (% 3) ve diğer (% 28) kalemlerden oluşan kurumun faaliyetleri çoğullaşmasına karşılık, yukarıda sözü edilen kesintiler nedeniyle gelirlerin azalmasından yakınmaktadır (Milliyet, 21 Aralık 2011). TRT’nin görevinin özel yayıncılıkla rekabet etmek değil kamu hizmeti yayıncılığı yapmak olduğu görüşlerine karşılık, neo-liberal politikaların da etkisiyle TRT’nin artık kamuya yük olmaması, izleyici toplayacak programlar yaparak daha fazla reklam geliri elde etmesi gerektiği görüşleri de dile getirilmektedir. Bu nedenle analog yayından sayısal karasal yayıncılığa geçiş aşamasında TRT’nin artan sayısal yayın kanalları ve çeşitlenen hizmetleriyle geleneksel kamu hizmeti yayıncılığını aştığını kanıtlaması ve artan maliyetleri karşılayabilmek için, katkı payı oranlarının -devlet tarafından- artırılmasını sağlaması gerekmektedir. Ancak fiilen mali özerkliğe sahip olmayan TRT’nin bunu sağlayabilmesi, gerçekleştireceği etkili stratejilerle kamuoyu üzerinde etkili olması ve böylece devleti katkı payı oranlarını artırmaya ikna etmesiyle mümkün görünmektedir. Sayısal dönem, kamu hizmeti yayıncılığı yapan kurumların bu dönemde gerçekleştirecekleri hizmetleri de kapsayacak yeni stratejile- Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 71 rin geliştirilmesini gerektirmektedir. Lowe, kamu hizmeti kurumlarının sayısal dönemde yayıncılığın ötesine geçen hizmetlerinin de göz önünde tutularak, “kamu hizmeti yayıncılığı” kavramının, “kamu hizmeti medyası” ile yer değiştirmesini önermektedir (aktaran Haas, 2009: 157). Sayısal dönemde başarılı stratejileriyle kendisini kamu hizmeti yayıncılığı yapan bir kurumdan, kamu hizmeti medyasına dönüştüren BBC, genel izlerkitle kadar özgül grupları da hedeflemekte, evrensel bir yaklaşımla tam bir “hizmet portfolyosu” sunmaktadır (Steemers ve Smith, 2007: 48). Kamu hizmeti yayıncılığının hizmet alanını genişleten bu yaklaşımdan yola çıkarak TRT’nin de izleyici talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda verdiği hizmetlerin ve içeriklerin planlamasını yapması ve farklı iletişim platformlarında var olması gerektiği söylenebilir. Analogdan sayısala geçiş hazırlıkları yapan TRT’nin izleyici stratejleri açışından, yöndeşmenin yol açtığı değişimi de göz önünde tutarak yeni medyayı kullandığı görülmektedir. Sayısal alanlara yönelik olarak bünyesinde “Yeni Medya Kanal Koordinatörlüğü” kuran TRT’nin koordinatörlük bünyesinde, web tasarım, yazılım ve içerik yöneticilerinin yanı sıra, Mobil TV, Akıllı TV uygulamalarını takip eden bir ekip ve Sosyal Medya birimi de bulunmaktadır. Sayısal ve yeni medya alanlarını, “Yeni Bir Yayın Mecrası” sloganıyla yayın kanalı olarak kurgulayan TRT, izleyiciyle etkin bir iletişim için, mobil medya, sosyal medya, Web TV, Smart TV gibi yeni medya araçlarını kullanmaktadır (TRT, 2012). Kurumsal niteliğine ve her kanalın kanal kimliğine uygun sosyal paylaşım sayfaları oluşturan TRT’de kanal koordinatörlükleri bünyesinde bulunan sosyal medya sorumluları, sosyal paylaşım sayfaları üzerinden izlerkitleyle interaktif bir iletişim kurmaktadır (TRT, 2012). Ancak bu noktada, izleyicilerle kurulan etkileşimle elde edilen geri bildirimlerin takip edilmesi kadar, bu geri bildirimlerin yayınlara ve verilen diğer hizmetlere yansıması da önemli olmaktadır. Bu bağlamda TRT açısından önemli olan, ticari yönden son derece cazip hizmet pazarlarının ortaya çıkmasına neden olan sayısal dönemde etkileşimli hizmetleri yerine getirirken, Avrupa’daki öncü kamu hizmeti medyası kurumlarından strateji transfer etmek yerine, kendi stratejilerini oluşturmayı başarabilmesidir. Bu yönde 72 • iletiim : arat›rmalar› çalışmalar yapan TRT, her bir mecra için yayın stratejileri oluşturmayı hedeflemekte; sözgelimi smart TV’lerde podcast ağırlıklı bir arayüzle, mobil araçlarda ise canlı yayın ve haber uygulamalarıyla yer almaktadır. TRT faaliyet raporunda, kurumun sosyal medyada da çeşitli platformlarda yer aldığı belirtilmektedir. Bu bağlamda 2011 yılında; • İzlesene, Mynet ve Dailymotion platformları ile CDN altyapısı konusunda işbirliği yapılarak ihtiyaç duyulan domainler alınmış ve takibi sağlanmış, • Programların tanıtımı amacıyla fragman, görsel ve metinler bu platformlara sayısal olarak ulaştırılmış ve yayınlanmış, • Youtube’da TRT Okul sayfasında 811, TRT Televizyon sayfasında 523, TRT Belgesel Ödülleri sayfasında 40 ve TRT Kurumsal sayfasında 304 adet video sergilenmiş, • TRT Devamlılık veya Easy Workbox’tan alınan 194 video format değişiklikleriyle internet sistemine yüklenmiş, • MİDAS’a (Müzik İletim Denetim Arama Sistemi), 2011 yılında kurum arşivinde bulunan 135.000 müzik eseri taşınmıştır. (TRT Faaliyet Raporu, 2011). TRT, mobil mecralara yönelik olarak da, internet yoluyla TRT Televizyon, TRT Haber ve TRT Web TV kanallarını hizmete sokmuştur (TRT, 2012). TRT, internet ortamında eski içerikleri sunmak yerine yenilerini üretilmesi gerektiği yönündeki eleştirilere karşılık, TRT TV’den başlayarak ilerletilecek trans-medya prodüksiyonları üzerinde çalışmaktadır. Son dönemde faaliyet alanını yeni medyayı kapsayacak biçimde genişletme çalışmaları yapan TRT’nin, sayısal dönemde bir kamu hizmeti medyası olarak yapılanabilmesi için, hem geleneksel yayıncılık alanında hem de yeni medya hizmetleri açısından izleyicinin ihtiyaçlarına cevap veren güvenilir bir içerik sağlayıcısı olması gerektiği açıktır. Bu noktada ise Avrupa’nın kamu hizmeti yayıncılığı yapan öncü Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 73 kurumlarının, kamu hizmeti medyasına dönüşme süreçlerinin iyi analiz edilerek, toplumun sosyal, kültürel, demokratik ihtiyaçlarına cevap verecek yeni medya hizmetlerinin öngörülmesi gerekir. Bu süreçte ilk adım olarak İngiltere, Almanya, Norveç gibi ülkelerdeki uygulamalar göz önünde tutularak, erişebilirlik, kalite, etki ve maliyet parametreleriyle bir uygulama öncesi testi geliştirilebilir. TRT’nin sunduğu yeni medya uygulamalarında kamu hizmeti görevinin ne oranda yerine getirildiğini ortaya koymak açısından önemli olan bu test, kurumun gelecekteki multimedya platformu konumunu da meşrulaştıracaktır. Sonuç Rekabetçi politikalar, yeni teknolojiler ve yöndeşme nedeniyle tekel konumunu kaybeden, bütçe kısıtlamaları ve siyasi baskılarla karşı karşıya kalan kamu hizmeti yayıncıları yeni dünya düzeninin koşullarına uyum sağlamak için çözüm arayışına girmiş ve zorunlu olarak teknolojik, ekonomik ve program stratejilerini gözden geçirmek durumunda kalmışlardır. Temel işlevleri dışında her konuda değişim yaşayan kamu hizmeti yayıncılığı anlayışı, bir yandan serbest piyasa ekonomisinin getirdiği rekabet koşullarına adapte olmaya, diğer yandan mali, teknolojik ve izlerkitle talebiyle ilişkili sorunlarla başa çıkmaya çalışmaktadır. İkili yayın sisteminde piyasanın baskısını üzerinde hisseden kamu hizmeti kurumları, yeni koşullarla baş edebilmek için pragmatik bir tavır takınmışlardır. 1980 ve 1990’larda yayın tekellerinin ortadan kalkmasıyla özel kanallarla rekabete girişen kamu hizmeti kurumları, artan maliyetler ve düşen gelirlerini dengeleyebilmek, hem izleyicileri hem de reklamverenleri memnun edebilmek için daha popüler programlar üretmeye başlamışlardır. Gelir kalemleri devlet tarafından belirlenen kurumlar ise, bütçe kısıtlamaları yüzünden, program satışı gibi tecimsel yollara başvurarak gelirlerini artırmaya çalışmışlardır. Kamu hizmeti yayıncılığının içeriğini, dağıtımını, tüketimini kuşatan teknolojik gelişmeler ise, kamu hizmeti yayıncılığının hem teknik hem de siyasal-kültürel gerekçelerini zayıflatmıştır. Kablo, uydu ve tüm teknolojileri ilga eden sayısal teknoloji, bir yandan frekans kısıtlı- 74 • iletiim : arat›rmalar› lığını ortadan kaldırmış, öte yandan farklı medyaların ortak özelliklerini birleştiren yöndeşme olgusuyla iletişimi hem bireysel hem de uluslararası bir etkinliğe dönüştürmüştür. Tüm bu gelişmeler, kamu hizmetinin meşruiyet iddialarının tartışılmasına ve felsefi temellerinin sarsılmasına neden olmuştur. Yeni sayısal hizmetleri kapsayan bir kavram olarak “kamu hizmeti yayıncılığı” yerine önerilen “kamu hizmeti medyası” ise, artık “izlenirlik” ya da “erişim” gibi kavramlarla açıklanamayacak denli karmaşık bir yapı sergilemektedir. Bu nedenle teknolojik değişimi yakından takip eden Batı Avrupa’nın köklü kamu hizmeti yayıncıları sayısal ortamda izlerkitlesine hizmet verebilmek ve konumlarını koruyabilmek adına kendilerini yeniden yapılandırmaktadır. Kamu hizmeti yayıncılığı için söz konusu olan bu süreçler kaçınılmaz olarak TRT’yi de etkilemiştir. Özel yayıncılığın Türkiye’de başlamasıyla reklam gelirleri azalan TRT, iktidar partilerinin kontrol aracı olarak kullandığı gelir kalemlerinin kısılmasıyla mali sorunlar yaşamaya başlamıştır. Ancak, daha da önemlisi, Anayasa’da özerkliği hükme bağlanan TRT’nin bu durumunu düzenleyen yasa değişikliğinin ancak aradan 15 yıl geçtikten sonra yapılmasıdır. 2008 yılında TBMM tarafından kabul edilen 5767 sayılı Kanun, 1983 tarihli 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu’nun 1. Maddesi’nde değişiklik yapmış ve TRT’nin özerkliğine yasal mevzuatta da yer vermiştir (TBMM, 2008: 1). Ancak yapılan bu değişikliğin TRT’nin fiilen özerk olması konusunda yeterli olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla fiilen mali, yönetsel ve ekonomik anlamda özerkliği olmayan TRT’nin bağımsız ve tarafsız yayın yapabilmesinin de önü açık değildir. TRT’nin sayısal dönemdeki yayın politikaları ise, yayıncılık standartlarını benimsediği Avrupa ile paralellik göstermektedir. Sayısal dönemde küreselleşen iletişimin eğilimlerini takip eden TRT, özel ilgi alanlarını ve izleyici beğenilerini hedefleyen “haber, spor, müzik, belgesel, çocuk” gibi tematik kanallara ağırlık vermekte; izleyici stratejilerini belirlerken ise, yöndeşmenin yol açtığı değişimi de göz önünde tutarak sayısal ve yeni medya üzerinden izleyicileriyle interaktif bir iletişim kurmanın altyapısını hazırlamaya çalışmaktadır. Ancak kuru- Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 75 mun merkezi konumu nedeniyle, yayın ilke ve politikaları açısından farklı bir yaklaşım söz konusu olmadığı için, söz konusu kanallar hedeflenen “çeşitlilik”, “çoğulculuk” ve “çok seslilik” beklentilerini karşılamamaktadır. Sayısal dönemde yeni medya üzerinden sunulan hizmetlerde de, farklı iletişim platformları ve sosyal medyanın da etkisiyle, genel yayın stratejileri yeterince etkin olamamaktadır. Sürekli değişen iletişim ortamında, sınır ötesi düzenlemeleri kopyalamak yerine, toplumdaki sosyo-kültürel farklılıkları gözlemlemek gerekmektedir. Bu nedenle TRT bir yandan kaliteli ve güvenilir bir içerik sağlamak, diğer yandan farklı sosyal grupları kapsayan izlerkitlesine ulaşabilmek için, etkileşim içinde bulunduğu Avrupa Birliği üyesi kamu hizmeti kurumlarından strateji transferi yapmak yerine, onların geçirdiği süreci analiz ederek yeni stratejiler üretmek durumundadır. Avrupa Yayın Birliği (EBU), sayısal çağda kamu hizmeti yayıncılarının, evrensel erişim ve içerik, editoryal bağımsızlık, hesap sorulabilirlik ve yüksek program kriterleri olmak üzere dört önemli sorumluluğu bulunduğunu vurgulamaktır (EBU-UER; 2006: 12). İçerik üretimi ve iletimi konusunda yeni olanaklar sunan sayısal yayıncılık, kamu hizmeti yayıncıları açısından, gelirlerin artırılması, izleyici oranlarının yükseltilmesi, markalarının güçlendirilmesi gibi konularda olumlu vaatler içermektedir. Eğer kamu hizmeti yayıncıları sayısal dönemde kurumlarını güçlendirip, liderlik rollerini sürdürebilmek istiyorlarsa, sosyal, kültürel ve teknolojik değişimlere hızla uyum sağlayarak, daima geleceğe hazır olmak durumundadırlar. 76 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça Bardoel, Johannes; d’Haenens, Leen (2008). “Reinventing Public Service Broadcasting in Europe: Prospects, Promises and Problems.” Media, Culture and Society 30(3): 337-355. Curran, James (1993). “Kitle İletişimi Araştırmasında Yeni Revizyonizm: Bir Yeniden Değerlendirme Çabası.” Medya İktidar, İdeoloji (der.). Mehmet Küçük. Ankara: Ark Yayınevi. 329-355. Çakmak, Erdem (2011). “Sayısal Karasal Televizyon Alıcılarının Yaygınlaştırılması.” Karasal Ortamda Analog TV’den Sayısala Geçiş Konferansı 25 Kasım 2011. İstanbul. Çaplı, Bülent (2001a). Televizyon ve Siyasal Sistem. Ankara: İmge Yayınları (2. Baskı). Çaplı Bülent (2001b). “Yayıncılığın Sayısallaşması-Belirsizlikler”, Medya Politikaları. (der.) D. Beybin Kejanlıoğlu, Sevilay Çelenk, Gülseren Adaklı. Ankara: İmge. 79-92. Çaplı, Bülent ve Hakan Tuncel (2005). Television Across Europe: Regulation, Policy and Independence:Türkiye Raporu. EU Monitoring and Advocacy Program Network Media Program. Ankara: Open Society Institute. DCMS (Department For Culture Media Sport) (2006). A Public Service for All: The BBC in the Digital Age. Londra: TSO. Debrett, Mary (2007). “Re-inventing Public Service Television, Communications, Civics, Industry”. http://www.latrobe.edu.au/ ANZCA2007/proceedings/Debrett.pdf. Erişim Tarihi: 12.06.2012. Donders, Karen; Pauwels Caroline (2008). “Does EU Policy Challenge The Digital Future Of Public Service Broadcasting?” Convergence: The International Journal of Research into New Media Technologies 14(3): 295311. EBU (Digital Strategy Group of the EBU) (2002). “Media with a Purpose, Public Service Broadcasting in the Digital Era”. http://www.ebu.ch/ CMSimages/en/DSG_final_report_E_tcm6-5090.pdf. Erişim Tarihi: 08.07.2012. EBU-UER (Digital Strategy Group of the EBU) (2006). “Public Service Media in the Digital Age.” http://www.ebu.ch/CMSimages/en/Media%20with%20 a%20Purpose%202_Nov06_tcm6-55353.pdf. Erişim Tarihi: 08.07.2012. Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 77 Enli, Gunn Sara (2008). “Redefining Public Service Broadcasting: MultiPlatform Participation”. Convergence: The International Journal of Research into New Media Technologies, 14(1): 105-120. Ersin, Nimet (2007). Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’de Program Üretim Süreci. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara. Haas, Josefa (2011). “The Public in Public Service Media by Gregory Ferrel Lowe.” International Journal on Media Management 13(2):157-159. Hallin, Daniel C; Mancini Paolo (2012). Comparing Media Systems Beyond The Western Wold. New York: Cambridge University Press. Humphreys, Peter (2008). “Public Policies for Public Service Media: The UK and the German Cases”. http://ripeat.org/wp-content/uploads/tdomf/1348/ Humphreys.pdf. Erişim Tarihi: 17.06.2012. Humphreys, Peter (2009). “EU State Aid Rules, Public Service Broadcasters’ Online Media Engagement and Public Value Tests: the German and UK cases compared.” Interactions: Studies in Communication and Culture 1(2): 171-184. Hürriyet (2003). “Elektrikte TRT Payı Düşürüldü”. 19 Nisan 2007. Hürriyet (2008). “Anten A.Ş.’ye Danıştay Engeli”. 6 Mart 2008. Jakubowicz, Karol (2007). “Public Service Broadcasting: A New Beginning or the Beginning of the End.” www.knowledgepolitics.org.uk. Erişim Tarihi: 01.08.2012. Karaoğlu, Mustafa (2011). Dünyada ve Türkiye’de Sayısal Karasal TV Yayıncılığı (DVB-T ve DVB-T2). Yayımlanmamış Radyo Televizyon Üst Kurulu Uzmanlık Tezi. Ankara. Keane, John (2002). “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümleri”. Medya, Kültür, Siyaset. (der.) Süleyman İrvan. Ankara: Alp Yayınları (2. Baskı). 293237. Kejanlıoğlu, Beybin; Adaklı, Gülseren; Çelenk Sevilay (2001). “Yayıncılıkta Düzenleyici Kurullar ve RTÜK.” Medya Politikaları (der.) D. Beybin Kejanlıoğlu, Sevilay Çelenk, Gülseren Adaklı, Ankara: İmge. 93-140. Kılıç, Muhsin (2011). “6112 Sayılı Kanun Kapsamında Yayın Lisans İşlemleri.” RATEM Bölge Toplantısı 5 Aralık 2011. Antalya. 78 • iletiim : arat›rmalar› Leurdijk, Andra (2006). “Public Service Broadcasting Dilemma’s and Regulation in a Converging Media Landscape.” http://ripeat.org/ wp-content/uploads/2010/03/Leurdijk.pdf. Erişim Tarihi: 14.05.2012. Lowe Gregory, Ferrell; Hujanen, Taisto (2003). Broadcasting and Convergence: New Articulations of The Public Service Remit. Göteburg: Nordicom. Michalis, Maria (2009). “Is the Public Interest Under Threat? Public Service Broadcasting, Market Failure and New Technologies: The View from the European Union.” Interactions: Studies in Communication and Culture 1(2): 185-201. Milliyet (2011). “TRT Payı Tepkisine TRT’den Açıklama”, (21 Aralık 2011), İstanbul. Moe, Hallvart; Syvertsen, Trine (2009). “Resarching Public Service Broadcasting.” The Handbook of Journalism Studies (der.) Karin WahlJorgensen and Thomas Hanitzsch, New York: Routledge. 398- 416. Moe, Hallvart (2010a). “Defining Public Service Broadcasting: The Legitimacy Of Different Approaches.” International Journal of Cultural Policy 17(1): 52-68. Moe, Hallvart (2010b). “Governing Public Service Broadcasting: Public Value Test in Different National Contexts.” Communication, Culture and Critique 3: 207-223. Murdock, Graham (2004). “Building the Digital Commons: Public Broadcasting In the Age of Internet.” The Spry Memorial Lecture 22 Kasım 2004. https://pantherfile.uwm.edu/type/www/116/Theory_ OtherTexts/Theory/Murdock_BuildingDigitalCommons.pdf. Erişim Tarihi: 06.06.2012. Mutlu, Erol (2001). “Ne Olacak Bu Kamu Yayıncılarının Hali?” Medya Politikaları. (der.) D. Beybin Kejanlıoğlu, Sevilay Çelenk, Gülseren Adaklı. Ankara: İmge. 23-78. Mutlu, Erol (2004). İletişim Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat (4. Baskı). Naranen, Pertti (2003). “The Opportunity Lost and Found? European Regulation of Digital Television.” Broadcasting & Convergence: Articulations of the Public Service Remit. (der.) Greg Lowe ve Taisto Hujanen. Gothenburg: Nordicom. 57-68. Yaylalı • Sayısal Çağda Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’nin Güncel Stratejileri • 79 Nissen, Christian S (2006). Public Service Media in The Information Society. Strasbourg: Council of Europe. Paçacı, Kadir Kaya (2006). Karasal Sayısal TV Yayıncılığı (DVTB-T), Geniş Bant Pazarına Etkisi ve Düzenleme Pespektifi. Yayımlanmamış Telekomünikasyon Kurumu Uzmanlık Tezi. Ankara. RTÜK (2012a). 4.9.2012 tarih ve 2012/50 sayılı Üst Kurul Toplantısı’nda alınan 1 No’ lu karar, Ankara. RTÜK (2012b). 1.11.2012 tarih ve 2012/60 sayılı Üst Kurul Toplantısı’nda alınan 3 nolu karar, Ankara. Sabah, “Anten A.Ş. Kuruldu İptal Davası Açıldı”. 19 Nisan 2007. Sabah, “Türkiye’de Bir Dönem Kapanıyor”. 10 Ağustos 2012. Steemers, Jeanette (2003). “Public Service Broadcasting is Not Dead Yet / Strategies in the 21st Century.” Convergence: New Articulations of The Public Service Remit. (der.) Taisto Hujanen ve Gregory Ferrell Lowe. Göteburg: Nordicom. 123-136. Steemers, Jeanette; Smith, Paul (2007). “BBC To The Rescue! Digital Switchover and the Reinvention of Public Service Broadcasting in Britain.” Javnost-The Public 14(1): 39-56. Soylu, Yücel (2012). “Sayısal Yayıncılık ve TRT.” Yakınsama ve Sayısal Yayıncılık Zirvesi 31 Mart 2012. İstanbul. Sümer, Burcu (2010a). The Impact of Europeanisation on Policy-making in Turkey: Controversies, Uncertainities and Misfits in Broadcasting Policy (19992009). Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Araştırma Dizisi, No:35. ATAUM: Ankara. Sümer, Burcu (2010b). “Avrupa Birliği ile Uyum Süreci Bağlamında Türkiye’de Yeni Yayıncılık Yasası.” Mülkiye, Cilt XXXIV, Sayı: 269. 199-224. Sümer, Burcu; Adaklı, Gülseren (2010). “Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo ve Televizyon Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkındaki Kanun Tasarısı Taslağı Değerlendirme Raporu”, http:// ilef.ankara.edu.tr/gorsel/dosya/1275562046RTUK_TASLAGI_ILEF_ GORUSU_2010.pdf. Erişim Tarihi: 11.02.2013. Taş, Oğuzhan (2006). “İletişim Alanında Yöndeşme Eğilimleri: Teknoloji, Pazar ve Düzenleme.” Kültür ve İletişim 9(2): 33-62. 80 • iletiim : arat›rmalar› Thomas, Barbara (2003). “Knowledge Society and Public.” Convergence: New Articulations of the Public Service Remit. (der.) Taisto Hujanen & Gregory Ferrell Lowe. Göteburg: Nordicom. 29-39. TBMM (2008). “Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu ile Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/ k5767.html. Erişim Tarihi: 24.03.2013. TMMOB (2007). “Tartışmalı Anten A.Ş. Davasıyla Beraber Kuruldu”, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Haber Bülteni 2007/3. Ankara. Tracy, Michael (1998). The Decline and Fall of Public Service Broadcasting. Oxford: Oxford University Press. TRT (2011). Türkiye Radyo Televizyon Kurumu 2011 Faaliyet Raporu. Ankara. TRT Yayın Denetleme ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı (2012). TRT Genel Yayın Planı. Ankara. Verstraeten, Hans (2002). “Medya ve Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü.” Medya, Kültür, Siyaset (der.) Süleyman İrvan. Ankara: Alp Yayınları (2. Baskı). 339-378. Yücel, Taha (2011). “Görsel-İşitsel Medya Sektöründe Değişim.” Karasal Ortamda Analog TV’den Sayısala Geçiş Konferansı 25 Kasım 201l. İstanbul. 81 Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: Avrupa Yakası Örneği Zehra Çelenk Özet Bu çalışmada Türkiye’de televizyon programcılığının önemli açmazlarından birini oluşturan “sürdürülebilirlik” problemi, yerli durum komedileri ekseninde incelenmiştir. Televizyon anlatısının özgül niteliklerinden birini oluşturan “sonlanmama” eğilimi, sürdürülebilirliği, gerek TV formatları gerekse tek tek yapımlar düzeyinde önemli kılmaktadır. Sürdürülebilirlik kavramı, televizyona ilişkin tartışmalarda ve akademik çalışmalarda zaman zaman dile getirilmekle birlikte şimdiye dek adlandırılamamış ve derinlemesine irdelenmemiş bir problemi ifade etmek üzere geliştirilmiştir. Çalışmanın ana varsayımı, büyük ölçüde Türkiye televizyon ortamının “kısa dönemli eğilimlere yaslanma” gibi niteliklerinin ürünü olan sürdürülebilirlik probleminin, yerli durum komedilerinde gündelik gerçeklikten fantazyaya kaçışa neden olduğudur. Bölüm içeriklerinde tekrarlara neden olan bu problem, “rüya, parodi, mistik öğeler” gibi, gündelik gerçekliğin ve öykü dünyasının dışında yer alan öğelerin giderek ağırlık kazanmasına yol açarak anlatıya masalsı-mitik bir nitelik kazandırmaktadır. Bu varsayım, Avrupa Yakası adlı durum komedisi örneği üzerinden, senaryo çözümlemesi yöntemiyle sınanmıştır. Çalışmada ayrıca Türkiye’de, bir popüler alt tür olarak durum komedisinin yerlileştirilme çabaları, sürdürülebilirlik olgusu ekseninde değerlendirilmiştir. Anahtar Sözcükler: televizyon, durum komedisi, tür, sürdürülebilirlik, anlatı yapısı The Problem of Sustainability in Domestic Sitcoms: The Case of Avrupa Yakası Abstract This study focuses on the problem of “sustainability” in sitcoms, which is one of the major troubles of Turkish TV programming. The predisposition towards “unendingness” is central to the TV narration and it makes sustainability a critical issue either in the context of TV formats in general or in regards to specific productions in particular. Sustainability as a concept is developed as an analytical tool to identify a problem that has been significant neither in academic nor in practical debates on television. This study suggests that the problem of sustainability is a by-product of the television programming environment in Turkey, which heavily relies on short term predispositions, has also offered an escape from the realities of everyday life and towards fantasy. This assumption is further discussed in the light of the textual analysis of the sitcom series Avrupa Yakası. The sustainability problem as it appears in this sitcom results with repetitions from one episode to the other in various narrative forms such as “dream”, “parody”, or “mystical things,” which are not part of real life and all have a fantabulous-mythical feature. In this article, furthermore, the efforts of nationalizing the sitcoms as a popular sub-category are assessed on the axis of sustainability. Keywords: television, sitcom, genre, sustainability, structure of narrative iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 81-114 82 • iletiim : arat›rmalar› Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: Avrupa Yakası Örneği Yerli dizilerde senaryoya dair problemler, parlak fikirlerin, güçlü konuların, iyi senaryoların yokluğu biçiminde farklı mecralarda sıklıkla dile getirilmektedir. Televizyon anlatısının gereksindiği “süreklilik/sürdürülebilirlik” kavramları ise dizilerin üretim sürecinde gereğince dikkate alınmadığı gibi, asıl sorunun ne olduğu konusunda da bu kavramların adı pek geçmez. Bu çalışma, televizyon anlatısının ana ilkesini oluşturan, yerli durum komedilerinde ise anlatı yapısının özgün bir boyutu olarak öne çıkan sürdürülebilirlik meselesini çeşitli yönleriyle ortaya koymak amacını taşımaktadır. Sürdürülebilirlik kavramı, akademik çalışmalarda şimdiye dek derinlemesine ele alınmamış hatta adlandırılmamış bir problemi açımlamak üzere geliştirilmiştir. Masallardan tiyatro oyunlarına, sinema filmlerine hemen hemen tüm anlatılar şu veya bu biçimde sonlanırken gerek yayın akışının devamlılığı, gerekse de televizyon yapımlarının bölümlere yayılan parçalı yapısı nedeniyle “sonlanmama/kapanmama” ilkesi etrafında kurulu oluşu, televizyon anlatısını diğer anlatılardan ayıran en önemli özelliklerden biridir. Dramalarsa, yayın akışının bu nihayetsiz yapısı içinde özel bir öneme sahiptir. Durmaksızın akan televizyonun temel anlatısal stratejilerinden biri olan sürdürülebilirlik ilkesi, yerli televizyonlara daha çok 2000’lerden itibaren, Batı’dan ithal bir tür olarak giren durum komedilerinde başlı başına bir amaca dönüşür. Anlatı stratejilerinin çözümlenmesinin, Aristoteles’in Poetika’sındaki (1998) tragedya, komedya incelemesinden bu yana, gerek sanat olgusunun gerekse de popüler kültür ürünlerinin incelenmesinde önemli bir yeri vardır. Tüm popüler türler gibi komedyanın da anlatabildiklerinin, anlatma biçimiyle ilişkili olduğu ve her dönemin toplumsal, kültürel Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 83 özgüllüklerinin belirli bir anlatım biçimine denk düştüğü söylenebilir. Durum komedilerinde sürdürülebilirlik meselesi, türün toplumsal olarak ne söylediği ya da neyi ne kadar söyleyebildiği gibi meselelere hem sınır koyan hem de bu sınırı kimi zaman muhalif okumalara izin verecek biçimde kıran bir ilke olarak teorik bir ilgiyi hak etmektedir. Çalışma, bu bağlamda türün toplumsal işlevi ya da ideolojik işleyişine ilişkin çözümlemelere, yapısal/anlatısal sınırlılıkları göstermeye çalışarak katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Sektörel bağlamda sürdürülebilirlik meselesi iki farklı biçimde değerlendirilebilir: İlki, bir program türünün sürdürülebilirliğidir. Bu tanım, çalışmada, yerel anlatısal geleneklerle kolayca saptanabilir bir bağı olmayan, yeni veya ithal bir program türünün televizyon yayın ortamındaki kalıcılık olasılığını ifade etmek üzere kullanılmıştır. İkincisi ise tek tek yapımların sürdürülebilirliğidir. Televizyon filmleri ve birkaç bölümlük mini diziler dışında televizyondaki dramatik yapımların tümü, birkaç sezona, yıllara uzanan bir vadede yayında kalma hedefiyle üretilirler. Bu durum, televizyon dizilerinin tasarım ve yayın süreçleri boyunca, yayın ortamının özgül koşulları ve bu koşulları şekillendiren sosyo-kültürel dinamikleri de içerecek biçimde, sürdürülebilirlik kavramını göz önünde bulundurmayı gerektirir. Oyuncu seçiminden bölüm maliyetine, yayın saatinden tanıtıma değin pek çok farklı öğe içeren karmaşık yapım sürecinin ilk ve en önemli halkası, senaryodur. Bir dramatik yapımın sürdürülebilirliği, her şeyden çok senaryo yapısı ve içeriği ile ilintilidir. Tür ve format farklılıklarına karşın, geleneksel üç perdelik anlatının çatışma, kişileştirme düzeni, diyaloglar gibi öğeleri bağlamında tüm dramatik yapımlar bazı ortak özellikler gösterir. “İyi” yahut sürdürülebilir 84 • iletiim : arat›rmalar› senaryonun sihirli bir formülü olmadığı gibi, popüler yapımlarda geleneksel yapıyı kırılmaya uğratan, yenilikçi öğelere de rastlanabilmektedir. Ancak senaryo tekniğine dair bu tür unsurların gerek tasarım-yazım süreçleri gerekse de senaryo çözümlemeleri açısından en azından bir yol haritası oluşturdukları açıktır. Yerli dizilerin tasarım ve üretim süreçlerinde yeterince göz önünde bulundurulmayan sürdürülebilirlik meselesi, sezonlar ilerledikçe, izleyicide tekrar duygusu uyandıran bölüm içeriklerinin ağırlık kazanmasına ve gerek zaman/uzam algısı gerekse türsel özellikler bakımından beklenmedik kırılmalara neden olmaktadır. Yerli anlatı gelenekleriyle bağlantılı olduğu ileri sürülebilecek “gündelik/sıradan” olana kafa yormaya dair bir düşünme alışkanlığı/hikâye etme biçimi yoksunluğunun yerli durum komedilerinde fantazyaya, dramalarda ise melodrama kayış biçiminde gerçekleşen bir kırılmaya yol açması, bu çalışmanın temel varsayımlarından biridir. Bu kırılmanın, tümüyle ithal bir format olan durum komedisinde anlamlı biçimde gözlenebileceği düşünülmüştür. Çalışmada, durum komedilerinin tarihsel gelişimi, anlatısal yapısı, stratejileri ve komedi türünün ülkemizdeki gelişimi değerlendirildikten sonra, yukarıda yer verilen varsayımlar, Avrupa Yakası1 adlı durum komedisi üzerinde, anlatı çözümlemesi yöntemiyle sınanmıştır. Çözümlemede senaryonun yapısı ve temel öğelerine dair, genel kabul görmüş dramaturjik kavramlaştırmalardan ve Batılı bir tür olan durum komedisinin uylaşımlarından yararlanılarak analiz kategorileri belirlenmiş ve özgül bir çözümleme çerçevesi oluşturulmaya çalışılmıştır. Avrupa Yakası, türün sınırlarını zorlayan bazı özellikleriyle birlikte, birkaç sezon boyunca geniş bir izleyici kitlesine ulaşmayı başaran yerli durum komedilerinden biri olması nedeniyle seçilmiştir. Televizyonun Anlatı Yapısı Kurmaca ya da gerçek olayların öykülenmesini ifade eden anlatı kavramı, postmodernistler tarafından daha genel bir anlamda, bilimsel olduğunu iddia eden söylemleri de kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. ••• 1 Çözümlemede, Avrupa Yakası’nın 2004 yılında ATV’de yayınlanan, on dokuz bölümlük birinci sezonu esas alınmıştır. Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 85 (Mutlu 1995: 41). Anlatının geniş ve dar kapsamlı iki ayrı tanımının yapılabileceğini belirten Landa ve Onega’ya göre (9-10), anlatının geniş kapsamlı Aristotelesçi2 tanımı, “olay örgüsü bulunan bir yapıt” iken, dar kapsamlı tanımıysa “anlatıcısı bulunan bir yapıt”tır ki bu ikinci tanımlama ilkesel olarak tiyatro ya da sinemayı dışta bırakır. Günümüzde ise sinema, tiyatro, tarih, reklam gibi tam anlamıyla anlatı olarak tanımlanmayı gerektirmeyenler dahil olmak üzere, yazınsal olan ya da olmayan pek çok tür anlatıbilimsel incelemeye konu olmaktadır. Televizyon metinleri de masallar, öyküler ya da filmler gibi birer anlatıdır. Anlatı kuramı (narrative theory), 1920 sonlarında, Vladimir Propp ve Rus biçimci eleştirmenlerinin çalışmalarıyla kurulan, günümüze kadar çok sayıda dilbilimci, antropolog, yazın eleştirmeni, göstergebilimcinin incelemeleriyle geliştirilen ve çeşitli anlatıların yapısal özelliklerini irdeleyip anlatılara ilişkin genel ve açıklayıcı modeller geliştirmeyi amaçlayan bir yaklaşımdır. Anlatısal yapıtın çeşitli katmanlarının etkileşimine odaklanan kuram, öykü özeti ve olay örgüsü yapısı, farklı karakterlerin kumanda ettiği aksiyon alanları, anlatısal bilginin nasıl kanalize olduğu, bakış-görüş açısı ile nasıl denetlendiği gibi unsurları inceler. Tüm anlatı biçimlerinin araç söz konusu olmaksızın ortak yapısal karakteristikleri ve düzenlilikleriyle ilgilenir. Anlatı çözümlemesi ayrıca gerçek anlatıların birbirlerinden farklılaşma tarzlarını da özgülleştirir (Mutlu 1995:42-43). Televizyon, sözlü anlatı geleneklerinden edebiyat ve tiyatroya, her tür anlatıdan beslenerek gelişmiştir ancak hareketli görüntülerin kaydı üzerine kurulu oluşu ve görüntü ile sözün bir aradalığı gibi özellikleri nedeniyle tüm diğer anlatı biçimlerinden çok sinema ile ilişkilendirilir. Yapıma ilişkin sınırlılıklar ve zamanın kullanım biçimi bakımından, televizyon anlatısı tiyatro ile de paralellikler içerir. Az sayıda mekân ve karakter içermesi, diyalogların özellikleri nedeniyle bu “teatrallik” durum komedilerinde gözle görülür bir hal alır. Kozloff, televizyon anlatısının farklılığını anlayabilmek için öykü/ söylem ayrımına üçüncü bir düzey eklemek gerektiğini söyler: “Yayın ••• 2 Aristoteles’in Poetika’sı, tragedya türüne odaklanmış olsa da olay örgüsü kullanan tüm türlere uygulanabilecek olağanüstü anlatıbilimsel sezgiler sunması nedeniyle, ilk anlatıbilimsel metin sayılmaktadır (2002:9). 86 • iletiim : arat›rmalar› akışı”. Kozloff, “yayın kuruluşunun program akışının daha geniş söylemi içinde anlatının yerleştirilişinin öykü ve söylemi nasıl etkilediği” ile ilgili olarak önem taşıdığını belirtir (akt. Çelenk, 2005: 70). Televizyonda yayın akışı, anlatıya anlamlandırma düzeyinde etki eden yapısal bir bileşendir. Batı televizyonlarındaki geçmişi altmış yıl öncesine uzanan durum komedileri bugün de yayın akışının vazgeçilmez parçalarındandır. İzleyiciyle kurdukları ilişki büyük ölçüde televizyonun tüm kurgusal türlerine atfedilen “günlük hayattan kaçış” olgusundan beslense de, günlük hayatı/gündeliği kullanma biçimlerinin özgünlüğü durum komedisi anlatısının en cazip yönlerinden biridir. “Hiçbir Şey” Üzerine Uzun Bir Öykü: Durum Komedilerinin Tarihsel Gelişimi ve Türsel Özellikleri Durum komedisi (situation comedy-sitcom), 1920’lerde radyo için geliştirilen ama zamanla televizyonun en gözde formatı haline gelen bir komedi alt türüdür. Geleneksel olarak, bağımsız içeriklere sahip yirmi dört- otuz dakikalık bölümlerden oluşan durum komedilerinde, kişiler ve mekânda süreklilik esastır. Her bölümde bir ya da iki komik öykü çizgisi ev, işyeri gibi bildik bir ortama yerleştirilir. Durum komedileri başlangıçta canlı bir stüdyo izleyicisinin önünde çekilip canlı olarak yayınlanmaktaydı. 1960’larda videobant kaydının başlamasıyla programlar kayda alınıp çekimden haftalar hatta aylar sonra gösterilmeye başlandı. (Kelsey, 1995: 23). Günümüzde bazı dizilerin bir-iki bölümünde türün geçmişine saygı duruşu niteliğindeki uygulamalar dışında canlı stüdyo seyircisinin gülüş ve alkışları yerini tümüyle efektlere bırakmıştır. Mintz’e göre (115) “gülme kuşağı”nın (kahkaha efekti) varlığı, durum komedisine neredeyse bir meta-drama özelliği kazandırır. Seyirci komik bir etkinliği içeren bir tür oyun veya gösteri izlediğinin farkındadır. Durum komedisi ile ilgili çalışmaların çoğu, türün, commedia dell’arte’den başlayarak popüler tiyatrodan, sessiz sinemaya ve radyo komedilerine uzanan bir çizgide Batı komedi geleneğiyle olan ilişkisi- Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 87 ni ve komedi-dramayla bağlantısını kabul ederek işe başlar. “Durum komedisinin kökleri tabii ki on sekizinci yüzyıl sahnesinde görülen farsa, kaba komediye, karmaşıklık komedilerine veya Punch and Judy’yi bile kapsayacak şekilde sessiz filmlere kadar uzanır” (Newcomb’dan aktaran Mintz, 1985: 115). Durum komedisinin, format olarak kaynağını Amerika’daki “eski radyo çağı”ndan aldığı yaygın bir görüştür (Mintz, 1985; Hamamato, 1991). Neale ve Krutnik (1990) ise, birçok diğer televizyon türü gibi durum komedisinin de aslında radyoyla doğmayıp “tekrarlanabilir anlatının” tüm formlarından beslenerek geliştiğini söyler. Jack Gladden (akt. Neale ve Krutnik, 1990: 227), evcil durum komedisinin kökenlerinin izini, 1870'lerde ve 1890’larda Amerikan gazetelerinde yayınlanan ev yaşamına ilişkin skeçlere değin sürmüştür: Durum komedilerini, gelmiş geçmiş en popüler türlerden biri haline getiren unsur, bu gazete skeçlerinde gözlenebilir: Orta sınıfı hedef alan bir “gündelik gerçeklik” algısı; “günlük, basit, küçük şeyler” etrafında dönme olgusu. Orta sınıf çekirdek aile hayatının basit, olağan pratikleri aracılığıyla “gündelik”i prime-time’ın başköşesine oturtan türün Amerikan televizyonundaki ilk örneği Kasım 1947’de Dumont Television Network’ta yayına başlayan 15 dakikalık Mary Kay and Johnny’dir. İngiltere’de ise, BBC televizyonunun 1946 sonlarından 1947 başlarına değin yayınladığı Pinwright’s Progress, türün televizyondaki ilki olarak kabul edilmektedir. Merriam Webster Dictionary’de, durum komedisi sözcüğünün, I Love Lucy dizisi ile eşzamanlı olarak 1951’de üretildiği belirtilmiştir. Mintz’e göre (109) tüm zamanların en popüler ve belki de en iyi durum komedisi olan I Love Lucy, taşıdığı absürd öğelere ve olağanlıkla çılgınlığın Ionescovari yanyanalığına rağmen, türün hemen hemen tüm karakteristiklerini barındıran tipik bir örnektir: Her zaman son derece mantıklı bir biçimde başlardı. Normal, ortalama bir Amerikan ailesi, normal, ortalama bir “Amerikan kararı” verirdi. Buna ikna olabilirdiniz: Aynı şey sizin de başınıza gelebilirdi. Ve sonra, 88 • iletiim : arat›rmalar› hiçbir uyarı olmaksızın, görünmez bir köşeyi döner ve şu öteki boyuta geçerdiniz. Mantık, tümüyle kontrol dışı olarak, kendini pencerenin dışına sürüklerdi. Diyalog geride kalır ve insanlar inanılmaz şeyler yapmaya başlardı; çılgınca şeyler. Ekranlardaki yerini günümüze değin koruyan evcil komedi, izleyi- ciye tipik Amerikan ailesinin idealize bir versiyonunu sunar. Haggins (1), Amerikan durum komedilerindeki aile temsillerinin, türün başlangıcından günümüze, Amerikan rüyası mitinin yeniden inşası etrafında kurulduğunu söyler; ona göre bunu, durum komedisinden daha iyi biçimde başaran başka bir televizyon türü de yoktur. Durum komedisine ilişkin çalışmaların çoğu, farklı düzeylerde bir alt türler tanımlamasına yer verse de, türe ilişkin en önemli ayrım Hora- ce Newcomb’a aittir: Durum komedisi ve evcil komedi (aile komedisi). Newcomb’a göre (akt. Feuer, 1987: 125), durum komedileri gücünü büyük ölçüde mizahtan alırken, statik bir ev atmosferinde geçen evcil komedide daha sıcak bir atmosfer ve insani değerlere doğru derin bir yönelim vardır. Newcomb’a göre (akt. Feuer, 1987: 125) bağlamı olaylar- dan kişilere kaydıran evcil komedide sorunlar “duygusal ve zihinseldir” ve çözüm sürecinde karakterler az da olsa bir değişim geçirir, genellikle de “insan doğası konusunda bir şeyler öğrenirler. Durum komedisine ilişkin farklı yaklaşımlarda önemli bir ayrım çizgisi, türün geleneksel komediyle akrabalığına ilişkindir. Newcomb (akt. Feuer, 1987: 123) “toplumun restorasyonu ve devamına yardım ettiğini” savunduğu türün, geleneksel komedi-dramayla olan bağlarını vurgularken, Grote (67) durum komedisinin geleneksel komediden çok daha aşağı bir düzeyi temsil ettiğini savunur. Durum komedisi aşağı yukarı otuz yıl gibi kısa bir sürede iki bin yıllık komedi geleneğinden ayrılan, tamamen kendine özgü bir komedi biçimi oluşturmuştur. Gele- neksel komedi, “boş” bir durumdan başlayıp bir şeyler inşa ederek bir olay örgüsü oluşturur. Durum komedisi ise bunun tam tersini yapar; yani muazzam bir yapı ile başlar, düğüm bölümündeki kimi flörtleşme- Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 89 lere rağmen de hiç değişmeksizin, başladığı durumda son bulur. Grote (67) bunu “durum komedisinin durumları” olarak isimlendirir: Televizyondaki durum komedisinin temel olay örgüsü çizgisellikten çok daireseldir. Geleneksel komedi olay örgüsünde, sözgelimi bir genç kız veya erkekten oluşan karakterler bir A noktasından başlar ve genellikle yatak olarak düşünülebilecek bir B noktasına varmaya çalışırlar. Olayların çapraşık hale gelmesi veya karmaşıklık düzeyi, sonuç açısından fazla önem taşımaz; karakterler oyunun sonunda A dan B ye ulaşmışlardır. Durum komedisinde ise karakterler A noktasındadır ve bulundukları yerden ne denli hoşnutsuz olsalar da başka bir noktaya gitmek istemezler. Grote, net ve karamsar bir söyleyişle, durum komedisinin, geleneksel komedide var olan değişmeye, hatta her tür değişime karşı olduğu genellemesiyle, “komedinin sonunu” temsil ettiğini savunur. Türe ve türün içerdiği dönüşüm potansiyeline ilişkin çok daha olumlu bir yaklaşım David Marc’a aittir. Marc (akt. Mintz, 1985: 115), “yazar”ın varlığına vurgu yapar ve bunun durum komedisi gibi sıradan ve statik bir türde bile dönüştürücü ve bozucu bir rolünün olduğunu ileri sürer. Sanes (9), durum komedisi mizahının günlük yaşamın zorluklarına verdiğimiz tepkilerin alaycı bir portresini çizdiğini söyler ve türün, insan hayatının bu merkez çatışmasına odaklanma becerisiyle diğer popüler türlerden ayrıldığını belirtir. Durum komedilerinde tarza ilişkin önemli bir ayrım, Amerika ve Britanya örnekleri incelendiğinde ortaya çıkar. Düzinelerce yazardan oluşan ekipler çalıştıran Amerikan durum komedilerinin aksine, geleneksel Britanya durum komedisi, bir ya da iki yazar tarafından yazılır. Amerikan durum komedilerinde temel hedef yarım saat içine mümkün olan en fazla espriyi sıkıştırmaktır; bu durum da çok boyutlu karakterlerin oluşturulmasını güçleştirebilmektedir. Britanya’da ise, yazar sayısının azlığı akışın yönü konusunda daha fazla kontrole ve karakter ve konu gelişimi açısından daha iyi bir yapılanmaya olanak sağlar. Britanya durum komedilerinin bazılarında, Amerikan durum komedilerinde neredeyse hiç rastlanmayan hapishane, uzak bir gezegen gibi sıra dışı mekânlara ya da II. Dünya Savaşı türünden alışılmadık dönem kullanımlarına da rastlanır. 90 • iletiim : arat›rmalar› Durum Komedilerinde Anlatısal Yapı Televizyondaki dramatik yapımların sınıflandırılmasında üç ayrı tip öne çıkar: Seriler, serialler ve süren serialler. Seriler her hafta başlayıp biten bir öykü içerir. Serialler, ideal olarak, baştan planlanmış bir bölüm sayısına göre kurulan dizilerdir; her bölüm diğerinin devamı niteliğindedir. Süren serialler ise genellikle “arkası yarın” mantığı ile, uzayabildiğince uzayan pembe dizilerdir. Durum komedileri, bu üçlü ayrım içinde seri özelliğe sahip yapımlar olarak değerlendirilir. Durum komedilerinin her bir bölümü, kendi iç mantığına sahip, başı-sonu-ortası olan bağımsız birer öykü içerir. Süreklilikse, olayların akışından ziyade karakterler ve mekânlar aracılığıyla sağlanır. Durum komedileri, 90’ların popüler dizisi Seinfeld için sıklıkla söylendiği gibi, aslında “hiçbir şey” üzerinedir; gündeliği kutsar, “pireyi deve yapar”lar, unutulan bir faturadan geç kalınan bir randevuya dek tüm ufak sorunları “mevzu” haline getirirler. Bunda da tam isabet kaydederler çünkü ortalama insanın hayatı, bunların toplamından pek de fazla bir şey değildir. Durum komedilerinin anlatı evrenini, düzenli, güvenli ve görece değişime kapalı yapısıyla orta sınıfın gündelik yaşamı oluşturur. “Değişmezlik” ve “tekrarlanabilirlik” olgularının yanı sıra “mutlu son”lar da durum komedilerinin temel yapısal özellikleri arasındadır. Karakterlerin aslında kolaylıkla başa çıkılabilecek bir durumu büyük bir felaketmiş gibi algılamaları bir durum komedisi karakteristiğiyse de, kişilerin başına büyük felaketler gelmediği gibi, gerçek anlamda üzücü olaylara bile pek yer verilmez. Türün seri doğasının dayattığı biçimsel özellikler, konuların işlenişinde de bir kapalı ekonomiyi gerektirir. Bölümler arasında devamlılık gösteren durumların artması, birer bölüm içinde çözülecek yeni durumların yaratılmasını güçleştirecektir. Bu nedenle, “tekrar” kadar “unutturma” da, durum komedisi yapısının, sürdürülebilirlik açısından gereksindiği bir olgudur. Mellencamp (127), durum komedilerinin “boşluklar” ve süreksizliklerle anlatıyı rastgele kullandığını söyler: “Yorum bilgisi kodu beklentiyle dolu değildir, deşifre edilmesi gerekmez, bizi tuzağa düşürmez ya da bize yalan söylemez”. Seyirci anlatının geriliminden çok, keyifli bir gösteri beklentisi içindedir; Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 91 durum komedisinden beklenen şey, şu veya bu biçimde yaratılmış olsun, mutlaka komikliktir. Durum komedileri, abartma kapasiteleri bakımından absürdün sınırında gezinseler de, tam da bunu hedefleyen uç örnekler dışında, gerçeklikle absürd ve fantezi arasındaki sınırı pek aşmazlar. Ve “hiçbir şey”den söz ettikleri halde, ironik biçimde, insan hayatının en önemli mevzularını konu edinen, aşk-ölüm-ayrılık üçgeninde at koşturan pembe dizilerden daha hızlı bir iç ritme sahiptirler. Durum komedilerinin, kısa tarihi içinde evrimleşip belli yapısal dönüşümlerden geçerek, süreklilik gösteren “serial” biçimine doğru kaydığı görüşü giderek yaygınlık kazanmaktadır (Feuer, 1987). Yakın dönemli durum komedilerinde gerçekten de giderek artan biçimde devam eden öykü çizgilerine, bir sezon sonu kancası (cliffhanger) kullanmak ve karakterler arasındaki aşk ilişkilerini sezonlara yayarak geliştirmek gibi birtakım pembe dizi özelliklerine rastlanmaktadır. Günümüzde TV komedisinde, kimilerince “sitcom’un ölümü” biçiminde adlandırılan bir dönüşüm süreci göze çarpmaktadır. Joanne Morealle (1), son dönemlerde kendi ayrılışlarına dikkat çeken ve vedalarına herkesi davet eden durum komedilerinin sayısının giderek arttığını belirtir: Seinfeld’in final bölümü, neredeyse kültürel bir gösteriye dönüşmüştür. 2000’li yıllarda Friends, Frasier, Everybody Loves Raymond gibi diğer popüler Amerikan durum komedileri de yine gösterişli vedalarla ekrandan ayrılmıştır. Tipik sitcom özellikleri barındıran tek tük örneklere halen rastlanmakla birlikte, son yıllarda Amerikan televizyonlarında yeni bir komedi anlayışının ağırlık kazandığı gözlenmektedir. Kahkaha efekti içermeyen, çok sayıda dış mekânın ve çoğunlukla da öykü dünyasının içinden bir anlatıcının yer aldığı, geri dönüşler ve ileriye sıçrayışların ağırlık kazandığı, daha fazla izleyici dikkati talep eden sözel esprilerin ve ironinin yoğunlaştığı bu dizilerden bazıları ülkemiz televizyonlarında da gösterilmektedir.3 ••• 3 CNBC-e’de yayınlanan Arrested Development, Scrubs, Malcolm in the Middle, My Name is Earl, How I Met Your Mother, Shameless, Modern Family gibi diziler bu yeni komedi anlayışının örnekleri olarak görülebilir. 92 • iletiim : arat›rmalar› Komik Gerçekmişgibilik Stephen Neale (2000), türlerin kendi gerçekliklerini kurma biçimleriyle ilgili olarak, gerçeklik ve gerçekmişgibilik arasındaki ayrımı vurgular. Tzvetan Todorov’un belirttiği gibi, iki farklı gerçekmişgibilik boyutu söz konusudur: Eserin edebi söylemle ilişkisini oluşturan “türsel gerçekmişgibilik” (generic verisimilitude) ve bizi kurmacanın dışında kalan dünyanın normlarına, değerlerine ve ortak duyusuna yönlendiren “kültürel gerçekmişgibilik” (cultural verisimilitude). Gerçekle daha fazla bağdaştırılan bu ikinci gerçekmişgibilik boyutu, söylem ve gerçeğin kendisi arasındaki ilişkiye değil, söylem ve okuyucu-izleyicilerin doğru olduğuna inandıkları şeyler arasındaki ilişkiye dayalıdır (Neale ve Krutnik, 1993: 83–86). Türsel gerçekmişgibilik, türsel uylaşımlarla sağlanır; sözgelimi bir kadın ve erkeğin karşılıklı yanlış anlaşılmalar sonucu nikâh masasına kadar gitmeleri gibi gerçek yaşamda pek rastlanmayacak bir durum, bir durum komedisinde gayet eğlenceli ve inandırıcı bir bölüm öyküsü haline gelebilir. Öte yandan yine bir durum komedisinde bir çiftin evlilik dışı beraber yaşaması, Batılı izleyici tarafından son derece normal karşılanırken yerli izleyici çoğunluğunda yadırgatıcı, yabancılaştırıcı bir etkiye yol açabilir. Türsel ve kültürel gerçekmişgibilik-alımlama ilişkisi bu tür örneklerle sınırlandırılamayacak derli karmaşık ve yalnızca tek tek yapımların değil, tür ve formatların da sürdürülebilirliği üzerinde ön belirleyiciliğe sahip (predeterminative) bir ilişkidir.4 Neal’a göre (91) komedi ve genelde ‘komik olan’, kendi türsel gerçeklik rejimine ve türsel decorum’una, kendi genel normlarına, oydaşım ve kurallarına sahiptir. “Komik gerçekmişgibiliğin” (comic verisimilitude) en ilginç noktalarından biri, komedide umulmayanın gerçekleşmesinin umulabilir oluşudur. “Gag”ler ve espriler nevraljik noktalarda ve geleneksel anlamda sansürlenmiş ya da ayıplanmış ••• 4 Sözgelimi Batı televizyonlarındaki gelmiş geçmiş en popüler dizilerden biri olan X Files’ın yerli uyarlaması Sır Dosyası, izleyiciden yeterli ilgiyi görmediği için birkaç bölüm sonra ekrandan kaldırılmıştır. Buna karşılık olağanüstü-gizemli öyküler etrafında dönen, “Azrail”, “hızır” gibi İslami motiflerden sıkça yararlanan Sır Kapısı ve benzeri programlar uzun bir dönem boyunca popülerliğini korumuştur. Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 93 noktalarda ifade şansı bulurlar ve izin verilebilir, kurumsallaşmış bir işlev sergilerler.” Beklenmedik olanın beklenebilir hale gelmesi gibi, sosyal ve kültürel sapma stereotiplerinin diğer türlere oranla yaygınlık göstermesi de komedinin özelliklerinden biridir. Sözgelimi aptallık, boş akıllılık, delilik ya da çakırkeyiflik, komedideki geleneksel olmayan konuşma ve davranışların bildik biçimleridir; bazı stereotiplerin temellerini şekillendirirler. Neale’e göre (93-94) bunlara fiziksel sapma stereotiplerini yani sözgelimi, çirkin’i, çok yaşlı’yı, çok genç’i, paspal kadını, tuhaf yabancı’ yı eklediğimizde, komedinin sık sık önyargıdan yararlandığını veya ırkçı ve seksist stereotipler kullandığını görmek pek de şaşırtıcı olmaz çünkü komediler bizlere hali hazırda, kültürel ve sosyal normlardan sapan imaj setleri sunmaktadırlar. Neale (93-94), özetle, tüm komedi türlerinin belirli bir düzeyde “gerçeğe-benzemeyen/gerçeklik karşıtı” (non/anti-verisimilitude) öğeler içerdiğini belirtir. Ancak bu durum ve genel olarak beklenmediklik, bir tür olarak komedinin temelini ve bizim ondan beklentimizi oluşturduğundan, ne komedi ne de komik şeyler doğal anlamda devrimsel ya da geliştirici değildir; doğal anlamda avangart olarak da görülememektedir. “Komik şeylerin zevki, ideoloji ile ilgili yanlış davranışın, sınırlarının yeniden çizilerek değiştirilmesi ile karmaşık bir şekilde ilgilidir”. Kişileştirme Düzeni Durum komedilerinde karakterler oldukça statiktir; istisnai durumlar dışında, başta ne iseler, on sezon sonra da tıpatıp aynı kişi olarak kalırlar. Bu statiklik olgusu parodilere konu olmuştur.5 Durum komedisinin cazibesinin kaynağını büyük ölçüde karakterlerinden aldığı yaygın bir görüştür. Türün “seri” özelliğinin izleyici açısından yarattığı zorluklar (yalnızca gündelik olanı içermenin uzun vadeli heyecan ve merakı saf dışı bırakması, olay ve durumların epizodikliği vb.) göz önünde bulundurulduğunda, karakterler ve ••• 5 Animasyonun karakterlerin dış görünüşünün sonsuza dek değişmeden korunmasına izin veren yapısının da etkisiyle, Simpsons çizgi dizisi, durum komedisinin bu özelliğini başarıyla parodileştirir. 94 • iletiim : arat›rmalar› mekânlar düzeyinde bir statikliğin neden türün temel karakteristiğini oluşturduğu daha iyi anlaşılabilir. İzleyici durum komedileriyle en çok, tanıyıp benimsediği karakterler aracılığıyla ilişki kurar, bu yüzden de karakterlere karşı kendisini rahat hissetmesi ve onlarla yeterli miktarda bağ kurabilmesi önemlidir. Gülmece unsuru da en az durumlar kadar, karakterlerin birtakım karmaşık durumları yaratmaya elverişli kişilik özelliklerinden kaynaklanır çünkü gülme “gülme beklentisi”yle de ilintilidir. Pek çok durum komedisi, uzun vadede sürdürülebilirliği olan komik durumlar yaratabilmek için, yaygın bir arketipler karışımını yeniden kullanır. Olay ve durumları yüzeysel biçimde ve sıklıkla da, çatışmaya neden olacak tarzda yanlış anlayan “sevimli aptal” (“Altın Kızlar” The Golden Girls’ün Rose’u; Cheers’in Woody’si (Coach); Friends’in Joey’i; Seinfeld’in Kramer’ı; Blackadder’ın Baldrick’i; Coupling’in Jeff’i…) ve diğer karakterlerden daha yüksek bir zekâya, deneyim ve olgunluğa ya da serüvenci bir ruha; dolayısıyla “dış dünya” deneyimine sahip “bilge” (Altın Kızlar The Golden Girls’ün Dorothy’si; Friends’in Chandler Bing’i; Cheers’in Dr. Frasier’i; Everybody Loves Raymond’ın Debra Baron’u) karakter gibi. Kaynağını Batılı komedi geleneğinden alan bu arketiplerin yanı sıra, durum komedisi altmış yıllık geleneği içinde kendi karakter ve tiplerini de yaratmıştır. Kişileştirme düzeninde tanıdık olanla yeninin başarılı varyasyonlarını oluşturmak günümüzün popüler durum komedilerinin ortak özelliklerinden biridir. Durum komedisi karakterleriyle izleyici arasındaki güçlü bağın daha dolaylı nedenlerinden biri de karakterin motivasyonuyla izleyicinin motivasyonunun diğer türlere göre çok daha büyük oranda örtüşmesi olarak görülebilir. Olay Örgüsü Formülleri Tarzları ne olursa olsun, gelmiş geçmiş tüm durum komedilerinde, en gözde temalar arasında “aldatma” başı çeker. Burada kastedilen, sözcüğün, karakterlerin ruhsal bütünlüklerine ve ilişkilere ciddi zararlar verecek anlamları değil, beyaz/pembe yalanlar, gerçeği ufak Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 95 çaplı gizleme veya kaçınılmaz olanı geciktirmeye çalışma girişimleridir. Pek çok durum komedisinin pek çok bölümünde, olay ve durumlar, bir karakterin yalan söylemesi ya da diğer karakterleri bir şekilde aldatması üzerine kuruludur. Korkunç bir yanlışı, ya da zaaftan kaynaklanan bir davranışı gizleme girişimleri; arkadaşları ya da aile üyelerini kötü haberlerden koruma girişimleri; diğerleri olup biteni anlamadan önce, bir yanlışı düzeltme, bir anlaşma ya da sözün tek taraflı olarak bozulduğunu gizleme çabaları aldatma üzerine kurulu en yaygın komik durumlardan bazılarıdır. Karakterlerden birinin vücudunda, alışkanlıklarında, işinde ya da benzer bir şeyde kökten bir değişikliğe gitmesi (fazla kilolarından “nihayet” kurtulmaya, sigarayı bırakmaya, saç ektirmeye karar vermesi ya da dövme gibi daha marjinal bir fiziki değişikliğe gitme arzusuna kapılması) de durum komedilerinin favori formülleri arasındadır. Yaygın biçimde kullanılan olay örgüsü formüllerinden biri de bir ya da daha fazla karakterin bir yabancı ortama gitmesidir. Yabancıların ya da “yeni gelen”in, sürekli karakterler arasındaki kişisel dinamikleri değiştiren bir veya birkaç bölümlük konuklukları da durum komedilerinde sıkça rastlanan olay örgüsü formülleri arasındadır. Bu ve benzeri çerçevedeki hemen hemen tüm girişimler “normal olana” dönüşle sonuçlanır. Diyaloglar Gerek sinema, gerekse televizyonda, hareket ve duruma dayalı komiğin en yaygın olduğu güldürü türlerinde bile diyalogun tartışılmaz bir önemi vardır. Az sayıda mekân ve karakter içermeleri nedeniyle durum komedilerinde diyalog, belki hiçbir popüler türde olmadığı denli büyük bir önem ve birincil işleve sahiptir. Durum komedilerine ilişkin, durum sözcüğünün ironik biçimde çağrıştırdığı “eylem” kavramından ötürü, gülmecenin öncelikle eylemle gerçekleştirilip sözün ancak destekleyici biçimde kullanılması gerektiğine dair yanlış bir algı da vardır. Aslında bir sahneye özgü “komik durum” kişilerin eylemlerine dayalı olabileceği gibi, tümüyle 96 • iletiim : arat›rmalar› diyalogun gelişiminden de kaynaklanabilir. Yine de durum komedilerinde gülmece genellikle hareket ve diyalog’un dengeli ve etkili bir işbirliği içinde kurulur.6 Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi Tüm dizi tür ve alt türleri gibi, durum komedileri de türden ve “kültür”den beslenerek gelişir. Yerli durum komedilerinde sürdürülebilirlik problemini değerlendirebilmek için türün, yerli anlatı gelenekleriyle ilişkilerine ve uzun dönem boyunca izleyiciyle güçlü bir bağ kurmayı başarmış Yeşilçam Sineması’ndan televizyon anlatısına aktarılan bazı sorunlara değinmek gerekmektedir. Dizilerdeki Anlatısal Sorunların Yeşilçam Sineması ve Yerli Anlatı Gelenekleriyle İlişkileri Türkiye sinemasının başat sorunlarından biri olan kurumsallaşma, senaryoya ilişkin süreçlerin gelişimini de kaçınılmaz olarak belirlemiştir. Sinemamızın karakteristiklerinden biri olan ve ancak kriz zamanlarında önemi anlaşılan bu sorunu aşma yönündeki girişimler, sektörün iç dinamiklerinin, devlet-sinema ilişkisi ve sansür mekânizmalarının yarattığı engellerle, uzun vadede her zaman başarısızlığa uğramıştır. 1960’larda başlayan ve 70’lerin ilk birkaç yılını kapsayan, “yerli sinemanın en parlak çağı” olarak adlandırılan dönemin sunduğu fırsatlar da gereğince değerlendirilememiş, film yapımcılığı kısa vadeli kârlılık planlarının ötesine geçememiştir. Tersine dönen bu ekonomik çark, sansüre takılmayacak senaryolar yazma motivasyonuyla birlikte, film senaryolarındaki niteliksizliğin de başlıca gerekçesini oluşturmuştur. (Abisel, 2005: 104-126; Kuzu, 1996: 259-263). Türkiye sinemasının en parlak döneminde bile, yukarıda değinilen koşullar nedeniyle senaryo öncelikli bir unsur olarak görülmeyip neredeyse bir sohbet süresince ve kısa vadeli kârlılık güdüleriyle yazılabilecek bir metin olarak algılanmış, senaryoya ayrılan bütçe kalemi ••• 6 Durum komiği ve söz komiği üzerine ayrıntılı bilgi için, bkz: Berger 1997; Bergson 2006; Koestler 1997. Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 97 gülünç denebilecek miktarlarla sınırlandırılmıştır. Devamlılık arz eden sektörel bir üretim söz konusu olmadığı için, deney ve tecrübe aktarımı gerçekleşememiş, popüler sinemanın gereksindiği çeşitlilik ve niteliksel gelişim sağlanamamıştır. Türkiye sinemasında senaryo yazımına/yazarlığına ilişkin sorunların, biçim değiştirerek de olsa televizyon alanında da kendini gösterdiği söylenebilir. Türkiye’de televizyon yayıncılığının belirgin niteliklerinden biri, “kısa dönemli eğilimlere yaslanma” olgusudur (Çelenk, 2005: 290) ve bu olgunun en çok gözlenebildiği alan, televizyon dizileridir. Belirli bir dönem için sürdürülebilirliği olan bir dizi türünün bir diğer dönemde varlık göstermesinin dahi önünü tıkayan bu durum, tasarım-yazım süreçlerini de ön belirlemektedir. Türkiye’de özel televizyonculuğun başladığı 90’lı yıllardan itibaren, program üretimi büyük ölçüde bağımsız yapım şirketleri tarafından gerçekleştirilmeye başlamıştır. Yapım şirketlerinin kısa vadeli kar dürtüleri ve yayıncılık ortamındaki kısa vadeli eğilimler, tasarımyazım süreçlerini de kaçınılmaz biçimde etkilemektedir. Türkiye’de bir senaristin senaryosunu pazarlayabilmesinin ön koşulu, dönem trendlerini sıkı sıkıya takip etmesinin yanı sıra “doğru bağlantıları” doğru zamanda kurabilmesidir. Yazarla yapımcı ya da televizyon arasında köprü niteliğindeki kuruluşların yokluğunda, bu bağlantıların kurulması da büyük ölçüde yazarların kişisel çabalarına bağlı kalmaktadır. Dramatik yapımların izleyiciyle kurduğu bağın formata özgü bazı nitelikler taşıyor oluşu meseleyi iyice karmaşıklaştırmaktadır. Örneğin, başarısı büyük oranda izleyicinin karakterlere ısınmasıyla ilişkili olan durum komedilerinde, ilk birkaç bölümde hedeflenen izlenme oranına ulaşması beklenemezken stil ve atmosferin maliyet aleyhine öne çıktığı bir dizinin yüksek bir izlenme oranına ulaşması için birkaç haftalık bekleme süresi lüks sayılabilir. Çok kanallı yayıncılık ortamımızın yaslandığı kısa vadeli kârlılık dürtüleri bu olgunun da sıklıkla göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Ticari yayıncılık ortamımızdaki kısa vadeli eğilimlere yaslanma olgusu, temel çatışmanın kesin bir çözüme ulaşmasının, anlatının da 98 • iletiim : arat›rmalar› “sonu” anlamına gelmesi gibi temel anlatısal stratejilerin de ihmal edilmesine yol açmakta, belirli bir izlenme oranına ulaşan, sektörel deyişle “tutmuş” bir dizi, vaat edilen öykünün tükendiği noktada eklenen yeni öykülerle sürdürülmektedir. Saptanması sektörel süreçler ve yapılarda olduğu kadar kolay olmasa da, senaryoya dair sorunların yerli anlatı gelenekleriyle de bağlantılı olduğu düşünülebilir. Türsel uylaşımlarla çelişen rastlantısal ve mistik öğelerin kullanımının yerli anlatı gelenekleriyle bağlantısını kurmaya olanak sağlayan bir saptama Dilek Tunalı’ya aittir: Anadolu’da yaygınlık gösteren birçok gösteri/seyirlik ve anlatılarda, Propp’un çizmiş olduğu ana hatların karşımıza çıktığını belirten Tunalı (105-109) ayrıca destan ve masallar gibi eski hikâyelerin de konularının basit olduğuna ve gündelik yaşama ilişkin temalar, yan öyküler oluşturmadan, karmaşık bir yapıya bürünmeden ilerleyip sonlandıklarına ve bu yönüyle bizdeki hikâye anlatma geleneğinin Aristotelesçi anlatı yapısının kimi temel özelliklerinden yoksun olduğuna dikkat çeker. Yerli hikaye etme geleneklerinin gerek öykü yapısına gerekse de zaman/uzam kullanımına ilişkin bazı belirgin özelliklerine Türk Sineması’nda da rastlandığına dikkat çeken çalışmalar vardır. Oğuz Onaran (30-34), Türk Sineması’nda anlatı yapısının bazı temel özelliklerini elli film üzerinde incelediği bir araştırmasında süregelen başlıca anlatısal sorunların şunlar olduğunu belirtir: • Olay örgüsünün filmin anlatmak istediği iletiye uygun biçimde kurulamamasının olaylar ve kişiler düzeyinde doğurduğu tutarsızlıklar ve basitleştirme, • Görselliği ikinci plana iten söze (konuşmaya) dayalı anlatı yapısı, • Görselliğin ihmal edilmesinin doğal bir sonucu olarak, olayların geçtiği uzamın ve bu uzamda yer alan nesnelerin kendi başlarına bir anlam taşımaması. Yerli edebiyattan sinema ve televizyona, süregelen anlatısal sorunların kaynaklarından biri de, Doğu-Batı ikiliğinin yarattığı “yaratıcılık endişesi” olarak görülebilir. Nurdan Gürbilek (2001, 2004) Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 99 ve Orhan Koçak’ın (1996) edebiyat incelemelerinde Türkiyeli yazarın kendisi/farklı olma isteği ve bununla birlikte seyreden benzeşme endişesi ayrıntılarıyla ele alınır. Gürbilek (2001: 94-102), Türkiye’de yalnızca edebiyat eleştirisinde değil, toplum ve kültüre yönelik eleştiride reflekse dönüşmüş bir alışkanlıktan söz ederek, eleştirinin bir “yokluk tespiti” üzerine kurulduğuna dikkat çeker. Eleştirideki yokluk tespitinin “bizde özgün bir düşüncenin olmadığı” ve taklitlerden, “bize yabancı, züppece şeylerden” kurtulunabilirse “daha dipte, derinde” bir özgünlük ve yerelliğe ulaşılabileceği inancı türünden iki uç arasında gidip geldiğini belirtir. Bu durum edebi anlatılarda “gündelik alanın” kullanımını da etkilemektedir. Gürbilek (2001: 98), Orhan Koçak’ın, “Kaptırılmış İdeal” adlı yazısında bu ikiliği, “çifte açmaz”ı şu biçimde çözümlemeye çalıştığını belirtmiştir. Osmanlı-Türk yazarı gündelik alana girdiğinde idealsiz bir yerelliğe mahkum oluyordur; ideallerin alanına geçtiğindeyse yabancı isteklerin, taklit hülyaların, ödünç alınmış emellerin buyruğuna giriyordur. Birinci durumda bir sakillik ve ufuksuzluk, ikincisinde ise zorunlu bir ikincillik, bir özentilik söz konusudur. Demek ki ikili bir şekilsizleştirme vardır burada: Bu yerellik o ideali şekilsiz gösterecektir, ama o ideal de bu yerelliği bir kez şekilsizleştirmiştir. Bu yerellik yüzünden o ideal daima eğreti, yarım yamalak ve züppece duracaktır, ama o ideal de bu yerelliği halmesiz, hantal ve köhne bir yapıya dönüştürmüştür. İdeal daima bir karikatür olarak, alafrangalık olarak görünecektir; ama yerellik de çoktan kendi karikatüründen, alaturkalıktan ibaret kalmıştır. Yerli durum komedilerinde gündeliğin üretken biçimde kullanılamaması ve çatışmanın etkili bir çözüme kavuşturulamaması gibi, sürdürülebilirlik meselesi kapsamında değerlendirilebilecek unsurların değinilen bu hikâye etme geleneklerimiz, alışkanlıklarımızla bağlantılı olduğu ileri sürülebilir. Anlatı gelenekleri, yapılarıyla ilgili, tarihsel bir problemin bir yönü olarak görünürlük kazanan sürdürülebilirlik problemini değerlendirebilmek için, Türkiye’de televizyon komedisinin gelişimine de göz atmak gerekmektedir. 100 • iletiim : arat›rmalar› Türkiye’de Televizyon Komedisinin Gelişimi Türkiye’de televizyonun ilk yıllarında tür olarak komedi kapsamında değerlendirilebilecek bağımsız yapımlara pek rastlanmadığını belirten Mutlu’ya göre, bu yıllarda ekran gülmecesi, eğlence programlarında anlatılan birkaç fıkra ve nükteden, yine müzik-eğlence programlarının bazılarında yer alan skeç veya “taklit ustası” komedyenlerin yaptığı kısa gösterilerden ibarettir. Televizyonda tek başına komedi türünün ilk örneği ise, Aziz Nesin’in aynı adlı oyunundan televizyona uyarlanan Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı mini-dizidir. İlk uzun süreli komedi dizisi ise Kaynanalar’dır (Mutlu, 1991: 272–273). Mutlu, geleneksel anlamda bir durum komedisi olmamakla birlikte türün birçok özelliğini de içeren diziyi “aile komedisi” kategorisinde değerlendirir (276). İlerleyen yıllarda yine TRT ekranlarında yayınlanan Kuruntu Ailesi, Perihan Abla, Bizimkiler gibi popüler komedi dizileri de benzer özellikleri göstermektedir. Sevda Alankuş ve Ayşe İnal (68-70), Türkiye’deki güldürü dizilerini durum komedisi gibi Batılı bir tür tarifinin içine sokmanın güç olduğunu, yerli güldürü programlarının, farklı türsel özelliklerle geleneksel Türk güldürü sanatını harmanlayan melez yapısıyla özgül bir anlatı biçimi olarak görülmesi gerektiğini vurgulayarak, söz konusu programların yalnızca Batılı örneklere değil, birbirlerine de benzemediklerini ve yerli güldürü dizilerinin pembe dizi türü süren serialler ile durum komedileri arasında bir tür olarak konumlandığını belirtirler. 1990’lara değin ülkemizde durum komedilerinden söz edildiğinde kast edilen şey, genellikle aile komedileridir. Batılı anlamda durum komedilerinin türsel özelliklerini daha belirgin biçimde içeren ilk özgün yerli durum komedisinin kime ait olduğu tartışmalı bir konudur. Can Barslan’ın yazdığı, 1995 yılında TRT 1’de yayınlanan Gülşen Abi, pek çoklarınca ilk yerli durum komedisi olarak görülmektedir. Durum komedisinin Batı televizyonlarında irtifa kaybetmeye başladığı 2000’lerde ülkemizde “yeniden keşfedilmesinin” başlıca nedeni, patlak veren ekonomik krizin yapımcıları düşük maliyetli program Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 101 formatı arayışına sürüklemesidir.7 Bu dönemde yapılan Batılı durum komedisi uyarlamalarının8 ardından, yerli durum komedileri de birbiri ardına ekrana gelmeye başlamıştır. Batılı bir formatın kısa vadede yerlileştirilmeye çalışılmasının olumsuz etkisi, bu dizilerin “inandırıcılık” düzeyinde ister istemez kendini göstermektedir. Karakter, mekân ya da sözgelimi yemek adlarının yerlileştirilmesi dışında neredeyse bire bir çeviri biçiminde yapılan ilk uyarlamaların bir kısmı, şaşırtıcı biçimde başarıya ulaşır. Uyarlamaların ardından yerli durum komedileri de ekrana gelmeye başlamış, ancak bunlardan çoğunun ekran serüveni birkaç bölümde noktalanmıştır. Çalışmamızda incelenen Avrupa Yakası dizisi ise, süresi başta olmak üzere pek çok yönden türün sınırlarını zorlamakla birlikte, sezonlar boyunca reyting listelerinin ilk sıralarında yer almayı başaran ilk yerli durum komedisi olma özelliğini taşımaktadır. Avrupa Yakası, bu alanda bir ilk olmasa da, kentli üst orta sınıfı öne çıkaran bir komedi dizisi olmasıyla da dikkatleri üzerine çekmiştir. Yeşilçam geleneğinden belirli ölçülerde beslenen yerli televizyon dizilerinde kentli orta sınıf ailenin rolü çok da güçlü değildir. İzleyici; zengin- fakir karşıtlığı, hayat mücadelesi, imkânsız aşk gibi temalara ve komedi unsurunun ağır bastığı aile dizilerinde de (Perihan Abla, Bizim Mahalle, Süper Baba, Ekmek Teknesi...), alt ya da alt orta sınıfın geçim sıkıntılarıyla dolu yaşamının konu edilmesine alışıktır. İstisnalar her zaman mevcutsa da, 2000’lere kadar gerek yerli komedi dizilerinde, gerekse Olacak O Kadar, Yasemince gibi yerli komedi şovlarında “orta direğin” kesintiler, kısıtlılıklar, yoğun bürokratik işlemler ve toplumsal haksızlıklarla örülü hayatını hicveden bir komedi anlayışının hâkim olduğu görülmektedir (Alankuş ve İnal, 2000; Mutlu, 1991). Avrupa Yakası ise, adından da anlaşıldığı gibi, gülmeceyi Türkiye’nin Batı yakasına taşır ve gülmecede kentli olana itibarını ••• 7 Bkz. Sibel Arna, “Duruma Uygun Komedi”, Sabah Gazetesi, http://arsiv.sabah.com. tr/2001/11/04/o01.html, Erişim tarihi: 01..11.2001. 8 The Nanny adlı bir Amerikan sitcom’undan uyarlanan Dadı dizisi ve ardından The Jeffersons uyarlaması Tatlı Hayat” bu uyarlamaların ilk örnekleridir. 102 • iletiim : arat›rmalar› yeniden kazandırırken”9 tüm yerli dizilerde rastladığımız geleneksel ilişki örüntüleri ve karakterleri Nişantaşı atmosferine taşıyarak daha geniş bir izleyici kitlesine seslenmeyi başarır. Öte yandan sürdürülebilirlik meselesine ilişkin, yukarıda dile getirilen yerli dizilere özgü zaaflara Avrupa Yakası’nda da rastlanmaktadır. Sürdürülebilirlik Sorunu ve Avrupa Yakası Örneği Avrupa Yakası, gerek süre gerekse yapı açısından türün sınırlarını zorlayan bazı özelliklerine karşın, bir durum komedisi olarak tanımlanabilir. Olay, durum ve temaların büyük ölçüde durum komedisine uygun nitelikler göstermesi, kişileştirme düzeninin temel özellikleri, mekân kullanımı ve gülme kuşağının varlığı diziyi durum komedisi türü içinde değerlendirmemizin başlıca gerekçelerini oluşturur. Dizi, çeşitli gazete ve internet sitelerinde yer alan ifadelerle, “ait olmak istediği havalı Nişantaşı hayatı, çalıştığı moda dergisi, tam bir beyaz Türk olan âşık olduğu erkek ve bu dünyanın tam zıttı bir hayat görüşüne sahip ailesi arasında kalmış genç bir kadını”10 konu alır. Aslı, kardeşi Volkan, annesi İffet Hanım ve babası Tahsin Bey, dizinin başlıca karakterleridir. Aile ve evin ağırlıklı konumu, diziyi, alt tür olarak Horace Newcomb’un “evcil komedi”sine yaklaştırır. “Doğu-Batı” ve “geleneksel-modern” ikilikleri, dizinin eksen çatışmalarıdır. Aile düzeyinde göze çarpan geleneksel ilişkiler, sözgelimi ebeveyn-çocuk ya da erkek-kız çocuk çatışmaları, Avrupa Yakası‘nın, komedi unsuru ağır basan yerli aile dizileriyle benzerlik gösteren bir diğer özelliğidir. Dizinin yerli komedilerle ilişkisi, yerli aile dizileriyle benzerlikleriyle sınırlı olmayıp, radyo güldürüleri ve salon güldürülerine uzanan bir nitelik gösterir. Bir dönemin muhallebici kralı, emlak zengini Tahsin Bey (Gazanfer Özcan) radyo güldürülerinden TV dizilerine (Uğurlugiller, Kuruntu Ailesi) uzanan bir güldürü geleneğinin “baba” karakterini nere- ••• 9 Bkz: “Modern Kadının İkonası Gülse Birsel”, http://www.e-kolay.net/kadin/ana_detay.asp?MainID=358&PID=859&Haber ID=189099. 10 Bkz: http://www.diziler.com/index.php?page=shows&id=26, http://www.atv.com.tr/prog,avrupa_yakasi,9408.html, Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 103 deyse bire bir düzeyde diziye taşır. Tahsin Bey ve İffet Hanım’ın temsil ettiği orta sınıf, kent soylu değerlere tezat olarak alt sınıfların yükselişi, sınıf atlama çabaları, yeni zenginler vb. tema ve karakterleri içeren yapısı ve kapalı atmosferi nedeniyle dizi, salon güldürüleriyle de benzerlikler gösterir. Öte yandan dizinin iki temel mekânından biri ev ise, diğeri de bir dergi ofisidir. Bir life-style dergisinde çalışan, bir grup genç bekâr arasındaki ilişkiler etrafında kurulan öykü çizgileri, diziyi sıklıkla evcil komedi atmosferinden uzaklaştırır. Ancak dergicilik bağlamının nadiren kullanılıyor oluşu ve kariyer hırsı, rekabet, yabancılaşma gibi konulardan ziyade karakterler arasındaki aşk, arkadaşlık gibi ilişkilerden doğan durum ve olayların konu edilmesi diziyi, tematik olarak, doksanlı yılların en popüler Amerikan dizilerinden Friends ve Seinfeld gibi “bekâr komedileri”ne yaklaştırır. Genç karakterler aracılığıyla diziye Batılı bir yaşam tarzı, dolayısıyla Batılı bir gülmece anlayışı hâkim olmaktadır. Aile ve bekâr komedilerini birleştiren bu melez yapısı, Avrupa Yakası’nı benzeri yerli komedilerden ayıran özellikler arasında yer alır. Yerli komedilerin çoğunda olduğu gibi Avrupa Yakası’nda da gülmece unsuru büyük oranda karakter-tiplemelere dayansa da gerek söz gerekse durumlar düzeyinde gülmecenin yoğunluğu, pek çok yerli dizidekine oranla daha fazladır. Avrupa Yakası’nı yerli aile komedilerinden ayıran bir diğer özellik, dizide “kent” ve “kentlilik” vurgusunun belirginliğidir. Avrupa Yakası’ndan önce, birbirinden farklı niteliklere sahip olmakla birlikte komedi unsurları taşıyan ve mahalle-cemaat ilişkileri etrafında dönen pek çok yerli dizi (Bir Demet Tiyatro, Süper Baba, Mahallenin Muhtarları, Bizim Mahalle, İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul...) ve kentli orta sınıfın hayatını konu alan, apartman- işyeri gibi mekânlarda geçen diziler (Bizimkiler, Ferhunde Hanımlar, Çocuklar Duymasın) vardır. İstanbul’un Avrupa yakası ise kendine özgü bir eğlence, giyim, yaşam tarzına sahip belirli bir kültürün ve bir kültürler çatışmasının mekânı, neredeyse başlı başına bir karakter olarak daha önce bir yerli komedi dizisinde ele alınmamıştır. Dizide mekân kullanımı durum komedisi uylaşımlarına büyük ölçüde bağlıdır: Temel mekânların sayısı azdır ve mekânlar dekor tasarımın- 104 • iletiim : arat›rmalar› daki ufak tefek değişiklikler dışında aynı kalırlar. Öte yandan ikinci sezondan itibaren dizide sokak, park, piknik alanı, tatil yeri, Uludağ gibi, çekimleri platoda gerçekleştirilmiş “kurmaca” dış mekânların sayısı giderek artmıştır. Diziyi durum komedisi türü içinde değerlendirmeyi güçleştiren etkenlerin başındaysa altmış- yetmiş dakikalık süresi gelir. Yirmi dörtotuz dakikalık alışılmış durum komedisi süresinin iki katından fazla olan bu süre, durum komedilerindeki bildik anlatı yapısını kırılmaya uğratarak özellikle gelişme (düğüm) bölümünün uzamasına neden olmaktadır. Durum komedilerinin çoğunda her bölümde iki-üç öykü çizgisine yer verilirken, Avrupa Yakası’nda bölüm öykülerinin sayısı altı-yediyi bulur. Bu durum zaman zaman ana karakterler etrafında dönen esas öykünün belirsizleşmesine neden olur, yan öykülerin esas öyküye inandırıcı biçimde bağlanmasının da önüne geçerek inandırıcılığı zedeler ve finalin gücünü zayıflatır. Bölüm içi yan öykülerin sayısının artması, öykü malzemesinin tüketilmesini de hızlandırarak tematik tekrarlara neden olur. Bölüm süresinin uzunluğu, sahnelerin de uzamasına neden olarak ritim ve tempoyu olumsuz yönde etkiler. Çatışma Unsuru, Kişileştirme Düzeni ve Sürdürülebilirlik Popüler anlatılarda “çatışma” unsuru, soyut ve somut olmak üzere iki farklı düzlemde görülür. Soyut düzlem, çatışmanın kavramsal yönünü belirtir ve “iyi-kötü”, “zengin-yoksul” gibi ikiliklerle ifade edilebilir. Çatışmanın bir de karakterlerin eylemleri ile senaryonun her bölümünde ortaya çıkan olay/durumlarla ortaya konan somut yönü vardır. Avrupa Yakası’nda sürgit çatışma öğesi oluşturan başlıca ikilikler; doğu-batı, geleneksel-modern ve köylü-kentli ikilikleridir. Dizide sonradan görmelik-görmüş geçirmişlik, İstanbul’un eski ve yeni zenginleri de süreğen bir ikilik halinde karşımıza çıkar. Sözgelimi Aslı’nın patronu Saadettin Bey, “beyaz eşyadan sosyete dergisi sahipliğine” terfi ederek sınıf atlamış tipik bir yeni zengindir. Dizide Selin, Kubilay gibi Nişantaşı “tiki” kültürünün temsilcileri de, işte Nişantaşı’nı kuşatan bu yeni zenginliğin mahsulü ikinci kuşaktır. Sonradan görmeliğin karşısında ise alın teriyle ata mirasına miras katan görmüş geçirmiş üst-orta sınıf (Tahsin Bey-İffet Hanım) yer alır. Dizideki sınıfsal temsillere son Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 105 sezonlarda Cem’in ailesince temsil edilen yüksek bürokrat-aristokrat sınıf da eklenmiştir. Halktan kopuk, bir parça yapay karakterler olmakla birlikte bunlar da bir elitin temsilcisi olarak, sonradan görmelere oranla daha olumlayıcı kodlarla serimlenirler. Dizide ilk bölümlerden itibaren, özellikle yan öyküsel düzeyde sıklıkla rastlanan çatışmalardan biri avam-entelektüel ikiliğidir. Ev düzeyinde Amerika’da eğitim görmüş, Türkçe müzik dinlemeyen, Batılı bir beğeni ve yaşam kültürüne sahip Aslı ile onun üniversiteden terk, arabesksever, melankolik, âlemci ve sözcük dağarcığı kıt ağabeyi Volkan arasındaki bol çatışmalı ilişkinin temelinde bu ikilik yatar gibi görünmektedir. İşyerinde kendini yetiştirmiş, alaylı “halk çocuğu” Şesu’nun diğer dergi elemanlarıyla olan ilişki desenlerinde de bu ikiliğin tartışılmaz bir baskınlığı vardır. Dizide ana ve yan karakterler arasındaki kültürel/sınıfsal farklılıklarla serimlenen avam-entelektüel ikiliğinin yanı sıra, karikatürize edilmiş bir “entelektüel” tiplemesi, 80 sonrası Türk sinemasında da rastlanan “entel” stereotipi sıklıkla karşımıza çıkar. Baba Tahsin Bey ve anne İffet Hanım, Avrupa Yakası’nda bir çatışma unsuru olarak öne çıkan geleneksel-modern ikiliğinin geleneksel tarafını temsil ederler. Geleneksel ile modern’in çatışması Erol Mutlu’nun (274) belirttiği gibi “durum komedisinin çok kullanılan bir ikiliği”dir. Ancak yerli dizilerin çoğunda geleneksel olan, bazen Kaynanalar’da olduğu gibi, komediyi zaafa uğratacak bir açıklıkla (275), bazense Çocuklar Duymasın’da olduğu gibi, muhalif okumalara izin verebilecek bir üstü örtüklükle (Özsoy, 2006: 162-173) desteklenir. Avrupa Yakası ise, en azından ilk elde, geleneksel-modern ikiliğinin her iki yanının da -eşit ölçüde olmasa da- mizahi yönlerini öne çıkaran, görece tarafsız bir tutum izler.11 ••• 11 Muhalif okumalara açık görünen bu yapı yine de, en azından ana karakterler düzeyinde yerli aile komedilerinin çizdiği muhafazakâr sınırları pek de aşındırmaz; sözgelimi otuz yaşındaki Aslı’nın erkek arkadaşıyla ilişkisindeki “evlenmeden olmaz” tavrı ya da Volkan’ın namus-cinsellik konularındaki çifte standartlı yaklaşımı son derece doğal gösterilir. 106 • iletiim : arat›rmalar› Dizide belirli karakterlerce temsil edilen ve karakterler arası ilişkiler aracılığıyla öyküleştirilen bu sosyo-ekonomik ve kültürel ikiliklerin yanı sıra, cinsel kimlik rollerine dayalı (çiftler arasındaki, kadınerkek elemanlar arasındaki vb.); aşk temalı (kavuşma-kavuşamama gerilimi, karşılıksız aşk vb.); aile içi rollere dayalı (ebeveyn-çocuk, kız kardeş-erkek kardeş vb.) ve karakterler arası iletişimsizliğe dayalı (yanlış/eksik anlamalar, farklı algı ve beklentilerin doğurduğu gülünç durumlar vb.) çatışma unsurları da yoğun biçimde yer almaktadır. Dolayısıyla yerli komedi geleneğinin alışılmış ikiliklerinin yanı sıra Türkiye’nin gündelik yaşamına 80 sonrasında dahil olan tiplemelerin (tikiler, sonradan görmeler vb.) geleneksel, yerleşik özellikler gösteren karakterlerle zıtlıkları etrafında kurulan tematik ekseniyle Avrupa Yakası’nda çatışma unsuru, uzun vadede sürdürülebilirliği olan bir çeşitlilik göstermektedir. Dizinin aile ve bekâr komedilerinin sentezi biçimindeki melez yapısı da bu çeşitliliğe katkıda bulunur. Dizinin kişileştirme düzeni ilk sezonlarda türsel uylaşımlara büyük ölçüde bağlı kalır: Kişiler renkli ve yer yer de nevrotik özellikler göstermekle beraber özdeşleşmeye olanak tanıyan bir vasatın sınırları içindedirler ve çatışma/komik durum yaratmaya uygun zıtlıklar (Doğulu-Batılı, başarılı-kaybeden, sempatik-antipatik, maço-modern erkek, zeki-boş kafalı vb.) içinde konumlandırılır, büyük değişimlere uğramazlar. Ancak dizinin dördüncü sezonunda ana karakterlerden Volkan’ın yanı sıra Şesu, Selin gibi önemli yan karakterler diziden ayrılarak yerlerini Makbule, Sacit, Gaffur gibi yeni yan karakterlere bırakmış, Burhan karakterinin senaryodaki ağırlığı da artırılmıştır. Birinci sezonda bir türlü kavuşamayan genç çift Aslı ve Volkan son sezonda evlenerek geçim sıkıntıları nedeniyle Aslı’nın ailesinin yanına taşınmıştır. Kısacası dizinin birinci sezonu ile son sezonu arasında gerek karakterler gerekse de öykü düzeyinde bildik durum komedisi kalıp ve uylaşımlarına hayli ters düşen bir “değişim” göze çarpmaktadır. Dizide çatışma unsurunun kullanımına dair sorunlarsa daha çok somut düzeylerde ortaya çıkar. Sözgelimi ev ve aile etkin bir çatışma unsuru olarak sıklıkla kullanılırken, iş dünyası-işyeri bağlamlarının Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 107 sağladığı çatışma olanaklarından yeterince yararlanılmamıştır. Türkiye’nin 80 sonrası baskın toplumsal motiflerinden biri olan “kısa yoldan şan şöhret sahibi olma”, “köşe dönme” arzuları dizi karakterleri aracılığıyla sıklıkla hicvedilse de, bu yöndeki çatışma olanakları çoğunlukla öykü dünyasının dışında aranmıştır. Dergicilik-yayıncılık ortamındaki rekabet, dergi yazarlığı gibi konulara neredeyse hiç yer verilmezken karakterlerin televizyon programlarına, yarışmalara katılma, bir reklam filminde görünme, senaryo yazma gibi hırsları sıklıkla çatışma/gülmece unsuru olarak kullanılmıştır. Öykü ve Sürdürülebilirlik Diziler söz konusu olduğunda öykü ve olay örgüsü kavramları yalnızca bir bölümlük dramatik kurguyu ya da olayların sıralanışını anlatmaz. Bir dizi aylar, bazan yıllar boyunca sürdüğünden, ana öykü çizgilerinin bölümlere göre dağılımı izlenirlik açısından büyük önem taşır. Durum komedisinin, mekân/karakterler düzeyinde statik yapısı, devamlılık içeren durumlar dışında önceki bölümlere atıflarda bulunmayı gereksiz hatta sakıncalı hale getiren bir durumdur. Avrupa Yakası’nda ise bir önceki bölümdeki olay ve durumlara sıklıkla ve çoğu kez keyfi göndermelerin yapılması yönünde, diziyi alışılmış durum komedilerinden ayıran bir nitelik göze çarpmaktadır. Yakın dönemli Amerikan durum komedilerinde de giderek artan biçimde devam eden öykü çizgilerine ve sezon sonu kancalarına rastlandığına değinmiştik. Bu durum, türsel bir sapmadan ziyade türsel bir dönüşümün sınırları içinde değerlendirilebilir. Öte yandan, üçüncü sezon sonunda Avrupa Yakası’nın temel öykü çizgilerinden ikisi neredeyse sonuçlandırıldığı halde (Aslı-Cem aşkı evliliğe doğru ilerlemektedir; Volkan “Fındık Fıstık” adlı şarkısıyla müzik piyasasına girmeyi başarmış ve büyük aşkı Selin’le evlenmiştir) dizinin sürmesi, durum komedileri başta olmak üzere seri niteliği gösteren dizilerde pek rastlanmayan bir durumdur. Bölüm olaylarının bölüm içinde çözülmesi biçiminde özetleyebileceğimiz “seri” niteliğine karşılık, devam eden öykü çizgilerinin ve 108 • iletiim : arat›rmalar› “devamı var” (to be continued) bölümlerin dengeli bir dağılım içermeyen sıklığı, diziyi durum komedisi niteliğinden bir ölçüde uzaklaştırıp “pembe dizi”ye yaklaştırmaktadır. Senaryonun Bölümleri, Süresi ve Sürdürülebilirlik Avrupa Yakası’nın birinci bölümünün süresi, ülkemiz televizyon piyasasının son dönemlerdeki eğilimlerinden birine bağlı olarak, yaklaşık 75 dakikadır. Dizinin 60-70 dakikalık süresinin zaten alışılmış durum komedisi süresinin iki katı olduğunu, bu durumun anlatı yapısında kimi zorlama ve kırılmalara neden olduğunu belirtmiştik. Birinci bölümse neredeyse bir TV filmi uzunluğundadır. Bu durum olay örgüsünü karmaşıklaştıran yan öykülerin sayısının artmasına ve gelişme bölümünün dört perdeli yapıyı da zorlayacak denli uzamasına yol açmıştır. Dizinin ilk sezon bölümlerinin süreleri arasında hemen göze çarpan bir dengesizlik vardır. Televizyon dizilerinde bölümlerin, yapım ve yayın düzeni açısından, artı-eksi üç-dört dakika ile aynı sürede olmaları beklenir. Avrupa Yakası’nın ilk on dokuz bölümünde ise süre farklılıkları bakımından neredeyse deneysel bir yaklaşım izlenmiştir. En uzun bölüm ile en kısa bölüm arasında 19 dakikalık bir fark vardır. Bu da ortalama bir durum komedisi bölümünün yarısından fazladır. İlk sezonda salt süreden kaynaklı dengesizlikler nedeniyle bile olsa, “oturmuş” bir senaryo yapısından söz etmek güçtür. Bölüm süresinin alışılmış durum komedisi süresinin iki katı olması, sahne sayılarını artırmakla kalmayıp sahne içi süreyi de uzattığından, diyaloglara da yansımaktadır. Aynı konu/durum üzerine gereğinden uzun konuşmalar esprilerin vurgusunu azaltarak, durum ve/ veya karakterden ziyade oyunculuğa dayalı “komiği” öne çıkarır. Oyunculuk açısından doğaçlamaya elverişli bu yapının gülmeceyi sıklıkla bağlamdan koparması, sahnelere yer yer bir “stand-up” havasının hâkim olmasına neden olur. Sürelerin uluslararası standartların çok üstünde oluşu günümüzde tüm yerli dizilerin ortak problemidir ve özellikle seri özelliği gösteren yapımlarda türsel uylaşımların dışına çıkılmasına neden olup Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 109 türlerin anlatısal stratejilerinin korunamamasına, türsel gerçekmişgibilik düzeyinde kırılmalara, genel olarak da bir tekrar, uzama hissine ve inandırıcılık sorunlarına yol açmaktadır. Gerçeklikten Fantazyaya Avrupa Yakası’nda sürdürülebilirlik sorununun öykü düzeyindeki en önemli yansıması, gerçeklikten fantazyaya kayış olgusudur. Yerli komedilerin çoğunluğu gibi Avrupa Yakası’nda da olay ve durum yaratma konusunda “gündelikten” yeterince beslenememek, komik unsuru öykü dünyası dışında aramak gibi bir eğilim göze çarpmaktadır. Gündelik hayat, dizide genellikle belirli tiplemelerin inandırıcılığı ve karakterlerin Benimle Evlenir Misin?, Pop Star gibi televizyon programlarını izlemeleri ve zaman zaman da bunlara katılmaları biçiminde dizinin öykü dünyasında içerilmiştir. Dizide gerek farklı mekânların (dergi, muhallebici) sağladığı öykü olanakları gerekse de karakterlerarası bazı ilişki örüntülerinden doğabilecek çatışmalar (kadınlararası ilişkiler, iş yerindeki rekabet vb.) yeterince değerlendirilememiş, olaylardan ziyade tiplemelere dayalı bir gülmece anlayışıyla bölüm öyküleri belirli yüzeysel çatışmaların tekrarıyla sınırlandırılmıştır. Bölüm içeriklerinde tekrarlara neden olan bu durum, aynı zamanda “rüya, parodi, mistik öğeler” gibi, gündelik gerçekliğin ve metnin öykü dünyasının dışında yer alan öğelerin giderek ağırlık kazanmasına yol açmakta ve anlatıya neredeyse masalsı bir nitelik kazandırmaktadır. “Parodi” kategorisi, korku, gerilim, mafya filmleri, Yeşilçam filmleri, reality show programları gibi farklı tür, alt tür ya da dönemlerde “geçen” ya da bunlara göndermelerde bulunan bölüm öykülerini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Avrupa Yakası’nda gündelik gerçeklikten uzaklaşma ve zaman/uzam algısında sıçrayış bağlamında en sık rastlanan öğe, parodi öğesidir. Dizinin 19 bölümlük birinci sezonunun yedi bölümünde parodik öğeler, yan öyküsel düzeyde kullanılmıştır. Bir dönemin kötü adamlarından Nuri Alço’nun mafya babasını canlandırdığı 5. bölümde “psikopat bilim adamı” türünden Hollywood korku ve aksiyon filmlerinde rastlanan tiplemelere de yer verilmiştir. Bir diğer deyişle bölüm, hem Yeşilçam filmlerindeki mafyatik öğelerden hem de Hollywood aksiyonlarının bildik kalıplarından 110 • iletiim : arat›rmalar› yararlanmıştır. Devamlılık içeren 7. ve 8. bölümlerde Volkan’ın psikiyatrist kılığına bürünmüş deli sevgilisi Nadide aracılığıyla Hollywood usülü psikolojik gerilimin kimi kalıplarına parodi düzeyinde yer verilmiştir. Bir ruh çağırma seansı etrafında gelişen 14. bölümde yine gerilim ve korku filmlerinin kalıplarından yararlanılmıştır. Dizide “parodi” kategorisi altında incelenebilecek bir diğer eğilim de, reklam, yarışma gibi farklı televizyon formatlarının zaman zaman bölüm öykülerinde etkin biçimde yer almasıdır. Birinci sezonun onuncu bölümünde bir reklam filminin çekimlerine 15. bölümünde ise Film Gibi programına parodi düzeyinde yer verilmiştir. 15. bölümle tematik devamlılık içeren 17. bölümün bünyesinde “küçük bir Yeşilçam filmi” barındırması anlamlıdır. 15. bölümde Film Gibi programının yapımcısı “ünlü sinemacı” Sinan Çetin’le tanışan Volkan ve Aslı, Çetin’in “Yeşilçam filmlerinin samimiyetini yakalayan senaryolar” arayışını yeni bir kariyer fırsatı biçiminde görerek kaleme sarılmış, ikisinin yazdığı ve kendileriyle birlikte dizinin yan karakterlerinin rol aldığı Yeşilçamvari senaryolar bölümde dönüşümlü olarak canlandırılmıştır. Gerilim, korku türlerine ilişkin göndermeler içermeleri nedeniyle “parodi” kategorisi ile yakından ilintiliyse de yalnız Avrupa Yakası’nda değil hemen hemen tüm yerli dizilerde rastlanabilen bir eğilimi ifade etmek üzere, “mistik öğeler” ayrı bir kategoride değerlendirilmelidir. Dizide bolca yer verilen ruh çağırma, fal, büyü-büyücülük, medyumluk gibi mistik öğelerin kullanımına, haftalık dizilerden günlük dizilere değin, tüm yerli komedi ve aile dizilerinde rastlanmaktadır. Tüm bunlar komik unsurun sıkça “öykü dünyası” dışında arandığını ve gerçeklik/inandırıcılığın kurulmasında seyircinin alışık olduğu farklı formatların yer yer keyfi bir bileşiminden yararlanıldığını göstermektedir. Sonuç Bu çalışmada sürdürülebilirlik kavramı durmaksızın akan televizyon anlatısının temel stratejisi, durum komedileri açısından da başlı başına bir amaç ve sektörel boyutta da “tutunurluğun” başlıca ölçütü olarak tanımlanmış, Türkiye televizyon ortamındaki nitel çeşitlilik Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 111 sorunuyla da doğrudan bağlantılı olan bu kavram, Avrupa Yakası adlı yerli durum komedisi örneğinde farklı yönleriyle betimlenmeye çalışılmıştır. Gülmece geleneğimizde yer almayan bu Batı kökenli türe en yakın yerli örnekler, yerli aile komedileridir. 90’lardan itibaren çok kanallı televizyon ortamımızda sıkça görülen kısa vadeli eğilimlere yaslanma eğiliminin bir ürünü ve patlak veren ekonomik krizi aşmanın bir yöntemi olarak, Batı televizyonlarındaki bazı popüler durum komedilerini uyarlama yoluna gidilmiş, bu da yerli–özgün durum komedilerinin önünü açmıştır. Bu alandaki örnekler genellikle durum komedisi ile, yerli aile güldürülerinin harmanlanması ile oluşturulan melez bir yapılanma izlemiştir; sahip olduğu “kentlilik” vurgusu ile bu harmana bir de “salon güldürüsü”nü ekleyen Avrupa Yakası, özellikle tiplemeler düzeyinde gülmece yaratmakta hayli başarılı olarak birkaç sezon boyunca ekranlarda kalmayı başarmıştır. Öte yandan sürdürülebilirlik ilkesinin gereğince değerlendirilememesi bağlamında yerli dizilerin çoğunda rastlanan zaaflar, Avrupa Yakası dizisinde de daha ilk sezondan itibaren kendini göstermiştir. Yerli komedilerin çoğunluğu gibi Avrupa Yakası da olay ve durum yaratma konusunda “gündelikten” yeterince beslenememiştir. Gündelik hayat, dizide genellikle belirli tiplemelerin inandırıcılığı ve karakterlerin Benimle Evlenir Misin?, Pop Star gibi televizyon programlarını izlemeleri ve zaman zaman da bunlara katılmaları biçiminde dizinin öykü dünyasında içerilmiştir. Dizide gerek farklı mekânların (ofis, muhallebici) sağladığı öykü olanakları gerekse de karakterlerarası bazı ilişki örüntülerinden doğabilecek çatışmalar (kadınlar arası ilişkiler, iş yerindeki rekabet vb.) yeterince değerlendirilememiş, olaylardan ziyade tiplemelere dayalı bir gülmece anlayışıyla bölüm öyküleri belirli yüzeysel çatışmaların tekrarıyla sınırlandırılmıştır. Bölüm içeriklerinde tekrarlara neden olan bu durum, aynı zamanda “rüya, parodi, mistik öğeler” gibi, gündelik gerçekliğin ve metnin öykü dünyasının dışında yer alan öğelerin giderek ağırlık kazanmasına yol açmış ve anlatıya neredeyse masalsı bir nitelik kazandırmıştır. Gündelik gerçeklikten fantaziye kaçış, anlatısal stratejileri korunamadan kültüre uyarlanan ithal bir tür karşısında uzun bir dönem boyunca seyirciyle iyi bir bağ kurmayı başarmış Yeşilçam melodramlarına bir kayma arzusu ve türün sınırlılıkları nedeniyle kayamama durumu olarak değerlendirilebilir. 112 • iletiim : arat›rmalar› Avrupa Yakası’nın yayınlanmasını izleyen yıllarda, yerli komedilerinin çoğunda “absürd” öğenin gözle görülür bir baskınlığı vardır. Geniş Aile, Leyla ile Mecnun, İşler Güçler gibi öne çıkan komedi dizilerinde, zaman/bağlam dışı, gerçek üstü öğelere sıklıkla yer verilmesi, tüm karakterlerin birbirine benzer ve diziye özgü bir üslupla konuşup dizi evrenine ait kimi kalıp hatta sözcükleri kullanmaları gibi absürd nitelikler ile dizilerin sık sık hem diğer komedilere hem de kendilerine atıfta bulunması biçiminde gözlenen bir özdüşünümsellik eğilimi göze çarpmaktadır. Son yıllarda Avrupa Yakası benzeri, “durum komedisi” nitelikleri ağır basan yapımların öne çıkanlarından biri, yine Gülse Birsel tarafından tasarlanan Yalan Dünya adlı dizidir. Halen Kanal D’de yayınlanmakta olan dizi, Cihangir’de yaşayan geleneksel, kalabalık bir aile ile onların kiracısı olan birkaç genç televizyon oyuncusunun ilişkilerini konu alır. Gülmece yaratmada yine “geleneksel-modern”, “gençyaşlı”, “avam-entelektüel” karşıtlıklarından bolca yararlanan dizinin ilginç bir özelliği, oyuncu karakterleri aracılığıyla televizyon yapım pratiklerine geniş ölçüde yer vermesidir. Türkiye’de televizyon dizi süreçlerinin bazı özelliklerini başarıyla gülmeceye aktaran dizide bu özdüşünümselliğin yanı sıra, bu kez dizi içinde çekilen dizideki reyting kaygısının doğurduğu “tür karmaşası” aracılığıyla bir fantazyaya kayış olgusu gözlenmektedir. “Dizi içinde dizi” bir köy melodramı olarak başlamış ancak kısa süre içinde diziye, Batı’da öne çıkan bir tür olan “zombi”ler dahil edilmiştir. Komedinin sürdürülebilirliği bakımından hayli zorlayıcı özelliklere sahip “absürd”ün yerli komedi tasarımlarında gördüğü rağbet ve “durum komedisi” niteliği taşıyan yapımlarda da “gündelik gerçeklikten fantazyaya kayış” olgusunun artarak sürmesi çalışmamızın bulgularını destekler niteliktedir. Çelenk • Yerli Durum Komedilerinde Sürdürülebilirlik Problemi: ... • 113 Kaynakça Aristoteles (1998). Poetika. Çev. İsmail Tunalı. İstanbul: Remzi. Abisel, Nilgün (2005). Türk Sineması Üzerine Yazılar. Ankara: Phoenix. Alankuş, Sevda ve Ayşe İnal (2000). “Güldürü Programlarında Kadının Temsili ve Kadına Yönelik Şiddet.” Televizyon, Kadın ve Şiddet. (der.) Nur Betül Çelik. Ankara: KİV Yayınları. 65-110 Arna, Sibel (2001). “Duruma Uygun Komedi.” http://arsiv.sabah.com. tr/2001/11/04/o01.html. Erişim Tarihi: 01.11.2001 Berger, Arthur Asa (1997). The Art of Comedy Writing. New Jersey: Transaction. Bergson, Henri (2006). Gülme: Komiğin Anlamı Üstüne Deneme. Çev. Yaşar Avunç. İstanbul: Ayrıntı. Çelenk, Sevilay (2005). Televizyon, Temsil, Kültür: 90’lı Yıllarda Sosyokültürel İklim ve Televizyon İçerikleri. Ankara: Ütopya Yayınevi. Donegan, Lawrence (2004). “The One Where They Killed Sitcoms.” The Observer. 30 Mayıs 2004. Feuer, Jane (1987). “Genre Study and Television.” Channels of Discourse (der.) Robert C. Allen. Chapel Hill ve Londra: University of North Carolina Press. 113-133. Grote, David (1983). The End of Comedy-The Sit-Com and the Comedic Tradition. Connecticut: Archon. Gülsoy, Murat (2004). Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık. İstanbul: Can. Gürbilek, Nurdan (2001). Kötü Çocuk Türk. İstanbul: Metis. Gürbilek, Nurdan (2004). Kör Ayna, Kayıp Şark. İstanbul: Metis. Hamamato, Darrel Y. (1991). Nervous Laughter: Television Stuation Comedy and Liberal Democratic Ideology. New York: Praeger. Haggins, Bambi L.(1999). “There’s No Place Like Home: The American Dream, African-American Identity, and the Situation Comedy.” A Critical Journal of Film&Television 43: 23-36. İnal, Ayşe (2001). “Televizyon, Tür ve Temsil.” İLEF Yıllık 1999: 255-286. Kelsey, Gerard (1995). Televizyon Yazarlığı. Çev. Bahar Öcal Düzgören. İstanbul: YKY. Koçak, Orhan (1996). “Kaptırılmış İdeal: Mai ve Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme.” Toplum ve Bilim 70: 94-152. 114 • iletiim : arat›rmalar› Koestler, Arthur (1997). Mizah Yaratma Eylemi. Çev. Sevinç Kabakçıoğlu&Özcan Kabakçıoğlu. İstanbul: İris. Kuzu, Hüseyin (1996).”Sinemada Kurumlaşma, Tarihi Yazan Gizli Eller ve Zayıf Halka.”, Türk Sineması Üzerine Düşünceler (der.) S. Murat Dinçer. Ankara: Doruk. 259-277 Landa, Jose Angel Garcia ve Susana Onega (2002). Anlatıbilime Giriş. Çev. Deniz Haksever&Yurdanur Salman. İstanbul: Adam. Mellencamp, Patricia (1995). “Durum Komedisi, Feminizm ve Freud: Gracie ve Lucy’nin Söylemleri.” Eğlence İncelemeleri (der.) Tania Modleski. Ankara: Metis. 113-131. Mintz, Lawrence E. (1985). “Situation Comedy.” TV Genres: A Handbook and Reference Guide (der.) Brian G. Rose. Westport ve Londra: Greenwood. 107-131. Moran, Berna, (1994). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: Cem. Morreale, Joanna (2000). “Sitcoms Says Goodbye: The Cultural Spectacle of Seinfeld’s Last Episode.” Journal of Popular Film and Television 28(3): 1-21. Mutlu, Erol (1991). Televizyonu Anlamak. Ankara: Gündoğan. Mutlu, Erol (1995). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark. Neale, Stephen (2000). Genre and Hollywood. Londra ve New York: Routledge. Neale, Stephen ve Frank Krutnik (1990). Popular Film and Television Comedy. Londra: Routledge. Onaran, Oğuz (1994). “Türk Sineması’nda Anlatı Üstüne Bir Deneme.” 25. Kare 8: 30-34. Özsoy, Aydan (2006). “Popüler Kültür Ürünü Olarak Durum Komedileri: Çocuklar Duymasın Örneği’nde Aile Söylemi.” Kültür ve İletişim 9(2): 143-175 Tunalı, Dilek (2006). Batıdan Doğuya, Hollywood’dan Yeşilçam’a Melodram. Ankara: Aşina. Sanes, Ken (1996). Situation Comedies and the Liberating Power of Sadism.” http://www.transparencynow.com/sitcom.htm. Erişim Tarihi: 04.05.2007 Wendell, Wellman (2004). Senaryo Yazarının Yol Haritası. Çev. Ezgi Arıduru. İstanbul: Altıkırkbeş. 115 “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme Altuğ Akın iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 115-132 116 • iletiim : arat›rmalar› “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme Avrupa Yayın Birliği’nin (European Broadcasting Union-EBU) aktif üyelerinin katılımıyla 1956’dan bu yana her yıl düzenlenen ve canlı olarak yayınlanan Eurovision Şarkı Yarışması bu yanıyla televizyon tarihinin en uzun soluklu programlarından biri olma özelliği taşır. Yarışmanın Avrupa kıtası etrafında yer alan ülkelerin hemen hepsinde ve dahası yarışmaya katılmayan Kanada, Brezilya, Japonya ve Avustralya gibi ülkelerde de yayınlanması yarışmayı izleyici istatistikleri açısından da sıra dışı bir noktaya yerleştirmiştir. Avrupa çapında ilk iletişim platformlarından birini yaratma girişimi olarak doğan yarışma, zaman içinde “Avrupalılık” tanımı etrafında cereyan eden çeşitli tartışmaları ateşlemiş, “Avrupalı olmanın” popüler kültür kıstaslarıyla tanımlandığı ve tartışıldığı, aynı zamanda “Avrupalılaşma” stratejilerinin (Bolin, 2006: 191; Bourdon, 2007: 266) gözlemlenebildiği çeşitli iletişim alanlarının gelişimine öncülük etmiştir. Eurovision Şarkı Yarışması, Türkiye televizyon tarihi açısından da kendine has bir yere sahiptir. 1975 yılından, yani ülkede televizyonun toplumsal yaygınlığının artmaya başladığı “erken televizyon” evresinden bu yana yarışmanın düzenli katılımcılarından olan Türkiye’de, hem bir “medya olayı” hem de toplumsal gündem maddesi olarak güncelliğini korumaktadır (Akın, 2011). Eurovision Şarkı Yarışması’nı Bir Program Türü Olarak Düşünmek Eurovision Şarkı Yarışması’nı, bir program türü olarak değerlendirdiğimizde, hem bir eğlence programına, hem de bununla bağlantılı Akın • “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme • 117 olarak bir medya olayına benzer nitelikler taşıdığını görürüz. 1951’de İtalya’da düzenlenmeye başlanan San Remo Şarkı yarışmasından esinlenilen proje, literatürde variety show (varyete-eğlence programı) olarak anılan formatın bir türevidir (Hare, 2003). Variety showlar, Türkiye de dâhil birçok Avrupa ülkesinde özel yayıncılığın yaygınlaşmaya başladığı seksenli yılların sonlarına kadar, cumartesi akşamlarının ve pazar öğleden sonralarının değişmez programları olmuş, komediden müziğe, danstan yarışmalara kadar birçok içeriği harmanlayarak tüm aile üyelerini ekran başına toplayan bir tür olarak ayrışmıştır. Eurovision Şarkı Yarışması türe özgü bu nitelikleri paylaşır: Birbirini izleyen şarkılar ve şovlar, ülke puanlarının açıklandığı ve ülkeler arası rekabetin gözler önüne serildiği kısım, açılışta, aralarda ve kapanışta sergilenen gösteriler vb. unsurlarla bir aile eğlencesi olma özelliği taşır. Örneğin Philip Bohlman (3), yarışmanın tek başına izlenmesinin düşünülemeyeceğini, çünkü izleme pratiği bakımından adeta bir parti ya da eğlence için bir araya gelmeyi çağrıştırdığını söyler. Bu açıdan eğlence programı sınıflanması içinde düşünebileceğimiz yarışma, seksenlerin ardından ekranlarda zorlukla yer bulan bu türün sınırlı sayıdaki temsilcilerinden biri olmaya devam etmekte, belki de çok kanallı dönem öncesi eski televizyon günlerini anımsattığı için izleyicilerde nostaljik bir etki bırakmakta. Yarışmada izleri takip edilebilen ve programın alt metnini görmemize yardımcı olan diğer bir tür, Daniel Dayan ve Elihu Katz’ın (1992) çalışmalarıyla literatüre giren “medya olayı”dır (media event). Medya olayları, önceden planlanarak ve duyurularak televizyonlardan canlı 118 • iletiim : arat›rmalar› olarak yayınlanan, çok sayıda izleyiciyi ekran başına çekmeyi başaran, gündelik hayatın akışında kırılma olarak tecrübe edilen, büyük ve sıra dışı olaylardır. Klasik örnekleri Ay’a ilk yolculuğun canlı yayını, devlet büyüklerinin cenaze törenleri-taç giyme törenleri ya da Olimpiyatlar başta olmak üzere uluslararası spor karşılaşmalarıdır. Eurovision Şarkı Yarışması, medya olayı fenomeninin alt türü olarak sayılan yarışmalar kategorisine özgü nitelikler taşır: Kurallara bağlı olarak çarpışan tarafların varlığı, mücadele edenlerin başlangıçta eşit pozisyonlarda yer alması, kesin olarak tanımlanmış kuralların izleyenlere ısrarla hatırlatılması, düzenli aralıklarla canlı olarak yayınlanması (Dayan ve Katz, 1992: 26) gibi. Ayrıca, bu alt kategorideki medya olaylarında izleyiciye çatışan iki rol birden atfedilir: taraftar olmak ile kazananı belirlemek, yani hakem olmak. Yarışmada katılımcı kuruluşlara, 1997’den beri de izleyicilere, kazananı belirleme görevinin verilmesi fakat kendi ülkesini temsil eden esere oy vermenin yasak olması, yarışmanın daha ilk yıllarında, 1958’de uygulamaya konmuş bir kuraldır. Bu sayede, yayın kuruluşları ve izleyiciler, birbiriyle çelişik görünen bu iki rolün getirdiği ağırlık sebebiyle dozu yükselen bir heyecan yaşarlar. Dayan ve Katz’a göre (36) yarışma türü medya olayları, taraflar arasındaki gerilimleri, tarafların doğrudan çatışmalarının ender olarak yaşandığı “mücadele alanlarından”, sınırları net olarak tanımlanmış ve taraflar arasındaki farklılıkların iyice vurgulanırken basitleştirildiği, karikatürize edildiği bir alana taşırlar. Eurovision Şarkı Yarışması bu açıdan, yarışan ülkeler arasındaki gerilim hatlarının (Örneğin Türkiye-Yunanistan, Ermenistan-Azerbaycan, Rusya-Gürcistan arasındaki geleneksel ya da güncel gerilimler), ekranda yeniden ve istendiği şekilde kurgulanabileceği bir alan olarak düşünülebilir. Avrupa Yayın Birliği (EBU) ve “Eurovision” Tahayyülü Yarışmanın üretim sürecinin merkezindeki kurum hiç kuşkusuz 1950’de kurulan ve günümüze dek varlığını koruyan EBU’dur. En büyük yayıncılık birliklerinden biri olan EBU’nun ortaya çıkışı, 2. Dünya Savaşı’nın alt üst ettiği Avrupa’nın yeniden şekillenmesi süre- Akın • “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme • 119 cinde gündeme gelen, uluslararası girişimlerin hız kazandığı döneme dayanır (Feddersen ve Lyttle, 2003). Birliğin kuruluşunda yer alan Avrupa ve Akdeniz havzasındaki 23 televizyon yayıncısının arasında yaşanmakta olan teknik uyum sorunlarını aşmak, paylaşımı artırmak ve üyelerin ortak çıkarlarını savunmak amaçlarıyla (Eugster, 1983: 57) kurulan birlik, esasen 1925 yılında kurulan bir başka örgütün, Uluslararası Yayın Birliği’nin (International Broadcasting Union-IBU) kurumsal mirasını devralmıştır. Bu açıdan, EBU’nun öncülü olarak tanımlanabilecek IBU’nun varlığı, radyo döneminde farklı ülkelerde bulunan yayıncılar arasında yaşanan bazı güçlüklerin aşılması çabasına bağlı kılınmıştır: Radyo yayıncılığının sınır tanımayan yapısı, farklı ülkelerdeki yayıncıların radyo sinyallerinin birbirlerinin alanlarına müdahalesi ve yayınların birbirleriyle çakışması gibi durumları doğurunca, çözümün uluslararası bir kurum aracılığıyla sağlanabileceği düşünülmüş ve radyo yayıncıları IBU çatısı altında bir araya gelmişlerdir. IBU, sınırlı da olsa üye yayın kuruluşların program paylaşımını de desteklemiş, Avrupa Konserleri projesine öncülük etmiştir. IBU üyesi yayıncıların senfoni orkestraları tarafından seslendirilen klasik müzik konserleri diğer yayıncılarla paylaşılarak farklı ülkelerdeki dinleyicilere sunulmuştur (Lommers, 2006: 13). Ne var ki, örgütün çok uluslu yapısı, İkinci Dünya Savaşı atmosferine giren kutuplaşmış Avrupa’nın siyasi gerilimlerine dayanamamış, ilk olarak Almanya ve müttefikleri tarafından ele geçirilen örgüt, 1950 yılında resmen dağılmıştır. IBU’nun mirasını devralan EBU, başta İngiliz yayın kuruluşu British Broadcasting Union (BBC) olmak üzere, “demir perde”nin batısında kalan ülkelerin yayıncılarının bir araya gelmesiyle oluşturulmuş, bu arada Doğu Bloku ülkeleri ise Ulusulararası Radyo ve Televizyon Yayıncıları örgütü (Organisation Internationale de Radiodiffusion et de Télévision, OIR) çatısı altında bir araya gelmiştir. EBU, öncülü IBU’nun "uluslararası pragmatizm" olarak tanımlanabilecek, siyasetten uzak durup üyelerinin çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermek, kâr amacı taşımamak ve devletlerin değil kurumların birlikteliği olmak gibi (Sherman, 1974: 36) ilkelerini korurken, üye kuruluşlar arasında program paylaşımını öncelikli bir hedef olarak belirlemiştir. 120 • iletiim : arat›rmalar› EBU’nun uluslararası program değişimi konusundaki girişimlere öncülük etmesinin dönemin koşullarıyla doğrudan ilişkili nedenleri bulunmaktaydı. 1953 yılında ilk kez kelimenin tam anlamıyla uluslararası düzeyde izlenebilen İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giyme töreni izleyicilerde büyük heyecan uyandırmış, dönemin basını tarafından ifade edildiği üzere “televizyonun, uzakları yakına getiren, dünyaya açılan bir pencere” olabileceği ilk kez hissedilmişti (The Pioneers, 2004: 26-27). Üstelik, savaş sonrasının ekonomik sıkıntılarıyla boğuşmakta olan yayın kuruluşları, program paylaşımı sayesinde yayın akışlarını zenginleştirirken içerik üretiminden tasarruf edebileceklerdi. Bu saik doğrultusunda geliştirilen program değişim sisteminin adı Eurovision olarak tanımlandı: Seçilen isim Avrupa ülkelerinin televizyon aracılığıyla, “ortak bir vizyon” doğrultusunda beraber hareket etmeleri amacını temsil ediyordu. 1954 yılında sekiz ülkenin (Batı Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İtalya, İsviçre) yayın kuruluşunun işbirliğiyle gerçekleştirilen ilk Eurovision Yayın Haftası, İsviçre’de düzenlenen Futbol Dünya Kupası’nın yayınıyla başladı ve bir hafta boyunca sürdü. İçerik, işbirliğine katılan yayıncıların ürettiği farklı programların canlı olarak, art arda sunulmasından ibaretti. Farklı ülkelerden gelen programlar hem izleyicilerde, hem EBU çevresinde hem de televizyon satışlarına yansıyabilecek olumlu etki sebebiyle televizyon endüstrisinde büyük heyecan yaratmıştı (Wilson, 2004: 68). Böylelikle EBU, program değişim faaliyetlerine devam edilmesine karar verdi. Bu doğrultuda gündeme gelen fikirlerden biri de yayıncı kuruluşlarının katılımıyla düzenlenecek bir şarkı yarışması oldu. Ulusaşırı Bir Şarkı Yarışmasının Doğuşu Eurovision Şarkı Yarışması’nın farklı ulus devletlerin yayıncılarını bir araya getirme hedefiyle doğrudan ilgili olduğunu söylenebilir. Bir şarkı yarışması olması dil farklılığı engeline minimum düzeyde takılması amacıyla ilgili düşünülmüş, böylelikle EBU’nun öncülük ettiği ancak dil farklılığı nedeniyle yaygınlaşamayan diğer ulusaşırı programların (Bourdon, 2007) kaderini paylaşmamıştır. Akın • “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme • 121 Organizasyonun bir festival ya da konser değil, "yarışma" olarak tasarlanmasında, 1954-55 yıllarında EBU’nun düzenlediği Eurovision Program Haftaları’nda en çok izleyici toplayan programlarının sporfutbol karşılaşmaları olmasının da etkisi vardır. EBU zaman içinde program değişim sisteminin yegâne içeriğinin spora dönüşmesinden endişe duymuş ve bu sebeple kültürel yanı ağır basan bir yarışmada karar kılmıştır. 1956’da İsviçre yayın kuruluşu SSR’ın ev sahipliğinde Cenevre kentinde düzenlenen ilk yarışmaya, Belçika, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, İsviçre ve Batı Almanya’yı temsil eden yayıncılar ve onların belirledikleri şarkılar katıldı; kazanan eser İsviçre’yi temsil eden Lys Assia tarafından seslendirilen “Refrain” oldu. 10 ülkede canlı olarak yayımlanan yarışma, programın EBU tarafından üretilmesi ve sahiplenilmesi sebebiyle tarihi bir sürecin kapısını aralamıştı. Yarışmanın ilk yıllarında şekillenen temel esaslarının ciddi değişikliklere uğramadan günümüze dek varlığını sürdürdüğü söylenebilir: Birinci olan ülkenin bir sonraki yılın organizasyonuna ev sahipliği yapması, ülkelerin kendi adaylarını oylayamaması, katılımcı üye sayısını artırma iradesinin sürdürülmesi ve puanlama sistemi üzerinde denemeler yapılması gibi. Değişmeyen esaslardan bir diğeri ise, üye yayın kuruluşlarının işbirliğine dayanmakla birlikte yarışmanın asıl sahibi ve sorumlusunun EBU olması şeklinde hayat buldu. Buna karşılık, yarışmanın yapım süreci merkezi olmayan bir anlayışa dayalıdır. Ev sahipliğinin bir önceki yılda birinci olan ülkenin yayıncı kuruluşu tarafından üstlenilmesi, organizasyonun ekonomik yükünün EBU’nun üzerinden atılmasını sağlamış, Birlik yalnızca sürecin sorunsuzca işlemesi için gerekli müdahaleleri üstlenmiştir. Bu uygulamanın diğer bir ekonomik rasyoneli, organizasyonu üstlenen ülkelerin bunu bir yatırım olarak görmeleri ve canlı yayın gecelerini kültürel ya da teknolojik “gövde gösterilerine” dönüştürerek ülkelerinin tanıtımını yapmalarıdır. Başka bir deyişle, odak noktası her sene yer değiştiren sahne ışıklarını üzerlerinde bulan ülkeler, “sahne aldıkları” süre boyunca en başarılı performanslarını sergileme fırsatı elde etmektedir. 122 • iletiim : arat›rmalar› Yarışma zaman içinde, medya olayı potansiyelini açığa çıkarmıştır: Birçok ülkede hayatın normal akışında bir “kırılma” olarak tecrübe edilmiş, izleyicilerin önemli bir kesiminde yüksek beklentiler oluşturmuş; oylama prosedürü ve diğer kurallar her daim tartışmalara yol açmış, farklı coğrafyalardaki izleyiciler arasında bir ortaklık hissi yaratabilmiş, “uluslararası bir izleyici kitlesine sesleniyor olmak” sahnede ülkelerin temsil edildiği şeklinde bir algıyı güçlendirmiş ve bununla beraber söz konusu temsilin nasıl olması gerektiğine dair tartışmaları tetiklemiştir. Yarışmanın yarım yüzyıldan uzun tarihi boyunca kuşkusuz kimi değişimler geçirdiğini de belirtmek gerekir: Örneğin, ilk yıllarda 10-15 civarındaki katılımcı sayısı, özellikle 1990’lardan sonra, Polonya gibi eski “Doğu bloku” ya da Estonya, Sırbistan gibi yeni kurulan ülkelerin EBU’ya üye olmasıyla birlikte, ciddi bir artışla ellilere dayandı. Katılımcı sayısındaki bu artış nedeniyle yarışma artık üç gecede tamamlanabiliyor. Bir diğer değişim ise, ülke puanlarını belirleme gücünün 1997’de televoting uygulamasıyla yayın kuruluşlarının uzmanlarından izleyicilere geçmesi olmuştur. Eurovision Şarkı Yarışması’nın Türkiye Serüveni Hiç şüphe yok ki Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye’nin popüler kültür alanının iki ana cephesini oluşturan müzik ve televizyon sektörlerinde önemli bir organizasyon olarak kabul görmüştür. Yarışmaya ilk katılımın gerçekleştiği 1975 yılından 1990’ların başına dek, çok sayıda şarkıcı, müzisyen ve grup ilk kez ulusal elemelerde izleyicilerle buluşma imkânına sahip olmuştur. Televizyon açısından düşündüğümüzde ise yarışma her yıl tekrarlanan önemli bir toplumsal hadiseye dönüşmüş, televizyon tarihinde hatırı sayılır bir yer edinmiştir. Aynı zamanda TRT’nin müzik alanında söz sahibi olmasında, müzisyenlerin ve yapımcıların ise TRT’ye “yakınlaşması”nda yarışmanın önemli bir rolü olmuştur. TRT, 1950’de EBU’ya ve 1973 yılında “Eurovision Program Değişim Ağı”na üye olmuş ve bu bağlantının etkisiyle, Türkiye toplumunun yarışmayla ilk teması 1975 öncesinde dönemin popüler müzik dergileri Akın • “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme • 123 aracılığıyla gerçekleşmiştir. 1973 yılının galibi Anne-Marie David’in parçası “Tu Te Reconnaitras”’ın ve 1974’te birinci olan ABBA’nın ülkedeki müzikseverler tarafından bir hayli beğenilmesi, TRT’nin yarışmaya katılması yönündeki beklentinin artmasına yol açmıştır. Yarışmanın 1974’te ilk kez canlı olarak yayınlanması, ülkede sayıları yavaş da olsa artmakta olan televizyon izleyicileri için büyük bir heyecan kaynağı olmuş ve TRT 1975’te ulusal seçmelerin yapılması için süreci başlatmıştır. TRT açısından bakıldığında yarışmaya katılma kararının, ulusal ve uluslararası boyutta nedenleri olduğunu tespit etmek güç değildir. Her şeyden önce, 1950’lerde Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Eurovision Şarkı Yarışması gibi ihtişamlı medya olaylarının, Türkiye’de henüz emekleme dönemindeki televizyon teknolojisinin yaygınlık kazanmasına katkıda bulunabilecek bir fırsat olarak görüldüğü söylenebilir. TRT’nin yayın akışını doldurmakta zorlandığı böyle bir dönemde, içeriği hareketlendirebilmek ve yabancı yayın kuruluşlarıyla işbirliği yapabilmek için de Eurovision Şarkı Yarışması’nın vaatlerle dolu olduğu açıktır. İşin uluslararası boyutundaki en önemli saik ise, Türkiye’nin Avrupalılarla aynı sahnede boy gösterip, Avrupa’nın bir parçası olduğunu Avrupa’ya kanıtlayabilecek olmasıydı. Türkiye, önceki yıllarda Balkan Müzik Festivali ya da Altın Orfe Festivali gibi uluslararası organizasyonlarda boy göstermişti ancak bunların hiçbiri televizyonda yayınlanmamıştı ve Eurovision Şarkı Yarışması kadar geniş katılıma sahip değildi. Böylelikle Türkiye’yi temsil edecek şarkının belirlenmesi sürecine girildi ve bu alanda uzun yıllar pozisyon işgal edecek başlıca aktörler de belirmeye başladı. İlk aşamada, TRT’nin hazırladığı şartnameye uygun olarak kuruma yollanan 105 eserden, 17’si finale kaldı. Ardından televizyondan yayınlanan bu şarkılardan, jüri ve halkoyuyla seçilen, Semiha Yankı’nın seslendirdiği Seninle Bir Dakika, Stockholm’de düzenlenecek yarışmada sahne almaya hak kazandı. Şarkının belirlenme süreci ve sonrası, TRT’nin ve basının gündeminden hiç düşmemişti, beklenti ve heyecan final gününe kadar giderek yükselmişti. Yarışmanın düzenlendiği 22 Mart gecesi, tüm ülke adeta televizyonlara kilitlenmişti, ancak Seninle Bir Dakika Monako’dan aldığı 3 puanla sonuncu olarak ilk “Eurovision hüsranı” toplumsal bellekteki yerini almış oldu. 124 • iletiim : arat›rmalar› Yarışmanın ardından gazetelerin büyük kısmı tarafından dile getirilen iki kanı ülkede yıllarca sürecek Eurovision tartışmalarının temel hatlarını çiziyordu: Puanları siyasi etmenler belirliyordu ve Türkiye gereğince temsil edilmemişti. İlk iddianın üç dayanağı vardı: Komşu ülkeler birbirine oy veriyordu, Türkiye Kıbrıs meselesi yüzünden cezalandırılmıştı ve zaten, Avrupa Türkiye’yi kendi parçası olarak kabul etmiyor, dışlıyordu. Türkiye’nin gereğince temsil edilemediği eleştirisi ise bir yandan Semiha Yankı’nın imajına (kıyafeti, saç stili, sahne duruşu vb.), öte yandan TRT’nin tercihlerine (şarkı ve şarkıcı seçimi, Türkçe şarkıyla katılma tercihi, yeterince tanıtım faaliyeti yapılmaması vb.) dönüktü. “Stockholm faciası”nın yarattığı hayal kırıklığıyla basın tarafından bir hayli yıpratılan TRT, 1976 ve 1977 yıllarında düzenlenecek yarışmalara katılmama kararı alsa da, yarışmaları canlı olarak yayınlamaya devam etti. Hatta 1976 yılında Yunanistan’ın, Kıbrıs krizine temas eden “Panayia Mou, Panayia Mou” (Kıbrıs’ın Ölümü) parçası sırasında, TRT canlı yayını durdurdu, şarkı sona erince yayın kaldığı yerden sürdürüldü. 1978’de yarışma sürecine tekrar dâhil olundu ve ulusal yarışmaya katılan şarkı sayısı 105’ten 232’ye yükseldi. O yıl Fransa’daki finalde TRT’yi temsil eden Nilüfer ve Grup Nazar’ın parçası “Sevince”, Nilüfer’in Türkiye’deki popülerliğine rağmen, ülke jürilerinden yalnızca 2 puan alarak son sırayı Finlandiya’yla paylaştı. 1979 yılı uluslararası siyasetin yarışma üzerindeki en açık etkilerinden birine sahne oldu. Ulusal elemelerde halkoyuyla birinci seçilen Maria Rita Epik ve 21. Peron tarafından seslendirilen “Seviyorum”, Kudüs’te düzenlenen yarışmaya siyaset alanından yapılan bir müdahale sebebiyle katılamadı. Dış İşleri Bakanlığı, yarışmanın Kudüs’te yapılmasının Türkiye’nin Müslüman komşularını rencide edici olabileceğini, bu sebeple organizasyonun ilk başta ilan edildiği şekilde Tel Aviv’de yapılması şartıyla Türkiye’nin katılımının sözkonusu olabileceğini TRT’ye tebliğ etti, ardından talep İsrail yayın kuruluşu IBA’ya bildirdi. Ancak bu istek kabul görmeyince, TRT yarışmadan çekilme kararını açıkladı (Dilmener, 2003: 256; Meriç, 2006: 292; Kuyucu, 2010: 62). Böylelikle Eurovision Şarkı Yarışması’nın devlet siyaseti karşısındaki özerkliğinin bir hayli sınırlı olduğuna dair belki de en güçlü örnek tarihteki yerini aldı. Akın • “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme • 125 TRT’nin yarışmadan son anda çekilmesi sebebiyle EBU tarafından kuruma 36.000 İsviçre frangı ceza verildi (Kuyucu, 2010: 66). Öte yandan Türkiye, iki ülke arasında esen dostluk rüzgarlarının etkisiyle 1999 yılında yine Kudüs’te düzenlenen yarışmaya hiçbir sorun çıkarmadan katılacaktı. 1980 yılında TRT, yarışmaya hazırlık sürecinde ciddi değişiklikler yaptı. Bunların ilki, Türkiye’yi temsil edecek ismin ulusal yarışmayla değil, kendisinin teşkil ettiği bir kurul tarafından belirlenmesiydi: Bu isim ülkenin tek “uluslararası yıldızı” Ajda Pekkan’dı. TRT’ye göre böylelikle hem “güçlü” bir isim tarafından temsil edilmek garanti altına alınmış oluyor, hem de halkoyu-jüri ikiliği ortadan kalkıyordu. İkincisi TRT, önceki yıllarda eksikliğini hissettiği, profesyonel bir hazırlık süreci oluşturmaya kararlıydı. TRT bütçesinden önemli bir kaynak ayrılarak Ajda’yı ve ekibini yarışmaya hazırlamak üzere, sanat direktörleri, halkla ilişkiler ve pazarlama uzmanlarının görev aldığı uluslararası bir ekip kuruldu (Kuyucu, 2005: 80). Üçüncüsü, müzikal tercihlerdeki değişimdi: Ajda’nın seslendireceği Petrol'de ilk kez oryantal ritimler, enstrümanlar ve melodiler kullanıldı. Böylelikle TRT, Türkiye’nin “doğusundan” beslenen bir parçayla, “batısı” olarak algılanan Avrupa sahnesine çıkıyordu. TRT’nin bu stratejisi doğrultusunda, kamuoyunda Ajda’nın zaferine dair büyük bir beklenti oluşmuştu. Ülkenin superstar’ı bu kez Avrupa’nın superstar’ı olacak ve makûs Eurovision günleri sona erecekti. Neticede Petrol topladığı 23 puanla, 19 parça arasında 15’inci olarak yarışmayı tamamlayabildi. TRT Ajda’yla, öncekilere göre istatistiksel bir başarı yakalamış olsa da, kamuoyundaki muazzam beklentinin yanına bile yaklaşılamadı, yaşanan hayal kırıklığı basının gündeminden haftalarca düşmedi. 1980’lerden Günümüze Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye açısından Eurovision Şarkı Yarışması’nın doğumu olarak değerlendireceğimiz 1975-1980 döneminde atılan temeller bugüne dek ayakta kalsa da, uluslararası alanında yaşanan bazı dönüşümler ve ülke içi dinamikler, yarışmanın toplumsal anlamında ciddi değişimlere yol açtı. 126 • iletiim : arat›rmalar› 1980’li yıllara ve birçok açıdan sonrasına da damgasını vuran 12 Eylül darbesinin Eurovision Şarkı Yarışması’na en somut etkisi, müzisyenlerin yarışmaya olan ilgisinin azalması oldu. Siyasi gerekçelerle TRT’nin kara listesine girmiş birçok müzisyen için yarışmada ülkeyi temsil etmek için çaba göstermenin hiçbir manası kalmamıştı. Öte yandan önceki yıllarda Türkiye adına yarışan Ajda Pekkan, Nilüfer gibi büyük isimlerin yaşadıkları hayal kırıklıkları sebebiyle 1980’lerin ortasına dek ulusal yarışmalara katılan müzisyen sayısı 1970’lerin epey gerisinde kaldı: 1978’te 232 şarkının yarıştığı ulusal seçmelerde 1982’ye gelindiğinde ancak 74 şarkı yer aldı. Bu arada, askeri rejim ve TRT, yarışmaya katılma konusunda herhangi bir kararsızlık yaşamadı, zira yarışmada var olarak, Avrupa’da tepki gören askeri rejimin aslında öncesiyle bir devamlılık arz ettiği hem uluslararası kamuoyuna hem de ülke içine gösterilmiş oluyordu. Askeri rejimin 1983 seçimleriyle yönetimi sivil idareye teslim etmesiyle birlikte yarışmanın yeniden önem kazandığı, bu arada müzikal anlamda farklı deneylerin yapıldığı bir döneme girildi. 1984’de Halay parçasıyla “doğulu” motifler, 1986’da ise Halley ile “Avrupalı” bir performans Türkiye’yi temsil etmek üzere tasarlandı. İstatistiksel olarak başarılı sonuçlar kazanan bu arayışlara rağmen 1980’ler boyunca alınan “sıfır puanlar” (1983’te Çetin Alp’in Opera'sı ve 1987’de Seyyal Taner’in Şarkım Sevgi Üstüne’si), yarışmada kendimizi düzgün ifade edemediğimiz ve Avrupa’nın bizi kabul etmediği algılarına dayanan soğukluğu 1990’lara taşıdı. Uluslararası alanda ise EBU’nun ezeli rakibi OIRT’in “demir perde”yle eş zamanlı olarak dağılması üzerine, yeni kurulan ulus devletlerin yayıncıları bir bir EBU üyesi oldu ve bu durum yarışma katılımcısı ülke sayısını fazlasıyla artırdı. 25 parçanın yarıştığı 1993 yılında, Yugoslavya’nın dağılmasıyla kurulan Bosna Hersek, Slovenya ve Hırvatistan; 1994’de ise Rusya, Polonya ve Litvanya; 2004’te Arnavutluk, Beyaz Rusya ve Sırbistan; 2008’de Azerbaycan ve San Marino yarışmaya ilk kez katıldılar. Bu, bir yandan final gecesinde sahne almanın EBU tarafından tanımlanan yeni kurallar aracılığıyla zorlaştırılmasını, öte yandan yarışmadaki Doğu Avrupa ağırlığının artmasına Akın • “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme • 127 neden oldu. Bu dönemde eski Doğu Bloku ülkelerinin “kültürel gelişmişliklerini sergilemek istedikleri bir platform olarak algılanmaya ve eski katılımcılar tarafından hor görülmeye başlanan Eurovision Şarkı Yarışması” (Bolin, 2006), Türkiye’de de bir hayli gözden düştü. Bu düşüşün, Türkiye’nin arzu edilen başarıyı bir türlü yakalayamaması gibi özgül sebepleri vardı, ancak asıl neden Avrupa çapında yayıncılık alanında yaşanmakta olan hayati bir gelişmenin Türkiye’deki yansımalarıydı: Özel-ticari yayın kuruluşlarının doğuşu. Avrupa’da 1980’lerin başından beri yaşanmakta olan yayıncılık alanındaki deregülasyon, Türkiye iletişim alanına 1990’larda damgasını vurdu. Kamu yayıncısı olarak, toplumsal beklentilerin ve taleplerin uzağına düşmesi sebebiyle başından beri eleştirilen TRT, bu süreçte muazzam izleyici kaybına uğradı; özel kanalların sunduğu sınırsız ve denetimsiz içerik izleyicilerin büyük kısmının tartışmasız tercihiydi (CMR, 2001). Yeni ticari yayıncılar, 1980’leri adeta donuk bir şekilde geçiren popüler müzik dünyasına büyük bir alan açtılar ve 1990’ların “pop patlaması” yaşandı (Meriç, 2006; Kuyucu, 2010). Bu süreçte, Kral TV başta olmak üzere yalnızca müzik videolarına yer veren kanallar kadar, içerik bulmakta zorlandıkça genç popçulara sığınan diğer kanallar da önemli rol oynadılar. Müzik sektörü için kitlelere ulaşmayı sağlayan sayısız kanalın ortaya çıkması, bu noktada yıllardır hayati bir pozisyona sahip olmuş TRT’ye duyulan ihtiyacın ciddi oranda azalmasını doğurdu. Eurovision Şarkı Yarışması tüm bu süreçte giderek izleyicisi ilgisini ve gündemdeki yerini yitirmeye başlamıştı. TRT bile yarışmayı eskisi kadar önemsemiyordu. Bu nedenle elemeler 1992’den itibaren yalnızca amatör müzisyenlerin katıldığı bir duruma gerilemişti. Azalan medya ilgisinin göstergesiyse ulusal yarışmanın haber gündeminde son derece sınırlı bir yer bulması, yarışma finaline bile kısaca değinilip geçilmesiydi. Özetle, doksanlarla birlikte Eurovision Şarkı Yarışması, yalnızca düşük katılımlı fan kulüpleri kuran ısrarlı takipçilerin önemsediği bir etkinlik halini almıştı. O kadar ki, 1997 yılında Şebnem Paker Dinle isimli şarkıyla yarışma tarihinin en iyi sonucunu alıp üçüncü olmasına rağmen, yeterince ses getirmedi. Avrupalılar tarafın- 128 • iletiim : arat›rmalar› dan verilen düşük puanlarla yıllardır “aşağılandığını” düşünen ülkenin büyük kısmı için yarışmaya katılmanın bile gereği yoktu artık. Üstelik uluslararası alanda zaferlere duyulan ihtiyacı tatmin edecek bir başka alan vardı artık, futbol. Avrupa kupalarında Türk takımları sayesinde alınan zaferler varken Eurovision Şarkı Yarışması’yla bir kez daha rezil olmanın anlamı yoktu. Elbette yarışmanın bir medya olayı olarak yaşadığı güç kaybı yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. Yayıncılık alanında kuralların değiştiği Avrupa’da da bu gerileme hissediliyordu. EBU’nun bu duruma müdahalesi iki yönlü oldu: 1997’den itibaren televoting sistemiyle izleyici oyları puanlama sistemine dâhil edildi. Yarışmayı bu yolla daha interaktif ve heyecanlı kılma stratejisi orta vadede başarılı oldu. İkincisi, özel kanallar tarafından dayatılan estetik tercihler doğrultusunda EBU yarışmayı ilgi çekici bir görsel şova dönüştürdü. Bu bakımdan, 1999 yılında müzisyenlere eşlik eden canlı orkestra uygulamasının sona erdirilmesi ve orkestrasyonda playback’e geçilmesi bir kırılma anıydı. Aynı süreçte, başta plak şirketleri olmak üzere müzik-eğlence sektörü, organizasyonda ön planda yer almaya başladılar, zira kamu yayıncısı kuruluşların tüm bu sürecin yükünü sırtlanacak mali gücü yoktu. Bu son unsur Türkiye’de etkisini gösterdi ve 2003’te Türkiye’yi zirveye taşıyan süreçte belirleyici oldu. Sertab Erener’in seslendirdiği “Every Way That I Can”in birinciliğinde Sony plak şirketinin önemli bir rolü vardı. Türkiye’nin birinciliğine giden yol, 1999’da ivme kazanan Avrupa Birliği (AB) adaylığı süreciyle ilişkili olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin adaylığının resmen tanınmasının ardından uluslararası düzeydeki kültürel başarılar, AB yolunda ileriye doğru atılan bir adım gibi görülmeye başlanmıştı. Christensen ve Christensen’in (2008: 156) ifadesiyle Türkiye’nin “yumuşak gücü” stratejik bir değer kazanıyordu. Orhan Pamuk ve Nuri Bilge Ceylan gibi isimlerin başarılarının uluslararası ödüllerle “tasdik edilmesi”, TRT’yi Eurovision Şarkı Yarışması konusunda yeniden cesaretlendiren örneklerdi. Bu çerçevede TRT, 1990’larda adeta unutulan Eurovision Şarkı Yarışması’na dair yeni bir stratejik hamlede bulunarak yeni kararlar aldı. En son 1980’de Akın • “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme • 129 Ajda Pekkan’la denenen ancak başarılı olmayan “sipariş uygulaması”na geri dönülerek Sertab Erener’le anlaşma yapıldı. TRT, Erener’in bağlı bulunduğu Sony’i de sürece dâhil ederek, parçanın yurtdışı tanıtımının yarışma öncesinde gerçekleştirilmesini sağladı. Bu stratejiye, televoting uygulaması sayesinde Türkiye’ye verilen “gurbetçi oyları” ve Türkiye’nin Irak Savaşı sırasında topraklarını ABD’ye açmaması nedeniyle Avrupa kamuoyunda edindiği olumlu izlenimin oylara yansıması da eklenince (Solomon, 2007) Türkiye yarışma tarihindeki ilk birinciliğini kazanmış oldu. “Eurovision zaferi”yle birlikte, ulusal medyanın büyük çoğunluğuna hâkim olan kanı, 38 yıllık “makûs talih”in sona ermesinin, Türkiye’nin Avrupa’nın parçası olduğunun, Avrupa tarafından onaylanması anlamına geldiği yönündeydi (Christensen & Christensen, 2008). Bir sonraki yılın yarışmasına Türkiye’nin ev sahipliği yapması ve bu görevin de başarıyla atlatılması yıllardır eksikliği hissedilen ulusal özgüveni sağlamlaştırdı. 2004’ten sonraki süreçte yarışmanın 1990’larda kaybettiği popülarite yeniden yükselişe geçti. TRT, birinciliği getirdiğine inandığı stratejiye sadık kalarak popüler müzisyenler ve müzik-eğlence dünyasından profesyonellerle çalışmayı sürdürdü. Televoting uygulamasının etkisiyle Türkiye’nin artık sıralamada pek de gerilere düşmüyor olması yarışmaya yönelik ilgiyi de canlı tutmayı sağlıyordu. Neticede Eurovision Şarkı Yarışması 70’lerdeki gibi bir “milli dava” olarak görülmemekle birlikte, önemli bir medya olayı olarak algılanmaya devam etmektedir. Başka bir deyişle, medya ve kamuoyunun büyük kesimi için Eurovision Şarkı Yarışması artık eskisi gibi bir “hayat memat meselesi” olmaktan çıkmış durumdadır. Ancak yarışma sonuçlarının beklentilerin altına düştüğü dönemlerde, Türkiye’nin gereğince temsil edilmediği ve/veya hak edilen puanların verilmediği gibi iddialar artık gelenekselleşmiş bir ulusal refleksin unsurları olarak kolaylıkla dolaşıma girmeye devam etmektedir. Son olarak, TRT’nin siyasi iktidar ile birlikte aldığı açıklanan 2013 Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmama kararının gerekçesi bu durumun somut bir örneği olarak değerlendirilebilir. 130 • iletiim : arat›rmalar› 2009 yılından bu yana ülke puanlarının belirlenme yöntemi, izleyici ve uzman jürilerin tercihlerinin yarı yarıya hesaba katılması şeklinde değiştirildi ancak Türkiye yalnızca izleyicilerin tercihlerinin dikkate alındığı önceki dönemde daha başarılı olmuştu. Bu kararın alınmasında “EBU’nun ayrıcalıklı üyesi 5 ülkenin (Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya) son yıllarda elde ettiği başarısız sonuçların etkili olduğunu zira bu 5 ülkenin yarı final elemelerine katılmadan doğrudan finalde yarışmalarının haksızlık olduğunu” belirten TRT, 2013’te İsveç’te yapılacak finallerden çekildiğini açıkladı. Her ne kadar, TRT’nin katılmama kararının bu “haksızlık” nedeniyle alındığı ifade edilse de esas sebebin Türkiye’nin 2000’li yıllar boyunca yüksek puanlar elde etmesini sağlayan “gurbetçi oylarının” etkisinin azaltılması olduğu, gerçeğe daha yakın bir değerlendirme olacaktır. Çünkü söz konusu beş ülkenin, EBU bütçesine katkıları daha fazla olması sebebiyle, elemelerden muaf tutulmaları yeni bir uygulama değildir: Almanya, Fransa, İngiltere ve İspanya 2000 yılından bu yana, İtalya ise 2010’dan beri yarışmada bu şekilde yer almaktadır. Eurovision Şarkı Yarışması başlangıcından bugüne, farklı ulus devletlerin sınırları içindeki izleyicileri diğer ülkelerin vatandaşlarıyla aynı anda, aynı heyecanın parçası yapmayı hedefleyen ve bunu yarım yüzyılı aşan bir zaman dilimi boyunca, kısmen de olsa sürdürebilen yegâne medya olayıdır. Bu açıdan gerek bir ulusal tahayyül oluşturma gerekse de bu ulusal tahayyülü Avrupa fikriyle birleştirme çabasının özgül örneklerinden biri olarak farklı akademik çalışmalar için dikkat çekici bir potansiyel barındırmaya devam etmektedir. Akın • “Eurovision Şarkı Yarışması” Üzerine Monografik Bir İnceleme • 131 Kaynakça Akın, Altuğ (2011). Fields of Popular Communication Beyond the Nation: A Study of Eurovision Song Contest as Product and as Production. Yayımlanmamış doktora tezi. Barselona Özerk Üniversitesi. (Universitad Autonoma de Barcelona-UAB). Bohlman, Philip (2004). The Music of European Nationalism: Cultural Identity and Modern History. Santa Barbara, California: ABC-CLIO. Bolin, Göran (2006). “Visions of Europe: Cultural Technologies of NationStates.” International Journal of Cultural Studies 9(2): 189–206. Bourdon, Jerome (2007). “Unhappy Engineers of the European Soul: The EBU and the Woes of Pan-European Television.” The International Communication Gazette 69(3): 263–280. Christensen, Miyase ve Christian Christensen (2008). “The After-Life of Eurovision 2003: Turkish and European Social Imaginaries and Ephemeral Communicative Space.” Popular Communication 6(3): 155172. Creatonic Media Research (2001). “TV is drawing up the agenda of Turkey: A Brief History of TV in Turkey”, www.creatonic.com/tv/. Erişim Tarihi: 18.09.2012. Dayan, Daniel ve Elihu Katz (1992). Media Events: The Live Broadcasting of History. Cambridge: Harvard University Press. Dilmener, Naim (2003). Hafif Türk Pop Müzik Tarihi. İstanbul: İletişim. Eugster, Ernest (1983). Television Programming Across National Boundaries: The EBU and the OIRT Experience. Dedham: Artech House Press. Feddersen, Jan ve Von Ivor Lyttle (2003). Notes. Eurovision Song Contest Riga 2003 [CD]. [n.p.]: EMI (CD CMC 5843942). Hare, Geoff (2003). “Popular Music in French Radio and Television.” Popular Music in France from Chanson to Techno: Culture, Identity, and Society. (der.) Steve Cannon & Hugh Dauncey. Ashgate: London. 57-77. Kuyucu, Michael (2005). Eurovision. İstanbul: Nokta Kitap. Kuyucu, Michael (2010). Türkiye’nin Eurovision Serüveni. İstanbul: Nokta Kitap. 132 • iletiim : arat›rmalar› Lommers, Suzanne (2006). Europe in the Airwaves: The intimate Relationship between Ideas about Europe and the Construction of Broadcasting Infrastructures, 1925-1989. Unpublished Working Paper. Transnational Infrastructures of Europe Project. No: 17. Hollanda: University of Eindhoven. Meriç, Murat (2006). Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği. İstanbul: İletişim. Sherman, Charles E. (1974). “The International Broadcasting Union: A study in Practical Internationalism.” EBU Review 25(3): 32-37. Solomon, Thomas (2007). “Articulating the Historical Moment: Turkey, Europe and Eurovision 2003.” A Song for Europe: Popular Music and Politics in the Eurovision Song Contest. (der) I. Raykoff ve R. D. Tobin. İngiltere: Ashgate. 135–146. The Pioneers (2004). EBU Dossier. 2004 (1): 20-29. Wilson, Neal (2004). “40 Years.” EBU Dossier 2004 (1): 64-69. 133 Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet Tuğba Taş Özet Bu çalışmada Claude Chabrol’ün Seremoni (La Cérémonie) filmi cinsiyet, toplumsal sınıf ve şiddet bağlamında analiz edilmektedir. Cinayetin sinematik temsilini ve lezbiyenlikle kadınların işledikleri cinayetler arasındaki bağlantıyı incelemek için psikanalitik bir perspektif kullanılmıştır. Ayrıca, cinayetin toplumsal ve kültürel bağlamını analiz etmek için Marksist eleştiriden faydalanılmıştır. Bu yazıda filmin cinayetin sebebi olarak lezbiyen arzuya ya da sınıf çatışmasına işaret etmediği ve “öldürücü lezbiyen”, baştan çıkarıcı ve tehlikeli femme fatale klişelerine direndiği ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Anahtar Sözcükler: lezbiyenlik, femme fatale, Seremoni, Marksist eleştiri, psikanaliz The Anatomy of a Murder: Sex, Class and Violence in La Cérémonie Abstract This study analyses The Ceremony (La Cérémonie) directed by Claude Chabrol with a particular focus into the linkages between sex, social class and violence. The psychoanalytic perspective is used in order to examine the cinematic representation of the murder and the suggested links between lesbianism and women’s violent crime. The study also benefits from Marxist criticism in order to analyse the cultural and social context of the murder. It concludes that the film does not indicate lesbian desire or class struggle as a source of the murder in a conventional manner but it rather challenges the stereotypes of “the murderous lesbian” and the seductive and dangerous femme fatale. Keywords: lesbianism, femme fatale, La Cérémonie, Marxist criticism, psychoanalysis iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 133-150 134 • iletiim : arat›rmalar› Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet Claude Chabrol’ün 1995 tarihli Seremoni (La Cérémonie) filmi burjuva bir aile ile ailenin sonunu getiren bir hizmetçi ve onun postacı arkadaşının ilişkisine odaklanır. Bu filmin belki de en dikkat çekici yönü pekçok gerilim filminin aksine cinayetleri kadınların işlemesidir. Aslında Chabrol’ün filmlerinde cinayet teması her zaman var olmuştur. Birkaç filmi hariç, Chabrol’ün bütün filmleri suç öyküleri üzerine kuruludur ve özellikle 1968’den itibaren suç cinayettir. Cahiers du Cinéma’nın Aralık 1955 sayısında çıkan “Évolution du film policier” (“Polisiye filmin evrimi”) adlı yazısı bu türe olan ilgisinin ilk belirtisi olarak kabul edilir ve Alfred Hitchcock üzerine olan kitabının merkezinde de bu ilgi yer alır. Ancak Chabrol’ün filmlerinde klasik polisiyeden ziyade kendine özgü bir anlatı yapısı vardır; dedektif öykülerinin aksine “kahraman ve karşıtı” ilişkisine nadiren rastlanır. Monaco’ya göre, Chabrol’ün filmleri yapısal olarak düz dedektif kurmacasından ziyade 1940’ların sonu ile 1950’lerin başındaki “kara filmler”e daha yakındır. Ancak onun filmlerinde klasik kara filmlerin karamsar niteliğinden ziyade bir mizah duygusu vardır. Monaco bu nedenle onları “renkli kara filmler” olarak adlandırır (Monaco, 2006: 246–247). Bununla birlikte Chabrol’ün, baş aktörü kadınlar olan gerçek suç hikâyelerine (faits diver) derin bir ilgisi olduğunun altını çizmek gerekir. Nitekim kariyeri boyunca kadın suçlulardan ve onların lezbiyen eğilimlerinden büyülenen Chabrol, Şeytan Tuzağı (Marie-Chantal contre docteur Kha, 1966) ve Dişi Ceylanlar (Les Biches, 1968) gibi filmlerinde lezbiyen erotizm, ihanet ve gizemden oluşan bir atmosfer oluştururken (Mayne, 2000: 24), Zehirli Çiçek (Violette Nozière, 1978) ve Seremoni’de Taş • Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet • 135 ise gerçek birer suç hikâyesinden yola çıkarak kadın katil(ler)in izini sürer. Zehirli Çiçek filmi, 1933 yılında 18 yaşındayken kendi anne babasını zehirleyen Violette’in hikâyesine dayanır. Bu olay burjuva aile yapısına yönelik radikal eleştirileri beraberinde getirir; Louis Aragon, Benjamin Peret ve Paul Eluard gibi sürrealist şairler Violette’i zamanlarının kahramanı ilan ederler (Polack, 2001: 77). Seremoni ise Ruth Rendell’in Taştan Hüküm (A Judgement in Stone) adlı, efendi-köle ilişkisi üzerine olan kitabının özgür bir adaptasyonu olarak değerlendirilmekle birlikte, filmin öyküsü aslında Papin kardeşlerin hikâyesine dayanır. Christine ve Léa Papin kardeşler Fransa’nın Le Mans kasabasında hizmetçilik yaptıkları evin ev sahibesini ve kızını 2 Şubat 1933 tarihinde vahşice öldürmüşlerdir. Filmin zeminini oluşturan bu hikâyeye filmde birebir gönderme olmasa da Guy Austin, bu olayın Chabrol’ün yardımcı yazarı Caroline Eliacheff’i etkilediğini söyler (Austin, 1999: 151). Seremoni, orta sınıf Lelièvre ailesi ile ailenin yeni hizmetçisi Sophie (Sandrine Bonnaire) ve onun postacı arkadaşı Jeanne (Isabelle Huppert) arasındaki gerilim üzerine kuruludur. Şehirden uzak, büyük bir evde yaşayan Lelièvre ailesinin dört üyesi bulunur; Catherine (Jacpueline Bisset) ve onun bir önceki evliliğinden olan oğlu Gilles (Valentin Merlet) ile Georges (Jean-Pierre Cassel) ve onun eski eşinden olan, üniversitede okuduğu için sadece hafta sonlarını aileyle geçiren kızı Melinda (Virginie Ledoyen). Catherine’nin kendine ait bir galerisi vardır ve ev işlerini tek başına yapamadığı için aile genç bir kadın olan Sophie’yi yatılı hizmetçi olarak işe alır. Filmin en merkezi gerilim 136 • iletiim : arat›rmalar› unsurlarından biri Sophie’nin okuma yazma bilmemesidir; film boyunca bunu gizlemek için nasıl çabaladığına birçok kez tanık oluruz. Bu sırrı, Melinda tarafından keşfedilince ona şantaj yapar. Melinda’nın ailesine olan biteni anlatması üzerine George, Sophie’yi işten kovar. Daha sonra Sophie, Jeanne ile birlikte eve eşyalarını toplamak üzere gelir ve o akşam tüm aileyi Georges’un av tüfekleriyle öldürürler. Film boyunca bu cinayete ilişkin açık bir sebep-sonuç ilişkisine rastlayamayız; karakterlerin psikolojik sorunları ya da sınıfsal konumları derinlemesine ele alınmaz. Bu nedenle yönetmenin sunduğu ipuçları takip edilerek filme yönelik farklı okumalar yapılmıştır. Seremoni’nin kadın kahramanları sadece katil değillerdir, film aynı zamanda aralarında eşcinsel arzu bulunduğuna ilişkin işaretler de içerir. Filmin ana karakterlerinin cinayet işlerken ileride tartışılacağı gibi aynı zamanda lezbiyen eğilimlerinin olması bir Hollywood klişesi olan öldürücü lezbiyen ya da lezbiyen femme fatale temasını akla getirir. Bununla birlikte Austin’in (1999), Sophie’nin bir femme fatale olduğunu ileri sürmesi bizi Seremoni’nin bu klişeyi sürdürüp sürdürmediğini sorgulamaya iter. Bu yazıda Seremoni’de erkek fantezisinin bir ürünü olan bu klişenin sürdürülmediği, lezbiyen arzunun eril ve röntgenci bir bakış açısı içermediği iddia edilecektir. Aynı çerçeve içinde filmin ilham aldığı Papin kardeşler olayına baktığımızda bu olayı yorumlayanların iki kardeş arasında lezbiyen bir ilişki olduğunu öne sürmeleri ve o dönem kuramını geliştirmekte olan Jacques Lacan’ın buna dayanarak lezbiyenlikle suç arasında bir ilişki kurması (Smelik, 2004: 74), filmi Lacan’ın görüşleri çerçevesinde ele alıp değerlendirme gereğini doğurmuştur. Bu bağlamda yazıda, filmin lezbiyenlikle suç arasında Lacancı tarzda bir bağ kurup kurmadığı tartışılacak; buna ilişkin az da olsa örnek bulunmakla birlikte cinayetin esasen lezbiyenliğin bir semptomu olarak temsil edilmediği ve ev sahibi-hizmetçi arasındaki sınıf çatışmasının da hesaba katıldığı ortaya koyulacaktır. Lezbiyen femme fatale klişesi Filmde Sophie ve Jeanne doğrudan lezbiyen olarak temsil edilmemekle birlikte lezbiyen eğilimlerinin bulunduğuna dair işaretler mev- Taş • Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet • 137 cuttur. Birbirlerine olan cinsel yakınlıklarının en yoğun hissedildiği iki sahne, Jeanne’ın yatağında birbirlerini gıdıkladıkları sahne ile Sophie’nin odasında yatağın önünde birbirlerine sarılarak televizyon izledikleri sahnedir. Ayrıca filmin sonlarına doğru Lelièvrelerin yatağına sıcak çikolata döktükleri sahnenin ve cinayetten sonraki vedalaşmalarının da cinsel göndermeleri bulunduğu söylenebilir. Ancak bu sahnelerin izleyicinin hazzını harekete geçirmek için düzenlendiğini söyleyemeyiz. Lezbiyen arzu izleyiciye hissettirilir ama Seremoni’nin benzer temalar içiren Hollywood filmlerinden belki de en önemli farkı eril ve röntgenci bir bakış açısı içermemesidir. Sophie ve Jeanne arasındaki yakınlaşma, cinayeti erotikleştirmeye yönelik olarak kullanılmamıştır. Ayrıca Sophie ve Jeanne’ın Hollywood standartlarındaki geleneksel güzelliğe sahip olmadıklarını da söylemek gerekir. Üstelik bu karakterler izleyicinin heteroseksüel algısına direnirler, örneğin Sophie marketten siparişleri getiren genç adamın flörtleşme girişimine karşılık vermeyerek aralarında heteroseksüel bir ilişki olabileceğine dair beklentimizi boşa çıkarır. Smelik’in belirttiği gibi (70), homoerotizmin sınırları içine giren; coşkulu ve genellikle acılı bir aşk ve tutkunun eşiğindeki, öfkeyle dolu bu kadınlar ‘kurulu toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kategorileri’ne direnirler. Ancak filmde Sophie ve Jeanne’ın cinayet işlemesi ve Austin’in (1999) filme ilişkin yaptığı analizde Sophie’nin bir femme fatale olarak temsil edildiğini iddia etmesi bizi, erkeklerden nefret eden, öldürücü lezbiyen klişesinin, diğer bir deyişle lezbiyen femme fatale klişesinin sürdürülüp sürdürülmediğini sorgulamaya iter. Lezbiyen femme fatale klişesi, Temel İçgüdü (1992) ve Bound (1996) gibi Hollywood filmlerinde karşımıza çıkar. Her iki filmin de kadın karakterleri lezbiyen femme fatale figürünün vücut bulmuş halidir (Smelik, 2004: 72; Straayer, 2005: 160). Lynda Hart suç ve lezbiyenliğin neredeyse her zaman popüler ve bilimsel tahayyülde birbiriyle ilişkilendirildiğini söyler. Ona göre yasayı ihlal eden kadınların lezbiyen olması gerektiğine ilişkin güçlü bir beklenti vardır. Homoseksüelliğin, heteroseksüel aile birliği içinde bir “suç unsuru olarak”; hem çizgiyi aşmaya yönelik bir uyarı, hem de anti-sosyalliği (anti-heteroseksüelliği) kontrol altına alma yöntemi olarak işlediğini ortaya koyan ilk sine- 138 • iletiim : arat›rmalar› ma eleştirmenlerinden biri olan Caroline Sheldon, lezbiyenlerin filmlerde neredeyse her zaman “hadım fahişeler ve sadistler” olarak temsil edildiklerini göstermiştir. Kadınların saldırgan, yırtıcı ve tehlikeli olarak temsili lezbiyenliği de beraberinde getirir (Hart, 1994: 75). Oysa Seremoni’nin Sophie’si ya da Jeanne’ı ne Temel İçgüdü’nün Catherine Trammel’ine ne de Bound’ın Violet’ine benzer; lezbiyen oldukları hissettirilmekle birlikte femme fatale oluşları tartışmalıdır. Femme fatale figürü baştan çıkaran, ihanet eden, güzel ve öldürücü bir kadındır. Femme fatale’in eril imgelemin yarattığı bir figür olduğunu söyleyen Kaplan’a göre (2005), arzu ve iğdiş edilme korkusu bu figürün temel belirleyicileridir; erkek, güzel, seksi ve güçlü olan kadına olan arzusunun peşine düşerse iğdiş edilebilir. Femme fatale genellikle çok kötüdür ve cinselliğini kötülük yapmak için bilinçli bir şekilde kullanır. Kaplan’a göre (9) bu filmler bir anlamda erkeklere bu seksi kadınlardan uzak durmaları ve iyi ev kızlarına razı olmaları mesajını verir. Bu temel nitelikler düşünüldüğünde Seremoni’nin başkahramanları femme fatale figüründen uzak görülmektedir. Ancak Austin sinematografik dayanaklar sunarak Sophie’nin bir femme fatale olarak çizildiğini iddia eder. Chabrol filmlerinin, Fritz Lang filmlerinden ödünç aldığı serinkanlılık, dışavurumcu mizansen, dekor ve nesnelerin atmosfer ve anlam oluşturmak için kullanılması gibi niteliklerle kara filmlere yaklaştığını savunan Austin, Seremoni’de femme fatale’in izlerini sürerken de Chabrol’ün kara filmle bağlantılı olan dışavurumcu mizansenler kullandığına dikkat çeker. Ona göre, Sophie’nin hizmetçi olarak görüldüğü ilk sahnede merdivenden inişi, kara filmin en belirgin niteliklerinden biri olan femme fatale’in merdivenden inişini andırır. Femme fatale imgesi aynı zamanda genellikle karanlık ve meşumdur. Gölgeli aydınlatmayla bu niteliklerin altı çizilir. Gölge, bilinmeyen bazı tehlikeleri gizler. Buradan yola çıkan Austin, Sophie’nin merdivenden inişi sırasında kullanılan gölgeli aydınlatmanın da kara filmin geleneksel niteliklerini tekrarladığı sonucuna varır. Austin’e göre Sophie cinayetin ardından, son sahnede de dışavurumcu aydınlatma ve gölgeler içinden belli belirsiz görünen solgun yüzüyle femme fatale olarak kodlanır (Austin, 1999: 9, 157–159). Taş • Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet • 139 Austin yukarıda özetlenmeye çalışılan gerekçelerle Sophie’nin femme fatale olarak çizildiğini iddia etmiş olsa da bu gerekçeler onu böyle bir sınıflandırma içine yerleştirmek için yeterli görünmemektedir. İlk olarak Sophie filmin başından sonuna kadar tekinsiz bir karakter olarak çizilse de, onu femme fatale’in en belirgin niteliklerinden olan cinsel cazibenin cisimleşmiş hali olarak görmek imkânsızdır. Lezbiyen femme fatale’ler, Smelik’in de belirttiği heteroseksüel terimlerle tanımlanmış yıkıcı bir güzelliğe sahiptirler ve bu kadınların ‘heyecan veren tehlikesi’ genellikle erkeklere yöneliktir (Smelik, 2004: 72). Oysa Sophie son derece sade ve yalındır ve şiddet sadece erkeklere değil ailenin tüm üyelerine yönelmiştir. Jeanne cinsel olarak arzulanabilir kadın stereotipine Sophie’den daha yakın olmakla birlikte o da tipik bir femme fatale değildir (Mayne, 2000: 25–26). Geleneksel kara filmlerde anlatı femme fatale karakterin ya gerçekten ya da mecazi olarak hapsedilmesi, mağlup edilmesi ya da öldürülmesi ile kapanır. Oysa Austin’in kendisinin de kabul ettiği gibi Jeanne’ın araba kazasında ölmesi femme fatale’in cezalandırılması olarak okunamaz, çünkü ona göre filmin femme fatale’i Jeanne değil Sophie’dir. Ama Sophie de filmin sonunda cezalandırılmaz. Teyp kaydı Sophie’yi ele vermiş olsa da, onun kaçıp kaçamadığı açık değildir. Filmin kapanış sahnesinde olduğu gibi açılış sahnesinde de femme fatele karakterine ilişkin tipik niteliklere rastlamayız; çünkü film erkek kahramanla tehlikeli ve çekici femme fatale arasındaki tipik karşılaşmayla değil, iki kadının, Sophie ile Catherine’in karşılaşmasıyla açılır. Son olarak Smelik’in belirttiği gibi (70, 72) cinayetler cinsellik ya da cinsel eylemle doğrudan bağlantılı değildir. Diğer bir deyişle ‘seks yap ve öldür’ formülü burada uygulanmaz. Sophie ve Jeanne Hollywood’un “lezbiyen piliçlerinin” çok uzağındadır. Sonuç olarak Sophie ve Jeanne’ın lezbiyen olduklarını söyleyebiliriz ama bu iki kadın, öldürücü cazibelerini erkekler üzerinde kullanan birer femme fatale ya da erkeklere olan nefretlerinden ötürü onları katleden lezbiyen caniler değildir. Dolayısıyla Seremoni’nin Hollywood’un öldürücü lezbiyen klişesini yeniden ürettiğini söyleyemeyiz. 140 • iletiim : arat›rmalar› Tehlikeli yakınlık: Lacan, Papin kardeşler ve Seremoni Seremoni, Nancy Meckler’in 1993 yapımı Sister My Sister filmi ve Jean-Pierre Denis’in 2000 yapımı Murderous Maids filmlerindeki kadar açık bir şekilde olmasa da Papin kardeşlerin hikâyesine dayanır. Tüm boş zamanlarını birlikte geçiren, düzenli olarak kiliseye giden, son derece sessiz ve uyumlu görünen Christine ve Léa Papin kardeşler yedi yıldır yanlarında çalıştıkları Lancelin ailesinin hanımını ve kızını hunharca öldürürler. Cinayetleri işlediklerinde Christine 28, Léa ise 22 yaşındadır. Eylül 1933’te başlayan duruşmaların sonunda Christine önce ölüme mahkûm edilir, sonra cezası ömür boyu hapse çevrilir. Hapiste, kardeşine yoğun bir özlem duyan ve delilik belirtileri gösteren Christine daha sonra Rennes’daki bir akıl hastanesine transfer edilir ve burada zafiyetten ölür. 1941 yılında hapisten çıkan Léa Papin ise annesiyle birlikte yaşamaya başlar. Bu cinayetlerin en can alıcı özelliği görünürde cinayetler için hiçbir nedenin bulunmamasıdır. Cinayetlerin dönemin popüler ve entelektüel ortamında büyük ilgi uyandırmasının ve cinayetlerin nedenine ilişkin spekülasyonların yükselmesinin nedeni de budur. Cinayet pek çok hukuki, tıbbi, psikiyatrik ve sosyo-politik çözümlemeye konu olur. Sürrealistler olayın politik olduğunu savunurlar ve olayı hizmetçilerin burjuvaziye saldırısı olarak değerlendirirler. Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre ise Christine’in hapishanedeki davranışlarından dolayı akıl sağlığından şüpheye düştüklerini kabul etseler de, onları devrimci olarak görmekten geri durmazlar. Ancak temelde cinayetin sebebine ilişkin üç ayrı görüş öne sürülür; bu görüşlerden ilkini savunanlar onların deli olabileceği üzerinde durur. İkinci olarak, cinayetler kardeşlerin çalışma koşullarından duydukları hoşnutsuzlukla açıklanmaya çalışılır. Üçüncü olarak Papin kardeşlerin olaydan sonra kaçmaya çalışmayıp çatı katındaki odalarında, yatakta çırılçıplak birbirlerine sarılmış vaziyette bulunmaları ve ilerleyen zamanlarda Christine Papin’in rüyasında kendisini kardeşinin kocası olarak gördüğünü söylemesi, aralarında hem lezbiyen, hem de ensest bir ilişki olduğunun işareti olarak değerlendirilir ve bu durumun cinayetin nedeni olabileceği öne sürülür (Polack, 2001: 77; Coffman, 2003: 415–416). Taş • Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet • 141 Cinayetlerin hemen ardından 1933 yılında bu konuda bir makale yayınlayan Jacques Lacan bu son görüşün en güçlü savunucularındandır. Christine ve Léa arasında lezbiyen bir ilişki olup olmadığı sorusuna kesin bir yanıt hiçbir zaman verilememiş olsa da Lacan kuramını bu olasılık etrafında inşa eder ve cinayetlerle lezbiyen ilişki arasında bağlantı kurar. Sürrealist Minotaure dergisinde yayınlanan Motifs du crime paranoïaque (Paranoid suçun nedenleri) başlıklı metninde Lacan, suça neyin sebep olduğunu dil, psikoz ve bilinç dışı arzu ile açıklar. Suç işleyen kadınlar, özellikle de kendisinin “paranoyak kadın suçlular” olarak tanımladığı kadınlar tüm hayatı boyunca onu büyülemiştir. 1932 yılında yazdığı doktora tezinde de benzer bir vakaya odaklanan Lacan, Huguette Duflos adındaki aktristi öldürmeye çalışan Marguerite Pantaine (Aimée) adlı Fransız aktristi incelemiştir. Hem Aimée’de, hem Papin kardeşlerde kendilerinin farkında olmadıkları bir çıldırma ve paranoya söz konusudur. İki vaka, görünürde hiçbir motivasyonun olmamasıyla birbirine çok benzer. Nitekim Chiristine ve Léa, duruşmalarda bu cinayet için hiçbir sebep sunamazlar. Lacan’a göre Papin kardeşler vakasında ben-öteki dinamiklerindeki karışıklık psikoz ve paranoyaya yol açmıştır. Dolayısıyla cinayet Christine ve Léa’nin hastalıklarının bir semptomudur (House, 2010: 95–97). Lacan’ın Papin kardeşler üzerine olan bu incelemesi onun ayna evresi kuramına ilişkin ilk çalışması olarak değerlendirilir. Lynda Hart, bu kadınlar tarafından paylaşılan hangi “sırrın” Lacan’ı ayna evresini kuramlaştırmaya ittiğini sorar. Hart’a göre bu sır, “aşırı yakın olmanın tehlikesi” olarak özetlenebilir. Ayna evresi “doğru mesafe”nin kurulduğu aşamadır. 6 ile 18’inci aylar arasında yer alan ayna evresinde bebek kurgusal bir kimlik varsayar ve bu evre bir ‘yanlış tanımaya’ dayanır; bebek aynadaki bedenini bütün, özerk, tamamlanmış ve müstakil olarak görür. Kendi vücudunu parçalı olarak algılarken aynadaki görüntüsü tam bir görüntüdür, dolayısıyla idealize edilen bir görüntüdür (Hart, 1994: 146). Bu aşamada bebek kendisini bir öteki olarak ve öteki yoluyla tanımlamayı öğrenir. Burada kendini tanımlama, aslında özerklik yanılsamasıyla birleştirilmiş olan öteki ile birlikte tanımlamadır. Bu öteki, başta anne figürüdür ya da annesel figürdür. Bununla birlikte ben ile öteki arasındaki sınır ayna evresinde hala karmaşıktır. 142 • iletiim : arat›rmalar› Çünkü bebek, öteki olarak tanımlamayı idealize edilen ayna imgesi yoluyla öğrenir; ben ile öteki arasındaki mesafe onun kendi kimliği kadar hayali ve imgeseldir. Bu mesafe, yani “doğru mesafe”, riskli ve her an yok olabilecek bir dengedir. Bu dengenin, ben ve öteki arasındaki sınırın kaybolması özneyi mahveder (Smelik, 2004: 74–75). Bu noktada narsizmden bahsedebiliriz. Lacan’da Narcissus miti, Christine ve Léa’nin içiçe dokunmuş "benlik"lerini, birbirlerine karşı besledikleri lezbiyen arzuyu açıklamak için önemlidir. Mite göre, suda gördüğü imgenin kendi imgesi olduğunun farkına varmayan Narcissus için ayna yüzeyi aldatıcıdır. Ayna onu bir nesne olarak dondurur: güzel, ama erişilmez ve cansız bir nesne. Sudaki arzu uyandıran imgesine baktığı zaman onun kendisi olduğunun, erişilemez ve sahip olunamaz olduğunun farkına varır. Bu farkındalık onu ölüme götürür, çünkü sevdiği kişiye yani kendisine sahip olamayacağı gerçeğini kabul edemez. Lacan, Papin kardeşlerin çektiği acıyı, birbirlerine olan sevgilerinin bir tür kendini-sevme, sevgisini sahip olunamaz olana yöneltme bakımından Narcissus’la karşılaştırılır. Burada ben, öteki olur; öteki, ben olur; ikinin bir olmasıyla öznenin çöküşü gerçekleşir (aktaran House, 2010: 99–100). Lacan’a göre kardeşler gerçek siyam ruhlarıdır ve daima kapalı kalacak bir dünya oluşturmuşlardır. Diğerini incitmek için gerekli olan “doğru mesafe”ye sahip olmayan, birbirlerine zarar vermek için “fazla yakın” olan kardeşler bu durumda başka iki kadına zarar verirler; kendilerinin ayna imgesini kurbanlarına yansımış olarak gördükleri için öldürürler. Bu kadınlara kendi acılarını yansıtırlar ve onlardan nefret ederler; kendilerini ve birbirlerini öldürür gibi öldürürler kadınları (Birch, 1994: 17). Papin kardeşlerin, ev sahibesi ve kızını kolayca öldürmeyip önce gözlerini oyup sonra çekiç ve bıçak darbeleriyle öldürmeleri ve onları tanınmaz hale getirmeleri de bu yüzdendir. Şiddet gösterileri Lacan’a göre baskılanan bir homoseksüelliğin dışa vurumudur. İki kadının fazla yakın olma hali “mükemmel aşk” kavramıyla ilişkilidir ve “öteki ile yüz yüze gelmeye”, dış dünyanın müdahalesine, birbirinden ayrılmaya zorlandıkları zaman korkunç bir saldırganlık açığa çıkar (Ross, 1997: 22; Hart, 1994: 146). Lacan’a göre kadınlar arasındaki aşk, ben ve öteki arasındaki sınırın kaybolmasına eşittir. Bu durumda ben ve Taş • Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet • 143 öteki öylesine ayrılamaz bir şekilde birbirine karışmıştır ki, ‘Babanın yasası’ müdahale ettiğinde ve İmgesel ile Sembolik arasında sınır çizdiğinde, bunun şiddetli bir şekilde patlaması kaçınılmazdır. Lacan bu yolla, bastırılmış homoseksüelliği, lezbiyen arzuyu kadınların suç işlemesinin ve deliliğinin temeline yerleştirmiştir (Smelik, 2004: 74). Lacan’ın kuramının izleri Seremoni’de çok belirgin değildir, ama tamamen yok olduğunu da iddia edemeyiz. Seremoni’yi "Yeni Queer Sinema" bağlamında değerlendiren Smelik (2004), ayna evresinin filmdeki kadın karakterlerin sevgi ve şiddetini anlamamıza yardımcı olabileceğini söyler. Smelik’in söylediği gibi bu filmde Sophie ve Jeanne arasındaki ruhsal arkadaşlık ve sevgi, ötekileri dışlamaktadır. Ben ve öteki arasındaki sınır arkadaşlık içinde belirsiz olsa da dış dünyayla aralarındaki sınırın çok keskin olarak çizildiği söylenebilir (Smelik, 2004: 75). Buradan bakıldığında Sophie ve Jeanne’ın yakınlıklarının tehlikeli bir şekilde sonuçlandığı yorumu yapılabilir. Aralarındaki ilişkiye yönelik bir tehdidin oluşması, Lacan’ın şiddet gösteren hastalarına ilişkin gözlemlerine uygun bir şekilde, şiddet patlamasını beraberinde getirmiştir. Filmde Sophie ile Jeanne’ı zorla ayırmak gibi bir girişim söz konusu olmasa da onların yakınlaşmasından rahatsızlık duyan Georges Lelièvre, Sophie’ye Jeanne’ın eve gelmesini kesinlikle istemediğini söyler. Sophie’nin bunun karşısında elindeki tabağı düşürüp kırması ve George’a “Bana ne yaptırdığınızı görüyor musunuz?” demesi cinayete ilişkin bir uyarı olarak okunabilir. Ancak bu sahnenin filmde çizgisel bir sebep-sonuç ilişkisi içinde sunulduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Seremoni ile birlikte benzer temalar barındıran beş filmi birlikte ele alan Smelik (2004), bu filmlerde neden anne figürünün öldürüldüğünü Lacan’ın ayna evresi kavramını kullanarak sorgular. Benlik’in anneden/ötekiden ayrıldığı ilk bilinçli anlardan biri olan ayna evresi çocuk için ilk sevgi nesnesi olan anneyle arasındaki simbiyotik ilişkiyi bitiren yavaş ve acılı süreci başlatır. Smelik, hayatın ilerleyen evrelerinde karşılaşılan ikinci bir ayrılık travmasının, diğer kadınla arasındaki yoğun ve aşk dolu ilişkinin koparılması tehdidinin, daha önce oluşan derin korku ve acıyı yeniden uyandırdığını, bunun ise ilk sevgi nesnesini 144 • iletiim : arat›rmalar› reddetme anlamına geldiğini söyler. Smelik’e göre kadınların öfkelerini anne figürüne yöneltmelerinin nedeni bu olabilir; anne eski travmaları da anımsattığı için törensel bir cinayetle travmanın yönü değiştirilmeli, anne kurban edilmelidir. Smelik’in cinayetlere ilişkin olarak öne sürdüğü diğer olası motivasyon bu kadınların kadınlığa ilişkin heteroseksüel modeli ve bununla bağlantılı olan annelik ve ev kadınlığı rollerini reddetmeleridir. Onlar için “anne” o hale gelmeyi istemedikleri bir şeyi temsil eder. Smelik, bu bağlamda anne figürünün öldürülmesinin geleneksel kadınlığın ve patriyarkal ailenin sembolik olarak öldürülmesi olarak okunabileceğini söyler (2004: 76). Smelik’in cinayetin nedenine ilişkin ortaya attığı bu savlar ikna edici olmakla birlikte Seremoni bağlamında düşünüldüğünde yetersizdir. Çünkü Smelik, Sophie ve Jeanne’ın eylemlerinin sadece kadınları değil, hem ele aldığı diğer filmlerden hem de Papin vakasından farklı olarak, tüm aileyi hedef aldığını gözden kaçırmıştır. Bu bağlamda filmde kadınların şiddetinin ilk olarak Georges’u hedef alması dikkate şayandır. Lacancı bir değerlendirmeyle Georges’un, “Babanın Yasası”nın cisimleşmiş hali olduğunu söyleyebiliriz. Kuralları koyan, sınırları çizen odur; Sophie’nin Jeanne’ı eve getirmesini yasaklayan, Sophie’yi işten atan odur. Dolayısıyla Georges’un öldürülen ilk kişi olması tesadüf değildir. Aralarındaki ilişkinin “fazla yakın” doğası nedeniyle ben ile öteki arasındaki sınırı çizemeyen, imgesel alanda takılıp kalan kadınlar, Georges’u öldürmekle simgesel alanı yani “Babanın Yasası”nı bir anlamda ihlal ederler. Ancak ailenin tüm üyelerinin katledilmesini açıklamak için Seremoni’yi sadece Lacan’ın psikoz, lezbiyenlik ve suç üzerine görüşleriyle birlikte okumak yetersiz kalacaktır. Çünkü Chabrol bu filminde cinayetlerin olası motivasyonu olarak sadece kadınlar arasındaki yakınlaşmaya değil, toplumsal koşullara, sınıf çatışmasına da göndermede bulunur. Lacan’ın, Papin kardeşlerin toplumsal olarak tecrit edilmiş olmalarından ve hizmetçiler ile efendileri arasında bir sessizliğin hüküm sürmesinden bahsetmesi Kristin Ross’a göre (1997: 23) toplumsal koşullara ilişkin bir ima içerir. Ancak Coffman (1999: 351) Lacan’ın Taş • Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet • 145 hiçbir zaman açık bir şekilde hizmetçilerin sınıfsal esaretlerini hesaba katmadığı üzerinde durur. Ona göre Lacan makalesinde dışsal koşulları tamamen göz ardı etmiş, kardeşlerin içsel alanı üzerinde durmuştur: “Lacan’a göre Christine ve Léa, Lancelinler’in burjuva evinin tavanarasındaki odalarına değil, kendi gelişimsel sorunlarının ürettiği narsistik yansıtmalarının sanal evreninde hapsolmuşlardır.” Coffman’a göre Lacan, paranoyanın ve onunla bağlantılı olan suç eğiliminin, hizmetçiler gibi marjinalleştirilmiş kadınların müzdarip olduğu “toplumsal konumla ilgili bir hastalık” olduğunu görmezden gelmiştir. Bu bağlamda Seremoni’nin Papin kardeşler olayına ilişkin Lacan’ın yazdığı metinden daha doğru bir yorum sunduğunu söyleyemesek de toplumsal koşullara ve sınıfsal konumlara daha fazla vurgu yaptığını belirtmemiz gerekir. İşçi sınıfının intikamı Filmin öyküsünün burjuva bir aileyle işçi sınıfından bir hizmetçi ve postacının etrafında örülmüş olması filmi sınıf çatışması bağlamında ele almayı beraberinde getirmiştir. Filmi bu temelde analiz edenler arasında S. Ruken Öztürk (1996), Pembe Behçetoğulları (1998) ve Guy Austin (1999) bulunur. Filmin konusunun “sınıfsal çelişkiler ve bu çelişkiler içinde hapsolmuş, doğası gereği her an patlamaya hazır ama bazen görünür olmayan nefret” olduğunu belirten Behçetoğulları, Seremoni’nin Marksist argümanları destekleyecek anlatısal kodlara sahip olduğunu savunur. Ona göre özellikle Brechtyen bir estetik strateji olan yabancılaştırma ile özdeşleşme olanaklarının yitirilmesi filmin Marksist savunusu için en önemli araçtır (Behçetoğulları, 1998: 47). Gerçekten de filmde sınıf farkına ilişkin pek çok örneğe rastlarız. Örneğin burjuva ailenin üyeleri birbirlerine oldukça bağlı ve sevgi dolu görünürken, ne Sophie’nin ne de Jeanne’ın bir ailesi vardır. Üstelik her ikisi de bir zamanlar ailelerinin üyelerini öldürmekle suçlanmıştır ama katil oldukları kendi deyişleriyle “kanıtlanamamıştır”. Her iki sınıf da televizyona erişebilmektedir. Ancak Sophie kültürel hiyerarşi içinde, odasındaki televizyondan ailenin izleyebildiği uydu yayınına erişemez. Sophie televizyonda çizgi film izlerken aile Mozart’ın 146 • iletiim : arat›rmalar› Don Giovanni’sini izler. Ancak filme yönelik bu tarz bir çözümleme yapacaksak Guy Austin’in dikkat çektiği şu noktaları göz önünde bulundurmamız gerekir: Sophie ve Jeanne’ın cinayet sebepleri kişisel bir aşağılanmanın öcünü alma ya da proletarya ile burjuva arasındaki güç ilişkisini alaşağı etme isteğinden kaynaklanmaz. Zira, Sophie en ufak bir ideolojik farkındalığa sahip değildir, Jeanne’ın ise politik kızgınlığı bireysel olanla iç içe geçmiştir. Ancak Austin’e göre bunlar, eylemlerini sınıf savaşı olarak yorumlamamıza engel değildir. Filmde cinayete ilişkin açık bir sebep sunulmadığı için Austin, ailenin kişisel özelliklerinden dolayı değil, sınıfsal konumlarından dolayı yok edildiğini savunur. Nitekim Lelièvre ailesi, cinayetleri gerekçelendirecek şekilde salt kötü, Sophie ve Jeanne ise salt iyi olarak çizilmez. Sophie ve Jeanne’ın geçmişte işledikleri iddia edilen suçlar vardır. Bu suçları gerçekten işleyip işlemediklerinin yanıtını film boyunca bulamayız. Ailenin aleyhinde söz söylemek de pek mümkün değildir. Sophie’ye karşı görünürde doğru ve nazik davranma çabası içindedirler. Ancak bu çabaları başarısız olmaya mahkûmdur, çünkü onu okuma yazma bilmeyen haliyle, olduğu gibi kabul edemezler, üstelik bu çabaları efendi-köle ilişkisinin çizdiği çerçevenin dışına çıkamaz. Austin’in örneğiyle (152–155), aile içinde Sophie’ye karşı adaletli davranmak için en çok çaba harcayan Melinda, birlikte çay içtiklerinde servise yardım etmez. Catherine de, Jeanne’dan izin gününde Melinda’nın doğum günü partisi için çalışmasını talep eder, Jeanne yiyecekleri hazırladıktan sonra evden ayrılır. Ancak Catherine onun evde olmadığını fark ettiğinde sinirlenir. Ancak bunlara rağmen ortada ailenin katledilmesini gerektirecek açık ve büyük bir sorun yoktur. Her iki taraf da ne tam olarak iyi ne de tam olarak kötüdür. Zaten buradaki sorun bir iyilik ya da kötülük sorunu değil, Behçetoğulları’nın (52) belirttiği gibi “bir varoluş sorunudur.” Sophie ve Jeanne’ın pekçok ortak noktası bulunur. İkisi de alt sınıfa mensuptur, ikisinin de televizyon izlemek gibi ortak ilgileri vardır, ortak bir geçmişe ve ortak bir düşmana sahiptirler. Ama aynı zamanda pek çok yönden de birbirlerine karşıttırlar. Sophie çok sessizdir, Jeanne konuşkan ve hareketlidir; sürekli sakız çiğner, eve pencereden girer, başkalarına ait mektupları açtığı iddia edilir. Sophie sınıf ayrımının Taş • Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet • 147 farkında değildir, sınıf bilinci taşımaz. Jeanne’ın da sınıf bilinci taşıdığına ilişkin bir işaretle karşılaşmayız ama “onların sahip olduklarının onda biriyle mutlu olabilirdim” derken aradaki farkın bilincinde olduğunu gösterir. Sınıf bilincine sahip olmasa da zengin-yoksul farkı nedeniyle oldukça rahatsızdır. Catherine’in fahişe olduğunu söylerken farkında olmadan üst sınıfa olan öfkesini dışa vurur. Sophie ile Jeanne arasındaki şu diyalogda da Jeanne’ın öfkesinin altı çizilir: Jeanne: Pazar günü boş musun? Sophie: Belli olmaz. Jeanne: Zaten bundan eminim. Tanrının gününe bile saygıları yok. Sana böyle davranmalarına izin verme. Jeanne’ın son cümlesi aynı zamanda Sophie’yi efendilerine başkaldırmaya teşvik etmeye yöneliktir. Ancak Sophie son ana kadar kendine çizilen sınırları asla aşmaz, örneğin ev sahiplerinin izlediği büyük televizyonu onlar tatildeyken açmayı bile denemez. Jeanne ise sınırları ihlal eder; Sophie’nin tedirgin davranışlarına rağmen evin içine, salona kadar girip televizyonu açar. Aralarındaki en büyük fark belki de Sophie’nin okuma yazma bilmemesi, Jeanne’ın ise okumayı çok seviyor olmasıdır. Okuma yazma bilmemesi onun etrafındaki dünyadan yalıtılmasına neden olur. Austin’in belirttiği gibi (1999: 162), Sophie’nin güçsüzlüğünün temelinde sadece hizmetçi olması değil, okuma yazma bilmemesi de bulunur. Elindeki alışveriş listesiyle mutfak dolaplarındaki yiyecek paketlerinin üzerindeki yazıları karşılaştırarak sanki listenin şifresini çözmeye çalışır gibi göründüğü sahne ya da listede yazanları çocuklar için hazırlandığı anlaşılan ilüstrasyonlarla dolu kitaba bakarak anlamaya çalıştığı sahne onun güçsüzlüğünün en şiddetli hissedildiği sahnedir. Behçetoğulları’nın (1998: 51) söylediği gibi, “okuyamaması, Sophie’nin umursamaz göründüğü sınıfsal/ kültürel farklılığın, kişiliğiyle bütünleşip onu ezdiği sanki tek alandır. Bu nedenle okuyamadığını büyük bir suç gibi, takıntılı bir biçimde aileden gizler.” Jeanne kilisede yoksullara giyecek dağıtmak için gönüllü olarak çalışır. Daha sonra Sophie de ona katılır. Jeanne’ın zenginlere duyduğu 148 • iletiim : arat›rmalar› öfke burada da kendini gösterir. Bir eve kullanılmayan elbiseleri almak üzere gittiklerinde verilen giysilerden hoşnut olmaz ve ev sahiplerinin yüzlerine öfkeli bir şekilde bunları çöpe atmak yerine yoksullara verdiklerini haykırır. Zenginlerin giysilerine duyduğu hınç filmin sonundaki şiddet patlamasından hemen önce yine iş başındadır. Sophie ve Jeanne, cinayetlerin öncesinde Lelièvrelerin yatak odasına girerler ve elbiseleri parçalarlar. Bu sırada aile sanki bir opera salonuna gider gibi özenle giyinerek, törensel bir şekilde televizyonda Mozart’ın Don Giovanni operasını izlemektedir. Sophie ve Jeanne’ın törensel katliamları da bu sırada gerçekleşir. Sonuç Sonuç olarak filmde Sophie ve Jeanne’ı cinayet işlemeye sürükleyen motivasyonun sınıfsal farklılıklar mı yoksa lezbiyen arzu mu olduğunun kesin bir yanıtını bulamayız. Chabrol diğer filmlerinde olduğu gibi Seremoni’de de cinayetleri bir sebep sonuç ilişkisi içinde ele almaz. Chabrol’ün salt psikolojik dayanaklara odaklanmaktan kaçınması, cinayetin muhtemel politik sebeplerine eğilmesine olanak tanısa da, cinayetlerin sebebi olarak doğrudan sınıf farkına işaret ettiğini söylememiz doğru olmaz. Öbür yandan Sophie ve Jeanne’ın aralarında lezbiyen bir arzu olduğu hissi uyandıran yakınlaşmaları da klasik anlatıların sebep-sonuç ilişkisi içinde ele alınıp cinayetin sebebi olarak gösterilmez. Üstelik bu kadınlar femme fatale klişesinden oldukça uzaklardır. Kadınların cani mi yoksa kurban mı olduklarına dair kesin bir yanıt sunmayan anlatı, sadece bazı sorular sorar ve sordurur. Tıpkı filmin kapanış sahnesinde yaptığı gibi. Araba kazasının ardından, Jeanne’ın cinayetten sonra Sophie’ye “Biz doğru olanı yaptık!” (“On a bien fait!”) dediğini teyp kaydından işitiriz. Bu cümle, izleyiciye ahlaki bir yargıç görevi yükler. Gerçekten “doğru” olanı mı yapmışlardır? Cinayetin bir “doğru”su var mıdır, varsa nedir? Kuşkusuz izleyici kendi bulunduğu konumdan bunun değerlendirmesini yapacaktır. Ancak filmin, suç ve suçlu hakkında kesin bir çerçeve çizmekten kaçınmasının filmin en önemli niteliği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Taş • Bir Cinayetin Anatomisi: Seremoni’de Cinsiyet, Sınıf ve Şiddet • 149 Kaynakça Austin, Guy (1999). Claude Chabrol. Manchester ve New York: Manchester University Press. Behçetoğulları, Pembe (1998) “La Ceremonie ve Bir Film Çözümlemesi.” 25. Kare. 23: 47–54. Birch, Helen (1994) Moving Targets: Women, Murder and Representation. California: University of California Press. Boyle, Karen (2003) “Revisiting the Papin Case: Gender, Sexuality and Violence in Sister my Sister.” South Central Review Kış 2002-İlkbahar 2003. 103–118. Coffman, E. Christine (1999) “The Papin Enigma.” A Journal of Lesbian and Gay Studies 5(3): 331–359. Coffman, E. Christine (2003) “Framing Christine Papin.” A Journal of Lesbian and Gay Studies 9(3): 415–428 Edwards, Rachel ve Reader, Keith (2001) The Papin Sisters. USA: Oxford University Press. Hart, Linda (1994) Fatal Women: Lesbian Sexuality and the Mark of Aggression. London: Routledge. House, Julia E. (2010) Written in Blood: The Murder Narrative and the Crime of Papin Sister. Doktora Tezi. Laney School of Graduate Studies of Emory University. Kaplan, E. Ann (2005) “Introduction to New Edition.” Women in Film Noir. (der.) E. Ann Kaplan içinde. Londra: BFI. 1-5. Mayne, Judith (2000) Framed: Lesbians, Feminist and Media Culture. Minneapolis: University of Minnesota Press. Monaco, James (2006) Yeni Dalga. İstanbul: +1 Kitap. Öztürk, S. Ruken (1996) “Sınıf Savaşımı (Gerçekten de) Bütün Şiddeti ile Sürüyor! Ama Böyle Değil.” 25. Kare. 17: 59–61. Polack, Jean-Claude (2001) “Chabrol and the Execution of the Deed.” October 98: 77–92. 150 • iletiim : arat›rmalar› Ross, Kristin (1997) “Schoolteachers, Maids, and Other Paranoid Histories.” Yale French Studies. 91: 7-27. Smelik, Anneke (2004) “Art Cinema and Murderous Lesbians.” New Queer Cinema: A Critical Reader. (ed.) Michele Aaron. New Brunswick, New Jersey: Rutgers University Press. 68–79. Straayer, Chris (2005) “Femme Fatale or Lesbian Femme: Bound in Sexual Différance.” Women in Film Noir. (ed.) E. Ann Kaplan. Londra: BFI. 153-161. 151 Kitap Eleştirisi Oğuzhan Taş “Medya Ne Ki... Her Şey Yalan!” Kent Yoksullarının Gündelik Yaşamında Medya Hakan Ergül, Emre Gökalp & İncilay Cangöz 2012, İletişim Yayınları, İstanbul, 216 sayfa Türkiye’de yoksulluk üzerine yapılan toplumsal araştırmalar, uzun yıllara dayanan ve araştırma eğilimleri bakımından dönemleştirmeler yapılabilecek ölçüde akademik bir ilginin konusu olmasına karşılık, bu verimin medya çalışmalarında hatırı sayılır bir karşılığını bulmak zor. Bu açıdan Ergül, Gökalp ve Cangöz’ün araştırması, Türkiye’deki medya çalışmalarına iki temel katkı sunuyor: Bugüne dek periferide kalmış yoksulluk, gündelik hayat ve medya ilişkisine, yine periferide kalmış bir yöntemle, izleyici/aile etnografisiyle yaklaşıyor.1 Yazarlar, etnografik gözlem ve analizi, daha geniş bir araştırma evrenine yayılmış anket çalışması ve derinlemesine görüşmelerle destekleyerek yoksulluğun gündelik yaşamdaki görünümünü, kimi ••• 1 Etnografik yöntemleri kullanan iletişim/medya araştırmalarındaki durumun istisnası iki çalışma için bkz. Türkoğlu 1988 ve Çaylı 2009. Nurçay Türkoğlu’nun televizyon izleyen ve izlemeyen iki köydeki toplumsal değişmeyi incelediği çalışması, yakın zamanda yeni gözlem ve değerlendirmelerle tarihsel bir karşılaştırmaya olanak tanıyacak biçimde güncellenmiştir. Bkz. Türkoğlu 2011. Ayrıca tüketim toplumunda genç ve yoksul olma durumunda inceleyen ve medyayla ilişkilenme biçimlerine de bu kapsamda değinen bir çalışma için bkz. Aktaş Yamanoğlu 2010. iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 151-156 152 • iletiim : arat›rmalar› zaman medyayla ilişkilenme biçiminin ötesine de erişebilen yorum ve analizlere genişletiyorlar. Etnografik çalışma, Eskişehir’in Yıldıztepe ve Gültepe mahallerinden seçilen 15 hanede gerçekleştirilmiş, yine aynı bölgelerde yer alan 208 haneden 546 kişiyle de anket çalışması yapılmış. Yazarların yanıt aradıkları şu soru, araştırmanın ana sorunsalı da özetliyor: “Yoksulun hanesinde ve günlük yaşamında medya nerede duruyor?” (14). Bu soruya yanıt arama çabasında, medyanın kapsamı, gazete, radyo ve televizyonla sınırlı tutulmamış, internet ve cep telefonu da kapsanarak analitik düzeyde yeni mecraların etkileşimi de gözetilmiş. Yazarlar, etnografik incelemenin odağına yoksulluğu deneyimleyen tekil kişileri değil, yoksulluğun ortak yaşam pratikleri içinde görünür hale geldiği “hane”yi alıyorlar. Çalışmanın önemli yanlarından biri de bu. Hane, aile üyelerinin toplamından daha fazlasına işaret eden bir toplumsal birime karşılık geliyor; medya ve yoksulluğa ilişkin kolektif anlamların nasıl oluştuğunu anlamak için verimli bir teorik konumlanma sağlıyor. Yazarlar araştırma sonuçlarını kitabın üç ana bölümünde paylaşıyorlar. İlk bölüm, nitel ve nicel verilerle katılımcı hane üyelerinin yoksulluk deneyimlerini betimliyor. Devamında medya içerikleriyle ilişkisi içinde yoksulluğun nasıl anlamlandırıldığı, yoksulluk temsillerinin nasıl okunduğu gibi sorulara yanıt aranıyor ve yoksul hanelerde medya kullanımına ilişkin çözümlemelere yer veriliyor. Bu kısımda yoksulluğa dair medya metinlerinin, bizzat yoksullar tarafından nasıl okunduğu da inceleniyor. Yazarlar, “etkin izleyici” tezi çerçevesinde farklı anlamlandırmaların/okumaların olanak ve sınırlarına, alımlama teorisine ilişkin bir özet serimleme eşliğinde dikkat çekiyorlar. Yazarların, Frankfurt Okulu'na yönelik indirgemeci yorumları olmakla birlikte, mutlak aktif/mutlak pasif izleyici kavrayışlarının özcülüğün tuzağına düşmek bakımından bir farkları olmadığını vurgulamaları ve “medya metinlerinin nasıl okunduğu” sorusunun bağlamsal bir analizi gerektirdiğini savunmaları önemli. Yazarlar bu tartışmanın devamında, yoksulların kendi sınıfsal durumlarını nasıl tanımladıklarını görüşmelerden örneklerle ortaya koyuyor ve yoksulların kendile- Taş • Kitap Eleştirisi • 153 rini yoksul kabul etmediklerini, yoksulluğun hala "utanılacak bir durum" olarak görüldüğü saptamasını yapıyorlar. Yazarlara göre ekonomik ve sosyal göstergeler bakımından yoksulluk içindeki görüşmecilerin, kendilerini hayali bir orta sınıfa ait görmelerinde medyanın yoksulluğu temsil etme biçimlerinin rolü var. Medya, görüşmecilerin kendilerine dönük tanımlamalarının ortaya koyduğu haliyle, hem yoksulluğun "ekonomik ve politik boyutlarını gizleyerek" (53), hem de yoksulluğun "aşırı" örneklerini öyküleştirerek bu fenomeni alımlama tarzlarını belirleyen bir anlatı inşa ediyor. Bu kısımdaki değerlendirmenin ortaya koyduğu kritik noktalardan biri, görüşmecilerin medya dolayımının katkısıyla yoksulluklarını bir tür "inkar stratejisi"yle reddetmelerine karşılık, medyanın inşa ettiği gerçeklik resmini tümüyle hakikatin ifadesi olarak benimsememeleri ve medyaya yönelik belli bir eleştirellik taşımaları. Ancak yazarların bu ikircikli durum üzerinde yeterince durmadıklarını belirtmek gerek. Benzer bir durum, Yemekteyiz programı ekseninde "zenginliğe" yönelik ikircikli alımlamada da karşımıza çıkıyor. Yazarlar, görüşmecilerin bir yandan televizyon programlarının "orta ve üst sınıflara yönelik yapılandırma stratejisi"ni eleştiren ifadeler kullandıklarını tespit ederken, bir taraftan da bu eleştirel mesafeden uzaklaşıp program katılımcılarının yaşamlarına özendiklerini belirtiyorlar. O halde bu çelişik alımlamanın nedenlerini soruşturmak önemli hale geliyor. Çünkü tam da yazarların belirttiği gibi, "söz konusu eleştiriler ne dönüştürücü bir eleştirel pratiğe konu ol[uyor], ne de örgütlü bir şekilde kamusal alanda yankı bul[uyor]” (62). Başka bir deyişle eleştiri, kendini gerçekleştiremeden, kaynağına umutsuzluk ve kabullenme olarak geri dönüyor. Bu durum, Adorno ve Horkheimer’ın (193) kültür endüstrisinin olumlamacı niteliğine ilişkin şu sözlerini akla getiriyor: “Eğlenmenin vaat ettiği özgürleşme, ‘olumsuzlama olarak düşünme’den özgürleşmektir… İzleyicilerin eğlence endüstrisine karşı çıktığı durumlarda bile, bu karşı çıkış endüstrinin izleyicileri eğittiği, tutarlı hale gelmiş dirençsizliktir.” Kitabın ikinci bölümü, medyanın, yoksulların günlük yaşamındaki anlamını, hanenin kuruluşundaki ve işleyişindeki rolünü daha yakından inceliyor. Buradaki önemli vurgulardan biri, yoksul haneler- 154 • iletiim : arat›rmalar› de televizyonun medya tüketimi ve medyayla ilişkilenmedeki önceliğini hala koruduğu yönünde. Televizyonun hanenin merkezindeki konumu yalnızca mekansal değil, metaforik olarak da geçerli. Hane içi iletişim televizyonla dolayımlanıyor: hane üyeleri televizyon çevresinde bir araya geliyor, konuşmalar televizyon içeriği etrafında dönüyor, haberler, diziler, yarışma programları "hane üyeleri arasındaki iletişime ortak referans kaynağı sağlıyor" (87). Hanelerin önemli bir kısmında televizyon, izlenmese bile gün boyu açık tutularak dinleniyor, günlük gazete almanın maliyetinin karşılanamadığı hanelerde teletext sayfaları okunarak haber ve enformasyona ulaşılıyor. Yazarların ifadesiyle, “mezhepsel ya da etnik farklılıklar, günlük yaşam ilişkilerinde oldukça önemli rol oynarken, televizyon, bilgisayar ya da mobil telefon ekranının karşısına geçildiğinde bu farklılıkların medya tüketimine ancak istisna düzeyinde yansıdığı” (120) görülüyor. “Yoksul hane üyelerinin yeni bilgi ve iletişim teknolojilerine gösterdikleri yakın ilgi ve bu teknolojilerin yoksulluğun olumsuz sonuçlarını hafifletmede üstlendikleri işlevler” (123) yoğunlaşılan bir diğer tema. Yazarlar, yeni teknolojik gereçlere erişimin görece yüksek düzeyde olduğu yoksul hanelerde, bunların “bilgi yoksunluğu”nu tek başına ortadan kaldırmaya yetmediğini, buna karşılık internet ve cep telefonunun gereksinim duyulanlar listesinin ön sıralarında -kimi zaman zaruri gereksinimlerden bile önde- yer aldığını bulguluyorlar. Çünkü özellikle internet, yoksullukla baş etmede (iş ilanları), akrabalarla iletişimde, eğlence amacıyla, yerel ve politik kimliklerin pekiştirilmesinde belirgin bir işleve sahip (130). Yazarlara göre (199), “televizyon dış dünyayı farklı formlarda hane içine taşırken, İnternet’te bu iletişim akışı hane içinden dışarıya doğru”. Ortak tüketimden çok bireysel tüketime dayalı niteliğinin yanı sıra pek çok iletişimsel, eğlenceye dayalı ya da eğitsel içeriği bir arada ve görece daha karşılanabilir bir maliyetle erişilebilir kılması, internetin yoksul hanelerdeki artan kullanımını açıklıyor. “İnternet, yoksul hanelerin yoksul olmalarına karşın ‘değil’, yoksul oldukları ‘için’ edindikleri” bir konumda yer alıyor (201). Yazarların yukarıda tespitlerini, medya kullanımını yalnızca kaynakların eşit dağıtımı perspektifinden ele alan çalışmaların yetersizliğine dikkat çekmesi açısından önemli. Çünkü yoksul hanele- Taş • Kitap Eleştirisi • 155 rin “neredeyse yarısının (%43) internet bağlantısına sahip olması” (201) “dijital uçurum” tezinin, medyayla gündelik ilişkilenme biçimlerine gömülü toplumsal anlamı açığa çıkaran araştırmalarla desteklenmesi gerektiğine işaret ediyor. Kitabın üçüncü bölümü, tek bir temanın, toplumsal cinsiyetin izini görüşmecilerin medyayla ilişkilenme ve medya içeriğini anlamlandırma pratiklerinde sürüyor. Hane dışındaki eril iktidarın, ortak izleme pratiklerinde ve içerik tercihlerini ifade ediş tarzlarında yeniden üretildiğini vurgulayan yazarlar, bu bölümün ilk birkaç alt başlığında, diziler, haberler ve "kadın programları"nı izleme pratiklerinde toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl müzakereye açıldığını ele alıyorlar. Ayrıca, yine bu bölümde, gözlem bulgularından yola çıkarak, iktidarın mekansal örgütlenişi, hegemonik erkeklik ve kadın bedeni üzerindeki tahakkümün gündelik görünümleri üzerine daha serbest bir şekilde kalem oynatarak eleştirel tespitlerde bulunuyorlar. Ergül, Gökalp ve Cangöz’ün araştırması, Türkiye’deki medya çalışmalarının derinlemesine bir incelemeye konu etmekten uzun süre uzak kaldığı bir alanda kritik sorular soran ve bu sorulara verdiği yanıtlarla yoksulluk ve medya ilişkisine dair kimi önkabulleri yanlışlayan, aynı zamanda yeni araştırmalara duyulan ihtiyacı da görünür kılan bir niteliği sahip. Yazarlar bu son unsurun altını, kent yaşamında medyayla dolayımlanmayan pek az toplumsal ilişki biçimi kaldığı ve bu ilişkilere hakim olan iletişim rejiminin çok katmanlı ve sürekli oluş halinde bulunduğu (196) tespitiyle çiziyorlar. 156 • iletiim : arat›rmalar› Kaynaklar Adorno, Theodor W. ve Max Horkheimer (2010). Aydınlanmanın Diyalektiği. Çev. Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan. İstanbul: Kabalcı. Türkoğlu, Nurçay (2011). “Toplumsal Dönüşüm ve Medya: Televizyona Karşı Doğa.” Kültür ve İletişim 14(1): 135-167. Türkoğlu, Nurçay (1988). Toplumsal Değişimde TV İzleyiciliği: TV İzleyen ve İzlemeyen İki Köyde Karşılaştırmalı Alan Araştırması (Yayımlanmamış Doktora Tezi). İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Çaylı, Emek (2009). Kamusallık, Mahremiyet ve Medya: ‘Kadın Tartışma Programları’ Üzerine Etnografik Bir Araştırma. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Aktaş Yamanoğlu, Melike (2010). “Tüketim Toplumunda Genç ve Yoksul Olmak: Dışlanma Süreçleri ve Karşı Stratejiler.” Kültür ve İletişim 13(2): 41-79. 157 Kitap Eleştirisi A. Sarp Yılmaz Seyirlik Cümbüşler: Medya ve Toplumsal Dönüşüm Derleyen: Nurçay Türkoğlu 2012, Parşömen Yayıncılık, İstanbul, 428 sayfa Türkiye’de 90’lı yıllardan itibaren özel televizyonların kurulmasının önünü açan gelişmeler, televizyonlar için mali kaynak olan reklamların önemini arttırmıştır. Reklam gelirlerinin TRT ve özel kanallar arasında paylaşılmasının ölçütü olarak da reyting ölçümleri karşımıza çıkmaktadır. Bu durumun gereği olarak tecimsel ve yönetsel amaçlarla izleyici araştırmaları yapılmaya başlanmıştır. Ancak bu araştırmalar TRT (Türkiye Radyo Televizyon Kurumu), RTÜK (Radyo Televizyon Üst Kurulu), TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) ve özel sektör örneklerinde olduğu gibi daha çok, tercih edilen programları belirlemeye, izleyici görüşlerinin ve şikayetlerin sınıflandırılmasına ve yatırımcılara ayrıntılı veri sunmaya yönelik olarak yapılmıştır.1 Bu araştırmalarda izleyicinin istekleri ve beklentileri hep eksik kalmıştır. İzleyici, televizyon ürününün son tüketicisi olarak görülmüş, televizyon yapım sürecine verebileceği katkılar göz ardı edilmiş ve sürekli pasif durumda konumlandırılmıştır. Ayrıca izleyicilerin televizyon programlarına katılımı, kendilerini bu mecrada nasıl anlamlandırdıkları ihmal edilmiştir. Bu noktada Seyirlik Cümbüşler kitabı hem izleyici araştırmaları••• 1 Türkoğlu, Toplumsal Dönüşümler ve Medyada İzleyici Katılımı, TUBİTAK Raporu, 2010, s. 31. iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 157-160 158 • iletiim : arat›rmalar› nı hem de izleyicilerin medyaya katılımını -özellikle de televizyon programlarına katılımını- ekonomik, kültürel ve toplumsal yönlerden ele aldığı için yapılan diğer çalışmalara göre farklı bir yerde durmaktadır. Seyirlik Cümbüşler dört farklı araştırmadan oluşmaktadır. Televizyon ve izleyici etkileşimi bu araştırmaların ortak paydasıdır. Kitaptaki üç araştırma Selda Tunç, Özge Gürsoy ve Mustafa Elbir’in yüksek lisans tezlerinden oluşurken diğer araştırma, Nurçay Türkoğlu’nun COST projesi kapsamında yaptığı bir çalışmadır ve “Toplumsal Dönüşümler ve Medyada İzleyici Katılımı” başlığını taşımaktadır. Türkoğlu bu araştırmanın amacının, popüler medyanın dönüşümünü, izleyici katılımını, medyanın gündelik yaşama taşınmasını ve yeni medya kullanımını inceleyerek toplumsal dönüşümler ile medyanın ilişkisini ortaya koymak olduğunu belirtmektedir. Araştırmada stüdyo katılımlı televizyon programları popülerlik ölçütlerine göre incelenmiştir. Araştırma evreni ev kadınları, stüdyo katılımcıları, İstanbul’da bulunan ulusal kanalların program yapım süreçlerinde çalışanlar, iletişim öğrencileri ve ilköğretim öğrencileri ile görüşmeler yapılarak belirlenmiştir. Bu nedenle araştırma, hem medyanın ekonomi-politiği hem de medya üzerinden oluşturulan ortak toplumsal yaşama ilişkin önemli veriler sunmaktadır. İkinci araştırma Selda Tunç’un yüksek lisans tezi olarak hazırladığı “Ekran-Stüdyo Gerilimi” başlıklı çalışmadır. Tunç, araştırmasında televizyon izleyicisinin günlük yaşam içinde stüdyo izleyicisine dönüşmesini medya ve kültürel alan bağlamında ele almıştır. Araştırmada özellikle kadın ve tartışma programlarında belirginleşen ekran-stüdyo gerilimi üzerinde durulmaktadır. Programlarda işlenen konuların cinsiyetçilik ve yurttaşlık kavramları çerçevesinde stüdyo ortamında farklı, ekran başında farklı algılanması ve yorumlanması bu gerilimin temeli olarak belirlenmiştir. Programlara katılan seyircilerin, program konuları üzerinden kendini anlamlandırması ve/veya konumlandırması, program yapım süreçlerinin etkisiyle yapımların ekran başındaki izleyiciye nasıl aktarıldığı ve izleyicinin bunu nasıl alımladığı yerinde gözlem ve derinlemesine görüşmeler yapılarak Yılmaz • Kitap Eleştirisi • 159 incelenmiştir. Araştırmada bahsedilen gerginliğin toplumun sosyoekonomik koşullarına bağlı olduğu vurgulanırken, kitle iletişim araçları üzerinden medya endüstrisinin ve değişime uğrayan kamusal alanın bir eleştirisi de yapılmaktadır. Medya süreçlerine aktif katılım ve medyanın gerçeği yeniden üretmesi iletişim teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak sorgulanmaktadır. Üçüncü araştırma Özge Gürsoy’un yüksek lisans tezi olarak hazırladığı “Televizyon Dizilerinde Değişen Aile Değerleri” başlıklı çalışmadır. Gürsoy’a göre kültürel ve sosyo-ekonomik değişimlerin aile kurumuyla olan ilişkisi televizyona da yansımış ve değişen ilişki modeli televizyon üzerinden yeniden üretilmiştir. Gürsoy çalışmasında ailedeki değişimin televizyon dizilerinde temsil edilişini, hakim ideolojinin yeniden üretilmesi varsayımından hareketle, içerik çözümlemeleri yaparak ve eleştirel sosyal bilimden yararlanarak incelemiştir. Çalışmada, belirlenen altı ulusal kanalda Ocak 2011- Mart 2011 tarihleri arasında yayınlanan televizyon dizilerindeki değerlerin değişimine bakılmıştır. Ailenin yapısal değişimi, inançların değişimi, medyada ailenin temsili, medyada toplumsal cinsiyet ve ailede otorite kaynağının değişimi ölçüt olarak alınan başlıca unsurlardır. Dördüncü araştırma Mustafa Elbir’in “Dev Ekranın Minik İzleyicileri” başlıklı yüksek lisans tezidir. Bu araştırmanın konusu 6-11 yaş aralığındaki çocukların sosyal gelişimlerine ve ilişkilerine televizyonun etkisidir. Araştırmada televizyonun toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik ve eğlendirme işlevleri olduğu varsayımından hareketle, televizyonun çocuğun dünyasını oluşturmada, kavramları ve çevresini anlamlandırmadaki rolü belirlenmeye çalışılmıştır. İlköğretim birinci kademe öğrencilerinden oluşan 300 kişilik bir örneklem grubuyla okul ve tatil dönemleri içinde, çizgi film, müzik eğlence programları, televizyon dizileri ve yarışma programlarının çocukların davranışları üzerindeki etkisine, çocukların bu programlardan neler öğrendiklerine ve kendilerine kimleri rol model aldıklarına bakılmıştır. Araştırmada ekonomi politik bakış açısı içinde anket, birebir görüşme, velilerle mülakatlar ve gözlem teknikleri kullanılmıştır. Araştırma sonunda ise televizyonun çocuk üzerindeki etkisi ortaya koyularak 160 • iletiim : arat›rmalar› televizyon-çocuk ilişkisinin pedagojik ve toplumsal ölçütler çerçevesinde uzmanlar tarafından oluşturulması gerektiği belirtilmiştir. Seyirlik Cümbüşler kitabı içinde yer alan araştırmalar tecimsel ve yönetsel amaçlarla yapılan izleyici araştırmalarından farklı olarak izleyicinin süreçlere aktif katılımı üzerinden tasarlanmıştır. Bu nedenle hem izleyici/katılımcı profiline göre davranış biçimleri ve değişimlerine hem de eleştirel sosyal teori, medyanın ekonomi politiği ve izleyici alımlama çalışmaları çerçevesinde medyanın analizine ilişkin güncel veriler sunmaktadır. Bu araştırmalar, izleyici araştırmalarının tecimsel ve yönetsel amaçlarla reyting bazında yapılması yerine daha derinlemesine, farklı bakış açılarını barındıran, izleyici odaklı, kültürel ve sosyo-ekonomik değişkenler göz önünde tutularak yapılması gerektiğini göstermektedir. 161 Etkinlik Değerlendirmesi Ergin Şafak Dikmen ECREA Medya ve İletişim Araştırmaları Doktora Yaz Okulu 12–25 Ağustos 2012 Ljubljana, Slovenya Avrupa İletişim Araştırmaları Derneği (ECREA), Erasmus Öğrenci Değişim Programı, Tartu Üniversitesi İletişim ve Gazetecilik Enstitüsü ile Türkiye’den Ankara Üniversitesi’nin aralarında bulunduğu yirmi iki Avrupa üniversitesinin oluşturduğu konsorsiyum tarafından düzenlenen ECREA Yaz Okulu 2012 yılında, 12-25 Ağustos tarihleri arasında Ljubljana Üniversitesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirildi. İlk olarak 1992’de düzenlenmeye başlanan Yaz Okulu 2012 yılında yirmi birinci kez, on sekiz farklı ülkeden kırk beş doktora araştırmacısını ve alanın önde gelen akademisyenlerini bir araya getirdi. Yaz Okulu’nun birkaç ana hedefi bulunuyor: Tez projelerinin erken bir aşamasındaki katılımcılara, araştırmalarını uluslararası bir toplulukla paylaşma imkanı sağlamak, diğer katılımcılar ve akademisyenlerden aldıkları geribeslemeyle onlara destek olmak ve gelecekte yararlanabilecekleri uluslararası bağlantılar edinmelerini sağlamak. Yaz Okulu’nda ders veren, tartışmaları yöneten ve çalıştaylar düzenleyen akademisyenler, aynı zamanda öğrencilere projelerinin güçlü ya da eksik yönlerini işaret ederek onları yönlendirme konusunda da gönüllü oluyorlar. iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 161-163 162 Ecrea Yaz Okulu’nun odağında, proje sunuşu ve bu sunuşlar üzerine yürütülen ortak tartışmalar var. Katılımcılar araştırma konularına göre üç farklı gruba ayrılıyor. Gruplar ortalama on beş öğrenci, bir moderatör ve projelere danışmanlık yapmak için atanan akademisyenlerden oluşuyor. Danışmanlar proje konusuna göre belirlendiği için her toplantıda farklı isimler yer alabiliyor. Her sunuşun ardından, önceden belirlenen grup üyesi bir katılımcı sunuşla ilgili eleştirel bir değerlendirme yapıyor, sonra sırasıyla danışman, moderatör ve isteyen grup üyeleri eleştiri ve önerini paylaşıyor. Böylelikle katılımcılar, hem kendi projelerine ilişkin kapsamlı bir değerlendirme alarak araştırmalarını farklı açılardan gözden geçirebiliyorlar hem de diğer projeler üzerine düşünüp konuşarak akademik bir tartışma ortamının parçası oluyorlar. İki haftalık süreye yayılan sunuşlara 2012 yılında altı çalıştay, on altı ders ve birçok sosyal etkinlik eşlik etti. Çalıştaylardaki grup çalışmaları farklı Avrupa ülkelerinden gelen katılımcıların rekabetten uzak bir şekilde ortak projeler üretmelerini, bu sayede akademik çeşitliliği ön plana çıkarmayı hedefliyordu. “Araştırma Malzemelerini Teorilerle İlişkilendirmek”, “Küresel, Ulusal ve Yerel Açıdan Kültürel Kimlik”, “Komünist Popüler Kültür – Televizyon Dizilerinin İdeolojik Analizi”, “Makale Özet Yazımı”, “Mülakat Sanatı”, “Avrupa İletişim Araştırmaları’nda Küresel İletişim ve Medyanın Değişimiyle Yüzleşmek” başlıklarını taşıyan çalıştaylar akademik yaşama dair bazı pratik bilgilerin paylaşılması için de ortam oluşturdu. Yaz okulunun son derece rahat, resmiyetten uzak çalışma ortamı, katılımcılar ve akademisyenlerin dersler dışında da birlikte bulunmalarıyla sağlandı. Bu durum Yaz Okulu’nun etkinliğini belirgin biçimde arttırdı. ECREA Yaz Okulu’nun bütün çalışmaları her yıl düzenli olarak bir araya getirilip, bir derleme kitap ve zengin içerikli web sitesiyle dolaşıma sokuluyor. Yaz Okulu’na katılan akademisyenlerin çalıştay ve derslerin içeriğini oluşturan yazıları, projelerin özetleri ve her grup içinden seçilen birer projeden üretilen makale Ecrea Yaz Okulu Dikmen • Etkinlik Değerlendirmesi • 163 Kitabı’nda yer alıyor. Online olarak da erişime sunulan kitaba ek olarak web sitesinden (www.comsummerschool.org) proje sunuşlarının, değerlendirmelerin ve derslerin ses kayıtlarına, tüm katılımcıların iletişim bilgilerine ulaşmak mümkün. Etkin bir kullanım düzeyine sahip web sitesi Yaz Okulu sonrasında da iletişimlerini koparmak istemeyen katılımcıların paylaşım ve katkılarına açık. Özetle, ECREA Yaz Okulu farklı akademik gelenekler, yaklaşımlar, yöntem ve kültürleri buluşturarak akademik çeşitliliği ve çoğulculuğu destekliyor. Böylesi bir desteğin doktora araştırmacıları için değeri büyük. 164 • iletiim : arat›rmalar› 165 Bu Sayıdaki Yazarlar Altuğ Akın Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi, Yönetim Bilişim Sistemleri Bölümü’nde tamamladı. 2003-2006 yılları arasında İsveç’te ilk olarak Kraliyet Teknoloji Enstitüsü’nden, mühendislik ve yönetim bilişim sistemleri, ardından Stockholm Üniversitesi’nden gazetecilik alanında yüksek lisans dereceleri aldı. 2012 yılında Barselona Özerk Üniversitesi’nde Görsel-İşitsel İletişim ve Reklamcılık alanındaki doktora eğitimini tamamladı. 2012 yılından bu yana İzmir Ekonomi Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde görev yapmaktadır. İlgi alanları, uluslararası iletişim, habercilik, popüler iletişim ve medya tarihidir. A. Sarp Yılmaz 2006 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nden mezun oldu. Mezuniyetinin ardından CnnTürk ve Habertürk kanallarında haber ve canlı yayın kameramanlığı yaptı. 2010 yılından bu yana İstanbul Doğuş Üniversitesi İletişim Bilimleri Bölümü’nde teknik asistan olarak görev yapmakta, aynı bölümde yüksek lisans eğitimini sürdürmektedir. Sosyal medya, internet gazeteciliği, belgesel film, sinemada yapım ve yönetim teknikleri ilgilendiği başlıca konulardır. iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 165-168 166 • iletiim : arat›rmalar› Burak Özçetin Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünde “Making of New Islamism” başlıklı doktora çalışmasını 2011 yılında tamamlayan Özçetin 2011’den beri Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Temel ilgi alanları, iletişim kuramları, iletişim sosyolojisi, yeni medya ve siyasal iletişim ve çağdaş toplumsal kuramlardır. Burcu Sümer Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema bölümünden 1997 yılında mezun oldu. 2002 yılında AÜ Radyo Televizyon ve Sinema ile Ortadoğu Teknik Üniversitesi Kadın Çalışmaları yüksek lisans programlarını tamamladı. Doktora derecesini 2007 yılında The Impact of Europeanisation on Policy-making in Turkey: Controversies, Uncertainties and Misfits in Broadcasting Policy, 1999-2006 başlıklı çalışmasıyla Westminster Üniversitesi, Medya Sanatlar ve Tasarım Okulu, İletişim ve Medya Araştırmaları Enstitüsü’nden aldı. Halen Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde yayıncılık, medya çalışmaları, Avrupa Birliği’nde medya politikaları, küreselleşme ve medya endüstrileri konularında lisans ve lisansüstü düzeyde dersler vermeyi sürdürmektedir. Ergin Şafak Dikmen Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım Bölümü’nden 2006 yılında mezun oldu. Lisansüstü derecesini, Anhalt Üniversitesi (Almanya) Tasarım Bölümü, Bütünleşik Tasarım Yüksek Lisans Programında “Görsel Yanılgı ve Tasarım Alanında Kullanımı” başlıklı tez çalışmasıyla 2008 yılında aldı. Aynı yıl Anhalt Üniversitesi Yerleştirme Sergisinde, “Double Layer Video Project” canlandırma filmi; 3. Uluslararası Sinema & Tasarım (İstanbul) sergisinde “Görmek İçin Yaklaş” canlandırma filmi sergilendi. 2008-2009 yıllarında arasında Bilkent Üniversitesi Elektromanyetik Araştırma Merkezi’nde grafik tasarım ve animasyon uzmanı olarak çalıştı. 2009 yılında Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktora programına başladı ve halen aynı üniversitenin İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nde uzman olarak çalışmalarına devam etmektedir. İlgi alanları arasında yeni medya, televizyon, canlandırma, bilgisayar dolayımlı iletişim ve arayüz tasarımı bulunmaktadır. Bu Sayıdaki Yazarlar • 167 Hale Yaylalı 1992 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını 1995 yılında “Haber Programlarının Etki Analizi” başlıklı çalışmasıyla İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema Bilim Dalı’nda, doktorasını 2003 yılında “Kamusal Alan olarak Televizyonun Kullanımı ve Demokrasi” başlıklı çalışmasıyla Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Bilim Dalı’nda tamamladı. Yeni Yüzyıl Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. Oğuzhan Taş 1979 Ankara doğumludur. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. Başlıca çalışma alanları, gazetecilik eleştirisi, medya etiği, iletişim politikaları ve medya kuramlarıdır. Gazetecilik Etiğinin Mesleki Sınırları: Profesyonellik, Piyasa ve Sorumluluk (2012, İletişim Yayınları) başlıklı bir kitabı bulunmaktadır. Tuğba Taş 1980 Malatya doğumludur. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde araştırma görevlisidir. Aynı bölümde yüksek lisansını 2006 yılında “Medya ve Modernleşme: 1945-1960 Döneminde National Geographic Dergisi’nde Türkiyenin Sunumu”, doktorasını ise “Türkiye’de Feminist Görsel Kültür ve Beden Sanatı” başlıklı teziyle 2013 yılında tamamlamıştır. İlgi alanları, fotoğraf, gündelik hayat, görsel kültür, feminist sanat ve beden politikalarıdır. Edebi Gündelik: Türkiye Romanında Gündelik Hayat (DeKi, 2011) başlıklı derleme kitabın editörüdür. 168 • iletiim : arat›rmalar› Zehra Çelenk 1976’da doğdu. Öykü ve yazıları 1989’dan itibaren çeşitli dergilerde yayımlanmaya başladı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü’nden 1997’de mezun oldu. Yüksek lisansını tamamladığı 2007 yılından bugüne, aynı bölümde “Televizyon Metin Yazarlığı” dersini vermektedir. Halen aynı bölümde doktorasını sürdürmektedir. 1996–2000 yıllarında Oda Yapım, Böcek Yapım’da senaristlik, Omnia Reklam ve Om Yayınevi’nde reklam yazarlığı yaptı. 2001-2006 yılları arasında çeşitli televizyon yapımlarında senarist olarak görev aldı. 2007-2008’de TRT’de 175 bölüm olarak yayınlanan Yeni Evli adlı günlük dizinin senaristliğini ve süpervizörlüğünü yaptı. 2009-2011’de TRT’de yayınlanan “Anadolu’da Zaman” ve “Seyyahların İzinde” adlı belgesellerin, 2011’de TRT 1’de yayınlanan, senaryosunu da yazdığı “Hayata Beş Kala” adlı günlük dizinin yapımcılığını yaptı. 169 Yazı Teslim Kuralları 1. Dergiye gönderilecek yazılar MS Word programında yazılmış olmalıdır. 2. Times New Roman karakteriyle 12 punto olarak, iki aralık yazılan ve A4 sayfanın tek yüzüne basılan yazılar 2 adet kopya ile teslim tarihine kadar yayın kuruluna ulaştırılmalıdır. 3. Yazılar 100-150 kelimelik bir İngilizce ve Türkçe özetle birlikte gönderilmelidir. Yazıların ve özetlerin üzerinde yalnızca yazının başlığı bulunmalıdır. Ayrı bir kapak sayfasında yazarın ismi, açık adresleri, telefon ve faks numaraları ile varsa elektronik-posta adresleri yer almalıdır. 4. Yazıda başlık ve alt başlıklar açık, anlaşılır ve kısa olmalıdır. Yazıda paragraflar girintili olmalıdır. 5. Yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. 6. Dergiye ulaşan yazılar en kısa sürede hakemlere gönderilecektir. Hakeme gönderilen yazı yazarın kimlik bilgilerini içermeyecektir. Hakem değerlendirmesi sonucunda yazılar yayınlanabilecektir. Hakem değerlendirmesi sonucu yazarlardan yazılarını geliştirmeleri ya da gözden geçirmeleri istenebilir. Yayın konusundaki son karar Yayın Kurulu'na aittir. Yayın Kurulu’nun yazı hakkındaki değerlendirmesi, hakem raporu ile birlikte yazarlara gönderilir. Yaz›lar›n Gönderilece¤i Adres Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi İLAUM (İletişim Araştırmaları Dergisi) Cebeci 06590 Ankara [email protected] Tel: (+90.312) 319 77 14 ‘ 254 / 249 / 248 iletiim : arat›rmalar› • © 2010 • 8(2): 169-171 170 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakçaların Düzenlenmesi Metin içinde kaynak gösterme 1. Metin içindeki tüm referanslar metin içinde uygun yerlerde ve parantez içinde belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır. Örnek: (Morley, 1997: 1-5). 2. “vs.”, “vb.”, “a.g.e”, “bkz.” gibi kısaltmalar metin içerisinde ve dipnotlarda kullanılmaz. 3. Alıntılanan yazarın adı metinde geçiyorsa ve yazarın kaynakçada sadece bir eseri varsa parantez içinde yazarının adını ve eser yılını tekrar etmeye gerek yoktur. Yalnızca sayfa numarası yeterlidir. Örnek: Randall, kendi hikayelerimizi anlatarak… (12-19). Ancak metinde adı geçen yazarın kaynakçada birden fazla eserine atıfta bulunuluyorsa yıl ve sayfa numarası yer almalıdır. Örnek: (1980: 29). 4. Alıntılanan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Morin ve Kern, 2001). 5. Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” ibaresi kullanılmalıdır. Örnek: (Bennet vd., 1986). 6. Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Morin, 1998: 12; Williams, 1987: 25). 7. Notlar ve referanslar ayrılmalıdır. Notlar metin içinde numalarandırılmalı ve metnin sonunda numara sırasına göre ve referanslardan önce yerleştirilmelidir. 8. Kaynakçada yalnızca yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıra izlemelidir. 9. Bir yazarın birden çok çalışması aynı kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre yeniden eskiye göre sıralanmalı, aynı yılda yapılan çalışmalar için “a,b,c…” ibareleri kullanılmalıdır. 10. Metin içindeki alıntılar için çift tırnak, alıntının içindeki alıntılar için tek tırnak işareti kullanılmalıdır. 40 kelime ya da 5 satırdan uzun alıntılar, tırnak kullanılmadan, bir küçük punto ile (“10”) girintili paragrafla verilmelidir. Yazı Teslim Kuralları • 171 Kitap Mutlu, Erol (1995). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark Yayınları. Çeviri Kitap Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev., Süleyman İrvan. Ankara: Ark Yayınları. Derleme Kitap Holmes, David (der.) (1997). Virtual Politics. London: Sage. Derleme Kitapta Makale Hutchby, Ian (1991). “The Organization of Talk on Talk Radio.” Broadcast Talk. (der.) Paddy Schannel. London: Sage. 154-178. Dergide Makale Çaplı, Bülent (2001). “Media Policies in Turkey Since 1990.” Kültür ve İletişim 4(2): 45-55. Bildiri Kejanlıoğlu, D. Beybin (2000). “Kitle İletişim Tarihyazımları Üzerine.” I. Ulusal İletişim Sempozyumu 3-5 Mayıs 2000. Ankara. ‹nternette Yaz› Kellner, Douglas (2003). “Critical Theory and the Crisis of Social Theory.” http:// www.uta.edu/huma/illuminations/kell5.htm. Erişim tarihi: 01.04.2003. 172 • iletiim : arat›rmalar›