değişimiyle gelen Yeni Türkiye

Transkript

değişimiyle gelen Yeni Türkiye
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi HAZİRAN 2016 YIL 10 SAYI 115
haber
20 TL www.haberajanda.com.tr
S. S. HOCAOĞULLARI
Kutlu yol
LOKMAN AYVA
Liderlik gizemi
SERHAT BIÇAK
Tek tabanca-2
“Bi’ dakka
delikanlı!”
SEYİT MEHMET ŞEN
Anadolu’yu yeniden
fethetmek
NESRİN ÇAYLI
Hoca’dan nezâket
Reis’ten vakur sükûnet
MEHMET ŞEKER
Ne kadar şükretsek az!
AHMET YOZGAT
Eşiğinde durduğumuz
21. yüzyıl ve sonrası için
Türkiye’nin yol haritası
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Onlarca inanç, mezhep, tarîkat ve
siyaset savrulmasından sonra nihâyet
Türk ekolü!
İstifanın kara kutusu: Nöbet
değişimiyle gelen Yeni Türkiye
SÖYLEŞİ
ŞULE DEMİRTAŞ
Millî sporcu Burcu
Çetinkaya Bucak:
Bir öze dönüş
hikâyesi
Yayınları
haziran 2016
1
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 115 // HAZİRAN 2016
KAPAK DOSYASI
HABER AJANDA
İstifanın kara kutusu: Nöbet
değişimiyle gelen Yeni Türkiye
32
Yeni isim, “lider” belli olduğuna göre, Lider’in göstereceği yol üzere tavır takınacağı
için ne yapacak? İlk izlenimi ne olmalıdır ki gömleğin ilk düğmesi doğru iliklensin?
Veya yeni isim “düşük profil” olmasa da muhalefete “Düşük yaptı!” dedirtmemek
için en hayatî adım olarak hangi kelimeyi, davranışı, yöntemi kullanmamalıdır? O
riskin adı şudur: “Rövanş”…
8 S. SERVET HOCAOĞULLARI
Kutlu yol
Her şeyden önce Türkiye, artık “yüksek profil” rakımındadır. AK Parti, birçok deneyimli pilotuyla “yüksek irtifâ
hizmeti”ni sürdürmektedir. Başkanlık
sistemi hava sahasına girilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, artık eğitim, ulaşım, teknoloji, kültür vb. uçakları yöneten kule konumundadır.
14 AHMET YOZGAT
Türkiye’nin yol haritası
Hükûmetimizin birkaç yıl önce açıkladığı “2023 Vizyonu” hepimizin önemsediği bir bakış açısıydı. Lâkin her maddesi ekonomik kokulu ve zengin bir
Türkiye modellemeyi öngörmekteydi.
Elzemdi de... Bu yazıyla bir elzem daha
ortaya konulmuş oldu. O da “bilim, bilgi, felsefe ve sanatta 2023 vizyonu”…
30 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Anadolu’yu yeniden fethetmek
Bu topraklarda -Allah’ın (cc) lütfuyla- kıyamete kadar kalacağımız için bir gerçeği sürekli olarak tekrarlamak durumundayız: Biz millet olarak, bu toprakları
mîras şeklinde değil, şehit kanları dökerek Bizanslılardan aldık.
8
42 NESRİN ÇAYLI
14
30
Hoca’dan nezâket, Reis’ten vakur
sükûnet!
Varsın emek vermeyenler kaybolsunlar
Reis! Emek verenler gözleriyle değil, kalpleriyle görürlermiş. Sen onları bulursun!
Yeter ki ömrün uzun, kutlu yolculuğunda
refâkâtçilerin vefâlı olsun! Bu dâvâda, bu
yarış değil, varış yolculuğunda vefâsı senin ömrüne kadar olanların hesabından
Rabbim ülkemi ve seni korusun!
48 MEHMET SERHAT BIÇAK
42
2
48
haziran 2016
Tek tabanca-2... “Bi’ dakka delikanlı!”
Erdoğan hakkında “Tek adamlık istiyor” diyenlerin sırf bu yüzden ağızlarını toplamaları şart! Millet için tek adam
yok, tek muhatap var! Ve bilsinler ki
tek muhatap, hâlâ tek tabanca!
6
8
12
14
18
22
26
30
32
42
48
50
52
54
56
60
62
EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK
Zincir
BAŞYAZI / S. SERVET HOCAOĞULLARI
Kutlu yol
AYIN OLAYI
Bir “onurlu” vedâ!
AYIN YORUMU / AHMET YOZGAT
Eşiğinde durduğumuz 21. yüzyıl ve
sonrası için... Türkiye’nin yol haritası
SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Kut’ül Ammare’den
Üçüncü Cihan Savaşı’na...
Anadolu’yu yeniden fethetmek
KAPAK / HABER AJANDA
İstifanın kara kutusu:
Nöbet değişimiyle gelen Yeni Türkiye
NESRİN ÇAYLI
Tarihe nezâket değil, dirâyet geçer!
Hoca’dan nezâket,
Reis’ten vakur sükûnet!
MEHMET SERHAT BIÇAK
Tek tabanca-2...
“Bi’ dakka delikanlı!”
CÜNEYT AKAR
Dâvâ mı, ikbâl mi?
SABRİ ÖĞE
İki zarif insan
LOKMAN AYVA
Liderlik gizemi
ORHAN MÜCAHİT
Mevcut sistemin çarpıklığı: Başkanlık
sistemine geçiş sancıları
CEMAL CEYLAN
Devlet mi milletten,
millet mi devletten çıkar?
MEHMET ŞEKER
Bütün saldırılara rağmen bu ülke hâlâ
ayaktaysa ne kadar şükretsek az!
MEHMET ŞEKER
SÖYLEŞİ / ŞULE DEMİRTAŞ
Ne kadar
şükretsek az!
Millî sporcu Burcu Çetinkaya Bucak:
Bir öze dönüş hikâyesi
62
Vatana ihânetten iki yüz yıl cezâ talebiyle yargılanan kişi için
mahkemeden beş yıl gibi komik bir ceza çıkması, kamuoyu
vicdanında nasıl bir yankı buldu, ben ona bakarım. Senarist
herhâlde mutluluktan uçmuştur. Yönetmen de
ellerini ovuşturmuş olmalı. Nasıl mutlu olmasınlar, hazırladıkları oyunu dünyanın yarısı
seyretti. En çok da prodüksiyon sahibi, büyük
bir iş yapmış olmanın verdiği mutlulukla koltuğuna büyük bir özgüven ve keyifle yaslanmıştır.
65 FATMA ŞURA BAHSİ KOÇER
İstikrar ve îtibar için Başkanlık Sistemi!
66 AHMET FİDAN
Laiklik nedir, ne değildir?
68 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Onlarca inanç, mezhep, tarîkat ve
siyaset savrulmasından sonra
nihâyet Türk ekolü!
75 MEHMET FATİH ÖZTARSU
Kore ve Türkiye’nin Ayastefanos çilesi
76 FURKAN ERGÜL
5 Mayıs seçimleri değerlendirmesi:
Londra ırkçılığa geçit vermedi!
80 MİR KAMİL KAŞKARLI
Hapisteki lider İlham Tohti’den
“Benim Gayem ve Hayat Yolum” Uygur
Türkleri ve Çin meselesi
84 ORHAN RUFAT KARAGÖL
Soğuk Savaş ve ötesindeki
küresel fokurdama
86 AYŞE YAŞAR UMUTLU
Kadınlar eve gönderilmesin,
ev-ofisler desteklensin!
88 SÖYLEŞİ / ŞULE DEMİRTAŞ
Millî sporcu Burcu Çetinkaya Bucak:
Bir öze dönüş hikâyesi
95 MESUT EMRE BALCI
Zerre
96 MAHMUT CELAL ÖZMEN
Evet, her şey
özgürlükler içindir!
98 AYTEKİN ATASOYU
Küresel vicdanın sesi ya da
katili olarak “medya”
100MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
49-3 ve sergideki eskizlerden
gönlümüzdeki tablolara
104YEŞİM TONBAZ
Sinema
107ABDÜLHAMİT GÜLER
“Hz.. Muhammed” filmi ve sinemanın
“gerçeklik yaratma” tehlikesi!
108SUNGUR İNCİ
Kitap Ajanda
112AHMET YOZGAT
Karikatür
88
Eskiden de hayata bakışım aynıydı, şimdi de aynı. Önyargısız,
yaptığı işe inanan, mücadele eden insanların engelleri aşabileceklerine inanırım. Hep öyle inanırdım. Tesettürden önce yarıştığımda
da aynıydı bakışım, şimdi de aynı. Ülkemizde bu
konuda çok büyük engeller yaşayanlar oldu, bu
konuda konuşma hakkını kendimde görmüyorum, çünkü ben bu sorunları o zaman îtibâriyle
yaşamadım, bundan dolayı bu engellerle
cedelleşen insanlara haksızlık yapmış olurum.
52
56
76
54
68
86
SABRİ ÖĞE
İki zarif insan
ORHAN MÜCAHİT
Başkanlık sistemine geçiş
sancıları
Başta Başbakan olmak üzere
Cumhurbaşkanı’nın çalışma arkadaşları ve tüm bürokratların
idrâk etmeleri gereken şey, Sayın Erdoğan’ın engin vizyonudur. Türkiye bu noktaya onun
sayesinde geldi. Şâyet onun
vizyonu olmamış olsaydı, bugün ne dünyanın en büyük havalimanı, ne dünyanın en büyük asma köprüleri ve ne de
saymakla bitmeyecek nice olağanüstü hizmetlerin biri dahi
olabilirdi.
52
LOKMAN AYVA
Liderlik gizemi
Recep Tayyip Erdoğan’ı seven de,
sevmeyen de vardır. Fakat her iki
kesim de kesinlikle kendisine güvenir! Öngörülebilir bir liderdir. Bu
hâle nasıl geldi? Onlarca yıldan
beri seçime giriyor ve kendisiyle ilgili her şey tartışılıyor. Yıllardan
beri gözlemledikleri tutum ve davranışlarını karşılaştıran insanlar bir
tutarlılık görüyorlar.
54
Biz Erdoğan’ı da, Davutoğlu’ nu
da tanıyoruz. Bu halk nifak tohumları ekenlere iltifat göstermeyecektir. Yaşananların en olumlu tarafı, bize başkanlık sisteminin
ne kadar gerekli olduğunu göstermesidir. Cumhurbaşkanı’nın
halkoyu ile seçildiği ilk gün, başkanlık sistemi resmen değil ama
fiilen hayatımıza girmişti. Şimdi
resmen konuşmanın ve harekete
geçmenin vakti geldi!
56
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Türk ekolü!
Ekolle iş tutan herkes gibi, bu
siyasî kader elbette Erdoğan için
de uygulanacaktı. Ancak ilk kez
uygulanamadı. Hakk yardım etti,
halk destek verdi ve üst üste seçim kazanan ve girdiği her seçimde bir öncekinden daha çok
oy alan Erdoğan’ı kurtlar yiyemedi. Bu hamlelerin ardından
Erdoğan değil ama Amerikan
(aslında İngiliz) ekolü şimdilik
geri çekildi ve daha başka...
68
FURKAN ERGÜL
Londra ırkçılığa
geçit vermedi!
Johnson bu seçimde aday olmamayı kendisi istemişti. ComRes’in
yaptığı bir araştırmaya göre,
Johnson hâlâ ülkenin en popüler siyasetçisi ve diğer bir araştırmaya göre de eğer bu seçimde
Goldsmith yerine aday olsaydı seçimi rahatlıkla kazanarak üçüncü dönemini yaşayacaktı. Belki de karşısında Johnson yerine
Goldsmith’in olması Khan’ın işini
çok kolaylaştırmıştır.
76
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Kadınlar eve gönderilmesin,
ev-ofisler desteklensin!
Özellikle “muhafazakâr” olarak
adlandırılan çevrelerde kadının iş
hayatındaki konumu yeniden tartışılır hâle geldi. Özellikle de iktidarın
muhafazakâr tabana sahip olduğu
iddiası ile bu çevreler seslerini daha
çok yükseltir ve belli din otoritelerine bu konuda durumu ele almaları
konusunda yön verir oldular.
86
haziran 2016
3
Sayı: 115/ Haziran 2016
İMTİYAZ SAHİBİ
YAYIN KURULU BAŞKANI
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
YAYINLAR GENEL
SANAT YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
TANITIM VE İLETİŞİM
KOORDİNATÖRÜ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
Nesrin Çaylı
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Ömer Faruk Arlı
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo Bosnia and
Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd.
No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97
BASKI TARİHİ
Haziran 2016
İDARİ ADRES
Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164.
Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 380 44 70
ISSN
1306-5742
Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C.
yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ABONELİK
Yurtiçi bir yıllık (12 sayı)
abonelik 240 TL,
kurum ve kuruluşlar için
abonelik 480 TL. Kıbrıs
için 280 TL. Avrupa 180 €,
Amerika 250 $...
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam
Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank
Ankara Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
haziran 2016
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 380 44 70’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
haberajanda
Okur Platformu
[email protected]
“Ya nice okumaktır?!”
H
ABER Ajanda’yı yıllardır takip eden bir okur
olarak şâhit olduğum bir hâdiseyi sizlerle paylaşmak isterim. İnşallah dikkate alınır!
>> Bundan birkaç ay önce derginiz
yazarlarından Ahmet Turgut’un
makalelerinden birini okumuş ve
kendimce bazı eleştirilerim olmuştu.
Ancak şâhit olduğum bu son olay,
haklı olduğumu sandığım eleştirileri
de bertaraf etti. Turgut, yazısında
özetle şöyle demek istiyormuş, sonradan anladım: “Okumak” eylemine
dair herhangi bir atasözüne sahip
olmadığımız gibi, “okumak” kelimesini sadece “diploma sahibi olmak”
ile ilişkilendirmekteyiz. Bu yaklaşım
yanlış!
Şimdi olaya geçelim…
Türkiye’nin başkenti Ankara’da,
Yüksek İhtisas Hastanesi’nin kardiyoloji polikliniklerinin önünde
konsültasyon muayenesi sırası almış
bir yakınımla beklemekteyiz. Poliklinikler yan yana… Sıradakilerden
biri de, aynı zamanda kanser hastası
olan bir amca… Yanında oksijen tüpü,
yüzünde maske, hâli fenâ… İçerideki
hasta çıkınca bu amca girecek muayeneye; sıra onda… Saatse 11:45… Yani
öğle arasına 15 dakika var. Öğle arası
ise tam “bir buçuk” saat!
İçerideki hasta tam bu anda, yani
11:45’te çıktıktan sonra, bahsini ettiğimiz amca yerinden doğruldu, kapıya
ilerledi. Ancak içeriden çıkan hastanın ardından, genç ve bakımlı olduğunu görüntüsüyle ispat eden bayan
doktor da çıktı. Çıkarken şöyle dedi:
“Sıradakiler öğle arasından sonra…”
Sırası gelmiş olan kanserli amca,
doktor tam birkaç adım atmıştı ki
seslendi: “Daha 15 dakika var!”
Doktor şöyle bir arkasına baktı ve
“Diğerlerine haksızlık olur!” diyerek
yürümeye devam etti. Diğerleri?
O polikliniğin önünde o amcadan
başka sıra bekleyen hasta yoktu.
Bizim önünde beklediğimiz polikliniklerse hasta almaya devam
ediyorlardı.
Amca bakakaldı doktorun ardından, doktorsa çoktan gitmişti. “Diğerlerine haksızlık olur!” diye sarf ettiği
sözün kendilerince tutturdukları
bir ezber olduğundan o an îtibâriyle
şüphem kalmadı. O amca, hakkı olan
15 dakikada giremediği gibi en az bir
buçuk saat daha o fenâ hâliyle orada
bekledi. Ben ayrıldığımda beklemeye
devam ediyordu ki, doktorun öğle
arasından erken gelmeyeceğini bildiğim gibi, bir de amcayı biraz daha geç
aldığı ihtimâlini de düşününce amcanın 15+90 dakikanın üzerine birkaç
dakika daha beklediği kesin!
Bense yakınımla birlikte oradan
ayrılmadan evvel koridorda bekleyen hastalara, aklıma sevgili Ahmet
Turgut’un yazısı da gelerek şöyle bir
nutuk çektim:
“Bu ülkenin koca Cumhurbaşkanı’nı tam da bu hastanede bir buçuk
saat koridorda beklettiler, bu amca
burada bekleyecek, çok mu(!)? Oğullarınızı, kızlarınızı, ‘Aman evlâdım
okusun, iyi okula gitsin de doktor
olsun!’ diye yetiştiriyorsunuz, işte
sonucu bu! Okumayı diploma edinmekle eşdeğer görünce, evlâdın
îmansız, vicdansız, ahlâksız kalması
umurunuzda olmadı! Yaşıyla, makyajıyla, saçıyla, modern doktor elbisesiyle, cebinde sigarasıyla 10 dakikada
tüketip öğüteceği yemek için mesai
saatinden hırsızlık yaparak, ondan
da önemlisi bu amcanın hakkına
girerek, onu bekleyenleri işlerinden
edip onların da haklarına girerek
çekip gitti doktor! Oğullarınızı, kızlarınızı sadece ders kitabı okusunlar
diye yetiştirdiniz, bu doktorlardan
azar işitmeye müstehaksınız!”
Ne mi dediler? “Doğru söylüyorsun
kardeş!”
Ne diyordu Yûnus Emre? “İlim, ilim
bilmektir!/ İlim, kendin bilmektir!/
Sen kendini bilmezsin,/ Ya nice okumaktır?!”
Kendini bilmesi, özünü hissetmesi
için îmanı bilen, vicdanı bilen, ahlâkı
bilen evlât yetiştirmeli ki hastanede,
adliyede veya devletin herhangi
bir kurumunda çalışıp evlâdımızın
“Dayak yiyen doktor!” veya “Dayak
yiyen memur!” gibi haberlerini okumayalım.
Bu arada… Bu yazıyı etkili bir Sağlık Bakanlığı yetkilisinin okuması
ihtimâline karşı, kendi yaptığım
şikâyete ilâveten o doktorun ismini
de buraya not edeyim: F. A. E. (Şahin
Özemre/ Ankara)
(Değerli okurumuzun kaydettiği
doktor ismini, kişilik hakları gereğince
açık şekilde yayınlayamıyoruz./ Haber
Ajanda)
haberajanda
Editör
Zincir
“A
NDOLSUN, Biz, peygamberlerimizi
açık delillerle gönderdik ve insanların
adâleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri
de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar
için faydalar vardır. Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima
üstündür.” (Hadid, 25)
âyetinde yer verilen bu elementin hangi işe yaradığına
tekrar bakalım: “Onda büyük
bir kuvvet ve insanlar için
faydalar vardır.”
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
>> Öyle bir kelime, eşyadan
öyle bir şeydir ki “zincir”,
üzerinden kurulan tamlama
veya deyimler, insanın ve
hayatın en çarpıcı fiillerini
betimlemek için kullanılan en
değerli sesleri verir.
Nesne anlamında baktığımızda zincir, günümüzde
türlü maddelerle yapılabiliyor
olsa da, yine de genellikle
demirden yapılan en sağlam
bağ araçlarındandır. Tabiî
“bağ” veya “bağlama” üzerine
düşünülünce, “zincir” kelimesini yukarıya aktardığımız gibi
birçok tamlama veya deyime
iliştirebilir, bu kelimeden birçok yeni kelime türetebiliriz.
Hatta ortada somut anlamda
bir demire veya herhangi bir
zincir yapılabilir maddeye
ihtiyaç dahi yoktur. Zira gözle
görülmeyen nükleer bağlar
dahi söz konusu kelimeyle
anlatılabilir.
“Zincir” isimli bağ veya aracın genellikle demirden yapıldığını düşününce, ister istemez aklımıza, “demir” isimli
maddenin/elementin/metalin
İlâhî Mesaj’da nasıl yer aldığı
geliyor. Hadid Sûresi’nin en
başa aktardığımız 25’inci
6
haziran 2016
Demirin ne işe yaradığını
doğrudan anlamak için sadece bu cümleye baktığımızda,
“Allah, Kur’ân’da demirden
bahsetmiş, demek ki çok
önemli!” deyip kalıveririz.
Ancak “demir”den bahsedilen ânın öncesi ve sonrasına
bakmak lâzım. Öncesi şöyle:
“Biz, peygamberlerimizi açık
delillerle gönderdik ve insanların adâleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı
ve ölçüyü indirdik.” Sonrası
ise şu şekilde: “Bu, Allah’ın
dinine ve peygamberlerine
görmeden yardım edenleri
belirlemesi içindir…”
Demircilik sanatının söz
konusu maddeye şekil vermeyi amaçladığını ve bunun
için de demirin kızgın ateşte
kavrulan malzemenin kaç
defa sulandığını ve tekrar
kızdırıldığını az çok biliriz.
Şimdi bunun üzerinden,
demirden yapılacak ortalama
bir zincirin ne büyük “sabır”
ve “mârifet” ile şekillendirildiğini düşünelim mi hep
beraber?
Demir bir zincirin nasıl
yapıldığını düşünürken,
yukarıda zikrettiğimiz âyette
yer alan ve hepimizin bildiği “demirin indirilmesi”
hâdisesi üzerine de biraz
eğilelim. Demir, yeryüzünde
bulunan bütün kapasitesiyle
“indirilmiş” olarak bulunan
bir element. Bu elementin,
güneşin kızgın sıcaklığı altında milyarlarca yıl boyunca
kavrulduğunu ve her arada
rahmet rahmet yağmurlarla
sulandığını akledince yeryüzünde demircilik sanatının
ne büyük bir İlâhî tecellî ile
zuhur ettiğini fark etmek
ne zor!
Doğru ya, toprağın, güneşin kızgın sıcaklığı altında
kavrulmasına da “ra-ma-da”
deniyor Arapçada. Yani bizim
bildiğimiz şekliyle “Ramazan”…
Ramazan, “insanların
adâleti yerine getirmeleri
için” bize bir şeyler hatırlatıyor. Üzerinde büyük bir
kuvvet ve fayda bulunan
demir üzerinden düşününce,
Ramazan, “Allah’ın dinine ve
peygamberlerine görmeden
yardım edenleri belirlemesi
için” büyük bir hikmet taşıyor.
Ve Ramazan, “İlâhî bir
zincir” olup taşıdığı rahmetle
baştan beri konu edindiğimiz
“zincir”i iki aksi deyişe aktör
ediyor: “Zincire vurmak” ve
“zincirleri kırmak”…
Şeytanların zincire vurulduğu şehr-i Ramazan, bizim
de şeytanla bağlı olduğumuz
zincirlerimizi kırmamızı
sağlıyor, sağlayacak!
Evet, Ramazan’la birlikte
Allah’a kul olma gâyesi taşıyan her kulun, bağımsızlığı
peşinde koşan her insanın,
her milletin, her devletin
inkılâbı mübârek olsun!
Ramazan-ı Şerîf bize yenilik getirsin, “yeni”yi getirsin!
“(Bu alış verişi yapanlar)
tevbe edenler, ibadet edenler,
hamdedenler, oruç tutanlar, rükû
edenler, secde edenler, iyiliği emredip
kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın
sınırlarını koruyanlardır. O müminleri
müjdele!” Tevbe (9) 112
***
Mübârek Ramazan-ı Şerîfinizi kutluyor,
Âlem-i İslâm’a
hayırlı olmasını diliyoruz
HABER AJANDA
haziran 2016
7
Başyazı
BAŞYAZI
Haber Ajanda
KUTLU YOL
“Durmak yok, yola devam!”
D
EMOKRASİLERDE “kurumsal” disiplin ve “siyasî parti” kültürü esastır. Demokrasiler, “liderli toplum” karakterine “bağlıbağımlı” sistemler değildirler. Nitekim “liderli toplum” düzeylerine göre parlamenter, yarı başkanlık veya “başkanlık” sistemi
tercihleri yapılabilmektedir ki hepsi “demokratik” özelliğe sahiptir.
>> Özellikle imparatorluk tecrübesiyle birlikte
genlerinde “liderli toplum”
olan Türkiye’de “lider”,
önemini korumuş ve seç-
8
haziran 2016
men psikolojisinde partiden ve sistem türünden
daha çok önemsenen ve
desteklenen “karizmatik
kişi” olarak yerini almıştır.
Nitekim Cumhuriyet’in
kuruluş döneminde tercih
edilen parlamenter sisteme rağmen uygulamada
kurucu lider Mustafa
Kemal’in karizmatik liderliği sebebiyle pratikte bir
“yarı başkanlık sistemi”
yürürlükte olmuştur.
Parlamenter sistemin
mantığında yer alan liderli
toplumdan “sistem koordinatörü” olan Başbakan
ve Meclis etkinliğine
geçişle birlikte Meclis’in
seçtiği ve devleti temsille
sınırlı “Cumhurbaşkanı”
rolü yüz yıldır Türkiye’de
benimsenememiş, lider
Sedat Servet Hocaoğulları // [email protected]
arayışı da böylelikle sürmüştür.
Öyle ki, zamanla parlamenter
sistemin işlemesi için gerekli
unsurlarda görülen zafiyetler
sonucunda parlamenter sistem
bile işletilememiş ve darbelerin, hükûmet krizlerinin ve
hatta iç savaşın eşiğine gelen
çatışmaların merkezi olmuştur.
Toplumsal mutabakatın garantörü olan anayasa bile mevcut
krizlerin ürünü ve besleyicisi
olan bir işlevde kalmıştır.
Özellikle Cumhuriyet Halk
Partisi’nin “rejimi kuran parti”
iddiasıyla “Sandık millî iradeyi
temsil etmez, sadece ihtiyaçları
belirler ve seçilen hükûmet
sadece bu ihtiyaçlara bakar.
İradeyi devlet temsil eder ve bu
noktada halkın seçtiği Meclis
de sadece unsurlardan biridir.
Devlet iradesini TSK, Anayasa
Mahkemesi, Yargıtay ve hatta
bürokrasi Meclis ile paylaşır,
bir anlamda bir ‘rejim konseyi’
tarafından ülke yönetilir” şeklinde özetlenecek politikalarının Türkiye’ye ödettiği bedeller,
yakın tarihimizin hafızasında
canlılığını korumaktadır.
Öyle ki, bu konseyin doğal
üyesi olduğuna inanan CHP’nin
yanında kendine vazîfe çıkaran bir diğer aktör de “medya”
olmuştur. Parlamenter sistemi
âdetâ “konsey bohçası”na çeviren bu zihniyet, demokratik
yollardan seçilen Başbakan
Adnan Menderes’i bile asabilmiştir. Bugün bile CHP zihniyetinin kodları olan “Sandık
iradeyi değil, ihtiyacı belirler;
ülkeyi rejim konseyi yönetir ve
Batılı yaşam tarzı çağdaşlığın
tek yoludur!” politikaları sürdürülmek istenmektedir.
Ancak Adnan Menderes’le
başlayan ve Turgut Özal ile
devam eden “tam demokrasiliderli toplum” çabaları ciddî
mesafeler almakla beraber,
istenen noktaya ulaşamamıştır.
Yine darbeler ve iç savaş eşiğine gelen çatışmalar varlığını
korumuştur. Parlamenter sistem yüz yıldır işletilememiş ve
rejim konseyinin esiri olarak
âdetâ mahkûm edildiği köşede
çürümüştür.
Toplumun yaşadığı krizler
ve umutsuzluklar özellikle 12
Eylül Darbesi ile beraber karanlığa mahpus olmuş ve rejim
konseyini güvence altına alan
“Darbe Anayasası” ile âdetâ
“lidersiz toplum” var edilmiştir.
Kuşkusuz “lidersiz toplum”
psikolojisine giren halklar hem
parçalanmanın eşiğine gelmekte, hem de darbeler karşısında
çaresiz kalmaktadırlar. Kuşkusuz bu süreçte birçok parti
ve lider özelliği taşıyan siyasî
hareket varlık göstermeye
çalışmış, ancak ya liderleri suikasta uğramış veya darbelerle
sindirilmişlerdir. Ta ki Recep
Tayyip Erdoğan ve kurucu
lideri olduğu AK Parti’nin, “millî
iradenin telifi” diyebileceğimiz
siyasî hareketine kadar…
AK Parti ve Recep Tayyip
Erdoğan ile beraber Türkiye
“tam demokrasi-liderli toplum”
özlemini gidermeye başlamış, umutsuzluk “hedeflere”,
karanlıksa aydınlık geleceğe
dönüşmüştür. Öyle ki, “tam
demokrasi” ve “liderli toplum”,
Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında bütünleşmiş ve âdetâ bir
“yürüyen millî irade” ortaya
çıkmıştır.
Yürüyen millî irade:
Recep Tayyip Erdoğan
Tam demokrasi ve liderli
toplum yürüyüşünde Recep
Tayyip Erdoğan, milletten
aldığı güçle önce CHP zihniyetine îtiraz etti, sonra hakîkatleri
haykırdı: “Sandık sadece ihtiyaçları belirlemez; aynı zamanda millet, ‘Hâkimiyet kayıtsız
şartsız milletindir’ şiarı gereği
iradeyi temsil eder. Bu irade
hükûmeti belirler, anayasa
değiştirir, hayati kararlar alır.
Rejim konseyi ise hem demokrasi düşmanlığıdır, hem de
parlamenter sisteme ihânettir;
halkın seçtiği Meclis merkezdedir ve millî iradeye uygun şekilde devleti yönetir. Parlamento
halktan aldığı ve anayasaya
uygun yetkilerini paylaşmaz
veya ipotek altına alınmasına
müsaade etmez. Yaşam tarzları
farklıdır ve herkes özgürdür!”
Kurulduğu ilk yıl iktidara
gelen AK Parti, “liderli toplumun” sembolü Recep Tayyip
Erdoğan önderliğinde, yerelde
ve genelde birinci parti olmayı
ve hükûmeti kurma muktedirliğini hep korudu; CHP zihniyetinin darbe çağrıları, PKK’nın
terörü, küresel güçlerin oyunları bu “kutlu yol”daki yürüyüşü
durduramadı. Çünkü yol, “millî
yol” idi ve bu yolu “kutlu” kılan
da bin yıldır benimsenen “kutlu
değerler”di. AK Parti andıçlarla,
hükûmeti devirme operasyonlarıyla bitirilmek, Recep Tayyip
Erdoğan ve ailesi âdetâ linç
kampanyalarına maruz bırakılarak sindirilmek istendi.
Ancak kutlu yolda “refîk/
yoldaş” olanlar için “dâvâ”
esastı ve bu da “millî yol ve millî
değerler” bütünüydü. Bu bütünün adı, “Güçlü Türkiye, Lider
Türkiye” idi.
Recep Tayyip Erdoğan “güçlü” idi, çünkü millî iradeyi temsil ediyordu. “Lider” idi, çünkü
toplumun genlerindeki liderlik
ve imparatorluk tecrübesinin
mîrası olan “dünya liderliği” karakterini özünde, sözünde, uygulamalarında taşıyordu. Öyle
ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın
millî iradeyle çelişmeyen, çatışmayan her kararı “makul” karşılanıyor ve destekleniyordu.
Artık Erdoğan, âdetâ “yürüyen
millî irade” olmuştu. Milletin iç
sesi, Erdoğan’ın sözlerinde kendine hedef belirliyordu: 2023
Vizyonu ve başkanlık sistemi…
2023 Vizyonu ve
Başkan’ın adamları
2023 tarihi, Cumhuriyet’in
yüzüncü yılı… Dolayısıyla
Cumhuriyet’in yüzüncü yılı,
“cumhurun iradesinin yüzüncü yılını kutlamak” anlamına
geliyor. Peki, cumhurun, yani
halkın iradesindeki özde ne
vardı? “Tam demokrasi, millî
bağımsızlık, sivil anayasa ve
tekrar liderli toplum günlerine
ve ihtişamına dönmek...”
Tam demokrasi için gerekli
yasal düzenlemeler ve siyaset
etme tarzını demokratikleştirmek noktasında “toplumsal
mutabakat” sağlandı ve işletildi.
Millî bağımsızlık için her alanda
“millî dil, millî üretim, millî hedefler, millî kurumlar” seferberliği başlatıldı ve özgüven tesis
edilerek millî irade her yerde
varlık göstermeye başladı.
Sivil anayasa için büyük
adımlar atıldı, referandumlarla
iyileştirilmeler sağlandı. Ancak
CHP zihniyeti ve Eski Türkiye
kafasının direnmesi sebebiyle
tamamlanamadı. Liderli toplum ve eski günlerdeki ihtişama ulaşmak talebi içinse bir
formül bulundu ve dillendirildi:
Başkanlık sistemi...
Başkanlık sistemi çok sâde
bir fotoğraf öngörüyordu: Liderli toplum karakterini yan-
sıtacak bir “lider” ve o liderin
öncülüğünde dünya liderliği
klasmanında olan bir “lider
Türkiye”...
Bu hedeflerin gerçekleşebilmesi için doğal olarak iki
“refîk”in (yoldaşın) bir araya
gelmesi gerekiyordu: Bir lider
kişilik ve “dünya”da liderlik
yapabilecek kimlik sahibi bir
ülke... Yani “güçlü lider” ve
“güçlü Türkiye”...
Başkanlık sistemi Türkiye’ye
ve lidere “güç” katacak ve
toplam güç, millî iradenin tüm
hedeflerini gerçekleştirecekti.
Çünkü başkanlık sisteminin
en güçlü yanı, “yürütme gücü”
sağlamasıydı.
“Yürütme gücü” demek, “yüksek fikirler”, “yüksek idealler”,
“yüksek hizmetler”, “yüksek
kazançlar”, “yüksek kalkınma”
demekti. Bunun içinse yükseğe
kalkışa geçiş (uçakların kalkış
hareketi: take off) gerekiyordu.
Ki biz, bu toplam yükseğe kalkış tablosuna “yüksek profil”
diyoruz. Türkiye’nin yüzü, artık
“yüksek profil” yüzü olmalıydı.
Bu da “yüksek profilli lider” ve
“yükselen profiliyle lider ülke”
formülünde mümkündü. İşte
bu özlem/hayâl gerçekleşiyordu! Recep Tayyip Erdoğan ve
2023 Vizyonu...
Yüksel profil
AK Parti’yi ve millî iradeyi
temsil eden seçim sonuçlarını
“take off” konumuna getiren
ve daha sonra irtifâ yükselten
Recep Tayyip Erdoğan, istikrarı
otomatiğe bağladıktan sonra,
2023 hedefleri çerçevesinde
özellikle rotayı da “başkanlık
sistemi”ne kilitledi. “Seni başkan yaptırmayacağız!” etiketli
birçok yerden atılan “sabotaj
ateşleri” olsa da, bu ateşlerin
çoğu yüksek irtifâda seyreden
yolculuğa ulaşamadığı gibi,
çoğu da ateş sahiplerinin üstüne gerisin geriye düşüyordu.
Kuşkusuz hava durumu ve
“hava”nın tabiatında olan “hava
boşlukları” olabilecekti; ancak
yolcular bilinçli, kaptan da
“usta” bir kaptandı.
Artık başkanlık sistemi hava
sahasına yaklaşılmıştı ve halkın seçeceği Cumhurbaşkanı
ile bu sahaya girilmiş, yolculara
ilk anons yapılmış olacaktı.
Nitekim Recep Tayyip Erdoğan, halk tarafından seçilen
ilk Cumhurbaşkanı oldu. Bu
haziran 2016
9
Haber Ajanda
Başyazı
seçimle beraber, artık bir sistem
sahasından başka bir sistem
sahasına geçilmiş oluyordu.
Öyle ki, bu anonsu duyar duymaz tüm yolcular pencereye
yönelerek “Yeni saha: Yeni
Türkiye”yi heyecanla izlemeye
başladılar. Ancak kısa süre
sonra bu geçiş sırasında “sarsıntılar” başladı…
anonsu ile herkes rahatladı.
Ancak sarsıntılar kesilmedi ve
bir ara uçak irtifâ bile kaybetti.
O kayıp, “7 Haziran 2015” olarak
kayıtlara geçti. Nitekim uçak
irtifâ kaybedince, “Seni başkan
yaptırmayacağız!” diyen ve
yerden ateş topları gönderen
cepheler umutlandılar, cephe
sayılarını genişlettiler.
Bunun üzerine yolcuların
bir kısmında tedirginlik başlasa da, “olağan hava boşluğu”
Ancak unutulan bir şey
vardı. Artık Yeni Türkiye için
çoktan millî irade havalanmıştı!
10
haziran 2016
İrade, teknoloji, kaptan, yolcular ve hatta hava bile “yüksek
profil” seyrini koruyordu. Nitekim hava boşluğu sarsıntısı
bitti, yol da, yolcu da, uçak da
yara almaksızın, kısmî bir irtifâ
kaybı ile devam edildi.
Bu hava boşluğu döneminde kaptan köşkünde Ahmet
Davutoğlu vardı. Ve süreci iyi
yöneterek, özellikle “Hoca”lığın
getirdiği “sınıfı sakinleştirme
mârifeti”ni yolcuları sakinleş-
tirme konuşmalarına evrilterek
yürüttü süreci. Ancak artık uçağın tekrar “take off” konumuna
geçerek irtifâ kazanması gerekiyordu. Hoca Kaptan, hava
boşluğu sürecinin kendisini
yorduğunu söyleyerek kaptan
değişikliğinin yerinde olacağını
anons ettiğinde herkes bunu
saygıyla karşıladı ve alkışladı.
Peki, yeni kaptan kim olacaktı? O sırada yolculardan
biri, anonsun getirdiği sessizlik
Sedat Servet Hocaoğulları
Metafor olarak kullandığımız
“take off” ve “uçak” betimlemesi
bağlamında anonsun neşe
getirme sebebi şu idi: “Binali
Yıldırım” ismi ile “yüksek” sıfatı
arasında birebir özdeşlik vardı.
Öncelikle dünyanın en konforlu ve başarılı hizmetleriyle
takdir toplayan uçak filosu THY
kendisine bağlıydı ve başarıdaki imza ona aitti. Yani birinci
“yüksek” unsur THY idi, mimarı
da Binali Yıldırım’dı. Sistem
yolculuğunda irtifâya ihtiyaç
duyulan bir zamanda kaptan
köşküne geçmesi, çok “yüksek
zekâ” örneği olmuştu.
İkincisi… Türkiye’nin kuruluş
dönemimde de betimlenen
“Demir ağlarla ördük anayurdu
dört baştan” kurgusunu sözde değil, özde gerçekleştiren
ve üstelik konforu/hizmeti
“yüksek hızlı tren” ölçeğine
getiren de yine Binali Yıldırım
olmuştur. Türkiye’nin medâr-ı
iftiharı olan köprüler zincirinin
de “deniz seviyesine göre yüksekliği ve uzunluğu” ile dünya
sıralamasına girmesiyle “yüksek profil” vurgusunun neşe
kaynağı olmuştur. Dolayısıyla
“Binali Yıldırım” ismi, “yol” ve
“yükseklik” vurgusunu meczeden bir kişi olarak “düşük
profilli” hesaplar içinde olanların hesaplarını “düşük yapan
hesaplar” halinde bırakmıştır.
deminde “Düşük profilli olsa
gerek” gibi yolun nezâketine
yakışmayan bir sürçülisan etti.
Yolcular buna tepki verdiler ve
o söz, o an irtifâsını kaybetti.
Öyle ki, irtifâ kaybetse de bilinçaltına indi, hatta çakıldı. Âdetâ
bir “düşük profil enkazı” oldu.
Fakat ikinci anons hem yolcularda neşe oluşturdu, hem
de yere çakılan “düşük profil”
düğümünü alıp uçağa atılacak
ateş topu olarak kullanmak
isteyenlerin hevesleri kursaklarında bırakıldı. Çünkü ikinci
anonsta geçilen isim öyle yüksek profilliydi ki, zamanlama
ve isim ancak bu kadar doğru
olabilirdi: “Binali Yıldırım”...
Bu isim, herkesin bilinç üstüne 4,5G hızında bir mesaj bıraktı: “Yol, kutlu yol! Türkiye’de her
şey yolunda!”
Türkiye’de her şey
“yolunda”!
Ahmet Davutoğlu’nun,
özellikle 7 Haziran seçimleri
sürecinde “hava boşluğuna
giren uçak” atmosferi içindeki
tutum ve davranışları ve de 1
Kasım seçimleri ile hava boşluğundan çıkılması sürecindeki
yönelişleri, hem Davutoğlu’nun
iç dünyasında, hem de kule
(yani Cumhurbaşkanlığı) ile
yapılan görüşmeler sonucunda
bir “kaptan değişikliği” kararı ile
sonuçlanmıştır. Nitekim yolcuların her hava koşulunda veya
havalimanı sırasında kaptan
değişimini “makul” karşılaması
gibi, bu karar da millî irade
tarafından makul karşılanmış,
herhangi bir panik, tartışma
veya uçağı terk etme durumu yaşanmamıştır. Nitekim
Hoca’nın konuşması da “yüksek profil”i besler olmuştur.
Sonuç
Verilen kararları “Hayırlara
vesîle olsun!” diyerek karşılarken, birkaç önemli hatırlatmayı
da kamuoyunun dikkatine
sunmak istiyoruz.
Her şeyden önce Türkiye,
artık “yüksek profil” rakımındadır. AK Parti, birçok deneyimli pilotuyla “yüksek irtifâ
hizmeti”ni sürdürmektedir.
Başkanlık sistemi hava sahasına girilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, artık eğitim, ulaşım,
teknoloji, kültür vb. uçakları
yöneten kule konumundadır.
Artık -Allah muhafaza etsin- bir
alanda bir uçağı sabote etmekle ne Erdoğan, ne de sistem
çökertilebilecektir. CHP’nin
ateş toplarının bu yüksek
irtifâlı yola, yolculuğa, araca
zarar verememesi sebebiyle
küfürbazlaşması veya kandan
bahsetmesi ise ancak “terör
düşüklüğü”, yani asıl “düşük
profili” temsil etmektedir.
Türkiye’yi bekleyen en
önemli tehlike ise, girilen yeni
sistem sahasında mesafe alındıktan sonra bu yolculuğun
hedefine varması, yani başkanlık sistemi havalimanına yolcuları indirmesi için irtifâsını
yavaş yavaş azaltarak inecek
ve yolculuğunu tamamlaması
olacaktır. Nitekim “Kansız
olmayacak!” diyen Kemal Kılıçdaroğlu, havalimanında terör
estirmekten bahsetmektedir.
Oysa unutulan bir gerçek var:
Bu millet, liderini havalimanında binlerce, on binlerce kişiyle
karşılamaya alışmıştır. Bu uçağı
da milyonların karşılayacağından kimsenin şüphesi olmasın!
Kılıçdaroğlu zihniyeti, bırakın kan dökmeyi, utancından
tebdil-i kıyafet edip kutlamalara bile katılacaktır. Çünkü bu
tablo, onun da profilini yükseltecektir.
Yüksek hızlı tren, yüksek
yüksek köprüler, yüksek hızda
iletişim, “Yükselen Türkiye’de
her şey yolunda!” dedirten
başarılı Bakanımız Sayın Binali
Yıldırım Bey’in Başbakanlığını
kutluyor, “kutlu yolda” hayırlı
yolculuklar diliyoruz!
Başkanlık sistemi havalimanına inen uçakta pilot olma
fırsatını da iyi değerlendireceğinden emîniz. Sâdece, olası
hava boşluklarındaki süreçlerde önce yolcular, daha sonra
kule ile iletişiminde zaafa uğramaması gerekir, o kadar! Bu
zafiyete nefsindeki boşlukları
iyi yöneten birinin düşmeyeceğini de biliyoruz!
haziran 2016
11
AYINOLAYI
Ayın Olayı
“Ne gelişme olursa olsun, ben verdiğim söze sâdığım! Cumhurbaşkanımızla son nefesime kadar
vefâ ilişkisini sürdüreceğim. Hiç kimse benim ağzımdan, dilimden, zihnimden Cumhurbaşkanımız
aleyhine tek bir söz duymadı, duymayacak! Bunun açık ve net bilinmesini isterim ve bunun istismar konusu edilmesine de izin vermem! Hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanı olarak,
hem benim dâvâ arkadaşım olarak onun onuru, benim onurumdur! Onun ailesinin onuru, benim
ailemin onurudur! Onun ailesi, benim ailemdir! Burada kimsenin bundan sonra yeni fitne kapıları
açmaya niyetlenmemesi îcâb eder!” (Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu)
Bir “onurlu” vedâ!
5
MAYIS 2016 günü, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin, hatta belki dünya siyaset
tarihinin en önemli tarihlerinden biri olarak kaydedilecek. Zira insanlık rant ve
güç imkânlarını elde etmişken, kimsecikler şahsını hedefe oturtmamışken, kendi grubundan başka gruplar liderlik veya grup için iktidar noktasında çarpışma ve çatışma ortamındayken görevini bırakan ve bunu bütün içtenliği ve de soğukkanlılığıyla
yapan başka bir örneği belki de görmeyecek, göremeyecek...
>> Evet, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK
Parti Genel Başkanı Prof.
Dr. Ahmet Davutoğlu,
yaklaşık 20 aydır seçim
dönemleri sebebiyle kesik
kesik de olsa yürüttüğü
Başbakanlık görevinden ayrılacağını ve AK
Parti’nin olağanüstü bir
kongreye gideceğini ilân
etti.
Onun bu yaptığı, belki
kimilerince 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün
AK Parti’nin kurmuş
olduğu ilk kabineden
ferâgâtini hatırlatabilir,
ancak bu öyle bir şey
değil. Zira nâm-ı diğer
“Hoca”, üzerine basa basa
kendisini bağlayarak sarf
ettiği sözlerle bütün fitne
yollarını tıkayarak, kimi
bölümlerine katılmasak
da en duru ifadeleri kullanarak AK Parti idaresini
ve elbette Türkiye’nin
2023 vizyonunun “uygulayıcı yapımcı” künyesini
hiçbir pâye istemeksizin
bıraktı.
AK Parti Genel
Merkezi’nde düzenle-
12
haziran 2016
diği basın toplantısıyla
kararını açıklayan
Davutoğlu’nun konuşmasından bazı kesitleri yorumsuz olarak not edelim:
“Bildiğiniz gibi, 28
Ağustos 2014 tarihinde
partimizin Olağanüstü
1. Kongresi’nde Kurucu
Genel Başkanımız, Liderimiz Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’dan kutsal bir
emâneti devraldım. Bu
emâneti devralırken orada yaptığım konuşmada
vurguladığım temel hususları hep hayatımda ve
daha sonra Başbakanlık
dönemimde kendime şiar
edindim. Bugün geriye
dönüp baktığımda, bu hususlardan hiçbir şekilde
ayrılmadığımı ve bu hususların hayata geçmesi
için canla başla çalıştığımı
düşünüyorum…
(…)
1 Kasım seçimlerinde
yüzde 85 katılım, yüzde
97,5 temsil ve yüzde 49,5
ile AK Parti yeniden iktidar oldu. Yeni dönem için
de yeni yatırım ve reformlar belirledik. Hesap ma-
kamında olan bir Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı
olarak, bu kez 3 aylık dönemde bütün vaatlerimizi
yerine getirmiş olmanın
huzuru ve onurunu yaşıyorum. Herhâlde demokrasi tarihinde çok nâdir
görülen bir husustur...
(…)
Partimiz yeni bir dönemin eşiğindedir. Son
MKYK Toplantısı’nda
yaşanan gelişmeler
çerçevesinde yaptığımız istişârelerle ve son
olarak da bugün MYK’da
arkadaşlarımla istişâre
ettikten sonra, 22 Mayıs
2016 günü, tüzüğün 70.
maddesi gereğince partimizin olağanüstü kongreye gitmesi kararını aldım.
Tüzüğün 70. maddesi bu
yetkiyi Genel Başkan’a
veriyor. Ben de Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel
Başkanı olarak 22 Mayıs
2016 gününde, inşallah
olağanüstü kongremizi
yapacağımızı buradan
ilân ediyorum. (…)
Hayatta inanmadığım
hiçbir şeyi savunmadım,
inandığım hiçbir yerden
de geri adım atmadım.
Kimseyle pazarlık yapmadım… Yola çıktığım
arkadaşlarımın benimle
birlikte oldukları inancıyla, benimle omuz omuza
emin olmak isterim. Benimle olmadıkları anda da
bunu söylemelerini arzu
ederim. Bu bağlamda son
MKYK’da yaşananlar ve
önergenin kendisi, parti
usûlleri bakımından benim açımdan çok büyük
bir önem ittihaz etmiyor.
Onun için de ilk imzayı
kendim attım ama takip
edilen yöntemi refik olma
özelliğiyle bağdaştırmadım, bağdaştıramadım.
Dolayısıyla eğer refik ve
hedef önemliyse hepimizin bir muhasebe yapması
gerekiyordu… AK Parti’nin
birliğinin, beraberliğinin
devamı için refik değişmesindense bir genel başkan
değişiminin daha doğru
olacağı kanaati bende
hâsıl oldu. Çünkü herhangi bir şekilde MKYK yenilenmesi partimiz içinde
Haber Ajanda
gereksiz tartışmalara sebebiyet
verecekti. Bu bağlamda önümüzdeki olağanüstü kongrede
bu şartlar altında aday olmayı
düşünmüyorum.
(…)
Her zaman gözettiğim ve
bundan sonra da gözeteceğim
5 hukuk bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan
ile aramızdaki insanî kardeşlik
hukukudur. Bu bağlamda hiçbir spekülasyonun, yorumun
yapılmasını doğru görmem.
Ben Cumhurbaşkanımızla son
çeyrek asırda birçok vesîleyle
omuz omuza oldum. Bundan
büyük bir gurur ve onur duydum, bu dostluğu her şeyden
öne aldım. Başbakan Başdanışmanı olarak, Dışişleri Bakanı
olarak, Başbakan olarak onunla
çalıştım. Daha önce partimizin
kuruluş aşamasında birçok
görüşmemiz oldu. İlk görevi
aldığım olağanüstü kongrede
hatırlarsanız ‘Vedâ Kongresi’
deniyordu, ben ‘Vefâ Kongresi’
dedim. Şunu bir kez daha ifade
ediyorum: Ne gelişme olursa
olsun, ben verdiğim söze
sâdığım! Cumhurbaşkanımızla
son nefesime kadar vefâ ilişkisini sürdüreceğim. Hiç kimse
benim ağzımdan, dilimden,
zihnimden Cumhurbaşkanımız
aleyhine tek bir söz duymadı,
duymayacak! Bunun açık
ve net bilinmesini isterim ve
bunun istismar konusu edilmesine de izin vermem! Hem
Türkiye Cumhuriyeti Devleti
Cumhurbaşkanı olarak, hem
benim dava arkadaşım olarak
onun onuru, benim onurumdur! Onun ailesinin onuru,
benim ailemin onurudur! Onun
ailesi, benim ailemdir! Burada
kimsenin bundan sonra yeni
fitne kapıları açmaya niyetlenmemesi îcâb eder!
(…)
Gönül coğrafyamızın kaderi, AK Parti’nin kaderiyle
irtibatlıdır. AK Parti’nin birliği
ve beraberliği, istikbâlimizin,
istiklâlimizin, gönül coğrafyamızdaki adâlet arayışının, vicdanın en önemli teminatıdır. Bu
bağlamda kim ki partimizde bir
gedik açmaya, kim ki şu veya
bu olay sebebiyle partimizden
yolunu ayırmaya kalkarsa,
onun karşısında önce ben dururum! Bu süreçte hiç kimsenin
şu veya bu gelişmeden rahatsız
olduğu gerekçesiyle partide
bir ayrışmaya izin vermemesi
talebinde bulunuyorum.
(…)
Hazreti Mevlâna’nın huzurunda bir söz verdim: ‘Biz
bu topraklara sadece sevgi
tohumu ekmeye geldik.’ Biliniz
ki Hazreti Mevlâna’nın torunu
olarak sevgi dışında yüreğimde
hiçbir şey yok. Kimseye sitem,
öfke, kırgınlık taşımıyorum.
Kim ne yapmış olursa olsun,
herkese bu anlamda hakkımı
helâl ediyorum!”
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet
Davutoğlu’nun olağanüstü
büyük kongrenin yapılmasının
kararlaştırıldığını açıklamasının ardından, kongreye ilişkin
duyuru da partinin resmî internet sitesinde paylaşıldı. Duyuruda söz konusu kongrenin
Ankara Arena Spor Salonu’nda,
22 Mayıs 2016 Pazar günü, saat
10:00’da yapılacağı belirtildi.
Bugüne dek yaptığı hizmetlerinden ötürü Prof. Dr. Ahmet
Davutoğlu’na biz de teşekkür
ediyoruz...
haziran 2016
13
Ayın Yorumu Türkiye
Hükûmetimizin
birkaç yıl önce
açıkladığı
“2023 Vizyonu” hepimizin
önemsediği bir
bakış açısıydı.
Lâkin her maddesi ekonomik
kokulu ve zengin bir Türkiye
modellemeyi
öngörmekteydi. Elzemdi
de... Bu yazıyla
bir elzem daha
ortaya konulmuş oldu.
O da “bilim,
bilgi, felsefe ve
sanatta 2023
vizyonu”…
Diyoruz ki,
“Başta Cumhurbaşkanı ve
yeni Hükûmet,
behemehâl bu
vizyonun çatısını çatmalı;
bilim, bilgi,
sanat, edebiyat ve felsefe
için toplumun
önündeki kapalı yolu açıp
haritasını çizmeli ve halkın
bilim, bilgi,
sanat, edebiyat ve felsefe
damarlarını
“stentleyerek”
açmalı, hayat
sıvısını harekete geçirmeli!”.
14
haziran 2016
Eşiğinde durduğumuz 21. yüzyıl ve
Türkiye’nin yol ha
B
İZİ yazılarımızdan
takip edenler, İngiliz
tarihçi, Yahudî orijinli
Erik Hobsbawn’ın aksine Katastrof (karmaşa/kaza/
kargaşa) çağını ve İkinci Dünya Savaşı’nı önü ve arkasıyla
sınırlı tutacak şekilde 35 yılla
sınırlandırmanın yanlış olduğu
kanaatinde olduğumu ve asıl
Katastrof başlangıcının 1701
olduğu hususundaki kanaatimi bilirler. Yani Katastrof’un
milâdı, medeniyetin Doğu’dan
Batı’ya geçtiği yıl… >>
Ahmet Yozgat // [email protected]
sonrası için
ritası
>> Peki, buradan hareketle
Katastrof’un sonucu için bir tarih belirlememiz mümkün mü?
Evet! Batı medeniyetinin bir
bitiş noktasına varıp “Bizden bu
kadar!” dediği/dedirtildiği yıllar, aynı zamanda Katastrofçu
Hobsbawn’ın öngördüğü çağın
da sonu olacaktır. Bir başka
deyişle, “Katastrof çağı, bizâtihî
Batı medeniyetinin kendisidir”
tespitinde bir mahzur yoktur,
hatta isabet edilmiş olur.
Bu durakta verelim “Katastrof medeniyeti çağı”nın bitim
tarihini: Nihâyet bugünler ya da
bu yıllar!
Artık içinde bulunduğumuz
husûsunda kimsenin kuşkusunun kalmadığı 3. Dünya
Savaşı’nın bitişiyle beraber,
Batı medeniyeti de havlusunu
atmış ve “Z” raporunun hazırlığına başlamış olacaktır. Yani
çöküş süreci, Hobsbawn’ın
geçen yüzyıl için öngördüğü
1915-1950 Katastrof aralığının
izdüşümü olan 2015-2050
arasını kapsayacağı kanaatindeyiz. Aynı zamanda bu aralık,
yeni ve son medeniyetin kurucusu olacak devletin ve ona
bağlı olarak milletin de emâneti
teslim alma törenlerine sahne
olacak demektir. Yani Batı Z
raporunu tekmil ederken, onun
yerini alacak olanlar da “yeni
medeniyet”in A raporunu yazmaya duracaklar. Bu satırlarla
35 yıllık sürede, bir nevi devir
teslim döneminde, mevcudu
bitirme ve yeni olana başlama
faaliyetinden söz ediyoruz.
Hatırlayacaksınız, daha evvel “son medeniyet” husûsunda
birkaç yazı kaleme almış ve
bunların ilkinde, “Peki, yeni
medeniyetin kurucu milletleri
kimler olabilir?” sorusunun
cevabını aramıştım. Medeniyet
kurucusu olarak meydana
çıkan namzetler sıralamasında
ortaya koyduğumuz liste, yukarıdan aşağıya şöyleydi:
Bir… Mevcut Töton medeniyetinin kurucu babası olarak
Anglo-Saksonlar ve onun ortağı
Siyonistler ya da İngo-Judik
birlikteliği…
İki… İngo-Judik’in ardından
Kıta Avrupası’nın siyasî organizasyonunun ardındaki saklı
güç olarak Cermenler (Almanlar)…
Üç… Almanları takiben Slavlar…
Ve dört… Bir önceki medeniyetin sahibi olarak uyutulan
Türkler…
Liste, bu dörtlünün dışında
ikincil sıralama olarak İran
Persiyanlarını ve Çin’i de göz
ardı etmemiş ve onların da yeni
medeniyete talip olduklarını
kayda geçirmişti.
O tür yazıların bir başkasında da Batı medeniyetinin iki biraderi olarak Anglo-Saksonlar
ve Cermenlerin listedeki bir ve
ikinci sırayı işgâl etmiş olmalarının önemsizliği üzerinde
durmuştuk. Ve 21. yüzyıldan
itibaren yapılanacak olan “yeni
medeniyetin” patronlarının söz
konusu Töton biraderler olmayacağını gerekçelendirmiş, ona
yakın ibârelerle Slavları da atlayıp milletimizin isminin altını
çizmiştik “En güçlü aday Türkler!” diyerek... Hâlâ oradayız!
Buradan hareketle ve ısrarlı
iddiamızın gereği olarak, yeni
medeniyetin sahibi olacak
mübârek milletimizin ve onun
resmî organizasyonu olarak
Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin 21. yüzyıldan başlayan ve
geleceğe uzanan yol çizgisinin
haritasını ortaya koymamız
da üstümüze vazîfe olduğunu
söyleyebiliriz.
Lagari’ye ne oldu?
Bu durakta soru şu: Mübârek
Milletimiz ve Yüce Devletimiz,
yeni bir medeniyeti ortaya koyacak bilgi, beceri ve birikime
sahip mi?
Bu soruya verilecek cevap,
ya hayâlimizin senedi olacak
ya da çöp kutusunun son yolcusu!
Ne yalan söyleyeyim, kendi
kendime vereceğim bu cevabın öncesinde boynum eğri,
yüreğim buruk! Ne yazık ki,
yukarıda sorduğum soruya
müspet bir cevap vermemin
imkânı oldukça kısıtlı! Evet,
arkamızda deste deste Türk
medeniyetleri ve başlı başına
bir cennet müktesebâtı olan
İslâm Medeniyeti birikimimiz
bulunmakta. Ancak geçmişte
biriktirdiklerimiz, yeni medeniyette ancak bir ruh olarak
olumlu motivasyon sağlayacak
mesabede şeyler. Yapabilecekleri tek hayır, yeni oluşuma etik
kavramları sunmak olacaktır
medeniyete ve onun yapıcı
ustalarına. Somut argümanlar
sunmaları mümkün değil.
Osmanlı’nın medeniyeti
bıraktığı 2. Viyana Kuşatması
yenilgisi ve onun ardından
imzalanan 1699 tarihli Karlofça
Antlaşması’nı imzalarken kullandığı kâğıt artık tedâvülde değil.
İmza gereci olarak masanın
üzerinde yer tutan hokka ve
divit bırakılalı yüzyıllar oldu. Medeniyetimizin yaralı bedenini bir
kanlı plasenta misâli yanımıza
alıp Viyana’ya arkamızı dönerek
başımız yerde olduğu hâlde bizi
memlekete taşıyan aracımız
atlardı. Aradan geçen yüzyıllar
içinde ne at kaldı, ne de arabası…
Viyana’yla beraber cevheri
eline geçiren Batı, medeniyetini
öyle bir donattı ki kâğıdı hamur
hamur yüceltti, kûşe yaptı.
Orada durmadı, dijital kâğıda
geçti. Hokka ve diviti ise kurşun
kalemden dolma kaleme, oradan tükenmez kaleme evirdi.
Orada da durmadı, daktilo
gerecinden bilgisayar üretti ve
bir yazma aracı olarak kalemi
de dijital hâle dönüştürdü.
Bizi medeniyet yolculuğumuz
sırasında Viyana nihâyetine
kuş gibi uçuran atlar ve at arabalarını ikâmede gelinen nokta
ise trenler, otomobiller, uçaklar,
hatta uzay füzeleri…
Üst paragrafta sözünü ettiklerimiz teknolojik ürünler; ancak
bir medeniyet için temel argümanlar öncelikle bilim, bilgi,
sanat, felsefe ve edebiyat…
Millî medeniyet tarihimize geri dönüp bir bakalım,
“bilim”in neresinde kalmıştık
son olarak…
Cevabı arama hususunda sizi
yormayalım da biz söyleyelim
sorunun cevabını ve “1600’lü
yılların ortasında hükümferma
olan Dördüncü Murat Han
zamanında” diyerek başlayalım
işin ayrıntısını anlatmaya...
Aslında hikâye, hepinizin bildiği bir olay… Hani
Sarayburnu’nda sekiz okkalık
barut mâcunuyla doldurduğu
fişekleri sırtına saran ve kendisini izlemeye gelen Padişah ile
Ricâl-i Devlet’e, “Size, Hz. İsa’dan
selâm ve haber getirmeye gidiyorum” diyerek ilkel füzesini
ateşleyip gecenin karanlığında
göğe yükselen muzip mûcit Lagari Hasan Çelebi’de kalmıştık…
Lagari’nin sonu ne mi oldu?
Tabiî ki Cezayir’in Fizan çölüne
sürülmek!
haziran 2016
15
Ayın Yorumu Türkiye
Hemen, zaman geçirmeden
ekleyelim: Mimaride kaldığımız
yer ise, sözünü ettiğimiz celâlli
Pâdişah Murat’ın 25 yıl öncesinde, babası Birinci Ahmet’in inşâ
ettirdiği Sultanahmet Camii…
Soruyorsunuz “Bilginin
neresindeyiz?” diye, nerede
olacak, 575 yıl evvelinin Fâtih
devrinde…
“İstanbul’un mânevi fâtihi”
olarak bilinen, Bayramiyye
müntesiplerinden Akşemseddin bakın ne demişti zamanında: “Hastalıkları, küçücük,
gözün görmediği hayvancıkların yaptığını sanıyorum.” İşte
köseliğiyle ünlü o adam, ilginç
öngörüsüyle mikropları işaret
etmiş, bir iki kırıntı vermişti
bize bilim cihetinden!
Yine aynı dönemde
16
haziran 2016
Timur’un torunu, astronomi
dehâsı, Semerkant Hanı Uluğ
Bey’in talebesi Ali Kuşçu da
İstanbul’a getirilmişti “Türk
bilimi”ne katkısı olsun diye.
Kuşçu, İstanbul’da emrine
verilen imkânlarla yazdığı
“Ay Risâlesi” kitabındaki
astronomi bilgisini ve Uluğ
Bey’in “Zeyç”lerini, müderris,
yani profesör olduğu “Fâtih
Üniversitesi”nde ders konusu
yapmış ve Osmanlı eğitimine
yepyeni bilim yaprakları armağan etmişti. Ve tabiî bizzat
Pâdişah tarafından ortaya konan, İstanbul’un fethinde kullanılacak topların mühendislik
bilgileri de dünya bilim-bilgi
birikimine armağan edilmişti.
Daha sonra dünya bilim-bilgi
tarihine Osmanlı’nın sunduğu
orijinalite, Koca Sinan’ın “karkas
yapı” buluşu ve mimarlıkta
akustik bilgilerinde ortaya
konuşmuştu. Yol orada kesildi.
Sonrası yok! Şu an bildiğimiz
tüm bilgi ve kullandığımız bilim
ise, Batı medeniyetinin babasının malıdır. Biz de onlarca
küçük kavim gibi hazır tüketici
durumundayız. Hazır yiyicilik,
birer yoksul tarihin sahibi olan
pek çok ulus açısından bir sorun
teşkil etmez de, bizim penceremizden bakıldığında, yüz kızartıcı bir durum olarak iç acıtır!
Gelelim sanata…
“Bu konuya hiç girmeyeyim, daha iyi!” diyeceğim ama
müzik husûsunda, “Meragalı
Abdülkadir’le son bulan
‘minör-majör’ zenginliği, ‘kesirli nota kuantumu’ ve ‘koma’
yanıklığını yüreklere işleten
mûsikî incelikleri bizâtihî
Türk soylulardan olmasa da
Osmanlı tebaasından ya da
soydaş beylik sanatçılarının
akraba mûsikîşinaslarından
yahut da Doğu medeniyeti
mensuplarından olan dâhilerin
eseridir!’ demeden geçersek
geçmişimize vefâsızlık yapmış
oluruz. Ancak ondan sonrası
da yoktur!
Nice zamandan beri müzik
dünyamız “Batı normunda”
kopyalamalardan ibâret olarak
“Cenaze Marşı” çalmakta. Ne
hüzünlü Yâ Rab!
Sanatın bir başka dalı olarak
resme bakalım mı?
Resim, bidâyetten beri zaten
rağbet edilmemiş bir husus
olarak toplumumuzda yer
tutmamıştı. Biraz minyatür,
Ahmet Yozgat
Her ne kadar Batı medeniyeti söz konusu medeniyet yolcu-
luğuna 1701’de başlamışsa da, ondan 150 sene öncesinden başlayan bir fikrî,
felsefî ve sanatsal operasyon geçirmişti. O operasyonun adı “Rönesans” idi.
İtalya’da başlayıp tüm Avrupa toplumlarını derinden sarsan Rönesans ameliyesi,
Avrupa’nın “tuvalet bilmez toplumu”ndan medeniyet kurmaya namzet bir insan
tipolojisi binâ etti. Ve o insanî birikim, kendi içinden öyle sanatçılar, filozoflar, düşünürler, edebiyatçılar, mimarlar, mûcitler ve bilginler çıkardı ve tabiî bilgeler halk
etti ki, işte o olağanüstü yetenekli insanlar, Batı medeniyetine enerji oldular, ufuk
açtılar, yol haritası çizdiler.
Ve felsefe… En yakın felsefecimiz kendi değil, adı “Filozof”
olan “Rıza” isimli bir Abdülhamit muhalifiydi. Türk dünyası,
daha geniş târifle İslâm dünyası felsefeye 10, 11 ve 12. yüzyıllarda girdi ve çıktı. Farâbî,
Beyrunî, İbni Sinâ gibi üç beş
isim dışında kimi hatırlıyoruz
ki? Hiç! Son medeniyetin sahibi
olan Osmanlı’da ise felsefe sıfır!
Dedik ya, bir tek Filozof Rıza
var!
Hülâsâ, son birkaç yüzyıldan
beri dünya edebiyat sahasında
ne bir romancı, ne bir şâir söylemek mümkün bizim için. Eğer
lütfeder de sayarsanız, çağdaş
dünyanın tanıdığı iki isimden
biri Türk şâir olarak Nazım
Hikmet, diğeri de Nobel ödülü
almış romancı Orhan Pamuk.
Buna şükür! Bunların dışında,
dünyanın tanıdığı ne bir mimar,
ne bir müzisyen, ne bir ressam,
ne bir aktör/aktris, ne bir karikatürist, ne bir şucu, ne de bir
bucu bulunmakta. Yani durum
hakîkaten vahim!
biraz bezeme… Onlar da Levni
ve benzeri nakkaşlarla yandı ve
söndü. Osmanlı’nın son zamanlarında ortaya çıkan ressamlar
ise Batı’dan esintilerle durumu
idare ettiler bir süre. Çağdaş
resmimiz ise Batı’yı kopya dahi
edememekle hastalıklı.
Tıpkı resme benzer bir Batı
sanatı olan roman ve öykücülük de 19. yüzyılın son yarısında teşrif etmişti coğrafyayı.
Bu nedenle ilk kalemdarlar
da gözünü Avrupa’ya dikmiş,
orada olan biteni tornistan
etmekten öteye gidememişlerdi. Hâlen durum değişmiş değil;
çağdaş romancı ve hikâyeciler
de Edirne’den öteye yolculuk
edememekte. Şiir hâkezâ…
Tiyatro da öyle… Sinema, yerlerde sürünen bir sürüngen misâli
acıyla kıvranmakta…
İmkânsız mı?
Rönesans nerede?
Evet, bu durakta öncelikle sözüm kendime! Sen, ben, bizim
oğlan, bizim kız… Gelin güvey
oluyor ve “Son medeniyetin
kurucusu biz olacağız!” efelenmesinden keyif alıyoruz. Ancak
eğri oturup doğru konuşalım;
bu bitmişlikle, bu çapsızlıkla ve
bu cehâletle medeniyet üretmek imkânsız!
Lâkin “İmkânsız!” deyip
geçemeyiz, o hâlde ne yapmak
lâzım?
Her ne kadar Batı medeniyeti söz konusu medeniyet
yolculuğuna 1701’de başlamışsa da, ondan 150 sene
öncesinden başlayan bir fikrî,
felsefî ve sanatsal operasyon
geçirmişti. O operasyonun adı
“Rönesans” idi. İtalya’da başlayıp tüm Avrupa toplumlarını
derinden sarsan Rönesans
ameliyesi, Avrupa’nın “tuvalet
bilmez toplumu”ndan medeniyet kurmaya namzet bir insan
tipolojisi binâ etti. Ve o insanî
birikim, kendi içinden öyle
sanatçılar, filozoflar, düşünürler, edebiyatçılar, mimarlar,
mûcitler ve bilginler çıkardı ve
tabiî bilgeler halk etti ki, işte o
olağanüstü yetenekli insanlar,
Batı medeniyetine enerji oldular, ufuk açtılar, yol haritası
çizdiler.
1701, Batı medeniyetinin
başlangıcı olmasının yanında,
buhar makinesinin de bulunuş
tarihi olmuştu. Zaten o makine, Batı bilgi/bilim/teknolojik
gelişmesinin ilki olarak AngloSaksonları derin uykularından
sıçrattı ve o sıçramayla başlayan hamlenin ismini medeniyet olarak koydu. Türklerin
Viyana surları dibinde duran
atları, İngiltere’de yolculuğa
buhar makinesiyle devam etti.
Hem de ufacık bir makine, yüzlerce beygir gücüne eşit olacak
şekilde…
TPE’ye yeni
görev târifi
Gelelim yazının başlığından
hareketle yazdıklarımızı resetlemeye…
Ne demiştik? “Türkiye’nin
yol haritası…” İşte başlıkta
sözü edilen o yolculuk, bilim,
bilgi, sanat, edebiyat ve felsefe
haritasından geçmeli ilk hamlesinde yukarıdaki anlatımdan
filtreleyerek. Bu noktada, “İş
öncelikle devlete düşmekte”
diyerek devam edelim.
Hükûmetimizin birkaç yıl
önce açıkladığı “2023 Vizyonu”
hepimizin önemsediği bir bakış
açısıydı. Lâkin her maddesi
ekonomik kokulu ve zengin
bir Türkiye modellemeyi öngörmekteydi. Elzemdi de... Bu
yazıyla bir elzem daha ortaya
konulmuş oldu. O da “bilim,
bilgi, felsefe ve sanatta 2023
vizyonu”…
Diyoruz ki, “Başta Cumhurbaşkanı ve yeni Hükûmet,
behemehâl bu vizyonun çatısını çatmalı; bilim, bilgi, sanat,
edebiyat ve felsefe için toplumun önündeki kapalı yolu açıp
haritasını çizmeli ve halkın
bilim, bilgi, sanat, edebiyat ve
felsefe damarlarını “stentleyerek” açmalı, hayat sıvısını harekete geçirmeli!”.
Buradan hareketle ve aklımıza gelmişken ekleyelim: Biliyorsunuz, kamu hizmethâneleri
arasında “Türk Patent Enstitüsü” diye bir kurum var ve bu
kuruma dikkat çekmek gerekmekte. Soralım: Ne yapar bu
kurum? Eğer kurumsal görev
“memleketin mûcidini tespit ve
îcâdını tescil” ise, TPE’nin sınırları belirlenmiş olan resmî görevinin önüne bir amaç koymalı!
O amaç, 1701’de, çevrede atlarla
dolaşan Osmanlı savaşçılarına
karşı buhar makinesini çıkaran
adam ölçeğinde bir dehâyı/
dâhileri ve olağanüstü îcâdını/
îcatlarını bulmak ve harekete
geçirmek olmalıdır.
İşte o dehâ/dâhiler çıktığında
ve “çağdaş buhar makinesi”ni
îcâd edip çalıştırdığında/çalıştırdıklarında, Batı medeniyeti
300 yıllık ömrünü tamamlamış
ve “Türklerin son adâlet medeniyeti” başlamış olur! Bu kadar
basit!
Allah-u âlem…
haziran 2016
17
Türkiye Ajanda
Yüzüncü yılında nihâyet yüzyıllık anma
Kut’ül Ammare Zaferi’nin
yüzüncü yılı kutlu olsun!
29 NİSAN 1916’dan 29 Nisan 2016’ya tam 100 yıl… Memleket
düşmanlarının, müstemlekecilerin, mandacıların, millete yabancıların anmadıkları, anamadıkları, anmak istemedikleri “kut”lu zaferin Türkiye Cumhuriyeti Devleti himâyesindeki bilinçli, şuurlu, hatırlı yâdı gerçekleştirildi nihâyet.
>> Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanlığı tarafından
organize edilen merasimlerle
gerçekleştirilen anma etkinlikleri, 29 Nisan 2016’da Sayın
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı,
Başbakan ve Genelkurmay
Başkanı’yla birlikte Irak’ın Kut
şehrinden gelen misafirler ve
binlerce vatandaşın katılımıyla
gerçekleştirilen Kut’ül Ammare
Belegeseli’nin gösterimiyle son
buldu.
Belgesel gösterimi öncesinde
18
haziran 2016
kürsüde yerini alan Cumhurbaşkanı Erdoğan öyle bir konuşma gerçekleştirdi ki, bugüne
dek bu kıymetli zaferin sonuna
kadar, hatta yüzyıllık hakkını
veren bir heyecan yaşadık. O
konuşmadan en azından bazı
bölümleri bu sayfalara not
etmeyi borç biliyoruz:
“Bundan bir asır önce, 29 Nisan 1916 tarihinde kazandığımız
Kut Zaferi’nin 100. yılının hayırlı
olmasını Allah’tan temennî
ediyorum. Selman-ı Paâk ve
Kut çarpışmaları başta olmak
üzere, Birinci Dünya Savaşı’nın
tüm cephelerinde kahramanca
mücadele ederek şehit ve gazi
olan tüm askerlerimizi rahmetle, minnetle, tanzimle yâd
ediyorum. (…)
Geniş bir coğrafyada, 2 bin
200 yılı aşkın sürerdir kesintisiz
devam eden devlet geleneğimiz
boyunca, yüreğimiz ve bileğimizle hakkını vermediğimiz
hiçbir zaferimiz yoktur. Bin 400
yıllık İslâm tarihinin bilhassa
son bin yılında, millet olarak
bizim içinde olmadığımız hiçbir
büyük mücadeleye rastlamak
neredeyse mümkün değildir.
Tüm medeniyetlerin, tüm milletlerin gözbebeği Anadolu’yu
bunca yıldır vatanımız olarak
muhafaza edebilmemizin
gerisinde işte böyle büyük bir
birikim vardır!
Batı medeniyetinde ‘Türk’,
belli bir kavmin adı değil, tüm
Müslümanları ifade eden bir
isimdir. Dünyada 200 milyonun
üzerinde bir varlığa sahip olarak ‘Türkçe konuşan toplumlar’
denince de akla önce bizim
milletimiz gelir!
Millet olarak temsil ettiğimiz bu geniş algının gerisindeki büyük mücadeleyi ve
fedakârlıkları çok iyi görmek,
çok iyi değerlendirmek ve idrâk
etmek mecbûriyetindeyiz.
Ülkemizde maalesef nesillere
bu büyük fotoğrafı gösterecek
bir tarih anlayışı mevcut değil.
Elbette birtakım iyi niyetli ve
başarılı çalışmalar vardır, ama
bunlar özellikle Batı ülkelerinin
benzer çalışmaları yanında
çok sönük kalıyor. Ders kitaplarındaki tarih anlatımında ise
bırakınız eksikliği, âdetâ tam
tersi bir çaba söz konusudur.
Milletimizin, medeniyetimizin
binlerce yıllık tarihini neredeyse 1919 yılından başlatan bir
tarih anlayışını reddediyorum!
Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta
son 600 yılımızı soyutlayıp eski
Türk tarihinden Cumhuriyet’e
atlıyorsa, biliniz ki o kişi milletimizin de, devletimizin de
hasmıdır! (…)
Tarih kitaplarında bizim
milletimiz için ne denir? ‘Asker
millet’ veya ‘ordu millet’ ifâdesi
kullanılır. Çünkü biz, gerektiğinde tüm fertleriyle inancı, vatanı,
bayrağı, devleti uğruna savaşabilen, bunu göze alan bir milletiz. Yani bizim ordumuz sadece
muvazzaf değildir; ayrıca bizim
bir de mobil ordumuz vardır, o
da milletin ta kendisidir! (…)
Böyle bir milletin tarihindeki
zenginlikleri anlatmaya değil
kitaplar, kütüphaneler bile
yetmez. Ama biz ne yapmışız?
Kendi tarihimizin üzerine âdetâ
kara bir örtü örtmeye çalışmışız, kendi tarihimizi gömmeye
çalışmışız. Kendimize ait olan
pek çok başarıyı, sanki bizimle
ilgisi yokmuş gibi kısaca anlatıp
geçenler veya hiç değinmeyenler, hem ecdadımıza saygısızlık,
Selçuk Kayıhan // [email protected]
hem de gelecek nesillere çok
büyük kötülük yapmışlardır.
Kut’ül Ammare Zaferi, bunun
en çarpıcı örneğidir!
Daha yakın zamanda, lise
2’nci sınıflara okutulan tarih
kitabında bu olay ne şekilde
anlatılıyor, biliyor musunuz?
‘Savaş başladığında Basra’ya çıkan İngilizler, Kut’ül Ammare’de
yenilgiye uğratıldılar.’ Bu kadar!
Öncesi, sonrası yok! Hatta İngilizleri kimin yendiği dahi yok,
hepsi bu kadar! Hâlbuki İngilizler, 1918 yılında İstanbul’u işgâl
ettiklerinde ne yapmışlardı, biliyor musunuz? Şehirde kendilerine ait tüm bürolara, üzerinde
‘Kut’u hatırla!’ yazan tabelalar
asmışlardı. Dikkat ediniz, yenilen taraf bu savaşı asker ve sivil
tüm vatandaşlarına bir ibret
vesîkası olarak hatırlatırken,
bizse kendi zaferimizi unutturmak için âdetâ elimizden geleni
yapmışız!
Aynı dönemde İngiliz Dışişleri Bakanı, İstanbul’daki
İngiliz Yüksek Komiseri’ne şu
talimatı gönderiyordu: ‘Mısır
ve Hindistan’daki Müslüman
uyruklarımızın, Türklerin
tamamen yenildiklerini anlamalarını özellikle istiyoruz. Bu
İslâmcılığa, Turancılığa ve genel
olarak İslâm’ın siyasî gücüne
öldürücü bir darbe indirecektir.’
Maalesef resmî tarihimizi yıllarca tam da İngilizlerin istediği
gibi düzenledik!
(…) Ortada çökmüş, bitmiş,
teslim olmuş bir ordu, bir devlet
yoktu. Bizim bu dönemde başımızı yakan klasik sorunumuz,
‘cephede kazanıp masada
kaybetme’ işidir, yani diplomasi
eksikliğidir. Bununla birlikte
şu gerçeği hep birlikte teslim
etmemiz gerekiyor: Bizim için
savaşın başladığı dönemde
taşınan niyetlerle savaşın bitiminde ortaya çıkan manzara
çok farklıdır. (…)
Kut’ül Ammare, resmî tarih
söyleminin bir başka önemli
arızası olan, ‘Birinci Dünya
Savaşı’nda Araplar bizi arkamızdan vurdu’ yalanını ortaya
koyan en bâriz örnektir. Kuşatma boyunca Kut halkı âdetâ
Osmanlı Ordusu’nun bir parçası
gibi hareket etmiş, bu uğurda
pek çok da şehit vermiştir.
Köklü bir Arap ailesinin mensubu olan Uceymi Paşa, Kut
Savaşı’nda İngilizlerin kuşatması altında kalan bir birliğimizi
yanındaki cesur adamlarıyla
birlikte kuşatmayı yararak
kurtarmıştır. (…)
Tabiî bir şeye özellikle bu anlamlı kutlama töreninde tekrar
değinmek istiyorum: Üç fitne,
bizim için çok büyük önem arz
ediyor! Bunlardan bir tanesi
mezhepçilik fitnesidir, burada
hassas olmamız gerekiyor.
Şiîlik, Sünnîlik… Bizi bu anlamda
İslâm dünyası içerisinde parçalamaya, yıkmaya çalışıyorlar. (…)
Bizim bu noktada tek dinimiz
İslâm’dır ve bizi birleştiren yapı
odur. Kim ki İslâm’ı bir kenara
koyarak Şia taassubu içerisindeyse, Sünnîlik taassubu
içerisindeyse, o, Müslümanlara
ihânet içerisindedir!
Şırnak ve Nusaybin
teröristlerden temizleniyor
TERÖR örgütü PKK mensuplarına yönelik
olarak 57 gün önce Şırnak ve Mardin’in Nusaybin ilçesinde başlatılan operasyonlar kararlılıkla sürdürülüyor.
(…) İkinci fitne, ırkçılık! Bizim
dinimizde ne Arap’ın Arap
olmayana, ne Arap olmayanın
Arap’a üstünlüğü vardır; üstünlük ancak takva iledir. Ama
bunlar ne yazık ki bizi böldüler,
parçaladılar. Ülkemde Türk’ü,
Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Gürcü’sü,
Abhaza’sı, Roman’ı, Boşnak’ı
bulunuyor… Bizim aramızda
üstünlük olabilir mi? Biz yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmeyi
anlamış, bunu yürüten bir
milletiz, asla ırkçılık taassubu
içerisinde de olamayız!
Ve üçüncü fitne; o da terördür!
Şu an terörle mücadelenin içerisindeyiz. Şehitlerimiz var. Şu an
karşımızda askerimizi görüyorum ve askerimizin içinde geleceğin adayları da var, öğrenciler
de var, ben yarının Mehmetlerine de, bugünün Mehmetlerine
de şöyle sesleniyorum: Sizler
kutsal Peygamber ocağının
mensuplarısınız. Dünyadaki hiçbir ülkede, askerine ‘Mehmetçik’
diyen bir başka ülke yoktur…
(…) İnşallah Bağdat’ın da,
Şam’ın da, kadim tarihî ilişkilerle
ve kardeşlik duygularıyla bağlı
olduğumuz diğer beldelerin
de yeniden barışa, huzura kavuştuğu, yeniden ilimde, fende,
edebiyatta dünyanın sembol
şehirleri hâline geldikleri günleri
hep birlikte inşâ edeceğiz!”
Coğrafyamız üzerinde kimlerin plânlarının olduğunu,
kardeşliğimize, kimliğimize ve
birliğimize kimlerin saldırdığını
açıkça söyleyen, ne yapmamız
gerektiğine dair politikaları
net şekilde sıralayan bu lidere
neden saldırıldığını daha da net
anlıyoruzdur sanırım…
>> Şırnak merkezi ile
Mardin’in Nusaybin ilçesinde 57
gün önce terör örgütü PKK’ya
yönelik başlatılan operasyonda
etkisiz hâle getirilen terörist
sayısı 675’e yükseldi.
PKK’lı teröristlerin yakalanması, patlayıcılarla kurulan
tuzakların ve barikatların
bertaraf edilmesi, halkın can ve
mal güvenliğinin sağlanması
amacıyla ilân edilen sokağa
çıkma yasağının ardından,
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve
Emniyet unsurlarınca 14 Mart’ta
başlatılan Şırnak’taki “Şehit Jandarma Üsteğmen Mehmet Çifci
Operasyonu” ve Nusaybin’deki
“Atmaca-7 Operasyonu”na
devam ediliyor.
Şırnak’ta yüzde 81’i,
Nusaybin’deyse yüzde 60’ı
tamamlanan operasyonlarda
etkisiz hâle getirilen terörist sayısı 675’e ulaşırken, her iki yer-
leşim biriminde bugüne kadar
bin 697 el yapımı patlayıcı imhâ
edildi, 466 barikat kaldırıldı ve
47 çukur kapatıldı. Şırnak’ta
operasyon bölgesindeki 7
mahalleden 4’ü teröristlerden
arındırılırken, Nusaybin’deyse
5 mahalleden 2’si teröristlerden
büyük oranda temizlendi. Her 2
yerleşim biriminde de teröristlere ait çok sayıda silah ve mühimmat ile yaşam malzemesi
ele geçirildi.
Şırnak ve Nusaybin’de güvenlik güçlerince 5 bin 949
evde arama çalışması tamamlanırken, talep üzerine bin 480
vatandaş da güvenli bölgelere
tahliye edildi.
Allah, bu memleket için
canından geçen tüm yiğitlere
kuvvet ve sabır versin! Şehadet
pek güzel, ama Rabbim yiğitlerimize, bu ülkeye yaşayarak
hizmet etmeyi nasip etsin!
haziran 2016
19
Türkiye Ajanda
Türk İHA’sı en iyisi!
GENELKURMAY Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, terörle mücadelede büyük önem taşıyan silahlı insansız hava araçlarının Türkiye’de
üretilmesine dönük çalışmalarla ilgili önemli mesajlar verdi.
Orgeneral Akar’ın verdiği bilgiye göre, silahlı İHA üretimine
ilişkin çalışmalar iki grup tarafından yürütülüyor. İki şirketin
yaptığı denemelerde son derece başarılı sonuçlar elde edildi.
Akar, görüş gücü ve manevra
kabiliyetiyle ilgili denemeleri
süren silahlı İHA’ların çok
yakın bir tarihte kullanılmaya
başlanacağı bilgisini paylaştı.
Akar, denemeler bittiğinde hızla
üretime geçileceğini ve bunların peyderpey sisteme sokulacağını da kaydetti.
>> Akar, denemelerin son
derece başarılı olduğunu ve
yakında güvenlik güçlerince
bunların kullanılmaya başlanacağını da söyledi.
Son olarak Nisan ayı sonunda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan başkanlığında
Beştepe’de toplanan Bakanlar
Kurulu’nun önemli gündem
maddelerinden biri de terörle
mücadele, İHA ve helikopter
gibi Türkiye’nin üzerinde çalıştığı önemli projelerdi. Genelkurmay Başkanı Akar, terörle
mücadelenin yanı sıra, TSK’nın
teknik-teknolojik gücünü arttıracak büyük projelerle ilgili
gelinen son nokta hakkında Bakanlar Kurulu’na bilgi aktardı.
Karma komisyonda ise, yarısından fazlası HDP’lilere ait
olmak üzere 620 fezleke mevcut. Kabul edilen teklifle birlikte,
TBMM Genel Kurulu’na gelen
49’u HDP’li, 51’i CHP’li, 27’si AK
Partili, 7’si MHP’li, bir de bağımsız milletvekili olmak üzere 135
milletvekilinin dokunulmazlıkları kaldırılacak.
20
haziran 2016
Can Dündar’a
saldırı girişimi
CUMHURİYET Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar’a,
Çağlayan’daki İstanbul
Adliyesi önünde beklediği bir sırada tanımadığı bir kişi tarafından silahla ateş açıldı…
Orgeneral Akar, üretimi süren
silahlı yerli İHA’ların, özellikle
olumsuz hava koşullarında kullanılma kabiliyetlerinin yüksek,
hatta ABD’nin ürettiklerinden
bile bu konuda iyi olduğunu
bildirdi. Akar, Türk taarruz
helikopteri T129 ve Fırtına tanklarıyla ilgili çalışmalar hakkında
da Bakanlar Kurulu’na bilgi
verdi.
Dokunulmazlık görüşmelerinde kavga!
TBMM Anayasa
Komisyonu’nda, AK Parti’nin
dokunulmazlık teklifinin görüşmelerinin devam ettiği sırada,
AK Parti ile HDP’li milletvekilleri arasında çıkan yumruklu
kavga nedeniyle, 28 Nisan 2016
günü başlayan görüşmeler
ertelendi ve 2 Mayıs 2016 günü
gerçekleştirilen oturumların
ardından, AK Parti’nin düzenlediği dokunulmazlıkların
kaldırılmasına yönelik teklifi
Komisyon’dan geçti.
Komik senaryo:
>> Hayır, ateş açmaya çalıştı…
Hayır, Dündar’ın bir arkadaşı,
silahını Dündar’a çevirmiş
bir yabancının üzerine atıldı,
silahı tutmadığı elini kavradı,
Dündar’ın eşi de cep telefonuyla saldırganı tespit etti… Hayır,
tespit etmedi; robot resim için
bir hatırlatma vâsıtası olarak
cep telefonu kullanıldı. Bütün
bunlar olurken, Dündar tanımadığı o adamdan kaçmak
için bir arkadaşının arkasına
saklandı, eşi cep telefonuyla
saldırganın dibine gitti… İşte
böyle bir olaydı, geçti gitti!
Avrupa’da fenâ yankı buldu
ama. Bu Türkiye de yaşanacak
ülke değil(!)…
Bu arada Yağız Şenkal (NTV
muhabiri), tanınmayan bu
adamın (adlî suç kaydı da
mevcut) silahından çıkan
kurşunla yaralandı. Meslektaşımıza, haysiyetiyle ekmeğinin
peşinden koşarken çirkin
senaryoların içine düşen arkadaşımız Şenkal’a geçmiş olsun
dileklerimizi iletiyoruz.
Selçuk Kayıhan
DAEŞ tahriki ancak tepesine binince bitecek!
GEÇTİĞİMİZ aydan süregelen DAEŞ kaynaklı roket
saldırıları bu ay da devam etti.
vatandaşımızın da ölümüne
sebep olan DAEŞ saldırılarına
karşı misilleme atışlarının yanında hava operasyonları da
yürütülürken, son olarak Özel
Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı
bir timin gizli bir harekât yürüttüğü de haber kaynaklarınca
doğrulandı.
>> Suriye’den ateşlenen roket mermileri özellikle Kilis’te
birçok can kaybına sebep
olurken, birçok yerleşim yeri ve
boş araziye de roket mermileri
düştü. Halk durumdan huzur-
suz ve tedirgin! Çözümse ortak
bir görüş olarak DAEŞ’in çökertilmesi yönünde…
Ülkemizin güney vilâyetlerine isabet eden ve hatta birçok
Allah’ın da
bir hesabı var!
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
Suriye’deki DAEŞ hedeflerine
yönelik keşif yapmak üzere
gönderdiği araçlar tarafından
Halep’in kuzeyinde bulunan
Suran ile Tal’el-Hişn’in kuzey
doğusundaki Baragidah ve Kuşakcık bölgelerinde terör örgütü
DAEŞ’e ait hedefler tespit edildi.
Belirlenen hedeflere yapılan
başarılı top ve ÇNRA atışlarıyla
55 terörist etkisiz hâle getirildi,
3 araç ve 3 roket rampası tam
isabetle vuruldu.
Millî denizaltıda ilk teslimat
TERÖR Doğu ve Güneydoğu
Anadolu illerinin ardından
özellikle Ankara ve İstanbul’a
sıçramıştı ki, Manisa’da yakalanan intihar eylemcileri ve
İzmir’deki küçük çaplı olayların ardından, ülkemizin en
önemli büyükşehirlerinden
Bursa’da da kendisini gösterdi.
Ulu Cami yakınında gerçekleşen canlı bomba saldırısında
saldırgan dışında kimse can
kaybı yaşamadı. 17 vatandaşımızsa yaralandı. Saat 17:25’te
meydana gelen saldırının arkasında, herhangi bir açıklama
olmamasına rağmen DAEŞ’in
olduğu sanılıyor.
SAVUNMA Sanayii Müsteşarlığı’nın 2,7 milyar dolar bütçeli
Yeni Tip Denizaltı Projesi kapsamında îmâl edilen iç blokların
ilk etap ürünlerinin teslimatı
düzenlenen törenle yapıldı.
Dilovası Organize Sanayi
Bölgesi’nde faaliyet gösteren
Gürdesan fabrikasında düzenlenen törende konuşan Savunma Sanayii Müsteşarı İsmail
Demir, son günlerde savunma
sanayiinde sevindiren haberler almaya devam ettiklerini
söyledi.
Türkiye’nin, savunma sanayiinin çeşitli alanlarında çalışmalarına devam ettiğini dile
getiren Demir, “Hem hava, hem
de kara, deniz, uzay alanlarında
kendi kendine yeterli olmaya
karar vermiş, bu alanlarda olanca gücüyle yürütürken bağımlılık unsurlarını azaltma gayretinde olan bir Türkiye var. Bütün
bunların gerçekleştirilmesi
güçlü bir Türkiye ile mümkün.
Ekonominiz güçlüyse, nüfusunuz dinamikse, bu konuda
bir gayretiniz, kararlılığınız, bir
politikanız varsa bütün bunlar
yapılabiliyor” diye konuştu.
Bursa Valiliği ise, gerçekleşen bu canlı bomba saldırısıyla
ilgili bir yazılı açıklama yaptı.
Valiliğin açıklamasında şöyle
denildi: “Bursa Osmangazi
ilçesi, Ulu Cami’nin batı kapısı
yakınında bir patlama meydana gelmiştir. İntihar bombacısı
olduğu düşünülen bir bayan
şahıs, üzerindeki düzenekle
kendisini patlatmıştır. Olayla
ilgili emniyet birimleri çalışmalarına devam etmektedirler.”
Allah her türlü terörden milletimizi esirgesin, devletimize
de bu insanlık dışı faaliyete son
vermesi için sonsuz güç versin!
haziran 2016
21
Dünya Ajanda
Hayırdır, Viyana’yı mı hatırlattık!?
HER yıl Çanakkale’nin Gelibolu ilçesine gelir tâ Avustralya’dan
genç genç insanlar. Amaçları, bundan yaklaşık yüz yıl önce, sırf
kendilerini sömüren krallığın emri üzerine işgâlci-tecavüzcü
olarak dünyanın bir ucundan hayâl dahi etmedikleri başka bir
ucuna, bizim topraklarımıza gelen dedelerini anmaktır. Buluştukları merâsimin adına da “Şafak Âyini” derler.
kendine uydurdu. Bizi öz yurdumuzda parya edip kendine
mahkûm etti. Böylelikle vedâ
etti gurbetçilerimiz baba ocaklarına. O gurbetçiler gittikleri
yerlere yerleştiler, üzerlerinden
en az üç kuşak geçti. Artık onların torunları gurbetçilikten
çıktılar, “Avrupalı” oldular. “Dış
Türkler”, daha doğru tâbirle
“Avrupalı Türkler” oldular bir
anlamda. Ancak her ne kadar
Avrupalı olsalar da, onlar hep
dedelerinin torunları oldular.
Attila Han’ın, Fâtih Sultan
Mehmed’in, Kanunî Sultan
Süleyman’ın torunları olarak bilindiler Avrupa’nın güya yerlileri tarafından. Ve son olarak öyle
bir olay yaşandı ki, her zaman
böyle bilinecekleri de anlaşıldı.
Almanya’da faaliyet gösteren Düsseldorf Türk Kültür
Ocağı’nın Mehter Takımı eşliğindeki yürüyüşüne polis müdahale etti. Mehter Takımı’nın
sembolik kılıçlarını ve bayrak
sopalarını bırakmasını isteyen
polis, tertip heyetinin girişimlerine rağmen geri adım atmadı
ve alanda toplanarak bir buçuk
saat bayrak çubukları ve Mehter Takımı’nın aksesuarlarının
çıkarılmasını bekledi. Yürüyüş
ancak bayrak çubukları ve
Mehter Takımı’nın kılıçlarının
toplanmasının ardından başladı. Sanırım şimdi Yeni Zelandalı
gençlerin Gelibolu’da toplanmalarıyla ilgili yaptığımız başlangıcı daha iyi anlatabiliyoruzdur.
>> Dünyanın hiçbir yerinde
böyle bir anma yoktur. Zira
işgâlcilerin torunları, dedelerinin işgâl ettikleri topraklarda bu
merâsimi yapmaktadırlar. Hem
de ismini “anma töreni” değil,
“ayin” koyarak…
Hatta neredeyse daha düne
kadar Yeni Zelanda ve Avustralyalı söz konusu gençler, nasıl
bir hoşgörüyse, güya savaşın
anlamsızlığını hatırlatmak için
ülkemizin gösterdiği saygıya
lâyık olacak hiçbir tavra sahip
olmaksızın, ayak bastıkları
Gelibolu’da “Şafak Âyini” nedeniyle bulundukları birkaç
gün içerisinde, dağıtmadıkları
kafe, kavga etmedikleri esnaf
bırakmazlardı. Bir ara esnaf kar-
22
haziran 2016
deşlerimizce hâdleri bildirildi,
restoranlara alınmadılar. Sonra
güvenlik ekiplerince hizaya
sokuldular.
Dedik ya, dünyanın hiçbir
yerinde, belki de tarihin hiçbir
evresinde böyle bir hoşgörüsaygı bülteni kaydedilmedi.
Hâlen bu merâsimler devam
ediyor; “Anzak Koyu” veya
“Kanlı Koy” diye bilinen yerde,
Anzak mezarlıklarının en büyüğünün yanı başında, Yeni Zelanda ve Türk bayrakları göndere
çekilirken Ostralyalı gençler
“gözyaşı döküyorlar”.
Şimdi gelelim bizim dedelerimize ve bizim durumumuza…
Bizim dedelerimiz işgâlci-
tecavüzcü damgası yemedikleri gibi, çekildikleri toprakların
insanları tarafından hasretle
beklenen bir medeniyet ve
anlayış bırakmışlar. Avrupa’dan
Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’dan
Kafkasya’ya, Açe’den Hint
diyârına kadar her bölgenin insanı, bizim dedelerimizi minnetle yâd ediyor, onların torunlarını
da aynı güzellikle gelmeleri için
hasretle bekliyor. Öyle ya, en son
çıktığı Kore toprağının vefâkâr
insanları bile dedelerimizi başka, torunlarını başka bir saygıyla
baş üstünde tutuyorlar.
Batı adamı dedemizi sinsi
oyunlarla yendikten sonra,
bizim de dedelerimiz gibi olmamızı istemedi. İstemedi ve
Bizim Viyana’da kahraman
dedelerimizi anmaya ihtiyacımız yok; zira Viyana’dan da
ötede, tâ Saraybosna’da her gün
ceddimize hatimler indiriliyor.
Biz, işgâlci dedelerin pişkin
torunları gibi, dedelerimizin
gittikleri topraklarda “âyinler”
düzenlemiyoruz. Ancak sembolik bir Mehter Takımı’ndan,
ellerindeki sahte kılıç ve bayrak
çıtalarından korkan Avrupa kafası âdetâ çektiği esrar dumanlarında boğulmuş gibi. Terör
örgütü yandaşlarının kurdukları çadırlara müdahale etmeyen
Avrupa, belli ki “Yeniçeri”yi
görünce Viyana’yı hatırladı!
Her yıl Viyana’da toplansaydık ne yapacaktınız?!
Mızıkçılık yapacaksanız
oynamayalım! Ömer Bekir Sadık // [email protected]
Yemen’de ateşkese rağmen
çatışmalar bitmiyor
YEMEN’de ateşkes ihlâlleri devam ederken, Taiz’de Husilerle
devrik Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’e bağlı güçler ile Yemen ordusu ve Halk Direniş Güçleri (HDG) arasında karşılıklı
top atışı saldırılarında 6 kişi öldü.
75’lik mücahit,
şehâdetle şereflendi
BANGLADEŞ’te
hükûmet tarafından
kurulan savaş suçları mahkemesinde yargılanan muhalefetteki Cemaat-i İslâmî
Partisi’nin lideri Motiur Rahman Nizami
îdam edildi.
>> Daha önce de yine
Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi tarafından
îdama mahkûm edilen
Cemaat-i İslâmî liderlerinden Abdülkadir Molla,
Muhammed Kamaruzzaman ve Ali İhsan Mücahid,
af talebinde bulunmamış ve
asılarak îdam edilmişlerdi.
>> Taiz İli Ordu Sözcüsü Albay Mansur el-Hasani, Husiler
ile Salih yanlılarının sabah
saatlerinde, Taiz’de, orduya ait
bazı hedeflere top atışı düzenleyerek ateşkesi ihlâl ettiklerini,
olayda 1 askerin hayatını kaybettiğini ve bazı askerlerin de
yaralandıklarını belirtti.
Açıklamada, Ordu ve HDG
güçlerinin saldırıya karşılık
vermesi üzerine Husi ve Salih
yanlılarından 5 kişinin öldüğü
ve bazılarının da yaralandığı
kaydedildi. Yaralıların sayısına
ilişkin detay verilmezken, Husilerdense olayla ilgili bir açıklama yapılmadı.
Yemenli taraflar arasındaki
doğrudan görüşmeler, Husilerin, varılan anlaşmanın
uygulanmasını ve gündemin
görüşülmesini reddetmesi
nedeniyle Birleşmiş Milletler
Yemen Özel Temsilcisi İsmail
Veled Şeyh Ahmed tarafından
askıya alınmıştı. Yemen’de
çatışan taraflar, BM’nin çağrısı
üzerine iyi niyet göstergesi
olarak 11 Nisan’da ateşkesi yürürlüğe sokmuş, 21 Nisan’da da
Kuveyt’te barış müzakerelerine
başlamışlardı.
Bu arada ABD Savunma
Bakanlığı Pentagon, Yemen’de
devam eden operasyonlarda
Birleşik Arap Emirlikleri’ne
(BAE) istihbarat ve planlama
desteği vermesi için Yemen’e
sınırlı sayıda asker gönderildiğini açıkladı. Arap Yarımadası
El-Kaidesi’nin Yemen’de son
aylarda giderek güç kazandığını ifade eden Pentagon
Sözcüsü Jeff Davis, başta BAE
olmak üzere bölgedeki müttefik ülkelerin örgüte karşı
başlattıkları operasyonları
memnuniyetle karşıladıklarını
vurguladı. Operasyona destek
veren Amerikan askerleriyle
ilgili detay vermeyen Sözcü,
Yemen’e giden askerlerin, Husilerin savaştığı bölgelerden çok
uzak bir yerde olduklarını da
sözlerine ekledi. Geçen yıl bin
kadar Özel Kuvvetler askerini
Husi ayaklanmasının ardından
geri çeken ABD’nin bölgede bir
amfibi gemisi, iki destroyeri ve
çok sayıda insansız hava aracı
bulunuyor.
Savaş baronlarının çatışmaların kesilmesini istemediği
Yemen, üzerinde yürütülen
operasyonlarla bir hayalet ülke
olma yolunda âdetâ süründürülüyor.
Nizami’nin de liderleri
arasında olduğu iç savaş
sırasında Doğu Pakistan’dan
yaklaşık 10 milyon sivilin evlerini terk ederek Hindistan’a
göç etmesi üzerine Hindistan
hükûmeti, Aralık 1971’de
bugünkü Bangladeş olarak
bilinen Doğu Pakistan’ı işgâl
etmişti. Pakistan askerlerinin
Dakka’da Hindistan güvenlik
güçlerine teslim olmasının
ardından 16 Aralık 1971’de
Doğu Pakistan, yeni adıyla
Bangladeş, bağımsızlığını
ilân etmişti. Yaklaşık 9 ay
süren Bağımsızlık Savaşı
sırasında 3 milyondan fazla kişi yaşamını yitirmiş,
milyonlarcası yaralanmıştı.
Türkiye Cumhurbaşkanı
Erdoğan da Nizami hakkındaki îdam kararı kınamış,
“Bangladeş’te 75 yaşında bir
mücahide, hiçbir dünyevî
günahı olduğuna inanmadığımız bir insana îdam kararı
veren zihniyeti lânetliyorum”
ifâdesini kullanmıştı.
haziran 2016
23
Dünya Ajanda
Paris Gezi’si balonu: “Gece Ayakta”
eylemleri büyüyor
FRANSA’da hükûmet tarafından çıkarılması planlanan çalışma yasasına karşı Mart ayı sonunda liseli gençler ve işçiler tarafından başlatılan “Gece Ayakta” (Nuit Debout) eylemleri devam ediyor. Eylemciler Paris’in ünlü meydanlarında biri olan Republique’de (Cumhuriyet
Meydanı) dağılmamak üzere toplandılar.
rında bulunduğu birçok şehre
yayıldı. Gece Ayakta Hareketi,
Cumhurbaşkanı Hollande’nin
ülke içinde karşı karşıya olduğu
en büyük toplumsal muhalif
hareket olarak görülüyor.
Bütün bu gelişmelerin size
neyi hatırlattığını biliyorum.
Sorması ayıp, yıldönümüne
ne kadar kaldı? ABD’deki Wall
Street’i Kurtar Hareketi’nden
sonra ülkemizde âdetâ kalkışmaya dönüşen o günlerin birkaç hafta öncesinde bir Avrupa
ülkesinden gelen dalgalanma,
yeni bir Fransız İhtilâli etkisi
için kullanılmak istenir mi
dersiniz?
Ateşkes sembolik,
cephe hattı
karışık!
>> Fransa Çalışma Bakanı
Myriam El Khomri’nin sunduğu
çalışma yasası tasarısına karşı
ülke genelinde meslek örgütleri,
sendikalar ve öğrenci birliklerinin başlattığı eylemlere binlerce
kişi katılıyor. Her akşam yerel
saatle 6’da aynı meydanda
toplanan kalabalık, başta yasa
tasarısı olmak üzere, ülkenin
siyasî sorunlarını seminerler
ve konferanslarla tartışıyor.
“Gece Ayakta Hareketi” ayrıca,
meydanda sanatsal faaliyetler
düzenliyor ve meydandan
internet üzerinden canlı yayın
yapıyor. Hareket, ülkenin farklı
sorunlarının da ele alınması
için aralarında LGBTİ, iletişim,
şeffaflık, demokrasi, bilim ve
ekonomi gibi alanların bulunduğu komiteler de kurdu.
Öğrencilerin, meslek örgütlerinin ve sendikaların
başlattığı hareketin bir lideri
yok. Fransa’da işsizliği düşürme
amacıyla hazırlanan yasa tasa-
24
haziran 2016
rısı, işe alımları ve işten çıkarılmalara ilişkin birtakım kuralları
esnetmeyi öngörüyor. Sendikalarsa yeni düzenlemeye kazanılmış hakların elden alınacağı
gerekçesiyle karşı çıkıyorlar.
Sendikalar ve çoğunluğu
öğrenci olan protestocular,
sosyalist bir düşünceye sahip
olan Fransa Cumhurbaşkanı
François Hollande’yi sağa kaymakla suçluyorlar. Çoğunluğu
genç ve çalışanlara destek
çıkan öğrencilerden oluşan
eylemcileri dağıtma amacıyla
Fransa Başbakanı Manuel Valls,
öğrenci kuruluşlarına yardım
sözü verdi. Valls, hafta başında
öğrenci birlikleri liderleriyle
bir araya gelip “Hükûmet dinliyor ve gençlerin endişelerini
anlıyor” dedi ve iş arayan yeni
mezunlara, staj yapmak isteyen
öğrencilere toplamda 400-500
milyon avroluk sübvansiyon
sağlanacağını açıkladı. Valls’in
öğrencilerle görüşmesi sırasın-
da polis, “Gece Ayakta” eylemcilerini dağıtmak için Cumhuriyet Meydanı’nda hazırdı.
Gösterilere devam edilebilmesi için yasal izin alınması
gerektiğini söyleyen polis, meydana kurulan çadırları ve meydanda oluşturulan geçici sebze
bahçelerini, barakaları kaldırdı.
Ancak göstericiler ertesi akşam
yine meydanda toplandılar.
Ülkenin en büyük öğrenci
kuruluşlarından UNEF’in lideri
William Martinet, Başbakan’ın
yaptığı önerilerden memnuniyet duyduğunu söylese de
çalışma yasasına karşı çıkan
protestocuları desteklemeye
devam edeceklerini duyurdu.
Mart’ın ilk haftası başlayan
eylemlere polis zaman zaman
göz yaşartıcı spreyle müdahale
ediyor. Eylemlerin gece meydanlarda toplanmaya dönüştüğü Gece Ayakta Hareketi, Toulouse, Lyon ve Nantes’in de arala-
ERMENİSTAN-AZERBAYCAN cephe hattında çıkan
çatışmada Azerbaycan
ordusundan bir asker şehit
oldu. Azerbaycan Savunma
Bakanlığı’ndan yapılan
açıklamada, temas hattında
Ali Haydarov isimli askerin
Ermenistan askerlerinin
açtığı ateşle şehit düştüğü
bildirildi. Geçtiğimiz ay kritik
ve gerilim dolu günler yaşayan Kafkasya’da Azerbaycan
ile Ermenistan arasında bir
ateşkes sağlanmış, Ermenistan âdetâ saldırısının
ardından geri adım atarak
Azerbaycan’ın potansiyelinden ne derece ürktüğünü
ortaya koymuştu. Hatta
bu noktada Ermenistan
Devlet Başkanı Sarkisyan’ın
Türkiye’yi diline dolaması
dahi Azerbaycan yönetiminden ciddî tepkiler almış,
sözlü saldırıların arkası
kesilmişti.
Ömer Bekir Sadık
Yunanistan Meclisi’ni yakmak istediler!
YUNANİSTAN Meclisi, geçen yıl üzerinde anlaşılan 86 milyar avroluk
kurtarma paketinin gelecek dilimleri için gerekli vergi ve emeklilik düzenlemelerini içeren yasa tasarısını onayladı, Yunanistan karıştı!
>> Tasarıya ilişkin görüşmelerin ardından yapılan oylamada,
hükûmet ortakları Syriza ve
Bağımsız Yunanlar Hareketi
milletvekilleri fire vermeden
“Evet” oyu kullandılar. 300
vekillik Yunanistan Meclisi’nde,
toplam 153 “Evet” oyuna karşın,
muhalefet partilerinden 143
“Hayır” oyu geldi. 4 milletvekili
ise parlamentoda bulunmadı.
Ekonomi yönetiminin “kırmızı çizgi” olarak savunduğu vergi
muafiyeti üst sınırı ise, yeni
düzenlemeyle birlikte 9 bin 545
avrodan 8 bin 636 avroya çekildi. Kanun paketi kapsamında
gelir vergilerinde yeni artışlar
gerçekleşirken, emeklilik maaşlarında ise kesintiye gidildi. Söz
konusu yasa tasarısının oylanmasına saatler kala, Meclis
binası önünde göstericiler ve
polis arasında çatışma çıktı.
Göstericiler binaya molotofkokteylleri attılar.
Yunanistan İşçi Sendikaları Konfederasyonu (GSEE),
Kamu Çalışanları Federasyonu (ADEDY) ve Mücadeleci
İşçi Kolları Birliği’nin (PAME)
çağrısıyla akşam saatlerinde
bir araya gelen yaklaşık 15 bin
gösterici, Meclis’te iki gün boyunca görüşülen kemer sıkma
politikalarına karşı Sintagma
Meydanı’nda gösteri düzenledi.
Göstericilerin bir kısmının molotofkokteyli ve taşla saldırması
üzerine polis, göz yaşartıcı gaz
ve ses bombasıyla karşılık verdi. Yunan emniyet güçlerinin
yoğun güvenlik önlemleri aldığı
gösteri sırasında Meclis ve Başbakanlık Konutu’na çıkan yollar
polis otobüsleriyle kapatıldı.
Panama Belgeleri’nin kaynağı konuştu
“PANAMA Belgeleri’nin
kaynağı” diye bilinen ve “John
Doe” takma adını kullanan
veri sahibi, kendisine dokunulmazlık sağlanması karşılığında
belgelerle ilgili soruşturmaları
yürüten yetkililere yardım edebileceğini açıkladı. Alman Süddeutsche Zeitung gazetesine ve
Uluslararası Araştırmacı Gaze-
teciler Konsorsiyumu’na (ICIJ)
gönderdiği açıklamada hiçbir
zaman bir istihbarat servisi ya
da bir devlet için çalışmadığını
belirten Doe, bu belgeleri dünyadaki “gelir adaletsizliğine”
işaret etmek amacıyla sızdırdığını kaydetti.
Çağımızı tanımlayan en
önemli konulardan birinin
gelirler arasındaki eşitsizlik olduğunu, devlet yetkililerinin bu
soruna çözüm bulunması için
daha fazla şey yapmaları gerektiğini ifade eden Doe, bankaların, malî ve vergi konularındaki
makamların bu konuda başarı
gösteremediklerini savundu.
Gerçek belgelere ulaşılması
ve bunların incelenmesi durumunda binlerce soruşturma
açılabileceğini iddia eden Doe,
kendisinin işbirliğine hazır
olduğunu bildirdi.
Vizesiz
Avrupa’ya doğru
4 MAYIS 2016
günü,
Türkiye
için önemli tarihlerden biri olarak kaydedildi.
Zira Avrupa Birliği Komisyonu, Türkiye’ye vize serbestisi sağlanması yönünde
tavsiye kararı aldı. Türk
vatandaşlarına vizesiz Avrupa için yeşil ışığın yandığı
anlamına gelen bu tavsiye
kararını alan Avrupa Birliği
Komisyonu, 72 kriterle
ilgili ek süre talep etmezken,
tamamlanmamış 5 kriterin
kaldığını açıkladı.
L ondra’ya
Müslüman
Belediye Başkanı
İNGİLTERE’nin başkenti
Londra’da yapılan Belediye
Başkanlığı seçimini kazanan İşçi Partisi’nin adayı ve
bir Müslüman olan Sadık
Khan, yemin ederek görevine başladı.
“Londra’daki Southwark
Katedrali’nde düzenlenen
seremonide” yemin ederek
Belediye Başkanlığı görevini
devralan Khan, “Tüm Londralıların başkanı olacağım!”
ifâdesini
kullandı.
Seçmenler, Londra’da
iki dönemdir Belediye
Başkanlığı’nı yürüten Türk
kökenli Boris Johnson’un
yerine gelecek ismi belirledi. İşçi Partisi adayı Khan
ile iktidardaki Muhafazakâr
Parti’nin adayı Zac Goldsmith arasında geçen
yarışta, 1 milyon 310 bin 143
seçmenin oyunu alan Khan,
Londra’nın yeni Belediye
Başkanı oldu. Rakibi Goldsmith ise 994 bin 614 oyda
kaldı.
Pakistanlı göçmen bir
ailenin çocuğu olarak 1970
yılında Londra’da dünyaya
gelen Khan, Kuzey Londra
Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı. Dönemin İngiltere
Başbakanı Gordon Brown
tarafından 2008 yılında
Toplumlardan Sorumlu
Devlet Bakanı olarak atanan
Khan, daha sonra Ulaşım
Bakanlığı görevini de yürüttü. Mayıs ayında yapılan
genel seçimden sonra
gölge kabinede “Londra’dan
Sorumlu Bakan” görevine
getirilen Khan, belediye
başkanlığına aday olmak
için bu görevinden istifa
etmişti. haziran 2016
25
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda - Karar’ın karamsarlığı-
26
Manşet kimin kararı?
S
AYIN Ahmet Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
çok ilginç bir hamleye imza attı ve tek başına iktidar olmuş
bir partinin Genel Başkanı olarak “Başbakan” sıfatına sahip
olmasına rağmen AK Parti’yi olağanüstü kongreye götürme kararı almasının yanında daha önemli bir açıklamada daha bulundu: “Genel Başkanlığa aday olmayacağım!”
haziran 2016
yaklaşık iki saatlik kritik
görüşmenin ardından
Davutoğlu’nun görevi bırakacağının ve partiyi olağanüstü kongreye götüreceğinin bir basın toplantısıyla
ertesi gün açıklayacağının
ilân edilmesinin ardından,
Karar gazetesinin ertesi
günkü baskısında aynıyla
kullanmasa da internette
sıcağı sıcağına attığı manşet şöyleydi: “Erdoğan
istedi, Hoca gitti!”
Bu tip başlıkların sıcağı
sıcağına atılırken daha da
detaylı şekilde düşünülerek atılması gerektiğine
inanan biriyim. Zira işin
ahlâkî boyutu böyle! Öyle
ya, siyasîlerden hep adamakıllı cümleler duymak
isteyen ve böyle cümleler
duymadıklarında “Bunun
altında başka mesajlar var!”
diye düşünen gazetecilerin
bu işlere karşı daha duyarlı
oldukları muhakkaktır.
>> Bu açıklamanın ardından kamuoyunda oluşan
tepkinin genel seviyesi
“Şimdi ne olacak?” ortalamasındayken, medya yine
oturduğu yerde oturamadı
ve ilginç bir sinir harbi
içerisine girdi. Yeni Genel
Başkan adayı isimleri, ikinci adamlar, gruplar ve parti
için topluluk savaşlarının
sık sık tekrarlandığı satırları
“Biz gazeteciyiz, her şeyi
biliriz!” edâsıyla döktürmeyi mârifet sananlar oldu.
Birkaç aydır (zaten çıkalı
da birkaç ay oldu) derdi
medyada “seviye” yakalama olan Karar gazetesi de
bu “Biz her şeyi biliriz, bize
mi öğreteceksiniz? Kimin
ne mal olduğunu bizden
öğreneceksiniz!” tavrına
bürünürken ağzında seviye
sakızıyla baskı yapan bir
medya organı olup çıktı.
Ahmet Davutoğlu’nun
Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan ile yaptığı
İşte bu kriterlerle değerlendirince, Karar’ın attığı
manşetin de hiç iyi (hatta
iyi niyetli) kararlar alınarak
atılmadığını düşündüm
maalesef! Zira görüşmenin
hemen ardından kullanılan
bu başlığın atılabilmesi için
yaklaşık iki saat süren bu
ikili toplantıda konuşulan
her şeyden haberdar olmak
gerektiğine inanırım. Eğer
durum böyleyse, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bir kez
daha ilân edeceği bir “Ofisimizde böcek bulundu!”
açıklaması duymayı bekliyoruz. Bu açıklama gelirse,
söz konusu böceği koyma
kararını kimin aldığını da
bilmiş olacağız elbette.
Yok, böyle bir böcek filan
söz konusu değilse, “Hoca”
sıfatıyla manşette anılan
Davutoğlu’nun “Ben ayrılmak istiyorum” dediğinde
“Hayır Hocam, ayrılamazsınız!” diye ısrar etmiş olabilecek Erdoğan’a neden iftira
atıyorsunuz?
Bu manşeti atmaya kim
karar verdiyse, bilsin ki ne
ona, ne de “karar”larına
saygımız var!
Uluğ Bayındır // [email protected]
Doktorun kararı: Hasta panik atak!
K
ARAR gazetesinin kurucu kadrosunda yer alan ve nedendir bilinmez ama Cumhurbaşkanı’nın her tavrını ilginç
bir panik üslubuyla çeperleyen Elif Çakır’ın bu mânâda 10
Mayıs 2016 tarihli baskıda girilen yazısı tuhaftı!
>> Öyle ya, Çakır’a
göre 1 Kasım zaferinin
üst mimarı Davutoğlu
Hoca’yken, yine Çakır’ın
7 Haziran ile 1 Kasım
arasındaki yazılarına
baktığımızda erken seçimden âdetâ korkan bir
kişilikle karşılayoruz.
“Hâinler Mahallesi”
başlıklı yazısıyla 10 Mayıs günü Çakır’ın neler
söylediğine bakalım…
“Birkaç gündür AK
Parti’nin arkasındaki
‘hâinler mahallesi’nde
dolaşıyorum. Gerçekte
kaydı kuydu olan böyle
bir mahalle yok elbette.
Ama böyle bir mahalle
var. 2011 yılında inşâ
edilmeye başlandı. AK
Parti’nin muktedir olmasının akabinde inşâ ettiği bir mahalle ‘hâinler
mahallesi’. Mahallenin
giriş kapısında şöyle bir
uyarı, îkaz yazısı var:
‘O iş sizin bildiğiniz gibi
değil!’ ‘Size anlatacakları
hikâyeye bakmayın,
inanmayın ha!’ uyarısı
bu. Neden? ‘Çünkü sizin
bilmediğiniz şeyler var!’
Mahallenin ‘zorunlu’
sakinlerini tanıyorsunuz. Hepsi önce
hayasızca, pespayece,
insafsızca yürütülen
kampanyalarla îtibar
suikastına uğradılar. Kimine ‘Kraliçe’nin adamı,
İngiltere bağlantısı var!’
dendi. Îtiraz edenler
oldu: ‘Olur mu öyle şey?
Bu adam Müslümandır,
ayıptır, günahtır, bühtan
ediyorlar!’ Denildi ki,
‘Sizin bilmediğiniz hususlar var’.
Daha düne kadar
‘dâvâ adamı’ deyip de
eline koluna sarıldığımız, duâlar ettiklerimiz,
bir sabah uyandık ki,
meğer ‘bakanlıklara
paralel örgütü dolduran,
devlet kademesini paralelin hizmetine sunan’
hâinin, kriptonun önde
gideniymiş! Bir kulağımızın duyduğuna diğer kulağımız
inanmadı. Daha biz
‘Ne oluyor?’ demeden
denildi ki, ‘Sizin bilmediğiniz şeyler var, o iş öyle
değil!’.
‘Gerçekten bizim
bilmediğimiz hususlar
vardır’ denile denile...
‘Hâinler mahallesi’ne
itildiler. Hâin ilân edilenler, ‘kâh bu zillet muamele’ karşısında kendilerini savunmayı ‘zul’
saydılar sustular, kâh
‘dâvâya zarar vermemek’ adına sağır kesildiler. Ses çıkmadıkça sayı
fazlalaştı. Ses çıkmadıkça daha fütursuzlaşıldı.
‘Hâinler mahallesi’nin
son sakini, mazlumu ise
Başbakan Ahmet Davutoğlu oldu.
Birkaç gündür yazmamamın nedeni tam
olarak bu. Olan biteni
suhûletle anlamaya
çalışıyorum. Duygu
dünyamda ‘hâinler
mahallesi’ne bu yüzden
döndüm. Bakıyorum.
Hepsi kendi sessizliklerinde oturuyor. Hepsi
Tayyip Erdoğan’ın dâvâ
arkadaşları... ‘Kardeşim’
dediği insanlar… Kırılmışlar, gücenmişler ve
kendi kabuklarına çekilmişler. Başbakan Davutoğlu’nun ‘vedâ konuşması’nı
izlerken yüreğim burkuldu. Anlayamadım.
Anlamlandıramadım.
“Kardeşim bu görevi fazlasıyla hak etti” diyerek
20 ay önce göreve getirilen, sonrasında gayretiyle, samîmiyetiyle,
dürüstlüğüyle herkesin
sevgisini kazanan, AK
Parti tabanıyla doku
uyuşmazlığı yaşamayan, iki seçimde partisini sandıktan başarıyla
çıkartan Ahmet Davutoğlu, ‘hâin’ yaftası yiyerek görevini bırakmak
zorunda bıraktırıldı.
yaymaya devam ediliyor. Tayyip Erdoğan
istediğini partinin başına geçirir, kimsenin de
buna itirazı olmaz. Tamam da... Bu iş böyle mi
olmalıydı? Madem öyle,
Kasım seçimlerinden
önce alsaydınız Ahmet
Davutoğlu’nu görevden ve kimin ‘düşük
profili’nden memnunsanız onu getirip seçimlere gitseydiniz! Seçmen
kandırıldığını düşünmez mi? Bu her şeyden
önce seçmene yapılan
haksızlık değil mi? Nerede hazırlandığı
ve kimlerce kaleme
alındığı herkesçe bilinen o aşağılık bildiriyi
yazanların, MKYK’da
‘Yetkileri tırpanlansın’
diye türlü alavere
dalaverelerle imza
toplayanların, aylardır
“Davutoğlu hâin, Reis’in
arkasını oyuyor’ yaygarası yapanların, Başbakan Davutoğlu’nun
açıklamalarını dinlediklerinde birazcık yüzleri
kızarmış mıdır? Hiç
sanmıyorum! Hangi uyumlu
isim AK Parti’nin ve
Hükûmet’in başına
geçerse geçsin, getirilirse getirilsin, AK Parti’nin
Genel Başkanı ve Başbakan olarak ilk ziyaret
ettiği şehirde sokağa ilk
adımını attığında bütün
bu olup biteni anlatmak
durumunda kalacak!”
AK Parti, diyelim ki
delegelerini, milletvekillerini ikna etti, onlar da
makamlarını korumak
için vicdanlarının seslerine kulaklarını tıkadılar. Peki, AK Parti, AK
Parti’ye oy vermiş olanlara bu olup biteni nasıl
izah edebilecek? 28
Şubat andıcına bile rahmet okutan alçaklıktaki
‘bildiri’nin üzerinden 24
saat geçmeden Ahmet
Hoca’nın görevi bırakmak zorunda kalmasını
nasıl açıklayacak? Başbakan
Davutoğlu’nun istifasına sebep olan o
kirli, aşağılık bildiri hâlâ
lânetlenmeden orada
duruyor. (Kim neyi
lânetleyecek, o da ayrı
ya!) AK Parti tabanında
açılan derin yaranın
üstüne basa basa sosyal
medyadan hâlâ fitne
Kıymetli okurlarımızın nasıl düşündüklerini
bilmiyorum ama belki
bir kısmı da olsa bana
katılırlar; bu fazlasıyla
hâddi aşmış yazıyı
görüp okuduktan sonra
şunları düşündüm:
Bazısı var, gönül verdiği
dâvâ için canını ortaya
koyar; bazısı da var,
gönül verdiği dâvâ için
canını ortaya koyanın
yanına yamanıp hiçbir
sorumluluk almadan,
bedel ödemeden, canını
ortaya koyanın can
vermesini bekler…
Elif Çakır! Gezi olayları sırasında, Erdoğan’ı
nasıl inandırdığınızı ve
arkanıza nasıl aldığınızı
bilmem, ama hiç ihtiyacı
yokken bir Dolmabahçe
rezilliği haberi çıkarıp
“Belgelerim var, röportaj
da yaptım” dediğin için
arkanda duran adamın
başını eğdirmeye yeltenen senin gibi birinin
aklına ihtiyacı yok milletin. Sen merak etme,
bu millet kimin profilini
düşüreceğini iyi bilir!
haziran 2016
27
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
28
AK Parti’nin İslâm’ı seçme kararı(!)
B
AŞBAKAN Davutoğlu’nun partiyi olağanüstü
kongreye götürme ve Genel Başkan adayı olmama
ilânında bulunduğu günün ertesinde, mayasına sonsuz saygı duyduğum ama hiçbir görüşüne katılamadığım ve de bu yüzden Karar gazetesinin kadrosunda gördüğümde şaşırmadığım Hakan Albayrak’ın bir yazısına rastladım. Zaten Medya Ajanda’ya bir özel “Karar” ayı yapmanın altında da bu yazı vardı.
Davutoğlu’nun da çabaları
sayesinde Meclis’ten döndü (1 Mart 2003). (Dünya
Müslümanları, tezkerenin
Erdoğan’a rağmen reddedildiğine inanmadılar.
‘Erdoğan’ın akıllıca bir
oyunu!’ dediler.) Ben de AK
Parti’de umut aramaya o gün
başlamıştım galiba. Önce
‘Ahmet Hoca’cı’, zamanla
düpedüz AK Partili oldum.
AK Parti hareketinin ve
Yeni Türkiye’nin yegâne
lideri Erdoğan’dı, hâlâ da
Erdoğan. Yeni Türkiye
resminden Erdoğan’ı çekip
alsanız, ne millî iradenin
askeriye üzerindeki egemenliği kalır, ne Kürt’e iâde-i
itibar, ne sağlık devrimi, ne
yerli savunma sanayii, ne o
muhteşem duble yollar, ne
de ‘Stratejik Derinlik’. Yeni
Türkiye resmi tamamen
silinip gider. Öte yandan,
Davutoğlu’suz bir AK Parti
belki de başarılı bir ‘merkez sağ’ partisinden ibaret
kalacaktı; çok başarılı, ama
nihâyet ‘merkez sağ’ partisi…
AK Parti’nin kendini aşıp
bizi ve bütün İslâm dünyasını heyecanlandıran bir
kimlik edinmesinde büyük
payı var Davutoğlu’nun.
>> “AK Parti’nin Seyrüseferi ve Ahmet Davutoğlu”
başlıklı ve 6 Mayıs 2016
tarihli yazısında Hakan
Albayrak, AK Parti’nin kuruluş yıllarına dayalı kendisine şâhit olduğum birkaç
eleştiriye yer veriyor. Ancak
devamında âdetâ otomobili
şarampole yuvarlıyor:
“Gençler bilmez, AK Parti
bidâyette ABD ve AB’ye toz
kondurmayan, neoliberal
küreselleşme tezgâhını
öpüp başının üstüne koyan,
haziran 2016
‘İslam Birliği’ deyip duranlara istihza ile bakan bir partiydi. Amerikan emperyalizminden şikâyet edenleri
‘bu tür arkaik söylemler’den
vazgeçmeye çağırırdı
AK Parti. ‘Medeniyetin
kıyısında kalmamak için’
Avrupa Birliği’ne üyeliğin
şart olduğunu ileri sürerek,
medeniyetin yegâne adresi
olarak Avrupa’yı görmeyi
telkin ederdi.
(…) Derken, Ahmet Davutoğlu etkisi göstermeye
başladı kendini. O zamanlar
Başbakan Başdanışmanı
olan Ahmet Hoca’nın
âbidevi eseri ‘Stratejik
Derinlik’te yer alan tezler yavaş yavaş AK Parti’nin siyasetine sirâyet etti. ‘Bölgesel
entegrasyon’, ‘Afrika açılımı’
gibi şeyler girdi partinin
gündemine. Bu arada, ABD
askerinin Türkiye’den geçerek Irak’ı işgâl etmesini ve
Türkiye’nin de Irak’a asker
göndermesini öngören
meşhur Hükûmet tezkeresi,
(…) Şükürler olsun ki,
bidâyette Somali’nin ‘S’siyle
bile ilgilenmeyen AK Parti,
bugün Somali’nin başkenti
Mogadişu’yu yeniden inşâ
ediyor. Bu değişimdeki
Davutoğlu etkisini görmezden gelmek, AK Parti’nin
olgunlaşma (adını koyalım,
‘İslâmcılaşma’) sürecinde
Davutoğlu’nun oynadığı
mühim rolü takdir etmemek vefâsızlık olur.
(…) Nilgün Marmara, bir
şiirinde ‘Üzgün adım, ileri,
marş!’ der; Davutoğlu’na
gönül verenlerin yürüyüşü
de bu aralar ister istemez
‘üzgün adım’ olacaktır, ama
netîcede tabiî ki Erdoğan ve
AK Parti’yle yola devam.”
Albayrak hakkında “görüşlerine katılamadığım”
dememin özetidir bu yazı.
Zira tam bir çelişkiler manzumesi!
Uluğ Bayındır
“Eski bir aşkı anlatır güller ve dudaklar şimdi!”
8
MAYIS 2016, Pazar… Cumhuriyet gazetesinden Selin Ongun, zamanında “Çankaya yolları şeriata kapalı!” diyerek engellemek için büsbütün karşısında ter döktükleri Abdullah Gül’e
âdetâ tramplen vazifesi görecek bir Ahmet Sever röportajı yapmış.
• AK Parti’nin içinde
de aidiyet duygusunda zayıflama var mı
sizce?
Nasılsa Ahmet Sever,
yazar veya konuşur, sonra Abdullah Gül de “Onun
düşünceleri onu bağlar!”
diyerek sıyrılır. Neden mi
böyle diyorum? Röportajın en başına bakınız!
Zâhid, eli kendinden
bilirmiş… Bunlar hoş işler
değil anlayacağınız…
Tabiî bir de bu röportajı şöyle okumanızı
tavsiye ediyorum: Karar
gazetesinden fışkıran
bunca lavın karşısında
Gül koridoru hangi kapıları açık tutuyor, hangi
kapıları kapatıyor?
İki bölümlük röportajdan bazı kesitler için
buyurunuz!
“Ahmet Sever:
‘Trollerin talimatları
Saray’dan geliyor!’
• Davutoğlu bırakırken, kongreye gidilirken, o Pelikan
bildirisi ne anlama
geldi şimdi?
Davutoğlu’nun çevresi ile Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın çevresi arasında perde arkasında yaşanan bir çekişme vardı
zaten. O çekişmenin bir
kısmı kamuoyuna yansıyordu, bir kısmı ise hiç
yansımıyordu. Pelikan
hâdisesi, aradaki çekişmenin geldiği noktayı
gösterdi. Fakat bence ‘O
mu yazdı, bu mu yazdı?’
tartışmasının önemi yok.
• Neden önemi yok?
Orada işler talimatla
yapıldığı için, önemli
olan, ona yeşil ışık yakılması, yazılanlara izin
verilmiş olması, ‘Böyle
bir şey yapın!’ denilmiş
olması. Önemli olan,
kimin yazdırdığı...
• Kim yazdırdı?
En yukarıdan gelen bir
şey, çok bâriz!
• Bir yandan da bilmediklerimiz varmış,
onları öğrendik
Pelikan’dan. Meselâ
Abdullah Gül’ün
temâyül yoklamasından birinci çıktığını
bilmiyorduk. Acaba
Gül kendisi biliyor
muydu?
Tabiî ki… O dönemde
kendisinin yanında
çalıştığım için ben de
biliyordum. Abdullah
Gül’e çıkan destek
yüzde 76’ydı. Ahmet
Davutoğlu’na çıkan
destek de yüzde 1 civarındaydı. Arada korkunç
bir uçurum var. İşin tuhaf
tarafı da orada! ‘Tabanın
görüşü bizim için çok
önemli’ deyip tabanın görüşünü dikkate almadan
bildiğini okumak ancak
bu kadar olur.
Elbette orada da var.
İnsanlar çıkıp açıkça
konuşamıyorlar. Bir korku ve çekinme hâli var.
Bu, bence iki nedenden
kaynaklanıyor. Bir… Bazı
insanlar menfaatlerinden, elde ettikleri kazanımlardan, imtiyazlardan
dolayı olup bitene kuşkulu ve kaygılı baksalar da
bunu dillendiremiyorlar.
İki… ‘Dâvâya ihânet eden
adam, arkadan hançerleyen adam’ etiketi yememek için susuyorlar.
• AK Parti’nin dâvâ
temasına nasıl bir
parantez açarsınız?
Dâvâ filan kalmadı.
Neyin dâvâsı? Menfaat,
çıkar dâvâsı.
• Başkanlık davası?
Şu an zaten Tayyip
Erdoğan fiilen başkan!
Recep Tayyip Erdoğan
ne istiyor da bu ülkede
olmuyor? Hangi dediğine
karşı çıkılıyor? Sözünü
nereye geçiremiyor? Başkan olduktan sonra daha
ne olacak? Bu sorulara da
cevap vermek lâzım.
• Davutoğlu’nun başına ne geldi sizce?
Davutoğlu ne bekliyordu ki? Az önce temâyül
yoklamasındaki oranlardan bahsettik. Zaten
temâyülden yüzde 1
almış, bir kişinin iradesiyle ve kendisini seçenin
bir dediğini iki etmeme
şartı ile o makama gelmiş.
Cumhurbaşkanı yüzde
100 biat istiyor. Yüzde
99 biat yetmiyor. Dediklerinin yüzde 99’unu
yapıp birini yapmazsanız
bitiyorsunuz gözünde.
Davutoğlu bu süreçte
pek çok sınavdan geçti
ve aslında hepsini kabullendi. MKYK ve Bakanlar
Kurulu oluşturulurken
neredeyse tamamını
Cumhurbaşkanı belirledi.
Dolayısıyla bunları içine
sindirip bugün olanlara
şaşırması tuhaf!
• Sadece Gül değil,
Bülent Arınç’tan
Hüseyin Çelik’e ve
son olarak Ahmet
Davutoğlu da trollerden nasibini aldı.
Saray’dan işaret
verildiği, hedef gösterildiği anda troller gereğini
yapıyor. Trollerin başvurdukları yöntem ortada!
Yalan, iftira, linç, şantaj,
tehdit, hakaret... Dinin
yasakladığı her yola dindar adı altında başvuran
bir trol şebekesi ile karşı
karşıyayız. Ve bundan
rahatsız olmayan bir parti
yönetimi var.
• Davutoğlu Genel
Başkanlık koltuğuna
oturduğu andan
îtibâren kendi
tutarlılık çizgisini
koruyan ve çıtayı
yükselten bir profil
izleseydi, âkıbeti ne
olurdu?
Belki bir süre daha
kalırdı. Ama finaldeki
resim değişmezdi. Bence
Tayyip Erdoğan, Davutoğlu dönemini bir geçiş
süreci gibi kurdu. Şimdi
yerine kimi getirecekse,
onu o zaman getirmenin
partide çok kabul görmeyeceğini düşündü.
• 27 Ağustos’taki vefâ
kongresinde Davutoğlu, konuşurken
neredeyse tüm teşkilatı selâmlamıştı...
Bir kişi hâriç: Abdullah
Gül…
• Sadece şahsınız için
sormayalım, AK Parti
sizlerden en çok
neyinizi aldı; birlikte
yaşama umudunu
mu, adâlet duygusunu mu?
Birlikte, barış ve hoşgörü içinde yaşama duygusunu, gerçek anlamda
demokratik bir ülke
olma arzusunu... Ve bu
kayıplar sadece liberaller
ya da içeride AK Parti’yi
destekleyenlere özgü
değil. Hatırlayın, dünya
basını da Türkiye’yi
yere göğe koyamıyordu.
Batı basını, ‘Türkiye
sessiz devrim geçiriyor’
diyordu. Avrupa’da
politikacılar da, sosyal
demokratlar, özellikle
Yeşiller, Türkiye’ye övgü
yağdırıyorlardı. Şimdi
onlarda da hayâl kırıklığı
var. Kendini kandırılmış
hissetme hâli hem içeride, hem dışarıda mevcut.
• Bu, Erdoğan ve ekibinin söylemi: “Kandırılmışız!”
Sadece kanmıyor,
kandırabiliyorlar da
demek ki… Kendilerini
kullanılmış, kandırılmış
hissedenler hiç az değil.
• Davutoğlu’nun gidişi
Suriye politikasında
anlamlı bir değişikliğe neden olur mu?
Sanmıyorum, o sadece
Davutoğlu endeksli bir
politika değildi. Birlikte
oluşturdukları ve uyguladıkları bir politikaydı.
Oradan dönüş biraz zor
görünüyor. Bugünlerde
Suriye’ye girmekten
bahsediliyor. Bu nasıl
olacak? Suriye’deki tüm
taraflarla düşman bir Türkiye var. IŞİD ile düşman,
PYD ile düşman, Esad ile
düşman. Oraya girer ise
Türkmenler dışında bir
müttefiki yok. Bunlara
ilave dış faktörler var.
Rusya var, İran var, Çin
var. Onlar da size karşı!
Dolayısıyla tek başına
Suriye’ye girmesi bana
imkânsız görünüyor.
• Can Dündar’a saldırı...
Bu ülkede bu kadar
nefret tohumu ekerseniz,
şiddet biçmemeniz mümkün mü? Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve
ona bağlı yandaş kalemlerin kullandıkları öfke
ve nefret dili Can’ı zaten
hedef hâline getirmişti.
Yaratılan bu ortamda
birileri durumdan vazîfe
çıkarıyorlar işte!”
haziran 2016
29
haberajanda
Perspektif
etmez. Bu güzel vatan topraklarından hiçbir dünyevî
güç, bir tek kum tanesini bu
aziz milletin elinden alamaz.
B
U topraklarda -Allah’ın (cc) lütfuyla- kıyamete kadar kalacağımız için bir gerçeği sürekli olarak tekrarlamak durumundayız:
Biz millet olarak, bu toprakları mîras şeklinde değil, şehit kanları dökerek Bizanslılardan aldık.
>> Bizanslılar bu toprakları
bize altın tepsi içinde sunmadılar. Onların sahibi olan
Vatikanlılar bu toprakları
bizden geri almak için defalarca Haçlı seferleri düzenlediler. Bizanslılar, Haçlılar ve
onların soysuz soylarından
gelenler bizi bu topraklardan
sökemediler.
30
haziran 2016
Tarihî bir gerçektir ki,
bu aziz millet, bin yıldır bu
toprakların hâkimidir ve bu
hâkimiyet, inşallah kıyamete
kadar sürecektir. Bu aziz
millet bu topraklarda yegâne
hâkimiyet sahibidir!
Nasıl TBMM’de
“hâkimiyet kayıtsız şartsız bu
milletin” ise, bu güzel vatan
topraklarında da hâkimiyet
kayıtsız şartsız bu milletindir!
Bu güzel vatan topraklarında hâkimiyet öylesine bu
milletindir ki, Hakkâri’den
Edirne’ye kadar bir tek çakıl
taşını, bir tek kum tanesini
bir başkasına vermez, bir
başkasının hâkimiyetine terk
İster sığır çobanlarının başını oluşturduğu
Vatikan-Haçlı güçleri, ister
Uzakdoğu’nun Maoistleri,
Taoistleri, Budistleri, Brahmanları, ister kuzeyimizin
komünistleri, sosyalistleri,
Marksistleri, Çaristleri, hangi
güçler bir araya gelirlerse
gelsinler, bugünkü gerçeği
değiştiremezler!
Yaptıkları ve yapacakları
tek şey, sadece bu ülkenin
yeniden fethi için gerekli
olan tertemiz şehit kanlarını
bu milletin evlâtlarının tekrar
bu topraklara dökmesini
sağlamak olur.
Unutulmasın, toprak da
tıpkı ağaç gibidir; nasıl ki
ağaç yaşamak için mutlaka
suya ihtiyaç duyarsa, toprak
da vatan olarak kalmak, vatan
olarak varlığını sürdürmek
için mutlaka şehit kanına
ihtiyaç duyar. İşte bu aziz
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen
[email protected]
milletin kahraman evlâtları,
tertemiz kanlarıyla bu güzel
toprakları bunun için suluyorlar!
Vatan için dökülen şehit
kanları, ağaçlara verilen can
suyu gibidir. Nasıl ki fidanlar
dikildiğinde can suyuna ihtiyaç duyarlarsa, topraklar da
taze fidanlar gibi, can suyu
nev’inden şehit kanına ihtiyaç duyarlar. Böylece toprak,
dökülen her damla şehit
kanıyla yeniden fethedilmiş,
yeniden vatanlaşmış olur.
İşte bu millet şimdi bunu
yapıyor! Bu güzel toprakları, dedelerimizin bizlere
emâneti olan bu güzel vatanı
yeniden fethediyor, yeniden
vatanlaştırıyor! Tarihin bize
biçtiği kaderden, coğrafyanın
bize gösterdiği kaderden,
büyük millet olmanın, İslâm
ümmetinin başı olmanın, bin
200 yıldır İslâm’ın bayraktarı
ve son ordusu olmanın yüklediği kaderden kaçamayız!
Bundan kaçılmaz! Bundan
kaçacak olursak bu topraklarda yaşayamayız! Bunu
bilmek zorundayız!
Madem dedelerimiz bu
en güzel coğrafyayı fethedip
vatan olarak bizlere hediye
ettiler, vatan olarak bizlere
emânet ettiler, bize düşen
de bu en güzel coğrafyada
kurulmuş olan bu en güzel
vatanı bizden sonra gelecek
olanlara hediye etmek, onlara emânet etmek, -bir çakılına, bir kumuna, bir otuna,
bir çöpüne, bir kılına bile
halel getirmeden- bizden
sonra gelecek olan nesillere
olduğu gibi aktarmak, yani
İttihat ve Terakki alçaklarının, pisliklerinin, namertlerinin, Batı uşaklarının, Vatikan
muhiplerinin yaptıkları gibi
yapmamak ve nasıl almışsak
öyle bırakmak olacaktır.
Kolay değil elbette!
İşte bu zaman diliminde
bu aziz millet, hiç de kolay
olmayan, hatta çok zor olan
bir savaşı başarıyor ve söz
konusu kavgayı bütün dünyaya karşı yapıyor. Hem de
aynı askerî ittifaklar içinde
beraber olduğumuz ülkeler
de dâhil olmak üzere, bütün
müstevlî güçlere karşı sürdürüyor bu kutlu savaşı…
Hem de Birinci Cihan Harbi
öncesinde bu milletin içinden edindiği hâinlerden daha
çoğunu edinerek, bize saldıran müttefik görünümündeki
Vatikan muhiplerine karşı
sürdürüyor bu kutlu savaşı,
bu kıyamet savaşını, bu Armageddon Savaşı’nı…
Bu aziz millete karşı kim
kiminle ittifak içinde olursa
olsun, bu aziz millete karşı ittifak içinde olanlar içimizden
hangi vatansızları, Vatikancıları, “Boğaziçi Aşireti”nin
mensuplarını, “güneyde
sevilen ülkenin” bağlılarını,
takiyyecileri, iki kimliklileri,
kimliksizleri, gündüz külâhlı
ve gece silahlı olanlarını, bu
ülkenin vatan olmasında
kanı ve teri olmayanların
evlâtlarını, bilumum pislikleri,
alçakları, dinsizleri, iki dinlileri, çok dinlileri, din değiştirenleri, münafıkları, mürtetleri, mülhitleri, müşrikleri
ve kovboyların, Hansların,
İvanların, Vikinglerin, uzun
bacaklıların, kısa bacaklıların
çanak yalayıcılarını, tasmalı
itlerini, domuz çobanlarını,
domuzcuklarını, Hünsaları,
deistleri, deyyusları, alçakları,
namertleri ve de bütün bunların siyasî uzantılarını, siyasî
sözcülerini, medya mensuplarını edinirse edinsin, bu kutlu
savaşın, bu Armageddon’un,
bu kıyamet savaşının kazananı, zafere ulaşacak olanı bu
aziz millet olacaktır. Çünkü
bu aziz millet, İslâm’ın son
ordusudur, bayraktarıdır,
sancak taşıyıcısıdır! Bu aziz
millet İslâm’ın kılıcıdır!
Ve “güç ve kuvvetin elden
ele dolaşması” hükmü gereğince, gücü ele geçirmek,
şanlı tarihinde olduğu gibi
yeniden cihana hükmedecek
güce erişmek sırası bu aziz
millete gelmiştir.
Evet, sıra bizdedir artık!
Batı’nın emperyal kavimleri
kendilerine verilen gücü kötüye kullanmışlardır. Belki de
insanlık tarihi boyunca hiçbir
emperyal kavim, kendisine
verilen gücü, bu zaman dilimindeki emperyal kavimler
kadar kötüye kullanmamışlardır. Tarihin hiçbir zaman
diliminde zulüm ve haksızlık
bu kadar hükümferma olmamış, bu kadar kan ve gözyaşı
akmamış, insan bu kadar
kolay ve alçakçasına kıyıma
uğramamış ve Vatikan muhipleri bu kadar acımasız ve
kan dökücü olmamışlardır.
Bu bakımdan, söz konu-su
Vatikan pislikleri, bu Haçlı artıkları, bu Tapınak Şövalyeleri kaybedecekler, kahrolacaklar, yaptıkları burunlarından gelecek ve toptan Cehennem’i boylayacaklardır!
Hem de Yahudî Pavlos’un/
Saint Paul’un tahrif ettiği
“teslis dinini” alarak gideceklerdir Cehennem’e... Orada
Hanya’yı da, Yanya’yı da göreceklerdir; hem de istemedikleri ve ummadıkları kadar…
İçimizden bazı namertler,
O Güzel Nebî’nin (sav)
rehberliğini, önderliğini, en
güzel örnekliğini, yol ve yön
gösterici oluşunu bırakıp da
kurtuluşu (uydurma) Hz.
İsa’da (as) gören vatansızlar
anlayacaklar düştükleri çukurun derinliğini, anlayacak ve
ah vah edecekler!
O raddede, o lahzada, o
anda bu ah vah edişin faydası
olur mu dersiniz? Rabbim
dilerse, olur elbet! Çünkü
bir zamanlar bu milletin
parçası olarak yaşamışlardı,
bir zamanlar rehber olarak
O Güzel Nebî’yi (sav) biliyor
ve kurtuluşu Hz. İsa’nın şahsiyeti etrafında toplanmakta
değil, O Güzel Nebî’nin (sav)
izi üzere olmakta görüyorlardı. Rabbim dilerse, elbette
bir zamanlar izledikleri o
mübârek iz hürmetine bu
namertleri bağışlar, kustukları
hezeyanları görmezden gelir.
Ya dilemezse? Ya onları
“Hz. İsa’nın şahsiyeti etrafında toplanmak” niyetiyle
hesaba çekecek olursa? Ya
O Güzel Nebî’nin (sav)
getirdiklerinin, bize sunduklarının, bize öğütlediklerinin
kıyamete kadar geçerli olduğunu yüzlerine vurup hangi
alçağın, zındığın, pisliğin,
namerdin yönlendirmesiyle
Hz. İsa’ya (as) döndüklerinin
hesabını soracak olursa? Kilise direğine dönen enseleriyle
bu yönelişin hesabını nasıl
verecekler dersiniz?
Rabbim kimseyi, hiçbir
mü’mini şaşırtmasın, sapıtmasın, îmandan sonra küfre
döndürmesin! Rabbim bizleri de, O Güzel Nebî’yi (sav)
bırakıp Hz. İsa’ya yönelen
ahmakları da, kılıç artıklarını
da bağışlasın, tekrar O Güzel
Nebî’nin tertemiz yoluna
döndürsün ve kurtuluşun O
Güzel Nebî’ye (sav) uymaktan geçtiğini o ahmaklara bir
kere daha göstersin! (Âmin.)
haziran 2016
31
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
17 Aralık operasyonunda “çatı darbe bloğu” devredeydi, 7 Haziran seçeneğinde ise
“parlamenter sistem
bloğu”. Çatı darbe bloğu AK Parti’ye “kasten
öldürmek” sertliğinde
saldırıyor ve AK Parti
de buna karşı “Lideriyle bir bütün” netliğinde
cephe almışken, 7 Haziran seçeneğindeyse
“parlamenter sistem
bloğu”na AK Parti içinden ciddî destek vardı.
Parlamenter sistem
bloğu, bir taşla iki kuş
vurmak istiyordu:
Koalisyon hükûmeti
kurmak ve Erdoğan’ı
“Liderlikten ‘profili düşük Cumhurbaşkanı’na
indirmek”…
***
Davutoğlu’nun kendini “muktedir” hissettiği dönemin 7 Haziran
ile başladığını söyleyebiliriz. Çünkü 7 Haziran
seçim sonuçları, Davutoğlu ve onu liderliğe
hazırladığını düşünen
ekibi için “Erdoğan’ın
Cumhurbaşkanı kalması” noktasında
net bir tabloydu ve
bunun sorumlusu da
Erdoğan’dı. Nitekim
Davutoğlu, seçim sonuçlarını değerlendirdiği ilk sözlerinde, “Sistem değişikliği halka
sunulmuş, halkımızın
takdiri parlamenter
sistemin devamından
yana olmuştur. Öyleyse yeni anayasa olana
kadar mevcut yasaları
32
haziran 2016
HABER AJANDA
işletmek ve yasaların
tanımladığı görev
alanları içinde kalarak
siyaset yapmak zorundayız! Halkımız böyle
mesaj verdi!” diyebilmiştir.
***
AK Parti tekrar tek
başına iktidara gelirse
eğer, en az Erdoğan
kadar “eş zafer başkanı” zemini de hazırdı.
Hatta bilerek veya
bilmeyerek bir kadro,
“7 Haziran seçimini
başkanlık gündemi
sebebiyle kaybettik,
Cumhurbaşkanı’nın
sahaya inmesi olumsuz etki bıraktı! Bunlardan vazgeçilirse,
Hoca’ya fırsat verilirse
tek başına iktidarız!”
gibi bir “Biz demiştik!”
kurnazlığı magazine
ediliyordu.
***
Efsane lider yaşıyor!
H
ER şey, hani o paylaşılamayan “lider” kelimesinden doğdu...
Önce Abdullah Gül’ün ısrarla “Kurucu lideri olduğum ve ilk
Başbakan, Cumhurbaşkanı olduğum” cümlesinde taşıdığı tavrıyla start verdiği, ardından Bülent Arınç’ın ısrarla “Kurucu liderlerinden olduğum” salvosu ile ısıttığı ve derken finale işaret
eden Ahmet Davutoğlu’nun “Efsanevi Lider’den devraldığım
liderliği” şeklinde başlattığı sözüyle süreci “son”landıran “gong
sesi” ile beraber, “Erdoğan sonrasını öne almak” hamleleri sonuçsuz kaldı.
>> Çünkü Sayın Erdoğan,
Abdullah Gül’e “Başbakan ve
Cumhurbaşkanı tayin ettiğim” şeklindeki hatırlatması,
Sayın Arınç’a “Ağabeylikten
‘o zât’ profiline sen kendin
düştün!” uyarısı ve Sayın
Davutoğlu’na da “Ben henüz
efsane olmadım, çünkü yaşıyorum!” mesajıyla bir gerçeğin altını çizmiştir: Lider,
Türkiye olacak! Türkiye’nin
bir lideri olacak! Ve ikisine
dair hüküm konusunda da
millî irade karar kılacak!
Aralık 2013 operasyonu ve
koalisyon hükûmeti amacıyla
kurgulanan 7 Haziran 2015
seçeneği…
Bu noktada iki önemli
tarih var: Hükûmet’i devirme amacıyla yapılan 17
17 Aralık operasyonu,
“Hükûmet’i devirmek” hedefinde netti. 7 Haziran seçeneğinde ise ana hedef koalisyon, ara hedef de “Lider’i
devirmek” idi.
Peki, “Erdoğan sonrasını
öne almak” hamleleri ne
zaman start aldı?
Hoca’nın avucundakileri açması için
“Siyasete şimdi başlıyorum!” kararlılığında
hareket etmesi lâzım.
Değilse, hocalığa dönecek ve belki şartlar
olgunlaştığında “hatırat” ile avucundakileri
bırakacaktır. Doğrusu,
Erdoğan da bu avucun
parmak uçlarına vurmayacak kadar vefâlı
ve tecrübelidir. Ancak
Hoca’nın avucunun
içindekileri deşifre
etmekte ısrar eden
çevreler var. Bu çevrelerse “medya savaşları”
içindeki trollerdir. Daha
açık söyleyelim:
haziran 2016
33
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
Hoca adına mücadeleyi medya üzerinden
yürütmek isteyen
çevreler örgütlenmiş
durumdalar. Hatta bir
de Karar’ları var: “Hoca
lider olunca, Erdoğan
‘Dur!’ dedi…”
***
Kamplaşma “Hocacılar-Reisçiler” jargonu
üzerinden yürütülmüş
ve Davutoğlu’nun istifasından bir gün önce
Grup Toplantısı’nda
yaptığı “deşifre” ile ikinci aşamaya geçmiştir.
Hocacı kuşlar-Reisçi
kuşlar efsanesi, “Pelikan Dosyası” ile “Efsane yaşıyor!” ironisine
“Merhaba!” demiştir.
Özellikle “Karar” adlı
gazetenin yayın hayatına giriş ve istifa sonrası tutum grafiği, en
az istifa kadar önemli
başka kararların da
verildiğini ilân etmektedir: AK Parti medyası
bölünmüştür!
***
Peki yeni isim, “lider”
belli olduğuna göre,
Lider’in göstereceği yol
üzere tavır takınacağı
için ne yapacak? İlk
izlenimi ne olmalıdır ki
gömleğin ilk düğmesi
doğru iliklensin? Veya
yeni isim “düşük profil”
olmasa da muhalefete
“Düşük yaptı!” dedirtmemek için en hayatî
adım olarak hangi
kelimeyi, davranışı,
yöntemi kullanmamalıdır? O riskin adı şudur:
“Rövanş”…
34
haziran 2016
Davutoğlu’nun “Başbakan olarak hakkım!” dediği kadrolaşma, hem
sistem içinde, hem de parti içinde “iki başlılık” motoruna evirilebilirdi.
Ancak Davutoğlu bu riskleri göze aldı ve koasliyon çalışmaları
sürecinde hem “küresel muhataplık”, hem de “kadrolaşmak”
çizgisindeki yol haritasını devreye soktu.
HABER AJANDA
17 Aralık operasyonunda
“çatı darbe bloğu” devredeydi, 7 Haziran seçeneğinde
ise “parlamenter sistem
bloğu”. Çatı darbe bloğu AK
Parti’ye “kasten öldürmek”
sertliğinde saldırıyor ve AK
Parti de buna karşı “Lideriyle
bir bütün” netliğinde cephe
almışken, 7 Haziran seçeneğindeyse “parlamenter sistem
bloğu”na AK Parti içinden
ciddî destek vardı. Parlamenter sistem bloğu, bir taşla iki
kuş vurmak istiyordu: Koalisyon hükûmeti kurmak ve
Erdoğan’ı “Liderlikten ‘profili düşük Cumhurbaşkanı’na
indirmek”…
Bloğun attığı taş, AK
Parti içindeki yumuşak karın
bölgesinden alınıyordu: Liderlik…
AK Parti (içinden) göz
göre göre, bile bile, “Geliyorum!” diyen ayak sesleri
ile bir “liderlik krizi eşiği”
oluşturdu. Sayın Erdoğan’ın
liderliğinin yorulduğuna
inanan ve sözde “Dinlensin!”
naifliğindeki hamlelerle “Erdoğan sonrasını öne almak”
atağı örgütlendi. Bu durum
örgütlenmekle de yetinmedi,
mesafe aldı. Aldığı mesafenin finalini 7 Haziran sonrası denedi. Bu bağlamda 7
Haziran, “final” zannıyla iki
örgütlenmeyi heyecanlandırdı: Çatı darbe ile parlamenter
sistem bloğu…
Çatı darbe bloğu ile parlamenter sistem bloğu arasında
bir “uzlaşma” zemini arandı
ve bulundu: “Ahmet Davutoğlu”…
Ahmet Davutoğlu, Başbakan tayin edildiği günden
îtibâren kendini “Erdoğan
sonrası liderlik” için hazırladı.
Ancak 7 Haziran seçimleri
sonrası Davutoğlu’nun bu
arzusu ve hedefi, koşulların
mobingi ve bir ekibin telkini
ile “Erdoğan sonrasını öne
almak” seçeneğini öncelikli
kıldı. Çatı darbe ve de parlamenter sistem bloğunun
yolları bir imkânda kesişti:
“Ahmet Davutoğlu”…
Çatı darbe bloğuna karşı
mücadele vermiş ve bu noktada Erdoğan ile uyumlu ve
sâdık çalışmış Davutoğlu’nun
bu blokla uzlaşması beklenemezdi. Ancak çatı darbe
bloğunun gizli ajandasında
iki önemli konu vardı: Paralel devlet ve Kürt devleti
arayışını sonlandıracak “Çözüm Süreci”…
Sayın Davutoğlu, önce
atanmış, sonra seçimle
gelmiş “Genel Başkan” ve
“Başbakan” idi; ancak bunlar
birer “görev” idi ve Davutoğlu, görevlerle yetinecek biri
değildi. O, kendisinin bir
“lider” olduğuna samîmiyetle
inanıyordu. Çevresi de
onu, “Erdoğan sonrası Yeni
Türkiye’nin Bilge Lideri”
etiketiyle destekliyordu. Bu
noktada “liderlik testi” için
ateşkes isteyen çatı darbe
bloğunun iki şartından biri
olan paralel devlet ile mücadeleyi yavaşlatmaya veya
sonlandırmaya yanaşmadı,
fakat “lider” olduğunu ispatlayacak düzeyde önünde
büyük bir fırsat olduğunu
gördü: Çözüm Süreci…
Çözdüren süreç:
Çözüm Süreci
Başlatıcısı ve destekleyicisi
Erdoğan olsa bile, Çözüm
Süreci’ni tamamlayan, savaşı
sonlandıran “kahraman”
olmak, Davutoğlu için bir
“hayatî liderlik” fırsatı idi.
Üstelik HDP barajı aşmış
ve onun koalisyonun ortağı olduğu veya dışarıdan
destekleyeceği bir hükûmet
modeli üzerinden hem Çözüm Süreci hızlandırılmış
olacak, hem de Erdoğan’ı
hedef alan “Seni başkan
yaptırmayacağız!” kampanyasının yumuşamasını sağlayan
“Güçlü Başbakan” profili ile
emin adımlarla “Erdoğan
sonrası liderlik” parkurunda
bir “koşan lider” kazanımı
oluşacaktı.
Bu bağlamda Davutoğlu’nun kendini “muktedir”
hissettiği dönemin 7 Haziran ile başladığını söyleyebiliriz. Çünkü 7 Haziran
seçim sonuçları, Davutoğlu
ve onu liderliğe hazırladığını düşünen ekibi için
“Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı
kalması” noktasında net bir
tabloydu ve bunun sorumlusu da Erdoğan’dı. Nitekim
Davutoğlu, seçim sonuçlarını değerlendirdiği ilk
sözlerinde, “Sistem değişikliği
halka sunulmuş, halkımızın
takdiri parlamenter sistemin
devamından yana olmuştur.
Öyleyse yeni anayasa olana
kadar mevcut yasaları işletmek ve yasaların tanımladığı
görev alanları içinde kalarak
siyaset yapmak zorundayız!
Halkımız böyle mesaj verdi!”
diyebilmiştir.
Aslında bu sözler,
Davutoğlu’nun “Genel
Başkan-Başbakan” profilini
“Lider” profiline” yükselteceği kararlılığına işaret ediyordu. Bunu da parlamenter sistem bloğunun “çatı lideri” ile
pekiştirecekti. Davutoğlu için
“Efsanevi liderden liderliği
devraldım” cümlesinde özetlenecek bir zemin oluşmuştu.
Bu zemin, iki noktada “ıslak
zemin” özelliği taşıyordu:
Çözüm Süreci ve koalisyon
ile gelecek “Parlamenter
Sisteme devam!” kararı…
Zemin ıslaktı; çünkü
bir Erdoğan gerçeği vardı.
Zemini millî irade olan
bir güç temerküzü vardı.
Davutoğlu’nun perde önünde veya arkasında Erdoğan
ile kavgalı veya uyumsuz
görünmesi, durması veya
izlenim bırakması, “beklenen
lider” seçeneğini “Hoca eşiğinde demlenen Başbakan”
profiline düşürebilirdi. Bu
riski azaltacak iki önemli
hamlenin şartları oluşmuştu:
Çözüm Süreci ve koalisyon…
Koalisyon bloğu çok karışıktı. Âdetâ “çok kocalı Hürmüz” edâsı vardı ve üstelik
paralel yapı da koalisyonun
sivil ayağını örgütlüyordu. Bu
“pizza politikası”nı Erdoğan’ı
ikna edecek şekilde yönetmek neredeyse imkânsızdı.
Fakat Çözüm Süreci Erdoğan için de önemli ve “Güçlü
Başbakan-Güçlü Cumhurbaşkanı” formülünü işletmek
için işlevseldi.
Ancak Erdoğan “Dolmabahçe Mutabakatı’nı
tanımıyorum!” diyerek olası
bu seçeneği de devre dışı
bırakınca, Davutoğlu için
siyasette “yol ayrımı” çanları
çalmaya başladı. Çünkü
Erdoğan’ın liderliğini odakladığı “başkanlık sistemi”
yolunda Davutoğlu’nun “Erdoğan sonrası lider” profilini
beslemesi artık imkânsızdı.
Erdoğan’ın vefâtı dışında
yolu açan tüm seçenekler,
Erdoğan tarafından kontrollü şekilde yönetiliyordu. Öyle
ki, “Çözüm Süreci” âdetâ
AK Parti dışı kadar içini de
haziran 2016
35
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
“çözdürücü” bir işlem ve işlev
görmeye başlamıştı. Davutoğlu net bir karar vermek
durumunda kaldı: “Ya liderlik, ya görev!”
Davutoğlu, tercihini “liderlik” seçeneğinden yana
kullandı. Fakat bu liderlik,
Erdoğan ile yarışan, rakip
olan veya şerh düşen bir
liderlik değildi. Bu liderlik,
“Erdoğan sonrası liderliği
öne alan” stratejiye dayanan
bir “alıştıran lider” profiline
dayalıydı. Bunun içinse Erdoğan ile arasında “yorumtercih-taktik” farkı olduğunu
ortaya koymak zorundaydı.
Davutoğlu, hocalık ve siyasetçi tecrübelerini meczedeceğine inandı ve “görevleri
aşan karizma” programını
devreye soktu.
Bu programda iki önemli
mevzi oluşturmak durumundaydı: Küresel muhataplık ve
kadrolaşmak…
AK Parti içinde
“paralel liderlik” var
mıydı?
Hayır, AK Parti içinde
paralel bir liderlik yoktu.
Davutoğlu hiçbir zaman
Erdoğan sonrası teşkilat
ve milletvekilleri arasında
yeni doku oluşturmaya
çalışmanın ve “parti lideri”
hesapları yapmanın içinde
olmadı. Aksine teşkilat, parti
içi etkinliğini yavaşlatarak
ve hatta “pause” (durdurma)
butonuna basarak etkinliği
ve etkileşimi dondurdu. Bu
bağlamda Davutoğlu, partiye, dâvâya, teşkilata zarar
verecek her şeyden kaçındı.
Fakat iki şeyden vazgeçmedi
ve bunların da hakkı olduğunu samîmiyetle düşünerek
örgütledi: Küresel muhatap
36
haziran 2016
olmak ve kadrolaşmak…
Mevcut Anayasa ve parlamenter sistemin gereği
olarak Başbakan sıfatıyla
küresel muhataplık çalışmaları hem doğal, hem meşrû,
hem de kaçınılmazdı. Fakat
“küresel muhataplık” zemini
ikircikliydi. Çünkü küresel
muhataplık noktasında
Erdoğan’ı by-pass etmek
isteyenler bunu suiistimal
edebilirlerdi ve “Hoca” da bu
süreci dengelemekte zorlanıp
yönetemeyebilirdi.
“Kadrolaşmak” konusu
ise daha ikircikliydi. Çünkü
başkanlık sistemine geçişi
siyaset manifestosu bilen
Erdoğan’ın sistem değişimi için atayacağı kadro ile
Davutoğlu’nun “Başbakan
olarak hakkım!” dediği kadrolaşma, hem sistem içinde,
hem de parti içinde “iki
başlılık” motoruna evirilebilirdi. Ancak Davutoğlu bu
riskleri göze aldı ve koasliyon
çalışmaları sürecinde hem
“küresel muhataplık”, hem de
“kadrolaşmak” çizgisindeki
yol haritasını devreye soktu.
Ancak kısa sürede Çözüm Süreci terör zeminine
evirildi, koalisyon “Erdoğan
şartı” üzerinden kilitlenip
yapılamadı ve erken seçime
gidildi. Bu, Davutoğlu’nun
“erken gelen istifa” sürecinin
de başlangıcı oldu. Çünkü
terör-koalisyon sürecinde,
Davutoğlu dışında “Erdoğan
sonrası lider belli!” temposu tutan ve îtinâ ile “dâvet
bekleyen” bir aktör vardı.
Sözcüsü de belliydi: “Aktör”
Abdullah Gül, “sözcü” Bülent Arınç...
Nitekim 7 Haziran-1 Kasım arasında Gül, Arınç ve
Davutoğlu arasında en fazla
“orta sahada çevrilen top”
hükmünde “yuvarlatılmak
istenen kelime” aynıydı: “Liderlik”…
AK Parti’de “liderlik arayışı” veya “Erdoğan’ın liderliğinde zafiyet” hiç gündem
olmadı. Hatta Gül, Arınç
ve Davutoğlu, bu noktada
şüphe uyandırıcı veya zarar
verici her şeyden kaçındılar.
Fakat “Peki ya Erdoğan sonrası?” özetindeki bilinçaltına
talip olmaktan da vazgeçmediler. Bu psikoloji, “yorulmuş,
hastalığıyla mücadele eden
bir ‘Baba’nın çocukları arasında bilinçaltını kaşıyan bir
mîras hevesi”ne çok benziyordu. Tabiî bu arada küresel
muhataplık karşılık buluyor
ve başta Almanya olmak
üzere birçok ülke “Muhatabımız tabiî ki Başbakan!”
şeklinde demeçler veriyordu.
Kadrolaşma noktasında da
Davutoğlu’nun yakın mesai
arkadaşları detaylı bir yol haritası çıkarıp uyguluyorlardı.
Küresel muhataplık ve
kadrolaşma formülü, iki
şeyden çok ama çok emindi:
Erdoğan’ın liderliği tartışılmazdı ve 1 Kasım’da AK
Parti’nin tek başına iktidara
gelmesi zordu… İroni bu ya,
liderliği tartışılmaz olan birinin iktidar üzere olan hesapları da hesaplanmalıydı…
Gül ve Arınç, “kaygılarını”
yüksek sesle dillendirmeye
başladılar. Kalpleri bilinemezdi ama dilleri çoktan
konuşlanmıştı. Fakat “Hoca”
oldukça temkinli ve hatta
politikayı çözmüş, “görevi
aşan liderlik” profiline geçmiş
bir edâ ve sedâ içindeydi.
Çünkü “kazan-kazan” stratejisi tutmuştu: Koalisyon şartları oluştuğunda zaten taraf-
larca “makul lider” etiketiyle
muhatap alınmıştı. AK Parti
tekrar tek başına iktidara gelirse eğer, en az Erdoğan kadar “eş zafer başkanı” zemini
de hazırdı. Hatta bilerek
veya bilmeyerek bir kadro, “7
Haziran seçimini başkanlık
gündemi sebebiyle kaybettik,
Cumhurbaşkanı’nın sahaya
inmesi olumsuz etki bıraktı! Bunlardan vazgeçilirse,
Hoca’ya fırsat verilirse tek
başına iktidarız!” gibi bir “Biz
demiştik!” kurnazlığı magazine ediliyordu.
Bu “tarz”ın anlamı şu idi:
“Yeni lider geliyor!”
Çözen ve çözdüren
seçim: 1 Kasım
1 Kasım seçimlerinin
sonuçları, çok şeyin sonunu
getiren başlangıç olmuştur.
Çatı darbe ve parlamenter
sistem bloğunun hesaplarını ve moralini bozmuştur
öncelikle. Hatta “Ölene
kadar, Türkiye’nin lideri
Recep Tayyip Erdoğan’dır!”
mottosu bayraklaştırılmıştır.
Seçim sonrası üç önemli
çıktı beklenmiştir: Başkanlık
sistemine geçiş, terörle mücadelede “Süreç yok, sürmek
var!” dönemi ve kuşkusuz
“AK Parti’de devredilen bir
liderlik yok!” mesajı…
Gül ve Arınç sustu, gözler
Hoca’da kaldı. Hoca, belki
de “hocalık” alışkanlığı olsa
gerek, konuştu, konuştu,
konuştu… Konuşmalarında
hâdsizlik, dâvâya, partiye,
süreçlere zarar veren bir usûl,
üslûp yoktu. Fakat “memleket meselesi” orta yerde
duruyordu: Lider TürkiyeTürkiye’nin Lideri…
Başkanlık sistemine geçiş “Acil!” koduyla devreye
HABER AJANDA
Bilgeliği aynı zamanda liderlik sanma
psikolojisinin sancılarını Hoca’nın serencâmı
içinde tattık. Test sürüşü özelliği de olan
“simülatörde eğitim” ile sahada operasyonu
“eşitleyen” hırsı gözlemledik ve bedelini ödedik.
haziran 2016
37
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
meselesinde odak ‘refîk’ değil,
‘tarîk’tir!
Davutoğlu’nun istifa
açıklamasında ince ayarlı,
duygusal zekâ kokan şu sözü
hatırlayalım: “Önce refîk,
sonra tarîk…” Yani yoldan
önce “yoldaşlık” önemlidir.
Nitekim Hoca, dâvâya zarar
verecek her şeyden kaçındığını ve kaçınacağını söylemiş,
bir yoldaş/refîk kaybedeceğine beşerin reddedemeyeceği
makamları ayaklarının altına
alacağını hatırlatmış ve bazı
refîklerin kendisine yönelik
tutumlarına sitem etmiştir.
Bu, “Kızım sana söylüyorum,
gelinim sen anla!” nüktesinde
ve nezâketinde bir çıkış olmuştur.
Ancak tam aksine, konu
“refîk” değil, olup biten her
şey “tarîk/yol” üzere gelişmiştir. Türkiye’nin “Lider Türkiye” olma yolu ve bu yolun
rehberi-lideri noktasındaki
Lider kararlılığıdır mesele.
girmeliydi ve Hoca’nın da
“küresel muhatap alınmak”
ve “kadrolaşmak” kararını
gözden geçirmesi gerekiyordu. 1 Kasım sonrası şartlar,
Hoca’yı “Ya görev, ya ev!”
duygusallığında kuşatıyordu.
Belki bir gün tarih yazacak
gerçekleri, bilgiye dayalı değil
ama hissiyat ile bir “ihtimâl”
yükseldi: Hoca, Erdoğan’ın
liderliğine halel getirmeden
sonraki lider olarak kendisine bu sıfatın helâl olduğu
psikolojisinden çıkamadı, bu
psikolojiden kendisini çıkaramadı.
Oysa tarihî bir fırsat vardı
Hoca’nın önünde: “Göreve
kalk, liderliği sonraya bırak!” Başbakanlık ve Genel
38
haziran 2016
Başkanlığı “görev” sınırları
içinde fakat Lider’in çizdiği
yol/tarîk üzere tutundurmak
seçeneğinde tutunmak varken, Erdoğan sonrası liderliği
-Erdoğan hayatta iken- sağa
sola çekmeden kabullenmek
varken, yani fırsat varken, o
ise bir mârifet istiyordu hem
özde, hem sözde…
“Öz”ü “söz”ü bir
Davutoğlu
Psikoloji, edebiyat ve
tarih, “Davutoğlu”nu ayrı,
“Başbakan”ı ayrı değerlendirecek tecrübeye sahiptir.
Hoca, özü sözü bir kişiliğe
sahiptir. Konu-gündem “Ahmet Davutoğlu” biyografisi ve
“tanıklık” kadrajında “kişilik
analizi” yapılacaksa eğer, özde
ve sözde Hoca olan ve kalan
bir şahsiyet var karşımızda.
Fakat konu-gündem
“Liderlik-Genel Başkanlık- Başbakanlık” kadrajında
“süreçleri ve kendini yönetebilmek” ise, o zaman bir gerçeği tespit ve teslim etmek
durumundayız: Hoca’nın
istifası ve tekrar aday olmaması, “zamanı gelen yarın”
olarak yerinde bir karardır.
Çünkü devamı, Hoca’nın
öz-söz uyumunu da bozabilme riski taşıyordu. Ayrıca
konu bir “başarılı-başarısız”
gibi “karne” havasında analiz
düzlemi değildir; konuşulacaksa -ki dosyamız bu kadrajı esas almıştır-, “Memleket
Hoca, “Lider Türkiye” ve
“Türkiye’nin Lideri”ne zarar
vermemiştir; ancak uyum
ve hız da “Hoca yavaşlığı”
eşiğinde kalmıştır. Veya
“Hoca, bilgelikteki hırsı
politikadaki hız sanmıştır”.
Bu bağlamda “Genel Başkan
ve Başbakan” olarak Ahmet
Davutoğlu’nun hizmet dönemine ilişkin hayır duâlar vicdanlara, analizlerse uzmanına
kalmıştır. Fakat Hoca’nın
istifası sonrası gelişmelerin
“Yeni anayasa ve Yeni Türkiye” senaryoları noktasında
bize yaşatacaklarını da ayrıca
tespit etmek durumundayız.
Özellikle “Erdoğan sonrası
liderliği öne almak” noktasında parti içi gelişmelerde
yaşanacak olası kırılmalar/
kamplaşmalar ve “başkanlık
HABER AJANDA
sistemi”nin kamuoyunda
algılanış şekline yönelik olası
provokasyonlara dikkat kesilmek zorundayız!
Yoksa film “baş”a
mı sardı? “Atanan
Başbakan”
Hoca’nın istifasından
sonra “atanan” Genel Başkan
ve Başbakan “ismi/profili”
hakkında “özrü kabahatinden büyük” bir söz sarf
edilebilmiştir: “Düşük profilli
başbakan”…
Hoca’nın istifasından
ekmek çıkarmak isteyenlere
ancak bu kadar yüksek fırsatlı
bir “hazır cevap” teslim edilmiş olabilirdi. Üstelik bu sözün Lider’in hata yapmaması
için “özenli metin” hazırlayan
bir eski danışmandan çıkmış
olması da ayrı bir “tuhaf ”lık
olmuştur. Aslında zımnî olarak şu anlam kastedilecekti:
“Başbakanlık etkisi azaltılacaktır.” Bu da “malûmu ilân”
kabilinden bir hatırlatmadır.
Gerçekte konuşulması
gereken gündem şudur: Yeni
atanan isim nelere dikkat
etmek durumundadır? Nasıl
bir süreç devralacaktır? Aynı
delikten ısırılmamak için ne
yapmalıdır? Yani filmin başa
sarmadığını nasıl gösterecektir?
“Akademik
simülatör”den
kaçarken
“mekanik sistem”e
tutulmamalıyız!
Akademisyenliğin, entelektüel algının reel politikte çoğu
zaman “akademik simülatör”
algısına düşme tehlikesi
vardır. Teori, kurgu ve saha
gerçekliği arasındaki makası
çoğu zaman analitik dil ve te-
orik senaryolar kapatamayabilir. Nitekim bunun en hassas/
naif örneğini Davutoğlu’nun
dış politikasında ve Suriye
özelinde yaşamış olduk. Bilgeliği aynı zamanda liderlik
sanma psikolojisinin sancılarını Hoca’nın serencâmı içinde
tattık. Test sürüşü özelliği de
olan “simülatörde eğitim” ile
sahada operasyonu “eşitleyen”
hırsı gözlemledik ve bedelini
ödedik. Nitekim Erdoğan’ın
saha duayenliği sâyesinde en
azından kriz aşamasına getirilmeyen sorunlar yumağından çıkabildik.
Akademik simülatörden
kaçarken yeni isimle bir
“mekanik sistem” ağına
düşme riski var. Çünkü AK
Parti’nin en başarılı olduğu
ve “seçim kazandıran sermaye” işlevinde olan alan,
“teknik projeler” olmuştur.
Özellikle ulaşım-iletişim
teknolojisi alanında âdetâ
gövde gösterileri yapılabilmiştir. Ancak “insan”a birebir
dokunan, çocuk, gençlik,
aile, eğitim ve kültür alanlarında beklenen performans
ve kıvanç yaşanamamıştır.
Özellikle “Hoca” kimliği ve
iddiası sebebiyle bu alanlarda
büyük reformlar beklenirken,
“Hoca derste konuşuyor”
seviyesindeki “dinlenilir” ve
“dinlendirilir” eşiğinde kalan
çıktılar elde edilmiştir.
Şimdi “insan”a dokunma
açlığı artmışken, yeni isimden özellikle “liderlik” değil,
“hizmet koordinatörlüğü”
beklenirken, önemli fakat
yeterli olmayan “mekanik
gelecek” kurgusunu besleyen
“teknik yarınlar” ile yetinmek, Türkiye’de “İnsana
dokunmak önceliğimizdir!”
diyecek yeni bir siyasî oluşu-
mu dâvet etmek olur. “Güçlü
devlet”e “sosyal devlet”
eklemlenemezse, “Başkanrant-Saray” tezviratının
kaşıdığı yaralar kanamaya
başlayacaktır.
Davutoğlu, istifa/ayrılma
konuşmasında “Başarılıydım,
güçlüydüm, üç ayda bütün
sözlerimi tuttum ama ‘takdir
böyle yapıldı!” siteminde
refîklerine göndermede bulunduğu gibi, tarîkte alınan
mesafeye de işaret ediyordu.
Bu iddianın ispat olup olmadığına millî irade, vicdanında
ve seçimlerde karar verecektir. Ancak “başarılı karne”yi
gözleri dolu topluma göstermek, üç şüphe tohumunu
avuç içinde tuttuğunu îmâ
eder ki “Aç bakalım avucunu!” dendiğinde görülecek üç
şüphe tohumu şunlardır:
Bir… “Lider’in ismi tartışılmaz, fakat Lider’in tarzı artık
tartışmaya açılmalıdır!”
İki… “Türkiye’yi yalnızlaşmaması için küresel muhataplıkta güçlendirmek istedim,
‘Benim olsun, küçük olsun!’
endişesi oluşturulmamalıdır!”
Üç… “Lider’in etrafı bana
kumpas düzenledi!”
Davutoğlu’nun sözleri
kadar, avucundakiler de
önemlidir. Çünkü konuşmanın hiçbir yerinde kendisinin
bir eksikliği, hatası veya
sürece ilişkin tutumundan
kaynaklı bir ikirciklik riskini
kabul eden sözü veya îmâsı
olmamıştır. Bir “özgüven
patlaması” konuşması yapılmıştır. Bu tarz istifalarda “el
yumruk hâlinde” modu alır.
Bu “yumruk hâli” iki şekilde
yorumlanabilir: “Vuracak!”
veya “Avucunda sakladığı bir
şey var!”…
Davutoğlu, kendisini ve
elini bağlayacak mesajını samîmiyetle vermiştir:
“Erdoğan’ın onuru onurumdur; ailesi ailemdir; benden
tek kelime zarar verici ifade
gelmez, gelmeyecek!” Bu,
samîmi ve güven veren bir
açıklamadır. Davutoğlu bu
nedenle kapadığı ve yumruk
şeklini almış elini “vurmak”
için kullanmayacaktır. Gerekirse elini duvara vurup
kanatacaktır ama refîklerini
kırmayacaktır. Ancak ikinci
ihtimâl de önemlidir ve bazı
riskleri dâvet eder. Çünkü
“Avucunda sakladıkları var!”
gerçeğini ifşâ eder.
Hoca’nın avucundakileri
açması için “Siyasete şimdi
başlıyorum!” kararlılığında
hareket etmesi lâzım. Değilse,
hocalığa dönecek ve belki
şartlar olgunlaştığında “hatırat” ile avucundakilerini bırakacaktır. Doğrusu, Erdoğan
da bu avucun parmak uçlarına vurmayacak kadar vefâlı ve
tecrübelidir. Ancak Hoca’nın
avucunun içindekileri deşifre
etmekte ısrar eden çevreler
var. Bu çevrelerse “medya
savaşları” içindeki trollerdir.
Daha açık söyleyelim: Hoca
adına mücadeleyi medya
üzerinden yürütmek isteyen
çevreler örgütlenmiş durumdalar. Hatta bir de Karar’ları
var: “Hoca lider olunca, Erdoğan ‘Dur!’ dedi…”
Nitekim bu çevreler
avuçları içindeki üç şüphe tohumunu ekmekte ve
yeşertmekte ısrarlı görünüyorlar. Bu çevrelerin “havuz
başındaki troller” türküsü ile
“canlı yayın” içinde olmaları,
bir gerçeğin gözden kaçırılmamasını ele verir: Medya
savaşı başlıyor!
haziran 2016
39
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
Barışı olmayan
ateşkes: Medya
Medya-iktidar ilişkisi, hiçbir zaman “barış” kuramayan,
savaş ve ateşkes gerginliğinde
“nüfuz” kavgası veren çevrelerden oluşmuştur. Özellikle
Türkiye’deki medya-iktidar
ilişkisi, aslında iktidarın
nîmetlerini paylaşan/paylaşamayan “köprü üstündeki iki
keçi” görünümünden çıkamamıştır.
40
haziran 2016
Fakat dosyamız medya
analizi değildir. Yazının bu
aşamasında söz konusu meseleyi kadraja alma gerekçemiz, 17 Aralık ve 7 Haziran
seçimleri arasındaki süreçte
medyanın “çatı darbe bloğu”
içindeki rollerinde yürüyen
bir “havuz medya” panoramasıdır; daha doğrusu, AK
Parti iktidarının taşıyıcı kolonlarından biri olan medya
ayağındaki kamplaşmadır.
Bu kamplaşma “Hocacılar-
Reisçiler” jargonu üzerinden
yürütülmüş ve Davutoğlu’nun
istifasından bir gün önce
Grup Toplantısı’nda yaptığı
“deşifre” ile ikinci aşamaya
geçmiştir. “Hocacı kuşlar”,
“Reisçi kuşlar” efsanesi, “Pelikan Dosyası” ile “Efsane
yaşıyor!” ironisine “Merhaba!”
demiştir. Özellikle “Karar”
adlı gazetenin yayın hayatına
giriş ve istifa sonrası tutum
grafiği, en az istifa kadar
önemli başka kararların da
verildiğini ilân etmektedir:
AK Parti medyası bölünmüştür!
“Hocacı” ve “Reisçi” jargonu, kendi içinde iki safsataya
horoz dövüşü pozisyonu
vermektedir.
Birincisi… Teşkilat, milletvekili, bürokrasinin iç ve
dış politikada eş, yakın ve
benzer ağırlıkta olmadığı hâlde
“Hocacı-Reisçi” kampanyasıyla
sanki Davutoğlu, Erdoğan
HABER AJANDA
sonrası veya öne alınmış sahnede alternatif bir “eş başkan”
ağırlığı izlenimi vermektedir.
İkincisi… Hoca’nın veya
Reis’in örgütlediği, ama “Başaramazsanız sizi inkâr ederim!”
diyeceği bir “gizli ekip” tadı
vermektedir.
Oysa ne Hoca, ne de Reis
bu tarz gizli örgütlenmelere
ihtiyaç duydular. Aksine,
konjonktürden kendine
vazîfe çıkaran “iktidarın
medyası” ile başlayan ve daha
sonra “medya iktidarı” elde
etmek isteyenler arasındaki
nüfuz kavgasındaki sınır
geçişlerinde pasaport -“paraport” desek daha doğru
olacak- olarak “Hoca” ve
“Reis”, birer maske olarak
kullanılıyordu.
Üstelik bu kapışmayı yaşayan medya çevresi, “AK
Parti medyası” denilmesinde
risk görmediğim bir “iktidarın şartlarında palazlanmış
çevre” idi. Bir bakıma “havuz
medyası” diye çatı darbe
bloğunun gammazladığı bu
çevre, gerçekten de “havuztarla” denkleminde anlaşamayınca önce zihnen, sonra
kalem ucu olarak ayrıldılar,
ayrıştılar, kapıştılar ve nihâyet
Davutoğlu’nun ayrılma sürecinde başlarını mevziden
çıkarıp “Allah ne verdiyse!”
kararlılığında birbirlerine
saldırmaya başladılar.
Bu hesaplaşma, özellikle
Davutoğlu sonrası açıklanan
isimle beraber ve de eşzamanlı şekilde bu yeni isim
üzerinden artacağa benziyor.
Çünkü “kalem kırıldı” ve
“karar” verildi!
AK Parti’de “yeni lider”
veya “yeni parti” arayışları
kriz düzeyinde yaşanmadı,
sorun potansiyeli de giderildi. Fakat ihtimâl olmaktan
çıkan bir olgu var artık: “AK
Parti medyası” bölündü!
“İktidar medyası” ile “AK
Parti medyası” arasında fark
var. Yakın tarihimizin medya serencâmında bu ayrım
önemli! Çünkü “AK Parti
medyası”, Türkiye’deki, yani
Eski Türkiye’deki medya
içinde ayrı, özel ve orijinal
bir gelenek oluşturmuştur.
Bu gelenek, -Gülenciler
tarafından satın alınmadan
önce- ilk kuruluş hâli ile
Zaman ve -Gülenciler aldıktan sonra- Zaman’ın kurucu
ekibinin kurduğu Yeni Şafak
gazetesi ile “ilk adım” olma
özelliğini taşımıştır.
Tereddüt etmeden bu
çizgiye “AK Parti medyası”
denebilir; çünkü AK Parti
dâvâsının, misyonunun,
hedeflerinin, siyaset etme
kültürünün “düşünce-haber”
ekranı olmuşlardır. Tâ ki
TMSF üzerinden el konulan
farklı medya kuruluşlarına
Yeni Şafak ekibinin geçişi ile
başlayan “AK Parti medyasından iktidar medyasına terfi” havasına kapılana kadar…
Zaten “iktidar medyası”
aşamasına düşülünce, önce
düşünce propagandaya, haberse tetikçiliğe evirilir!
Nitekim “AK Parti medyası” ile “iktidar medyası”
arasındaki geçişlerde ve geçememelerde “Kim nerede,
perde arkasında kim neyin
propagandasını ve tetikçiliğini yapıyor?” sorusu çözülemez hâllerde kaldı. Bu da
beklenen bir sondu. Çünkü
iktidar medyası olmak, “gücün medyası kalmak” demektir. Parti veya ülke içi güç
rüzgârına göre yelken açan
düşünce, haber, kişilik ve ruh
seyri kaçınılmazdır. Dolayısıyla şu cümleyi spot hâlinde
söylemek mümkün:
“Hoca ve Reis, ‘iktidar’ için
değişmeden arkadaş/refîk
kaldılar. Fakat AK Parti medyası, iktidar için hem yoldaşlığı/refîkliği satışa getirdiler,
hem de yolu/tarîki çoğalttılar.
O nedenle Hoca’nın istifası
partiyi ve ülkeyi sarsmadı.
Fakat Hoca veya Reis üzerinden hesap yapanlar çok
sarsıldılar ve yaşanacak medya savaşlarının enkazı altında
çoğu kalacak şekilde bir sürece girmiş oldular. Özellikle
Yeni Şafak, Karar, Star, Sabah
ve hatta Hürriyet yazarları
arasındaki perde arkası ilişkiler ve eli kulağında transferler,
bu savaşın finaline bizi tanık
ettirecektir!”
Tüm bu çerçeve içinde
‘Eksik kaldı!’ denilmesin diye
dosyamızı da toparlayacak
sorumuzu soralım: “Yeni ismi
neler bekliyor?”
Çok ama çok şey!
Peki yeni isim, “lider”
belli olduğuna göre, Lider’in
göstereceği yol üzere tavır
takınacağı için ne yapacak?
İlk izlenimi ne olmalıdır ki
gömleğin ilk düğmesi doğru
iliklensin? Veya yeni isim
“düşük profil” olmasa da
muhalefete “Düşük yaptı!”
dedirtmemek için en hayatî
adım olarak hangi kelimeyi,
davranışı, yöntemi kullanmamalıdır? O riskin adı şudur:
“Rövanş”…
Yeni isim, “rövanş” izlenimi
veren ve rövanşa dâvet eden
her şeyden uzak durmalıdır.
Peki, açıklanan isim, adı duyulur duyulmaz “Bu bir rövanş!” kampanyasına imkân
verir de kampanya başlarsa,
yeni Başbakan paniklemeden
ve “panik butonu” olarak
Erdoğan’ı görmeden ne yapmalıdır ve haykırmalıdır?
“Bizim rövanşımız Eski
Türkiye ile bile değildir, biz
rövanşlara kapalıyız! Türkiye
başkanlık yoluna girmiştir,
gereği yapılacaktır. Başbakan olarak tek sözüm var:
‘Türkiye’de her şey yolunda!
Durmak yok, yola devam!’”
haziran 2016
41
haberajanda
Analiz
Nezâket ânı kurtarır, nezahet
ise geçmişin vefâsını ve geleceğin hülyâsını harmanlamayı başaranların, temiz ahlâk sahibi
olanların, kaprissiz, incelikli ve
rikkatli insanların vasfıdır. Bu
sebeple, Davutoğlu’nun konuşmasının nezâketi nedeniyle tarihe geçecek olması bir liyâkât
değil, bana göre bir zevâldir.
***
Davutoğlu’nun konuşmasını
ne bir istifa, ne bir vedâ, ne de
bir dâvâ konuşmasına yorabiliyorum. Bu konuşma, olsa olsa
kendini temize çeken, geleceğe
yatırım yapan, nâzik ama hesaplı bir adamın bilançosudur.
Yapılan icraatın temel kadrosu ve ekonomik dinamikleri 21
aylık süreçte oluşturulmuş değil de var olan 12 yıllık AK Parti birikimi ile gerçekleştirilmişken böylesine emin ifâdelerle
ve “biz” değil, “ben” tavrıyla sunulması ayrı bir optik meseledir.
***
Tarih, Sayın Davutoğlu’nun
nâzik konuşmasını değil, sözlerinin örttüğü mânâları
basîretiyle okuyan ve okuduğunu, bildiğini, gördüğünü,
şâhit olduğunu sînesine gömüp
susan Sayın Cumhurbaşkanımızın asil ve vakur sükûnetini,
güçlü dirâyetini yazacaktır!
***
Varsın emek vermeyenler kaybolsunlar Reis! Emek verenler
gözleriyle değil, kalpleriyle görürlermiş. Sen onları bulursun!
Yeter ki ömrün uzun, kutlu yolculuğunda refâkâtçilerin vefâlı
olsun! Bu dâvâda, bu yarış değil, varış yolculuğunda vefâsı
senin ömrüne kadar olanların
hesabından Rabbim ülkemi ve
seni korusun!
42
haziran 2016
Tarihe nezâket değil, dirâyet geçer!
Hoca’dan nezâket,
Reis’ten vakur sükûnet!
M
AYIS ayının ilk haftasında Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlık görevinden istifası, bütün dikkatleri Türkiye siyasetine, dolayısıyla Ankara’ya
çevirdi. Pek çok açıdan tarihe geçecek(!) bu görünüşte anî, arka planda derin ve beklenen istifa, yani 64. Hükümet Başbakanı Davutoğlu’nun
“Kongre’de aday olmayacağı” kararını açıkladığı
istifa konuşması, iç ve dış basında enikonu değerlendirildi.
>> Malûm istifa olayının bizlere yansıyan hâliyle görünürde iki taze sebebi vardı. Birincisi AK Parti’nin 29 Nisan’daki
MKYK’da Davutoğlu’nun il ve ilçe başkanı atama yetkisini devretmek zorunda kalması, diğeri ise sosyal medyada yer alan ve
gündemi tutan “Pelikan Dosyası”ndaki iddialar…
29 Nisan ilâ 4 Mayıs tarihleri arasında
Ankara, siyasî açıdan hayli önemli ve stratejik kararların alındığı bir zaman dilimine
şâhit oldu. Ve ben de 5 Mayıs’ta televizyon ekranına kilitlenerek Davutoğlu’nun
nezâket yüklü ifâdelerden mülhem konuşmasını aklî verilerle, duygu anaforu oluşturması açısından hayretle izleyen/dinleyenlerdendim.
Evet, bu istifa iki sebebe dayanıyor gibi
görünse de, Davutoğlu’nun 21 aylık Başbakanlık sürecinde kimi durumlarda yutkunan ve ülkemizin dirliği, milletimizin
birliği için duâya duranlardandım aynı zamanda. Üstelik pek çok mecliste “ReisçiHocacı” ayrımı yapıldığına şâhit oluyor,
“Yükselen Türkiye” için bölünmelere değil
de birleşmelere, ayrılmalara değil de kavuşmalara, “Ben” değil de “Biz” demelere
ihtiyacımız olduğunu düşünüyordum.
İşte o yutkunmalarım, Davutoğlu’nun
konuşması esnâsında duyduklarımla zihnimde çarpışıyor, faydalı ama tadı zencefil
gibi bir lezzet bırakıyordu ağzımda.
Akıllara ve kalplere dokunmayı hedefleyen, tüm alanları kuşatan, konuşanı temize çeken, geçmiş ile bağını koparmadan geleceğe yatırım yapan bir konuşma
olduğu düşüncesi hâsıl oluvermişti bende.
Ve tam bir hafta boyunca, özellikle “Pelikan Dosyası” ve Sayın Davutoğlu’nun konuşmasına dair köşe yazarları, sosyal medya duayenleri tarafından yapılan yorum ve
Nesrin Çaylı
[email protected]
Ahmet Davutoğlu, gerçekten tarihe geçecek
bir konuşma yapmıştı. Gayet vefalı,
hayli nazik ve çokça “Ben merkezli”… İyi
hazırlanmış bir metin, güzel bir üslûp ve fakat
dar hacimli el-kol hareketleri, çok ter döken
bir yüz, ses ile duruş arasındaki mesafe güçlü
bir dilemma oluşturuyordu zihnimde.
tahlilleri okuyarak, konuşmayı baştan sona birkaç kez
dinleyerek içime sinmeyen o
garip hissi yenmeye çalıştım.
Fakat başaramadım...
Çelmelerden sonra
veda yahut istifa
Ahmet Davutoğlu gerçekten tarihe geçecek bir konuşma yapmıştı. Gayet vefâlı,
hayli nazik ve çokça “benmerkezci”… İyi hazırlanmış
bir metin, güzel bir üslûp ve
fakat dar hacimli el kol hareketleri, çok ter döken bir yüz;
ses ile duruş arasındaki mesafe güçlü bir dilemma oluşturuyordu zihnimde.
Konuşmayı aynı ortamda
dinleyen Konya Milletvekilleri Kerim Özkul ile Mustafa Baloğlu’nun döktüğü gözyaşları ise olabildiğince aklî,
kısmen kalbî, çokça dâvâ
prensipli bir platform olan
AK Parti siyasî alanı için
hayli dramatikti. İşte bu gözlemler ile ülke geneline hitap
eden konuşmayı kendi içimde tahlil ettiğimde, -geçmişte
yutkunmamızı sağlayan eleştiri yorumlarımızı bile- birlik ve beraberlik hürmetine
saklı tuttuğumuz önemli birkaç maddeyi de göz önünde
bulundurduğumda kendimce
bir sonuca vardım.
Parti için bölünmelerden imtinâ etmek adına yorum yapmaktan sakındığımız
olayların birkaçını hatırlayalım:
1)Davutoğlu’nun 17-25 Aralık soruşturmasında dört
bakanın Yüce Divan’a gitmesini talep etmesi ve bunun hangi durumlara sebebiyet vereceğinin tarafınca hesaplanmaması…
(AK Parti’yi masaya yatırmak demek değil midir bu?)
2)7 Haziran seçimleri sonrası başkanlık sistemiyle ilgili
bir soruya, Davutoğlu’nun
“Denedik, olmadı!” yanıtını vermesiyle “Yükselen
Türkiye” ve “2023” hedefini vazgeçilebilir zayıflıkta
olduğu algısının yaratılma-
sı… (Büyük hedefe çelme
takmak değil midir bu?)
3)Düşünce ve basın özgürlüğü, akademisyenlerin tutuklanması, Can DündarErdem Gül Dâvâsı’nda
görüş ayrılıklarıyla tutarsızlık görünümünün parti
dışına yansıması… (Hangi düşünce özgürlüğü? Paralel mi?)
4)Ülkeler arası görüşmelerde
Cumhurbaşkanlığı’ndan
ayrı ve müstakil girişimlerde bulunmakla AB ve vize
görüşmelerinin yapılmasıyla ikilik oluşturmak…
(Avrupa, Davutoğlu’na
hangi sebeplerle bu kadar
cömert?)
haziran 2016
43
haberajanda
Analiz
5)“‘O gün geldi!’ diyeceğim,
o güne bütün hazırlıklarımız tamam olmalı” gibi
ifâdelerle Türkiye-Suriye
arasında savaşa dâvetiye çıkarması… (Ülke istikrarına büyük darbe olmaz
mıydı bu karar?)
Evet, Davutoğlu’nun 21
aylık görev süresi içinde
Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık mâkâmları arasında
farklı karar alma yetisine dair
bize yansıyan sorunlardan sadece birkaçını saydık. Dahası
bize meçhul…
Geçelim bu konuyu ve devam edelim analizlere…
Batı’dan ithâl
nezâket
Konuşmanın geneli gerçekten nâzik ve kalbî dokunuşlarla bezenmişti. Fakat dâvâ ehli olanların
nezâketten çok nezahete ihtimam göstermeleri gerekmez miydi? Zira nezâket
Batı’dan ithâl edilmiş, emekten yoksun, sahte hatırşinaslıktan başka bir şey değildir. Mü’min, nezâket sahibi
değil, nezahet sahibi olmalı!
Yani “Hatırını sordum, görevimi yaptım” demek yerine,
ince bir hissedişle rikkat göstermeli muhatabına.
Nezâket ânı kurtarır, nezahet ise geçmişin vefâsını ve
geleceğin hülyâsını harmanlamayı başaranların, temiz
ahlâk sahibi olanların, kaprissiz, incelikli ve rikkatli insanların vasfıdır. Bu sebeple,
Davutoğlu’nun konuşmasının nezâketi nedeniyle tarihe geçecek olması bir liyâkât
değil, bana göre bir zevâldir.
Tam burada, nezâket ve
nezahet arasındaki farka do-
44
haziran 2016
kunmuşken, bir de liyâkât ile
sadâkat arasındaki hassasiyete dikkat çekmeli!
Kendisine liyâkât edilmiş,
görev teslimi yapılıp ülkenin yönetimi ve geleceği teslim edilmiş birine “benmerkezci” ve icraat manifestosu
niteliğinde bir görev bırakma konuşması değil, vakur
bir biçimde, dramatize etmeden, yaptıklarını sayıp dökmeden, “Böylesi partim ve
ülkem için daha uygun!” demek çok daha fazla yakışırdı.
Bir görev bırakma konuşmasından çok seçim propagandasını andıran, kendisini
yaptıklarıyla yücelten ve temize çekerek bir mâsumiyet
portresi oluşturan, haksızlığa uğramış bir görünüm
arz eden bu konuşma, bence
milletini temsil eden bir liderin değil, kendini aklayan bir
adamın hikâyesi olarak tarihe geçecektir. Zira kendisine,
hâlâ kardeşlik hukuku devam
eden hem dostu, hem yaşça
ve makamca büyüğü tarafından verilmiş liyâkât, nâzik bir
üslûptan fazlasını hak eder ve
sadâkat ile mükellef kılar.
Davutoğlu’nun malum konuşmasında yer alan şu satırlar sözünü ettiğim liyâkâti
ispatlarken, konuşmanın
muhtelif yerlerine serpiştirilmiş sitemleri, sadâkatini sorgulamamıza neden oluyor:
“Cumhurbaşkanı ile aramızda olan, insanî kardeşlik
hukuku… Bu bağlamda hiçbir spekülasyonun, yorumun
yapılmasını doğru bulmam.
Ben birçok vesîleyle omuz
omuza oldum. Bu dostluğu
her şeyden daha öne aldım.
Daha önce partimizin kuruluş aşamasında birçok görüşmemiz oldu. Ben verdiğim
söze sâdığım, Cumhurbaşkanımızla son nefesime kadar
vefâ ilişkisini sürdüreceğim.
Sayın Cumhurbaşkanı aleyhinde tek bir söz şimdiye kadar duyulmadı, bundan sonra da duyulmayacak! Onun
onuru, benim onurumdur!
Onun ailesi, benim ailemdir! 2007 seçimlerinde Sayın
Cumhurbaşkanımız lütfedip
milletvekili teklifinde bulunmuştu, akademisyen olarak
yaptığım çalışmalar yanında, doğrudan siyasete girme
kararını AK Partimizin kapatılma dâvâsı açıldığı gün
verdim. ‘Sonuna kadar yanınızdayım!’ demiştim. Bundan
sonra da Türkiye’ye içeriden
ve dışarıdan tehditler söz konusuyken, AK Parti milletvekili ve neferi olarak yürütmekte olduğum siyaset ve
demokrasi mücadelesini son
âna kadar sürdüreceğim!”
Madem böyledir, öyleyse
bu dramatik veda neden?
Peki, ya zihinlerde istifhama yol açabilecek şu ifâdelere
ne demeli?
“Bazen bana sorarlar: ‘En
güçlü insan kimdir?’ Benim için, kendisiyle barışık
olandır. Hayatta inanmadığım hiçbir şeyi savunmadım,
inandığım hiçbir yerden geri
adım atmadım. Kimseyle pazarlık yapmadım, pazarlık
esâsına dayalı bir mevkii ve
makam vizyonu içinde de olmadım…”
Cevabını kendilerinden
alamayacağım sorular… Konuşmasından beş dakika öncesine kadar AK Parti Genel
Başkanı ve Başbakan iken
dâvâsına inanıyor ve savunuyorsa nereye gidiyor? Neden
vedâ ediyor? Kendisine su-
nulan pazarlık ne imiş? Ne
paylaşılamamış? Pazarlık için
arz ve talep gereklidir; hangi arza râzı, hangi talebe râm
olunmamış? En basit, fakat
en can alıcı soru şu: Verilen
liyâkât, sadâkat olsa idi geri
alınır mıydı? Kendi sorduğum sorulara empati yaparak kendim cevap veriyorum:
Hiç sanmıyorum!
Özgeçmişte
tanıdık isimler
Zihnimde oluşan bu sorular sadece Sayın Davutoğlu’nun konuşmasından mülhem
olmayıp, özgeçmişinde yer
alan bilgilerin tesirini de taşıyor. Nedir o bilgi? Bakalım!
“1980’lerde tanıştığı Abdullah Gül’ün Başbakan olmasıyla Başbakanlık Başdanışmanı oldu. Yine İstanbul
Belediye Başkanlığı’ndan tanıştığı Recep Tayyip Erdoğan Başbakan olduktan sonra da bu görevine devam etti.
O dönemde ‘gölge’ Dışişleri
Bakanı gibi dış temasla müzakereleri ve Irak Savaşı gibi
her alanda rol aldı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve
dönemin Başbakanı Abdullah Gül tarafından 18 Ocak
2003’te, Resmî Gazete’de yayımlanan kararla büyükelçi unvanı verildi. 11 Mayıs
2009 tarihinde, Meclis dışından yapılan bir atama ile
T.C. Dışişleri Bakanı unvanını kazandı.”
Bu satırlarda görüldüğü
gibi, Abdullah Gül ile olan
bağlantısı, yeni bir kadrolaşma ihtimâlini gözardı etmemek gerekliliğini hatırlatıyor
hafızalara.
Davutoğlu’nun özgeçmi-
Nesrin Çaylı
şinden hareketle tarihleri
gözden geçirdiğimizde şunu
görüyoruz. 2007 yılında AK
Parti’nin kapatılma dâvâsı
esnasında Cumhurbaşkanımız tarafından kendisine davet gittiği vakit, kendileri de
Gül ile kardeşti. Sonrasında, Davutoğlu’nun 2011 yılına kadar akademik yüzü, eğitimci özelliği, kurumsal sicili
donatılmış meclise milletvekili olarak girmişti.
O güne kadar bu ülkede kaç kişi bu ismi biliyordu?
İsminin ötesinde, hakkında
ne, ne kadar biliniyordu? Davutoğlu sizce de fazla îtinâlı,
korunmuş ve epey steril bir
portre değil mi?
Yukarıda saydığımız beş
farklı karar alma vakasını, özgeçmişinde yer alan tanıdık isimleri ve kendisine verilen fahrî unvan ve yetkileri
göz önünde bulundurunca,
Davutoğlu’nun konuşmasını ne bir istifa, ne bir vedâ, ne
de bir dâvâ konuşmasına yorabiliyorum. Bu konuşma,
olsa olsa kendini temize çeken, geleceğe yatırım yapan,
nâzik ama hesaplı bir adamın
bilançosudur. Yapılan icraatın
temel kadrosu ve ekonomik
dinamikleri 21 aylık süreçte
oluşturulmuş değil de var olan
12 yıllık AK Parti birikimi ile
gerçekleştirilmişken böylesine
emin ifâdelerle ve “biz” değil,
“ben” tavrıyla sunulması ayrı
bir optik meseledir.
Kusur bulmak istersek,
çok mâsum bir metin ve söylem üzerinde de kusur bulunabilir. EQ’su IQ’sundan
yüksek biri olduğum,
“birlik-beraberlik” esâsıyla
güçleneceğimize inandığım
hâlde duygusal bu hitap sonrasında içime sinmeyen ve
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan için ülkesi bir tarla, AK Parti’yi aklında ve kalbinde taşıyan her bir isim buğday taneleri
ile sırmalanmış birer başak… O tarlaya AK buğdayları emeği, inancı, Allah korkusu, şefkati ve yeri geldiğinde hiddetle serpen
milletvekilleri, bakanları, kadın kolları, gençlik kolları ve seçmeni ile boy atmış başaklara benzeten, her bir başağı inanç, dâvâ,
idea ve şuuru ile sulayarak zamanla olgunlaştıran bir yetiştirici...
beni bu değerlendirmeleri yapmaya sevk eden gerekçe kusur bulmak değil, büyük yanılgılarımızla paralel
ihânet vakasına şâhit olmanın huzursuzluğudur. İyi niyetlerimizi yitirmedik elbette,
fakat ayık ve farkında olmamız gerektiğini öğrendik. Bu
sebeplerle dikkat kesildim ve
içime sinmeyen ne varsa his
arkeolojisi ile değerlendirdiğimde elimde kalan sonuçları sizlerle paylaşmak diledim.
O tarihe geçeceği ve çok duyarlı, çok hassas konuşmanın altyapısının AK Parti
kaynaklarından devşirildiğini düşünüyorum. Onca icraatın gerçekleşmesi için gayret
olduğu kadar imkân ve kadroların etkisinin olduğunu ise
hiç kimse inkâr edemez. Öyleyse “Ben” diye başlayan bu
kadar cümleyi hangi aklıselim ile nereye yerleştirelim?!
Vefâ, vefât
eder mi?
Peki, ya şu cümleleri duyduğumuzda aklımıza gelen
soruları nasıl öteleyelim?
“Yaptığım muhasebe,
istişâreler, Cumhurbaşkanımız dâhil, siyasî tecrübesine güvendiğim dostlarımla
yaptığım istişâre netîcesinde,
refîk değişmesindense Genel
Başkanlığın değişimi kanaati
bende hâsıl oldu. Bu bağlamda, önümüzdeki olağanüstü
kongrede bu şartlar altında
aday olmayı düşünmüyorum. AK Parti’nin kaderi,
Türkiye’nin kaderidir, gönül
coğrafyamızın kaderidir!”
Bizler başımıza gelen her
kederde kulluğumuzdan ricat edebilir miyiz? “Vardır
bir hikmet!” der, kulluğumuzu âciz bir makam bilir, ömür
yolumuza devam ederiz.
Îmanlı insanların umut bağladığı bir oluşumsa AK Parti,
gönül coğrafyası olarak tâbir
ediliyorsa kendileri tarafından İslâm coğrafyası (Suriye,
Bosna, Arakan, Filistin, Çeçenistan, Afganistan, Somali,
Kaşgar…), kapılarımız sonuna kadar açıksa mültecilere,
İslâm ahlâkı ile refîkten dem
vurmak yerine refâkâtçi olmalı değil miyiz? Bana göre
Davutoğlu’nun Başbakanlık
mâkâmı sadece dünyaperest
bir mâkâmdan ibaret değil,
kibri, hırsı, öfkesi, yılgınlığı ve kırılganlığı, göğsündeki
îman denizinde söndürecek
bir ateş! Varsın, refîk değişsin, refâkâtçi kalmayı başarmalı. Ateşi göğsündeki su ile
harmanlamalı!
Bütün bu dilemmâlardan
sonra Cumhurbaşkanımıhaziran 2016
45
haberajanda
Analiz
Kollarını kocaman açarak şefkatle İslâm coğrafyalarını kucaklarken ve elleriyle
çocukların saçlarını yine şefkatle okşarken sözleri ve gözleriyle çiviler çakan bir
baba... Vefâsını vedalara harcamayan, mâkâmı nefsine değil de ideasına vesîle
kılan, merdivenleri gayretle, emekle, kimsenin kol kanat germediği, bilakis zahmetle
çıkan, kurucusu olduğu AK Parti’nin her merhalesini, her demini, her çilesini bilen,
başakları bereketlensin diye duâya duran bir nefer…
za olan vefâsının son nefesine kadar devam edeceğini
belirtiyor Davutoğlu. Ben de
“Vefâ, vefât eder mi?” sorusunu sormadan edemiyorum.
Ve bu geleceğe yatırım niteliğindeki konuşmayı harbiden nâzik, nezahetten uzak,
hesaplı buluyorum. Çünkü sıradan bir siyasî oluşum
mensubu değildi, olmamalıydı Davutoğlu. Zira kendilerine ait olan “AK Parti, artık
Türkiye’nin kaderiyle ilgili
bir parti değildir. Gönül coğrafyamızın kaderiyle ilgili bir
partidir” beyânında yer aldığı gibi, sadece Müslüman bir
coğrafyanın akaidî özgürlüklerinin savunucusu olmakla
kalmayıp, tüm İslâm coğrafyalarının derdi ile dertlenen,
bir ülkenin inançlı siyasî oluşumu değil miydi? Öyleyse bu kırılgan, bu sitemkâr,
bu etrafa teşekkürler sunan,
icraat bilançosu yapan, terleyen, ellerini kollarını bağlayan, tutuk beden dili ile
yapılmış konuşma neden?
Bence fazla, bence hayli üzerinde çalışılmış, bence Hz.
Ömer’in Allah Resûlü’nün
yakasına yapışıp “Bu sözleşme, ‘Muhammed Allah’ın
Resulüdür’ diye başlamalı!”
tavrını netçe koyan, kırılıp
dökülmeyen Hz. Ömer olmaktan çok uzakta bir tavır!
Ben şimdi bunca sunî
hassasiyetin neresini alkışlamalıyım? Şık ve hesaplı bu konuşmayı nereye yerleştirmeliyim? Varsın tarih,
en nâzik üslûp olarak kayda
geçsin 5 Mayıs’ı! Ben iyi öğrenilmiş ilm-i siyasetin kralına şâhit olmuşluğumla yaptım analizlerimi.
Kulislerden
haber var
46
haziran 2016
Ankara kulislerinden sızan
bilgiler de cabası! Rivâyet
odur ki, Davutoğlu, râzı edilerek, cebinde bir istifa olmadığı hâlde Saray’a görüşmeye gitmiş. Yani uzlaşma
ihtimâli yedekte tutulmuş.
Fakat Erdoğan’ın 100 dakikalık görüşme sonunda kararını değiştirmeyip “Kongreyi toplayın, bu işi devredin”
dediği de o kulislerden bize
sızan bilgiler arasında. Yani
liyâkât verilmiş ve fakat uzlaşma ihtimâli için iknâ edilen Davutoğlun’dan o liyâkât
geri alınmış...
Neden?
Çünkü Hoca, Reis’in sabrını taşırmış olabilir. Çünkü
henüz devlet kadrolarından
temizle temizle bitmeyen paralel bakteriler arınmamışken
yeni kadrolaşmalar ve yeni
paralel idarî güç, ihtiyacımız olan en son şey… Çünkü
Reis, artık yoğurdu da üflüyor olabilir. Çünkü Reis dışarıdan tahsis edilmiş, fahrî
büyükelçilik, “gölge” Dışişleri
Bakanlığı gibi unvanlarla değil, dişi ve tırnağıyla, kalbiyle,
aklı ile partisini iktidara, ülkesini büyük hedeflere taşıyan bir lider.
Onun AK Parti oluşumu ile hedeflediği başarı, Davutoğlu’nun kendisine
mâl ederek saydığı başarılardan çok başka. O kendisinin
ne yaptığını değil, ülkesi için
neler yaptığını ifâde eden bir
lider.
Son tahlilde… “Söz, gerçi bir bakımdan mânâyı açar
ama on bakımdan da örter, gizler. Ey hakîkî dost!
Mânâyı anlamaya vasıta olan bu harfler, mânâya
erişmiş adama göre diken-
Nesrin Çaylı
dir, hordur, hakirdir. Öyleyse saf ruhun harflerden kurtulması için pek çok belâlar
çekmesi, pek anlayışlı olması lâzımdır” der Celaleddin-i
Rumî Mesnevî’sinde. Saklı mânâlara göz koymak
hâddim değil. O mâkâma ermiş hiç değilim. Ancak Reis,
belli ki harflerden arınmış bir
basiretle, örtülü mânânın ardında saklı hakîkati görmüş.
Tarih, Sayın
Davutoğlu’nun nâzik konuşmasını değil, sözlerinin örttüğü mânâları basîretiyle
okuyan ve okuduğunu, bildiğini, gördüğünü, şâhit olduğunu sînesine gömüp susan
Sayın Cumhurbaşkanımızın
asil ve vakur sükûnetini, güçlü dirâyetini yazacaktır!
Emek veren
kaybolmazmış!
Alınmış olan bu kongre
kararı, bana çok küçük yaşlarda, en mâsum zamanlarımda çok önemli hayat öğretilerimden birini edindiğim
bir küçük hatıratı anımsattı. Anlatayım ve sonlansın bu
iki yıldır içimde tutup yutkunduğum ve fakat paylaşmakta sıkıntı duyduğum
-bölen değil, birleştiren olma
hassasiyetimdendir duyduğum sıkıntı; ancak ayık ve
farkında olma mesuliyeti ile
de paylaşılması gerektiğine inanıyorum- bu gözlemler
manifestosu…
Hıdırellez’di... Sanıyorum
sekiz yaşlarındaydım. Avucumda bakır bir on kuruş…
Üç yaşıt arkadaş, paramızı
gömme telâşındayız. Ola ki
Hızır Aleyhisselam değer de
zengin oluruz hayâli ile kuytu
bir köşe arıyoruz. Başak tarlalarına yakın askerî lojmanlar-
da yaşayan üç küçük kız, paramızın gömdüğümüz yerden
çalınmasından ve Hızır’ın ortalıkta dolaşmayıp gizli yerlere uğrayacağı inancından
kaynaklanan bir gayretle başakların arasına dalıyoruz. Az
giderken, uz giderken, şakalaşıp oynaşırken, birbirimizden
saklanırken el-netîce kayboluyoruz. Kocaman bir başak
tarlası, dört bir yanımız yemyeşil. Üstelik boyumuzu aşmış durumda… Bir o yana,
bir bu yana koşuşturdukça
iyice uzaklaşıyoruz. Hava kararıyor. Üçümüz birbirimize
sarılıp korkuyla duâ ediyoruz.
Uzunca bir zaman sonra sesler ve büyük lâmbaların ışığını görünce sevinç ve korku
karışımı, çığlığa benzer ağlamalara tutuluyoruz. Babalarımız askeriyeden arkadaşlar…
Tarlanın sahibini bulmuşlar, ekili alanın dört bir yanını cemselerle ve projektörlerle dolaşmışlar ve nihâyet bize
ulaşmışlar.
Ben korkudan neredeyse
ölüyordum. Babacığımın ellerinde şefkat, gözlerinde ihtar vardı o gece. Sarılıyor ama
gözlerimin içine çiviler çakar
gibi bakıyordu. Neden sonra
sakinleşmiştik. Bir daha böyle bir şey yapmama sözü vermiş, özür dilemiştim. Kabul
etti. Sustuk... Hiç konuşmadık o konuyu. Bir hafta sonra
akşam yemeğinde babama şu
soruları sormuştum: “Başak
tarlasının sahibi tarlasında
hiç kaybolmaz mı? Biz neden
kaybolduk? Bir daha girersek
tarlaya, kaybolmamak için ne
yapmalıyız? Nasıl çıkılır o başak tarlasından?”
Babacığım kocaman gülümsemişti. Ellerimi tutup,
“O tarlada kaybolmamak
için eken sen, sulayan sen,
duâ eden sen, her gün başaklara dokunup aralarında dolaşan sen, emek veren sen
olmalısın. Yoksa hep kaybolursun. Emek verenler, gözleriyle değil, kalpleriyle görürler. Hissederler, içlerindeki
sevgi ve inanç onlara pusula gibi yol gösterir. Büyüyünce göreceksin, emek verdiğin
her şey sana bir ışık olacak.
Yolunu açacak. Çünkü Allah,
emek verenleri sever!” demiş, “Sakın o tarlaya bir daha
girmeye kalkmayasın, arayıp
bulmam seni!” diye ekleyerek
emek verdiği yavrusuna ilk
hayat derslerinden birini hediye ederken tedbiri de elden
bırakmamıştı.
Emek verenler
gözleriyle değil,
kalpleriyle
görürlermiş
Bu küçük ancak benim
için ehemmiyetli hatırat,
bana şunları söylüyor şimdi:
Cumhurbaşkanımız Recep
Tayyip Erdoğan için ülkesi bir tarla, AK Parti’yi aklında ve kalbinde taşıyan her bir
isim buğday taneleri ile sırmalanmış birer başak… O
tarlaya AK buğdayları emeği,
inancı, Allah korkusu, şefkati ve yeri geldiğinde hiddetle
serpen milletvekilleri, bakanları, Kadın Kolları, Gençlik
Kolları ve seçmeni ile boy atmış başaklara benzeten, her
bir başağı inanç, dâvâ, idea ve
şuuru ile sulayarak zamanla
olgunlaştıran bir yetiştirici...
Rabbin kendisine verdiği vasıfları, fıtrî özellikleri, yılmaz ve korkmaz dirayeti, hatta boyu posu ile (epey
hükûmet gördü bu gözler, bu
duruş, bu hitap, bu görünüşte
bir “Reis”i olmadı bu ülkenin
şimdiye kadar) bir emekçi…
Kollarını kocaman açarak şefkatle İslâm coğrafyalarını kucaklarken ve elleriyle çocukların saçlarını yine şefkatle
okşarken sözleri ve gözleriyle çiviler çakan bir baba...
Vefâsını vedalara harcamayan,
makamı nefsine değil de ideasına vesîle kılan, merdivenleri
gayretle, emekle, kimsenin kol
kanat germediği, bilakis zahmetle çıkan, kurucusu olduğu AK Parti’nin her merhalesini, her demini, her çilesini
bilen, başakları bereketlensin
diye duâya duran bir nefer, bir
dâvâ rençberi…
“Emek veren kaybolmaz”
demişti ya babam, “Kalbi pusula olur” demişti ya hani,
işte bir basîret varsa bu alınan kararda, ülke tarlasına
ihlasla serpilmiş buğday tanelerine verilen emektendir. Olgunlaşıp tevazu ile başını eğerek rükûa varan “ak”
gönüllü erlerden, ona inanan
kalplerin iştiyakı ile duâya
kalkan ellerdendir!
Ömrün uzun ve sağlıklı olsun Reis! Tarlada kaybolan
bulununca korkuya kapılanları şefkatinle ağırlayıp ahde
vefâ ile mertçe yol gösterdiğinden, sana değil, dâvâsına
sâdık olmayanların gözlerine babam gibi çiviler çakarak
baktığından emînim!
Varsın emek vermeyenler
kaybolsunlar Reis! Emek verenler gözleriyle değil, kalpleriyle görürlermiş. Sen onları bulursun! Yeter ki ömrün
uzun, kutlu yolculuğunda refâkâtçilerin vefâlı olsun!
Bu dâvâda, bu yarış değil, varış yolculuğunda vefâsı senin
ömrüne kadar olanların hesabından Rabbim ülkemi ve
seni korusun!
haziran 2016
47
haberajanda
Portre
Tek tabanca-2
“Bi’ dakka delikanlı!”
M
UTLAKA karşılaşmış olduğunuz görüntülerden birini hatırlatacağım öncelikle. Sahne şöyle: Bir güvenlik memuru, gençliğinin başlangıç çağlarını yaşadığı belli bir vatandaşı kolundan
veya yakasından tutmuş vaziyette olay mahâllinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Genç vatandaşın, kendisini kolundan veya yakasından
tutan güvenlik memuruna gösterdiği celâlli tepki, “Abi bi’ dakka! Abiii! Terörist değiliz biz be! Teröriste böyle yapmıyorsunuz!” şeklinde...
>> Gencecik çocuğun
teröriste yapılan muamelenin
hangi tonda olduğunu nereden bileceğini ölçütlendiremiyorsunuz önce, daha sonra
Meclis’e girebilenler aklınıza
geliyor ve susuyorsunuz…
Neden böyle bir giriş yaptığıma daha sonra geleceğim,
fakat aynı gün birkaç ana
haber bülteninde karşılaştığım bir olayı buraya aktararak devam etmek istiyorum
izninizle…
48
haziran 2016
Haberlere göre banka
şubesi soymuş biri, peşine
güvenlik güçlerini takarak
kendi evine intikal ediyor.
Burada yanındaki pompalı
tüfekle balkona çıkıp kimsenin kendisine yaklaşmaması
için tehditler savuran genç,
çaldığı paraları bulunduğu
balkondan etrafa saçmaya
başlıyor. Emniyete bağlı ikna
timlerinin gelişinden 4 saat
sonra sakinleşen genci polis
kelepçelerken, muhabirlerin
mikrofon uzatıp “Niçin soydun, pişman mısın?” suâlini
sorduğu genç, şu dumura
uğratan cevapla karşılıyor
onları: “Pişmanım ama işlerim kötüydü, bu yüzden de
Cumhurbaşkanımızın dikkatini çekmek istedim!”
Vatandaş güven
endeksi sıralaması (!)
Tabiî benim neslim 28
Şubat’a tanık olduğu için,
daha eskisini derinlikli şe-
kilde bilmez, ancak bizden
sonrakiler de bizim bildiklerimizden biraz habersizdirler; bu ülkede bir zamanlar
“vatandaşın güven endeksi”
tutulur ve enflasyon ya da
işsizlik oranı gibi yılın belli
dönemlerinde açıklanırdı.
Elbette 28 Şubat’ın güven
endeksi sıralamasının ilk
sırasında Türk Silahlı Kuvvetleri vardı.
Darbeci aklın (ne kadar
akılsa) ürünü bu endeks,
yıllardan beridir memleketin
gündemini belli dönemlerde
meşgul etmiştir. İlk sırada
TSK, ikinci sırada bir ara
Ahmet Necdet Sezer, bir de
üçüncü sırada Seda Sayan’a
rastlar milletimiz o günlerde. Yani ancak “Bu devirde
babana bile güvenmeyeceksin!” şeklinde bir atasözü
uydurabilen “son toplum”un
“güven” kavramından anladığı, Onuncu Yıl Marşı’nın
Kenan Doğulu tarafından
yapılan uyarlaması, kırmızı
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
ışıkta duran devlet büyüğü,
bir de kokulu öpücük gönderen sarışın kadındı.
Yıllar geçti, “Bu devirde
babana bile güvenmeyeceksin!” diyen adamın ne
parmak, ne de ayak izine
rastlandı. En dehşetli çivili
katilleri dahi bulup basabilen
dedektiflerimizin söz konusu
şahıs hakkında yürüttükleri
kovuşturmanın ne âlemde
olduğunu çok merak ediyorum.
Serde Ülkücü genoma (genom da neyse) sahip olunca,
Recep Tayyip Erdoğan ismini “Erdemliler Hareketi”
toplantılarının medyaya olan
yansımalarında pek sevimli
karşılayamıyordum. “Değiştim!” diyen ve ortaya bir
gömlek metaforu arz eden
Erdemliler Hareketi’nin
“lider”i, o günlerde bende
“Değiştim!” üzerinden bir
etki oluşturamıyordu. Zira
28 Şubat’ın bulanık havasına
karbonmonoksit pompalayanların bu kanaldan geçerek
“Demek artık şeriatla işi
yok!” şeklinde yaptıkları
yorumları duydukça bir yanlışlık görüyor ve ona böylesi
değişimi yakıştıramıyordum.
Bu düşünceleri satırlarımıza eklerken belirtmek istediğim şudur: Her ne kadar
daha da evvelinde, yani Refah
Partili vakitlerde de tam olarak aynı çizgide olmasak da,
“Değiştim!” deyip de başkalarının ağızlarında başka türlü
yorumlanarak ezilmeye çalışılan fikirlerine saygı duydum
ve bu yüzden de kendisine
muhabbet besledim. Zira hak
olan, onun “Değiştim!” dediğinin üzerindeydi.
Dolayısıyla başka bir siyasî
hareket muhibbi ve mensubu
olarak Erdoğan’ı dışarıdan
seyrederken, onun millet
nezdinde bulan karşılığını
“Değiştim!” üzerinden bir
türlü yoramıyordum. Zira bu
açıklama, milletten ters tepmeliydi aslında. Bu yüzden
o günlerdeki inancım, bütün
bu görüntünün bir proje
olduğu yönündeydi.
Ancak Erdoğan’ın bütün
Türkiye’yi bucak bucak,
sokak sokak gezerken verdiği görüntü, onun her ne
yaparsa yapsın başka biri
olduğunu gösteriyordu. Sıcak
ve samîmi tavrı halktan akis
buluyor, olumlu karşılıklar
alıyordu. Siyasî mânâda, o
günlerde birkaç kimseden
duyup köpürmeme sebep
olan “Tayyip parti kursa
da oy versek” temennisinin
nefsimde oluşturduğu kıskançlığı (haset mi, gıpta mı
olduğunu târif edemiyorum)
çok iyi hatırlıyorum.
Bu hislerin Ozan Arif ’te
bulduğu yankı şöyleydi: “Bir
‘Değiştim’ masalı, bir de ‘ak’
tutturdunuz;/ Bu millete
karayı, ak diye yutturdunuz!”
Sayın Cumhurbaşkanı
o süreç içinde kendisinin
gâyesinden bîhaber bizlere
bakıp çok üzülüyordu mutlaka, ancak bu yazıyı okuyunca
(Allah söyletti herhâlde)
yüzünde mütebessim bir
ifâdenin oluşacağından
emînim!
Madem bu noktaya ulaştık, öyleyse buraya şunu da
not etmeliyim: O günleri
tekrar okuyup bugünlere bakınca, o günlerde “Değiştim!”
sözünü “Tayyip artık şeriatçı
değil!” şeklinde yorumlayanların, aslında bundan
memnun olduklarından değil, tersine, toplum nezdinde
onun aleyhinde çalışma yürüttüklerinden ötürü bu türlü
değerlendirmeler sunduklarını anlıyorum. Yani belli ki bir
koza dönemi olacaktı. Hatta
belki o dönemi yaşıyordu Erdemliler Hareketi’ne liderlik
ettiği ilk zamanlarda. Daha
da ileriye götürmek gerekirse, bana göre Tekirdağ’daki
günleri değil, 2007’ye kadarki
AK Partili günleri Erdoğan
için bir koza mevsimiydi…
“Delikanlı Açılımı”
Şimdi en başa dönüp güvenlik güçlerine “Abi bi’ dakka!” çeken gencin yanında
yer alabilirim! Neden mi?
En başa taşıdığımız gencin, güvenlik memuruyla
girdiği diyalog ve kullandığı
kelimelerden dolayı “Ülkücü”
biri olduğunu düşünmüşsünüzdür sanırım. Hani
onlar genellikle bu tip sözleri
kullanırlar ya… Peki, “Abi bi
dakka!” çıkışından bu gencin
kimle meczedildiğini de
gördük mü? Evet!
“One minute!”, yani “Bi’
dakka!”, “Değiştim!” dediğinde milletten olumlu tepki alacağını düşünmezken milletin
bağrına bastığı Erdoğan’ın,
artık o an îtibâriyle bizim
de kalbimizi fethettiği andır.
Hani “açılım”, şu bu diyorlar
ya, Erdoğan’ın ilk açılımı,
“Değiştim!” kurgusunu anlamsız bulan bizlere karşı
yaptığı açılımdır. Bu açılımın
literatür adıysa, “Delikanlı
Açılımı”dır.
“Bana delikanlı ol,
yeter!”
Erdoğan, ülke siyasetine
“tek adamlık” getirme derdinde biri olmamıştır. Ancak
onun millet nezdinde “tek
muhatap” olarak algılandığı
devir başlayalı çok olsa da
bitme eğiliminde de değildir.
Zira her delikanlı, karşısında kendisine çâre olacağını
düşündüğü bir başka delikanlı görmek ister. O yüzden
ağızlardan düşmez “Bana
delikanlı ol, yeter!” sözü.
Banka şubesini soyup
da paraları balkonundan
boşalttıktan sonra “Cumhurbaşkanımızın dikkatini
çekmek istedim” diyen gence
(yaptığını tasvip etmememe
rağmen) “soyguncu” diyemeyişimin sebebi budur!
Zira Uzun Adam’ın, Reis’in,
milletin deyişiyle “Tayyip”in
ortaya koyduğu “kurtarıcı,
çâre bulucu” profilin ne AK
Partili, ne de başka bir partiden herhangi bir siyasetçiden
vatandaşa yansımaması, derde düşen vatandaşın kimseyi
aklına getirmeksizin ancak
Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın kendisini
muhatap alıp sorununu çözeceğini düşünmesi (Erdoğan
için olumlu olsa da), aslında
başlı başına bir sorundur,
hatta en önemlisidir! (Tabiî
bunu dert edinecek siyasetçi
yahut bürokrat nerede?)
Bunu anlatırken şu çarpıcı
detaya da ayrıca dikkat çekmek lâzım: Erdoğan, Başbakanlığı sırasında da doğrudan
muhatap alınmak istenen
millet nezdindeki tek isimdi.
Ne Sezer, ne Gül, ne Genelkurmay Başkanları, ne de
başka kurum veya kimseler…
Erdoğan hakkında “Tek
adamlık istiyor” diyenlerin
sırf bu yüzden ağızlarını toplamaları şart! Millet için tek
adam yok, tek muhatap var!
Ve bilsinler ki tek muhatap,
hâlâ tek tabanca!
haziran 2016
49
haberajanda
Siyaset
Siyasî tarihimizin en yüksek oranda oylarından biriyle seçilen Başbakan ile cumhur tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı arasında bir
gün bir yerde bir sorun patlak verecekti elbette. Aynı siyasî partiden,
aynı dünya görüşünden, aynı îtikâdî çizgiden iki seçilmiş bile birbirlerine bu kadar dayanabildiğine göre, siyasî yelpazenin farklı kanatlarından seçilmiş iki kişinin ülkeyi hangi krizlere sürükleyebileceğini
düşünmek bile istemiyorum. O hâlde bu iki başlı sistemin zararlarından
kurtulmanın en kesin çözümü, çok acil bir anayasa değişikliği ile başkanlık sistemine geçmek olmalıdır.
Dâvâ mı, ikbâl mi?
K
IRGINIM ben de Davutoğlu gibi. Ve ondan
daha çok kızgınım
Erdoğan’a. O, yol arkadaşından vazgeçti; ben, ülkeme
yol çizenden vazgeçilmesinden
endişeliyim. Başbakan’ın dediği
gibi, seçmenle yapılmış dört yıllık
bir sözleşme vardı, altı ayda tek
taraflı bozuldu.
>> Haziran seçimlerine meydanlarda giren
Erdoğan’ın Kasım seçimlerine girerken Külliye’den
çıkmamasıyla yaklaşık on
puan kazanan Davutoğlu’nun
hakkının yenildiği kanaatindeyim. Türk siyasî tarihinde
ilk defa bir başbakanın seçim öncesi verdiği sözlerin
tamamını ilk üç ayda yerine
getirdikten sonra kenara
çekilmesini hazmedemiyorum. En az Davutoğlu kadar
milliyetçi, en az onun kadar
muhafazakâr ve en az onun
kadar şahsî menfaatlerinden
uzak hareket edeceğine inandığım Erdoğan’ın ne yapmak
istediğini anlayamıyorum.
Yanılmıyorsam, yıl 1996
idi. O zamanki adıyla Refah Partisi’nin Karşıyaka
Teşkîlatı’ndan bugünün
İzmir Milletvekili Kerem
Ali Sürekli’nin ekibiyle annemin evinin balkonunda
siyaset konuşuyorduk. Ben
siyaseti Özal’ın Anavatan’ıyla
öğrenmişim. Milliyetçi,
muhafazakâr ve serbest piyasacıyım. Siyaseti Özal’la
sevmiş biri olarak da rahmetli
Erbakan’ın siyasetine uzak
değil, ancak mesafeliyim. Ortada Refah’a bir dâvet vardı.
O gece söylediğim şuydu:
“Bir gün Tayyip Erdoğan
partinin başına geçerse ben
de onun peşinden gelirim,
bugünkü şartlarda değil!”
Bunu söylediğimde Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı. İstanbul’da
yaşamayan ya da siyasetle çok
iç içe olmayanların pek de
tanımadığı o cesur ve büyük
siyasetçi, benim siyasî rehberim olmuştu bile.
Birkaç sene sonra Abdullah Gül ve Bülent Arınç’la
çıktığı yoklama turlarından
50
haziran 2016
Cüneyt Akar
[email protected]
birinde, Manisa Muradiye
Camii avlusundaki şadırvan
etrafında Erdoğan’la karşılaştığımda, içimden de olsa “İşte
benim liderim!” dediğimi çok
iyi hatırlıyorum.
AK Parti kurulduğundan
beri, zaman zaman bireysel
eleştirilerde bulunmuş olsam
da, ülkemin geleceğinin onun
vizyonuyla daha iyi şekilleneceği fikrim hiç değişmedi.
Ben, Erdoğan’ın Türkiye’yi ve
İslâm’ı kendi menfaatlerinin
gerisine koyduğunu aklımın
ucundan bile geçirmedim hiç.
Hata yaptığını düşündüğüm
zamanlarda bile hiç kasıt
aramadım. “Beşer şaşar” diye
yorumladım.
İşte o hata yaptığı kanaatinde olduğum durumlardan
biriyle daha karşı karşıyayız
şimdi!
Yola birlikte çıktığı arkadaşlarının en önemlilerinden
vazgeçmek zorunda kalan
Erdoğan, kendisinden sonra
gelebilecek belki de en kaliteli
başbakandan da vazgeçmiş
durumda. Siyasî geçmişi
tertemiz, akademik kariyeri
zirvede, temsil yeteneği tartışılmaz birinden ben olsam
neden vazgeçerim ki? Vatana,
millete, dâvâya bir ihâneti
mi oldu acaba? Açıp okumaktan bile imtinâ ettiğim o
pelikan dosyasında yazması
muhtemel hâinliklerin birer
düzmece olduğu konusunda
hiç tereddüdüm yok. “Davutoğlu hâin olsa, Erdoğan
onun kongreye kadar partinin başında durmasına izin
vermezdi” diye geçiriyorum
içimden.
Peki, ama neden?
Erdoğan-Davutoğlu ortaklığının sonuna neden bu
kadar çabuk geldik? Erdoğan
gerçekten de muhalefetin
dediği gibi bir diktatör mü ki
kafasına estiği gibi başbakan
harcayabiliyor?
Yalçın Turgut’un konuyla
ilgili karikatüründeki gibi,
M. Kemal, Fethi Bey’i görevden alıp İnönü’yü, İnönü’yü
görevden alıp Bayar’ı Başbakan yapıyor. İsmet İnönü,
Saydam’ı alıp Saraçoğlu’nu,
onu alıp Peker’i, onu alıp
Saka’yı vs. Başbakan yapınca
oluyor da Erdoğan kongre
seçeneğiyle Davutoğlu’nun
istifasını önleyince mi diktatör oluyor?
Olayın hata boyutu bir
başbakanın bir cumhurbaşkanı tarafından kızağa
çekilmesi değil bence. “AK
Parti Kurucu Genel Başkanı”
sıfatıyla Erdoğan’ın AK Parti
üzerinde her zaman tasarrufu
olacaktır, olmalıdır da. Aynı
M. Kemal’in CHP üzerinde
ölene dek tasarruf sahibi
olduğu gibi… Erdoğan’ın
AK Parti kadrolarını baştan
aşağı değiştirmesi bile mümkün. Sorun bu değil. Zira
silah ve kürsü arkadaşlarını
sadece kendisine bütünüyle
biat etmedikleri için idamla
yargılatan Cumhurbaşkanlarını başköşeye yerleştirdi bu
millet senelerce.
Sorun, Erdoğan’la Davutoğlu arasında gözle görünür,
altından kalkılamayacak boyutta büyük bir biat sıkıntısı
yaşanmamış olması aslında.
Devletin bekâsı için kendi
evlâtlarından vazgeçebilen
bir kültürün torunlarıyız biz.
Davutoğlu’ndan vazgeçmek
değil, memleket için her şey
iyi ve Erdoğan’ın dilediği gibi
giderken vazgeçmek sorun.
Yoksa Erdoğan’dan da vazgeçelim yarın devlet için daha
iyi olacaksa…
Benim aradığım cevap
“Davutoğlu’nun yerine kimin
geleceği” de değil, bunu önümüzdeki ay öğrenip yorumlayacağız inşallah. Son kongrenin liste sihirbazı Binali
Yıldırım olsa ne yazar, damat
Albayrak olsa ne? Aradığım
cevap, başka birinin neden
geleceği ve Davutoğlu’ndan
fazla ne verebileceği…
AK Parti’nin
elindeki risk
Sokaktaki vatandaş,
Erdoğan’ın Davutoğlu’ndan
korktuğu için bu hamleyi yaptığını konuşuyor.
Davutoğlu’nun kendisinden
daha büyük bir kesim tarafından sevildiğini düşünüyor
vatandaş. Erdoğan’ın ikbâl
uğruna Başbakan’a kıydığını
söylüyorlar. Daha önceleri
Gül ve Arınç’a yaptığını hatırlatıyor herkes herkese.
Davutoğlu benim kadar
kızgın değil belki, ama kırgın.
Bu kırgınlığı kısmen tabana
da yansımış durumda. AK
Partililerde bir endişe hâkim!
Önümüzde muhtemel bir
anayasa referandumu varken
bu endişe göze alınabildiğine
göre, önlemleri de düşünülmüş olmalıdır herhâlde. Buradan geri dönüş olmadığına
göre, olay, sebepleriyle daha
iyi anlatılabilmeli bundan
sonra.
Ya topyekûn kızmalıyız
Davutoğlu’na bırakıp gitti
diye! Ya da iki memleket
sevdâlısının aldıkları bu kararın doğruluğuna inanmalıyız.
Ancak asla ve asla bu sorunun orta yerinde bir menfaat
çatışması aramamalıyız. Aksi
hâlde Erdoğan gönüllerde
suçlu, sonuç olarak da Erdoğan sevdâlıları kızgın ve
kırgın kalırlar.
Kongre taleplerini bile
mahkemeye taşımak zorunda
kalan partilerin arasında,
sorunları kongrede çözmeyi
doğru bulan bir partinin yolunda olduğumuz için gurur
duymak varken, DavutoğluErdoğan krizini yazmanın
ne kadar zoruma gittiğini
bilemezsiniz.
Ancak Davutoğlu krizinin
geleceğe dair bize öğrettikleri
ve sonuçta önümüze koymamız gereken bir yol haritası
var. Cumhurbaşkanı’nın halk
tarafından seçildiği o ilk günden beri Erdoğan’ın haykırdığı sonuçtur bu kriz aslında. İki
seçilmişin bir yerlerde çatışmaması tabiata aykırı olurdu
ki bu aykırılık yaşanmadı.
Siyasî tarihimizin en yüksek oranda oylarından biriyle
seçilen Başbakan ile cumhur
tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı arasında bir gün
bir yerde bir sorun patlak
verecekti elbette. Aynı siyasî
partiden, aynı dünya görüşünden, aynı îtikâdî çizgiden
iki seçilmiş bile birbirlerine
bu kadar dayanabildiğine
göre, siyasî yelpazenin farklı
kanatlarından seçilmiş iki
kişinin ülkeyi hangi krizlere
sürükleyebileceğini düşünmek bile istemiyorum. O
hâlde bu iki başlı sistemin
zararlarından kurtulmanın
en kesin çözümü, çok acil
bir anayasa değişikliği ile
başkanlık sistemine geçmek
olmalıdır.
Yeni kabine, yeni yasama
dönemine yeni anayasa tasarısıyla girmelidir. O tasarı
Meclis’ten 367’yle geçemeyeceğine göre, ya referandum ya
da yeni bir seçim gündemdedir ki bundan sonra yapılacak
her oylama, AK Parti adına
büyük bir risk taşıyacaktır.
haziran 2016
51
haberajanda
Siyaset
Sabri Öğe
[email protected]
Başta Başbakan olmak üzere Cumhurbaşkanı’nın çalışma arkadaşları ve
tüm bürokratların idrâk etmeleri gereken şey, Sayın Erdoğan’ın engin vizyonudur. Türkiye bu noktaya onun sayesinde geldi. Şâyet onun vizyonu
olmamış olsaydı, bugün ne dünyanın en büyük havalimanı, ne dünyanın
en büyük asma köprüleri ve ne de saymakla bitmeyecek nice olağanüstü
hizmetlerin biri dahi olabilirdi. Türkiye, Tayyip Bey’in kıymetini bilmelidir!
İki zarif insan
S
EVİYE ve seciye timsali sevgili Ahmet Davutoğlu Hocamız, bunca hizmetlerine, giderken ortaya koyduğu asil tavır ve jest ile bir büyük hizmet
daha kattı. Fitne kazanını kaynatmak için gözleri parıldayarak, avuçlarını
ovuşturarak pusuda bekleyen dâhili ve hâricî fitne odaklarının heveslerini kursaklarında bıraktı. Geçmişte nice anlı şanlı devlet ve siyaset adamlarının yaptıklarını ve tavırlarını, şahsî hırs ve egoları uğruna aziz milletimize vermiş
oldukları zararları düşündüğümüzde, onun fazîletli duruşunun değerini daha iyi
anlayabiliyoruz. Ecevit’in Cumhurbaşkanı Sezer’le kapalı kapılar arkasındaki bir tartışmasını alelacele ifşâ edip, üstelik de “Bu bir krizdir!” demek sûretiyle Cumhuriyet
döneminin en büyük ekonomik krizini nasıl tetiklediği, vatandaşlarımızın ne büyük
acılar içinde kalmasına sebep olduğu hatırlardadır.
>> Taşeli’nin Taşkent’inden çıkıp gelen Yörük çocuğu, ne öncesinde, ne de
Başbakanlığı döneminde
bizden olan aslî mayasını hiç
kaybetmeden, karakteriyle
taş gibi, fakat daima gülen
yüzü, alçak gönlüyle içimizi
ısıtan bir ipek gibiydi. Zamanında onun gibi bizim
içimizden çıktığı hâlde
“monşer”leşen diplomat ve
devlet adamlarını, başörtülü
evlâdımızı Meclis’ten süren
Başbakanları, İslamköy’den
çıkıp da başörtülü yavrularımızı ülkeden sürmeye kalkan
Cumhurbaşkanlarını görmüş
olan bu ülke, onu âdetâ bir
mücevher gibi sahiplenip
bağrına bastı.
Prof. Davutoğlu, balarısı
52
haziran 2016
misâli hizmet üretmeye devam edecektir. Malûm, bal
arıları ister kara kovan, ister
fenni kovan olsun, isterse
hiç kovan olmasın, gidip bir
ağacın münâsip bir yerine
yerleşerek ballarını yaparlar.
Bir de sarı arılar vardır. Bunlar vızıltılarıyla, soframıza
yaptıkları tacizlerle ve fırsat
bulduklarında sokmalarıyla
insanlara zarar verirler, tıpkı
CHP gibidirler, asla bal yapmazlar. Şu Kılıçdaroğlu Sayın
Başbakan’a “Neden kriz çıkarmıyorsun?” diyerek öfkeyle
saldırıyor, “Çekileceksen de,
hiç olmazsa vuruşarak çekil!”
gibilerinden kendince akıl veriyor. Bunlar böyledirler, “kriz,
vuruşmak, çatışmak” vardır
lügâtlerinde, “sevgi, saygı, ülke
menfaati, hizmet üretmek”
gibi kelimeler yoktur.
Mamafih, beri tarafta AK
Parti cenahının yaptığını da
makul kabul etmek mümkün
değil. Bir genel başkanın
maiyetindeki arkadaşları
tarafından yetkisinin alınması yenilir yutulur olmayan
cinsten ne kadar ağır bir
eylemdir! Muhabbet ve
uhuvvet üzere bina olduğu
iddia edilen bir partiden
sâdır olmaması gereken, iktidar partisi olması hasebiyle
de geleceğimiz konusunda
endişe yaratabilecek fazîletsiz
bir hamledir söz konusu
olan. Bunun başka bir yolu
elbette vardı. Şâyet bu eylem
Sayın Cumhurbaşkanımızın
bilgisi dâhilinde yapılmış
ise, bu bizleri daha da üzer.
Davutoğlu Hoca, zehir yutarcasına, hicrânını sînesine
gömerek, hiç kimsenin kalbini de kırmayarak olayı geçiştirdi. Onun yerinde Bülent
Arınç Bey olsaydı acaba nasıl
bir tepki verirdi?
Mevcut Anayasa muvacehesinde Cumhurbaşkanı’yla
Başbakan’ın çatışması mukadder midir? Evet, genel
kanaat öyle olmakla beraber,
Sayın Başbakan’ın “Her şey
milletin gözü önünde oldu”
şeklindeki ifâdesinden bakacak olursak, böyle olmadığı
kanaati ortaya çıkıyor. Bizler
sebebin perde arkasındaki birtakım çatışmaların olduğunu
sanıyorduk; öyle değilmiş, her
şey göz önünde olmuş!
Bizim gördüklerimizden, Sayın Başbakan’ın
Cumhurbaşkanı’na karşı
oldukça katı ve yanlış, buna
mukabil Cumhurbaşkanı’nın
sabırlı ve ileri derecede hoşgörülü davrandığını müşahede ediyoruz. Başbakan o
şekilde davranmak mecburiyetinde değildi ve öyle olmamalıydı. Cumhurbaşkanı’nın
özel olarak seçip getirdiği,
kendisine çok yakın bildiği
MİT Müsteşarı’nın, onun
rızası alınmadan istifa ettirilip milletvekili adayı
yapılmış olması, doğru kabul
edilebilecek bir şey değildir.
Cumhurbaşkanı’nın düşüncesi hilafına gerçekleştirilen
“Dolmabahçe Mutabakatı”
ve bizzat “Terör örgütüyle
konuşacak hiçbir şey yok!
Son terörist yok edilinceye
kadar operasyonlar devam
edecek!” derken Başbakan’ın
onu tekzip edercesine kalkıp
2013 şartlarının gerçekleşmesinden bahsetmesi, ülkenin bu en önemli sorununda
ayrı telden çalması, affedilebilecek bir hata değildir.
Ve nihâyet, güvenlik güçlerimiz can ve kan vererek
terör mücadelesi verirken
Parlamento’daki terörist
yandaşlarının dokunulmazlığının kaldırılması için
Cumhurbaşkanı bas bas
iktidara çağrı yaparken Sayın
Davutoğlu aylar boyunca beceriksizce bir fezleke türküsü
tutturup kuru hamâsetle
milleti oyaladı, hem
Cumhurbaşkanı’nı, hem de
milleti çileden çıkardı.
Görüldüğü gibi, tahminlerin aksine Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan’a karşı hiç
de katı davranmamış, buna
mukabil Sayın Davutoğlu ise
kendisinden beklenmeyecek
hatalar yapmıştır. Anlıyoruz
ki, fahiş hatalar yapılmamak
kaydıyla uyumlu çalışma
mümkün olabilecekmiş. Ancak icrânın tek elde toplanmasını mümkün kılacak başkanlık sistemi herhâlde çok
daha derli toplu ve dinamik
bir yapı olur ve mevcut sıkıntılar tümüyle ortadan kalkar.
Hâdisenin bir iyi tarafı şu
oldu ki, geçmişte bir üflemeyle krizden krize sürüklenen
bu ülkenin, en kritik olayların
yaşandığı bir zamanda böyle
bir olaya rağmen en küçük
bir sarsıntı yaşamayan sağlam
bir ekonomiye sahip olduğu
görüldü.
Başta Başbakan olmak
üzere Cumhurbaşkanı’nın
çalışma arkadaşları ve tüm
bürokratların idrâk etmeleri gereken şey, Sayın
Erdoğan’ın engin vizyonudur. Türkiye bu noktaya
onun sayesinde geldi. Şâyet
onun vizyonu olmamış olsaydı, bugün ne dünyanın
en büyük havalimanı, ne
dünyanın en büyük asma
köprüleri ve ne de saymakla
bitmeyecek nice olağanüstü
hizmetlerin biri dahi olabilirdi. Türkiye, Tayyip Bey’in
kıymetini bilmelidir!
haziran 2016
53
haberajanda
Siyaset
LİDERLİK GİZEMİ
Recep Tayyip
Erdoğan’ı seven
de, sevmeyen de
vardır. Fakat her
iki kesim de kesinlikle kendisine güvenir! Öngörülebilir bir liderdir. Bu
hâle nasıl geldi?
Onlarca yıldan beri
seçime giriyor ve
kendisiyle ilgili her
şey tartışılıyor.
Yıllardan beri gözlemledikleri tutum
ve davranışlarını
karşılaştıran insanlar bir tutarlılık
görüyorlar. İstemediği bir karar
bile olsa, sevmeyen bir kişi, Cumhurbaşkanımızın
nasıl karar vereceğini aşağı yukarı
kestirir. Kendisini
sevene de, sevmeyene de sorsam ki
“Recep Tayyip Erdoğan bir zorlukla
karşılaşsa, birileri
onu tehdit etse,
o tırsıp bir kenara
çekilir mi?” diye,
herkes vereceği
cevabı biliyordur,
emînim!
54
haziran 2016
D
ÜŞÜNCE dünyanızda bir
yere gelir, takılır kalırsınız.
Oradan öte yol yoktur. Bir
şeyler demeye çalışır, kıvranırsınız; edepliyseniz, “Bir
yolu olmalı illâ ki” dersiniz, edepsizseniz,
“Kesin bunun altında bir pislik var!” diye
tepki verirsiniz, o da yoluna öyle devam
eder. Liderlik ve liderle ilişkiler de böyle
bu türden şeylerdir. Bir şeyler söylemek
istersiniz, ama “Aslında şöyle yapması
lâzımdı. Her zaman bu şekilde mi olacak?
Diğerleri bostan korkuluğu mu?” şeklindeki şikâyetler ve sorular uzar gider.
>> Türkiye’deki haber ajansları ve
TV’leri anlık haber geçmeye başladılar Cumhurbaşkanı-Başbakan
görüşmesi öncesi, bitimine ve ertesi
güne kadar. Ertesi gün Başbakan’ın,
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Büyük Kongresi’ni olağanüstü toplantıya çağırmasıyla sürecin ilk aşaması
bitmiş oldu. Tabiî kafalarda pek çok
soru işareti, bilinmezlikler, belirsizlikler, duygularda şaşkınlıklar, sitemler
ve kızgınlıklarla beraber...
Sayın Cumhurbaşkanımızla ilgili
meydana getirilmeye çalışılan “Tek
adam uygulaması mı olacak”, “Acaba
hep onun dediği mi olacak?”, “Seçim başarısı mı, bunca hizmetler mi
Başbakanlık’tan alınmasına sebep
oldu?” gibi pek çok iddia ve sitem,
şaşkınlık ve hatta kızgınlıkla karşılaştım. Telefonlarımız neredeyse hiç
susmadı. Bazı çevrelerin meydana
getirmeye çalıştığı, mantıksızlığından
dolayı ne mânÂya geldiğini de anlayamadığım itham, “sivil diktatörlük”
ve “tek adam” iddiası ise neredeyse
Lokman Ayva
[email protected]
taban bulmaya başlayacak.
İlk olarak şunu söylemem
lâzım ki, bu bir itham. “Sivil
diktatör” nasıl olunuyor, anlayamıyorum. Sayın Recep
Tayyip Erdoğan’ın elinde bir
silah veya bir para yok ki ona
göre hepimize baskı yapsın,
hepimizi korkutsun ve seçim kazansın. Cümle âlem
seçimleri nasıl kazandığını
biliyor. Rakiplerinin nasıl
kaybettiklerini de… Şu âna
kadar geldiği RP Gençlik
Kolları Başkanlığı, RP İl
Başkanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı,
Milletvekilliği, AK Parti Genel Başkanlığı, Başbakanlık,
Cumhurbaşkanlığı gibi tüm
pozisyonlara seçimle geldi.
Atatürk bile bu kadar seçime girmemiştir. Seçimlerin
hepsini de mevcut düzene,
mevcut güç odaklarına karşı
kazanmıştır Erdoğan.
Onun diktatör olduğunu
iddia edenlerin durumlarına
bakınız! Ya işadamı yahut
patrondurlar. Hayatta seçime
girmemişlerdir. Onun yönettiklerinin, onları makamlarından alma imkân ve yetkileri yoktur. İşadamı veya patron değilse, cemaat sistemi
içerisinde bir kişidir böyleleri
ve haklarında demokrasi ve
seçim söz konusu bile olmaz.
Bunu söyleyen siyasetçilerse,
kendince o nadide, o güzel,
kurtarıcı fikirlerini halka
kabul ettirememişlerdir. O
kadar kaybetmelerine rağmen hâlâ siyaset liderliğinde
garantili iş bulmuş işsiz gibi
oturur dururlar.
Peki, böyle bir lider, kararlarını nasıl alır? Her şeyi bize
sorarak yapsa meselâ?
Karar alma süreçleri ne
kadar hızlı olursa, başarı da
o kadar hızlı olur. Meselâ bir
köye okul yaptırılacak, bu
okulu köylü kimden talep
edecek? O köyün bağlı olduğu yetkililerden… Yetkililer
tartıştı: “Taşıma mı yapsak,
yoksa o köye ayrı bir okul
mu?” Sonra o yetkililer diğer
köylerin benzer ve başka
taleplerini de tartıştılar ve
kararlarını bir üst yetkililere
sundular. Onlar da bir üste
sundu. Bu iş Ankara’ya kadar
gitti. Bu kararların alınması
kaç yıl sürer, biliyor musunuz? Sadece okul kararı değil,
eğitimle ilgili her türlü karar
için aynı süreçler izlenmek
zorunda. Dilekçeyi verdiğinizde okul yaşında olan çocuğunuz askerlik çağına gelir.
Tabiî bir de en basitinden
mahrem durumlar var: Devletler niye casus çalıştırırlar?
Birtakım gizli kararları
öğrenmek için… Bunları
uluorta konuşur, tartışırsak, tek faydası bize casus
göndermeyi plânlayanların
casus harcamalarını azaltmak olur. Onun dışında bize
hiçbir faydası olmaz. Çeşitli
vesîlelerle liderler, herkesin
bildiğinden daha fazla bilgiye
sahiptirler. Bu tip bir lider
“karar alıcı önder” olduğu
için, aklınıza gelen veya gelmeyen bilgiler kendilerine
ulaştırılır. Lider, mahrem bilgileri ortalığa saçıp savurmamak ve hızlı karar alabilmek
için bunları dar bir çevreyle
istişare ederek karar almak
durumundaysa, o zaman biz
ne yapacağız?
Böyle durumlarda bizler,
dünyanın en zor ve en kolay
işini yapacağız: Güveneceğiz!
Güvenmek, dünyanın en
zor işidir. Güven bir dıygudur ve kolay kolay oluşmaz.
Akıl ve mantıkla elde edilen
bir şey değildir. Ben size 100
bin TL versem ve herhangi
bir konuda “Bana güvenin!”
desem, belki güvensizliğiniz
iyice artar. Güvenin oluşabilmesi için birtakım olaylar,
bazı referanslar lâzımdır.
Birtakım dedikodulardan
sıyrılmış olmanız lâzım ki
bunu tesis edebilesiniz.
Meselâ, “Şu işi Lokman
kesinlikle yapabilir!” diye
güvendiniz ve telefon etmek
istediniz bana. Benim o
işi yapabileceğimi nereden
biliyorsunuz? Demek ki bir
şeyler biliyorsunuz ve mantık yürütüyorsunuz ki buna
karar verip telefon etmeye
kalkıyorsunuz. Bir lider için
milyonlarca insanın güvenini
elde etmek müthiş bir başarıdır. İşte kolay olan da bundan
sonra başlar! Böyle bir lider
varsa rahatlıkla tüm işleri
kendisine bırakabilirsiniz.
Her türlü sorumluluk liderde
olur. Siz de rahat rahat günlük işinize gücünüze bakarsınız…
Recep Tayyip Erdoğan’ı
seven de, sevmeyen de vardır. Fakat her iki kesim de
kesinlikle kendisine güvenir!
Öngörülebilir bir liderdir.
Bu hâle nasıl geldi? Onlarca
yıldan beri seçime giriyor
ve kendisiyle ilgili her şey
tartışılıyor. Yıllardan beri
gözlemledikleri tutum ve
davranışlarını karşılaştıran
insanlar bir tutarlılık görüyorlar. İstemediği bir karar
bile olsa, sevmeyen bir kişi,
Cumhurbaşkanımızın nasıl
karar vereceğini aşağı yukarı
kestirir. Kendisini sevene
de, sevmeyene de sorsam ki
“Recep Tayyip Erdoğan bir
zorlukla karşılaşsa, birileri
onu tehdit etse, o tırsıp bir
kenara çekilir mi?” diye, herkes vereceği cevabı biliyordur,
emînim!
Yurtiçinde veya yurtdışında bir haksızlık olsa, Recep
Tayip Erdoğan, “Bana ne!
Ağrımayan başımı niye ağrıtayım?” deyip duymazdan,
görmezden veya bilmezden
gelir mi? Emînim, bunun da
cevabını hepimiz biliyoruz!
Yaptıklarıyla, söyledikleriyle
ciddî bir çoğunluğun güvenini kazandı. O yüzden bize de
işin kolayı kalıyor: Güvenmek... O yüzden iç politikada, dış politikada kendisine
güveniyoruz ve Allah’a şükür,
kendisi şimdiye kadar bizi
hiç yanıltmadı. Bu güvenle
Türkiye kârlı çıktı. Türkiye
sürekli olumluya gitti.
Son hükûmet değişikliği de bunun gibidir.
Türkiye olarak önceki
Başbakanımız Prof. Dr.
Ahmet Davutoğlu’na da
güvendik. Pek çok mahrem
bilgilere dayanarak kararlar aldı. Biliyoruz ki, AK
Parti Genel Başkanlığı ve
Başbakanlık’tan istifa kararı
da vatandaşlara sorulmadan
alınmış bir karardır. Ama
saygı duymak ve güvenmek
durumundayız.
Bu durumlar karşısında
bizlerin yaptığı, en akıllıca
olandır. Bu kararlar alınırken
pek çok durum göz önünde
tutuluyor. Bunların bir kısmı paylaşılabilir; bir kısmı
da paylaşılamayan şeyler…
Emînim, bu sürecin sonunda
da hep birlikte kârlı çıkacağız. Çünkü bizler güvenilir
insanları lider bildik ve o
liderlere güvendik. Liderlik
gizemini de böylelikle avantaja çevirmiş olduk.
haziran 2016
55
haberajanda
Analiz
Biz Erdoğan’ı da, Davutoğlu’ nu da tanıyoruz. Bu halk nifak tohumları ekenlere
iltifat göstermeyecektir. Yaşananların en olumlu tarafı, bize başkanlık sisteminin ne kadar gerekli olduğunu göstermesidir. Cumhurbaşkanı’nın halkoyu ile seçildiği ilk gün, başkanlık sistemi resmen değil ama fiilen hayatımıza
girmişti. Şimdi resmen konuşmanın ve harekete geçmenin vakti geldi!
MEVCUT SİSTEMİN ÇARPIKLIĞI:
Başkanlık sistemine geçiş sancıları
A
NADOLU Ajansı’ndan bir haber geçiliyor: “Başvekil Malatya Mebusu İsmet İnönü’ye, talep ve ricâsı üzerine Reis-i Cumhur Atatürk tarafından bir
buçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet vekâletine İktisat Vekili Celal
Bayar tayin edilmiştir.”
>> Tarih, 20 Eylül 1937’dir.
Halk, İsmet Paşa’nın izne
çıktığını düşünüyordur. Oysa
durum çok farklıdır. Atatürk
ve İsmet İnönü arasında
ciddî problemler vardır.
Yürütülen dış politikalardan
ekonomik politikalara, Dersim isyanından özelleştirme
politikalarına kadar pek
çok konuda iki lider arasında derin görüş ayrılıkları
mevcuttur. Yaklaşık bir ay
sonra (25 Ekim 1937) ise
Başvekil’in “kat’î” olarak
istifa ettiği ve yerine Celal
Bayar’ın getirildiği açıklanır.
Böylece İnönü’nün 16 yılı
aşan Başbakanlık görevi sona
ermiştir.
Atatürk’le İnönü’yü karşı
karşıya getiren meselelerden
biri “Hatay meselesi” idi.
56
haziran 2016
Atatürk, 6 Ocak 1937 tarihinde Eskişehir’de, İsmet
İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak, Tevfik Rüştü Aras ve
Şükrü Kaya ile bir görüşme
yapmış, İnönü hükûmetini
Hatay meselesini doğru okuyamamak ve pasif kalmakla
suçlamıştı. İnönü, Hatay meselesinde Fransa’nın tepkisinden çekiniyordu. Atatürk
ise Fransa’nın Avrupa’daki
sorunlarının daha büyük
olduğunu ve Hatay’la ilgilenemeyeceğini düşünüyordu.
Atatürk, Hatay konusunda
gazetelerde çıkan yazıları
yetersiz görerek bazı gazetelerin başyazarlarını Dolmabahçe Sarayı’na çağırmış ve
kendisinin dikte ettiği yazıları gazetelerde yayınlatmıştı.
Hatta müstear bir isimle
bizâtihî hükûmeti suçlayan
yazılar kaleme aldığı bilinmektedir.
Resmî kaynaklarda pek
bahsedilmeyen bu derin
görüş ayrılıklarının en bâriz
ve en belirgin olanı, belki de
bir anlamda mevcut parlamenter sistemin çarpıklığını
ortaya koyan örneği, 9 Eylül
1937’de, İsviçre’de yapılan
Nyon Konferansı sırasında
yaşandı.
İtalya’nın İspanya limanlarına yönelik tacizlerini
görüşmek üzere uluslararası
bir konferans düzenlenmesi
kararlaştırılmıştı. Konferans sırasında Cenevre’de
Türkiye’yi temsîlen bulunan
Tevfik Rüştü Aras, o zamanki iletişim koşullarına
rağmen hem Başbakan
İnönü’ye, hem de aynı anda
Cumhurbaşkanı Atatürk’e
bilgi veriyor, işin kötüsü, her
iki liderden ayrı ayrı gelen
tâlimatları uygulamaya çalışıyordu.
İnönü’nün başta bundan
haberi yoktu. Atatürk anlaşmanın imzalanması taraftarı
iken, İnönü ise çekimser
kalınarak Mussolini’ye karşı
daha ılımlı davranılmasını
savunuyordu. Tevfik Rüştü Bey, İnönü’ye rağmen
Atatürk’ün isteği üzerine
anlaşmayı imzalamak durumunda kaldı. Durumu
sonradan öğrenen İnönü, bu
duruma çok bozulmuştu.
Atatürk, kurduğu çiftlikleri Hükûmet’e devrettikten
sonra idaresinin ihmâl
edildiği gerekçesiyle çeşitli
defalar şikâyette bulunmuştu.
Atatürk ve İnönü arasındaki
ipleri koparan olay ise, 18
Eylül 1937 günü bu sebeple
Orhan Mücahit
[email protected]
meydana geldi. Atatürk,
Orman Çiftliği yöneticileri
ile bizâtihî görüşerek olaya
bir anlamda müdahale etmiş,
bunu öğrenen İsmet İnönü
ise Atatürk’e tepki göstermişti. Aynı akşam Çankaya
sofrasında Atatürk ve İnönü
bu konu yüzünden tartışmış
ve Atatürk’ün tepkisi ile
toplantı bitirilmişti. Atatürk,
artık İnönü hükûmeti ile
beraber devletin yürütülemeyeceğine karar vermiş ve onu
usûlüne uygun bir biçimde
azletmişti.
Atatürk, Türkiye’nin ilk
Cumhurbaşkanı’ydı. Mevcut
parlamenter sistemin kurucusu lideriydi. Liderliği ve
otoritesi tartışılmaz idi. Buna
rağmen, mevcut sistemin
aksaklıklarını bizâtihî yaşadı.
Örneklerde görüldüğü gibi,
lüzum gördüğü konularda
hükûmete doğrudan müdahale etme gereği duymuş, en sonunda beraber,
omuz omuza savaştığı, yeni
Cumhuriyet’i beraber kurduğu, kendisine en yakın
gördüğü yol arkadaşı ile yollarını ayırmak durumunda
kalmıştı. Ancak bu durum,
Cumhuriyet tarihimizde ne
ilk, ne de son olacaktı.
Cumhurbaşkanı
Turgut Özal
ve Başbakan
Süleyman Demirel
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan
Turgut Özal ve Süleyman
Demirel, siyasî iki güçlü
rakip ve iki güçlü liderdi.
Bu ikili arasında da ciddî
sorunlar yaşandı. Turgut
Özal Cumhurbaşkanı ve
Süleyman Demirel Başbakan
olduğu zaman, bu gerilim
doruğa çıkmıştı. Özal güçlü
bir liderdi. Klasik Cumhurbaşkanlarından değildi.
haziran 2016
57
haberajanda
Analiz
Turgut Özal
Süleyman Demirel
Tansu Çiller
Cumhurbaşkanı Sezer ve Başbakan Erdoğan arasında da hiç bitmeyen
bir mücadele vardı. Öyle ki Sezer, Erdoğan hükûmetleri zamanında 64 yasa
veto ederek rekor kırdı. Hükûmet’in icraatları resmen tıkandı. Atamalar yapılamadığı için, vekâlet sistemi bir nevi yeni görevlendirme metodu oldu. Sezer
sadece sistemi değil, Türkiye’nin önünü tıkadı. Sonuç olarak, görev süresi dolduğunda hem iktidarın, hem de Türkiye’nin önü açılmış oldu.
Yıllarca aktif siyaset yapmış,
icraatları ve yaptıkları ile
Türkiye’nin seyrini değiştirmiş, Türk siyasî hayatına
damga vurmuş bir ismin hiçbir iş yapmadan Çankaya’da
oturmasını beklemek mantıklı olmazdı. Turgut Özal,
“Ben Cumhurbaşkanıyım,
Çankaya memuru değilim”
diyerek kendisine gelen bazı
kararnameleri imzalamayın-
ca, Demirel ile aralarındaki
gerilim yeniden tırmandı.
Tartışma daha sonra dış
politikaya da yansıdı. Ermeniler Nahcivan’a saldırdığında, Özal “Türkiye’nin
garantörlük hakkından
dolayı Nahcivan’a müdahale edilmelidir” şeklindeki
düşüncesini ifâde ettiğinde,
Demirel ise “İstiyorsa gidip
savaşsınlar, mânî olan yok!”
şeklinde skandal bir açıklama yapmıştı. Tartışmalar
sürerken, Hükûmet, Özal’ın
yetkilerini kısmak için harekete geçti. Atamalarda
Cumhurbaşkanı’nı devre
dışı bırakan yasa tasarısı
hazırlandı. Ardından Bakanlar Kurulu kararlarında
Cumhurbaşkanı’nın onayını
gerektirmeyen bir çalışma
hazırlandı. Hükûmet olarak
Abdullah Gül
58
haziran 2016
Cumhurbaşkanı’nın verdiği resepsiyona gitmediler.
Gerginlik o noktaya vardı ki,
Özal, Anayasa’nın kendine
verdiği yetkiyi kullanarak
Başbakanlık’a gitti ve Mart
başında yapılan Bakanlar
Kurulu toplantısına başkanlık etti. Gerilim iyice
artarken, kısa süre sonra
Özal hayatını kaybetti. Daha
sonra Süleyman Demirel,
Cumhurbaşkanı oldu.
Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel
ve Başbakan Tansu
Çiller
Tansu Çiller, Demirel’in
Türk siyasetine kazandırdığı
bir isimdi. Çiller, Demirel
ile beraber uzun yıllar çalıştı.
Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde Başbakan
oldu. Ancak bu ikili de
uyumlu değildi. Demirel
ile Çiller’in arası ilk olarak
Azerbaycan’daki darbe girişimi ve Çiller’in bu darbeye
destek verdiği iddiasıyla
bozuldu. İkili arasındaki
uyumsuzluk giderek arttı.
Hatta Çiller’in bazı DYP’li
bakanlara Demirel’in görev
süresini tartışmaya açaca-
Orhan Mücahit
Bülent Ecevit
ğını söylediği iddia edildi.
Çiller’in bu tavrı Demirel’in
kulağına gidince Demirel
çok sinirlendi. O günlerde
Demirel’in seçim yasasını
veto edeceği de söyleniyordu.
Çiller’in Çankaya
Köşkü’ne çıkıp bu konularda
Demirel’i suçladığı ve “Siz
bizim seçimi kaybetmemiz için uğraşıyorsunuz.
Bu kanunu veto ederseniz,
ben de sizin görev sürenizi
tartışmaya açarım” dediği,
Demirel’inse “Karşımda bir
bayan olmasaydı pencereden
aşağı atardım” dediği yazılıp
çizildi. 28 Şubat’ta yaşananlar ve Refahyol hükûmetinin
başına gelenleriyse hepimiz
biliyoruz.
Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer
ve Başbakan Bülent
Ecevit
10. Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer,
Anasol-M koalisyon
hükûmeti ortaklarının ortak
karara varamamaları sonucu,
Ecevit’in önerisiyle Cumhurbaşkanı adayı olarak ön
plana çıkmış ve mutabakat
sağlanarak seçilmişti. Ancak Ecevit önderliğindeki
hükûmet ile Sezer arasında
da ciddî problemler ortaya
çıktı. Özellikle ekonomik
krizlerle birlikte birçok özel
bankanın batması, yolsuzluk
iddiaları ve hükûmet tarafından yargının baskı altına
alındığı iddiaları Sezer’i çok
rahatsız ediyordu.
Cumhurbaşkanı, bankaların özelleştirilmesi,
genel af gibi pek çok kanun
hükmündeki kararnameyi
imzalamayı reddetti. Sezer,
daha sonra meşhur MGK
krizini ateşleyecek olan
Hükûmet’i by-pass ederek
Devlet Denetleme Kurulu’na
yolsuzlukları ve batık bankaları inceleme emrini verdi.
Ecevit’se, Sezer’in bu hareketini denetimi denetleme
olarak değerlendirdi. İkili
arasındaki kriz, MGK toplantısındaki Anayasa kitapçığının fırlatılması ile doruğa
çıktı. Sonra yaşananları
biliyoruz…
Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer
ve Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan
Ahmet Necdet Sezer
Cumhurbaşkanı Sezer ve
Başbakan Erdoğan arasında
da hiç bitmeyen bir mücadele
vardı. Öyle ki Sezer, Erdoğan
hükûmetleri zamanında 64
yasa veto ederek rekor kırdı.
Hükûmet’in icraatları resmen
tıkandı. Atamalar yapılamadığı için, vekâlet sistemi
bir nevi yeni görevlendirme
metodu oldu. Sezer sadece
sistemi değil, Türkiye’nin
önünü tıkadı. Sonuç olarak,
görev süresi dolduğunda hem
iktidarın, hem de Türkiye’nin
önü açılmış oldu.
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül ve
Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan
Abdullah Gül, Erdoğan’ın
hem siyasî, hem de özel
hayatında en yakın dostlarından biriydi. AK Parti’yi
beraber kurdular. Sezer sonrası Cumhurbaşkanı olması
için Abdullah Gül’ü aday
gösteren Erdoğan’dı. Gül’ün
Cumhurbaşkanı, Erdoğan’ın
Başbakan olduğu dönem
hem iktidar, hem de Türkiye
için en verimli dönemdi.
Buna rağmen aralarında yetki tartışmalarının ve düşünce
farklılıklarının olduğunu
biliyoruz.
Velhâsılıkelâm, sözü
nereye getireceğim anlaşılmış olmalı. Mesele aslında
Erdoğan-Davutoğlu meselesi değil. Evet, pek çok kişi
meseleyi iki dâvâ arkadaşının
arasında gördü ve bunu
konuşuyor. Oysa mesele,
aslında mevcut parlamenter
sistemin yanlışlığı, eksikliği
ve çarpıklığı meselesidir.
Bizim bunu konuşmamız
gerekiyor. Tarihimiz bize
bunu gösteriyor. Bırakın ayrı
görüşlere sahip insanları,
aynı görüşe sahip ve aynı
siyasî yolun yoldaşları dahi
anlaşamayabiliyor.
Biz Erdoğan’ı da, Davutoğlu’ nu da tanıyoruz. Bu
halk nifak tohumları ekenlere
iltifat göstermeyecektir. Yaşananların en olumlu tarafı, bize
başkanlık sisteminin ne kadar
gerekli olduğunu göstermesidir. Cumhurbaşkanı’nın
halkoyu ile seçildiği ilk gün,
başkanlık sistemi resmen
değil ama fiilen hayatımıza
girmişti. Şimdi resmen konuşmanın ve harekete geçmenin vakti geldi!
haziran 2016
59
haberajanda
Siyaset
Devlet mi mil etten, mil et mi
Bir bayrak ve pasaport
ile devlet olunuyor mu?
Şirket kurar gibi devlet kurulması, “millet” kavramını
zorlamakta. Yani her kurulan
devlet, kendine bir millet mi
tanımlayacak? Lüksemburg,
Malta, Vatikan vs. şehir
devletlerinin bırakın küresel
meseleleri, bölgesel konularda bile söyleyecek bir sözleri
dahi bulunmuyor. Sadece
devletmiş gibi davranılıyor.
Büyük devletlerin ve küresel
güçlerin kurdukları tiyatroda, küçük devletleri devlet
olarak tanıyan, onlara devlet
muamelesi yapanlar, kendi
tiyatrolarında onlara biçtikleri rolü oynatıyorlar. Figüran
devletler, aslında bu 52 devletin birçoğu, hatta BM’nin
193 üyesinin kaçı “aktör”,
kaçı “figüran” devlet?
60
haziran 2016
Cemal Ceylan
[email protected]
devletten çıkar?
“S
URİYELİ
olmak” ile
“Türkiye’deki
Suriyeli olmak” arasında nasıl bir fark
var? Dört yıldan fazla süredir
yaşanan iç savaş ve rejim
güçlerinin sivil halkı katletmesi sonrası yaşanan insanlık
dramının ardından Türkiye,
sınırına gelen sivilleri açık
kapı politikası ile kabul etmiş
ve 21. yüzyılın yüzkarası olan
Bosna Savaşı ve Srebrenitsa
Soykırımı’nın bir benzerinin
yaşanmasına mânî olmaya
gayret etmiştir.
Devlet düzeninin çökmesi
ile devlet otoritesi olmayan
bir coğrafî alan içerisindeki
insanların gruplar hâlinde
lokâl idare alanları üretmesi,
aralarında ortak bir yönetim
ve otoritenin bulunmaması
sebebile oluşan kaos ortamı
ve iç savaşın sonucudur.
2003’ten bu yana yaşanan
ve hâlâ etkileri devam eden
“Irak Savaşı”, daha doğrusu
“Irak İşgâli” sonrasında oluşan iç savaş ve kaos ortamını
yaşayan bir Iraklı ile sohbetimizde, onun söylediği bir söz
hâlâ kulaklarımda: “En kötü
devlet, devletsizlikten iyidir!”
Bu söz bana, büyüklerimizin dilinden hiç düşmeyen
bir duâyı hatırlattı: “Allah
devlete zevâl vermesin!”
Bu duâyı yapan ve “devlet”
kavramının değerini hiç
unutmayan bu milletin hafızasında devletsizlik ya da
otorite boşluğu hakkında
neler vardır acaba?
Milletin hafızası, aslında
devletin hafızası demektir.
Buradan yola çıkarsak, bu
milletin Anadolu coğrafyasındaki devlet hafızası, bin
yıllık bir hafızadır. Aynı millet, aynı coğrafyada birden
çok devlet kurmuş yaşamış
ve yaşatmıştır. Bir milletin
aynı coğrafyada yeni devletler
kurmasını gerektiren nedenler ve yaşananlar, milletin ve
devletin ortak hafızasında
canlılığını korumaktadır.
Soru ve sorun şu ki, 100
yıl önce kurulan devletler ile
coğrafî sınırlar değişti. Ancak
eskiden Osmanlı Devleti’ne
ait olan coğrafyada bugün
îtibariyle -güncel olarak- 52
devlet var. Peki, bunların kaçı
gerçekten devlet? Yani bir
bayrak ve pasaport ile devlet
olunuyor mu? Şirket kurar
gibi devlet kurulması, “millet”
kavramını zorlamakta. Yani
her kurulan devlet, kendine
bir millet mi tanımlayacak?
Lüksemburg, Malta, Vatikan
vs. şehir devletlerinin bırakın
küresel meseleleri, bölgesel
konularda bile söyleyecek
bir sözleri dahi bulunmuyor.
Sadece devletmiş gibi davranılıyor. Büyük devletlerin ve
küresel güçlerin kurdukları
tiyatroda, küçük devletleri
devlet olarak tanıyan, onlara
devlet muamelesi yapanlar,
kendi tiyatrolarında onlara
biçtikleri rolü oynatıyorlar.
Figüran devletler, aslında bu
52 devletin birçoğu, hatta
BM’nin 193 üyesinin kaçı
“aktör”, kaçı “figüran” devlet?
Burada şunu söylemek istiyorum: Coğrafî olarak parçalanmış bölgeleri küçük küçük
devletler olarak ilân edip
tanıyanlar, içindeki milletleri
de tanımlamaya kalkmaktadırlar. Her milletin bir devleti
olması gerekir mi? Ya da her
devletin bir milleti var mıdır?
Yoksa o devletlerin vatandaşı
olan insanlar mı vardır?
“Suriyeli” olarak tanımladığımız insanlar bir millet mi?
Bizden ayrı bir millet mi?
Bu soruları şunun için
soruyorum: Avrupalılar için
“öteki” ve “yabancı” olan Suriyeliler, bizim için de “öteki”
ve “yabancı” sayılabilirler mi?
Tabiî ki bizim için ne öteki,
ne de yabancıdırlar. Suriyeli
biri hakkında “öteki” ve “yabancı” muamelesi yaptığımız
takdirde Hatay, Gaziantep,
Kilis ve Şanlıurfa gibi sınır
kentlerimizde hatta Türkmenlerin yaşadığı Toroslarıda
Ege ve İç Anadolu bölgelerindeki insanlarımızı hangi
kategoriye yerleştireceğiz?
Bizim Suriyelileri sahiplenişimiz, aslında başkasına
değil, kendimize sahip çıkışımızdır. Boşnakları, Kırım
Türklerini, Ahıskalıları, Filistinlileri, Iraklıları, Kerkük
ve Musul’daki Kürt ve Türkmenleri nasıl ki kendimizden
görüyor ve sahip çıkıyorsak,
Suriyelileri de kendimiz olarak görüyoruz. Başka türlü
de olsa Türkiye ve Türk milleti kucak açar, ancak böyle
bir yabancılık yok!
Avrupalılardaki çelişki
şu: Yabancı gördükleri Suriyelileri istemeyen Avrupa,
Ukraynalılara çok mu sahip
çıktı? Hayır! Romanları bizzat sınır dışı eden Avrupalılar
için kendilerini rahatsız eden
ve konforlarını bozan herkes
yabancıdır. Kendinden bile
olsa…
Dün İkinci Dünya
Savaşı’nda gemilerle Kuzey
Afrika’ya kaçan Avrupalılar,
bugün Kuzey Afrika’dan gelen botları batırıp göçmenlerin denizlerde boğulmalarını
izliyorlar. Dün sömürgeleştirdikleri ülkelerden gelenleri, şu
an kendilerine yük ve tehdit
olarak görüyorlar. Dün işçi
olarak dâvet edip vatandaşlık
verdiklerini, bugün ırkçı saldırılar ve yabancı düşmanlığı
ile baskı altına alıyorlar.
“Aktör devlet” olmak, ancak
aktör ve kendini insanlığa
karşı sorumlu hisseden kurucu
milletlerin iddiasıdır. Türkler,
millet olarak başka toplumları
ve milletleri kendi devletlerinin aslî unsurları olarak görmüş ve bu unsurları devletin
en üst görevleri ile değerlendirmiş bir devlet anlayışına
sahiptirler. Bu anlayış ne bir
Suriyeliyi, ne de bir başkasını
ölüme terk edebilir!
Tarihte hiç mültecî olmayan ve devletsiz kalmayan
düzen kurucu bir millet olan
Türkler, hiçbir zaman diğer
toplum ve milletlere zulmetmemiş, adâlet üzere yaşamış
ve yaşatmışlardır. Onun içindir ki, bizim devlet anlayışımızın kurucu felsefesi, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”
cümlesi ile özetlenmiştir.
haziran 2016
61
haberajanda
Analiz
Mehmet Şeker
[email protected]
Vatana ihânetten
iki yüz yıl cezâ talebiyle yargılanan kişi için mahkemeden beş yıl gibi komik bir ceza çıkması, kamuoyu vicdanında nasıl bir yankı
buldu, ben ona bakarım. Senarist herhâlde mutluluktan uçmuştur. Yönetmen de
ellerini ovuşturmuş olmalı. Nasıl mutlu olmasınlar, hazırladıkları oyunu dünyanın
yarısı seyretti. En çok da prodüksiyon sahibi, büyük bir iş yapmış olmanın verdiği
mutlulukla koltuğuna büyük bir özgüven ve keyifle yaslanmıştır.
Bütün saldırılara rağmen bu ülke hâlâ ayaktaysa
Ne kadar şükretsek az!
N
EREDEYSE “Bir varmış, bir yokmuş” zamanları… Biz kendimizi büyümüş
zannediyoruz ama aynı zamanda komşumuz Hanife Teyze çocuklarıyla
beraber bize geldiğinde anlattığı masalları büyük bir heyecanla takip
ediyoruz. O yüzden “neredeyse” kelimesi gereksiz bile sayılabilir.
>> Hanife Teyze çok güzel
masal anlatır. Uzun uzun.
Heyecan dolu. Dünyanın
bütün masallarını bilir. Kimi
zaman masal o kadar uzar
ki, kalan kısmını ertesi güne
bırakır. Arkası yarınlar gibi…
Bütün ısrarlar faydasızdır.
Öyle karar verdiyse, devamını yarın akşam dinleyeceğiz
demektir. Hem onun evindeki odunları pek az…
Henüz ilkokuldayız. Dördüncü sınıf olmuşuz. Kimsenin evinde televizyon olmadığı dönemler... Yaz yaklaşırken
okulda müsamere düzenleniyor. Vatan müdafaası ile ilgili
bir piyes… Bizim öğretmen ve
Müdür, sınıfa birlikte geldiler
bir gün. Karpuz seçer gibi dört
beş kişiyi ayırdılar: “Gelin bakalım, piyeste oynayacaksınız!”
Bir sevindik ki… Sahne
tozu yutacakmışız, şakaya
gelmezmiş. Ne demekse?!
62
haziran 2016
“Önce metni bir okuyalım,
rolü beğenirsek kabul ederiz”
diyecek hâlimiz yok. Ne görev
verilirse severek yerine getireceğiz. “Vatan” denilince suların
akışı bile değişir. Kaldı ki, rol
seçecek hâlimiz yok. Yeter ki
düşman askeri rolü verilmesin!
Bizim roller basit: Asker
olacağız… Er…
Önemli rolleri beşinci sınıflara dağıtmışlar. Birer sopa
uyduruldu; tüfek niyetine...
Birkaç prova yaptık. İyi gidiyor. Rap rap rap yürüyoruz.
Komutla beraber bir kenarda
duruyoruz, yüzümüzü sahneye dönüyoruz. Emirler
veriliyor. Rap rap… Hepsi
tamam! Çakıyoruz selâmı,
sonra tekrar... “Oldu, işte
böyle, aferin!” Müdür bizden
heyecanlı. Günler ilerlerken
“Gelin bakalım!” dedi. Arabaya bindik, askerlik şubesine gittik. Üç öğrenci ile
Müdür’ü karşısında görünce
komutan güldü: “Hayırdır
Hocam?!”
Konuştular. Oynayacağımız oyundan bahsetti Müdür Bey. “Asker kıyafetleri
almak istiyoruz” dedi. “Vay
canına! Demek bunun için
gelmişiz. Gerçek asker kıyafeti giyeceğiz!” “Olur mu,
olmaz mı?” diye baktılar. En
küçüklerinden çıkarıp üstten
ölçtüler: “Eh, idare eder!
Kolları ve paçaları biraz katladık mı, oldu bu iş!”
Birkaç çuval asker elbisesiyle okula döndük. Gösteriden sonra kıyafetler iade
edilecek: “Aman ha, dikkat
edin, kirletmeyin!”
Kıyafetler gerçek asker
elbisesi olunca, sopadan
tüfek saçma duracak diye
düşünmüş olmalı ki Müdür
bize talimat verdi: “Kimle-
rin evinde tüfek varsa alıp
gelsin!”
Koşa koşa eve gittim.
Zaten çok yakın… Anneanneme söyledim, “Allah
Allah!” dedi. “Müdür istiyor!”
“Eh madem öyle, al bakalım!
Dikkat et, düşürme!”
Dedemin antika sayılacak
kadar eski tüfeğini omuzladım, okula gittim. Dolma
tüfek… Ortadan kırılıp fişek
konan cinsten değil. Namlular dümdüz, sabit duruyor.
Eski savaş filmlerindeki gibi
ucundan dolduruluyor. Önce
bir ölçek barut, sonra mantar;
o yoksa biraz kumaş parçası… Üstüne saçma konuluyor. Tekrar mantar veya bezle
kapatılıyor. “Harbi” denilen
uzun demir çubukla da sıkıştırılıyor. Horozun önüne
ateşlemeyi yapacak kapsül
takılınca çek tetiği, patlasın.
Diğer arkadaşlar da getir-
miş tüfeklerini. Birkaçı kırma,
birkaçı dolma tüfek… Bizim
amcaoğlu, cebinde kapsül de
getirmiş. Mantar patlatır gibi
çat çat atıyorlar. Kapsülün
patlaması hakîkaten mantar
sesinden farksız.
Birkaç kapsül de bana
verdi. İki namlulu tüfeğimin horozlarını kaldırdım.
Etrafımda bir sürü arkadaş
birikti. “Ben de atayım, ben
de atayım!” diyenler var. Telâş
edenlere çıkıştım: “Hele
durun, önce bir ben atayım
bakalım!”
Kapsülleri taktım, “Çat!”
diye patlattım birini. İkinci
tetiği çektiğim anda hiç beklemediğim bir şey oldu: Çok
büyük bir ses çıktı, patlama
sesi… Yer gök inledi. Namlulardan birinin içi doluymuş.
Her taraftan duyulan o
muazzam sesle birlikte tüfeğin kabzası omzumu sarstı.
Yalnız omzumu değil, bütün
bedenimi… Az daha yere
düşecektim.
Havada paçavralar uçuşuyor, “Yoksa bir kuş mu vurdum farkında olmadan?” diye
süzülerek yere doğru inen
siyah paçavraya bakıyorum…
Bütün bunlar sadece bir
saniye içinde oldu ve bitti.
Kuş değil, ama az daha bir
öğretmeni vuracakmışım.
Okulun ikinci katındaki odanın penceresinde arkası dönük şekilde dikilen öğretmen,
ilk kapsülü patlattığım sırada
yan tarafa çekilmiş. Çekilmese, hemen ardından oraya
denk gelen saçmalar öğretmenin sırtına saplanacaklar…
Sadece camlar kırıldı.
Hâlbuki ben oraya nişan
almamıştım. Havaya doğru
tutuyordum namlunun ucunu. Fakat o geri tepme yok
mu?! O sarsıntı sırasında
namlu aşağıya doğru inmiş.
Tam bir kâbus!
Kim varsa etrafıma toplandı. Öğretmenler, öğrenciler,
silah sesini duyup etraftan
koşuşturan birkaç meraklı…
Her kafadan bir ses çıkıyor.
Kimin ne dediğini anlamıyorum. Kulaklarımda büyük bir
uğultu, kafam kazan gibi…
Tamam, isteyerek yapmadım, ama tetiği çeken benim
parmağım. Suçluyum!
“Kim attı? Kim vurdu?
Kimi vurdu? Yaralanan var
mı?” “Bu tüfeğin ufacık çocuğun elinde ne işi var?!” “Kim
getirdi bu tüfeği? Kim verdi?
Kim istedi?” “Bacak kadar
çocuğa tüfek verilir mi? Hem
de dolu…”
Sorular üst üste, cevap
veren yok. Parmakla gösterenler var. Ya da her soruya
cevap veriliyor da ben anlamıyorum. Burnumda keskin
bir barut kokusu… Koku
hoşuma gidiyor, ne garip!
Aklım karma karışık...
Kalabalık arasında kardeşimi gördüm. Baktı ve kimin
mârifeti olduğunu öğrenince
ağlamaya başladı. Ders sırasında silah sesi duyulunca,
öğretmeni “Kim attıysa elleri
kırılsın!” demiş, “Şimdi abimin elleri mi kırılacak” diye
ağlıyor bizim ufaklık.
Bütün öğretmenler kızgınlık ve endişeyle karşılarlarken,
içlerinden biri gülüyordu.
Avcılık yaparmış, sonradan
öğrendim. Belki de sinirden
gülüyordu, ne bileyim?!
Bazı insanların tepkileri
farklı oluyor. Bizim okul
bahçesindeki büyük prova
maceramız, sahneleyeceğimiz piyesin çok üstüne
haziran 2016
63
haberajanda
Analiz
kadarıyla bunlar yeterince
prova yapmamışlar. Teksti
de iyi okumamışlar anlaşılan.
Yahut rol yapma yetenekleri
zayıf. Her kimse, yönetmen
de pek acemi herhâlde, yoksa
daha esaslı bir oyun sahnelemeyi başarırlardı.
çıktı. Ben yine de “Eyvah!”
diyorum, “O rolü vermezler
artık bana”.Neyse ki olay
fazla büyütülmedi. Yeni camlar takıldı. Müsameredeki
rolümü almadılar benden.
Sahneye çıktık, gerçek asker
kıyafetleri ve gerçek silahlarla
oyunumuzu oynadık.
Bu defa bütün tüfeklerin
boş olduğundan herkes
emindi. Sonunda biz selâm
verirken koca salon alkıştan
kırılıyordu. Vatanı düşmanlardan kurtarmıştık.
***
Ey azizler, işte başlarız
söze! Bir hatıra anlattık işte
size! Emin olun, noksanı var,
fazlası yok! Sözümüzde yalan
olmaz, bilirsiniz…
Gelelim bu barut kokulu
hâdiseyi nereden hatırladığımıza…
Vatana ihânetten yargılanan “gasteci” kılıklı kişilerin
adliye önünde sahneledikleri
oyunu görünce, ister istemez yıllar öncesine ait olay
geldi aklıma. Yalnız takdir
edersiniz, arada ciddî farklar
mevcut: Bizimki bir vatan
savunmasıydı, bunlarınki ise
64
haziran 2016
tam zıddı… Biz gerçek olaylardan ilham alınarak yazılmış bir oyun hazırlamıştık ve
seyredenlerin gözleri yaşarıyordu. Bunlar ise komediye
döndürdüler.
Biz vatanı kurtarıyorduk,
bunlar vatana ihânetle meşguller. Hem de ilelebet…
Duruşmaya karar yazılması için ara verilmişken, adamın biri adliye binası önünde
belindeki tabancayı çıkarıyor,
iki el ateş ediyor. Güyâ hedefi “gasteci”... Önünde dikilen
adamı üç metreden vuramıyor. (“Adam” deyişim lafın
gelişi, takılmayın!)
Koruma görevlisi olduğu
düşünülen bir kişi de saldırganın kolunu yakalamış
ve boynuna sarılmış. Fakat
tabanca saldırganın öbür
elinde! Komedinin dik âlâsı!
Gerçekten öyle bir niyeti
olsa, boşta kalan eliyle rahatça tekrar ateş edebilir.
O sırada “gasteci” şahıs,
karısını öte yanda bırakıyor; başını eğerek ellerini
kaldırıyor ve bir muhabirin
arkasına saklanıyor. Bütün
bunlar olup biterken karısı
da elindeki cep telefonunu
bırakmadan saldırganın görüntülerini çekmeye çalışıyor.
Ne ara kamerayı tuşladın,
ne diye çekim yaparsın?
Ortada bir silahlı saldırı
varken bu kamera merakına
nasıl sardırdın? Kocana ateş
ediyorlar; iki el hem de…
Seni korumayı aklına bile
getirmeden, kaçıp başkasının
arkasına saklanıyor. Hiç mi
korkmadın? Hiç mi kızmadın? Namlunun önündeyken
nasıl çekim yapabildin? Elinde silah bulunan saldırganın
burnu dibindeyken her şeyi
kayda almak sana da saçma
gelmedi mi gerçekten? Bu
serinkanlılık, netîceyi baştan
bilmekten mi kaynaklanıyor?
Küçüklüğünden beri bütün
hedefin bir kameraman olmak mıydı yoksa? Oldu olacak, kırıldı kör nacak, daha
profesyonel çekim yapmak
için omuz kamerası temin
etseydin bari!
Yemin ederim, bizim piyes
daha gerçekçiydi! Her şeyden
önce inanarak oynadık. Bir
piyesti ama vatanın çok büyük değeri olduğu bilinciyle
rolümüzü yaptık. Gördüğüm
Her neyse… Bu hâliyle bile
maksat hâsıl oldu. Bütün Batı
basını, “Muhalif gazeteciye
saldırı” diye haberi verdi. Atan
kişi üç metreden vuramamış,
hiç problem etmezler, etmediler zaten. “Gasteci” karısını
bırakıp kaçmış, başka birinin
arkasına tavşan gibi sinmiş…
Ziyânı yok, yaralanmamış
olması da mühim değil! Karısı
kameramanlık yapmış, onda
korkunun izine bile rastlanmamış, kimin umurunda?
Büyük bir acemilikle de
olsa roller yerine getirilmiş,
haberler yazılmış, görüntüler
yayınlanmış, daha ne olsun?!
Vatana ihânetten iki yüz
yıl cezâ talebiyle yargılanan
kişi için mahkemeden beş yıl
gibi komik bir ceza çıkması,
kamuoyu vicdanında nasıl bir
yankı buldu, ben ona bakarım. Senarist herhâlde mutluluktan uçmuştur. Yönetmen de ellerini ovuşturmuş
olmalı. Nasıl mutlu olmasınlar, hazırladıkları oyunu
dünyanın yarısı seyretti. En
çok da prodüksiyon sahibi,
büyük bir iş yapmış olmanın
verdiği mutlulukla koltuğuna
büyük bir özgüven ve keyifle
yaslanmıştır.
Bütün ihânetlere rağmen,
bütün saldırılara rağmen,
bütün oyunlara, tezgâhlara
rağmen bu ülke hâlâ ayaktaysa, üstelik her geçen gün
büyümeye devam ediyorsa,
ne kadar şükretsek az! -İşte
yazının başlığı da çıktı!-
haberajanda
Siyaset
Fatma Şura Bahsi Koçer
[email protected]
>> Erdemli siyasetçi
bilgedir, naiftir, hakkaniyetli ve vefâlıdır. Bir işi
bitirirken yeniden “Bismillah” diyebilendir. Bugün
yaşadıklarımız, bir siyaset
adamının vedâsı değil,
bilakis dâvâsı için yeniden
“Bismillah” diyen erdemli
bir siyasetçinin vakarlı
duruşudur. Bu duruş,
erdemli siyaset adamı,
Başbakanımız Sayın
Ahmet Davutoğlu’ndan
başkasına ait değil.
İstikrar ve îtibar için
Başkanlık Sistemi!
B
İRLİĞİMİZ, dirliğimiz ve dâvâmız için erdemli siyasetçiler olmak zorundayız. Erdemli siyasetçi için
“emânet”, en kutsal hazînelerden biridir. Erdemli
siyasetçi, bu hazîneye zarar vermemek için kendi
nefsinden vazgeçip devletin ve toplumun faydası uğruna
siyasî geleceğinden vazgeçebilendir.
Başkanlık sistemine
giden yolda atılmış önemli
bir adım olarak değerlendirdiğimiz bu istifaya
istinaden, yazımızda da
başkanlık sistemini değerlendirmeye çalışacağız.
Uzun bir parlamenter
sistem deneyimi olan
Türkiye’de sistemin yol
açtığı kronik problemlerle birlikte yönetim
alanındaki krizler sonucu
parlamenter sistemin tıkanması, devletimizi yeni
bir model arayışına yöneltmektedir. Türkiye’deki
mevcut sistem, yürütmede istikrarsızlık yaşanmasına neden olmaktadır.
Dolayısıyla istikrarın
etkin olduğu bir sistemde
yürütmenin güçlü ve ona
bağımlı olmayan yasama
sisteminin varlığı gereklidir. Bu bağlamda güçlü
ve istikrarlı Türkiye için
parlamenter sistemden
başkanlık sistemine geçilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak doğmuştur.
Buna karşın, başkanlık
sistemi tartışmaları sadece
Türkiye’nin gündeminde
bulunan bir husus değildir.
Uluslararası arenadaki
ister yeni, isterse köklü
demokratik sistemlerle
yönetilen devletlerin
birçoğunda sorun olarak
tartışma konusu hâline
gelebilmektedir bu konu.
Türkiye’de 1982
Anayasası ile birlikte
parlamenter sistem
üzerinden tartışmalar
başlamıştır. Bu bağlamda 1982 Anayasası’nın
kabulünden bugüne
değin birçok kez anayasa
değişikliğine gidilmiştir.
Bununla birlikte, başkanlık
sistemi talebinin Türkiye
Cumhuriyeti siyasal tarihi
boyunca sanki sadece AK
Parti’nin öne sürdüğü bir
talep gibi toplumda algı
oluşturulmuştur.
Oysa Turgut Özal ile birlikte başlamış bir değişim
talebi sürecinden bahsetmek gerekmektedir. Son
dönemlerde başkanlık
sistemi tartışmalarının
sadece Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip
Erdoğan’ın şahsî bir arzusu gibi yansıtılması, toplumun başkanlık sistemine
karşı önyargılı bir tutum
takınmasına yol açmıştır.
Teorik bağlamda başkanlık sistemi, demokratik
bir niteliğe sahiptir. Şeffaf,
hesap sorulabilir ve siyasî
merkezin güçlenmesini
sağlayan bir yapıdır. İstikrara dayanan güçlü bir
yürütmeyi temin etmektedir. Dolayısıyla AK Parti
iktidarları başkanlık sistemini savunarak istikrarın
devamlılığını sağlamaya
çalışmaktadırlar.
AK Parti iktidarları
boyunca devletin kamu
kurumları ile uyum
içerisinde çalışılması,
ekonomik alanda yaşanan
iyileşme, toplumsal yaşam
standartlarının yükselme-
si ve dış politikada sağlanan îtibar, Türkiye’nin
istikrarını arttırmıştır. Bu
iç dinamiklerde sağlanan
devamlılık ve istikrarla
dış politikadaki îtibarın
kalıcılığının sağlanması
için başkanlık sistemi kaçınılmazdır.
Bununla birlikte, tarihsel bağlamda lidere
bağlılık düşüncesine
sahip bir toplum olarak
Türk halkının sosyolojik
anlamda başkanlık sistemine yatkınlığı da önemli
bir unsurdur. Başka bir
deyişle, Türkiye’nin gerek
siyasal kültürü, gerekse
edindiği deneyim yürütme organının tek başlı
olması bu durumu mümkün kılmaktadır.
AK Parti, izlediği iç ve
dış politikada yönetimsel
bağlamda istikrar ve temsilî
bağlamda adâlet unsurlarını savunmuştur. Ne var ki,
Türkiye’nin mevcut parlamenter sistem yapısı bu
unsurların tam anlamıyla
uygulanabilmelerini engelleyici niteliktedir. Dolayısıyla çoğulcu bir meclis ve bu
meclisin karşısında tem-
silde adâlet kısıtının dışına
çıkmış yürütme sisteminin
varlığı ancak başkanlık
sistemi ile mümkündür.
Buna karşın, toplumun
bakış açısını olumsuz
yönde etkilemeye çalışan
güçler, millî iradeye karşı
güvensizlik algısı oluşturmaya çalışmakta, başkanlık sisteminin Türkiye’ye
diktatörlük getireceği
düşüncesini yaymaktadırlar.
Sonuç olarak
Türkiye’nin siyasal süreçte geçirmiş olduğu
darbeler dönemini, istikrarsız iktidarları, koalisyon
hükûmetleri dönemlerindeki kaos ortamını, ekonomik ve sosyal buhranları
ve îtibarsız dış politikayı
hatırlayarak ve toplumun
tüm kesimlerine hatırlatarak başkanlık sistemine
ülkemizin geçmesi için el
ele vermek zorundayız!
Başbakanımız Sayın
Ahmet Davutoğlu’nun
istifasını bu çerçeveden
okuyarak değerlendirmeli
ve ülkemize nifak tohumları saçmaya çalışanlara
fırsat vermemeliyiz!
haziran 2016
65
haberajanda
Siyaset
Laiklik, Hz. İsa Efendimizin göklere çekilmesinden îtibaren ilâhî
vasfını kaybetmiş ve beşerî bir
din, hatta ticarî bir kurum hâline
gelmiş Hıristiyanlık karşısında
Kilise’ye karşı insanların hak ve
hukukunu korumak için yine insanlar eliyle meydana getirilmiş
bir kurumdur. Ülkemizin son
yüzyıl geçmişinde laiklik, bir
zamanlar İslâm’ı yok etmek için
bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Bir din değildir. Mânevî
hiçbir yönü bulunmamaktadır.
Haçlı Batı’nın uydurduğu sakil
bir kavramdır.
>> Kişisel kanaatime göre
laiklik, ne düşünce, ne inanç,
ne de sosyal yönden tartışılmaya veya üzerinde düşünce
üretmeye değer bir kavram.
Her gündeme gelişinde ve
tartışılmasında “kutsallık”
izâfe edilen laiklik, Türkiye
için “anti-İslâm”, biraz daha
net bir ifâdeyle İslâm düşmanlığı için bir kılıftır.
İslâm’a göre insanlar inanç
yönünden üçe ayrılmaktadırlar: Mü’min, kâfir ve
münafık… Her üç kavramı
tanımlamaya gerek var mı?
Mü’min, Hz. Peygamber’in
“Bu Allah’tandır” diyerek
tebliğ ettiği “nass”a hiçbir
tereddüde yer bırakmayacak
şekilde diliyle ikrar, kalbiyle
inanandır.
Tevhîd akîdesinin temel
cümlesi, “Lâ İlâhe İllallah,
Muhammed Resûllullah
(Allah’tan başka ilah yoktur;
Muhammed (sav), O’nun
kulu ve elçisidir)” şeklindedir.
Tevhîd akîdesinin ilk kelimesi olan “Lâ”, “yok” demektir. Sonra “İlâh” kelimesi
de eklenerek başka bir şeyin
66
haziran 2016
Laiklik nedir, ne d
T
BMM Başkanı, değerli insan, MTTB’den ağabeyimiz İsmail
Kahraman Bey’in “laiklik” içerikli sözleri birilerinin hiddetine
ve şiddetine sebep oldu. Ayağına çivi batmış gibi naralar duyulmaya başlandı bu kimselerden. Unutulmaya yüz tutmuş
“laiklik tartışmaları” yeniden alevlendi.
ilâhlığı reddedilmektedir.
Son kelime özellikle önemli
bir vurgu göstermektedir:
“Sadece Allah vardır!”
Kısacası, mutlak Allah
inancı dışında tüm ilâhlar
kesin bir ifâde ile reddedilmektedirler. Bu cümle,
aynı zamanda Allah ile kul
arasında bir sözleşmedir. Kul,
son ve aziz kitap Kur’ân ve
Hz. Peygamber’in sünneti ile
bildirilen temel ilkeleri tamamen kabul edeceğine söz
vermektedir.
Tevhîd akîdesinin aslî unsuru olan “Kelime-i Tevhîd”,
son derece önemli bir gerçeği
ifâde etmektedir. Önce nötr
olan “İlâh yoktur” denilmekte, hemen arkasından
“Sade ve sadece Allah vardır”
vurgusu yapılmaktadır. Bir
artı, bir de eksiden meydana
gelen “Tevhîd” akidesi, aynı
zamanda büyük bir gerçeği
belirtmektedir. Bu akîdeyle
Allah’a bağlanan bir insan,
“mü’min” olarak vasıflanmaktadır. Mü’min, hem dünyada,
hem ahirette liyâkati çok
yüksek, imtiyazlı bir sınıftır.
Kâfir ise, mü’minin aksine,
ne kalbiyle, ne diliyle Allah’a
ve indirdiklerine inanır. Bunları inkâr eder. Kâfir, inkâr
girdabında sürekli debelenir;
kurtuluş için arayış içinde
de değildir. Yaratılış gereği
biraz arayış içinde olsa, Yüce
Yaratıcı’yı ve gönderdiklerini
kendisine çok yakın olduğunu görecek ve kurtuluşa
erecektir.
Üçüncü zümre ise, görünüşte Allah’a inanıyor gibi
davranıp kalben küfredenlerdir. Bu grup, “münafıklar” zümresidir. Münafık,
mü’minin aksine, dili ile kalbi
arasında bir bütünlük bulunmadığından daima bir ikilem
içindedir.
Îman bir bütünlük ister.
Allah’ın emir ve yasaklarının
bir kısmını ayıklayarak tercih
hakkı bulunmamaktadır. İnsanı mutluluğa götüren yol,
sadece Kur’ân ile belirlenen
güzergâhtan geçmektedir.
Çünkü Kur’ân, geldiği günden beri insan ve insanlığın
maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşıladığı gibi, kıyamete
kadar tüm ihtiyaçlara da
cevap vermektedir.
Paris Tıp Fakültesi Dekanlarından ünlü tıpçı Prof.
Dr. Mouric Boucail’in “Tevrat, İncil, Kur’ân ve Modern
İlimlerin Mukayesesi” adlı
başyapıtının sonunda ifâde
ettiği gibi, “Çağdaş ve modern ilimler ne kadar ileri giderse gitsinler, asla Kur’ân’ın
önüne geçemezler!”.
Laikliği bir inanç sistemi
olarak kabul eden, ama görünüşte Müslüman olduklarını
sananlar, kendilerini yukarıdaki üç zümreden hangisi
içinde telâkkî etmektedirler?
“Ben laikim” diyen bir insan,
mü’min mi, münafık mı, kâfir
midir? Laik biri kendisini
mü’min olarak düşünüyorsa,
îmanın temel ilkelerine -hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın- inanmalı ve inandığını
sıkı bir şekilde test etmelidir.
“Kâfir”, kelime anlamı
itibariyle “küfr” kökünden
türemiştir ve Allah’ı ve gösterdiği yolu terk ve inkâr
edendir. Kâfirleri ahirette
Ahmet Fidan
[email protected]
eğildir?
Bir mü’minin “Hem laikim,
hem mü’min” deme lüksü bulunmamaktadır. Îman, cüzlere
bölünmeyi asla kabul etmemektedir! İsmail Kahraman
Bey’in düşüncelerini bahane
ederek laiklik bayrağını açanların bir gerçeği asla göz ardı
etmemeleri gerekiyor: Laiklik
kisvesi ile İslâm’ı yok etmek
ve camileri kışlaya çevirmek,
ezanı aslından koparmak,
kısaca gönüllere korku salmak
dönemi çoktan geçti. O arzu
ve söz şehvetleri ile şimdi sadece kendilerini kandırıyorlar.
Türkiye’nin geleceğe emin
ve kararlı adımlarla yürüdüğü bu dönemde daha çok
varılacak yeni hedef bulunmaktadır. Kaybedilen kaleler
bir bir geri alınacak. Milletimiz bundan ümitvardır ve
asla ye’se kapılmayacaktır!
şiddetli bir Cehennem hayatı
beklemektedir.
Münafık ise, sözü ve kalbi
birbirine uymayan insandır.
Müslümanın yanında Müslüman görünen, kâfiri görüp
kâfirce hareket eden kimsedir. Kur’ân-ı Kerîm’de pek
çok âyet-i kerîmede münafıklar ayrıntılı şekilde tavsif
edilmektedirler.
Laiklik, Hz. İsa Efendimizin göklere çekilmesinden îtibaren ilâhî vasfını
kaybetmiş ve beşerî bir
din, hatta ticarî bir kurum
hâline gelmiş Hıristiyanlık
karşısında Kilise’ye karşı
insanların hak ve hukukunu
korumak için yine insanlar
eliyle meydana getirilmiş bir
kurumdur. Ülkemizin son
yüzyıl geçmişinde laiklik,
bir zamanlar İslâm’ı yok
etmek için bir baskı unsuru
olarak kullanılmıştır. Bir din
değildir. Mânevî hiçbir yönü
bulunmamaktadır. Haçlı
Batı’nın uydurduğu sakil bir
kavramdır.
Ana hatları ile belirlenen
üç zümreden farklı olarak
laiklik taraftarları, kendilerini
az önce sıralanan gruplardan
hangisine ait olduklarını
açıklayabilirler mi? Çünkü
İslâm dininde dördüncü bir
zümre bulunmamaktadır.
haziran 2016
67
haberajanda
Kripto
Timur’la birlikte dağılan siyasal birliklerinin ardından
Karaylar, Polonya merkezli
Avrupa bölgesine yerleştiler.
Bir de bizim Karaköy’e, yani
İstanbul Galata’sına. Cumhuriyet dönemi yazarlarından
Refik Halit Karay, Karaimköy/
Karayköy ekalliyetine mensup
biriydi. Şimdilerde Karay ekalliyeti can çekişiyor Türkiye’de
de, dünyada da. Son kelaynaklar bugün yarın terk-i dünya
edecekler.
***
Ülkemiz, 90’ı aşan Cumhuriyet yıllarının siyasalını bu iki
ekolün, yani İngiliz ve Alman
ekolünün mücadelesi olarak
geçirdi. Tıpkı Osmanlı’nın son
yirmi yılında olduğu gibi… Bu
noktada kritik soru şu: Peki,
“Türk (yerli) ekolü” yok muydu? Elbette vardı! Osmanlı
zamanında bu ekolün adı,
Abdülhamit Han’ın buluşuyla
“Osmanlıcılık” idi. Lâkin bu
ekole inananlar, sadece Hanedan üyeleri, 93 Harbi’nde
Kafkasya’dan göç etmiş olan
bir avuç Çerkez ve üç beş Anadolu evlâdıydı. O kadar!
***
Batı’ya yönelenler arasında
zorluğu başaran ve zirveye
tırmananlar oldu. Bunların en
ünlüleri elbette Menderes ve
Özal’dı. Fakat zirveye çıkan bu
ikili, tam da içlerindeki “saklı
Anadolu bombası”nı patlatıp
müspet finale hazırlanıyorlardı
ki fark edilerek cezalandırıldılar. Hem de az buz bir cezâ
değil! Bunlardan biri asıldı, biri
zehirli bir cinâyete kurban gitti.
Hemen söyleyelim: “Pek bilinmese de, Mustafa Kemal’in siroz hastalığı da böyle bir ısmar-
68
haziran 2016
H
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
ANİ arada bir duyarsınız ya “Meğer vefâ, İstanbul’da bir
semtin adıymış” diye, işte 2016’nın Mayıs başında kopan
tespih ve dağılan boncuklar da Türk siyasal hayatının
doruğunda -meğer- yaşanagelmekte olan bir ilişki ve etkisindekilerin târifinde böyle bir vefâ ya da vefâsızlık târifine
götürüp bıraktı zihinlerdeki sözlükleri.
>> Tabiî ki son yirmi ayla taçlandırılan
siyasetin en tepesindeki iki adamın için
için çürüyen ilişkileri hüzne gark etti yüzde 52’yi. Hemen not düşelim: Bu yüzde
52’nin şimdilerde 60’a doğru tırmanmakta olduğunun haberini veriyor bize yoklamalar. Daha da artacak! Zira kopan tespih, AK Parti tarihinde 2012’de yaşanan
yol ayrımının bir benzerine daha şâhit
tuttu millet-i mübârekeyi. Bu şahâdet, şu
kadar yıllık Türk tarihinde denemediği
yol bırakmayan millet için bidâyete ve
hatta onunla beraber öze dönüşün mîlâdı
oldu olacak. Ki o öze dönüşün adıdır
Türk ekolü. Artık böyle! Zira diğer yolların tamamı denendi ve tıkandı.
lama illetti ve imkânsızlıklar
içinde final tasarlayan Sarı
Paşa’nın şâibeli sonunu
getirmişti” dersek yanlış
söylememiş oluruz.
***
Ekolle iş tutan herkes gibi,
bu siyasî kader elbette Erdoğan için de uygulanacaktı.
Ancak ilk kez uygulanamadı. Hakk yardım etti, halk
destek verdi ve üst üste
seçim kazanan ve girdiği
her seçimde bir öncekinden
daha çok oy alan Erdoğan’ı
kurtlar yiyemedi. Bu hamlelerin ardından Erdoğan değil
ama Amerikan (aslında İngiliz) ekolü şimdilik geri çekildi ve daha başka oyunlar
plânlamaya başladı. Artık
sırada “Alman ekolü” vardı.
Anlaşmalı olarak devreye
derin Almanya diye bilinen
BND girdi.
Fethin akabinde Anadolu’ya sürgüne yollanan Türk ekolü,
nihâyet devletini yeniden ele geçirdi ve İstanbul’u (başkenti) bir
daha fethetti. Bu fetih sadece Türklerin değil, “Konstantiniye’yi
fetheden kumandan ne güzel, asker ne güzel!” diyen Âlemlere
Rahmet Peygamber’in ümmetinin ve tüm mazlum milletlerin
fethidir, cennetin fethidir! Hatta adâlet imparatorluğu ve son
saâdet medeniyetinin kuruluşunun mîlâdıdır!
haziran 2016
69
haberajanda
Kripto
Jön Türkler’in değişik kompartımanları,
yaklaşan İkinci Meşrutiyet’e
hazırlık olmak üzere gizlice
partileşmekteydi. 1900’den sonra bu
siyasî kompartımanlardan bir damar
“İttihatçılar” olarak anılmaya başladı.
Bir diğer damarsaa Prens Sebahattin
periferisindeki âdem-i merkeziyetçi
“Hürriyetçiler”di.
yılan sucular ne âlemdeler…
Tabiî ki onlar da geleneksel
inançlarını koruyacak değillerdi sosyo-genetik geleneklerinin.
Efendim, çoğu zaman
yaptığımız gibi bu yazımızı da tarihle temellendirmek arzusundayız. Bu
bağlamda evvelâ kavmin
inanç tercihlerine bakalım.
Malûm, Mîlât’tan önceki
çağlar için Orta Asyalı Yafes
evlâtlarından Türkoğulları
için inanç biçenler, bir yakın zaman kavramı olarak
“Şamanizm”i uygun görmüşlerdi. Yıllarca böyle öğrettiler
mekteplerde: “Türkler Şamanistlerdi!”
“Peki, hakîkaten böyle
miydi?” derseniz, cevabımız
birçok tarihçiyle aynı: Asla!
Şöyle ya da böyle, bu yazının mevzuu, Mîlât öncesinde
Bozkırlıların inancı değil.
Onu bir başka yazıda konu
ederiz belki. Şimdi söylemek
istediğimiz şu: Adı, önceleri
Şamancılık, bugünlerde Gök
70
haziran 2016
Tengricilik olarak belirlensin
veya her ne olursa olsun,
Bozkır halkı, zaman içinde
değişen sosyal ve coğrafî konumu nedeniyle ilk inancında
hiç durmamış. Tarihler böyle
fısıldamakta kulaklarımıza.
Girelim mevzua: Anayurttan ayrılıp yeni coğrafyalara
at koşturmak gibi bir geleneğin sahibi olan Orta Asyalılar, ulaştıkları her toprağın
halkının inancını benimsemekte o kadar teşneler ki...
Menzile varmalarının -neredeyse ikinci günü- ardından
urbalarıyla beraber dinlerini
de değiştiriyorlardı. Yani
onlar için inanç, sırtlarındaki
urba mesabesindeydi. Ta bu
kadar, kolayca!
Meselâ Türkler, Sibirya’dan
çıkıp Bozkıra, oradan Çin’e
inip Ezoterizmin merkezlerinden sayılan Hindistan’ın
Gnostik kapısı Tibet’e yaklaştıklarında artık Şamanist
değillerdi. Çünkü Budist olmuşlardı. Artık onlar için yer
yeni, yol yeni, inanç yeniydi.
Yani bir bakıma yeni bir ekolün paralı askerleriydi onlar.
Hatta isimleri de başkalaşmış
ve “Uygur” olmuşlardı.
Uygurlar olarak Çin ve
Tibet noktasında durmadılar tabiî Bozkırlılar. Anayurttan çıkan yeni kuşağın
yollarının üzerinde Pers
iklimi vardı şimdi de. Ve
Orta Asya Bozkırlıları, yeni
ikâmetgâhlarında düalist
Zerdüşt dininin müntesipleri
olarak hizmet veriyorlardı
Sogd kisralarına.
Onlar orada dursunlar, biz
Hazar Denizi’nin kuzeyinden giden ve Deşt-i Kıpçak’a
yerleşen Sakalara bakalım ki
kavmin ilk boylarından sa-
Zaman içinde Bizans’a
yaklaşarak yeni ekollerin
adamı oldular; hem de has
adam... Önceleri Mitraizmin
zakkum çiçeğinden kokladılar Bizans ekolünü sonra da
İsevîliğin Hıristiyanlığa evrilmiş hâlinden. O bölgeden,
yani Deşt-i Kıpçak steplerinden çıkan en farklı ekol de
Karaimler oldu. Hikâyeleri
ilginç bir Türk kolu olarak
tarihte yer tuttu Karaimler.
Bir bakmak lâzım!
İslâmiyet’in Arap yarımadasından çıkıp dört bir
yana yayılmaya başladığı,
Dört Halife devri ordularının Kafkasya’ya dayandığı
yıllarda bir Şamanist Hazar
kağanı İslâmiyet’i kabul
etti, lâkin sebat etmedi acer
inancında, daha sonra mürtet oldu. Bunun üzerine bir
yandan İslâm’ın, diğer yandan Bizans Hıristiyanlarının
baskısı sonunda Hazar Kağanlığı ilginç bir yola saptı ve
üçüncü semâvî dini tercihle
Musevî oldu. Din tarihçileri
onların mezhebinin adının
Karailik olduğunu, bunun
da Musevîliğe ait aykırı bir
mezhep olarak etiketlendiğini yazmaktalar. Bu yüzden
Hazar Devleti sakinlerine
“Karaylar” ya da “Karaimler”
Seydahmet Karamağralı
dendi. Bu aykırı Musevîlerin
bölgedeki siyasî hâkimiyetleri
tâ 1402 Ankara Savaşı’mızın
sonuna kadar devam etti.
Ancak Yahudî Türklerin tarihi başka devletlerin tebaası
olarak sürdü geldi.
Timur’la birlikte dağılan
siyasal birliklerinin ardından
Karaylar, Polonya merkezli
Avrupa bölgesine yerleştiler.
Bir de bizim Karaköy’e, yani
İstanbul Galata’sına. Cumhuriyet dönemi yazarlarından Refik Halit Karay, Karaimköy/Karayköy ekalliyetine
mensup biriydi. Şimdilerde
Karay ekalliyeti can çekişiyor
Türkiye’de de, dünyada da.
Son kelaynaklar bugün yarın
terk-i dünya edecekler.
Bitmedi Bozkırlıların
kolay din değiştirmelerinin
örnekleri. Ural dağlarının
iki yanından Şamancı olarak
yola çıkan ve sözünü ettiğimiz Saka, Kıpçak, Hazar
bölgesinden batıya doğru
akan bir dolu Türksoylu,
Avrupa’ya indiklerinde
Roma ile karşılaştılar. Önce
Pagan oldular, akabinde
Bizans’ın etkisiyle Ortodokslaştılar. Örnek mi? Bulgarlar,
Attila Hunları ve Avarlar.
Ekol değiştirme tarihimizde en kötü hatırayı yaşatan
bu Avrupalı kardeşlerimiz
artık Şaman da değiller, Türk
de değiller; neredeyse tamamı Slavlaştılar ve çoğu, daha
sonra “Rus” adını alacak olan
“İskandinav Vareglerinin”
oyuncağı oldular.
Bu noktada UkraynaRomanya aracığına sıkışmış
olan Moldova bölgesine
göçen Bozkırlıların bir küçük kolu olarak Gök Oğuz/
Gagavuzları da anmadan
geçmeyelim. Günümüzde
de “Çadır” adlı şehirlerinde
yaşayan bu Bozkırlı halk, biz
Anadolululara en yakın Türk
damarını oluşturmaktalar.
Ama inançları Ortodoks
Hıristiyan artık. Onlar gibi,
Finlandiya halkının temel
direklerinden olan eski Ogur
-ki bir nevi Oğuz onlar dahalkı da tıpkı Gagavuzlar
misâli Hıristiyan Avrupa
dininin Protestan mezhebine
mensuplar. Hemen ekleyelim: Baltık cumhuriyetlerinden Estonların da Orta Asya
Bozkır halkından olduğunu
biliyor muydunuz?
Hıristiyan ekolüne kayan
Türksoylular sadece Avrupa
arazisinde değiller, Asya’da
da varlar ve onlara “Altaylar”
adı veriliyor. Adını Sabar
Türklerinden alan Sibirya
bölgesinde yaşamaktalar.
Kabuk değiştirir gibi inanç
değiştiren Bozkırlıların tarihi
daha bitmedi elbette. Biz
Oğuzluların da dâhil olduğu
“ekoller tarihimiz” devam
ediyor. Ancak bundan sonrasına bir genelleme yaparak
bakalım. Bu genelleme dairesinde Bozkırlıların Hazar’ın
kuzeyinden gidenler kısmı
Hıristiyanlaşırken, güneyinden gidenleriyse bir başka
inanca evrildiler. O inanç
İslâm’dı. Lâkin…
Hazar’ın güney yolunu
tutanlar, yollarının üzerindeki ülkeden, yani İran’dan
geçerlerken, bölgenin yeni
inancından etkilenerek
Heteredoks İslâm’ı benimsediler. Bölgede kalanlar,
günümüzde İslâm’ın Şiî
kolunu teşkîl etmekteyken,
orada kalmayıp Anadolu’ya
yürüyenlerse kavimlerinin
onca tercihi içerisinde en
sonuncusunu yapıp Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat oldular.
Uzun arayışların nihâyetinde
varılan “son inanç noktası”
idi bu. Türkler, bundan böyle
Müslüman Sünnî ekoldendiler. Artık burada duracaklardı
tâ kıyamete kadar…
Ama öyle olmadı! Evet,
İslâmiyet’in Sünnî ekolündendiler; lâkin sahra topu
gibi bir yere çakılmak bu
kavmi kesmiyordu anlaşılan.
Bu kez de pergellerinin iğneli ucu Sünnîlikte kalmak
kaydıyla, boşta kalan tek ayak
üzerinden devam edeceklerdi “inanç gezginlikleri”ne.
Bundan böyle boşta kalan
tek ayağın seyran alanı
tarîkat coğrafyasıydı. Bu
nedenle Bozkır Sünnîlerinin
kimi Kalenderî oldu, kimi
Cavlâkî, kimi Melâmî…
Aralarında Hurîfîliği deneyenler dahi vardı. Öyle ki,
Koca Fatih bile bir ara heves
etmişti İranlı Fazlullah’ın
“harfler mezhebi”ne. Sonra
Mevlevîlik ve Bektâşîlik
göründü inanç ufkunda ve
benzeri gruplara ayrıldı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın
oğulları.
Garbî
Ezoteryanik etki
Ve sonra Osmanlılar hükümran odular coğrafyada.
Bu anlamda onların tercihi bir garipti. Askerlerini
Hünkâr Bektaşlığında tutarken, sivil hayatlarında değişik
ekolleri denediler. Yaygın
olarak Nakşibendîlik hâkim
oldu Osmanlı şehir hayatına.
Kırsal bölgelerde Kadirîlik
kabul gördü. Bunların yanı
sıra Rufâîlik ve benzeri sufî
tarîkatların da bölge sakinleri
arasından taraftar topladığını
görmekteyiz.
Bu kabil geleneksel ve
“Doğu meşrep” savrulmalar,
İkinci Mahmut Han zamanına kadar dinî düzlemde
devam edip gitti. 1800’lü
yıllardan îtibâren ekol tercihlerinin kimyâsı değişti ve
“Garbî Ezoteryan” olundu.
Peşi sıra buradan siyasî ekoller baş gösterdi.
1805 yılında Batı’dan
Batınî bir Ezoterik tarîkat
geldi ülkeye ve ilk Mason
mahvilleri açılmaya başladı
Memâlik-i Osmânî’de. Aynı
yüzyılın son çeyreğinde,
Memâlik’in Balkanlar cihetinde ve bilhassa Makedonya
arazisindeki her köşe başında
bir Mason locası vardı artık.
Bunlardan bazısı “Fransız”,
bazısı “İskoç riti”ndendi…
Hürriyet eksenli
akımların etkisi
Ezoterik ekoller 1850’den
îtibâren hızla dünyevîleşmeye
başladılar. Genç Osmanlılar hareketiyle işbaşı yapan
tercihler gayrı tamamen
siyasîydi ve o yıllarda baş
gösteren ekoller, günümüzde
de geçerli olan politik ekollerin bidâyeti, temeli, hatta
prototipi formundaydılar.
Genç Osmanlılar olarak
başlayan hareket 1800’lü
yılların son çeyreğinde çeşitlenme emâreleri göstermeye
başladığında, zaten adı da
değişmiş ve “Jön Türkler”
olarak anılmaya başlamışlardı. Jön Türkler’in değişik
kompartımanları, yaklaşan
İkinci Meşrutiyet’e hazırlık
olmak üzere gizlice partileşmekteydi. 1900’den sonra bu
siyasî kompartımanlardan bir
damar “İttihatçılar” olarak
anılmaya başladı. Bir diğer
damarsaa Prens Sebahattin
haziran 2016
71
haberajanda
Kripto
periferisindeki âdem-i merkeziyetçi “Hürriyetçiler”di.
Türk ekolünde
ısrarcıların finans
ve kurumsallık
sorunu
İşin garibi, o düzlemde işe
Batılı “İyi sıhhatte olsunlar”
da karışmışlardı ve karışış
o karışış oldu; elleri çömçe
karıştırıcısı misâli hâlâ içimizdeler. Onların genel adı,
siyasî jargonumuzda “İngiliz
ekolü” ve “Alman ekolü” diye
bilinmekte. Bilinen bir başka
şey de bu ekollerin ardında
duranların İngiliz ve Alman
derin devletleri ve bu devletlerin haber alma servislerinin
olması: MI6 ve BND… Adı
üstünde zaten!
Ülkemiz, 90’ı aşan Cumhuriyet yıllarının siyasalını
bu iki ekolün, yani İngiliz
ve Alman ekolünün mücadelesi olarak geçirdi. Tıpkı
Osmanlı’nın son yirmi yılında olduğu gibi… Bu noktada
kritik soru şu: Peki, “Türk
(yerli) ekolü” yok muydu?
Elbette vardı! Osmanlı zamanında bu ekolün adı, Abdülhamit Han’ın buluşuyla
“Osmanlıcılık” idi. Lâkin bu
ekole inananlar, sadece Hanedan üyeleri, 93 Harbi’nde
Kafkasya’dan göç etmiş olan
bir avuç Çerkez ve üç beş
Anadolu evlâdıydı. O kadar!
Bu noktada sorduğunuzu
duyar gibi oluyorum: “Ya
İslâmcılık ve Türkçülük?”
Bu husus oldukça geniş
ve bir başka yazının konusu;
burada olmaz, zira yerimiz
dar. Sadece şu kadarını söyleyeyim: Ne İslâmcılık, ne de
Türkçülük yerli bir fikir akımıydı. Onların da arkasında
“İyi sıhhatte olsunlar” vardı.
72
haziran 2016
Tekrar soruyorsunuz: “Ya
Türk ekolü?”
Efendim, elbette
Anadolu’dan kaynaklanan
bir “Türk fikri”nden söz edebiliriz. Ancak bunlar, gerek
Osmanlı’nın son elli yılı ve
gerekse Cumhuriyet’in tamamına yakın zaman zarfında
“kurumsal ekol” oluşturmaktan âciz kaldılar. Zira buna
müsaade edilmedi. Ya da
böyle bir siyasal çıkış yakalayarak politik düzlemde bir
ivme oluşturmak isteyenler,
imkânsızlıklar içerisinde arzu
ettikleri yere ya da geçerli
siyasî alana çıkamadılar. Türk
açığı, paraları yoktu bizimkilerin. Para, İngiliz (daha sonra Amerikan) ve Alman ekollerinin kurumlaşmış siyasal
yapılarındaydı. O lânet olası
meta, periferiyi oluşturan her
cins insanı güçlü bir mıknatıs
gibi kendine çekiyordu.
Batı ekolüne
sızanların sonu
1950’den sonra partilerin
çeşitlendiğini ve siyasal hayatın olabildiğince hızlandığını
görmekteyiz. İkinci Dünya
Savaşı sonrasında dünyanın
“Batı kampı”na dayatılan çok
partili sistemin kurumları
olan fırkalar politik meydanda pıtrak gibi bitmeye başladıklarında, ilk kurumlaşmalar,
mevzubahis Batıcı ekollerin
eliyle oldu. Tabiî onların
yanı sıra “bizden partiler” de
kurulmadı değil, elbette kuruldu. Lâkin siyasal ve kurumsal gelişmenin bir faturası
vardı ve bu faturayı Berlin
ve Londra, daha sonra da
“Washington” cüzdanından
ödemek hiç de zor değildi.
Ama fahrî Anadolu
evlâtları, bu hususta ellerini
cüzdanlarına atacak durumda
değillerdi. Zaten cüzdanları
da yoktu. Pazen keseleri de
bomboştu. Siyasî serüvenlerine ilk adımlarında dökülü
dökülüverdiler. Genel merkez
adreslerinin kiralarını ödemekte dahi zorlanan “yerli
partiler” birkaç aylık ömrün
ardından kapanıp gittiler.
“Yerli siyasetçiler” de bir tercihle yapmakla karşı karşıya
kaldılar. O tercih neydi?
Geride “partisi kapanmış
yerli siyasetçiler” için önlerinde kör topal yürüyebilecekleri bir yol kalıyordu
sadece: Batı ekolü partilere
yönelmek…
Ve böylece memleketin
has evlâtları, Batı ekolü partilere yönelip siyaseti oradan
“delmeye” başladılar. Ancak
bu o kadar zordu ki…
Batı’ya yönelenler arasında zorluğu başaran ve
zirveye tırmananlar oldu.
Bunların en ünlüleri elbette
Menderes ve Özal’dı. Fakat
zirveye çıkan bu ikili, tam da
içlerindeki “saklı Anadolu
bombası”nı patlatıp müspet
finale hazırlanıyorlardı ki
fark edilerek cezalandırıldılar. Hem de az buz bir cezâ
değil! Bunlardan biri asıldı,
biri zehirli bir cinâyete kurban gitti. Hemen söyleyelim:
“Pek bilinmese de, Mustafa
Kemal’in siroz hastalığı da
böyle bir ısmarlama illetti ve
imkânsızlıklar içinde final tasarlayan Sarı Paşa’nın şâibeli
sonunu getirmişti” dersek
yanlış söylememiş oluruz.
Alman ekolü
devrede!
Ve siyasal hay huy içerisinde takvimler 2000’i gösterdi.
Yeni yüzyılla birlikte kader,
Atatürk, Menderes ve Özal
damarından bir dördüncüsünün yükselişine şâhit kıldı
bizleri: R.T. Erdoğan…
O da diğerleri gibi “yerli
damarı”nı yüreğinin derinliklerinde gizleyerek dâhil
oldu siyasete. Hem de “Amerikan ekolü” üzerinden…
Yıl 2002 olduğunda iktidara geldi ve sinirleri yıpratan işlerle boğuşa boğuşa
2012’ye ulaştı. Yani 10 yılı
devirdi içindeki “Anadolu
çınarı”nı sulaya sulaya. Bu
10 yıllık müsaadeli ve kontrollü iktidarının nihâyetinde,
Amerikan ekolüyle yolların
ayrılması noktasındaydı
Erdoğan. Ancak bu o kadar
kolay değildi! Yani “yolların
ayrılması” diye bir şey yoktu
bu dünyada, sadece “yolun
bitmesi” vardı!
Şöyle ki… “Derin ekol”
belli bir süre siyaset aracının
sürücü koltuğuna oturttuğu
şoförün vazîfesinin bitiminde
“adamı”nın işine son veriyor
ve yeni ve mülâyim bir “çırak
şoför” arayışına çıkıyordu.
Eğer bu arada sistemin eski
şoförü bu derin ekole zorluk
çıkarırsa, “ekol geleneği” onu
-hayattan- saf dışı ediyordu.
Ekolle iş tutan herkes
gibi, bu siyasî kader elbette
Erdoğan için de uygulanacaktı. Ancak ilk kez uygulanamadı. Hakk yardım etti,
halk destek verdi ve üst üste
seçim kazanan ve girdiği
her seçimde bir öncekinden
daha çok oy alan Erdoğan’ı
kurtlar yiyemedi. Bu hamlelerin ardından Erdoğan
değil ama Amerikan (aslında
İngiliz) ekolü şimdilik geri
çekildi ve daha başka oyunlar
plânlamaya başladı. Artık
sırada “Alman ekolü” vardı.
Seydahmet Karamağralı
Batı’ya yönelenler arasında zorluğu başaran ve zirveye tırmananlar oldu. Bunların en
ünlüleri elbette Menderes ve Özal’dı. Fakat zirveye çıkan bu ikili, tam da içlerindeki
“saklı Anadolu bombası”nı patlatıp müspet finale hazırlanıyorlardı ki fark edilerek
cezalandırıldılar. Hem de az buz bir cezâ değil! Bunlardan biri asıldı, biri zehirli bir
cinâyete kurban gitti.
Anlaşmalı olarak devreye
derin Almanya diye bilinen
BND girdi.
MI6’sı, CIA’sı, BND’siyle
“İyi sıhhatte olsunlar” ekollerinin şaşmaz kurallarının
karşısında ilk kez başarı
sağlamış olan Erdoğan’ın
kafasındaki tehlikeli varlığı,
“Türk ekolü”nü deşifre etmişlerdi. Ne yapıp edilmeli
ve bu tehlikeli hurucun hayata geçirilmesine meydan
verilmemeliydi. Bu sebeple
kayıtdışı operasyonlar peş
peşe gelmeye başladı. İlk
önce Almanlar, yerli işbirlikçilerini harekete geçirerek
Gezi darbesini plânladı ve
umulmayan bir şekilde geri
püskürtüldüler. Bu arada
hayata geçirilmek üzere
plânlanmış onca suikast
plânını ise atlıyorum.
İş ciddî idi, ilk kez “iyi
sıhhat” işlemiyordu. 17-25
Aralık operasyonu bu cid-
diyetten doğdu ve ameliyatı
“starring” olarak Amerikalılar
ve “co-starring” sırasında
Almanlar birlikte kotardılar.
Lâkin yine Hakk yardım etti,
halk arkasında durdu ve tarih
kurtuldu.
Ekolün melâneti bitmedi.
Gezi ve 17-25’in ardından,
her biri birer “ekol operasyonu” olarak formatlanan
seçimler geldi üst üste. Sonuç
değişmiyordu ve her seferinde, şekillenmekte olan “Türk
ekolü”ne Hakk yardım ediyor, halk da destek veriyordu.
Bu seçimlerin en plânlısı,
çatı adayın oluşturulduğu
Cumhurbaşkanlığı Seçimi
idi. Ekol, bu seçimde neredeyse tüm yerli işbirlikçileri
bir araya getirmişti. Ancak
yine netîce hüsrandı “Töton
ekol” açısından. Bu nedenle
kızgınlıkları hâd safhaya çıktı
ve şiddetlenmeye başladılar.
Gerekirse kan dökeceklerdi.
haziran 2016
73
haberajanda
Kripto
Onlara göre gerekiyordu da.
Önce Diyarbakır, sonra Suruç patlamaları oldu. Gerek
seçimlerde alınan sonuçlar ve
gerekse halk nezdindeki yoklamalar yine Erdoğan’ın lehine çıkmıştı. Ancak Almanlar
inatçılardı ve asla vazgeçecek
gibi görünmüyorlardı. Kitle
ölümlerine start verildi. İlk
kitle katliamı, Ankara Gar
Meydanı’nda yapıldı. Erdoğan yılmıyordu, BND mi
yılacaktı sanki? Ankara’daki
iki patlamanın, yani Merasim
Sokak ve Güvenpark olaylarının ardından bir bomba da
Sultan Ahmet’te patlattılar.
İşte bu patlama, yani Sultan
Ahmet girişimi, içerideki
“Alman ekolü müntesipleri”ni
cesaretlendirdi. Zira Alman
Çeşmesi’nin on adım ötesinde patlayan bomba, on
Alman turistin canına mâl
olmuştu. Hemen yazalım:
Bombayı patlatan, böyle
olmasını istemişti. Zira bombayı patlatanlar, kanaatimizce
bizzat Alman ajanlarıydı. Ve
o ajanlar, Türklerin mağdur
ve mazlumun yanında olmak
gibi bir meşreplerinin olduğunu çok iyi biliyorlardı; hem
de ucunda ölüm bile olsa…
Son tercih!
Derin Almanya’nın son
plânı tuttu ve Sultan Ahmet
patlamasının hemen ardından Şansölye Merkel, kancayı Başbakan Davutoğlu’na
attı. Denildiğine göre, ilk
eğitimini Alman Lisesi’nde
almış olan “Davutların Ahmet”, Alman ekolüne yakın
duran bir tercihin sahibiydi.
Almanlar bunu biliyorlardı
ve son plânlarını bu bilgi ve
seziş üzerine kurmuşlardı.
Bildikleri bir şey daha var-
74
haziran 2016
dı: Kibirli ve hırslı olduğu iddiası kulaktan kulağa yayılan
mini mini profesörün, bırakın
profesör olmayı, “Yrd. Doç.”
bile olamamış Erdoğan’ın
“Ayvaz”ı olmayı gururuna
yedirebilmesi, onun ardından
nal toplayıcılığı kabullenmesi
mümkün değildi. Bu sebeple
“Hoca”, ta baştan beri kendini ispatlayacak ve “hasbelkader patron”unu geçecek bir
başarının peşindeydi. İşte o
başarının taahhüdü Merkel’le
geldi! Artık serbest dolaşım
vizesi de Davutoğlu’nundu,
AB üyeliği de. Hatta dilesindi
Hoca ne dilerse…
Doğrusu ya, Almanların
patronluğundaki AB, hiçbir
zaman Erdoğan’a bu kadar
cömert davranmamıştı.
Türkiye’yi bir anda komşu evine çeviren Şansölye
Merkel’in bol keseden vaatleri Hoca’nın zihnî programını altüst etmiş ve bir
anda aynadaki küçük cüssesi
devleşmiş olmalıydı. Zira
onca uğraşına rağmen o, AB
yolunda bir arpa boyu yol
alma başarısı gösteremeyen
Erdoğan’ın yapamadığını yapmış ve tarihe geçen
sadrazam olmanın kapısını
aralamıştı. Ve tabiî onunla
birlikte “saklı Alman ekolü”
müntesipleri de “cübbelerini”
giymiş ve siyaset sokağında
nâra atmaya başlamışlardı.
İşte plân buydu! Bugün yarın
“Alman muhipleri” Erdoğan’ı
alaşağı edecek ve Erdoğan’la
birlikte kafasındaki “Türk
ekolü” doğmadan kara toprağı boylayacaktı. Böylece ülke
gevşeyecek, toplum rahatlayacak ve AB eliyle ülke “bir
numara” olacaktı…
Muhipler işte böyle kandırıyorlardı kendilerini, bu
kandırmacanın esrarlı ortamında kararı verdiler: “Bu iş
bitsin artık!”
“Hatta o kadar bitsindi ki,
bu arada -belki- Erdoğan’dan
sonraki kabineyi bile oluşturdular” dersek inanın!
Türk ekolünün
artık tamamen
sahneye çıktığı
doğru mu?
Ancak…
Erdoğan, Mayıs’ın ilk haftasında Davutoğlu’nu Saray’a
çağırdı, “Buraya kadar Ahmet!” dedi. Ahmet direnmedi, direnemedi. Direnemezdi
de! Çünkü şahsî odasındaki
ayna, bir dev aynasıydı ve her
dev aynası gibi o da yalan
gösteriyordu. Şu an, yani toplantı esnasında Erdoğan’ın
“sadrazamın sûreti”ne tuttuğu ayna ise, hakîkat neyse
onu yansıtmakla mükellefti.
Oradan yansıyan fotoğrafsa
hiç iç açıcı değildi.
Sonuç: Arka üstü oturdular Alman ekolünün muhipleri!
Yine bitmedi… Olaydan
iki gün sonra ekolün merkezinden bir açıklama geldi.
“Ülkedeki terör operasyonlarını durdurmadan Türkiye’ye
vizeyi kaldırmanın imkânı
yok!” Takke düşmüş, kel görünmüştü!
Daha da bitmedi… O
akşam Erdoğan çıktı dünyanın ve AB’nin karşısına, kısa
ve net şekilde “Sen yoluna,
biz yolumuza!” diyerek öze,
bidâyete döndü.
İşte Erdoğan’ın “Biz yolumuza” diyerek işaret ettiği
güzergâh, milletin yüzlerce
yıldır umutla beklediği “Türk
ekolü”ydü. Final yapılmış ve
İngo-Amerikan ekolünden
sonra Alman ekolü de çökertilmişti. Ve böylece Türk
ekolü, devletine hâkim oluyordu. Vatana, millete ve tüm
mazlum kavimlere hayırlı
olsundu…
“Ya bundan sonra?” diye
sorduğunuzu duyar gibiyim.
Efendim, bundan sonra “ekol” Türk’ün, devlet
Türk’ün, rejim Türk’ün…
Yani Anadolu evlâtlarının…
1453’ü takip eden yıllardan
îtibâren başlayan “Batılı
ekoller” tarihi, zorlu bir
mücadelenin ardından çökertildi. Fethin akabinde
Anadolu’ya sürgüne yollanan Türk ekolü, nihâyet
devletini yeniden ele geçirdi
ve İstanbul’u (başkenti)
bir daha fethetti. Bu fetih
sadece Türklerin değil,
“Konstantiniye’yi fetheden
kumandan ne güzel, asker ne
güzel!” diyen Âlemlere Rahmet Peygamber’in ümmetinin ve tüm mazlum milletlerin fethidir, cennetin fethidir!
Hatta adâlet imparatorluğu
ve son saâdet medeniyetinin
kuruluşunun mîlâdıdır!
Bir kere daha ümmete ve
insanlığa hayırlı olsun!
Allah-u âlem!
***
Yazıya ek olarak, burada son
bir soru sormanın da zarûrî
olduğu kanaatindeyiz: Amerikan ekolünün başat işbirlikçisi
Fethullahçılık çökertildi ve
“inleri”ne girildi/giriliyor;
peki Alman ekolünün ininden
bahsetmek mümkün mü? Varsa
böyle bir “in” tespit edilmiş
midir? Ve oraya da girilecek
mi? Artık cevabını verecektir
vermesi gereken…
haberajanda
Asya
G
ÜNEY Kore’nin başkenti
Seul’un tarihî ve kültürel
yönünü yansıtan pek çok
eser bulunuyor. Bunlardan biri olan ve şehrin
sembollerinden sayabileceğimiz Gwanghwamun,
14. yüzyılda Joseon
Hânedanlığı’nın kraliyet
sarayı olarak inşâ edilen
Gyeongbok Sarayı’nın ana
giriş kapısıdır. Seul’da buMehmet Fatih Öztarsu
[email protected] lunan beş önemli sarayın
en büyüğünün kapısı olarak ise Gwanghwamun’un
ayrı bir önemi bulunuyor.
Kore ve Türkiye’nin
Ayastefanos çilesi
KORE İLE Türkiye’nin tarihinde pek çok benzer gelişmeye
rastlamak mümkündür. Gwanghwamun’daki Japon Genel
Valilik Binası ve Ayastefanos’daki Rus Âbidesi de millî onur
ve tarihî hafıza bağlamında iki ülkenin benzer biçimde hareket etmesi konusunda büyük öneme sahiptir.
dikilmesidir. Çeşitli dayatmalarla bu istek İstanbul’a
kabul ettirilir. Çünkü
Yeşilköy, Rus ordularının
vardığı nihâî noktadır ve
dönemin Rusya’sı için
büyük önem taşır.
Yüzyıllar içerisinde pek
çok işgâl netîcesinde hasar
görmüş ve defalarca restore edilmiş olan Gwanghwamun, Japonya’nın
1910’da Kore’de başlattığı
işgâl dönemindeyse yer
değiştirmeye mâruz bırakılmıştır. Hatta şehrin bu
en önemli yerine Japon
hâkimiyetini gösteren idarî
bir bina yapımı için kollar
sıvanır.
Ancak 1895’teki inşâ
sırasında anlaşılır ki,
Rusya’nın amacı, ölen
askerlerin hatırasına bir
ufak anıt yapmak değil,
Rus işgâlini sembolleştiren
muazzam bir âbide dikmektir. Nitekim bu âbide
dikilir, yapan da Rus bir
mimardır.
Saray alanının ortasına
Japon Genel Valilik Binası
yapımı için karar alan
Japon idareciler, 1926’da
tamamlanan bu bina için
Gyeongbok Sarayı arazisindeki birçok tarihî eserin
ortadan kaldırılması için
emir verirler. Binanın
tasarımını Alman mimar
Georg De Lalande yapar;
zaten bina da bu yüzden
Neo-Klasik mimari yapı
olarak bir Uzakdoğu şehrinde oldukça dikkat çekici
bir özelliğe sahiptir.
İşgâlin bir sembolü
olan bu ihtişamlı bina,
yıllar sonra Japonya’nın
İkinci Dünya Savaşı’ndan
yenik çıkmasıyla Kore’deki
Japon güçlerinin ABD’ye
teslim olduğu bir mekân
olarak anlam kazanmıştır.
Daha sonra çeşitli şekillerde kullanılan bina ile
ilgili yıkım tartışmaları ise
1995’te başlar. Kimilerine
göre Japon emperyalizminin gelecek nesillere
daha iyi anlatılması için
bir sembol olarak kalması,
kimilerine göreyse hemen
imhâ edilmesi üzerinden
çeşitli tartışmalar yaşanır.
Japonya ile ilişkilerin
bozulması yönünde endişe taşıyanlar da vardır.
Bu binanın sembol olarak
kalması için başka bir yere
taşınması ise yıkılmasından daha pahalıya mâl
olacaktır.
1914 yılında Osmanlı
Devleti, Birinci Dünya
Savaşı’na girdikten kısa
bir süre sonra bu utanç
âbidesini yıkmaya karar
verir. Bu karar, askerin
morali için de uygun görülmüştür. İçeriden gelen bazı
îtirazlara rağmen bu yıkım
gerçekleştirilir. Yıkım öncesinde âbide içerisinde yer
alan değerli eşyalar güvenli yerlere taşınır.
Sonuçta Gyeongbok
Sarayı gibi önemli bir
tarihî alanın temizlenmesi
gerektiğine karar verilir.
Kore Kurtuluş Günü olan
15 Ağustos 1995’te başlayan yıkım, 1996 yılında
tamamlanır.
Japon Genel Valilik
Binası, işgâlin, sömürünün ve tahakkümün bir
sembolü olarak tarihteki
yerini aldı. Çok ilginçtir
ki, buna benzer bir örnek
de Osmanlı Devleti’nde
yaşanmıştır.
İstanbul’un
ortasına Rus âbidesi
1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı, Rus kuvvetlerinin
Yeşilköy’e kadar gelmesiyle sona erer. Savaş,
Osmanlı’nın yıkılışını hızlandıran bir etkiye sahiptir.
Ağır antlaşma şartları
gereğince Osmanlı’nın hüküm sürdüğü yakın coğrafyamızda artık Türklerin
sözü geçmeyecektir. Buna
ek olarak, Rus ordusunun
İstanbul’a kadar girebilmesi ve herhangi bir dirençle
karşılaşmadan şehri işgâle
girişmesi de İmparatorluk
için utanç kaynağı olarak
görülmektedir. Sonuçta
Avrupa devletlerinin
müdahalesi olmasa, aynen
Japonya’nın Kore’yi işgâli
gibi bir süreç başlayacaktır.
Her ne kadar antlaşma
imzalansa da, Rusya savaş
sonrasında da Osmanlı
Devleti üzerindeki etkisini
devam ettirmek için çeşitli
güç gösterilerinde bulunur.
Bunlardan biri de, ilgili
savaşta ölen Rus askerleri
için Yeşilköy’de bir anıt
Yıkım öncesi Osmanlı
yöneticileri bu eylemin
filme alınması için de
girişimde bulunmuşlardır.
Orduda yedek subay olarak bulunan Fuat Uzkınay
bu konuda yetkilendirilir
ve Viyana’daki bir yayın
şirketiyle anlaşma yapılır.
Rusya’nın Osmanlı üzerindeki tahakkümünün
sembolü olan bu âbidenin
yıkılışının çekildiği film
ise, “Ayastefanos’taki Rus
Âbidesinin Yıkılışı” adıyla
Türk sinemasının ilk filmi
olarak tarihe geçer.
Kore ile Türkiye’nin tarihinde pek çok benzer gelişmeye rastlamak mümkündür. Gwanghwamun’daki
Japon Genel Valilik Binası
ve Ayastefanos’daki Rus
Âbidesi de millî onur ve
tarihî hafıza bağlamında
iki ülkenin benzer biçimde
hareket etmesi konusunda
büyük öneme sahiptir.
haziran 2016
75
haberajanda
İngiltere
5 Mayıs seçimleri değerlendirmesi:
Londra ırkçılığa geçit vermedi!
B
RİTANYA seçmeni geçtiğimiz Mayıs ayının 5’inde İskoç
Parlamentosu üyelerini, Galler ve Kuzey İrlanda meclislerinin üyelerini, Londra, Bristol, Salford ve Liverpool
Belediye Başkanları ile İngiltere’de 124 yerel konseyde
2 bin 743 sandalyenin sahibini belirlemek için sandık
başına gitti. Bazı konseylerin tüm sandalyeleri için seçim yapılırken,
bazı konseylerin yarısı, bir kısmının da üçte ikisi yenilendi.
Goldsmith’in vaatleri
arasında 2020 yılına kadar konut inşâsını iki katına (yıllık 50
bin) çıkarma, banliyö tren hatlarını belediyenin yetki alanına
alma, geceleri toplu taşıma
istasyonlarında görev yapan
polis sayısını arttırma ve daha
fazla yeşil alan oluşturma gibi
maddeler bulunmaktayken,
Khan’ın vaatleri arasında ise
konut krizini çözme, 2020 yılına kadar 2 milyon fidan dikme,
Oxford Caddesi’ni yayalaştırma, ana akım Müslümanları
radikal gruplara karşı destekleme ve belirli toplu taşıma araçlarının fiyatlarını 4 yıl boyunca
dondurma gibi maddeler vardı.
76
haziran 2016
>> Performansı en çok
merak edilen parti, Corbyn’in
başa gelmesinden sonra ilk
ciddî sınavını yaşayacak olan
İşçi Partisi idi kuşkusuz.
Partinin Londra Belediye
Başkan adayı Sadıq Khan
seçimi kazanarak şehrin ilk
Müslüman belediye başkanı
olurken, parti, İngiltere ve
Galler’de mevcut durumunu büyük ölçüde muhafaza etmeyi başarsa
da İskoçya’da ağır bir
yenilgiye uğradı.
Furkan Ergül
[email protected]
2016 Londra
Belediye Başkanlığı
Seçimi
Britanya’da belediye başkanlığı seçimleri bizden
farklı olarak iki turda gerçekleştiriliyor. Fakat bu iki tur,
bizdeki Cumhurbaşkanlığı
seçimleri gibi değil. Yani iki
ayrı seçim yapılmıyor, tek
seçimde iki farklı adaya oy
veriliyor. “Supplementary
vote system” ismi verilen bir
oylama sistemi kullanılıyor.
Seçmenler “birinci aday” ve
“ikinci aday” olmak üzere iki
farklı aday tercihinde bulunuyorlar. Eğer adaylardan
biri ilk turda yüzde 50 oy
oranını geçmeyi başarırsa
ikinci tura gerek kalmıyor.
Hiçbir adayın aldığı oy
oranının yüzde 50’nin üzerinde olmaması hâlinde ise
en yüksek oyu alan iki aday
ikinci tura kalıyor.
Birinci aday olarak ilk
ikiye kalan adaylardan birini
tercih eden seçmenlerin ikinci oyu burada dikkate alınmıyor, çünkü bu seçmenlerin
oyu zaten ilk turda sayılmış
oluyor. İkinci aday olarak ilk
ikiye kalan adaylar dışında
bir adayı seçenlerin oyları da
dikkate alınmıyor, çünkü oy
verdikleri aday zaten ikinci
tura geçemeyerek yarış dışı
kaldı. Dolayısıyla ikinci turda, sadece ilk turda ilk ikiye
girmeyi başaramayan adaylara oy verip aynı zamanda
ikinci turda ilk ikiye giren
adaylardan birine oy vermiş
olan seçmenlerin oyları sayılıyor. Bu da bir önceki seçimde (2012) ilk turda 2 milyona
yakın oy dikkate alınırken,
ikinci turda sadece 200 bin
civarında oyun dikkate alınmasına sebep olmuştu.
Son seçimde ise, ilk turda
yüzde 44 oy oranı ile birinci
sırada bulunan Sadıq Khan’ı
Muhafazakârların adayı
Zac Goldsmith yüzde 35 oy
oranı ile izlerken, ikinci turda
Khan’ın oyu yüzde 57’ye,
Goldsmith’in oyu da yüzde
43’e yükseldi. Dolayısıyla
sonucun Khan için rahat bir
galibiyet olduğunu söyleyebiliriz.
Londra’nın yeni Belediye
Başkanı, bir otobüs şoförünün sekiz çocuğundan biri
olan Pakistan asıllı Sadıq
Khan. İdeolojik olarak partinin liberal/sosyal demokrat
kanadına mensup olan Sadıq
Khan, 3 Ekim 2008’de dönemin Başbakanı Gordon
Brown’un yaptığı kabine
değişikliğiyle beraber bakan
yapılarak Shahid Malik’ten
sonra Britanya’nın ikinci
Müslüman bakanı olmuştu.
2005’ten beri Güneybatı
Londra’da bulunan Tooting bölgesinin vekili olan
Khan, Eylül 2015’te Londra
Belediye Başkan adayını
belirlemek için yapılan parti içi seçimin ilk turunda
yüzde 37,5 oy alarak seçimi
yüzde 29,7 oy alan eski bakan Tessa Jowell’in önünde
tamamlamış, seçimin ilk iki
aday arasında gerçekleştirilen
ikinci turunda da Jowell’in
yüzde 41,1’lik oyuna karşılık
yüzde 58,9 oy alarak partisinin adayı olmuştu.
Toplam 12 adayın katıldığı
seçim yarışını Muhafazakâr
aday Zac Goldsmith açık ara
farkla kaybederken, küçük
partilerin adayları (Liberal
Demokratların adayı ve aynı
zamanda partinin Londra
Meclisi’ndeki lideri Caroline
Pidgeon, Yeşillerin adayı
2008 seçiminde de Londra
Belediye Başkanlığı’na aday
olan Siân Berry, UKIP’in
adayı Peter Whittle ve diğer
adaylar) ise yüzde 10’un
altında kalarak fazla varlık
göstermeyi başaramadılar.
Dünyanın etnik çeşitliliği
en zengin şehirlerinden birinin belediye başkanlığına
aday olan Goldsmith’in ayrıştırıcı ve ırkçı seçim kampanyasının Britanya seçim
tarihine kara bir leke olarak
geçeceği aşikâr. Yaptığı bir
açıklamada Khan’ın “radikallere platform, oksijen ve
koruma sağladığını” söyleyen
Goldsmith, ayrıca 1 Mayıs
tarihli Daily Mail gazetesinde yayımlanan “Perşembe
Günü, Dünyanın En Harika
Şehrini Gerçekten Teröristlerin Arkadaşı Olduğunu
Düşünen İşçi Partisi’ne mi
Bırakacağız?” başlıklı yazısında, Corbyn’in zamanında
Hizbullah ve Hamas için
“arkadaşlar” ifadesini kullandığını, yine İşçi Partisi üyesi
John McDonnell’in IRA
sempatizanı olduğunu ve İşçi
Partili eski Londra Belediye
Başkanı Ken Livingstone’nin
Adolf Hitler hakkında yaptığı açıklamalarla herkesi
şoke ettiğini yazarak partiyi
terörist sempatizanlığıyla
suçlamıştı.
Goldsmith’in Khan’ı radikal İslâmcılıkla bağdaştırma
girişimlerinin istenen sonucu
doğurmadığıysa sonuçlar
belli olmaya başladığı andan
itibaren görüldü. Son dönemlerde Avrupa’da yükselen
ırkçılık dalgasına rağmen
Londralıların bu çirkin
siyasete prim vermemeleri
takdire şâyan!
Goldsmith’e hem
rakibi Khan ve İşçi
Partisi’nden, hem de kendi partisinden tepki geldi.
Muhafazakârların Londra
Meclisi’ndeki grup lideri
Andrew Boff, Goldsmith’in
kampanyasının büyük zarara yol açtığını ve partinin
Londra’daki Müslüman
gruplarla kurduğu köprüleri
yıktığını söylerken, partinin
Lordlar Kamarası üyesi ve
eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Sayeeda Warsi de bu
kampanyanın partiye sadece
seçimi değil, ırk ve din konularında partinin îtibar ve
güvenilirliğini de kaybettirdiğini ifâde etti. Conservative Muslim Forum’un yöneticisi Mohammed Amin de
Goldsmith’in kampanyasını
sert bir şekilde eleştirdi.
Şehirdeki en büyük problemin konut sıkıntısı olduğu
konusunda bir konsensüs
oluşmuş durumda. Nitekim
YouGov tarafından gerçekleştirilen ve 14 Mart’ta
sonuçları açıklanan bir anket
de bunu doğrular nitelikteydi.
Ankete göre Londralılar,
şehirdeki en büyük sorun
olarak “konut sıkıntısı”nı gösteriyorlar. Yüzde 67 ile birinci
sırada bulunan “konut”tan
sonra sırasıyla yüzde 51 ile
“ulaşım” ve yüzde 35 ile “sağlık” gelmekte. Emniyet ise
yüzde 31 ile dördüncü sırada.
Bu yüzden adayların seçim
kampanyalarında önceliği konut krizini çözmeye vermeleri
şaşırtıcı değil.
Goldsmith’in vaatleri arasında 2020 yılına kadar konut inşâsını iki katına (yıllık
50 bin) çıkarma, banliyö tren
hatlarını belediyenin yetki
alanına alma, geceleri toplu
taşıma istasyonlarında görev
haziran 2016
77
haberajanda
İngiltere
Johnson bu seçimde aday ol-
mamayı kendisi istemişti. ComRes’in
yaptığı bir araştırmaya göre, Johnson
hâlâ ülkenin en popüler siyasetçisi
ve diğer bir araştırmaya göre de eğer
bu seçimde Goldsmith yerine aday
olsaydı seçimi rahatlıkla kazanarak üçüncü dönemini yaşayacaktı.
Belki de karşısında Johnson yerine
Goldsmith’in olması Khan’ın işini çok
kolaylaştırmıştır.
yapan polis sayısını arttırma
ve daha fazla yeşil alan oluşturma gibi maddeler bulunmaktayken, Khan’ın vaatleri
arasında ise konut krizini
çözme, 2020 yılına kadar 2
milyon fidan dikme, Oxford
Caddesi’ni yayalaştırma, ana
akım Müslümanları radikal
gruplara karşı destekleme ve
belirli toplu taşıma araçlarının fiyatlarını 4 yıl boyunca
dondurma gibi maddeler
vardı.
Fakat Goldsmith, kampanyasında vaatlerinden
ziyâde Khan’ın dinî kimliğini
ön plana çıkararak bir anlamda kendi aleyhine çalıştı
ve akıllarda kalansa cazip
vaatleri değil, zenofobiye ve
ırkçılığa kadar varan açıklamaları oldu.
İskoçya ve Galler
parlamentoları
seçimleri
78
haziran 2016
Londra’da zafer elde eden
İşçi Partisi’nin İskoçya’da
ise büyük bir hayâl kırıklığına uğradığını söyleyebiliriz. İskoç Ulusal Partisi
63 sandalye kazanırken,
Muhafazakârlar 31 sandalye aldı, İşçi Partisi ise 24
sandalye ile üçüncü parti
oldu. Partinin 1910’dan beri
İskoçya’da ilk kez üçüncülüğe gerilediğini belirtelim.
Oy oranı olarak SNP yüzde
46,5 ile birinci olurken, İşçi
Partisi yüzde 22,6 ile ikinci,
Muhafazakârlar ise yüzde 22
ile üçüncü oldu.
İşçi Partisi, 1999 yılında
yapılan ilk seçimden beri
İskoçya’da yapılan her seçimden parlamentodaki sandalye
sayısı azalarak çıkıyor. Partinin 1999 seçimlerinde 56
olan parlamento üyesi sayısı,
2003’te 50’ye, 2007’de 46’ya,
2011’de yüzde 37’ye ve son
olarak 2016’da 24’e geriledi.
2011’de 69 parlamento
üyesi kazanmayı başararak
ülkeyi çoğunluk hükûmetiyle
yöneten SNP ise 6 sandalye
kaybederek çoğunluk için
gerekli olan 65 sayısının
altında kaldı. Fakat azınlık hükûmetiyle de olsa
SNP’nin İskoçya’daki iktidarının devam edeceğini
söyleyebiliriz.
Galler’de ise İşçi
Partisi’nin fazla kayıp
yaşadığı söylenemez. 60
koltuğun bulunduğu Galler
Meclisi’nde 30 sandalyesi
bulunan parti, 2011’den beri
Carwyn Jones liderliğindeki bir azınlık hükûmetiyle
ülkeyi yönetiyordu. Bu
seçimdeyse, beklendiği gibi
İşçi Partisi az da olsa kan
kaybetti ve koltuk sayısı
29’a düştü. Plaid Cymru
12, Muhafazakâr Parti 11,
UKIP 7 ve Liberal Demokratlar 1 sandalye kazandı.
Liberal Demokratların tek
üyesi İşçi Partisi’ni desteklese bile İşçi Partisi çoğunluğu elde edemiyor; diğer
üç partiden biriyle anlaşmak
zorunda.
Daha önce Galler
Meclisi’nde hiç sandalyesi
olmayan UKIP’in 7 sandalye
kazanmış olmasıysa, partiyi
2016 Galler Meclisi seçimlerinin en başarılı partisi
yapıyor.
Önceki Londra
seçimleri
Londra Belediye Başkanlığı makamı Blair döneminde,
1998 yılında yapılan bir
referandumla kurulmuş ve
ilk seçim 2000 yılında gerçekleştirilmişti. İlk seçime
bağımsız aday olarak girip
seçimi kazanan Ken Livingstone, 2004 yılında yapılan
seçimi de İşçi Partisi adayı
Furkan Ergül
olarak kazandı ve şehri 8 yıl
boyunca yönetti. 2008’de ve
2012’de ise yine İşçi Partisi
adayı olarak seçime katılan
Livingstone, Muhafazakâr
aday Boris Johnson’a iki kere
yenildi.
Burada, “Belediye başkanı
en fazla ‘x’ dönem üst üste
seçilebilir” şeklinde bir kural
olmadığını ve adayların partileri tarafından aday gösterilmeleri hâlinde istedikleri
kadar seçime girebileceklerini de hatırlatalım.
Johnson bu seçimde aday
olmamayı kendisi istemişti.
ComRes’in yaptığı bir araştırmaya göre, Johnson hâlâ
ülkenin en popüler siyasetçisi
ve diğer bir araştırmaya göre
de eğer bu seçimde Goldsmith yerine aday olsaydı
seçimi rahatlıkla kazanarak
üçüncü dönemini yaşayacaktı. Belki de karşısında
Johnson yerine Goldsmith’in
olması Khan’ın işini çok
kolaylaştırmıştır.
Yıllık 17 milyar sterlinlik
bir bütçeye sahip olmasına
rağmen Londra Belediye
Başkanlığı’nın yetkilerinin
özellikle ulaşım dışındaki
konularda çok geniş olmadığını ve Johnson’un da 8 yıl
boyunca Bakanlıklardan yetki koparmak için didindiğini
de belirtelim. Sadıq Khan,
merkezî hükûmetle arasındaki uyuşmazlık yüzünden
konut krizini çözmek için
yapmak istediklerini gerçekleştiremeyebilir; çünkü izleyeceği politika, hükûmetin
resmî olarak açıkladığı
konut politikasıyla uyuşmak zorunda. Johnson’un
bile, 2010-2016 arasında
iktidarda Muhafazakârlar
olmasına rağmen hükûmetle
bazı konularda uyuşmazlıklar yaşadığı biliniyor. Her
ne kadar kendisi ayağının
tozuyla yaptığı açıklamada
Londra’nın siyasî farklılıklardan önce geldiğini ve
hükûmetle çalışmak için
sabırsızlandığını söylese de
farklı bir partiden seçilen
Khan’ın hükûmetle hiç sorun yaşamayacağını düşünmek pek mantıklı olmaz.
Bu arada Khan’ın, bir
belediye başkanının ikinci
bir işi olmaması ve tüm zamanını belediye başkanlığına
ayırması gerektiğini söyleyerek Tooting vekilliğinden
istifa edeceğini açıkladığını
da belirtmiş olalım. Seçimden sonra Muhafazakârlar
Londra’da, İşçi Partili yetkililer ise İskoçya’da nerede
hata yaptıklarını değerlendireceklerdir. Umulur ki
Goldsmith de seçim kampanyasını, rakibini “terörist
sempatizanı ve radikal” ilân
etme üzerine kurmanın
yanlışlığını en kısa zamanda
görür.
Liberal Demokratlar ve
UKIP içinse yerel konseylerdeki sandalye sayılarını az
da olsa arttırmaları bir başarı
sayılabilir. Özellikle UKIP’in
Galler’de kazandığı 7 sandalye, parti açısından önemli bir
kazanç olarak sayılabilir.
Sadıq Khan’ın, partisine
Krallığın en büyük şehrinin
belediye başkanlığını 8 yıl
aradan sonra yeniden kazandırması önemli bir olay.
Umulur ki bu gelişme, ülkedeki İslâmofobinin, zenofobinin ve ırkçılığın azalması
için bir fırsat olur ve diğer
Avrupa ülkeleri de Londralı
seçmenlerin çirkin ve negatif bir seçim kampanyasına
prim vermeyen bu tavrını
örnek alırlar.*
*YouGov’un anketi: https://yougov.
co.uk/news/2016/03/14/sadiq-khan-leadlondon-mayoral-race/
haziran 2016
79
haberajanda
Doğu Türkistan
>> Kendi topraklarında
köle gibi yaşayan Uygur
Türklerinin var olma mücadelesinin sembolü olan ve
Uygurların 20. yüzyıldaki
Mandela’sı ve Mir Sultan
Galiyev’i olarak da tanınmakta olan Prof. Dr. İlham
Tohti, hâlen Urumçi’de
hükümlü olarak çile çekmektedir. İlham Tohti bütün bu
olumsuz şartlara rağmen hak,
hukuk ve özgürlük mücadelesini parmaklıklar ardında
da büyük bir cesaret ve özveri
ile sürdürmeye çalışmaktadır.
Hapisteki lider İlham Tohti’den
“Benim Gayem ve Hayat Yolum”
Uygur Türkleri ve Çin meselesi
U
YGUR Türklerinin işgâlci Çin anayasasında belirlenen haklarının doğru bir şekilde uygulanmasını
isteyen ve yasal yollarla savunan yazıları yüzünden müebbet hapis cezasına çarptırılan Pekin
Merkezî Milletler Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.
Dr. İlham Tohti’nin Uygur sorunu ile Çin gerçeğini
ve kendisinin bu konudaki görüşlerini bütün ayrıntıları ile ortaya koyan kitabı, Şira Yayınları tarafından yayınlandı.
80
haziran 2016
Bu kitapta İlham Tohti’nin
fikir ve düşüncelerini yansıtan bazı makaleleri ile
seçilmiş bir kısım akademik
yazıları ve dış basına vermiş
olduğu bazı söyleyişleri yer
almaktadır. Tohti, “Benim
Gayem ve Hayat Yolum”
adlı bu kitabında, patlamaya hazır bir barut fıçısına dönüşmüş olan Doğu
Türkistan’daki etnik sorunun
ne denli tehlikeli boyutlara
ulaştığını, bunun nedenleri
ve sonuçları hakkında görüşlerini gerçek veriler ve kanıtlarla gözler önüne sermiştir.
Çin’in millî (azınlıklar) politikası ve Uygur toplumunun
bugünkü durumunu öğrenmek ve bu konuda akademik
araştırmalar yapmak isteyenler için bu kitap ilk el kaynak
olmakla beraber, sosyoloji
alanında Uygurların toplumsal yapısı konusunda bir Uygur akademisyen tarafından
yazılmış olan kapsamlı ve
derinliğe sahip araştırmalar
içermektedir.
Şira Yayınları tarafından
yayınlanan bu kitap 304
sayfadan oluşmakta olup,
muhteviyatı îtibâriyle Doğu
Türkistan ve Uygur Türkleri
Mir Kâmil Kaşgarlı
[email protected]
meselesine yeni bir bakış açısı getirmekte, Uygur Türklerinin gasp edilen hak, hukuk
ve evrensel değerlerine 21.
yüzyılda yeniden kavuşmaları konusunda izlenecek
yeni yol ve yöntemleri ortaya
koymaktadır.
Çin yönetimi tarafından
Uygur Türklerinin temel
hak ve hukukunu ve kendi
yasalarında verdiklerini
iddia ettikleri insanî haklarını talep ettiği için “devleti
parçalamak ve bölücülük
yapmak” ile suçlanarak tutuklanan ve ömür boyu
hapis cezasına çarptırılan
Dr. İlham Tohti’nin durumu
Türkiye’de yankı bulmuş,
ama medyada gerektiği kadar
yer alamamıştır. Birçok protesto eylemine neden olan
Uygur Türkleri gerçeğini
tüm açıklığıyla gözler önüne
seren bu kitap, aynı zamanda
sadece Uygur Türkleri ve Çin
meselesi hakkında değil, bölgesel ve uluslararası güncel
sorunlar konusunda da yeni
bilgiler vermektedir.
Prof. Dr. İlham
Tohti kimdir?
Prof. Dr. İlham Tohti,
Pekin’de Merkezî Milletler Üniversitesi İktisat ve
Hukuk Profesörü olarak
çalışırken, diğer yandan Çin
Anayasası ve sözde “Bölgesel
Millî Özerklik Yasası”nın
Doğu Türkistan’da doğru bir
şekilde uygulanmasını talep
ettiği için tutuklandığı tarihe
kadar yaklaşık 20 yıl boyunca
amansız bir mücadele vermiştir. Yaptığı çalışmalar ve
savunduğu fikir ve görüşler
dolayısıyla Uygur Türkleri
tarafından “Uygurların Vicdanı” olarak anılmaktadır.
Tohti, 5 Ocak 2014 tarihinde Pekin’deki evinde
tutuklanmış, 19-23 Eylül
2014 tarihleri arasında
Urumçi’deki Çin Bölgesel
Mahkemesi’nce yargılanmış
ve bölücülükle suçlanarak
müebbet hapis cezasına
çarptırılmıştır. Şu an Urumçi
Cezaevi’nde tek kişilik hücrede tutulmaktadır. Mahkeme sırasında ABD Devlet
Başkanı Barak Obama ve
Dışişleri Bakanı John Kerry,
Almanya Başbakanı Angela
Merkel, İngiltere Başbakanı
David Cameron, Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri
Ban Ki-moon başta olmak üzere birçok devlet ve
hükûmet adamı, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri
Bakanlığı da dâhil tüm Batılı
ülke temsilcileri, Prof. Dr.
İlham Tohti’nin serbest bırakılması için sürekli çağrılarda
bulunmuşlardır.
Dr. İlham Tohti, 1990’dan
başlayarak Uygur aydınlar içinde “Uygur Hukuk
Hareketi”ni başlatır. İlk önce
Uygurlara Çin Anayasası
ve Bölgesel Millî Özerklik
Yasası’nı maddeler hâlinde
anlatır, sonrasında ise Çin
yönetiminden temel hak
ve özgürlükler ile özerklik
haklarını vadeden yasaları
raftan indirmeye dâvet ederek zorlar. Çin Devleti’nden
herhangi bir olumlu yanıt
alamayan Tohti, 2005’te
“Uygurbiz: Uygurline” adında Çince ve Uygurca bir
internet sitesi kurarak bu
internet portalı aracılığı ile
Çin ve Uygur toplumunu
aydınlatmak için büyük çabalar harcar. Çin İstihbarat
Örgütü’nün sert uyarı ve
çoklu müdahalelerine maruz
kalır.
Çin’in başkenti Pekin’de
ikâmet etmenin avantajını
ve başkentin şartlarını iyi
değerlendirip kullanan Dr.
Tohti, bu kez Uygur Türklerinin maruz kaldıkları baskı
ve zulmü dış basına anlatmaya başlar. Çin yönetiminin
kendi yaptığı yasaları uygulamamasının anayasal suç
olduğunu haykırır.
Dr. İlham Tohti, 2008
Pekin Olimpiyatları öncesinde tutuklanır ve hapishaneye
konulur. Yönettiği “Uygurbiz” internet portalı da
kapatılır. “05 Temmuz 2009
Urumçi olayı”ndan hemen
sonra “Uygurbiz” internet
portalı “son kez” kapatılır ve
bir daha açılmasına izin verilmez. Urumçi olaylarından
sorumlu tutularak uzun bir
süre ev hapsinde tutulur. Bu
tarihten sonra Tohti, Çin
istihbaratı ajanlarıyla uluslararası medya mensupları
arasında köşe kapmaca oynamaktan bir türlü kurtulamaz.
15 Ocak 2014’te, Pekin’deki
evinde, eşi ve küçük çocuklarının gözü önünde kendisini
tartaklayarak yere yatırarak
el ve ayaklarına kelepçe
takıp gözaltına alırlar. Bir
süre sonra eşine, kendisinin
Urumçi’ye götürüldüğü haberi verilir.
23 Eylül 2014’te başlayan
ve 2 gün süren gizli yargılamada “ülkenin birliğini bozmak ve bölücülük yapmak”
suçlaması ile müebbet hapis
cezasına çarptırılır. Onun
destekleyen ve yanında bulunan 1’i Moğol, 8’si Uygur
Türkü, toplam 7 öğrencisini
de çeşitli ağır hapis cezalarına çarptırırlar. Hâlen bu
öğrenciler de cezaevinde
tutulmaktadırlar.
Aynı gün AB Komisyonu, Brüksel’de bir açıklama
yaparak, Çin yönetiminin
Dr. İlham Tohti’yi müebbet
hapis cezasına çarptırmasını
Prof. Dr. İlham Tohti
haziran 2016
81
haberajanda
Doğu Türkistan
sert bir dille kınamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri
Bakanlığı Sözcüsü Tanju
Bilgiç de bir açıklama yaparak, Dr. Tohti’nin mahkûm
edilmesiyle ilgili Türkiye’nin
kaygı ve üzüntüsünü ifade
etmiştir.
Dr. İlham Tohti’ye, 5 Mayıs 2014 günü, merkezi New
York’ta bulunan PEN Uluslararası Gazeteciler Örgütü
tarafından “2014 Barbara
Goldsmith Özgürlük Ödülü”
verildi. 1 Kasım 2014 tarihinde ise Türkiye’de İsmail
Gaspıralı Bey Türk Dünyası
Gazetecilik ve Özgürlük
Ödülü ile taltif edildi. 21
Şubat 2015 günü, merkezi
New York’ta bulunan Çin
Demokrat Partisi tarafından
düzenlenen bir törenle Dr.
Tohti, “Liu Şaobo Vicdan
ve Şiddete Karşı Direnme”
ödülüne de lâyık görülmüştür.
Son aylarda Uygur Türklerinin vicdanı İlham Tohti
için oluşturulan “İlham Tohti
Gurubu”, Belçika’nın başkenti Brüksel’e giderek Avru-
82
haziran 2016
pa Parlamentosu’nda çeşitli
girişimlerde bulundu. Grup,
Avrupa Parlamentosu’nun
himâyesinde önümüzdeki
aylarda yapılacak Uluslararası
Dr. İlham Tohti Konferansı
ile 2016 yılı Aleksander Saharov Özgürlük Ödülü’nün
Dr. Tohti’ye verilmesi konularını ele aldıkları ve bununla
alâkalı olarak İtalyan ve Bulgar iki Avrupa Parlamentosu
Milletvekili ile görüştüklerini
açıkladı.
Ayrıca Tohti’nin Uluslararası Martin Annal İnsan
Hakları Ödülü’ne aday gösterildiği de açıklandı. Ödül
Komitesi tarafından yapılan
açıklamada, “Uygurların
Vicdanı” olarak anılan Uygur
insan hakları ve hukuk aktivisti Tohti’nin, Çin sınırları
içerisinde kalarak Çin yönetiminin Uygur Türklerine
karşı uyguladığı ayırımcı
politikaları cesurca dile getirerek eleştirdiği, gösterdiği
“cesaret ile hak ve hukuuktan
yana bir tutum ortaya koyduğu” için bu ödüle aday gösterildiği de belirtildi. (Kaynak:
www.uyghurnet.org)
“Osmanlı Belgelerinde Doğu Türkistan”
T
ÜRK Dünyası Belediyeler Birliği (TDBB) tarafından
yayınlanan “Osmanlı Belgelerinde Doğu Türkistan”
adlı kitap, dünyanın dört bir yanındaki Doğu Türkistan
araştırmacıları ve Doğu Türkistanlılar arasında büyük
sevinç ve heyecan yarattı. Doğu Türkistan dernekleri temsilcileri
peş peşe Türk Dünyası Belediyeler Birliği’ni ziyaret ederek minnettarlıklarını ilettiler. Türk Dünyası Belediyeler Birliği’ne (TDBB)
gelen teşekkür mektuplarının da beklenmedik bir şekilde kat kat
fazla olduğu gelen haberler arasında.
>> Doç. Dr. Atilla
Topal, araştırmacıyazar Süreyya
Atilla Sağlamçubukçu, A. Elev
Direr Akhan, M.
Taner Koltuk ve
Erdinç Şahin tarafından hazırlanan
ve Türk Dünyası
Belediyeler Birliği
tarafından yayınlanan kitapta,
günümüzde komünist Çin zulmüne mâruz kalan
Doğu Türkistan’la
ilgili çarpıcı belgelere yer veriliyor.
Kitapta tarihe ışık
tutan ilginç bilgiler
de yer alıyor. İlk
defa gün yüzüne
çıkan arşiv belgelerine göre Sultan
Abdülaziz Han döneminde, 1873’te,
Kaşgar’a silah
ve mühimmat
gönderildiği kaydediliyor. Silahların kullanılması
ve Kaşgar’daki
askerlerin eğitimi için bir subay
vazifelendirildiği,
“Ahmet” isimli
subayın Çinlilere
esir düştüğü,
ondan iki yıl sonra tekrar yardım
isteyen Kaşgar
Hânı için bir vapur dolusu silah,
mühimmat ve top
hazırlandığına dair
önemli bilgilere yer
veriliyor. Ayrıca 23
Ağustos 1875’te,
Kaşgar Emiri
Yakup Han’a gönderilen hediye ve
silahları Hindistan
yolu ile Kaşgar’a
götürmekle görevli olan Mehmed
Murad Efendi’nin
bir nişanla taltif
edildiği de bildiriliyor.
Türk Dünyası Belediyeler
Birliği’nin (TDBB)
web sitesinde
kitapla ilgili yayın-
Mir Kâmil Kaşgarlı
lanan açıklama şöyle:
“Doğu Türkistan, birçok
medeniyete ev sahipliği
yapmış, tarihte iz bırakan bir
Türk-İslâm yurdudur. Uygur
Türklerinin ağırlıklı olarak yaşadığı Doğu Türkistan toprakları, konumu ve sahip olduğu
yeraltı ve yerüstü kaynakları
sebebiyle tarih boyunca stratejik öneme sahip olmuştur.
Tarihî İpek Yolu’nun bölgeden
geçmesi, günümüzde ise
Çin petrolünün beşte ikisini
üretmesi, zengin altın ve bakır
yataklarına sahip olması gibi
sebepler, bölgeyi stratejik
olarak da farklı kılmaktadır.
Türk Dünyası Belediyeler
Birliği (TDBB) tarafından yayınlanan ‘Osmanlı Belgelerinde
Doğu Türkistan’ çalışmasında, Başbakanlık Osmanlı
Arşivi’nde bulunan orijinal
belgeler değerlendirilerek iki
kardeş halk arasındaki tarihî
ilişkiler okuyucuların dikkatine
sunulmuştur. Kitapta 17961917 yılları arasına ait orijinal
belge görüntüleri, transkripsiyon ve özet metinlerin yanında, Doğu Türkistan tarihine
ilişkin uzun bir giriş yazısı ve
kaynakça, Doğu Türkistan’da
iz bırakan önemli şahsiyetlerin
özet biyografileri ile ayrıntılı bir
indeks de yer alıyor.
Prestij kitabı (A4) boyutlarında 581 sayfadan oluşan bu hacimli kitap, Doğu
Türkistan ve Uygur tarihi
üzerinde çalışan yerli ve yabancı araştırmacılara, her iki
ülke entelektüellerine birinci
dereceden kaynak sunması
yanında, Osmanlı-Doğu Türkistan münasebetlerinin anlaşılmasında önemli bir boşluğu
dolduracaktır.”
Ayrıca bu kıymetli kitabın
PDF şeklini şu linkten ücretsiz elde edebilirsiniz: http://
www.tdbb.org.tr/tdbb/wpcontent/uploads/2016/02/
DOGU_TURKISTAN_INTERNET.pdf
Harward Üniversitesi Öğretim Üyesi
Dr. Brophy’nin “Uygur Türkleri” kitabı yayınlandı
A
TAYURDUMUZ Doğu Türkistan’ı akademik
düzeyde araştırmak isteyenlere bir müjdeli
haberimiz var! ABD merkezli ve dünyanın en
ünlü ve prestijli eğitim kurumlarından Harward
Üniversitesi’nin Çin işgâli altındaki Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türklerini konu olan “Uighur Nation: Uygur
Halkı” adlı kitabı İngilizce olarak yayınlandı.
>> Avustralya
Sidney Devlet Üniversitesi öğretim
üyelerinden David
Broophy tarafından
hazırlanan kitap,
Harward University
Press tarafından
20 Mart 2016’da
tamamlandı. Uygur
Türklerinin tarihine
bağışlandığı belirtilen
kitaba, “Uygurlar: Çin
ve Rusya arasında
Reform ve Devrim”
adı verildi.
1920’li yıllardan
sonraki dönemde
Doğu Türkistan’da
cereyan eden sosyal
ve siyasal olaylar,
Uygur millî kimliğinin
şekillenmesi, Uygur
milliyetçiliği akımının
Uygur siyasî ideolojisine olan etkileri ve
benzeri konuları ana
hataları ile kendi görüşleri doğrultusunda açıklayan kitapta
Çarlık Rusya’sının,
Türkistan ve
Sibirya’nın uçsuz ve
bucaksız topraklarını
nasıl işgâl ve istilâ
ettiği anlatılıyor.
1917 Bolşevik
Rusya’sının Türk
halklarını boy adları
ile uluslara ayırarak
ve bölerek sunî milletler yarattığını, bu
uygulamanın halk
tarafından benimsenip yerleşmesi
için Türkistan aydınlarının gündemine
taşındığını dikkatlere
arz eden kitapta, bu
meyanda komünist
Rusya’nın da etkisi ile
“Uygur” adının ayrı
bir millet adı olarak
anılmaya başlandığı
da anlatılıyor. Bu
durum, kitabın asıl
arka plânı ile eserin
yazılmasındaki temel
amaç olarak kendisini
gösteriyor.
Yazar, kitabın son
ve ek bölümünde ise,
Rusya ile Çin arasında meydana gelen
“Reform ve Devrim:
Islahat ve İnkılap”
adı verilen bölümde
de bu gelişmelerin
o devirdeki Uygur
aydınları ve toplumu
üzerinde derin etkiler
gösterdiğini özellikle
izah etmeye çalışıyor.
Doğu Türkistan’da
1930’lu yıllarda
başlayan Ceditçilik/Yengiçe Maarif
Hareketi’nin Uygur
toplumunda özel
bir yeri olduğunu da
özellikle kaydeden
kitapta, 1930’lu
yıllarda Stalin
Rusya’sının Doğu
Türkistan’a olan ilgisi
ve daha sonra müdahalesi, bu ülkede
uyguladığı politikalar,
bu yıllardaki uluslararası politik durumun
millî bağımsızlık
hareketlerine olan
etkisi ve o devirdeki
çok karmaşık ve
girift siyasî tabloyu
da ayrıntılı olarak
anlatıyor.
Kitapta Uygurların
vatanının çok karışık ve iç içe geçmiş
karanlık bir devresi
de özellikle ele alınıyor. Yazar, Doğu
Türkistan, Uygurlar
ve bu kitaptaki bütün
konular hakkında
yazılan bütün kaynakları taramış ve
bu kaynakların geniş
bir listesini vererek
izahını da yapmış.
Kendisinin Uygurca, Türkçe, Tatarca,
Rusça, Mançurca,
Çince, Farsça, Almanca ve Fransızca
olmak üzere birçok
dili bilmesi ve bu
dillerdeki kaynakları
kullanmasından doğan avantajları çok iyi
kullandığı anlaşılıyor.
Uygurlar kitabı bu
yönüyle son yıllarda
yazılan çok önemli
bir eser olarak kabul
görüyorlar.
DR. DAVID BROPHY KİMDİR?
Avustralya’da doğan Brpphy, Uygurların tarih, kültür ve medeniyetleri üzerindeki çalışmaları ile
öne çıkmış bir Türkologdur. 2012’de Orta Asya ve Türkistan tarihi üzerinde doktorasını tamamlamıştır. Daha sonra ise Avustralya Devlet Üniversitesi’nde 2 yıl süre ile post-doktora çalışması yapmıştır.
2014’ten beri Avustralya Sidney Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
haziran 2016
83
haberajanda
Akıl Fikir İşleri
Yine Soğuk Savaş dönemi
ardından dünya iki aşamalı
bir süreç yaşıyor: “31 Aralık
1991-11 Eylül 2001 dönemi;
11 Eylül’den sonrası.”
Soğuk Savaş ve
ötesindeki
Birinci kısım iki hüküm
üzerine oluşuyor. ABD,
askerî ve siyasî güç olarak
baskın kabul ediliyor fakat
askerî alandaki gücü esas
kabul edilmiyor; ana unsur
ekonomi. İkinci kısım ise
üç büyük güç, ABD, Çin ve
Avrupa etrafında kuruluyor.
Ancak gelgelelim bu noktada ABD’nin bakış açısında
önemli bir değişim yaşanıyor,
o da şu: Amerika, İslâm
dünyasını askerî araçlarla
değiştirme gücü ve olanağına
sahiptir!
küresel
fokurdama
“B
“Maastricht Anlaşması’nda
belirtilen görüş, Avrupa için
kritik değildir; çünkü Avrupa Birliği’nde ekonomik
silkelenmeler güçlenmiş ve
siyasî parçalanma meydana
gelmiştir.
İZDE” âdettir fotoğrafları hep üç beş yıl geç görmek. Ne zaman ki tüm dünyayı ve ülkeyi ilgilendiren önemli bir konu
patlak verir, milletçe deriz ki, “Ha, şu olay tevekkeli bu sebepten olmuş” ya da “Bu sonuç için kurgulanmış!”.
>> Bu sebeple kendi açımdan önemli bulduğum, maddeleri üzerinde düşündüğüm
zaman çok önemli ipuçları
elde ettiğim ve uzun zaman
önce yayınlanan bir analizden söz edeceğim bu yazıda
sizlere.
Kimine göre gayriresmî
bir istihbarat, kimine göre
resmî bir istihbarat servisinin
84
Friedman, bana göre oldukça düşündürücü olan şu
görüşlerini dile getiriyor:
haziran 2016
ön yüzü sayılan bir düşünce
kuruluşu Stratfor. Kurucusu George Friedman…
“Enteresan” analizleri var
Friedman’ın. Daha 2013
yılında dünyanın yeni bir
jeopolitik döneme girmesiyle
ilgili öngörülerde bulunuyor! O’na göre Soğuk Savaş
döneminden sonra dünyayı
üç etkenle şekillendiriyor:
“ABD’nin nüfus ve egemenliği; Çin’in güçlenerek
dünyanın sanayi merkezine
dönüşmesi; Avrupa’nın birleşerek bir ekonomik deve
dönüşmesi.”
Öte yandan Rusya zayıflıyor ve Japonya bütünüyle
yeni bir ekonomik modele
geçiyor.
Çin’in ekonomik mucizesi
ise sona ermek üzeredir.
Pekin’in kendini kanıtlamak
için askerî alana daha fazla
dikkat vermeye başlaması bu
sebepledir. Çin, askerî güç
kullanımı seçeneğini ortadan
kaldırmaz.
Amerika, Afganistan’dan
çekiliyor. Washington küresel
üstünlük ile her şeye kâdir
olma arasındaki karşılıklı ilişkiler ve karşılıklı bağımlılığı
yeniden gözden geçiriyor.”
Küresel değişikliğin hangi
yönde olacağına dair şu öngörüler geliyor:
“Avrupa, aslında ekonomik güç sahibi olarak hep
Orhan Rufat Karagöl
[email protected]
vardı. Ancak çeşitli devletlere de sahip olmaya çalıştı.
İmkânsız olan bu düşünce ve
istek zirve noktasına ulaştığında Avrupa çöküşe geçti.
Almanya’nın Avrupa devletlerini kurtarması karşılıksız
değildi; amacı, devletlerin
bütçelerini denetim altında
tutmaktı. Anlaşmazlık işte
bu sebepten çıkıyor; çünkü
AB üyesi devletler, egemenliklerinden vazgeçmek istemiyorlar. Sonuçta birtakım
Avrupa ülkesinde (örneğin
Macaristan, Romanya, Bulgaristan vb.) radikal milliyetçilik eğilimi güçleniyor.
Kıbrıs örneği ise, AB’nin
kaderi açısından ilkesel
bir husûsu ortaya koyuyor.
Avrupa Birliği’nin zayıf devletleri baskı altında tutmaya
çalıştığı görülüyor. Birliğin
hangi üye ülkesi zayıflarsa,
diğerleri onu kendi etkisi
altına almaya çalışıyor. Bu
durum, Avrupa’da bütünleşmenin geleceğiyle ilgili soru
işaretleri doğuruyor. Aynı
zamanda demokratik sayılan
AB’de zayıflara olan yaklaşımın hiç de demokratik olmadığını gösteriyor. Bu ilke
AB’nin bütününe karşı böyle
uygulanıyorsa, o zaman onun
diğer devletlere yaklaşımı ne
ölçüde demokratik olabilir?
O hâlde bölgesel anlaşmazlıkların çözümüne Avrupa
nesnel yaklaşabilir mi?”
Çin ekonomisi önceki
tempoda gelişimini sürdüremez. Dış satım odaklı
ekonomi, yurtiçi talebin
artmasıyla sonuçlanır. Fakat
Çin’de bunun gerçekleşmesi
için ülkenin iç hayatında
devrimsel değişiklikler olmalıdır. Pekin birkaç kez
bu girişimde bulunmuştur.
Ancak başarılı olamamıştır.
Böylece Çin, ona verilen
fırsat çerçevesinde, yurtiçinde köklü sosyo-ekonomik
değişiklikleri gerçekleştirememiştir. Sonuçta dış satıma
konulan kapitali azaltarak
büyümeyi gerçekleştirme
yolunu seçmiştir. Bu yöntem
Japonya’nın malî sistemini
zayıflatmıştır. Çin’i de aynı
son bekliyor.
Bütün bunlar, Avrupa ve
Çin’in aynı hataları tekrarladığını göstermektedir. Onlar
jeo-siyaset ve iç siyasî sorunlara önem vermeden, ekonomik gönençleşme aracılığıyla
gelişimi sağlayabileceklerine
inanıyorlardı. 1991-2008
yılları arasında bu öngörü
gerçekleşti. Şimdi ise gerçek,
tamamen başka hususları ortaya koyuyor. AB ve Çin’den
farklı olarak ABD’ye ise tarih
ayrı bir ders vermiştir.
Üstün mü,
kudretli mi?
Amerika askerî müdahaleyle küresel sorunları
çözeceğine inanıyordu. Eylül
2001 her şeyi altüst etti.
Afganistan ve Irak konuları
ise, en büyük askerî güç
aracılığıyla bile birilerine
siyasî iradeyi kabul ettirmenin mümkün olmadığını
kanıtladı. İşte bu hususta,
üstün olma ile kudretli olma
arasındaki farkı ayırt etmek
gerekiyor!
Washington’un bu konuda
somut bir karara vardığını
söylemek zordur. Bununla
birlikte, Amerika artık küresel jeo-siyasette değişikliklerin başladığını kabul ediyor
ve dış politikasını buna
uygun şekilde kuruyor. Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya
ve Çin doğrultusunda son
dönemde attığı adımlar bunu
kanıtlıyor.
Burada çok önemli bir
husus da, ABD’nin artık
doğrudan askerî müdahale
yöntemini kullanmıyor olmasıdır. Böylece önderlik iddiasına son koymamakta, sadece
güçler dengesini yeni bir
formülle sağlamaya çalışmaktadır. Amerika hâlâ dünyanın
diğer iki dev gücü olan AB
ve Çin’e oranla daha iyi bir
ekonomik sisteme sahiptir.
Onun ekonomik sorunları
nispeten azdır. Fakat bunlar
Washington’a “mutlak egemen” statüsü vermiyor. Dolayısıyla ABD’nin yeni dönem
politikasının nasıl sonuç
vereceğini zaman gösterecek.
Ancak küresel çapta jeopolitik görünümün ciddî biçimde
değişeceği şimdiden bellidir.
G. Friedman tüm bunların
temeline yeni dönemin dört
belirleyici unsurunu koyuyor.
Birincisi, Amerika Birleşik
Devletleri’nin tüm göstergeler bakımından egemen
dünya devi olarak kaldığıdır.
Ancak şimdi Washington ihtiyatlı ve ölçülü davranıyor. O,
avantaj sahibi olmak ile her
şeye kâdir olmak arasındaki
önemli farkı kabul ediyor.
İkincisi, Avrupa’nın olağan
seyrine dönmesidir. Bunun
ana belirtisi, birbiriyle yarışan çok sayıda ulus devletin
olmasıdır.
Üçüncüsü, Rusya’nın
yükselme eğilimidir. Ruslar,
âdetleri üzere “bulanık suda
balık tutmayı” sürdüreceklerdir. Rusya, ekonomik açıdan
pek de önemi olmayan, ancak ciddî siyasî getiri sağlayan anlaşmalara imza atmayı
sürdürecektir.
Dördüncüsü, Çin’in kendi
iç sorunlarını çözmek için
“içine kapanmasıdır”. Onun
için komünist yönetim yöntemi ile istikrarsız ekonomik
durumu uzlaştırmak bir
hayli çetinleşmiştir. Nüfusun
gönenç düzeyi yükselmezse,
Çin otoriter bir devlete dönüşecektir.
Bu analizlerden önemli
sonuçlar çıkıyor. Dolayısıyla
küresel çapta güç dengesinin
değişimiyle ilgili düşündürücü hususlar vurgulanabilir.
Yeni dönemde herhangi belirli bir gösterge bakımından
(örneğin askerî, ekonomik ya
da siyasî) önderliğin mümkün olmayacağı görünüyor.
Küresel çapta söz sahibi olan
devletin çok yönlü şekilde
üstün olması gerekiyor. Bu,
siyasî, ekonomik, kültürel,
çevresel, askerî vb. açıları
içeriyor. Avrupa ve Çin,
Amerika’ya küresel önderlik
düzeyinde birer rakip olamaz. Onlar tüm hesaplarını
ekonomiye yönelterek kendi
kendilerini vuruyorlar.
ABD’nin dünyada egemen
olma meselesi de çözümsüzlüğünü koruyor; çünkü yeni
güç merkezleri ortaya çıkabilir. Örneğin Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye hızla
gelişmektedir. Ayrıca çeşitli
bölgelerdeki anlaşmazlıklar,
dünyada jeopolitik durumu
bir anda değiştirebilir. Bunların çözümlenmemesi, büyük
devletlere önceleri gözlemlenmeyen sorunlar yaratır.
Genel olarak bölgesel önderlerin ortaya çıkması, küresel
çapta jeopolitik görünüme
yeni bir canlılık veriyor.
Farklı senaryolar da olasıdır.
(Beyond the Post-Cold War
World)
haziran 2016
85
haberajanda
Sosyal Hayat
Kadınlar eve gönderilmes
O
ZELLİKLE “muhafazakâr” olarak adlandırılan çevrelerde kadının iş hayatındaki konumu yeniden tartışılır
hâle geldi. Özellikle de iktidarın muhafazakâr tabana
sahip olduğu iddiası ile bu çevreler seslerini daha çok
yükseltir ve belli din otoritelerine bu konuda durumu
ele almaları konusunda yön verir oldular.
>> Her ne kadar ev-ofisler
bu minvâlde düşünülerek
desteklendiğinde art niyetli
bir hapishaneye dönüştürülebilecek kaygısı taşısam
da, yazının gâyesi, kesinlikle
çağın gereği olan bir ihtiyaca
yönelik uygulamalara dikkat
çekmektir. Üstelik bu düzenlemelerin sadece kadına
değil, erkek çalışan için de
uygulandığını vurgulamak
isterim. Fakat kültürel bir
ihtiyaç üzerinden bakınca
pozitif bir ayrımcılıkla önceliğin kadınlara sağlanabilir
olup olmayacağı tartışılabilir.
İnsanlığın ortak bir kabulüdür; insan, sosyal bir varlıktır. Yani ontolojik anlamda
hayat, sadece kendi hayatımızdan oluşmaz. İş hayatı da
yalnız kendi hayatımızı inşâ
etmek için üstlendiğimiz bir
yükümlülük değildir; özellikle
de bizim kültürümüzde asla
öyle değildir! Bu minvâlde
düşünüldüğünde, bir çalışanın zorlu ikilemlerde kaldığı,
iş hayatının rutin saatlerini
evlâdı ya da yaşlı ebeveynleri
için ayırma zorunluluğunun
doğduğu durumlar olabilir
ki bunlar, hayatın gerçeklikleridir. Böylesi durumlarda
bakım ve iş yükünün evofislerle dengelenebileceği
unutulmamalıdır.
Diğerkâmlık elzem bir
erdemdir, hayatın her alanına faydası vardır. Bu saha
da devletin sosyal projelerle
yüklenmek zorunda kaldığı,
fakat gönüllüler tarafından
yürütülmesinin daha doğru
olduğu bir sahadır. Üstelik
insanî olan ve hatta mağdur
durumda olana sorulduğunda gözlenen de yakîni tarafından bakılmak istendiğidir.
Tüm bu dengeler, seküler ve
pozitif ideolojilerde insan
ruhunun unutulduğu iş hayatı dizaynlarında ihmâl edilmiştir. Düzenin kişiyi yalnız
kendini düşünmek zorunda
bırakması hâlinde her birey
ileride terk edilen ebeveynlere dönüşüyorsa, bu durum
devlete de yüktür.
Ev-ofis işlerliği
yasal anlamda
tanınmalı
Ülkemizde part-time (yarı
zamanlı) çalışma koşulları
düzenlenerek çalışma hayatı
açısından son derece önemli
ve stratejik adımlar atıldı.
Buna eklenmesi gerektiğini
düşündüğüm bir diğer stratejik atılım da ev-ofislerin yasal
düzlemde tanımlanıp tanınması ve desteklenmesidir.
Avrupa ve Amerika’da
uygulamada olan homeoffice, büro sistemleri içinde
çoktan kabul görmüş ve
tanımlanmış çalışma çeşitlerinden biridir. Ev-bürolar,
86
haziran 2016
Ayşe Yaşar Umutlu
[email protected]
in, ev-ofisler desteklensin!
iş hayatında gerçekleştirilen
tüm etkinliklerin gerekli
görülen zaman dilimlerinde
evde yapılması ve evin bir
büro biçimde işlevini yerine
getirmesidir. Bu uygulamada
çalışana işyerini ve çalışma
saatlerini belirleme konusunda esneklik sağlanmaktadır.
Böylece kişiler diğer vazifelerine rağmen ya da diğer yükümlülüklerini ihmâl ederek
değil, içinde bulundukları
duruma göre en verimli olabilecekleri zaman ve yerde
işlerini yapabilmekteler. İşte
çalışana sağlanan esneklik,
kişinin özgürlük ve diğer
vazîfelerini de ihmâl etmemiş olmanın verdiği yüksek
moral ve motivasyon ile
çalışanların çok daha başarılı
olabildikleri görülmüştür.
Ev-büro, çağımızın zorluk
ve zorunluluklarından dolayı
ortaya çıkmıştır. Bu zorluklar
arasında en başta dile getirilebilecek olanlar şunlardır:
Büyük kentlerde hava kirliği,
yoğun trafik ve de ev fiyatları
ve kiraların yüksek olması
nedeniyle çalışanların iş yerinden uzakta yaşamaları…
Kadın çalışanların yanında
kimler bu sisteme neden
ihtiyaç duyabilirler?
0-4 yaş kreşleri yaşadığı
yerde olmayan, çocuğu henüz
anaokuluna gidecek kadar
büyümemiş, ebeveynleri de
yardımcı olacak kadar sağlıklı
olmayan, hatta kazandığı
para bakıcı tutmaya yetmeyen
kişiler (fakat işi onun için sadece ekonomik gereklilik an-
lamında değil, ruhsal sağlığını
korumak için de mühimdir);
iş hayatında ve ortamında
herhangi bir sorun olmadığı
hâlde bakmakla yükümlü olduğu kişilerde felç ya da aklî
sağlığını yitirme gibi sağlık
problemleri âniden gelişmiş
ve bu kişilerin günlük bakımlarını yerine getirirken iş
saatlerini kendisi ayarlayarak
daha verimli çalışabilecek
durumlar içinde olanlar; iffetini korumak konusunda dinî
kabulleri nedeniyle kendine
veya etrafındaki çalışanlara
güvenemeyen, eşi veya kendisi için kamusal hayatta
çalışmaktan ziyâde evde işini
yapmayı tercih eden çalışanlar (dinî aşırılıklarla istismârı
mümkün bu maddenin,
kadını ev-ofis yerine hapis
hayatına mahkûm etmeyecek
biçimde düzenlenmesi, ancak
toplumsal bilinçle sağlanabilir)…
Ayrıca önemli bir detay
olarak vurgulamak isterim ki,
boşanma nedenleri arasında,
özellikle ülkemizde kayınvalide, baldız ve elti mücadelelerinin ilk sıralarda yer aldığı
bilinir. Genç ve yaşlı her
bireyin inşirah hâlinde olması, bireyler arası mücadeleyi
azaltacaktır.
Kadınların pek çoğu, sahip
oldukları potansiyeli hem
kendileri, hem toplum, hem
de devletin hizmetine arz
edecek imkânlardan yoksundurlar. Çoğu zaman pasta ve
yemek günleriyle sosyalleşme
ve çalışma ihtiyaçlarını ye-
terince verimli olmayan bir
alana kanalize etmekteler.
Hâlbuki kadınların ve yaşlıların can bedende olduğu
sürece atıl bırakılmaları, ruhları ve bedenleri için zarara
terkedilmelerinden başka bir
şey değildir. Günlerini boş
geçirmeye mecbur kalmış
insanların ruhî tatmine ulaşmaları imkânsızdır. Bu açlığı
pasta ve börek günleriyle
geçiren veya yaşlılar için cami
cemaatiyle siyaset tartışmasına indirgenen bir toplum
ziyândadır.
hayır ve iyilik temennî eden
sembollerini tercih etmesini
kolaylayacak çalışmaların da
desteklenmesi gerekir.)
Kadın girişimciliği kredi
destekleriyle artırıldı; bu
minvâlde güzel uygulamalar
var. Bazı tekstil firmaları ev
hanımlarına, ellerinde kazaklara işlemeleri için boncuk
işleri bırakıyorlar meselâ, bu
ve benzeri işler desteklenmelidir.
Ev-ofis uygulamalı bir
çalışma düzenini işyerinden
talep edenlere, üç aylık deneme süresi içinde ev-ofiste
verimli çalışıp çalışamayacağını kanıtlayabileceği bir
rapor hazırlatarak sonuca
göre olumlu veya olumsuz
cevaplar verilebilir.
Her insanı çalışmaya zorlayan komünist yahut sosyalist bir sistemi kastetmediğim
apaçıktır. Maksadım, Müslümanı inşirah hâliyle huzurlu
kılmanın desteklenmesidir.
Her yaş insanın yapabileceği
işlere duyarlılık arttırılmalı
ve buna esneklik kazandırmalıdır.
Ofis gerektiren iş biçimleri
söz konusu olduğunda, evbürolar sadece çalışan için
değil, işveren için de pek çok
fayda sağlar. Öyle ki, büro
harcamaları ve servis gibi
ulaşım giderlerinde azalma,
müşterilere iş saatleri dışında
da hizmet verebilme, zamanı
arttırma, çalışanların ruhsal
yönden rahat olmasının iş
potansiyellerini yükseltmesi,
işe geç kalma sorununun ortadan kalkması, yolda geçecek
zamandan kazanma, çalışanın
sosyal faaliyetlere zaman
ayırması ve psikolojik kazanımlar elde edilebilir. Ayrıca
çalışan, ailesiyle daha fazla
zaman geçirmenin moral ve
motivasyonunu sağlar, işverene karşı verimliliği artar.
(Yazının konusu dışında,
fakat yeri gelmişken ifâde
etmeliyim: Kıyafetler üzerine
monte edilen desenler ve
semboller, kültür hegemonyasının netîcesi olarak her yaş
kıyafette bulunuyor. Örneğin
her elbisede kurukafa görmenin normal olmadığının farkına varıp kendi kültürünün
Zamanın koşullarına
göre yeni ihtiyaçlara yönelik
düzenlemeler konusunda
mevcut uygulamaların yaygın
olarak bilinmesi, olmayan
tanımlamaların da yolunun
açılmasının hem etik, hem de
kamusal ve siyasal faydalarının farkındalığının artması
umuduyla…
haziran 2016
87
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
Medya çok da işin
gerçeklerini bilmeden,
kadın sporculara
bazen fazla ilgi gösterebiliyor, bunun
avantajlarını ben de
yaşadım çok kez. Ama
kendimi, olduğumdan
fazlası zannetmedim
hiç; aksine hep “Daha
iyi nasıl olurum?”,
“Kendimi geliştirmek
için ne yapabilirim?”,
“Genel klasmanda
daha yukarı nasıl
çıkarım?” sorularına
cevap aradım. Bu da,
bu spora başladığımda olduğum yerden
5 sene içinde Dünya
Şampiyonası’nda devlerin de takip ettiği bir
yarışçı olma konumuna kadar çıkardı beni.
***
Değişimim, davranışlar ve hayata
bakışımın değiştiği
zamanlarda, 10-12 yıl
önce oldu. O yüzden
de bu tesettür öncesi
veya sonrası değişim
algısı bana çok anlamsız geliyor. Bir insan
için her şeyden önce
önemli olan kalptir
bana göre ve bir kişinin davranışları, hayat
tarzı, değerleri ve icraatları, dış görünüşten
daha önemlidir!
***
Eskiden de hayata
bakışım aynıydı, şimdi
de aynı. Önyargısız,
yaptığı işe inanan,
mücadele eden insan88
haziran 2016
Burcu Çetinkaya Bucak
Şule Demirtaş // [email protected]
Millî sporcu Burcu Çetinkaya Bucak:
Bir öze dönüş
hikâyesi
R
ALLİ… Dünyanın belki en zor ve en çok dayanıklılık gerektiren
sporlarından biri. Koordinasyon, zekâ, güç, sabır, risk… Başarıyı elde
etme anlamında bu kadar çok parametreyi bir arada bulundurmasının zorluğu erkek egemen bir spor olmasına yol açsa da tüm
bunların üstesinden gelerek bu sporu peş peşe şampiyonluklarla
örülü bir başarı hikâyesine dönüştüren bir hanımı, Burcu Çetinkaya
Bucak’ı ağırlıyoruz Haber Ajanda’da!
Evet, azim ve irade... Ne
istediğini bilmenin ve hedefe
giden yolda yılmamanın,
engel tanımamanın bir örneği Burcu Çetinkaya Bucak.
Türkiye’deki en hatırı sayılı
okullardan mezun, aynı zamanda ralli şampiyonu, TV
programcısı, gazeteci, hâlâ
öğrenmeye ve öğrenciliğe
devam eden çiçeği burnunda
bir eş ve bir anne adayı…
Zafer kupasını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a
hediye edecek kadar engin
gönüllü…
Kendisini dinlerken, “Bu
kadar başarıyı ömrüne nasıl
sığdırdı?” diye düşünmeden
edemiyor insan. Önceliklerini bilen, plânlamaya
hâkim, çok yönlü, tüm bu
koşuşturma içinde kendi
mâneviyatını, iç sesini ihmâl
etmemiş bir isim…
Anadolu’ya, Anadolu
insanına, doğallığa olan
sevgisi, özüne olan sadâkati
ve Mekke’ye, “Şehirlerin
Anası”na duyduğu muhabbeti anlattığı kısım, röportajda en çok etkilendiğim bölümlerden biri oldu. Bu “öz”e
dönüşü mânevî iklime olan
seyahatinde de bir harita
olarak gören Burcu Hanım,
tüm samîmiyetiyle sorularımızı cevapladı ve ortaya,
büyük başarılara ulaşmadaki
küçük sırların anlatıldığı,
mâneviyat ve inancın her
şeyin önünde olduğunu vurgulayan, hedefi belirledikten
sonra ona ulaşma anlamında
nelerin yapılması gerektiğini
kendi dünyasındaki karşılı-
ğıyla anlatan çok yönlü bir
röportaj çıktı. Buyurunuz
efendim…
***
“Kendimi,
olduğumdan fazlası
zannetmedim!”
• Ralli gibi zor, cesâret ve
yoğun çaba isteyen bir
spor alanında bir bayan
olarak başarılarınızla
göz doldurdunuz ve biz,
ilk olarak sizi bu şekilde
tanıdık. Genelde erkek
sporcularla özdeşleştirilmiş bu sporu nasıl şampiyonluk ve kupalarla örülü
bir başarı hikâyesine
dönüştürdünüz?
Önceden de çocukluğumda birçok spor dalıyla
ilgilendim. Hep spora âşık
ların engelleri aşabileceklerine inanırım.
Hep öyle inanırdım.
Tesettürden önce yarıştığımda da aynıydı
bakışım, şimdi de
aynı. Ülkemizde bu
konuda çok büyük engeller yaşayanlar oldu,
bu konuda konuşma
hakkını kendimde görmüyorum, çünkü ben
bu sorunları o zaman
îtibâriyle yaşamadım,
bundan dolayı bu
engellerle cedelleşen
insanlara haksızlık
yapmış olurum.
***
Hissettiklerimin
tamamını anlatmaya
kalkışsam sanırım
buraya sığmaz…
Huzur, eve dönmek
gibi… Sanki yıllardır
yaşadığım evime geri
dönüyormuşum gibi…
En sevdiğim nokta
da tüm Müslümanları
birleştiren bir yer
olması. “Onun peçesi,
bunun saçının teli,
onun kıyafeti, bunun
mezhebi” gibi ayrımcılıkların yok olup herkesin aynı çatı altında
buluşuyor olmasının
huzuru... Orada Allah’a
yaklaşmak, her türlü
ayrılışın, ayrılığın, aykırılığın önüne geçiyor
ve birleşme oluyor. Bu
beni en çok etkileyen
şey! Sanki benliğimizi
rafa kaldırıp esas ait
olduğumuz yere dönmek gibi…
haziran 2016
89
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
eğitimde ve sporda nasıl
başarılı olacak şekilde
koşturdunuz?
Belirlediğim hedeflere
ulaşmaya çalışmamda ve
mücadelemde kendimden
hep çok emin oldum. Robert
Kolej’de okumak istiyordum;
dershaneye gitmeden, özel
ders almadan, tamamen
sınıf öğretmenlerim Ayla ve
Hamza öğretmenlerin desteğiyle ve çok çalışarak, ama
severek çalışarak, hiç zorlanmadan kazandım.
Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden mezun
oldum. Sonuçta, işin sırrı
sevmekte! Yaptığım her şeyi
çok severek yaptım. Allah
sevmediğimiz işleri yapmaya
mecbur bırakmasın, bazen
tabiî öyle de oluyor, ama yine
de sevdiğiniz işi yapabilmek
(hangi kulvarda olursa olsun)
başarıyı getiriyor.
bir insan oldum. Ama ralli
sporundaki hayâlim hep çok
büyük ve farklıydı. Belki de
hayatımı değiştirip farklı bir
yolculuğa çıkma vakti gelmişti. Ve ralli de çok güzel
bir yol arkadaşı oldu bana.
Çocukluğumda, 12 yaşındayken, babamla izlediğim
bir rallide bu sporun farkına
vardım ve çok sevdim. Sonra
20 yaş ile 24 yaş arası bütün
rallileri kimi zaman gönüllü
olarak bir yerinde çalışarak,
kimi zaman seyrederek takip
ettim, eğitimler aldım ve
2005 yılında, 24 yaşında ilk
rallimi yaptım.
Kadın pilotlar sıralamasında birçok başarı kazandık. Türkiye’de ve dünyada
unvanlar elde ettik. Fakat
aslında, kadın-erkek beraber
klasmanda yer alınan bir spor
90
haziran 2016
dalı ralli, dolayısıyla 3-5 bayan rakibin arasında birinci
olmaktansa 100 kişi arasında
onuncu olmayı daha değerli
buluyorum. Yani erkek-kadın
karışık olan sıralamada elde
ettiğimiz derecelerle değerlendirdim hedeflerimi ve
hep daha iyisini yapmaya
çalıştım.
Medya çok da işin gerçeklerini bilmeden, kadın sporculara bazen fazla ilgi gösterebiliyor, bunun avantajlarını
ben de yaşadım çok kez.
Ama kendimi, olduğumdan
fazlası zannetmedim hiç;
aksine hep “Daha iyi nasıl
olurum?”, “Kendimi geliştirmek için ne yapabilirim?”,
“Genel klasmanda daha
yukarı nasıl çıkarım?” sorularına cevap aradım. Bu da, bu
spora başladığımda olduğum
yerden 5 sene içinde Dünya
Şampiyonası’nda devlerin de
takip ettiği bir yarışçı olma
konumuna kadar çıkardı
beni.
Tabiî ki burada bir ekip
çalışması ve bu yolculuğumda benimle aynı vizyonu
paylaşıp aynı mücadelede
yer alan ko-pilotum Çiçek
Güney’in de çok büyük payı
var.
Eğitim hayatım bittikten
sonra ralli kariyerimde de her
şeyden önce sportif hedeflerime konsantre olduğum
için, çok eğitim alarak, çok
mücadele ederek başarıya
ulaştım. Ama eğitim hayatımda öğrendiklerim ve
birden çok yabancı dil biliyor
olmak da spor kariyerimde
olumlu olarak bana katkıda
bulundu.
“İşin sırrı
sevmekte!”
“Hayatın özü
görünenlerde değil,
kalbimizde!”
• Türkiye’de eğitim alanında en hatırı sayılır
okullardan mezunsunuz.
Ve ralli öncesinde de
profesyonel anlamda spor
alanında birçok başarınız,
şampiyonluğunuz var. Bu
kadar yoğun çaba ve vakit
isteyen iki ayrı kulvarda,
• Hayatınızın çok ilgi çeken yanları var. Bir yanda
yarışlar, hırs, adrenalin,
şampiyonluk isteği; diğer
yanda mânevî iklimde
olan ilerleyişiniz... Bu
sese nasıl kulak verdiniz?
Yoğunluklar, insanın
İlâhî mesajla kontağına
Şule Demirtaş
sekte vuruyor. Siz nasıl o
alanı da açtınız kendinize?
Mânevî kısmı çok uzun
bir hikâye aslında. Çocukken başladı. Ailemden,
özellikle baba memleketim
Nallıhan’da kalabalık bir aile
ortamını hafta sonları ve
tatillerde yaşayabilmiş olmaktan, Anadolu’nun tadını
biliyor olmaktan başlayan bir
doğa ve doğallık sevdam var.
İstanbul’da çekirdek aile
olarak büyüsem de, orayla
olan bağım aslında derine işlemiş ve uyuyordu bir yerlerde. Dönem dönem o hasret
kabarıyor ve tatillerde yaşadıkça, paylaştıkça büyüyordu.
“BURCU ÇETİNKAYA BUCAK” HAKKINDA
M
İLLÎ sporcu,
gazeteci ve
sunucu Burcu Çetinkaya Bucak,
İstanbul’da doğdu.
Dereceyle girdiği Robert
Koleji’ni bitirdikten sonra İşletme okumak üzere Babson College’ye
gitti. Lise yıllarında
amatör olarak yaptığı
snowboard sporunda
2003 yılında Türkiye
Şampiyonu oldu.
Amerika’da 2 sene
eğitim gördükten sonra
Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden mezun
oldu.
Memleketi ise, baba
toprağı olan Nallıhan’ın
Oymaağaç köyüdür.
Şu an -seyahatler
hâricinde- eşi Fatih
Mehmet Bucak’ın
memleketi olan
Şanlıurfa’nın Siverek
ilçesinde ikâmet etmektedir. 2 ay Fransa Volkswagen Genel Merkezi’nde
staj yaptı. Doğuş
Holding Kurumsal
İletişim ve İş Geliştirme Departmanı’nda
başladığı iş kariyerine,
İlçe Taşımacılık ve İlçe
Otomotiv’de devam
etti. Kısa bir süre sonra
sporculuk kariyerine
başladı ve millî sporcu
olarak dünya ralli tarihine adını altın harflerle
yazdırdı.
5 defa Türkiye Bayanlar Ralli Şampiyonu
oldu. Erkekler arasında
da Türkiye’de ve dünyada birçok derecesi olan
Burcu Çetinkaya Bucak,
2010 yılında Dünya Ralli
Şampiyonası Abu Dabi
Özel Ödülü’nü, yine
2010 yılında Eurosport
Özel Ödülü’nü aldı.
Dünya basınında İngilizce, İtalyanca, Arapça ve
Fransızca yaptığı röportajlar ve basın toplantılarıyla ilgi topladı. Burcu
Çetinkaya Bucak’ın
Discovery Channel
tarafından belgeseli çekildi. Red Bull tarafından
hazırlanan belgeseli de
birçok uluslararası TV
kanalında yayınlandı.
Show TV’nin hazırladığı “Can Dostum”
projesinde yarıştı, Nuri
Alço ve Ümit Erdim ile
finale kaldı. Kanal 24’te
6 sene boyunca haftalık olarak “Otomobil
Sevdası” isimli sektörel
programı hazırlayıp
sundu. Bloomberg HT
kanalında 2 sene canlı
yayında “Sporaktif”
programını sundu.
2013’ün Ramazan ayında “Sahur Vakti” programını sundu, yine aynı
yıl TRT Spor’da 3 farklı
dilde röportajlarla desteklediği “Ralli Günlüğü”
programını hazırlayıp
sundu. Star gazetesinde köşe yazarlığı yaptı
ve şu anda da Türkiye
gazetesinde Pazartesi
günleri otomotiv sektörel sayfasını, Pazar
günleri de röportajları
hazırlıyor. 2015 yılında
da Cine 5 için “Burcu ile
Çetin Yollar” isminde bir
gezi-belgesel programı
hazırlayıp sundu.
2 senedir aktif olarak tasavvuf ve fasih
Arapça derslerine katılıyor. Gençlik ve Spor
Bakanlığı ile aktif olarak
spora destek projelerinde yer alan Burcu
Çetinkaya Bucak, millî
sporcu olarak “Büyük
Adımlar” projesi ile
Diyarbakır’dan Hatay’a,
Kastamonu’dan
Çeşme’ye binlerce öğrenciyle bir araya geldi
ve seminerler verdi.
Ayrıca Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığı
Gönül Elçisi’dir.
İngilizce, Fransızca,
İtalyanca, Almanca ve
Kürtçe biliyor. Aktif olarak Arapça öğreniyor.
2011 yılında 31 gün
geçirdiği Pakistan’da,
tanıtım projelerinde yer
alıyor. Pakistan’daki
8 üniversitede “Müslüman toplumlarda
kadının yeri” konulu
seminerler verdi.
2015 yılında geri
döndüğü Türkiye Ralli
Şampiyonası’nda genel
klasmanda 10. olarak
erkeklerin arasında ilk
ona giren tek kadın pilot
olmaya devam etti. Kadınlar klasmanında ise
7 yarıştan 5’ini kazandı,
fakat 2 yarışta yaşadığı
teknik arıza sebebiyle
sezonu 2. sırada bitirdi.
haziran 2016
91
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
bu hiçbir şey değiştirmedi
hayatımda.
Değişimim, davranışlar
ve hayata bakışımın değiştiği zamanlarda, 10-12 yıl
önce oldu. O yüzden de bu
tesettür öncesi veya sonrası
değişim algısı bana çok anlamsız geliyor. Bir insan için
her şeyden önce önemli olan
kalptir bana göre ve bir kişinin davranışları, hayat tarzı,
değerleri ve icraatları, dış
görünüşten daha önemlidir!
“Bazı kapılar geç
açılır, ancak onda da
bir hayır vardır!”
Bence çocukken toprak, köy
kokusu almak çok değerli!
Sonrası ise, 2004 yılı civarıydı sanırım, hayata bakışım
yavaş yavaş değişmeye başladı. İsyankâr bir çocukken
teslim olmanın önemini ve
keyfini tattım. Bundan sonra
da yavaş yavaş mânevî yolculuğum hızlandı. Hâlâ emeklesem de her gün “Daha
iyi nasıl olurum?” sorusuna
cevap arıyorum. Sonuçta
mâneviyat, isteyen herkesin
ne kadar yoğun olursa olsun
hayatında yer açabileceği bir
alan. Diğer her şey, başarı,
azim, mücadele, kupalar,
şampiyonluklar geçici ve
aslında basit oyalanmalar…
Hayatın özü dışarıda ve
görünenlerde değil, kalbimizde. Benim için sadece
nefsimi terbiye etme noktasında sevdiğim sporu yapıyor
92
haziran 2016
olmak bana yardımcı oldu.
Dünyalık sevdâlarımı doyurduğum yer oldu orası.
“İsyan etmeden,
şikâyette
bulunmadan
mücadele
edebilmeyi
öğrendim!”
• Tesettürü çok uzun zamandır plânladığınızı,
namazın zaten hayatınızda örtünmeden önce de
olduğunu okumuştum
bir röportajınızda. Allah
inancının ve getirisi olan
ibâdetlerin sizde yarattığı
en önemli değişim nedir?
Ne değişti en çok örtündükten sonra?
Çok uzun zamandır
plânlamıyordum aslında,
hatta “Hiç düşünmezdim!”
diyebilirim. Fakat hep saygı duyardım. Namaz ve
mâneviyat ise uzun süredir
vardı hayatımda, doğru!
Daha önce de söylediğim
gibi, aslında her şey, yönümü
isyandan teslim olmaya ve
hayata bakışımı bu noktaya
çevirdiğimde oldu. Sabretmeyi, isyan etmeden,
şikâyette bulunmadan mücadele edebilmeyi öğrendim.
Tesettürden sonra ise
hayatımda hiçbir şey değişmedi. Dediğim gibi, dış
görünüm çok ufak bir nokta
aslında, fakat fazla önemli
gibi algılanıyor. Dış görünüş
yanıltıcı olabilir. Tesettür
benim için, özellikle dış görünüşümden dolayı fazla ilgi
çekmeye bağımlı olduğumu
hissetmeye başladığım bir
noktada, Kur’ân-ı Kerîm’deki
âyetleri de düşününce,
motivasyonumu arttırarak
aldığım bir karar oldu. Lâkin
• Ülkede tesettürlü olduğu için spor, eğitim ve
kariyer açısından önüne
büyük engeller çıkmış bir
nesil kaldı geride. Siz bu
anlamda bu genç kızlarımız için çok cesâret verici
bir modelsiniz. Tesettürün ralliye, spora ve hiçbir
hayâle engel olmadığı,
sizin gibi azimli insanların başarılarıyla daha
da temelleniyor. Sizin bu
amaç uğruna bazı çalışmalarınız olduğunu biliyorum. Bu misyonu anlatır mısınız? Ve sizi model
olarak alanlara -husûsen
genç kızlarımıza- ne gibi
tavsiyelerde bulunmak
istersiniz?
Aslında böyle bir misyonum yok. Eskiden de hayata
bakışım aynıydı, şimdi de
aynı. Önyargısız, yaptığı
işe inanan, mücadele eden
insanların engelleri aşabileceklerine inanırım. Hep
öyle inanırdım. Tesettürden
önce yarıştığımda da aynıydı
bakışım, şimdi de aynı. Ülkemizde bu konuda çok büyük
engeller yaşayanlar oldu, bu
Şule Demirtaş
konuda konuşma hakkını
kendimde görmüyorum,
çünkü ben bu sorunları o
zaman îtibâriyle yaşamadım,
bundan dolayı bu engellerle
cedelleşen insanlara haksızlık
yapmış olurum.
Misyon olarak edindiğim
bir şey varsa, o da şudur: Önyargısızca, başkaları ne derse
desin, inandığı yolda sabreden, mücadele eden, mücadele ederken hayatına nefreti
sokmayan insanların bir gün
başarıya ulaşacaklarını gösterenlerden biri olabilmek…
edilmek, benim için bir gururdu. Dünya çapında, her
biri kendi alanında büyük
başarılar elde etmiş sporcularla beraber ortak forumlarda konuşmak bana da çok şey
kattı. En çok ralli gibi erkek
egemen bir sporda uluslararası başarı elde edebilmiş
olmam ilgilerini çekti.
başladığımda gazete yazarlığı
ve TV programcılığı da yapıyordum ama tüm ekip arkadaşlarıma en başından ralli ile
ilgili ciddiyetimi anlattım. Bu
bazen kaybettirdi. Belki daha
başarılı bir TV programcısı
olabilirdim. Söylediğim gibi,
benim için önemli olan ralli
ve hedeflerimdi.
programcılığı, gazete
yazarlığı, evlilik hayatı,
şimdi de anneliğe doğru
adım attığınız bir sürece girdiniz inşallah…
“Zamanlama” sırlarınız,
olmazsa olmazlarınız
nelerdir?
evlâdım... Ama sağ olsun
eşim, kariyerim ve çalışmalarım anlamında oldukça
destek oluyor. “Ya olmasa?”
diyeceksiniz, olmasa önceliğim belli, “ailem”! Öncelikleri
belirledikten sonra, diğer
zamanlarda başka işler yapabilmek de son derece mümkün. Benim için sır hep bu
oldu; öncelliklerimde çok net
• Snowboard, basketbol,
ralli, şampiyonluklar ve
bunların yanında TV
Şimdi ise önceliğim ailem,
eşim, eşimin sevdikleri ve
Allah nasip ederse doğacak
oldum, eğer imkânım varsa
ikinci ve üçüncü sıradaki
hedeflerimden de vazgeçmedim.
“O şovu orada,
o anda yaparken
zorlandım”
• Sizi sosyal medyadan
takip ediyorum ve devamlı örtünme süreci,
Şanlıurfa’ya yerleşmeniz,
sonrasında evliliğiniz ve
Fakat tesettür bu konulardan biri değil; zira dediğim gibi, ben o sorunları
yaşayan nesilden değilim.
Zaten kendimi kanıtlamış
bir ralliciyken işimi yapmaya
devam edebilmekle sıfırdan
başlamak başka şeyler. Herkese tavsiyemse şu: Önyargılarınızdan kurtulup, kendi
önceliklerinize konsantre
olup mücadeleyi bırakmayın!
Bunu gerçekleştirirken sabır
ve sevgiyle yapın! Bazen bazı
kapılar geç açılır, ancak onda
da bir hayır vardır.
“Öncelliklerimde
çok net oldum!”
• Doha Goals gibi çok mühim bir uluslararası organizasyona dâvet edildiniz.
Oraya çağrılmak oldukça
mühim parametreleri bulundurmayı da gerektiriyor bu anlamda, özellikle
ülkemiz adına çok gurur
verici! Sizi yeniden tebrik
ediyoruz. Doha Goals’tan
bahseder misiniz? Orada çok merak edilen ve
üzerinde en çok durulan
yönünüz neydi?
Doha Goals’a iki sene üst
üste konuşmacı olarak dâvet
Önceliklerim hep önemli
oldu ve bu önceliklerde çok
net oldum. Ralli yapmaya
hamileliğiniz sürecinde
bunların hep spor kariyerinize son vereceği yönündeki asılsız haberlerle mücadele ettiğinizi gördüm.
Gerçi örtündüğünüzden
beri birçok önyargıyla
mücadele ediyorsunuz.
“Artık yoruldum!” dediğiniz anlar oluyor mu?
Yorulmuyorum! Zaten
haziran 2016
93
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
“eski rallici” diye haber
yapanların da kasıtla değil, kendi önyargılarına ve
algılarına yenik düşerek,
istemeden öyle yazdıklarını
düşünüyorum. Onların oluşturduğu algıyı düzeltmek
için de kendi sosyal medya
hesaplarımdan zaman zaman
açıklama yapıyorum. Ama
bu üzüldüğüm, isyan ettiğim
anlamına gelmesin…
• Cumhurbaşkanımız
ve eşi Emine Hanım’ı
Şanlıurfa’ya geldiklerinde
harika bir drift şovla karşıladınız. Örtülü insanların birçok şeyi başarması
için çok çabalayan bir
lider görüntüsü oldu bu.
Bu anlamda her ikisinin
de gururu ve mutluluğu
94
haziran 2016
gözlerinden okunuyordu.
Siz ne hissettiniz arabadan indiğinizde?
Bence “örtülü insanların
bir şey başarması” tâbiri çok
eksik kalır Cumhurbaşkanımız ve Emine Hanım’ın
hedef ve mücadeleleri için.
Daha ziyâde “inançlı insanların, Türkiye’mizin özünün
korunması, atalarımızla
bağlarımızın tazelenmesi”
daha doğru bir anlam ifade
eder onların üstlendiği görev
ve mücadele adına. Orada o
karşılamaya müsaade etmeleri benim de mücadeleme
verdikleri inanılmaz desteğin
göstergesiydi zaten. Esas
gurur ve mutluluk bana
aitti. Tabiî ki hâliyle çok
heyecanlandım. Normalde
peynir ekmek yemek kadar
doğal olarak yaptığım bir
şovu orada, o anda yaparken
zorlandım. Ama bir o kadar
da mutlu oldum. Teşekkürü
borç bilirim…
• Şu an Cidde’de yaşadığım için röportaj yaptığım kişilerin Mekke ve
Medîne’de hissettiklerini
çok merak ediyorum.
Kâbe ruhunuzda nasıl bir
mânevî rüzgâr estiriyor?
Kutsal topraklardayken
neleri düşünüyorsunuz?
En çok neyden etkileniyorsunuz?
Hissettiklerimin tamamını
anlatmaya kalkışsam sanırım
buraya sığmaz… Huzur, eve
dönmek gibi… Sanki yıl-
lardır yaşadığım evime geri
dönüyormuşum gibi… En
sevdiğim nokta da tüm Müslümanları birleştiren bir yer
olması. “Onun peçesi, bunun
saçının teli, onun kıyafeti,
bunun mezhebi” gibi ayrımcılıkların yok olup herkesin
aynı çatı altında buluşuyor
olmasının huzuru... Orada
Allah’a yaklaşmak, her türlü
ayrılışın, ayrılığın, aykırılığın
önüne geçiyor ve birleşme
oluyor. Bu beni en çok etkileyen şey! Sanki benliğimizi
rafa kaldırıp esas ait olduğumuz yere dönmek gibi…
• Burcu Hanım, bu güzel
söyleşi için çok teşekkür
ediyorum…
Ben teşekkür ederim.
haberajanda
İnsan
H
Mesut Emre Balcı
[email protected]
ER can bir cihandır…
Kalbinde zerre kadar
kibir bulunan, Cennet’e
giremez! Cihanda var olan
bütün nîmetler hizmetine
sunulmuş olan insan...
Âlemi Yaratanın âlem
içinde hükümdar kıldığı
insan…
Hayata ve ölüme bakışımızı derinleştirmedikçe
günlük yaşantımızın
hiçbir ânına vâkıf olamayız. İmam Gazâlî der ki,
“Ruh ve bedenin ilişkisi,
at ve süvarinin ilişkisine
benzer. Süvari bir yere
gidene kadar ata biner ve
yolu onunla birlikte kat
eder, bir durağa geldiğinde ise attan iner ve yolun
geri kalanına kendisi
devam eder. İşte o durak,
ölümdür!”. Ölümle gerçekleşen ruhun bedenden
ayrılması olayı, süvarinin
kendisine emânet olan
atı bir durağa bırakarak
gideceği menzile devam
etmesi vakasıdır. İşte
süvari atın üzerindeyken,
yani ruh bedenle birlikteyken başına gelen her şey
onun imtihanıdır!
Dünyada insanın sahip olduğu şeyler, o atın
üzerindeki eşyalar olarak
düşünülebilir. Durakta
teslim edilen ve menzile
götürülemeyen eşyalar…
Dolayısıyla insanın bu
dünya hayatıyla alâkalı
gerek fizikî, gerek maddî,
gerekse mânevî olarak
sahip olduğu her şey
onun imtihanıdır. Zenginin imtihanı farklı, fakirin
imtihanı farklıdır. Ama
ikisinin de varacağı yer
aynıdır. Bu hakîkate vâkıf
olabilsek, geçmişte edindiğimiz kibirli vaziyetlere
hem güler, hem de zerre
kadarını bile kalbimizde
taşıdığımız anlar için
ürpeririz.
İnsan, “ben” dedikçe
alçalır. Allah’ın ona bahşettiği nîmetleri, özellikle
sahip olduğu maddî ve
fizikî özellikleri bir başkasına karşı üstünlük olarak
gördükçe ve en tehlikelisi
de “kendinden bildikçe”
daha da alçalır. Çünkü
o bedende nefis, en üst
mertebeye gelmiştir. Kaldı
ki, Âlemlerin Rabbi olan
Allah “Yâ eyyuhe’n-nas”
derken, hatta îman edenleri ayrıca vurgulayarak,
“Yâ eyyuhellezîne âmenû”
Zerre
“İNSANI yaşat ki devlet yaşasın!” sözünden neşvünemâ
bulmuş “can” odaklı bir medeniyetin çocukları olarak gitgide insanı kaybettiğimiz bugünlerde durmak, silkelenmek ve
yeniden başlamak zorundayız.
derken, yani direkt olarak
insana hitap edip onu bir
muhatap olarak kabul
ederken, yani ona “Sen”
derken, insanın kalkıp
“Ben” demesi abesle
iştigâldir.
Eğer var olmandan ötürü hak ettiğin bir kıymet
varsa, Rabbin zaten onu
sana lütfetmiştir ve seni
muhatap kabul etmiştir.
Dolayısıyla olgun bir
insana yakışan, mütevazı
ve vakarlı olmaktır.
Kendini beğenmekle
kendine güvenmek arasında çok naif bir çizgi
vardır. Evet, Müslüman
özgüven sahibi olmalıdır.
Ancak bu özgüvenin
sebebi ne doğduğu aile,
ne kazandığı para, ne
okuduğu okul, ne de sahip
olduğu fiziksel özelliklerdir. Çünkü bunları
edinen kendisi değildir.
Müslümanın özgüveninin
kaynağı, gücü, kuvveti ve
ilmi bütün âlemi kuşatmış
olan Rabbine kul oluşu
olmalıdır.
Hz. Hamza’nın düşmana karşı kendine aşırı güvenli yürüyüşüne karşılık,
Hz. Peygamber, normalde
bu şekilde yürümenin bir
Müslümana yakışmayacağını, ama onun bugün
İslâm düşmanlarına karşı
yürüdüğünü söylemiştir.
Yani eğer kendini güvende hissettiğin nokta,
îman ve Allah’a kulluk
noktası ise, işte o zaman
asıl nîmete kavuşmuşsun
demektir!
Haset, insanın kendisine verilene râzı olmamasıdır. “Bende yok da onda
neden var?” bakışıdır. Kibirse, “Ben daha fazlasına
lâyık olduğum için bende
daha fazlası, daha iyisi
var” mantığıdır. Velhasıl,
ikisi de insanı felâkete
sürükler!
Her can bir cihandır.
Her can, yaratanı Allah
olduğu için kıymetlidir. Ne
Arap’ın Acem’e, ne zenginin fakire, ne güçlünün
güçsüze bir üstünlüğü
vardır. Üstünlük, insanın
imtihan olarak sahip olduğu geçici şeylerle değil,
insanın nefsiyle mücadelesi sonucu kendi eliyle
elde ettiği takva iledir.
Dünya kargaşasının
içinde yitirdiğimiz onca
değerden sadece birkaçı-
dır bunlar. Bize sürekli birbirimizle yarışmayı, hep
daha iyisini, daha fazlasını
istemeyi, çabucak tüketmeyi ve kendimizi başkalarının sahip olduklarıyla
kıyaslamayı öğütleyen
dünyanın kapital yaklaşımına karşı bilincimizi
taze tutmaya mecburuz.
İyice bilinmelidir ki, bu
kan kokan coğrafyada
bizi asırlardır ayaklarımız
üzerinde dimdik tutan,
sahip olduğumuz ahlâkî
değerlerimizdir. Bugün
gerek siyasette, gerek ticarette, gerek sosyal yaşamda en büyük taarruz, işte
bu ahlâkî değerlere karşı
yapılmaktadır!
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” sözünden
neşvünemâ bulmuş “can”
odaklı bir medeniyetin
çocukları olarak gitgide
insanı kaybettiğimiz
bugünlerde durmak,
silkelenmek ve yeniden
başlamak zorundayız.
Birliğimizi, dirliğimizi ve
varlığımızı yeniden “insan” üzerine kurgulayarak
geleceği inşâ etmek bizim
ellerimizdedir.
haziran 2016
95
haberajanda
Toplum
Bu doğrultuda, onların savaşları
da özgürlük içindir, barışları da! Onların sömürüleri de özgürlük içindir,
yıkımları da! Onların köpeklere olan
merhametleri de özgürlük içindir,
dünyada estirdikleri terör de! Onların bir avuç kangrenli elitin hayatlarını uzatmak için organize ettikleri
organ mafyaları da özgürlük içindir,
katlettikleri onca mâsum insan da!
Tüm hedonizmi ile hayattan olabildiğince zevk almak da özgürlükler
içindir, nice mâsum kadın ve kıza
tecavüz edip kirletmek de! Evet,
Nietszche’nin söylediği gibi, “Batı’da
sonuçta her şey özgürlükler içindir”!
Evet, her şey
özgürlükler
içindir!
B
İLİNEN bir klişedir: “Batı bütün
tarihi boyunca özgürlükçü olmuş
ve Doğu karşısında her daim özgürlükleri daha fazla savunan bir
medeniyet olarak ele alınmıştır”
denilir. Peki, bu klişe doğru mudur? Ne kadar
öyle olduğu ifade edilse de kesinliği hakkında
ciddî bir eleştiri yapılmış mıdır? Yapılan eleştiriler nezdinde bu gelinen noktada Batı’nın
özgürlükçü olduğuna dair kesinlikler neyi
ifâde etmektedir?
96
haziran 2016
>> Kanaatimizce bu görüş,
pek tutarlı bir görüş değildir. Zira her ne kadar Batı
özgürlüklerden söz etse de,
bu noktada Batılı düşünürler
arasında bile ortak bir görüş
söz konusu değildir. Aynı
şekilde, Müslüman felsefeciler ve kelâmcılar arasında
da bu konuda ortak bir görüş
yoktur. Ancak yine de Müslüman düşünürler arasındaki
yorum farkının bile bir zenginleştirmeye, bir açılıma,
İlâhî olanla seküler olan
arasında bir değerlendirmeye
tâbi tutulduğu ve böylelikle
de hiç olmazsa özgürlüğün
sınırları hakkında daha ciddî
açılımlara yöneldiğini görmek mümkündür.
Oysa aynı şekilde Batı felsefecilerinin sadece özgürlük
tariflerinden bile özgürlüğün
net bir yorumuna ulaşmak
mümkün değildir. Öyle ki
bazı Batılı düşünürler, özgürlüğü sınırlara tâbi tutarken
Mahmut Celal Özmen
[email protected]
(ki bu takdirde özgürlük
olmaz), bazılarının da özgürlüğü “yok” kabul ettikleri bile
söylenebilir. Burada görünen
şudur ki, Batılılar, içi boş bir
kavramla insanlığın karşısına
çıkmışlardır. Burada, “Felsefî
olarak izah etmekten âciz
oldukları pek çok husûsu
pratikte nasıl tarif edebilirler
ve uygulayabilirler?” diye
sormak gerekir.
“Özgürlük” Rönesans’la/
laikliğin doğuşu sürecinde
geçirdiği kavramlaşma döneminin akabinde Batı hadaratına has “özel bir anlam”
kazanmıştır ve de “kölelikten
kurtulma” ya da “serbest
olma” terimlerinin çok ötesinde, “siyasî” ve “ideolojik”
bir içeriğe sahiptir.
Batı bunun yanında aynı
temeli baz alarak “insan hakları” kavramını geliştirmiş ve
böylece Batı felsefesi ve hukuk tarihine damgasını vuran
“özgürlükler” kavramını
doğurmuştur. İnsanın “özgürlük hakkı”nın hiçbir şart
altında iptal edilemeyeceğini
de yasalarla garanti altına
almışlardır. Batı’nın verdiği
bu güvence ile bireyler, kendi
rasyonaliteleri ile kurdukları
toplumsal düzenek içinde
özgürce yaşayacak, gerektiği
yerde özgürce ibadet yapabilecek, gerektiği yerde ise basit
bir korelâsyonla dünyayı
ukbâya tercih ederek sözgelimi Yaratıcıyı/Allah’ı bütün
hayatlarından uzaklaştırabileceklerdi.
Bu seküler kanuna göre
ise Yaratıcı/Allah dâhil hiçbir güç, insana özgürlükler
alanında müdahalede bulunamayacaktır. İşte Batı’nın
kendine has, kendi argümanlarına göre dizayn ettiği
özgürlükler konusu, Batı’nın
gündelik hayatı içerisinde
böylece özel bir yer edinmiştir. Bu seküler ayrışma dolayısıyla da özgürlükler konusu
açıldığında akla ilk gelen
unsur Batı değerleridir. Veya
şöyle de diyebiliriz: Batı temelli özgürlük anlayışı, insan
iradesinin kendi kendine
uygulamaya koyduğu tüm
“hak”ları içermektedir.
Batı’nın dünyaya yaymak
istediği ve kendi standartlarını yakalamak için diğer
ülkelere şart koştuğu en
önemli değerlerden biri de
işte bu özgürlük tarifi ve bu
tarife bağlı olarak geliştirilen
özgürlük yorumları ile karşımıza çıkar.
Bu doğrultuda, onların
savaşları da özgürlük içindir,
barışları da! Onların sömürüleri de özgürlük içindir,
yıkımları da! Onların köpeklere olan merhametleri
de özgürlük içindir, dünyada
estirdikleri terör de! Onların bir avuç kangrenli elitin
hayatlarını uzatmak için
organize ettikleri organ mafyaları da özgürlük içindir,
katlettikleri onca mâsum
insan da! Tüm hedonizmi ile
hayattan olabildiğince zevk
almak da özgürlükler içindir,
nice mâsum kadın ve kıza
tecavüz edip kirletmek de!
Evet, Nietszche’nin söylediği
gibi, “Batı’da sonuçta her şey
özgürlükler içindir”!
Burada Batılılardan kaynaklanan, onların kavram
hâline dönüştürdükleri tarifi
yeniden tarif edecek veya
temize çıkartacak değiliz.
Yalnız vakıasının ortaya çıkması açısından konuyu bu
denli açarak değerlendirmek
gerektiği de ortadadır.
Görüldüğü üzere “özgürlük” kavramı, Batı’da
Rönesans’la başlayan ve
adına “modernleşme” denilen
sürecin de etkileri ile ortaya
çıkan, tamamen yapıntı bir
düşüncenin ürünüdür.
Batı’ya endeksli olan bu
kavramın hiçbir evrenselliği de söz konusu değildir.
Özgürlükler, sadece Batılılar
için geçerli olan ve diğer bir
yönüyle de kapitalistlerin
kendilerini korumak için,
hayatî değeri olmayan ve
sadece belirli amaçlar için
kullanılan bir yaftadan ibarettir. Bu böyle salt, bize ya
da Doğu’ya özgü bir iddia
değildir; Batı’nın tarihi de,
düşünürleri de tam bunu
söylemektedirler!
Örneğin Montesquieu
ve Alexies de Tocqueville
de Batı’nın özgürlük tanımının tamamen içi boş bir
temenniler yığını olduğunu,
sadece biçimsel mânâda bir
özgürlüğün savunulduğunu
söylerler.
Bu anlamda “Özgürlüğün
Toptan Hesabı: Globalleşen
Özgürlük” başlıklı yazısında
Şahin Torun’un da söylediği gibi, “‘Yasaların Ruhu’
adlı meşhur demokrasi ve
özgürlük belgesinin yazarı
Montesquieu gibi hem bir
filozof, hem de sosyolog
olan Fransız düşünür Alexis
de Tocqueville ‘Amerika’da
Demokrasi’ isimli eserinde,
Amerika’nın ‘Anayasacı,
Kurucu Babalar’ (Founding
Fathers) silsilesinde önemli
izler bırakan Jefferson’un
şu cümlesinin altını çiziyor:
‘Bizim hükûmetimizin yürütme erki, benim dikkat ve
kaygımın tek, belki de en
başta gelen nesnesini oluş-
turmuyor. Hâlen ve daha
birçok yıl boyunca en korkulası tehlike, yasa koyucuların
zorbalığıdır. Yürütme erkinin
zorbalığının da sırası gelecek,
ama daha ileriki bir dönemde.’ Modern dönem bir yana,
klasik çağlardan beri hemen
hemen bütün ülkelerin siyasal ve entelektüel tarihleri
boyunca süregelen özgürlük
ve demokrasi sorunundan
öte bu anlamda özgürlüğün
kazandığı ya da kaybettiği
boyutları anlamak bakımından da çok önemli ipuçlarını
barındıran bu sözler, bugün
bir bakıma bütün dünya
için geçerli olabilecek bir
özgürlük gerçeğini’ ortaya
koymaktadır.
Sonuç olarak bütün
çıplaklığı ile tarih, onların
özgürlük adına yaptıkları
çılgınlıklarla doludur. Dünyayı özgürleştirmeye kalkan
zâlimlerin günümüzde yaptıkları şenaat ve cinâyetleri
her gün görüyor ve lânet
yağdırıyoruz. Batı düşüncesiyle oluşturulup inanılan özgürlük anlayışıdır onları böylesine canavarlaştıran. Irak’ta,
Afganistan’da, Filistin’de,
Lübnan’da, Afrika’da ve dünyanın dört bir yanında özgürlük temsilcilerinin yaptıklarını anlatmaya, resimlerini
serdetmeye artık insanlığın
yüzü kızarmaktadır.
Bu çılgınlığa son verip
yerin derinliklerine gömecek
olan düşünce ve felsefe ise
sadece İslâm’dadır. İnsanlık
onunla insanlığını tanımış,
onunla şeref bulmuş, onunla
sükûnete kavuşmuştur. O
günlere adım adım yaklaşırken Allah’tan (cc) dileğimiz,
tez vakitte nusretini göndermesidir.
haziran 2016
97
haberajanda
Medya
Tüm bunların bizlere
gösterdiği
tek bir gerçek
var. Medyayı
kontrol eden
küresel hegemon güçler,
medya aracılığıyla her
türlü manipülasyonu yapabilmekte,
işlerine geldiği zaman gerçekleri saptırarak insanların insanî
ve vicdanî
duygularını
tersinden
işletebilmekte, işlerine
geldiği zaman da acıklı
hikâyeler
uydurarak kamuoyu vicdanını manipüle
edebilmektedirler.
Küresel vicdanın sesi
D
ÜNYANIN dört bir yanında Müslümanlar zulme uğramaktalar.
Filistin’de İsrail zulmü yarım asrı aşkın bir zamandır devam ediyor.
Myanmar’da Müslümanlar, Budistlerin saldırılarına mâruz kalıyorlar.
Doğu Türkistan’da soydaş ve dindaşlarımız Çin zulmüyle her an karşı
karşıyalar. Bu duruma mâruz kalan Müslümanlar, kendilerine gösterilen
bu zulme rızâ göstermeyip bayrak kaldırıyorlar.
>> Filistin’de dindaşlarımız
ülkelerinin geleceği, milletin
istikbâli, Kudüs’ün yeniden
ihyâsı, çocukların istikbâli için
Siyonizm’e isyan ediyorlar.
Onlara yapılanlar hepimizin
içini acıtıyor. İslâm coğrafyasındaki bu zulümleri gördükçe
hepimizin yüreği sızlıyor.
Gelin görün ki, insanlık dışı
manzaralar karşısında en ufak
bir vicdanî hisse kapılmayıp
“Onlar bunu hak ediyorlar!”
diyenlerimiz de yok değil.
Bu manzaralar karşısında
yüreğimiz kanarken, Müslümanlara bu zulümleri yapanlara karşı Batı kamuoyu ne
yapıyor dersiniz? Buna çoğumuz “Ne yapacak, seyrediyor!”
cevabını verecektir. Burada
insanın aklına şu soru geliyor:
Batı’da vicdanı aşınmamış,
merhametin duygusu törpülenmemiş, insan onurunu
düşünen hiç kimse yok mu?
2 milyara yaklaşan İslâm ümmeti dışında kalan yaklaşık 5
milyarlık dünya kamuoyunda
hiç mi bu zulmü kınayacak
kimse yok? Neden Batı’daki
insanlar İslâm coğrafyasında
meydana gelen bu zulümleri farklı okuyorlar? Neden
Batılılar İslâm coğrafyasında
olagelen bunca insanlık dışı
olayı vicdanları sızlamadan
seyredebiliyorlar? Neden Batı
kamuoyunda bu zulümleri
kınayacak kimse yok? Neden
Batı insanı bu zulümleri yapanlara karşı durmuyor?
Aslında Müslümanlara bu
zulmü revâ görenleri protesto
eden insanlar var. Bu zulümlerin emperyalizmin sonucu
olduğunu düşünenler ve dile
getirenler mevcut. Ama bu
insanların varlığı dünya kamuoyundaki kanaatleri mobilize
edecek güçte değil. Hiç bunun
sebebini düşündünüz mü?
Batı’da, İslâm coğrafyasında
meydana gelen insanlık dışı
olayları tasvip etmeyen insanların sesleri niçin çok çıkmıyor?
Batı dünyası çok mu gaddar?
Bu nedenden dolayı mı acaba
insanların sesleri çıkmıyor?
İnsan haklarından, demokrasiden, vicdanî değerlerden söz
eden Batı dünyasındaki insanların, kitlelerin vicdanından hiç
mi eser kalmamış? Yani Batı,
vicdanî değerleri sadece kendi
dışındakilere karşı siyasî bir
baskı unsuru olarak mı kullanıyor? Hiç mi insanlık onurunu
düşünen insan yok? İnsanlık
onuru Batı için sadece bir kamuflaj mı yoksa?
Bu soruları, “Batı, vicdanî
değerlerden yoksun, vicdanî
değerleri aşınmış, insan hakları ve demokrasiyi kendi
dışındakiler için istemeyen
ikiyüzlülerden oluşuyor” diye
cevaplayabiliriz. Ama bu, ek-
98
haziran 2016
Aytekin Atasoyu
[email protected]
ya da katili olarak “medya”
sik bir değerlendirme içerir.
Bu sorulara başka türlü de
bakmak gerekiyor.
Bence bu soruların cevabı,
sadece bu eksik değerlendirmeden ibaret de değil.
Evet, Batı dünyası, İslâm
coğrafyasındaki zulmü ya
kendisi yapıyor ya da yapanı
seyrediyor. Batı, vicdanî değerleri kendi dışındakilere
karşı bir siyasî baskı aracı
olarak kullanıyor. Ama Batı
insanını bu şekilde davranmaya iten bir başka sebep
daha var: Batı’nın hegemon
güçleri, sadece kendi dışında
kalanları manipüle ederek
kendi hegemonyalarını sürdürmüyor; Batı, kendi insanını da manipüle etmekten
çekinmiyor!
Örneğin Filistin’de kendi
onurunu, ailesinin onurunu, soydaşının, dindaşının
istikbâlini korumak için mücadele veren Filistinli genci,
medya, Batı insanına terörist
olarak lanse ediyor. Sokak
ortasında mâsum insanları
öldüren İsrail askeriyse medyada teröristlerle mücadele
eden bir kahraman olarak
tanıtılıyor. Batı insanı da İsrail askerinin zulmüne mâruz
kalmış Filistinliyi mâsum bir
çocuk, ülkesinin, kendisinin ve
ailesinin onurunu korumaya
çalışan biri olarak görmüyor.
Çünkü medya, Batı insanına
onu “terörist” diye tanıtıyor.
Enformasyon,
hegemon güçlerin
tekelinde
Bugün küresel düzeyde
bir günde dolaşan enformasyonun yüzde 85’i, Batı
emperyalizminin ve İsrail
lobilerinin tezlerini destekleyen kuruluşlar tarafından
kontrol ediliyor. Yani Batı
insanı, kendi coğrafyaları
dışında meydana gelen olayları bu medya kuruluşlarının
gözüyle seyrediyor.
Bu küresel medya kuruluşları, onurunu korumak
için İsrail’e direnen Filistinli
genci “İsrail askerine saldıran
terörist” olarak sunarken,
İsrail askerini de “terörist
saldırılara karşı koyan kahraman asker” olarak sunuyor.
Batı insanı da küresel medya
baronlarının kendine sunduğu bu manipülatif bilgiye
bakarak kanaat oluşturuyor.
Bu bilgiyle vicdandan kopup
gelecek ses bastırılmış oluyor.
Bu durum sadece Filistin
için geçerli değil. Dünyanın
başka coğrafyalarında da aynı
durum geçerlidir.
Gezi olayları sırasında
Batılılar, ülkemizin bir yangın yerine döndüğünü düşünüyorlardı. İnsanların polis
şiddetine mâruz kaldığını
ve bunu ülkenin genelinde
geçerli bir durum olduğunu
sanıyorlardı. Çünkü küresel düzeyde enformasyonu
yöneten medya kuruluşları,
bunu dünya kamuoyuna
böyle yansıtıyorlardı. Gezi’yi
provoke edenler de böyle bir
görüntünün ortaya çıkması için iyi rol yapıyorlardı.
Sosyal medyadan paylaştığı
yanlış mesaj ve sahte görüntülerle küresel medyanın
ortaya koyduğu görüntüyü
tahkim ediyorlardı.
Küresel medya aracılığıyla
küresel enformasyonu yöneten hegemon güçler, uydurdukları yalanlar üzerinden
kurtarıcı rolüne de bürünebiliyorlar. Körfez Savaşı sırasında yaşananlar bunun en iyi
örnekleri arasında yer alıyor.
Saddam Hüseyin’i diktatör,
Irak askerlerini de kana susamış câniler olarak sunan
senaryo şu şekilde cereyan
etmiştir: “Neyyera” takma adlı
bir Kuveytli genç kız, insanî
ve vicdanî değerleri harekete
geçirecek bir şekilde Irak askerlerinin bir hastaneyi bastığını, yeni doğmuş bebeklerin
kuvözlerden çıkarılıp öldürüldüğünü, kuvözlerin Iraklı
askerlerce çalınıp ülkelerine
taşındığını anlatmıştı. İnsanın
içini parlayacak bir şekilde
anlatılan bu hikâye, hem
ABD Kongresi’nde, hem de
küresel medya kuruluşları
aracılığıyla tüm dünyada
naklen yayınlandı. Herkesin
içini parçalayan, yüreğini
burkan bu konuşmanın ABD
Kongresi’nde yayınlanmasının sebebi, Kongre üyelerinin
Irak’a müdahale kararına
onay vermelerini sağlamaktı.
Dünya kamuoyunda yayınlanmasının amacı da Irak’a
yapılacak müdahaleyi meşrû
kılmaktı. Ama bu hikâyenin
kahramanı olan Neyyera’nın
Kuveytli değil, Kuveyt’teki
ABD Büyükelçisi’nin kızı
olduğu sonradan anlaşıldı.
Tüm bunların bizlere
gösterdiği tek bir gerçek var.
Medyayı kontrol eden küresel hegemon güçler, medya
aracılığıyla her türlü manipülasyonu yapabilmekte,
işlerine geldiği zaman gerçekleri saptırarak insanların
insanî ve vicdanî duygularını
tersinden işletebilmekte,
işlerine geldiği zaman da
acıklı hikâyeler uydurarak
kamuoyu vicdanını manipüle
edebilmektedirler.
Günlük yaşam pratiklerinden siyasal kanaatlere, insanî
duyguların harekete geçirilmesinden vicdanî değerlerin
bastırılmasına kadar medya,
çok geniş bir yelpazede belirleyici bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Savunma sanayinden ekonomiye kadar, hayatın her
alanında büyüyen ve bölgesel
güç olma yolunda ilerleyen
ülkemiz, medya alanında
da yatırımlara yönelmelidir.
Bunun için ilk adımlardan
birini Ajanda Grubu attı.
Önümüzdeki aylarda Balkan
coğrafyasında yayına başlayacak olan Balkan Ajanda dergisi ile artık Batı’nın sınıfta
kaldığı Suriye ve Filistin
sorunlarında küresel vicdanın
sesi olan ülkemizin tezleri,
dünya kamuoyunda daha
fazla taraftar bulabilecek.
Bu noktada Türkiye sevdâsı
içinde olan işadamlarımız
Ajanda Dergiler Grubu’nu
örnek almalı ve bölgesel
medya ortaklıklarını bir an
önce hayata geçirmelidirler.
haziran 2016
99
haberajanda
Havadis
Uluslararası
Kültür ve Sanat Derneği’nin
(UKSD) 2013 yılında, ilk defa Dolmabahçe Sarayı’nda
sergilediği “Eskizlerden Tablolara
Sultan Abdülaziz
Resim Sergisi”,
bu defa Paris’te,
26 Nisan akşamı
açıldı. 2013 yılında Dolmabahçe
Sarayı’nda gerçekleştirilen sergi çok
başarılıydı. Gerek
organizasyon,
gerekse dâvetliler
fevkalade nezihti. Bence Paris,
Dolmabahçe’nin
gölgesinde kaldı.
H
AYIR, bu 49-3 benim tertip değil! 49-3, Fransız anayasasının
bir maddesi. Bu madde, Fransız hükûmetine istediği kanunu
parlamentosundan geçirebilme imkânı veriyor.
>> Öyle bir kanun taslağı
düşünün ki, sadece muhalefet değil, iktidar partisinin
milletvekilleri dahi karşı
olsun… Devletteki devamlılık esâsı mucîbince, hükûmet,
tatbîk etmeye mecbur kaldığı kanunları geçirebilmek
için anayasal olan bu 49-3
maddesine müracaat ediyor.
Fransa’nın şu an geçerli olan
beşinci Cumhuriyet döneminde toplam seksen üç defa
kullanılmış bu 49-3 hükmü.
100
haziran 2016
Anayasa hükûmete bu türlü
imkânlar veriyor; 49-3, muhalefet, siyaset veya milletvekili filan dinlemiyor, taslaklar
çatır çatır parlamentodan
geçip kanunlaşıyorlar.
Mart ayı nüshasından
hatırlayacaksınız, kısaca
“Meryem” diyerek bahsetmiş
olduğum Fransa’nın Çalışma Bakanı, Fas asıllı, 1978
Rabat doğumlu Myriam
El Khomri’nin hazırlamış
olduğu bir kanun taslağı var.
Çalışma Bakanı’nın bu iş
kanunu taslağının parlamentodan geçeceğini, Fransız üst
aklının bu iş için Fas asıllı
Meryem’i feda edeceğini
yazmıştım. Hükûmet bu
taslağın kanunlaşması için
49-3’ü kullanacak.
Tekrar edeyim: Bu yasa,
Meryem’in politikadaki kariyerinin sonu! Siyah bukleli
saçları, kara gözleriyle güzel
Meryem bunu muhakkak
biliyor, fakat işini yapmaya
devam ediyor.
Şubat ayı nüshasında bahsetmiş olduğum “şanzıman”
ya da Fransız üst aklı, bu
meseleyi yaklaşan seçimlerden evvel bitirecek. Şu an
yürürlükte olan iş yasası çalışana öyle haklar veriyor ki,
işverenin iş kurması tam bir
çılgınlık! Fransa bu yüzden
uluslararası rekabet piyasasında bir rakip olabilmekten
hayli uzakta kalıyor.
Başkanlık sisteminin üretici taraflarını göz önüne alırsak, “Batı demokrasisi” diye
adlandırdığımız Fransa’daki
Mehmet Ziya Üsküdarlı
[email protected]
“Bu esnâda Ramazan-ı Şerîf geldi, oruç tuttuk ve giceleri cemaate Teravih namazı kıldırdık. Bu esnâda Merşal
gelüp ayan ve ekabirden selâm getürüp,’Rica ve niyaz ideriz ki, hanımlarımız gelüp iftar eyledüğünüzü ve
yemek yedüğünüzü seyretmek isterler. Eğer ki izniniz olursa cümlemizi sevindirirsiniz ve belki Kralımız dahi
hazzeder’ dediler. Çaresiz kalup, ‘Elimizden ne gelür, hoş geldiler, safa geldiler’ dedik, gitti.
49-3 gibi anayasal nizamlar
ülkemiz için de son derece
yararlı olabilir. Yeni bir anayasa hazırlanırken demokratik çıkmazları çözen bu türlü
düzenlemelerin dikkate alınmasının memleket menfaatlerinin doğrultusunda olacağı
kanaatini taşıyorum. Aksi
hâlde, başka memleketler
uluslararası rekabet alanında
avantaj sahibi olabilirler.
Meryem’in iş kanunun
taslağı dahi Fransa’ya öyle
bir ivme verdi ki Fransa,
Avusturalya ile muazzam bir
denizaltı anlaşması imzaladı.
Bu anlaşma uyarınca Fransa,
Avusturalya hükûmetine 12
denizaltı sattı. Kaça mı? Tastamam 50 milyar dolar! Yani
neredeyse 35 milyar avro!
Mısır ve Katar’a sattığı Raffales uçaklarını da ilâve edersek, üretime şâmil yapılmış iş
kanunlarının ne kadar faydalı
olduğunu görebiliriz.
49-3 gibi bir anayasa maddesinden korkulmaması
gerektiği kanısındayım. Böyle bir madde muhakkak istismara açık olabilir, fakat uzun
vadede getirisi, götürüsünden
fazla olacaktır.
şefe yardımcı olan bir de
“konzertmeister-başkemancı”
mevcuttur. Bu zât, konser
öncesinde orkestranın akort
içerisinde olmasını temin
eder. Orkestranın sorumluluğunu taşır.
Teşbihte hata yapmamak
gerekiyor; aklıma çok sesli
senfoni orkestraları geliyor.
Çeşitli ses ve armoninin çıktığı orkestrayı bir kişi yönetir.
Ona da “şef ” denir. Ayrıca
Tüm enstrümanlar şefin
gösterdiği ahenk içerisinde
vazîfelerini uygulayınca ortaya
güzel senfoniler, konçertolar,
hatta operalar çıkar. Konserin
sonunda şefle beraber tüm
haziran 2016
101
haberajanda
Havadis
sama vererek “Sen de bunları
boyayarak resmedesün ve
tablo yapasun!” demiş olma
ihtimâli fevkalade zayıf. İşte
bu sebepten dolayı makaleme, “Sergideki Eskizlerden
Gönlümüzdeki Tablolara”
başlığını koydum!
Sergi açılışından sonra
tüm ekip, beraberce bir Türk
lokantasına gittik. Hayli
özlediğim birçok arkadaşımın mevcûdiyeti beni sevindirdi. İstanbul’dayken zaten
görüştüğüm Hilmi Baş ve
Mehmet Şeker ile beraber,
daha az sıklıkta görebildiğim
Selman Gemuhluoğlu’nu da
görünce keyfim düzeldi.
Myriam El Khomri
Sultan Abdülaziz’in resim eskizlerinden yola çıkılarak tamamlanmış olan tablolar hakîkaten etkileyici. Eskizler Sultan’a ait; onda şüphe yok. Bu husus sergide açıkça belirtilerek teşhir ediliyor. Lâkin tablolarda Pâdişah’ın bizzat imzası
olmadığından, eskizlerdeki belge niteliğindeki kesinlik mevcut değil. Fakat
sağlıklı bir dimağ, eskizleri yapan sanatçı ve aynı zamanda bestekâr olan bir
Pâdişah’ın bu tabloları bizzat yapmış olduğu netîcesine kolayca varabilir.
orkestra üyeleri de alkışlanır.
Kendinden emin ve başarılı
bir şef, orkestrasını ve başkemancısını hassaten alkışlattırır. Tabiî orkestra üyeleri ve
başkemancının Osmanlı’daki
gibi meritokrasi ile seçilmiş
olmaları şart! Negatif seleksiyon ya da “tanıdık” sistemiyle
kurulan orkestradan başarılı
bir konser dinleyebilmek pek
mümkün olamaz.
Uluslararası Kültür ve
Sanat Derneği’nin (UKSD)
2013 yılında, ilk defa Dolmabahçe Sarayı’nda sergilediği
“Eskizlerden Tablolara Sultan
102
haziran 2016
Abdülaziz Resim Sergisi”, bu
defa Paris’te, 26 Nisan akşamı
açıldı. 2013 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirilen sergi çok başarılıydı.
Gerek organizasyon, gerekse
dâvetliler fevkalade nezihti.
Bence Paris, Dolmabahçe’nin
gölgesinde kaldı.
Bazen böyle aksilikler
olabilir. Önemli olan, bu
netîcelerden çıkarılması gereken derslerdir. Çünkü sergi,
önemli bir sergidir. Daha pek
çok muvaffakiyetler kaydedecektir.
Sultan Abdülaziz’in resim
eskizlerinden yola çıkılarak
tamamlanmış olan tablolar
hakîkaten etkileyici. Eskizler Sultan’a ait; onda şüphe
yok. Bu husus sergide açıkça
belirtilerek teşhir ediliyor.
Lâkin tablolarda Pâdişah’ın
bizzat imzası olmadığından,
eskizlerdeki belge niteliğindeki kesinlik mevcut değil.
Fakat sağlıklı bir dimağ, eskizleri yapan sanatçı ve aynı
zamanda bestekâr olan bir
Pâdişah’ın bu tabloları bizzat
yapmış olduğu netîcesine
kolayca varabilir. Yani
Pâdişah’ın kendi yapmış olduğu eskizleri bir başka res-
Selman Bey ve kardeşi Ali
Bey ile 90’lı yılların sonundan beri tanışırız. Merhum
Fethi Gemuhluoğlu’nun
memlekete kazandırdığı pek
çok kıymetin yanında, hassaten yetiştirmiş olduğu bu iki
mücevher ile dost olmanın
sürûrunu burada bir defa
daha belirtmek isterim.
Paris’te ikâmet eden ve
birbirleriyle yeni tanışan iki
şahıs da yemeğe icâbet ettiler.
Bir müddet sonra o çok
iyi bildiğim ve neredeyse
bütün yemek boyunca devam
eden “soru-cevap” mülâkatı
başladı:
- Yau sen Rıza’yı tanın mı?
- Ne diyosun yaa, Rıza’yı
çoh eyi danırım!
- Pekey Mükrimin’i tanın
mı?
- Yau Mükrimin benim
can gardaşım olur.
- Saffet’i bilin mi?
- Saffet sol gozümün bebeğidir yau!
- Mahmut var, Rızagilin
emmisinin gayını, onu bilin
mi?
Mehmet Ziya Üsküdarlı
- Sen ne diyon, Mahmut
benim oğlanın kirvesiydi!
- Canım gardaşım benim…
Bizim insanımız neden
kendi müstakil değer yargılarına ve vicdanına güvenerek
karşısındaki insanı değerlendiremez de muhakkak “danıdıh” mevcûdiyetini arar?
Tenkit ettiğim için hemen
bana kızmayın, 36 senelik
gurbet tecrübesinin öğrettiği
bazı hususları düşünerek
yazıyorum bunu. Bu “danıdıh” metoduyla zincirin tek
bir baklasının çürük çıkması,
tüm bir zincir bağını kopartır, rabıtayı dağıtır, domino
etkisi gibi sırayla tek tek
tahrip eder.
O çok eleştirdiğimiz,
mütemâdiyen müştekî olduğumuz Batılılar, kendi
müstakil hükümlerine güvendikleri için zincirleme
çökertilemiyorlar. Tam tersine, bizlerin bu zaafını gayet
iyi bildiklerinden, zincirin
içerisine kolayca sızabildikleri gibi, böylece zincirin kopmasında da son derece etkili
olabiliyorlar.
Siz bakmayın yukarıda
naklettiğim şiveye, o şive
hakîkaten o masadaki şive
idi. Fakat aynı mülâkat,
“Canım”, “Şekerim”li ya da
“Monşer”li de olabilirdi. Bu
zaaf, toplumumuzun her
kesiminin zaafıdır.
Paris’in pek meşhur
binalarından bir tanesi
de, “Institut Du Monde
Arabe”dir. Türkçesi, “Arap
Dünyası Enstitüsü”... Kısaca
baş harfleriyle “IMA” olarak
tanımlanır.
Araplarla kısa ve kanlı bir
geçmişi olmasına rağmen,
başkenti Paris’in en mutena
yerlerinden birine son derece
iddialı bir bina ve organizasyon yerleştiren Fransa’yı
gel de kıskanma! Bizim
asırlar boyu devam etmiş bir
tarihimiz ve din kardeşliğimiz, hatta akrabalıklarımız
olmasına rağmen böyle bir
kuruluşumuz yoktur. Varsa
yoksa İngiliz, Alman, Fransız
vs. kültür enstitüleri… Onların da ne kadar kültür için
çalıştıklarını (!) en iyi İçişleri
Bakanlığımız bilir herhâlde.
İmparatorluğumuzun
son dönemlerinde Devlet-i
Âliye’ye ihânet etmeyen
kalmadığı hâlde, bizde ısrarla
“Araplar bize ihânet etti!”
edebiyatı yapılır. O ihânet
de sadece bir aşiret tarafından yapılmış, Mekke Şerifi
Hüseyin, ertesi günü pişman
olduğunu açıkça belirtmiştir.
Devlete başkaldıran başka
tek bir Arap aşireti daha
yoktur. Böyle bir şeyi diğer
isyankâr sancaklarımız için
söylemek çok zordur.
Mayıs ayı nüshasındaki makalemde Suudî
Arabistan’ın önemi üzerinde
durmuş, Mısır’ı da içeren
kapsamlı bir Ortadoğu analizi yapmıştım. Suudî Arabistan, pek çoklarının zannettiği
gibi sadece petrol ve develer
ülkesi değildir. Aksine, devlet
yapısı îtibâriyle son derece
stratejik bir ülkedir. Türkiye
2023’e bir proje ile girecekse,
bu, “Ümmetin ve Ümmet
coğrafyasının riyâseti” projesi
olmalıdır. Böyle bir proje
ise bazı basit tatbikatlara
dayanır.
Bunlardan biri, cihanşümul
bir din olan İslâm’ın Ümmeti
oluşturan bağ ve birliğini
korumaktır. Çok rağbet edilen “Anadolu İslâm’ı” ya da
şimdilerde pek revaçta olan
“televizyon ve medyadaki bol
yüzüklü tasavvuf ”, bu birliği
zedeleyebilir. Ümmetten
kopmak marifet değildir.
Tam aksine, bağ ve birliği
sağlamlaştıracak adımlar
atmak lâzımdır.
Şunu da önemle ilâve etmek
isterim: Tek kale maçın galibi
olmaz! Önemli olan, çift kale
maçta rakibin kalesine gol
atmaktır. Kendi kalesine gol
atan takım, yenilir.
Yukarıda bahsettiğim
IMA’da, “Elhamra’dan Tac
Mahal’e: Doğu’nun Bahçeleri” başlıklı nefis bir sergi
vardı. Organizasyonundan
tatbikine kadar hatasız bir
sergiydi. Değerli dostum
Mehmet Şeker’i kolundan
tuttuğum gibi IMA’ya götürdüm. Ümmetin su ve
bahçe kültürünün son derece
kıymetli ve zengin geçmişine
dair bu mükemmel sergiyi
beraberce gezmiş olduk.
Doğu’nun o sihirli bahçelerini, o sihri besleyen muazzam
sulama sistemlerini, tarhları,
Cennet’i çağrıştıran su ve
kuş seslerini telezzüz ettik.
Darısı sizlerin başına!
Sefaretname’den…
Bu Haziran nüshası,
mübârek Ramazan ayına
tesadüf ediyor. Bilvesîle,
makalemi hepimize sıhhat,
sürûr ve hayırlar temennisiyle bitirirken, Paris’te, 1720
senesinde 11 ay kadar Büyükelçilik yapmış olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin
“Sefaretname” isimli Paris
hatıralarından Ramazan
Ayı’na ait olanını iktibas
ediyorum.
“Bu esnâda Ramazan-ı
Şerîf geldi, oruç tuttuk ve
giceleri cemaate Teravih
namazı kıldırdık. Bu esnâda
Merşal gelüp ayan ve ekabirden selâm getürüp,’Rica ve
niyaz ideriz ki, hanımlarımız
gelüp iftar eyledüğünüzü ve
yemek yedüğünüzü seyretmek isterler. Eğer ki izniniz
olursa cümlemizi sevindirirsiniz ve belki Kralımız dahi
hazzeder’ dediler. Çaresiz
kalup, ‘Elimizden ne gelür,
hoş geldiler, safa geldiler’
dedik, gitti. Anı gördüm ki,
akşama yarım saat kaldıkda
bir iki yüz avret, altın ve
ziynet içinde ve elmaslara
batmış hâlde gelüp karşu be
karşu sandalyelere oturdular.
Güya konağımız kadınlar
evine dönüp doldu taştı.
Sonra etrafımızda olanlardan dahi iznimizi haber
alanlar bir taraftan gelmede.
Birkaç bin kadın içinde
kaldık. Sanki düğün evine
döndü. Hele her ne hâl ise,
bu azabı çeküp iftar ettük ve
yemek yedük. Bunlar Teravih kıldığımızı ertesi günü
haber almışlar. Yine iftara
yarım saat kalınca, bir iki bin
avret kızlar çıkageldiler. Her
biri şekerleme ve çörekler
getirdiler. İftar ve taam eyledik. Bunlar gitmezler, saat
üçe varınca otururlar. Meğer
bunlar namazı beklerler imiş.
Çâre yok, abdest alup namazı kıldık. Tekrar izin istediler.
Her gece gelüp iftar ve taam
ile namazımızı temâşâ etmek için yalvarır oldular, izin
verdük. Cemaatle oturup
gece Teravihi tamam edâ
idüp ilâhiler ve tesbihlerle
bütün kadınlar bizi seyretti
ve hayran oldular.”
haziran 2016
103
SINEMA
haberajanda SİNEMA
104
haziran 2016
Bidinîrsinemasız
Ramazan
d
(mı) geçec
Yeşim Tonbaz // [email protected]
aha
ek(?)
“Çağrı” filminden ziyâde ve de
asûde hiçbir film
yoktur ki dünya
Müslümanlarının
cem’aten gözlerini
yaşartmış, kalplerini sızlatmış ve
yüreklerini kabartmış olsun. Bu
hemhâl oluş, sinemanın gücü kadar,
Çağrı’nın film dilindeki gücünü de
gösteriyor elbette.
Nice peygamber
filmleri çekildi,
nice dervişanlar
beyazperdede resmedildi ve fakat
Çağrı kadar sinemanın hücrelerine
hâkim olamadılar.
S
İNEMADA din aramak, bazılarınca öküz altında buzağı aramak kadar yersiz
görülürken, bazılarınca da dini bizzat madde madde anlatmak olarak algılanıyor. Oysa îmanı şu kan pompalayan kalbe gömen kurban olduğumuz
Allah, sanatından bir hisse vermiyor mu?
mez pek. Mühim olanın “varmaktan çok yolda olmak” anlayışının
hâkim olduğu kadim kültürün
sinemaya ettiğine bakın!
Tarih boyunca her alanda
devrimler yapan, büyük buluşlara
imza atan ve sanatın her alanında rüştünü ziyâdesiyle ispat
eden bir kültür, nasıl oluyor da
görselliğe gelince sınıfta kalıyor?
İhtimâldir ki, göstermenin sorumluluğu ile açıklanabilecek bir
ket vurmadan bahsedebiliriz.
>> “Hıristiyan sinema”, “Yahudî
sinema”, “Hindu sinema” diyemiyor gibiyiz. Zira Google,
böyle bir tanıma yer vermiyor.
Sinemanın neşet ettiği yerin Batı
uygarlığı olması, onun bir dinî
tebliğ sanatı olduğu anlamına
da gelmiyor elbet. Zira bir kültür
aktarımı olarak “yerel”ine ait dili
DNA’sında harfiyyen taşısa da,
kendi yozlaşmasına ve çöküşüne
de yer hazırlamadığını kimse
iddia edemez.
Öyleyse Müslümanlar neden
“kasıyorlar” bu kadar İslâmî
sinemada? Yahut “Sinemanın dini
îmanı olmaz” demeden, neden
din dışı görüyorlar?
Ya içindesin dinin ya da büsbütün dışında mı?
“Sinemanın Müslümanca
yorumlanması” dersek… İşte bu
noktada bir ivme yakalayabiliriz
sanırım! Zira “Çağrı” filminden
ziyâde ve de asûde hiçbir film
yoktur ki dünya Müslümanlarının
cem’aten gözlerini yaşartmış,
kalplerini sızlatmış ve yüreklerini
kabartmış olsun. Bu hemhâl oluş,
sinemanın gücü kadar, Çağrı’nın
film dilindeki gücünü de gösteriyor elbette. Nice peygamber
filmleri çekildi, nice dervişanlar
beyazperdede resmedildi ve
fakat Çağrı kadar sinemanın
hücrelerine hâkim olamadılar.
Ahlâkî, dinî, kültürel ve kimliksel meselelerin sinemada ele
alınış biçimleri, onları “ahlâkî, dinî,
kültürel yahut kimlikî” filmler
yapmıyor elbette. İşte sinemanın
yollarından bir yol böylece açılıyor karşımızda, buyurun buradan
gidelim!
Sanatlı anlatımın bir işaret
ediş, bir “demeye çalışmak”
denemesi olduğu gerçeğinin
üzerinde bir müddet düşünmeli
sinemacı. Hele de “dindar sinemacı”... Zira hangi dinde olursa
olsun, somut olanı somut olanla
anlatmak değildir sanat ve dahi
sinema. Sorgusunu ve cevabını
zaman mefhumuna sâdık kalarak
dile getirmen gereken bir alanda
kesin yargılara ulaşmak, sınırlandırmak ve dahası, söylemek
isteneni söylediklerinden ibâret
kılmak, sanatın özüne aykırıdır
ilk olarak.
Dahası, izleyicinin de o eserle
bir seyr-i sülûk, bir yolculuk içerisinde olmasının önüne geçen bir
etkene dönüştüğü gibi, sanatçının
da bir yolculuğa çıktığı söylene-
Yıllarca yokmuş gibi davranmanın, sırtını dönerek ve arkadan
gelen ışıkla kendi gölgesinde
gerçekleştirdikleri bir sanat
anlayışının nüveleşebildiği bir
ortam... Hâlâ bu ışık-gölge oyununda “mum” demek için mum,
“can” demek için can kokuyoruz
ortaya.
Aksini yapmaya çalışanlarda
görülense başka bir üzgünlüğün
konusu. Bir rüşt ispatı olarak
“Dindarım ama yobaz değilim”
algısı, malûmunuz… “İslâmî”
addedilen, İslâm’ı konu edinen
filmlerin bir çoğunun “özgürlük”
teması üzerinden işlenmesi de
sinemanın bu kodlarla bu topraklarda kanatlanamamasının
sebeplerini aşikâr ediyor. Kadim
kültürün özenle beyaz örtülere
sarıp güvenli dolaplara kilitlediği
“özgür ruh”, din hassasiyeti üzerinden değerlendirilmeye devam
ettiği sürece de, “Bizi birleştiren
bir şey var, o da özgür ruhlarımız” mesajları da sinemadan
eksik olmayacak gibi görünüyor.
Ve tabiî ki bu özgürlük, önce
aradaki engelleri, yani perdeleri,
yani örtüleri kaldıran Müslüman
kadın üzerinden gösterilecekti.
Ya ne olacaktı?!
Hâsılı, “sanatı dine âlet
etme”nin en kötü yolu, sanatı
dinden çıkarmak, îman etmenin
sanatsal anlatımdan başka bir
şey olduğunu varsaymaktır.
Tıpkı dedemizden, ağır ağır, yan
yana yürüyerek, dağda bayırda
gezinerek, bulutları evlere ve
koyunlara benzeterek, incecik
sopalarımızla yollara şekiller
çizerek dinlediğimiz masallar
gibi bir sanattan bahsediyorum.
Dinimiz, îmanımız, Ramazan’ımız
için böyle bir sinema diliyorum.
Çok şey mi? (Âmin.)
haziran 2016
105
haberajanda Sinema
“Bu tarz çalışmaların yaygınlaştırılması için destek ve sponsorluk mekanizmalarını harekete geçirmek lâzımdır. Kamu
desteği ve kamu ve özel sektör sponsorlukları bu alandaki
üretim için elzemdir. Yayın sıkıntısı ise komplekslerin
aşılması ve reklâm girdileriyle aşılabilir. Mevcut nitelikli
filmlerle film haftaları, sinema günleri, festivaller düzenlenebilir, film marketler yapılabilir, ortak bir işbirliğinin temelleri araştırılabilir. Düşünce forumları geliştirilerek bu çerçevedeki bir sinemanın maddî, teknik ve estetik sorunları ele
alınabilir. İslâm İşbirliği Teşkilatı bünyesinde ‘Eurimages’
benzeri bir yapılanmaya da gidilebilir.” (İhsan Kabil)
H
AMDOLSUN ki,
bir Ramazan’a daha
yetişmek, felahımız
için bir soluk, bir
gayret sarf edebilmek fırsatı nasip
oldu. Biz sanatseverler, namazımızı, orucumuzu düşündüğümüz
kadar sanatımızı da düşünüyoruz,
ne yalan söyleyelim. Dertleniyoruz; Ramazan geliyor, nice TV
programları eşliğinde ilahiler,
sohbetler, sonra sokak şenlikleri, şaşaalı iftar sofraları, şarkılı
türkülü eğlenceler, kantolar... Ve
“Çağrı”… Ekranların bir numaralı
Ramazan sineması “Çağrı”... Çocukluğumuzdan bu yana defaatle
izlediğimiz, çok da sevdiğimiz,
bıkmak bilmediğimiz Çağrı…
Sinemanın Ramazan’la buluştuğu yegâne eser olma başarısını
gösteren Çağrı ve neredeyse
Çağrı’dan başka kabul gören filmi
olmayan “İslâmî sinema” meselesi
üzerine bir tefekkür olması için sinema yazarı İhsan Kabil ile neden
her Ramazan “Çağrı” filmini izlediğimizi konuştuk, mânevî boyut
taşıyan sinemanın üretimine dair
umut devşirmeye çalıştık.
***
“Dinî sinema yerine
“mânevî duyarlıklı
sinema”dan bahsetmek
daha tutarlı olacaktır”
• Sinemanın aynı zamanda bir
tefekkür biçimi olduğundan
yola çıkacak olursak, Ramazan sinemasının üretim
açısından sonuçları nasıl
oldu?
“İslâm İşbirliği Teşkilatı, ‘Eurimages’ benzeri
bir yapılanmaya gidebilir!”
106
haziran 2016
Ramazan sineması, Ramazan
boyunca televizyon kanallarında
gösterilen sinema filmlerini ihtivâ
ediyor. Bu ay içinde daha çok dinî
ve mânevî temalı yapımlar TV
ekranlarını dolduruyor. Bu tür
filmler genel sinema üretimine
fazla etki yapmadılar. Dinî sinema,
sadece Ramazan’a özgü bir etkinlik sahası olarak algılanırsa, bu, sinemayı bir bakıma sınırlandırmak
olur. Aslında dinî sinema yerine
“mânevî duyarlıklı sinema”dan
bahsetmek daha tutarlı olacaktır.
Doğrudan dinî olan veya din tarihinden bir sinemadan bahsetmek
başka, gündelik hayatın içinde
mânevî bir boyut taşıyan, metafizik olan veya aşkın olana açılan
bir sinema anlayışı daha başkadır. • Neden Ramazan’da gösterilen filmler hep aynı?
Ramazan’da tam olarak dinî
unsurlar taşıyan çalışmaların
gösterilmesi gözetilmektedir. Bu
mânâda yapılan nitelikli filmlerin
sayısı genelde çok az olduğundan,
hemen hemen aynı yapımlar
ekrana gelmektedir. Ayrıca mevcut yapımları aşan filmler de pek
çekilememektedir.
“İslâmî
filmlerin lâyıkıyla
yapılamamasının başlıca
sebebi ekonomiktir!”
• Dünyada bir “İslâmî
sinema”nın varlığından
bahsedebilir miyiz?
Genel olarak İslâmi bir sinemanın varlığından bahsedilebilir,
ancak bu sahada yapılan filmler
nicelik olarak oldukça azdır. Yapılan filmleri de zaten güncel, tarihî
ve tasavvufî olan veya hikmet
ve irfan sineması diye ayrımsamak gerekir. Dünya sinemasına
topyekûn baktığımızda, değişik
bakımlardan sakıncalı olmayan,
ortak bir mânevî duyarlılığa sahip
filmler de pekâlâ İslâmî bir çerçevede kabul edilebilirler.
• İslâmî film çekilmemesinin
ya da az çekilmesinin sebebi
nedir?
İslâmî filmlerin lâyıkıyla yapılamamasının başlıca sebebi
ekonomiktir. Ne yazık ki bu alana
yeterince maddî yatırım yapılmamaktadır! Ayrıca çeşitli açılardan
dinî mahzurların söz konusu
olması da belirleyici olmaktadır.
Bir de seyirci sorunu vardır. Bu
tür filmlere seyirciyi hazırlamak,
seyirci yetiştirmek, genel sinema
algısı ve sinema gündemine bu
tür çalışmaları sokmak gerekir.
• Bu alanda üretim ve yayın
sıkıntısı nasıl aşılabilir?
Bu tarz çalışmaların yaygınlaştırılması için destek ve sponsorluk mekanizmalarını harekete
geçirmek lâzımdır. Kamu desteği
ve kamu ve özel sektör sponsorlukları bu alandaki üretim için
elzemdir. Yayın sıkıntısı ise komplekslerin aşılması ve reklâm girdileriyle aşılabilir. Mevcut nitelikli
filmlerle film haftaları, sinema
günleri, festivaller düzenlenebilir,
film marketler yapılabilir, ortak bir
işbirliğinin temelleri araştırılabilir.
Düşünce forumları geliştirilerek
bu çerçevedeki bir sinemanın
maddî, teknik ve estetik sorunları
ele alınabilir. İslâm İşbirliği Teşkilatı bünyesinde “Eurimages”
benzeri bir yapılanmaya da gidilebilir.
haberajanda // ALTYAZI
Abdulhamit Güler // [email protected]
“Hz.. Muhammed” filmi ve sinemanın
“gerçeklik yaratma” tehlikesi!
S
İNEMANIN temel meselesi bugünlerde yeniden gündemimizde. İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin, Hz.
Muhammed’in hayatının çocukluk kısmını anlattığı filmi
tamamlandı ve yakında Türkiye’de de vizyona girecek.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de olan Mecidi, filmiyle ilgili
eleştirilere çeşitli platformlarda cevap verdi.
>> Filmin Mısır ve Suudî
Arabistan’da yasaklanmasının sebebi olan
konu, Peygamber Efendimizin “temsil” edildiği
iddiası. Mecidi, filmde
Peygamberimizin yüzünü
göstermiyor. Arkasından
gördüğümüz, vücûdunu
seçebildiğimiz bir temsiliyet söz konusu.
SİNEMANIN ve
görsel sanatların
bu bağlamda “gerçeklik yaratma”
etkisi söz konusu.
O çocuğun resmedildiği hâlinden
sonra artık her
Müslüman için Hz.
Peygamber’in bir
genel tasviri olacak.
Peygamberimiz
artık “göze gelecek”.
Bunun sıkıntılı bir
durum olduğuna
inanıyorum. Misâl,
Çağrı filminden
sonra her kime “Hz.
Hamza” deseniz,
gözlerinin önüne
Antony Quinn geliyor. Yani sinema,
Hz. Hamza’yı artık
Quinn olarak
belletti bize.
Mecidi ile 5 yıl kadar
önce, daha filmin çekimleri başlamadan görüştüğümde, Hz. Muhammed’i
filminde göstermeyeceğini ifâde etmişti.
Esâsında sözünü tuttu.
İslâm sanatlarından olan
minyatürde Peygamberimizin tasrif edildiği şekle
benzer bir yol tercih etti.
Minyatürde Efendimizin
yüzü beyaz örtü ile kapatılır. Genellikle başında
beyaz sarığı ve üzerinde
yeşil cübbesi vardır. Yani
bedeninin tamamı elbiselerinin hatları ile ortaya
konurken yüzü kapanır.
Peygamberimizin çocukluk hâlinde saçları görünüyor, ten ve saç rengi
belirtiliyor. Bu, Müslümanların zihin dünyası için
sıkıntılı bir durum. Çünkü
sinemanın ve görsel
sanatların bu bağlamda
“gerçeklik yaratma” etkisi söz konusu. O çocuğun
resmedildiği hâlinden
sonra artık her Müslüman
için Hz. Peygamber’in
bir genel tasviri olacak.
Peygamberimiz artık
“göze gelecek”. Bunun
sıkıntılı bir durum olduğuna inanıyorum. Misâl,
Çağrı filminden sonra
her kime “Hz. Hamza”
deseniz, gözlerinin önüne
Antony Quinn geliyor.
Yani sinema, Hz. Hamza’yı
artık Quinn olarak belletti
bize.
İslâm âleminin önemli
şahsiyetlerinin ya da tarihimizin mühim zâtlarının
resmedilmesinde elbette
sorun yok. Bu bir örnek.
Bu örnek üzerinden
“Hz. Muhammed” filmini
ve Efendimizin kısmen
tasvir edildiğini düşünecek olursak benzer bir
dezavantaj bizi bekliyor
demektir.
Filmin bu nüansının dinî
olarak hükmünün ne olacağını bilemem. Hayrettin
Karaman Hoca filmi izledi,
Mecidi’yle sorun olmadığını söyledi. Kendisine
güvenirim. Olayın dinî
boyutuna lâf etmek bana
düşmez. Lâkin sinema
sanatı, teorisi ve pratiğini
Müslümanlar açısından irdeleyip mevcut sorunlara
çözüm önerisi getirmeye
çalışan biri olarak, mevzubahis filmdeki tasvir
oranının fazla olduğunu
düşünüyorum.
Konunun bir de sanat
boyutu var. Kadim medeniyetimizin en temel
anlatım unsurlarından
biri “dolaylama”dır. Göstermeden anlatabilmek,
göstermeden gösterebilmek tam da bizim sanat
anlayışımız olmalı. Bu
çerçeveden bakınca, Hz.
Muhammed’i hiç göstermeden (Çağrı filminde
Mustafa Akkad’ın başardığı gibi) anlatabilmenin
de bizim yegâne hassasiyetimiz olması gerektiğini
düşünüyorum.
Sadece kendi ülkesinin
değil, İslâm âleminin ve
dünyanın en önemli yönetmenlerinden biri olan
Mecidi’nin niyetiyle ilgili
bir sıkıntı olmadığına da
emînim. Coğrafya, zümre, toplum ve mezhep
gibi farklılıklardan ötürü
yorumlarda da çeşitlilik
kendini gösteriyor. Bu
zenginliğimiz elbette.
Sadece bazı temel hususlarda zenginlikten
daha önemlisi, “sağlam
duruş” olmalı!
İslâm sanatlarında
asırları aşan bir tecrübe sonrasında bulunan
çözüme Mecidi’nin de
ulaşması şaşılacak bir
şey değil. Lâkin eleştirileri
bertaraf edecek bir şey
de değil. İslâm âleminde
farklı görüşlerin dillendirildiği birçok coğrafya ve
anlayışın olduğunu düşünürsek, bu filmin daha
çok tartışılacağına kesin
gözüyle bakabiliriz.
Mecidi’nin “Hz. Muhammed” filminde, minyatürlerden farklı olarak
haziran 2016
107
KITAP AJANDA
Kitap Ajanda
108
Yeni başlayanlar için “ders” kitabı:
100 Maddede Yakın Tarih
haziran 2016
Sungur İnci // [email protected]
A
JANDA Dergiler Grubu’nun
kıymetli yazarlarından
biridir Fikri Akyüz. Benim için sadece kıymetli
değil, hem de ağabeydir.
Daha önce bu sayfalarda
“Kışkırtan Tapeler” adıyla yayınlanan ve Ahmet
Yaşar Akkaya ortaklığıyla çıkarttığı kitaba dair
değerlendirmelerimizi
bu satırlara yansıtırken
Fikri Ağabey’e dair düşüncelerimizi de ilâve
etmiştik.
Sizi bilmem ama ben, Fikri
Akyüz okumaları yaparken, bir
ders çıkartmayı veya sadece
bir kez okumayı düşünmem,
ezberlemek istercesine okur,
hatta “Bir gün ‘Kim Milyoner
Olmak İster?’ adlı yarışma
programına katılırsam belki
karşıma çıkar!” iştahıyla âdetâ
belleğime kaydetmeye çalışırım
yazdıklarını. Kelimelerin geçmişi gelmişi, tarihten simaların ne
yapıp ettikleri Fikri Ağabey’de
başka türlü anlatılır. Hani fazla
da uzatmaz, tam öğrenci kararı…
Ne yapalım, Fikri Ağabey’i işte
bu yüzden seviyoruz!
Şaka bir tarafa, neredeyse
her yazısında koca arşivinden
birçok veri bulup öyle yerlere
oturtur ki Fikri Akyüz, “Kim
Milyoner Olmak İster?” yarışmasında değilse de hakîkaten
hayatınızın bir kesitinde onun
yazılarından birinin bir parçasıyla karşılaşır ve yüzleştiğiniz
olay veya meseleyi böylelikle
daha kıvrak bir zekâyla kavrarsınız. Zira üzerine işlediği
mizah, en azından benim için
en akıllı yollardan biridir.
Dedim ya “Ders çıkartmayı
veya sadece bir kez okumayı
düşünmem, ezberlemek istercesine okurum” diye, bu da tabiî
meselenin bir başka boyutu…
Maalesef eğitim sistemimizin
îmâl ettiği öğrenci tipinin ders
ve ders kitabına yaklaşımına
dair aktarılacak en özet tariflerden biridir sanırım bu cümle.
Birkaç defa okuyup ezberleyerek ders talim ettiğini sanan
ahmağın hâli ne acıdır! Hababam Sınıfı filmleri serisinin
meşhur müfettiş sahnesindedir
bu kimsenin özeti.
Fikri Ağabey de böyle mi düşündü bilmem ama “100 Maddede Yakın Tarih” adlı kitabının
tamamlayıcı ismi bu yüzden
çok dikkatimi çekti: “Yeni Başlayanlar İçin ‘Ders’ Kitabı”…
>>O günlerden bugüne Fikri
Ağabey’e dair bakışımızda çok
değişme oldu. Ancak kategorik anlamda değil, hacim
anlamında. Yani Fikri Ağabey
meselâ yakışıklıyken çirkin
olmadı, daha da yakışıklı oldu
bizim için. O yüzden bu kez
ona dair yorumlar yerine,
daha çok onun şahsiyetini
doğrudan yansıttığı son kitabı
üzerine hâddimizi aşmamaya
gayret ederek birkaç kelâm
edelim…
“Ders kitabı” deyince içi satır
satır dolu, soğuk, “Kim okuyacak
şimdi bunu, okuyan birinden not
alırız!” gözlüğüyle bakılan ezberlemelikler gelir ya aklımıza, Fikri
Ağabey işte bu düşünceyi de
kırmış bu hamlesiyle! Kısa kısa,
öz, fotoğraf ve verilerle dikkat
çeken, hepimizin bildiği Fikri Akyüz üslûbu ve mizahıyla tekrar
tekrar rahatlıkla okunabilecek,
hatta bir ikincisi de beklenilebilecek bir kitap “100 Maddede
Yakın Tarih”.
Fikri Ağabey’in diğer beş
kitabının isimlerini burada bir
hatırlatma yaparak, “100 Maddede Yakın Tarih”e dair tahayyül pencerenizi şöyle bir açalım
mı? “Bir Millet Çıldırıyor”, “Su
Seviyesi İki Ayakla Ölçülmez”,
“Kan Grubu: Asil; Dini: Bütün”,
“Karnın Yardım Kazmayınan
Belinen” ve “Kışkırtan Tapeler”…
Bu beş ismi düşündüğünüzde
“100 Maddede Yakın Tarih”
adının ne kadar da sâde kaldığını görüyoruz sanki. Aslında
sâdeliğinden değil, ustalığından! Fikri Ağabey bu kısa kitaba
100’ünü sığdırmış…
Arka kapak yazısını da buraya kaydederek bitirelim:
“Bildiğimiz gibi Türkiye siyasî
tarihi üzerine ele alınmamış
herhangi bir konu ya da ayrıntı,
incelenmemiş bir olay yahut
sorumlusu olduğu bir olayın
üzerine araştırmaya konu edilmemiş neredeyse hiçbir tarihî
kimlik kalmadı. Cumhuriyet
tarihi öncesi ve sonrasının
simgeleşmiş isimleri hakkında
sayfalar dolusu makale, hacmi
oldukça büyük kitaplar belki
doğru, belki yanlış olarak ele
alındı ve gelecekte bilhassa
gençler tarafından başvurulacak birer kaynak olarak raflarda
yerini aldı, hatta almaya devam
ediyor.
Peki, Türkiye siyasî tarihini
oluşturan konu ve karakterler
hakkında yazılmış tüm bu
kaynakların ortak noktası olan
‘yoğunlaştırılmış anlatım’, gençler tarafından olumsuz değerlendiriliyor olabilir mi?
Hukukçu ve araştırmacı gazeteci Fikri Akyüz, ‘Üniversiteli
gençler daha birinci sınıftayken
ders dışı kitap okuma konusunda ciddî bir arzu duyuyor. Uzun
süredir bu durumun farkındayım’ diyerek yola çıktığı ve kaleme aldığı kitabında gençlerin
bu yöndeki sorununa kaynak
oluşturmayı amaç ediniyor.
‘100 Maddede Yakın Tarih’,
işte tüm bu ‘sorun’ların çözümünü tamamen gençleri odak
alarak kronolojik tarih perspektifinden uzak bir yaklaşımla,
akademik anlatımdan bağımsız,
yalın ve akıcı bir üslûpla sağlıyor.”
Allah emeğini zâyi etmesin
Fikri Ağabey!
Hz. İbrahim’in
Ayak İzlerinde
ORTADOĞU
Altan Tan
DİNİ, dili, mezhebi ne
olursa olsun, Ortadoğu’da
yaşayan Arap, Pers, Azeri,
Kürt, Türk, Ermeni, Marunî,
Kıptî, Süryânî, Ezidî, Sünnî,
Şiî, Alevî herkes, yeni bir
Ortadoğu için el ele vermelidir. Tıpkı Avrupa Birliği gibi
bir üst “Ümmet” projesine
ihtiyaç
var.
Nasıl ki Avrupa Birliği
kendi içinde aynı kültüre
sahip onlarca inanç, dil
ve mezhebi barındıran
Judeo-Grek-Hıristiyan
bir “ümmet”
projesi ise,
Ortadoğu’da
yaşayan
Arap, Pers,
Azeri, Kürt,
Türk, Ermeni,
Marunî, Kıptî,
Süryânî, Ezidî, Sünnî, Şiî,
Alevî herkesi içine alan,
Ortadoğu’nun kendi tarihi
ve medeniyetine dayanan
yeni bir “Ümmet” projesi…
Çatısı hukuk olacak bir
proje…
Sözün özü; Ortadoğu’ya
ya barış ve kardeşlik egemen olacak veya (Allah
göstermesin) kıyamete
kadar kan akmaya devam
edecektir!
Amerikalı Thomas
Freidman’ın “Ortadoğu’yu
tartışmaya başlayınca insanlar geçici bir süre için
delirirler” sözü müthiş!
Cenâb-ı Allah akıllarımıza mukayyet olsun! Allah
dostu İbrahim Halil’in
Çocukları’nın, onun bereketli sofrası etrafında en
kısa zamanda kardeşçe
toplanmaları dileğiyle...
haziran 2016
109
Kitap Ajanda
SİYASET ZÂLİMDİR:
Aydın Menderes’le Bir Parti Tecrübesi
Ezel Erverdi
“‘S
İYASET’, Arapça kökenli bir kelimedir;
anlamı da ‘at terbiye etme sanatı’dır
ama ‘insan terbiye etme sanatı’ da denir. Halkımız siyasetten ‘kurnazlık’ anlamı da çıkarır” der Bülent Daver. Carl Schmidt, “Siyaset,
düşmanı tespit etme sanatı”; Winston Churchill ise,
‘Siyaset yarın, gelecek hafta, gelecek yıl neler olacağını
tahmin etme yeteneği, söyledikleri doğru çıkmayınca
bunun sebeplerini açıklama sanatıdır’ ve ‘Sevmediğin
biriyle akşam yemeği yemektir’ diye tarif eder.
>>Süleyman Demirel’e göre ‘Siyaset zaaf
kabul etmez, ‘keşke’si
yoktur’. Siyasette yol
arkadaşını seçemezsin, gelenle yapılır ve
siyasette yüzde 70’ten
fazla risk alınamaz!”
Menderes Ailesi
siyasetin zulmüne uğramış bir aile olmakla
birlikte, “Menderes”
ismi Türkiye siyasetinde her zaman geçerli olmuştur. Adnan
Menderes’in küçük
oğlu
Aydın
Menderes,
kendini iyi
yetiştirmiş,
çok
yönlü
kültüre sahip, tarih bilen, hafızası
kuvvetli, analiz gücü
yüksek, çok kitap okuyan, memleket meseleleri üzerine düşünen
biridir. “Ben siyasetten
ve topraktan (ziraat)
anlarım. (...) Hayatımın
on yılını çıkarın, gerisi
siyasetle dolu geçti.
Bilye oynamadım,
hükûmet nedir, siyaset
nasıl olur, buna akıl
erdirmeye çalıştım. (...)
Su ile balık gibi siyasetin içindeyim!” diyen
110
haziran 2016
Aydın Menderes, 12
Eylül Darbesi ile on yıl
siyasetten yasaklanır.
TARİH-İ BOSNA
1987 referandumundan sonra siyasete ara
verir. 1992 yılında yeni
parti kurma çalışmalarına başlar. 21 Mayıs
1993’te, 120 kurucu
ile Büyük Değişim
Partisi’ni kurar. İki
ayda, 53 ilde teşkilat
kurulur. 44 ilin -ilçeleri dâhil- kongreleri
yapılır. Hiçbir çevre ve
güç mihrakının yardımı olmadan, milyarlık
giderlerini küçük
bütçelerden karşılayarak, Anadolu’da
bir umudun, hasretin
peşinde koşan (çoğu
ilk defa siyasete giren)
binlerce kişiyle ilk
Genel Kurul’unu yapar
ama bu partinin ömrü
6 Şubat 1994’e kadar
sürer, DP ile birleşmek
için feshedilir.
OSMANLI Devleti’-nin
17. yüzyılın sonundan itibaren Habsburg sınırında
toprak kaybetmeye başlaması onu yeni savunma
stratejileri geliştirmeye
itmiş, temel politikanın
yeni fetihler olduğu sınır
bölgesi anlayışı, yerini
sahip olunan toprakları
elde tutma siyasetine
bırakmıştı. Bu değişim,
Hıristiyan dünyasıyla
kuşatılmış bir bölge olarak
en çok Bosna’yı etkiledi.
Kitabın yazarı
siyaseti hiç düşünmeyen biridir. Aydın
Menderes’e, “kendine
özgü siyaseti”nde, başarılı olması için
yardımcı olmak ister.
Büyük Değişim Partisi öncesi ve sonrası
gelişmelere, kuruluşa,
kurucular ve faaliyetlerine tarih için tanıklık
etmek ister.
Novili Ömer Efendi
Bu kitap,
Novili Ömer
Efendi’nin
“Tarih-i Bosna” adlı yazma
eserinin
çeviri-yazısını
ve eser, müellifi ve dönemin
Bosna eyâleti hakkında
bir girişi ihtivâ ediyor.
1736-1739 arası yılları
kapsayan yazma eser,
Habsburg kuvvetlerinin
Bosna eyâletine yönelik
saldırılarını, Osmanlı Valisi
Hekimoğlu Ali Paşa’nın
Bosna halkıyla birlikte bu
saldırıları bertaraf etme
mücadelesini ve buna
bağlı olarak Avusturya
topraklarına yapılan
akınları anlatıyor. 1743’te
Fransızcaya, 1789’da
Almancaya, 1830’da
İngilizceye çevrilen eserin
tam metni Türk okurla ilk
defa buluşuyor.
Dünya Siyasetinde Doğu Asya
Yrd. Doç. Dr. İsmail Ermağan
“NEDEN dünya siyasetinde Doğu Asya? Asya
kıtası oldukça geniş bir
coğrafî alana yayılıyor.
Bu yönüyle tek bir Asya
kimliğinden veya kültüründen bahsetmek pek
mümkün değil. Dünya
sıralamasında Çin ikinci,
Japonya üçüncü, Hindistan dokuzuncu, Güney
Kore on üçüncü ve Endonezya on altıncı büyük
ekonomi konumundadır.
Türkiye’nin Asya’ya
yönelik
politikasına
bakıldığında, makro
bir politika
izlemek
yerine ikili
düzeyde
ilişkileri
yürütmeyi tercih ettiği
görülmektedir.
Bu kitabın, Asya ülkelerinin dünya üzerindeki
öneminin anlaşılmasına
ve Türkiye’nin bölgeye
yönelik politikalarının
şekillenmesine katkı sağlayacağını düşünüyorum.”
(Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu, Yıldırım Beyazıt
Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü Öğretim
Üyesi, USAK Asya-Pasifik
Araştırmaları Merkezi
Başkanı)
“Türkiye’den Doğu’ya
açılan bu akademik gemiyi
bölgeye ulaştıran, yani
elinizdeki kitabın ortaya
çıkmasını sağlayan kıymetli yazarlara-hocalara
teşekkür etmek isterim.
Onlar biliyorlar ki, birileri
onları takip edecek, yeni
çalışmalar ortaya konacak. Doğu Asya ülkeleri ile
Türkiye’nin gerçekleştirdiği ticaret oranı binde 4’tür;
bu oran binde 8’e bile çıkarılabilse büyük bir kazanım
olacaktır. Dünyaya bakalım; çünkü dünyaya bakmak, aslında kendimizin
iç organlarının röntgenini
çekmektir, nefes almaktır,
gelişmektir.” (Yrd. Doç. Dr.
İsmail Ermağan, İstanbul
Medeniyet Üniversitesi
Öğretim Üyesi)
“Pakistan’daki dinsel/
mezhepsel çatışmalar,
Sri Lanka’da yıllarca süren
etnik terör, Myanmar’daki
rejim tartışmaları ve yine
Müslüman Arakan azınlığın karşılaştığı sorunlar,
Malezya’da ekonomik
gücü elinde tutan Çinli
azınlığın durumu, Güney
ve Doğu Asya’da karşılaşılan sorunlardan sadece bazılarıdır. Pekin’de
2000-2004 yılları arasında Büyükelçi olarak
görev yaptım. Bölgeye
yönelik Dışişleri Bakanlığı
öncülüğünde güçlü bir
yapılanmaya ve izlenebilir
bir stratejiye gereksinim
vardır. Bu çalışma, Güney
Asya ile Doğu/Güneydoğu Asya bölgelerinde
yer alan ÇHC dışındaki 18
ülkeyi Türk okuyucularına
değerli bilim insanlarımızın
kaleminden tanıtacak
olup, bu niteliğiyle bir
ilktir.” (Büyükelçi -E.- Dr.
Rafet Akgünay, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde
Öğretim Üyesi)
Sungur İnci
R A F T A K İ L E R
CIA SAVAŞTA İSLÂMSIZ
KÜRDİSTAN HAYÂLİ VE
Ronald Kessler
ORTADOĞU
Müfid Yüksel
“ADI ne olursa olsun, bir
kısım güçler, İslâmiyet’i Anadolu ve Mezopotamya’dan
tümüyle söküp Arap yarımadasına kovmak ve oraya
hapsetmek istiyor.”
ABD’nin özgürlüğünün korunmasında
hiçbir kurum, terörle
mücadelenin merkezinde yer alan CIA
kadar önemli değil.
Ancak CIA gizli ve
kapalı bir kurum -nesiller boyunca hiçbir
gazeteci onun sırlarını keşfedemedi- ve
Amerika’nın dünya
çapındaki terörle mücadelesini yöneten
usta casusların neler
yaptıklarını çok az kişi
biliyor.
Washington Post
ve Wall Street eski
muhabiri, araştırmacıgazeteci Ronald
Kessler,
CIA’nın
içyüzünü
anlatabilmek
için erişim izni
alabildi.
Kessler,
CIA’da
çalışan elli subay ve
üst düzey yöneticiyle
röportaj yaptı ve CIA
Merkezi’nin daha
önce medyanın hiç
görmediği bölgelerini
ziyaret etti. CIA ayrıca,
emekli memurlarının
da onunla röportaj
yapmasını destekledi.
CIA Direktörü olarak
çalıştığı altı sene boyunca hiçbir zaman
televizyona çıkmayan
ve nâdiren röportaj veren George J. Tenet de
bu kitap için röportaj
vermeyi kabul etti. “CIA Savaşta” kitabı,
CIA’nın alışılmışın dışında yöntemleri hakkındaki gizli bilgileri,
etkileyici başarıları ve
şaşırtıcı başarısızlıklarını anlatıyor. Kitap
CIA’nın güvenilir olup
olmadığını, istihbarat
sisteminin siyasetçiler
tarafından yönlendirildiği konusundaki şüpheleri ve teröre karşı
başarısını sorguluyor.
Bunu yaparken de
CIA’nın tarihini ve nasıl
çalıştığını anlatıyor.
CIA’nın
Afganistan’daki Taliban yönetimini nasıl
devirdiğini, El-Kaide
yöneticilerinin yarısını
nasıl tutukladığını
ve Irak İşgâli öncesi
hazırlık yapmaları
için komandoları nasıl
gönderdiğini bu kitapta
bulacaksınız.
Başkan Yardımcısı
Dick Cheney’nin CIA’yı
defalarca ziyaret edip
kitle imhâ silahları konusunda kurumun istihbaratını etkilemeye
çalıştığı suçlamasının
arkasındaki gerçekler
enteresan!
Usame Bin Ladin’in
en yakın adamı Halid
Şeyh Muhammed’i
sorgularken CIA’nın
neden FBI’ı engellediğini öğrenmek ister
misiniz?
CIA’nın, Güney Kore
ve Fransa gibi müttefik
ülkelerin gizli iletişim
kodlarını nasıl ele geçirdiğini de bu kitapta
bulacaksınız.
“Irak parçalanır ve Bağdat
Şiî egemenliğine geçerse,
Türkiye güneyinden de sarılmış olacağından İran’la savaş
kaçınılmaz hâle gelecek.
Vekâlet savaşı değil, fiilî ve
doğrudan bir savaş!”
“Bütün
komşularıyla
düşman
hâle gelmiş ve bu
düşmanlara
karşı İsrail
ve Batı’yla
ölümüne
ittifak eden bir Kürdistan düşünülüyor. Batı destekli Büyük Kürdistan, ikinci İsrail’den
başka bir şey olmayacak!”
“Ankara’daki sistem aynısıyla kaldıkça, sistemin
kendi muadilini Diyarbakır’da
üretmesi kaçınılmazdır. Ulus
devletten çıkılması lâzım!
Burası bir İmparatorluk bakiyesi ve bu bakiyenin mantığı
üzerinden yeni bir yapılanma
lâzım!”
“Nihâyetinde bu ümmet,
Hz. Osman ve Hz. Ali’nin
sıyanet ve hürmetini tutmadı,
birini Mısırlı isyancılara, diğerini de Hâricîlere yem etti.
Bugün yaşadığımız sıkıntıların
temelinde bu hürmetsizlik
vardır.”
Müfit Yüksel, bugün
Ortadoğu’da yaşanan çalkantıları tarihî perspektif
içerisinde anlamlandırarak
geleceğe yönelik ufuk açıcı
serimler ortaya koyuyor.
Ortadoğu’nun şekillenmesinde önemli bir rol oynamaya başlayan Kürtlerin bu
rollerinin nasıl olması gerektiği üzerinde çıkarımlarda
bulunuyor.
Parayı Verdi, Düdüğü Çaldı: Sanat ve
Edebiyat Dünyasında CIA Parmağı
Frances Stonor Saunders
“FRANCES Stonor
Saunders’in yazıp Ülker İnce’nin çevirdiği
‘Parayı Verdi, Düdüğü
Çaldı’yı okurken sık
sık, ‘1950’li, 60’lı yıllarda Farfield, Ford, Rockefeller ve Fullbright
vakıflarının burslarıyla Türkiye’den kimler
gitti acaba ABD’ye?’
diye düşündüm. Birini
bulsam da konuşsam… Dünyanın en
zengin, en saygın
vakıflarının CIA için
paravan görevi yaptıkları kimin aklına
gelir?
Soğuk Savaş’ın
civcivli günlerinde
ABD, Batı Avrupa’da
gizli bir kültürel propaganda programına
büyük miktarda para
ayırmıştı. Bu programın ana özelliği,
böyle bir programın
olmadığı iddiasıydı.
Amerika’nın Merkezî
İstihbarat Teşkilatı
(CIA), bu programı
büyük bir gizlilik içinde yürüttü. Kültürel
Özgürlük Kongresi’nin
otuz beş ülkede bürosu vardı. Kongre
yüzlerce personel
çalıştırıyor, yirminin
üzerinde saygın dergi
yayımlıyor, resim
sergileri açıyordu. Bir
haber ve film servisine sahipti. Tanınmış
kişilerin katıldığı ulus-
lararası toplantılar düzenliyor, müzisyenlere
ve ressamlara ödüller
dağıtıyor, konser ve
sergi olanakları sağlıyordu. Tek amaç, uzun
zamandır Marksizm
ve komünizme yakınlık duyan Batı Avrupa
aydınlarını yavaş
yavaş ‘Amerikan tarzı’
bir bakış açısına sığdırmaktı.
Meğer CIA’nın en
etkili silahı ‘Encounter’ dergisini okumak
için boşu boşuna
abone
parası
ödemişim
yıllarca.
İstersem
bedava
gönderirlermiş. Fransa’da
yayımlanan ‘Preuves’ dergisini almak için Hachette
dükkânlarına taşınıp
durmuşum; meğer
Jean-Paul Sartre’nin
‘Les Temps Modernes’ dergisini madara
etmek için çıkartıyorlarmış.
Hey gidi Bertrand
Russell, hey gidi George Orwell, hey gidi
Ignazio Silone, hey
gidi Stephen Spender, hey gidi Arthur
Koestler!..” (Özdemir
İnce)
haziran 2016
111
haberajanda
Karikatür
112
haziran 2016
Ahmet Yozgat - [email protected]
Büyük hedefler
sağlam destek ister.
Kurulduğumuz günden beri büyük hayaller kuran,
büyük başarıların peşinden koşan, Türkiye için çalışan
esnafın, KOBİ’nin, sanayicinin en büyük destekçisiyiz.
Tam 78 yıldır Üreten Türkiye’nin Bankası olmaktan
gurur duyuyoruz.
halkbank.com.tr

Benzer belgeler