Martı - Hazıran 2012 - Robert College

Transkript

Martı - Hazıran 2012 - Robert College
bo s p h o ru s
ch r o n i c le
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle June 2012 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Haziran 2012 ekidir.
Martı
Yayın Adı
Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer - T.C.
Sorumlu Öğretmenler
Özgül Akgül Cinkara
Sengül Özdemir
Editörler
Ebrar Bahçivan
Ecegül Bayram
Tasarım ve Sayfa Düzeni
Ebrar Bahçivan
Yazarlar
Ahmet Utku Akbıyık Ebrar Bahçivan
Ecegül Bayram
Tülay Çalışkan
Pınarnaz Eren
Z. Elçin Metin
T. Mert Saygın
Çağla Ceren Türkoğlu
Kapak Resmi
Meriç Arda Eren
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy/İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Yayının Türü
Yerel, Süreli
Yayının Dili
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (0212) 629 05 59-60
Basım Yılı
Haziran 2012
E
Sözcüklerdense
çizgiler daha kolay gelir ya
bazen, karalayıp hata
yapmak sözcükleri ardı
ardına uyum içinde
dizmeye çalışmaktan
daha kolaydır. İşte bu da
o zamanlardan biri bizim için. Kalemi elimizde tutup duygularımızı
yansıtabilecek
binlerce farklı çizgi çizebilecekken doğru
sözcükleri seçmek çok
zor geliyor. Kelimeler havada kaybolurken kalemin bıraktığı
izler daha kalıcı geliyor. Sanki sözcükler
duyulmaz
olup
ulaşılamadıklarında,
iler
ek
nd
İçi
1
k
4
e
l
i
rt D neri
6
e
ta M et Gü kar
k
10
ı
t
r
as rga Hün ol
Y
r
a
11
Bi ra M
Elif Elib r
u
a
s
n
e
12
L
e
n
in
eda şı Pel Alper nur Ü tek
v
l
13
E
a
a T zikir ar Ala an Er tin
l
l
15
a
s
url tüs Ka in Me lu
Mu
m
16
ç
ğ
ğ
Ya Kak Z.El çüko u
17
a
ik
üny rcu Kü Burn en
D
19
Bir z Bu Ayça az Er n
u
l
20
e
o
To elis narn zer
”D
ı
k
u
Ö
l
M
ş
21
P
t
A
sun rıyor i Fıra cimoğ lu
ha
u
l
a
23
t
ğ
ğ
i
D
Mu lim A ap Gib an S imcio el
4
Kez
h
e
l
G
k
c
i
B Sin
y n 2 5
tu
K
ço
a
a
r
i
n
B
m
e
B
2
Bir inik Begü
S et
a Ye
si: “
M da
lik Büşr skin
29
ece
i
v
G
n
tın z Ma kuru l Ke ağ
ı
l
’
n
A
30
i
a
run Sonsu lık Çu lya İd Bozd lu
n Ju
u
o
31
D
ağm
lnız en Fu Deniz ağlıoğ m
Y
a
ı
Y
33
a
yd
lerk lığa
Ayn
kD
35
Bek aran Başa Su Sa rniku
r
K
r
i
u
a
i
i
y
37
B
Ş
en
Şi
erd Biten kâyet Ayça etekka m
l
k
38
Şi
Ren eden
elis yan P Bayra lu
M
39
m
i
l
ğ
ı
aşç rna V cegü çüko an
Bite
v
42
a
Şe
Kü
kS
ışk
ta E
43
Yiti Şekeri gueri urcu y Çal oğlu
r
a
B
l
m
a
a
i
u
e
45
M ask n Tü Sic roğl
Elm
M oma han nde
6
u
R
tu hbe rdoğd s 4 7
a
e
v
B
i
a
yat afile rçe Ş eril E in Ed n 4 9
Ha
N Bu
4
aç
şa
n
ıB
e
iş
ak apım nesi L nıl Ta ral
ğ
t
e
50
a
D
Y
or K Meyha vat A ıla Gö ren
’da
l
y
ı
51
u
l
e şi S
b
a lar
E
n
C
Ç
a
z
e
t
e
l
n
n
a
l
ı
i
53
- İs
ezg itik Y üzleşm la Söy ınarn alışka k
ç
n
G
u
Y nY
r
55
k
P
Bir
o aranlı Ses ülay Ç hintü lu
er T
f
S
y
57
A
K
er T niz Şa cimoğ ik
ft
e
59
D i De n Si Gey
r
d
a
t
e
60
o
a
h
s
r
u
m
Rap n Bat tler Fı üksü van
61
de Saa Küç ahçi lu
r
3
e
m Y Kayıp eynep rar B rkoğ n 6
u
ğ
ü
b
e
rdu
... Z kep E ren T rda Ş
Otu
e
k
A
e
C
r
mü t... Ç. Ayrılık
e
a
y l
Ha
burada kalıp hiç tanımadığımız yabancıları karşılayacaklar.
Bu yılla birlikte okuldaki dördüncü yılımız da bitti. Hani geldiğimizde
herkese demişlerdi, “Beş senenin nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız.” diye.
Gülmüştük. Hayatımızdan beş sene! Kalıcılaşmak, burada bir iz bırakabilmek için
çabaladığımız beş sene! Bu sene anlayabildik okulda hiçbir şeyin aynı kalmayacağını,
daha doğrusu kalamayacağını; yolda gördüğümüz insanlar değişiyor, etrafımız
değişiyor, biz değişiyoruz. Bir başka günle bir başkayızdır, bir başka mevsimle
bambaşkayızdır artık. Yıllardır yerinde duran taş kolonlar nasıl bizim bir parçamızsa
artık, biz de o taş kolonların arasında bizden bir parça olsun isteriz; yeni gelenlere,
onlardan önce buralarda birileri olduğunu hatırlatacak bir iz. Martı da bizim izimiz,
bizim parçamız. Martının yükselip de yeni hikâyeler anlatabilmesi için hep birileri
olmalı bu eski kolonların arasında.
Bir şeyin parçası olmak ne kadar zorsa ayrılmak ondan daha zordur. Ba
zen, hiç başlamasaydım dedirtecek kadar aldatıcıdır da. Beklenmediktir çoğu zaman, çünkü hep orada olacakmışsın gibi hissedersin. Sonraysa tek yapman gereken
beklemektir ayrılığın, hüznün, alışkanlıkların geçmesini. Beklenmedik ve tuhaf bir
bekleyiştir bu. Keyifli bir yolculuğun son demleridir, duyulması gereken son sözlerdir. Elveda diyemeyen bir vedadır belki, bu sefer farklı olsun, gülelim dedirten bir
vedadır. Bazıları için bir son, bazıları içinse yeni bir başlangıçtır. Bir martının daha
son kanat çırpışıdır bunlar, herkese anlatacak hikâyeleri olan bir martının...
Her okuyana hikâyesinin ulaşması dileğiyle...
Ebrar&Ecegül
ditörlerden
-Öykü Yarışması Birincisi-
Bir
Yastıkta
B
Mert Dilek
kafein doğal olarak kahvede, çayda, yerba
mate’de, guarana’da ve az miktarda, kakao
içinde bulunur. Kafeinin karakteristik, yoğun
bir acı tadı vardır. Doğada en az 63 bitkinin tohumlarından ve yapraklarından elde
edilebilir.
Temel
farmakolojik
özellikleri,
merkezi sinir sisteminde psikotropik etki
uyandırması, solunum sistemi uyarıcısı
olması, kalp atış hızı artırıcı etkisinin olması
ve hafif diüretik etki yapmasıdır. Pro Plus
hapları 24 ve 48’lik kutularda satılır. Her hapta 50 mg kafein vardır.
Ben Pro Plus’ı sadece iki kere
gördüm. İlki bundan dört yıl önce farmakoloji sınıfında, ikincisiyse elimdeki simit ve
poğaçaları bıraktığım mutfak tezgahının en
ucundaydı. En başta ilgimi çekmedi. Annemin sürekli kullandığı sıradan ilaçlardan
birisi olduğunu düşünüp kutunun üstündeki
yazıyı bile okumadım. Fakat o devasa kırmızı
harflerin üstüne sığınmış, hafif, beyaz bir
tüy edasındaki, her şeyin yoluna gireceğini,
her şeyin, her yorgun sinirin iyileşeceğini
hissettirmesi amacıyla oraya koyulmuş
mavi tik işaretini nerede görsem tanırdım.
en daha önce hiç öylesini görmemiştim.
Ben daha önce hiç o kadar küçük,
karanlık, acı çeken bir çift göz
görmemiştim. Babamın öldüğü günden
tam bir hafta sonraydı. Babamı bir salı günü
kaybetmiştik. Cenazesi çarşambaydı. O hafta
pazara kadar ablamla beraber annemin evinde
kaldık, üçümüz de hiç dışarı çıkmadık. Şimdi
düşününce bir tek hayret edebiliyorum. Haydi ben çok dikkat etmem öyle şeylere, cin gibi
ablam nasıl anlamadı? Biz nasıl anlamadık
koca kadının bizim orada kaldığımız beş gece
boyunca bir kere bile gözünü uyumak için
kapamadığını, yatak odasının kapısını bir
kez bile açmadığını? Pazartesi sabahı elimdeki simit ve poğaçalarla kapıyı çaldığımda,
o kapıyı açtığında, o kapıyı öyle açtığında, o
gözleri o zaman kapadığında... Hayır, ben
daha önce hiç öylesini görmemiştim.
İç Yatak Özellikleri: Sleep-in®’in
hoş kumaşı ve çarpıcı tasarımı, en zarif yatak odalarında bile kendini gösterecek şekilde
hazırlanmıştır. Emsalsiz rahatlatıcı “soft touch”
WaveTopper şilte, bu tasarımı tamamlar.
Pro Plus kafein hapıdır. Kafein,
merkezi sinir sistemine etki ederek beyne
giden ve beyinden gelen mesajları hızlandırır
ve stimülan etkisi yapar; zihinsel ve bedensel yorgunluğu azaltır. Bir alkaloid olan
1
duyarlılık için kesilmiş materyal
O gün, o pazartesi günü, o mavi tikin
bana bakışı, farmakoloji sınıfındaki mermer tezgâhın üzerinde, naylon bir poşetin
içinde duran mavi tikin bana attığı bakışla
aynı değildi. Mutfakta gördüğüm bu mavi,
kazanmıştı. R harfine uzanan o ince kolunda
zaferin, yıkımın, sadist bir zevkin izleri vardı.
“Ben kazandım,” diye bağırıyordu âdeta, “O
artık benim!”
Bir insanın uyanık kalabileceği en
uzun süre 264 saat, yani yaklaşık 11 gün
olmuştur. Randa Gardner isimli 17 yaşındaki
bir lise öğrencisi 1965 yılında, bir bilim
fuarında bu kadar süre uyanık kalarak rekor
kırmıştır. Dikkatli gözlem altında yapılan
diğer deneylerde insanların 8 ila 10 gün
uyumadan durabildikleri ve bu sürede zihin, güdü ve anlayış seviyelerinde gittikçe
ilerleyen bir konsantrasyon eksikliği dışında
tıbbi, fiziksel ve psikolojik olarak ciddi sorunlarla karşılaşmadıkları gözlemlenmiştir.
Şüphesiz bu deneylerden önce
deneklerin ne kadar bir süreyle derin uyku
hâli yaşadıkları bilinmemektedir. Ancak
cephede ateş altında olan askerlerin ve tıbbi
müdahale uygulanmış bazı akıl hastalarının
da 4 gün süreyle problemsiz olarak rahatlıkla
uykusuz kalabildikleri tespit edilmiştir.
Annem ömrünün sonuna kadar uyumadan yaşayabileceğini düşünüyordu. Tek
istediği bir koli Pro Plus’dı. Sadece bir koli
istiyordu, ikinci kolinin gereksiz olacağını
düşünmüştü kendince. Amacı, sadece bir
kolilik tüketim için yaşamaktı. Sonra zaten
onlara ihtiyacı kalmayacaktı. Sonsuza kadar,
yanında babam olduğu sürece, istediği kadar
uyuyabilecekti.
Ablamla tüm evi aradık. Sadece iki
kutu Pro Plus çıktı. Neden bilmiyoruz ama
yıllardır evde tutarmış, belki bir gün işi
düşer diye. İki sokak ötedeki çöp kutusuna
tüm hapları döktükten sonra eve geldiğimde
ablamı dinledim uzun bir süre, annemin ona
ben yokken anlattıklarını...
Yalnız uyuyamazmış. Aynı odada
birisi olsa da olmazmış. Hayır, bu geçici bir
şey değilmiş. Evet, herhangi birisi olsa da
olurmuş. Bilmezmiş kendi başına uyumanın
nasıl bir şey olduğunu. Korkarmış. Ürkermiş.
Yapamazmış. Asla uyuyamazmış yanında
başka bir insan olmadan. Hayatında geçen
haftaya kadar hiç yalnız yatmak zorunda
kalmamış. Hatırlar mıymışız acaba, babam
bazen eve gelmeyince birimizi yataklarına
alırmış (ama tabii çok küçükmüşüz o
Sleep-in® ile tanıştığınızda, çarpıcı
tasarımının yanında, yumuşak konforun ve
basıncı azaltıcı özelliğin mükemmel bir biçimde birleştirildiğini göreceksiniz. Bu mükemmel
birleşim, vücudunuzun doğal pozisyonunda
gece boyunca dinlenmesini sağlar.
Sadece iki hap içmiş ama beş gecedir uyumuyormuş. Lafları âdeta cımbızla
alıyorduk
ağzından.
Yatak
odasına
girmek istemediğini söyleyen çığlıkların,
haykırışların arasında, ağzını açtığı o nadir saniyelerde bilmemiz gereken ne varsa
söylüyordu bize. Ama o çığlıklar... Onu hiç bu
kadar acı çekerken görmemiştim. Tabii sonra
anladık.
Yanında birisini istiyormuş. Onunla
uyuyacak, onun yanında kıvrılacak, onun
yanında horlayacak, öksürecek, aksıracak
birini istiyormuş. Yatak odasının kapısını
açtım. Bir anda kalın bir toz tabakası kalktı
yerden. İlgilenmedim. Odanın ortasında
duran, kendimi bildim bileli orada duran,
kendimi bildim bileli ahşap olan, eski olan,
gıcırtı çıkaran yatağa koşup üstüne atıverdim
kendimi. Ablam annemi kucağında taşıyordu.
Yeni doğmuş bir bebek gibi usulca koyuverdi
onu yanıma. Üstümüzü örttüm. Ablam perdeleri çekip odadan çıktı. Yanı başımda yatan
o acınası insana tüm gücümle sarıldım. Bana
iyi geceler dedi. Cevap verdim. Saat sabah
dokuzdu. Sonra gözlerini kapadı. 16 saat boyunca uyanmadı.
Katmanlar:
A. 7 cm Sleep-in® konfor tabakası
B. 7 cm Sleep-in® destek tabakası
C. 11 cm daha fazla esneklik ve üstün dinamik
2
Yeni ve daha yumuşak formüle edilmiş
Sleep-with® malzemesi artık nispeten daha
yumuşak, ancak yine de gereken destek hissini
vermek için, çift taraflı tasarımı ile her türlü
uyku pozisyonuna uyum sağlamaktadır.
o zamanlar nasıl hatırlayalım).
Bir sonraki uyku saatinde ablamla
uyudular. Sonraki gün benimle, sonraki
gün ablamla. Sonra teyzemleri çağırdık, onlar da eklendiler sıramıza. Ama bu sadece
bir ay sürdü. Aileler, karılar, kocalar, çocuklar, akşam yemekleri, temizlenmesi gereken
evler, bakılması gereken hastalar, alınması
gereken eksikler, yatılması gereken başka
yataklar, beraber yatılması gereken başka insanlar vardı… Babamın öldüğü günden neredeyse üç ay sonra, annemin yanında yatacak
tek bir kimse kalmamıştı.
Artık
pazartesilerden
korkar
olmuştum. Yeni yatak ve yastıklar bir pazartesi günü geldi. Eski yatağın apartmanın
kapısından çıkması beklediğimden daha
kolay oldu. Boş yataklar gerçekten de daha
büyük gözüküyor, çok kullanılmayan kapılar
da daha küçük.
Yataklar
değiştiğinde
annem
uyuyordu, ruhu duymadı. Tek başınaydı.
Salonda televizyonun önüne yığılıvermişti.
Uyuyakalmıştı. Uyumak ve uyuyakalmak
arasındaki o tılsımlı farkı keşfetmenin yüzüne
vermiş olduğu huzurla aylardır hiç çekmediği
kadar derin bir uyku çektiğini düşünüyorduk.
Yeni yatağı getirdiler, yatak odasındaki duvarlardan birine dayadılar. Ortaya çıkan
tek kişilik yatak büyüklüğündeki boşluğa
ne koyacağımız bilemedik ablamla. Neden
bilmiyoruz ama ancak bir hafta sonra orayı
yeni bir televizyonla doldurmayı akıl edebildik. Altına bir DVD oynatıcı ve son on
yılın pembe dizilerinin tüm bölümlerini koyduk. Bu ona yeterdi, yetmeliydi.
Sleep-with® yastıkları, ağrı, sızı ve
uyuma problemlerinizi sonlandırır. Sleepwith® malzemesinin basınç azaltıcı özelliği
ile anatomik tasarımın birleştirilmesi, boyun
bölgesinde maksimum konfor sağlar ve boyunomuz kaslarını bir bütün olarak rahatlatır.
Anneme haber vermeden bir doktora
gittik. Şaşırmadı öykümüze. Bizi dinlerken
yüzüne o sırıtık ifadeden yerleşti. “Bu öyküyü
kaçıncı kez dinliyorum tahmin bile edemezsiniz.” ile “Siz buna mı sorun diyorsunuz?
Ben neler görüyorum her gün…” bakışlarını
karıştırmış, bir de yüzüne “Kendinizi çok
mu özel bir vaka olarak görüyorsunuz?”
gülümsemesini yerleştirmişti. Bana kalsa
ilaçlardan bahsetmeyecektim. Ablam bir
nefeste anlatıverdi ama. İşte, buna şaşırmıştı.
Bize arkasını döndü. Muayenehanenin geniş camlarından dışarı, bizim
beş kat altımızda fırıl fırıl dönen, ama bizim
ruhumuzun bile duymadığı trafiğe baktı. Sessizce, söylediğine kendi de inanmayarak, içi
daralmış, ruhları çekmiş insanların kullanmayı
çok sevdiği o ses tonuyla bir şeyler mırıldandı
bize. Yeni bir yatak almalıymışız. “Sadece bu
yeterli olur mu ki?” diye sordu ablam. “Hayır.”
Önceki yatak ortadan kaldırılmalıymış. Hatta
yastıkları da değiştirmeliymişiz. Tek kişilik
yatak olmalıymış. Tek kişilik yatak olmak
zorundaymış.
O saniyeden itibaren yanına kimse
yatmayacakmış.
Hafifçe kavisli kenar, sırt üstü yatanlar
için ilave baş ve boyun desteği sağlarken, diğer
taraf ise, daha geleneksel bir yastık hissi sağlar
ve yana dönük uyuyanlar için idealdir.
Annem yeni yatağına bir kez bile
dokunmadı. Ömrünün sonuna kadar ancak evin bir köşesinde, ani bir düşüşle aldığı
pozisyonda uyku nedir bildi. Hiçbir zaman
uyumadı. Hep uyuyakaldı. Göz kapaklarını
hiçbir zaman kendi isteğiyle kapalı tutmadı.
Hep onlar düştü, hep onlar istedi uyumayı.
Liseyi zar zor bitirmiş, üniversite
sınavında heyecandan bayılmış, hayatı boyunca tek bir bilimsel makale okumamış, ama
ne hayretse Pro Plus’ın ne işe yaradığını bir
şekilde, bir yerde öğrenmiş olan annem yerçekiminin ne kadar güçlü olabileceğini işte
hayatının o son 24 yılında öğrendi.
3
-Öykü Yarışması İkincisi-
Elveda
Lara Margaret Güneri
S
oyunma odasındaki aynasının karşısına
oturdu. Sandalyenin kadife kaplaması
çıplak sırtını yavaşça okşuyor, odanın
ışığı yüzündeki tüm kırışıklıkları ortaya
çıkarıyordu. “Ne hâle geldim ben?” diye
fısıldadı aynadaki yaşlı kadına. Son zamanlarda sıklıkla kendini, bu soruyu sorarken
yakalıyordu. Ne hâle geldim ben? Kapının
dışında dansçıların gülüşmelerini duyuyordu, muhtemelen bu akşamki gösterinin
heyecanındandı. Sahnede olmaktan heyecan duyduğu, sahnede olmanın onu canlı
kıldığı zamanları hatırlayarak iç geçirdi.
Dansçılardan biri kapıyı çalarak başını
içeri uzattı ve performansa kırk beş dakika kaldığını hatırlattı. Dansçının yönüne
bile bakmadı, sırf yüzündeki gülümsemeyi
görmemek için. Son zamanlarda birçok
şeyin yanında gülümsemeler de onu rahatsız
etmeye başlamıştı.
“Ne hâle geldim ben?” diye tekrarladı
kendine. Bir zamanlar Hayal Operası’nın parlayan yıldızı, ünlü opera kritiğinin de dediği
gibi on yılın sopranosuydu. Şimdi, ama şimdi
hâlâ o sese sahip olduğunu başkalarına ve
kendine kanıtlamaya çalışan yaşlı bir kadındı
sadece, bu çaba da boşa çıkmaya başlamıştı.
Yüzüne kalın bir tabaka pudra uygulamaya
çalıştı, yıllarla derinleşen kırışıklıları kapatmak gittikçe zorlaşıyordu. Aynadaki
yansımasına baktı, yüzünde yaşama dair bir
kanıt aradı, en ufak bir tebessüm bile ona yeterdi ama bulamadı. O Madame Butterfly’dı, o
Carmen, o Gilda, o Aida’ydı veya en azından
bir zamanlar öyleydi.
İlk kez operaya gidişini hatırladı. Altı
yaşındaydı; çoğu kişi bunun operanın ortaya
attığı ağır ve karmaşık duyguları anlamak için
çok erken bir yaş olduğunu savunurdu. Belki haklılardı ama o anladı, o sıradan değildi.
Operaya bayıldı, herkesin süslenişini sevdi,
annesinin parfümünü, annesinin kendi parfümünden ona da sıkmasını, büyük avizenin
kristallerinin bütün fuayeyi gökkuşağı renklerinde aydınlatmasını, kırmızıyla altını, kısacası
her şeyi sevdi. İlk izlediği opera Madame
Butterfly’dı. Komiktir ki ona ününü kazandıran
da yine Cio Cio San yani Madame Butterfly
rolüydü. Madame Butterfly, oğlunu babasına
teslim edip kendini bıçaklayarak intihar
ettiğinde ağlamaya başladı. Daha önce, kolunu
kırdığında, bisikletten düşüp dizini yardığında
veya köpeği öldüğünde ağlamamıştı. Daha önce
hiç böyle hissetmediği için ağladı. Ağladı çünkü
başka yapacak hiçbir şey yoktu, çaresizliğini
dışarı vurmak için tek yapabileceği şey
ağlamaktı. Herkesin ona bakmasına aldırmadı,
annesinin ve babasının kızgın bakışlarla onu
zorla dışarı çıkarması da onun için bir anlam ifade etmedi. Ağlamayı eve gidene kadar
kesemedi. Ancak, o gece, gözleri hâlâ yaşlı,
yatağında yatarken neden ağladığını anlayabildi; âşık olmuştu. Yine o gece yatakta sonsuza
kadar yalnız olacağını anladı. Kısacası Madame
Butterfly, Aida, Carmen veya siz ona nasıl hitap etmeyi tercih ederseniz, çok genç bir yaştan
bu dünyada hep yalnız olacağını ve şarkı söylemekten başka hiçbir şeyin dolduramayacağını
anladı. Zaten bu farkındalık, şarkı söylemekti
onun bugüne gelmesini sağlayan.
Kapının çalınması onu gerçek dünyaya
4
geri dönmeye zorladı. Sahne asistanı gösteriye otuz dakika kaldığını hatırlatıyordu.
Niye her on beş dakikada bir bunu ona
hatırlatmalılardı bilmiyordu, zaten fuayede
yükselen gürültü performans saatinin açık
bir hatırlatıcısıydı. Şarkı söylemekti onu bu
günlere getiren, ancak sahnedeyken hayat
yaşanabilir, içindeki boşluk katlanılabilir oluyordu, çünkü sahnedeyken bir başkası oluyordu. Sahnedeyken ansızın melodiye, notalara
dönüşüyor, duyguların ta kendisi oluyordu.
Şarkı söylerken aşkına kavuşuyor, inancını
hissediyor, kaderinin iplerini eline alıyordu.
Her şey ansızın değişmişti. Şimdi ona şarkı
söyleyemeyeceğini, gırtlak kanseri olduğunu,
tekrar sahneye dönse bile hiçbir zaman eskisi
gibi olamayacağını söylüyorlardı. Kötü haberi
aldığı zaman ağlamadı. Ertesi gün sahne direktörü onu odasına çağırdı, ona oturmasını
söyledi, o oturdu. Ona içecek birşey isteyip
istemediğini sordu, o hayır, dedi. Ona iyi
olup olmadığını sordu, o iyiyim, dedi. Sonra
haberi ortaya attı, bu sezon tekrar Madame
Butterfly’ı sahneleyeceklerini, eski günleri
hatırlamanın güzel olacağını, bunun sahneye veda etmek için iyi bir fırsat olacağını
çünkü emekli olacağını söyledi. O zaman da
ağlamadı. Soyunma odasına giderken yeni
mezzo-sopranoyu gördü, yeni sanatçı ona
arkadaşça gülümsedi. O gülümseme aklında,
soyunma odasının kapısını geçti, doğruca
çıkışa yöneldi. Her zamanki gibi metroya
bindi, üç sokak yürüdü, evinin kapısını açtı,
yatağa girdi ve aklında yine o gülümsemeyle
Madame Butterfly, Carmen, Aida veya siz ona
nasıl hitap etmek isterseniz hayatında ikinci
kez ağladı.
Aynada yine kendine baktı ve
başından beri kanser olup olmadığını, bunun hangi hareketine karşılık tanrının bir
cezası olduğunu sorguladı. Yunan müzik
tanrısı Apolloya lanet etti, yine Bes, Hathor
ve Ihy’e Mısır müzik tanrılarına lanet etti.
Fısıladayarak kendine bininci belki milyonuncu kez neden bunun, onun başına
geldiğini sordu. Neden tanrı veya yukarıda
her kim varsa, neden, ona bunu yapmış,
hayatındaki yaşamaya değer tek şeyi elinden
almıştı. Dayanamadı, aynaya bir yumruk
attı. Ayna milyonlarca küçük parçaya ayrıldı,
ama yaşlı kadın hâlâ oradaydı. Eline baktı,
kanıyordu. Performansa beş dakika kalmıştı. Kimonosunu giydi, pembe leylağı kulağının
arkasına taktı, eline yelpazesini aldı ve son
kez kendine, “Ne hâle geldim ben?” diye sordu. Sorusuna bir yanıt bulamadı, yanıtı bilmiyordu veya bilmek istemiyordu. Bu, onun son
performansıydı, harika olması gere-kiyordu,
büyülü olması gerekiyordu; olacaktı da. Çekmeceyi açtı, içindeki silahı kafasına dayadı.
Aynanın milyonlarca parçasında kendi
yansımasını gördü. Ne hâle geldim ben?
Fuayedeki insanlar bir silah sesi duydu. Ardından da hayatlarında duydukları
en büyüleyici haykırışı duydular. Bu son bir
canzone’du, lirik tatlı bir nota, son bir vedaydı.
O an ne olduğunu anlamadılar, ama daha
sonra bunu Madame Butterfly’ın, Gilda’nın,
Carmen’in veya siz ona nasıl hitap etmeyi tercih ederseniz, hayatının en iyi performansı
olarak adlandıracaklardı. Ünlü opera kritiği
ona son on yılın sopranosu olarak hitap etmeyi tercih etmişti. Fuayedeki insanlar
dayanamadı, bu büyülü nota kalplerinin derinliklerinde sakladıkları duyguları ortaya
çıkardı. Ellerinde değildi, hepsi ağladı.
Özen Uğurlu
5
-Öykü Yarışması Üçüncüsü-
Pelinsu Elif Hünkar
M
Musalla Taşı
utlu değilim. Üstüne üstlük
gözümden akan yaşlar genzimde
hıçkırıklar hâlinde yankılanıyor.
Çığlık atmak istiyorum. Durmaksızın.
Küçükken kendi uydurduğum masallarım
vardı. Kendi yarattığım masallarda kayboldum. Banyo yaparken şarkı söylemezdim ben,
sabun baloncuklarına hikâyemi anlatırdım
yalnız. Suyla sabunun tutkulu aşkından
doğan baloncuklar. Uçuyorlar. Aynanın
buğulu camına konup patlıyorlar. İnsanlar
gibi, bir uçup bir ken-dilerine çarpıyorlar.
Zor geliyor artık. Nefes alırken burun deliklerimden akciğerlerimdeki kılcal damarlara kadar yanıyor içim. Canım acıyor. Nefes
almak bile istemiyorum. Ben bu değilim,
değildim, olmamalıydım. Şimdi olmayı hiç
düşlemediğimim ben. İçimde karmaşık duygular, adını koyamadığım. Suskunluklarım,
haykırışlarım büyüyor gitgide. Gece olsun,
karanlık olsun istiyorum. Karanlıkta görülmez ağlayan suretler. Aydınlıkta fark edersin hep insan silüetinin gözlerindeki damla
damla yaşları. Belki de bu yüzden korkutuyor gece beni, küçük bir kara delik gibi silip
süpürüyor geceyi, gece geçenleri.
Neden peki bunca yaşadığımız?
Adaletli mi yaşananlar, herkesin yaşamı aynı
kıvamda mı? Beyin ne kadar etkili duygularda? Kalp mi kontrol eder beyni, yoksa beyin mi
karar verir kalbin ne hissedeceğine? Gökyüzü
bomboş mu güneşsiz ve bulutsuz günlerde?
Yoksa her nefeste içimize çektiğimiz hava hep
orada olduğu için mi kıymetini bilemiyoruz?
Nefes değil mi insanı yaşatan? Nefes değil mi
bir ömrü başlatan? Peki ya kuşlar, kuşların
haberi var mı kanat çırpışlarından, özgür
oluşlarından? Yoksa onlar, özgürlüğe tutsak
olduklarını mı sanıyorlar? Sonra vapurlar,
biliyorlar mı, sirenlerinin ayrılık anlamına
geldiğini? Acaba sirenler mi dilemişti bir kez
gidip bir daha geri dönmemeyi? Üç nokta
biliyor muydu taşıdığı bitememişliği? Ya
boşluklar? Boşluklar anlam mıydı anlamsızlık
mı? Kelimelerin arasındaki boşluklar yapmaz
mıydı bir dizeyi okunaklı?
İzlemediğin filmler var, dinlemediğin
müzikler, anlamadığın diller, çözemediğin insanlar, yüzleşemediğin gerçekler. Neresinden
başlasan bilemiyorsun. Susuyorsun suskun
dudakların
parmaklığında,
susuyorsun
yaşanmamış gecelerin yalnızlığında, henüz
açmamış güneşin karanlığında. Issızlığa susuyorsun bu gece. Issızlığın şerefine. Mutsuz-
6
uzamış grileşmiş, kırlaşmış, elleri buruşmuş,
bakışları pırıldarken pırıltısı azalmış hep.
Ben bir misafirim ey sevgili beden, aman
sakın sahiplenme beni. Bir varmışım bir
yokmuşum gibi, inanma güvenme aman diyeyim varlığıma. İnsanlardan uzak olmak en
iyisi, yalnızlık değil bu inan bana sevgili akıl,
yalnız olsan sen bile katlanamazsın kendine.
Bu bütün insanları bağışlamak gibi. Evet,
evet aynen öyle. Bütün insanları koruyorsun
kendi verebileceğin zararlardan, yalnızlığın
seni de günahlarından koruyor böylece, şarap
hariç tabii. Şarap yaşamın başlangıcı. Musluk
suyu mu demeliydim ey akıl? Ey kalp sen ne
diyorsun bu işe? Peki bir rahip olsaydı ya da
bir imam, hani önemli olan niyetti ya, günah
mıydı şimdi musluk suyuyla sarhoş şarapçıyı
oynamak?”
Sokakta yürüyorsun, yalnızca bir iki
kez gittiğin bir yer burası, yolu bilmiyorsun
bile. Sokak ıssız ve karanlık. Yolda yürüyen
insanların hepsi içki kokuyor, sen kaldırıma
dikiyorsun gözlerini yanlarından geçerken,
sanki sen de onlardan biri değilmişsin gibi.
Sonra bir bakmışsın sen hep kaldırımı izliyorsun, gözlerin sözlerinden kaçıyor zihnin.
Yolunu kaldırım taşlarının dizilişinden anlamaya çalışıyorsun, dili olmayan hep susan
sokaklardan bir yardım ummuyorsun, yalnız
kaldırımlar can yoldaşıymış gibi geliyor
sana, yalnız kaldırımlar anlarmış gibi halinden. Korkuyorsun ve bir yandan susuyorsun. Kendi sessizliğinin engin dalgalarında
boğuluyorsun. Bir şair edasında içinden cümleler kuruyor, dışına bembeyaz düz bir duvar
yansıtıyorsun.
Caminin
yanından
geçiyorsun,
önünde, kocaman, bir dede gibi... Buram
buram ölüm kokuyor. Dibine kadar sokularak
yürüyen siyah bereli adam derin bir iç çekişle
tükürüyor bitişiğinde. Önce kavga edecekmiş
gibi bakıyorsun kemikli, kalemle çizilmiş gibi
narin yüzlü adama; bakışları çekiyor seni,
bakışlarının sivri kayalarında darmadağın
oluyor aklın. Çekiniyorsun. Şimdi ölmüş
olmayı diliyorsun. Aklında bir cinayet sahnesi beliriyor. Yere tüküren tekinsiz adamın
cebinden çıkardığı pazar malı çakısıyla seni
sun yine, istemeden dilin dişlerine çarpıyor,
usulca kıpırdıyor dudakların: “Mutsuzum ay
ışığı, mutsuzum gelmeyen gündüz, mutsuzum
âşıkların baka baka âşık olduğu yakamozlar, mutsuzum ey sayısı milyonları geçmiş
yıldızlar, ey gürleyen gökyüzü, ey kızgın yer
yüzü. Burdayım işte, burada ve mutsuz, uykusuzum kaç gece. Ey ışıkları yanan pencereler, ey
ellerinde pamuk şekerleri umarsızca yürüyen
çocuklar, ekmek parası derdindeki simitçi ve
ey ağaçların gölgesinde yosun tutmuş kayalar,
mutsuzum işte. Selam olsun izlemeye vakit
bulamadığım filmler, dinlemeye kulaklarımın
el vermediği her şarkı, anlamaya niyetimin
olmadığı diller, çözmeye vakit ayırmadığım
insanlar, yüzleşmeye cesaret bulamadığım
gerçekler, buradayım işte, ölüyorum içten içe,
ölüyorum her nefeste. Mutsuzum işte anlayın
halimden. Ne bir yalnızlık senfonisi benimkisi ne de bir müzikal, yalnız bir yaşlı ayyaş
olabilirim ben. Öyle bir şarapçıyım ki hem,
etrafına gazete kağıdı sardığım şarap şişemin
içinde musluk suyu, ve ben her gece o musluk
suyuyla sarhoş oluyorum.”
Üstün başın dağınık, sakalın uzamamış
henüz, ellerindeki kırışıklara kıyasla yüzün
bayağı bir genç. Şu ana kadar neredeydin
bilemiyorsun, sanki yalnızca bu anı yaşamak
için yaratılmışsın. Bu geceden sonra yok olacak sabah başka bir bedenle buluşacaksın.
Belki gazete kağıdıyla iyice sarıp sarmaladığın
musluk suyun getiriyor seni bu hale. Saat kaç
bilmiyorsun. Karşında ulu bir saat kulesi, saati
durmuş uzun zamandır da çınlamıyor zili,
şimdi saat efendi istediği kadar hızlı geçsin
ya da yavaşlayıversin. Şimdi varsın, bir andan
sonra yok olacaksın biliyorsun. Varsın hızla
takip etsin akrebin yelkovanını, varsın bir
ömür uzunluğunca gelsin şu bir iki an sana.
Yolda kırık bir ayna, baş ve işaret
parmaklarının arasında, bir cam kadar ince
ve bir vesikalık kadar ufak, yüzünü görüyorsun, o denli yabancı sana: “İnsanları görmemeliyim. Izdırap çekerler bu halimi görseler.
Oysa ben hiç hüzünlenmiyorum kendim için,
bir var mışım bir yokmuşum gibi aynı. Ama
insanlar görüverseler beni, üzülürler adım
gibi eminim. Bu beden kiminse şayet, saçları
7
nunun içini yakan keskin kokusu şadırvandan
gelen berrak suyun melodisinde unutuluyor.
Cami bakıcısı, kanla yıkanmış kaldırıma abdest aldırıyor. Kanının son damlası, cinayetin
son kanıtları da ortadan kaybolduğunda esmer adam içeri giriyor, senin yanına. Arap
sabunu kokusunun yerini keskin ter kokusu
alıyor. Tarladaki ırgatlarınkinden bile tuzlu,
ve ten ağlıyormuşçasına damla damla...
Oturup soluklanıyor, elini yüzünü
yıkamıyor, yalnızca oturuyor. Paytak
adımlarıyla yanına yaklaşıyor sonra. Senin
fal taşı gibi açık, anlamsız ve donuk bakışlı
gözlerini tombul, kirli ve nasırlı elleriyle,
upuzun bir yol olan kirpiklerine tutunup
gözünün perdelerini kapatıyor. Artık göremiyorsun ama koklayabiliyorsun; toprak ve
şadırvan suyuyla beslenmiş, kana doymuş elleri. Ceketini çekiveriyor omuzlarından, ceket
paramparça. Soğuktu, çok soğuktu dışarısı, su
buharı buza dönüşüyor ve incecik kesiyordu
ellerini; ceketindeki kesikler daha az acıtmıştı
canını rüzgârın ve zamanın açtıklarından.
Uzun, yanlamasına çizgiler, ceketin üzerinde... Bakıcının ceketi yere atmasıyla tek bir
pamuk parçası havalanıyor, bembeyaz büyüsü
bir ton daha kırmızı...
El yordamıyla çabucak buluveriyor kefeni bakıcı, sıkıştığı yerden çekmeye
çalışıyor hunharca, kuvvetli kolları güç gösterisinde bulunuyor. Daha da hırslanıyor
bir türlü çıkamayan durduğu yerde rengi
solmuş kefene. Onu sonunda söküp aldığını
anladığında mutlu oluyor bakıcı. Artık öyle
umursamıyor ki gerisini büyük bir gürültüyle
düşürüveriyor senin yanında, kaldırımda,
bulduğu şarap şişesini. Kefeni binbir küfürle fırlatıp usulca toplamaya başlıyor, eline
batan kırıntılar canını yakmıyor aksine
gıdıklıyor adamı. Saf su duruluğunda şeffaf
bir poşetin içine dolduruyor hepsini, seni
sarıyor sarmalıyor kefenin içine, tıpkı senin
şarap şişesini alıp gazeteye sardığın gibi...
Alıyor seni sırtına. Yürüyor, yürüyor, yürüyor... Sen onun ter kokusunu hissediyorsun;
damarlarında akıyor olması gereken kan yerine. O yürüdükçe can çekişiyor bedenin, o
yürüdükçe daha da ağırlaşıyor ölüm. Sonra
sırtından başlayarak koluna, bacaklarına,
dizine, kasıklarına kadar lime lime ettiğini,
sonra kaldırımla buluşmanızı, bedenini
hissetmediğin, o uyuşmuşluk anında adamın
sırıtan suratını, olmayan dişlerini, yüzündeki
simsiyah iri iri gözlerini, katilini görüyorsun...
Yerdeki bayrak rengi kanın kaldırımın
soğukluğunda... Nasıl da bu buluşma
anını önceden bilirmiş gibi kaldırıma baka
baka, hatlarını sindire sindire yürüdüğünü
anımsıyorsun. Yüzünde eski bir dosta
kavuşmuşsun gibi güneşin renginde bir gülümseme... Sokaklardan değil ama; çamurun, çimentonun, isin üzerine döşedikleri
taştan, betondan mermerden kaldırım
taşlarından nasıl da medet umduğunu aklına
getiriyorsun. Öyle işçiler diziyorlar ki onu,
kilim işlermiş gibi, içlerindeki sabır taşı çatlamak için kıvrım kıvrım kıvranırken, ellerinin uyuşmuşçasına hareketiyle can buluyor
kaldırımlar. Yoldan tek bir otomobil bile
geçmiyor, o an, bir makine parçasını değil
ama bir faytonluyu görmeyi çekiyor canın.
Bir ses bir nefes istiyorsun kulağında, bir can
bir ruh sana umut verecek...
Cesedini bulanın yetimhaneden on
beşinde kaçmış, bir ayağı topal, pis sakallı,
çakmak gözlü, esmer, kısa, tombul cami
bakıcısı olduğunu düşünüyorsun. Adam her
nasıl olmuşsa şeytanın bir resmi gibi, o kadar esmer ki kötülüğün karanlığında kayboluyor. Yeni uyanmış belli. Ağzını bir aslanı
kıskandıracak kadar büyük açıyor, geriniyor
bir yandan. Seni görüyor sonra. Cansızsın,
soğumuş artık vücudun. Şaşırmıyor yardımcı,
düşünmüyor da, kızıyor sana. Yalnız beddua
ediyor. Ölüyken bile yalnız bırakmıyor seni
havada uçuşan küfürler, bir kaz tüyü kadar
hafif... Ölü bedenini alıyor, polise haber verme
gereği bile duymadan usulca gusülhaneye
taşıyor. Soğuktan buz kesmiş mermerin üzerine yatırıyor, bedenin paramparça olmasına
karşın içinde hiç kan kalmamış artık. Ellerine
bulaşan birkaç lekeyi kurnanın üzerinde temizliyor. Seni orada öylece bırakıp paspasını
ve arap sabununu alıyor. Kulakların duymasa
da ruhun duyuyor olan biteni, cami bakıcısı
oluk oluk kanını temizliyor yerden. Arap sabu8
Özen Uğurlu
birden çakılıyorsun yere, bir uçurumdan
düşermiş gibi, etrafın karanlıktı saatte yüz
kilometre gibi geliyordu sana süratin ve sonsuzdan yuvarlanıyormuşsun gibiydi düşüşün;
aşağıya ve daha da aşağıya. Çarpıyorsun.
Taş, kaya, toz... Eğer bir canın olsaydı acırdı,
emindin. Oysa yoktu ne nefes alacak kudretin
ne son bir damla musluk suyu. Adam kazıyor,
dilinde bir türkü: “Tokat’tan mı geliyon da kız
sen namuslu musun? Ben seni alacağım da
söyle namuslu musun? Yola yolladım seni de
yollar yormasın seni, Hızır elinden tutsun da
bana yollasın seni...”
Sonra sen daha da aşağıya düşüyorsun,
karınca yuvalarını görüyorsun sonra daha
aşağıya iniyorsun, düşüyorsun, bir bebeğin
ana rahmine düşüşü gibi düşüyorsun, sonu
vardı biliyorsun, artık bitmişti, biliyorsun.
Bir ağırlık hissediyorsun üzerinde ve bir
şangırtı, keskin bir cam parçası kefenini yırtıp
saplanıyor derine. Alıştığın suyla karışmış
şarap kokusu... Toprak geliyordu üstüne dolu
dizgin, bir enkaz gibi, bir ölüm gibi geliyordu üzerine kahverengi toprak. Kum kum,
tane tane ve iri iriydi. Bir bocalanıyordu
bir duralıyordu, üzerine serpiştiriliyordu
doğadan örtün. Hâlâ aynı şarkı inlerken
dışarıda, sen bedenine artık giremeyen
havanın toprakta çıkardığı sesi duyuyordun. Farklı bir dünya... Karıncalar çözüyor
yavaşça kefeninin düğümünü, bir tanesi bir
cam parçası konduruyor parmağına, bir
başkası usulca açıyor gözlerini. Sen görüyorsun tam da o an... Bedenini hissetmediğin, o
uyuşmuşluk anında adamın sırıtan suratını,
olmayan dişlerini, yüzündeki simsiyah iri iri
gözlerini, katilini görüyorsun...
9
-Şiir Yarışması Birincisi-
zikir
Alperen Elibol
ben ne tallitler eskitmiş
haham
ne mekşuf edilmiş
gizim
üfürsem eğer
düzenbaz sokak kadınlarına
müstehcen
cehennem nefesi kadardır
nefsim
pamuktan dövülmüş
gürz
ensest bir
haramzadeden doğma
serazat da olsam
rah/ne/dar olursa
olsun
rast olamam
10
-Şiir Yarışması İkincisi-
Yağmurlar
Kendi nefesinde tıkanır, kendi gözyaşında boğulur mu insan?
Ölür bile, ben öldüm.
Kaçıp kurtulamadığım karanlık bulutlar vardı peşimde
Ve mevsim, her daim kıştı içimde
Anladım korkular bir ömür boyu,
Ama her defasında korktum başka biçimde
Ondandır ki hiç durmayan yağmurlar beni ıslatıp/durdular
Üstüm başım hüzün içinde kaldı
Saçlarımdan aktı yalnızlık
Çıkaramadım sesimdeki pişmanlık lekelerini
Elime yüzüme bulaştılar.
Yağmurlar, yağmurlar, yağmurlar
Usul usul gözlerime doldular
Yanaklarımdan her süzüldüğünde damlalar
Benden bir şeyler daha çaldılar.
Anladım kaçış yok kendinden
Bulutlar beni yakaladılar.
11
Alanur Üner
-Şiir Yarışması Üçüncüsü-
Kaktüs
Kaan Ertek
Kesik üstüne kesik
Damla peşinde damla
Bir yolculuk var elbet
Sessiz, soğuk parmaklarda
Gelemem, dokunamam sana
Mavi bir girdap olursun
Bakarsın, kaybolurum
Seninle, sensizliklerde
Diken, diken, diken
Avuçlarımda biriken
Bırakmazlar tutayım ellerinden
Öyle bir yol ki bu
Sonu cehennem
Ben zaten yanmalarda
Ben zaten sahipsiz
Fakat yakarlar be seni
Kaktüslerin en güzeli
12
DON JUAN’IN
GECESİ: “BİRÇOK
KEZ DAHA AŞK”
DOLU BİR DÜNYA
Z. ELçin Metin
efsanevi bir kadın avcısıdır. Kadından kadına
gitmesi aşk yoksunluğundan ya da gerçek aşkı
arama tutkusundan değildir. O, her kadının
ona yeni bir şey kazandıracağını umar ve her
kadında aşkı bir kez daha yaşar. Bu durumda
bazı kadınların Don Juan’a bağlanmaları ve
aldanmaları da kaçınılmazlaşır. Don Juan’ın
kadınlarından biri “En sonunda sana aşkı
Kadıköy, Moda’da, Oyun Atölyesi’nde
koltuğunuza oturuyorsunuz. Eric-Emmanuel Schmitt’in yazdığı, Şehsuvar Aktaş’ın
dilimize kazandırdığı ve Kemal Aydoğan’ın
yönettiği “Don Juan’ın Gecesi” adlı oyunu
izlemek üzere buradasınız. Işıklar kararıyor,
artık bütün gözler sahnede. Önünüzdeki
birkaç saat için, kendi gerçekliğinizden tamamen sıyrılıp sahnedeki dünyanın içinde
bulacaksınız kendinizi. Onlar kadar yaşamış,
öğrenmiş olacaksınız ve belki de tiyatro türü
doğduğu ve devam ettiği için bir kez daha
minnet duyacaksınız.
Sahne tozlu, birkaç sandalye ve bir
tablo haricinde boş denebilir hatta. “Don
Juan’ın Gecesi” oyunculuğun ve metnin ön
planda olduğu bir oyun.
Oyun, oldukça gizemli bir telaşla
açılıyor. Düşes, beş kadının katılacağı bir davet
veriyor. Karakterleri tanımaya başladığınızda
ortak bir yönlerini bulmakta zorlanıyorsunuz;
çünkü birbirlerinden çok farklılar. Fakat çok
geçmeden anlıyorsunuz: hepsi “Don Juan’ın
kadınları” ve onu yargılamak üzere bir aradalar.
Don Juan, her kadını baştan çıkarabilen
13
verdim!” diye haykırır. Don Juan, buna gülümseyerek “En sonunda mı?” der, “Hayır, bir
kez daha!” Don Juan’a göre neden çok sevmek
varken ender sevmek gereksin ki?
Oyunda kadın-erkek ilişkileri, aşk, cinsellik, hazzın yüceltilmesi, sadakat, ahlak gibi
kavramlar işleniyor ve birçok kez kadın doğası
ve “Don Juanlık” hakkında düşünüyorsunuz.
Temalar oldukça güncel olduğu için kendi
hayatınızla bağdaştıracağınız çok şey buluyorsunuz. Aşk tanımının oyun karakterlerine
göre nasıl değiştiğini görüp şaşırıyorsunuz,
bir karakterin yaşadığı değişimle birlikte
aşk kavramının da değişebileceğine tanık
oluyorsunuz. Örneğin, Milan Kundera’nın
“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” isimli
kitabında aşk, hazzı değil, uykuyu paylaşma
isteği olarak görülürken Don Juan’ın “Ben
aşkı etekli sanırdım.” cümlesi, oyunun en etkileyici cümlelerinden biri oluveriyor.
Sören Kierkegaard’ın “Kahkaha Ben-
den Yana” isimli kitabında Don Juan için
şunlar söyleniyor: “İdealini gerçekleştirmek
için yeterince şevkli olmalı. Kadeh
şakırtılarının şenlikli havasında yer alacak
kadar zevk sahibi, bir ölümün bırakıp gittiği
kesinlikte bırakıp gidecek kadar akıllı olmak,
tekrar eğlenmeyi isteyecek kadar da deli. İşte
o zaman tanrıların ve kızların sevgilisi olunur.” Don Juan rolündeki Haluk Bilginer’in
oyunculuğu o kadar görkemli ve gerçekçi ki
Sören Kierkegaard’ın bahsettiği özelliklerin
hepsini onda bulabiliyorsunuz.
Oyunda, “Don Juanlık” yanında kadın
doğası da ilgi çekici bir biçimde işlenmiş.
Kadınlar, Don Juan’ın hayatı boyunca çok
sayıda kadınla birlikte olduğunu; hatta onları
hatırlamadığını içten içe biliyorlar. Yine de
ona öyle bir hayranlık duyuyorlar ki onun için
özel olmak istiyorlar. Don Juan’a bu umutla
yaklaşıyorlar. Her ne kadar onu yargılamak
ve cezalandırmak için orada bulunuyor olsalar da ondan etkilenmekten kendilerini
alamıyorlar.
Haluk Bilginer’in yanı sıra oyundaki kadın rolleri de çok başarılı! Karakterler birbirlerinden çok farklılar ve oyuncular
öyle seçilmiş ki her karakter oyuncusuyla
bütünleşiyor. Bir rahibenin, bir kontesin, bir
yazarın aynı erkekten aynı şekilde etkilenmelerini izlerken hem şaşırıyor hem de gülüyorsunuz.
“Don Juan’ın Gecesi”nin sonunda sizi
kocaman bir sürpriz bekliyor. Bu sürpriz, sadece oyunun temalarıyla muhteşem bağlantılar
kurmakla kalmıyor, sizi de fazlasıyla etkiliyor.
Oyunun dünyasından kendi gerçekliğinize
dönmek için biraz zamana ihtiyaç duyuyorsunuz. Her zaman olduğu gibi tiyatro sahnesine büyülü bir seremoniyle veda ediyorsunuz. Oyuncular bir anda karakterlerinden
sıyrılıyorlar, gülümsüyor ve selam veriyorlar.
Alkışlıyorsunuz, siz de gülümsüyor ve tiyatro
var olduğu için minnet duyuyorsunuz.
Kaynakça: www.oyunatölyesi.com
14
Toz
Burcu Küçükoğlu
Toz olup gidiyorsun gözlerimin önünde,
Ordasın, biliyorum, dokunabiliyorum ellerine.
Bir o kadar da yakınsın ama yokluğa,
Bir ana bakıyor gülümsemenin kaybolması.
Ağlamamak için neden bu kadar çaba?
Hayır, karışamaz kimse, etkileyemez seni,
Onlar da farksız tozlardan.
Kısa bir süreliğine karışıp birbirimize,
Ayrılıyoruz sonra ebediyete,
Gidiyoruz birbirimizin hayatlarından.
Toz olup gidiyorsun şimdi gözlerimin önünde,
Dokunmak istiyorum eskisi gibi,
Çok geç, gelmiş bile o hep beklediğin
Ama erişmek istemediğin an.
Benim elimde değil aksine çabalamak, ağlıyorum.
Ve sen teselli edemiyorsun beni,
Sen de farksızsın artık tozdan.
Bana karışan tozlarını da alıp,
Ayrılıyorsun ebediyete,
Gidiyorsun hayatımdan.
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
15
Melis Ayça Burniku
Mutlusun
mutlusun…
ya da öyle olmak için çabalıyorsun
yapayalnızsın ve bir o kadar da hazırlıksızsın gelecek güne
rüzgâr bile korkmuş nefretinden
çekilmiş bir kenara, rahat bırakmış yaprakları
onlar da suskun yüreğin gibi
paramparça olmuşlar; ama yok itirazları.
daha yolun başındasın
yağmur demek, gökkuşağı demektir
karanlık, aydınlığın habercisidir
unuttun mu ne derdi annem
kışın ardından bahar gelir…
gideceksin buralardan
bambaşka şehirler kuracaksın kendine
kimseler bilmeyecek adını
kanatların yanacak güneş ışığında
gökyüzü daha bir mavi, elma daha bir kırmızı görünecek gözüne
sümbüller daha güzel kokmaya başlayacak belki de
16
Belim
Ağrıyor
Pınarnaz Eren
B
elim ağrıyor. Yaş olmuş kim bilir kaç...
Tam da “Uzanmışım kumsala güneş
yağar içime!” günlerimden birindeyim.
Sabahları uykumu almış hissettiğimde hep
böyle olur zaten. Aslında uykuyu almışlıktan
gelen bir neşe değil bu. Yok yok, en önemlisi
neden uykumu almış hissetmem: Rüyamda
yeniden canlanan, bilinçaltı mıdır nedir şu
hafızamın bodrumunda barınan anılar…
Yaş olmuş kaç demekle yaşlanılmıyor, sen,
geçmişi özlemeye başlarsan o zaman hayat
seni değişmekten bıktıracak kadar “geçmiştir”
demek. “İşte, rüyalarında anılarını görüp kendini o anlara hâlâ ulaşabileceğine inandırmaya
başladığın zaman yaşlanacaksın.” derdi
büyükbabam. Ne yazık ki o daha hatırlanacak
anılarını biriktiremeden, zamanı mumyalamadan, ben onu tanıyamadan, Tanrı’ya “Ben
kimim?” demeye gitti.
Ufak denemeyecek, hatta ikiyüzlü
İstanbul’un köşklerini kendine rakip bile
görmeyecek kadar büyük bir evimiz vardı
adanın ortasında. O zaman nerde bu internet, bilgisayar…(Gerçi şu an bile bizim adaya
teknoloji yerleşti denemez! Göçer gibi oldu,
ama biz onun barınmasına izin vermedik!)
Sabahları babamlar, dedemler -kaç tane baban ya da deden var esprisini yapmayın lütfen! Biz ada halkı olarak aileden farksızdık,
severdik de döverdik de- ağları alırlardı ellerine, ben daha gözlerimi açmadan onlar uyku
sersemi balıkların açlıklarına dayanamayıp
ölümüne yemelerini beklerlerdi. Bu balık tut-
ma durumunu pek anlatasım yok açıkçası…
Tamam, denize aittim ama ağlar hiç ilgimi
çekmedi. Benim uyku sersemi balıklardan
daha çok avlayacak “şey”im vardı. Hem ben
öyle denizle, karayla ya da havayla da sınırlı
değildim. Ben, kendi hayatımı kendim
yarattım. Önceleri beğenmediğim gerçekliği,
resmederek değiştirmek istedim. Sağ elimin
cilvesi olsa gerek aklımdan geçenleri bir türlü
kâğıda dökemedim, hayal gücüm hiç tatmin
olmadı. Ben de sözcüklerle tanıştım. Güzel
konuşan bir çocuk değildim ama biliyordum
ki yazarken “Ağızdan söz bir kere çıkar.” diye
bir gerçeklik yoktu… Sözcükler sevmediğim
bu olguyu bile değiştirmeye yetecek kadar esnek. Kâğıt üzerindeki sözcükler…
Sınıfın son okuma yazma “sökeni”
olarak anneme yaşattığım hayal kırıklığını
hiç unutmadım. Okuma yazma mı beni söktü, ben mi onu, hâlâ karar veremem. Derken
sonra ikisiyle de arkadaş olduk. Aslında bu
arkadaşlığı yaratan “Yaşadığım hiçbir şeyi
unutamamam.” gerçeğiydi. İnsanların sözleri
o “bodrum”a kaldırılır, ama hiç tozlanmazdı.
Bir insanın yüzüne bakarken depodaki dokümanlar da o kişinin görüntüsünün yanında
yanıp sönerdi. Yaşananları unutamıyordum
ama değiştirebilirdim. Değişim korkağı olsam
da bu konuda cesurdum; yani ben sözcükleri
iyi amaçla kullandım. Doğal bir sevgim vardı
her “şey”e. Bu sevgim kirlenmesin diye, dans
ederken sürekli ayağıma basan hayatımı yeni
baştan sözcüklerle yarattım. O yüzden pek
17
de arkadaş canlısı sayılmazdım. İnsanlardan
korkmayı okumadan önce öğrendim,
sevgisizliği görmeyi… Bunu kabullenemedim bir türlü; ben de değiştirdim. En azından
buna çabaladım.
Yaşım ilerledikçe umudum, hayallerim, çaresizliğim de şişmanladı. Önce adadan
kurtulabilmek için şu “akıl dışı” lise kazanma
sınavlarına girdim. Ada bana dar geliyordu;
benim hayalimde yarattığım dünya orada
yoktu! Ben, zaman geçtikçe, yeryüzünde
hayallerin
gerçeğe
dönüşebildiğini
öğrenmiştim; her ne kadar çocukken bunu
göz ardı edebilsem de... Hâlbuki hayatı hayal
sanmak ne safçaymış! Ellerime ağ değmesin
diye kalem ve kitaba gömdüm onları. Sonra bir gün sınav sonuçları geldi. (Aradaki
zamanı sormayın, hafızam iyi desem de
fazla ayrıntıya yer yok “bodrum”da.) Sınav
sonucumun yazdığı kâğıt benim için hayallerin gerçeğin bedenine girebileceğinin bir
işaretiydi. Gerçekte ise bu, karşıdan karşıya
geçerken elimi tutan anne elinin kesilişiydi…
Artık istesem de tutamam ki o eli… İstanbul’a
gidip liseye kaydımı yaptırdığımda kesilen
anne eli, beni kana susamış hayatın arabaları
için kolay bir hedef hâline getirmişti. Annem
yokken içimde bir boşluk hissederdim. (Çok
basmakalıp oldu ama emin olun, bu sözcük
grubunu benden başka hiç kimse daha iyi
hissetmemiştir!) Başta annemle ilgili öyküler yazdım, şiirler yazdım, romanlar yazdım.
Her türü denedim, ama sözcükler her şeyi
değiştiremiyormuş işte! Bunu anladığım an,
saflığım havada patladı. Eskiden gerçekleri
sözcüklerle değiştirmeye çalışırdım; İstanbul,
kendime her gerçeğe karşı başka bir kıyafet
dikmeyi öğretti bana. Bu kıyafetlere sığmaya
çalışırken dengesiz, orantısız bir “şey” oldum.
Adadan geliyorum ya, fazla doğal ve sevecen
geldim bu baştan kokan şehre, ama kendimi
değiştirmeye çalışmam bir hataydı. Uğruna
şiirler yazmışlarmış, peh! Senden bir halt
olmaz İstanbul!
Kendimi tanımaya çalışırken beni
sıkıştıran gerçeklere karşı tek limanım
vardı. Belki karşıdan karşıya geçerken elimi tutmuyordu ama en azından yanımda
yürüdüğünü hissediyordum öğretmenimin;
tüm açıklığıyla gösteriyordum ona sevgimi. Sonraları, sevgim fazla gelmeye başladı
ona. O bile sıkıldı sanki benden -ya da ben
abartıyorum ama kendimi üzmek istediğimde
hep bu düşünceyi tekrarlıyorum.- O da haklı
canım! Annesi babası olmayan bir çocuğun
elinde patlamış sevgisini ne kadar kabul edebilirsiniz ki? Her şeye rağmen ne tatlı insandı
edebiyat öğretmenim. İnsanlar bazen beni
ona benzetirlerdi, sevinçle gülümserdim. Güzel bir günün akşamında yatağa yattığımda
hemen ona içimdekileri anlatmaya başlardım.
O, yanımda olmadığında da benim tek
sırdaşımdı. O varken içimdeki boşluk daha
az acırdı, bunu fark edince şaşkınlıktan ona
anlatacaklarımı unutur, saçmalardım. Biraz fazla sevgi yüklemişim sırtına ama bunu
yapmasaydım, zehirlenecektim içimde çürüyen sevgiden ve sevgimi hak eden tek insan
oydu.
Bu yaşlara kadar hep biraz “bunalımlı”
olanlardandım.-Aslında gülmek bana çok
yakışır; gülerken yüzüme çektiğim çizgiler, mutluluğun tanımını arayan “kör”lere
bile yeter.- Edebiyat öğretmenim beni
değiştirdikten sonra içimdeki boşluğu bile
kabul edip sevebilecek bir hâle geldim. Her ne
kadar bazen sevgim taşınamayacak kadar ağır
olsa ve belimi ağrıtsa da… Neden sevmeyi bu
kadar çok sevdim biliyor musunuz? Sevgiden
başka hiçbir şeyim yoktu da ondan. Annem,
yok. Babam, unutuldu. Edebiyat öğretmenim,
kendi çocuğunun sevgisini taşıyabiliyor
sadece. Hayallerim? Yalana yer yok artık
hayatımda. Baktım değiştiremiyorum, sevmeye başladım ben de. En korkunç olanı şu
ki en sonunda içimde çürüyen sevgimi edebiyat öğretmenim bile kabul edemedi ve zehirlendim “aşırı doz”dan. Artık sevmemeyi ve
sevilmemeyi de seviyorum.
Amma çok konuştum yine. Sabahın
yarım saati boşa geçti. Bugün ne yapsam ki?
Çıkıp insanlarla mı tanışsam? Dur, şu aşağı
mahallede oturan dostumu ziyaret edeyim,
biraz belim ağrıyor da…
18
Bir
Sincap
Gibi
Fırat Özderen
A
nımsayalım her zaman: yaşıyor olmak
yalnızca nefes alıp vermekten çok
daha büyük bir çabayı gerektirir.
Pablo Neruda
Yaşamak zahmetli bir iş midir? Gerçekten nefes almanın dışında yapılması
gereken zorunluluklar mı vardır yaşadım
diyebilmek için? Her an farklı bir hareket sergilemek için sarf edilen çabaysa eğer hayat; o
muhteşem hayatı ve onun güzelliğini hissedebilen o ‘şanslı’ kişilerden olmak istemiyorum.
Her bir andan sonra bir öncekinin
anı olduğu yaşantınızda alışkanlıklarınızın
oluşmasına izin vermemek ve sürekli yenisini
okumak, yazmak, izlemek, araştırmak, bulmak ve hızlı bir şekilde kaybetmek ne kadar
içinden çıkılması imkânsız bir davranıştır. Ve
sürekli bunun hakkında düşünmek ne büyük
baskı oluşturur benliğinizde siz fark etmeden. Oysa sabah çiy damlalarının parıldattığı
dut ağacının üzerindeki tırtıla bakın. Ne
kolay hayattır onunki ve sizin ona, hayır sen
yaşamıyorsun, demeniz ne kadar gariptir!
Dört duvarın çevrelediği hüzün
kokan bir hücre içerisindeki tutuklunun -ki
bu tutuklu her gün aynı eylemleri yapmaya
mecburdur- yaşamadığını iddia etmek koca
bir hayatı görmezden gelmekten başka bir
şey değildir. Yaşamak veya yaşayabilmek,
her gün aynı kaptan yemek yemeye ve aynı
bardaktan su içmeye mecbursanız ağır basar.
İşte, o zaman yaşamanın büyük bir mucize
olduğunun farkına varırsınız.
Ve bir de iç dünyanızla baş başa
kaldığınızda yaşarsınız deli dolu. Sadece
düşünmek ve orada olduğunuzu hayal etmek tek yapmanız gereken. Pazartesi günü
değişiklik amacıyla okula gitmemekten veya
ailenizin yapmamanız için öğütlediği tehlikeli bir şeyi yapmaktan çok daha anlamlıdır
yaşamak ve nefes alıyorum diyebilmek gözlerinizi kapatıp.
Daha sonra sırtınızı yaslayıp buz gibi
beton duvara içeri süzülen güneş ışıklarını
seyrederken uykuya dalmak… Hayatın hiçbir
zorunluluk ve gayret derdine düşmeden
yaşanabileceğini fark etmek… Bir sincap
gibi mesela yaşamanın dışında başka bir şey
beklemeden*. O zaman daha mutlu olacaksın
yaşamanın hem nefes almak kadar basit ve
hem de vahşi hayat kadar ihtişamlı olduğunu
anladığında.
*Nâzım Hikmet, Yaşamaya Dair
19
Arda Eren
Minik
Batuhan Sicimoğlu
Ürkek gözleri ve
Duyulmayan sesiyle
Sordu minik serçe:
Yıldızları bana kim anlatacak,
Bütün iyiler ölünce?
20
Aynı
Yağmurun
Altında
D
Begüm Kilimcioğlu
Her bir damlanın vuruşu beni o
güne götürüyordu. O gün de böyle yağmur
yağıyordu. Gidip o ıslak bankın üzerine oturdum. Ellerimi bankın üzerinde gezdirirken
anılar beynimi işgal etmeye başladı. Ihlamur
ağacının kokusu, bankın kahverengisi beni
o güne götürmeye yetiyordu. Anılarımla ne
kadar savaşsam da bir şekilde burası bana
onu, o günü hatırlatıyordu. Yıllar sonra
ben yine aynı yerdeydim. Aynı bankta, aynı
yağmurun altında, aynı ıhlamur ağacının hoş
kokusuyla sarhoştum. Başladığım yerdeydim.
Bittiğim yerdeydim. Ama ileri gidebilmek
için önce geçmişi bırakmalıydım ardımda.
Yüzleşmeliydim geçmişimle. Her parçasıyla.
Acısıyla tatlısıyla geçmiş benim geçmişimdi.
Ne yaparsam yapayım silinmeyecekti. Tek
şahidim, işte, bu yıllara meydan okuyan bank
ve yaşlı ıhlamur ağacıydı. Hayatımın en önemli
anlarına tanıklık etmiş, hayat denen sahnede
benim oyunumun oyuncuları olmuşlardı. Bazen arka planda dekor olarak kalmışlardı, bazen de oyunun ta kendisi olmuşlardı. Mekân
hep aynıydı, ben de hep sahnedeydim.
ışarıda bardaktan boşanırcasına
yağmur yağarken fırladım sokağa.
Üstümde ne şapkam, ne de montum
vardı. Koşmaya başladım, nereye gittiğimi
bilmeden. Ayaklarım beni nereye götürürse
oraya gidecektim. Yağmur yağarken ağlamak,
küçüklüğümden beri bir kaçış yoluydu benim
için. İnsanların ağladığımı fark etmemesi için.
Gözyaşlarımla yağmur damlaları karışıyordu
birbirlerine; bir bütün oluyor, sanki yıllardır
birbirlerini aramış ve yeni bulmuş âşıklar
gibi sarılıyorlardı. Tüm gücümle koştum;
zamanı, yeri bilmeden. Gözyaşlarımdan
etrafımı bulanık görürken düşüncelerim
sakin bir deniz kadar berraktı. Ayaklarımın
beni götürdüğü yere kadar koştum, ta ki
ayaklarım bana ihanet edip beni durmaya ve
düşünmeye zorlayana kadar. Düşüncelerim
ne kadar berrak olsa da yüzleşmek de bir
o kadar zordu. En sonunda durduğumda
oradaydım. Yılların eskittiği bank, duvarı
döven hırçın dalgalar ve eski dostum ıhlamur
ağacı. Sırılsıklam olmuştum, her bir damlanın
düşüşüyle biraz daha ağırlaşıyordum.
21
Kazağımın ucuyla gözyaşlarımı sildim, yenilerine yer açmak için. Ne de olsa
gözyaşlarım akmaya başlamıştı bir kere.
Gençliğimin tüm öfkesi, tüm isyanları,
söylenememiş her söz bu yaşlarla birlikte
akmalıydı. Yıllarca içimde tuttuğum tüm
acıları bırakmanın zamanı gelmişti. Hâlâ
gözlerimi her kapadığımda onu görüyorum,
kulaklarımda onun gülüşü çınlıyor. Unutmaya çalışıyorum ama yapamıyorum. Her
seferinde baştan seviyorum. Ellerimden kayıp
gitmişti aşk, kaybetmiştim. Tıpkı yağmur
damlalarının bankın üzerinden süzülüşü
gibi, aşk da benim ellerimin arasından
süzülüp gitmişti. Sıkı tutamamıştım; hâlbuki
bilmeliydim ki aşkı kazanmak ne kadar zorsa
kaybetmek de bir o kadar kolaydı. Kalktım,
yürümeye başladım. Ağaçtan ve banktan
uzaklaştıkça anılarımdan da uzaklaşıyordum.
Bir kere baksaydım gözlerinin içine; “gitme”
deseydim, “kal” deseydim, “seviyorum” deseydim; ama gururum işte... Diyemedim,
“gitme, kal” diyemedim.
Tekrar koşmaya başladım ama bu
sefer unutmak için. Geçmişi silmek için,
umutsuz bir çabaydı işte. Dibe batmıştım,
çabaladıkça daha çok batıyordum. Son
çırpınışlarımdı bunlar. Kurtulmak için son
şansımdı. Fısıldadım rüzgâra: “Tanrım, onu
kaybetmeme neden izin verdin?” Sesim
rüzgârın uğultusuna karıştı. Biz kavuşamasak
da seslerimiz kavuşur belki bir gün. Belki
rüzgâr beni sana getirir. Belki bir gün sen de
rüzgârı dinler, sesimi duyarsın.
*Öykü yarışmasına katılmıştır.
Arda Eren
22
Sonsuz
Mavilik
Sen gittin
Ne sonsuz olmayı
Ne de beni hak ettin.
Belki derin denizin boğdu beni sularında
Belki sığlığında kaldım nefessiz.
Silmeye çalıştım bıraktığın izleri,
Yeni dalgalar vurdurdum sahilime sen yokken,
Yeni salkımlar astım geceye ışıktan
Ama sen gittin.
Başka sahillerde iz bırakmaya
Başka denizlerde benim gibi boğulmaya gittin.
İzlerin kaldı bir tek
En güçlü dalgalar gelse bile silinmeyeceğini bildiğim.
Sen gittin
Nice ilkbaharlar, nice yazlar geçirdi kalbim
Tutkuyla yaşadım her mevsimi
Coşkuyla izledim yokluğuna rağmen izlerinin silinmeyişini
Güneş açmışken yağmur yağdırdım
Dünyam karanlıkken gökkuşağını koydum gökyüzüne
Ve sana inat, her şeyi boyadım maviye
Maskeler takıp pamuktan
Yeni suratlar çizdim boya kalemleriyle.
Ama sen! O sonsuz mavilik!
Sen gittin…
Arkana bile dönüp bakmadan, öylece gittin.
Sen, ne sonsuz olmayı,
Ne de beni hak ettin.
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
23
Setenay Gel
Büşra Yen
Yalnızlık
Çukuru
Bağırıyorum dağlara, göllere, çöllere,
Bakınıyorum ne aradığımı bilmeden.
Anlayamıyorum beynimdeki karmaşayı,
Susturmaya çalışıyorum kalbimden gelen sesleri.
Çığlık atmak geliyor içimden,
Çekip gitmek ya da sürüklenmek...
Kaybolmuş benliğimde yok olmak,
Kırılan dallarımı savurmak istiyorum aniden.
Yakalayamıyorum içimdeki mutluluğu,
Neye dokunsam soluyor, bükülüyor âdeta.
Zevki, sefayı ve şevki hatırlayamıyorum,
Hayallerim gerçekleşse de alamıyorum tadını.
Bulamıyorum arkadaşları ve insanları,
Anlıyorum içimdeki boşluğu ve isyanı,
Yalnızlığıma yanıyorum ve yakarıyorum,
Değiştirmek istiyorum dünyamı bir başkasının elleriyle.
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
24
Beklerken
P
Fulya İdil Keskin
Koltuğa geri dönmeden televizyonu
açıp haberlere bakmaya karar verdi. Televizyonun düğmesine basmasıyla birlikte evin
içini maç anlatır gibi Nişantaşı Abdi İpekçi
Caddesi’ndeki yılbaşı hazırlıklarını anlatan
muhabirin heyecanlı sesi doldurdu. Muhabirin anlattığı caddeye baktı, her yer nasıl da ışıl
ışıldı. Pırıltılar onu geçmişe götürdü.
Eşiyle ilk defa bir yılbaşını yurt
dışında geçiriyorlardı. Paris’e ilk gelişiydi.
Havaalanından otele giden yol boyu
ağaçlara asılmış küçük lambalara ve süslere
bakmış, şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. Evleri anlıyordu ama sokakların böyle süslenmesi inanılmaz gelmişti ona. Hele harcanan
elektriği düşününce annesi aklına geldi,
hep açık kalan ışıkları söndürür, bir yandan
da “devletin parası boşa gitmesin” derdi.
Koca Fransa’nın elektriği ne kadar çoktu ki
boşa yanan yüzlerce lamba vardı. Eşi onun
şaşkınlığına gülüp “Hristiyanlar için Noel çok
önemlidir.” demişti.
Otele yerleştikten sonra Champs-
erdeyi aralayıp yağan kara baktı,
gökyüzünden aşağıya beyaz kristaller
düşüyor gibiydi. Çocukluğundan beri
ne zaman kar yağsa içini büyük bir mutluluk
kaplardı. Belki de bunun sebebi karla ilgili
hep güzel anılarının olması, belki de babasıyla
ilgili hatırladığı tek güzel anının kardan adam
yaptıkları gün olmasıydı. O günü hatırlayıp
kendi kendine gülümsedi.
Evin önünden geçen caddenin sonuna
kadar baktı, kardan adam yapan çocuk var
mı diye. Sadece yağan karın farkında olmayan, alışveriş poşetleri ile koşturan kalabalığı
gördü.
Pencerenin yanındaki koyu yeşil
kadife koltuğa tekrar oturdu. Koltuğun
yanındaki sehpada duran telefonu açıp sinyal
sesini kontrol etti, hat açıktı. “Bugün mutlaka
beni arar.” diye mırıldandı.
Okunan ezanın sesiyle ilaç saatinin
geldiğini fark ederek kalktı, yavaş yavaş
yürüdü, masanın üzerindeki bardağa su doldurup ilaçlarını içti.
25
Elysee’de yürüyüşe çıktılar, kar da yağmaya
başlayınca şaşkınlığı, yerini neşeye bırakmıştı.
Paris’in Noel ağacı gibi süslenmiş o en ünlü
alışveriş caddesinde gülerek dolaşmışlardı.
Birden muhabirin sesi ile kendine
geldi. Caddeden yürüyenlere mikrofonu
uzatıyor, bu gece ne yapacaklarını soruyordu.
İşten yeni çıkmış ve acelesi olan bir kadın
“Evdeyiz işte. Çoluk çocuk ve büyüklerle
birlikte masanın etrafında oturup hep beraber yemek yiyeceğiz. Bu da bizim yılbaşı
kutlamamız.” dedi.
O sırada yanında durduğu kocaman
ceviz masaya dalgın dalgın baktı, yardımcısı
Melek’in örüp hediye ettiği beyaz dantel masa
örtüsünün üstünde olmayan tozları temizledi,
annesinden kalan vazonun içindeki çiçekleri
düzeltti. Bu masada kaç yıldır yılbaşı yemeği
yenmemişti ama o, vazodaki çiçekleri her
pazartesi sabahı erkenden değiştirirdi. Annesi “Masada her zaman taze çiçekler olmalı,
çiçeklerin kokusu eve hayat verir.” derdi.
Yılların alışkanlığı ile her pazartesi apartman görevlisine yeni çiçek aldırırdı. Eğilip
çiçekleri koklarken bir başka yılbaşı gecesini
daha hatırlayıp kendi kendine gülümsedi.
O yılbaşı gecesi tüm aile onlarda
toplanacaktı; çocuklar küçük olduğu için
dışarıda kutlamayı epeydir bırakmışlardı.
Sabahtan beri hazırlık yapılıyordu. Melek’le
birlikte çocuklara parmaklarını yedirecek
yemekler yapmışlardı, hele tatlılar bir gün
önceden hazırlanmıştı. Tabii ki saat gece
yarısını vurduğunda yerken bir yandan
dilek tutulacak kabak tatlısı da masada yerini almıştı. Bütün aile masanın başında
toplanmıştı, on beş kişinin şen sesi birbirine
karışıyordu. Oğlu bir ara çatalı kadehlerden
birine vurmuş, “Bu güzel masa için annemi
alkışlayalım!” diye bağırmıştı. Oğluna sarılıp
öpmüştü, o kahkahanın hâlâ kulaklarında
çınladığını hissetti.
Muhabirin sesi: “Şimdi de Ankara’ya
bağlanıyoruz. Oradaki hazırlıkları dinleyelim.”
O sırada gözü aynadaki görüntüsüne
ilişti. Aynadaki beyaz saçlı, kırışık yüzlü ihtiyara hüzünle baktı. Bu görüntüde yıllardır
sadece bir çift mavi göz ve boynundaki iki
sıra inci değişmemişti. Sabah tarayıp sımsıkı
topuz yaptığı gümüş saç tellerinden bazıları
firketeden kurtulmuş, inatçı bukleler halinde
kulağının üzerinde sallanıyordu. Mavi gözleri eskisi gibi canlılıkla bakıyordu ama
yüzündeki kırışıklıklar yılların yorgunluğunu
ve tecrübesini anlatıyordu. Birkaç saç telini
çabucak topuza sıkıştırıp incileri düzeltti.
Yaşlı kadın eklemlerindeki ağrıdan
dolayı ayaklarını sürükleyerek telefonun
yanına gitti ve bir kez daha sinyal sesini
kontrol etti. Sonra bastonunu eline alarak
ağır ağır mutfağa geçti.
Emektar yardımcısı Melek’in dün
akşam hazırladığı yemekleri masaya koymaya başladı. Melek ile neredeyse bir ömür
geçirmişlerdi, ellerinde büyümüştü. Onun
geldiği ilk günü hatırlıyordu. Kimsesiz olduğu
için bir akrabası tarafından köyden getirilip
ev işlerine yardımcı olsun diye ailenin yanına
verilmişti. O zamanlar ürkek bir kuş gibiydi.
Ona yemek yapmasını kendi öğretmişti, şimdi
Melek ünlü aşçılara taş çıkarıyordu.
O sırada kapı çaldı, heyecanlandı. Bu
yılbaşı akşamı kimseyi beklemiyordu. “Çöpü
almak için henüz erken; Cemal Efendi olamaz.
Kim gelir bu saatte?” diye düşündü. Kapıyı
açtı. Gözleri merak dolu iki yumurcakla
karşılaştı. Anneleri arkadan geliyordu, kadın
mahcup bir ifadeyle: “Kusura bakmayın,
çocuklar evi karıştırdı, yılbaşı için teyzelerine
getirdim de. Bir üst kattaki dairenin zili yerine yanlışlıkla sizinkini çaldılar. Mutlu yıllar
dilerim.” diyerek kapıdan ayrıldı. Kendi kendine “İnşallah daha görecek yıllarım vardır!”
diye mırıldandı.
Tekrar mutfağa döndü, Melek ona ne
çok şey hazırlamıştı. Kim yiyecek bunları,
dediğinde “Hanımefendi, yılbaşında âdettir,
hepsinden bir kaşık yersiniz.” demişti. Kabak
tatlısını ise özellikle istemişti, gece tam on ikide
dilek tutmak için. “Bir çatal yer, dilek tutarım.”
diye düşündü. Bu âdetten hiçbir yılbaşı gecesi
vazgeçmemişti. Her sene dileği olduğunda
kabak tatlısına bağlar, olmazsa da kabağın
iyi pişmemesine bağlardı. Oğlu da bayılırdı
onun elleriyle yaptığı kabak tatlısına. Birden
26
üniversite eğitimi için oğlu Amerika’ya gitmeden önceki son yılbaşı akşamını hatırladı.
Oğlu, o sene arkadaşlarıyla kutlayacaktı,
yemeğe kalmadan çıkıyordu. Tam eşikteyken
onu yakaladı ve tatlıyı çatalla uzattı. “Gittiğin
yerde olmaz oğlum, tatlını ye, dileğini tut.
Gece yarısı olsa daha iyiydi ya sen bilirsin...”
dedi. Oğlu gülmüştü: “Anne her yılbaşı kabak
tatlısı yediriyorsun, dilek de tutuyorum ama
hala beklediğim kız çıkmadı karşıma.“ Yine
de annesini kırmayıp bir çatal tatlıdan ağzına
atmış ve dilek tutmuştu. Sonra da “Hımm, bu
tatlıyı dünyada senin gibi yapan kimse yok!”
demişti. Nasıl da gururlanmıştı bu sözler üzerine.
O geceden sonra oğlu ile uzun
zamandır birlikte hiç yılbaşı kutlamadığını
hatırladı, birden endişeyle “Bunca yıldır
Amerika’da, yılbaşı geceleri kabak tatlısı bulabildi mi acaba?” diye düşündü. Onca yıldır
sormayı hiç akıl edememişti. Sonra da “Ben
onun yerine bu gece kabak tatlısı yiyip dilek
tutayım bari!” diyerek kendini rahatlatmaya
çalıştı.
Yemeğini yemiş, kabak tatlısı elinde
tam salona yönelmişken telefon çalmaya
başladı. Yaşlı kadın oğlunun sesini duyacak
olmanın heyecanıyla canlanmıştı. Her yılbaşı
gecesi mutlaka arardı. Bacakları elverdiğince
hızla yürüyerek telefona gitti ve nefes nefese ahizeyi kaldırdı. Bir banka telesekreterinin müşterilerine bıraktığı yeni yıl mesajını
duyunca bütün neşesi uçup gitti. Aniden
bastıran yorgunlukla yanı başındaki koltuğa
çöküverdi.
Sunucunun
“veee
18”
diye
bağırmasıyla irkildi, içi geçmişti. Televizyon, Milli Piyango çekilişini göstermeye
başlamıştı. Sunucu heyecanla büyük ikramiye
çıkan numarayı açıklıyordu.
Yukarıdan
tombala
oynayan
çocukların çığlıkları ve arada büyüklerin kahkahaları duyuluyordu. Çocukların
bağırışları ona oğlunun sekiz dokuz
yaşlarında ilk kez tombala oynadığı yılbaşı
gecesini hatırlatmıştı. Ona o yılbaşında tombala oynama sözü vermişti. Akşamı nasıl da
heyecanla beklemişti. Yemekten hemen sonra
tombala oynamaya başlamışlardı, numaraları
tek tek torbadan çekiyor, oğlu bir yandan
neşeyle bağırıyordu. “On üç dersen tombala
olacak, hadi ama anne on üç, on üç, on üüüç!”
Eşi her yıl birçok Milli Piyango bileti alır ve her sene “Bu sefer büyük ikramiye bizim!” derdi, ailenin geri kalanına da
umutla çekilişi beklemek düşerdi. Teselli
ikramiyesi veya amorti dışında bir şey çıktığı
görülmemişti. Genelde eşi sinirle biletleri
halının üzerine fırlatırdı, oğlu da yerdeki biletleri alıp uçak yapar, uçururdu.
Geçmişi düşünürken uzun süre hiç
hareket etmediği için ayakları uyuşmuştu,
ayaklarını gevşetmek için kalktı, konsola
doğru yürüdü, orada oğlunun resimlerine gözü takıldı. Küçükken deniz kenarında
kumdan kale yaparkenki resmine, ardından
lise ve mezuniyet resimlerine baktı. Hepsinde
nasıl da mutluydu. Sonra eline oğlunun
düğün resmini aldı. Oğlu resimde bir yandan
karısına sarılmıştı; diğer eliyle annesinin elini
sıkıca tutmayı ihmal etmemişti.
Yaşlı kadın çerçeveyi sıkıca tutup
özlem ve sevgiyle oğlunun yüzünü okşadı.
İki yıldır görmemişti onu, kokusunu içine
çekememişti. Geçen yaz işlerinin yoğun
olmasını bahane edip gelememiş, “Bu yaz
mutlaka geleceğim!” diye söz vermişti. Heyecanla yazın gelmesini bekliyordu.
O sırada saat çalmaya başladı, gece
on iki olmuştu. Yukarıdaki kutlama son hız
devam ediyor, müzik sesi geliyordu. Herkes
öpüşüp birbirinin yeni yılını kutluyordu.
Çocuklar da uyumuştu herhalde ki, sesleri
artık duyulmuyordu. Havai fişek gösterisi
de başlamıştı, evin duvarına renkli ışıklar
yansıyor, patırtılar duyuluyordu.
Aklına kabak tatlısı geldi, sehpaya
yöneldi. Yavaşça eğilip tabağı eline aldı. Bir
çatal tatlıyı ağzına götürüp gözlerini kapattı
ve yüksek sesle “Oğlum bu yaz İstanbul’a
gelsin, ertelemesin!” dedi. Daha ilk lokmada
tatlının şerbetini az buldu “Şekeri az olmuş
ama zaten şekerim bu aralar yüksek çıkıyor.”
dedi. Bir de oğlu için kabak tatlısı yiyip “En
çok ne arzuluyorsa o olur inşallah!” diyerek
onun yerine de dilekte bulundu.
27
Tatlıyı sehpaya bırakırken gözü telefona tekrar takıldı. Uykusu gelmişti ama
telefon çalar da duymazsam, yataktan kalkıp
yetişemezsem diye endişelenerek koltukta
oturup beklemeye karar verdi. Arada dalıyor,
sokaktan gelen seslerle irkilip gözünü açıyor,
sonra telefonu tekrar kontrol ediyordu.
Ertesi gün güneş açmış, bir önceki gün
yağan kardan eser kalmamıştı. Yollar çöpten
geçilmiyordu. Şehir, yılbaşının yorgunluğunu
yaşıyordu. Her taraf çok sessizdi, tüm şehir
uyuyordu. Evde derin bir sessizlik vardı. Birden telefon çalmaya başladı, ama yaşlı kadın
hiç kıpırdamadı, bir eli telefonun üzerinde
olmasına rağmen...
Zamanında çalmayan telefon şimdi
evin derin sessizliğini delercesine ısrarla
tekrar tekrar çalıyordu. Ama telefona cevap
veren olmadı.
*Öykü yarışmasına katılmıştır.
Ecegül Bayram
28
Renklerden
Karanlığa
Ç
ocuk... Şu dünyadaki en temiz, en
saf kalbi taşıyan varlık. Aklı yetmez
denir bazen onun için ama o görülmeyeni hayal eder; küçüktür diye dinlenmez
bazen, su içip susması beklenir ama o kendi
dünyasının kralıdır, bilinmez... Kimse bilmez
bu aklı yetmeyen çocuğun dünyasını, hayal
bile edemez onun kendi dünyasında ne denli
mutlu olduğunu.
O, kendi dünyasında, şu ana kadar gördüğü,
duyduğu, edindiği bilgiler doğrultusunda
mutlu mesut yaşayıp gitmektedir. Onun
dünyasında çimenler en yeşil, gökler en mavidir; pamuk şekerinden ağaçların, çikolatadan nehirlerin, dondurmadan dağların
arasında yaşar çocuk... Bir büyüğü mutlu etmek ne kadar zorsa onu mutlu etmek de bir o
kadar kolaydır. Bugüne kadar o kaç tane bulutu tavşana benzetip oynatmıştır gökyüzünde
oradan buraya, buradan şuraya ve kaç kere bu
kısa serüvenin verdiği mutlulukla gülümseyerek bakmıştır gökyüzüne... Bir anlam ifade
etmeyebilir büyükler için bir kaya; ama çocuk
yatan deveye benzettiği kayasıyla günlerce
eğlenebilir. Onu, çocukluğunu elinden alacak,
Deniz Bozdağ
devesiyle dalga geçecek veya çizdiği fil yutmuş
boa yılanını şapkaya benzeteceklerden koruyan, kayadan yapılma tankları, kurtları vardır,
bir okul çantası ya da bir efsanesi, Aytmatov’
un Beyaz Gemi romanındaki çocuğun, Maral
Ana’sı gibi...
Büyüklerdir onların dünyalarını yıkmaya
çalışan, ağzına şeker verip susmasını bekleyen,
fil yutmuş boa yılanı ile dalga geçen... Onları
tekdüze, hayal gücünden yoksun hayatlarına
çekmek isteyenler. Kendi dünyalarının da
küçük yaşta yok edilmesine mi bağlıdır, bu
çocukları rengârenk dünyalardan ayırıp siyah
beyaz dünyalarına çekmek istemeleri? Yalnız
kalmak mı istemiyorlar hayal gücü olmadan
inşa edilmiş kendi kapkara dünyalarında,
bilinmez... İnsanoğlunun doğal bir ihtiyacı
sanırım kendisi gibi olmayanları kendine
benzeterek yalnız kalmama çabası. Ne olursa
olsun çocuklar yine çocuk olarak kalmayı
başarabilmeliler, dünyalarını fethetmeye
çalışan büyüklere direnip onlara da biraz
hayal gücü tohumu vermeliler ki onlar da
karanlık dünyalarını renklerle süsleyebilsinler.
29
Başak Dağlıoğlu
Bitemeden
Biten
Şiir
Sabahlardan bir gece
Sabahın geceyi bulamadığı gece
Bir son yazmak istedi
Minik kasımpatı
Minik şiirine.
Bekledi ki ‘son’ olsun
Son nefesini verir gibi olsun
Son şarkısını söyler gibi olsun
Son saç telini
Üçe ayırıp örer gibi olsun
Bekledi ki şiiri ‘son’ bulsun
Sonu olsun minik kasımpatının
Ki Aralık rahata kavuşsun
Bir tarafı sondan korktu
Bir tarafı ise sonundan
Ama bekledi
Bekledi ki şiiri ‘son’ bulsun
Sonunda
Aralığın ilk sabahının gecesinde
Sonunu buluşuna bir son yazmak istedi
Ama son şarkısını söylerken
Verdiği son nefesi
Son saç teliyle ördüğü örgüsünü
Boğazına sardı
Minik kasımpatının
Minik şiirine vedası
‘Son’ bulamadı
Yine sabahlardan bir gece
Sabahın geceyi bulamadığı gece
...
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
30
Şikâyet
D
oğruyu söylemek gerekirse benim de
normal bir ailem var. Ama asıl problem her gördüklerinden şikâyet edebilecek enerjiyi bulabilmeleri. Yani memnuniyetsizlik gibi değil ama sanki bir alışkanlık
gibi artık. En azından eskiden öyleydi.
Küçüklüğüm böyle geçmişti, hani belki nerede yetiştiğimi merak edersiniz diye söylüyorum. Her sabah küçük kardeşimin mısır
gevreğinden çıkan oyuncaklardan yakınması,
babamın gazetedeki yazı boyutlarının küçük
olmasına sinirlenmesi ve tabii ki annemin kahvaltı tabakları ile ilgili eleştirileri.
Anlayacağınız evde herkes kalkar kalkmaz
şikâyet etmeye programlanırdı ve eğer bana
ne rol düşüyor diye soracaksanız ben de bunu
uzun bir süre öğrenemedim. Belki de bana
hiçbir zaman yakınmaya vakit bırakmadıkları
içindi; benim ailem de böyle normal bir
aileydi. Ben öyle düşünüyordum en azından.
Normal bir hayat süreceğimi düşünüyordum.
31
Şiir Su Saydam
Normal bir çocukluk, gençlik ve hayata veda
ederken yine normal bir şekilde gözlerimi
yumacağımı umuyordum. Planlarım o sabaha kadar iyi gidiyordu, ama işte tam da o sabah bir daha başlamamak üzere sonlandılar.
Çocukluğumun o kahvaltıları gitmişti
artık; her sabah uyanıp sessizliğin içinde
kahvaltı etmeye alışmıştım. İçinde oyuncak
olmayan mısır gevrekleri, en iyi porselenden
kahvaltı tabaklarım ve gazetemi okuyabilmek
için gözlüğüm hep yakınlarımdaydı. Dediğim
gibi her şey normaldi. Herkes gibi kalkıyor,
kahvaltımı ediyor ve işime gidiyordum, benim her adımımla beraber daha da yükselen
güneşle birlikte. Geçmişe baktığımda belki
de bütün o şikâyetler hayatıma anlam kattı
diyordum her sabah, ama seçim yapmam gerekirse şimdiki kahvaltı masam daha iyiydi.
Daha sessiz, daha sakin ve daha huzurluydu
sanki. O sabah da sessizce kahvaltımı ediyordum. Çatalımın bıçağa her sürtünüşünde
yankılanan sesler mutfağa doluyordu. Yağmur
damlalarının sesini penceremde duyabiliyordum; geçen gün bıraktığım güneşin yerini
almıştı gece. Bana sorarsanız o gün de normal
bir gündü, rüzgârın cama doğru savurduğu
yağmur damlaları dışında her şey dünkü
gibiydi. Ve ben aniden susadım. Susamak ne
kadar garip olabilir ki, diye sorabilirsiniz, eğer
o gün dün olsaydı ben de size garip olmadığını
söyleyebilirdim ama ayağa kalktığım anda
yepyeni bir güne başladığımı fark ettim. Belki
de yepyeni bir hayata. Eğer buna hayat diyebilirseniz tabii.
Yerde yatan bedene sessizce baktım. Su
bardağıma uzanmak için ayağa kalktığımda
görmüştüm onu. Mutfaktaki halının üzerinde hareketsiz duruyordu. Dokunsam mı
bilemedim, yüzü biraz solgundu sanki ve
elleri de bir o kadar beyaz. Şimdi her şeyi
hatırlama zamanı gelmişti. Yerde soluksuzca,
gece mavisi bir elbise içinde uzanan bu kadını
tanıdığımdan şüpheliydim. Geceyi hatırlama
zamanım, dünü hatırlama zamanım gelmişti
ama adım atmaya korkuyordum. Hâlâ susuzdum ama her şeyi unutmuştum. Yürümeyi,
konuşmayı, bağırmayı… Gözümü kırpmadan
ona bakıyordum, hareket etmesini umuyordum beni bu labirentten çekip çıkarır, bana
yol gösterir diye. Ama mutfakta o soluksuzdu,
ben de dilsiz kalmıştım aniden. Hani açıklama
istersiniz ya çaresizken ben de kapıdan birinin girip yanlış yerde olduğumu söylemesini
bekledim. Beni kolumdan tutup yatağıma
götürmesini veya yüzüme bir tokat atıp bu
kâbustan uyandırmasını diledim. Ben normal
biriydim. Herkes gibi yaşayacak, herkes gibi
ölecektim.
Yüzünü görmüyordum. Yüzüstü
mutfağımda yatan bu kadını tanımak için
hareket etmem gerekiyordu. Ve benim için o
kadar imkânsızdı ki ellerimle ona ulaşmak,
uzun bir süre korku içerisinde seyretmeye devam ettim. Bulunduğum yer çok basit miydi
yoksa çözmem için fazla mı karmaşıktı bir
türlü kestiremiyordum. Telefonu elime aldım.
Evet, yapmaya en çok ihtiyaç duyduğum şeyi
yapacaktım:
“Alo anne, anne orada mısın?”
Sesim kendi içimde yankılanmaya başlamıştı.
Annemin sözcükleriyse benim yakarışımdan
habersiz gibiydi:
“Alo, kim var orada? Kimsiniz?”
Sayısız kez “Alo” demiştim, sesimi sonuna kadar kullanmaya çalışıyordum. Burada
böylece kimseyle konuşmadan duramazdım.
Mutfakta uzanan o bedenden başka türlü
uzaklaşamazdım, annemin şikâyet eden cümlelerine ihtiyacım vardı. En azında tanıdık bir
ses duymalıydım, tanıdık bir ses arıyordum
elimde tuttuğum telefonda. Ama kimse cevap
vermedi, sayısız yakarışımı kimse duymadı.
Artık kendi başımaydım, kendi ayaklarımın
üstünde. Camdan dışarıya bakmayı, kapının
aralığını dinlemeyi denedim. Bir ipucu
aradım etrafımda, birinin kapıyı açıp bana
her şeyin bittiğini, artık kâbusumda gözlerimi
açabileceğimi söylemesini diledim. ... Yavaşça
gidip yanına oturdum, onu inceledim. Zayıf
bedenine, kemikli ellerine baktım, dokunmaya korktum. Yerin soğukluğunu içimde
hissettim; içimde, bedenimde acımasızca
yayıldığını hissettim. Sonra bir merak uyandı
içimde, yüzüne bakmak istedim önümde
hareketsizce uzanan bu bedenin. Soluksuz ve
masum gözüküyordu hâlbuki, hiç korku filmlerindeki gibi değildi, o da daha çok çaresiz
gibiydi; benim gibi. Başını yavaşça kendime
çevirdim, saçları terlemişti ve elleri ellerimi
dondurmuştu âdeta. Çok soğuktu, bir ölü kadar soğuktu.
O güne kadar normal öleceğimi
düşünmüştüm. Bu sıradan hayatımı
sıradan bitireceğime, herkes gibi öleceğime
inanmıştım. Ama işte ben ölüydüm, yüzüne
bakmamla anlamıştım; yerde uzanan beden
benimkiydi! Üzerindeki benim elbisemdi,
elleri benim ellerimdi. Artık hiçbir şey normal değildi. Ve işte, belki de şimdi gerçekten
şikâyet etme sırası bana gelmişti.
*Öykü yarışmasına katılmıştır.
32
Yitik
Savaşçı
Çamur içinde üstüm başım,
Sinekler yapışmış vücuduma,
Yaralarımı kurtlar kemiriyor,
Leş gibi kokuyor etraf.
Bir gümbürtüdür gidiyor.
Alev alev…
Canımı kusuyorum ağzımdan.
Yere saçılmış kollarımı, bacaklarımı topluyorum.
Her yanım kırmızı.
Hava, su, toprak…
Çığlıkları yükseliyor şimdi de.
İnsanlığımdan utanıyorum.
Un ufak oluyorum.
Uzaklardan, denizin sonsuza kavuştuğu yerlerden bir ses geliyor.
Bir müzik…
Gözlerimi kısıyor, zorla yutkunuyorum.
Dikenli çalılara sırtımı verip ağlamak istiyorum
Biraz daha kulak veriyorum.
Birden sapsarı buğdaylar canlanıyor gözümde.
Değirmenlere inat salınıyorlar.
İçinde bir nefes koşuşturuyor,
Biten güne rağmen umutlu.
Kırmızı kiremitten,
Dut ağaçlarının kapadığı bir eve geliyorum.
33
Melis Ayça Burniku
Arda Eren
Yıllardır aynı,
Bıraktığım yerde.
Bereketli bir kuyu,
Denize kavuşacağı günün hayalinde.
Meşeden, oymalı bir kapı selamlıyor en son.
Adım adım yaklaşıyorum.
Kilitli…
Zorlamak gelmiyor içimden,
Oysa son ziyaretti, diyorum…
Arkamı dönüp buğdaylar arasında açtığım yoldan geri dönüyorum.
Kızıl, kestane rengi bir toprak.
Yanık et kokusu başımı döndürüyor.
Düşüyorum.
Kemiklerim dört bir yana ayrılıyor yine,
Toplamaya hâlim yok diye öylece bekliyorum.
Bir demir parçası ilişiyor gözüme,
Bir o kadar parlak ve bir o kadar paslı…
O evin olmalı
Bir daha kalksam takip etsem notaları diye geçiriyorum aklımdan.
Birden kulaklarımın olmadığını fark ediyorum.
Usul usul, son nefesimi alıyorum…
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
34
Elma
Şekeri
Şerna Viyan Petekkaya
Y
rindir. Dudaklarında henüz taç yapraklarını
açmamış utangaç bir gülün pembeliği hissedilir. Üst dudağının hemen solunda, hiç dikkat çekmeyen pek minik bir beni vardır, açık
kahverengi. Özellikle yaz güneşinin altında
pamuk şeker pembesine döndü mü dudakları
bu ben iyice görülmez olur. İçten gülümsemesiyle kibarca kıvrımlanan dudakları bir
çift gamze oluşturur yanaklarında. Nedendir bilinmez, sol yanağındaki gamze daha
bir belirgindir. Ahududuyla arası çok iyi
olacak ki, azıcık heyecanlandığında hemen
ahududu reçeli rengini alıverir yanakları.
Oval çenesi sonbaharda uçuşan iki ucu
yukarı doğru kıvrımlı yaprakları andırır. Bir
de tıpkı o yaprakların üzerindeki damarlar
gibi kırışıklıklar vardır çenesinde. Gri beyaz
karışımı kakülleri, kumsala vuran dalga
edasıyla dökülüverir beyaz alnına. İki yandan
örgülü saçlarını güçlü omuzlarının üstüne
salmıştır.
eşil gözleri, mayısın ilk haftasında
çınar
yapraklarının
nehirde
parıldayan yansımalarını andırır.
Hani güneşin en tepede olduğu öğle vakti
daha bir parlaklaşır, daha bir hareketlenir ya
bu yansımalar, işte, onun gözleri de her zaman öyle ışıldar. Gözlerini çevreleyen çizgiler
bir kum sanatçısının usta elleriyle çizilmiş gibidir. Her bir kırışıklık, ince kum taneleri gibi
özenle serpiştirilmiş, yaşının getirdiği zarafet
bu kırışıklıklara itinayla işlenmiştir. Uzun,
kumral kirpiklerinin birleştiği noktaya doğru
ilerledikçe hafifçe çekikleşir gözleri. Belirgin bir çekiklik değildir bu; hani ıslak kile
şekil vermek için serçe parmağınızın ucunu
azıcık dokunduruverirsiniz ya, işte öyle hafif
bir dokunuştur onun gözlerindeki çekiklik
de. Fa anahtarının sağa yatmış hâlini andıran
kaşlarından başlayarak zarif bir kıvrımla
dudaklarına doğru süzülen burnu, minik
bir bebeğin parmakları gibi küçük ve na35
Boynunda hiç çıkarmadığı bir kolyesi vardır: şu, açılıp içine fotoğraf konulan
kolyelerden… Kimsecikler bilmez kolyenin
gizli kapıları ardına ne sakladığını. Kolyenin
üstünde rengini kaybetmiş, biraz da silinmiş
bir çift pabuç resmi bulunur. Bizim ünlü
masal kahramanı Cinderella’nın pabuçlarına
benzer bu pabuçlar.
Genelde çiçek desenli, ipek elbisesini
giyer. Önü düğmeli bu elbise, rahmetli eşinin
yadigârıdır. Daha yirmisinde bir genç kızken
eşinin ona hediye ettiği bu elbisesini bugüne
kadar saklamış, eşinin ölümünden sonra da
sık sık giyer olmuştur.
Boş durmayı hiç sevmez. Oturacağı
zaman da mutlaka bir çift şiş alır eline, örgü
örmeye koyulur. İpi büyük bir ustalık ve
çabuklukla şişin üzerinden geçiren parmakları
da bunca yıldır yitirmediği çevikliğinin bir
kanıtıdır.
Yani bir tabloda düşünecek olsanız;
uzun, örgülü saçları, gülümseyen yüzü, önü
düğmeli ipek elbisesi ve elindeki örgüsüyle
tam bir elma şekeridir o!
Sevgili resim öğretmenim,
Bizden çok sevdiğimiz ve bizim için
çok önemli olan birinin portresini çizmemizi
istemiştiniz, ben de elimden gelenin en iyisini
yapmaya çalıştım. Umarım babaannemin portresini beğenirsiniz.
Saygılarımla,
Babaannesini çok seven öğrenciniz…
*Öykü yarışmasına katılmıştır.
T. Mert Saygın
36
Arda Eren
Marguerita
ışıklar kapalı,
evde kimse yok.
bu bir yalan.
gelmesine gerek yok
hiçbir zaman.
37
Ecegül Bayram
Maske
Burcu Küçükoğlu
Maskenin altında ne var, bilmiyorum.
Rengârenk makyajın altından gülümsüyorsun.
Dudaklarında belirgin bir kıvrım,
Dişlerinse görünmüyor.
Keskinler mi? Acıtır mı ısırdığında?
Sımsıkı kenetlendiler mi yoksa sabırla?
Nasıl soluyorsun?
Burnunda sevimli koca bir kırmızı,
Duymuyorum nefes alışların
Huzurlu mu hırçın mı?
Utanıyor musun,
Yanakların da mı kırmızı yoksa?
Ya da bembeyaz mı, soğuk?
Peki hayret içinde misin gerçekten
Yoksa yalancı mı siyahla çizilmiş kaşların?
Güçlü müsün eciş bücüş mü
Uyumsuz renklerle donattığın kostümünün altında?
İçten mi kandırmaca mı fısıltıların?
Ve arkadaki müzik dalga geçiyor gibi,
Bilmiyorum kahkahaların gerçek mi sahte mi?
38
Ayfer Tunç İstanbul’da
Değişen Hayat
ve Roman
Tülay Çalışkan
R
ezer. Bu ezmelerden de çarpık insanlar dünyaya gelir. Yazılarımda çarpık aile ilişkilerinin
yer almasının kaynağı biraz bu.
T.Ç.: Yazılarınızın konularını nereden
alıyorsunuz?
A.T.: Konuları nereden aldığımı ben
de bilmiyorum açıkçası; ama genellikle ilginç bir ruh hâli ya da bir mekân kafamda
oluşmaya başlıyor. O, kendine bir hikâye
çağırıyor. Mesela Aziz Bey Hadisesi’ni anlatabilirim belki: İstanbul’da yaklaşık 15 yıl önce
fasılların yeni yeni moda olduğu dönemde
çok hüzünlü bir çalgıcı gördüğümde böyle bir
hikâye kurmak aklıma geldi. Onun dışında
konularımın somut olarak ortaya çıktığı bir
kaynak yok.
T.Ç.: İyi bir romanda olması gereken
özellikler sizce nelerdir?
A.T.: Vladimir Nabokov’un beni çok
etkileyen bir sözü var: “Edebiyat iki kürek
kemiğimiz arasında hissettiğimiz ürpermedir.” Benim için de bir edebiyat eseri; içimde, dışımda, kürek kemiklerimin arasında,
bir yerde alışık olmadığım bir his yaratmalı.
obert Kolej tarafından bu yıl 28 Nisan’da
yedincisi düzenlenen “Günümüz Türk
Romanı” konulu Kültür ve Edebiyat
Sempozyumuna birbirinden değerli dört
romancı katıldı. Nedim Gürsel, Murathan
Mungan, Latife Tekin ve Ayfer Tunç; romana
dair düşüncelerini, edebiyatın gelişimini ve
değişimini irdelerken katılımcıların sorularını
da yanıtladılar.
Ayfer Tunç’la Söyleşi
Ayfer Tunç sahnede konuşmasını
yapmadan önce onunla kısa bir söyleşi yapma fırsatım oldu. İşte, Ayfer Tunç’un yazın
hayatına yönelik sizi aydınlatabilecek bazı
bilgiler:
Tülay Çalışkan: Öykülerinizde ve
romanlarınızda sıklıkla karşımıza çıkan
sorunlu aile hayatlarının, sevgisizliğin,
aldatmanın ve çarpık ilişkilerin nedeni nedir?
Ayfer Tunç: Birçok toplumda ailenin
doğru kurulduğuna ve doğru işlediğine
inanmıyorum. Aile, birçok toplumda iktidar ilişkilerinin doğduğu yer ve iktidar
ilişkilerinin olduğu yerlerde biri, diğerini
39
Bunu nasıl yaptığının hiçbir önemi yok; hele
edebiyatın günümüzde geldiği noktada daha
da serbest bir alandayız. Yazdıklarınızla
beni etkileyin de hangi dili, hangi tekniği
kullanırsanız kullanın.
T.Ç.: En önemlisi, eserin “etkileyici”
olması mı?
A.T.: İnsan ruhunda kalıcı etki
yaratmanın yollarından biri bu. Eğer edebiyat
bir şeyi değiştirme arzusuysa insanın ruhunda, etkilemek önemli. Nitelikli bir edebiyat
eseri bakışımızda değişiklik yaratmalı, bizi
sarsmalı. Benim için önemli olan şu: Bir kitabı
okuduktan sonra ben, eski ben olmamalıyım.
Zihnimde eskiden olmayan bir şey olmalı. Bu
da biraz etkiyle ilgili. Sadece bilgi değil, bilgi
zayıf bir şey.
T.Ç.: Yazarken kurguya ne kadar zaman ayırıyorsunuz?
A.T.: Çok zaman ayırıyorum; ama
ben kurguyla anlatıyı birbirinden ayırarak
çalışmıyorum. Bir de her kitaba göre
değişiyor. Bazen günlerce sadece kurguyu
aradığım kitaplar olur. Mesela Suzan Defter
böyle bir kitap. Herhâlde bir ay kadar çeşit
çeşit metin yazıp atmışımdır. Meselenin ne
olduğunu tam olarak kendim de bilmiyordum; çünkü o içeriden, zihinden gelen bir
şey. Onu en iyi ortaya koyacak kurguyu uzun
bir süre arıyorum bazen. Bazen ise kurgu
kendiliğinden oluşuyor.
Ayfer
Tunç’un
Sempozyum
Konuşmasından Notlar
Bu kısa söyleşiden sonra Ayfer
Tunç, sahnede “İstanbul’da Değişen Hayat
Bağlamında Günümüz Türk Romanı” üzerine konuşmasını yaptı. “Yazıyorum; çünkü
bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için
yazıyorum.” diyen Ayfer Tunç’un konuşmasını
zevkle izledim.
Tanzimat Dönemi Edebiyatı
Ayfer Tunç, öncelikle İstanbul’da Tanzimat sırasında yaşanan değişimin bu dönem
sonrası edebiyatına yansımasından bahseder. O döneme ait Aşkı Memnu, Kiralık Konak, Araba Sevdası gibi romanlarda değişen
hayata dair ipuçları bulmak mümkündür.
1960’lara kadar olay örgüsüne dayalı roman
sanatı yaygınken sonraları Oğuz Atay, Vüs’at
O. Bener gibi yazarların başlattığı akımla bu
anlayış değişmeye başlar. Tanzimat döneminde İstanbul’da Fransız etkisi barizdir ve
Fransızca romanlar çok okunur. Zaman geçtikçe ve hayat değiştikçe bu değişim doğal
olarak romanlara da yansır; fakat Ayfer
Tunç’a göre, roman da hayata yansır ve hayatı
değiştiren romanın kendisi de olabilir.
Olay Örgüsü ve Merak Duygusu
Şimdi televizyonun yerini eskiden roman dolduruyordu, der Ayfer
Tunç. İnsandaki merak duygusunu tetiklemek ve heyecanlı olayı yarıda kesip sonraki bölüme taşımak günümüzde televizyon
dizilerinde gördüğümüz bir durumken eskiden tefrika edilen romanların merakla
okunması da aslında aynı mantıktı. Olay
örgüsünü takip etmek, merak duygusunu
tatmin etme isteğinden doğar. Peki, neden
başkalarının hayatını takip etmek istiyoruz?
Çünkü hayatlarımız yoksul. Şimdilerde sahip olduğumuz küçük bir hayat, zaman geniş
yaşanıyor ve yavaş geçiyor, bu tekdüze yaşam
da insanların öyküye ilgi duymasını sağlıyor.
İnsan, varoluşu gereği hikâyeye ihtiyaç duyar.
“Benim için ilk hikâye Adem ve Havva’dır.”
der Ayfer Tunç. Aynı şekilde kutsal kitaplar
da hikâyeler anlatır.
Modern roman, olay örgüsü takip etmez. Merak duygusu uyandıran olay
örgüleri herhangi bir çatışma ve drama içermek zorundadır. Ancak, modern romanın
böyle bir derdi yoktur; çünkü modern roman dile dayanır. Zaman geçtikçe ve edebiyat modernleştikçe insan olay örgüsünden
uzaklaşmıştır.
İstanbul
Yazarın İstanbul’la ilgili düşünceleri
de çok ilginçti. İstanbul ülke içinde ülkedir.
Ayfer Tunç’a göre Ankara başkent olmuş; ama
aslında olamamıştır. İstanbul, Türkiye’nin birebir yansıdığı bir mikro Türkiye’dir. İstanbul
homojen değil; her semtinde farklı bir
değişim var; çünkü İstanbul, Türkiye’nin bir
yansımasıdır. Anadolu’da tek tip bir yaşam
var; İstanbul ise pek çok Anadolu’yu değişik
40
miktarlarda bulundurur. İstanbul, kibirli ve
bütün değişimlere karşı çıkabileceğini sanan
bir şehirdir; fakat şehirler insan erozyonuna
dayanamaz. Şehrin siluetine bakıldığında
değişiklik seziliyorsa o şehir kapitalizme doğru
gidiyordur. Bu kapitalizme gidiş ve değişim
İstanbul’da 1950’lerde başlar. İstanbul’daki bu
değişim, edebiyata dolaylı olarak yansımıştır.
1950’lerde toplumcu gerçekçi roman anlayışı
ve edebiyatın halka hizmet ettiği Sovyet
düşüncesi yaygındır.
Medya-Anlatı
Ayfer Tunç’a göre Sait Faik ve Sabahattin Ali gibi toplumcu gerçekçi öykücüler kendi zamanlarında çok başarılıydılar;
fakat bugün bir Sabahattin Ali çıkamaz;
çünkü onun anlattığı her şey zaten haberlerde yer alıyor. Artık haberlerde de hikâye
dili kullanılmaya başlandı. Haberler nesnel
bir dille ve kısaca sunulmuyor; bunun yerine
hikâye dili kullanarak insanî duyguları ipotek
altına alıyorlar. Zaman geçtikçe haber bültenleri duygu sömürüsü silsilesi haline geldi. İnsanların duygularına hitap eden, acıklı
haberler bir tür hikâye beklentisiyle gereksiz
yere uzatılıyor. Ezen-ezilen ilişkisi edebiyatta
artık yeterli değil; çünkü medya bunu zaten
yeterince anlatıyor. Bu da edebiyatta yeni
arayışlara neden oluyor.
Edebiyat hangi duygularımızı
harekete geçirmeli?
Ayfer Tunç’a göre günümüzün en
büyük sorunu başkasının acısına karşı
duyarsızlığın artması, yani “merhamet
yorgunluğu.” Bu duygusal buzlaşmayı
engellediğimizde daha duyarlı bireyler
olacağız. Merhamet yorgunu olduğumuz gibi
değişen dünyaya nasıl ayak uyduracağımızı
da bilmiyoruz. Ayfer Tunç’a göre günümüz
insanı değişen hayatı neresinden tutacağı konusunda net değil. Bu belirsizlikten de yeni
edebiyat akımları doğuyor.
Değişim
Ayfer Tunç, dil ve değişim ikilisine de değiniyor. Ayfer Tunç, yenilik bir
anda hayatımıza girer, dil değişir ve edebiyata yansır, görüşünde. Telefonla aşkların
sonlandırıldığı bir devirde yaşıyoruz; bu
da değişimin en büyük kanıtlarından biri.
Türkiye’de fazla rastlanmasa da romanlarında
e-posta örnekleri bulunduran yabancı yazarlar var. Eskiden nasıl mektup türünde eserler veriliyorsa şimdi de değişen zamana ayak
uydurup kitaplarda e-postalara yer veriliyor. Dilin ve yaşamın değiştiği ortada; bu da
dolayısıyla edebiyata yansıyor. Ayfer Tunç,
dildeki her yeni doğuştan yana olduğunu;
sadece ırkçı ve yok edici kelimelere karşı
olduğunu belirtiyor.
Edebiyat ve Eleştiri
Ayfer Tunç, eskiden edebiyat
eleştirilerinin daha ön planda olduğunu,
şimdi nitelikli eleştirilerin yapılmadığını
belirtiyor. Bunun için de bir önerisi var:
bloglardan edebiyat eleştirileri. Böylece genç
nesil de her gün iç içe olduğu internette herhangi bir kitap hakkında yorum ve eleştiri yapabilir.
Tanzimat’tan günümüze değişen hayat, şehir ve edebiyat üzerine yaptığı bu zengin
konuşma için Martı grubu olarak Ayfer Tunç’a
teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Ayfer Tunç’un Hayatı ve Eserleri
Ayfer Tunç 1964’te Adapazarı’nda
doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu Ayfer Tunç, üniversite yıllarında kültür ve edebiyat dergilerine
yazılar yazıyordu. 1989 yılında Saklı adlı
yapıtıyla birinci olarak Yunus Nadi Öykü
Armağanı’nı aldı. Sait Faik’in öykülerinden
hareketle yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu filme çekildi ve TRT’de gösterildi. Ayfer
Tunç’un Saklı, Mağara Arkadaşları, Aziz Bey
Hadisesi, Taş-Kâğıt-Makas, Evvelotel, Kırmızı
Azap isimli öykü kitapları; Kapak Kızı, Bir
Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa
Tarihi, Yeşil Peri Gecesi, Suzan Defter isimli
romanları; Ömür Diyorlar Buna ve Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek isimli yaşantı
kitapları; Harflere Bölünmüş Zaman adlı bir
e-kitabı ve İkiyüzlü Cinsellik adlı bir inceleme
kitabı bulunmaktadır.
41
Arda Eren
Nafile
Batuhan Sicimoğlu
Güneşin kayboluşunu izledim
Gökyüzünde
Ve şarkımızı söyledim
Bütün gücümle,
Tadı damağımda kalmasın diye.
Ama biliyorum
Nafile.
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
42
Yatak
Burçe Şahbenderoğlu
O
kisini gösteriyor.
Dışarıda rüzgâr bir nebze daha
hızlanıyor ve pencereden giren hava bir ses
çıkarmaya başlıyor. Yumuşacık olan yeleğime
biraz daha sarılıyorum. Annemin hafif limoni ve çiçek gibi olan kokusu hâlâ boğazımı
yakıyor. Bu hırkadan neden nefret ettiğimi
keskin bir şekilde hatırlatıyor. Yeleği üstümden çıkartıp üşüme pahasına da olsa, masanın
üstüne fırlatıyorum. Annemin ölümünden
sonra hiçbir zaman gitmeyen göğsümdeki o
ağrıyı tekrar hissediyorum.
Her şey olup biteli tam tamına üç yıl
oldu; ama hâlâ yaşananları unutamıyorum.
İçimdeki o sızı, o boşluk bir türlü gitmiyor.
Bir süre daha dışarı baktıktan sonra, uyumaya karar veriyorum. Yavaş adımlarla yaşlı
bir nine misali odaya gidiyorum. Evin eski
bir taş bina olmasından dolayı mı yoksa hâlâ
içimin buraya ısınamamasından mı bilmiyorum; ama yatak odasının soğukluğunu,
kapısını açtığım anda hissediyorum. Odada
ceviz ağacından yapılmış bir dolap, üstüne elbet bir gün okunur diye yığdığım kitaplarım,
üniversiteden beri kullandığım birkaç makyaj
malzemesi ve annemin çift kişilik yatağı var.
Ablam, ağabeyim, babam herkes neden ve
turuyorum. Açık kahverengi eski
bir koltukta camın kenarında bir
aralık gecesi oturuyorum. Camlar
çok eski, çerçeveler ahşaptan. İçeriye, benim
göğsüme doğru bir soğuk hava sızıyor. O
anda kulağımda annemin sesini duyuyorum:
“Çabuk üstüne bir şey giy, zaten hastasın da.”
Ama kalkıp üstüme en ufak bir şey giymeye
tenezzül bile etmiyorum.
Hâlâ sonbaharın etkisini atlatamamış
ve bir anda kışın şokuyla karşılaşan ağaçlar
çıplak bir şekilde sağa sola rüzgârla birlikte
savruluyor. Karşı binada sönen ışıklar, yatmaya hazırlanan aileler görüyorum. Evet aileler...
İçinde bir anne, bir baba ve çocuklar. O anda
sanki aralığın o soğuk rüzgârını içimde hissediyorum. Ani bir hareketle kalkıp annemin
bana ördüğü yeleği üstüme geçirip tekrar
koltuğuma oturuyorum. Bunları o kadar hızlı
yapıyorum ki dışarıdan bir yabancı, yerimi
birinin kapmasından korktuğumu sanır. Hâlbuki o koca ahşap evde bir ben, bir de annemin kedisi Yumak. Eğer Yumak’ın da kendi
koltuğu olduğu düşünülürse acelem çok sebepsiz ve yersiz. Yumak salonun ortasında gerine gerine yürümeye başlıyor. Aralık ayının
verdiği tembellik, Yumak’ın üzerinde de et43
nasıl hâlâ annemin yatağında uyuduğumu
daha doğrusu uyuyamadığımı soruyor.
Annemin ölümünden bir yıl sonra işe girmeme, onun evine taşınmama
çok şaşırmış, bir anlam verememişlerdi.
Onlara göre burada yaşamam, hâlâ onun
yatağında yatmam bana iyi gelmeyecekti. Belki de haklılardı. Onu, hiçbir zaman
unutamamıştım. Bu eve taşındığımdan beri
onunla yatıp kalkıyorum. Beni tanıyanlar, iş
arkadaşlarım bana yardım etmeye çalışıyor,
mutlu olmamı istiyordu. Ama anlamıyorlardı.
Anneme o kadar kızıyordum ki… Üç tane
çocuğu vardı; ama hiçbiri o öldükten sonra
be-nim gibi olmamıştı. Hepsi hayatına devam
edebilmişti. Ablam nişanlanmıştı, ağabeyim
evlenmişti. Ama ben niye hayatıma devam
edemiyordum? Üç yıldır hayatımda kimse
yoktu. Yıllar içinde deneyenler olmuştu; ama
soğutmuştum hepsini kendimden.
Ayaklarımı yere sürte sürte yatağa
doğru yürüdüm ve oturdum. Terliklerimi
çıkardım. Ayaklarım buz gibiydi, çorap
giymemiştim. Annem olsa neler derdi kim
bilir? Belki gelip o giydirirdi çorabımı.
Komodinin üstünde duran çerçeveyi
elime aldım. En sevdiğim fotoğrafımız buydu.
Annem ve ben yazlık evimizde bir salıncağın
üstünde oturuyorduk, ben ona kiraz yediriyordum. Fotoğrafa bakarak bir süre oturdum.
Ani bir şekilde öksürmeye başladım. Terliklerimi bile giymeden, yalınayak; çerçeve
elimde mutfağa gittim. Sürahiden bir bardak
su alıp içtim. Biraz rahatlamıştım. Her geçen
gün öksürük nöbetlerim artıyordu.
Oturma odasına doğru, hafifçe
öksürerek yürüdüm. Kanepenin üstüne
kıvrıldım. Çerçeveyi iyice göğsümün içine
çektim. Üstüme hiçbir şey örtmedim. Büyük
ihtimalle sabah her yerim tutulacaktı. Ama
galiba annemin gelip üstüme bir şey örtmesini bekliyordum. Annemle geçirdiğim
mutlu günleri düşünerek uykuya dalmaya
çalıştım. Bu eve taşındığımdan beri hep aynı
şeyi yapıyordum. Her gün kanepede uyuyor, onu düşünüyordum. Onun yatağını atıp
başka yatakta alamıyordum, çünkü ne onu
kendi hayatımdan atabiliyordum ne de kendi
hayatıma devam edebiliyordum.
*Öykü yarışmasına katılmıştır.
Arda Eren
44
Bir
Gezgin
Çalıyor
Kapımı
Ellerim kararıyor...
Cesur yüzlü bir simitçi geçiyor penceremin önünden
Başka bir şansı olmadığı için belki başka bir hayatta, bağrıyor o çocuk sesiyle..
Ellerim kararıyor haddini bilmeden işte
Belki bir öğretmenin elleri sanarak kendilerini sahipsiz bir okulda
Belki de kayıp bir ressamın, adsız bir şehirde...
Ellerim kararıyor
Bir gezgin kapımı çalıyor aralığın bitmezliğinde
Ve bir bardak insanlık dileniyor benden yorgun bakışlarıyla
Ellerim kararıyor...
Bir piyanistin emektar elleriymiş gibi sanki
Ellerim, cahil, zavallı ve uzak ellerim...
Tenha bir gazinodaki yıllanmış mikrofonu tutan kadının sanıyorlar
Ara sokaklardan birinde kaybolmuş bir çocuğun elleri yahut...
Ellerim kararıyor...
Simsiyah bedenler taşıyor bir yerlerde bembeyaz tabutlar
Ve ellerim...
Kararıyor...
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
45
Beril Erdoğdu
Laçin Edis
Yitik Yıllar
Meyhanesi
Ilık bir sıvı akıyordu bileklerimden,
Şarap mıydı, kan mıydı?
Bilemiyorum…
Karanlık bulutların gözyaşları çimenlerde, oluk oluk
Haram olmuş gürleyen son kasırgayla bize mutluluk
Muhteşem altın rengi yaprakları olur bazen
En basiretsiz takvimlerin bile, kalbinde, derinlerde,
Ama kara bir deliktir, unutma, daima zaman
Nefesiyle söker atar aydınlığın yollarını
Buğulu gözlerinle bakma ceylanım, yaşayamam
Kirpiklerinde birikmiş ah o gözyaşları
Titreyen dudaklarında buhranlı, kırık bir dize
Nefsinin koyuluğunda erimiş, kaybolmuşsun
Mihraba bakarcasına, kucağında yıldızlar
Damlatma avucuma sevdiceğim, kanını
Yoksa eşsiz diyarlarda işitirsin ahımı
Kırmızı bir gül bırakıp elime, veda etme
Şu saniyeler yudumladığım buruk kızıl sıvı
Sakın ola ölümünün bereketi olmasın
Soğuk cam kırıklarını serpiştirme yüreğime lâl
Yıllarım bu ıssız meyhanende yitik kalmasın…
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
46
Son
Yüzleşme
H
Cevat Anıl Taşan
Yurdumu terk etmeden bir gün önce onların
vahşetine tanık olmuş ve ne pahasına olursa
olsun kötü emellerine alet olmayacağıma karar vermiştim. O vahşet… Aradan neredeyse
bir hafta geçmesine rağmen o görüntüleri
saniyesi saniyesine hatırlıyorum. O gün keşif
gezisine çıkan gruplaydım. Her şey sıradan
gidiyordu. Yurdumuzun yakınlarında birkaç
canavar görmüş ve onları haklamıştık. Bunda hiçbir sorun yoktu. Onlar canavardı ve
onları halkımı korumak için öldürüyordum. Gruptaki diğer adamların amaçlarının
da bu olduğunu sanıyordum, ta ki içinde
insanları yaşadığı o küçük köye gelene kadar. Tam keşif gezisinin yeterli olduğunu ve
artık dönebileceğimizi söylemek üzereyken
gruptan savaş naraları yükselmeye başladı.
Ben daha onlara durmalarını söyleyemeden
koşarak köye saldırmışlardı. Korkmuştum
fakat korktuğum şey savaş değildi, insanları
kolayca yenebileceğimizi biliyordum. Asıl
korktuğum şey masum ve bizim açımızdan tamamen zararsız, barışçıl bir tür olan insanları
katletmekti. Maalesef korktuğum oldu.
Beş dakika içinde her yer kana bulanmıştı
ve yerler insanların cesetleriyle dolmuştu.
Ortalıkta kaçışan ve ne olduğunu anlamaya
çalışan insanları arasında kadınlar ve çocuklar da vardı. İşte, tam o anda, yurdumu terk
etme kararımı verdiren olay oldu: Bir Hertik savaşçısı, ırkının vahşiliğiyle kadınlardan
birinin kaburgalarına kılıcını sapladı. Kadının
öleceği kesindi, ama o bunu öldürmek için
yapmıyordu. Katletmekten zevk alıyordu ve
bu nedenle kılıcını cesede defalarca saplamaya devam etti. Sadece bu görüntü bile ırkıma
ava karanlık ve soğuktu. Yağmur
bardaktan boşanırcasına yağıyordu
ve üzerime düşen her damla biraz
daha ürpermeme neden oluyordu. Normal bir
günde veya başka koşullar altında ıslanmamak
için elimden geleni yapardım, fakat o an durumum yağmurdan kaçıp bir sığınak bulmama el vermiyordu. Köşeye sıkışmıştım.
Günlerdir kaçtığım insanlar, kendi halkım,
peşimi bir türlü bırakmamıştı ve en sonunda
beni kıstırmayı başarmışlardı. Peşimde olma
nedenlerini anlıyordum fakat beni neden
takip ettiklerini anlayamıyordum. Ben Trike
Kafosin’dim. Arkamdaki insanları yöneten
ailenin soylu kanını taşıyordum. Üstelik
gelmiş geçmiş en iyi çift el dövüşçüsüydüm.
Yani iki elimi de birbirlerinden bağımsız
hareket ettirerek rahatça aynı anda iki silah
ustasıyla dövüşüp ikisini de alt edebilirdim.
Böylece her dövüşte peşimdeki insanların
beşini rahatça öldürebilirdim. Ama beni hâlâ
takip ediyorlardı. Neden… Gerçek, bir şimşek
gibi aklımda çakıvermişti. Benim onlara zarar
veremeyeceğimi anlamış olmalıydılar. Aslında
bunu anlamak pek de zor değildi. Evimden,
ailemden, yurdumdan kaçmamın tek nedeni
ırkımın, Hertiklerin, vahşice yöntemlerine
daha fazla göz yummamamdı. Artık onların
gözünde bir korkak ve daha da ötesinde bir
haindim…
Ben bunları düşünürken peşimdeki
grup, saklandığım yerin yaklaşık yetmiş metre arkasındaydı. Onlardan hızlı olduğumu biliyordum, ama acıma ve merhametin ırkıma bir
anlam ifade etmediğini ve ellerindeki oklarla
beni anında öldüreceklerini de biliyordum.
47
karşı inanılmaz bir nefret beslememe yetecek
olmasına rağmen o sırada gözüme çarpan
şey bardağı taşıran son damla oldu. Küçük
bir kız çocuğu savaşçıya ve hemen yanındaki
cesede bakıyordu. Gözlerindeki ifadeyi ilk
başta nefret sansam da bir saniyelik bir bakış
bunun nefret olmadığını anlamama yetti.
Kızın ağzından sadece bir sözcük döküldü ve
bu onun dökülen gözyaşlarından bile büyük
bir darbe indirdi bana. Kendimi kaybetmeden önce duyduğum son kelimeydi o sözcük:
Anne!
O andan sonrasında hatırladığım tek
şey ise o kızın sözcüklerini duyduğum anda
çoğunun kurtulmasıydı. Kendime geldiğimde
kendi grubumdaki herkesin öldüğünü fark
ettim. Yaşayan tek kişi bendim. Aslında
bu olası bir şeydi. Savaşlardan kimsenin
dönemediği veya sadece en iyi savaşçının
döndüğü görülmüş bir şeydi ve ben de söz
konusu olan kişiydim. Zaman kaybetmeden
köyden uzaklaştım ve yurduma döndüm.
Geri geldiğimde tam beklediğim gibi kimse
benden şüphelenmedi, hatta hepsi beni takdir
etti ama benim tek düşündüğüm şey o kızdı.
Tek gördüğüm onun gözleri, tek duyduğum
ağzından dökülen o tek sözcüktü; Anne!
Hertiklilerin sesleri artık iyice
yaklaşmıştı, tahminime göre kırk metre
yakınımdalardı. Ölüme bu kadar yakınken
zaman ne kadar da yavaş geçiyordu. Ölmeme
sadece dakikalar vardı, ama ben yaptığım
yolculuğu, düşüncelerimin değişim sürecini, beni ben yaptığını söyleyebileceğim
sürecin tamamını yeniden gözden geçiriyordum. O sırada aklım yeniden kaçış macerama takıldı. Aslında bu ölümü hak etmiştim.
Şehirden kaçtığım gün beraberimde pek
çok şey götürmüş, şehri yağmalamış, azılı
suçluları katletmiş ve şehre verebildiğim kadar zarar vermiştim. O günden sonra ırkın
sınırlarına girmemiş ve böylece beni takip
etseler de kendi ırkımın beni bulamamasını
sağlamıştım, ama beni çok daha güçlü ve
daha merhametsiz bir düşman yakalamıştı:
yalnızlık! İşte, bu düşman belki de sonumu
getirecekti. İçinde bulunduğum durumun sorumlusuydu bu düşman. Kaçışımın beşinci
günü hiç değilse ırkımın insanlarını görmek,
seslerini duymak için hayatım pahasına
şehre geri döndüm ve güvenli bir mesafeden
arkamda bıraktıklarımı, yurdumu izlemeye koyuldum. İşler umduğum gibi gitmedi;
işte, şu an buradayım. Bir ağacın arkasına
saklanmış hayatımın sona ermesini bekliyorum. Bu ufak maceramdan öğrendiğim bir
şey vardı ve o da asla savaşmadan pes etmemen gerektiğiydi çünkü bu gibi durumlarda
tek amaç hayatta kalmaktı ve bunun için her
şey yapılabilirdi. Bu düşünce saniyeler içinde
zihnimi sardı ve kalbim bütün vücuduma
adrenalin pompaladı. Bir anda yerimde duramaz oldum ve kılıcımı kınından çıkarır
çıkarmaz koşmaya başladım, fakat koşuş
yönüm normalde gitmem gereken yönün aksi
yönündeydi. Geçirdiğim zorlu haftadan sonra
artık sorunlarımdan kaçmanın bana yalnızca
daha çok sorun getirdiğini fark etmiştim, üstelik kaçmaktan bıkmıştım. İşte, bu yüzden
sorunlarımla yüzleşecek ve gerekirse ölecektim. Koşarken bir yandan bağırıyor, üzerime gelen okları bana ulaşamadan ikiye
ayırıyordum. Peşimdeki gruba ulaştığımda
önüme çıkan ilk iki kişi yerde yatıyordu. Sonraki beş dakika içinde ayakta kalan tek kişi
bendim.
Yanlış olan bir şey vardı. Bugüne kadar hiçbir savaşta üşümemiştim. Hareketlerim beni hep sıcak tutmuştu bugüne kadar,
ama şu anda üşüyordum, hem de daha önce
hiç olmadığı kadar üşüyordum. En sonunda
dizlerimin üzerine çöktüm. Ayakta kalmaya dayanamıyordum. Sonra yerdeki kanı
fark ettim. Kan sıcaktı ve yayılıyordu. Bu, az
önce öldürdüğüm hiç kimseye ait olamazdı.
Yaralıydım. Her yerim kesikler içindeydi
ve üzerime saplı onlarca ok vardı ama acı
hissetmiyordum. Hissettiğim tek şey üzerimden kalkan yaşamın yüküydü. Sonunda
başarmıştım. Düşünmeme, acı çekmeme, göz
yummama gerek kalmayacaktı daha fazla.
Artık özgürdüm.
*Öykü yarışmasına katılmıştır.
48
Karanlıkla
Söyleşi
Dün gece söyleşim vardı karanlıkla,
Renkleri neden sevmediğini sordum ona:
Ben içlerinden biri değilim, dedi bana.
Dün gece söyleşim vardı karanlıkla,
Kendisini neden sevmediğimi sordu bana:
Sen mutsuzluğun işaretisin, dedim ona.
Dün gece söyleşim vardı karanlıkla,
Hep mum ışığındadır romantizm,
Neden demezler karanlıkta?
Ben yetmem aşk için,
Filizlenir o dedi mum ışığında.
Dün gece söyleşim vardı karanlıkla,
Sevdiğime kavuşup kavuşmadığımı sordu bana.
Ben kimseyi göremedim ki karanlıkta.
Dün gece söyleşim vardı karanlıkla,
Neden körlerin sığınağı olduğunu sordum ona:
Benden başka tanıdıkları mı var, dedi bana.
Dün gece söyleşim vardı karanlıkla,
Tek kelime bile etmedi.
Nedenini sorduğumda fısıltıyla:
Şşş...! Herkes uyuyor, dedi.
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
49
Sıla Göral
Ses
Pınarnaz Eren
T
Kolundaki sınav kâğıtlarından en üsttekini
ayırmaya çalışan, ancak bunu ıslak parmağı
olmadan başaramayan uzun parmaklı,
gözlüklü, sevecen bir öğretmen gibi…
Sanki o garip ses ve ben, kutudan çıkmış,
birbirine yapışık, ayrılmayan iki bomboş
sayfacıklarmışız gibi…
Derken yalnızlık onu ucundan tutup benden tamamen ayırıyor. Dolabına
yapıştıracağı çıkartmanın ucunu tırtıklayıp
sonunda amacına ulaşan bir tembel teneke
sanki… Şaşkınlığımı atlattıktan sonra fark
ediyorum: Ne kadar da çok benziyor bu
garip ses ya da sesin sahibi bana. Ayaklarını
yere bastıktan sonra koltuğa yerleşiyor kısa
adımlarının ardından. Beyaz, çiçek desenli
koltuğumda hiç de yabancı gözükmüyor
gözüme. Sesi artık çınlamıyor, daha harmonik, daha güzel… Havada eriyor âdeta. Başta
onu dinlemek istemiyorum. Sonra yanına
ilişiyorum. Ben, daha yabancı gözüküyorum kendi koltuğumun üzerinde. Ona kulak
versem anlatacakları canımı acıtır mı?
ek başıma kalamıyorum. İkinci bir
kişi beliriyor birden. Hem bildik
biri hem yabancı.* Sesi yorgun
kulaklarımda çınlıyor ama sessizlikten başka
hiçbir şey duyamıyorum. Küçücük burnumdan girip inatçı kafatasımı “yuva” edinmiş
dişi, hırslı bir sivrisinek gibi vızıldıyor da
vızıldıyor. Onu dinlemek istemiyorum.
Kulaklarımı nasırlı avuçlarımla bastırıyorum
ama hâlâ duyabildiğim tek şey, sessizlik ve
kulaklarımda onun vızıltısı... “Peki! Tamam,
şimdi seni dinleyeceğim. Çık artık şu kafamdan!” diyerek beş odalı evimin geniş salonunda aynanın karşısında haykırıyorum.
Kaşlarım çatık, yüzüm ülkesi için öleceğini
bilen bir asker kadar duygusuz; ülkesinin
elinden alınacağını bilen bir tüfek kadar sessiz
ama patlamaya hazır… Bağırışlarımı kocakarı
duymasa da adım deliye çıkmasa bari…
Bir an sorgulamaya başlıyorum. Kafamdaki vızıltı bir sineğin çılgın şarkısı mı?
Vızıltı gerçekten vızıltı mı acaba? Kafamda
sinek ne arasın, firavun muyum ben?
O an, görünmezliğin parmağı salyalı
ağzına gidiyor. Hafif ıslanmış bir parmak…
Bu yumuşak işaret parmağı başıma uzanıyor.
*Oktay Akbal, Yalnızlık Bana Yasak
50
Ebrar Bahçivan
Defter
Tülay Çalışkan
S
“Kimse yok mu?” diye usulca seslendi. Kendi sesini tanıyamadı ve öksürerek boğazını
temizledi. Karanlık koridordan içeri yürüdü.
Oturma odasının açık kapısını görünce oraya
girmeye karar verdi. Odanın duvarları krem
rengiydi ya da beyaz duvarlar yılların etkisiyle
ve rutubetten sararmıştı. İçeride fazla mobilya
yoktu: ceviz ağacından bir masa, iki sandalye,
bir kitaplık bir kanepe… Her şey yüzyıllar
öncesinden kalma gibi gözüküyordu; ama bir
yandan da tanıdık bir kokusu vardı buranın.
Odayı incelerken bir anda kapı çarparak
kapandı. Kapıyı kapatanın rüzgâr olduğunu
umarak oturma odasının penceresine baktı.
Hareket eden perdeyi görünce rahatladı.
Siyah kumaş kaplı eski bir defter gördü
adece pembe kaldırım taşlarına basarak
yürüdü. Pembe taşların yetmediği yerlerden atladı; bunu yaparken az kalsın
dengesini kaybedip düşüyordu. Pembe
taşların tükendiği yer harabe olmuş bir evin
girişine denk geliyordu. Çaresiz, eve doğru
yürüdü. Çürümüş tahta kapıyı usulca itekledi.
Eski evin yabani otlarla kaplanmış bahçesine
tereddütle adım attı. Bahçede korkutucu bir
ot kokusu vardı; insanın genzini yakan cinstendi. Sıvaları dökülmüş, birkaç camı kırık
eve ilerledi. Evin kapısının açık olduğunu fark
etti; girip girmeme konusunda şüpheleri olsa
da girmeye karar verdi.
Gıcırdayan giriş kapısını sonuna kadar açtı; ama henüz adımını atmadı eşikten.
51
kanepenin üstünde. Merakla aldı defteri eline,
inceledi biraz. Sonra heyecanla ilk sayfayı
açtı. Özenli bir el yazısıyla iyice düşünülmüş
olduğu belli cümleler akıp gidiyordu birkaç
sayfa boyunca. Sayfaları çevirdikçe yazı bozuluyordu; sanki yazanın bir acelesi varmış
da tüm söylemek istediklerini bir an önce
yazıp kurtulmak istiyormuş gibi, sanki onu
kovalayan biri varmış da son sözlerini hızla
deftere geçiriyormuş gibi… Harfler gittikçe
daha sertleşiyor, kalemin kâğıt üstünde daha
şiddetli dolaştığı belli oluyordu. Kalemi daha
da bastırıyor, söyleyeceklerini haykırmak istiyordu sanki yazan kişi. Birkaç sayfada yırtıklar
ve fazla bastırılan kalemin oluşturduğu delikler vardı. Yaklaşık on sayfa sonra sözcükler
birbirine karışıyor, yazı iyice okunmaz oluyordu. Harfler sağa eğilmiş, kalem izi iyice
kalınlaşmıştı. Bir leke gördü sayfanın birinde.
Kahve lekesine benziyordu. Koklamak için
başını deftere eğdi, gözlerini kapadı ve defterin kokusunu içine çekti. Küf kokuyordu
oysa defter; kahve kokusuna ait bir iz yoktu.
Gözlerini açmadan defteri yazan kişiyle ilgili
hayaller kurmaya başladı.
Bir uğultu duydu sonra, bunun defterden geldiğini düşündü bir an. Dikkat kesilince bir kahkaha duydu. Korkuyla kanepeden kalkarak oturma odasının kapısına
ilerledi. Kapının kolunu usulca çevirdi; ama
kapı açılmıyordu. Kolu zorluyor, açmaya
uğraşıyordu; ama sanki biri arka tarafta ona
engel oluyordu. Kahkahalar gelmeye devam
ediyordu. Korkusu iyice artmış; bu lanetli eve
geldiğine pişman olmuştu. Kahkahaları duymamak için çığlık atmaya başladı. Bu arada
kapıyı yumrukluyordu. Defterin hâlâ elinde
olduğunu fark etti bir anda. Hemen yere
fırlattı defteri. Kahkaha sesi bir anda kesildi.
Soluk soluğa kalmış; korkudan bembeyaz kesilmişti. Yere fırlattığı deftere kilitlendi gözleri. Rastgele bir sayfa açılmıştı
defterde. Sayfada yine o okunmayan kalın
harfler görünüyordu. Sayfanın altına
doğru harfler küçülüyor, kalın bir çizgiye
dönüşüyorlardı. Kapının koluna dokundu;
ama kolu çevirmeye korktu. Dışarıda ken-
disini neyin beklediğini düşünmek istemiyordu. Odadan çıkacak cesareti toplayana
kadar burada kalmaya karar verdi. Yerdeki
deftere doğru birkaç adım attı. Deftere dokunmadan sayfadaki yazıları okumaya çalıştı.
“Gittikçe dayanılmaz oluyor günlerim. Bazen
nefes alamıyorum.” Ondan sonraki birkaç
cümleyi okuyamadı. Sadece “doktorum” kelimesini gördü. Sayfanın aşağısında seçebildiği
sözcüklerden anlam çıkarmaya çalışıyordu:
“…… beni çağırıyordu …. reddettim. Gücünü
ruhumda hissettim …. Korkuyorum…. Yeni
bir din … yazdığım kitap … kitabıma tapacaklar….” Bunları yazanın deli olduğunu
düşündü. Belki yaşlılıktan aklını kaybeden bir
yazardı. İnsanların, yazdığı kitaba tapacağını
kim düşünürdü ki? Olağanüstü güçlerle
iletişim kuran ve kutsal bir kitap yazmaya
çalışan bir deli… İlk sayfalardaki düzenli
yazıyı hatırladı. En başından başlayarak okursa defteri, belki ne olup bittiğini anlardı; ama
deftere dokunmaktan korkuyordu. En iyisi
defteri olduğu gibi bırakmak ve buradan çıkıp
gitmekti.
Kapının kolunu bu sefer kendinden daha emin çevirdi. Kapı gıcırdayarak
açıldı. Her an biriyle karşı karşıya gelmeye
hazırlanarak nefesini tutmuş hızla çıkışa
yürüyordu. Koridor geldiği zamankinden
daha karanlıktı; hiçbir şey göremiyordu. Eve
girdiğinde giriş kapısını açık bırakmıştı; ama
şimdi kapı kapalıydı. Sırtındaki soğuk ter onu
ürpertiyordu; bir an önce buradan çıkmak istiyordu artık. Defter falan umurunda değildi.
Evin kapısını açarken yine bir kahkaha duydu ve koşmaya başladı. Bahçe kapısını çarparak sokağa çıktı. Bir an duraklayarak eve
baktı. Çıktığı oturma odasının camında bir
karaltı sezdi. Telaştan sadece pembe taşlara
basmayı unutmuştu. Gri bir kaldırım taşının
üstünde olduğunu gördü, içinden lanet okuyarak gözlerini tekrar cama dikti. Geri geri
yürüyerek evden uzaklaştı; gözlerini camdan ayıramıyordu. Kahkahalar kulaklarında
yankılanırken camdaki karaltının kendisine
bakıp güldüğünü hissetti.
52
Rapsodi
Ne oldu şimdi?
Yaşadık mı biz?
Yoksa yaşar gibi mi yaptık?
Hayat bizi hafife almasın diye
Biz onu hafife aldık.
Harcadık zamanımızı;
Karşılığını alamayız diye emeğimizi sakındık.
Derin düşünürsek anlaşılmayacağımızdan korktuk;
Sığ olmayı seçtik, sığ olduk.
Dün, bugün ve yarın verildi bize.
Dünü reddettik, yarından korktuk;
Pişmanlık ve korku içinde bugünümüzden olduk.
Bizi karşılıksız sevenlere sırtımızı döndük;
Kıymet bilmezlerin peşinden koştuk.
Aşktan çok âşık olmaya âşıktık biz...
Masum duygularımızı rüzgârla savurduk.
Biz kendi ellerimizle
Kalbimizi onu kıracak insanlara sunduk.
53
Deniz Şahintürk
Arda Eren
Düzenden korktuk,
Çarklardan, sınıflardan, rütbelerden korktuk.
Reddetmek istedik;
Çarkların arasında ezilmekten korktuk.
Kaçmaya, bu düzenden çıkmaya çalıştık.
Kurtaramadık kendimizi, kalıpların kölesi olduk.
Anılar sığınağımızdı bizim...
Ama biz onlardan kaçtık.
Hatırlamak en büyük kabiliyetiydi insanın;
Biz ise hep
Unutmak için uğraştık.
Hadi gel içelim bu akşam.
Sarhoş olalım, bu farkındalıktan kurtulalım.
Doğruyu ararken yapılan yanlışları,
Harcanan ömrümüzü arkada bırakalım.
Sadece gece ve biz olalım.
Ve eğer şansımız olursa
Yarın temiz bir sayfada
Yeniden başlayalım.
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
54
Oturduğum
Yerden
T
ahta bir sandalye üzerinde oturuyorum. Yalnızım. Burası anneannemin
evi. Ya da anneannemin eviydi...
Biraz önce yatağının yanındaki aletten
gelen sesler yükselince evde panik yaşandı.
Annem telefonla konuştu; sonra iki adam
içeri girdi, onu ince bir yatağa yatırdılar ve
dışarı taşıdılar. Annem, babam, ablam, dayım,
yengem onların arkasından gitti. Giderken
sadece beni ve birkaç aydır onun yanında kalan çekik gözlü kadını evde bıraktılar. Kadın
bir süre bana bir şeyler anlatmaya çalıştı,
vazgeçti, çantasını omzuna aldı, siyah bavulunu sürükleyerek evden çıktı.
Demin evden çıkanlar nereye
gitti bilmiyorum; ama onu bir daha hiç
görmeyeceğimi biliyor gibiyim. Bir süredir,
hasta olduğundan, ihtiyacı olan ilaçlardan
ve hangi doktora gitmek gerektiğinden bahsediliyordu. Acaba aldığı onca ilaç mı ona
bunu yaptı? Okulda öğretmenimizin “Her
canlı doğar, büyür ve ölür.” diye anlattığı, bu
mu?
Bir keresinde ablama insanların kaç
yıl yaşadığını sordum. Genelde 70–75 yıl
yaşarlar, dedi. Onun yaşını bilmiyorum.
İnsan yaşı gelince mi ölür, yapacağı şeyler
bitince mi? Yoksa ikinci torunu yedi yaşına
gelince mi? Peki, o yokken ne olacak? O artık
yoksa onunla beraber yaptığımız hiçbir şeyi
yapamayacak mıyız? Hayatımızdan bir anda
Batuhan Sicimoğlu
çıktı mı? Nereye gitti?
...
Onun bu eve ne zaman taşındığını
hatırlamıyorum. Her yerde onun kokusu var.
İşte orda, kocaman dolabını açıyor. Haydi, gel
yemek yiyelim diye beni mutfağa çağırıyor.
Şimdi bütün bu eşyalar kimin olacak? Evinde
kim oturacak?
Annem ve babam dışarı çıkmak istediklerinde beni ve ablamı ona bırakırdı. Böyle
bir akşamda, benim için ilk kez anneanne
çorbası yaptı. Çorbayı içtim ve tadını çok
sevdim. Çorbayı tekrar yapmanı istersem ne
demem gerekiyor, diye sordum; anneanne
çorbası de, ben anlarım, dedi. Şimdi anneanne çorbasını benim için kim yapacak?
Onun kadar güzel yapabilecek mi? Onun gibi
çiçekli tabağa koyacak mı?
Yine ablamla beraber onun evindeydik. Ablam televizyon izlerken o ablamın
saçlarını taradı, arkasında topladı, yakındaki
çekmeceden çıkardığı kurdeleyle bağladı. O
günden sonra ablam ne zaman saçını toplamak istese o kurdeleyle topladı. Şimdi ablam kurdeleyi kullanmaya devam edecek mi?
Yoksa artık o yok diye kurdeleyi ve onu unutacak mı?
O akşam geç saatte annem ve babam
geldi; haydi eve gidiyoruz, dediler. Ablam
hemen getirdiği eşyaları topladı montunu
giydi. Ben kalmak istedim. Üçü gittiğinde
55
onunla beraber oturma odasında oturduk, uzun uzun kendi çocukluğunu, annesini babasını, İstanbul’a nasıl geldiklerini
anlattı. Uykum gelince beraber onun kocaman yatağına yattık. Bana sarıldı, uyuduk.
Rüyamda ne gördüm hatırlamıyorum, ama
gördüğüm en güzel rüyaydı.
...
O yastıkları yan yana dizer, her gün
iki elma yer, ekmeği incecik keser, kuşlar içsin diye pencerenin önüne su koyar, böcekleri
öldürmez, kovalardı. Annem de bunları yapacak mı? Annem de onun olduğu gibi anneanne olabilecek mi?
Kocasını hiç tanımadım. Kocasına
‘dede’ demem gerekirdi, ama babamın
babasına ‘dede’ diyorum. Birkaç kez bana
kocasını anlattı. Hep derdi; ona, anneme,
dayıma çok iyi davranırmış. Mutlu bir
ailelermiş. Birbirlerini çok sevmişler. Biliyo-
rum, beni de çok sevdi. Bana her sarıldığında,
beni her öptüğünde hissettim, beni ayrı
sevdi. Ben de onu çok sevdim. Sevmek bu
demek herhalde. Ondan ayrılmayı hiç istemedim. Hep yanında olmayı, ona bakmayı,
onu dinlemeyi, onunla beraber olmayı istedim. O şimdi yok, ama ona duyduğum sevgi
hep benim içimde olacak. Gözlerimin içine
baktığı anı hiç unutmayacağım.
...
Onu en son ince yatağın üzerinde gördüm. Kafası yana kaymıştı, ağzı
çok az açıktı. Ama ben onu bu şekilde
hatırlamayacağım! Onu rüyalarımda benimle
konuşurken, gülerken göreceğim. Ne kadar
güzel gülerdi...
...
Evinin kapısından anahtar sesi geliyor. Çok ağlamışım.
*Öykü yarışmasına katılmıştır.
Arda Eren
56
Kayıp
Saatler
Fırat Geyik
Y
kızıl kızıl parlıyordu alnını geren, damarlarını
belirginleştiren bir örgüyle toplanmıştı.
Adamın gözü takıldı bu küçüğe sanki bir
şeyler anımsaması gerekiyordu.
Gördüklerine ve yaşadıklarına anlam veremeyip yanında bulunan pencereden
dışarıya baktı. Yağmur damlaları pencerenin
camını ıslatmaya başlamıştı. Dışarıda günün
bittiğini gösteren bir ufuk çizgisi oluşmuştu.
Sanki gökyüzü ikiye bölünmüştü, yarı kırmızı
yarı mavi. Buradan artık havanın kararmak
üzere olduğunu anladı. İyi de günün geri
kalan saatlerinde ne yapmıştı, buraya nasıl
gelmişti ya da aslında hep burada mıydı?
Hatırlayamıyordu bir türlü.
Geniş bir bahçe durmaktaydı evin
önünde. Bahçede farklı boylarda birkaç ağaç
ve solmaya yüz tutmuş çiçekler vardı. Bahçede
her renk mevcuttu: sarı, kırmızı, yeşil... Demek ki bir geçiş mevsimindeydiler, sonbahar
gibi. Bunların yanı sıra bir de küçük kırmızı
bir salıncak ile çok da uzun olmayan sarı bir
kaydırak vardı. Bahçede duran bu küçük parkı
görünce içgüdüsel olarak iki küçük çocuğa
çevirdi başını. Hâlâ kutudaki görüntülere
ine karmakarışık rüyaların ardından
uyandı bir anda. Bu aralar çok sık
olmaya başlamıştı bu. Şöyle bir
bakındı etrafına, süzercesine. Uykudan yeni
kalkmışlığın verdiği sersemlik hâlâ üzerindeydi. Bir an hâlâ rüya görüp görmediğini
yoklarcasına gözlerini iyice bir büyüttü.
Şaşkınlıkla duraksadıktan sonra bu eylemini tekrarladı. Ancak etrafındaki simalar hâlâ yabancıydı ona. Yeni yüzlerdi bunlar, daha önce hiç görmediği yüzler. Peki ya
burası neresiydi? Kimdi bütün bu insanlar?
Karşısında orta yaşlarında olduğunu tahmin
ettiği bir adam oturuyordu. Adamın favorilerinde göze çarpacak kadar beyaz vardı,
kafasının ortası hafif seyrelmiş, mahzun
bir şekilde karşısına oturmuş yanağındaki
gamzeyi belirginleştiren merhamet dolu bir
gülümseyişle ona bakıyordu, sanki yıllardır
onu tanıyormuş gibi. Hemen onun yanında
da sekiz dokuz yaşlarında biri kız diğeri erkek
iki küçük çocuk oturmuş, hareketli görüntülerin olduğu küçük bir ekrana bakıyorlardı.
Görüntüler anlamsız gelince bakışlarını
küçük kıza çevirdi. Kızın saçları ışığın altında
57
bakıyorlardı, sonra bir anda aslında o siyah kutunun televizyon olduğu aklına geldi.
Tabii ya, nasıl aklına gelmemişti! Kızdı kendi kendine, nasıl unuturum diye. Heyecanla
etrafına bakındı, bir an etrafındakilerin de
kim olduklarını hatırlayacakmış gibi geldi;
ama hâlâ onlar hakkında tek bir kıvılcım bile
yoktu.
Bir kadının odaya elinde tepsiyle
girmesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı.
Orta yaşlarında, hafif kilolu, güler yüzlü bir
kadındı. Onun da saçlarında ara ara beyazlar
vardı. Kadın tepsiyi önüne koydu. Tepsinin
içinde, üzerinde sıcak dumanların tüttüğü
bir kâse çorba, bir tabağın yarısına konulmuş
pilav ve diğer yarısında da iki büyükçe köfte
vardı. Tepsiyi ve içindeki yemekleri görünce
bir an çok acıkmış olduğunu fark etti, sanki
uzun süredir hiçbir şey girmemişti midesine. Ama kimdi bu kadın? Ve niye tanımadığı
birisi ona yemek ikram etmişti? Bu sorular da
diğer sorular gibi kafasının bir köşesine doğru
yol alırken çoktan sıcak ve lezzetli çorbayı
kaşıklamaya başlamıştı bile.
Pilavla köftelerini de yedikten sonra etrafa daha sakin bakmaya başlamıştı.
Tam kendisine bu lezzetli yemeği getiren
kadına teşekkür edecekti ki gözlerini odada gezdirdiğinde kadının orada olmadığını
fark etti. Ardından yine cevapsız sorularla
boğuşmaya başladı. Nasıl gelmişti o buraya?
Kimdi? Niye burada oturuyordu? Ya da burada oturan adamla iki küçük çocuk kimdi?
Neden onun dışında herkes sanki her şey
çok normalmiş gibi hiçbir şeye aldırmadan
oturuyorlardı?
Odanın ahşap kapısı açıldı tekrar,
içeri yine aynı kadın girdi. Teşekkür etmek için tekrar fırsatı yakalamıştı, hem bu
yardımsever kadın aklındaki sorulara da
yardım ederdi. Kadın bu sefer tepsisinde
bir bardak su ile peçeteye sarılmış bir şey
getirdi. Suyu onun önüne koydu ve hemen
çizgili cam bardağın yanına da peçeteyi açtı.
Peçetenin içinden bir pembe biri iki küçük
hap çıktı. Daha sonrasında kadın: “Baba
ilaçlarını getirdim, geç kalmadan iç!” dedi.
Adam bir an için duraksadı. Cüsseli birinden
sıkı bir yumruk yemiş gibi afalladı. Nereden
babası oluyordu bu kadının? Kendine olan
kızgınlığını ve etraftaki çözülmeyi bekleyen olayın verdiği heyecanı kontrol edemeyerek haykırdı: “Nereden baban oluyorum
ben senin? Ne içirmeye çalışıyorsun bana?
Kimsiniz siz, beni neden buraya getirdiniz?”
Çocuklar, korkulu şaşkın bakışlarla yaşlı
adama çevirdiler yüzlerini. Saçı örgülü kızın
damarları daha da belirginleşmeye başladı,
yüzü kızardı ve nihayetinde göz pınarlarına
yaşlar birikti. Diğer çocuk, kıza nazaran daha
rahattı; ama o da yüzündeki korkuyu gizleyemiyordu. Karşısında oturan orta yaşlı adam
aynı şefkâtle “Baba sakin ol! Benim, oğlun,
evindesin, güvendesin!” diye atıldı. “Oğlum
mu?” diye tepki verdi adam. “Benim Kemal,
bu küçükler de torunların.”
Şimdi her şey daha da netleşmişti onun
için. Yavaş yavaş sakinleşmeye ve hatırlamaya
başladı, galiba ilaçlar etkisini gösteriyordu.
Bir yapbozun parçaları gibi havadaki sorular
da yerine oturdu kafasında. Beş dakika sonra oda yine sessizdi ve televizyon yine odak
noktasıydı. Yanında oturan adam yerinden
kalkıp: “Hadi baba, seni odana götüreyim,
geç oldu!” dedi. Yerinden kalktı ve odasına
doğru yürüdü. Yaşlı adam odasına hayal
kırıklığı ve yeni soru işaretleri ile girdi. Son
zamanlarda çok unutkan olmaya başlamıştı.
Sebebi neydi bu unutkanlığın, bilmiyordu,
anlayamıyordu…
Babasını odasına götürdükten sonra
Kemal yine koltuğundaydı. Çocuklar artık
yatmaya hazırlanıyorlardı. Eşi: “Çocuklar için
endişelenmeye başlıyorum.” dedi. Adamdan
bir ses çıkmadı. “Güzel bir huzurevi herkes
için daha iyi olacaktır.” diye devam etti. Kemal bu sefer: “Ben yarın birkaç yere telefon
edip araştıracağım.” diyerek yanıt verdi.
Öte yandan yaşlı adam mis kokan
yastık ve yorganın altında çoktan uykuya
dalmak üzereydi. Her şey bir anda aklının
içinde yanan bir ampul gibi aydınlanmıştı,
ancak olanlara bir türlü anlam veremiyordu. Hatırlayamadığı tek şey vardı, o da bir
alzheimer hastası olduğuydu.
*Öykü yarışmasına katılmıştır.
58
Arda Eren
...
Zeynep Küçüksümer
Bir yıldız kaydı, bir dilek
Ve bir hayat
Yıldız tozlarının arasında asılı
Sorular ve cevaplar birbirini kovaladı
Kimse eşini bulamadı
Ağzımda kalan tat
Bir çocuğun ters giyilmiş ayakkabılarıydı
*Şiir yarışmasına katılmıştır.
59
Ebrar Bahçivan
mürekkep
Kalbin, deniz kadar tuzlu ve yakıcı damlalarla dolu olduğu bir anda;
Buz mavisi gözlerden alışılmamış bir şekilde geldi mısralarıma gözyaşları.
Bekleyen damlalarla kristalleşmişti kalp.
Parlaklığı aldatıcı, soğuk ve bir o kadar narindi ilk bakışta;
Erişilemeyecek kadar kırılgandı.
Dokunsam tuzla buz olacağından korktum.
İzin verdim ıslatmasına mısralarımı,
İzin verdim mürekkebi dağıtmasına.
Usulca geldi minik, yuvarlak bir damla,
Sönmek üzere olan mumun alevinde, ilk ve son defa.
Yeni bir başlık attı son kristal kum rengi parşömene ansızın
Ve cılız mumun aleviyle aydınlanmış cilalı odada
Bir sonraki mısraya geçtim mürekkep dünyada…
60
Hayalet
Eller
Arasında
G
üneş ışıkları gözlerine vuruyordu.
Günün ilk ışıkları olmalıydılar, gözlerini yakacak kadar keskin değildiler
çünkü. Kim bilir, belki de güneş batıyordu,
günün sonunun habercisiydi bu ışıklar. Emin
olduğu tek şey, o anın öğlen olmadığıydı. Saati
bilmiyordu, hangi aydalar onu da bilmiyordu. Yaz olabilirdi ya da kış. Dışarı çıktığı mı
vardı ki, nasıl bilebilirdi? Zaman kavramıyla
arası hiç iyi değildi, pek önemsediği de
söylenemezdi doğrusu. Kendisini üzen
şeyleri önemsememeyi felsefe edinmişti, ama
görünüşe göre pek de başarılı değildi. Ne zaman doğduğunu düşündü. Annesi ona sonbaharda doğduğunu söylemişti, annesinin
durumu da kendisinden pek farklı değildi,
bu yüzden güvenemiyordu ona bir türlü.
Kendisi hakkında da pek bir bilgisi yoktu. Adı yoktu, onu biliyordu. Adının olmadığı
61
Çağla Ceren Türkoğlu
gerçeği ne zaman aklına gelse annesine sinirlenecek olurdu, ama annesinin ona ad verme
hakkı olmadığını hatırlayışıyla sakinleşirdi.
Sahibinin göreviydi bu, ama nedense sahibi ona bir ad verme gereği duymamıştı.
“Evet!” dedi, uzun süredir düşündüğü
bir sorunu çözüme kavuşturmuşçasına.
“İnsanların benimle konuşmama nedenleri
bu, bana seslenecekleri bir adımın olmaması.”
Daha önce hiçbir insanla iletişim
kurmamıştı. Aslında insanları görmüyor
değildi, görüyordu görmesine ama hiçbiri de durup onunla konuşmaya tenezzül
etmemişti. Bazıları vardı, önüne geçiyor,
kendisini izliyorlardı sadece. Kimi önüne
geçip kitap okuyor, kimi ona dokunmaya
çalışıyordu; fakat ne yazık ki çoğu onu fark
etmiyordu bile, onun varlığından haberdar
bile değillerdi. Oysaki o, etrafında olup biten
her şeyi biliyor, neredeyse herkesi tanıyordu.
Arada sırada, güneşin çoktan battığı
çevresinde herhangi bir sesin, hatta ses verebilecek herhangi bir kaynağın olmadığı zamanlar, uzun uzun düşünürdü. Düşünmeyi
çok sevdiğinden değil, yapacak başka bir şeyi
olmadığından... Geçirdiği günü düşünürdü,
sonra bir önceki günü, sonra daha da
geçmişlere inerdi, iki üç ay öncesine; buraya
ilk taşındığı zamanlara. Düşünmeyi sevmezdi, çünkü o anlarda birçok gerçeğin farkına
varırdı ve bu gerçekler pek de iç açıcı değillerdi.
Mesela göz kapaklarını yapıştırılmış gibi
hissettiği bir akşam, her geçen gün değerinin
azaldığını fark etmişti. Oraya ilk taşındığında
kendisine ilgi gösteren kişi sayısı şimdikinin
yedi katıydı. Buraya taşındığından beri insanlar hakkında iki temel kural öğrenmişti:
Herkesin işinin başından aşkın olduğu ve
gereksiz şeylere ayıracak vakitleri olmadığı;
onlar için yeni şeylerin değerli olduğu ve
bu şeylerin, alışıldıkça değerini kaybedip
gereksizleştiği. Burada yaşadığı iki ay içinde,
bu iki kurala uyan, başta kendisi olmak üzere
o kadar çok örnek görmüştü ki… Kendisini,
yüzebilen bir hayalet gibi hissediyordu artık.
Belki bazıları vardı hâlâ kendisine ilgi gösteren, yanında durup bir çay içen -hiçbiri de
sormamıştı o da çay ister mi diye, alınırdı ama
anlatamazdı ki derdini- kitap okuyan ama bu
sayı eskisiyle kıyaslanamayacak kadar azdı.
Kendisine ilgi gösteren birkaç kişi olmasa açlıktan ölmüştü çoktan. Sabah akşam
karnını doyururlardı, bazen akşamları
unuttukları olurdu; ama önemli değildi,
onların da evde bekleyenleri, doyuracak
karınları vardı. Bu kişiler, herkesin yemeğe
gittiği veya mesaiye kaldığı saatlerde, nadiren yanına gelirlerdi. O zamanlar o kadar
çok konuşmak isterdi ki onlarla, ama sesini
duyuramazdı. Bazen daha yakınlarına gitmek
isterdi sesini duyurmak için. Ama alnının
tam ortasında bir acıyla sarsılırdı. Sanki biri
onun konuşmasına karşıydı da onu daha ileri
gitmekten alıkoyuyord. İlginçtir ki onu geri
iten hiçbir el, hiçbir duvar göremezdi. Sırf bu
yüzden son zamanlarda kendisinin bir hayalet
olduğu düşüncesinin yanına bir de çevresinin
62
hayaletlerle kaplandığı düşüncesi eklenmişti.
Bu hayat çok paranoyaklaştırmıştı onu. Canı
sıkılıp ne zaman bir kaçış yolu arasa ya da birine
sesini duyurmaya çalışsa bu hayaletler büyük
ve kuvvetli ellerini uzatıp daha ileri gitmesini engelliyorlardı onun. Canını acıtmalarına
gerek yoktu, sadece dur deseler yeterdi; ne
de olsa cesaretsiz ve kurallara uyan biriydi.
Yukarı baktı. Kafasının hizasında
bir tablo asılı duruyordu. O tablodaki gibi
kendisinin de sorgulamaya cesareti yoktu. Tablodaki resim nasıl bilmiyorsa kendisi de bilmiyordu kim olduğunu, neden
kaçamadığını, sesini duyuramadığını, nasıl
göründüğünü. ... Korktuğu, çevresini saran hayalet ellerdi. Cesaret edemiyordu onlara karşı gelmeye. Daha önce karşı gelmeye
kalktığı olmuştu, ama tüm bu girişimleri
kafasında büyük bir acıyla sonlanmıştı. Hayalet eller gitse yapacağı ilk iş bir ayna bulmak
olurdu, acaba saçları sarı mıydı, yoksa siyah
mı? Belki de keldi. Kendisini saran şu eller
olmasa insanlara sesini duyurabilir, onlarla
konuşabilirdi; bir de kendisine isim bulduktan sonra birçok arkadaşı olurdu... Ya da
hiçbir zaman gecenin olmadığı bir yere giderdi. Her gün farklı yemekler denerdi, okuma
yazma öğrenir, kendisini kitapların dünyasına
adardı, hatta şiir yazmaya bile başlayabilirdi.
Önünde birçok seçenek olduğunu bile bile
sırf bu hayalet eller yüzünden hiçbir şey
yapamaması, ona hayalet ellere direnince
hissettiği acıdan daha büyük bir acı veriyordu.
Pembe loş ışıklar odayı sarmıştı.
“Demek ki güneş batıyormuş.” diye iç
geçirdi. Karanlıktan korkardı ve uyurken
kendini güvende hissetmezdi, bu yüzden
geceleri uyumazdı. Uyumak için en iyi
saat, gökyüzünün pamuk şeker gibi olduğu
zamanlardı. Birkaç saat kestirebilirdi o zamanlarda. Hayalet ellerin tam ortasına uzanıp
süzgeçlerini başının altına koydu ve uyudu.
Ayrılık
Arda Şen
A
YRILIŞ
Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya
bir damla yaş gibi geliyorlar; hayatınızdan
gidiyorlar. Nereden geldiğine hiç anlam veremiyorsunuz, neden gittiğine dair de bir
fikriniz yok. Hayatınızdaki yerlerinin nasıl
bu kadar sağlam olduğuna şaşırıyorsunuz.
Dahası, onlardan çevrenizdekilere doya
doya bahsedemeden, onların sizi bahis konusu bile etmediğini anlıyorsunuz. Annenize
anlatamıyorsunuz; arkadaşlarınız size kızıyor.
Hayatınızdan öylece çıkmış oluyorlar;
bir bilgisayar oyunundan tek tuşla bir karakteri siler gibi. Hayat devam ediyor, hiçbir
yeri, hiçbir şeyi bozmuyorlar; yaşamınızın
işleyişini bozmak için tek bir haklı sebebiniz
yok! Sabah kalkmak, okulunuza, işinize gitmek zorundasınız yine. Onların olmaması
dışında ters giden bir şey yok gibi ama var
gibi de...
Hiçbir ses çıkarmadan, kolayca, çorap
söküğü gibi yok olmuş oluyorlar hayatınızdan.
Büyük bir acı değilmiş gibi geliyor bu. Dedim ya, düzen bozmuyorlar ama yan etkileri, keyfinizi kaçırmaları. Bütün neşenizi
kaçırarak ışığı kapatıp, kapıyı çekip çıkıyorlar.
Çocuğunu sadece uyurken öpebilen bir
baba gibi bile olamadan, hüngür hüngür
ağlatmadan, uzun vadede ince gözyaşları
bırakarak gitmiş oluyorlar işte.
güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam.
Orhan Veli
Bazı insanlar sağ gözünüzden gelen ince bir damla gözyaşı gibi çıkıyorlar
hayatınızdan.
Aniden,
fark
ettirmeden; öyle büyük bir gürültü koparmadan.
Hayatın düzenini bozmadan, burnunuzu
kırmızılaştırmadan, gözlerinizi şişirmeden;
etliye sütlüye karışmadan hayatınızı terk ediyorlar; ağlarken konuşmaya devam etmek
gibi, sesin hiç titrememesi gibi; o gözyaşı
damlası dışında herhangi bir terslik belirtisi
göstermeden ... Çok zarif denebilecek biçimde!
Herkesin eğlendiği, kalabalık bir partiden, hiç kimse fark etmeden çantalarını alıp
çıkar gibi çıkıyorlar hayatınızdan; öyle, hiç
kimsenin dikkatini çekmeden, sadece sizin
görebileceğiniz bir biçimde. Öylece kaçıyorlar,
kimselere bundan bahsetme hakkını vermeden size. Sesinizi çıkaramıyorsunuz. Ölümlerden, terk edilmelerden, aldatılmalardan,
kaybedişlerden sonra verilen kendinizi
dağıtma hakkına sahip olmadan; sessizce
kalıyorsunuz. Eğlence devam ediyor; keyfiniz
kaçıyor oysa, ortada kalıyorsunuz.
Gülerken aniden gözünüzden gelen
63
“Sevgili Dostum,
Bu koridorlardaysan gülümseyeceksin.
Hatta en zor sınavlardan çıktığında pis pis
sırıtacaksın. Bingham Ruhu’nu oradaki futbolunla yaşatacaksın. Arada bir platoya
çıkacaksın. Başkalarına “Bizim okul denizi görüyor.” diye hava atıyorsan hakkını
vereceksin. Seveceksin mesela. Sevdiklerini
çok seveceksin. Kantini mekân belleyeceksin.
Sınıflar dar gelecek sana, çıkıp muhabbet edecek birilerini bulman gerekecek.
Gould’a giderken Tulû Abla’ya bir selam
çakacaksın. Kantinde, dükkânın önünü kapatmadan Mualla Abla’yla en güzel sohbetleri
yapacaksın. ISS’den Turan Abi’ye hâlini
hatrını soracaksın.
Kütüphanede uyuyakalacaksın mesela.
Bilgisayarda oyun oynarken yakalandığında
“Senin canın sağolsun Kenan Abi!” diyeceksin. Forumda avazın çıktığı kadar bağırarak
marşlar söyleyeceksin.
Çektiğin filmleri
MMR’daki Ece Abla’ya gösterirken “Bu kare
şu filmde bile yok!” diyeceksin.
Teneffüste yanında geçen dostlarının ensesine vuracaksın, ayağına çelme takacaksın. Laf
yiyeceksin o ünlü koridorlardaki o ünlü trafiği
kilitlediğin için. Sakalını kesmediğinden,
gömleğinin düzeninden sitem yemeden mezun olma bu okuldan!
Arnavutköy durağında dakikalarca gelmeyen otobüsü beklerken taksinin ne kadar
tutacağı hesabını yapacaksın. Biraz haylaz
olacaksın, en masumundan. Yazacaksın dergilerinde, çizeceksin sanat stüdyolarında,
performansını sergileyeceksin tiyatrolarında,
topluma hizmet projelerine katılacak, sırtına
alıp bir çocuğu kral ilan edeceksin. Elindeki
fırçayla birilerinin yüzünü boyayacaksın.
“Neden aldım ki şu dersi!” diyeceksin, “Ömrümü yedin Robert!” diyeceksin; yıllar sonra
buraları ne kadar özleyeceğinden bihaber.
Bir selam daha çakacaksın Tulû Abla’ya,
Gould’taki ihtişamlı sandalyelere oturup
geçen her yılı düşünmeden hemen önce. “Şu
sunumu nasıl yetiştireceğim?” diye karnına
ağrılar girecek. Rehberlik servisinden her zaman şeker yürüteceksin -en güzeli kırmızı
olanlar.Âşık olacaksın. Okulun güzeline,
duvarındaki bir resmine; bir şiirine,
bir müziğine, bir taşına, dostluklarına,
kardeşliklerine, sana yaşattığı her şeye...
Giderken arkana bakıp da Ms. Halıcıoğlu’
ndan saklayabildiğin sakalını hafifçe kaşıyarak
“vay be” demek istiyorsan bu koridorlarda
yürürken gülümseyeceksin, sonra selam
çakacaksın etrafına... Yanındakinin ensesine
vurmayı da ihmal etmeden.
Kal sağlıcakla.
Kendine iyi bakmak bir yana biz hep
birbirimize iyi bakalım!
Ahmet Utku Akbıyık

Benzer belgeler

2012

2012 Yayının Adı: Bosphorus Chronicle “ODA 2012” ekidir. İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu: Özel Amerikan Robert Lisesi / Güler KAMER - T.C. Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Güler KAMER - T.C. Yayının Türü: Yerel - Süre...

Detaylı

Martı Ocak 2015 - Robert College

Martı Ocak 2015 - Robert College A supplement of the Bosphorus Chronicle June 2012 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Haziran 2012 ekidir.

Detaylı