Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
P R O F. D R. İ S M A İ L H. E R S E V İ M, LPIBA, AIOM, HonDG
TÜRKÇE
ULUSLARARASI
UYGULAMALI
DEYİMLER
ANSİKLOPEDİSİ
-LATİNCE ve Romans Languages ile kuvvetlendirilmiştir-
Dünya Literatürü
EDİTÖR :
Örnekleriyle
İSMAİL ERSEVİM
ÖNSÖZ
Sözlüğün aşağı yukarı 5500. sayfalarında 14,000’e yakın sözcük ve 45-50,000 ‘giriş’
malzemesiyle, birden heyecanlandım. Tünelin sonu görünmeye başladığına göre, bir ‘Önsöz’ yazmam
gerekecekti. Başlayalı tam on beş yıl olmuş; Amerika’daki otuz üç yıllık serüvenimin Türkiye’de
olmasını rüyaladığım projelerden pek azı gerçeklemiş, on sekiz telif ve çeviri eser yazmışım, ama,
Goethe’nin gururla dediği gibi ‘Hayatının Opus Magnum’u, nihayet iskelet halinde ortaya çıkmış.
Aman Tanrım, bir heyecan, ama kim basacak bu destanı? İnan olsun, şu satırları yazmaya
başladığımda esere basılabilecek bir maddi kaynak sağlayabileceğimden emin bile değilim. Elli beş
yıllık hekimlik hayatım başımın üstünde bir dam temin edebildi, hepsi bu. Fransızların dediği gibi,
‘Başlayan şey biter!’ (Commancer: C’est finir!) Besmeleyle yola çıkacağız.
Beş yaşımdanberi kitap kurdu olmuşumdur. Çıraklığını ettiğim babamın bakkal dükkanında
elime ne geçerse okur ve biriktirirdim. Ufak tefek mal götürdüğüm müşterilerimize, aşk ve macera
romanlarını kiraya vererek küçük bir kütüphane kurmuş, notlarımı o zamandan almaya başlamıştım.
Parasız yatılı okuduğum orta eğitimimin sonunda beş yüze yakın kitap, ekonomik düzeyimin çok çok
üstünde bir başarıydı. 1936 ve 37’lerinin, rahmetli Tahsin Demiray’ın Hava Yarışı, Çırak Uçman; 87
Oğuz, Hindistanda Neler gördüm; Seksen Günde Devrialem, Beyaz Zambaklar Memleketi:
Finlandiya; Cingöz Recai; Muzaffer Esen’in Fantoma serisi, Parmak Çocuk ve benzerleri, Yavrutürk,
Çocuk Sesi dergileri başlıca ruhsal besinimizdi. 1940’ların ortalarında, bizleri çok daha erken yıllarda
terketmesine karşın, Ankara’da, sekreter olarak çalıştığı Milli Eğitim Bakanlığının İslam
Ansiklopedisine varıncaya kadar büyük Hasan Ali Yücel’in başlattığı Dünya Edebiyatı kampanyasının
tüm kitaplarını bana yollayan annemi rahmetle anarım. Babıalinin Babıali olduğu günlerde, Remzi
Kitabevinin kırmızı çevreli, düz beyaz zarif kapaklı yayınları, İnkılab kitabevinin Türkçe ve Yabancı
kitap ve sözcükleri, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Esat Mahmut Karakurt (Dağları Bekleyen Kız, Vahşi
Bir Kız Sevdim), Peride Celal, Osman Cemal Kaygılı (Çingeneler), Sait Faik ve Orhan Veli’ler;
kırkların sonu sohbetine doyum olmaz Reşat Ekrem Koçu-İstanbul Ansiklopedisi, Yaşar Nabi Nayır
ve Varlık... sonu gelmez bu kervanın.
Kitaplarımı çok temiz tutardım, ne sayfa bükülür, ne altı çizilir, ne de şurasına burasına yazı
yazılır. Yıllar boyu, ‘Bilgi’ defteri diye küçük küçük not defterlerine, okuduğum kitaplardaki önemli
sözleri, isterse sözcük, isterse atasözü ya da güzellik, evren, erdem, saadet, yabancı şiir olsun, hep
kaydettim. Küçükken bile “Profesör İsmail!” derlerdi mahallede bana. Tıp yıllarım boyunca,
kitaplardaki ‘kavram’ ve ‘sözcükleri”, küçük küçük kırpıntı kağıtlara ayrı ayrı yazarak, üzerlerine
alfabenin harflerini yazdığım, beşer kuruşluk sarı zarflara koyup biriktirmeye başladım. Beş bine
yakın konu, kaynaklarıyla birlikte klasifiye olmaya başladı, ama el yazısıyla. O sıralarda, bana ve
şimdilerin Türkiyenin bir numaralı arkeoloğu, çok sayın Prof. Semavi Eyice’ye, kendi imzalarımızla
küçük makaleler yazma şansı veren Reşat Ekrem Beyefendiye, özellikle alfabetik düzeni öğrenmek,
toplanan materyalı klasifiye etme yollarındaki öğretileri için çok şey borçluyum. Ankara Caddesi,
No.50, çok kutsal bir yerdi benim için o günler.
Tıbbiye mezuniyeti, askerlik beni 1957’ye getirdi ve Batı’nın yolu gözüktü. Not’larımı ve iki
bine yakın kitaplarım, eniştemin Kazlıçeşme’deki deri fabrikasının nemli depolarında ebedi
istirahatgahına terkedildi. 1990 sonlarında döndüğümde, geriye külleri bile kalmamıştı. Çoğu yabancı
dillerden getirdiğim dokuz bine yakın kitaplarımı, 1989-1992 arası yeni baskıları çıkan -fakat
maalesef, 40’larda yazıldığı gibi hiç değişmeden aynen basılması nedeniyle eski dili beni bile rahatsz
eden- Milli Eğitim Bakanlığının tüm yayınlarını yeniden aldım. (İsimlerini bilmem, kimseyi de haksız
tenkit etmek istemem ama, gerek Bakanlıktaki ve gerekse Talim Terbiye Heyeti’ndeki sorumlu
kimselerin o günler çok daha dikkatli olmaları gerekirdi sanırım.) Allah rızası için gelin 1992’de
‘yeniden’ basılan Çehov’un “Teklif”indeki dile bakalım. Ben 1929 doğumluyum ve o Türkçeyi
kınıyorum. Yeni kuşaklar on binlerce basılan o kitapları nasıl okur da zevk alırlar? (Baskı adedi
20,000. “Bilhassa zatı alinize geldim.” (sa:3), “Mesele şu ki: bendeniz, kerimeniz Natalya
Stepanovna’nın “desti izdivacını” talebe geldim. (sa:12) “Ailenizi ta çocukluğumdan beri tanımak
şerefine nailim. Malumualiniz olduğu üzere kendilerinin tarlaları tevarus ettiğim merhum validenize
karşı daima derin bir hürmet beslerlerdi.”, “Tahattür buyuracağınız veçhile, benim Öküz Çayırı sizin
kayınlıkla hem huduttur.” (sa:16), “Kağıttan bu, belli olur, muhterem Natalya Stepanovna. Filhakika,
Öküz Çayırı bir zamanlar münaziünfihti; fakat şimdi herkes bilir ki orası benimdir.” Türkçemi
yeniden kazanmak için ilk önce Dede Korkut Masallarını okudum, sonra Dostoyevski başta olmak
üzere tüm çevirilere balıklama atladım. Yine, Tolstoy’un “Harp ve Sulh”u (Savaş ve Barış),
Osmanlıcasıyla bir facia idi. Türkiye’nin kitap panoraması, dünya ne derse desin, şaşırtacak bir
zenginliğe ulaşmıştı. Camus’leri, Sartre’ları, Hemingway’leri, Oscar Wilde’ları, Orwell’leri,
İstrati’leri, Zola’ları, Saramago’ları, Kafka’ları, Herczeg’leri, Coelho’ları, Tamaro’ları, Coetzee’leri,
Umberto Eco’ları ve daha nice uluları kana kana, doya doya okuyabildim.
Bereket, ‘Bilgisayar’ diye bir beyin uzmanı dünyaya gelmişti; notlarınız, gizemli bir şekilde
istediğin yere istediğiniz punto ve benzeri akrobasi ile, çok değerli hazineler halinde yerleştirilebiliyor,
bir yerden diğer yere nakledilebiliyor, hemen basılıp elinize verilebiliyor, elden ele disketlerle
dağıtılabiliyordu. Bu beni harekete geçirdi ve, inanın bana, hiç bir kimseden en ufak bir yardım ya da
destek görmeden, bu binlerce sayfalık sözlüğü, kendim kitaplardan özetledim-seçtim, kendim klasifiye
ettim, düzeltmeleri yaptım, puntolarını seçtim ve benzeri.
Hiç şüphesiz, böyle bir sözlük için mevcut sözlük ve lügatlardan, gerek doğru Türkçeleri ve
gerekse sözcüklerin kavram ve ifadeleri için birçok kitaplardan yararlandım. İsimler, Z harfinin
sonunda minnet ve teşekkürle yazılıdır. Bunlar arasında, en çok yardımı dokunan iki taneyi özellikle
zikretmek isterim. Birincisi, Ömer Asım Aksoy’un, İnkılap Yayınevinin lütfettiği “Atasözleri ve
Deyimler Sözlüğü”nün ikinci ‘Sözcükler’ cildi. Ne nasıl denir, hangi harfe girer, elini uzat
orda.<Eksiği, hiç bir örneğin olmaması> İkincisi ve ‘olmazsa olmaz’, şair -rahmetli- Ali
Püsküllüoğlu’nun ‘Arkadaş Türkçe Sözlüğü”. Keza Türkiyenin gözbebeği muhterem Yaşar Kemal
Beyefendinin sözlüğü ve ha keza Osman Cemal Kaygılı’nın. Onlarsız ben bunu yazamazdım. Sözcük
grupları, çok yararlı deyimleri içeriyordu, özellikle tarifleri bakımından. Ama, benimki dahil, hiçbir
sözlük, her şeyi kapsayamaz. Bilge Püsküllüoğlu’nda “Hatır hatır (kaşınma)’ı, “Eli yatmamak”ı
bulamayınca cidden şaşırmıştım. Ne kadar da doğal halbuki. Kimse dört başı mamur, eksiksiz bir eser
yaratamaz. Çok sayın M. Ertğrul Saraçbaşı ve İbrahim Minnetoğlu’nun “Örnekli ve Açıklamalı
Türkçe Deyimler Sözlüğü” elime son aylarda geçti. Benim Ansiklopedik Sözlüğümün küçük ve ideal
bir örneği. Ondan da faydalandım, zira hayatın sunduğu her ışığa teşekkür etmeyi bir yaşam prensibi
kabul etmenin rahatlığı içindeyim.
Argo’dan da birçok sözcük seçtim, onlar, edebiyatımın sonsuza dek yaşayacak incileri. “Tek
kelimeyle ancak argo olur, deyim olmaz,’ diye bir inanç vardır. Bence bu kısmen doğrudur. ‘Bodur’
ya da ‘Mütevazı”, “Cılız”, “Soylu”, “Yalınayak”, “Dörtnala”, “Tanrı”, “Cennet”, “Cehennem”
dediğinizde, bunlar dar anlamlarının ötesinde hazineler saklıyorlar. Belki bunları cömertçe kullandım
ve bu tenkit edilebilir. Ama benim esas gayem, özellikle yeni yetişen kuşaklara “Birinci Mevki”,
“İkinci Mevki”, “Om Mani Padme Hum”, “Yüznumara” ve benzeri yüzlerce, eski kültürümüzden
pırıltılar içeren zenginliklerimizi bir daha yaşatma kaygısının yanında, esas, kitap okuma zevkini
canlandırmayı hedeflemek. Sözcükleri, önceki ve sonraki alıntılarıyla birlikte kullanılış şekillerini
mümkün olduğu kadar anlamlı bir şekilde vermeye çalışırken istedim ki okuyucu o kitabın ruhunu
koklayabilsin; bildiklerini anımsayarak, “Yahu, şu Tolstoy’a, Kafka’ya bir kez daha bakayım!”
diyebilsin. Kitap zevki, yaşam zevkidir.
*
Hiç şüphe yok k, Cevat Çapan Hoca’ya, tüm gelecek okuyucularım ve kendim dahil, herkes
için sonsuz teşekkür ve saygılarımı tekrar tekrar belirtmek isterim. Aralarda göreceğiniz üzere,
Şekspir’in “Sone”leri, “Lorca”nın şiirleri vb. eserleri, Şiir Antolojilerini ve benzeri eserlerin yanında,
ekserisi üçüncü ülkelerden gelen, elimize kolay ulaşamayacak birçok şairlerin şiirlerinin, 2000
yılından başlayarak 2010 yılına kadar, Cumhuriyet’in her Perşembe günkü “Kitap” dergisindeki paha
biçilmez “Şiir Atlası”nı tarayarak bu lügatın basıldığı tarihe kadarki yayımların tümünden, önemli
deyimlerin geçtiği dizeler aldım. Bu kadar engin bir şiir dünyasını hiçbir lügatte bulamazsınız.
Sözlüğümün kritik edilebilecek diğer bir yönü, belirli bir sözcük için belirli yazarların
şaheserlerinin yalnız birini kullanmak yerine, mümkün olduğu kadar okuyabildiğim kitaplarından
birçok örnekler almayı yeğlemem. Amacım, yine, o yazarın bir sözcüğü nasıl bir kez kullandığı değil,
konu’ları ve motif’ları farklı olan eserlerinde o sözcüğü tekrar be tekrar, farklı peçelerle
sergileyebilmekti. Yazarı değil, eseri benimsemek ve özümsetmek istedim.
Lügat’ın pencerelerini açtıktan bir süre sonra farkına vardım ki, yalnızca ‘metin gösterisi’
takdim’in yanında bugün, artık enternasyonal olan ilişkiler babında, o kadar çok Latince, Fr.ca,
İngilizce, İtalyanca vb. sözcükler, dinsel terimler geçiyor ki, bunları dünün ve bugünün şaheserlerinde,
gündelik romanlarda pek bulacağa benzemiyoruz. Buna özel yemek ve içkiler, sosyal muaşeret
kuralları ve prensipleri, parola haline gelmiş yerel selam ve kelam, günlük iletişim sözcükleri
bulunmayabiliyor. Bunlar için de, son bir gayret olarak, tekst’li maddelerin yanında, arada bir iki bazı
bilgleri araya sokmaya başladım. sıkıştırıyorum. Yabancı diller için, çevirinin ötesinde, nasıl ‘telaffuz’
edilecekleri de ekledim ki, lisan bilenler kusura bakasınlar, hepimizin bilemediği bazı dil incelikleri ve
sözcükler var, kültür denen o muhteşem varlığa yaklaşmak, sahip olmak için hepimiz her türlü
fedakarlıkta bulunmamız gerekir. Memleket böyle kalkınır.
Böyle büyük ve zor bir gaye için, her şeyde olduğu gibi, doğal olarak sınır koymak gerekir;
dolayısıyla da birçok önemli kitaplar, yazarlar sınırdışı kalmışlardır. Bu büyüklükteki bir eser,
esasında bir kurul tarafından ve daha uzun bir araştırma sonucu olabilmeliydi. Diderot’danberi kişisel
sözlük-ansiklopedi’ler pek yazılmıyor. İstanbul Ansiklopedisi’nin öyküsünü Eski İstanbullular bilir.
Mamafih, biz “At binenin, kılıç kuşananın!’ olduğuna inanıyor ve ilerde benzeri, hatta daha zengin
hazineleri yazacak gençlere, ruhlarının içine kadar koklamaları için bu ciltleri bir hediye olarak
bırakıyoruz. Okumaktan zevk almak için mutlaka belirli sözcükleri izlemek gerekmez; ‘Ama’, ‘Ne var
ki’, ‘Gelgelelim’, ‘Üstelik’, gibi birçok ikilemli bağlaçlar, sizleri şaşırtacak kadar tarihsel ve edebi
hazza boğacaktır. Kendi ulusal değerlerimizin yanında, Hazreti Adem’denberi kankardeşi olduğumuz
diğer ulusların yaratıcılarının (tabii eserlerin Türkçeye çevirilerinde) gördüğüm, bizde hemen hemen
hiç kullanılmamakla beraber, anlamında hiç tereddüt etmeyeceğimiz deyimleri de sevinçle aldım,
örneğin Honoré de Balzac’ın “Süslü Hayatlar”ında, Vahdet Gültekin’in saygıdeğer nefis Türkçesiyle,
sa:116’daki deyimi: “Barut fıçısı üzerinde tütün içiyorsun!”. Diğer terimlerle, “şans alıyorsun,
hayatınla oynuyorsun, ateşle oynuyorsun”u ne güzel de ifade ediyor.
Son olarak, bazı bölümlerin, birden fazla terim-sözcük içermesi dolayısıyla yapılan tekrarları
hoşgöreceğinizi umarım. Biri diğeriyle o denli harmonize olmuş ki, herhangi birinin bir kez daha
okunması, onların gizemli müziğini pekiştirecek sanıyorum.
En içten selam ve sevgilerle…
Prof. Dr. İsmail Ersevim
Kadıköy, Mayıs 2011
www.ismailersevim.com
e-mail: [email protected]
P.S.: Benim bu maceramda bilgisayarıma tüm bu oyunları oynamayı öğreten ve uygulayan, yakın
dostum, Bilgisayar Mühendisi sayın Orkun Antmen’e en içten teşekkür ve minnetlerimi sunmayı bir
borç bilirim..
Son söz:
9 Nisan 2013 - A ç ı l ı ş
Sözlüğümüzün kapağını, sessiz bir törenle bu gün açıyoruz: yukarıda da yazdığımız üzere,
ümit ediyorum ki, halklarımıza, özellikle kimliklerini yenilemek, yaratıcılıklarını daha çeşnili ve aktif
bir duruma getirmek isteyenlere, genel olarak hemen herkese, belirli konularda, edebi incilerden
hoşlanmak ve yararlanmak için seçeceği kitaba koşarak, notlar alacak ve hayaller kuracak. Bizim bu
hizmetimiz ÜCRETSİZDİR ve öyle kalacaktır. Geceleriniz ve gündüzleriniz aydın olsun.
Pratik bir noktayı da eklemek isterim. Sayısız okuyucum, yıllardır zaten mevcut sitemde, yine
hiçbir menfaat gözetmeksizim çeşitli medical, sosyal ve edebi alanlarda yayınladığım yazılardan
yararlanarak teşekkürde bulunmuşlar ve bir çok kimse, yürek sızlatan aile öyküleriyle serzenişte
bulunmuşlardır. Çoğuna özel yanıt veremedim, nedenlerine gelince: 83 yaşındayım, sekreterim yok,
ileri yaşlılığın - sigara ve içkiyi hiç denememiş bir insan olarak oldukça sağlıklı bir yapıya sahip
olmama karşın- hayat denen piyes, üzerimde son oyunlarını oynuyor, sık sık doktor arkadaşlarımın
kısa süreli müdahalelerine bağlı kalıyorum, ve, en önemlisi, son 7 senedir, resmen -ikinci kez- emekli
olduğumdan, reçete yazamam, hastayı görmeden fikir bile söyleyemem, yeni gelişen ilaçlardan
haberim yok, yalnızca genel tanılar ve tedavi yöntemleri hakkında ihtiyacı olan kullansın diye,
öğrendiklerimi, yaşadıklarımı paylaşıyorum, hepsi o kadar. Halkımızdan çok ilgi gördüm ama, 22
yıldır buradayım, hekim arkadaşlarımızdan koskoca ülkede daha bir soru bile soran olmadı.
Amerika’da çok popüler olmuş bir söz vardır: “Eğitilmesi en güç klas, zaten eğitilmiş zümredir.” Ülke
koşulları böyle, herkes gemisinin kaptanı ve dümeninin başında, paylaşmaya, öğrenmeye gerek yok!
Özetle, yanıt veremediğim ailelerden tekrar tekrar özür dilerim.
(Ek not: 9 Mart’2014) : Lügat’ı halklara açtığım son bir yıldanberi, o kadar çok tebrik ve teşvik aldım
ki, ifade edemem. Aynı duygu ve inançla, tüm hızımla devam ediyorum. Genel arzu üzerine, klasik
yazış ve basış tarzımıza ek olarak, bihassa yabancı dile dönük geleceğin entellektüellerinin esrarıyla
iki ufak değişiklik eklemeyi uygun buldum: 1) Gerçi hemen her lügatte bulabilirsiniz ama, günlük
konuşmada çok geçen, ‘farklı’ sözcüklerin de bulunması rica edildi. Bu ilaveleri arada , mehaz vererek
ya da vermeksizin, herhangi bir lügat gibi, telaffuzlarını da ekleyerek, L a t i n c e -önemli edebi ve ata
sözleri-, bazen metinleri ile, ve bazen yalın olarak, İngilizce, biraz İtalyanca ve Fransızca sözcükler
ekledim. İnşallah yadırgamazsınız. 2) Daha ziyade kültür taraftarı okuyucular, tarih ve ulusların
folklorik – mitolojik değer ve eserlerini de öteki lügatlerde pek bulamadıklarını, ansiklopedilerin biraz
ağır ve uzun olduğundan bahsettiler. Bu itibarla, örneğin İskandinav Mitolojisinden tutun birçok
ulusların mitolojilerini özetlediğim gibi, Hammurabi Yasalarını, Eski Mısır tanrılarının
yaramazlıklarını, Gılgamış Destanını vb. folklorik eserleri; Kontrat evliliklerini, hatta bazı felsefi
ekolleri; Diyalektik Materyalizm’i v.s. de bulabileceksiniz. Son olarak; koyu dinci değilim, fakat
İnananlardanım; bu itibarla bilhassa üç büyük din üzerine de: Musevilik, Hıristiyanlık ve
Müslümanlık, bazı temel yazıları: inançlar, kandiller, temel bilgiler ve nitelikleri da eklemeyi borç
bildim. Sağlıklı ve mutlu okumalar. (İ.E.)
Sonsuz mutluluk dilekleriyle, ‘kredi kartsız, samimi sevgiler.’
Dr. İsmail Ersevim - http:// www.ismailersevim.com.tr/sozluk
HAYATI
(Özet)
Dr. İsmail Ersevim 11 Ekim 1929’da İstanbulda doğdu. Tophane 37. İlkokul, Manisa Orta Okulu,
Denizli Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni 1951/2 döneminde bitirdikten sonra, Ruh ve Sinir
Hastalıkları uzmanı oldu (1955). Bu süre boyunca, o zaman, Tepebaşında mevcut Türk Musikisi Devlet
Konservatuarıa kaydolarak (1947) 1952’de oradan da mezun oldu, Fikret Kutluğ hocadan kanun dersleri alarak
genel konser salonlarda ve İstanbul Radyosunda 21 kez konser verdi. Eşzamanlı olarak, hafta sonlarında, EyüpAğaçlı’da, Engelli-Sokak Çocukları Ünitesinde, M.E.B.’nın genç Özel Eğitimcileriyle rehabilitasyon çalışmaları
yaptı. 3y). Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nde askerlik görevini yaptıktan sonra (1955-57), Kanada ve Amerika
Birleşik Devletlerine giderek orada Ergin Psikiyatrisi (tekrar), Araştırma Asistanlığında bulundu. Boston’un tüm
kültürünü özümsemeye çalışarak, N.Y. School of Music’den 1961 de <piano> mezun oldu; 1961-63 arasında,
Boston Üniversitesine bağlı Medfield State Hospital’da iki sene, ünlü Prof. Dr. Freeman’ın direktörlüğü altında
‘araştırma’-Research asistanlığı; Klinik direktörlükleri, Harvard’da Çocuk Psikiyatrisi Fellow’luğu yaptı (196365). O yıllarda Dr. Mesnick’e iki yıl analizan’lık yaptı ve Boston Analitik Enstitü’den iki yıllık bir ‘eğitim’
(trainig) tamamladı (1968-70). Rhode Island Eyaleti’nde ünlü Bradley Children’s Hospital’de ve Brown
University’de çalışır iken, yazılı sınavlardan geçerek ilk M.D. (Medical doktor) ünvanını aldı (1967); aynı
eyalette Mental Hijyen Direktörü-Klinik Psikiyatri Şef’liği (Komisyoner’in sorumluluklarına eşdeğer); Salve
Regina ve Rhode Island Üniversite’lerinde Psikoloji Profesörlüğü; Harvard ve Boston Üniversiteleri’nde
Profesör düzeyinde öğretim üyeliği; Harvard-Cambridge Hospital’ın “Narkotik Program-Methadone
Maintenance Program direktörlüklerinde hizmet etti. Çeşitli Kliniklerde direktörlük görevlerinin ötesinde,
Amherst Üniversitesi (Mass.)’nde Parapsikolojik ve Yale (Conn.) Üniversitesi’nde Şamanistik çalışmalara,
Boston’da, Egzistansiyalistik seminerlere katıldı. Cambridge’de, “Maharishi International Center” de 1977’de
öğrendiği “Transandantal Meditasyon”u hala da uygulamaktadır. Son dört yılı New Hampshire Eyaletinde, gerek
serbest ve gerekse Devlet hizmetinde çalıştı; Akıl Hastanesinde yıllar yılı yaşlanmış “Otistik Çocuklar”ı, yasa
gereği, profesyonel bir tim’in başında olarak, hastaneden taburcu ettirdi ve onları özel evler, aileler ve
rehabilitasyon merkezlerine yerleştirerek, modern bir çalışmanın önderi oldu. Böylece, 33 yıllık bir gurbetten
sonra, 1990 yılı Ağustos ayında İstanbul’a, devamlı olarak ikamet için döndü.
Dr. İsmail Ersevim, Türkiye’de de gayet faal olmuştur: Amerikan Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği
Şefi; İstanbul Üniversitesi Psikiyatri Kliniklerinde lektürer; Profesör düzeyinde Adli Tıp Enstitüsü’nde, Marmara
(Spor Akademisi 3y.), Newport (Psych., İng.: Uzaktan Eğitim.,2y), Kadir Has (İş Psikolojisi-2y)
Üniversitelerinde yıllarca ders vermiştir. Eminönü-Fatih Engelliler Derneği; Çocuk Vakfı (Kadın ve Çocuk
Hakları Bl. Başkanı), İstanbul-Türkiye Sokak Çocukları Vakfı’nda gönüllü olarak çalışmış, “İlk Adım Evi”ni
kurmuş, danışmanlık ve eğitmenlik yapmıştır. Mevcut 20 kadar eserinin bir kısmı telif (Freud ve Psikanalizin
Temel Bilgileri; Hiperaktif Çocuklar ve Ritalin; İndigo Çocuklar; Aile Tedavisi, Çocuklarda Oyun Tedavisi vs.),
bir kısmı ise çeviri; en önemlisi Stanley I. Greenspan’dan üç ünlü eser: “Meydan Okuyan Çocuk; Temel
Gereksinimli Çocuklar -Otistik spektrumu-; Bebeklerde ve Çocuklarda Sağlıklı Ruhsal Gelişim); Yükek Zekalı
Çocukların Eğitimi; Boşanma ve Bunun Çocuklar Üzerine Etkileri”, “Sistemde 50 yıl”, edebiyat alanında bir
öykü topluluğu: “Bir Doğumun Hikayesi” ve bir otobiyoğrafi: “İsmayil”. Dr. Ersevim, tüm bunların ötesinde,
1991-1994 ve 1999-2002 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatrolarında, T.A.L.’e (Tiyatro
Araştırma Laboratuvarı”nda, kapatılıncaya kadar, danışman ve dramaturg yardımcısı olarak -çoğu zaman fahriolarak çalışmıştır. Halen emekli olup (Temmuz 2007), hayat boyunca okuyamadığı kitapları yakalamaya ve
özellikle bu Ansiklopedik Sözlük üzerinde yoğunlaşarak, topluma yararlı kültür ürünlerini yayımlamaya
çalışmaktadır.
Yazarın Basılmış Tüm Eserleri
. EŞREF PEYGAMBER , -Öyküler-, Doktorun Basımevi, İstanbul 1954,
. İst.Univ. Hukuk Fak, Kriminoloji Bl, Ord.Prof.Dr.Sulhi Dönmezer, 1958; 1955 Uzmanlık Tezim’i,
Fr. - Türkçe olarak: “121 Drug-Addicts’ın Hayat Öküsü ve Tedavileri”, İstatistiki bulumlar (İlk!)
. MOONCHILD (Eng.), -Selected women’s poetry-, Editor., Suha Publ., The Saint Bani Press,
New Hampshire, U.S.A. 1976,
. PROPHET ESHREF (Eng.), -Short stories-, Exposition Press, Smithtown, N.Y., U.S.A. 1984,
. I, SHAMAN & The WHEELWRIGHT (Eng.), -Two plays-, The Pentland Press, Cambridge,
England 1992,
. FREUD ve Psikanalizin Temel İlkeleri, Nobel Kitabevi, İstanbul 1997; 3. Basım Assos Yayınları,
İstanbul 2005, 2012, 2013 : 7. Basım)
. MEYDAN OKUYAN ÇOCUK, Stanley I. Greenspan’dan çeviri, Özgür Yayınları, İstanbul 1998,
3. Basım 2005,
. BOŞANMA VE ÇOCUK ÜZERİNE ETKİLERİ, Yvette Walczak-Sheila Burns’den çeviri,
Özgür Yayınları, İstanbul 1999, 2. Basım 2003
. SİSTEMDE 50 YIL, Jimmy Laing’den çeviri, Assos Yayınları, İstanbul 1999,
. BİR DOĞUMUN HİKAYESİ, -Öyküler-, Özgür Yayınları, İstanbul 2000,
. ÜSTÜN ZEKALI VE YETENEKLİ ÇOCUKLARIN EĞİTİMİ, Norma E. Cutts-Nicholas
Moseley’den çeviri; Özgür Yayınları, İstanbul 2001, 2. Basım 2005,
. HİPERAKTİF ÇOCUKLAR VE RİTALİN, Özgür Yayınları, İstanbul 2003, 2. Basım 2006,
. ÖZEL GEREKSİNİMLİ ÇOCUKLAR (Otistik Spektrum), Stanley I. Greenspan’dan çeviri,
Özgür Yayınları, İstanbul 2004,
. YARATICILIK VE DİĞER SÖYLEŞİLER, Assos Yayınları, İstanbul 2004,
. A.C. 2084 - NEW ATLANTIS (Eng.), -Utopic novel-, Melrose Press, Cambridge, England, 2006,
. BEBEKLERDE VE ÇOCUKLARDA SAĞLIKLI RUHSAL GELİŞİM, Stanley I. Greenspan’dan
çeviri, Özgür Yayınları, İstanbul 2006,
. İSMAYİL, roman, “İstanbul Üçlemesi” -Otobiyoğrafi-, No.1, Assos Yayınları, İstanbul 2007.
. İNDİGO ÇOCUKLAR: Gerçek ya da Mit?, Özgür Yayınları, İstanbul 2007
. AİLE TERAPİSİ, Özgür Yayınları, İstanbul 2008
. OYUN ve ÇOCUKLARDA OYUN TERAPİSİ, Cinius Yayınları, İstanbul 2009
. “EĞER BEN SEN OLSAYDIM” & “KOMPÜ KİT”, iki sahne eseri, Cinius Yayınları, İstanbul 2009
. ANSİKLOPEDİK SÖZLÜK, İstanbul, Nisan 2013 (6,000 sayfa, alfabetik, enternasyonal edebi roman ve
şiir örnekleriyle, 20.000. den fazla sözcük, kişisel Web-Site link’i: (İNTE.www.ismailersevim.com.tr/sozluk)
( Baskıya hazır olan: ŞAMANİZM )
ÖDÜLLER ve Şeref Belgeleri
19 Mayıs 1948
1949
1952
1955
1955-57
: 19 Mayıs nedeniyle, Beyoğlu, Sıraservilerde CHP Halkevi, “Hitabet” müsabakasında Türkiye 1. Liği (Ord.Prof. Dr. Naşid Erez yönetiminde);
: Son Posta Gazetesinin Türkiye genelliğinde açtığı ‘Hikaye’ müsabakasında,
amatör ve profesyonel katılanlar arasında en beğenilen 20 içinde: “Makineci
Baba”;
: Üniversiteler Arası Hikaye Müsabakası, Türkiye; Hamiyet Yüceses Sanat
Ödülü, 2., “Veled”
: Tercüman Gazetesinin Türkiye çapında açtığı ‘Küçük Hikaye” branşında,
katılan 792 amatör ve profesyonel yazar arasında 8. “Baba” (Her üç öykü,
“Bir Doğumun Hikayesi” adı altında, Özgür Yayınları, 2000, İst.da yayımlandı.
: Aksaray Musiki Cemiyeti kurucu-başkan. Müzik eğitimi ve amatör konserler
verildi.
U.S.A. & ENGLAND
1974 & 75
1974 & 92
1985
1986
1986
1986
1987
1988
:
:
:
:
:
:
:
:
1989
1989
1989
1990
1991
1992
1992
1992
:
:
:
:
:
:
:
:
1996
1998
1998
1999
2000
2000
2003
2006
2007
2007
2009
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
Who’s Who in the East, U.S.A.
International Directory of Biography, Intern. Biogr. Association, England
International Who’s Who in Medicine, IBA, World Premiere; Vol.1, England
Life Patron (LIBA), Intern. Biogr. Assoc., England
World Biographical Hall of Fame, Amer. Biogr. Inst., No. Carolina
Commemorative Medal of Honor (Bronze), Amer. Bio. Inst., No. Carolina
Life Fellow (FABI), Amer. Biogr. Inst.; No. Carolina
(Honor List, for “Outsatanding Contribution to the Field of Psychiatry &
Literature”: Erik H. Erikson, İsmail H. Ersevim, Indira Nehru Gandi, Alan Jay
Lerner, Peter R.H. Sellers)
The World Declaration of Excellence, Amer. Biogr. Inst., No. Carolina
5000 Personalities of the World, Amer. Bigr. Inst., No. Carolina
“Silver Poet”, American Poetry Assoc., National Contest, San Feansico, Calif.
Man of the Year, Amer. Biogr. Inst., No. Carolina
International Man of the Year, Inter. Biogr. Centre, England
Commemorative Medal of Honor (Gold), Amer. Biogr. Inst.,No. Carolina
Life-Time Achievement Academy (Tıp’ta ilk altın Oscar), IBC, England
International Order of Merit <Dünya Vatandaşlığı>, Intern. Biogr. Ctr, Eng
<Medal is presented at The Cambridge Univ., England>
Platinum Record for Exceptional Performance, Amer. Biogr. Inst., N.C.
Marquis Who’s Who in the World, U.S.A.
Albert Einstein Intelligence Data, Bank of America, Independence, Iowa
World Biographical Hall of Fame, Int. Biogr. Centre, Cambridge, Eng.
2000 Outstanding Scientists of the 20th Century, IBC
The Europe 500, Baron’s Who’s Who
Found. Memb. of the World Peace and Diplomacy Forum, Cambridge, Eng.
Hon. Dir. General (HonDG), Intern. Biogr. Centre, Cambridge, Eng.
Who is Who in the World, Hubner’s, -Almanya ve TürkiyeAmbassador, International Order of Merit, Inter. Biogr. Ctr., Cambridge, Eng.
Vice-Chancellor, World Academy of Letters, Amer. Biogr. Inst., No Carolina.
KISALTMALAR
ALM.:
Almanca, Almanya
AME.:
Amerika Birleşik Devletleri
AR.:
Arap, Arapça
ARKEO.: Arkeoloji
ASK.:
Asker, Askeri
AST.:
Astroloji
ASTRO.: Astronomi
BOT.:
Botanik, Bitkiler
BİYO.:
Biyoloji
CATH.: Katolik
COĞR.: Coğrafya
COLL.: Kollokial, günlük dil, şeyler
ÇİN:
Çin, Çince
DAV.:
Davranış, hal
DENİZ.: Denizcilik, Denize ait
DEV.:
Devlet, Devlet adamı, işleri
DİN:
Din, inanç
EDEB.: Edebiyat, şiir
FARS.: Farisi; Pers, İran
FELS.:
Felsefe
FİG.:
Figüratif, simgesel, tasviri
FİZY.:
Fizyoloji
FR.:
Fransız, Fransızca
GİYSİ : Giysi, elbise
HIRİS.: Hıristiyan
HİNT.: Hindistan
HUK.:
Hukuk, Yasa
HYG.:
Hijyen, sağlık
IRAK.: Irak, Iraklı
İÇKİ :
İçecek şey
İMP.:
İmparatorluk
İNG.:
İngiliz, İngilizce
İSP.:
İspanyol, İspanyolca
İTA.:
İtalya, İtalyanca
(Abbreviations)
JAPON.:
KİMY.:
KÜRT.:
LAT.:
MAT.:
MEKS.:
MESOPOT.:
MİMAR.:
MUS.:
MUSE.:
MYTH.:
ORT.DO.:
OSM.:
OZ.:
PERS.:
PORT.:
PROT.:
PSYCH.:
ROMA :
ROMAN :
SAN.:
SES.:
SİYA.:
SOSYO.:
SPOR:
TAR.:
YAPI.:
YEM.:
YUN.:
ZAM.:
ZAN.:
ZOO.:
Japonya, Japonca
Kimya
Kürtçe
Latince, Eski Roma
Matematik
Meksika
Mezopotamya
Mimari, Mimarlık
Musiki, Müzik
Musevi, Yahudi
Mit, Mitoloji
Orta Doğu
Osmanlı , Osmanlıca
Ozan, Şair
Farisi, İranlı
Portekiz, Portekizce
Protestan Hıristiyan
Psikiyatri, Psikoloji
Eski Roma, Roma İmp.
Çingene, Kıpti
Sanat
Ses, Sada
Siyaset
Sosyoloji, Sosyal
Spor, Sporcu
Tarih, Tarihçi
Cami, Kilise, Mabet, Tarihi eser
Yemek, Yiyecek
Yunanlı, Yunanistan
Zaman, Vakit
Zanaat
Hayvan, Hayvanlar
A
A, AA, Aa, AAA, Aaa, Aah : Hayret nidası, ‘Bu nasıl şey? Hayret!’ bağlamında
“ ‘Size budala diyorum çünkü hepiniz bir cadıyı nasıl sınayacağınızı bildiğiniz halde o yöntemi
kullanmayı düşünmüyordunuz. Basit, Kutsanmış iğneleri alıp Tanrı adına, kapıya haç şeklinde saplayacağız!’
diye gürledi. ‘Biliyorsunuz ki bir cadı, İsa’nın haçıyla işaretlenmiş kapıdan geçemez!’
‘Aa, evet!’ diye onayladı adamlar. Söylenen doğruydu.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:160)
“STREPSİADES - A, a... Sus. Çocukluk etme. Ama eğer babanın yiyecek ekmek bulmasını istiyorsan
onların aralarına gir, atçılığını da bırak.
PHEİDİPPİDES - A! Leogoras’ın beslediği sülünleri de bana versen, Dionysos hakkı için olmaz.”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:26)
“<Bayram’ın> yüreği koz gibi kavruluyordu. Zehirli hamur yemiş enik gibi inliyor, çırpınıyordu:
‘Niye, niye aldın bıçağı? Niye aldın aynayı? Niye gandın a eşşek? A sıpa, a it, a ağzı açık ayran
delisi?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:80)
“Lea gözlerini açınca karşısında Vanğ Ana’nın o güzel pembe yüzünü buldu. Rüyalarının etkisi
altındaydı daha. Şaşırarak:
-A! A!.. dedi. Peki ama, ben daha evdeyim...
Vanğ Ana ağırbaşlı bir tavırla:
-Günaydın, küçük hanım! dedi. Sizi almaya geldim.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:77-8)
“İçerisi öyle kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmez! Baktım, bu dürzü de orada, yazıcı arkadaşlarıyla
birlikte bir şeyler zıkkımlanıyor. İki dirhem bir çekirdek, cakası da yerinde ha! Ellerini havaya kaldıra kaldıra
konuşup duruyor. Neler söylediğini merak edip kulak kabarttım. A, bizimki bu sefer de kolerayı diline dolamış,
felsefe yürütmüyor mu?
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“Şimdi aceleye hiç gerek yok. Dünya yeni bir aşamaya girdi. Aah Alyoşa, yazık ki sen heyecan nedir
bilmezsin! Hoş benimki de laf. Sen mi bilmezsin! Nah kafa!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:159)
“AZMİ EFENDİ - Ben de öyle düşündüm, çünkü evi satışınızdan filan öyle anlaşılıyordu. Ne ise.
Soydan-soptan başka kimseniz?
İHSAN BEY (Gizlice.) - Aaaa! Ahiret sorusunu da geçti. (Açıkça.) Hayır efendim! Hayır! Hiçkimse
yok... Şu dünyada bir tek başıma var; işte o kadar...”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:31)
“Gözümü açtığımda saat sabahın onu idi. Başım kazan gibi olmuştu. Aa, ben hala Alaşehir’de, göçmen
mahallesindeki evimizde ve yer yatağında idim. Okul başlayacaktı ve ben, Balıkesir yolunda olmalıydım.
Dehşetle yerimden fırladım.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:83)
“Saat beşe doğru hava serinledi; penceremi kapatarak yazmaya koyuldum. Saat altıda sevgili dostum
Hubert içeriye girdi; at eğitim alanından geliyordu.
‘Aa! Sen çalışıyor musun?’ diye sordu.
‘Batak’ı yazıyorum,’ dedim.”
(A. Gide, “Batak”, sa:21)
“-Durun, durun, bakayım! Dön de iyice göreyim cüppeni. A, şunun setresine (pantolon) bakın! Böyle
uzun setre mi olurmuş? Bu yaşa geldim, görmedim böylesini. Etekler öyle uzun ki, koşmaya kalksanız ayağınız
dolanır da kapaklanıverirsiniz.” ….. “Anne küçük oğlunu ancak kucaklayabilmişti.
-Aa, şu akılsızın söylediğine bak! Bir oğulun öz babasını dövdüğü nerde görülmüş? ‘Çocukcağız şunca
yoldan geldi, yorgundur, dinlensin, karnını doyursun’ demiyor da dövüşe çağırıyor.”
(N.V. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:15;17)
“Bıçağıyla usulca beyaz şeyi kurcaladı, sonra, biraz, parmağıyla dokundu. Kendi kendine, ‘Katı bir şey!
Ne olabilir acaba?’ diye düşünüyordu. Parmağını soktu, o şeyi çıkardı:
-Aaa! Bir burun!
İvan Yakovleviç’in kolları yanına düştü; gözlerini oğuşturdu, parmağıyla bir daha dokundu. Burundu
işte; bal gibi burundu. Üstelik tanıdık bir buruna benziyordu.”
(N.V. Gogol, “Üç Öykü-Burun”, sa:18)
“Beni görünce: ‘Aa, yabancı değil!’ dedi. ‘Değirmene gidiyorduk, geri dönmek zorunda kaldık. Ne
hava, değil mi?’ ”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:15)
“Rüzgar ıslık çalarak esiyordu. Ahırın damında henüz kıramadığı buz salkımları her an biraz daha
katılaşır gibiydiler.
-Aaa... Hafız bu be?
-Hafız ya. Dedi Şaban. Sonra:
-Az kaldı donayazmış... diye ekledi. Köyün alt başında bulduk. Eceli gelmemiş anlaşılan.”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:8)
“Bir gün önce Cuma olduğu için Kağıthane’ye gezmeye, eğlenmeye giden bir takım, akşam üstü geç
vakit arabalarla oradan dönerken, karşılarında oturan bir evin kız çocukları, bu Kağıthane’den dönenlerin
çocuklarına takılmış, onlarla:
-A... a... şunlara bakın... Bitli Kağıthane’den dönüyorlar; bir de bize çalım satıyorlar! -diye alay
etmişler.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:181)
“Beni uzun boylu, etine dolgun, güzel bir kadın karşıladı.
‘Yoksa beni tanıyor musunuz?’ dedi. Mırıldandım:
‘Yoo... hanımefendi... tanımıyorum.’
‘Henriette Bonnel.’
‘Aa!’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:291)
“Aaa, bu gülen Hayriye değil mi? Döndü mü bunlar mahkemeden? Ne çabuk böyle? Hangisi? Uv hadi
uv. Hayriye mi haklı? Hadi ordan. Bu evde hepiniz Hayriye’nın yardakçısı zaten. Hadii.. Yanşalak karı. Vara
gülsün, yoğa gülsün.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:8)
“Subay öfkeyle bağırdı:
-Sıralarınıza girin ulan! Yoksa... Aaa şuraya bakın! Bu Mrs. Hamilton. Gününüz aydın olsun Mrs.
Hamilton, sizin de Mister. Ama siz benim askerlerimi disiplinsizliğe yöneltiyorsunuz. Serkeşliği himaye etmek
istemezsiniz değil mi? Bu köpeklerle uğraşmaksızın başım belaya giriyordu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:403)
“VALERE - A! Bana gösterdiğiniz ilgide korkulacak ne var, Elise?
ELISE - Ne olacak! Bir sürü şey: babam kızabilir, akrabalarım paylar; elalem dedikodu eder, ama
hepsinden çok, sizin değişeceğinizden korkarım; erkekler saf bir aşkın fazla ateşli ilgisine hemen daima zalimce
bir soğuklukla tepki verirler.”
(Moliere, “Cimri”, sa:31)
“ ‘Sigara alır mısınız?’ diye sorarsınız birine.
‘A, teşekkür ederim.’
Paketi açarsınız, sonra şaşkınlığınızı sergilersiniz. ‘Hay Allah! Sonuncu sigarammış. Paketimin dolu
olduğuna yemin edebilirdim.’
‘Son sigaranızı almamayayım. Siz benden buyrun,’ der öteki.
‘A, teşekkürler.’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:75)
“yükselen ve parçalanan ve yitip giden ve kulakta kıvır kıvır
dönen bir ses fısıldayan sesler,
karanlığı açarlar, a’ların ve o’ların uçurumlarını, suskun
seslilerin tünellerini,”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:25)
“‘Haydi, yut şunu, bu aptalca oyundan vazgeç, o çocuğa bakma, taklit etmeye de kalkma, o çocuk deli...
çekilmez bir çocuk, delinin biri...’
-O yaşta bu sözleri biliyor muydun?
-A tabii, evet, yeteri kadar duymuştum...”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:10)
“Rüzgarlı bir sabahtı. Hep birden kıyıya gitmişlerdi. Mrs. Ramsay bir kayanın dibine oturup mektuplar
yazmıştı. Hiç durmdan yazmış, yazmıştı. Nihayet başını kaldırıp denizin üstündeki bir şeye bakarak, ‘A! Şu
suyun üstündeki şey bir istakoz kapanı mı? Yoksa tersine çevrilmiş bir kayık mı?’ diye sormuştu.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:254)
“İpeklerden cildin altında, sırmanın damarlardaki kan gibi göründüğü, zambak inceliğindeki yüzü
tamamlamakla uğraşıyordu. Bu güneş yüz, mavi ovanın ufkunda, iki meleğin kanatlarıyla yükseliyordu.
Félicien içeri girer girmez hayranlıkla bağırdı:
-Aa! Size benziyor!”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:140)
“Jean öyle şaşaladı ki, yüksek sesle konuşmaya başladı:
-Hey! Baksana!... Uyuyor mu bu? Yoksa içmiş mi?... A! İhtiyar Mouche’muş, şu bizim kızların
babası!... Allah bilir, kuyruğu titretmiş galiba! Al bakalım şimdi, iş çıktı işte!”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:142)
A.B. : (LAT.) : Artium Baccalaureus <Arti’yum Baka’lorius> - Bacheler of Arts’ın kısaltılmışı. Üniversiteden
‘Masrer’-Bakalorya derecesi
Abad; Abad etmek, olmak : Bayındır, şenlik, zenginlik; Zenginleştirmek, imar etmek
“Haraba kul olduk bezm-i Adem’de
Abad olsak da bir, olmasak da bir
Düştük çare nedir dame alemde
Azad olsak da bir, olmasak da bir”
<Harab: Issız, yıkık; Bezm-i Adem: İnsanlık meclisi, sofrası;
Dam: Tuzak, ağ, hapishane; Azad olmak: Serbest bırakılmak>
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:674)
“SEVİNSİN
------------On parmağında on hüner vardı
Biz onun sevgili kulları.
Dünyasını abad eyledik
Bir can verdi bize bin alır
Gideriz gözümüz arkada kalır
Sevinsin”
(B. Rahmi Eyüboğlu<1913-1975>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A.Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:324)
Abanoz : İstanbul gençliğinin, masum yıllarının ilk cinsel deneyimlerini kazandığı, Beyoğlu’nda, Ağa
Camii’nin arkasındaki ‘Abanoz sokağı’ umumhanesi. İkinci Dünya Savaşı zamanlarında adeta bir ekol haline
gelmişti. Sokak köşelerinde jandarmalar bekler, er ya da ergen olmamış çocukları kollarlardı. Üniversitede bile,
köşe başındaki bir aileye müzik çalışmaya giderken, başımız önde yürürdük oralarda.
“EMİNE
Abanoz’daki Emine
On yedisinde düştü
Afro’nun eline
Şimdi yaşı yirmi bir
Eridi gitti dört senede
İpek saçları, vücudu bozuldu
Ela gözlerinin ateşi söndü
Kalmadı eski neşesi
Alıştı zamanla küfüre, tütüne”
(Necati Cumalı<1921-2001>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:547)
Abanoz, Abanoz rengi : Abanozgillerden yapılan ağır, sert, simsiyah tahta; Sipsiyah, zencilerinki gibi kapkara
“ ‘Mösyö Saint-Caliste! Hangi rüzgar attı sizi buraya? Söyleyiniz bana, nasıl yardımcı olabiliriz size?
Bir kolonya mı? Bir vetivera esansı mı? ..... Saçlarınıza gerçek abanoz rengini yeniden kazandıracak bir losyon
mu? Yoksa...’ ”
(I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:12)
“O ise piyade alayının bandosu kent alanında bir daire oluşturup küçük nota sehpalarının ince ayaklarını
arnavutkaldırımı taşlarının arasındaki kara toprağa soktuğunda müzisyenleri ortasındaki yerini alır ve abanoz
ağacından, ucu gümüş kaplı küçük kara değneğini yavaşça havaya kaldırırdı.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:32)
Abartılı; Abartmak : Gereğinden fazla büyütülmüş olay; Mubalağa etmek
“Tanımlamaya Prelüd’ler - LXII
-------------------------------Gittim ve sordum, tümü önceden sezdiğim gibiydi,
bir şey ve sonra öteki tümü tasarlanmış gibi
aceleci aceleci diyen kuş ve saatın tik takı
kayalık ve ağaç ve ev ve hanım
ürününün üzerinde bana yan gözle bakan koca
niçin tümü bir düş dedim ve çarçabuk daldım
kurşun veya altın basamaklarla düşün abartılı dünyasına
geçti kuş, saati kayalığı ağacı hanımı ve kocayı”
(Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02)
“OLAĞANÜSTÜ MANDALİNALAR - 1
Abartılı davranış
tuhaf bir yoludur göstermenin
senfoniyi anladığının,
ama öyle yaptı o,taşralı kadın,
Marie Antoinette havalı
tutarak gülümseyen başını
kalçalarıyla aynı hizada.”
(John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07)
“Sinopsisi, Hollywood filmlerinin en abartılı, ağdalı diliyle yazdım. Madem bayağılık istiyorlardı,
bayağılığın dik alasını yazacaktım. O filmlerde kullanılan üslubu kavrayacak kadar çok fragman seyretmiştim.
Aklıma gelen her türlü basmakalıp sözü abartarak sıralayıp öyküyü yedi sayfalık bir vurdulu kırdılı, kan deryası,
teknikolor özet haline getirdim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:79)
“Bir saat olmuştu. Graecen son günlerdir yakasını bırakmayan olayları unutalı; yok, yakasını
bırakmamak deyimi biraz abartılı kaçıyordu. O kadar keskin olmayan bir söz aradı. Masum yuvarlak yüzünü
buruşturarak gazetenin sütunlarına göz gezdirirken, zihninin bir köşesini korkuya dayanma gücünü sınamaya,
ölümü çağrıştıran mecazi sözcüklerle oynamaya ayırmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34)
“Bu abartılı yapay dille Joyce, kitle iletişim araçları hakkında bir çeşit konuşma ve anlamsızlıkla dolu
bir değerlendirme başlatmaktadır. Ancak yargısını var olan durumun dışında tutarak bildiremez: bu nedenle
durumu, kendi kendisini ortaya koyacak biçimde biçimsel yapılara indirgeyerek gösterir.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:277)
“ ‘Nuh yazı yazmasını biliyor muydu peki?’ diye soruyordu Boron.
‘Nuh yalnızca iyi şarapla kafayı bulmayı biliyordu’ diyordu Boidi, ‘hayvanları gemiye yüklediğinde
zil zurna sarhoş olmalıydı, sivrisinekleri abarttı ama tekboynuzları unuttu, işte onun için artık tekboynuzlar yok.’
‘Var, var...’ diye mırıldandı Baudolino, birden keyfi kaçmıştı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:491)
“... abartılı bir itinayla ne kadar narin bir şeyle uğraştığına etrafı inandırmak istercesine açlık cambazını
önce belinden kavrar ve onu, belli etmeden biraz silkelemekten de geri kalmayarak, bu arada beti benzi atıp
bembeyaz kesilmiş hanımlara teslim ederdi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:81)
“Başpiskopos ilk oturuma
başkanlık yapıyor
<Gerçek ve Uzlaşma Kurulu
Nisan 1996, East London, Güney Afrika>
-----------------------Önemli değil ne düşündüğünüz
onun hakkında önce ya da sonra,
yerleşim yerleri, kurul hakkında,
önemli değil kasıtsız suçları,
pişmanlıkları
es geçen insan bilimcilerin
karşılıklı neler söyledikleri
ya da kaç tane uzmanlık tezinin,
kitabın, yönergenin örnek gösterildiği,
hatta bu şiirin basitleştirdiğini,
abarttığını”
(Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06)
“Kafamda bunları döndürüp durmaktan yorgun düşmüş olmalıydım ki, uykuya dalmışım. Sabaha karşı
tekrar uyanınca, aklıma beyaz Renault geldi. Fazla mı abartıyordum acaba olayı? Belki de her şey bir
rastlantıdan ibaretti.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:40)
“Hazırlıksız yakalanmış hissediyor kendini Meltem. Hoş, böyle bir şeyin hazırlığı nasıl olur, onu da
bilmiyor ya! Serap yerinden fırlayıp kucaklıyor onu. Gösterdiği abartılı sevinçten anlaşılıyor ki, rastlaşmış
olmalarından çok, karşılaşmalarındaki bu ‘teatral tesadüf’ etkilemiş onu.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:142)
“Çoğu zaman maden işçilerini, niteliksiz Çinli işçileri ve Middlesborough’daki işsizleri aklına
getirmediğinde, hayatın hayli eğlenceli olduğunu düşünüyordu. Dahası, sosyalizmin çok geçmeden işleri
düzelteceği yolunda safça bir inancı vardı. Gordon’un hep abarttığını düşünüyordu. Dolayısıyla aralarında
Ravelston’un fazla iyi huylu olması nedeniyle geçiştirdiği hafif bir anlaşmazlık vardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:98)
“Bulaşıkhaneye gidip tencereyi doldurma eylemi düşüncelerinin akışını değiştirmişti. En azından bir
anlığına abartma ve kendine acıma tuzağına düştüğünü algıladı. Hiç yoktan yaygara koparmıştı.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:330)
“M. de Charlus’un Jupien’e yaptığı göz işaretinde, tıpkı Beethoven’in defalarca, eşit aralıklarla
tekrarlanan ve -abartılı bir hazırlık bolluğuyla- yeni bir motifi, bir ton değişikliğini, bir ‘dönüş’e geçişi
amaçlayan soru cümleleri gibi, aynı soru, yoğun bir biçimde soruluyordu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11)
“GÜLLER
XII
-----------Kimden koruyacak peki,
bu abartılı silah sizi?
Dikenden hiç de korkmayan
nice düşmandan
sizi bendim kurtaran!”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.12.09)
“PENCERE
-------------‘Duvarla cam arasına sıkışma’ konusunda
söylediklerime gelince
bir ilkbahar abartmasıydı o, her yerden fışkıran
gür yeşilliklerin abartması. Oysa işe yarayan,
dört köşe bir dinginlik, bir saydamlıktır bu pencere.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-pencere”, sa:89)
“LIPP BİRAHANESİ
--------------------------umutsuz bir kafatasıyla. O, iner
doruktan oldukça alışkın
işi bitirilmiş, arkasında aldatıcı bir görünümün.
Daha kötüsü olabilir, abartılmış bir şey”
(Stephen Romer<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.08)
“Kilise tamamen çıplak kalınca, <Aziz Antonio>, bu kez Aziz Antonio’nun heykelinin yanına varmış,
davranmış heykeli soymaya, halesi ve haçını kaybeden zavallı aziz, eğer cezanın pek abartılı olduğunu düşünen
rahipler yetişmeseymiş yardıma, elindeki Bebek İsa’dan da olacakmış. Öfkeden çılgına dönen rahip ikna olmuş
en azından Bebek İsa’yı azizin kucağında bırakmaya.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:19)
“... sağlık durumunun tamamen normale dönmesinin mümkün olabileceğini gösteren bazı gelişmeler
bile yaşanmıştı. Dedikodu ilk bakışta, abartılı merasim ev cenaze haberlerine meraklı bir haber ajansından
kaynaklanıyor gibi görünüyordu. Görünüşe bakılırsa kimse yılın ilk günü ölmeye niyetli değil.”
(J. Saramago<d.1922>, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:13)
“Yoldan insanlar geçiyor, çevrede birileri var yani, ona bakmıyorlar bile, herkes kendi derdinde, kırk yıl
düşünseler şu köşedeki adamın Caxias’tan geldiği akıllarına bile gelmezdi, orada altı ay geçirdi, yetmiş iki saat
heykel gibi durmak zorunda kaldı ve işkence gördü, güzel ülkemizde böyle şeylerin olduğuna kimseler inanmaz,
böyle bir şey anlatan kesin abartıyordur.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:224)
“Aslında yüceliği biraz abartıyordu ve Victor Hugo da dahil olmak üzere kendini Victor Hugo sanan
19. yüzyıl adamlarından biriydi. Bence, bu gür sakallı güzel adam <büyükbaba>, iki şarap kadehi arasındaki alkolik
gibi iki melodram olayı arasında kalmış ve yeni bulunan iki tekniğin kurbanı olmuştu. Bunlar, fotoğraf sanatı ve
büyükbaba olma sanatıydı (Victor Hugo’nun bir eserinin adıdır da.> Fotojenik olmanın hem şansına sahipti, hem de
felaketine uğramıştı; evin içi fotoğraflarıyla dolup taşmıştı: Enstantane çekim henüz yapılamadığı için, poz
vermelere ve canlı tablolara düşkün olmuştu; her şey onun için, hareketlerini askıya almanın, güzel bir duruş
içinde donup kalmanın, kendini taşlaştırmanın bir vesilesiydi; kendi heykeli haline dönüştüğü bu kısacık anları
delice seviyordu”......“Beni, uzattığı bacağı üzerinde hoplattı ve şöyle bir şarkıyı söylemekten de geri kalmadı:
‘Küçücük atıma atlayınca ben, tırısa kalkınca yellenir gider,’ şaşkınlık içinde gülüyordum. Ama şarkı
söylemiyordu artık; beni dizlerine oturtup gözlerimin içine baktı ve resmi bir sesle, ‘Ben bir insanım ve insani
olan hiçbir şey bana yabancı değildir,’ dedi. Ama abartıyordu büyükbabam...”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:19;44)
“... başkası da atından, av köpeklerinden, sonra hastalığı için hanımının yas, matem içinde olmasından
söz açsın; akıl hastalığına tutulmuş olduğuna kandırsın. Eğer ne olduğunu soracak olursa, rüya gördüğünü,
kendisinin şanlı şerefli bir lord’dan başka bir şey olmadığını söyleyin. Bunu yapın, hem doğal yapın efendim:
eğer abartılmazsa epey eğleniriz, alanın alası bir eğlence olur.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:9)
“... açık kapıdan bara doğru bağırarak tekrarlamaktan: ‘Bir kahve! Bir bira! Bir limonata!’, neden sonra
da lütfedip içeri girip, göstermelik acelelikle ısmarlanan şeyleri hokkabaz edalarıyla getirip, abartılı, sözümona
artistik garson numaralarıyla müşteriye sunmaktan başka da bir şey yapmayan serseri horozlar...”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:69-70)
“Dalga bileti sarıp sarmaladı ve gözden kayboldu. Aman Tanrım, diye düşündüm bir an, yüreğimde bir
veda sırasında duyulan çarpıntıyla (vedalar hep biraz kaygı nedenidir; ben de bilirsin hep abartırım), kayalara
toslayacak. Ama toslamadı.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:30)
“Tüm sevgililer abartır ve Peter Claire de bir istisna değil. Beni sinirlendiren, Emilia ve kendisini
‘kralın karısıyla ayrılmasının karanlık gölgesinin’ masum kurbanları olarak görmesi, dahası, eğer ben olmasam,
beraber mutlu ve tarlakuşları kadar özgür olacaklarına inanması.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:324)
“JİM : Ben de yardım edeyim.
AMANDA : Dünyada olmaz!
JİM : Bir işe yaramalıyım.
AMANDA : Bie işe yaramak mı? (Coşkulu) Siz mi? Bakınız, Bay O’Connor, hiç kimse, evet hiç
kimse yıllardır sizin mutlu etiğiniz kadar beni mutlu etmedi!
JİM : Yapmayın, Bayan Wingfield!
AMANDA : Abartmıyorum... biraz bile!”
(T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:67)
Abayı yakmak : Aşık olmak, kendini kaptırmak (Argo)
“Gece yarısı, yatmaya gittiler. Kimsenin ayakta duracak hali yoktu... Jan’a gelince, o uyumamış,
sonradan küçük oğlanın anlattığına göre, bütün gece hıçkıra hıçkıra ağlamış... Ah, diyorum ya, meğer adamakıllı
abayı yakmış umarsız!”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:48)
“Dmitri son sözlerini büsbütün coşarak söyledi:
-Yalnız seni seviyorum. Bir de ‘kaltağın’ birine abayı yaktım, bu da beni mahvetti. Fakat aşık olmak
sevmek değildir.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:157)
“ŞEN ADAM - Rastgele birine yaklaşırsınız, ona karşı bir eyilim duyarsınız, bir türlü ayrılamazsınız
ve yavaş yavaş abayı yakarsınız.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:14)
“OTTAVIO - Belli, abayı yakmış! Bana söylemekten çekiniyor, demek Beatrice’i seviyor.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:32)
“Bill Bassett:
-İyi bir vurgun yapmak istediğiniz zaman abayı yakmış gibi görünmek gerekir. Vurgunun yağlısının
yolunu aşıktaşlık gösterir. Pahada ağır, yükte hafifle dolu bir ev bul; içinde güzel bir hizmetçi varsa tamam
demektir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:105)
“On yedi yaşındaydım ki bir avukatın kızına tutuldum. Albenili bir kızdı, yaşam boyu hep güzellikte
üstüne olmayan kızlara abayı yaktığımı düşündükçe gururla kabarır göğsüm.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:27)
“ ‘Ona sebepten derim işte sana ki, sen kasavetlenmeyesin, yakında alacaksın iyi bir haber,
kavuşacaksın şirinciğine... Yalnız, merak ederim ki, sen mi verdin ona gönül, yoksa o mu yaktı sana daha önce
abayı?
-Hayır, ben vermiştim daha önce ona feryadı!’
-Hah... Öyleyse, geçmiş olsun, sen savdın <sıranı bitirdin> şinci <şimdilik> nöbetini... O çeksin artık
kasvetini! Üzülme, üzülüp de süzülme tosba gibi, üzülme! Sabrın sonu selamet!’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:14)
“Yıllar sonra, birçok hasta birbirleriyle evlendi. Benim hesabıma, ben kadın kısmında genç bir kadın
hemşireye abayı yakmıştım. İşlevlerimi yaparken oradan bir iki kez geçmiş ve ondan hoşlandığımı hissetmiştim.
Neden hoşlandım ondan? Nedenini belki Allah bilir.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:50)
“Ali Dedem zayıf, avurtları çökük, burnu biraz irice bir adamdı. Onu yirmi yaşında bir asker olarak
gözümün önüne getirmeye çalıştım. Demek ki onca gün gözetim altında tuttuğu kıza abayı yakmış, o kendini buz
gibi göle atınca da hiç tereddüt etmeden arkasından dalmıştı.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:199)
“ELLIE -... Borçlarını bir hayli eksiğine ödemesini hoş gördüler. O zaman Mr. Mangan işi devralmak
için bir şirket kurdu. Babamı da müdür yaptı başına. Yoksa açlıktan ölürdük. Daha elim ekmek tutmuyordu.”
Mrs. HUSHABYE - Adeta bir roman. Peki patron cenapları size ne zaman abayı yaktılar?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:23-4)
Abaza çekmek : Otuz bir çekmek, masturbasyon yapmak; Gerçek cinsellikten bir süredir uzak kalmak
“Sonraları, Zebercet askerdeyken babası indi buraya. Gerçekten de otel katibi için en uygun oda burası;
ama babası ölünce Zebercet buraya geçmedi; bir zamanlar boş kaldıkça kiralık kitap okuduğu, lise avlusunda
beden eğitimi yapan kızları düşünüp abaza çektiği eski odasında kaldı.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:11)
Abazan olmak : Bazı zevklerden uzak kalmış olmak (Sigara, içki, kadın), mahrumiyetini hissetmek (Argo)
“Ben abazan meşrebim
Azot karbon aramam
Lezzeti hoş bir çorba
Olur ise olsun.
Zeytinyağlı dolma
Biraz da helva
Aman efendim
Olur ise olsun.”
(Anonim- Eski İstanbul kanto’larından)
“Bir dakika sonra bunlar yeniden yolunu kestiler.
-Bir cıgara!..
-Bir cıgara uçlan! Sana karagöz oynatayım.
-Kaç gündür abazanız. Sevabına bir duman...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:83)
Abdest almak : Müslümanların, ana şartlarından biri olan ‘namaz kılma’ları için, ‘abdest’ almaları gerekir
Bk.: Boy Abdesti
“Abdest nasıl alınır:
a) Önce n i y e t edilir. ‘E u z u B e s m e l e’ okunur: (Euzu billahi mineşşeytanirracim.
Bismillahirahmannirrahim)
b) Eller üç defa güzelce yıkanır.
c) Sağ elle ağıza üç defa temiz su alınır ve ağız yıkanır.
d) Sağ elle burna su çekilir, sümkürülerek sol elle burun temizlenir.
e) Yüz üç kere yıkanır.
f) Önce sol el ile sağ kol, sonra da sağ el ile sol kol dirseklerle birlikte üç kez yıkanır.
g) Sağ el suyla ıslatılarak elin iç tarafaı ile başın dört bölümünden bir bölümü (tercihan baın üst
kısmı) meshedilir.
h) Islak ellerin küçük veya şahadet parmakları ile kulakların içi, baş parmaklarla kulakların dışı, geri
kalan üç parmağın dışı ile sağ ve sol enseler meshedilir.
i) Önce sağ, sonra sol ayak bileklerrie birlikte ovularak yıkanır”.
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”,sa:160-1)
Abdest (aptest) etmek : Bk.: Büyük apdest etmek
A be : Yahu sen
“ ‘…A be sen nerelerdeydin Hüsmen? Yoksa balıkçı mı oldun sen de?’
‘Oldum,’ dedi Hüsmen övünerek. ‘Hem de ne balıkçı! Nişancı bana o kör adamdan ölmüş eşek
fiyatına bir tekne aldı. Para bile almıyordu kör adam. Nişancı, zar zor ona birkaç kuruş verdi. Ben sana bir şey
söyleyeyim mi, hah, o kör adamın adı neydi, Kör Salih. O nişancıdan çok korkuyor. Nişancı sert birkaç şey
söylese ona, şakır şakır donuna işiyor.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:499)
Abece : İşin alfabesi, başlangıcı, ana kuralları (Alfabenin ilk üç harfi olan a, b ve c’den alarak)
“Akşamüstü kendini dehşet içinde buldu. Uğultudan, gürültüden afallamış, pusulayı şaşırmış,
korkmuştu. Yenilmişti. Öbür kentler hiçti. Onların abecesini okumak, köy kızlarını anlamak, ıstakozlu kokteyller
yuvarlamak, dergilerin ‘yanıtla birlikte sürdürüm bedellerini gönderin’ bulmacalarını çözmek kadar kolay
olmuştu.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:133)
“yükselen ve parçalanan ve yitip giden ve kulakta kıvır kıvır
dönen bir ses fısıldayan sesler,
karanlığı açarlar, a’ların ve o’ların uçurumlarını, suskun
seslilerin tünellerini,
gözlerim bağlı aşağıya doğru koştuğum dehlizler, uykulu
abece bir mürekkep ırmağına benzeyen çukura düşer,
ve kent gidip gelir ve taştan gövdesi tapınağıma ulaşırken
parçalanır,”
(O. Paz, “Kartal Mı Güneş Mi”, sa:25)
“Duygusal Eğitim <Otra Vaz Eroz - 1994>
Okumam yazmam olmasa
bedeninde öğrenirdim
okumayı düzgüleriyle
kuşların
düzgüleriyle akan suların
ve saydam abecesiyle
çıplaklığının
ışık biçimindeki
yansımasıyla aynada”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
Abes : Beyhude, boş, yersiz, çirkin, gereksiz
“Ancak, ben uzun bir zaman sonra ziyaret ettiğim zaman arkadaşımın evinde banyosunda akşamdan
kalmalıkla kustuktan sonra tüm vücudumdaki gücü yitirmiş, klozete yaslanmış bir halde aval aval duvara
bakıyorum. Ne kadar abes bir durum!”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:87)
“Etkilendiğini şimdi gizlemeye çalışan, ama sahte kayıtsızlığına karşın, istemeye istemeye
uzaklaşıyormuş gibi görünen baron, bir gidip bir geliyor, gözlerinin güzelliğini en çok ortaya çıkaracağını
düşündüğü şekilde boşluğa bakıyor, kendini beğenmiş, aldırmaz, gülünç bir havaya bürünüyordu. Hep bildiğim
alçakgönüllü, iyi yürekli görünümünden bir anda sıyrılmış olan Julien ise..... abes bir küstahlıkla elini beline
dayıyor, poposunu sergiliyor, orkidenin, mucize eseri gelen yaban arısına yapacağı cilvelerle poz veriyordu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11)
Abesle iştigal : Beyhude yere uğraşmak, vakit kaybetmek
“Yirmi yıl öncesinin yazınsal kusurlarına uzun uzadıya kafa yorup yanlışları olan bir eseri, .....
gençliğinde yine kendi olan o farklı kişinin istediği, miras bıraktığı sanatsal günahları onarmaya çalışarak
harcamak -bütün bunlar kesinlikle boşunadır-, abesle iştigaldir.”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:5 -önsöz-)
“Heceler çın çın ötüyordu. Trik-trik, trik-trik! Şiirdeki korkunç mekanik boşluk onu şaşırttı. Hiçbir işe
yaramayan bir makinenin çıkardığı ses gibiydi kafiyeler. Trik-trak, trik-trak. Durmadan başını sallayan mekanik
bir taşbebek gibi. Şiir! Abesle iştigal! Kendi abesliğinin, boşa geçmiş otuz yılın, yaşamını sürüklediği kör
kuyunun farkında olarak uyanık yattı öyle.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:46)
Ab-ı hayat; Abı hayat içmek : Hayat suyu, zemzem; Kuvvetlenmek, yeniden hayat bulmak.Rivayete göre,
kaynağı ‘karanlıklar ülkesi’nde olan bu sudan içen ölmezmiş. Bu suyu, önce Hızır ve İlyas peygamberler
bulmuşlar; sonra, Tanrı, bu sonsuz dirim veren suyu insanoğlundan saklamış. Büyük İskender, bu ‘karanlıklar
ülkesi’ne kadar gidip onu aradığı halde, eli boş dönmüş.
Bk.: Bengisu; Ab-u hava
“Usta kılıcı uzattı, kabzasından kavradım. Kuzuya bakındım, ortadan kaybolmuştu. Ama önemli
değildi: Gökten Abıhayat yağıyor ve kılıcımın çeliğini parlatıyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:214)
“Zaman abıhayat gibi akıyor, dünyayı suluyordu. Buğday olgunlaşıyordu, üzümler parıldamaya
başlamıştı, zeytinlerin içi yağla doluyordu, çiçek açmış nar ağacı meyvesini veriyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:530)
“Fakat nasıl oluyordu? Bu mümkün müydü? İnsan bu kadar değişebilir miydi? Herşeyin bir hududu
vardı. Bir sıska ne kadar kuvvetlense bir Herkül, bir sıhhat heykeli olamazdı.
Güldüm, dudaklarımı kıvırdım:
-O halde ab-ı hayat içmiş olmalısınız.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:47)
Abi : Ağabey; Yakın bir arkadaşa da söylenebilecek bir hitap
“-İsmin ne senin? diye sesleniyorum cebime:
-Hidayet.
-Neden öldürdün Hidayet?
-Seviyorum be abi!
-Nasıl seviyordun; Hidayet!
-Deli gibi be abi! Gün onunla ağarıyordu.”
(S.F. Abasıyanık<1906-1954>, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:10)
“MENDİLİMDE KAN SESLERİ
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet abi sen de bağışla.
Boynu bükük duruyorsan eğer
İçimden geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer”
(Edip Cansever<1928-1986>-“Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:85)
-Bütün bunlara neden, o babam olacak hergeledir.
-Evladım, baban hakkında öyle konuşma, ayıptır. Senin üzerinde hiç mi hakkı yok?
-Azdır be abi. O herif Cehenneme direk olmaya layıktır. Her akşam içer içer, eve öyle gelir.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:51)
“-Peki ama abi, madem bu kadar tanıdığı var...
-‘Ne diye içeri atılmış?’ diye soracaktı, meydan vermediler, işlerine gelmemişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:90)
“Amcası, kasabanın biraz dışındaki bağ evini, adaklarla gelen ziyaretçilerini kabul etmek, bazı günler
de inzivaya çekilip kimseyi görmeden ibadete gömülmek için kullanıyordu. Böyle günlerde çocuklar ona, evden
sefertası içinde yemek götürürlerdi. Babası Tahsin Ağa bile abisini ancak namaz vakitlerinde camide
görebiliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:20-1)
“Dehşet içinde kalmıştım, sanki kanım çekilmişti.
‘Abi,’ dedim, ‘gerçek mi bu anlattıkların?’
‘Evet!’ dedi. ‘Maalesef kelimesi kelimesine gerçek.’
‘Peki, annesine babasına ne olmuş?’
‘Sınırda kurşuna dizilmişler.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:151)
Abid(t) : Kul, köle; Tanrıya tapan-biat eden; dini bütün, iman sahibi, gerçek Müslüman; Tüm vaktini ibadetle
geçiren, bunun için de gösterişe sapmayan mü’min
“ABİT İLE HIRSIZ
Hırsızın biri, bir abidin evine girdi. Aradı, taradı, bir şey bulamadı! Canı sıkıldı... Abit, olan biteni
anlayınca, üzerinde yattığı kilimi, eli boş dönmemesi için hırsızın yoluna attı...
İşittim ki Hak yolunun erleri,
Hırsızı da eli boş çevirmez geri...
Sen ki dostlarınla çekişiyorsun,
Sana nasip olur mu bu Hak yeri?”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:89)
Abiku : (ARAB, HİNT MYTHOLOGY): “Yoruba” mitolojisi’nde, ergenliğe erişmeden önce ölen çocuklarea
verilen isim, aynı zamanda bu ölüme neden olan ‘kötü ruh’. Böyle ölen çocuğun yeniden yaratılacağına inanılır,
ve bu nedenle, o zaman tanınması için vücudunda bir yara izi bırakılır.
“ABİKU
Boşuna biçim verir senin halhalların (*)
Ayaklarımdaki tılsımlı dairelere
Abiku’yum ben, ilk şeyleri isteyen,
Yinelenen zamanım.
(*) Halhal: Arap ve hint kültüründe, genellikle kadınların
ayak bileklerine taktıkları gümüş ya da altın halka
(Wole Soyınka<d.1934>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09)
Ab imo pectore : (LAT.) <Ab imo pektore> ‘From the bottom of the heart = Ta kalbimin dibinden’
Ab initio : (LAT.) <Ab ini’tio> : ‘From the beginning’ = Başından beri!
Ab intra :
(LAT.) <Ab intra> . ‘From within’ = Ta yürekten!
(Dict.of Foreign Phrases & Abbreviations)
Ablak : (Genellekle yüz için) Yayvan ve yuvarlak, kaba saba görünümlü
“O ilk saniyelerde başka neler gördüm? Beyaz bir ten, (o devirde çoğu erkeklerinkinden daha kısa
kesilmiş) dağınık, kızılımsı saçlar, hiçbir çarpıcı özelliği olmayan ablak bir surat (kalabalığın içinde fark
edilmeyecek, göze çarpmayacak sıradan bir yüz), bakışlarını kaçırmayan kahverengi gözler, hiçbir şeyden
korkusu yokmuş gibi görünen birinin keskin gözleri.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:10-11)
“Gersten Sokağında on iki numaralı otobüs durağında durunca, hemen durağın karşısındaki küçük bir
meyhaneye attım kendimi.
‘Şnaps!’ dedim, meyhanecinin kırmızı ablak yüzüne doğru.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:165)
“Kimseden El Terrible <Spa.: Müthiş, korkunç, ürkünç> lakaplı şu Iban kadar nefret etmemişimdir
sanıyorum. Zorbalığı bütün bölgeye yayılan, pezevenk, iskenceci, zindancı….. Geriye atılmış kovboy şapkası,
zenginleçmiş ablak köylü suratı, terden alnına yapışmış kıvırcık saçları, ufacık gözleri, koca burnu, çenesi,
kendinden emin ve dediğim dedik tebessümüyle İban.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:141)
“Orangutanlardan farklı bir görünümüm yoktu. Rütbemin, aldığım madalyaların omuzlarımı, ğöğsümü
süslemesine karşılık sivilceli, kıllı, ablak suratıma çirikin bir hayvana benziyordum. Sürekli nezle oluşumdan,
içkiye düşkünlüğümden burnum patlıcan gibi şişti. Hantallıkta ayılardan geri kalmazdım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:49)
“Ablak yüzünde eğri burnu, sanki bir kanca gibi burun deliğinden yüzüne vidalanmış gibiydi.
Goodchild kendini son derece rahatsız duyumsamış ve daha önce serin olan hava birdenbire çok sıcak gelmişti.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Asılmış Adamın Gelini”, sa:19)
“Şimdi bana artık yalnızca, zaman zaman etrafımı saran sisten çıkar gibi bölük pörçük yüzler ve
hareketler ulaşıyordu; özellikle de üveyannemin her tabağı kontrol eden annesinin titrek, kemikli başı; sonra
dinimiz domuz etini yasakladığından et yemek istemeyen Lajos Amca’nın reddetmek için kaldırdığı elleri,
üveyannemin kız kardeşinin ablak yanakları, yemeğini çiğnerken inip kalkan çenesi ve yaşlı gözleri...”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:25)
“Bize de ‘Başını geri al arkadaş!’ dedi, fazladan gelip çenemizi düzeltti: -Sefer’in kırmızı ablak
suratından acıklı bir utanma geçti. Yutkunarak gözlerini kaçırdı- Namussuz herif, arada bir arka cebinden şişeyi
çıkarıp kafasına diker.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:173)
“ ‘Merdivenlerdeki küçük aynadan nefret ediyorum,’ dedi Jinny. ‘Başlarımızı gösteriyor yalnız,
başlarımızı kesiyor. Dudaklarım çok geniş, gözlerim biribirine çok yakın; güldüğüm zaman dişetlerimi çok fazla
gösteriyorum. Susan’ın başı, somurtkan yüzüyle ve Bernard’ın dediğine göre, sık beyaz teyele eğildikleri için
tam ozanların seveceği türden çimen yeşili gözleriyle benimkini gölgede bırakıyor; hatta Rhoda’nın ablak, boş,
leğeninde yüzdürdüğü yaprakları gibi yüzü bile bütünleniyor.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:31)
“Adam bir azmandı: Yalın ayak boyu bir doksandı <metre>; kulaklarına adi tel halkalar geçirmişti ve
ardıç ya da çalıkuşlarının uçarlarken üzerine tünedikleri bir yük beygirini andırıyordu. Bunun üzerine teslim
oldu: Kıza inandı ve ondan özür diledi. Yine de bir kez daha sevişerek geminin yan tarafından aşağı inerlerken,
Şaşa eli merdivenin üstünde, durakladı ve bu esmer, ablak suratlı canavara, Orlando’nun tek bir kelimesini
anlamadığı Rusça selamlar, şakalar ya da sevgi sözcükleri savurdu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:41)
ab oculis ad legendum : (LAT.) <ab o’kulis ad le’gendum> (Okurken göze takılan)
“ ‘Sanırım çok daha önce icad edildi bunlar,’ dedi William, ‘ama yapması zoor; çok usta camcılar
gerek: Zaman ve emek istiyor. On yıl önce ab oculis ad legendum camların çifti altı Bologna kronuna
satılıyordu.’ ”
(U. Ego, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz; sa:108-9)
Abone olmak : Bir şeye dadanmak, müptelası olmak, devamlı gidip gelmek
“Bu sağlam yapılı, kaslı yüzlü, cin gözlü adam, ‘hafifçe tırtıkladığı’ turistlerin kendisini
küçümsediklerini anladığından ve güvertenin aşağılık yolcularına karışmayacak kadar da onur sahibi olduğundan
dört elle bana sarıldı. İşsizliğe abone olmuş bir atletizm profesörü ve yankesici olduğunu öğrendim.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Ölümsüzlük”, sa:87)
“Valerie bir gün yatak çarşaflarını simsiyah görünce onu kapı dışarı etti; meğerse kömürcüyü de
hallediyormuş. İkinci kattaki yazarın tatile giderken burada bıraktığı arabacı da aboneymiş. Ama ne oldu biliyor
musunuz? Hepsi belsoğukluğuna yakalandılar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:28)
A bon marché : (FR.) <A bon marşe> : At a bargain (İNG.): İskonto-indirim fiyatına!
Ab origine - Ab ovo: (LAT.,FR.) <Ab origine- Ab ovo> : From the beginning (İNG) : Başlangıcından orijin’inden beri
Abra kadabra : Hokkabazlıkta gizemli değişikliği yapmadan önce kullanılan sihirli sözcük
“Solomon gülümsedi. ‘Neden olmasın? Mitolojide içgörü ve tanrısal güçler sağlayan sihirli kelimeler
geleneği vardır. Çocuklar bugün bile, yok olan bir şeyi var etmek ümidiyle ‘abrakadabra’ diye bağırırlar. Elbette
bugün artık bu kelimenin oyun tekerlemesi olmadığını unuttuk; kökleri eski Arami gizemciliğine dayanır. Avrah
KaDabra, ‘konuştuğum sırada yaratıyorum’ anlamına gelir.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:425)
“Yeniden şiire bakan Sophie, ‘Şifre,’ dedi. ‘Eski bir hikmet sözüne ihtiyacımız olduğu belli.’
Gözlerini kırpıştıran Teabing, ‘Abrakadabra olabilir mi?’ diye dalga geçti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:334)
“KABUS YİYEN - Hokus pokus, bir manto deyip geçmeyin, bütün cepleri deşeleyin...
Aha, arayan buldu mu kağıdını, abra kadabra,
Takalım bastona kalem ucunu.”
(M. Ende, “Kabus Yiyen”, sa:8)
“Sonra uzun bekleyiş başladı. Tanrı’nın kendisini İsa aracılığıyla ifşa ettiğini belirten işaretler artık
sihirbaz hilelerinden ibaretti, zekice, büyüleyici, lakin hepsi topu topu bir abrakadabra değil miydi, şu sokak
şarlatanlarının yaptığı işlerden işlerden bir farkı yoktu bunların, mesela ipi havaya atıp arkasından görünürde
herhangi bir destek ya da tutunacak yer olmaksızın tırmanmak, destek yok, kanca yok, cinlerden el vermelerini
isteyip hileyle yardım almak da yok.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:312)
aboulia, abu’lia : (TIP.) : <abu’lya> : İrade yitimi, aklı başında olmama hali
A bras ouvert : (FR.,KOLL.): <A bra uver - açık kollarla -kucaklamak-> - With open arms (İNG.)
Abraxas : (DİN. MYTH.) : Hem Tanrısallığı hem Şeytansallığı kendisinde barındıran tanrı kavramı. Eski
kavimlerin papirüs ve ceylan derisi üzerine büyü ve sihir ile ilgili olarak yazdıkları metinlerde sık karşılaşılan
bir sözcük. Gnostisizm’de ve gnostisizm dışı bazı çevrelerde, büyü ve muska yapımında bu sözcükten
yararlanılmıştır.
“İki ders arasındaki teneffüsten sınıfa dönüp oturduğum sıraya yönelince, kitabımın arkasına sokulmuş
bir kağıt parçası buldum......... Bir göz attım sözcüklere, bir tanesine takılıp kaldım, irkildim ansızın;
sözcüğü okurken sanki dondurucu bir ayazla karşılaşan yüreğim büzülüp sıkıştı.
‘Kuş yumurtadan çıkmak için savaş veriyor. Yumurta dünyadır. Doğmak isteyen, birdünyayaı yok
etmek zorundadır. Kuş, Tanrı’ya doğru uçuyor, Tanrı’nın adı Abraxas’tır.” ............................... “İlkçağdaki
tarikatların ve gizemci topluluklarının savundukları düşünceler, akılcı bir bakış açısından göründüğü kadar naif
değildir. İlkçağ, bizimkisi gibi bir bilim anlayışından uzaktı. Buna karşılık felsefi-gizemci doğruları kendine
uğraş alanı seçmişti ve bu uğraş da çok gelişmişti. Kısmen söz konusu uğraştan büyü ve sihir doğdu..... Ne var ki
büyü de soylu bir kaynaktan çıkıp gelmişti ve derin düşünceleri içeriyordu. Abraxas, Yunanca kökenli büyü
sözleriyle ilişkili olarak geçer ve genellikle ilkel kabilelerde bugün bile rastlanan bir büyü şeytanının adı diye
bilinir.... taptığımız bir tanrı vardı gerçi ama bu yanrı, keyfi olarak ikiye bölünmüş dünyanın ancak bir yarısını
temsil ediyordu ve resmen kabul edilen ‘aydınlık’ dünyaydı bu da. Ama işin doğrusu, bütün dünyayı baş tacı
etmekti; dolayısıyla ya aynı zamanda Şeytan’ı da temsil eden bir tanrı olmalı ya da Tanrı’ya tapınmanın yanı sıra
Şeytan’a da tapılma ilkesi getirilmeliydi. Buna göre Abraxas, hem Tarısallığı hem Şeytansallığı kendisinde
barındıran bir tanrıydı.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:118-121)
“Günümüzde Batılı Hıristiyanın karşısındaki soru, kendi bireyliğini yitirmeden, ışık ile gölgenin, Tanrı
ile Şeytanın birlikte varolduklarını kabullenmektir. Bunun için de, İsa bir kişi olarak belirmeden önce Hırisitiyan
olan ve İsa’dan sonra da yaşamaya devam eden Tanrıyı keşfetmesi gerekir. Bu tür bir tanrı -mevcut
medeniyetimizin altındaki derin sulara gömülmüş olmasına rağmen- o zaman halkın arasında varolan ve hala
varolmaya devam eden, Atlantis’in İsa’sı olabilir. Bu tür bir tanrı, aynı zamanda hem de şeytan olan Abraxas da
olabilir..... Modern Hıristiyan ve Batı dünyası bütünüyle bir kriz noktasına ulaştı ve önündeki seçenekler pek
cazip görünmüyorlar. Ne geçmişimizi çirkinleştiren kehanet öngörülerini istiyoruz, ne de standartlarımızı
indirgemekle sonuçlanacak, Doğu’nun insanlıktan çıkartan yolunu. Belki de geriye kalan tek olasılık
Abraxas’tır; yani ruhlarımızı hem içeri hem de dışarı doğru yansıtmaktır. Saf arketipi, ikisinin birleşimini bulma
umuduyla hem ışığa hem de biyografik köklerimizin derin gölgelerine doğru yansıtmaktır. Bu saf arketip,
içimizde bulunan, uzun zaman önce Atlantis gibi bilincimizin sularının altına gömülen tanrının otantik imgesidir.
Dolayısıyla Abraxas aynı zamanda ‘Bütün İnsan’ anlamına gelmektedir.”
(Miguel Serrano, “C.G. Jung & Hermann Hesse”, sa:18-20)
“Haçça, Ahmet’i alıp yukarı çıktı. Götürüp ocağın başına oturttu. Kandilin ışığında baktı gördü ki,
çocuğun eli yüzü kan. Al kan. ‘Abuuvv, avuvv... Abu kadın anam Amadım... Abu ben nerelere gideyim, abu?...’
Yağmur gibi döke döke ağlamaya başladı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
Abs (abstractus’un kısaltımışı) :
(LAT.,İNG.) <abstrac’tus> : Bir bütünden çekilen bir bölüm, özet
Absence d’esprit : (FR.,PSYCH.) : <absans d’espri – Unutkanlık; Absent mindedness (İNG.)
Absit invidia : (LAT.,PSYCH.) : <Absit invidia - Arzuya yer olmasın’; Let there be no envy. (İNG.)
(Dict.of Foreign Phrases and Abstractions)
ABSÜRD = ABSURD : OLUMSUZ - UYUMSUZ TİYATRO : Size bu konuda, 1992-2002 yılları
arasında, İstanbul Büyükşehir Belediye Tiyatrolarının T.A.L. (Tiyatro Araştırma Laboratuvarı)’e resmen
‘Konsültan’ olarak çalıştığım yıllarda, bu tür tiyatro hakkında yaptığım küçük bir çalışmayı sunuyorum: (İsmail
Ersevim)
“Brecht klasik tiyatrodan ayrılım stilini empoze ederken, özellikle Varoluşçuluk felsefesinin
(existentialism) ve onun bayrağını taşıyanların, örneğin Jean-Paul Sartre ve Camus, felsefi görüş ve
yazışmalar, roman ve piyeslerinin etkisi altında da, yeni bir akım tiyatroyu da içine alacak şekilde
Avrupanın kültür sahnelerini işgal etmeye başlamıştı. Bu da, A b s ü r d (Esasında saçma, anlamsız,
fakat Edebiyat dilinde ‘Uyumsuz’) T i y a t r o akımıdır.
J. Paul Sartre’ın Exit’ini hep hatırlarız. ‘No exit’ - Çıkış Yok diye sahnelenmişti özellikle;
Boston’da Fransızcasını, İstanbul’da Türkçesini izledim. Sahne açılır, izbe, mahzen gibi yerde üç dört
tutuklu diye nitelendirebileceğimiz kişiler ‘ne suçlar’ işlediklerinden bahsederler, örneğin bir hırsız,
bir sokak kadını vb. Arada bir kapı açılır ve içeriye bir başkası tıkılır. Bir az sonra anlarız ki, burası
‘öteki dünya’dır ve insanlar, hayatta iken yaptıklarının muhasebesini tartışmakla meşguldürler. Bunda,
hiç olmazsa toparlanmış bir konu vardır, ‘absürd’ olaylar ardarda gelmez, ne de olsa, gelenek dışı bir
zaman ve mekanda, bir sonuca varmak istenmeksizin anımsamalar devam eder. Bir gerçek, “varoluşun
anlamsızlığı” (absurdity) ana tema’dır. Bilindiği gibi sözcük olarak ‘absurd’, Camus’nun hediyesidir
ve hayatın anlamsızlığını ve ‘kendi’ yabancılaşmasını “Yabancı” (L’étranger) da ebedileştirmiştir.
1880’lerde Nietzsche’nin “tanrının ölümü’ kuramının ortaya atmasından sonra dini inanışın
çöküşü, Stalin’in baskıcı diktatörlüğü, Hitler’in uygarlığa yaptığı barbarlık ve en sonunda, Atom
Bombası’nın insanlığın ‘yaşam ümidi’ni yitirmesi, ABD’nin zengin toplumlarında gözlemlenen ahlak
çöküntüsü, yaşamın anlamsızlığını perçinleştiren sosyal gelişimler oldu.
“Absürd Tiyatro”nun liderlerinden Beckett ve Adamov’un oyunları ilk kez sahnelendiğinde,
izleyici ve eleştirmenler, alışılmışın dışında birşeylerin ‘tiyatro’ adı altında takdim edilmesinden çok
rahatsız olup tepki göstermişlerdi. Yüzyıllardanberi tiyatroyu tiyatro yapan ölçütler yerle bir edilmiş
gibi görünüyordu.
Bu tür tiyatroda; iyi tasarlanmış bir tiyatro oyunundan, iyi gözlemlenmiş, karakterleri iyi
çizilmiş bir takım aktörlerin, konuları iyi sınırlanmış oyunları sunmaları yerine, bu oyunlarda
çoğunlukla tanımlanması güç karakterler ve anlamsız eylemler gözlenir. Diyalog’lar, anlamsız ve
gayesiz birtakım ‘söz salataları’dır. Klasik bir oyunda gözlediğimiz ‘başı, gelişimi ve sonu belli’ bir
oyun yerine, ‘rasgele’ bir başlayış ve ‘rasgele’ bir bitiş var gibidir. Yazarlar, bir öykü anlatmak
niyetinde değillerdi. Peki bunlar bizlere ne vermek istiyorlardı? Bizlere, içlerindeki dürtüye uyarak, bir
sanatçı olarak, d ü n y a y ı a n l a y ı ş b i ç i m l e r i n i sergilemek isitiyorlardı.
Yukarda da belirtildiği gibi, bu yazarların tiyatro felsefeleriyle Heidegger, Sartre ve
Camus’nun ‘Varoluşçu Felsefesi’ ile birçok ortak noktalara sahiptirler. Mamafih, bir bakımdan o
kadar da devrimci sayılmayabilirler. Bazı kritik’ler, bu cereyana, antik-arkaik tiyatro ve edebiyat
geleneklerinin yeni bir bileşimi olarak bakarlar.
A b s ü r d Tiyatro’nun başını, yazılarının çoğunu Fransızca yazan –mamafih Dante’yi orijinal
İtalyancadan da okuyabilen- Samuel Beckett çeker. 1906 Dublin, İrlanda doğumlu, protestan inançlı
ve varlıklı bir ailenin oğlu olan bu büyük yazar Tüm Düşenler, Oyun Sonu, Sözsüz Oyun gibi
eserlerinin yanında, Godot’yu Beklerken, onun en ünlü yapıtı ve bu ekolün en tipik bir örneği sayılır.
19 Kasım 1957’de San Quentin Hapishanesinde takdim edildiği zaman, tüm mahkumlar huşu
içersinde onu izlemişlerdi. ‘Şekil’ (form) bakımından en mükemmeli sayılan bu eser; yanında
Varoluşçu yazarlar, ardında İkinci Dünya Savaşının dehşeti”, yazarın kendisinin yıllarca hayat ve
sevgi arayışından sonra, bu dünya yüzünde yaşayan hemen herkesin varlığını dolduran, insanı felce
uğratabilecek ümitsizliğin bir ifadesi olarak saygınlık görmüştür.
Prof. Ayşegül Yüksel’in çevirdiği şu satırlar, Beckett’in şairliğinin derecesini göstermektedir:
‘Nasıl da bilirdi
hiçbir sözün
biçim veremediğini
yaşamın karmaşasına.’
Beckett, “post-modern modernist” olarak tanındı. Düşüncelerini, dünya görüşlerini
benimsemeksizin kullanırdı. Yapıtları, zaman ve mekan (uzam) sınırlarını aşarak bir özgürlük arama
yolundadırlar. Prens Hamlet’in son sözleri “..gerisi, sessizliktir!” olmuştu. Dünyanın bütün
okyanuslarının parmaklarındaki kanları silemeyeceği Lady Macbeth için yaşam “..yürüyen bir gölge
ve hiçbir anlamı olmayan bir masal..”dı.
Beckett, insanoğlunun ‘altın çağı’ olarak nitelendirilmesi gereken bu asırda, altın çağın
yüzeysel parıltılarının altındaki ‘çıplak gerçeği’ görebilmiştir. İnsan uygarlığının çözüşmeye başladığı,
Batı uygarlığının ‘kişisellik-bireycilik’ anlayışının iflas ettiği; geçmiş değerlerle ilişkisini koparmış,
geleceğin değerlerini yaratamayan, hem dünyanın vazgeçilmez ‘varlığı’ ve hem de ‘ölüme yazgılı’
varoluşa başkaldıran bir kişidir.
Şimdi sizlere, önemi dolayısıyla, “Godot’yu Beklerken”in kısa bir özetini verelim.
Kimsenin gelmediği, kimsenin gitmediği, hiçbir şeyin olmadığı, bir ıssız yol kenarında,
“bilinç”in sesine, karşılıklı konuşma şeklinde işitsellik kazandıran VLADIMIR ve ESTRAGON, sanki
atom bombasının herşeyi yok ettiği dünyada kalmış son iki canlıdır. Bir “umut” olarak, gördükleri ya
da görmedikleri GODOT’nun onlarla buluşmaya gelmesini, ya da gelmemesini beklerken, sıradan bir
şekilde çok yavaş akan zamanı doldurmak için durmadan konuşurlar ve oyun oynarlar.
VLADIMIR ve ESTRAGON, yüzlerce yıl biryerlere gitmezler. Konuşmaları artık ritüel’e
dönmüştür. Onlar, birey olma özelliklerini yitirmişlerdir, onları kimse tanımaz, kimse anımsamaz.
Oyunun iki perdesi de aynı biçimde başlar ve aynı biçimde sonlanır.
Onlarla karşılaşan POZZO ve LUCKY, bir başka gerçeklik düzeyinde yer alırlar. Varoluşları
‘zaman’ ve ‘uzam’ın belirleyiciliği ile sınırlanmış olan, “eşit” konumdaki VLADIMIR-ESTRAGON
ikilisi karşısında, efendi-köle ilişkisini simgeleyen bu ‘hareketli’ ikili, “toplumsal insan”ın örneğini
verirler; ama, iki perde arasında çökerler, zira zaman hızla akmaktadır. POZZO kör olur, LUCKY ise
dilsizleşir ve diğer ikiliyle anlamsızlık çizgisi içinde buluşurlar. POZZO der: “..bize, mezar taşının
yanı başında yaşam vermişler. Bir gün ışıyor, sonra yine gece...”
B e c k e t t, Aralık 1989 da bu dünyadan göçtü. Tüm insanlık hala Godot’nun gelişini
bekliyor ve bekleyecek de.
Bu ekol’ün diğer bellibaşlı yazarlarından da kısa örnekler verelim:
Eugene Ionesco. 1953 Romanya doğumlu. En meşhur eseri: Amédée
Orta yaşlı bir karı koca, gerçek yaşamla ilgisi olmayan bir şekilde sunulurlar. Adam, bir oyun
yazarıdır; kadın ise bir telefon santralı işletir.
Karı-kocanın yatak odalarında, yıllardanberi orada kalan, olası kadının sevgilisine ait bir ceset
vardır. Kocası mı onu öldürdü, yoksa o bir soyguncu mu idi, belli değildir. Diğer acayip bir nokta da,
bu kimliği belirsiz ceset, “geometrik büyüme”ye yakalanmış olarak gitgide büyümektedir. Sonunda,
dev bir ayak, yatak odasından oturma odasına yürür, neredeyse karı kocayı evden dışarı atma
konumuna gelir.
Ionesco, gerçekte gördüğü bir düşü sahnelemiştir ve insanlar, arada bir böyle saçma görünen
‘metamorfozik’ düşler görebilirler. (Kafka’nın Metamorphosis’ini nasıl unutabiliriz?)
Önemli nokta, “büyüyen ceset” imgesinin ne olduğunu düşünmektir. ‘Hayat geçicidir, yaşayanlardan
fazla, ‘büyüyen bir ölü sayısı var!” mı demek istiyor? bilmiyoruz. Fakat yazar, bu gibi çağrışımlarla,
konunun altında saklı şiirsel gücü pekiştirmektedir. T.A.L. de, Dramaturg ve şair Haluk Şevket
Ataseven’in her zaman tekrarladığı gibi, “Tiyatro topluma, kişinin toplum ve yaşamla olan çatışması
sonucu oluşan bir üst düzeydeki şiir dilini, şiirsel bir boyutta veriyor.”
Oyunda, cesedin büyümesinden dolayı bir devinim vardır, ama oyun yine de durağan’dır.
Tanık olduğumuz devinim, şiirsel imgenin giderek belirginleşmesinin bir sonucudur. Bu imge ne
kadar belirsiz ve karmaşıksa, onu ortaya çıkarma süreci de o kadar karmaşık ve şaşırtıcı olur.
Ionesco’nun diğer önemli bir yapıtı da: “Kiracı” dır. Kısa bir özetini verelim.
Bir çatı katını kiralamak isteyen bir adam vardır. Adam, katı ölçer, biçer ve gereksinimine
uygun bulur ve odaya eşyalarını taşır. Odaya eşya yığılır. Adam, yığılan eşyaların yanında bir masaya
uzanmıştır. Eşya, sonunda adamın yanına, üstüne yığılarak etrafını bir koza gibi örer. Sonuçta adam,
orada hapsolmuş olarak kalır.
Oyundaki tek devinim, eşyanın taşınmasıdır. Eşya yığını bir meskeni mi, yoksa bir mezarı mı
temsil ediyor? Dünya gibi tehlikeli bir ortamda, kendisini ancak ‘koza’sında, giderek mezarında
güvencede hisseden insanın dramını yansıtan bir kara mizah mı? Bilmiyoruz.
Fernando Arrabal, 1932’de İspanya’da doğdu. La Tri-cicleta (1953) oyunu sansüre
uğrayınca, Paris’e gelerek Fransızca yazmaya başladı. Pique-nique en campagne (1951) ve
Orchestration Théatrale (1959) eserlerinin yanında İ k i İ ş k e n c e c i en popüler soyut tiyatro
eserleridir.
“İki İşkenceci”de, annesinin babasına uyguladığı işkencelere karşı çıkan asi oğlan, ahlak
yasalarının yarattığı i k i l e m’le karşı karşıyadır. Ya babasının yanını tutup, acı çeken kurbanı
işkenceden kurtarmayı gerektiren insancıl bir iyilik yapacak, ya da annesini onore etmek için ona
boyun eğecektir.
Anne, babasına işkence yaptırdığı için, burada ahlak yasaları, dolayısıyla da tüm sistem bir
çekişme içinde bulunmaktadır.
Arrabal, yalnızca bu duruma dikkati çekip bunun kendi algı sisteminin ötesinde birşey
olduğunu vurgular ama, bu durumu yargılamayı yadsır.
Edward Albee, 1928 U.S.A. doğumlu olup, bu alandaki en belirli eseri Hayvanat Bahçesi
Masalı’dır.
Bu romanda, birçok boyutlar vardır. Bir yandan, gerçek anlamda bir kişiliğin bölünmesi
çalışması, diğerinde de, törensel, ritüelistik ve sembolik bir düzeyde, İsa dirilmekte ve garip koşulları
bulunan bir törende kişi, kendini kurban etmektedir.
*
Özet olarak A b s ü r d T i y a t r o F e l s e f e s i şöylece özetlenebilir:
Yazarlar, artık, bu sıkıntı asrında, derli toplu psiko-sosyal çözümlerin bulunabileceğine
inanmıyorlar. Onlar; insan yaşamında gözlemledikleri tutarsızlık ve anlamsızlığı endişe, belirsizlik, ve
çaresizlik duygularını ifade edebilme peşindedirler (Tıpkı Egzistansiyalistler gibi!) Ama onların, akılcı
bir şekilde düzenleyip yöneltilen bir e v r e n’in varlığına inançları yok. Yazarlar; insanın yok oluş
sürecinin yarattığı şaşkınlığı, kesin çizgileri çizilmiş ve gerçekten iyi bilinen inanç ve değer
sistemlerinin yitirilmesini işlerler. Bunları, bir az ilerde, Modern Tiyatro görüşleri ile karşılaştıracağız.
*
‘Modern Tiyatro” ve Grotowski’ye geçmeden, Cumhuriyet Gazetesinin 19 Haziran 1997
tarihli sayısında yayınlanan, Richard Sennett’ın yazdığı ve Serpil Durak, Abdurrahman Yılmaz’ın
çevirdiği gerçekten çok değerli bir makaleyi burada tekrarlamaktan kendimi alamayacağım. Başlık :
KAMUSAL İNSANIN ÇÖKÜŞÜ : Benliğine gömülen çağdaş insanın tarihsel öyküsü.
18. Yüzyılda Londra ve Paris’e büyük bir göç vardı. Yeni gelen insanlar hemen iş
bulabiliyorlardı, çünkü işgücü açığı vardı. Kente gelen insanların henüz kimliği oluşmamıştı. Bu
nedenle herkes birbirine yabancıydı. O yıllarda bu büyük kentler, insanların birbirlerini tanımak için
büyük çabalar harcadıkları yerlerdi. Kamusal alan, yabancıların kendilerini birbirlerine ifade
edebilecekleri alanı yansıtmaktaydı.
İ f a d e eylemi, konuşma, giyim ve davranışla gerçekleşmektedir. Bu eylem içinde, herkesin
rolü vardır.R o l, duruma uygun, o ana özgü ve beklenen d a v r a n ı ş b i ç i m i’dir. Roller, aynı
zamanda, kendimizi ve karşımızdakileri ne kadar ciddiye aldığımızın ipuçlarını da iç
T e a t r a l l ı ğ ı n kamusal yaşamla kendine özgü, dostça bir ilişkisi vardır. Kamusal roller,
tıpkı tiyatroda olduğu gibi; seyirci, inanırlığın kalıcı olması, kamusal bir coğrafya yaratması ve rol
yapan kişinin ifadesini yapılandırmasını gerekli kılar. Kendi benliğimize kapanıp kalmamızın önünü
açar. 18. yüzyıl insanı, bu ilişkileri, bir a k t ö r tavrında kuruyordu. Kendi kişiliğini sergilemeye
gerek duymadan rolünü yapıyor, kahvehanelerde, kafelerde, parklarda, ya da kentte öteki kamusal
alanlarda, “öteki”lerle ilişkiye geçiyordu. Burada, tıpkı bir aktör gibi, kendi benliğini öne çıkarmak
yerine, duyguların takdimini yapıyordu. Bir café’de gördüğü kazayı anlatan insan, buna kendi
benliğini katmadan ortaya çıkan trajik sonucu anlatıyordu. Yani günümüz insanı gibi, bu kazayı, kendi
derin duygularını, bu acı olay karşısında benliğinin gösterdiği yüceliği ifade etmek yerine, o olayı bir o
y u n c u g i b i aktarıyor, kişileştirmiyordu. Kişisel yaşam, teatrallikle iç içeydi. Oysa özel alanın
teatrallikle ilişkisi düşmancaydı. Mahremiyetin sergilenmesi, kişiyi ürkütüyordu. Bu nedenle
konuşma, davranış ve giysilerin bir ifade aracından olmasından kaçınma gündeme geliyordu. Bu
açıdan da, 18. yüzyıla baktığımızda, sahne ile sokak arasında yakınlaşma görürüz. 1750’lerde Paris’te
sokakta giyilen giysiler, sahnedekilerle benzerlik taşıyordu. 18. yüzyıl insanı bir aktör, bir icracıydı.
Ancak, bir sonraki yüzyıl, herşey ferahlaşmıştı.
19. yüzyıl tarihe s a n a y i k a p i t a l i z m i’ni armağan etti. Bu da toplumsal yaşamda
büyük değişikliklere neden oldu. 18. yüzyılda kamusal olanla özel olan arasında oluşan denge, sanayi
kapitalizminin toplumun her alanında yarattığı değişiklik ve köklü düzenlemelere direnir gibi direnir
gibi görünmesine, hatta konulara kimi kurallarla sağlamlaşmış gibi durmasına karşın, içten içe
bozulmaya başlamıştı. Gerçekte kazananlara bile çok şey yitirdiği bir sistem olan ‘kapitalizm’, insan
varlığını fiziksel ve tinsel olarak tehdit etmeye başladı. İşsizlik, açlık, patlayan suç dalgaları sosyal
yaşamda ağırlığını hissettirmeye başladı. İnsani değerler, kapitalist rekabetin zorunlu yasalarının
uygulanmasıyla yıkılmaya, üretilen mal ve hizmetler, en büyük değer haline geldi. Günümüzün de en
büyük sorunu olan yabancılaşmanın ekonomik nedeni böylece oluştu. İnsanlar, korunmak için, özel
alanın en sağlam kalesi gibi görünen a i l e’yi seçtiler kendilerine. Ve ailelerine kapandılar. Çünkü
kamusal olan artık güvenilmez, ahlaki bakımdan düşük bir ilişkiler yumağıydı.
19. yüzyılda kamusal alandan kaçışın ilk belirtileri, s a h n e i l e s o k a k a r a s ı n d a k i
b e n z e r l i k l e r i n o r t a d a n k a l k m a s ı y l a başladı. Artık sahnedeki oyuncular,
canlandırdığı kişiliğe uygun kostümlerle sahneye çıkmaya özen gösteriyorlardı. Sahneyle izleyici
arasında kalan, çizgilerle çizilmiş bir mesafe oluşmaya başlıyordu. Tiyatro salonlarına sessizlik ve
karartmalar ilk kez 1870 yılında gerçekleştirildi. İzleyici artık pasif bir hale gelmişti. Sokaktaki durum
da buna uygundu. Yabancılardan korkan insanlar, onlarla konuşmaktan, ilişki kurmaktan
korkuyorlardı. T i y a t r o’da olduğu gibi insanlar kamusal yaşamda pasif izleyiciler durumuna
geliyorlardı. Kendilerini açıklamak gereği duymadıkları için , r o l de yapmıyorlardı. Böylece,
teatrallik ile sokaktaki davranış birbirinden kesin olarak kopuyordu. Sosyal yaşama egemen olan
aldatma, gizemlilik ve yanılsama, açıklığın, yabancılarla ilşki kurmanın yanlış olduğunu her gün yeni
olaylarla kanıtlıyordu. Bu durumda tiyatro, insanlar için başka anlamlar kazanıyordu.
Özetle, “hiçbir şifre çözme çabası gerektirmeyen sahici yaşam, ancak s a h n e s a n a t ı n ı n
himayesi altında ortaya çıkıyordu.”
Derleyen : Prof.Dr İsmail Erservim
*
ab-u hava :
(AR.)
*
Suyu ve havası
“---------------------------------Çok adam
Çok adam asıldı Hürriyette...
Eskiden Köprü başında asarlardı,
Bugün Sultan Ahmette
Yağmur dinmezse ıslanacak...
Bir tek daha içelim...
İstanbul şehrinin yoktur menendi.
‘Ademin <insanın> canlar katar ab-u havası <suyu ve havası> canına...’
demiş
demiş şair Nedim efendi...’ ”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:27)
Abukat : Avukat, dava vekili (Anadolu lehçesi)
“Bayram, oğluna baktı: ‘İt...’ dedi. ‘Haza it... Abukat olmuş ağzına tükürdüğümün iti.’ Sövdü. ‘Yani
öyle laflar ki...’ dedi.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:13)
Abuk sabuk; Abuk subuk (konuşmak) : Saçma sapan, bir anlama gelmeyen sözcükler (ile konuşmak)
“ ‘Ne yılacak?’ dedi Ali Gede. ‘Ardında dağ gibi hökümet! Onun yerinde olsam ben de yılmam.’
‘Durana boş mu? Onun ardında da parti var! Çatal boynuzlu dürzü böyle deyip öğünüyormuş. Abuk
sabuk konuşuyormuş ortalıkta.’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:5)
“ ‘... Her neyse, Genelkurmaya bir rapor vereceğim; karar onlardan gelecek. Yurttaş, Cumhuriyet için
yaptıklarınızdan ötürü size teşekkür ederim! Ey zafer! Ey Rouen! Ey pireler! Ey ay!’
Abuk sabuk şeyler sayıklayarak uzaklaştı.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:215)
“ ‘Bakın, ben sizin bildiğinz o hırsız ve soyguncularınızdan biri değlim. Onlar abuk subuk günah
çıkartırlar ve doğru Tyburn’deki idam meydanına yollanıp sonsuza kadar sessiz olmaya mahkum olurlar.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:96)
“Kimse nereden geldiğini bilmiyordu. Üstünde, bırakın kağıtları, bir yeşil kartı bile yoktu. Soruşturma
dosyasına ‘Michael Visagie - CM - 40 - NFA - İşsiz’ yazıldı ve yerleşim bölgesini izinsiz terk etmek, kimlik
belgesi taşımamak, sokağa çıkma yasağına karşı gelmek, içkili ve uygunsuz durumda bulunmakla suçlandı.
Dermansızlığını ve abuk sabuk sözlerini alkol zehirlenmesine yorarak, öbür mahpuslar hücrelerine dönerken
onun avluda kalmasına izin verdiler.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:85-6)
“Ancak gelinin annesi yatışacak gibi değildi.
-Öyleyse iki anlama çekilecek laflar kullanmayın! Öteden beri annenizi, babanızı tanır, saygı
gösteririz; düğüne o nedenle çağırdık sizi. Ama siz abuk sabuk laflar ediyorsunuz.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:76)
“Öz kardeşinin baba katili olduğuna dayanamazdı! Daha bir hafta önce bu yüzden hasta düştüğünün
farkındaydım. Son günlerde bana her gelişinde arada bir abuk sabuk konuştuğu oluyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:319)
“Aynı zamanda da yorgun, hüzünlü, hiç şüphesiz dertli hissediyordu kendini; yabancı bir odada ilk
uyanışında hep olduğu gibi. İçinde anlaşılmaz, büyük bir boşluk; hiçlik... Sonra gece içtiği konyaklar geldi
aklına, kendine olan öfkesi iyice arttı. Böyle abuk subuk içmek, boş boş vakit öldürmek...”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:21)
“Çünkü, gerekçeli kararı yazan yargıç, eğer karara karşı oy vermişse, kararı öyle mantıksız, öyle abuk
sabuk gerekçelere dayandırır ki, Yargıtay böyle bir kararı bızmak zorunda kalır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:10)
“Onu dikkatle dinlerdik. Ters bir şekilde ve abuk subuk konuşur, sözlerini sık sık biraraya sorular
sokarak kendi keserdi. Buna rağmen hikayelerinden birtakım kırıntılar kafamızda kalır, bunları düşündükçe
endişelenirdik.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:247)
“ ‘Yarabbi! Banyodaki o bağırıp çağırmalar, o abuk sabuk laflar. ............... Duvarı deli saçması
yazılarla doldurmuş, dışarı çıkarken de bir kaplan gibi döğüştü. Onu tuluma bağlarken, o zırva dille sövüp
sayıyordu – ne dediği hiç anlaşılmıyordu, ama o yüzündeki nefret. Bırrrr.’
‘Bu gün ağzını bile açmadı.’
‘Eh, kayde geçir bunu.’ ”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:197)
“ ‘... Sonra Dorothy Parker, o da yazar. Kocası Allen Campbell, C-a-m-p-b-e-l-l, çalışmalarından ötürü
şu anda New York’ta tutuklu bulunan eski dostum Dashiell Hammett, usta oyun yazarı Lillian Hellman.’
Falan filan. Bu abuk sabuk ifade bittiğinde Bay Tavenner, söylenilenlerin doğru olup olmadığını
sordu. Kurul’a yolladığım mektuptan söz etmek istediğimi bildirdim: Kurul, mektuptaki önerimi bir kez daha
gözden geçirirse, sevinirdim.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:102)
“Yemek salonuna doğru gidip adamlara göz kulak olmaya çalıştım. Buralarda toprak bulmalarını, veya
Murchison’un dükkanının önüne bağlanmış atları ürkütmemelerini veya herhangi bir abuk-sabuklukta
bulunmalarını önlemek istiyordum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:202)
“... El ele tutuşmuş, ırmak aşağı gidiyorduk, o bana sen diyordu. O akşam her şey benim gözüme yine
ümitsiz, imkansız göründü; kendimi abuk sabuk planlar yapan, gözleri yıldızlarda biri gibi gördüm. Yine de
uykuya varmadan önce, başında otlamakta olan iki karaca resmi bulunan o güzelim pipomu yaktım ve saat onbiri
geçene kadar Wilhelm Meister’i okudum.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:59)
“WALTER - Sadetten ayrılmayalım, baylar, sadede gelelim.
ADAM - Ne abuk sabuk laflar bunlar, Bay Katip! Sen, devam et!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:47)
“Bu dokunaklı ve abuk sabuk çığlıkları dinlerken, gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Daha çok,
XIX. yüzyıl sonlarında genç bir Osmanlı köylüsünün yerine koymaya çalışıyorum kendimi; birileri, önünde,
dünyaya bakan bir pencere açmışlar ve ne pahasına olursa olsun o pencereden çıkmak, zindanından kurtulmak
istiyor.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:61)
“YANK (Acı acı.) - Demek bu kuşlar da bir yere layık görmüyorlar beni. Ihhh, cehennem olsunlar!....
Artık çelik değilim, dünya bana sahip. Ahh, lanet olsun! Göremiyorum, her taraf karanlık, anlıyor musun? Her
şey ters! (Aya bakıp abuk sabuk sesler çıkaran bir maymun gibi acı alaylı bir yüz takınır.)”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:64-5)
“Vladimir Dubrovski mektubu çabucak açtı ve şunları okudu:
‘Efendimiz, Vladimir Andreyeviç, -ben senin yaşlı dadın- babacığının sağlığını bildirmeye karar
verdim sana! Kendisi çok kötü, bazen abuk sabuk konuşuyor ve bütün gün aptal çocuk gibi oturuyor -fakat ölüm
Tanrı buyruğudur- Yiğidim, durma gel!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:29)
“ELLIE - Sanırım, biraz insafsızlık ediyorsunuz.
Mrs. HUSHAYBE - Sen benim böyle abuk sabuk konuştuğuma bakma, canikom. Bir zamanlar senin
kadar duygulu, senin kadar inceydim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:23)
“ ‘Edmundo dayı budalanın teki. Kafana abuk sabuk şeylerle doldurmakla geçiriyor bütün vaktini..’
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:16)
“Beni yüzüstü bırakıyor. Susan’ın peşinden gidiyor: Susan ağlayacak olursa, benim çakım elimde, ona
öyküler anlatacak. Çakının uzun ağzı imparator, kırık ağzı zenci. Sallanan şeylerden nefret ediyorum, nefret
ediyorum yaş işlerden abuk sabuk konuşmaktan, her şeyi birbirine karıştırmaktan. İşte zil çalıyor, geç kalacağız.
Oyuncaklarımızı bırakmalı, hep birlikte içeri girmeliyiz.”
(V. Woolf, “Dalgalar”, sa:14)
“Ancak, varolan ile geçmiştekileri önemsemeyip onları görmezden gelen çok kararlı bir insan, içinde
yaşadığımız bu abuk sabuk süreçte, yine de kişisel özgürlüğüne erişebilir. Bu insan, dudaklarında bir
gülümsemeyle, önemli kararları hep erteleyen burnu büyük, uyduruk diplomatları görmezden gelir, gazetelerde
yazan kinci makaleleri önemsemeyip hiçe sayar, hükümetler arasındaki sürtüşmelere ve iğnelemelere halkların
hastalık derecesindeki hırçınlıklara acıyarak bakar.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:131)
Abullabut : Cahil, anlayışsız, kaba saba (kimse)
“Onun büyük salona böyle bön bön ve abullabut girip, bir bacağı geride, kurulu selamladığını gören
başkeşiş, danışmanlar, kesedar; kısacası herkes gülmeye başlardı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:76)
“Üşüyordu.. Yalınkat giyindiği için... Yüreği üşüyordu. Bir şeyi önceden tasarlamak başka, tepesi üstü
içine atlamak başka... Tasarlamanın yazı yazmak gibi, yeniden evirip çevirerek düzeltilmesi var. Yaşamak gibi
ham, abullabut, karmakarışık değil...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:161)
Abur cubur (yemek) : Akla gelinince, faydalı faydasız atıştırılan çerez, patates kızartması vb. yiyecek (yemek)
“Annemin alışverişe gittiği zaman market arabasını yerinden kaldıramayacak kadar doldurmaya
bayıldığı doğruydu; kız kardeşimle benim istediğimiz abur cuburu almaktan hoşlandığı doğruydu; evimizde hep
iyi ve bol kepçe yemek olduğu, kilerin de her zaman ağzına kadar dolu olduğu da doğruydu.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:21)
“Yedi-on bir yaşında çocuklarda, ‘Berenstain Ayıları ve Dağınık Oda’, ‘Berenstain Ayıları ve Çok
Fazla Televizyon İzlemek’ ya da ‘Berenstain Ayıları ve Çok Fazla Abur Cubur Yemek’ adlı kitapları okuyun ve
en sevdiğiniz bölümleri oynayarak canlandırın.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:95)
“JULIA :
-------Nasıl ev sahipliği bu! Ağza konacak
bir şey de yok.
Biraz abur cubur olmazsa
Ne anlar partilerden
Benim gibi yaşlı bir obur?
İçkimi evimde de içerim ben.”
(T.S. Eliot, “kokteyl parti”, sa:20)
“Meditasyon yapmayı öğrenmek hiç güç değildir. Bütün güçlük zihnimize doldurduğumuz abur cuburu
oradan çıkartmakta, zihnimizi içine tıkıştırdığımız ön yargılardan, ön seçimlerden koşullanmalarından
kurtarmaktadır.”
(İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:9-10)
“ ‘Eğlendiğinize memnun oldum. Hele şu yeni yerleri görürken sevinciniz bir kat daha artmıştır. Ya
kuluçka makinaları, cüceler ve kargaşalık... Onlar da hoşunuza gitti mi bari? Yenilecek abur cuburu da
unutmamalı.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:183)
“Baharatlı yemekleri sever oldum, abur cubur yemeyi de. Arada sırada da birazcık heyecan olsun diye
gördüğüm bozuk paraları da çaldım.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:217)
“HEDWIG - Başka bir şey getirmedin mi?
HJALMAR - Ötekini unuttum diyorum ya işte. Sen dediğime bak, abur cubur iyi şey değildir.”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:50)
“İyi ki de böyle. Yoksa Gallimard gibi bir yayınevinin André Gide, Marcel Proust gibi yazarları
listesinden çıkaıp yerine bir sürü abur cubur doldurması gerekecekti.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:25)
Abus; Abus-ül vecih, Vech-i abus, Abus çehreli: (ARAP. – ‘Ubuset’ten gelir): Yüzü asık, asık suratlı; Çatık,
hoş olmayan
“BİR DEVENİN ÖYKÜSÜ
Ağzında dişi kalmayan deve
Hiç hoşnut değildi bu akşam.
Kalkıp dişçiye gitti,
Dişçi, abus suratlı, kara bir adam,
Develere bakmadığını söyledi.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:171)
“BAHÇENİN FETHİ
------------------------herkes biliyor
herkes biliyor
sen ve ben o abus çehreli soğuk pencereden
bahçeyi gördük
ve elin ulaşamayacağı o oyunbaz daldan
elmayı kopardık”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:53)
A.C. : (FR.) Année courante <an’e kurant> : İçinde bulunduğumuz, halihazır yıl
Acaba : Kuşku ve kararsızlığı belirten bir ünlem
“LADY UTTERWORD - Hata edersiniz, Mr. Dunn. Sizi çok rahat ettirdim. Akşam yemeğinde acaba
sırma işlemeli mor sabahlığımı mı giysem yoksa allı yeşillisini mi diye kafa yormadınız. Bu gülünç işleri
yaparak hayatı sadeleştirecek yerde, büsbütün karman çorman ediyorsunuz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:134-5)
Acabola : Acaba
“ ‘Haceli’nin kerpiçleri kurudu mu acabola?’
‘Habarım yok ana.’ dedi Bayram.
‘Anan Allah belasını versin. Allah senin de belanı versin! Kerpiçlerin de belasını versin!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:109)
A cader va chi troppo alto sale : (İTA.) : <A ka’der va ki tropo alto sale - Çok yüksek tırmanacak olanın
düşmesi için hazırlanmış - He is set for a fall who climbs too high (İNG.)
Acala : Acele (Anadolu lehçesi)
“Bizim sandığımızda heykele verilecek beş kuruş para yoktur arkadaşlar. Boççaya bunun için para
koymadık ki olsun. Bir evin harcına takat yetmiyor arkadaşlar, koca köy bu, boççasından para olur mu? Neyse, o
tarafı kapatalım. Bu iş için ne cuvabınız varsa söyleyin şimdi. Acala cuvap beklerim.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:80)
A canım : Kardeşim, birader, arkadaşım, dostum, bir tanem
“Baharın zamanı geldi a canım!”
(Bir şarkıdan)
“ ‘Nasıl çalışıyorsunuz?’ diye sorduğumda, şu karşılığı verdi: ‘A canım, ben şehirde gördüydüm. Biz de
uyduruveriyoruz. Birlikte bağdaşıp, birbirimize göz kulak oluyoruz.’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:69)
Acap; Acep : Acaba
“Burası Muş’tur
Yolu yokuştur
Giden gelmiyor
Acap ne iştir”
(Anonim, Anadolu türküsü)
“HÜR HAMAMLAR DENİZİ <1955>
------------------------------------Az daha biraz daha derken sonunda
O güzelim bacak sudan çıkacak
Bacakla beraber bir mesele önemli
Acap şimdi Süleyman nerden öpecek
Dur bakalım”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”,<1957>-50 yaşında-, sa:47)
A capite ad calcem : (LAT.) < A kapite ad kalsem = Baş’tan ayak başparmağına kadar, tamamen - ‘From
head to toe, completely (İNG.)
Acar : Yiğit, ele avuca sığmaz, yılmaz, atılgan, kabadayı, gözü pek
“Şimdi herkes kolayca anlayabilir Carlos’un Nucingen Baronu’nun tutulduğu sevdayı öğrenince niçin
acı bir sevinç duyduğunu. Kendisi gibi acar bir kimsenin şu zavallı Esther’den neler elde edebileceğini bir tek
düşünce içinde kavrayıvermişti.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:116)
“Efe iki gün bir eve kapanıp çıkmadı. Sonra Hacı’yı çağırdı.
‘Bu Sait Paşa’yı oynatmak, rezil etmek, anasından emdiğini burnundan getirmek gerek.’
‘Doğrusun Efe.’
‘Bu köylerden elli tane acar delikanlı seçeceksin. Cin gibi. Ovada yaşamış. Bulabilir misin?’
‘Bulurum Efe.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:89)
Acayip : Tuhaf; Son derece, çokcana
“Jeff’i görür görmez nasıl biri olduğunu anladım. Benden genç olmasına rağmen, kendimin bu genç
modelini tanıdım.
‘Acayip akşamdan kalmasın evlat,’ dedim ona bir sabah.
‘Başka yolu yok,’ dedi. ‘unutmak gerek.’
‘Haklısın galiba,’ dedim, ‘tımarhaneye düşmektense akşamdan kalmak yeğdir.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:54-5)
Accusare nemo se debet : (LAT.,HUK.) <Aku’zare ne’mo se de’bet - Hiç kimse, kendi kendini suçlamak
zorunda değildir – No one is obliged to incriminate himself (İNG.)
Acedia : (LAT.) <Akedya>: Tembellik;
Hıristiyanlığın Yedi Ölümcül Günahından Yedincisi
“Langton, şeytanın altına kazınmış yedi harfe baktı. Süslü kaligrafi, tüm silindir mühürlerde olduğu gibi
tersten yazılmıştı ama Langdon harfleri okumakta zorlanmadı: SALIGIA
Sierra gözlerini kısarak yazıya bakıp yüksek sesle okudu. Saligia.
Langdon başını salladı, Kelimenin yüksek sesle söylenişi tüylerini ürpertmişti. Ortaçağda,
Hıristiyanlara Yedi Ölümcül Günah’ı hatırlatmak için Vatikan’ın türettiği bir anımsatıcıydı. Saligia <günah>:
superbia <kibir>, avaritia <hırs>, luxiria <şehvet>, invidia <kıskançlık>, gula <açgözlülük>, ira <öfke> ve
acedia <tembellik> baş harflerinden oluşan bir akronim <sözcüklerin yalnızca başharflerini alarak düz yazı ya da
şiir sunma oyunu>.
(D. Brown, “Cehennem”, sa:78)
A ce que J’ai entendu dire : (FR.) <A sö kö Je an’tandü dir> : Duyduğuma göre söyleyeyim ki...
Acele acele : Acele ederekten, çabuk çabuk, alelacele
“Akşamları yorgun argın eve geliyorum. Yollarda, kaldırımlarda önüme bakarak. Birşeylere kızgın,
kırgın, öfkeli. Hayal ettiğim şeyler bile aklımın sinemasından acele acele geçiyorlar. Vakit geçiyor. Hiçbir şey
yok. Gece başladı bile. Mağlubuz, yeniğiz. Akşam ne yemek var?..”
(O. Pamuk, “Öteki Renkler”, sa:76)
Acele işe şeytan karışır : Acele etmeden işimizi görelim, yoksa bir aksilik çıkar
“Çelkaş gür kaşlarının altından sakin sakin bakıyor, adamın elini bırakmadan konuşmasını
sürdürüyordu.
-Acele işe şeytan karışır. Biraz daha hoşbeş edelim de, sonra nasıl olsa gideceğim. Ee, ne var ne yok?”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:64)
Acelesi ne : Acele etmeye hiç gerek yok
“Bunun üzerine bir an bir çalılık arkasında gözden kayboldu. Onu vırmak, bir köpek gibi leşini yere
sermek benim için benim için ne büyük bir zevk olacaktı! Fakat acelesi ne!”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:181)
Acelesi olmak : Hemen yapacak işi olmak, vakti olmamak
“LUSI - Bir ara konuşmamız gerek. Sana anlatacak çok şeyim var.
SUSANNA - Benim de sana. Ama başka bir zaman. Tamam mı? Şimdi çok acelem var.”
(V. Havel, “Largo Desolato”, sa:26)
Acemi; Acemi çaylak : Deneyimi olmayan, bir iş ya da mesleğin başlangıcında olan, toy
“Sonra nişan alıp yeniden ateş ediyordu.
‘İsabet ettirdim mi?’ diye soruyordu gözbağını çözerken.
‘Elbette ettirmediniz,’ diyordu acemi çaylak, karşısında böbürlenen öğretmen küçük düştü diye
sevinerek. ‘Kurşun hedefinin metrelerce uzağından geçti. Bana bir şey öğretebileceğinizi hiç sanmam.’ ”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:59-60)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
---------------------------sesli, görüntülü, taşınabilir neye el atsan
sivri zeka bir aceminin korna sesi geliyor
ve milletin seçkin fikir adamları
ekabir sınıfında arz-ı endam ettiklerinde
göğüslerinde 678 elektrikli ısgara ile
ve iki bileklerinde 678 Navzer saat diziliyken
anlıyorlar ki
güçsüzlüğün nedeni kesenin boşluğudur, cahillik değil”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
“Lakin ben bugün ne öğreneceğim! Yıllarca evvel, korkak ve sıkılgan bir acemi çaylak gibi geldiğim
yer burası değil miydi? Burada o sakallılara güvenerek, onların gülünç sözlerine kapılmamış mıydım?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:95)
“Otuzuna yaklaşmış bir dul kadının yirmi yaşındaki bir çocukla evlenmek istemesi, kepazeliğin dik
alası... O, böyle bir kepazelikten çekinmese bile, benim cadaloz teyzelerimde, yavrularını öyle acemi çaylağa
kaptıracak göz var mı?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:37)
“Bu ufaklığın sırtında acemi çaylakların Batıya gelirken beraberlerinde getirdikleri kovboy
kıyafetlerinden vardı. Kemerine asılı sedef kakma tabancasına arada sırada elini götürmesinden oğlanın ya bir
kaç Kızılderiliyi zımbalamak, ya da bir iki ayı postu delmek için can attığı belli oluyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:202)
“Zürih, ben acemi çaylağın gördüğü ilk büyük kentti, birkaç hafta boyu gzölerimi açarak şaşkın şaşkın
dolaşıp durdum sürekli. Kent yaşamına hayranlık duymak ya da ona gıptayla bakmak aklıma gelmedi, eh, bir
köylüydüm ne de olsa; ama türlü türlü cadde ve sokakları, evleri ve insanları görmek içimi kıvançla doldurdu......
avara avare volta atan üniversite öğrencileri, arabalarla gezintiye çıkan soylular, çalım satıp kasılan züppeler,
acele etmeksizin sağda solda gezinen yabancılar gördüm...”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:43-4)
“Gavroche, azametle döndü:
‘Sen, benden önce ölecek olursan, seninkini ben alırım!’ Enjolras:
‘Şuna bak hele!’ dedi, ‘küçük kabadayı!’
‘Sen de büyük acemi çaylak!’ diye yanıtladı Gavroche.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:454)
“HAMLET - Ne oldu? Pas mı tuttular?
ROSENCRATZ - Hayır, onlar her zamanki kadar gayret gösteriyorlar. Ama, efendim, acemi çaylak
denecek bir alay çocuk peyda olmuş, sesleri yettiği kadar bağırıp çağırıyorlar..”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:65)
Acemi oğlan; Acemioğlanlar Ocağı : Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘devşirilen’ yeniçerilerin ilk kademesi;
Yabancı; İranlı; Arap olmayan, Arapça iyi konuşamayan; Bir işin başlangıcındaki kimse, çırak
“Yeniçeri Asker Ocağının kadrosu, acemi efradın toplandığı ‘Acemioğlanlar Ocağı’ denilen ocakta
yetiştirilen gençlerle beslenirdi.” ............... “Yangın tulumbacılığının çıktığı tarihte Yeniçeriler ve
Acemioğlanları, artık eskisi gibi imparatorluğun gayri müslim tebaasından toplanmış değillerdi. Halkın, bilhassa
ayak takımından çıkmış, Acemioğlanı yazılmışş, Acemioğlanı olarak gereken talim ve stajı gördükten sonra
Yeniçeri olmuş kimselerdi. Acemioğlanı olabilmek için, boylu boslu, sağlam bir vücut yapısına sahşp olmak,
pençeli ve ayağına koşarlı, uçarlı olması şarttı. Şehbazlık <Doğan kuşçuluk talimleri > yolunda sırım gibi, tığ
gibi bu seçkin gençler, Vezneciler’den Şehzade Camii önüne giden yol üzerinde, camiin karşısında bulunan ve
‘Eski Odalar’ diye anılan Yeniçeri Kışlasının yanındaki kışlalarında, sıkı, sert bir talim ve terbiye görerek
yetiştirilirdi. Tüm yeniçeri olmuş gençlerin tulumbacılık yaptıkları söylenemez; bilakis, Acemoğulları Ocağına
ayrılan yamak ve Tulumbacı Ocağına ayrılan Acemioğlanları bütün ömürlerini yangın tulumbalarında geçirirler,
Yeniçeri olamazlardı.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:17;24)
“Sevgilim, ‘özüm sözüm bir’ diye and içince
Ben inanırım, oysa söylediğin hep yalan;
Varsın bellesin beni dünyada hiçbir ince
Hile öğrenmemiş olan acemi oğlan.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:138, sa:317)
Acemioğlan Tulumbacıları : Yangın tulumbacıları kurumu, kuruluşunun başlangıcında, gereken gençler elde
hazır olan acemioğlan ocağından seçilmişlerdi, onun için onlar acemioğlanlarla özdeşleştirilmişlerdi
“Yangın Tulumbacıları Ocağı kurulunca, yangın tulumbacılığı ateşli gençlerin harcı olduğu için, ilk
yangın tulumbacıları acemioğlanlar arasından seçilerek alınırlardı.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:17)
Acemi şansı : Bir işe (ya da kumara) yeni başlayanların beklediklerinden fazla kazanç sağlamaları
“Kendisi de bir gecede bin frank kazanmıştı, ama bu belki de acemi şansıydı. Her ne olursa olsun, bir
fahişenin geliri, ülkesinde Fransızca dersleri vererek toplayabileceğinden çok daha yüksekti. Tek yapması
gereken, bir süre barın içinde beklemek, dans etmek, bacaklarını açmaktı, hepsi bu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:71)
Acemi teke : Daha uslanmamış, saldırgan genç çocuk (Argo)
“Daniel gevşedi, çocuk doğruldu. Dehşete düşmüştü çocuk, gözleri büyümüştü. ‘Bunun tadını daha
önceden tatmışsın sen, acemi teke seni!’ diye düşündü Daniel. ‘Biri seni yola koyarak benim işimi
kolaylaştırmış. Biri, ama kim?’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:154)
Acep : Acaba
“Burası Muş’tur
Yolu yokuştur,
Giden gelmiyor
Acep ne iştir?”
(Anonim, Halk Türküsü)
“-Kanokok <Eski Macaristanda bir papazlık rütbesi> Marton sen misin?
-Benim efendim, Valter.
-Gece yarısı tek başına surun üstünde ne işlersin?
-Bozkırda yanan ateşi seyrediyorum.
-Orada seyredecek ne var ki?
-Etrafına birtakım karaltılar çömelmiş, acep kimler ola?
-Serseri paganlardır, Marton, Bozkır hatununun uşakları.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:13)
“-Amma da canavar heriflermiş be... Her şeyi silip süpürdüler. Ne üstte ne altta kodular.
-Öbür köylerde de böyle mi yaptılar acep?
-Ne olacak sankim, gitsen sana hayırları mı olur?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:190)
“Dağlıdan kala kala kocaman, oyuk, ak bir göz kalmış. Bu göz de acep gerçekten onun gözü mü?
Bakü’deki çocuk düşürmenin ilkelerini anlatan doktorun da tek gözü kördü, yüzünü hatırlamaya, bulup
çıkarmaya kalktığımda o ak oyuktan başka bir şey göremiyorum.”
(J.P. Sartre, “Bulantı”, sa:47)
Acep olmak : Bir acayip-tuhaf olmak, acaba
“Süleyman:
‘Sormak acep olmasın. Bu gece bu ne hal Memed?’
Memed;
‘Anlatırım,’ dedi. ‘Derdime bir çare bulursun diye sana geldim.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:116)
Acı acı (bağırmak, havlamak, haykırmak, inlemek) : Istırap dolu haykırış; canı yanmış birinin bağırıp
yardım isteyişi
“MEDEİA
----------Ayrılmak olacak benim için en hayırlısı
bu yaşamdan gizemli bir ölümle bu gece, kendi odamda,
öyle ürkülecek, korkulacak şeyler yapmadan,
uzakta her türlü kara çalmadan, yüzkarasından.
Böyle dedi ve gidip bir kutu getirdi
içi bir sürü ilaçla dolu, kimisi yaşam veren,
kimisi ölümcül; sonra ağladı koyup kutuyu dizine,
ıslattı göğsünü dinmeyen gözyaşları;
seller gibi ağladı acı acı kendi yazgısına.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:21)
“Belki ilerde bir kimseye rastlarız diyen annesiyle oğlu hemen kalkıp yola koyuldu, koşar adım
yürümeye başladılar. Tam kayığın yakınına gelmişlerdi ki, Kamala olduğu yere yığılıp kaldı, daha fazla ileriye
gidemedi. Oğlan acı acı bağırdı, arada boynuna sarılıp öptü annesini, beri yandan annesi de oğlan gibi sesi
çıktığı kadar bağırıp yardım istedi.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:131)
“... yavru ağabeyinin dişleri altında çırpınıyor, pençelerinin içinde yuğruluyordu acı acı bağırmaya
başladı. Camı tıkırdattım. Bebek kulaklarını dikip bana bön, sinsi bölük yeşilleriyle baktı, dondu gene. Yavru
silkindi, kendini gene Bebek’in önüne attı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:83)
“Derler ki, bir zamanlar Pythagoras yürürken yolda
dövülen bir köpek yavrusu görür görmez
şöyle demiş: ‘Durun, vurmayın ona,
iyi bir dostumun ruhudur o
anladım acı acı havlamasından.’ ”
(Ksenophanes <Xenephones>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:78)
“Ferit, it, id, t, d, t değil d, fotenik, fonetik ve babasının kahkahaları; sonra annesi, bir ormanın
karanlığında hangi ağacın arkasına saklandığını belli etmeden, maymuna benzer bir gölgenin üfüürdüğü borazan
biçimindeki bir sazın geniş ağzından çıkan yeşil, daha sonraki kıpkızırmızı alevden bir sesle acı acı
haykırıyordu.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:7)
Acımasız, acımasızca : Hiç bir insani içtenlik ve acıma duygusu olmayan, caniyane; o şekilde işlenen akt
“SINIRDAKİ EV
<Eugenio Montale’nin
İtalyanlarından>
-------------------Tutuyorum bir ucunu, ama
üstüme üstüme geliyor ev, çatıdaki
rüzgargülü kararmış dumandan:
dönüyor fırıldak gibi acımasızca.
Tutuyorum bir ucunu
Sen, yalnızsın ama.
Duyamıyorum geceleri
soluk alışlarını.”
(Patrick Cullinan<d.1932>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet kitap, 27.06.06)
“YALNIZCA BİR BIÇAK <Kraliçe Kapısı, 1998>
-------------------------------Uzun süren bir gecenin uykusu gibi,
pencereden içeriye süzülecek bir kanat,
gökyüzünden gelip en dipteki
zor görülen yerlere dokunacak.
Amansız bir soğuk kaplayacak ortalığı,
ama nabzım atıyor, ölmeyeceğim ben,
yaşayacağım kar içinde donup kalmış bir gül gibi.
Yaralamadı hiç kimse beni
senin kadar acımasızca.”
(Pia Tafdrup<d.1952>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.10.02)
Acından ölmek : Açlıktan, yiyecek besi bulamayışı nedeniyle hayata veda etmek
“Bu baştan sona sorumsuz yaşama biçimiyle çoktandır acından ölmüş, soğuktan donmuş, karaciğer
sirozundan gitmiş – her nedenle olursa olsun ölmüş olması gerekmez miydi? Oysa adam en büyük bir iştahla
yiyip içiyor, adillerin uykusunu uyuyor ve ayağında yamalı pantolonu.....sırtında pamuklu ceketi, hem kendiyle
hem dünyayla alabildiğine en güzelinden bir uyum içinde olan, hayatın tadını çıkaran, sağlam mı sağlam bir
kişilik izlenimi uyandırıyor.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:53)
Acındırmak : Kendini düşük, fakir, aşağı vb. göstererek başkalarının dikkat ve ilgisini çekmek
“Etem’in Guraba hastanesine yattığı, bu mektuptan anlaşılıyordu; fakat köpoğlunun bana bu mektubu
yazmaktan maksadı <gayesi>, beni kendisine acındırıp tekrar benimle barışmaktı. İfade ve sözlerden belli idi ki,
ortada pek öyle yakın bir ölüm tehlikesi yoktu. Olsa da hani pek umurumda değildi. Fena mı, başımdan bir
püsküllü ve sulu bela kalkmış olacaktı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:199)
Acısı içine oturmak : Çok fazla etkilenmek, üzelmek
“Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı!
Yemin billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan
olsaydı gene sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl
lüpletti hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190)
Acısına tuz basmak : Acıya katlanmak, çaresine bakmak
“KADINDüş mü bu?
Düş mü gerçek mi?
Oradasınız görüyorum.
Acıya tuz bastım.
Gördünüz.
Beni anladınız!”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:107)
Acısını çıkarmak : Telafi etmek; intikam almak
“... şurada oturdu, güldü, gayet neşeliydi; durup dururken köpürüverdi. Sana selam bile vermedi, kavga
mı ettiniz yoksa?.. Neden öyle geç kaldın? Sabahtan beri gelmeni iple çekiyordum. Zarar yok, acısını çıkarırız.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:134)
“Baudolino buraları daha dün gibi hatırlıyordu, çünkü o tepelere babasıyla birlikte üç katır teslim etmek
için gittiğini anımsıyordu, bir delikanlının çıkarken bacaklarının kesileceği yokuşlardan güçlükle yürümüşler,
üstelik yürümek istemeyen hayvanları itelemek zorunda kalmışlardı. Ama dönüşte, ovaya tepeden bakarak ve
aylak aylak özgürce ağaşı inerek, yorgunluklarının acısını çıkarmışlardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:163)
Acısıyla tatlısıyla : İyi ve kötü (anılarıyla, yaşamıyla)
“Acısıyla tatlısıyla, işte bu da, bu hikaye de son bulmuştu. Gerçekten bitmiş görünüyordu. Ve bir gün
bir mektup geldi. Şaka yapmaktan başka bir şey bilmeyen şu İrlandalıdan, Neil O’Connor’dan. Ama bu defa
mektubu ciddiydi. Virginia’nın savaştan hurdahaş bir durumda döndüğünü yazıyordu.”
(A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:54)
Acilen : Acil olarak, ivedilikle, hemen
“Adamın ilk kabalığının nedeni olan kırmızı kartı masada bıraktı. Saat ona doğru büroya gelen ve
Fahmel’le acilen, acilen, çok acilen görüşmek istiyen beyin adı neydi? Uzun boylu, kır saçlıydı, yüzü hafifçe
kızarmıştı, seçkin yemeklere para akıtan birine benziyordu, takım elbisesi de buram buram kalite kokuyordu.”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:13)
Acizleri : Osmanlı kültüründe, konuşurken, özellikle büyüklere karşı, alçak gönüllülük ifadesi olarak ‘ben’ ya
da ‘bendeniz’ bağlamında kullanılan sözcük
“Paşa azıcık sert İmam’ın sözünü kesti:
-Çocuğun giyinişini değiştirecek değiliz.
-Paşa Efendimiz için önemsiz kabilinden, fakirleri içen önemli olan bir mesele daha sunmak isterim.
Çocuk Ramazan’da ‘mukabele’ okur (Ramazan’da camide yüksek sesle okunan kuran), bayağı günlerde
‘mevlit’lere çağrılır. Acizleri biraz da çocuğun kazancıyla ev geçindiriyorum. Şayet...”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:61)
Aciz naçiz (düşünce, fikir, ifade) : Eskiden ‘Bendeniz’ diye başlayan, kendi fikrini daha yüksek makama
kibarca sunu şekli
“BEATRICE - Kadın olur da merak etmez olur mu?
LELIO - Sizi meraktan kurtarayım bari. O dinlediğiniz serenat, sevgilim için duyduklarımın aciz
naçiz bir ifadesi idi.
ARLECCHINO - Vay canına!”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:20)
acrophony : (DİL,KOLL.,İNG.) <akro’foni> : Bir obje’nin başlangıç ses ya da hecesinin fonetiğinin bir
resimle temsili = The employment of the pictorial representation of an object of the phonetic sign of the initial
sound or syllable of the name of that object (Dict. of Linguistics)
Acuze : Çirkin, yaşlı, kötü kalpli kadın
“Bacakları, aynen Şeker Baba’ya gittikleri gün gibi yanıyordu. Teyzesi kibriti bacaklarının arasına
uzatıyordu ve orasında alevin sıcaklığını hissediyordu. Hem tekne de hamamotu kokmaya başlamıştı. Burnunun
direğini kıracak bir kokuydu bu. ‘Kaç gündür tüylerini temizlememişsin, günah ki ne günah! Allah cehennemde
yakacak seni.’ Acuze kadınlar orasını burasını elliyorlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:395)
“Martin, fabrikalardaki kızların zayıf ve hastalıklı yüzlerini, Market’in güneyindeki aptalca sırıtan
gürültücü kızları gördü. Orada, sığır kamplarındaki kadınlar, ‘Old Mexico’nun sigara içen kadınları vardı.
Sırasıyla, tahta ayakkabıları üzerinde, yapmacık yürüyüşü, taşbebek gibi Japon kadınları; zarif görünüşlü,
yozlaşmanın damgasını taşıyan Avrasyalılar, Güney Denizi Adaları’nın çiçekten taçlı kahverengi derili, dolgun
bedenli kadınları doluşmuşlardı. Bütün bunlar garip ve korkunç bir karabasan sürüsü - Whitechapel
kaldırımlarının pasaklı, çirkin, karmakarışık yaratıkları, genelevlerin içki küpü acuzeleri ve bütün bu uçsuz
bucaksız cehennemlerin harpy’lerin devamı, iğrenç ağızlı, pasaklı, müthiş dişi görünüşleri altında denizcileri
avlayan, limanların döküntüleri, insanlık çukurunun pis yapışkan köpüğü - tarafından ortadan silindi.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:10)
Aç acına : Karın açken, yemek yemeden
“Hafifçe başımın döndüğünü hissettim. Belki de, yarım saatten fazla aç açına yürüdükten sonra
oburcasına tıkındığım için böyle olmuştu. Yine de, çocuğun tanıdık gelmiş olması duygusundan
kurtulamıyordum. ‘İçindeki şeytan üç klasik yaklaşım denedi: tehdit, vaat ve zayıf yanına saldırı. Kutlarım:
Cesurca direndin.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:71)
“Oysa durumun gerektirdiği ciddiyetle yanıtlıyorum: iyidir, teşekkür ederim, bu sabah çok erken kalktı,
doğru kumsala indi, kahvaltı bile etmedi. Vah zavallı hanımefendi, diye yanıtlıyor o hep İspanyolca, aç acına
denize, olacak iş mi! Bir el çırpıyor, kocakarı koşa koşa geliyor.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:29)
“- Bir mola verseler bari, yoksa aç acına daha beş vers’lik yol yürüyeceğiz.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:278)
Aç ağız : Aç, fakir, yoksul
“O yıl, Büyük Kap Kenti kırsallarından akın akın gelen, ne iş olursa yapmaya hazır insanların istilasına
uğrayınca dolaşım özgürlüğünü kısıtlayıcı önlemler aldılar. Gelgelelim kentte ne iş ne de kalacak yer vardı. Bu
aç ağızlar denizine düşecek olurlarsa diye düşünüyordu K, annesiyle ne kadar şansı olabilirdi?”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:23)
Aç(ıyor) ağzını yum(uyor) gözünü : Hiddetten gözünü kapayıp ağzına geleni söylemek
“Ali, Leh delikanlısı sandala binerken takırdattığı Almancasını bir tarafa bırakarak İzmit Körfezi
kıyılarının şeker şivesi, Galata meyhanelerinin ağza alınmaz argosu ile açar ağzını, yumar gözünü.
‘Ulan, köpoğlu, der, yarım papel beş saati? Saati eder on patakoz. Sen aklını peynir ekmekle mi yedin?
Sandal su içinde be!.. Çık iki papeli! Gözünü oyarım vallahi, kereste!..’ ”
(S.F. Abasıyanık<1906-1954>, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:85)
“Ancak müşteriler gittikten sonra kadın ağzını açardı. Daha doğrusu açardı ağzını... Başörtüsünü
fırlatır, uzun ve battal parmaklarında cıgarası, Belvü gibi yer varken buralarda sürtmenin de demek olduğunu
anlamadığını, bu işin içinde bir bityeniği olduğunu haykırırdı.”
(S.F. Abasıyanık<1906-1954>, “Semaver-Garson”, sa:65)
“Bir aralık bir ‘dert’ sözü çıktı ağzımdan. Sözüm ağzımda kaldı.
‘oğul, oğul,’ diyor, ‘dert mi ararsın Diyarbakır’da. Diyarbakır’ın taşı toprağı ahü vahtır.’
Sonra açıyor ağzını, yumuyor gözünü. Dert söyletir.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:10)
Aç bi (i)laç : Aç ve hiçbir şeysiz, ‘yarasına sürecek ilacı olmayan’
“Aç bilaç, kafa bomboş, bir tahta kanepenin üstüne bıraktık kendimizi. Burası, liman dışında bir gezinti
yeri. Önümde, birtakım serseri güruhu, rüzgara dumanlar savuran kocaman bir kazanın başına birikmiş.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:94)
“İsa, başını dizleri arasına almış, dirseklerini dizlerine dayamış bakıyordu. Odunları düzenleyerek böyle
soğuk bir günde ateş yakmak ne büyük tören, diye düşünüyordu. Alev, esirgeyici bir kızkardeş gibi gelip ısıtıyor.
Aç bi ilaç, yorgun argın yabancı evine girmek ve yabancı iki kızkardeşin gelip insanı rahatlatması...”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:306)
Açgözlü : Haset sahibi, doymak bilmeyen kimse
“Derken bu zevkperest Sidarta’nın, bu açgözlü Sidarta’nın da ölebilmesi için daha sonra bu berbat
yılları göğüslemesi, bu iğrençliğe, kof ve yitik bir yaşamın bu boşluk ve anlamsızlığına sonuna kadar, acı bir
umarsızlığa gelip dayanıncaya kadar katlanması gerekmişti.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:118)
“GEZGİN - Doğru söyler bana açgözlü diyen
Bu uzaktan aşkı istediğim için
Başka hiçbir sevinç yok içimde
Kavuşmaktan başka bu uzak aşka.
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:33)
“Az yesen yemeği beğenmedi, kibirli derler. Çok yesen obur, körboğazlı derler. Yavaş yavaş yesen
miskin, mızmız derler. Hızlı hızlı yesen açgözlü, arsız derler. Bu kadar kural içinde bir orta yol bulabilirsen
alnını karışlarım.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:23)
“Joaquim Sassa akşam yemeğinin parasını ödedi, içeridekilerle veda etti, kıza kendisine verdiği bilginin
karşılığı olarak yüklüce bir bahşiş bıraktı, han sahibi onu cebine atabilirdi, açgözlülükten çok küskünlük
yüzünden, insanların eliaçıklığı ne kadar iyi olduklarıyla doğru orantılıdır...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:60)
“İkisi de güzel, yakışıklı, tatlı yüzlü, kara gözlerinden sevinç ve sevgi okunan iki kızı vardı, bir de
oğlu... Oğlan biraz babasına benziyordu ama gene de pek hoş bir çocuktu. Çiftlik sahipleri arasındaki
konuşmalarda Anna Martinovna, dingin, ağırbaşlı duruyor, söylenenlere ne ayak diriyor, ne de açgözlülük
gösteriyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:103)
Açgözlü(lük) : Haris(lik), gözü doymak bilmez(lik)
“Oysa ben, canımı kaybetmek için değil, bir şeyler kazanmak için evimi barkımı, çoluğumu çocuğumu
bırakıp hizmetinize girdim; fakat çok doğru söylemiş atalarımız: az tamah çok ziyan getiriyor. Açgözlülüğüm
yüzünden, ikide bir vereceğinizi söylediğiniz şu kahrolası adayı ele geçirme umudunu da kaybettim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:126)
“Hele dün Berlin’den gelen akrabalar yok mu? Ortalık kararıncaya değin birbirleriyle kavga ettiler...
Onlar da hiçbir işe yaramaz, beş para etmezler. Aç gözlü, hırslı, taş yürekli ve çok kötü insanlar...”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:24)
“Siddharta’nın sıradan bir Brahmin, tembel bir kurban görevlisi, büyülü sözler satan açgözlü bir tacir,
kendini beğenmiş, boş bir konuşmacı, kötü yürekli, içten pazarlıklı bir keşiş ya da kocaman bir sürü içinde aptal,
iyi bir koyun olmayacağını biliyordu.”
(H. Hesse, “Siddharta”, sa:32)
“HORNE, açgözlülüğün etkisi altında itiraz eder. - Vermeyin ona, efendim. Biz uğraşırken o hiçbir iş
yapmadı. Payımızdan o parça niçin eksik olsun?
BUTLER, sinirli, bunalımlı bir öfkeye yenilerek kekeler. - İsteyen kim onu be? Bu mendebur nesneyi
istiyen kim? Ben ha? Asla. Lanetleme deliler. Hepiniz tımarhaneliksiniz!”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:20)
Açığa alınmak : Resmi devlet memuru bir kimsenin, bir şüphe üzerine, yasal işlemler sürerken ödevinden
alınması
“Birkaç saat sonra Kars’a ulaşan yollar bütünüyle açılınca, şehirdeki bu küçük ‘askeri darbe’yi
bastırmak için harekete geçen ordu birlikleri Kars’a, hiçbir direnme görmeden girdiler. Olaylarda ihmali görülen
vali muavini, tümen komutanı ve diğer yöneticiler hemen açığa alındılar.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:407)
Açığa vurmak : Sergilemek, açık ve seçik ortaya koymak
“Şimdi dört amele nefes nefese idiler. Salih’in arkadaşı, sarı yulaf saçlı Abdurrahman, Salih’e dik dik
baktı. Deminki duraklamanın nedeni oydu. İşi büsbütün açığa vurmuştu.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:14)
Açık açık : Çok açık olarak, net, doğruyu söyleyerek
“Yataklar dışarıya, hayata yapılmıştı. Haçça’nın ince yüzü, geçtem geç doğan ayda açık açık
seçiliyordu. Ellerini göğsüne koymuştu. Kurumuş elleri... Saçlarından birkaç örgü boynuna düşmüştü. Ağzı hafif
açık, belli belirsiz bir soluk alıp vermesiyle, dalgın dalgın uyuyordu.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:47)
“Bütün bu açık gerçekleri bir bir sıralamamın nedeni, buradan çıkacak soruları ortaya koymadan önce
bunları açık açık hatırlamada yarar görmem.”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:96)
“Monsenyör Guerra, Seinyor Cenci’nin, sarayında olmadığını duyunca kadınların dairesine çıkıyor,
birkaç saat onlarla konuşuyor, her ikisinin uğradıkları inanılmaz derecede kötü davranışlardan yakınmalarını
dinliyordu. Anlaşılıyor ki karar verdikleri tasarıdan, Monsenyör Guerra’ya açık açık söz etmeye ilk cesaret eden
Beatrice olmuştur.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:77)
Açık ağızlık etmek : Çok konuşmak, ardından dedikodu etmek
“Biz de böyle biliriz. Karşı komamız da yoktur. Tanrının birliğine inancımnız eksilmedi... Yine de
oğlumun işiyle artık benden başkasının alacağı koyacağı yok diyorsam bu da doğrudur. Niçin şaşıp açık ağızlık
ederler?”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:9)
Açık artırma : Müzayede; Herhangi bir eşya ya da meta’nın (araba, arsa, ev) alenen, canlı olarak bir pazar
yeri ya da salonda satışa çıkarılması
“PENCERE
------------Sokağa gelişi güzel yığdıkları
yağmurlukları, kümes hayvanlarını, mandalları,
şişeleri,
tarakları, boş bisküvi kutularını, kokulu sabunları,
açık artırmaya getirip sonra bir kenara attıkları
batık gemilerden sökülmüş kamara parçalarını,
çeşitli ülkelerden alınmış gümrüksüz allı pullu ipek
kumaşları...”
(Y. Ritsos<1900-1945>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:83)
Açık bir davet (davetiye) göndermek, vermek : Sözle davet ima etmek
“-Burada ne yapıyorsun Bilal?
-Sen içerde yapyalnız ne yapıyorsun?
-Mutfağı topladım. Bahçe mis gibi kokuyor. Hava bir ısındı ki...”
Açık bir davet değildi, fakat gene Bilal kızın arkasından dükkana girdi.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:148)
Açıkgöz : Zeki, anlayışlı, çıkarını kolaylıkla sağlayabilen
“‘Satıla satıla mera mı kaldı? Habire satıyoruz!. Bir uçtan da, bu yetmiyormuş gibi, bir kısım açıkgöz
komşular, ha babam de babam, ucundan kıyısından kapıp kapıp tarla yapıyorlar.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:85)
“Çözümünü bulmakta güçlük çektiğim bu meseleleri öylece bırakmaya karar veriyorum. Şüphesiz
açıkgöz okuyucumuz baştan beri ağzımda bu baklayı gevelediğimi farketmiş, boş gevezeliğimle değerli
zamanına kıyışıma kızıp duruyordur.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:IX -giriş-, yazardan.)
“Kızlar: ‘Topları biz alalım, ona veririz’, diye bağırıyor hemen. Açıkgöz şeyler; topları ancak oğlanın
aracılığıyla elde edebileceklerini, ama bu aracılığa da kendilerinin önayak olmaları gerektiğini sezdiler.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:143)
“GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır
herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli. Babam sağken, biz
para içinde yüzerken ne yaptım ben? Can sıkıntısından, öfkeden kahrolarak şurda burda sürtmekten, şuna buna
taşlamalar yazmaktan başka ne halt ettim? Ama geçim derdine düşünce anladım ki, bu şehri yönelten aptallarla
alay etmek karın doyurmaz.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2)
“... o vefasız aşığı hala, hem herzamankinden fazla sevmenin verdiği utanma hissi, çektirdiği acı,
Matmazel de La Mole’u gamlı, kederli bir sessizliğe düşürmüştü; ağzını bıçaklar açmıyordu. Onu bu halden ne
M. de Frilair’in yaltaklanmaları kurtarabiliyodu, ne de Fouqué’nin kaba saba, sert açıkgözlülüğü.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:386)
“Bu işi Amerika’nın su kömüşüyle dönecekti de padişahımız ‘seçim yapılsın’ diyip bunca mebusu
İstanbul’a neden biriktirdi? Bre dayı, mebuslar şu kadar yüz kayma maaş almayınca olur mu ki sen bunu böyle
demektesin! Tamam, şimdi aklım yattı! Beri bak oğlum, sen kulağı delik, gözü açık takımındansın, de bakalım,
ceremesi neymiş bu Amerika su kömüşünün? Ceremesi... ceremesini bilene rastlamadım!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:20-1)
Açık kapı bırakmak : Pazarlığa, tartışmaya şans vermek için bir anlaşma ya da ilişkide bir az esneklik
bırakmak
“ ‘Sizin bu sözleriniz dün gece seyrettiğiniz Albay Calhoun portresinden daha mı adil sanki?’
Binbaşı kaşlarını çatarak:
‘Bu tasvir pek de yersiz sayılmaz. Belki biraz abartma var. Eh, bu tür konuşmalarda biraz açık kapı
bırakmalıyız.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:108)
“ ‘Anlıyorum, Şef. Aslına bakarsanız, isteseler de çıkaramazlar. Ancak el çantalarında çıkarabilirler,
bankalar zaten dış ülkelerle işlem yapmıyor. Mali işlemler ölü noktasında. Turizm yok oldu. Rezervler her gün
azalıyor. Bazı şirketlere devletin el koymasını tamamen safdışı etmekte kararlı mısınız? Kötü durumda olanlar
için bile düşünmez misiniz?
‘Bakarız...’ diye açık kapı bıraktı Trujillo. ‘Yazılı önerini bırak, üzerinde çalışırım. Acil bakmamız
gereken başka hangi konu var?’ ”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, s:150)
Açık konuşmak : Gerçekleri ortaya koyarak, dürüstçe, dolaysız olarak konuşmak
“İşte Hermann Broch, bugün bu dorukta; o halde açık konuşalım ve onun kişiliğinde çağımızın
temsilcisi olan çok az sayıdaki yazarlardan birini selamladığımız gibi gözüpek bir sav ortaya atmaktan
çekinmeyelim.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:16)
“Fyodor Mihayloviç konuşamadan başını iki yana sallıyor.
‘Belli ki, Fyodor Mihayloviç, bilmediğimz pek çok şey var. Sizinle açık konuşacağım. Oğlunuzun
belgelerini istemek üzere buraya geldiğinizi, deyim yerindeyse, aslanın inine adım attığınızı duyar duymaz, ters
giden bir şeyler olduğundan hiç kuşkulanmadığınıza emin oldum ya da hemen hemen emin oldum.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:46)
Açık meşrep : Hafif meşrep, herkesle flört yapmasını seven, şuh
“FALSTAFF - Bunları ne maksatla açtınız bana?
FORD - Orasını anlattım mı, hepsini söyledim demektir. Kiminin sözüne bakarsanız, bana karşı
kendini ağır satıyormuş ama, başkalarına karşı pek şuh, pek açık meşrep imiş. O kadar ki, hakkında ileri geri
söylemediklerini bırakmıyorlar. Şimdi Sir john, gelelim sadede. Siz soyu sopu belli, seçkin bir zatsınız.
Sözünüze, sohbetine diyecek yok.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:57-8)
Açık saçık : Müstehcen, cinsel içerikli
“Bazen, ikimiz yalnız olduğumuzda inanılmaz derecede açık saçık hikayeler anlatır, sonra da sanki
anlattığı hikayeyle beni bir oyunda mat etmiş gibi neşeli bir kahkaha atardı.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:29)
“Elbisenin Öyküsü
----------------------O şeytan kadına baktım,
sevinçten ışıyordu gözleri.
O süslü elbiseleri içinde
açık saçıktı her yeri”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap; 25-09-08)
“Meserret ablam kahyanın oğluna kaçınca yengem birkaç günde çöküverdi; yüzü uzadı sanki,
buruştu..... Kızı çocukluğunda bigün ayağı kayıp düşünce kıçım acıdı dediği için ağzına biber süren kadın,
kocasıyla yatarken neler yaptıklarını açık saçık, ağza alınmayacak sözlerle anlatmaya başladı son gününde.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:127)
“Birkaç akşam sonra, Broadway ile 114. Sokak’ın köşesindeki öğrenci barı olan West End’de bir
tanıdıkla karşılaştım. Porno kitaplar çıkartan bir yayınevinde çalışmaya başladığını ve açık saçık kitap yazmayı
denemek istersem, roman başına bin beş yüz dolar vereceklerini söyledi. İstemek ne kelime, balıklama daldım
işe; ama yirmi-otuz sayfa yazdıktan sonra tıkandım.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:50)
“Yasa, belli bir değerin üstündeki, kurtarılabilen eşyanın bankaya verilmesini öngörüyor; banka da
bunları sahiplerine iade etmekle yükümlü; oysa iş arkadaşları hoşlarına giden her şeye el koyuyor ve
gerisinidüşünmüyorlar. Miles bu yağmaya -şişelerce viskiye, radyoya, CD çalarlara, okçuluk gerekçelerine, açık
saçık dergilere- sırt çevirdiği ve sadece resimlerin, eşyanın kendisinin değil eşyanın resimlerinin peşinde olduğu
için ona aptal gözüyle bakıyorlar.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:13)
“Kadınlar başlarını sallayarak, bilmiş bir tebessüm takınmışlardı. Erkeklerse garip bir şekilde
kıkırdayarak birbirlerine açık saçık şakalar yapmışlardı. Langdon içini çekmişti. Üniversitedki erkekler hala
çocuktu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:343)
“Kien, iyice düşünüp taşındıktan sonra, bunların açık-saçık kitaplar olabileceği sonucuna vardı. Adamı,
paketinin incelenmesinden kaçıran bu utanmaz acelenin tek nedeni bu olabilirdi ancak. Lağımcı göründüğünde,
direk gibi karşısına dikildi ve gürleyen bir sesle 400 şilin istedi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:309)
“ ‘Afedersiniz,’ diye mırıdandım. ‘Pek iyi anlayamadım. Ne oldu?’
Mektuplar, efendim. Kötü mektuplar. Üstelik galiz de. Ne laflar var içlerinde. Bunlar İncil’de
gördüklerime daha da açık saçık’ ”
(A. Christie, “cinayet reçetesi”, sa:49)
“Böylece üç yıl aktı gitti. Maria coğrafya ve matematik öğrendi, televizyon dizileri izledi,
ortaokuldayken gizlice açık saçık dergileri keşfetti, günlük tutmaya başladı. Günlüğünde tekdüze hayatından
bahsediyor; ona öğretilenleri -okyanusu, karı, sarıklı erkekleri, mücevherlere batmış zarif kadınları- tanıma
isteğini kağıda döküyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:17)
“Balıkçılar birkaç gün boyunca tuhaf, çabuk ve anlaşılmaz konuşmaları, aşırı iştahları, hayvansı
utanmazlıkları, değişken ruh halleriyle bir eğlence oluşturuyorlar. Askerler kapı aralıklarına tembelce uzanıp
onları izliyor, onlara anlamadıkları açık saçık laflar söylüyor, gülüyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:28)
“Arabayı gerisin geriye yola çıkardı ve yavaşça annesini onlardan uzaklaştırdı. Adamlar bir süre
peşlerine takıldı, bıçaklı olan eliyle, diliyle, dişleriyle açık saçık hareketler yapıyor; K’yı öldüreceğini işaret
ederek gözdağı veriyordu. Derken ortaya çıktıkları gibi, bir anda, çalıların içine dalıp yokoldular.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:36)
“David’in çevresinde oturan al yanaklı, etli butlu tatilciler, oyundan keyif alıyorlar. Melanie-Gloria’dan
hoşlanmışlar. Açık saçık şakalara kıkır kıkır gülüyorlar, oyuncular birbirlerine sövüp saydıkça kahkahayı
basıyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:221)
“Alyoşa Karamazov’un ‘böyle’ konular açıldığı zaman, hemen kulaklarını tıkadığını görünce bazan
etrafını sararak, ellerini zorla ayırıp kulaklarına açık saçık şeyler bağırırlardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:22)
“Yeniyetmelik çağına geldiğimde onunla bağları kopardım ve daha sonra aramızda sadece sürekli savaş
oldu. Gençliğindeki çevrede kızların özgürlüğü düşüncesi ortaya bile atılmazdı; bunu ortaya atmak ahlaksızlık
olurdu. Cinsellikten olsa olsa ‘genç kulaklara’ yasak edilmiş açık saçık söz ya da toplumun yargısına göre, iyi
ahlaklılık ya da kötü ahlaklılık biçimiyle konuşulurdu.”
(A. Ernaux, “Bir Kadın”, sa:45)
“Biraz uzaklaşınca, Bouvard açık saçık bir gözlemde bulunmaktan çekinmedi. Pécuchet çok kızardı,
sonra, hiç kuşkusuz yanıt vermekten kurtulmak için, yaklaşmakta olan bir papazı gösterdi gözleriyle.”
(G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:19)
“Zırhlarını hiç çıkarmamış olan Lakodeimonlular hantal adımlarla zıplıyorlardı. Bazıları açık saçık
hareketler yaparak kadınlar gibi yürüyordu. Başkaları, kupaların ortasında gladyatörler gibi dövüşmek için
çırılçıplak soyunuyordu. Bir Yunanlı topluluğu, üzerinde su perilerinin resimleri görülen bir vazonun çevresinde
raks ederken, bir Zenci tunç bir kalkanın üzerine bir öküz kemiğiyle vuruyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:17)
“ELIZABETH -... ama bunların hepsi benden söz ediyor. Dinle bak, Venedik elçisi nasıl da övüyor
beni. (Okur.) ‘İngiltere kraliçesi sürekli Yunanca ve Latince kelimeler kullanarak gösteriş yapıyor, ama en çok
yüksek ve kaba sesle gülmeyi seviyor. Açık saçık fıkralar anlatıyor ve sık sık küfrediyor...’ ”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:20)
“CLAIRE - Çok oluyorsun.
SOLANGE - Sütçü akşam bana söylediği açık saçik şeyleri sana da söylüyor.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:21)
“Yengemi ancak tatil aylarında görüyordum. Bu açık yakalı bulüzleri giymesine, şüphesiz yazın sıcağı
neden oluyordu. Fakat, yengemin omuzuna attığı ateş rengi şallardan çok, bu açık saçıklık annemi çileden
çıkarıyordu.”
(A. Gide, ”Dar Kapı”, sa:10)
“Kadınlardan sık sık söz açar ve hep açık saçık hikayeler anlatırdı. Fakat bütün bu anlatışlarında soru
işareti, bir yakınlık da seziliyordu. Sanki bizi de kendisiyle birlikte düşeünmeye davet eden bir hali vardı.”
(M. Gorki, “Çocukluk”, sa:247)
“... Recep Efendi, mavi latası, kocaman siyah şemsiyesiyle dolaşıyor, bir köşeye taştan ocak kuran
aşçılara bağıra bağıra emir veriyordu. Muallimlerle büyük talebeler çarşaflarını atmak, açık saçık gezip
eğlenebilmek için Müdür Efendi’yi güç bela kandırdılar, erkekler tarafına savdılar.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:262-3)
“Evvelce ona ‘Beyefendi Hazretleri’ diye hitap edenler, şimdi yanında açık saçık hikayeler söylemekten
çekinmiyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:80)
“Albay Gerbich’in artrit nöbeti tutmamışsa, odası her rütbeden subay ve astsubayla dolardı. Böyle ender
durumlarda dünyayı toz pembe gören albay, çevresindekiilere o açık saçık hikayeleri anlatmadam edemezdi.
Olağanüstü bir keyif alırdı bundan. Ötekiler ise, belki de ta Mareşal Laudon döneminden beri dillerde dolaşan bu
fıkraları kimbilir kaçıncı kez dinleyip kahkahalar atarlardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:250)
“ ‘Nasıl bir alet?’
‘Her şeyi anlatacağım.’
‘Çabucak çıkıyoruz.’
‘Lilie Bar’a.’
‘Nereye dedin?’
‘Ha sahi!’ oğluma nasıl söyleyeceğim? ‘Lilie, pek aşağılık ve açık saçık bir lokaldir.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:155)
“Dodu Baba bir sarhoş havası tutturdu, şarkının herkesin ezbere bildiğibir yeri hayli açık saçıktı ama
Dodu Baba’yı susturmak ne mümkün! Hayli yalvarıp bir şarkı da Sylvie’den istedik, ‘artık sofrada şarkı
söylenmiyor’ deyip kabul etmedi.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:61)
“Masadaki kadın üniversite mezunuydu, genç, asık suratlı, gözlüklü ve ters bir kadındı. Başvuru
kitaplarını herkesin -en azından bütün erkeklerin- yalnız ve yalnız açık saçık resim ve bilgi arayışı içinde içinde
istediği konusunda değişmez bir kuşkusu vardı..... Sonuçta, Whitaker’in ‘Almanak’ı dışında bütün başvuru
kitapları açık saçıktı .... ve .... sözcüklerine bakarak Oxford Sözlüğü’nü bile kötü amaçlarına alet edebilirdin.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:262)
“Okulda hokey takımının başıydı, iki yıl üst üste, atletizim kupasını kazanmıştı. Casuslarda birlik
başkanı, Gençlik Anti-Seks Örgütüne katılmadan önce de, Gençlik Örgütü sekreteri olarak çalışmıştı. Her zaman
örnek bir kişiliğie sahip olmuştu. Bir zamanlar, proleterler için açık saçık, ucuz yayın çıkartan Roman Dairesinin
Porno Bölümünde çalışmak üzere seçilmişti.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:109)
“YAĞMURLAR
I
-------------------Ve serilmiş yatağımı, ey tuzak! Kıyısında öyle
bir düşün,
Canlandığı ve büyüdüğü ve çevrinmeye durduğu
yerde şiirin açık saçık gülü.
Ürkünç Tanrısı gülüşümün, işte av etleri tadıyla
tüten yeryüzü,
El değmedik suyun altındaki ıssız kil,
uykusuz kişilerin adımlarıyla yunup yıkanmış”
(Saint-John Perse-Sait Maden, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.06.02)
“PENCERE
------------sevişmekten yorulmuş bir kadının sol omuzunda,
öbür yanına dönüp yalnız uykusuna dalan. Bitişikteki
avluya asılmış, açık saçık düşlerin izlerini taşıyan
kalın donları, parktaki kanepelerin altına atılmış
buruşuk kaputları ya da kadınların korselerinden
kopup
küçük sedefli çiçekler gibi otların üzerine düşmüş
düğmeleri görürsün...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:87)
“Erkekler cenaze odasının köşelerinde toplanmış birbirlerine açık saçık fıkralar anlatıyor, kadınlarsa
tükenen acılarıyla tabutun iki yanında, sanki ellerindeki son gözyaşlarından kurtulmaya çalışıyormuşçasına, ama
bir sonraki ölüde stoksuz kalmamak için israftan kaçınarak ağlıyorlardı.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:13)
“... ama geceleri ter içinde, kafasının içi ürkünç ve açık saçık görüntülerle uyanıyordu ve Bergere’in
onun üstünde iyi bir etkisi olup olmadığını soruyordu kendi kendine: ‘Yalnız olmak!’ diye ellerini oğuşturarak
inliyordu, ‘akıl danışacak kimsesi olmamak, doğru yolda mıyım, değil miyim bana söyleyecek birini!’ Sonuna
kadar gidiyorsa, bütün duygularının karmaşasını yaşıyorsa yolunu yitirmesine ve boğulmasına kıl payı kalmıyor
muydu acaba?”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:182)
“Darrieux’nün uzaklaşan sesi :
-Sen bilmem nelerini budattığın zaman, diye yanıt verdi.
Mathieu, gülmeye başladı. Jeannine böyle açık saçık şakalardan nefret ederdi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:35)
“-Açık saçık fıkralar anlatmaya meraklı insanlar vardır. Bu işe bayılırlar da beceremezler.
-Evet.
-İşte onlardan... Biraz da eli sıkı galiba... Bir garip... Dilediğiniz kadar şakalaşabilirsiniz. Hiç kızmaz!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:220)
“Kanlı-canlı ve az kaslı idi; Mirabeau ya da Danton gibi, birden ve sert parlayışları yoktu. Kadın
arkasından koşan biri değildi belki, ama kadın düşmanı da değildi. Kadında beğendiği edep ve ağırbaşlılıktı;
zinayı, para uğruna yapılmış evlenmeleri kınıyor, açıksaçık resimleri yasaklatıyordu.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:23)
“Bachelard o akşam yemekte her zamankinden daha berbat davrandı. Geldiğinde zaten sarhoştu; Fifi’yi
yitirdiğinden beri ayık gezmiyordu. Bereket Madam Josserand başka kimseyi çağırmamıştı. Tatlı sırasında adam
açık saçık fıkralar anlatırken uyuyakaldı...”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:115)
“Arkasından, iğrenç sözler tufanı başladı. Buteau, ne kadar küfür varsa savurdu, olayı, Françoise’ı yüz
kızartacak şekilde çırılçıplak göz önüne getiren açık saçık tabirlerle diline doladı. Françoise da öfkeden
kuduruyordu.”
(E. Zola, “Toprak, “Cilt:I, sa:337)
“O zaman bu el-yazması metin hemen satın alındı, Almancaya çevrildi, belki de fazla açık saçık olan
yerleri incir yapraklarıyla örtülerek büyük ölçüde değiştirildi ve kullanıma amacına uygun bir hale getirildi.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:103)
Açık (ve) seçik : Apaçık, ayan beyan, göz önünde
“Kitabın adı ‘İnsan Çılgınlıklarının Kitabı’ olacaktı; değişik işlerde geçen uzun çalışma hayatımda
yaptığım her gafı, her bozum olup kıçüstü oturuşumu, her mahcup düşüşümü, her budalalığımı, yaptığım her
çılgınca ve aptalca hareketi alabildiğine yalın ve açık seçik bir dille yazmayı tasarlıyordum.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:13)
“Onu en son ne zaman gördüğümü anımsamaya çalıştım ama hiçbir şey açık seçik değildi. Geçmişi
zihnimde taramaya başladım ama fazla gerilere gidemedim ve babasının öldüğü güne gelince durdum.
Lisedeydik ve olsa olsa on yedi yaşındaydık.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:8)
“29 Ağustos 2011,
Sevgili Paul,
Geçenlerde A.R. Ammons’un ölümünden sonra yayımlanmış bir şiirine rastladım: ‘Yaşlanmak
bile/eskiyor,’ diye yazıyor, ‘yeni bir şey bulmak, ve bulmaya çalışmak/ eskiyor… yaşlanmak ve her şeyin
eskimesi hakında/ konuşmak bile eskiyor/konuşmak/eskiyor, sana diyorum, gerçekten eskiyor.’ Hemen hemen
Ammons’un o şiiri yazdığı yaşta olduğum halde ben hiç öyle hissetmiyorum. Her şey karşımda açık seçik
beliriyor ya da en azından daha kesin olarak görüş alanıma giriyor. <John>’ ”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011, sa:265)
“Aesop evde oturup kitaplarını okumak, hayal kurmak ve plan yapmak istiyordu; gidip Ustaya açık
seçik sızlanmıyor, ama benim şakalarımı beğendiğini belli ediyor, kaprislerime kahkahalarla gülüyordu; gülerken
‘amin’e benzer bir ses çıkarırsa taşı gediğe koyduğumu anlıyordum.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:36)
“Dördüncü ayın sonunda Alia’ya olan borcumu ödedim. Şimdi artık Şikago yolculuğuna
hazırlanabilirdim. Droujine’i düşünüyordum. Tüm bu süre içinde onu düşlüyor, onu açık seçik görüyordum.
Gözlerimi onun üzerinden ayırmıyordum, sanki.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:39)
“Katharina Blum’u önceden tanıyan ya da soruşturma süreci boyunca kişiliğini biraz tanımak fırsatını
bulan hiç kimse, gerçekten kendisi işlemiş olsaydı, Schönner cinayetini de açık seçik itiraf edeceğinden kuşku
duymuyordu.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:13)
“Bu yüzlerin hepsi de onu izliyordu ve bunları hemen tanıyordu. Bu yüzler bilincinin altında bir
yerlerde kürek çekerek yüzüyorlardı sanki, özellikle de çok kısa bir an için gördüğü yüzler; bunlar bulanık
sulardaki yosunların arasında yüzen, tanınması zor boz balıklar gibi yüzüyorlardı içindeki denizde, ara sıra
başlarını sessizce suyun yüzüne çıkarıyorlardı ve o onları açık seçik bir biçimde karşısında görüyordu.”
(H. Böll, “Melek Sustu”, sa:101)
“Gelecek Salı günü Paris’e, Panthéon Meydanı on beş numaraya döndüğünüzde, Henriette sizi görür
görmez anlayacak ki, korktukları başına gelecek; yani yapmak istediğiniz şeyleri yapacaksınız; söylemeseniz de
anlar bunu, gizlenmesi olanaksız..... Cécile’in ne zaman geleceğini soracak size, kendiniz biliyor musunuz sanki
ne zaman geleceğini, Salı günü de bilşmeyeceksiniz bunu, bilmediğinizi söyleyeceksiniz, bu da gerçeğin ta
kendisi olacak, ama inanmaz ki, sessiz fakat açık seçik sorularıyla üzerinize çullanacak, artık elinden
kurtulmanın tek çaresi olanları bir bir anlatmak.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:157)
“Ama mademki yakınlarından uzaklaşmadan yalnız kalabilme talihine erişmişti, daha uzun zaman
düşünmeliydi. Öteden beri biliyordu gerçi, hep buna göre resim yapıyordu, ama henüz açık seçik anlayamadığı
şeyi bulması gerekiyordu. Yalnız sanatını değil, bütün yaşamını ilgilendiren şu gizi bulmalıydı artık, çok iyi
görüyordu bu gerekliliği. İşte bu yüzden yakmıyordu lambayı.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:34)
“-Kentin üstüne kara yazgı çöktü besbelli!
-Ah, Kadiz, ah! Senin tepene çöken kara talih bu!
-Kesin artık! Susun!
(Gözlerini yeniden kuyruklu yıldıza çevirirler; bu sırada sivil muhafızların komutanı olan subayın sesi
duyulur, hem de açık seçik.)
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:10-11)
“Hitler’in dünyasında ansızın bir başka kitle ortaya çıkar: bu, köklerinin kurutulması gereken
Yahudi’lerin oluşturduğu kitledir. O güne değin onları toplamıştır; şimdi ortadan kaldırabilir. Yahudi’lere ilişkin
niyetini daha önce yeterince açık seçik dile getirmiştir; ama iş ciddi olarak ortadan kaldırmaya vardığında, Hitler
bunun gizli kalması için önlem alır.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:116)
“Anılan söyleşide Mahir Günşiray, her şeyden önce kendini bütün benliğiyle tiyatroya adamışlığın ya
da böyle bir adamanın ne anlam geldiğinin açık ve seçik portresini çiziyor.”
(A. Cemal, “Aradığımız Tiyatro”, sa:187-8)
“Bu bağlantıyı kurarken de, ölüm, birlikte yaşamak, usun gerçeği, güzellik, zaman içersinde yitip gitme
gibi, sözü günlük yaşamda çok edilen kavram ve konuların felsefi bir bağlam içersinde ele alınmasının insanın
düşünce dünyasını hangi boyutlarla zenginleştirebileceğini açık seçik ortaya koyuyor.”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:187)
“Oysa laiklik ilkesinin ne demek olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde çok açık ve
seçik, herkesin anlayabileceği bir dille anlatılmıştı.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:75)
“Ve Ali Poyrazoğlu’nun oyunculuğu..... Tiyatro sanatının bir bedene nasıl giydirilmesi gerektiğini açık
seçik gözler önüne seren bir oyunculuk!”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:199)
“Goethe’nin: ‘Aynı zamanda bir zanaatkar olmayan bir sanatçı, iyi bir sanatçı değildir; gelgelelim bizim
sanatçılarımızın çoğu da zanaatkar olmaktan ileri gidemiyor,’ sözü, değindiğimiz sakıncaları açık seçik
özetlemektedir.”
(A. Cemal, “Sanat Üzerine Denemeler”, sa:74)
“Demokrasi adıyla sürdürülegelen saray geleneğinin en gösterişli biçimleri alması, ‘ben, zenginleri
severim,’ diyerek tutumunu açık ve seçik ortaya koyan Turgut Özal ile birlikte başlamıştır.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:37)
“... biraz yorulup siz yazın bunları; ondan sonra, istediğiniz imzayı koyarsınız altlarına: ister Hindistanlı
Preste Juan’ı, ister Trabzon İmparatoru’nu tercih edersiniz bunun için. İkisinin de iyi şairler olduğu söylenir;
fakat öyle olmasalar ve bilgiçlerle mürekkep yalamışlar peşimize takılıp işin doğrusunu meydana çıkarsalar bile,
asla kaygılanmayın: açık seçik bir yalan olsa, hiç kimse kalkıp bunları yazan eli kesmeyecektir.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:7)
“Usta yanıma geldi, yeni kılıcımı eski kılıcımın mezarını örten toprağın üzerine bıraktı. Hep birlikte
kollarımızı iki yana açtık; Usta, gücünü kullanarak, bizi kuşatan tuhaf bir ışık yarattı. Işık aydınlatmıyordu, ama
açık seçik görülebiliyor ve oradakileri ateşten vuran sarımtrak renkten farklı bir renge büründürüyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:18)
“Böylece üç yıl aktı gitti. Maria coğrafya ve matematik öğrendi, televizyon dizileri izledi,
ortaokuldayken gizlice açık seçik dergileri keşfetti, günlük tutmaya başladı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:17)
“Ne zaman açık seçik bir hedefim olsa, ona ulaşmak için her şeyi yaparım; en sonunda, kitaplarımda
söylediğim de buydu ve neredeyse kendi sözlerime ihanet ediyordum. Şimdi bir hedefim vardı: Zahir’in
gözlerinin içine bir kez daha bakmak.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:117)
“O anı birden, açık seçik geliyor gözlerinin önüne: Barış Kongresi’nin yapıldığı salonda, iki oturum
arasında verilen bir molada, Neçayev <Rus Devriminin bir kahramanı> bir köşede yalnız başına, küçük
sandviçleri midesine indirirken, gözleri parlayarak odayı dolduran yetişkinlere meydan okuyordu.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:115)
“Odanın ortasında bir tabut duruyordu. Mavi alevin parlaması uzun sürmemişti, ama tabutu açık seçik
görmüştüm. Tabutun pırıl pırıl parlayan, sırma işlemeli pembe bir örtüsü, bunun üstünde de ışıl ışıl yaldızlı bir
haç vardı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:55)
“ ‘<Anne Ridler>a yazılmış mektuptan. Rodos, 15 Haziran 1946> Sevgili Anne, mektubunu biraz önce aldım bunca zaman sonra senden haber almak çok güzeldi...Oyunun için tebrikler.. gazetelerin bazılarının onun
hakkında , ‘..20’lerin atmosferini taşıdığını’ ileri sürmesi beni şaşırttı. Tuhaf diye düşündüm. Belki ben de bunca
zamandır uzakta olduğum ve bizim ülke şairlerini düşündüren konularla çok az ilgilendiğim için eskide kaldım.
Bir laf ebeliğidir gidiyor, şöyle açık seçik ve güçlü bir şey bulmak umuduyla o korkunç antolojilerin ve
dergilerin sayfalarını çeviriyorum – felaket bir saçmalıktan başka şey yok. Galiba bizim kötü bir etkimiz oldu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:103)
“Çünkü güzelliği yaratan üç şeyin uyumudur: her şeyden önce, bütünlük ya da yetkinlik; bu yüzden
yetkin olmayan şeylere çirkin deriz; sonra gerekli orantı ya da uyum; son olarak da aydınlık ve ışık; gerçekten de
rengi açık seçik olan nesnelere güzel deriz.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:114)
“Bu aysal devriyelerin bitmek bilmez sorunlara neden olduğunu mutlaka biliyorsunuzdur. İki dünyasal
eleman arasındaki uyumsuzluk açık seçik ortadaydı; öncelikle, traktörün ön kabinindeki sıkışık, oksitlenmiş
bölümde, her ikisi de geniş kenarlı şapkalar takan askerlerin bir arada bulunması olanaksızdı.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:64)
“Christina bir adım daha attı. İpek elbisesinin hışırtısı son derece daha açık seçik duyuluyordu. En
küçük bir ayrıntı bile kaybolmuyordu.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:51)
“Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, Guiseppe Pinelli’nin Milano Emniyet Müdürlüğünde ölümünü ele
alır. Olay Milano Emniyet Müdürlüğünde geçer. Ve çelişkilerle dolu soruşturma tutanakları, kolluk güçlerinin,
soruşturmayı yönetenlerin, politikacıların yalanlarını, düzmece kararlarını açık seçik bir biçimde ortaya koyar.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:15)
“Bizi sevindirecek her şey, zamana ve duruma bağlıdır; bizi daha bugün mutlu eden bir şey, yarın hiçbir
değer taşımayabilir. Instetten bunu açık seçik duyumsuyordu.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:128-9)
“Ama bir an sonra, hakaret ettiği kimseyi tanıdı; yani onda kırdığı heykelin görünüşü vardı demek
istiyorum; bununla birlikte, o erkekçe yüz, her zamankinden daha güzel, daha güleçti. O yürüdüğünü açık seçik
göremeden, kendisine doğru, kayarak ilerledi.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:23)
“POSİDONİANLAR
(19. Yüzyıl Sonu)
<Sapanca Şiir Akşamlarında
Beş Yunan Şairi-2>
I
Garip bir çağda yaşıyoruz.
Çevremizde yığınlarla
bilinmez beyaz geceler.
İçimizde titreşen yaşam öyküleri.
Önümüzde, görünen kara bir yıldız
en kızıldan daha karra
en derininden daha açık seçik.”
(Stathis Gurguris-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.07.04)
“Çevreyi inceleyen genç adam, rengi solmuş haki rengi fanila gömleğinin cebinden dürbününü aldı, bir
mendille mercekleri temizledi, değirmen açık seçik görünene değin dürbünü ayarladı.”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:9-10)
“Bu soygun sırasında artık işimizin ehli olmuştuk. Atlarımızı otuz kilometre batıya sürdük. Bıraktığımız
iz öylesine açık seçikti ki, bir New York polisi bile bu izleri takip edebilirdi. Sonra izlerimizi gizleyerek geriye
döndük.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:250)
“Çinli yazarın bu cümleleri müziğin tam kökenlerini ve neredeyse unutulmuş gerçek anlamını bize açık
ve seçik gösterir. Çünkü dans gibi, uygulamalı diğer her sanat gibi müzik de tarihöncesi dönemlerde bir büyü
aracı, büyünün eski ve yasal araçlarından biri olmuştur.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:29)
“Evet, hiç aklımızın almadığı asıl olayı burada açık seçik dile getirerek şunu söyleyebilirim ki,
kaybolmuş bütün araç ve gereçlerin, değerli eşyaların, haritaların ve belgelerin, varlığı ille de zorunlu şeyler
sayılamayacağını yolculuğun ilerki bölümünde görmek bizi utandırmıştı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:34)
“Daha ertesi gün durumu ağırlaşmıştı Lene’nin. Geceleyin Goldmund zaman zaman kendisine bir
yudum su içirmiş, arada topu topu bir saatçik kestirmişti. Derken ortalık ağarmış, Goldmund Lene’nin yüzünde
giderek yaklaşan ölümü açık seçik görmüştü.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:261)
“Bir yeri yurdu olup güvenilir küçük bir cemaatin üyesi olmasının zor durumlarda insanı ne çok
rahatlattığını ilk kez açık seçik duyumsamıştım. Ertesi gün bu konuyu enine boyuna düşünmem yerinde olacaktı
belki.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:38)
“ ‘Durumu senin bu kadar açık seçik görmene seviniyorum,’ dedi kollayarak. ‘Her şey aşağı yukarı
benim kafamdan geçirdiğim gibi olmuş. Gel biraz daha deşelim bu konuyu.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:61)
“SONBAHAR YAĞMURU
--------------------------------O ölen ki, ömür boyu kısa yazmış adını
herkes görüp açık seçik okusun diye. Ama
ne hikmetse, birdenbire duvardaki kağıdı
kopuyor ve döne döne uçuyor bulutlara.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Marius, yine Luxembourg’ a gitti ama yolun kenarındaki sırasından öteye geçemedi. Bir gün önceki
gibi sıraya oturdu. Beyaz şapkayı, siyah elbiseyi ve özellikle mavi ışığı açık seçik görerek uzaktan seyretti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:217)
“Haziran aynın ortalarında sayılırdık. Birden başımızın üstünü kaplayan gökyüzü, o kızıl renginden
sıyrıldı ve çevreyi tatlı ve okşayıcı bir aydınlığa boğdu. Aşağıdaki liman tüm ayrıntılarıyla açık seçik seçiliyordu.
Derken bir trompetin metalik gürültüsü sessizliği yırttı. Sanki kalbim bıçaklanmış gibi ürperdim ve içime sonsuz
bir mutluluk duygusu doldu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:31)
“Gelgelelim, Korkut için yaşam alabildiğine açık seçikti; çünkü Korkut büyük çoğunluğun yargılarıyla
yetinebiliyordu.”
(S. İleri, “Cehennem Kraliçesi”, sa:299)
“Acırcasına yüzüme bakıyorlardı. O zaman öğretmenliğimin her gün yüzlerce göz tarafından
gözetlenmek, sessizce yargılanmak, benden olsa olsa beş altı yaş küçük kişilerce horlanmak, çağı dolmuş kabul
edilmek anlamına geldiğini açık seçik kavradım. Donmuştum.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:182-3)
“İşin tuhafı, az sonra olacağı gibi, okur bu metinleri okumaya başladığında, ona hiç de karmaşıkmış gibi
gelmez bunlar... Tersine, açık seçik, düz metinler gibi görünürler.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:13)
“Hani tavsiyemi, biraz benimser gibi oluyor, çünkü ilacın berbat bir tadı var; ama dediğimi gerçekten
yapmasını sağlayamıyorum; oysa kıza doğru eğilip, insan organizmasındaki rahatsızlıkların doğal yoldan
tedavisi konusundaki pek açık seçik görüşlerimi anlatmak için her zamankinden büyük bir istek duyuyorum.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:209)
“... hala açıkça hatırlayabildiğim, seçikçe görebildiğim tek yüz annemin yüzü, yorgunluğunu bile
unutarak bir şeyler anlatan bir adamın karşısında anamın yüzü, dalgın, inanmaz, düşlü...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:102)
“Belki de kendini daha yüceltmek, bastığı yeri azıcık sağlamlaştırmak için başka insanlarda kusurlar
arar. Kusurlar da erdemler gibi açık seçiktir. Belki de kusurlar erdemlerden daha iyidir.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:131)
“Tıpkı ışıkta açık seçik göremeyen hayvanlara benziyordu. Duygularının ve yüreğinin alacakaranlığı ya
da gecesi içinde canlanıyor, yaşamaya başlıyordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, Önsöz)
“Gerçekten de, fotoğraflar Malfatti’nin amcasını açık seçik yansıtıyordu. Bir ırmak kıyısında ya da
ağaçların altındaki çalılarda pusuya yatmış zıpkın fırlatan; ‘kapibara’lara ya da ‘pekari’lere ok atan; onca
geçmişten sonra da belki de ilk kez yerleştikleri yeni köylerinin çevresindeki tarlalarda manyok toplayan.....
‘Machiguenga’lar karşımda duruyorlardı.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:8)
“Herhangi bir Avrupa başkentindekine benzeyen bu yeni ve düz yollar boyunca, nerede olduğumu, bu
atların beni böyle hızla nereye götürdüklerini pek kestiremiyorum; ne olursa olsun, İstanbul yolunda olduğumu,
yarın oraya varacağımı açık seçik kavrayamıyorum.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:42)
“ŞİİR YAZMANIN ÜÇ BİÇİMİ <1>
Kuru bir dere yatağı
çakıl taşlarından beyaz bir şerit
görünür uzaktan
onun üzerinde yazmak istiyorum
açık seçik harflerle,”
(Hilde Löwenstein<1909-2006>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.03.07)
“Tecrübesiz genç bir öğretmen bir gezi düzenlediğini duyurduktan sonra tedbiri elden kaçırıp
öğrencilere kürsünün üzerine koyduğu kağıda isimlerini yazmalarını ve sadece ilk on kişiyi götürebileceğini
söylemişti. Sınıftaki herkes aynı anda koşuşturmuş, bu da derhal büyük bir kargaşaya, itişmelere, tartışmalara,
haykırışlara yol açmıştı. Ben yerimde kalmıştım, arkamdan birinin şöyle mırıldandığını açık seçik duydum:
‘Barbarlar!’ Geri döndüm, bakışlarımız kesişti, gülümsedik. Dostluğumuz o anda doğdu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:78-9)
“Adı François Knaak’tı; bir görmeliydi, ne adamdı o! ‘J’ai l’honneur de me vous représenter’ (Sizi
temsil etmemden ötürü şeref duyarım) dedi, ‘Mon nom est Knaak...(İsmim Knaak)’ Bunu eğilirken değil,
doğrulduktan sonra -yavaşça ve açık seçik- söylemeli.”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:77)
“José Arcadio Buendia, böylesine tehlikeli bir icattan ödü patlayan karısının bütün karşı koymalarına
rağmen, ‘bakalım tutuşacak mı’ diye kendi evini bile yakmaya kalkıştı. Saatlerce odasına kapanıp yeni silahınn
olanaklarını hesaplaya hesaplaya, sonunda öğretici açık-seçikliği söz götürmez, inandırıcılığına karşı durulmaz
bir elkitabı çıkardı ortaya.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:8)
“KOSOVA SAVAŞI
ÜSTÜNE BİLGİLENDİRME
-------------------------------------Şimdi de burada oturduğum yerden
denizi açık seçik göremiyorum:
okuma gözlükleri var çünkü gözümde,
ama gün ışığı çok keskin olduğu için
ne yazdığımı da iyice okuyamıyorum.
İnat edip çıkarmıyorum okuma gözlüklerini”
(Henrik Nordbrandt-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.03)
“ ‘Ben böyle düşünmüyorum! Ben düşünüyordum ki...’ dedi Cevdet Bey ve arkadaşının söylediği şeyi
yüzlerce defa aklından geçirdiğini, ama bunları hiçbir zaman açık seçik söylemediğini anladı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:46)
“Merakımdan yavaş yavaş cesaret alıp zemin kattaki, panjurları yarı kapalı, açık pencerenin hizasına
kadar indim. Dışarı çıkmaya hazırlanan Jupien’in sesini açık-seçik işitiyordum; storun arkasında, beni görmesi
imkansız bir konumda kıpırtısız dururken, birden, M. de Charlus tarafından görülme korkusuyla, hızla yana
çekildim.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:8)
“Saint-Hilaire Tümeni’nden beş yüz ‘perendeci’den oluşan bir çevik kuvvet, tabur kumandanları Rateau
ve Poux’nun önderliğinde, Schwartze-Laken Adası’na ayak basmıştı. Ama açık seçik emirler olmaksızın,
eşgüdümsüz hareket eden bu birlikler, arkalarından çıkarma yapacak öteki kuvvetleri bir kale gibi koruyabilecek
olan büyük bir eve yedek kuvvet yerleştirmeyi ihmal etmişlerdi.”
(A. Rimbaud, “Savaş”, sa:13)
“Doktor, karısının merakını gidermek için, mesleğe yabancı bir insanın anlayabileceğibir açıklama
aradı....birkaçı en son yayımlanmış, henüz göz atmaya fırsat bulamadığı kitapları .....tanıyamamazlık ve
bakarkörlük hakkında..... yöntemli bir şekilde okumaya başladı. Bunu yaparken, kendisine ait olmayan bir alana,
hakkında fazla bilgisinin bulunmadığı sinir cerrahisi alanına davetsiz girmiş bir yabancıymış izlenimine kapıldı..
Gecenin geç bir saatinde, başvurduğu kitapları yana itti, yorgun gözlerini ovuşturdu ve sırtını oturduğu
iskemlenin arkalığına dayadı. O anda, belirtilerin oluşturduğu seçenek, ona bütünüyle açık seçik geliyordu.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:26)
“Mösyö Darbédat gözlerini kaldırdı, kızının akıllı ve ince çizgilerini yeniden görmek istiyordu. Hayal
kırıklığına uğramıştı: Eskiden o kadar anlamlı ve açık seçik olan bu yüzde bulanık ve donuk bir şeyler vardı. Eve
her zaman çok güzeldi. Mösyö Darbédat kızın özene bezene, hatta fazlasıyla boyanmış olduğunu fark etti.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53)
“Açık seçik çizgiler göreceksin, bak aynana:
Onlar aklına açık gömütler getirecek.
Güneş saatindeki gölgeler söyler sana:
Hırsızlama yürüyor zaman sonsuzluğa dek..”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:77, sa:195)
“Saat on bir buçukta, babasıyla erkek kardeşinin, kendi penceresinin altındaki büyük taş balkonda
pusuya yattıklarını açık seçik gördü. Cappuccino manastırında saat gece yarısını çaldıktan iki dakika sonra, gelip
büyük meşenin altında duran aşığının ayak seslerini de iyiden iyiye duydu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:37)
“Kadınlarınsa bugün hepsi cart renkli elbiseler giymişe benziyordu, alev alev geçiyorlardı önünden,
bakışı kendilerine katılmaya zorluyorlar, ama üstlerinde kalmasına izin de vermiyorlardı. Hiçbir şeyin dış
çizgileri açık-seçik belli değildi artık. Bakışı hiçbir şeye bağlamak mümkün değildi. Her şey bir pelte gibi
titreşiyordu.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:43)
“O sırada birden açıldı ölümcül hastanın dudakları, işitenin son demlerini yaşayan birinden geldiğine
inanmayacağı kadar açık-seçik, kararlı bir sesle konuştu: ‘Söyleyin usta: Bir maddeden koku elde etmek için
ezmeyle damıtmadan başka yol var mıdır?’ ”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:109)
“Böylece belli bir yaşa kadar, ben kendimi annemin koruyucusu ve onun tesellisi saydım. Hatta bir kez
-artık bisiklete binmeyi öğrenmiştim-, birlikte kaçmayı önerdim ona. ‘Ben sabahları evlere süt dağıtırım,’ dedim,
‘ve sonsuza dek mutlu yaşarız. O bizi asla bulamaz, bulsa bile ona kapıyı açmayız.’ Buna açık seçik bir yanıt
alabileceğimi sandığım saf bir yaştaydım.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:25)
“Artık kimseyi görmüyorum. Tanıdığım o birkaç kişi de beni yoklamaya gelmiyorlar. Bu kadar açık
seçik yaşayan bir ölüyle karşılaşmaktan korkuyorlar.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:74)
“Olasılıkla beyaz daha hafifti. Acaba o da beyaz olacak mıydı? Dişleri gibi bembeyaz. Umbu buna ne
diyecekti? Onu gene tanıyabilecek miydi? Yoksa geceleri çakallara uluduğu gibi uluyacak mıydı? Umbu onunla
geliyordu, bu göklerdeki güneşten daha açık seçikti. Onlar bir gün bile birbirlerinden ayrı yaşayamazlardı.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Gökyüzünden”, sa:69)
“Ben canımı kurtaracak yerde onu aramaya koşuyordum. Bir kat çıkıyor, bir kat daha tırmanıyor, tavan
arasına çıkıyor, sonra bodruma koşuyordum. Kapılar artık onlarca değil, yüzlerceydi ve hepsi kapalıydı. Ağlama
sesi bir oradan bir buradan geliyordu. Alevler beni köpek sürüsü gibi izliyordu. Sonra ağlama sesi daha açık
seçik duyuluyordu ve içeride birinin çocuğa kötülük yaptığını anlıyordum.”
(S. Tamaro, “Yanıtla Beni”, sa:78-9)
“Bu nedenle Kiti evlerinin köyde olacağını biliyor, sürekli kalmayacağı Avrupa’ya gitmek yerine,
evine, köye gitmek istiyordu. Açık seçik belirtilen bu istek Levin’i şaşırtıyordu: Hiçbir şeyi umursamadığı için,
hemen Stepan Arkadyeviç’e koştu. -Bu onun göreviymiş gibi- köye gitmesini, orada her şeyi bildiği gibi,
öylesine üstün olan zevkine göre yapılmasını ondan diledi.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:6)
“ ‘Gün, gülünç olma korkusuyla örtbas edilmiş alçaklıklar ve zaferlerle doluydu. Okulun en
bilgilisiyim. Ama, karanlık bastırınca bu kıskanmaya değmez bedeni bir yana bırakıyorum -kocaman burnumu,
ince dudaklarımı, sömürge <Avustralya İngilizcesi> aksanını- , boşluğa yerleşiyorum. Ondan sonra ben,
Virgilius’un yoldaşıyım, Platon’un. Sonra ben, Fransa’nın büyük hanedanlarından birinin son kalıtçısıyım. Ama
ben, aynı zamanda bu rüzgarlı, ay ışığıyla aydınlanmış yerleri, bu gece yarısı dolaşmalarını bırakabilmek için
kendisini zorlayacak olanım, damarlı meşe kapılarla yüz yüze gelecek olanım. Yaşamımda elde edeceğim şey inşallah uzun sürmez- böylesine iğrenç bir biçimde önümde açık seçik duran bu iki karşıtlık arasında devsi
<devasa> bir karışım olacak. Acılarımdan yapacağım bunu. Kapıyı çalacağım, içeri gireceğim.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:38-9)
“Koltuğunda oturan ihtiyar -Hindistan Genel Valiliğinden emekli Mr. Oliver- yanlış duymadıysa, çukur
için Romalılar yolunu seçtiklerini söyledi. Bugün bile uçaktan bakınca, her şeyi açık seçik görebiliyordunuz;
Britanyalılardan, Romalılardan, Elizabeth dönemi malikanesinden, ayrıca Napoleon savaşları sırasında buğday
ekim alanı olarak seçilen tepede sabandan kalan izleri de.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:11-2)
“Kafam bu düşüncelerle ve gelecekteki çalışmalarımıza ilişkin planlarla öylesine meşguldi ki,
Thelma’nın söylediklerinin ilk bölümünü kaçırmışım – ama cümlenin sonunu fazlasıyla açık seçik biçimde
duydum:
‘... ve işte bu nedenle terapiyi kesmek zorundayım!’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:75)
“ ‘Ne var ki, Tolstoy’un, ayrıca Jeremias Gotthelf’in etkisiyle bu tür sevimli, ama açık seçik
tanımlanmamış idealler kafamızda yaşıyor, bunlar o zamanlar Almanya’daki hayli canlı bir akımdan destek
görüyor, ahlaksal-sanatsal temellere dayanan kentten kaçış, taşrada yaşama özlemiyle besleniyordu...’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:72)
“... ve belki de bütün edebiyatta bir şair hayal gücü hiçbir zaman böyle haz öncesi daha rüyalarda
kızışan ve rüyalarda eriyip biten, yorgun düşüren bir oğlan-erkekliğini klinik olarak böylesine açık seçik ortaya
koymamıştır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’,Cilt:I, sa:17)
Açık vermemek : Hiç belli etmemek, gizi saklı tutmak, başkalarının yorumuna şüpheli bir ipucu bırakmamak
“Evlerden çıkıp kent merkezine gittiğimiz saatti. Acaba Gina, Luciano, Carletto ve kadınlar
buluşabilmişler miydi? Gina’nın açık vermemesi gerekiyordu. Ona ‘Teşekkür ederim,’ bile diyememiştim.’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:173)
“Prens içinden:
‘Eee, pes doğrusu!’ dedi. ‘Ne güzel ders almış! İşte iyi yetiştirilmiş bir kuş; Sanseverina’nın fikri bu.’
Prens bu işte ayak direyerek, yılmadan büyük bir ustalıkla Fabrice’i bu pek tehlikeli konuda
konuşturmaya çalıştı. Tehlikeyi sezerek davranan genç adam, bereket versin ki hiç açık vermedi, harika yanıtlar
buldu:
‘İnsanın kralını sevgisini göstermesi hemen hemen küstahlıktır,’diyordu. ‘Krala sadece körü körüne
itaat edilmelidir.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:158-9)
“Neyse ki o akşam bir sorun olmamıştı; yalnızca yeleğinde şarap lekesiyle gelmişti. Auguste gittikten
sonra kız kardeşi ona damadı nasıl bulduğunu sordu. Dayı açık vermedi:
-İyi, çok iyi.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:11)
Açık yürekle konuşmak, Açık yüreklilik, Açık yürekli olmak : Dürüstlükle, açıklıkla ifade etmek; içi dışı bir
“Açık yürekli olmaya çalışalım. Bırakın tiyatroseverleri, acaba doğrudan ‘işin içinde’ olanlardan kaçının
evinde bir ‘tiyatro kitaplığı’ oluşturmak gibi bir kaygısı var?”
(A. Cemal, “Aradığımız Tiyatro”, sa:25)
“Kambur büyük bir ağırbaşlılıkla:
-Düşes hanımefendi kendisine olan saygımızdan açık yürekle konuşmamızı bizden beklediğine göre,
dört harf yazmak boynumun borcudur, karşılığını verdi.”
( Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:22)
“Lord Henry ona baktı. Evet, gerçekten de olağanüstü yakışıklıydı bu çocuk, ince bükümlü kıpkırmızı
dudakları, açıkyürekli mavi gözleri, diri altın saçları vardı. Yüzünde, insanın hemen güvenini kazanan bir şey
vardı. Gençliğin ateşli saflığının yani sıra açıkyürekliliği de bu çehredeydi.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:25)
“Onlar da, tedirgin bir bekleyişle, bir titreyişle karşılarına çıkıverecek bir serüven, çabuk bir heyecan
kolluyorlardı. Bu çapaçul oğlanların açık yürekliliğini kıskanıyordum.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:152)
Açılıp saçılmak : Elbiselerini, üstünü başını serbestçe açmak, sereserpe oturmak; Derdini tüm ayrıntılarıyla
dökmek
“Görümcelerinin daha ilk günde böyle büyük bir emniyetle açılıp saçılmaları yaşlı gözlerle adeta
kendisinden imdat istemeleri, Ferhunde’nin kalbine dokunmuştu. Genç kadın, Leyla ile Necla’nın saçlarını
okşuyordu.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:63)
Açılmak : Sahilden, kıyıdan yüzerek ya da gemiyle açılmak; geniş bir alana yayılmak; Birine sırrrını söylemek;
Kendini daha iyi hissetmek
“Sesimi çıkarmadan yaşlı adamı izledim. Büyük amcamı mahkeme salonunda çalışıyor buldum. Beni
görünce:
-Biraz dışarı çıkıp hava aldığına iyi ettin, dedi, açıldın. O kadar çok şarap içme, daha pek gençsin,
yakışık almaz.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:75)
“HIDOUX -... Eğer vapurun hazır olduğunu söylememiş olsalardı, dün sana açılacaktı, ben bundan
eminim. Haber gittikçe daha ağır bir nitelik alıyordu senin için; bizzat söylemeye cesaret edemedi; Bastien
şaşkına dönmüştü de ondan, anladın mı?
SEGARD - Ama, Thérese’le sıkı fıkı olmaya başladığı zaman, pekala söyleyebilirdi bunu bana...”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:63-4)
Açıl susam açıl : Ali Baba ve Kırkharamiler (Binbir Gece Masalları, Open Sesami) masalının en belirgin
sözcüğü. Gizemli bir kudret taşıyan kişi, bu parolayı söyleyerek, içinde hazineler dolu olan mağaraya girebilir.
Bu büyüsel kudret, evrensel bir tanımla, benzer işlemler yapmak için birçok yazın ve filimlere kaynak olmuştur.
“Ancak bir şey bu ruhun bize kıyasla yerini ansızın değiştirdiğinde, onun bizi değil, başkalarını
sevdiğini bize gösterdiğinde, parçalanmış kalbimizin çarpıntılarından, o aziz varlığın, aslında birkaç adım
ötemizde değil, içimizde olduğunu anlarız. .... Ama ‘Bu kadın arkadaşı Mlle Vinteuil,’ sözcükleri, benim kendi
kendime bulamayacağım sihirli bir ‘Açıl susam açıl’ cümlesi olmuş, Albertine’i parça parça kalbimin
derinliklerine sokmuştu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:542)
Aç kediler gibi dolanmak : Yemekten önce mutfakta, yemek masası etrafında dolanarak çöplenmek
“Yarım saattir sofranın çevresinde aç kediler gibi dolanan konuklar yavaş yavaş sandalyelere oturdular.
Ateşin üzerinden az önce indirilen kuzunun parçalanmasını bekliyorlardı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:327)
Açlığını (Açlık) bastırmak : Uzun bir açlık devresinden sonra bir iki lokma ile açlık gidermek
“IZZY sürünerek kapıya doğru ilerler, yerdeki kraker paketine saldırır, gözü dönmüşçesine paketi açar.
İçinden bir kraker alıp ağzına atar, açlığını bastırma çabasıyla uzun uzun çiğner. Sonra bir kraker daha alır,
sonra bir tane daha... sonra avuçlayıp aç bir hayvan gibi hepsini birden ağzına tıkar.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:90)
“Bu, İlyas için bir mucize oldu. Ağacın altına kadar koştu, et parçasını kaptı ve yedi. Ne eti olduğunu
bilmiyordu, öğrenmek de istemiyordu; önemli olan, açlığı bastırmaktı.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:37)
“Büyük Cuma ağzımıza hiç bir şey koymayız. Büyük Cumartesi de üçe kadar perhiz yaptıktan sonra az
bir miktar suyla ekmek ve bir kupa şarap alabiliriz. Kutsal Perşembe, yağsız haşlama yer, şarap içeriz, yahut
kuru şeylerle açlık bastırırız.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:12)
“Öğle saatlerinde o eve girdiğinde Severino yatakta dönemiyor olurdu. Ginia, sofrayı kurar, evin
seslerine kulak kabartarak, lokmaları yavaş yavaş çiğneyerek açlığını bastırırdı.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:8)
Açlık canına tak demek : Geçinme güçlüğü nedeniyle uzun süre yeterli beslenenemek
“Birkaç gün yavan ekmek yiyip kahve içerek odamdan çıkmadım, ama sonra açlık canıma tak dedi, bir
lokantada aldım soluğu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:55)
Açlıktan avurtları çökmek : Besi yetersizliğinden yüzde elmacık kemiklerinin belirgin bir duruma gelmesi
“Bu kadar acıya dayanamazdım; açlıktan avurtları çökmüş küçük çocuklar yiyecek bir süprüntü bulmak
için çöpleri karıştırıyorlardı. Karınları yeşil ve şişkindi, bacak kemikleri sarı bir deriyle sarılıydı. Bazıları koltuk
değneklerine dayanıyorlar, çünkü ayaklarını tutamıyorlardı; bazılarınınsa, çocuksu yanaklarında sakal çıkmıştı.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:359)
“Bu memlekette olup bitenleri anlamak için, Avusturya vagonlarına ayak basmak yeterdi. Yer gösteren
tren memurlarının, açlıktan avurtları çökmüş, üstleri partaldı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:354)
Açlıktan kaburgaları sayılır hale gelmiş : Açlık nedeniyle kemikleri dıştan gözle görülecek derecede belirmiş
“... çocuklar hayretler içinde, ağızları bir karış açık, kendilerini güvende hissetme ihtiyacıyla el ele
tutuşmuş halde açlık cambazının, solgun yüzüyle, siyah kazağının içinde, açlıktan kaburgaları sayılır bir halde,
bir sandalyeye bile tenezzül etmeden yere serilmiş samanlar üzerinde oturuşunu..... izlerlerdi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:75)
Açlıktan kurumuş asma kabağına dönmek : Açlıktan kupkuru, bir deri bir kemik kalmak
“Ooo! Orası belli Bay Jori! Sen olsaydın, çoktan açlıktan kurumuş asma kabağına dönerdim!.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:417)
Açlıktan (ağzı) nefesi kokmak : Genellikle fakir, tembel ve çalışmayan kimseler için söylenen deyim
“-İşte bütün bu gibi yerlerde kazanılan şey, baş ağrısı. Sokağımızda her Tanrı’nın günü gördüğümüz
şeyi resimde görmenin eğlenceli yanı da neresi sanki? Benim yanımda, açlıktan nefesi kokan şu yazarlarınızın,
ressamlarınızın sözünü etmeyin.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:45)
“ ‘Açlıktan nefesi kokan liman hamalları, ameleler!’ diyordu Bizantini. ‘Çalışmadan birkaç kuruş
alabilmek için geliyorlar buraya...’ Ve Bizantini konuştukça, ben de önceki öfkemin azaldığını ve onun yerini
aileden gördüğüm ahlakın -yoksulları ve çalışan insanları hor görenlere karşı olan ahlak- aldığını
hissediyordum.”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş-Avanguardistalar Menton’da”, sa:49)
“... o Plutus ki , yardım etmeseydi bütün o şairane tanrılar -ve hatta büyük tanrıların kendileri gibi
diyeceğim- ya hiç var olmayacaklardı, ya da açlıktan ağızları kokacaktı...”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:14)
“MEYDANCI - Bu sıska budala da ne yapmak istiyor sanki! Böyle açlıktan nefesi kokan bir adamda,
neşe ne gezer? Elinde yumuşayan altınları hamur gibi yoğuruyor. Fakat o kadar sıktığı ve o kadar yuvarladığı
halde, gene bu hamur biçimsizliğini koruyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:46)
“(Joseph Giebenrath) Ara sıra bir tek atar, ama hiç sarhoş olduğu görülmezdi. Asıl uğraş alanının yanı
sıra biraz kirli denebilecek işler çevirir, ama resmi makamların izin verdiği sınırların ötesine asla geçmezdi.
Kendisinden yoksullara açlıktan nefesi kokanlar, zenginlere is ne oldum delisi diyerek veriştirirdi hep.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:5)
“-Orada bir gün yersiniz, içersiniz ama, sonra burada haftalarca açlıktan nefesiniz kokar!
-Onu sen haltetmişsin! Bizim evimizde her gün iki üç tencere kaynar!
-Sizin tencerelerin içinde her gün cinler top oynar!”
(O.C. Kaygılı; “çingeneler”, sa:183)
“Bu arada Orlando ve Prenses saraya ayrılan bölüme yaklaşmışlardı..... Birlikteliklerini sona erdirmek
ve kendilerini tetikte bekleyen keskin gözlerle karşılaşmak istemeyerek orada, çıraklarla, terzilerle, balıkçı
kadınlarla; at tacirleri, tavşan avcılarıyla; açlıktan nefesleri kokan mekteplilerle, başörtülü hizmetçilerle, portakal
satan kadınlarla, küfürbaz barmenlerle ve her zaman bir kalabalığın eteklerinde bulunup insanların ayakları
arasında bağrışan, itişip kakışan, pejmürde çocuklarla omuz omuza oyalandılar.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:44)
Açlıktan ölmek : Karnı çok acıkma; uzun süre yemek yememe durumunda –biraz abartılı olarak- duyumsanan
his
“Yumurtalar fazla pişmiş, kupkuru; tuz, biber ekmek de tatmaya yetmiyor. 19 kilometrelik yürüyüşten
sonra açlıktan ölmek üzere olan Brick, lastik kıvamındaki çırpılmış yumurtaları çatalına doldurup ağzına atıyor,
zar zor çiğniyor ve her lokmadan sonra hiç de söylendiği gibi sıcak olmayan ılık çaydan bir yudum alarak
midesine indirmeye çalışıyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:33)
“Onlar böyle söyleşirlerken, sığınacakları bir damaltı bulamadan, yarı yolda ortalık karardı. İşin asıl
beter yanı şu ki, açlıktan da ölüyorlardı; heybeyi kaybetmekle, hem sargıbezi falan gibi şeylerden, hem de
nevaleden olmuşlardı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:119)
“Şimdi ben onun elini kavrıyorum. ‘Ama merak etme, konuşmayacağım: İstediğin öyküyü uydur, seni
destekleyeceğim. Korkmanın nasıl bir şey olduğunu iyi bilirim.’ Uzun, şüpheli bir sessizlik oluyor. ‘En çok ne
istiyorum biliyor musun?’ diyorum. ‘Yiyecek içecek bir şeyler istiyorum. Açlıktan ölüyorum, bütün gün bir şey
yemedim.’ ”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:135)
“Bir yer buldular, oturup sipariş verdiler, Joaquim Sassa açlıktan ölüyordu, hoşgörü dilenen bir
gülümsemeyle ekmeğe, tereyağına, zeytinlere, şaraba saldırdı. Bu ölüme mahkum edilmiş bir adamın son
yemeği...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:133)
“Başımdan geçenleri anımsadım: 1926’da nasıl üç ay işsiz güçsüz kaldığımı, nasıl açlıktan geberdiğimi,
Granada’da bir sıra üzerinde geçirdiğim geceyi anımsadım: üç gündür ağzıma bir lokma koymamıştım,
kudurmuştum, geberip gitmek istemiyordum. Bu beni güldürdü.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:28)
Açlıktan tiridi çıkmış :
Yaşlılık ve açlıktan nerdeyse bir deri bir kemik kalmış; çok zayıf
“Ama Mrs Sands yoldaydı. Kalabalığı yararak ilerliyordu. Köşeyi dönmüştü bile. Kanatları açık koca
kapıyı görebiliyordu. Oysa kelebekleri asla görmezdi; sıçanlar, mutfak pencerelerinde biriken kara pisliklerdi
gözünde; pervaneleri yakalayıp avuç avuç pencerenin dışına salardı. Kancık <dişi> köpeklerde yalnızca hizmetçi
kızların oynaklığını getirirdi aklına. – herhangi bir kedi, kıçında uyuzumsu bir döküntü olan, açlıktan tiridi
çıkmış bir sokak kedisi, çocuksuzluğun da kışkırtısyla bir duygu seli boşaltırdı yüreğinden. Ama kedi falan
yoktu. Ambar bomboştu.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:90)
Açmak : Konuyu açmak, söz konusu yapmak, anlatmak, söylemek
“TRANIO, gene yavaşça. - Öyle ise acele edip büsbütün bağrını delme; evi sizin satın aldığınızı hiç
açma.
THEUROPIDES - Peki, anladım; bu söylediğini ben de beğendim. Doğrusu sen duygulu bir
insanmışsın, gözüme girdin. (Simo’ya.) Ne duruyoruz?”
(Terentius, “Hortlak”, sa:55)
Açmaz; Açmaza düşmek, Açmaza gelmek, sürüklenmek : Güçlük, düğümlenme; Zor bir durumla karşı
karşıya gelmek, aldatılmak; Kendini tümüyle yetersiz hissetmek; yanılmak, gerçeklerle ters düşmek
“Bugün Refah Partisi’ne en ağır eleştirileri yönelten Sayın Bülent Ecevit, 1980 öncesinde o zamanki
Milli Selamet Partisi’yle sırf iktidar olabilmek için koalisyon yaptığında -ve dolayısıyla anılan kadrolara ilk kez
bakanlıkların yolunu açtığında- laiklik bağlamında düştüğü açmazın hiç mi bilincine varmamıştır?”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:41-2)
“Böyle olunca da savaş önlenemez. Her gün binlerce insan hevesle buna hazırlanıyor. Bunun bilincine
vardığımdan beri felce uğradım, sanki büyük bir açmaza düştüm. Artık ne vatanım diyebilecek bir yurdum ne de
erkeklerim var..”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:115)
“Şurası da bir gerçek ki arada sırada umulmadık, yararlı dönüşümlere de tanık olunuyor; o zaman da
açmaza sürüklendiklerini fark eden insanların, öyle ya da böyle, sanki bir mucize eseriyle bu açmazdan
çıkmanın yollarını bulacağına inanmaya başlıyor.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:11)
“Murat, Şükran Hanım’ı karşısında görmesiyle önce cankurtarana tutunmuş gibi sevindi, sonra, içine
düştüğü açmaz dolayısıyla çaresizlikte görünmeyi istemediğinden somurttu:
-Yok bişey efendim! Oluyor! -Kalkıp sedirden indi:- Buyurun! Nerden böyle?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:230-1)
Açtı ağzını, (kapadı) yumdu gözünü : Kızıp ağzına geleni söylemek
“ ‘... Osip, sen eşeğin birisin, hiçbir şeye aklın ermez. O bakımdan otur oturduğun yerde, çeneni de
kapat!..... Ben ona bir söyledim, o bana on karşılık verdi. Açtı ağzını yumdu gözünü... Oysa benim söylediklerim
onun iyiliği içindi. Buna karşılık aptal herif ne yaptı? Tuttu beni mahkemeye verdi.’ ”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:66)
“Simca’ya çarpınca, arabayı kullanan emekli, açtı ağzını yumdu gözünü. ‘Hayvan herif, parktan böyle
mi çıkılır?’ dedi.”
(D. Fo, “Marino Serbest!, Marino Masum!”, sa:31)
“Oğlan başını kaldırdı. Gök Hüseyin’i gördü. Ayağa kalktı: ‘Buyur Ağa,’ dedi. Ağa yerine oturdu.
Birden ağzını açtı, yumdu gözünü.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:201)
“Perviz Efendi cevap vermedi. Mahmud Çelebi, yağmurun, fırtınanın şiddetinden bahsetmek istedi.
Tosun Bey coşuyordu. Açtı ağzını, kapadı gözünü. Artık bu kadar kayıtsızlık olur muydu?”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:99)
“Böylece eski kolay, eğlenceli yaşantısını sürdürüyor denebilirdi. Ama bir gün karısı açtı ağzını yumdu
gözünü, ona söylemediğini bırakmadı; sonra da kocasının istediklerini her yaptıramayışında onu aynı biçimde
azarlamaya başladı.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:40)
A. D. (Anno Domini’nin kısaltılmışı) : <Tr.: A.D.; Ing.: A (Ey) D (Di)> Milattan sonra; (LAT.) : Yaşlılık
Ad absurdum :
(LAT.)
<ad absurdum> : Anlamsız ya da saçma haline gelinceye dek
Ad, ad koyma : (PSYCH.) (LAT.: Nomen: isim, çoğulu : nomina ,adlar; nomos=yasa’dan gelmektedirler
“Tanrı Adem’e iyilik ve kötülük ağacından meyve yememesini söylemişti; bu kutsal yasaydı, aa sonra,
ona, nesnelere ‘ad koyma’ yetkisi vermiş, hatta onu yüreklendirmiş ve yeryüzündeki uyruğunu bu konuda özgür
bırakmıştı. Gerçekten de günümüzde bazı kimseler ‘LAT.: nomina sunt consequentina rerum’ <nomina sunt
konsequenşiya rerum = ad’lar <LAT.: namen>, nesnelerin sonucudur> diyorlarsa da, Yaratılış kitabı bu noktada
çok açıktır. Tanrı onlara ne ad vereceğini görmek için tüm hayvanları Adem’in yanına getirdi ve Adem her canlı
yaratığı nasıl çağırdıysa onun adı o oldu. Bugünkü toplum hayatında, çocuğun yaşadığı toplum içindeki diğer
insanlar <aile> tarafından, özgürce ve toplu bir anlaşmayla verilmektedir’
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:402-3)
Adak; Adağı olmak; Adak adamak, Adak edilmek : Tanrıya ya da başka bir Ulu’ya ya da bir Yatır’a,
gizmli bir güce, bir arzunun yerine getirilmesinden önce tasarlanan niyet ya da sonra yapılan bir bağış
“ONLARDAN BAŞKA
Uzakların yanında karşılar yeşil yapraklar
Bir ihtimal göçün adak edilen taşla
Gidişte parlayan surlarda
Bugün burada olan kişide
Yarında olsa
Buradan başka bir yerde”
(Mahmud Beniys<d.1942>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 05.09.02)
“NEFESE SAYGI
---------------------dünyanın öbür ucuna kadar
her şeyden sürgünde olanların girdabı
uçurumların geriye sayması
adak taşıyanlar
kalbi devirenler
sınırsız enerjisi olan yaşayanlar
uçsuz bucaksız yerlere sığınanlar
derisi ses çıkaran savaşçılar
aşkı alevlendirenler”
(Zéno Bianu<d.1950>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.06.05)
“-Cuma günü bir adağım var, Eyüp Sultan Hazretlerine ziyarete gideceğim. Erken çıkmam lazım.
Başka bir zaman?
-Peki, ya pazar sabahı, dokuz buçuk suları? İsterseniz eşinizi de getirebilirsiniz tabii.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:138-9)
“-Ben işin erkanını <yapılış şeklini>, adetini yapıyorum! Bizde adet böyledir. Bir işimizin olması için
gideriz. Etem babacığımızın türabına <toprağına> kapanır, sonra da deriz ona:
‘Etem baba, Etem baba,
Sakalcığı keten baba,
Eğer ki işim olursa,
Sana göbek atam baba!’
-Sonra?
-Sonra da, artık işimiz olunca gideriz onun türbesine, cuma avşamları <akşamları> üçer göbek atarız,
adağımızı yerine getiririz.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:211)
“Amcası, kasabanın biraz dışındaki bağ evini, adaklarla gelen ziyaretçilerini kabul etmek, bazı günler
de inzivaya çekilip kimseyi görmeden ibadete gömülmek için kullanıyordu. Böyle günlerde çocuklar ona, evden
sefertası içinde yemek götürürlerdi. Babası Tahsin Ağa bile abisini ancak namaz vakitlerinde camide
görebiliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:20-1)
“PHARES’TE GEÇEN HAYATIMIZ
--------------------------------------------Ve yeniden başlıyor bu sıkıcı yürüyüş tapınak, kandiller, adak, çarşı, ta dükkanlar
kapanıncaya, ışıklar sönünceye dek,
ve biz, sokakta, yalnız, duvar diplerinden yürüyüp
harf harf hecelerin yerlerini değiştirerek
tekrarlayıp duruyoruz duyduğumuz sözü...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:221)
“Zenginlerin vakfı, zekatı vardır,
Adağı, fitre’si, azat’ı vardır...
İki rekat namazdır senin işin,
Sen onlara kolay erişemezsin!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:221)
“Yeni bin yılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar
içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler
tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde
mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi
kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:16-17)
Adalbert, Aziz :
azizlerden biri
Aziz Vojtech (ÇEK. MYTH.) <Adalbert Vojtek> : Çek’lerin koruyucu melek saydıkları
“İsyancılar idam edildiği zaman, o saat bir rahip biti orada. Çek lejyonerlerinin idamında da mutlaka bir
rahip hazır bulundu. Sonradan ‘Aziz’ saydıkları, Vojtech denen haydudun, bir elinde kılıç, bir elinde haç, Baltık
Slavlarını kırıp geçirdiği günlerden bu yana hiçbir şey değişmedi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:146)
Adalet : (HUKUK, LAT.): Justitia fundamentum regnorum : <Jus‘titiya funda’mentum regno’rum> :
Adalet saltanatın temelidir’. Doğru’dan ayrılmama, haktan yana olma, hakkı yerine getirme ve hakkı gözetme
“Yaşlı Brotteaux, oyun kağıtlarını toplayıp Gamelin’e şunları söyledi:
‘Yurttaş, yüce olduğu kadar korkulu bir yargıçlık görevi üstlenmişsiniz. Belki tüm öbür
mahkemelerden, iyilik ve kötülüğü özde değil de, belli çıkarlar ve duygular yönünden araştırdığı için, daha emin,
daha az yanılabilir bir mahkemenin hizmetine girdiğiniz için sizi kutlarım. Aşk ve kin arasında karar vermek
zorunda kalacaksınız ki, kolay, kendiliğinden olur bu. Oysa zayıf insan zekası için güç olan doğruyu, yanlışı
araştırmaktır. Bunları birbirinden ayırmak olanaksızdır. Yürek atışlarınıza göre karar vereceğiniz için yanılmak
tehlikesiyle karşılaşmayacaksınız. Yargınız kutsal yasanızı, yani tutkularınızı içerdiği sürece yerinde olacak, ama
sizin başkanınız ben olsaydım, Bridoire gibi yapar, kararları zar atarak verirdim. Adalet konusunda en güvenilir
yol budur.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:113)
“ ‘... zavallı Otto’cuğumun sadece idarecilerin bir ihmaline kurban gidip gitmemiş bulunduğunu
aydınlatacaktır. Bununla öğretmeni demek istiyorum. MA için böyle bir şey düşünmek asla aklıma gelmez.
Justitia fundamentum regnorum: Adalet saltanatın temelidir. Öğretmenler arasında sıkı bir eleme yapılması
muhakkak lazım, daha hala hükumet aleyhtarları kum gibi kaynıyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:98)
Adam : Erkek- Cinsel sembol; Sıradan bir erkek, herif (İlk adam: Adem) : (İBRA. MYTH.) : İlk yaratılan
insan ve ilk peygamber. Karısı Havva ile Cennet’in bahçesinde yaşardı; fakat ‘iyi’yi ‘kötü’den ayırmada ölçü
olan ağaç meyvesini <efsaneye göre elma> yediğii için oradan kovuldu. Eski-İlk Adam: İnsanoğlunun
günahkar tabiatı, günah işlemeye olan doğal eğilimi; Adam’ın birası, içkisi : Su; Adam Elması : Gırtlak
çıkıntısı, Adam Tepesi-Dağı : Seylan adasında bulunan ve tepesindeki çukurun, Müslümanlara göre Adem’in,
Budist’lere göre Buda’nın ayak izleri olduğu söylenen dağ
“ ‘İkinci duruşmama çıktım.’
‘Ne hoş.’
‘Yargıçlarımı eğledim bugün. Yani bugün şakıyan kuş bendim. Bu deyişi biliyor musunuz: “şakıyan
kuş?”
Adam dudak bükerek iki yana sallar başını: Hayır!”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:248)
“Zavallı adam o akşam:
-Artık rakılar sidiğe döndü. Renk, koku tıpkı o... Meretten şimdiye kadar hiç tattığımı bilmiyorum ama
galiba tadı da böyle olmalıdır, şikayetleriyle bağıra çağıra gıdasını aldı. Fakat bu boş suçlamaları dinleyen asıl
suçlu, bir köşede kıs kıs gülüyordu.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:25)
“ALTINCI MİMOS - KADIN KADINA
METRO
Söyle hangi Kerdon?.... Gri gözlü olan mı,
Ama o, lirin mızrabını bile dikemez. Ötekiyse,
Hermodoros’un kocaman evinin bitişiğinde yaşayan,
hani anayoldan giderken. Bir zamanlar adamdı,
ama yaşlanmış şimdi. Rahmetli Kylaithis’le
çok sıkı fıkıydı, akrabaları ansın onu!”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:35)
“İKİNCİ SAHNE - Tsargo’nun öfkesine ve tehditlereine bir yankı gibi yanıt veren savaş gürlemeleri
duyulur. Genç adam, savaş giysileri içinde, elinde bir silahla geri gelir. Adriana’nın kapısını çalar; genç kadın
yine eskisi gibi tersler onu; ne elindeki silahı ne de yaklaşan düşmanın hareketlerini izleme bahanesiyle çatıya
çıkma isteğini umursamaktadır.”
(A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:10)
“ADAM <1953>
Adam şapkasına rasladı sokakta
Kimbilir kimin şapkası
Adam ne yapıp yapıp hatırladı
Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz
Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
Bir kadın kimbilir kimin karısı
Adam ne yapıp yapıp hatırladı.”
(C. Süreya<1931-190>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:13)
“Yanıma aldığım küçücük bir bavulum vardı ve eşyalarımı indirmek için arabadan inmesine gerek
yoktu. Adama yüz rupilik bir banknot uzattım ve Marine Drive’ın geniş kaldırımına indim.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16)
“Dorcelino’nun örme gömleği ter içinde kalmıştı. Pocks homurdandı:
‘Böylesini de hiç görmedim. Böyle yapış yapış olan bir adam! Ne zaman belaya çatsak, suda boğulmuş
fareden farkı kalmaz!’
‘Adam dediğin, tepeden tırnağa terler böyle.’
Dördü birden mizena yelkenini indirdiler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:9)
Adamak : Kendini hizmetine vermek, nezretmek; bir arzunun olması için kendine ya da başkalarına (örn.
Tanrı’ya) söz vermek, vaatte bulunmak
“Lysidike sana adadı mahmuzunu Kypris
biçimli bacaklarının alrın gönderini;
kaç kez eğitmişti onunla bir atı atlayıp sırtına,
hiç kızartmadan kalçalarını, öyle yavaş sürerdi;
sana adadı, çünkü bitirdi yolu mahmuzsuz,
ve astı altın silahını kapısına tapınağın.”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:55)
“Bu soylu, ince uzun yüzlü, çok zayıf bir çocuk idi. Namuslu bir rahibin oğlu, kendini dine adamış çok
vicdanlı bir adamın oğlu idi. Adrien’i uzaktan gören ilkokul arkadaşı, Rahibin oğlunu ona gösterdi:
-İşte bak benim şu çocukluk arkadaşım. ‘Büyük Adamların yaşamları’ ile ilgileniyor. Annesi
çamaşırcı, kendisi de çırak, en büyük eğlencesi ‘Ünlülerin Yaşamı!’ Şu bizim eski Rumen atasözü ne güzel der:
‘Kel’in eksiği boncuklu bir takkedir.’
Rahibin oğlu, arkadaşının bu kaba yorumundan bayağı rahatsız oldu. Hele kulaklarına kadar kızaran
Adrien’i görünce, daha da bozuldu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:122)
“ ‘Kendinizi topluma adamak zorundayız’ demiştiniz bana. Siz bir öğretmen olarak alışılanı
yapıyorsunuz. Ben de kendi ilkelerimi izliyorum, eski budala arkadaşlarımı bulup sıkılmadan onların sırtından
geçiniyorum.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:47)
Adamakıllı : Tümüyle, oldukça, gereğinden çok, iyiden iyiye
“Ama toklar adamakıllı tıkınıyordu. Zeka diyordum ve aptallaşıp oturuyordum. Eskicizade bana yaptığı
bu ikramda tamamen diğerbin kalırdı. O, ya birisini batırmak, yahut da kafese koymak için ziyafet çekerdi. Bana
ise, yaptığı kurnazlıkların, zekanın hesabını vermek için yemek yedirirdi.”
(S.F. Abasıyanık<1906-1954>, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:24)
“Akşam ezanı daha öbür köyde okunmuştu. Atlarımıza biraz su vermiştik. Babam şehirden çıkalıberi
somurtmuştu. Bir tarafta bulutlu gök, diğer taraftan yolun tozları ve hendekleri sinirlerini adamakıllı germiş
olacaktı.”
(S.F. Abasıyanık<1906-1954>, “Semaver-Babamın İkinci Evi”, sa:33)
“Bu garsonun temiz, tertemiz yüzü, yıkanmış pembe bir ensesi ve kulakları var. Ama ihtiyar,
adamakıllı ihtiyar. Öyle olduğu halde..... bu sessiz adımlar, sakin vücut, iyi kalple senelerce, on sene, yirmi sene,
yirmi beş sene yaşayacağa benziyor.”
(S.F. Abasıyanık <1906-1954>, “Şahmeran-Bekar”, sa:93)
“Böyle olmakla birlikte, Cloitre’ın kaldırımı her zaman kuru kaldığı ve rahip Birotteau, madam de
Listomere’in evinde oynanan ‘whist’te (iskambil) üç gümüş parayla on metelik kazandığı için, yağmurun
adamakıllı yağmaya başladığı Archeveche Başpiskoposluk alanının ortasından beri bu ‘rahmet’e boyun eğmekle
katlandı.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:30-1)
“Bayram, adamakıllı bozuldu. Fakat hiç bir şey diyemedi. ‘Sabret Bayram, yükle yükünü!’ dedi
içinden. Yatakları bir habaya sarmışlardı. Haçça da kucaklamış indiriyordu. Kocaman bir denk olmuştu. Ihlaya
puflaya tam Irazca’nın önünden geçerken ayağına bir şey takıldı. Irazca, yanıbaşındaki bir değneği uzatıp
Haçça’yı durdurdu.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:218)
“ ‘Şu dürzünün oğlu, kafa tutmayı bıraksa da, kalkıp bir düğün yapsak, kurtarsak irezillikten. Ali’nin
oğlunu, Veli’nin gızını boşverse, kendini sevdirse... Damalı’da döl çoook! Gelenleri okutsa yeter. Hem de
kendini harabetmese!..’ dedi. İyice dondurdu ki buraya bir ‘kancık’ ister. Çekip çevirsin adamakıllı.’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:20)
“Sol elim hemen hemen kütükleşmiş gibiydi, biraz şişmişti, sağ elim de meyhanedeki masanın mermer
kenarına çarptığı için adamakıllı ağrıyordu. Yorgun ve açtım, yavaş yavaş kente döndüm.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:110)
“... tren kimi zaman hiç yavaşlamadan geçip gider buradan, Fontaines-Mercury ve Rully; sonra
adamakıllı yorgun ve bitkin, tekrar uyuyabileceğinizi umarak, birinci mevki kompartımana girdiniz, kapıyı çekip
yerinize oturdunuz; sağınızdaki camı örten mavi perdeyi araladığınızda, istasyon fenerleri görülüyordu, tren
yavaşlamış olduğundan Changny’de olduğunuzu anladınız.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:109)
“Kaldı ki, sağı solu belli olmuyordu. Bakkalın daha az sevecen davrandığı bir gün adamakıllı
öfkelenmiş bir halde eve dönmüştü:
-Başkalarıyla düşüp kalkıyor, sürtük, diye yineliyordu.
-Kim başkaları?
-Herkes.”
(A. Camus, “Veba”, sa:54)
“Gece yarısı, yatmaya gittiler. Kimsenin ayakta duracak hali yoktu... Jan’a gelince, o uyumamış,
sonradan küçük oğlanın anlattığına göre, bütün gece hıçkıra hıçkıra ağlamış... Ah, diyorum ya, meğer adamakıllı
abayı yakmış umarsız!”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:48)
“Kuledeki saat sekizi vurdu.
-Of! Sizi şeytan götürsün artık!
-Özür dilerim...
-Size böyle söylediğim için bağışlayın... Birdenbire önüme öyle bir çıkıverdiniz ki adamakıllı
korktum, diyerek delikanlı yüzünü buruşturdu, özür diledi.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:14)
“Peygamberler de birbirlerinin tarif edeni idiler. İsa, Yahudi’ye: ‘Sen, Musa’yı adamakıllı tanımadın.
Musa’yı anlamak için gel beni gör,’; Muhammed de, bir Hıristiyan ve Yahudi’ye, ‘Siz Musa ve İsa’yı
tanımadınız, onları tanıyabilmek için gelip beni görünüz,’ dedi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:78)
“Barones, bu tozu dumana katan fırtınadan, bütün cesaretine karşın, bir parçacık ürktü. Pavel’i
adamakıllı haşladı ve her şeyin hatta borçluluğunu sunmanın bile bir sınırı olduğunu, kahyayı hemen
çağırmayacak olursa, bağışlama işine de veda etmesi gerektiğini söyledi.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:235)
“Kemanını eline aldı, çalmaya başladı. Hem de bu sefer adamakıllı çalıyordu. Çaldığı ses tatlı bir
havaydı, ama öyle olağanüstü bir tarafı da yoktu. Çalarken parmakları teller üzerinde titriyordu. Sonunda
yanaklarından aşağı birkaç damla gözyaşı yuvarlandı.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:39)
“Konuşulan Türkçe’nin hangi yoldan gelerek bu şiveye büründüğünü bulmak güçtür. Çünkü burada
Leleg’ler, Helen’ler, Fenikeli’ler, Lidyalı’lar, Karyalı’lar, Frigyalı’lar, Selçuklu’lar ve Türk’lerle adamakılllı
harman olmuştur.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:47)
“Hayes karnını adamakıllı doyurduktan sonra ateşin çevresinde sigara tüttürenlerin yanına sokuldu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:6)
“Dediğine bakılırsa, sevgili kocası için gözyaşı dökmekten gözleri adamakıllı zayıflamış, gün ışığına
dayanamaz bir duruma gelmişti. Oysa komşularına kalırsa, bütün gününü üst sahanlıkta geçirmesinin tek nedeni,
girip çıkanları yolundan alıkoyarak, merakının, boşboğazlığının bacını almadıkça onları bırakmamaktı.”
(P. Heyse, “Andrea Delfin”, sa:21)
“Küçük, güzeller güzeli, büyüyünce hiç kuşkusuz gerçekten güzel olacak kız çocukları yüzlerinde tek
leke bile olmadan uyuyorlar, ama sabahları kapkara mavi lekelerle uyanıyorlardı, sanki birisi onları adamakıllı
dövmüş gibi. Sonra bir balık gibi solgunlaşıyor, ağlamaya başlıyorlardı. Kimileri yerde kertenkeleler gibi
sürünürken, kimileri de deli gibi koşuyor, duvarlara çarpıyor, titriyorlardı.”
(O. Hijuelos, “Dünyadaki Evimiz”, sa:96)
“NORA - Tabii buraya Noel’i geçirmeye geldin. Oh ne ala! Seninle şöyle bir adam akıllı eğleniriz.”
(H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:16)
“Hafızam gitgide zayıflıyor; bende derin izler bırakmış, hayatımı sonradan adamakıllı etkilemiş o yaz’ı
nedense yavaş yavaş unutmaya başladım. Renkler, kokular, şekiller ve hayaller, kelimelerin yan yana gelişi,
yüksek perdeden alçak perdeden insan sesleri, sevinç ve ıstırap usul usul geri çekiliyor.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11)
“Fikret gelmişti. Susturup içeri aldım. Gene eşiğe oturdum. ‘İçirip bırakmışlar, yanına,’ diyordu babam
içeride. ‘Herhalde, epey sonra çekmiş olacak. Bulup sorguya çekmişler onları da. Kaçmaya yeltenmemişler
garibi.’ Annem bir şeyler mırıldandı. ‘Bilmem. Sızmış olacak adamakıllı. Mum erimiş tabii.’ ”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:54)
“Bizler kim oluyoruz da, hayatının belirli bir düzeyinde akıl hastanesine kapanmış biri, ‘Ne haliniz
varsa görün. Ben bundan böyle hayattan tat almaya başlayacağım, kendi kendime bir pozisyin yaratacağım!’
dediğinde biz bu düşünüş yanlıştır mı diyeceğiz? Burada, eğer birisi, ‘Herkesin canı cehenneme, ben Perth’in
Belediye Başkanıyım!’ dese, kimse bunu adamakıllı sorgulamaz bile.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:49)
“ ‘Neden bunu benden daha vakitlice istemedin?’ ‘İlham perisi geleceğin önceden haber vermiyor ki,’
dedim. ‘Ama dur bekle bakalım,’ dedi kadın, her zamanki gibi herhangi bir erkekten daha bilgiç edasıyla,
piyasayı şöyle adamakıllı bir yoklayabilmek için hiç değilse iki gün beklememi istedi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:10)
“Villamizar, Escobar’ın teslim olduğu geceyi, kentin en neşeli, en tehlikeli gece kulüplerinde,
Escobar’ın korumalarıyla birlikte sert içkiler içerek geçirmişti. Adamakıllı içmiş olan Maymun, doktor
Villamizar’ın, patronunun özür dilediği tek kişi olduğunu her önüne gelene anlatıyordu.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:261)
“Eğer hemen vakit bulsaydım onu kesinlikle kurtarırdım, Bay Başkan. Fakat olanlar azmış gibi, şişko
da üstün gelmiş. Melie’yi adamakıllı tartaklıyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:34)
“En sonunda Mozart’ın bir nedenle kendinden aynı yönde söz etmiş olması kızcağızı adamakıllı şaşırttı
ve sarstı. Bu adam nefesini, hızla ve durup dinlenmeden, kendi öz ateşi içinde yiiyip bitirecek; varlığı, içinden
fışkıran taşkın sele gerçekten dayanamayacak ve bunun için de bu yeryüzünde ancak uçucu bir görünüşten ileri
gidemiyordu.”
(E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:104)
“SMITHERS - Orada putataparlık ayinleri yapıyorlar… Senin gümüş kurşununa karşı yardımlarını
görsünler diye çeşit çeşit şeytan büyüleri, tılsımlar hazırlıyorlar… (Gürültülü bir kahkaha atar.) Gözüm çıksın…
herifler adamakıllı kaçık…”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:30)
“Bazı kesimlerde bahçıvanlar, yeni açmış nergis fidelerini dikmişlerdi bile. Akşamın kızıllığında
ışıldıyorlardı. Mağazaların kapandığı saatti. Trafik öylesine sıkışmıştı ki, ileri gitmek adamakıllı güçleşmişti.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:520)
“LORD - Avcıbaşı sana söylüyorum, tazılarıma iyi bak.....
1inci AVCI - Yok, Belman da onun kadar iyidir efendimiz. Adamakıllı kaybolmuş ava nasıl ürüdü;
sonra bugün iki defa en duyulmayacak kokuları buldu: inanın bana, bana kalırsa o köpek daha iyi.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
“Öğretmen, onun yaşındaki kızların gece vakti dolaşmalarındaki uygunsuzluğu öne sürerek adamakıllı
azarlamaya başlamıştı onu; ama sayın eşi sözü ağzına tıkayıverdi; çünkü şatodan getirilen paketlerdeki ipekli
giysilerin, çamaşırların onda uyandırdığı şaşkınlığı, beyeniği ve kıskançlığı dışarı vurma zorunluğu içindeydi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:34)
“Birdenbire kaşınmaya da başlamıştı kalçaları, göğsünün yanları, ensesi. Bir süre sonra alnı kaşınmaya
başlamıştı, sanki, kışları bazı olduğu üzere kurumuş da çatlamış gibi, oysa adamakıllı sıcaktı şimdi, üstelik saat
dokuzu çeyrek geçe pek görülmeyecek kadar sıcak...”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:40-1)
“Ne ağzından tek bir sözcük çıkıyor, ne de yüzünün ifadesi değişiyordu, tek yaptığı, zaman zaman
parmaklarının arasında yanmamış bir sigarayı yuvarlamaktı, adamakıllı laubali biriydi anlaşılan.”
(P. Süskind, “Üç Buçuk Öykü-Bir Çatışma”, sa:23)
“Zamanla bu koşuşturmalar da azaldı. Hizmetçiler bile Efsun’un sözünü etmez oldu. Ancak Efsun’un
konuşulmayan varlığı evde kendini hissettirmeye devam ediyordu. Babanın Efsun hakkındaki çıkan haberleri
gizli gizli takip etmeyi hmal etmediğini fark eden halanın aklı adamakıllı karışmıştı.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:70)
“Ayağa kalkıp elini pantolonunun cebinde bir aşağı bir yukarı dolaştırmaya başladı, sonra Teğmenin
karşısına geçerek gözlerinin içine baktı. Yığılmış oturuyordu polis.
-Çocukluğu bırakın Teğmen! Daha yürekli olmanız gerek! Borcu ödemeniz için zorlanmıyorum, ama
size bir iş öneriyorum. Kabul ederseniz yaşamınız adamakıllı düzelir. Bir az cesaret istiyen bir iş…”
(J.M. de Vasconselos, “Kırmızı Papağan”, sa:65)
“ ‘Her ikimiz de söz konusu dönemdeki sefaletin büyük bir parçasına tanık olmakla kalmadık, aynı
zamanda bunu adamakıllı inceleyip gücümüz yettiğince önlemeye çalıştık.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:115)
“Pansiyoncu kadın kapının önüne çıkmıştı bile. Kaybolabileceğimi düşünerek biraz huzursuz olmuştu
ve bana hemen akşam yemeğini hazırlamayı teklif etti. Adamakıllı acıkmıştım, yıllardır hiç bu kadar acıktığımı
hatırlamıyordum ve büyük bir hevesle kadının peşinden küçük meyhaneye girdim. Karanlık, basık tavanlı bir
salondu, yerler ahşap kaplıydı; kırmızı mavi kareli masa örtüleri, duvarlardaki keçiboynuzları ve çapraz asılmış
tüfeklerle rahat bir havası vardı.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Geç Ödenen Borç”, sa:210)
Adama varmak : Evlenmek
Bk.: Varmak
“Ee, ne yapsın? Adamın parası var diye! Kendi kendime düşündüm. Anama, babama karşı ben bu
adama varmam desen, olmaz.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:345)
Adam boyu : Resmi bir ölçek olmamakla beraber, büyüyen çocuklar, yağan kar, yeşeren otlar ve ağaçlar için
tarifsel olarak sıklıkla ifade edilen göreceli bir ölçü
“Yıkılmış temel direkleri, odalarda birikmiş yağmur suları içinde çürüyordu. Yanmış direklerin
çapraşıklığı içinde eşya parçaları görünüyordu. Öte yanda, duvar parçalarından başka bir şey yoktu. Yangından
kurtulan büyük ahır, pek çok kimsenin gözünün kaldığı bir davarı hüzünle anıyordu. Eski güzel avluda sebestçe
boy atan sazlar, katırtırnakları, baldıranlar, adam boyuna çıkıyordu.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:8-9)
Adamdan saymamak : Önem vermemek, adam yerine koymamak
“Gavur da bunu böyle umdu, besbelli, piyadesini kaldırdı. Şurda din kardeşlerin vuruşurken, senin boş
oturman zordur. Böyle sıralarda askerin en yüreksizi canavar kesilir. ‘Ulan, bu namussuz bizi adamdan
saymamakta mı?’ dersin.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:167)
Adam etmek : Yetiştirmek, büyütmek, sorumlu bir insan yapmak
“ ‘Bak ben kendimi tutmasını çok iyi bilirim, ama asabi adamımdır. Tepem bir attı mı artık film kopar.
Hapiste esnerken ağzını kapamıyor diye adam dövdüm ben; bütün koğuşu adam ettim, hepsi kötü
alışkanlıklarından kurtuldular, namaza başladılar.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:47)
“Galip alışkanlıkla dinledi: ‘Bu miskin ülkeyi adam edecek askeri harekata ihanet ettiğin için değil,
senin yüzünden rezil olan o yurtseverlik işine girişen o gözüpek subaylarla, sürüm sürüm süründürülen o mert
insanlarla sonraları alay ettiğin, üstelik yazılarında kışkırttığın bu maceraya, onlar kelle koltukta giderken.....
hayır hepimizi, bütün bir ülkeyi kandırdığın için..... yıllarca ve yıllarca bana yutturabildiğin için öldüreceğim
seni.’ ”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:360)
“-Ben anlıyorum, o da anlayacak seni. Bana gelince - böyle söylerken çocuğu inip kalkan göğsünün
üzerinde sıkıyordu- bana bırakın. Onu iyi bir adam etmezsem benim de elimden hiçbir şey gelmiyor demektir.
Ev, Ramiro’nun başına yıkılıyordu sanki; ruhunun derinliklerinden gelen bir ses, ‘Bunlardan hangisi
anne?’ diyordu.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:34)
Adam gibi : Olması gerektiği gibi, yerli yerince, ciddi olarak, iyiden iyiyr, değerini vererek
“İlkyazda birkaç külçe altın bulabildik. Bir yere saplanmak huyumuz olmadığı için satıp geçtik. Adam
başına sekiz bin dolar aldıktan sonra Salmon ırmağı kıyısındaki Rosa kasabasına indik. Şöyle adam gibi yiyip
içelim, saçlarımızı kırktıralım, bir keyif çatalım, dedik.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:65)
“-Biz oralarını bilmeyiz. Bizimkisi, şunu şuna söyle... Bunu götür, onu getir. -Murat parmaklarını
gevşettiğinden Ömer kıvranmayı bırakmış, adam gibi konuşmaya başlamıştı.- Biz emir kuluyuz abi, bizimkisi
karın tokluğuna seğirtmek... Gerisi faso fiso...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:119)
Adamı aptal yerine koymak : Birine aptal muamelesi yapmak
“Pierné gözlerinden kin ve zafer sevinciyle karışık anlamlarla güldü:
-Ben size ne demiştim?
-Ne demiştin?
-Adamı aptal yerine koymayın şimdi. Délarue, sen de oradaydın, Finlandiya kepazeliğinden sonra ne
demiştim ben? Narvik’ten sonra? Hatırlarsın pekala! Bana şom ağızlı diyordun, ağzın benden iyi laf ettiği için
susturuyordun beni.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:87)
Adam Kadmon(u) : Otuz iki daire’nin (Sefirah) birleşmesiyle meydana çıkan Ö r n e k i n s a n
Bk.: Sefirah
“Y e r e l i n s a n’ın kopyası olduğu g ö k s e l i n s a n, Isaac LURLA’nın öğretisinin bir yorumuna
göre, s i m s u n (yani, Tanrı’nın kasılması)’un hemen ardından, ‘Tanrısal türemeler’in konumları, bu kutsal
varlığı oluşturacak biçimdedir. İlk üç sefirah: b a ş, dördüncü ve beşinci sefirah: k o l l a r, altıncı sefirah:
g ö v d e, yedinci ve sekizinci sefirah: b a c a k, dokuzuncu sefirah: c i n s e l o r g a n, onuncu sefirah ise:
i m g e’nin b ü t ü n s e l l i ğ i’ni oluşturur. Bu imge, a l e g o r i k <düşünce, benzetme ve t i n s e l <ruh’sal>
anlaşılmalıdır.”
(U.Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 603)
Adam kayırmak : Çıkar uğruna kendi adamlarına fırsat ve paye vermek
“Irazca, arkada, hem yürüyor, hem de yavaş sesle sokurdanıyordu:
‘Ağzına sıçtığımın herifi. Bu yaştan sonra benim elimi kana bulayacak! Muhtarım diye geçmiş köyün
başına, işi gücü fırıldak! İşi gücü adam kayırmak!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:130)
Adam kıtlığı : Nitelikli insan ya da hizmet verecek personel eksikliği
“Butler kırbacını havada şaklatarak, atını harekete geçirdi.
-Evet orduda yiyecek, giyecek ve cephane kıtlığının yanı sıra adam kıtlığı da var. Böyle olmasaydı
muhafız birliğini cepheye çağırırlar mıydı? Siper kazılmasına gelince... Gerçekten kuşatma altındayken
güçlendirilmiş siperlerin değeri büyüktür.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:406)
Adam olmamak : Erkek sayılmamak; eğitim ve çalışma ile toplumda yerini aşamamak; Aklı başında, makul
bir düşünür olamamak
“ ‘Eğer bir daha teşebbüs ederlerse, tetiği çekip kurşunu göbeklerine boşaltacağım. Boşaltmazsam
adam değilim yani! İleşlerini sereceğim şuraya. Upuzun. Ocaklarını... Yani öyle fitil oluyorum ki...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:141)
“Ha, ne diyordum? Güzel perimiz sabah sefası yapıyor, demek ki. Profesör ile ben de banyomuzu aldık,
kahvaltımızı yaptık, dostları ziyarete çıktık. Bizim profesörle başım belada, kuzenim, size biraz dert yanayım.
Onu yakında mahkemeye vermezsem adam değilim. Keh keh keh! Başımıza özgür düşünceli Voltaire kesildi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:43)
“Papaz: ‘Ah bu haylazlar ah! Hiç adam olamayacklar!’ diye söylendi. O sırada, paramparça bir din
bilgisi kitabına ayağı takıldı. Eğilip yerden alarak: ‘Hiçbir şeye saygı gösterdikleri yok bunların!’ diye
homurdandı. Sonra, Bayan Bovary’yi görür görmez: ‘Bağışlayın, birden tanıyamadım da…’ dedi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:124-5)
“Ayrıca, ona beslediği kinden Walker’ın haberinin olmayışından da tuhaf bir zevk duyuyordu. Adam
çevresinde sevildiğine inanan ahmağın biriydi. Bir kez Macintosh onun kendisi hakkında konuşmasına kulak
misafiri oldu: ‘Onu elimde bir yoğurayım, o zaman adam olur. O sadık bir köpek ve efendisine bağlı.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:24)
“Sırtımda bir üşüme duydum. Bayan Renard habire yineliyordu: ‘Sen adam değilsin, sen adam değilsin.
Damarlarında piliç kanı var.’ ”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:32)
“Bir kez Rodrigues’den söz edecek olduysa da Amelia, yüzünü buruşturarak, ‘Boş ver o ikisini,’ dedi.
Ama bir akşam onun evine gelip, ‘Bu akşam Guido’ya gidiyor musun?’ diye sordu.
-Bilmiyorum dedi Ginia, herhalde başkaları vardır.
-Yani sen gidip onu rahatsız etmemek gibi bir ödün mü veriyorsun? Aptal, sen hiç adam
olmayacaksın.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:106)
Adamotu : Prensip olarak Akdeniz kıyılarında yetişen, geniş yapraklı, derin köklü, çeşitli renkli, kötü kokulu,
Tıp’ta da faydalı oluğu söylenen bir bitki; adamkökü
“Ago, seyahat etme meraklısı değildi. Percussina’da, içinde tek kök adamotu bulunmayan adamotu
ormanlarında, arkadaşlarına, ‘Büyüyünce ne olacağımı biliyorum,’ demişti. ‘Sümsük bir koyun ya da içki
tüccarı olacağım, bir yolunu bulup devlet hizmetine girersem de hesap defterini karalayan, itibarsız, umutsuz,
geleceksiz bir katip olurum ancak.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:151)
Adam saymak :
Bk.: Adam yerine koymak
Adam sen de; Adam sendecelik : Boş ver, aldırma ziyanı yok, ne olursa olsun, bana ne, hiç önemi yok; Yattı
balık yan gider
“Ömür boyu harcanacak çabaların ağırlık noktasını ‘alınan kadarını eksiksiz yine verebilmek’ amacı
üzerinde toplamak, bütün yapılmakta olanları, daha önce yaşamış veya şimdi yaşamakta olanların çabalarının
devamı olarak görebilmek ve kendini bundan ötürü borçlu saymak - böylesi, ‘adam sende’ciliğin her türlüsünü,
her şeyi başkalarından beklemeyi daha en baştan dışlayan bir tutumla eşanlamlıdır.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:78)
“Maksimov boynunu bükerek,
-Kimseye zararım dokunmuyor ki… Ne olurdu sanki… diye mırıldandı.
-Peki peki. Gerçi buradakiler sadece şarkı söyleyip oyun oynuyorlar ama… Adam sen de!..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:126)
“Çamura bulanmış bacaklarına, ıslak eteğine bir süre dalgın dalgın baktı. Rengini biraz daha kaybetmiş
gülkurusu dudaklarında bir soru dolaştı, durdu, sonra ‘adam sen de!’ der gibi omuzlarını silkerek badi badi
yürümeye başladı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:21)
“Sonra, elinde kevgir, onlara uzaktan bakarak: ‘Bilardonun çuhasını yırtacaklar, işe bakın!’ diye
söylendi. Bay Homais yanıt verdi:
‘Adam sen de! Pek büyük bir zarar sayılmaz, yeni bir bilardo masası alırsın, olur biter.’ ”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:83)
“-Hangi otele götürdü sizi?
-Otelde değil, özel bir oda tuttum.
-Adam sen de! Herneyse, nereye indiniz?
Huzuru iyiden iyiye kaçmıştı Amédée’nin:
-Küçücük bir sokağa, herhalde bilmezsiniz, diye mırıldandı. Ne çıkar: kalmayacağım artık orada.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:108)
“-Allah belanı versin, aslan gibi çocuğu berbat ettin, dedi. Yalnız kaldıktan sonra da böyle hastalık ve
ümitsizlik saatlerim olursa ben ne yapacağım? Adam sen de... Şimdiden bunu niçin düşünmeli?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:370)
“PAL - Özür dilerim, Bay Kucsera, profesörsem her halde budala olmam gerekmez ya. Anladınız mı?
Hem bir daha onur vermek istemiyorsanız... Eh, güle güle! (İçeri girer, derken aklına Bay Kucsera’ya söylenecek
bir şey daha gelir, alaycı bir tavırla döner, fakat sonra eliyle, ‘adam sen de!’ der gibi bir işaret yaparak öne
gelir.)”
(F. Herczeg, “Mavi Tilki”, sa:14)
“Yaşlı adam sandalyesinin arkalığına vücudunu yaslayarak ve V:’nin kendi üzerine dikkatle diktiği
bakışlarından gözlerini kaçırarak, sinirli sinirli haykırdı:
-Adam sen de... Belki oğludur, belki de değildir. Benim neme gerek, burada kim isterse o efendilik
etsin.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:109)
“Selma:
‘Hanımlar, bir defa benim ziyaretimi iade etmediler, ben nasıl tekrar giderim?’ diyordu. Lakin,
içinden, neresi olursa olsun bir yere gitmeye can atıyordu. Nazif:
‘Adam sen de, burada böyle şeylere bakılmaz,’ dedi. ‘Ankara’da en sevdiğim şey bu merasimsiz sade
ve samimi kardeşlik havasıdır.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:49)
“Hakkı Celis, Beyoğlu’nda eğlenmenin ne demek olduğunu hep başkalarının öykülerinden biliyordu.
Belki de bir kaç kez kendisinin de bu hayata bir kenarından baktığı olmuştu.
‘Bu kıyafetle nereye gidebilirim?’. Faik Bey babayani bir tavırla omuzlarını silkerek yanıt verdi:
‘Adam sen de, o kadar subay var, her yere girip çıkıyorlar, yapmadıklarını bırakmıyorlar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:184)
“Bekir Çavuş bir şey anlamadı:
-Süleyman işine yaramıyor mu? gedi.
-Süleyman... Adam sen de, o başka şey. Maksadım o değil. Ben bir kadın demek istiyorum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:103)
“Adam sen de, daha gencim, dincim, elim ayağım tutuyor: sonra bileğimde keman gibi altın bilezik var.
Bir eyyam daha şöyle yuvarlanıp gidelim; elbet günün birinde, çingenelerden alacağım ilhamlarımı,
sermayelerimi tamamlayınca annemle birlikte yine atarız kapağı bizim sessiz, sakin Topçular’a...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:180-1)
“LICHT - Müşavir hazretleri.
ADAM, kendi kendine - Adam sen de, yerin dibine batsın. Ya herrü, ya merrü. Ya batarsın, ya
çıkarsın! Hazırım! Hazırım!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:29)
“Eğer hemen vakit bulsaydım onu kesinlikle kurtarırdım, Bay Başkan. Fakat olanlar azmış gibi, şişko
da üstün gelmiş. Melie’yi adamakıllı tartaklıyordu. Öteki gargara edip dururken beride onun yardımına
koşmamamlıydım, biliyorum. Fakat sudakinin boğulacağını hiç düşünmemiştim. ‘Adam sende! Biraz serinler!’
diyordum.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:34)
“Bunun mantıksl sonucu da şu oldu: Yalan ve nankörlük etkisini gösterdikçe, Cumhuriyetçi Parti
gerçek kurucularından uzaklaştıkça, siyasal örflerimiz arasında esmeye başlayan o ne üçkağıtçılık ve küçüklük
rüzgarıdır; en çetin dizegelişler karşısında o ne hoşgörülüktür; sert kararlar karşısında o ne tiksintidir; o ne
gevşeme alışkanlığı ve adam sendecilik; duruma uyma, yatıştırma, beceriklilik, bilgelik adı altında o ne tehlikeli
ve ahlak bozucu anlaşmalardır o!”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:273)
“BASTIEN - Sitem etmiyorum dostum, sitem etmiyorum. Ama sen de kabul et ki, karakter itibariyle
bir değiliz. Evinden, barkından , ailenden, yurdundan ayrıldığın için benden daha çok üzülüyorsun.
SEGARD, ilgisiz. - Adam sen de!...”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:19)
Adam sınıfına dahil olmak : Adam yerine konmak
“ ‘Kasaba kurtarır kardaşım! Kıyıdan köşeden bir parça yer bulup eyi kötü bir ev düzeceksin, içine
yerleşeceksin. Güccük bir de dükkan; köydeki tarlaları ortağa vereceksin, tamam! Irat ırat yaşayacaksın. Adam
sınıfına dahil olacaksın. Her bir yerde lafın dinlenecek.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:246)
Adam soymak : Aldatmak, kandırmak
“Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira
için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi..... Görgüsüz oluyorlar bunlar, çok görgüsüz. Başka birşey değil. Köyden,
taşradan geliyorlar. Satıp savıp altlarına bir araba uyduruyorlar. Ceplerine de bir ehliyet. Hadi bakalım adam
soymaya.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt: I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
Adam taslağı : Adamı taklit eden, adamı oynayan ama o nitelik için yeterli donanımı olmayan kimse, genç
“NATALYA STEPANOVNA - Suratsız herif! Başkasının tarlasına sahip çıktığı yetmiyormuş gibi
utanmadan bir de söyleniyor.
ÇUBUKOF - Bir de bu adam taslağı, bu, bilhassa bu kör tavuktan daha ahmak herif, ne derler ona,
bir de teklif yapmak küstahlığında bulunuyor.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:25)
Adam yerine konmak, konmamak; koymak, saymak : Önem verilmek, verilmemek; Önem vermek; Saygı
gösterilmek
“ ‘Haşa efendim!’
‘Haşan maşan başına çalınsın, iki yüzlü, bin yüzlü adam! Sen kim oluyorsun! Ben de bu adadan
giderim. Bu Hacı Poyraz da senin gibi bir adamı adam sayıyor da, sana dost olmuş. Tuh onun kalıbına, tuh onuın
madalyasına, tuh onun muskasına, tuh onun teknesine, tuh onun tabancasına. Adası da başını yesin, kendi de
başını yesin. Ben de Hacı Poyrazı adam sanmıştım. Kendisi de adası da kendinin… O, adam değil, Hacı Remzi
olmuş. Hacı Remzi gibi domuz taşağı, gübre solucanı olmuş…’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:294-5)
“Sonra beni hiçbir zaman adam yerine koymamış olan mahalle çocuklarının şaşkın bakışları arasında
yürüyüp gittim. İçim içime sığmıyordu; büyük bir zafer kazanmış, kendimi kanıtlamıştım ve birkaç gün sonra
başlayacak vicdan azabının bir ömür boyu süreceğini bilemiyordum henüz.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Çocuk, Bir Ölüm”, sa:83)
“Şimdi yatağında yatar ve Meryem’in iniltilerini dinlerken müthiş canı sıkılıyordu. Askerlik bittikten
sonra onu adam yerine koyan yoktu. Kasabada biraz kahramansın, aslansın, kaplansın diyerek sırtını
okşamışlardı ama seyahate çıktıktan sonra geçmişiyle her türlü bağı kesilmişti. İstanbul’da ve Ege’de kimse
kendine aldırmıyor ve muharip gazi olarak saygı göstermiyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:297)
“Keşiş ona sitem etme gereğini duymuştu:
-Şeyh’imiz Mısırlılara yüz vermiyor onlar da aşağılandıklarını düşünerek her gün daha vahşileşiyorlar.
-Ne yapmam gerekiyor bouna?
-Adil Efendi’yi şatoya davet ederek onu adam yerine koymak...”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:119)
“Ben gelinimden bıkmışım, bir de Hayriye’yi sıçratmasınlar üzerime. Demedim kızım, demedim
diyorum aaa! Ben Hayriye’yi adam yerine koyup konuşmam bile. Bakma sen benim gelinime. Tövbe
estafurullah. Ne kadar kaçarsam kaçayım böyle şeylerden, gelir beni bulur.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
“Bütün zenginler gibi, insan topluluğunu aramaktan çok onlardan sakınmaya çabalıyordu. Gordon’un
sözünü kesti:
‘Biliyor musun, çok alıngansın sen. Bu anlattığın umursanacak bir şey değil.’
‘Olayı umursamayabilirsin, mesele o değil, önemli olan ardında yatan asıl neden. Sadece ve sadece
paran olmadığı için seni adam yerine koymuyorlar.’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:108)
“... bu boyalı orospu, karşısında, ucuz, hazır elbiseleri içinde terleyen, haftada elli dolara fit olmuş bir
zavallı, alelade Akdenizli görmüştü yalnızca. ‘Adam yerine koyup bakmadı bile!’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:11)
“Mrs. HUSHABYE - Tanrım, Ulu Tanrım! Sakın sen Addy olmayasın!
LADY UTTERWORD - Ne sandın ya? Elbet Addy’yim. Beni gerçekten sevseydin bir bakışta
tanırdın. Artık o kadar da değişmedim ya. Eh, aşkolsun babama! Beni adam yerine koyup geldiğimi söylememiş
bile.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:16)
Adanmak : Tanrılar tarafından ya da tanrılar için kurban verilmek; Bir dileğin yerine getirilmesi için
vadedilen şey ya da kimse (adak)
“İSMENE
----------İçimde hiç acıma duymadan bakmıştım bu sevdaya
adanmış genç, güzel ölülere.
Bizim ölülerimiz getirilinceye dek; sonra birden
anlamıştık büyüdüğümüzü.
Kız kardeşimi gördüm bir gün şafakta - yazgısıyla
damgalı beti benzi atmış, elleri, giysileri, saçları toprak içinde.
İçimize işlemişti sabahın çiyi. Tir tir titremiştik.
Sonra gün birdenbire ışıdı bembeyaz ve kara kargalarla
kalbura döndü.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:206-7)
A’dan Z’ye dek (kadar) : İlk harfinden son harfine kadar, baştan aşağı dikkatlice (okumak)
“Kocasının düşüp ölmezden önce böyle bir belgeyi hazırlamış olduğundan emin gibiydi. Ayrıca ortada
başka bildiği mirasçı olmadığından, kocasının her şeyini kendisine biraktığına da kuşkusu yoktu. Ne var ki
A’dan Z’ye dek satır satır okuduğu bilimsel notların arasında paraya ilişkin tek sözcük bulamadı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:134)
Adap erkan bilmemek : Toplumun ahlak kurallarına ve değer yargılarına pek de saygılı olmamak
“LADY UTTERWORD - Aklı başında bir kadın, hayat kadını. Her zaman en doğru hareketi yapmak,
en uygun sözü söylemek zahmetine katlanın, gönlünüzle yaşayabilirsiniz. Adap erkan bilmeyen, sallapati bir
kadın için bütün kapılar kapalıdır.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:47)
Adaş (olmak) : Aynı adı taşımak; özdeş (olmak)
“ ‘Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?..’ ..... ‘Ya o seslere ne dersin adaşım, her
köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halindeki dolan seslere?..’ ..... ‘Sen
aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?..’ ”
(S. Ali, “Bütün Öyküleri: I - Değirmen”, sa:13
Ada tavşanı, Ada tavşanına dönmek : Hem yabanıl hem de evcil türleri bulunan, iki karış boyunda, yılda iki
kez doğurabilen ve çok yavrulayan kemirgen hayvan; ürkek, şaşkın, her an sanki ateşten kurtulmuş gibi üstü başı
darmadağınık olmak
“Akman ağa, sesimi duyunca sevinçten çadıra koştu:
-Abe, dedi, geçmiş olsun!.. Beni öldürdün meraktan. Ben geçtim arabadan beygirden... Hep
düşünürdüm buraya gelinceyedek seni! Ne ise, verilmiş sadakan varmış... Allah anacığına, babacığına acımış...
-Kendi halini göstererek-: Bak hele ben de döndüm ada tavşanına...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:52)
Adem : Dini kitaplara göre, Tanrı’nın balçıktan yarattığı ve insan soyunun ondan sonra süregeldiği İlk İnsan.
Onun kaburgasından yaratılan Havva ile beraber cennetteyken, memnu meyveyi (elma) yedikten sonra, ceza
olarak dünyaya koyuverilen çiftin erkeği.
“BEN ONLARDAN DEĞİLİM...
------------------------------------Üstelik biliyoruz, günü geldiğinde
Her zaman her dem haklı çıkmış
Bir adem yok ki yeryüzünde
Gözpınarları bizimkinden daha kuru olsun
Bizden daha gururlu, bizden daha alçakgönüllü olsun.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:50)
“Kökenlerle ilgili Yahudi-Hıristiyan mitos’u, nesnelerin adını Adem’in verdiğini öne sürmektedir. Çok
eskilere dayanan ‘Kusursuz dil’ arayışı içinde (U. Eco’nun, ‘La ricerca della lingua perfetta nella cultura
europea’ <Avrupa Kültüründeki ‘Mükemmel’ Dil’in Araştırması- İ.E., Laterza Yayınları, Bari,1993>de ayrıntılı
olarak belirtildiği gibi), nesneleri doğalarına göre adlandırmış olan Adem’in dili yeniden kurulmaya çalışılmıştır;
ancak yüzyıllarca Adem’in, atlara, elmalara, meşe ağaçlarına ‘doğru’ bir ad vermek için bir adlar dizini, yani
doğal türlerden oluşan bir ‘kesin belirtiler’ listesi yarattığına inanılmıştır.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Kurmaca Tutanaklar, sa:146)
“Soluğumu tutuyorum. Kim bu yürüyen? Yoksa, uzaktaki fırtına mı sadece? Havva ile Adem,
neredesiniz? Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanmalıydınız; fakat bu aklınıza gelmiyor. Havva bir fotoğraf
makinesi aşırıyor, Adem de makineyi kollayacağına, buna göz yumuyor.”
(Ö. von Hovarth, “Allahsız Gençlik”, sa:86)
Adem baba : İnsanoğlu; Sokak serserisi, yatacak kalacak bir yeri olmayıp sokaklarda ya da köprü altında
ikamet eden; Yaşlanmış, saçı sakalı ağarmış, birbirine karışmış, pejmürde kılıklı ne idüğü belirsiz yalnız kimse;
Esrarkeş (Argo)
“Yeni müdür geldi geleli ceza evi ısrarla afyonun sokulmaması yüzünden, iki adem baba’nın ikisi de
harmandı, yani esrar içemiyor, afyon atamıyor, dalgalarını bulamıyor, krize tutuluyorlardı ki, bunu da arada ceza
evi revirinden uçlanabildikleri ‘Lavdanom’la (Lavdonom: İshallerde kullanılan, az miktarda morfin içeren damla)
geçiştirmeye çalışıyorlardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:290)
“Sandık boş, temiz ve lekesizdi ama salonda tek bir seçmen, oy atmaya gelmiş, o toplantı yerini
kendisine sergileyebilecekleri, onlara tanıklık edebilecek tek bir adem baba yoktu.”
(J. Saramago, “Görmek”, sa:13)
“Zekeriya Hoca fısıl fısıl anlatıyordu:
-Buranın soluk alması paraynandır. Şuradan bi serseri gelir. ‘Serseri’ dedimse, bildiğiniz ‘Adem
Baba’. Seni dirsekleyip önüne geçer de kenefin kapısını keser. Neden? Büyük su mu dökecek? Hayır. Sıkışmaya
getirecek de, içeri girme sırasını yüz paraya sana satacak.” ..... “Bizim kısmın adembabaları seksene yakındır.
Yukarda ‘Yüzü aştı’ diyorlar. Dünya adembaba kesildi. Ben şaştım. Bunların çoğu buraya adam kılığında gelir.
Haftasına varmaz, giyimi kuşamı, çulu yatağı kumara basar. Uyuz bunlarda, belsoğukluğu, firengi bunlarda...
Bunlar gibi rezil olmaz... Bunları gazlayıp yakmalı... Allahın vurduğunu sen de vuracaksın.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:47;84)
Adem bozması : İnsan taslağı, insani değerlerden anlamayan; kılıksız serseri; ilkel görünen kimse; adembaba
“S. DROMIO - İşte istediğiniz altınlar, efendiciğim. Hayır ola, yeniler giyinmiş şu Adem bozmasından
kurtuldunuz galiba?
S. ANTIPHOLUS - Ne altını? Hangi Ademden bahsediyorsun?”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:67)
Ademelması : İnsan boğazındaki, dıştan horoz ibiğini andıran gırtlak çıkıntısı
“Sıvı şimdi ademelmasına gelmişti ve Langdon, kapıldığı dehşet seviyesinin sıvıyla birlikte yükseldiğni
hissedebiliyordu. Sandığa vurmaya devam etti. Piramit alay edercesine ona bakıyordu.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:394)
Adem fesatı : Adem zamanından kalma adam öldürme fesadı (Oğullarından Habil’in Kabil’i öldürdüğü gibi)
“Ancak, bu eski Adem fesatı içinde uyanıp da Bartleby’e ilişkin beni baştan çıkarmaya başlayınca,
yakaldığım gibi tutup attım onu.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:57)
Ademkişi : İnsanoğlu; Yaşlıca, dünya görmüş sıradan bir kimse
“Damarlarımızda kanın, olanca kuvvetiyle dolaştığı o mutlu çocukluk yıllarımızda, yoldan geçen hemen
her ayak ve seyyar satıcıya yaptığımız gibi, bu ademkişiye de takıldığımızı hatırlıyorum.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Makineci Baba”, sa:9)
Adem elması : İnsanlarda, boğazdaki gırtlak çıkıntısı
“Kompartımanda onlardan başkası yoktu. Huzur içindeki babasının görünümü rahat koltukların
kırmızısına ne kadar da uyuyordu. Kara bıyığının altındaki renksiz dudakları bir çizgi gibi inceydi. Yakası dik
gömleğinin arasından ince boynu çıkmıştı, ademelması belli oluyordu.”
(JosephRoth, “Radetzky Marşı”, sa.65)
Ademe sürüklenmek : Ölüme, yoksuzluğa gitmek
“Yazdıklarıma baktım, hiç ferah verecek birşey yok! Kanserden ölen anneciğimin yavaş yavaş nasıl
söndüğünü, zavallı, kurtarılmaz bir pençe ile inleye inleye ademe sürüklenirken, nasıl öldürücü elemler
duyduğunu uzun uzadıya kaydetmiştim.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:32)
Ademoğlu : İnsan, insanoğlu, insan soyu; Büyük harfle yazıldığında: söz konusu kişi
“Çıplak Yatakta, Platon’un Mağarasında
Çıplak yatakta, Platon’un mağarasında,
Yansıyan far ışıkları yavaşça duvara kaydı,
Marangozlar çekiç salladı gölgeli pencerenin altında,
Rüzgar bütün gece perdelerin başını ağrıttı.
---------------------------------------------------Ah ademoğlu, cahil gece, zahmeti
Erken sabahın, başlangıcın gizemi
Tekrar ve yeniden,
Tarih affedilemezken.”
(Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08)
“Eski gerginliğini kaybetmiş dudaklarının kenarında, şimdi sık sık, sabırlı ve kaderine razı olmuş bir
gülümseme beliriyor; çalı gibi kaşlarının öfkeyle çatıldığı da seyrek olarak görülüyor; yaşlı ve öfkeli
Ademoğlunun yüzünde artık daha hoşgörülü ve sanki değişmiş gibi bir ifade var.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:377)
Adet edinmek, etmek : Huy edinmek, alışkanlık yapmak
“Eskiden Bn. Ezra, kocasının, arasında bulsun diye evin ötesine berisine ekmek parçaları saklardı.
Sanki hizmetçilerden utanıyormuş gibi bu işi alaya boğmayı adet edinmişti. Şakayık’la David de küçükken bunu
kendilerine bir eğlence yaparlar, o gün evde bulundurulması yasak olan ekmek parçalarını arayanlarla alay
ederler, kendileri de onların arasına katılarak kırıntıları nerede görseler gösterirlerdi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:10-11)
“Bir akşamüstü Kamran, eniştesiyle beraber çarşıdan dönüyordu. Çocuklar, adet etmişlerdi: Onların
geldiğini uzaktan gördükleri gibi kapının içine dizilirler, yemiş, şeker, çikolata beklerlerdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:403)
Adet görmek : Genç kızların 13-15 yaşları arasında büluğa ermesi, menstruasyon (kanama)’un başlaması
Bk.: Aybaşı görmek, Menstruasyon
“Maria, genç kız olmakla bacaklarının arasından sızan kan arasında ne gibi bir ilişki olduğunu merak
ettiyse de, annesi anlatmayı beceremedi. Yalnızca bunun normal olduğunu, bundan böyle her ay dört-beş gün,
oyuncak bebek yastığı boyunda bir bez kullanacağını söyledi. Maria, erkeklerin de pantolonları kan lekesi
olmasın diye katlanmış bir bezden yararlanıp yararlanmadıklarını sordu ve bunun sadece kadınların başına
geldiğini öğrendi. Maria bu yüzden bir süre Tanrı’ya isyan ettiyse de, sonunda adet görmeye alıştı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:15)
Adeti hilafına : Alışılageldiğinin tersine, aksine
“Bütün yasal işlemler yapıldıktan ve Elmira da kendi evine döndükten sonra Profesör Lombardo
yatağına uzandı. Adeti hilafına, elbiselerini çıkarmamıştı bile.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:96)
Adet yerini bulsun diye, gibi : Gerekli olduğundan değil sırf yapıldı densin diye, herkes öyle beklediği için;
geleneksel olarak
“...oyun okunmaya başlanacağı sırada başıma berbat bir ağrı saplandı. Beynim oyuluyor gibiydi.....
Oradaki zengin takımı başından sonuna kadar hiç ses çıkarmadan ve hiç umursamadan öylece oturdular. Çok
komik sandığım repliklere bile tınmadılar. Esprilerden sıkıldılar; duygusallıklardan etkilenmediler, aval aval
baktılar. Oyun bitince, asık suratlarındaki ifade değişmeden, adet yerini bulsun diye bir-iki şakşakla alkışladılar.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:103)
“Margot’nun elinde fırından yeni çıkmış kruvasanlarla dolu yağlı kağıttan bir külah var. Normal
koşullarda elinde armağanla gelen birinin neşeli bir havada olması gerekir, oysa Margot bugün çok keyifsiz, çok
tatsız görünüyor ve Walker’ın dudaklarına adet yerini bulsun gibilerden donuk bir öpücük kondururken zar zor
gülümsüyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:156)
“Mavi, raftan küçük gri bir omuz çantası alıyor, içine 38’liğini, dürbününü, not defterini ve diğer
meslek malzemelerini dolduruyor..... Oradan Beyaz’ın kendisi için kiraladığı apartman dairesine gidiyor. Adres
önemli değil. Adet yerini bulsun diye Brooklyn Tepeleri diyelim.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:9)
“<Babam>Bana cesaret vermek istediğinden değildi. Ne de kaba olmaya çalışıyordu. Daha çok, sanki
hiç düşünmeden, bu gibi durumlarda ne söylenirse onu söylüyordu. Duruma uygun sözlerdi bunlar, yine de
duygusuzca, adet yerini bulsun diye söylenmişlerdi, yirmi yıl kadar sonra, ‘Çok güzel bir bebek. Şansı açık
olsun,’ derken kullandığı aynı dalgın ses tonuyla.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:33)
“Çağdaş Düşüncenin temelini oluşturan Batı felsefesinin bu tür ‘belalı ithalat’ yoluyla geldiği, başka
deyişle, ‘adet yerini bulsun’ ya da ‘komşular alışverişte görsün’ anlayışıyla programlara yerleştirilen, ancak
özgün düşünce işlemleriyle özümsenmesine hemen hiç gerek duyulmayan bir felsefenin ‘öğretildiği’ bir iklimde
sistemli düşüncenin kök salması beklenemez.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:16)
“Smerdyakov ağır ağır başını kaldırdı, gözlüğünün altından girene baktı, sonra yavaşça gözlüğünü
çıkarıp doğruldu. Ama pek o kadar saygılı değil, hatta tembelce, sırf adet yerini bulsun gibilerden…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:181)
“Her hesaplaşmada Kir Nicolas onunla atışmak zorunda kalırdı. Adam, hep aynı nakaratı yinelerdi:
-Yine ziyana girdim, askerler parayı ödemediler, bunu sen de bilirsin, diye sızlanırdı. Kir Nicolas ilkin
adet yerini bulsun diye azıcık kızar, sonunda hesaplara boyun eğerdi.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:134)
“Müesser Hanım sekiz yıl daha yaşar ve bir huzurevinde seksen iki yaşında ölür. Sevil aslında bir diş
hekimiyle evlenir. Adet yerini bulsun diye iki çocuk sahibi olur.”
(Mario Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:86)
“ ‘Prens size: ‘Hayır, kaçışı kalenin onurunu lekeledi, adet yerini bulsun diye, evvelce bulunduğu odaya
girmesini istiyorum,’ derse, siz de ona: ‘Hayır olmaz, çünkü o zaman can düşmanım Rassi’nin emrine amade
olur,’ yanıtını verirsiniz..... Eğer prens ayak diretirse, gidip Sacca’daki şatonuzda on beş gün kalacağınızı
söylersiniz ona.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:488)
“Orlando kadın olmuştu; bunu yadsımak <inkar etmek> olanaksız. Ancak başka her bakımdan eskiden
ne idiyse oydu. Cinsiyet değişimi geleceğini değiştirse de kimliğini hiç değiştirmemişti. Erkek ve kadın
Orlando’nun yüzleri, portrelerinin de kanıtladığı gibi hemen tümüyle aynıydı. Erkeğin belleği -ancak bundan
böyle adet yerini bulsun diye erkek yerine kadın, erkeğin yerine kadının demeliyiz- yani kadın Orlando’nun
belleği hiçbir engelle karşılaşmaksızın geçmiş yaşamının tüm olaylarının ta en başına kadar uzanabiliyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:96)
ad extirpanda : (LAT. MYTH.) <Ad ekstirpanda> ‘İşkence imanımızın bir delilidir!’ fetvası. Kutsal Papa IV.
Innocentus 1243-54 arasında papalık yaptı; çıkardığı papalık kararnamesinde kilise iktidarı ve kilisenin
tanrısal kökeni üstünde durdu; Romalı kardinallere kırmızı başlığı ilk o giydirdi, en kötüsü yukarda yazılmış
fetvayı o verdi.
“ ‘Lütfen,’ dedi ona, ‘kızımızı kurtarın. Arkadaşlarının itiraflarının sebebi de...’
Kocası kadının elini sıkarak sözünü yarıda kestiyse de engizisyoncu cümleyi tamamladı:
‘işkence görmüş olmalarıydı. Siz ki bunca zamandır tanıdığım, İlahiyat’ı her yönüyle enine boyuna
tartıştığım insanlarsınız; bilmez misiniz ki Tanrı onlardan razı olsa acı çekmelerine ya da olmayanı itiraf
etmelerine asla izin vermezdi. Azıcık canları yanmakla ruhlarındaki şerri söküp atmak mümkün müdür sandınız?
Kutsal Papa IV. Innocentius bundan üç yüz sene evvel (?) ad extirpanda fetvasıyla işkenceye onay verdi;
‘Keyfimizden işkence yapmıyoruz kimseye; işkence imanımızın bir delilidir. Kalbi temiz olanları Kutsal Ruh
esirger ve avutur.’ ”
(P. Coelho, “Elif”, sa:164)
ad hoc :
(LAT.) <ad hak> :
Buna özel, bunun için
Adı beş paralık olmak : Şöhretine halel gelmek, itibardan düşmek
Bk.: Adı çıkmak
“ ‘... bu çok büyük bir düşman, Hacı Mustafa. Zaptiye düşman değil, kimse düşman değil, asıl büyük
düşman bunlar, Hacı Mustafa.’
‘Bunlar Efem.’
‘Bunları yakalayamazsak, adım beş paralık olur Hacı Mustafa.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:141)
Adı (cimriye, kötüye) çıkmak : İsmi, şöhreti kötüye çıkmak, ardından kötü konuşulmak, dedikodu yapılmak
“VARVARA -... gerçekler ortada. Bir subayı düelloda ağır yaraladığı için rütbesi alındı mı, alınmadı
mı?
STEPAN - Bir suç değil ki bu. Onu bu işe kendi soylu kanının ateşi sürüklemiş. Bütün bunların hepsi
çok şövalyece.
VARVARA - Kuşkusuz. Ama, St. Petersburg’da adı kötüye çıkmış yerlerde dolaşmak, kendini
başıboş, sarhoş sürüsü içinde eğlendirmek hiç de o kadar şövalyece değil.”
(A. Camus, “Ecinniler”, sa:24-5)
“İşte bizim gibi adı çıkmış ihtiyar bekarların karlı tarafları! Başkalarının karılarıyla çocuklarıyla her
gün, sıkıntı içinde birer parçacık paylaştıkları şeylerin biz, ara sıra bir dostla tadını çıkarırız.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:66)
“Böyle bir evde oturduğuma göre o kadar yoksul olduğum, kimsenin aklının ucundan geçmediğinden
adım cimriye çıkmıştı, ama doğrusunu isterseniz öyle bir gece benim olanaklarımın çok üstündeydi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:23)
“Efsun kalacakları otele burun kıvırdı, hiç beğenmedi. Ama asıl şoku akşam yemeğine indiğinde yaşadı.
Ekipte kendisinden başka kadın yoktu. Ne oyuncu, ne asistan! Ekipten vazgeçti, otel çalışanları arasında da
kadın yoktu. Çevresi bir erkek ordusuyla sarılmıştı. Üstelik filmin erkek oyuncuları çapkın diye adları çıkmış,
ellerinden kadın kurtulmayan adamlardı. Ödü koptu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:72
Adı gibi bilmek, adı gibi emin olmak : Doğruluğundan çok emin olmak
“ ‘Numaramı nasıl buldunuz?’ Langdon saate rağmen nazik olmaya çalışıyordu.
‘İnternette kitabınızın sitesinde.’
Langdon kaşlarını çattı. Kitabının sitesinde ev telefonunu yazmadığına adı gibi emindi. Belli ki adam
yalan söylüyordu.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:18)
“Adım gibi biliyorum: Bazı genç arkadaşların hemen: ‘Ama öğrencinin para durumu...’ gibilerden
itirazlar gelmeye başlayacak.”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:18; “Sanat Üzerine Denemeler”, sa:274)
“ ‘Bir sone’m daha var, fakat bunun ilki kadar değerli olduğunu sanmıyorum,’ demiş Lotario, ‘zaten siz
de anlarsımnız öyle olduğunu:
Biliyorum, defterim dürüldü benim: sen huzurundan kovunca,
Bir an bile yaşayamayacağımı adım gibi biliyorum;
Ama kabul ediyorum ah, vefasız! Ayaklarının ucunda ölmeyi,
Aşkından bıktığım günü görmektense.! ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:267)
“Brezilya’dayken okuduğu bir kitapta, bir hazinenin peşinde koşan, bir sürü güçlükle karşılaşan ve tam
da bu sayede istediğini elde eden bir çoban vardı; kendi durumu da harfi harfine böyleydi. Şimdi, gerçek
yazgısıyla buluşmak üzere -modellik ve mankenlik yapmak- işten çıkarıldığına adı gibi emindi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:49)
“ ‘Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, anlattığınız hikayenin gerçekle hiçbir ilişkisi yok!’ dedi.
‘Niçin gerçek olmasın? Bir yerine altı kişiler de ondan! Bu tekdüzeliği yoğun bir biçimde vermek için
Tityre’in tek başına olmasını isterdim; sanatsal bir yöntem bu; altısının da eline bir olta verip balık avlatmamı
istemesiniz değil mi?’
‘Onların, gerçek hayatta, farklı uğraşları olduklarına adım gibi eminim!’ ”
(A. Gide,”Batak”, sa:45)
“O bildik adetler yerine getirildi. Babam yerinde doğrılup öhö öhö yaptı ve bir tören havasına girerek
bu ziyaretin amacını bildirmek istediğini söyledi. Herkes kulak kesildi. Oysa yine herkes, onun neler
söyleyeceğini adı gibi biliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:105)
“ ‘Caldas’daki gemicilerden hiçbiri yurda dönüş sevincini başçarkçı Elias Sabogal kadar gürültülü
biçimde göstermiyordu. Ufak tefek, kırışık yüzlü, sağlam yapılı, kırkına yaklaşan bu deniz kurdu iflah olmaz bir
gevezeydi, adım gibi biliyorum ki yaşamının büyük bir bölümünü gevezelikle geçirmiştir.’ ”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:22)
“Hastane yatağında yatmış ‘kalp rahatsızlığı yüzünden babasıyla başka hastaneye gitmiş olması
gereken’ bebeğinden başka bir şey düşünmeyen, yeni doğum yapan karısına karşı da aynı tedirginliği
yaşayacağından adı gibi emindi.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:67)
“Sokakta yalnız başıma, dalgın dalgın yürürken, biri önüme çıkıp da bir yol sormayagörsün, yüreğim
ağzıma gelir hemen, bir titremedir alır bütün bedenimi, başlarım kekelemeye. Soruların yanıtını adım gibi bilsem
bile bir şey değişmez, önemli bir suçmuş gibi gevelerim ağzımda.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
“McConnor tahtaya öyle sabit bakıyordu ki, sanki taşları iradeyle kazanamak, mıknatıslamak istiyordu;
soğuk bakışlı rakibinin yüzüne büyük bir zevkle ‘Mat!’ diye bağırmak için bin doları da seve seve feda ederdi,
adım gibi emindim bundan.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:27)
Adım adım : Hesaplı ve tutarlı bir şekilde ilerlemek
“1
Yazılmaz beyaz kent: örtüşür
Güzergah dilimleri ilmek ilmek kavşaklarıyla,
ağıttan olmasa da bir kent, ama bir gerçeği
hiçbir kağıdın dokusunda olmayan
düşsel yazgısı yırtılmadan olmazı tanıtlar;
Vaatlerin, umudun sevgili kentinin imgesi,
her şeyi yıkmanın güçlüğü karşısısında.
Roma için,
zaman bir panzehir.
Önce, Danielle’i ararken
adım adım yıkılandır bende.”
(Gerard Augustin<d.1942>-Metin Cengiz/A.Halit Bedirboz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 18.05.02)
“Arada
Adım adım
Güzelleşir soyutluğa doğa
Son durağı sen misin sevgi midir
Ayırt edemem”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:223)
“Bizim ufak tefek şoför Süleyman, rektörün siyah arabasını kıvrak hareketlerle otobana çıkardı. Çok
şükür, adım adım ilerleme sıkıntısını aştık. Çünkü bu yolda hiç olmazsa sağda emniyet şeridi vardı; bütün büyük
siyah arabalar gibi bizimki de bu yasak, bomboş şeritten gidebiliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:15)
“O öfke içinde, dudaklarında acı bir gülümsemeyle gözlerini açtı ve gördü. Gördü ve haykırdı:
Görüyorum!... karısını çılgın gibi kucakladı, sonra doktorun karısına koştu, onu da kollarında sıktı, onu ilk kez
görüyordu ama o olduğunu biliyordu, ve doktoru, ve koyu renk gözlüklü genç kızı, ve gözü siyah bantlı adamı
kucakladı.... ardından şehla çocuğu kucakladı, karısı sıkı sıkı yapışıp bırakmak istemediğinden onu adım adım
izliyordu... adam da ötekileri öpmeyi bırakıp yeniden doktora dönmüştü, ‘Görüyorum, görüyorum doktor,’
aralarında öteden beri adet olduğu gibi onunla senli benli konuşmuyordu, bu ani değişikliğin nedenini anlayana
aşk olsun.’ ”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:286)
Adım(ını) atmak : Ayak basmak, uğramak; Yürümek
“Daha evlerden içeri adım atar atmaz, kontak ya da kablolardan çıkan yanık kokusunu alıyor, önümde,
içlerinden çizgi filmlerdeki gibi sabun köpüğünün taşıp aktığı makineler buluyor, parmaklarıyla basacakları biriki düğmeden bir tanesine basmayı unutmuş ya da birine üst üste iki kez basmış, suçluluk duygusu içinde iki
büklüm olmuş adamlar ve ağlaşan kadınlarla karşılaşıyordum.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:9)
“Polisler dışarı çıkar çıkmaz, Milan iki kıza da bir daha bara adım atmamalarını söyledi. Sonuç olarak
Copacabana bir aile işletmesiydi (Maria bu ifadeyi yanlış kavramış olmalıydı) ve Milan’ın da koruması gereken
bir adı vardı (Maria’nın kafası iyice karıştı). Burada kavgalara yer yoktu ve ilk kural, müşteriye saygılı
davranmaktı. İkinci kural, Milan’ın deyimiyle ‘bir İsviçre bankası gibi’ ağzını sıkı tutmaktı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:153)
“MARINA - Nereye gittiğimi bilmeden mi çıkacağım?
SIMON - Evet, hanımefendi.
MARINA - Eğer evden adım atarsam, Arap olayım!”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:38)
“Mrs. HUSHABYE, kapı aralığında durarak. - Babamın çayından mı içtin kız? Demek eve adımını
atar atmaz kafesledin adamı.
ELLIE - Ne sandınız ya!
Mrs. HUSHABYE - Seni şeytan çekici!”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:45)
“ ‘Bütün bu yaygaralardan sonra,’ dedi Neville, ‘bütün bu kargaşadan, yaygaradan sonra işte geldik.
Gerçek bir an bu, gerçekten görkemli bir an. Lord unvanı verilmiş birinin salonlarına adım atması gibi
geliyorum. Kurucumuz bu; ünlü kurucumuz, avluda duruyor bir ayağını kaldırmış. Selamlıyorum kurucumuzu.
Soylu bir Roma havası kuşatmış bu yalın, dört köşe yapıları.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:24)
Adım başı : Her yerde; hemen hemen her adımda bir
“Bazı kadın neye fahişelik yapar?... Zevk olsun diye (bu da ortamla pek uyuşmuyor, kulağa sahte
geliyordu).... Başka iş yapmayı beceremediklerinden (bu da iyi bir neden değildi, İsviçre’de adım başı
temizlikçi, şoför, aşçı aranıyordu...”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:76)
Adımını (bile) atmamak : Çıkmak, yürüyüşe başlamak; bir yere vasıl olmak, ziyaret etmek; bir işe başlamak;
Hiç ayak basmamak, uğramamak, hiç gitmemek
“Silas, onu Opus Dei’nin New York merkezinin duvarları arasında meditasyon yapıp ve dua ederek
geçireceği hayattan daha fazla mutlu edecek bir hayat düşünemiyordu. Bir daha dışarı adımını atmayacaktı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:187)
“Geceleriyse polisin bile adım atmadığı Bree Sokağı’ndaki dokların orda yıkık ambarlara, terk edilmiş
yapılara sığınıp başları üstünde bir dam arıyorlardı.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:22-3)
“ ‘Edward G. Robinson’a ne dersiniz?’ dedi Bayan Shipley.
‘O da öyle sanıyorum,’ dedim ama emin değilim. Başkaları da vardı, sözgelimi Martin Berkeley,
evindeki bir Komünist toplantıya katıldığımı söylemişti. Oysa evine adımımı bile atmamıştım, tanıştuğımızı bile
sanmıyorum.’ ”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:78)
“T.’nin annesine gidiyorum. Adresi lise kapıcısı veriyor. Adam çok çekingen davranıyor. Öyle ya,
içeriye girmem yasak edilmişti. Zaten ben de bir daha içeriye adım atacak değilim, Afrika’ya gidiyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:146)
“MADELEINE - Kim gelebilir ki bize! Evine dönen bir komşudur. On beş yıldır kimse adımını
atmadı buraya! Herkesle ilişkimizi kestik.
AMEDEE - Bir kez başlarsa arkası gelir. (Sahanlıkta bir ses duyulur) Dinle! (Belli belirsiz
‘Buccinioni’ adı duyulur) Bizim adımızı söylüyor.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, “Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:61)
“-Tanınmış bir aileden değilim. Vaktiyle, peder merhum burada askerlik yapmış. Yerli bir kızla
evlenmiş, yani anamla. Tapu kayıtlarına baktıracağım. Bana kalsa adımımı bile atmazdım ya, anam yaşlı kadın...
tutturdu, illa git, bak tapu’ya, benim orda babadan, dededen kalan bir şeylerim var mı diye.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:221)
“Ömer, ‘Ben de dört yıldır dışardayım!’ diye düşündü. Trenin gürültüsünü dinliyor, sallanıyordu. ‘Dört
yıldır Türkiye’ye adımımı atmadım. Avrupaya kaçtım...’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:92-3)
“...Canelli’nin tepeleri benim için dünyanın kapılarıdır. Benim tersime Salto’dan hiç uzaklaşmamış olan
Nuto, bu vadide yaşayabilmek için buradan dışarıya adım atmamak gerektiğini söyler. Oysa delikanlılığında
Canelli’nin ötesinde, güneşin doğduğu yöredeki Spigno’ya, Ovada’ya dek bandoda klarnet çalmış olan da
kendisidir.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:12-3)
“Saat yedi sularında konuklardan kimileri kalkmak istediler. Fakat içtiği punçlarla çakır keyif olan ev
sahibi avlu kapısının kilitlenmesi emrini verdi ve sabaha kadar kimsenin avludan dışarı adım atamayacağını
bildirdi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:68)
“Kendi benliğine karşı sert hep sert davranırdı. Yalnızken, içkiye karşı eğilmini körletmek için cin
içerdi. Tiyatrodan hoşlandığı halde yirmi yıldır kapısından adım atmamıştı. Ama başkalarına karşı
hoşgörülüydü.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:15)
“Bayan Maria José, öyle bir tokat aşketmişti ki, tek bir küfür etmesine bile vakit kalmamıştı. Sonuçta
sarı benizli, bir daha Bay Deadato’nun dükkanına adım atamadı. Dediklerine göre fena halde kapışmışlar, hatta
etekleri yukarılara sıyrılacak biçimde yerlerde bile yuvarlanmışlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:139)
Adına bir metelik borç verecek bir kimse olmamak : Son derecede güvenilmez, riyakar, üç kağıtçı kişi
“Sizin adınıza bir metelik borç verecek kimse var mıdır acaba, kendi kendinize bir sorun bakalım? Sizi
serseri sizi! Sizin karşınıza yasayla çıkmalı! Siz insanlık için tehlikelisiniz!”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:55)
Adına leke gelmek : Dedikodu yapılarak şerefine kara sürülmek, çamur atılmak
“Dedim ya, denk karınınkiler. Söylediiiim, elbet söyledim. Bak dedim, aldı bu şarkıcı kızı evine, zati
giren çıkan belirsiz... Yarın hem evinin adı kirlenir, hem dedim, senin adına leke gelir.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
Adına ne varsa : Ne bulduysa, haraç mezat; sahip olduklarının tümü
“Semtte hırsızlık günah sayılmazdı; hatta yarı aç, yarı tok geçinen semtliler için birinci kazanç
kaynağıydı. Bir buçuk ay süren panayır, bir yıllık geçimi sağlamıyordu. Bu yüzden hatırı sayılır birçok yerli de
nehirden sebeplenerek, sular taşıdığı zaman ortada odun, kalas ve kereste adına ne varsa, hepsini toplayıp salla
üzerinde evlerine taşırlardı.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:238-9)
Adını ağzına almak, almamak : İsmini anmak, anımsamak; İsmini anmamak, unutmuş görünmek
“-Senden ne iyilikle ne kötülükle bahsettiğini hiç duymadım; adını ağzına aldığı yok.
-Ben de, daha iki gün önce Katerina İvanovna’da beni yerin dibine batırdığını duydum - kulunuza bu
kadar büyük ilgisi var.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:122)
“Bu lakırdıları işittikten sonra, artık, benim adımı ağzınıza almak küçüklüğünden kendinizi
sakınacağınızı umarım. Yine bilmelisiniz ki, onu ağza alınmaz lakırdıları utanmadan, çekinmeden bile bile size
yazan nankör ve terbiyesiz kızla karşı karşıya gelecek olursanız, bir çamaşırcı kadın kavgası yapmaya da
kadirdir.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:128)
“Sansfin, Lamiel’le başbaşa kalmak üzere yine de elde ettiği kısa süren anlardan birinde, düşesin bu
kitaba hayran oluşundaki gülünçlüğü belirtti ona; Papaz Clément’in adını pek sık almıyordu ağzına; ama, attığı
bütün taşları onun başına yağacak yolda ayarlıyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:99)
“Ama uyurken de uyanıkken de en dayanılmaz karabasanı, bir zamanlar sırdaşı olan kadının tasasız,
soğuk gamsızlığıydı, kadın, sanki hiçbir şey olmamış gibi boş evde dolaşıp duruyordu. Kuzeni istasyonda onun
adını ağzına aldığından bu yana onunla ne zaman karşılaşsa tir tir titriyordu.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:172)
“Ama dikkatsizin biri Hölderlin adını ağzına aldı mı, o zaman Scardanelli öfkelenir ve saldırgan olur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Hölderlin’, Cilt:I, sa:251)
Adını anmamak : Kasıtlı olarak ismini hatta varlığını anımsamamış davranmak
“Böylece bir ay geçti. Smerdyakov’un adını anmıyordu. Hastalığının arttığı, adeta oynattığı kulağına
çalınmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:192)
Adını bağışlamak : Adını söylemek
“-... okumuşluğun var mı senin?
-Var, evet.
-Bak ne iyiymiş... ‘İyiymiş’ dedimse, okumuşluk iki yüzlü kılıçtır. Çeviremedin mi, senin elindeyken,
gelir boynunu alır. Lafa daldık da sormadık. Yiğit, kerem et, adını bağışla!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:39)
Adını bile duymamak; Adını duymak bile istememek : Hiç görüşmek istememek
“Hiç hastalanmamıştı, bu nedenle Doktor Trelawney’in bakımına gereksinme duymamıştı, dayımla
karşılaşmamak, hatta adını bile duymamak için elinden geleni yapan doktorun, böyle bir durumda işin içinden
nasıl sıyrılacağı bilinmiyordu.”
(I. Calvino, “İkiye Bölünmüş Vikont”, sa:36)
“Kralın Paris’e dönmesine yardım ettiği doğru. Fransa’nın en değerli kişilerini suçlamak için o kalleş
elini uzattığı da bir gerçek. Ama şimdi onu defetmenin zamanı geldi artık. Paris’e girebilmek için sabırsızlıkla
beklediği günlerde Kralı sıkıştıran, kan dökülmeden kente girebilmesi için Otranto Dükünün, bakan
yapılmasında direnen aynı soylu kişiler, şimdi Fouché’nin adını bile duymak istemiyorlar.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:210)
Adı sanı; Adını sanını bilmemek : İsmi, cismi; Kimliğini bilmemek, tanımamak; Hiç duyulmamış olmak
“ ‘Bizi kuşatan ve bize yardımcı olan fiziksel güçlerin üstünde ve ötesinde, bizden yana temelde iki
tinsel güç vardır: bir melek ve bir şeytan. Melek bizi her zaman korur, tanrısal bir armağandır o - ona yakarman
gerekmez. Dünyaya algılayan gözlerle bakıyorsan, meleğin yüzü her zaman görülebilir. Meleğin bir ırmaktır,
tarladaki rençberlerdir, şu mavi gökyüzüdür. Irmağı aşmamızı sağlayan şu eski köprüyü adını sanını
bilmediğimiz Romalı askerler yapmıştı; bu köprü de senin meleğinin yüzüdür..... Şeytan da bir melektir, ama
özgür, asi bir güçtür o.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:72-3)
“Daha dikkatli baksanıza! Biz bugün ‘canlı’nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını
bile bilmiyoruz. Elimizden kitapları alsalar o saat şaşkınlık içinde kendimizi kaybederiz. Ne yana gideceğimizi,
kimden yana çıkmak, kimi saymak, kimi hor görmek gerektiğini bilemeyiz.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:147)
“SONRALARI
----------------benden sonra adımı yağmur ve rüzgar
taşın üzerinden yıkayıp silecek yavaşça
adın sanın efsanesinden arınıp
mezarım adsız kalacak yol kenarında”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-isyan”, sa:49)
“Bir gün Aziz ortadan yitti. Çukurovaya, uzaklara, adı sanı duyulmadık ellere gitmiş, dediler.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:121)
“... ve beni kendileriyle birleştiren bağların hepsini kesip attılar. Kendileri istemeseler de, onları
sevebilecektim; sevgimden ancak insan olmaktan çıkmak yoluyla kurtuldular. Öyle istediklerine göre, şimdi
benim için, yabancı, adı sanı bilinmeyen insanlar onlar; birer hiçler!”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemeleri”, sa:11)
“Bazıları onu alacak olan saray adamının adını sanını söylüyor, bazıları da işin çoktan olup bittiğini ve
kendilerinin nikahta tanık sıfatıyla bulunduklarını söylüyordu. Paul önce bu haberlere kulak asmadı. Bir ticaret
gemisinin geçtiği yerlere yalan yanlış haberler yayacağını biliyordu.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:86)
“Köpeklerini gezdirmeye çıkmış kara giysili hanımlara raslarsınız. Kemerler altından geçip, duvarlar
boyunca yürürler. Yolun aydınlık kısmına dek yürümezler pek, ama Gustave Impétraz heykeline, genç kız
bakışları gibi kaçak ve doygun bakışlarla bakmaktan da geri durmazlar. Bu tunç dev’in adını sanını bilmezler
elbet, ama giysilerine, kılık kıyafetine bakıp yüksek tabakadan toplumun yüksek katından biri olduğunu
anlarlar…..Kara giysili bayanlar, bu heykeli gördükçe kendilerini yüklerinden kurtulmuş duyup, ev işlerine
sessiz soluksuz ara vererek, köpeklerini dolaştırmaya çıkarlar. En kutsal, en iyi düşünceleri büyük babalarından
almışlar nasıl olsa, bu düşünceleri savunmak sorumluluğunu duymazlar artık; tunçtan bir adam bu düşüncelerin
bekçisidir.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:41)
“GONERIL - Bu bir dolaptır Gloucester; döğüşme kurallarına göre, adı sanı bilinmeyen bir rakibin
davetini kabul etmen gerekmezdi. Sen yenilmedin, aldattılar, tuzağa düşürdüler seni.
ALBANY - Kapa ağzını, yoksa şu kağıtla tıkarım onu şirret, hayasız karı! Oku günahını oku!
Yırtma! Yazıyı tanıdın, değil mi?”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:151)
“Çadır değil de, köyde bir yer buldum kendime. İnanılmaz şey ama, bembeyaz bir köye varıyorsun, adı
sanı bile yok, köy diyorlar o kadar, birkaç kırık dökük basamağı tırmandıktan sonra, dört tane eve bekçilik eden
yıkık yeldeğirmeninin duvarında, üzerinde bir okla bir tabela: Otel, 100 m.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:28)
“Sonra, ceketinin iç cebinden, belediye kitaplığındaki bir dergide bulduğu Maupassant portresini
çıkardı. Adı sanı bilinmeyen bir Fransız ressamının karakalem deseniydi. Traşsız sakalı ve boşlukta yitmiş
gözleriyle Maupassant’ın umutsuz bir görünüşü vardı. Pereira resmin anlatıya çok uygun düşeceğini kafasından
geçirdi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:39)
“Yirminci yüzyıl dünyası, öyle gizem dolu bir dünya değildir artık. Bütün ülkeler araştırılmış, en uzak
denizlerin bile altı üstüne getirilmiştir. Daha otuz yıl öncesine kadar adı sanı bilinmeyen ve özgürlüğün tadını
çıkaran toprak parçaları, Avrupa’nın gereksinimini karşılamak üzere birer birer ele geçirilmiş ve
sömürgeleştirilmiştir.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:209)
Faydalı Latince sözler :
ad infinitum (LAT.) <ad infinitum> : Sonsuza kadar, ebediyen (Indefinitely in the future- İNG.)
ad initium (LAT.) <ad initium> : Başlangıçta, her şeyeden evvel
ad interim (LAT.) <ad interim> : Geçici olarak, arada
Ad judicium : (LAT.,HUK.)
common sesne (İNG.)
( Temporarily, in the meantime, İNG.)
<Ad cudi’siyum> : ‘Genel duyu-mantığa bir müraccat’ ‘An appeal to
ad lib (LAT.) <ad lib> : (Fr.: Par coeur: kalpten; İng.: By heart: kalpten, ezberden)Yazı okumaksızın, irticalen
ad libitum (LAT.) <ad libitum> : Arzu edildiği, istenildiği kadar
(Yeni Redhouse Lügati)
ad majorem dei gloriam (LAT.) : (A.M.D.G.) <ad mayorem Dei gloriyam> İng.: The Greater glory of God
=Tanrı’nın Büyük Zaferi .
ad multus annos : (LAT.) <ad maltus a’nos> : Birçok yıllara – For many years (İNG.)
Adonis : (YUN.) (MYTH.) : Genç ve çok yakışıklı Fenike tanrısı; AFRODİT’in sevgilisi; avlamak istediği
yabandomuzu tarafından öldürüldü, ama PERSEPHONE tarafından tekrar hayata döndürüldü. Sevgilisi AŞTAR
onu kurtarmak için cehenneme inmişti. ZEUS, onun hayatının bir kısmını onun yanında, bir kısmını Afrodit ile
geçirmesini düzenledi. Mavi tür bir kelebeğe de: Blue Adonis derler.
“Rahip yeniden söze başladı:
-O halde papaz efendi, benim bütün günahlarımın Adonis’inkiler gibi mi olmasını istiyorsunuz? Ama
bırakalım bunu. Siz de berber, bana içecek bir şey verin.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:192)
ad placitum (LAT.) <ad plakitum> : Üstünde görüş birliğine, anlaşmaya varılmış
ad rem : (LAT.) <ad rem - Eldeki konuya hitap ederek = Speaking to the pint, to the matter in hand (İNG.)
adsum (LAT.): Yatılı okul, askerlik, hapishane’de yoklama yapıldığı zaman mevcudiyetin kanıtı: ‘Varım!,
‘Mevcut!’
ad usum : (LAT.) <ad u’sum> : Adet-kurallara göre = According to custom (İNG.)
ad usum proprium : (LAT.) <ad usum propriyum> : ‘Şahsım adına! Kendim için!” Amerikada, “DoktorM.D.: Medical doctor” olarak reçete yazabildiğim yıllarda (1965-1990), Maliye ile herhangi bir çatışmada
bulunmamak için, hocalarımız, kendimiz ve ailemiz için reçete yazmamız gerektiği zamanlarda, ya aile
doktoruna gitmemizi, ya da, yukarda yazdığım ‘ad usum proprium’ başlığıyla onu yapmamızı önerirlerdi. Belli
ki o reçeteyi yazmaktanmali bir kazancımız gözükmeyecekti. Orada hiç bir aksilikle karşılaşmadım.Türkiye’ye
döndükten sonra bir iki kez yazmam gerekti, gittiğim eczacılar böyle bir kurala rastlamadıklarını söylediler. Ben
yine yazdım ve aldım, burada da bir ses çıkmadı. İngiltere’de bunu yapamazsınız; bir kere Londra ziyaretimde,
ufak bir ateş yükselmesi için, Penisilin ricasıyla eczaneye gitmiştim, vermediler. ‘Lokal bir doktora gideceksiniz’
dediler. Ben de gitim, doktor yazdı, ama ücret almadı. Sonra ona Türkiyeden bir teşekkür mektubu yazdım. İşte
size dış dünya hekimliğinden küçük örnekler. (Dr.İ.E.)
Ad vitam aut culpam : (LAT.) <ad vitam avt kulpam>: Hayatboyu, ya da iş hayatımdaki tenürümün izin
verdiği, ya da büyük bir kusur işleyip de işten alınıncaya kadar : ‘For lifetime or until removed for some fault’
(İNG.)
advocatus diaboli (LAT.) <ad’vokatus dia’boli>: (İng.: Devil’s advocate ): Şeytan tarafını tutan;
Mahkemede, karşı tarafı savunan konuşucu
Aedificium : (LAT.. MİMA.) <Aydifis’yum> : Lat.’ce, ‘yapı’ demektir. Daha dar anlamda ise, kamu yapıları
anlamına gelir. Burada, manastırın yapılar bütünü içinde yer alan Edifisyum’un birinci katında mutfak ve
yemekhane, onun üstündeki iki katta da yazı salonuyla kitaplık bulunmaktadır
“Dağın çevresinden dolanan dik keçi yolunu güçlükle tırmanırken manastırı gördüm. Şlaşırdım,
manastırı dört bir yandan kuşatan, tüm Hıristiyan dünyasında görülenlere benzeyen duvarlar değildi beni
şaşırtan; sonradan Aedificium olduğunu öğrendiğim yığındı. Uzaktan bir dörtgen gibi görünen sekizgen bir
yapıydı bu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çeviren: Şadan Karadeniz, sa:35)
ae grotat : (LAT.) <ay grotat> : ‘O hasta’dır!’, hasta raporu
aequo animo : (LAT.) <ay’kuo a’nimo> : ‘Sakin kafa ile!’ - With a calm mind (İNG.)
ae tatis :
(LAT.)
<ay tatis> : ‘O ... yaşındadır..’, yaşla ilintili
Afacan : Zeki, yaramaz, haşarı, gözleri zekadan pırıl pırıl yanan çocuk
“Rabia’nın evlenmesi..... Sabit beyağabey’in genç külhanilerinin içlerinde haset uyandırmıştı. Vay
canına! Kendileri türbe penceresi önünde geçer gibi önlerine bakarak yanından geçtikleri bu genç, bu afacan
hafız, nasıl olmuştu da yüzü buruşuk, moruk bir herifle evlenmeye razı olmuştu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:325)
“... Bunun üzerine Genevieve tekrar kollarıma atıldı, dizlerime oturdu ve her zamankinden daha
yumuşak bir sesle:
‘Ama anneciğim, şunu bil ki seni eleştirmiyorum,’ dedi.
Söyledikleri karşısında sıçradım, kollarımı tuttu ve gülmeye başladı; sözde bu afacan haliyle sözlerini
kabul edilebilir kılmaya çalışmak istedi.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:98)
“Küçük iken adı ‘Yumurcak’tı, sonra ‘Afacan’, sırasıyla ‘Haylaz’, ‘Çapkın’, ‘Utanmaz’ oldu. Bu, onun
için son rütbe değildi. Avnussalah eğitimde şiire yükseldiği zaman Namık Kemal’in meşhur mısraını şöyle
tepetaklak attı:
‘Alçal ki yerin bu yer değildir.’ ”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23)
“ÖZLEMEM
---------------Hayatta olmayı özlüyorum
her günü, her uykusuz geceyi
meydana getirdiğim ne varsa özlüyorum
onları bile getiremiyorum geri
hayaller yaşıyor her şeye rağmen
ve güç sessizce ilerliyor durmadan
hiçbir şeyi değiştirmem
hiçbir şeyden pişmanlık duymam
ama bir çocuğun hayatını
bir gencin hayatını
orta yaşı ve yaşlanmayı özlüyorum
ben hepsindeyim
elli altı yaşındayım
afacanım üstelik
şimdiden dört çocuğum var”
(Juice Leskinen<d.1950>-Özge Acıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.01.10)
“Çaldığı ilk komşu kapısı açılmadı. İkincisini üstleri kir pas içinde afacan iki küçük çocuk açtı, buraya
yeni taşındıklarını ve kimseyi tanımadıklarını söyleyip çabucak kapattılar. Sonraki birkaç kapı açılmadı; kadınlar
kapı arkasından konuşup başlarından savdılar onu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:19)
Afakanını kabartmak, afakanlar boğmak : Çok hiddetlenmek, öfkesi taşmak
Bk.: Hafakanlar basmak
“Irazca, durmayıp koştu. Bir solukta avluya indi. Yumruğunu Bayram’ın başına vurdu: ‘Seni südü
sümüü bozuk herifin dölü seni! Yeter gayri sabrettiğim!’ dedi. ‘Sen heç utanmıyor musun? Yokarı gel de bir an
dinle... ondan sonra döv, döveceksen. Böyle çocuk mu terbiye edilir?’ Sürdü, arlaştırdı Bayram’ı. ‘Akşam akşam
benim afakanımı gabartıyon, eşşek herifin dölü...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
Afalla(ş)mak, Afallatmak : Şaşkın, yanıtsız kalmak, şaşırakalmak; Şaşırtmak, ağzı açık kalmak
“Rachel’in endişesi artmıştı. ‘Şahsen benimle bir toplantı mı? Ne hakkında?’
‘Kahrolası iyi bir soru. Bana söylemiyor.’
Rachel tamamen afallamıştı. UKO Direktöründen bilgi saklamak, Vatikan sırlarını saklamak gibi bir
şeydi.. İstihbarat camiasındaki en popüler espri, herhangi bir şeyden William Pickering’in haberi yoksa, bu şeyin
vuku bulmadığıydı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:28)
“ ‘Dürüst olmak gerekirse bunların Run <Runik alfabenin harfleri> olduklarından da emin değilim. Bir
uzmana sormak gerekir............’
‘Peter Solomon bir mason, öyle değil mi?’
Langdon afalladı. ‘Evet, ama bununla ne ilgisi var?’
Şimdi ayağa kalkmış, ufak tefek kadının tepesinden bakıyordu.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:115)
“Kohler az önce gördüğü gösterinin şaşkınlığı içinde, gözlerini dikmiş imha odasına bakıyordu.
Yanında duran Robert Langdon ondan daha fazla afallamış gibiydi.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:99)
“Langdon afallamış bir ifadeyle döndü. ‘Güvenliğin buraya gelmesi on beş dakika mı almış?’
‘Elbette hayır. Louvre güvenliği, alarm çalar çalmaz harekete geçmiş ve Büyük Galeri kapısının kilitli
olduğunu görmüş.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:44)
“İşte Tarrou’nun fare hikayesiyle ilgili verdiği bilgiler:
‘Bugün karşıdaki yaşlı adamcağız afalladı. Hiç kedi yok. Gerçekten de sokaklarda büyük miktarlarda
bulunan ölü fareler yüzünden ortadan yok oldular. Bence, kedilerin ölü fareleri yemesi söz konusu değil.
Benimkilerin bundan nefret ettiğini anımsıyorum. Yine de mahzenlere üşüşmelerine ve yaşlı adamın
afallamasına engel değil.”
(A. Camus, “Veba”, sa:30)
“Arabacının meşin şapkası bile, bu kara çamura bulanmış gibiydi. Ben mavi ve beyaz gökle bu
renklerin tekdüzeliği, katranın yapışkan karası, elbiselerin donuk karası ve arabanın parlak karası arasında biraz
afallamıştım.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:23)
“Onu bu halde görmekten ve bunları işitmekten afallayan hancı, ne halt edeceğini bilmeden ona
bakıyor, yerden kaldırmak için gayret ediyordu; ama anladı ki ne yapsa yararsız, kendisinden isteneni
yapacağına söz verdi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:22)
“Okumasını sonlandırdığında afallamış bir hali vardı. Etrafındaki kalın, yaşlanmış kitaplar kaşlarını
çatmış ona bakıyordu sanki. Başını defterin açık sayfalarının arasına koyup yumdu gözlerini. Bir an yanından
birinin geçtiğini sandı, öyle de oldu aslında. Elindeki koca kitapla karşısında biten kız hiç kullanmadığı defteri
ve kalemini çantasına atıp fermuarı çektikten sonra ona yavaşça dönüp baktı. Tüm bunları yaparken suratında
sinir bozucu bir tebessüm vardı. Kız, o koca kitabıyla oradan ayrıldı.”
(A. Samet Çamoğlu, “Mübadele Öyküleri-Kıyıya Vuranlar”, sa:56)
“Öğretmenler gibi konuşuyor; ukalaca laflar ediyor, büyüklük taslıyor. Öyle bir çalımla karşıladı ki
afalladım kaldım.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:129)
“Astafiy İvanoviç öyle afallamıştı ki, ben ona bakarken hırsızlığı bile unuttum. Bir türlü kendime
gelemiyordu. Her dakika elinden işini bırakıyor, olayı yeniden anlatmaya başlıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:74)
“Kapıda durakladılar, ölü evini ziyarete gelen kadın ve erkeklerin oluşturduğu uzun kuyruğa
afallayarak baktılar. Onları gören papaz yanlarına geldi ve binanın kısa arka duvarını kaplayan bitmemiş duvar
resmi için kıza övgüler yağdırdı. Bu sarı ışıkta, olgun renkleriyle çok çarpıcı ve güçlü görünüyordu, kızın kendisi
de bundan övünç duymaktaydı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:299)
“İkisine de afallamış halde baktım ve ona, hayranlık anlamına geldiğimi umduğum bir gülümsemeyle
karşılık verdim. Maitreyi kaygısızca şalıyla oynadı. Elinde bir tomar kağıt, müsvetteleri vardı. Saçı özenle
taranmış ve üzerine bolca Keora Attar sürmüş olmalıydı ki, dikkatimi doğuran güzel koku odamı doldurmuştu.”
(M. Eliade, “Bingal Geceleri”, sa:63)
“Ama Madam Mosco bitkin bir halde sandalyesine oturmuştu. Profesör afallamış, yanında duruyordu,
cümlesi havada kalmıştı.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:6-7)
“Bir Ağustos akşamı (o zamanlar on sekiz yaşındaydı) onu Colleville panayırına götürmüşlerdi. Orada
birdenbire afallamış, kemancıların gürültüsünden, ağaçlardaki ışıklardan, elbiselerin alacalı bulacalı
renklerinden, dantelalardan, altın haçlardan ve kaynaşan insan kalabalığından şaşırmıştı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7)
“-Baba, bırak artık eylenmeyi!
-Şuna bak! Çalımından da geçilmiyor! Eğlenirsem ne olurmuş?
-Susmazsan ne olacağını görürsün. Babam demez atarım sopayı!
Afallayan Bulba, birkaç adım geriledi.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:16)
“COLOMBINA - Çabuk olunuz doktor, çabuk yetişin, Sinyora Rosaura bayıldı. Bir türlü ayılamıyor.
Koşunuz Allah rızası için. (Florinda afallar.)”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:67)
“Habi önceleri bize kızardı, ama Viyahir bir gün, lakabını kazandıran boğuk sesiyle Habi’ye:
‘Ne o, alındın mı?’ Arkadaşlar arasında darılmak olur mu?’ dediği zaman, Tatarcığımız afallaşmış,
şarkımızı o da söylemeye başlamıştı.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:240-1)
“Gökyüzünün ışıklarıydı bunlar. Güneş gibi, ay gibi, yıldızlar gibi, saklambaç oynarken şarkı söyleyen
küçük melekler gibiydi. Hayaller görüyordum. Kendimden geçmiştim. O da benim kadar afallamıştı.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:58)
“Jim, pardesüsünün cebinden bir paket çıkararak masanın üstüne attı.
-Dellacığım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik
yapmaz. Paketi açarsan birdenbire neden afalladığımı anlarsın, dedi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:26)
“Govinda afallamıştı. Ama yine de büyük bir sevgi ve sezgiyle söylenileni yapıp Sidarta’ya doğru
eğildi, dudaklarını onun alnına dokundurdu, ansızın şaşılacak bir hal oldu kendisine.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:174)
“BİR KADIN - (Pencereden.) Yakalayamayacaklar demişitm ben!
1. AMERİKALI ER - (İki polis afallamış bir durumda sahnede dönerlerken, coşkun sevinç
gösterileriyle kepini havaya fırlatır.) Hello, boy! Hip, hip, hurra!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:131)
“Eğer, bu korkunç durumda afallamış bir halde, aklıma o kurtarıcı fikir gelip de bunların benim kendi
ellerim olduğu, onları bir çırpıda birbirlerinden ayırabileceğimi, kavgaya ve ıstıraba son verebileceğimi
düşünebilmiş olsam, bu fikir aklıma gelmemiş olsa, sol elim bilekten kırılırdı..”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:26)
“Zavallı çingene, birden, öyle afalladı, öyle korktu ki, ağlar gibi yalvarmaya başladı:
-Köpeğin olayım, yapma beyim! Tabanlarını yalayım etme beyim! Yok benim içimde hiç bir kötülük
size karşı. Ben sorarım size laf olsun diye!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:107)
“Bu sırada yukardan önlerine bir serçe cücüğü <yavrusu> düştü, Ali Hüseyin başını kaldırınca
Ağaefendinin parmağındaki on iki perli (kanatlı) yüzüğü gördü, afalladı, bir cücüğe baktı, bir Musa Kazıma.
Ayağa kalktı, destur pirim dedi, cücüğü yerden aldı koşarak ağaca gitti ağaca tırmandı, cücüğü usulcana
koynundan çıkardı, yuvaya koydu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:113)
“Agnes ziyaretçinin ne söyleyeceğini elbette elbette önceden biliyordu ve şaşırmadı. Ama Paul,
afallamıştı. Ziyaretçiye baktı, ziyaretçiye ancak ‘Ya Paul?’ diye sormaktan başka bir şey diyemeyen Agnes’e
baktı.
-Paul de dünyaya geri dönmeyecek, diye cevap verdi ziyaretçi. İşte size bunu haber vermeye geldim.
Biz seçtiklerimizi daima önceden uyarırız. Size soracak tek bir sorum var: Gelecekteki hayatta birlikte mi
kalmak istersiniz, yoksa birbirinizle hiç karşılaşmamak mı?”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:56)
“ ‘Genç kızlık günlerinin en güzel anılarını bu muhteşem yerde yaşadın demek!’ dedi Anthony alaycı
bir ifadeyle.
‘Yeter!’ diye bağırdı Julia.
Anthony, kızının bu ani tepkisi karşısında afalladı.”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:193)
“Leyla herhalde bu konuda çok tecrübe edindiği için Peter’a sormadan açıklamaya girişti.
‘Yanlış anladınız,’ dedi. ‘Türkiye bölünmüş demiyor zaten, ama bir kutuplaşma var demek istiyor. Üç
kutuplu bir Türkiye.’
Doktor bunun üzerine afalladı, bir süre düşündü...”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:172)
“Afallayan Adelaida, ‘Siyaseti bırakıyor musun?’ diye sordu.
‘Bir bakıma,’ dedi Mayta. ‘Senin her zaman başıma kakıp durduğun huyum yüzünden gidiyorum.
Sonunda sen haklı çıktın.’ ”
(M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:198)
“ ‘... Bak bakalım, benim için de bir şey gelmiş mi?’
‘Yapmamayı yeğlerim.’
‘Yapmayacak mısın?’
‘Yapmamayı yeğlerim.’
Afallamış bir halde masama geçtim ve oturup derin bir düşünceye daldım. Denetimden çıkmış kötü
alışkanlığım geri döndü. Bu cılız, meteliksiz insan - parayla tutulmuş elemanıma, kendimi alçakça geri çevirtmek
üzere yapabileceğim başka bir şey daha yok muydu?”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:36)
“Ben, Kadın Doğmuş ve Talihsiz
Ben, kadın doğmuş ve talihsiz
Türümün tüm ihtiyaç ve inançları yüzünden
Bulmak için hoş tarafını ve zevk almak için
---------------------------------------Açığa çıkarmak için niyeti ve bulanıklaştırmak için zihni
Ve beni bir kez daha yarım, ele geçirilmiş bırakmak için.
Bunun için düşünme, yine de afallamış beynime
Göbek bağımın zavallı ihaneti.”
(Edna Ct.Vincent Millay<1892-1950>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.05.07)
“İÇERLEK
------------Şiirlere bir insan evlerden bir şey katmadan
Nasıl girer, şaşıyorum.
Örneğin, daha demin kavgalar, dargınlıklar
Varken -işleyen saatler gibi alışılmışKapı çalınsa, biri gelse, gülüşmelerin, kaynaşmaların
Birden başlaması yok mu afallamış odalarda?”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:48)
“Garson çekildi ve bir tepsiye katlayıp koyduğu hesap pusulasıyla döndü. Gordon kağıdı açtı. Altı şilin
üç peni - dünyada tam tamına yedi şilin on bir penisi vardı! Elbet hesabın aşağı yukarı ne kadar olacağını
biliyordu, ama şimdi gözleriyle görünce müthiş afalladı. Kalktı, elini cebine soktu ve bütün parasını çıkardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:158)
“Kapıdaki Kurtz’le Savage şaşkınca bakıştılar. Rey’in ne dediğini duyamamışlardı, ama odanın
kararması ve kadının birden hareketsiz kalması onları afallatmıştı. Hırıltılı soluklarını duyuyorlardı. Tekrar
çıldırmasından korktuklarından içeri giremiyorlardı.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:72)
“Uygun Uzaklık <Otra Vaz Eros - 1994>
Sevdada tıpkı bokstaki gibi
her şey uzaklığa bağlı.
Çok yaklaşırsan yanıma bir heyecan basar
Afallar korkarım
gölge düşer üstüme
saçmalamaya başlarım”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“Ablasının kucağına atılarak hıçkırıklar arasında boynuna sarıldı. Eve, koruyucu bir şefkatle onu
bağrına bastı. Ama gözü hep kocasındaydı...
Lucette gözyaşları arasında kekeledi:
-Eve... beni öyle korkuttun ki... Zannettim ki...
Eve yavaşça sözünü kesti:
-Biliyorum...
Hiç kıpırdamayan Andre afallamıştı, döndü, kapıya doğru yürüdü.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:79)
“Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyade yaklaşıp elleriyle
yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:30)
“Papazla başbaşa kalınca, genç kız her şey, kendini şaşırtan konu hakkında soru yağmuruna tutardı
onu; bundan tam anlamıyla mutluluk duyar, ama karşısındakini sık sık afallatırdı da.”
“Lamiel, yalansız bir saflıkla, ama Papaz Clément’ı afallatacağını da bile bile:
-Öyleyse papaz efendi, evlenemeyeceğinize göre siz aşık olamazsınız, dedi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:100;101)
“Ben onun bu konuşmalarını hayranlıkla dinliyordum, hiç kimsenin böyle şeyler söylediğini
duymamıştım. Sözlerinin kulaklarıma ulaştığı anda, anlık afallamalar yaşıyordum. O an geçtikten sonra,
söylediklerinin doğru olduğunu kavrıyordum, söyledikleri gerçekti.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:61)
“Yalan söyledim, üstelik oldukça çirkin bir yalan... Yalanımı çıkardılar, yüzüme vurdular, rezil ettiler
beni... Afalladım ve çocuk gibi ağladım.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:101)
“Joel, afalladı kaldı. Zenci, dürüst bir adamdı. Ya kendisi neydi? Onun yüzünden, dört adam günlerce
içerde kalacak ve sırtları yedikleri sopalardan yarılacaktı. Ağızlarından fışkıracak her iniltide, belki daha sonra
uğursuz bir öç şarkısı oluşturacak sonsuz bir lanetleme bulunacaktı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:111)
“ ‘Hatırlıyorum, bir keresinde beni her yeri nişanlar, şeritlerle kaplı, kırmızı suratlı, huysuz bir ihtiyarın
yanına götürdü; sonra da kulağıma eğilerek trajik bir fısıltıyla, insanı afallatan ayrıntılar anlatmaya girişti ki, bu
fısıltıyı oradaki herkesin bal gibi duyabileceğinden hiç kuşku yok.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:16)
“Mr. Browning onu elinin tersiyle şöyle bir itip konuşmaya devam etti. Ne o ne de Miss Barrett
saldırısını dikkate değer bulmamışlardı. İyice afallayan, şaşkınlaşan, iyice süngüsü düşen Flush, hırs ve hayal
kırıklığından soluk soluğa, gerisin geriye yastıklarının üzerine çöktü. Ama Miss Barrett’i hafife almıştı. Miss
Barrett, Mr. Browning gittiğinde onu yanına çağırdı ve şimdiye kadar aldığı en ağır cezayı verdi.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:56)
“Oysa benim içimden taşan -sen nereden bileceksin bunu- binlerce, binlerce gündür üstüste yığılmış
özlemin söz haline gelmesiydi. Ne var ki, afallamıştım, seni ilgilendirmeye başlamıştım.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:203)
Afaroz : Bk.: Aforoz
Af buyurun : Affedersiniz’in kibarcası
“-İkindi okunuyor. Af buyurun, başınızı ağrıttım. Gene görüşürüz belki. Sabahları dükkana şöyle bir
uğrar sonra damacılar kahvesine giderim çoğu..... Neyse, hoşça kalın.
-Güle güle efendim.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:102)
“Bir kaç büyük sofiyi alıp yere vurdu. Tokatlı şeyhzade ve daha bir kaç kişi tabhaneye (Kış odası,
hastane) kaçtılar ve şeyh Bahaeddin: ‘Vallahi benim haberim yoktu. Bu benim kabahatim değildi, af buyurun’
diyerek çaresiz kalmış bir adam gibi yere kapanıp kapanıp ağlıyordu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:348)
“ ‘... Bayramın bütün gece sürdüğünü biliyorsunuz. Başka zaman sekiz günde toplayabildiğinizden
fazlasını rahatça toplayabilirdiniz. Neden böyle davrandığınızı nasul açıklayacağımı bilemiyorum.’
‘Nasıl mı açıklayacaksınız?’ diye cevap verdi ihtiyar. ‘Af buyurun, kim olduğunuzu bilmiyorum, ama
iyi yürekli bir adama, aynı zamanda müziksever birine benziyorsunuz.’ ”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:23-4)
“Hakkı Bey sahiden bir öğretmen gibi konuştuğunu hissetti. Çoktandır kadınlarla konuşma şeklini
unutmuştu.
‘Af buyurun,’ dedi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:57)
Af dilemek : Kusurlu ya da suçlu birinin, sorumlu olduğu kişiden, resmi makamlardan ya da Tanrıdan
suçluluğunun affedilmesi için harekete geçmesi
“Yorgun ve Mutsuz, Düşünürsün Evleri
Yorgun ve mutsuz, düşünürsün evleri
Yumuşak halılı ve ılık bir aralık akşamı,
Karın beyaz taneleri pencerenin önünden düşerken,
Ve alevlerin turuncu ışığı saçılırken.
Bir genç kız söyler
Orpheus’un Ölüm’den af dilediği Gluck’un şarkısını;
Büyükler izler, mutlulukla onaylayarak
Kızın kendini bilen gözlerinde zamanı tekrar görebilmek için.”
(Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08)
“Pierra Della Francesca’nın Meleği
O artık ışık getiren
Değil.
Kendisi nesnesi oldu
Işık ve
Gölge
Oyununun.
Maddi dünyanın
Kanunlarına yakalanmış:
Diz çöküyor
Af dileyen biri gibi.
(Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08)
Aferim; Aferin; Aferin çekmek; Aferinlerde bulunmak : Bravo, oh ne iyi etmişsin, tebrik ederim; Tebrik
etmek, methetmek
“Herşeyin bir usul gaydası var. Önce gelip muhtara bir toka: ‘Nassın kardaşım muhtar? Eyi misin?
Allah afiyet versin kardaşım. Aferim, aferim, aferim... Seni her zaman böyle görmek isterim muhtarım...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:204)
“Darbeyi vuran aslında başkasıymış. Kızıl saçlı bir adam. Ah şu kızıl saçlılar! Cüce onu kışkırtmış.
Linç edin onu! Tehlikeyi kadın haber verdi. Aferin kadına! Helal olsun! Bağırdı da bağırdı.” ..... “Fischerle
uyumuyordu. Sermayesi aklına geldiğinden, köşesinde dans sırasında paranın nereye kaydığına baktı. Yerli
yerindeydi para; bunun üzerine Fischerle, koltuk altlarına birer aferin çekti.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:330;389)
“Mevlana’nın heyecan ve hallerinden ıstırap duyan şeyh Sadreddin, şu rubaiyi okudu:
‘Sensiz, gökten inen ayetlerden kim haber verebilir veya gerçeği batıldan (çürük, gerçek olmayan) kim
ayırdedebilir? Ey sırları keşfeden! Söyle! Gerçek alemindeki nükteleri kim çözebilir?’
Sonra, Mevlana’nın ayaklarına yüzünü gözünü sürdü; aşıklara yaraşır bir tarzda ağlayıp inledi ve bu
cana can katan sohbetten gurur duydu, aferinlerde bulundu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:22)
“... uzak görüşlülükle yapılan iç bölümlerine ve o büyüklü küçüklü çiçek tarhlarının uyumlu
durumlarına bakarak, önce bu düzenlemeyi üstlenen becerili doğasever kim ise onun sanatına hayran olup
‘aferin’ dedikten sonra, her yanını birer birer dikkatle ve beğenerek incelemeye başlarsınız.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:20)
“Yaz vakti, zamanın Reisicumhuru Büyük İsmet İnönü’nün kişisel imzasıyla tüm Türkiye’nin bu denli
başarılı çocuklarını içeren kuşeye basılmış bir kitap eve geldiğinde, evdekiler ona şöyle bir göz atmış, yalnızca
bir ‘aferin!’ çekip bana bir “Omega” ya da “Tissot” saat bile almamışlardı. Kitap, komşulara bile
gösterilmemişti.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:101)
“DELİ -... Kim miyim? Evet, iyi bildin... Ben komiser Pietro Anghiari. Aferin. Eh, Milano’da ne mi
yapıyorum? Sen de çok meraklısın yani! Sen Bertozzo’dan ne istiyorsun, onu söyle?”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:16)
“Baba ile oğul birbirine sarılıp kucaklaştılar.
-Aferin. Bana indirdiğin yumruklarını kimseden çekinmeden başkalarına da vurmalısın. Ama ben gene
de dönmüyorum sözümdenn, giyimin gerçekten gülünç. Nedir o belinden sarkan ip öyle?”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:17)
“Ben, bu aşçı kadar çılgın ve aksi insan görmedim. Kalfa ve matmazelin teminatlarına bir zaman
inanmadı. ‘Yok, böyle hırsız gelin hanım olmaz!’ diye söylendi; neden sonra aklı yatınca da: ‘Öyleyse aferin
gelin hanım sana!’ dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:105)
“Taşralarda öğretmenlik ede ede saçı başı ağarmış tatlı sözlü ve özlü bir adamdı. ‘Ödül mü?’ Aferin mi?
Yarış mı? Aman aman onların topundan da ağzımın payını aldım’ diye yaka silkerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiöek”, sa:198)
“ ‘Haber yoksa, iyi haberdir,’ dedi Chester gülümseyerek. ‘Sanırım otelden ilk ben ayrılsam iyi olacak,’
dedi Rydal. ‘Bavulumu çoktan hazırladım bile. Biraz sonra otelden ayrılır, sizinle otobüs durağında
buluşurum..... Resepsiyondakilere Knossos otobüslerinin nereden kalktığını sorabilirsiniz. Onlar da aynı yerden
kalkıyor. Bunu demin birine sordum sokakta.’
‘Aferin, delikanlı!’ dedi Chester.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:117)
“Fakat dişilerden biri, zayıf kaz sırasından ayrıldı, kendisini ortaya, pehlivanların arasına attı. Bu,
aktarın kazına kendini toplamak için vakit kazandırdı. Tekrar tutuştular. Halk ‘Aferin dişiye, nasıl kurnazmış,
kişisini kurtardı’ diye söyleşiyorlardı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Öksüz Ömer”, sa:92)
“Entarisinin altına giydiği şalvarı çıkarıp çantaya yerleştiirdikten sonra dışarı çıktı.
Seher, ‘Aferin!’ dedi ona. ‘Biraz sonra kupkuru olduğunu göreceksin. Şimdi biraz da öteki hastalığınla
ilgilenelim. Bizim kompartımana götüreyim seni. İnenler oldu, yer var.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:159)
“Tüm bunları hissedip sana bir şey belli etmeyeceğim.
Haftalarca uykumdan Cenin’in ağlama seslerini duyarak uyanacağım. Hasretiyle iki büklüm olarak.
Bombay havaalanında elimi sıkıp ‘Aferin bebeğim,’ diyeceksin. ‘İşte tam da böyle olmalısın. Her an,
her şeyi geride bırakabilmelisin.”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:76)
“MARTA - Onur gecesi, anlıyor musun? Hadi, yiyelim! Ama önce... (İstavroz çıkarır.) Burada
yapabilirim, senin önünde... (Micuccio da istavroz çıkarır.) Aferin oğlum! Sen de... Aferin Micucciom, hep aynı,
zavallıcık! İnan, orda yemem gerektiğinde, istavroz çıkaramadan, boğazımdan aşağı inmiyor, yediğim...”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Sicilya Turunçları”, sa:37)
“Sağlıktır her işin başı
Sabırdır ekmeği, aşı
Aferin, ey çeşmim yaşı
Yar yoluna akışın var” (Çeşm: Göz)
(Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:483)
“Mrs. HUSHABYE - Aferin! Oh ne iyi. Ben de yüreğin yaralanacak diye korkuyordum. Bana aldırma.
Bas küfürü o alçağa.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:31)
“KITTEL - Harika bir buluş! Benzersiz bir numara! Aferin, beyler! Getto’ya ekmek getirmenize izin
verdim..... Yumuşak yüzlülüğümün sonucu ortada. (Sessizlik.) Size bütün topluluğu görmek istediğimi
söylemiştim. Yahudi mizahı ve nükteleriyle dolu, eğlenceli bir numara hazırlamışsınız.”
(J. Sokol, “Getto”, sa:109)
“Meydan okur gibi ilerledim, ama aynı zamanda seninle gırgır geçmek için apansız geri dönüp
çıplaklığımı sergiledim. Hoppala! diye bağırdım. Yerinden milim kıpırdamadın, ama sesin kulağıma apaçık
geldi, özellikle tonu iğneleyiciydi. Aferin, kutlarım, hala formunda görünüyorsun.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:26)
“Kamil Bey ceplerindekileri masanın üstüne çıkarmıştı. Vahap onbaşı, bir onlara, bir de yüzüne baktı:
-Yükleri yıktın demek!... Aferim. Adam gibi adam, lafı çift söyletmeyecek.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:23)
“-... Birader!’ dediler, ‘Bir işe yarasa bile... Bütün halkı kurşunlayacak halin yok ya... Parayı açıkta taşı,
dünyayı velveleye ver! Yetmiyormuş gibi adam öldür! Aferin mi derler?’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:195)
“Piposunu yakıp, cebinden saatini çıkardı, dikkatli dikkatli baktı; belki de aklından birtakım hesaplar
yaptı, nihayet bir zafer edasıyla:
‘Aferin,’ dedi. ‘James bizi sanki doğuştan bir gemici gibi getirdi.’ ”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:331)
“Yakışıklı kırçıl başını sallayarak, ‘Sonunda menzile sağ salim ulaştım, aferin bana!’ diye haykırarak
elindekileri güvenli bir köşeye yerleştirdi. Mrs Parker, bu övgüden kendine pay çıkardı.
‘Mr Streatfield!’ diye haykırdı ‘Demek bütün işler sizin üstünüzde kaldı! Biz de burada durmuş
gevezelik ediyoruz!’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:100)
Afet : Büyük doğa felaketi, genellikle su baskını, yangın, trafik kazası, deprem ama herhangi başka ‘çok kötü’
bir şey de olabilir; (Coll.:) fevkalade güzel <genellikle genç bir kız ya da kadın>
“ ‘Zimoure’u unut!’ dedi Stanley, vitrine doğru bakıyordu.
‘Ne o, aradığını hemen buldun mu?’
‘Sakın bakma, vitrinin gerisinden bize bakan adam tam bir afet!’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:292)
affaire d’amour : (FR.) <af’er da’mur> = Aşk ilişkisi, işi - A love affair (İNG.)
affaire du coeur :
(FR.)
<af’er dü kör> = Sevda-kalp ilişkisi – A love affair (İNG.)
A(f)federsin(iz) : Yapılan bir kusur için özür dileme; Kibarca bir soruya başlama şekli
“A. HAMLET - Sade sözcükler... Sözcükler... Sözcükler. (Ayşe’ye.) Hamlet’ten.
NECMETTİN - Affedersiniz, bu düşüncelerin bizimle ilgileri ne?”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:54)
“Fakat rahibin gülümseyen aptalca bakışını görür görmez, yeni bir gülümseme krizine daha tutuldu...
‘Affedersiniz, çok affedersiniz,’ dedi Hans, ‘fakat bu işi meslek edindiğimi söylemeniz çok hoş.’ ”
(H. Böll, “Melek Sustu”, sa:178)
“ ‘Benim bir şeyim yok,’ diyerek ağlıyor Olina, ‘giysilerim kadının. Vücudum da ruhum da onun,
ruhumu istemiyor ama... Ruhları isteyen yalnız şeytan, insanlar şeytandan da beter. Afedersin...’ diye ağlıyor,
‘benim bir şeyim yok.’ ”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:107)
“El fenerini iyice yüzüme yaklaştırdı.
‘Kanunu korumakla görevli memurlara daima saygılı olmanı isteriz.’
‘Afedersiniz, bir an için unuttum.’ ”(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:22)
“Her yığını ne çok yüksek ne çok alçak olmak olmak üzere belli bir ölçüde tutuyor, yığından yeterince
uzaklaşıp burnunun ucunu kitapların üzerine hafifçe değdirerek ölçüyordu. Bu ölçmeyi yaparken kendini işe
iyice verdiğinden pek dalgın olmasına karşın, her seferinde, ‘Affedersiniz efendim!’ diyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:232)
“Kışla kapısından geçip hapishane avluma giriyorum. Avlunun ortasındaki yalaktan boş bir kova alıp
dolduruyorum. Kovayı kaldırıp önümde tutarak (yanlarından sular akıyor) kalabalığa arkadan tekrar
yaklaşıyorum. ‘Affedersiniz.’ diyorum ve itiyorum. İnsanlar bana küfrediyor, yol açıyor...”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:138)
“NATALYA STEPANOVNA -... Affedersiniz, karşınıza böyle pejmürde kıyafetle, göğüslükle
çıkıyorum... Kurutmak için biraz nohut ayıklıyorduk. Niçin çoktanberi bize gelmiyorsunuz?”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:14)
“GERARDO - Şey, affedersiniz, size bir içki ikram edebilir miyim? Pazar günü karımın ünlü
margarita’sını içeceksiniz, ama bende gümrüksüz mağazalardan aldığım bir konyak var, eğer...(Paulina
yaklaşmıştır, dinliyordur.)”
(A. Dorfman, “Ölüm ve Kız”, sa:21)
“Yüreğim öyle hızlı çarpıyordu ki, bir süre durmak zorunda kaldım; sonra, gezintiye çıkmış ilgisiz bir
insan gibi sessizce, ağır ağır ona doğru ilerledim.
‘Affedersiniz, Madam. Burası Quartfourche, değil mi?’
Yanında, kütüğün üstünde, içi makaralar, dikişle ilgili nesneler; katlanmış, çözülmüş bez parçalarıyla
dolu küçük bir sepet duruyordu.”
(A. Gide, “Isabelle”, sa:106)
“-Elbette. Ama söylemeye ne hacet, ziyaretinizden bütün Napoli’yi haberdar etmek niyetinde
değilsinizdir herhalde. Zaten yanına varma şeklini de söylemeden, şeye... yani bildiğimiz şeye katıldığını
bildirmeleri, belki de kendisine götürülecek bir mesaj vermeleri imkansızıdır.
-Affedersiniz, dedi Fleurissoire, Arnica böyle bir şey yazmamıştı ona.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:108)
“Sonra Ali Rıza Bey’in elini sıktı.
-Hocam, affedersiniz! Acele bir işe gidiyorum, dedi. Yolunuz düşer de uğrarsanız memnun olurum...
Allahaısmarladık.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:66)
“Kadı vekili olarak tayin edildiği kasabaya ineli henüz iki saat bile olmamıştı. Çantalarını bıraktığı
handan hükümet konağına gelirken dizlerina kadar çamura batmıştı. Arkadaşları ile tanıştıktan sonra:
‘Affedersiniz,’ demişti, ‘üstüm başım çamur içinde... Yollar pek berbat...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:51)
“Hırsız sırıtarak:
-‘Affedersin’ dedi. ‘Ortak bir yanımız var. Şansın varmış ki, ben de romatizmalıyım. Hem benim de
sol omuzumda. Benden başka biri olsa, sol kolunu kaldırmayınca seni oracıkta zımbalardı.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:16)
“ ‘Hiçbir zaman geveze biri olmadım, ama bu akşam artık hödüklüğün sınırlarındayım... Affedersin!
Tek mazaret, iki gün içinde bulunduğum çevrenin yoğunlaşmaya elverişli olması. Kağıda yazmayı bıraksam,
kafamda yazmaya devam ediyorum.’
‘Sessizlik, dağ, ışık, ufuktaki deniz, fıstıkçamlarının temizlediği hava...’
‘Ve iyi yürekli bir tanrıçanın tutsağı olma duygusu.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:102)
“LA FLECHE - Affedersiniz ama sen daha senyör Harpagon’u tanımıyorsun; o, bütün insanlar içinde
insanlıkla en az ilgisi olan insandır; ölümlüler arasında ondan daha katı yüreklisi, ondan daha eli sıkı olanı
yoktur..... İltifat mı dedin, pohpoh mu, sevgi mi, laftan ibaret kalmak koşuluyla canının istediği kadar. Ama iş
paraya geldi mi, hava alırsın...”
(Moliere, “Cimri”, sa:65)
“Çok muhterem, okumuş, münevver bir insan, bir ziraat profesörüsünüz. Biz maalesef okuyamadık.
Ama bu konuda çok okumuşumdur. Sizinle konuşmak istediğim konu da odur. Hocam, afedersiniz, vaktinizi
almıyorum değil mi? / ‘Estağfurullah,’ / ‘Afedersiniz, izninizle oturabilir miyim hocam?’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:44)
“Uykunun huzuruna gömülmüş Rüya’nın kapıları kapalı bahçesinin söğütleri, akasyaları, asmalı gülleri
ve güneşi altında gezinmek isterdi şimdi. Orada karşılaşacağı suratlardan utançla korkarak: Sen de mi
buradaydın, merhaba! Bilip beklediği tatsız anılar kadar, beklemediği erkek gölgelerini de merak ve acıyla
görerek: Afedersiniz kardeşim, siz karımla nerede rsatlaşmış ya da tanışmıştınız?”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:11)
“M. de Charlus Jupien’e her baktığında, bakışına bir sözün eşlik etmesine dikkat ediyor, bu da,
bakışlarını, az tanıdığımız veya hiç tanımadığımız bir insana genellikle yönelttiğimiz bakışlardan son derece
farklı kılıyordu; Julien’e, adeta, ‘affedersiniz ama, sırtınızdan aşağı uzun, beyaz bir iplik sarkıyor,’ veya
‘Yanılmıyorsam siz de Zürihlisiniz, size antikacıda sık sık rastladığımdan eminim,’ diyecekmiş gibi bir sabitlikle
bakıyordu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11)
“Dışarda otuz yaşlarında bir adam durmaktaydı. Boyu Kern’den bir baş daha uzundu. Çok açık sarı ve
kıvırcık saçları, toparlak bir yüzü vardı. Elindeki gri kadife şapkayı sinirli hareketleriyle çevirip duruyordu.
‘Affedersiniz,’ dedi. ‘Ben de sizin gibi mülteciyim.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:304)
“...Tabii, tabii, sayılmaz ama zannediyorum konuya açıklık getirmek için daha özenli bir dil
kullanabilirdiniz, Affedersiniz sayın bakan, bir anda düşünmeden söyledim o sözleri, Tamam, tamam...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:52)
“HECTOR, tiksinmiş. - Vah vah! Büyük bir dolandırıcı, usta bir madrabaz bile değil.
MANGAN - Affedersiniz siz onu. Ben kaç kişiye külahını ters giydirmişim?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:132)
“EPIFANIA -... Artık ne istediğimi bilmiyorum. Bu, korkunç bir ruh durumudur. Oysa ben hep bir şey
istemesi gereken, her istediğini elde eden bir kadınım.
SAGAMORE - Kazanmada doğuştan usta bir kadın... Tamam... Aşkolsun! (Telefon çalar. Kalkar.)
Affedersiniz. (Masaya yaklaşır,dinler.) Ya? (Acele ile.) Bir dakika... kapatmayın. (Epifania’ya.) Kocanız bir
kadınla birlikte aşağıda. Beni görmek istiyorlar.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:17)
“Efsun bilmem kaç göbektir üstüne tek bir leke sürülmemiş aile şerefini bir çırpıda lekelemiş, bunca
yıldır gözbebekleri gibi korudukları haysiyetlerini yerle bir etmiş, kimin kızı olduğunu unutup, kenar mahalleli
hafif kızlar, hatta affedersiniz sürtükler gibi basit, adi bir yarışmaya girmişti.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:68-9)
Affedilmemek; Affedilememek : Kişisel, siyasal ya da dini nedenlerle (Papal) affedilememek, affedilmemek
“Çıplak Yatakta, Platon’un Mağarasında
Çıplak yatakta, Platon’un mağarasında,
Yansıyan far ışıkları yavaşça duvara kaydı,
Marangozlar çekiç salladı gölgeli pencerenin altında,
Rüzgar bütün gece perdelerin başını ağrıttı.
---------------------------------------------------Ah ademoğlu, cahil gece, zahmeti
Erken sabahın, başlangıcın gizemi
Tekrar ve yeniden,
Tarih affedilemezken.”
(Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08)
Affet beni; Affını rica etmek :
Kibarca ‘affedersiniz!’
“LOMOF - Bakınız problem ne. (Koluna girer.) Zatıalinizi, muhterem Stapan Stapanoviç, bir rica için
rahatsız ettim. Birçok defalar yardımınızı istemek şerefine erişmiş ve her defasında, nasıl arzedeyim... Fakat
affınızı rica ederim, heyecanımdan söyleyemiyorum. Müsaadenizle, muhterem Stapan Stapanoviç, biraz içeyim.
(İçer.)”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:11-2)
“Stepan Arkadyeviç hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı:
-Dolli! Çocukları düşün Allah aşkına, onların suçu ne? Suçlu olan benim, beni cezalandır. Kendimi
affettirmek için ne yapabilirim, söyle yapayım. Her şeye hazırım. Suçluyum, ne kadar suçlu olduğumu
anlatmaya sözcükler yetmez, biliyorum. Ama sen gene de affet beni, Dolli!”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:23)
Affınıza güvenerek, sığınarak : Önceden özür dilerim ki
“MEPHISTOPHELES -... Affınıza güvenerek ben onu, daima uçan, uçarak sıçrayan ve otların arasına
girince de hemen bilinen şarkısını tutturan, şu uzun bacaklı ağustos böceğine benzetiyorum. Hep otların arasında
kalsa gene iyi! O her pisliğe burnunu sokuyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:20)
“-... İşte o zaman afandım, Mister Rett’in delirdiğine karar verdim. Üstelik ne yiyor, ne içiyor. Bir de zil
zurna sarhoş! Ama hepsi bu kadar değil afandım. O aklını iyice oynatmış, zır deli olmuş.. Beni hemen kapı dışarı
etti. Affınıza sığınarak söylüyorum afandım, ‘s...tir buradan!’ diyerek beni odadan kovdu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1270)
Afi(l)li; Afi(l)lice : Gösterişli, çalımlı, kabadayı özenerekten (Argo)
“Usta bana Lazzeri’nin acemi oyunculardan biri olduğunu ve Grover’in sezon <mevsim> ortasında Cards
<Amerika’nın ünlü Saint Louis Cardinals beyzbol takımı> takımına verildiğini açıkladı. Bir gün önce tam dokuz vuruş <hit>
yapmış, Yank’sleri <New York Yankees beyzbol takımı> perişan etmişti; şimdi de Rogers Hornsby oyunu canlandırsın
diye onu yedek oyuncu kulübesinden dışarı çağırıyordu. Bizim ihtiyar ağır ağır girmiş oyuna, bir önceki gece
katıldığı içki alemi yüzünden hala fitil gibi sarhoşmuş, New York’lu afilliyi <çalımlı> biçivermiş.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:50)
“Maskeli Beşler yerinden seyirtip paketten bir tane <cıgara> çekti; dudağının kenarına iliştirdi. Ateş
için de etrafına bakınırken Kargaburun’un uzattığı çakmakla onu afillice bir tutuşturdu, derin derin içe nefes
çektikten sonra çakmağı iade ederken babacan bir tavırla ‘eyvallah’ dedi, sonra da eski yerine oturdu.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:52)
“İşte Şeytan uçurtması. Eski evimize yakın geniş meydanda, cami avlusuna doğru, büyük abiler,
ellerinde sicim yumakları, gövdeleri benim kadar, kuyrukları benden iki misli uzun, sarı, kırmızı, mavi kağıtlarla
bezenmiş çıtalı uçurtmalara havada dans ettiriyorlardı. Hulusi’nin uçurtması hepsinden afilli idi.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:88)
“Kel Mıstığın kamçısı beygirlerin yeleleri üzerinde gururla şaklarken afilli bir nara attı dosta düşmana:
‘Deheeee, arslanlarım!..’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:11)
“SEBAHAT ABLA
---------------------Mahallenin afilisi
Siyah meşinden ceketi
Yara gibi gülümserdi
Ah Eşref ağbi!”
(M. Mungan, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:69)
Afiyet, Afiyetle yiyin; Afiyet olsun : Keyifle, esenlikle, ağız tadıyla, sağlıkla;‘Yarasın’ anlamında da söylenir.
Yemek esnasında rast gelinirse ya da sofradan kalkarken genellikle kullanılan sözcük. Karşılığı da ‘Ziyade
olsun!’dur
“ ‘Cümleten afiyet olsun ağalar!’ dedi, kalktı. ‘Ziyade olsun. Yedik içtik. Allah bereket versin. Biz
yedik Allah artırsın, sofrayı bekçi kaldırsın. Şimdi bana müsade. Gidip yatayım.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:203)
“Seyis bunu beğeniyle izliyor, gördüğü her şeyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Önce kazandakiler ağzını
sulandırdı; bir başlasa, bunlardan birini rahat rahat boşaltabileceğine aklı kesmişti; sonra şarap tulumlarına
vuruldu; ve nihayet tavadaki (bu kocaman şeylere tava denebilirse elbette) yiyeceklere taktı kafayı. Neyse
uzatmayalım, daha fazla dayanamadı ve başını kaşıyacak zamanı olmayan aşçılardan birine yaklaştı,
‘tencerelerde pişenlerin tadına bakabilir miyim?’ diye sordu. ‘Kardeşim,’ dedi aşçı. ‘’Tanrı varsıl Camacho’ya
sağlık versin. Yiyecekten yana sıkıntımız yok. Git bir kepçe al, iki tavuk çıkar, ye, afiyet olsun!’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:539)
“Yemekten sonra sırtüstü yatıp bacaklarını içeri çekmeyi, kocaman bir ekmek parçasını ufak ufak
koparıp afiyetle midesine indirmeyi, arkadan bir sigara sarıp akşam yemeğine kadar kestirmeyi seviyordu.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek-Dayım Fred”, sa:96)
“ ‘Şnaps!’ dedim, meyhanecinin kırmızı ablak yüzüne doğru.
‘Duble mi olsun?’
‘Evet,’ dedim ve dışarıda on iki numaralı otobüsün geldiğini, Kate’nin bindiğini gördüm.
‘Afiyet olsun!’ dedi meyhaneci.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:165)
“RIDOLFO - Sinyor Eugenio olacak o deli ile sinyor Don Marzio ve kont ile dansöz, Pandolfo’nun
yukarki odalarında yemek yiyorlar.
TRAPPOLA, dışarıya çıkar ve yukarıya doğru bakar. - Oh, mükemmel! (Pencereye doğru.) Afiyet
olsun sinyorlar!”
(C. Goldoni, “Kahvehane” sa:85)
“Beni her gün yemek odasında görüyorsunuz, selam veriyorsunuz, gülüyorsunuz, Afiyet olsun deyip
gülüyorsunuz. Günün birinde böyle anlamsız, saçma bir mektup gönderiyorsunuz. Hı, yazarken yüreklisiniz ha?”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:54)
“Ömer: ‘Afiyet olsun çocuklar, yarasın!’ dedi. Babacan bir tavır takınmaya çalışıyordu.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:348)
“ ‘Bunlar paraları alınca giderler. Yolları açık olsun. Afiyetle yesinler. Paraları alınca gidersiniz öyle ya
İskender oğlum?’
‘Gideriz.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa.240-1)
a fond : (FR.) < a fon> : İncelemenin dibine kadar, inceden inceye; ‘Throughly’ (İNG.)
a forfait : (FR.) <a for’fe> : Anlaşmaylai kontrat’la; By contrat - (İNG.)
Aforizma : (Fr.: L’aphorisme (masc.) den alıntı: Özdeyiş, değerli söz ve fikirler; farklı şekilde tartışılabilir
değer yargıları
“Elinizde tutuğunuz bu kitapta, ‘Günah, ıstırap, umut ve doğru yol üzerine aforizmalar’ , Franz Kafka
tarafından, ekim 1917 ile şubat 1920 arasında, kısa süren iki yaratıcılık döneminde yazmıştı. O tarihlerde
Kafka’nın iç dünyası büyük yıkıntılarla karşı karşıyaydı: Ölümcül Boğaz Veremi’ne yakalandığını yeni
keşfetmiş, uzatmalı nişanlısı Felice Bauter’den ayrılmış; 1908’den 1922’ye kadar çalıştığı İşçi Kaza Sigortası
Şirketi’nden, hastalığından ötürü uzun süreli bir izin almiş ve ‘tek oğullarının’, ailesine ne evliliğini ne de ünlü
bir yazar olarak kabul edildiğini görme mutluluğunu tattıramayacağını artık kabullenmişti.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, önsöz)
Aforoz edilmek, etmek : Devre dışı bırakılmak, dışlanmak, görüşmeyi kesmek; Papa’nın ya da Katolik
kilisesinin birini dininden etmesi
“-... Manastırdan kaçalı, Papa’nın aforozuna uğrayalı on beş yıl oluyor...
-Kaçtın ha? Vay ana...
-Şimdi ben birşeye inanmam. Fakat, din bir illet gibi insanın kanına bir defa girerse bir daha
çıkmıyor.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:109)
“Saint-Symphorien papazı, güvenlik önlemi olarak aforoz edilmiş, ‘ayin yönetme görevinden çıkarılma’
yargısı giymişti. Kilise uluları, böylece, davanın son yargısını peşin peşin vermiş oluyorlardı.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:138)
“Langdon, ‘Ben bu saati <Kıyamet Saati> internette görmüştüm,’ dedi.
‘Evet, o <Dr. Zobrist> çizmişti ve büyük bir curcuna çıkmıştı. Ama en büyük karşıtları, Zorbist’in
Genetik Mühendislik, hastalıkları iyileştirmek için değil de yaratmak için kullanılırsa insanlığa çok daha yararlı
olacağını açıkladığında ortaya çıkmıştı.... Bu teknolojinin nüfus artışını sınırlandırmak için modern tıbbın tedavi
edemeyeceği hibrit <genleri karmaştırarak yeni hasta nesiller genleri üretmek> hastalıklar yaratmak amacıyla
kullanılması gerektiğini iddia etmişti.’
Langdon zihninde artan bir korkuyla, bir kez yayıldığında durdurulamayacak tuhaf, hibrit, ‘tasarım
virus’ görüntüleri canlandırıyordu.
Sienna, ‘Zobrist birkaç yıl içinde tıp dünyasının şerefli bir isminden, dışlanan birine dönüştü. Aforoz
edilmişti,’ dedi.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:268)
“- Manastırcığınızın bana nelere mal olduğunu ben bilirim! Onun yüzünden az gözyaşı dökmedim.
Havaleli karımı bana karşı kışkırtıyordunuz. Aforoz ederek yedi düvele kepaze çıkardınız beni.. Artık yeter
Pederlerim, yeter..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:135)
“ ‘Demek,’ diye özetledi Bernardo, ‘... Roma kilisesinin her türlü yetkesini yadsıdığınız, ne Papa’nın ne
de başka bir yetkenin sizinkinden başka bir yaşam biçimi öngöremeyeceği savını öne sürdüğünüzü; sizi hiç
kimsenin aforoz etme hakkı olmadığını..... öne sürerek, kendinizin ve başkalarının bedenlerini kirletip incitecek
her türlü her türlü davranışa izin verebileceğinizi itiraf ediyor musun? Konuş!’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:536)
“Ardından Fransızcayı kafa tutarak şarkılaştıran kaldırımların kızı çılgın lumpen unutulmaz Piaf.
Mezarına gene kilisenin aforozu yüzünden dini törensiz götürülmüştür. Her şeyi gözüpek, doyumsuz yaşamış bu
kadınların erkek olan kilise başlarında afaroz edildiklerini düşünmeniz doğaldır. Üstelik, siz hiç kadın papa
gördünüz mü?”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:57)
“Mısır beni topraklarından sürüp ve İtalya-Trieste’de zindana atarken, komünist çobanlar Avrupa
işçilerine, kendi sınıfıma beni ‘Romanya Sigurantsa’sının (gizli polis) adamı’, ‘burjuvaziye satılmış adam’ diye
sunarak aforoz ediyorlardı. Genel bir sessizlik içinde propagandalarını canlarının istediği gibi yürütebilmeleri,
insanın şu yeryüzünde ne kadar yalnız olduğunu kanıtladı bana. Hey gidi boş umutlar...”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“Utopia’nın rahipleri pek seçkin ermiş kişilerdir..... Uygunsuz bir davranış yüzünden onların önüne
çıkmak ve laf işitmek büyük ayıp sayılır. Suçluları cezalandırmak kralın ve öbür yargıçların işi ise de, rahiplerin
yol gösterme ve ayıplama yetkileri vardır. Ahlakça pek düşkün olanları da din törenlerinden yoksun bırakırlar.
Bu afaroz, Utopia’lıların en korktuğu bir cezadır.”
(Th. More, “Utopia”, sa:145)
“Düşünce insanların ve kaderin gözünden
Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım;
İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden,
Bahtıma lanet okur, yüreğimi dağlarım.”
(W. Shakespeare, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99)
“Peki, dedi Peter Antonio, Vatikan devreye girince sorun daha da karmaşık bir hal aldı. Vatikan
binlerce dindar İspanyol’un Cumhuriyetçiler’in kıyımına uğradığını, Bask Katolikleri’nin ‘Kızıl Hıristiyanlar’
olduklarını ve aforoz edilmeleri gerektiğini bildirdi. Bask’lar da aforoz edildi. Vatikan’ın görüşüne Claudel de
arka çıktı, şu ünlü Paul Claudel, Katolik yazar.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:113-4)
“Adam kıvranıyor, sarhoş kafasıyla bulabildiği kaçamakları sıralıyordu:
-Veremem... İşlerim iflasın eşiğinde... Olsa vermez miydim... Ant içiyorum...
Kadın sert bir hareketle onu durdurdu:
-Yeter, kes. En kısa zamanda aile meclisini toplayıp seni herkesin evinden aforoz ettireceğim. Dayılar
bunayınca hastaneye yatırırlar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:117)
a fortiori : (LAT.) < a for’tiori> : Daha zorlu bir nedenden dolayı; daha çok, ziyade; ‘For a stronger
reason; all the more so (İNG.)
Afra-tafra : Üstünlük taslamak, bu yolda oynanan oyunlar
“İşte bu tantanalı, afralı tafralı, Prusyalı Charlottenburg Sarayı karşısına düşen halk bitpazarında, anı
eşyası satar gibi savaşta çok genç yaşta ölmüş Alman askerlerinin fotoğraflı kimlikleri az bir paraya satılır. Bu
halk çocuklarının resimlerine bakarak savaşın şimdi artık salt sanatçıların yargılayacağı belleklerinde olmaktan
da öte suskun derinlikleri olduğunu düşünürsünüz.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:67)
“Yaşlı başlı saraylılar:
‘Aman canım, inanılır gibi değil,’ diye haykırıyorlardı. ‘Halasının pek gözde olması onun tamamıyla
başını döndürmüş... Ne var ki, Tanrıya şükürler olsun, bu uzun sürmez. Hükümdarımız bu küçük üstünlük
havalarını, afra-tafraları hiç istemez.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:527)
“Kitabı kendisiyle ters bir görünüm içindeydi, bu pırıl pırıl kitap saçma sapan şeylerle doluydu. Biraz
daha iyice şair olduğunu sandığım biri kitaba afralı tafralı bir önsöz yazmış, bu adam belki de ilerde çok büyük
bir şair olur diyor.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:132)
Afridun : (PERS. MYTH.) : Pers’lerin en ünlü yazarı şair Firdevsi’in ‘Şehname’sinde bahsettiği , ‘Dahhak
ile Feridun’<Afridun> şahların taht kavgasının ve mezaliminin ‘iyi’ hükümdarı. Türkçe’de: FERİDUN olarak
bilinir. Söylenceye göre Feridun’un büyük babası Cemşit, zalim olduğu için Dahhak onu öldürüp yerine geçmiş.
Bu sırada Feridun <Afridun> dağa kaçırılmış, çobanların elinde büyümüştür. Sonradan Dahhak da zulüm
yapmaya başlamıştır. Şeytan onun omuzlarını öpünce, omuzlarından yılanlar fırlamış. Dahhak, şeytanın aklıyla
bu yılanları yatıştırmak için bunlara iki yiğit beyni yedirirmiş. Gave ismindeki bir demirci, sıra kendi
çocuklarına gelince isyan etmiş. Deriden önlüğünü bir sırığın ucuna takıp sancak yapmış ve ahaliyi çevresine
toplayarak Dahkak ve adamlarının kökünü kazımış. Gave, bundan sonra Feridun’u bularak ona bağlılığını
bildirmiş
“Bir gün, o sultanın meclisinde Firdevsi’nin ‘Şehname’ kitabından ‘Dahkak ile Feridun’ bölümü
okunuyordu. Vezir şöyle sordu padişaha:
‘Feridun, kesesi bomboş, ordusu da dağılmışken, padişahlığa nasıl ulaştı?’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:47)
Afrodizyak : Cinzel arzuyu (libido) artıran kimyasal maddeler (ya da kimse)
“Başarımdan gerçekten mutlu olan tek kadındı, çünkü o çok ünlüydü ve şöhretin önemli olduğunu
biliyordu. Şöhret bir afrodizyaktır. Bir erkekle birlikte olmak ve başka birçok kadını seçme şansı varken bir
erkeğin kendisini tercih etmesi bir kadının egosuna iyi geliyordu.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:66)
Afsun; Afsun yapmak : Büyü, sihir; Büyü yapmak
“ ‘Sıtma,’ dedi bir tanesi. ‘Tam yedi yıl ben de böyle hem üşüdüm, hem de yandım. Sonra Göde
Mustafa geldi de beni iyi etti. Göde Mustafa Efendi hem kinin dağıtır, hem de afsun yapardı sıtmalılara. Kinini
de iyi gelirdi, afsunu da.’ “
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:60)
“ ‘Benim anne soyundan geldiğimi ilk senden işittim; benim adeta bir büyünün, bir afsunun etkisi
altında bulunduğumu, çocukluğumun belleğimden çıkıp gittiğini ilk sen keşfettin. İnsanları nasıl bu kadar iyi
tanıyabiliyorsun? Bu hüneri ben de öğrenemez miyim?’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:79)
Aftos : (YUN.) Sevgili, metres, nikahsız karı (Argo)
“Eve dönmeme de imkan yok. ‘Konsolosun kızı’ ile ‘Balıkçı Cemal’in aftos’u arasında mekik dokumak
için sinirlerim müsait değil.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:83-4)
“ROSA - Hı.. Hı.. Tabii.. Yalnız bu kadar da fazla. Bana göre hava hoş. Hastanenin önünde oturup
beklerim. Siz insanların kendi karılarını dışarı atıp aftosları içeri alın. Demokrasi bu mu?”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:24)
“Lazoğlu, gönülsüz gönülsüz güldü. Zekeriya Hoca, başını sağ omuzuna büsbütün eğdi:
-Yukarda Allah, aşağıda sen... Doktorun ne ağzına...
-Bizimkini gördün mü, bizim aftosu?
-Gördük.
-‘Bayram şekeri’ dediydik, almış mı?
-Almış.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:33)
Afur tafur yapmak : Çalım satmak
“Murks gafil avlandığı için bir an duraladı. Sonunda çok alçak sesle, ‘Çünkü bu benim işim değil,’
diyebildi. ‘İşi sizin yapmanız gerekiyor. Ben yalnızca işi berbat etmeyin diye göz kulak oluyorum.’
Delikanlı, ‘Yok canım,’ diye atıldı. ‘Peki bu afur tafurun nereden geliyor Patates kafa? Biz bu
çöplükte canımızı dişimize takıp çalışırken, sen nasıl oluyor da ellerini cebine sokup öyle dikiliyorsun? Ha?”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:139)
agapa ton plesion : (YUN.,PSYCH.,DİN) <agapa ton plez’yon> : Komşunu sev! - Love thy neighbor (İNG.)
a’gape : (YUN.,FEL.) Tanrısal, uhrevi sevgi; yakıp kül eden aşk. Aşai Rabbani ayini nedeniyle, ilk
Hıristiyanların düzenledikleri, dostluk bağlarını kutlayan ve kuvvetlendiren ziyafet; manevi sevgi; (YUN.:
brotherly love (Ing.) : Kardeşçe sevgi; şaşırmış, ağzı açık kalmış
“(1) PLATON’un felsefesinde, i y i l i k , g ü z e l l i k gibi ezeli, ebedi ve yetkin fikirlere duyulan,
zaman zaman ahlaki, manevi ya da tinsel bir temeli olan aşk için kullanılan Yunanca terim;
(2) Ortaçağ Hıristiyan felsefesinde, T a n r ı adına insanı ve insan insan aşkına Tanrıyı sevme tavrı..”
(A. Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:16)
“ ‘Ne tür bir sevgiden bahsediyorsunuz? Eros (şehevi) mu, Philos (beğenme, sevme) mu, Agape
(uhrevi, Tanrısal) mi?’
Adamcağız Petrus’a boş boş baktı. Petrus yerinden kalkıp bardağını doldurdu, kendisiyle birlikte
yürümemi istedi.
‘Yunanca’da sevgi anlamına gelen üç sözcük vardır,’ diye söze başladı. “Bugün iki insan arasındaki
aşkın bir belirtisini görüyorsun.’ ” ..... “Üçüncü sigarasını sararken, ‘Burada Agape’nin iki belirtisinden biri var,’
dedi. ‘Tek belirtisi değil, ama en saf belirtisi. Agape, tepeden tırnağa aşktır. Onu yaşayanı yakıp kül eden aşktır.
Agape’yi bilen ve yaşayan, dünyada sevgiden daha önemli hiçbir şey olmadığını anlar...... Agape, yakıp kül eden
aşktır,’ diye tekrarladı. ‘Martin Luther King, bir keresinde, Hz. İsa’nın insanın düşmanını sevmesinden söz
ederken, Agape’yi kastettiğini söylemişti.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:98;106-7)
Agarttha : (TAR.,MYTH.) <Agarta> : Kimilerine göre TİBET’te, kimilerinde göre de SRİ-LANKA’da, kadim,
mitolojik bir ülke
“Saint-Yves d’Alveydre, 1910’da yayımlanan bir yapıtında; Ferdinand Ossendowski de, 1920’de
Nepal’e yaptığı bir yolculuğu anlatırken, A g a r t t h a adında gizemli bir merkezden söz etmişlerdi. Bu ülkenin
içrek hiyerarşisinin başına ‘Dünya Kralı’ , ordusuna ise ‘Agarttha Tapınakçıları’ deniliyormuş. Başlıca
nitelikleri: a d a l e t ve b a r ı ş; birincil amaç : insanlar arasında u y u m s a ğ l a m a k.”
(U.Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe,603)
Agathusia : (COLL.) <Aga-tuzya> : Yardımsever intiharı; İyi kurban; Artık sonu gelmiş kimselerin
‘Euthenesia-Ötenazi’yi seçmeleri gibi (İ.E.)
“Sienna birden, ‘Kimin Agathusia’ya ihtiyacı var?’ diye fısıldadı.
‘Anlamadım?’
Sienna bakışlarını kaldırdı. ‘Sonunda Zobrist’in yazı başlığını hatırladım. ‘Kimin Agathusia’ya
İhtiyacı Var?’ idi.’
Langdon daha önce Agathusia kelimesini hiç duymamıştı ama Yunanlı kökenlerine dayanarak bir
tahmin yürüttü. Agastos ve : Agathusia... ‘iyi kurban’ demek olabilir mi?’
‘Sayılır. Asıl anlamı ‘herkesin iyiliği içinn kendini feda etmek’ demektir.’ Sustu. ‘Yardımsever intihar
olarak da bilinir.’
Ne var ki Langdon’un hatırladığı en korkutucu örnek, insanların yirmi bir yaşında intihar etmeyi kabul
ettiği bir geleneği anlatan, 1967’de yazılmış LOGAN’IN KAÇIŞI isimli romandaydı. İnsanlar sayıca
çoğalmadan veya yaşlanıp, gezegenin kısıtlı kaynaklarını zorlamadan gençliklerini dolu dolu yaşıyorlardı. Eğer
doğru hatırlıyorsa, Logan’ın Kaçışı’nın film versiyonunda, seyircinin on sekiz ila yirmi beş yaş aralığına
düşeceği kaygısıyla, ÖLÜM YAŞI yirmi birden otuza yükseltilmişti.”
(D. Brown, “Cehennnem”, sa:272)
a genoux :
(FR.,HUK.,DİN,SPOR> <a jö’nu> : Diz çökün! – ‘Down on your knees!’ (İNG.)
agent provocateur : (FR.,HUK.,DAVR.,PSYCH.) <ajan pro’vokatör> : Toplumdaki herhangi bir kargaşılıkta,
açıkça hiç bir menfaati olmamakla berbaer sırf galeyanı artırmak için etrafı kışkırtan kimse-kimseler; Suçlu bir
grubu izlemeye çıkan gizli polis ya da hükümet ajanının onların güvenini kazanması – ‘An undercover police or
government agent who gains the confidence of suspected criminals or members of an opposing group and
encourages them to commit crimes in which they are apprehended’ (İNG.)
Agnus Dei : (LAT., DİN) <Agnus Dei - Tanrının Kuzusu: Hz. İsa> : John the Baptist’in, Hz. İsa’nın kendisine
karşı geldiği andaki söylediği sözler – The Lamb of God; words uttered by John the Baptist when he saw
Christ coming toward him (John, I, 29,36). This is the part of a prayer in the canon of the mass. (İNG.)
(Dict. Of Foreign Phrases & Abbreviations)
Agora ; Agoraphobia : (LAT.) <Agora; Agorafobya> : Meydan, Pazar, toplantı yeri; Açık yerler fobisi
Agraphicus : (LAT.)
<agrafikus> : yazma bilmez kimse
“ ‘....Kütüphanecilik mevkii bunun için böyle tutkuyla isteniyor. Öyleyse Abbone de bir zamanlar
kütüphaneci miydi?’
‘Hayır, değildi. Ben buraya gelmeden önce Başrahiplşiğe atanmıştı o, otuz yıl oluyor. Daha önce
başrahip Rimini’li Paolo’ydu. Hakkında garip öyküler anlatılan garip adam: Doymak bilmez bir okur olduğu
anlaşılıyor; kitaplıktaki bütün kitapları ezbere bilirdi, ama garip bir kusuru vardı: Yazmayı bilmexdi; Abbas
agraphicus diye çağırırlardı onu. Çok genç yaşta başrahip oldu...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:476)
Agrigente, Agrigente akropolü : (ITA. MYTH.) : Sicilya’da eski bir lokasyon. Girgenti ırmağından üç
kilometre uzakta modern Girgenti limanı bulunur. Agrigente akropolü: Burada eskiden inşa edilmiş bir İspanyol
Akropülü. Ünlü YUNAN filozof ve düşünürü Empedokles, <M.Ö.493-435> (Bk.!) bu mahalde yaşamış ve
hayatını, Etna yanardağının kraterine atlamakla sonlandırmıştır. Diğer yandan, onun Penopeles’de sürgün’de
öldüğü de rivayet edilir. Akılcı bir düşünür idi.
“Modern Girgenti, loş bir İspanyol katedralinin hakim olduğu dar ve sıkışık evlerini antik Agrigente
akropolünün olduğu yerde inşa etmiştir. Penceremden, denize doğru yarısı kıyıda yer alan yıkık dökük beyaz
mabetler dizisini görüyordum. Yalnızca bu yıkıntılar bir parça serinliğe sahiptir. Onların dışında her şey kuraktır.
Su ve yaşantı, Agrigente’yi terketmiştir. Agregente’li Empedokles’in ilahi iksiri olan su, yaşayan varlıklar için o
denli gerekli ki nehirlerden, çeşmelerden uzakta olan hiçbir şey hayatta kalamaz.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa.42)
Aguş : Kucak
“Şvayk’ın hikayesi, arkadaki vagonlarda kopan şamatayla kesildi. Yalnızca Krumlov ve Kaşperske’den
gelen Almanlardan oluşan 12. Bölük böğürüyordu:
“Bekle, ciğerparem, bekle beni,
Döner dönmez aguşuna al beni.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:325)
Ağa : Köyün başbuğu, sahibi; Bey; Halkın saygı duyduğu, çevrenin ailenin en yaşlısı
“Atamanın biraz ilerisinde duran Taras Bulba;
-Sen bu işe ner dersin, ağam? Kukebenko doğru söylemiyor mu? diye sordu.
-Hem de çok doğru söylüyor! Anaların ne yiğitler doğurduğunu görüyorsunuz. Güç duruma düşmüş
birini azarlamakla, suçlamakla kimsenin eline bir şey geçmez. Hüner onu yüreklendirmek, onurunu
yükseltmektir.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:12)
“Bre ağalar, bre beyler
Ölmeden bir dem sürelim
Gözümüze kara toprak
Girmeden bir dem sürelim”
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:318)
“Hey ağalar gönül asla tek olmaz
Konar, göçer hiç kimseye yük olmaz
Can emanet bir kimseye yük olmaz
Bu dünyaya gelen gitmek içindir”
(Summani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:532)
Ağabey : Büyük erkek kardeş, abi; Dış dünyada dişini geçiremeyeceğin bir kabadayı
(Argo)
“Prens kılıklı, parlak Lehli, Ali’nin dediği kadar vardı. Bir çam kalası kadar haşmetli, kızıl, şaşırıp
kalmıştı. Bir şeyler mırıldandı. Baktı ki, Ali artık Almanca malmanca anlayacak vaziyette değil, güzel bir
Yüksekkaldırım Türkçesiyle:
-Aman ağabey! dedi, yözüm hakkı için, bir buçuk liram var, vereyim. Al, bırak yakamı.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:85)
“Ağabeyimin yolunu kesmek için korkuluğa doğru atıldı. Cosimo geldi ve Papaza tosladı, korkuluk
boyunca onu sürükledi. -Ufak tefek ihtiyar bir deri bir kemikti- hız kesme olanaksızlığı içinde her zamanki
hızının iki katıyla, Haçlı Seferine katılıp Kutsal Topraklara kadar uzanan atamız, savaşçı Pivasco del Rondo’nun
heykeline bindirdi.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:16)
“Yan yana durdular, yakışıklı ağabey baktı, Fatma gerçekten büyümüştü, üstelik güçlü görünüyordu.
Haradan bir at getirdi. Fazla yaklaştırmazlardı Fatma’yı haraya küçükken. O evin en küçüğüydü, üstelik yedi
aylık doğanıydı, ona bir şey olacak diye korkardı herkes.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:15)
“ ‘Böbürlenen oğlanlar,’ dedi Louis. ‘şimdi koskoca bir takım olarak kriket oynamaya gittiler. Hep
birlikte şarkılar söyleyerek büyük bir at arabasıyla uzaklaştılar. Defne ağaçlarının oradaki köşenin hepsinin
başları aynı anda dönüyor. Şimdi böbürleniyorlar. Larpent’in ağabeyi Oxford takımında futbol oynamış.
Smith’in babası Lordlar Kriket Klübü’nün yüz yıllık üyesiymiş...’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:34)
Ağaç kesilmek : Ağaç olmak (Tasviri, betimsel)
“Ağaç Kesildim, Yerde! <08.03.98>
Çam ağacı uykuya
doymuş,
gidiyor sanki,
yelde!..
Ben de, şaşkın
bakıyorum,
ağaç kesildim
durduğum yerde!”
(Mutalip Beppaev<d.1949>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 10.10.02)
Ağa keyfin bilir : Senin canın nasıl arzu ederse, Ağa sensin
“ ‘Bir kahve içersin öyle ya? Şekerli bi kahve!’
‘Sırası mı bre yeğen? Gayrı senin Çerçi Ağa’nda şarap kalmadı mı?’
‘Ağa keyfin bilir, şarap gelsin!’
‘Şaka ettim ipsiz... Ağanı bekleyelim...’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:37)
Ağarlamak; Ağırlamak : Misafir etmek, ziyafet çekmek
“1870’lerde bir kış mevsimi geçti anlatacağımız bu olay. Aziz Nikolay Yortusu’nun ertesi günüydü.
Yortu köyün kilisesinde topluca kutlanmıştı, ama ikinci sınıf tüccar Vasili Andreyiç Brehunoz kiliseyi bir türlü
bırakıp işlerinin başına dönemedi. Kilise yönetim başkanı olan tüccar, yortuyu daha sonra bir de evinde
kutlayarak akrabaları ve tanıdıklarını ağarlamak zorundaydı.” ..... “Bir gün önce zabıta amiri bayramlarını
kutlamaya eve geldiğinde, karısının onu doğru dürüst ağırlayamadığını anımsadı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:11;56)
Ağarmış yontu kılıklı : Yaşlanmış (grileşmiş), üstü başı pejmürde birine hakaret babında söylenir (Argo)
“Bill yabancının bütün ceplerini yokladıktan sonra iğrenerek geriledi:
-Bir altın saat bile yok, utanmıyor musun hiç? Ağarmış yontu kılıklı herif. Bu başgarson kılığıyla ve
kontlar gibi çalımla dolaşmaktan sıkılmıyor musun? Tren paran bile yok. Servetin nerede?”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:107)
Ağbi : Abi, ağabey
“Bunu Berenstain Ayıları çizgi film diskinden duyduğunu biliyordum. Ağbi Ayı ve Kız Kardeş Ayı
birbirlerine bağırırlarken Baba Ayı onlara şöye demişti, ‘Ne yapıyorsunuz siz?’ ”
(Earle P. Martin, Jr., “Sevgili Charlie”, sa:86)
“SEBAHAT ABLA
----------------------Rakıyı susuz içerdi
Sebahat ablayı sevdi
Ortalığı duman etti
Ah Eşref ağbi!”
(M. Mungan, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:69)
“Sonra birisinin kendisine seslendiğini duydu.
‘Vay Cevdet, nasılsın bakalım?’
Ağbiğsinin askeri tıptan arkadaşı Doktor Tarık’tı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:19)
Ağdalı : Ağır, tumturaklı, karmaşa,, anlaşılması güç; okkalı (sövgü); Macun gibi koyu sıvı
“Sinopsisi, Hollywood filmlerinin en abartılı, ağdalı diliyle yazdım. Madem bayağılık istiyorlardı,
bayağılığın dik alasını yazacaktım. O filmlerde kullanılan üslubu kavrayacak kadar çok fragman seyretmiştim.
Aklıma gelen her türlü basmakalıp sözü abartarak sıralayıp öyküyü yedi sayfalık bir vurdulu kırdılı, kan deryası,
teknikolor özet haline getirdim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:79)
“İngilizcem çok iyi değildir ama bana biraz ağdalı, biraz eski tarz geldi. İşin kötüsü, kelimesi kelimesi
düzyazı biçiminde yapılmış bir çeviri. O yüzden şiirselliği kalmamış. Ama hiç değilse işin özü – ve beni neden o
kadar uğraştırdığı hakkında bir fikir veriyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:165)
“Rose önce müziğe, ardından resme merak sarıp ikisini de beceremeyince şiir ve öykü yazmaya
yönelmiş, bunların bir kısmını da (hiç kuşkusuz babasının adı sayesinde) yayınlamayı başarmıştı; ama anlatımı
ağdalı ve hantaldı, Miriam’ın metninde yer verdiği bir şiirinde geçen, çok beğendiğim, ‘Şu garip dünya
yuvarlanıp giderken’ dizesi dışında yazdıkları en iyimser tanımla orta karar olmaktan öteye geçemezdi.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:47)
“Gökyüzüne bakıp da kuyruklu piyanoya benzeyen şu bulutun süzülüp gittiğini mi gördüm; hemen, bir
hikayemin bir yerine gökyüzünden kuyruklu piyanoya benzeyen bir bulutun süzülüp gittiğini koymalıyım diye
düşünürüm. Vanilya çiçeği kokuyor değil mi? Hemen mim koyarım: ‘Ağdalı bir koku, çiçeği dul kadın giysisi
renginde, bir yaz akşamı tasvirinde kullanılacak...’ ”
(A. Çehov, “Martı”, sa:57)
“Kapının yanında, paganların kurbanları için kullandıkları cinsten bir sunak vardı ve Baudolino
Konstantinopolis’te buna benzer birçok sunak kalıntısı görmüştü. Sunağın üzerinde çalı çırpı ve kuru dallar
vardı. Arzruni üzerine ağdalı ve koyu renkli bir sıvı döktü, koridoru aydınlatan meşalelerden birini alıp çalı çırpı
yığınını ateşe verdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:312)
“Christina mahçup gülümsedi, yatağa yaklaştı. Dikkatle, neredeyse hiç ses çıkarmadan oturdu.
Eldivenlerini çıkarmaya koyuldu. Hareketleri ağır, ağdalı, garip bir zarafete sahipti.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:117)
“Haklıydı. Sözlerimin anlamsızlığını hissettim. Sözlerim, yüreğimde günlerce büyümüş bir sitemi
içeriyordu. Ama bu sitemim anlamsızdı.
‘Evet, konuşuyorsun. Ama genellikle ağdalı dilin sabrımı taşırıyor. Üstelik seni anlayamayacağım bir
tarzda konuşuyorsun,’ dedim.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:109)
“Kitaptan aldığı parçaları öylesine ustalıkla seçmişti ki, kitabı okumayanların, evet kitabı
okumayanların, bu yazıyı okuduktan sonra söz konusu kitabın ağdalı, üstelik yerli yerinde kullanılmamış (soru
işaretiyle belirtmişti bunları fıkra yazarı) cümlelerle dolu olduğundan, yazarının da son derece cahil bir insan
olduğundan kuşkusu kalmazdı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:647)
Ağı : Zehir
“Nişancının önüne de bir bardak koymuşlardı. Onun içkisini bardağına Musa Kazım Ağaefendi koydu.
Nişancı şimdiye kadar ağzına hiç içki koymamıştı. Koskoca başıyla Ağaefendi onun bardağına içki koyar da bir
insan onu nasıl reddederdi! Ve Nişancı içkiyi reddedemedi, içki değil ağı olsa içecekti.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:218)
Ağına düşürmek : Tuzağına düşürmek, kandırmak
“Aslında, ormandaki bu karşılaşmayı tezgahlayan, adamı ağına düşüren Chantal’ın kendisiydi.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:23)
Ağır ağır : Yavaş yavaş, ağırdan alarak
“ÇOCUKLAR
<1942 Moskova yakınları>
Yanan köyde, ahşap evler yerle bir,
sanılır, üzwerlerine lav yağmış, çiğ düşmüş,
bir düşman kanatlısı koridoru andıran,
ortalığa atılı çelik bir akbaba ölüsü.
Evlerin kalıntıları soğuk ve dondurucu,
henüz pusarık dumanlar tütüyordu ağır ağır
ve bir sessizlik vardı ve demir uçucu
yatıyordu leş gibi alanın kar yığınında.”
(İrakli Abaşidze<1909-1992>-Hüseyin Uygun; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.03)
“Fakat bak, şurada bir ruh var, bir kenarda tek başına oturmuş bize bakıyor! En kestirme yolu bize o
gösterecektir.
Yanına gittik. Ey Lombardia’lı ruh! Ne azametli, ne hor gören duruştu o! Gözlerini ağır ağır ve ne
büyük vakarla hareket ettiriyordun.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:46)
“Bayram
<Dobromir Tonev’e>
Dizimi kırıp oturmadan daha, bakyollara düşmem gerekiyor yine
yükseğe, hep yükseğe - doğruca göğe.
Orada ağır ağır
şairin kanatlarını temizleyeceğim
küçücük bir fırçayla.”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“Hayatın Fotoğrafı
----------------------Savaş sözün karşıtıdır,
Cıva, sıçanotu ve ekşiyi karıştırırım,
Ey alfabeyi yok eden sana ve yöneticilerin olduğu yerde.
Uykunun tuğlalarından bir gökyüzü
Küf ufukta yayılır,
Toz ağır ağır çöker,
Kanla ıslanmış mendillerin üstüne.
Yıldız tarlasında kelebekler olmayacak,
Mitoloji yarasalara tutsak kaldıkça.”
(Aram-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.10)
“... hep tek başıma, hep önümde açık duran bir kitapla, yemek süresini elimden geldiğince uzatabilmek
için lokmaları ağır ağır çiğneyerek.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“69. İÇ MEKAN: GECE. IZZY’NİN DAİRESİ. YATAK ODASI.
Müzik devam eder.
Dahne IZZY’nin yüzünün yakın plan görüntüsüyle başlar. Yerde oturmuş, sırtını yatağa yaslamış,
televizyon seyretmektedir. Konuşma yok, sadece sahne boyunca ağır ağır gitgide artan müzik sesi vardır.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:158)
“Usta bana Lazzeri’nin acemi oyunculardan biri olduğunu ve Grover’in sezon <mevsim> ortasında Cards
<Amerika’nın ünlü Saint Louis Cardinals beyzbol takımı> takımına verildiğini açıkladı. Bir gün önce tam dokuz vuruş <hit>
yapmış, Yank’sleri <New York Yankees beyzbol takımı> perişan etmişti; şimdi de Rogers Hornsby oyunu canlandırsın
diye onu yedek oyuncu kulübesinden dışarı çağırıyordu. Bizim ihtiyar ağır ağır girmiş oyuna, bir önceki gece
katıldığı içki alemi yüzünden hala fitil gibi sarhoşmuş, New York’lu afilliyi <çalımlı> biçivermiş.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:50)
“1612 yılının sonlarına doğru..... incecik giysili bir delikanlı.....üstat François Porbus’ün evde olup
olmadığını sordu. Alçak tavanlı, avlumsu bir yeri süpüren yaşlı bir kadın, ‘Burada’ deyince, delikanlı saray
hizmetine daha yeni girmiş, kralın kendisine nasıl davranacağını bir türlü kestiremeyip üzülen bir insan haliyle,
basamakları ağır ağır çıktı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:11)
“SICAK KAN
---------------Sizin için kalktım birdenbire yerimden,
sizin için geldim ağır ağır. Bu tohum
bu karmaşık düzenli terkedilmiş bahçe,
her yeri ışıksız bu yabanıl orman sıkışıklığı
yılları delerek büyümüştü içimde.”
(Enis Batur<d.1952>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-Ataol Behramoğlu”, Cilt:2, sa:481)
“BİR ALAGEYİK
Kimsecikler yoktu gayet iyi hatırlıyoruz
Bir sabah biz erkenden geldik dünyaya
Ortalıkta büyük bir sessizlik vardı
Deniz kestaneleri ağır ağır nefes alıyordu”
(İlhan Berk<1916-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-Ataol Behramoğlu”, Cilt:1, sa:428)
“... zayıf suratlar, geceyi uykusuz geçirmiş gözler, babası çay tezgahında boşuna bir çabayla bira
almaya çalışırken çamaşır sepetinde biberonunu emen bebek. Sabah güneşi beyaz badanalı evleri ağır ağır pusun
içinden çekip aldı, bir deniz feneri gemiye karşı kırmızı-beyaz parladı, gemi ağır ağır soluyarak Dun Laoghaire
Limanı’na girdi. Martılar gemiyi selamladılar.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:17-8)
“FIRTINAYA TUTULMUŞ KERUBUS
Tanığım ben bu gece, ben, Kerubus, kılık değiştirmiş
ete kemiğe bürünmüş erkek...
Eğlentiden kaçtım, kimseye görünmeden...
(piyanoda çalınan uyuşuk ezgiler
ve ağır ağır dans edenler vardı içerde,
ılık fırtına gecesine açılmıştı pencereler...)
ben, Kerubus, sessizce çıkıp gittim,
kimseyle esenleşmeden...”
(Jörgen Gustava Brandt<d.1929>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.08.03)
“Karşısındaki zengin malikanenin demir parmaklıkları, güvenlik kameraları ve büyük bir bahçesi vardı.
Adresi yeniden kontrol etmek için yavaşlayınca, güvenlik kameralarındn biri ona doğru çevrildi ve kapının
kanadı geriye doğru açıldı. Arabasını garaj yolunda ağır ağır süren Katherine altı arabayla bir limuzinin durduğu
garajın yanına park etti.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:108)
“SADAKAT
<‘Liguria quasi una patria’
adlı yapıttan, s:56-57>
yol alırlar ağır ağır koklaya koklaya
Kuyrukları da her adımda
bırakmaz toprağı.
Geçerler yolu aldırmadan
trafiğe. Ya da onu durdurarak.
Hep hazırdırlar fışkırtmaya
belli aralıklarla
dört damla idrarlarını tekerleklere
ve duran arabalara.
-------------bakışları yumuşaktır
gözleri kırmızı halkalı
ve suya boğulmuşyaşlılara eşlik eden köpekler.”
(Piera Bruno-Süheyla Öncel; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.04.03)
“O gittikten sonra Naomi, sanki tek başına kalmış gibi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yine sanki
yıllardan beri süregelen bir adetmiş gibi, Vanğ Ana gidip onun elini tuttu, okşamaya, parmaklarından bileğine
doğru ağır ağır, hafifçe ovmaya başladı. Sonra diğer elini aldı. O da bitince hanımının başını iki avucunun
arasına alıp uzun uzun şakaklarını ovdu.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:42)
“İşte Gevrey-Chambertin İstasyonu geçti. Koridorda ise, kompartımanların birinden çıkıp ötekine dalan
garsonun beyaz ceketini görüyorsunuz; öbür yandaki pencereden, yeniden iri iri yağmur damlalarıyla, ağır ağır,
kararsız, titrek titrek, kimi zaman yok olarak, karmakarışık eğri çizgi demetleri halinde süzülen damlacıklarla
puslanan camın ardından, bir sütçü kamyonu, çizik çizik olmuş bir fon üzerinde daha koyu görünen, artık pek
seçilemez olan birtakım çizgilerin arasından hayal meyal süzülüp gidiyor.”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:95-6)
“Şimdi, ağaçlar kuşlarla dolmuştu. Toprak gölgeye girmeden önce ağır ağır göğüs geçiriyordu. Az
sonra, ilk yıldızla birlikte, dünyanın sahnesine gece inecek. Günün parıl parıl tanrıları gündelik ölümlerine
dönecekler. Ama başka tanrılar gelecek. Ve daha koyu olmak için, harap yüzleri topraktan doğacak.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:23)
“Araba, okula giden çocuklarla, çiğ renkli çiçeklerle süslü pamuklu sabahlıkları içinde ekmek ya da süt
almaya giden ev kadınlarıyla, küçük sergiliklerini katlayıp omuzlarına alarak öbür elleriyle mallarının bulunduğu
kocaman hasır küfeyle pazara gelen Arap satıcılarla dolmaya başlayan sokaklarda ağır ağır ilerlerdi. Birden,
yakalayıcının seslenmesi üzerine, yaşlı Arap dizginleri çeker, araba dururdu.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:115)
“Gözlerim kapalı, ağır ağır ayağa kalktım; her an başım dönecekmiş, yere düşecekmiş gibiydim. Ama
bu arada büyümeyi sürdürüyordum. Kollarım iki yana açılıyor, gövdem uzuyordu. İşte yeniden doğuyordum;
daha da büyümemi, daha da uzamamı, onu tüm dallarımla sarıp sarmalamamı isteyen koskocaman, parlak
güneşin içimi ve dışımı yıkaması için yanıp tutuşuyordum.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:40)
“O gece bir sokak aralığında düzleştirilmiş mukavvalardan birinin uzun yanını dam gibi üstlerine
yerleştirmeye çalıştı, ama rüzgar devirdi. Annesi gece boyunca öksürüp durdu, Michael’ı da hiç uyutmadı. Bir
seferinde devriye gezen bir polis arabası ağır ağır sokaktan geçerken öksürük duyulmasın diye K, elini annesinin
ağzına kapamak zorunda kaldı.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:37)
“İP
Cenazelerden daha hızlı gidiyorlar diye seviyorum
trenleri seviyorsam
son tango sen bir boru sesisin topu topu
dibinde bir koridorun
Kilitleri ağır ağır parmaklarıma geçiriyorum”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:23)
“Liza birden silkindi, sandalyesinden ayağa fırladı; atkısını, şapkasını, kürkünü aramaya başladı. O da
benden bir an önce kurtulmak istiyor gibiydi. İki dakika sonra paravanın arkasından ağır ağır çıkarak, durgun
bakışlarını yüzüme dikti.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:164-5)
“EVLİLİĞİN CENAZE MERASİMİNDE
Evliliğin cenaze merasiminde
Karım ve ben ağır ağır yürüdük
İki yanında cenaze arabasının,
Çocuklarımız yarışırken onun ardından...
Tabut boşaltıldığında
Dipsiz gömüte
Yarım daire oluşturdu çocuklarımız
Flütler ve blok flütler çalarak.”
(Paul Durcand<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.05.06)
“ <LONDRA’DA GECE’den> ‘.....Her gece buradan geçerken kahvenin girişinde durur, yaylı kapıyı
iter, sanki birini arıyormuş gibi içeride oturan insanları gözleriyle tarardı; ama asla içeri girmez, her gece
yalnızca canı sıkılmış gibi hafifçe omuz silkerek geri döner, yürüyüşüne devam ederdi. Daha sonra, ikiyi biraz
geçe, iki adam göründü, biri uzun ve güçlü, öteki daha ufak tefek ama sağlam yapılı. İri yapılısı her zaman
şapkasız olurdu, yüzü ufaktı, kıvırcık saç bukleleri geriye atılmıştı. Omuzları genişti, vatkalı palto giymesine
gerek yoktu. Arkadaşı karaydı ama İsrailliler gibi daha soluk cinsinden; abanoz saplı kocaman bir baston
taşıyordu, içine bir kılıç saklanabilecek kadar büyüktü. Ağır ağır, tedirgin ama soğukkanlılıkla yürüyorlardı.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:225)
“Mahzende böyle bir çeyrek saat kadar dolaştık. Lixandru son derece solgundu, dudakları sıkı sıkıya
kapalıydı. İlk önce bir duvara, sonra diğerine baktı, mumun alevini ayak altındaki kuma yaklaştırdı, duvarlara
elleriyle dokundu, kim bilir hangi işaretleri ararmış gibi avuçlarını ağır ağır üzerlerinde gezdirdi.”
(M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:87)
“Köylüler
<Gaithersburg, Maryland>
----------Cumartesi geceleri gelirdi Earl,
içkiden mahvolmuş yüzünü buruşturup
köprüyü geçtiğini haykırırdı,
midesinde kaynayan viski
nehrin üzerindeki köprüyü.
Burnu gibi bir tarafı yamulmuş arabasıyla
ağır ağır turlardı çevresinde pompaların,
dönüş işaretleri vererek amansızca.”
(Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06)
“Pazarlık konusunda kimse ona güçlük çıkarmazdı. Temizliğe gelince, tencerelerinin parlaklığı öbür
hizmetçileri umutsuzluğa düşürürdü. Tutumluydu; yemeği ağır ağır yer ve ekmeğinin kırıntılarını sofra
üzerinden parmağıyla toplardı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:6)
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde gümüş renkli bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.
Sular karardı, yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki, akşam olmakta.”
(Ahmet Haşim, ‘Akşam’ şiirinden)
“Koca sal, parlak güneşli Doğu’da dünyaya gelmiş ve Batı’nın karanlığında can vermiş bir tanrının
tabutu gibi, yaslı bir süzülüşle, ağır ağır kıyıya yanaşıyordu.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:304)
“Kuşetinde dikilip oturdu ve lumbozdan dışarıya bakınca ışıl ışıl aydınlatılmış all-turunculu koca bir
duvarın burunlarının dibinden ağır ağır süzülüp geçmekte olduğunu gördü. İlk aklına gelen şey, başka bir
gemiyle borda bordaya çarpıştıkları oldu.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:7)
“ ‘Peki amma bu yabancı adamın isteği ne?’
Kadın hayretle yüzüne bakıyor ve ağır ağır:
‘Bir balık yakalamak istiyor,’ diyor.
‘Ne? Bir balığı mı?’
Kadının ödü patlıyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:154)
“Ağır ağır konyağından içiyordu. Şimdi koyu yeşil, kurşuni çubuklarla kıvıldaşan iri gözbebekleri bir
çağsayışla yıkık yapraktı. Sevecen bir edaya bürünmüştü.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:80)
“Hayrullah Efendi her akşamki gibi, bayırına tek başına tırmanmaya başladı. Aklı, İnebolu’ya
gönderdiği kereste kayıklariyle motorunda idi; bu fırtınanın kendisine zararlı olabileceğini düşünerek
tasalanıyordu, canı sıkılmış bir halde, etrafından habersiz, başı muşambasının kukuletasına gömülü, elindeki
elektrik fenerini yoluna yansıta yansıta, ağır ağır çıkıyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Bir Saldırı”, sa:167)
“BOŞLUKTA SOLUYAN HÜCRELER
-----------------------------------------------5
Ve hayali
ağır ağır yürüyen düztabanın
tunduranın üstünde
bıçaklanmış içerden iki kez,
ardımda kan izleri bırakarak,
onu sıçratarak hangi yana sendeleyecek
olursam olayım,
ne önemi var ayılara özgü döngünün,
hangi yalnızlık dansına girişsem,
hangi yerçekimine yakalanmış sıçramaya,
hangi yorgun argın yürümeye, hangi inlemeye”
(Galway Kinnel<d.1927>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.07.04)
“Terütaze, sarışın, ağır ağır konuşan, kendilerini açıkça ama yavaştan ortaya koyan kişilerdi; öyle ki,
insan gözlerindeki bakışın kahkahadan öfkeye; hava değişirken gökyüzünün kararsızlığı gibi, masmavi ışıklı bir
kahkahadan, sert, mavi bakan bir öfkeye dönüştüğünü izleyebilirdi.”
(D.H. Lawrence, “Gökkuşağı”, sa:9)
“Yağmurlar
1.
Korku
Ağır ağır varıyor yorgun atlar varıyor meydanlığa
unutulmuş dilin o uzak ve önceden sezinlenen uğultusu
Tepiniyorlar hiç durmadan kapalı pencereler önünde
yalnızlar
şaşkın şaşkın tepiniyorlar boğuk sesler çıkararak nalsız
toynuklarıyla
senin üzerinde en kaygan ve yapışkan uysal toprak
tepiniyorlar karanlığa karışarak”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.04.05)
“Tırtıl böceğine benzeyen güçlü bir romorkörün çektiği dev vapur, görkemli bir şekilde, ağır ağır
limandan çıkıyordu.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:188)
“KUMSALDAKİ PENGUEN
----------------------------------Korkuyor şimdi penguen, tertemiz, dupduru
dalgalardan
Dönüyor, yürüyor ağır ağır geriye, sarı kumlara
doğru,
Tarifsizce uyanık, yenmişken üzgün.”
(Ruth Miller <1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
“JONES - (Artık adamakıllı ileriye çıkmıştır. Karaltısı hayal meyal farkedilebilecek bir yerdedir.
Pantalonu o derece yırtılmış ve kopmuştur ki, geriye kalan parçaların edep yerini örten bir bezden farkı
kalmamıştır. Kendini boylu boyunca yüzükoyun yere atar. Sıfırı tüketmiş bir halde, nefes nefesedir. Kapalı yer
ağır ağır aydınlanır gibidir.)
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:56)
“O sarı yağmur hiç durmadan ağır ağır yağarken yüzlerce martı bana kıçlarını dönmüşlerdi ve
aralarında gak vak konuşarak bir şey bekliyorlardı..... Bazen, martılar hep birlikte ağır ağır göğe yükselirler. O
zaman kanatlarının uğultusu yağmurun uğultusuna benzer.”
(O. Pamuk, “Öteki Renkler”, sa:56)
“Plaja gelince insanı aptallaştıran o uğultuyu duyunca ve o et yığınını görünce, gene, suçu, günahı,
şeytanı düşündüm. Kıpır kıpır kıpırdanan bir et yığını: Arada bir bu yığının içinden renkli bir deniz topu ağır
ağır yükseliyor ama, sonra gene geri dönüp aralarında kayboluyor, sanki bütün bu suçtan ve günahtan kurtulmak
istiyor, ama kadınlar bırakmıyor onu.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77)
“BİR NEHRE ATILAN CENAZE
<1949>
---------------------------------------ihtiyar bir kadın gelip durdu kapıda
annem
ana oğul cenazeyi kaldırdık
ben ayaklarından tuttum o başucundan
ağır ağır indirdik
attık Yang-tse nehrine
kuzeyden akıyordu ordular ışıl ışıl”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:24)
“Adam, gölgeden iskeleyi geçti, hayatın alacakaranlığında yavaş yavaş sallanan ve artık demir alarak
ağır ağır buralardan uzaklaşmaya başlayan gemiye bindi. Etrafındaki oda, yumuşak bir karton kutu gibi akıntıya
kapıldı, dağıldı ve döne döne uzaklaştı.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:507)
“İşte oğul şimdi babasının karşısındaydı. Yaşlı adam, karşısındaki gencin görkemine karşılık vermek
ister gibi oturduğu yerden ağır ağır kalktı. Yüzbaşı Trotta hemen yanına sokulup babasının elini öptü. Baba da
oğlunun alnından ve yanaklarından öptü. ‘Otur, şöyle!’ dedi yaşlı adam.
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:14-5)
“PAŞA, kanepede, kendisini tanıdığım ve hatırladığım gündenberi oturduğu tarafta oturuyordu. Salonda
akşam karanlığı arttığı için, kendisine pek yakın olduğum halde yüzünü göremez olmuştum. Bakışlarını,
gülümseyişlerini ve yüzünün kımıldanışlarını sesinde bulmaya çalışıyordum ve ağır ağır konuşuyorduk.”
(P. Safa, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, sa:18)
“Kümes hayvanları sabah uyanıyor ve kimseyi işbaşında görmüyor. Dünya ne kadar değişti, diyor
tarlakuşu. Çok yüksekte ağır ağır tur atan çaylak kuşu ise, dünyanın tarlakuşunun düşündüğünden çok daha fazla
değiştiğini söylüyor, salt erkekler sekiz saat çalışıyor diye değil, karıncalar çok iyi biliyor, çok şeyi gördüler ve
bellekleri de iyi, sürekli birlikte dolaştıkları için, şaşılacak bir şey değil bu.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:293)
“Yemeklerini bitirdiler, acele etmeden yola koyuldular, Deux Chevaux ağır ağır ilerliyordu, yolda çok
az trafik vardı, herhalde petrol sıkıntısı yüzünden, az benzin yakan bir arabaya sahip oldukları için şanslıydılar.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:135)
“Mösyö Darbédat kollarını iki yanına salıverdi, başını eğip sustu.
-Charles, dedi karısı kaygıyla, bunu sana söylemeliydim. Ama kendime de saklayamazdım
-Çocuğumuz, dedi adam ağır ağır. Bu deliyle! Üstelik adam onu tanımıyor artık, Agathe diye
sesleniyor. Kızın duyması gereken duyguyu kaybetmiş olması gerek.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:46)
“-Eve!.. Eve!..
Eve gözünü açmadı, büzülmüş yanaklarıyla uykuya dalmıştı.
André doğruldu ve başını, üzerinde bir su bardağı bulunan masaya çevirdi. Cebinden küçük bir şişe
çıkardı, şişeyi bardağa yaklaştırdı, ağır ağır akıttı içine.
O sırada Eve başını oynatınca, André şişeyi hızla cebine koydu; sert ve keskin bir gözle, uyuyan
karısına bakmaya başladı.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:6)
“Tam o sırada, hayvanların bulunduğu çadırdan dört tane görkemli beyaz at ve zavallı, yorgun bir eşek
çıktı. Dans eden kadın kırbacını şaklattı ve atlar şaha kalkarak hızla dönmeye başladılar. Eşek maymunların
kafesine yakın bir yerde durmuş, ağır ağır kuyruğunu sallayarak sinekleri kovuyordu.”
(A. Tabucchi, “Düşlerin Düşü”, sa:22)
“Bir boğa gibi, ağır ağır ve güçlükle soluk alırdı. Bir odada, her şeyi kırmaktan, devirmekten sakınır
gibi yavaş, dikkatli, sinsi sinsi ve yan yan yürürdü. Gerçekten Herkül gibi güçlüydü.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:13)
“Şenlik ateşinin dilleri, gri gökyüzünün ağırlığını üzerinde yükselten, onu yumuşak maviden
milyonlarca atoma dönüştüren bir tek buğuda, akkorda eridi ağır ağır. Denizin yüzeyi saydamlaştı usulca, koyu
çizgiler silininceye kadar küçük küçük dalgalanarak, parıldayarak uzandı.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:6)
“Eli ağır ağır yanına düştüğü zaman da, ‘Artık sonuna erişmiş olmalı,’ diye düşündü. Sanki o heybetli
vücudundan aşağıya menekşelerle zambaklardan örülmüş bir çelengin düştüğünü görür gibi olmuştu; çelenk ağır
ağır, dalgalana dalgalana en sonunda yere düşmüş, olduğu yerde hareketsiz kalmıştı.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:335)
“Ağır ağır, gözleri karanlığa ancak alışarak, epeyce kokladıktan, patileriyle yokladıktan sonra Flush
çeşitli eşyaların dış çizgilerini derece derece ayırdetmeye başladı. Pencerenin yanındaki o kocaman şey gardırop
olmalıydı. Onun yanındaki şeyin şifonyer olması akla yakındı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:24)
“Her şey dingindi. Neredeyse gece yarısıydı. Ay kırların üstünde ağır ağır yükseldi. Işığı toprağın
üstüne bir hayalet şato dikti. Malikane bütün pencereleri gümüşe bulanmış duruyordu. Ne duvar vardı ne varlık.
Her şey hayaldi. Her şey dingin. Her şey ölü bir kraliçeyi karşılamak üzere ışıklandırılmıştı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:213)
“... buğdayı her serpişinde, boyuna savrulan sarı taneler arasında, Jean’ın, sırtında eskitip durduğu
emireri ceketinin iki kırmızı şeridi parıldadığı görülüyordu. Jean, önde, tek başına, iriyarı endamı ile yürüyor,
arkasından, iki beygir koşulu bir tırmık, ağır ağır ilerleyerek tohumu toprağa daldırıyor, bir sürücü de, elindeki
kırbacı ölçülü aralıklarla şaklatarak hayvanları sürüyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:3)
“Düşünmesi zahmetli, anlaması yavaştı: Her yeni düşünce, kalın bir kevgirden geçiyormuş gibi ağır
ağır içindeki duyarlığa damlardı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Leporella”, sa:67)
“(Hyde Park) Parkın belirli köşelerinde büyük çayırlıklar var. Gözün alabildiğine uzanan bu alanlar
huzur dolu birer ‘yeşil göl’. Üzerlerindeki ağaçlar hafif bir rüzgarda, demir atmış gemiler gibi ağır ağır
sallanıyor, yaprakları oynaşıyor. Çayırlık alanların değişik köşelerinden ağaçlıklı yollar bir yerlere uzanıyor, inen
sisin griliğinde ağaçlar kaybolup gidiyor. Burada huzur nefes alıyor.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:63)
Ağır aksak : Yavaş yavaş (yürüme, konuşma, davranma, akma); Türk musikisinde (9) zamanlı(vuruşlu),
<düüm sağ el,2) te<sağ el,1>-ke<sol el, 1>, düüm<sağ el 2> teek <sol el, 2>, tek <sol el 1 zamanlı> ağırca
giden bir usul: 9/8’li ‘normal aksak’, 9/4’lü ‘ağır aksak; Yavaş yavaş, keyfince. (İ.E.)
“Kendisiyle ilgili tek söz etmeden, Nashe ve Pozzi’nin yaşamlarıyla ilgili tek soru sormadan, en ufak
bir öfke, merak ya da neş’e belirtisi göstermeden, hep o ağır aksak haliyle işini görüyordu.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:125)
“Bir çelik öküzle bir ince inek koşulu kağnı gıcırtılı sesler çıkararak, Sazlıyer’deki harımlara doğru,
ağır aksak ilerleyip gidiyordu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa: 17)
“Pilot kabininden ağır aksak çıkan Aringarosa yeniden koltuğuna oturdu. On beş saniye sonra, pilotun
kuzeye doğru birkaç derece döndüğünü hissetti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:346)
“ÇANLAR
III
Usulcacık, ağırdan aksaktan,
Gidiyorum Bastabales yolunda
Suskun bir akşam vakti.
Gönlümün yolunda;
Güneş batmadığı sürece,
Kıyıda bir taşa çöküyorum.”
(Rosalia de Castro<1837-1885>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.09.04)
“Arabacı öküzlerini koştu, Don Quijote’yi bir ot balyasının üzerine yatırdılar, hayvanların o ağır aksak
yürüyüşüyle yola düştüler; Papaz rehberlik ediyordu; altı gün sonra köye geldiler….. Herkes arabada ne var diye
meraklanıp koşuyor, hemşerilerini tanıyınca, apışıp kalıyordu. Küçük bir çocuk da eve gitti, Kahya kadınla
Yeğen’e, Don Quijote’nin bir öküz arabasında, otlar üstünde, yüzü solmuş, tiridi çıkmış halde geldiğini söyledi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:410)
“BİR KADEH ŞARAP
<Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den>
Şarap tek taçyapraklı camdan bir çiçektir.
Dünyayı yer tutmuş onca yaratık arasında, hafif şiddetine
borçludur, şarap en dirençli kırılganlığını.
Sıvıların açıklı koyulu ülkesinde, hükmü şerbetlerden
ağulara uzanan şarap, gizem dolu bir yer tutar. Şarabı
tanımlayan özeliklerin gücü ve uyku yükü onu insan kanına
benzetir.
Canlıdır, evet, ama ağır aksak.”
(Rafael Courtoisie<d.1958>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”,
14.08.08)
“DON JUAN’IN KENTİ
Yola düşmüş, gidiyorlardı ağır aksak,
Körler, koltuk değnekliler, guatrlılar, kanburlar,
Jandarmalar ve sarhoşlar.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:124)
“Askeri becerilerinle korumakta olduğun bu sessiz kitaplıkta sultanlar gibi keyfince uyuyabilirsin,
Hamilcar! Çünkü sen bir Tatar savaşçısının korkunç görünüşünü bir Şark dilberinin ağır aksak zaferiyle
bağdaştırmayı beceriyorsun. Kahraman ve tutarlı Hamilcar.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:7)
“SOLANGE - Peki hanımcığım, ama bunu gene sizin iyiliğiniz için yapacağım. İşte mutfağıma
dönüyorum. Eldivenlerimle, bulaşıkların kokusu beni orda bekliyor. Musluğun ağır aksak ıslığı da orda. Sizin
çiçekleriniz varsa benim de bulaşıklarım var.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:17)
“NEFRET BİLDİRİSİ
-------------------------Ama hepsi bu değil, ey ağır aksak hayatın egemen
kenti.
Saklanan, ürken belki de otuz bir çeken düzünelerle
ödlek var, kavramların, kıskançlığın ve kargaşanın
çocukları, ‘ben işimi bilirim’ ayağına yatmış gençler,
kendi orgazmlarına terk edilmiş yıkıntılar
aşağılık, kendi sıkıntılarının sakızını çiğneyen,
bize çok uzak kitaplarda derin düşüncelere dalmış
çarpık kopiller.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“Karşı yakada Karmen <opera> alabildiğine gidiyor; arada bir flütlerin bülbülleşen nağmeleri sanki
yanıbaşımızda ötüyorlarmış gibi kulaklarımızı nefesliyordu. Opera yarıya gelmişti; klarnetlerle fanyollar ağır,
yalvarıcı, gevrek nağmelere dökülmüşlerdi; davulla birlikte trampetler bu nağmelere tek değnek ve ağıraksaklı
bir tempo tutuyorlardı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:9)
“Bir at kadar ağır aksak giden o minicik oyuncak trenle Colombia Limanı’na gittik. Bocas de
Ceniza’nın dibi taranmadan önce tüm dünyanın ülkeye giriş yaptığı çürük çarık ahşap iskelenin yanında öğle
yemeği yedik.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:95-6)
“Mendillerine koydukları azık bir parça sucuktan, yirmi santimlik ekmekten ve bir litre kötü şaraptan
ibaretti. Köyden çıkar çıkmaz da artık ağır aksak yürümeye ve konuşmaya başlarlardı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:106)
“DÖNÜŞ
---------Hep eskisi gibi eğri ve dar mı
ak taşlı arnavutkaldırımları,
acaba hep öyle yoruyorlar mı
ağır aksak giden arabaları?
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“Flush, Mrs. Browning’in dizlerine uzanmıştı. Yaylı gitti de gitti, gitti de gitti, Apeninlerin tepelerini
ağır aksak tırmandı. Mrs. Browning zevkten kendinden geçmişti. Onu pencereden söküp almak mümkün değildi.
Tüm İngiliz dilinde, duygularını yeterince dile getirecek sözcük bulamıyordu. ‘...o dörtbaşı mamur neredeyse
önümüzde bir rüya gibi açılan Apeninler manzarası...’ ”
(V. Woolf, “Flush”, sa:106)
“Neye gülüyordu bu insanlar? Besbelli, köyün delidi Albert’a. Ona özel bir kılık ayarlamak
gerekmemişti. Çıkıp gelmişti, rolünü kusursuz bir biçimde oynuyordu. Çimenlerin arasında ağır aksak yürüyor,
sözümona ot biçiyor, çapa sallıyordu.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:78)
Ağır basmak : Etkisini göstermek, bir karar ya da görüşü kuvvetlendirmek
“ ‘Bununla beraber Atatürk’ün çevresinde olduğu gibi Köy Enstitüleri’nde de için için ya da açıkça
sağcı olanlar vardı. Hatta sonunda ağır basanlar da onlar oldu. Çamur atmalar, kara çalmalar onlardan geldi.’ ”
(A. Cemal, “Hayattan Çevirdiklerim”, sa:33)
Ağırbaşlı; Ağırbaşlılık : Tutum ve davranışları olgun, ölçülü, saygıdeğer kimse, Efendi, kılık kjıyafeti, tahsil
terbiyesi yerinde, ciddi; Öyle bir davranış
“Bununla brlikte, içinde bu öfke -sanıyorum ki- hep vardı. Düzenli görünen, ama aslında içinden yıkılan
evi gibi, bu adamın kendisi de ağırbaşlılığı içinde dingin, neredeyse doğaüstü biriydi, ama yine de içindeki
kuduran, durdurulamayan öfkenin gücüne yeniliyordu. Bütün yaşamı boyunca bu güçle karşılaşmamak için
uğraşmış, onu sollamasını sağlayacak bir tür otomatik davranış biçimi geliştirmişti <Klişe sözleri önceden
hazırlamıştı>.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:41)
“CEHENNEMLİK KADINLAR
-------------------------------------Kimi, ermiş Antoine’ın, nazardan çürümüş,
Lavlar gibi kızgın mor memeler gördüğü
Hayaller kaynaşan kayalara yürümüş
Kızkardeşler gibi ağırbaşlı, görgülü.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:215)
“Eiffel Kulesi’nin güney direğinden çıkan asansör turistle doluydu. Tıklım tıkış asansördeki takım
elbiseli ağırbaşlı işadamı, bakışlarını yanındaki erkek çocuğuna indirdi. ‘Benzin soluk oğlum. Aşağıda
kalmalıydın.’
Endişesini kontrol etmeye çabalayan çocuk, ‘İyiyim...’ dedi. ‘Bir sonraki katta inerim.’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:15)
“(Haham) şimdi sanki etten, kemikten sıyrılmış, yalnız ruhtan ibaret bir varlığa benziyordu. Gözlerini
kaybettikten az sonra ağaran saçları o nurani beyaz yüzüne bir çerçeve çiziyordu. Uzun beyaz sakalının üzerinde
yükselen burnu ile, içeri kaçmış göz çukurlarıyla ağırbaşlı, sakin bir hali vardı.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:13)
“Papazla birlikte yediğimiz yemekler ancak uzun söylevlerden sonra başladı, kaşıklarımızın gidiş gelişi
ağırbaşlı, değişmez ve sessiz olmalıydı.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:12)
“Başka bir kadın: ‘Ölmek için böyle koşmak gülünç.’ Bir kız nişanlısına yaslanmış ağlıyor, erkek
ağırbaşlı. Hiçbir şey söylemiyor. Dumanlar, bağırışlar, sarsıntılar. Tren gidiyor.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:117)
“Blanca, babasının yokluğunda, bütün servetini kendisine bağışlamak isteyen ve yedi yıl uzak kaldıktan
sonra yeniden kavuştuğu, çok sevdiği ağabeyinden ayrılamamıştı. Don Carlos’un, ulusuna özgü bir yiğitliği ve
ağırbaşlılığı vardı. İlk silah deneyimlerini aralarında yaptığı Amerika fatihleri gibi sert ve savaşçıydı.
Magriplileri yenen İspanyol şövalyeleri gibi dindar olan bu genç, yüreğinde Hıristiyan olmayanlara karşı
Seyyit’den aldığı bir kin besliyordu.”
(F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:49)
“Çamurun içinde düzgün, geniş bir çukur kazdım. Büyük bir ağırbaşlılıkla, ellerimi toprağa koydum ve
törensel sözleri söyledim. Karım, yanıma gelerek, on yıldan fazla bir zamandır kullandığım, yüzlerce tılsımı
gerçekleştirirken büyük yardımını gördüğüm kılıcı bana uzattı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:17)
“Gelenlerin çoğu, ev sahibiyle aynı kuşaktan, ağırbaşlı, güvenilir. Yaşlı bir kadına özellikle saygı
gösteriliyor; Petrus, üzerinde mavi takım elbisesi ve cafcaflı pembe gömleğiyle yolun ta aşağısına kadar inip
kadını karşılıyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:148)
“Silahçı Costecalde’nın dükkanı her gün, saat üçten dörde kadar ayak üstü tartışmalar yapan şapka
avcılarıyla dolup taşardı. Bu gürültülü kalabalığın tam ortasında, dişlerinin arasında bir pipo, yeşil bir meşin
koltuğa oturmuş, ağır başlı, şişman bir adam göze çarpardı. Tarascon’lu Tartarin işte bu, Hazreti Süleyman’ın
yüceliğiyle bütünlenmiş bir Nemrut olarak, tartışmalara şaşmaz çözümler getirirdi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:15)
“Grigori dış görünüşü bakımından soğuk, azametli, az konuşan bir adamdı; son derece ağırbaşlıydı,
laflar ağzından dirhem dirhem dökülürdü.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:141-2)
“Tekdüzelik mi? Bu da olabilir. Durmadan dövüşüyorlar; eskiden de, şimdi de, her zaman dövüştüler ve
dövüşecekler. Yalnızca bu örnek yetmez mi tekdüzeliğe? Kısacası, insanlık tarihine her şey, hatta bir
muhayyilenin uydurabildiği her şey yakıştırılır da, ağırbaşlılık yakıştırılamaz. Daha söze başlamadan sözünüz
ağzınıza takılır.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:44)
“Her ne olursa olsun, neyi reddettiğini bilmek istiyordu. En sonunda ‘Nedir bütün bunlar?’ diye sordu
ve Dombey oltasına balık vuran balıkçı gibi aniden oturduğu yerde dikleşti. Bir sigara yaktı ve uzun kollarını
uzatarak gerindi. Methuen oturduğu yerden ağırbaşlı bir şekilde ona baktı ve ‘Bana kısa bir özet ver,’ dedi, ‘ve
sonra da ben tiyatroya gitmek üzere sıvışayım.’ ”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerine Beyaz Kartallar”, sa:13)
“Dudaklarının ucundan sürekli olarak bir tür ıslık çıkıyordu. Pécuchet’nin ağırbaşlı havası Bouvard’ı
etkiledi. Sivri tepesini örten kaküller öylesine düz ve karaydı ki, peruk takmış diyeceği gelirdi insanın.”
(G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:18)
“ ‘Siz yaparsınız, insan bundan hoşnut olabilir, Roswitha.’ Çoğunlukla ağır başlı bir adam rolünü
oynayan Kruse, gittikçe şakacı bir tavır takınmak ister gibiydi ki, birdenbire hanımefendiyi gördü; Effi, o gün
korunun öbür yanından gelmişti; tam o anda çiti geçiyordu.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:118-9)
“Angélique ağır başlı bir kadındı. Amacı işten kaçmak değildi. Ama tavuk kesmek evin efendisine
düşen, şerefli bir işti. Köyden gelmiş, hayatı boyunca küçük burjuvalara hizmet etmişti. Geleneklere aşırı
saygılıydı.”
(A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:5)
“Babam masasındaki yerine oturmuştu. O zamanlar kaç yaşlarındaydı? Kırkını geçmişti sanırım.
Anadolu savaşı biteli beş altı yıl olmuştu. Orta boylu, tıknaz bir adamdı. Bakışları etkili ve ağırbaşlıydı.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:7)
“ARABADA YOLCULUK - Beni fazla ağırbaşlı kalmak zorunda bırakan kent giysilerimi bıraktım.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:78)
“ ‘İnşallah böyle bir şey yoktur,’ dedim ona.
‘Böyle söylemek alışılmış şeydir zaten!’ dedi. Ama bunu o kadar ağırbaşlı bir gülümsemeyle söyledi
ki, iç dünyasına ne kadar gömülmüş olduğunu anladım ve böyle saçma sapan sözler söylediğim için kendi
kendime kızdım.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:17)
“Şurası bir gerçek ki, Corydon, hatta biraz da ağırbaşlı özentisi taşıyan kusursuz tutumuyla da bu
sıkıntıyı vermekten uzaktı. Beni aldığı odada gözlerim, uzmanların sapkınlarla ilgili her şeyde buldukları ve
ısrarla hiç de aldanmadıklarını söyledikleri bu kadınlaşma belirtilerini boşuna aradı durdu.”
(A. Gide, “Sapık Sevgi” <Corydon>, sa:11)
“Ağır başlı Çurka, Viyahir’e:
‘Hadi bize gel, annem sana okumayı öğretir,’ dedi.
Aradan çok zaman geçmedi. Viyahir, burnu havada, sokak tabelalarını sökmeye başlamıştı:
‘Kabbal dükkanı...’ Çurka düzeltirdi:
‘Kabbal değil, bakkal şaşkaloz!’ ”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:243)
“Öte taraf da aynı arzuda olduğu için tabii kolayca anlaşıldı. Ben başta olmak üzere birkaç ağırbaşlı
arkadaş, evvela buna razı olmak istemedik. Yalnız şu var ki, insan, dünyada her şeyle uğraşabiliyor. Fakat
birbirini isteyen erkekle kadının birleşmesine engel olamıyor... O öyle acayip bir mıknatıs ki.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:175)
“Müjgan Abla, benim taban tabana zıddımdır. Ben, ne kadar çılgın ve yaramazsam, o, o kadar
ağırbaşlıdır. Fazla olarak da olumludur. Her istediğini yaptıran, diyebilirim ki yalnız odur.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:62)
“Oysa bu korkunç anların göz karartıcı tehlikesinden bizi ancak soğukkanlılıkla imdadımıza
çağıracağımız ağırbaşlılık, ağırdan ama kurtarabilir. Ataklıkla yapılacak öldürme değil. Bu kan ve mezar sonucu
işin tehlikeli güçlüğünden kıymığını bile çözümlemiş olmuyor.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:198)
“Bir üçüncü tip de bu kuklalar kentinin bir seyircisiydi. İri yarı, cakacı, korkunç bir tip! Korkutucu bir
ağırbaşlılığı vardı, çenesi bir koğuş kazanı kadar büyük, teni vaftiz edilen bir bebek teni kadar duru, elleri
profesyonel bir boksör eli kadar kocamandı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:135)
“Benden çekiniyordu biraz, çünkü kendisinden daha ağırbaşlıydım; ama dostumu bundan daha çok
etkileyen br şey varsa, benim güçlü kuvvetli biri olmamdı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:75)
“Yarı resmi törenlerden birinde kontla M. Myriel’in, valinin evinde birlikte yemek yemeleri gerekti.
Sıra tatlılara gelmişti ki, biraz çakır keyif olan, ama yine de ağırbaşlılığını koruyan senatör seslendi:
‘Haydi bakalım sayın piskopos, sizinle şöyle bir konuşalım.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:58)
“ ‘Ve oğlum caka satarak dünyayı dolaşıp, benim hazırladığım işleri bağlıyor; zevkten dört köşe
perendeler atıyor ve babasının önünden, onurlu birinin ağırbaşlı, sakin ifadesiyle geçip gidiyor!’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:106-7)
“-Aşık, aşık, aşık diye bağırdı. Hepsi bundan ibaret. Öldürücü hastalık buymuş. Ne hoş şey. Amma
eğlence ha... ve bir şarkı tutturdu:
Bilge adam, ah bilge adam,
Ne de ağırbaşlı düşüncen var!
İpin ucunu kaçırınca,
Bilgeliğin de senden kaçar.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:47)
“Bakır nefeslilerden oluşmuş bir bando, çiçekler açmış ağaçlıklı bir yolda gevşek bir vals çalıyordu.
Noter Sokağı’nda ağırbaşlı müşterileri tavlayan meteliksiz küçük orospulardan biri her zamanki gibi sigara istedi
benden.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:24)
“Bir polis komiseri, stajını belediye dispanserinde yapan gencecik bir tıp öğrencisiyle birlikte
kendisinden önce gelmişti; Doktor Urbino gelinceye dek odayı havalandırıp ölünün üstünü örten onlardı. İkisi de
onu, bu kez saygıdann çok başsağlığı dileği içeren bir ağırbaşlılıkla selamladılar.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:11)
“Burası tam eski Huguenot ülkesi, parlak bir sanatı olmayan, Rouen’a o kadar büyüklük vermiş yetkin
anıtlardan birine bile sahip bulunmayan, bununla birlikte baştan başa ciddi görünüşüyle göze çarpan ağırbaşlı,
kapalı, biraz da içinden pazarlıklı bir ülke, bağnazlıklar kaynağı..... bir kentti.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Döküntü Gemi”, sa:86)
“ÖRÜMCEK
--------------Oysa sözcüklerin yoksul soğuk cesedi
Konulunca mum dikilmiş tabutuna,
Ben, haklı çıkan, balmumu gibi yitip giden
Gözyaşları dökeceğim, sürüneceğim duyulmadan,
Ağırbaşlı, saygılı, dokumak için sessizce
Gerçek ihtiyacı - bir kefeni.”
(Ruth Miller <1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
“Buradan, kapının her açılışında, doldurulmuş hayvanlarla, raflara dizilen doldurulmuş kuşlarcam
gözleriyle aptal aptal dışarıya bakarlardı ve sararmış, gizem dolu, korkunç bir insan iskelet sessizce fakat
ağırbaşlı bir tavırla köşede dururdu.”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:16)
“Bay Fleurier, Lucien’e fabrikanın işleyiş biçimini anlattı. Götürüp ona önemli binaları gösterdi. Lucien
uzun uzun işçilerin çalışmalarını inceledi. ‘Ben ölürsem,’ dedi Bay Fleurier, ‘hemen ertesi gün fabrikanın
yönetimini eline alabilmelisin.’ Lucien babasını payladı ve ona, ‘Babacığım, böyle konuşmasan iyi olur!’ dedi.
Ama er geç kendi sırtına yüklenecek sorumlulukları düşünerek sonraki günler daha ağırbaşlı davrandı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:197)
“Mrs. HUSHAYBE - Anlıyorum. Zavallı Ellie. Kolay mı kör şeytana meydan okumak?
ELLIE, incinmiş. - Öylesi değil. Her zaman ağır başlıydı babam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:22)
“Octave konuştu. Tam bir başarıyı oluşturan rahatlığa, sevimli neşeye ulaşamadı ama, çok yakışıklı
oluşu, davranışlarındaki derin ağırbaşlılık birçok kadının gözünde onun söylediği sözlere büyük değer
kazandırdı.”
(Stendhal, “Armance”, sa:33)
“Kardinal, yüzünde hiçbir değişiklik olmadan, en ufak bir heyecan göstermeden, çabucak giyindi,
canını ve böylece gafil avlanan zavallı ruhunu Tanrı’ya emanet etti. Sonra, yeğeninin evine gitti, evin her yerinde
çınlamaya başlayan kadın çığlıklarına, imrenilecek bir ağırbaşlılık ve derin bir dinginlikle son verdi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:26)
“Geniş alınlı, gaga burunlular ve şöyle toptan bakılınca çehresinde bir düzgünlük görülür: hatta ona ilk
defa bakan, bu yüzde, köy belediye başkanı ağırbaşlılığıyla kırk sekiz, elli yaşındaki kimselerde de bulunabilen
şu bir soy güzelliğin birleştiğini söyleyebilir.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:4)
“Şatonun tam karşısına düşen, gölün öbür kıyısında bulunan ve ona bir bakış noktası sağlayan Melzi
köşkü; onun yukarısında Sfondrata’ların kutsal ormanı ve gölün iki kolunu, o tadına doyulmaz Como’nun
koluyla, ağırbaşlılık dolu, Lecco’ya doğru doludizgin koşan kol.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:39)
“Kanlı-canlı ve az kaslı idi; Mirabeau ya da Danton gibi, birden ve sert parlayışları yoktu. Kadın
arkasından koşan biri değildi belki, ama kadın düşmanı da değildi. Kadında beğendiği edep ve ağırbaşlılıktı;
zinayı, para uğruna yapılmış evlenmeleri kınıyor, açıksaçık resimleri yasaklatıyordu.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:23)
“Bunlar bir kocanın, nikahlı karısından başka bir kadınla ilişkisi olmaması gerektiğine; kızın masum,
kadının utangaç, erkeğin tam erkek, ağırbaşlı, sağlam karakterli olması, çocuklarını iyi yetiştirmesi, ailesini
kendi kazancıyla geçindirmesi, borçlarını ödemesi, bu gibi bir sürü aptalca aptalca şeylerin daha gerektiğine
inanırlardı. Bunlar geri kafalı, gülünç insanlardı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:221)
“İkisi de güzel, yakışıklı, tatlı yüzlü, kara gözlerinden sevinç ve sevgi okunan iki kızı vardı, bir de
oğlu... Oğlan biraz babasına benziyordu ama gene de pek hoş bir çocuktu. Çiftlik sahipleri arasındaki
konuşmalarda Anna Martinovna, dingin, ağırbaşlı duruyor, söylenenlere ne ayak diriyor, ne de açgözlülük
gösteriyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:103)
“Çoğunluka eski anıtlarla, tapınak, saray, kale, yıkıntılarıyla, sütunlar, su kemerleri, mezarlarla
karşılaşıyordum; bu görünüm, ruhumu geçmiş zamanlara dalıp onları düşünmeye sürükledi; içimde ağırbaşlı ve
derin düşünceler uyandırdı.”
(C.-F. de Volney, “Yıkıntılar”, Cilt:I, sa:13-14)
Ağır canlı; Ağır kanlı : Yavaş hareket eden, heyecansız görünen
Bk.: Ağırdan almak
“ANNE : Fatma da kahveleri hala getirmedi. Ne ağır canlı kadın. O kadar da söyledim. Yemekle
kahvenin arasını fazla açma diye.
BABA : Anlamaz. Laftan anlamaz. Beyhude yorma kendini. Taş çatlasa bildiğini yapacak.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar – Evin Üstündeki Bulut”, sa:43)
Ağırdan; Ağırdan almak : Hayatı hızlı yaşamamak, erdemli ve yavaş bir biçimde hayatı yudumlayarak
yaşamak; bir münakaşa çıktığında kavgaya götürmemek, alttan almak
Bk.: Kendini ağırdan almak
“O yıllarda Hölderlin’in çok az dışarı çıktığı söylenir. Odasından yalnızca kırlarda amaçsız dolaşmak
için çıkıyordu, dolaşırken ceplerini taşlarla dolduruyor, çiçek topluyor, sonra da çiçekleri yoluyordu..... Sona
doğru aklı o denli karıştı ki, kendisine değişik adlar takmaya başladı: Scardinelli, Killalusimeno - ve bir
keresinde, ziyaretçilerden biri odasından çıkarken ağırdan alınca, ona kapıyı gösterdi ve bir parmağını
uyarırcasına kaldırarak, ‘Ben Tanrıyım,’ dedi.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:121-2)
“ ‘Senin şu Slim dayın çok tuhaf biri,’ diye sözünü sürdürdü Usta, dikkatimi çekmişti ya, artık ağırdan
alıyordu. ‘Bir Amerikan yurttaşının böylesine ahmak olabileceğini hiç düşünmezdim. Leş gibi kokmakla
kalmıyor, aynı zamanda hiçbir işe yaramayacak kadar da sefil ve çirkin. Senin böyle sansar suratlı sokak
çocuğunun teki olup çıkmanda şaşılacak bir şey yok.’ ”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:9)
“Kuyrukta onların üstünde olan kadın parayı öderken iyice ağırdan alıyor. Elaine’in bir başka soru
soracak zamanı hala var; şöyle sorabilir örneğin: Sen nasılsın David? O da şu yanıtı verebilir: Çok iyiyim,
Elaine, çok iyiyim.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:207)
“Kocası ağırdan aldı. Bozburun’a uzanan bükün oraya baktı. Ben de baktım kadın kızım. De ki bir
şeyler görüyordu bakışı. Yüreğim hop etmişti.”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:12-3)
“CLAIRE -... Yorma kendini, keyfine bak. Ağırdan al, zamanımız bol. Çık dışarı.
(Solange birden davranışını değiştirir, parmaklarının ucuyla kauçuk eldivenleri tutarak tıpış tıpış dışarı
çıkar. Claire tuvalet masasının başına oturur. Çiçekleri koklar....”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:5)
“Oysa bu korkunç anların göz karartıcı tehlikesinden bizi ancak soğukkanlılıkla imdadımıza
çağıracağımız ağırbaşlılık, ağırdan ama kurtarabilir. Ataklıkla yapılacak öldürme değil.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:198)
“Geçenki gelişinde hani Mıstık parayla oynuyor mu oynuyordu. Bu gelişinde henüz paranın lafı
olmamışsa da, Allah rızktan yana kapıyı açmış, yürü ya kulum demişti. Ne olursa olsun kendini tutup ağırdan
almalı, cıvıyıvermemeliydi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:25)
“Evli çiftler, dünyanın neresinde olursa olsun, hep yavaş adımlar ve düşmüş omuzlarla ağırdan alarak
dönerlerdi kendi evlerine. Çünkü, onları neyin beklediğini bilirlerdi.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:25)
“Ve geçen her saniye, her saniye onu yıpratıyordu, onu eskitiyor, ihtiyarlığa doğru itiyordu. ‘Bari biraz
ağırdan alabilsem, kendimi kullanabilsem, belki birkaç yıl daha kazanabilirim. Ama bunu yapabilmek için, her
gece sabaha kadar sokak sürtmemek gerek.’ ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:36)
Ağırına gitmek : Bk.: Ağrına gitmek
Ağırkanlı :
Soğukkanlı, ağırdan alan, ağırcanlı, işini yavaş bir tempo ile sürdüren kimse
“Kızların üçüncüsü, Euphrosyne, sevgililerinin içinde en ağırbaşlısıydı. İrlandalı Desmond’ların
soyundan geliyordu, yani Orlando’nunki kadar eski ve köklü soyağacına sahipti. Sarışın, süslü püslü, biraz da
ağırkanlıydı. İtalyancayı iyi konuşurdu ve alttakiler bir parça sararmış olsa da üst çenesinde kusursuz bir dizi dişi
vardı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:29-30)
Ağır Koyun Ayağı : Eski İstanbul yangın tulumbacı takımlarının, yangına ‘ufak adımlar’ ile koşması (Argo)
“Arkadan başka bir sandık belirdi ise, veya önde gider bir sandık varsa, mesafeyi tahmin eden İkinci
Reis:
-Ağır Koyun Ayağı!... emrini verirdi.
Ağır Koyun Ayağı, ufak adımlarla koşmaktır. Uşaklar, o zaman geniş adımla fazla nefes kaybedip
kertesinde duraklamamak için ufak adımlarla koştururdu.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:80)
Ağırlamak : Şan ve debdebeyle misafir etmek
Bk.: Ağarlamak
“ ‘Sizi ağırlamaktan zevk duyarız Bayan Sexton.’
Şefgarson senatörün kızını yemek salonundan geçirirken, onu arkasından takip eden erkelerin
bakışlarından -bazıları usturuplu, bazıları pek değil- mahcup oldu. Toulos’da çok az kadın yemek yer, daha da
azı Rachel Sexton gibi görünürdü.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:16)
“O günden sonra üçü de, içinde ancak bir yataklık yer bulunan bölmede yatıp kalkmaya başladılar;
büyük oda ise mutfak, yemek odası, dayak odası ve bol yemeğe karşın, bu evden bir türlü hoşlanmayan iş
arkadaşlarının ender ziyaretlerinde ağırlandıkları yer olarak kullanılmaya başladı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:414)
“Devlet dairelerinin bulunduğu gürültülü caddeye bakan izbe bürodaki memur da onu iyi ağırlamıştı
doğrusu. Dışişleri Bakanlığı’nın Girit’te yürütülmesini istediği belli başlı birkaç kovuşturma vardı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:95)
“Deborah’nın laneti, bir dibuk <bir bedenden başka bir bedene giren ruh> ya da cin gibi, kendisini
Deborah’nın gövdesi ve ağzı aracılığıyla açığa vuruyordu. Bu lanet hiç bırakmamıştı yakasını. Ameliyatlar
yüzünden okula geç başlamış, küçük okul arkadaşlarının onun yokluğunda kurduğu ilk arkadaşlıklardan ve
gruplardan yoksun kalmıştı. Bu duruma üzülen yardımsever anne, bu ölümcül ayıbı farkedince hemen işe
koyulmuş, en gözde gruptaki kızları evinde ağırlamağa başlamıştı.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:54)
“ ‘... Ben de o güzel şahini evimize çağırdım, ağırladım balla kaymakla... Şimdi de koçlar kurban
edeceğim onun yoluna.’
‘Ana sizin dilinizin altında bir şey var. Hepiniz sevinç içindesiniz. Ana, bunca yıldır, babam
öldüğünden bu yana ben seni hiç böyle şenlik şadımanlık içinde görmedim.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:66)”
“Ne kendimden, ne başkasından hiçbir gün tümüyle hoşnut olmadım. Dünyanın gürültüsü beni sersem
ediyor, yalnızlık içimi sıkıyordu; boyuna yer değiştirmek gereğini duymakta, hiçbir yerde rahat etmemekteydim.
Oysa herkes beni sever, arar, ağırlardı; ne düşmanım vardı, ne de bana kötü gözle bakan ya da ne de kıskanan
bir kimse.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:109)
“-Yapamam, Bayan Mabel. Nezaketinize teşekkür ederim, ama kalamam.
-Bana büyük bir iyilik etmiş olurdunuz. Durumun ne kadar vahim olduğunun düşünün, Peder. Onlar
benim evlatlarım. Bana onca yardım eden o mahalleden birini ağırlamama niçin engel olasınız? Allah aşkına,
kalmanızı rica ediyorum.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:167)
Ağırlaşmak : Hastalığın ciddi bir konuma dönmesi
“... babasının ağırlaştığı bir gece ilaç almak için, yabancı askerlerin sarhoş olup yıkıldıkları sokaklardan
adam geçirmedikleri Senegal’li askerlerin söylentilerine göre genelevlerin birinde bir kadının göğüslerini ısırıp
kopardıkları kadını öldürdükleri günlerde tanıdık bir eczacının evine gözünü kırpmadan giden anamın o adama
varışını hala anlayamıyorum.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:100)
Ağırlığınca altın etmek : Pek çok değeri olmak
“ANNE - İsterdim ki, ne anasını, ne kızını kimse tanımış olmasın. Adı bile anılmayan. ama sırasında,
dikenini bir yerinize batıran iki deve dikeni gibi kalsınlar.
KOMŞU KADIN - Haklısın bacım. Çok doğru. Senin oğlun ağırlığınca altın eder.”
(F.G. Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:9)
Ağırlık : Bir cismin, maddenin fiziksel ağırlığı; Fikir bildirisinde ya da tartışmalarda, konunun önemin
yoğunlaştığı nokta; Türk adetlerinde, güveyin, çeyiz hazırlamak üzere geline verdiği para, Başlık Parası.
“KAHVECİ HASAN - Baş üstüne efendim! Yarına nikah, perşembeye de düğün. Kızı mutluluk
yuvası eve göndereceğiz.
AZMİ EFENDİ - Öyle ya! İçgüveysi olacak değilim ya?
AZMİ EFENDİ (Çekmeceyi açıp para çıkararak.) - Peki! Şunu da al da, ağırlık olarak öteberi almak
için harcarsınız.”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:106)
Ağırlık kazanmak : Değer kazanmak; bir görüşün daha hakim olması
“Tekniğin olanaklarıyla zenginleşen gösterimin ağırlık kazanması -başta tiyatro olmak üzere- çeşitli
sanat dalları açısından sunulanın sanat m, yoksa salt gösteri mi olduğunbun sorulmasına yol açmıştır. Bu tartışma
Batı’da bugün de sürmektedir.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:37)
“-Feride, zannederim ki, artık çocukluğu bırakmak zamanı gelmiştir..... Okulunu bitirmene ve
evlenmenize aşağı yukarı dört yıl var. Hayli uzun zaman. Böyle olmakla beraber sen, nişanlı bir kızsın. Ne
demek istediğimi, bilmem anlatabiliyor muyum? Ciddi ve ağırbaşlı olmalısın.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:88)
Ağır ol, gelen var : 1940’lı 50’li yıllarda, Halk otobüsleri yeni sefere konulduğunda, şoför yardımcısı
yeniyetmelerin, bir ayağı otobüsün içinde, bir ayağı dışarda, koşagelmekte olan yolcuyu alabilmesi için şoföre
gönderdiği bildiri
“-Ağır ol, gelen var!
Kolları sıvalı, bıyıkları burulu genç şoför, ayağını gazdan kesti, frene bastı. Her tarafı zangır zangır
titreyen otobüs iyice bir sarsıldı. Cins ve renk bakımından tıkabasa dolu halk, kitle halinde öne doğru yollandı;
açık kapıdan da, yoldan kalkan bir toz bulutu, otobüs sakinlerinin üzerini bilmem kaçıncı kez tülledi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var”, sa:39)
Ağır top(lar) : Sahne, sinema, siyaset, ticaret vb. sosyal ve finansial alanlarda söz sahibi, kudretli kimse(ler)
“3. İÇ MEKAN: GECE: CAZ KULÜBÜ. SAHNE:
Katmandu sahne alır. Grubun altı üyesi vardır. Izzy saksafondadır. Grubun ağır topu da odur.
Konser verdikleri yer oldukça geniş, yüksek tavanlı, loş ve kasvetli bir mekandır. Dinleyiciler
masalarda oturmuş, önlerindeki içkileri yudumlamaktadırlar. Ardından, tam da tempo artmışken, salonun uzak
bir köşesinden <görüntü dışı> beklenmedik bir gürültü işitilir. Bir adam ateş etmektedir. İnsanlar bağrışmaya
başlar.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:17-8)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
---------------------------yaşamak bir nimettir, evet
hızlı kemankeş Şeyh Ebu Palyaço
ve dümbelekzadelerden tanburi, şarkı mırıldanıcısı Şeyh’in yurdunda
baldır, bacak, göğüs yıldızlarından ağır topların
ve sanat dergilerinin arka sayfalarının şehrinde
‘aman bana ne, boş ver!’ felsefesi müelliflerinin beşiği
zeka olimpiyatları tahtırevanı, aman!’ ”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
Ağır yol almak : Yavaş yürümek, çok zamanda az mesafe yitirmek
“Long Acre istikametinde, Neal Sokağı’nın sonuna kadar ilerledik. Ancak ağır yol alıyorduk. Son
hayran uzaklaşır uzaklaşmaz, aynı şey tekrarlanıyor ve sonra bir daha tekrarlanıyordu... Bob’u okşamak veya
konuşmak isteyen biri tarafından durdurulmadan zar zor bir metre ilerleyebiliyordum.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:52)
Ağıt; Ağıt yakmak : Ölen çok değerli şair, bilim ya da devlet adamı için ardından yazılan şiir; Ağlama eylemi
“Cüppeler içindeki dedikoducu kadınlar korosu daire olmuş saat yönünde çevresinde dönüyor, alçak
sesle ağıtlar yakıyorlardı: Ah, öksüz prenses, ne olacak hali şimdi, biraz delirmiş, bize kalırsa, dünyalar kadar
serveti olsa da kaybettiklerini geri almaya yetmez, bizler gibi sadece bir insancık o da, bunu kabullenmesi
gerekecek, ayakları yeniden yere basmalı...”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:407-8)
“CENAZE ARABASINI SARSMAYA
BAŞLAYAN OĞLANLAR
---------------------------------Kuşlar gibi tiz sesli ve hızlı oğlanlar diktiler
Kusursuz küçük omuzlarını karşısına ağıt yakılanın
Saniyesinde vurarak. Ekzosun bir osuruğu.
İlerle yeşil üniversite hocası ve tamamen
yakılmış kurban.”
(Kit Wright<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap”, 10.11.05)
Ağız : Diyalekt, konuşulan yerel lehçe
“Daha ilk sözcüklerden anladılar ki konuştukları Rumcanın halis Atina ağzı olmaktan uzaktı.
Adrian, Doğululara has ataklıkla,
‘Galiba Romanyalısınız?’ dedi.
Karşısındaki gülümsedi, yüzünün çizgileri değişti ve çok daha dostça bir havaya büründü:
‘Evet Romanyalıyım...’ ”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:12)
Ağız açacak hal kalmamak : Şaşkınlıktan, yorgunluktan ya da utançtan konuşamamak
“ ‘Öf, bu sigara dumanından çok rahatsız oluyorum. Bir daha benim yanımda sigara içmeseniz iyi
olur !’ dedim. Adam, şaşkınlıktan dona kaldı. Bir zaman beni tepeden tırnağa kadar süzdü. Babamla annemde
ağız açacak hal kalmamıştı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:346)
Ağız ağıza : Birbirinin ağzının, burnunun içine girecek kadar yakın bulunmak
“Pencerenin yanında duran orta yaşlı iki sekreter, ağız ağıza bir şeyler konuşuyorlar, ara sıra yan gözle
bize bakıyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:135)
Ağız aramak : Dolaylı yollardan sorular sorarak bir haberi ya da gizi ortaya çıkarmaya gayret etmek
“KEBİK - Ağzını aramışsan Nirvan?
NİRVAN - Çok uğraşmışem ya, söz uçurmamıştır ağzından ağam. Bir tek söz olsun etmemiştir.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:56-7)
“Sarhoş komiser yanaşmıştı. Konuşulanlara kulak verirken elinden bir şey gelmediği için canı çok
sıkılmış gibi içini çekerek başını sallıyor, ‘Görevdir gözü kör olsun!’ diye sanki hayıflanıyordu. Murat’ın kolunu
tutup, ağız aradığını belli etmemeye çalışarak lafa karıştı:
-Murat Bey, nereye götüreceksin Selim Bey’i?.. Yorulmasın Rüstem Bey... Otomobili bekçi alsın
gelsin!..”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:299)
Ağız bozmak : Konuşurken terbiye sınırını aşmak, küfür etmek
“ ‘Ruh ölmezliği olmayınca erdem ortadan kalkar, bu takdirde her şey mubah’ sayılır mı? (Ağabeyin
Mitenka’nın ‘Bunu unutmayacağım!’ diye nasıl bağırdığını hatırlıyor musun?) Namussuzların bayılacağı bir
teori!.. Ben de boş yere ağız bozuyorum…’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:121)
Ağız dalaşı : Ağız kavgası, karşılıklı tartışma
“... Bu umutsuzlukla gelişigüzel bir sokağa, daha doğrusu korkunç bir boğazlanma yerine daldım.
Sokağın görünüşü buna gayet uygundu ve zaten de öyleydi, çünkü bıçakla dolaşan iki adam gördüğümde oraya
gireli bir kaç dakika olmuştu. Birbirlerine bıçakla saldırmaktan çok, ağız dalaşı ediyorlardı. Karşılıklı
söyledikleri küfürlerden bunların iki aşık olduklarını anladım.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:35)
“GREY CADDESİ
---------------------Grey Caddesi, gereksiz ağız dalaşı yapıyor
Yoksullari aşırı-ücret yüzünden
Grey Caddesi, aynı güneş altında mı
Tin Town ve Reservoir Hill?
Grey Caddesi, savaşmayı deniyorsun
Mahatma’nın yiğit ruhuna karşı
Grey Caddesi, roti ve kebap da yenilir
Kwa-Mashu’da.”
(Mafika Pascal Gwala<d.1946>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.11.08)
“Yüzbaşıyla binbaşı arasındaki tartışma giderek sertleşiyor, ağız dalaşına dönüşüyordu.
Yüzbaşı, heyecanla, ‘Böyle bir şey yapmaya hakkınız yok!’ diye bağıırdı. ‘Bu adam askeri mahkeme
tarafından yargılandıktan sonra asılmalı.’
Binbaşı Wolf, ‘Hayır’ diye tısladı, ‘mahkeme filan olmayacak.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:212)
“-A... a... şunlara bakın... Bitli Kağıthane’den dönüyorlar; bir de bize çalım satıyorlar! -diye alay
etmişler...
Bunun üzerine, akşam karanlığında oracıkta hafiften bir ağız dalaşıdır başlamış, fakat Kağıthane’den
dönenler yorgun oldukları için işi o gece pek uzatmamışlar; ufak tefek bir iki atışmadan sonra meseleyi ertesi
sabaha bırakmışlar...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:181)
“Bunlara birlikte seviniyor, birlikte öfkeleniyor ve en önemlisi onları birlikte tartışıyorduk. Tanrım,
tartışmayı, görüşler ileri sürmeyi ne çok seviyorduk! Haykırışları! Ağız dalaşlarını! Ama soylu dalaşmalardı
bunlar. Fikirlerimizin olayların seyri üzerinde bir ağırlığı olabileceğine içtenlikle inanıyorduk.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:30)
“Çoğu kez, bu konu üstünde kafa yorduğumda bana öyle gelirdi ki, eğer bu ağız dalaşı herkese açık bir
caddede ya da özel bir konutta geçmiş olsaydı, bu biçimde son bulmazdı.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:57)
“Ancak böyle konuştuğunda, onun kim olduğunu anlıyordum. O akşam bir sürü şey anlatmıştık
birbirimize, bir sürü şaka yapmıştık, ama yüreğimin ağzıma gelmesi için bir an yeterliydi. Ağız dalaşı yaptığımız
an, onu bir daha göremezdim.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:17)
“Düşes, pensin gözlerinden onun kendisinin de -düşes- annesiyle tamamiyle aynı fikirde olduğu
inancını taşıdığını okuyordu, böylece de ona bir davranış yolunu zorla kabul ettireceklerini sanıyordu. İki kadın
arasında oldukça hızlı, sert bir ağız dalaşı oldu. Bunun sonunda düşes artık bir tek sözcük bile söylemeyeceğini
bildirdi ve kararına sıkı sıkıya bağlı kaldı. Ne var ki, prens annesiyle uzun bir tartışmadan sonra, düşese fikrini
söylemesini yeniden emretti.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:480)
“İki pencere arasında bir ağız dalaşıdır başladı. Nezleli adam:
-Canım, size ne oluyor? Buna terbiyesizlik derler! Herkesin rahatını bozmak.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahatı”, sa:292)
Ağızdan ağıza, ağızlarda dolaşmak : Dedikodu konusu olmak, meşhur olmak, rivayet etmek, adı çıkmak
“... kendilerini bir yayıneveine bağımlı kılmayacak denli çok okunan gerçekten ‘özgür’ yazarların
ziyareti Anna’yı onurlandırırdı. Stüdyosuna birçok kişi girip çıkardı ve şunun ya da bunun oraya gitmiş olduğu
ağızdan ağıza dolaşırdı.”
(E. Canetti, “Gözlerin Oyunu”, sa:155)
“Bir de, aşk macerası olmayan bir öğrenci, arkadaşları tarafından alaya alınırdı. Ne yazık ki, bir öğrenci
için ulaşılması en güç şey, kadınlardı. Çok az kız öğrenci vardı ve hala, sevgilisinin üreme organlarının
kesilmesine neden olan Güzel Héloise’le ilgili efsaneler ağızdan ağıza dolaşıyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:73-4)
“Yahya onu gönlünce yaşamasını engelliyordu. Yakalanıp da iplerle bağlandığı zaman eğer direnseydi,
askerler onu hançerleyeceklerdi; oysa pek uysal davranmıştı. Hapishanedeki hücresine yılanlar koymuşlar, fakat
hayvanların hepsi ölmüştü. Bu tuzakların yararsızlığı Herodias’ı çileden çıkarıyordu. Yahya niçin kendisiyle
kavgaya girişmişti? Ne çıkarı vardı bunda? Kalabalığın önünde bağırarak çektiği söylevler çevreye yayılıyor,
ağızdan ağıza dolaşıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:96)
“Ünü bir süre daha dolaşmış ağızlarda, uğursuz kuyruklu bir yıldız gibi sonunda sönüp gitmişti. Kocası
huzursuzluk, korku ve yüzkarasından, karısının kendisine hazırlayıp durduğu o bitip tükenmeyen sürprizlerden
ancak ancak yavaş yavaş kendine gelebilmiş..... oğlan da annesine boyu bosu ve kaşı gözü bakımından pek
benziyordu. Adam giderek karamsarlığa gömülmüş ve kendini dine vermişti.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:69)
“Hemen ertesi gün, efendimizin getirdiği getirdiği kadının padişahın haremini dolduran üç yüz kadın
ağası kadar güzel olduğu ağızdan ağıza dolaştı. Bundan sonra, üç gün ortalıkta tıs çıkmadı.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:81)
“Büyük bayram günlerinde, Noel’de, Paskalya’da, Karnaval’ın son gününde, biraz daha çok yiyecek ve
içecek bulup gırtlaklarından bir şarkı yükseldiğinde haykırışa benzerdi; sızlanmayı andırıdı bu şarkı. İç
paralayıcı, tekdüze, yaslı iniş çıkışlarla bitip tükenmeksizin ağızdan ağıza dolaşırdı.”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:11)
“Bu ani ve esrarengiz katliam bütün Dominik Cumhuriyeti’nde kısa zamanda duyulmuştu. Haber birkaç
saat içinde ağızdan ağıza, evden eve ülkenin en uzak köşelerine dek yayılmıştı. Bu tür haberlere gazetelerde tek
bir satırla yer verilmişse de, insan tamtamlarıyla renkleniyor, öyküler kısalıyor ya da uzuyor, neredeyse olayla
hiç ilgisi olmayan yeni yeni efsaneler, mitler, kurgular doğuyordu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:169)
“Yatak odasındaki ışık söner sönmez, bütün çiftlik binalarında bir hareket, bir telaş başgösterdi. Ortabeyaz-boğa-domuz ödülünü almış olan ihtiyar Major’un bir gece evvel görmüş olduğu garip rüyayı bütün
hayvanlara söyleyeceği haberi o gün ağızdan ağıza dolaşmıştı.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:9)
Ağız değiştirmek : Fikir değiştirmek, önceden söylediğinin tersini söylemek
“Yanına gelen balıkçılar onunla konuşuyor, çan seslerini duyduklarında ısrar ediyorlardı. Ama çocuk
duymuyordu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra balışçılar ağız değiştirdiler: “Denizin dibindeki çanları
düşünerek boşa zaman harcıyorsun,” dediler. “Çanları aklından çıkar da gidip arkadaşlarınla oyna. Belki de çan
seslerini yalnızca balıkçılar duyabiliyordur.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:15)
Ağız dolusu (konuşmak, kusmak, küfür etmek, salmak) : Ağzında sanki lokma varmış gibi sözcükleri birbiri
ardınca yuvarlayarak; pek çok miktarda (konuşmak)
“... bir elimle duvara yaslanıp bir ağız dolusu kan kustum. Sifonu çekip dışarı çıktım. Yarı yolda kan
geldi tekrar ağzıma. Düştüm. Sonra yerde bir ağız dolusu daha kustum. İnsanların içinde bu kadar kan olduğunu
bilmiyordum. Bir ağız dolusu daha saldım.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:69)
“Çevremdeki insanlar başka şeyden söz edemez oldular. Yaklaşan yıl, ön belirtiler, kehanetler... Gelsin!
diyorum kimi zaman kendi kendime; boşaltsın artık mucize ve felaketlerle dolu heybesini! Sonra cayıyorum bu
düşünceden; tüm o güzel yıllara geri gidiyorum belleğimde, her günü akşamın zevklerini beklemekle
geçirdiğimiz o sıradan, iyi yıllara. Ve ağız dolusu lanet okuyorum kıyamete tapanlara.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11)
“BARTLETT, Jimmy’yi farkeder, kaba ama aşağı yukarı şefkatli. - Ne bekliyorsun?
JIMMY, ağız dolusu konuşur. - Senin kadın güçlü bir büyü yaptı, öyle mi, kaptanım? Yelimiz bol
olsun diye. Gemi için sağlam bir tılsımı yakaladı, değil mi?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:70)
“-Atıştılar, dedi Lulu, belli belirsiz. Küçük de ona katlanmazdı, kafa tuttu, ağız dolusu küfretti. Çünkü
Henri kötü yetişmiş diyordu ona. Bunu bilir bunu söyler; buruluyordum. Sonra Henri kalktı, odada kahvaltı
ediyorduk ve bir tokat attı; öldürecektim onu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Hayatlar II”, sa:117)
Ağız kalabalığı : Bir karara varmadan, önemli bir şey söylemeden bir sürü lakırdı etmek
“PERDE I, SAHNE I
IAGO - Şehrin üç büyüğü, beni kendine asistan yapsın diye ona gittiler, yüzsuyu döktüler. Hem,
dinim hakkı için değerimi biliyorum, layık olduğum yer bundan aşağı değildir. Ama o sade kendi bildiğini
okuyan biri. Savaştan filan dem vurdu, bir sürü ağız kalabalığı ederek ricalarımı atlattı, sonları onları boş
döndürdü.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:3)
Ağız kavgası : Sözle kavga, söz düellosu
“Sepetleriyle boğuşan solgun ve bitkin görünüşlü kadınlar, ağız kavgası yapıp münakaşa ederken
çıkardıkları kulak tırmalayıcı seslerle bir histerinin eşiğinde gibiydiler. Bu yeni ve irkiltici bir fenomen-Yugoslav
toplumunun bir parya takımına dönüştürülmesiydi.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa.:37)
“Aynı zamanda annemle birkaç dakika daha, tuhaf bir yok etme, isyan etme, acı verme ve acı çekme
azmiyle ağız kavgasına tutuşacağımı, daha sonra, en şiddetli sözleri ettikten sonra kapıyı vurup kirli, karanlık
gecenin içine çıkıp, arka sokaklara koşacağımı biliyordum.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:339-40)
Ağız kullanmak : Sözünü ereğine ve duruma göre ayarlamak
“HARDCASTLE - Şu demek oluyor ki, siz bir şeyi isteyince söyledim diyorsunuz……. herkesin
yanındaysa yaptığınızı yadsıyorsunuz. Şu demek oluyor ki bize bir ağız kullanıyorsunuz, kızıma başka ağız
kullanıyorsunuz!”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:107)
Ağızları (Ağzı) bir karış açık, hayretten açık kalmak : Şaşkınlık ve heyecandan ağzı açık kalmak, pek çok
hayran olmak
“Kahramanımız (aslında bu nutku atmasa da olurdu), kendisine Altın Çağı anımsatan meşe palamutları
yüzünden çekmişti. Çobanlar, sessizce, ağızları bir karış açık dinlediler onu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:66)
“MÜDÜR - Fakat özellikle yeterli derecede hareket gösteriniz! Seyre gelenler, en çok görmek isteler.
İzleyici kitlesinin gözleri önünden ağızlarını hayretten açık bırakacak kadar çok şeyler geçirebildiniz mi, bütün
davayı hemen kazandınız ve çok sevilen bir adam oldunuz demektir.”
(J.W. Von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:11)
Ağızlarının suyu aka aka : Çok isteyerek, arzu ederek, imrenerek
“ ‘Adı ne? Fotoğrafını çekebilir miyiz?’ diye sorup, onayı alır almaz işe giriştiler.
‘Adı Bob,’ dedim.
‘Bob ha? Havalıymış.’
Bir iki dakikalığına sohbet ettik. Bir tanesinin kedisi vardı, bana onun resmini gösterdi Birkaç dakika
sonra kibarca izinlerini istedim, yoksa onu, ağızlarının suyu aka aka, saatlerce sevebilirlerdi.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:52)
Ağız tadıyla (konuşmak, yemek yemek) : Şevkle, zevkle, keyifle, hoşlanaraktan, huzurla yemek yemek
“CLAIRE - Neye görmeyeyim?..... Hiç değilse bizimle alay edemiyor artık. Şimdi sen şöyle ağız
tadıyla onun göğsüne yan gelip yatabilirsin, gövdesinin, bacaklarının biçimini daha yakından görür,
davranışlarını kollayabilirsin.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:27)
“EV SAHİBİ - (Sandalyesine yerleşirken yemekleri koklar) Hala balık gibi kokuyor. Hala meyve gibi
kokuyor. Yeterince ilaçlandı mı? Daha fazla ilaç koymak gerek. İnsanın beslenmesi gerek, ama bu da tehlikeli
bir şey. Ağız tadıyla yemek yenemez oldu artık.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:171)
Ağız yapmak : Olamayacağı, yapamayacağı şeyleri yaptığını söylemek, kendini methetmek, kanfırmak
“ ‘Ama ben artık sevinmeyi, hoşnut olmayı unuttum. Bunu sizden başka birine söylersem, ağız
yaptığımı sanır. Ancak siz halden anlarsınız. Şurada şöyle bir çevrenize bakın; her yan ne denli boş ve ıssız.
Kendini bulunmaz bir Hint kumaşı sanan Johanna içeri girdiğinde, tüylerimin diken diken olduğunu
duyumsuyorum.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:130)
Ağız yoklamak : Ağzını aramak, açıkça söylenmemiş bir gerçeği dolayısıyla çıkarmaya çalışmak
“Dadal Efendi, bu sorunun ‘kimden aşırdın?’ anlamına geldiğini, ağız yoklayaraktan bir ek yerini bulup
polise vermek niyetine başlandığını anlamakla lahavle çekti.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:55)
Ağladı ağlayacak : Nerdeyse, handiyse ağlayacak; ağlamak üzere
“Goldmund ustasına elini uzattı, ağladı ağlayacaktı. Niklaus Usta uzatılan eli tutmadı, yüzü kireç gibi
olmuştu, odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı, adımlarını giderek daha hızlı atıyor, hırsından ayakları
güm güm yere vuruyordu. Goldmund, onu hiç böyle görmemişti.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:230)
“Hayli şarap yuvarlayıp gece yarısından epey sonra kalkarak yatmaya gitmişti yorgun, öyleyken
helecan içinde ağladı ağlayacak, umarsızlığın eşiğinde.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:97-8)
Ağladıkça gözlerinden inci dökülmek : Peri masalında olduğu gibi, çok zarif ve güzel bir kızın ağlamasının
tasfiri
“Munise’yi birkaç güne kadar çarşafa sokuyorum. Şöyle böyle on dördüne biriyor. Boyu şimdi tam
benim boyum kadar. Küçük çüçekler gibi açıldı, beyaz denecek kadar açık sarı saçlarının içinde küçük beyaz
yüzü, günün saatlerine göre değişen lacivert gözleriyle güldükçe yanağında güller açan, ağladıkça gözlerinden
inciler dökülen peri kızlarına benzerdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:355)
Ağlamak, inlemek, sızlamak : Istırap, acı çekmek; özlemek, pişmanlık duymak
“Yine Sultan Veled hazretleri: ‘Mekansızlık alemine göçme” <Öbür dünya> ve yönelme hakkında şu
beyitleri buyuruyor ve ağlayıp sızlıyorlardı:
‘Tehlikeli sular vardır, her tarafa gitme, sakın, dikkat et de her ırmağa girme.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:231)
“ ‘Kesinlikle yalan söylemiyorum. İstemediğim halde benimle evlendiniz; pek zenginolduğunuz için,
beni size vermeleri için, zaten sıkıntılı bir durumda olan ailemi zorladınız. Onlar da, ağlamama, sızlamama
rağmen, beni bu evliliğe mecbur ettiler.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:218)
Ağlamsı ağlamsı : Ağlamaklı ağlamaklı, neredeyse gözyaşlarını dökercesine
“Arkasındaki Topal Ali de ağlamsı ağlamsı onu onaylıyor:
‘Öldürecek,’ diyordu, ‘aah, o kafir ağamızı öldürecek. Beni de.....’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cillt:II, sa:316)
Ağlaya ağlaya; Ağlaya bayıla : Ağlamakla bayılmak arası, gözyaşlarıyla çoşkulu, duygusal bir durum
“ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
“İlle üçüncü mevki vagonla dönmek istiyordu. Ağlaya bayıla, saç baş yolarak ikinciye zor razı
edebildiler. Tren dolu idi; bulabildikleri tek yeri Nebile’ye veren ana baba yolculuğu koridorda, heybeler,
bavullar, torbalar üzerinde yaptı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:181)
Ağlayası gelmek : Neredeyse ağlayacak bir kerteye gelmek, aşırı duyumsanmak
“Süvari bandosu çepeçevre sıralanıp garip bir hava çalıyor bize; az raslanır bir hüzünle yüklü bir Doğu
havası bu, ölüme giderken söylenen ağır ve kesintisiz cenk türküsü gibi bir şey... Dinlerken ağlayasım geliyor...”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:43)
“Bunlar hüznün gölgelendirdiği düşüncelerdi, her yaptığım şey kedere bürünmüştü. Bazen, bütün bir
öğleden sonramı odamda, pencereden dışarıya bakarak geçirdiğim oldu. Gözlerimi boşluğa diktikçe, ağlıyasım
bile gelirdi.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:21)
“Aydınlık görüntüsüyle birkaç dakika önce onu cezbeden hayat şimdi yine bütün boğuculuğu ve
karanlığıyla önüne serilmişti. Yaşlı adamsa, bu acıyı kendini kaptırarak izlerken amacını çoktan unutmuştu.
Kızın önünde tek kelime etmeden duruyor ve o kadar üzülüyordu ki, kelimelere dökemediklerini ifade etmek
için neredeyse yanına oturup onunla birlikte ağlayası geliyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:47)
Ağlayıcı = (Nevhager) : Cenaze törenlerinde, özellikle fakir olanlarında, ölenin cenazesi yalnız kalkmasın
diye zengin kimseler tarafından parayla tutulmuş ağlayıcılar; bunlar vefat edenin kim olduğunu bilmezler bile.
(Ben kendim 1930 ve 40’larda, Cihangir’de bunlara tanık olmuştum. Belli ki adet yüzlerce yıl geriye gidiyor,
Müslümanlıktan başka dinlerde de mevcut ve kişinin kendisi de ayarlayabiliyor.)
“Ağlayıcılar mersiyeler söylediler. Çelebi hazretleri, Paşa hatunun cenazesinin bulunduğu odaya girip
büyük heyecanlar gösterdi. Paşa hatun tahtın üzerinde uyumuş gibi yatıyordu. Onu kucaklayarak günahını affetti
ve af dileyip şu rubaiyi söyledi:
‘Ecel kılıcına karşı bütün siperler hiçtir. Bu ululuk, bu gümüş ve altınlar hiçtir.’
‘Ecel, dermanı olmayan bir derttir. Şah ve vezir de onun fermanı altındadır.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:293)
“Yaşamakta iken kendi cenaze törenlerini en ince ayrıntılarına kadar düzenleyen, alaya katılacaak
meşalelerin, davetlilerin, yüksek sesle şarkı ve dua okuyucularının, para ile tutulan ağlayıcı’ların (Nevhager)
sayısını saptayan delileri de bir önceki sınıfa alalım.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:75)
Ağlayıp sızla(n)mak : Ahu vah etmek, sürekli ağlayıp sızlanmak
“Çok istediğim halde bana bir bisiklet alınmamıştı, halamgillerin İhsan abimin bisikleti de bana çok
yüksek geliyor ve kasıklarımı acıtıyordu. Zaten doğru dürüst binmesini de öğrenmemiştim. Cesaretime hala
hayret ederim, bir gün, onun izniyle, amcalarının sokak başından istasyona inen yolda bisiklete binmiş ve iki yüz
metre aşağıda bir kaldırıma çarparak hayalarımı incitmiştim. Ağlaya sızlaya eve döndüm.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:89)
“Büyükannem serasker kapısına, mabeyincilerin konaklarına giderek ağlayıp sızlıyormuş, fakat bu
yalvarmalar bir türlü sonuç vermiyormuş.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:14)
“Melquiades yine onu caydırmaya çalıştıysa da sonunda büyütece karşılık iki miknatıslı külçeyle
sömürgeler için bastırılmış üç altın sikkeyi alıp kabullendi. Ursula ağlayıp sızlandı. O para, babasının ömür boyu
yemeyip içmeyip biriktirdiği, Ursula’nın da sakla samanı gelir zamanı diyerek yatağının altına gömdüğü altın
dolu sandıktan alınmıştı.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:8)
Ağmak: Düşmek, aşağıya inmek, kaymak, yükseklerden aşıp gitmek, yükselmek; tebelleş olmak; Yön
değiştirmek, yüzünü dönmek
“Bir avluda büyük büyük günebakanlar açmış, başlarını güneşe dönmüşlerdi. Güneş hangi yöne
ağıyorsa, onlar da o yöne yüzlerini döndürüyorlardı. Günebakan çiçeklerin her birisi küçük birer sini
büyüklüğündeydi.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:59)
“Zeynel:
‘Hiç aklım kesmiyor,’ dedi. ‘Bunamaz o. Kara bulut gibi köyün içine ağmış dolanıp duruyor.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:53)
Ağ(ı)rına dokunmak, gitmek : Gücenmek, onuru zedelenmek
“İşe ayak oğlanı olarak başladım. Bingo’nun ufak tefek işlerini yapıyor, sağa sola koşuyordum.
Sigarasını yapıyor, elbiselerini temizleyiciye götürüyordum; kız arkadaşlarına çiçek alıyor, arabasının cant
kapaklarını parlatıyordum; hevesli bir köpek gibi emirlerini bekliyordum. Aşağılayıcı gibi gelebilir kulağa, ama
uşaklık yapmak ağırıma gitmiyordu. Sıramın geleceğini biliyordum.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:200)
“Madam Mosco başını sallayarak onayladı. Yine de bu olay ağırına gitmiş olmalı ki, yemeğin sonuna
kadar hemen hiç konuşmadı. Sanda Egor’a, ‘Artık dinlediği masalları biliyorsunuz,’ dedi.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:40)
“GÜLSÜM - Ne yapayım hanımım. Benim de zaafım, insanların eksikliklerini görmek...
GÜLTEN - Ama herkes bu halini hoş görmez...
GÜLSÜM - Doğru... Ev sahipleri hizmetçilerinin aptal olmalarını isterler. Ağzı var dili yok isterler...
Aksini düşünmek bile ağırlarına gider.”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:42)
“Çelkaş sert bir sesle:
-Ee? Öt bakalım! dedi.
Öfkeden tir tir titriyordu. Bu köylüoğlunun kendisiyle böyle konuşabilmesi fena halde ağrına
gitmişti.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:70)
“Raggles’in ağırına giden, şairliği sindiren yön bu kentte gördüğü insanların üzerinden taşarcasına akan
bencillikti. İncelemek üzere seçtiği her insanı kendini beğenmişin biri buldu.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:135)
“Sonra yarı Fransızca, yarı Türkçe şöyle devam etti:
‘Mümkün değil, babamdan isteyemem; zaten istesem de vermez. Bazı dostlarımızdan ödünç istemek
ise pek ağrıma gidiyor... Asla; neyim var, neyim yok hepsini mezada götürür satarım, daha iyi! Allah belasını
versin, borçlandığım kimseler, bari tanıdığım kimseler olsaydı, neyse!..’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:92)
“Esmenin de Emine gibi burnu büyümüş, o da ak sakallı Azizi tanımamış, yüzüne bile bakmamıştı.
Oysa Aziz onun babasının yakın dostuydu. Aziz, Kastal köyüne gittiğinde onların evinde kalır, Esme’nin babası
da Yalnızköy’e geldiğinde onların evinde kalırdı. Ak sakallı Azizi tanımayan bu karılar babalarını tanımasalar
bile Azizi, hem de ak sakallı Uzun Azizi tanırlardı. Onların Azizi tanımamaları Azizin o kadar ağırına gitmişti
ki, Azizi zıvanadan çıkarmıştı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:328)
“Ama şimdi anlatmaya başlayacağım olaylar sonucunda bu hayalini gerçekleştiremedi ve bu hikayeyi
özetlemek de onun yanında bir hiç olan bana düştü. Avukat hiçbir zaman sözünü etmedi ama sanırım bizim
yaşlarımızdaki oğlunun hayırsızlığı ve kendisini hiç arayıp sormaması ağırına gidiyor, Yazar ile bende bir çeşit
evlat hasretini gideriyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:14)
“NİNELER
------------Mesut yuvanız vardı
Yiğit kocanız vardı
Şunun bunun elinde
Hor tutulurdunuz
Ağrınıza gider.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:24)
“Gordon’un göğsünde ağlıyordu, ona kızmıştı, ondan nefret ediyordu, ama aynı zamanda, çocuk gibi
ona tutunuyordu. Rosemary çocukça ona sarılıyordu, ağlanacak bir erkek göğsünden başka bir şey değildi
Gordon o anda; bu çok ağırına gitti. Kendinden nefret ederek göğsünde aynı şekilde ağlamış başka kadınları
anımsadı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:138)
“Ve Tanrım, beni nelerin beklediği ayan beyan ortadaydı. Haftalar boyu süren dırdır ve küslük, tam
sulh olduk derken gelen laf sokuşturmalar, daima geciken yemekler, neler olup bittiğini ölesiye merak eden
çocuklar. Ama benim asıl ağrıma giden, Aşağı Bienfield’e gerçek gidiş nedenime hiçbir biçimde akıl
erdirilemeyen o zihinsel fakirlikti.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:267)
“Dubrovski sert bir tavırla:
-Hayır, diye yanıtladı. Köpekhaneniz olağanüstü. Adamlarınızın köpekleriniz kadar iyi yaşadıklarını
sanmam.
Bu söz köpeklerden birinin ağrına gitti.
-Tanrı’nın ve efendimizin sayesinde yaşayışımızdan bir yakınmamız yok çok şükür, dedi. Fakat
doğrusunu isterseniz, bir başkası, hatta soylulardan biri, yurtluğunu buradaki herhangi bir kulübeyle değiştirse
hiç de fena olmazdı. Daha iyi ısınır, karnı daha çok doyardı hiç olmazsa.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:14-5)
“MAZZINI, üzgün. - Neler söylüyorsunuz Mrs. Hushabye. Zihnim allak bullak oldu..... Beni böyle bir
adam sanmanız çok ağrıma gider doğrusu.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:69)
Ağu : Zehir
“BİR KADEH ŞARAP
<Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den>
Şarap tek taçyapraklı camdan bir çiçektir.
Dünyayı yer tutmuş onca yaratık arasında, hafif şiddetine
borçludur, şarap en dirençli kırılganlığını.
Sıvıların açıklı koyulu ülkesinde, hükmü şerbetlerden
ağulara uzanan şarap, gizem dolu bir yer tutar. Şarabı
tanımlayan özeliklerin gücü ve uyku yükü onu insan
kanına benzetir.”
(Rafael Courtoisie<d.1958>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”,
14.08.08)
“Taş gönülde ne biter
Dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese
Sözü savaşa benzer.”
(Y. Emre, “Seçme Şiirler”, sa:88)
“kent
toprağı yadsıyor ve ona her dokunuşun
yere yönelik bir şefkat olduğunu sanıyor
ölülerini yerli hayvanlara bırakıyor
ve kemiklerini yabancı rüzgarlara
sınırları ağulu çöplük
kaleye dönüşmüş”
(Said<d.1947>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.05.02)
“Siren gözyaşlarından nice ağular içtim,
Kokmuş cehennem gibi, süzülmüş imbiklerden;
Umutlardan korkuya, ondan umuda geçtim,
Kazanmak üzereydim, yitiverdim birden.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:119, sa:279)
Ağza alınmadık, alınmaz lakırdılar, sözler : Terbiyenin izin vermeyeceği kötü sözler, küfür, iftira
“GÜLSÜM - Ah, ah! Küçük hanım çok üzgün.
HALA - Neden?
GÜLSÜM - Hani biraz önce giden ihtiyar hanımla kızı var ya, Tekin beyin babasını methettiler.
Annesi hakkında ağza alınmadık sözler söylediler.”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:5)
“Bu lakırdıları işittikten sonra, artık, benim adımı ağzınıza almak küçüklüğünden kendinizi
sakınacağınızı umarım. Yine bilmelisiniz ki, onu ağza alınmaz lakırdıları utanmadan, çekinmeden bile bile size
yazan nankör ve terbiyesiz kızla karşı karşıya gelecek olursanız, bir çamaşırcı kadın kavgası yapmaya da
kadirdir.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:128)
Ağza düşürmek : Etrafa yaymak, sır vermek, dedikodu etmek
“Bir hatıra albümü bu birader. Tanrı mesut etsin sevgili çocukları! Kavgasız ayrılmayı severdim. Asla,
hiçbirinin adını vermez, ağza düşürmezdim.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:166)
Ağza tat, boğaza feryat : Lezzetli ama az servis edilen yemek
Bk.: Dişinin kovuğuna bile gitmemek
“MANGAN - Ne yemek doğrusu! Ağza tat, boğaza feryat! Dişimin kovuğuna bile gitmedi.
ELLIE - Biz alışkınız Mr. Mangan, bulduğumuza kanaat ederiz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:58)
Ağzı açık ayran budalası, delisi : Ağzı açık, herşeye kanan, hayran olan aptalımsı kişi
“(Bayram’ın) yüreği koz gibi kavruluyordu. Zehirli hamur yemiş enik gibi inliyor, çırpınıyordu:
‘Niye, niye aldın bıçağı? Niye aldın aynayı? Niye gandın a eşşek? A sıpa, a it, a ağzı açık ayran
delisi?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:80)
Ağzı açık kalmak, bakakalmak : Çok şaşırmak, hayret etmek
Bk.: Ağzı şaşkınlıktan açık kalmak
“Ama görkemli Lesbos’tan
gelen kız burun kıvırıyor
kar düşmüş saçlarıma
bakakalıyor ağzı açık
başka bir kızın ardından”
(Anakreon, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:85)
“Adamların bu malzemeyi eve taşımaları tam bir saat sürdü, bütün bu zaman boyunca Usta, kollarını
göğsünde çaprazlayıp öylece durdu; yaşlı, kurnaz bir baykuş gibi sırıtıyordu hem de. Aesop’la ben ağzımız bir
karış açık, seyrediyorduk; biraz sonra Usta bizi yanına çağırdı, ikimizin de omzunu tuttu. ‘Sioux Ananın
yemeklerinin yanında bunlar hiç kalır,’ dedi, ‘ama yine de lapa yemekten iyidir, ha çocuklar? Bıçak kemiğe
dayanınca insanın kime güvenebileceğini bilmesi gerekir.’ ”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:51)
“Susan’ın ağzı açık kaldı. Önce saatine, sonra yeniden Strathmore’a baktı. ‘Hala devam mı ediyor? On
beş saatten fazla zamandır?’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:30)
“Kızın ağzı açık kalmıştı. ‘İMKANI YOK!’
Langdon spiral deniz kabuklarının diyalarını gösterip gülümserken, ‘Var!’ diye misilleme yaptı. ‘Bunu
tanıdınız mı?’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:108)
“Don Quijote’nin ağzı açık kaldı, attan düşecek gibi oldu. Sancho bakışlarını efendisine çevirdi,
yüzündeki ifadeyi gördü. Don Quijote da Sancho’ya baktı, gülmemek için dudaklarını ısıran yanakları şişmiş bir
adamla karşılaşınca, olanca öfkesine karşın kendini tutamadı, kahkahayı bastı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:132-3)
“Şahane bir geceydi bu. Fakat tekrar masamıza döndüğümüz zaman Megan aklımı başıma getirdi.
‘Artık eve dönmemizin zamanı gelmedi mi?’
Ağzım bir karış açık kaldı. Hakikaten çıldırmıştım ben. ‘Allahım!’ dedim. Son tren çoktan gitmişti.”
(A. Christie, “cinayet reçetesi”, sa:155)
“ ‘Ama yine de bayım’, diyen bir ses duyuldu, gürültü patırdı içinden, ‘bir yandan, insanları alıştıkları
gibi yaşadıkları için kınıyor, bir yandan da, başka türlü yaşayabileceklerini kabul etmiyorsunuz, ayrıca, böyle
yaşamaktan mutlu oldukları için onları eleştiriyorsunuz, ya da bu durum hoşlarına gidiyorsa, öyleyse… kısacası
bayım: Yapmak istediğiniz nedir?’
Ter içindeydim, hayretten ağzım açık kalmıştı; bir çılgın gibi yanıtladım:
‘Ne mi istiyorum? Beyler, şahsen istediğim Batak’ı bitirmek.’ ”
(A. Gide, “Batak”, sa:76)
“Eve geldiğimde Kerem her zamanki gibi bilgisayarın başındaydı ama o eski umutsuzluğu yoktu
üstünde.
‘Ooo anne’ dedi. ‘Neler buldum neler, inanamayacaksın.’..... ‘Bak,’ dedi, ‘Einstein’ın Atatürk’e
mektup yazdığını biliyor muydun?’
‘Hayır, bilmiyordum’ dedim. ‘Ama bunun bizimle ne ilgisi var?’
‘Bizimle ilgisi yok ama Maximilian Wagner’le var’ dedi.
Ağzım açık bakakaldım. Benim küçük oğlum neler buluyordu böyle.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:165)
“Binalar barikat, sokaklar atış poligonu, gökdelenler betonarme gözetleme kuleleri durumunda.
Parlamento artık parlamento değil, hükümet hükümet değil, ordu ordu değil, dinler din değil; sadece hizipler,
partiler, milisler var. Böylesine atipik bir ülke karşısında ağzı açık kalanlar var. Ben kendi payıma tüm bunlarda
hayran kalınacak hiçbir şey, hiçbir eğlence, hiçbir gurur vesilesi görmüyorum. Diğerlerine benzeyen bir ülke
hayali görüyorum sadece.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:72)
“Oysa bugün yalnızdık. Gelen giden başka gemi yoktu; kucaklaşmak için kollarını açacak ya da gidip
gelenleri ağzı açık seyredecek kimsecikler yoktu ortada. Kimse, Melchione Baldi bile - boşuna aradım onu
gözlerimle. Yalnızca demirlemiş boş gemiler ve neredeyse bomboş rıhtımlar.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:392)
“Oysa bu iri adam sadece kendiyle meşguldü, kızının yanında öyle oturup duruyordu. Hiçbir şeyin
farkında değildi. Hiçbir şeyden kuşkulanmıyordu. Bu vurdumduymazlık karşısında ağzı açık kalan Flush onun
yanından sürünerek odadan çıktı gitti.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:52)
“Bu istek karşısında adamın ağzı açık kaldı. Kadın, yirmi yıl boyunca annesinin her hafta babasıyla
ettiği kavgayı sürdürüyordu. Yoksa çıplak ayakla mı gezmeliydi?”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:139)
Ağzı bal yemek : Sağlık ve afiyette, rahat ve huzur içinde olmak
“EYŞAN - Sağol ata kişi.ağzın bal yesin. Aklım zengin değildir, Lakin bu iş yüreğimi kana
bulamıştır, yüreğim temizdir; lakin gayrı kandan görünmez.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:94)
Ağzı (şaşkınlıktan) bir (iki) karış havada açık (kalmak, olmak) : Hayretten ağzını açıp bakakalmak
“SOKRATES - Bakın hele! ‘Seni assalar’; bu sözleri ağzını bir karış açarak, nasıl ahmakça söyledi!
Bu delikanlı bir tutukluluktan kurtulmak sanatını, celpname göndermeyi, hakimleri yumuşatacak şekilde sesini
yumuşatmasını nasıl öğrenecek?”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:71-2)
“Parakokan yüzünü bana çevirerek,
-Şimdi, dedi; sanıyor musunuz ki, hareketsizliği sizi çok zaman şaşırtan bu beyaz maskenin altında da
bazı zevkler yoktur.
Ağzım şaşkınlıktan iki karış açık, odama döndüm.”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:33)
“Birkaç kilometre ötede, Les Invalides’in ardındaki nehir kıyısında, çift römorklu kamyonun silah
zoruyla durdurulan şöförü şaşkınlıktan ağzı bir karış açık, adli polis şefinin bir kalıp sabunu hırsla Seine
Nehri’nin kabarmış sularına fırlatmasını seyrediyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:130)
“İçi dolu çantayı öğrenciye verdi ve elini hararetle sıktı. Öğrencinin acelesi vardı, bunca vakit
yitirmesine neden olan işlemlere sövdü. Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan Fischerle, yana çekilip ona yol
verdikten sonra soluğu camlı kapıda aldı çocuk...”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:255)
“Sevgili okur, bırakalım iyi kalpli Sancho gitsin kısmetini arasın; bu yeni görevinde nasıl davrandığını
öğrendiğinde katıla katıla gülmeye hazırla kendini. Ben bu arada sana, daha o gece şövalyenin başından
geçenlerden söz edeyim. Gülmesen bile ağzın bir karış açık kalacaktır.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:667)
“İki gün sonra, Bağışlama Tepesi denen bir dağa tırmanmamız gerekti. Saatlşerce tırmandıktan sonra
doruğa vardığımızda, güneşlenip biralarını yudumlamakta olan bir grup turistle karşılaşınca ağzım bir karış açık
kaldı. Arabalarının radyosunu sonuna kadar açmışlar, müzik dinliyorlardı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:58)
“Graecen ağzı açık kalakalmıştı, bir eli güm güm çarpan yüreğinde konuşmaya çalıştı. Arkadaşı her
zamanki paytak yürüyüşüyle çimleri ağır adımlarla geçerek yanına yaklaşıyordu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:183)
“Rex diye baarmaya ve esenyürün elini öpmeye azım bir karış açık kaldı neredeyse çenem kopacaktı
çünkü oan kırmızı sakallı o senyürün İmparator Fridericus olduğunu anladım etten ve kemikten karşımdaydı ve
ben ona bütün gece aptalın tekiymiş gibi bir sürü palavra atmıştım.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:16;17)
“O sırada Léon cebinden hemencecik bir gümüş para çıkardı, Emma’yı kolundan yakaladı. Hademenin
ağzı bir karış açık kalmıştı, daha yabancıların görecekleri bir sürü şey varken, bu zamansız cömertliğe akıl
erdirememişti çünkü.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:265)
“Delikanlı, önce ağzı bir karış açık, Çelkaş’ı dinliyordu. Serserinin palavra sıktığını anlayınca, katıla
katıla gülmeye başladı. Çelkaş istifini bozmuyor, bıyık altından gülümsemekle yetiniyordu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:66-7)
“ ‘Buyurun!’
‘İçinde Z.’nin hatıra defteri bukunan küçük valizi N. Kırmadı.’
‘N. Kırmadı mı? Ya kim?’
‘Ben. Bir telle valizi açan bendim.’
Bu sözlerin etkisi büyük oldu. Başkan kalemini düşürüyor, savunma avukatı ayağa sıçrıyor, ağzı bir
karış açık kalan Z., suratıma aptal aptal bakıyor, oğlanın anası bir çığlık koparıyor, ekmekçi de kireç gibi oluyor
ve kalbini tutuyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:116)
“... açlık cambazı yetişkinler için, sadece, moda adına katıldıkları bir eğlenceden, ilginç bir olaydan
başka bir şey değilken, çocuklar hayretler içinde, ağızları bir karış açık, kendilerini güvende hissetme ihtiyacıyla
el ele tutuşmuş halde..... izlerlerdi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:75)
“Uçakların gelişi geçişi, köylüleri eğlendiriyor. Hepsi sırtlarını duvara dayayıp, ağızları bir karış açık
seyrediyorlar ve bir: ‘Vıyy vıyy vıyy, anacığım!’dır gidiyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:149)
“Zebedi, ustaca bir söz söylemek üzere dudaklarını aralamıştı ki, ağzı açık kalakaldı. Tuhaf bir konuk
belirmişti k
apıda, onları dinliyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:189)
“ ‘Geçenlerde gece ikide çıkan rüzgar bizi çok salladı,’ diyordu; ‘Bu gece de çıkabilir; onun için bence
şöyle başlayalım.’ Bunun üzerine Profesör’ün ağzı şaşkınlıktan açık kalıyordu; gerçi kızın söyledikleri doğru
değildi ama bu kadar cesur olması da ilginç bir durumdu doğrusu. Allah kahretsin diye düşünüyordu gülerek.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:280)
“Sert bir sesle, ‘Pollyanna,’ diye bağıırdı. ‘Şu bitmez tükenmez “mutlu” kelimesini kullanmayı kesecek
misin artık? Mutlu... mutlu... mutlu, sabahtan akşama kadar, artık çıldıracağım.’
Pollyanna’nın ağzı şaşkınlıkla açık kaldı.”
(E.H. Porter, “Polyanna”, sa:117)
“ ‘Eugene, ben de size gelmek istiyorum...’
‘Atla,’ dedi Bazarov dişlerinin arasından.
Arabasının etrafında dolanıp duran, neşeyle ıslık çalan Sitnikov bu sözleri duyunca ağzı açık kaldı.
Arcade soğukkanlılıkla arabadan valizlerini indirdi ve gitti, Bazarov’un yanına oturdu.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:143)
“ ‘Herkes biliyor okula gittiğimi, ilk olarak okula gittiğimi. “Bu çocuk ilk olarak okula gidiyor,” diyor
hizmetçi, merdivenleri silerken. Ağlamamalıyım. İlgisiz bakmalıyım onlara. Şimdi istasyonun açık kalmış bir
ağzı andıran ürkütücü kapısı; Ay yüzlü saat karşılıyor beni.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:23-4)
“Nihayet, la Grande, Palmyre’yi reddeden, onunla asla konuşmayan ninesi, ilerledi:
-Galiba ölmüş, dedi.
Sonra, sopasıyla onu dürttü. Güneşin parıl parıl aydınlığında, boşalmış, apaçık gözleriyle, ovanın
rüzgarına karşı bir karış açık ağzıyla yatan ceset, kımıldamadı. Sızan kan, çenesinde pıhtılaşıyordu. O zaman,
nine, eğildiği yerden doğruldu, ekledi:
-Tabii, ölmüş... Başkalarına yük olacağına, böylesi daha iyi.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:340)
Ağzı bozuk olmak : Küfür etmek, ağzına geleni söylemek, sözlerini kontrol edememek
“BİR HAYALET II -Portre------------------Yalnızlık içinde ölen benim gibi,
Ve ağzıbozuk ihtiyarın, Zaman’ın
Her gün sert kanadıyla bozup sildiği...”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:89)
“Büyük duvarların gölgesine saptık ve kendimizi tıklım tıklım dolu Ortaçağ sokaklarıyla kasabanın
içinde bulduk. Burada bütün trafik öküz arabası gibi ağır işliyor: Küfür, ağzı bozukluk, el kol hareketleri gırla
gidiyor.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:428)
“Olanlar oldu o gece. Korkudan dilim tutulmuştu, konuşmak istediğimde ancak kekeleyebiliyordum.
Çok korkunç bir histi o; konuşmaya kalkıştığımda, dilim sanki gerilere gidiyor gibiydi. Göğsümde de bir ağrı
vardı. Üstelik çok sevgili halam, o günlerde ağzımın biraz bozuk oluşu nedeniyle, bunun belki de Tanrıdan bir
ceza ya da uyarı olduğunu söyleyince benim tüm yedek cankurtaran filikalarım battı.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:13)
“MAMA - Ne kadar ağzı bozuk bir kraliçe. Bu göbek emicilerin huzurunda... onlar çok utangaçlar
bakın... şu nasıl da kızardı... em yavrum em...
ELIZABETH - Ama beni öfkeden kudurtan bu soysuzun benim ülkeyi batıracağını söylemesi.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:37)
“Berthe’in yüzü sapsarı olmuştu. Çıkıp gitmeye cesaret edemiyor, başı önünde, aşağılanmış gibi
duruyordu. Octave, hizmetçilerin bozuk ağızlarına kızdı; tüm isteği gitmiş, üzerine bir hüzün ve bıkkınlık
gelmişti.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:32)
Ağzı dili olsa da : Duygularını söyleyebilme yetisi olsa da bir konuşsa neler diyecek
“O her zaman Brescia’nın koruyucusu ermiş Giovita’nın kehanetinin gerçekleştiğini ne on üç haftada,
ne de on üç ayda göreceklerini söylemişti. Güvenilir dostlarıyla konuştuğu zaman bu on üç sayısının, hani ağzı
dili olsa da her şeyi söyleyebilme yeteneğine sahip olsa, pek çok kimseyi şaşırtacak biçimde yorumlanması
gerektiğini (1813) sözlerine eklerdi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:31)
Ağzı durmamak : Sürekli, hiç durmaksızın konuşmak; Dedikodu yapmak
“ ‘Sen vardın eskiden..... o Noel gecesinden sonra, evden çıkarken beni bir daha görmeyeceğini
söylediğinde, inanamamıştım. Sonralarıysa, dedikodudan kaçtığını sandım. Anlayamadıkları bir şey olunca,
ağızları durmayan insanlardan korktuğunu, beni yalnız bıraktığını sandım...’ ”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:37)
Ağzı eskimek : Çok konuşmamak -sanki konuşursa ağzı aşınacak“- Seni biz mi zengin edeceğiz?
- Hayır, ama, sayenizde beş on para kazanmak...
- Alışveriş etmiyoruz ya! Yoksa iki lakırdı söylemekle ağzın mı eskiyecek?”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:201)
Ağzı kalabalık : Çok konuşan, patırdılı gürültülü bir araba laf eden, şarlatan
“Üvey babamın kardeşi, bir oyun icat edip yüklü para kazanan birini tanıyordu. Onunla görüşüp fikrini
almak aklıma yattı. Büyük Merkez Gar’ın yakınındaki Roosevelt Otel’in lobisinde buluştuk. Adam, kırk
yaşlarında, feleğin çemberinden geçmiş, alaveresi dalaveresi bol, ağzı kalabalık biriydi; ama konuşurken ağzına
baktıracak kadar etkili olduğunu da itiraf etmeliyim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:118)
“HAMLET -... Kafasına peruka takmış ağzı kalabalık bir herifin, çoğu, anlaşılmaz dilsiz oyunlarıyla
gürültüden başka bir şeyden zevk duymayan ayak takımının kulak zarlarını patlatacağım diye nasıl yırtınarak
heyecanlı bir sahneyi berbat ettiğini görmek adeta içime dokunur.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:89)
Ağzı kulaklarına varmak, kulaklarında durmak, kulaklarında olmak : Yılışmak, sevinçten ağzı açık
kalmak
“İLGİ ÇEKECEK BİR ŞEY (İSTİYORUM)
------------------------------------------------------atlıkarınca resimleri istiyorum,
müzik kutuları, her yaz
tezgahlarında terleyen
tıknaz kadınları da, yaz-aşkını,
aynı zamanda. İstiyorum kocalarını
onların ağzı kulaklarına varan, yalakadenizim ben, iskelesini yutan.”
(Isobel Dixon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.05.07)
“Çocuklar ağabeylerinin emrine uyarak verdiği kitapla oyalanıyor, kapıyı her açışında sessizce, ağızları
kulaklarına vararak sırıtıyor, girmesini, güzel, eğlenceli bir oyun getirmesini bekliyorlardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:13)
“Başını çevirip Simina’ya çok sıcak bir bakış fırlattı. Mösyö Nazarie genç sayılırdı, kırk yaşında yoktu;
Simina’ya yönelttiği bakışla hem koruyucu, hem de gönül okşayıcı bir sevgiyi açığa vurmaya çalışıyordu.
Temiz, düzgün, tahsilli adam çehresi aydınlanmıştı. Ağzı kulaklarında, Simina’ya gülümsüyordu.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:6)
“Yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
‘Sende azıcık utanma olsaydı her şey bambaşka olurdu. Allah bilir, çocuğun kaç aylık oldu, ama sen
işi hala şakaya vuruyorsun. Seni baştan çıkaran herif geldi diye ağzın kulaklarına varıyor. Sende ne duygu
kalmış, ne utanma.’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:221)
“Bundan, hiç şüphesiz, hizmetçinin de haberi vardı. Zira, dışardan içeriye, içerden dışarıya her girip
çıkışında sırıtmadan ağzı kulaklarına varıyor ve yemek dağıtılırken gözünün ucuyla pencereden yana bakmaktan
kendini alamıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:70)
“Emine, eğilip babasının elini öptü. Sonra, iki eli kuşağında arkada duran İsmail yaklaştı, o da öptü.
Bekir Çavuş’un ağzı kulaklarına varıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:138)
“Ben çocuğa dört metelik <on para, 4 metelik=bir kuruş=kırk para> göstererek,
-Haydi et sen duanı da vereyim sana bunları!
Şopar’ın <çocuk> sevinçten ağzı kulaklarına vararak ellerini havaya doğru açtı ve sırıtarak şu duayı
tutturdu:
Yalvarırım Mevlaya
Düşmeyesin belaya!..
Düşesin genç yaşında,
Bir gözleri elaya!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:38)
“Tazı Tahsin ellerinde sıkı sıkıya tuttuğu paralar, gözleri şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış, ne yapacağını
bilemez, ortada öylece kalakalmış, bir imdat ister gibi, karşıda tek başına ağzı kulaklarında duran, tekerlek
şapkasını gözlerinin üstüne indirmiş, ona bütün iyilikleri eden Topal Aliye bakıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:128)
“GLUMOV - Ya siz amca?..... Rol yaptığımı bal gibi biliyordunuz. Ama toy bir gencin gözünü açan,
görmüş geçirmiş bir adam gibi kurumlanmak fırsatı geçmişti elinize. Bu fırsat kaçırılır mıydı? Sizden yirmi kere
zekiyim. Siz de farkındasınız bunun. Ama işi aptallığa vurup sizden öğüt istedikçe ağzınız kulaklarınıza varır.
Dünyanın en dürüst, en namuslu adamı olduğuma yemin edebilirsiniz.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:125)
“Dinleyiciler bu aşağılayıcı espriye kadehlerini kaldırarak ve abartılı kahkahalar atarak karşılık verdiler.
Peaslee’nin ağzı kulaklarına vardı. Kahkahalar atan Yahudi, kadehin üstünden bakarken birden donup kaldı.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:462)
“Sınav iyi gidiyordu, profesörün ağzı kulaklarındaydı; sonra nasıl olduysa birden, çıplak kafalı, çirkin
bir adamın karşısına oturmuş, selentereleri anlattığını farkediverdi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:10)
“Şimdi, hazırlanalım,bir dakikamızı bile almaz,. ‘Durun,’ dedi şef, sonra birinci yardımcıya dönerek,
‘Sen benim banyomu kullan, yoksa buradan hiç çıkamayacağız.’ Bu davetten yararlanacak olanın ağzı
kulaklarına vardı, kariyerinde müthiş bir ilerlemeydi bu, şefin içine işediği klozetin içine o da işeyecekti.”
(J. Saramago, “Görmek”, sa:204)
“SEZAR - Sezar’dan korkuyorsan gerçek kraliçe değilsin. Bir piramidin altına saklansan bile, o saat
yerini keşfeder. Piramidi tek eliyle havaya kaldırdığı gibi... (Dişlerini takırdatır.)
KLEOPATRA (Titrer.) - Deme.
SEZAR - Sıkıysa kork bakalım. (Buçinanın sesi gene uzaktan gelir. Kleopatra korkuyla inler. Sezar
ağzı kulaklarına vararak bir hatip edasıyla.) İşte Sezar, Kleopatra’nın tahtına yaklaşıyor. Haydi yerine geç.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:49)
“Belinden yukarsı çıplak zenci oğlan, ağzı kulaklarında, ışığı baş hizasında tutuyor, gördüğü hizmetle
sanki yavaş yavaş terlediğinden tunç gövdesi parlıyordu.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:343)
“Bu, erkek kardeşinin çalıştığı villaydı. O tek başınaydı ve giriş kapısına doğru uzanan yolda
yürüyordu. Kepenkler kapalıydı, kapıda da kimse yok gibiydi. Ancak çok yaklaştığı zaman sütunların altında
Raj’ın durduğunu fark etti...... Onu selamlamak için kolunu kaldırdı. Rüyasında yüksek sesle ‘Raj’ diye seslendi.
Raj parmaklarının ucunda yükseldi ve onu gördü. Gülümseyen ağzı kulaklarına varıyordu. O da ellerini
sallayarak ‘Anne!’ diye bağordı. O anda evin içinde bir gümbürtü koptu; hava akımı yüzünden kepenkler ve
kapılar duvarlardan koptular.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:29-30)
“İvan İlyiç çok mutluydu; çocukların övgüsünü yutarcasına dinliyor, sevinçten ağzı kulaklarına
varıyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:48-9)
“Cüce bütün bunları büyük bir ciddiyetle karşıladı. Haz içinde pırıl pırıl yanan küçük parlak gözlerle
ağzı kulaklarına vararak çiçeği çirkin dudaklarına götürürken elini kalbinin üzerine koyup Infanta’nın önünde
bir dizi üzerine çöktü.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:19)
“Onları coşturmak ve tutuşturmak için ne kadar da az şey gerekiyor! Güzel bir atın yanından geçtiği
zaman her seferinde nasıl da ağzı kulaklarına varıyor; parmaklarının altında hayvanın pıt pıt atan kanını
hissedebilmek için, sıcacık, ipek gibi boynuna eliyle vurarak okşadığı zaman nerdeyse bir şehvet duygusuna
kapılıyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:252)
Ağzı laf yapmak : Entellektüel geçinerek bol bol gevezelik yapmak
“Arka koltukta oturmuş bira içiyorum. Roy bana tek tek Hollis’in aile fertlerini anlatıyor. Roy daha
becerikli entellektüel palavralarla, ağzı laf yapıyor. Evlerinin duvarları ilginç fotoğraflarla dolu.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:7)
Ağzı leş gibi kokmak : İçkiden, herhangi bir aroma’dan (soğan, sarımsak) ya da açlık veya diş çürüğünden
dolayı oluşan koku
“... azarlamış, hatta bağırıp çağırmış, hakaretler savurmuştu: ‘Mustafa Kemal’in yerinde ben olacaktım
ki, topunuzun kökünü kazıyacak, sarıklarınızı boyunlarınıza dalıyacaktım! Kur’an kursundaki bir sübyana ilişilir
mi ulan deyyus?’
Ağzı da leş gibi rakı kokuyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:179)
Ağzım(n)a bir lokma ekmek koymayayım, koymak nasip olmasın ki : Eğer sözümde durmazsam, bir lokma
ekmek dahi yiyemeyeyim bağlamında bir ilenç
“ALBANY - Silahlısın Gloucester, döğüşe hazırsın; borular çalsın; o iğrenç, o gün gibi belli
cinayetlerini yüzüne çarpacak kimse çıkmazsa ortaya, işte (eldivenini atar.) sana ben meydan okuyorum; ağzıma
bir lokma ekmek koymayayım ki, bütün bu söylediklerimin doğru olduğunu bağrını deşerek ben kanıtlayacağım.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:148-9)
Ağzına -bir iki parmak daha- bal çalmak : Birinin sempatisini kendi lehine çevirmek için onun işitmek
istediği şeyleri söylemek, gereğinen fazla methetmek
“Bu yanıyla Kraus, insanlar tarafından sevilip övülmek için onların ağızlarına bal çalan tüm yazarların,
o dev çığunluğun karşıtıdır. Eşlerine çok ender rastlandığı için, Kraus gigi kişiliklerin neden gerekli oldukları
konusunda bir şeyler söylemek hiç kuşkusuz gereksizdir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:52)
“Şüphesiz, bu işin içinde Etem’in de parmağı vardı. Köpoğlu herifin, kendi başına benden sızdırdıkları
yetişmiyormuş gibi, şimdi de Gülizar’la bir olup ve onu alet ederek beni adamakıllı vurmak istiyordu. ...... Kızın
ağzına bir iki parmak bal daha çaldıktan sonra cebimden iki gümüş çeyrek çıkarıp uzattım:
-Hele sen şimdi şu iki patakozu al, kulübene git; ben seni yine bir gün çağırır, o gün de seni ayrıca
memnun ederim!”
(O.C.Kaygılı, “çingeneler”, sa:176)
Ağzına (bile) almamak : Konuşmamak, hiç bahis etmemek
“... Bazen de Sheboygan veya Terre Haute’un en yabanıl yöresinde, kendine Smith ya da sık sık
duyulan başka bir soyadı takmış dolaşırken buluveririz onu... Geçmişini kesnlikle hatırlayamamakta, özellikle
bakkala olan borcunu, Allah korusun, ağzına bile almamaktadır.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:20)
“Ve masanın gözünde büyük eserimin başlangıç bölümleri yazılmış duruyor. ‘Hayatımın eseri,’
diyebilirim doğrusu. Ne var ki, kulağa pek iddialı geliyor bu isim, en iyisi ağzıma almamak; çünkü itiraf edeyim
ki, eserin şimdilik yazılması ve tamamlanması pek zayıf bir olasılık.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:167)
Ağzına bir lokma bir şey atmak, girmek; koymak : Açlığını gidermek için bir şeyler yemek
“Kısa bir duraklamadan sonra:
-Beyler Fransa’dan mı geliyorlar? diye sordu.
Prosper:
-Bonn’dan geliyoruz, dedi. Sabahtan beri ağzımıza bir lokma yiyecek koymadık.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:65)
“Güneş daha da yükselmiş. İyice ısınıyor sırtı. Ne yapmalı etmeli, çamlığa ulaşmalı. Yoksa bu
yorgunlukla sıcağa dayanmak güç olur. Bu yorgunlukla… Çamların altında uyunabilir. Bir iki lokma ekmek de
yenebilir. Gece, bir ara, somunun bir ucunu koparıp çiğnemişti uzun uzun. Ondan beri ağzına bir şey koymadı.”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:15)
“ ‘Yağmur dinmiş biraz,’ dedi Magdalena.
‘Gideyim ben,’ diye cevap verdi delikanlı yerinden kalkarak.
‘İlkin ağzına bir lokma bir şey koy da gücün kuvvetin yerine gelsin. Bu havada nereye gidebilirsin ki?
Dışarısı zifiri karanlık, yağmur da henüz tam dinmiş değil.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:113)
“Bu sahneyi seyretmiştim, gördüğüm sırada kesinlikle komik bulmamıştım. Ama bir süre sonra, tam da
ağzıma bir lokma attığım sırada kahkaha öyle hızla beynime vurdu ki, lokma boğazıma kaçtı ve büyük bir
gürültü kopardım.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:61)
Ağzına (bir) (tek) lokma (şey) girmemek, koymamak : Üzüntü ya da hastalıktan hiçbir şey yememek, uzun
zamandır aç kalmak
“ ‘Bir zamanlar ben de ünlü olmak isterdim. Sokakta yürürken bütün başların bama dönmesini ve
çevremdeki insanların beni izleyerek birbirlerine fısıldamalarını arzu ederdim. ‘Bak işte ünlü kazazede Susan
Barton geçiyor!’ diyeceklerdi. Ama bu boş hevesimden vazgeçeli çok oldu. Bir bakın bana! İki gündür ağzıma
bir lokma koymadım. Giysilerim yırtık pırtık. Saçlarım yağ içinde. Yaşlı bir kadın gibi görünüyorum.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:98)
“Dul Bayan Mimrina’nın Piatisobaçyi Sokağı’ndaki evinde düğün şöleni düzenlenmişti. Çağrılıların
sayısı 23 kişiyse de bunlardan 8’i mide bulantısını ileri sürerek ağızlarına tek lokma koymuyorlar, masa başında
pinekleyip duruyorlar.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:73)
“Bay Bergeret:
-Ricket, dedi, piliç ister misin? Çok nefis.
Riquet sesini çıkarmadı. Masanın altına yattığı zaman, yemek adeti değildi. Yemek çok güzel koksa da
onu bu huyundan vazgeçiremezdiniz. Riquet insanlara ait yemek odasında ağzına lokma koymazdı. Müşfik ve
duygusal Bay Bergeret’nın ısrarı boşunaydı.”
(A. France, Bay Bergeret Paris’te”, sa:6)
“ ‘Günlerce odamdan dışarı çıkmadım. Ağzıma bir lokma yemek girmedi. Sonunda bir şeyler yemek için
dışarı çıktım, yemeğimi yer yemez de hemen eve döndüm.’ ”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:53)
“Bu arada çocuklar çoktan eve varmışlardı. Hayli yorgun düşen Pierre ağzına bir lokma bir şey
koymadı yemekte, sevimli küçük odacığındaki yatağına yatıp uyudu.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:95)
“Nihayet, Emeti Kadın’a görünmekten korkarak, ben de gittim. Köylülerin arasına sokuldum. Kendime
bir yer bulup oturdum. Şimdi herkeste bir ‘ne yiyeceğim’ endişesi var. Dün akşamdan beri ağızlarına bir lokma
koymamış çocuklar, durmaksızın ağlıyorlar. Kocakarılar, Zeynep Kadın’dan örnek alıp sürekli sövüp sayıyorlar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:188)
“Çamların altında uyunabilir. Bir iki lokma da yenebilir. Gece, bir ara, somunun bir ucunu koparıp
çiğnemişti uzun uzun. Ondan beri ağzına bir şey koymadı.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:15)
“Rahip adayı tedirgin oldu ve durdu. Başrahibin iç çekişini, ya da heyecan içinde tırnaklarını iskemleye
batırışını duymaz olmuştu; soluk alışını bile duymuyordu. Ölmüş müydü yoksa? Kaç gündür ağzına lokma
koymak istememişti. Tanrı’ya darılmış, ölmek istiyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:117)
“Başımdan geçenleri anımsadım: 1926’da nasıl üç ay işsiz güçsüz kaldığımı, nasıl açlıktan geberdiğimi,
Granada’da bir sıra üzerinde geçirdiğim geceyi anımsadım: üç gündür ağzıma bir lokma koymamıştım,
kudurmuştum, geberip gitmek istemiyordum. Bu beni güldürdü.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:28)
“ ‘Annenize biraz et suyu kaynatın!’ diyecekti, ‘sonra tavuğun beyaz etinden de götürün bir az, belki
yer !’
Madelaine: ‘Ah Madamcığım,’ diyecekti, ‘ağzına lokma koymuyor.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:34)
“-Kaç gündür ağzına bir şey koymuyor kızcağız, zayıfladı, bu yetmiyormuş gibi sen de saçma sapan
düşüncelerinle üzüyorsun onu. Hadi git artık, hadi canım.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenia”, Cilt:III-IV, sa:23)
“Korney bir şişe açtırarak önce Kuzma’nın bardağını doldurdu. Sabahtan beri ağzına bir lokma
koymamış bulunan arabacının başı hemen dumanlandı. Kafayı bulunca da, Korney’e sokulup sesini alçaltarak
köyde duyduklarını tüccara aktarmaya başladı.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:106)
Ağzına etmek : Hakaret etmek, aşağılamak, ona gününü göstermek, canına okumak (Argo)
Bk.: Ağzına sıçmak
“Boris gülmeye başladı:
-Tamam, dedi. Şimdi ağzıma ettin işte. Ama Lola, insan birine karşı birtakım duygular besler de, gene
de söylemek istemeyebilir. Olmaz mı sanki?”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:34)
“Cephede oldular mı, bir kurşun yiyip devrilmek korkusundan burunları biraz sürtülür, ama geride
kışlada örneğin, adamın anasını ağlatırlar, ağzına ederler.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:116)
“İhtiyar, birden isyan etti:
-Bizim gibi mi? Ha?Ağzına ettiklerimin... Sen bir küçük çocuğun elini kesebilir misin, ha?
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:52)
Ağzına geleni ardına bırakmamak; Ağzına geleni söylemek : Kızgınlıktan, kontrolsuz aklına gelen kötü
şeyleri söylemek, küfür etmek
“Direnmek olanaksızdı, tezgahtarların annemin üstüne titreyişlerinden, buyruklarını canla başla yerine
getirmelerinden keyif duymamak olanaksızdı, annemin gücüne kapılmamak olanaksızdı. Ama mutluluğum her
zaman büyük bir kaygıyla bulanırdı, çünkü fatura geldiğinde babamın neler söyleyeceğini bilirdim. Gerçekten de
babam, ağzına geleni söylerdi.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:11)
“Dönen dolapları iyice anlamış. Onun üzerine karıyı terk etmiş. Ama önce bir güzel ıslatmış. Sonra da,
ağzına geleni söylemiş.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:36)
“Nasruddin, protesto eden seyircilere ağzına geleni söyledikten sonra ayağa kalkmaya çalıştı, ama
paldır küldür yere yuvarlandı. Seyirciler tiksinti içinde salonu terk etmeye koyuldular..”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:99)
“Yaşlı adam sözümü bitirmeme bile zaman bırakmadı. Ağzına geleni, bağıra çağıra söyledi durdu. Yok
defolup gitmeliymişim, yok fifremle uğraşmalıymışım, yok oğlumu hemen evlendirmek istiyorsam, un
fabrikasından kız alamalıymışım...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:26)
“Geçenlerde Charles’ın konsültasyon yaptığı Yvetot’lu bir doktor, hastanın yatağı başında, oraya
toplanmış yakınlarının ve akrabalarının önünde Charles’a neredeyse hakaret bile etmişti. Akşam Charles bu olayı
anlatınca, Emma o meslektaşı hakkında ağzına geleni bağıra çağıra söyledi. Charles bu yüzden çok duygulandı.
Gözleri yaşardı, karısını alnından öptü.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:70)
“AMEDEE - Herkes ağzına geleni söyler. Havada kalan, ipe sapa gelmez laflar...
MADELEINE - İş açığa çıkıncaya kadar havada kalacak laflar. Her şey açığa çıkacak! Herkes
parmakla gösterecek bizi. Yalnız o kadarla kalsa yine iyi!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:77)
“... hep kendisi konuşurdu, ben de ağzımı açıp bir şey söylemeye kalktım mı hemen susturmak isterdi,
ben de sözümü sakınmazdım tabii, doğruyu söylüyorum da da onun için kızıyor susturmaya kalkıyorum deyince
büsbütün köpürür, ağzına geleni söylemeye başlar ikimizin de günü zehir olurdu onun yüzünden...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:79)
“... haklı olduğum halde hatalı bulunmam, içimde birikmiş bütün düşkırıklıklarını ve düşmanlığı doruğa
getirdi ve hemşirye bir sağanak halinde ağzıma geleni ardıma bırakmadım.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:28)
“Başka her kim olsa, korkunç bir öfkeye kapılıp ağzıma geleni söyler ve onu aşağılayarak ite kaka
karşımdan kovardım. Ama Bartleby’de yalnızca elimi kolumu bağlamakla kalmayıp, hayret verici biçimde bana
dokunan, beni altüst eden bir şey vardı.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:29)
“Kimbilir?… Neyse! Ben yine ‘beni besleyecek kadar gücünüz yok mu? Benim yarı boyumda bir
adamla ben nasıl evlenirim? Körü körüne kız kocaya verilir mi?’ diyerek ağzıma geleni söylemeye başladım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:347)
Ağzına göre şerbet vermek : Karşısındakine yaranmak için, onun hoşuna gidecek şekilde davranmak,
konuşmak
Bk.: Nabzına göre şerbet vermek
“Onun ne sevdiğini gözüm iyi biliyor:
Bardağa doldurduğu, ağzına göre şerbet.
Bardak zehirliyse de, asıl suç, değil onda;
Körkütük aşık gözüm, rehberidir aklın da.”
(W. Shakespeare, Tüm Soneler”, no:114, sa:269)
Ağzına içkinin damlasını koymamak : Verilen söz ya da edilen tövbe nedeniyle, içkiye hiç dokunmamak
“Kızağı koşma işi Nikita’ya kalmıştı, çünkü Vasili Andreyiç’in o gün sarhoş olmayan tek uşağıydı.
Onun sarhoş olmayışının nedeniyse, Büyük Perhiz’den bir gün önce gömleğini, çakşırını, meşin çizmesini
satarak iyice kafayı çekmesi ve sonra bir daha içki içmeye tövbe etmesiydi. İki aydır ağzına içkinin damlasını
koymamıştı zavallıcık.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:12)
Ağzına kadar dolmak, dolu olmak : Tıklım tıklım dolmuş olmak, hiç yer kalmamak
“ ‘İç içe oda ağzına kadar doluyor. Birçok Şarkvari köşeler yapmışlar, bunlar üstünde bağdaş kurup
oturmuş Alman subayları, ellerinde bir tambur veya bir gitara ile yan yatmış Viyana’lı kadınlar; duvardan
,indirilmiş bir uzun çubuğu tüttürmeye çalışan Beyoğlu’lu gençler var.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:171)
“ANLATICI : Evet, evet. Tastamam. Getto’nun tasfiye edimesinden on gün önce. Son temsil o
zamandı. Her yer doluydu. Bu kesin. Ağzına kadar dolmuştu salon. Her oyunda olduğu gibi.”
(J. Sobol, “Getto”, sa:15)
“Konuk odası mobilyalarla, bir sürü ıvır zıvırla ağzına kadar doluydu. Masanın yanından geçip divana
otururken kadıncağızın siyah mantosunun üstüne giydiği siyah tül, bir sandalyenin oymasına takılmıştı.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:28)
Ağzına kilit vurmak : Hiç konuşmamak, suskun kalmak
“Gel gör ki, Şvayk’ın inadı tuttu. Daha önce de muhafızlar eşliğinde yolculuk yaptığını, ama hep keyifli
çocuklara düştüğünü anlattı. Onbaşı ağzına klilit vurmuştu, ama Şvayk susmak bilmiyordu:
‘Biliyor musun onbaşı, dilini yutmuş gibi öyle oturduğuna bakılırsa başına bir bela gelmiş olmalı.
Dünyasından geçmiş çok onbaşı gördüm, kızma ama senin kadar felaketini görmedim.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:247)
Ağzına koyar, koymuş gibi : Düşünmeksizin, sanki başkası dikte ettirmiş gibi
“Üst dudağının üzerinde kara, nemli bir bıyık vardı. İştah açıcı bir ağız değildi; sizin fincanınızı
kullanırken görmek isteyeceğiniz türden bir ağız değil. Aniden, bir anda, sanki Şeytan bizzat ağzına koymuş gibi
Dorothy’nin dudaklarından bir dua kaçtı: ‘Ah Tanrım, ne olur kadehi Bayan Mayfill’den sonra almayayım!’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15-6)
Ağzına koymamak : Hiç yememek
“Bir zamanlar rahmetli babamın kullandığı eski eldivenleri pençelerime geçirmeyi kendime
yedirememiştim. Hep şehirde satılan çocuk eldivenlerindeydi gözüm. Babacığım haşlanmış bezelyeye bile sesini
çıkarmaz, oturur afiyetle yerdi; bense ağzıma koymazdım bezelyeyi, ille tavuk, kaz falan gelecek önüme. Domuz
kızartmasına bile burun kıvırdığım olurdu; oysa canım anacığım domuzu bir güzel kızartır, koca bir bardak
birayla önüme koyardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134)
Ağzına mühür vurmak : Hiç konuşmamaya kararlı olmak
“ ‘... Nasıl ki bir kitabı kapatır kapatmaz içindeki kahramanların artık mevcut olmadıklarını
söyleyebilirsek, benim de artık mevcut olmadığımı düşünmemeniz için hiçbir neden olmayacak. Benim açımdan,
ağzıma mühür vuracağıma emin olabilirsiniz. Bu üzücü olay hakkında hiç kimseye tek laf etmeyeceğim.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:165)
Ağzına sakız olmak, vermek : Dedikoduya konu olmak, diline düşmek
“Kaymakam Instetten, karısı iskemleye yapışık küçük Çinli’yi hayalet halinde yatağında gördüğü için
evini satıyor diye kentteki halkın ağzına sakız veremem. Sonra ben mahvolurum, Effi.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:122)
“HIRSIZ - On küçük parlak elmas! On uzun kara yıl!
LADY UTTERWORD - Ama ailece mahkemelerde sürünmek, gazetelerin ağzına sakız olmak, kolay
mı bizim için? Bir yerli olsaydın Hastings seni bir temiz dövdürüp işine yollardı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:89)
Ağzına s.çmak : Birisinin konuşma tarzına, ikaza karşın susmamasına karşı söylenen en popüler küfürlerden
biri
“ ‘Ben onların kökünün ağzına s.çayım!.. O senin alçak kocan da onlarla birlik! Eğer senin alçak kocan
onlarla birlik olmasa, onlar bizim karşımızda ‘gık’ bile diyemezler!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların öcü”, sa:178)
“ ‘Es muy cocienzudo!’ <Es muy kosiyen’zudo = Ben pek tedbirliyim!> (İsp.) diye bağırdı Anselmo.
‘Bu bilimsel bir iştir.’
Pilar öfkesini Çingene’den çıkardı:
‘Bilimin ağzına sıçayım,’ diye bağırdı. ‘Şu bok suratlı köprü bir an önce havaya uçsa.’ ”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:495)
“Fontana ağzını oynatıyor, ama, zınn, zınn, zınn’dan başka söz duyulmuyordu. Gülmeyin, tempo
bozulmasın, durmadan ağzını oynatıyordu ibne, zınn, zınn zınn, giderek yükseliyor, hep birlikte, bakalım önce
kim yorulacak?..... Sonunda gözlerini kapadı, açtığında ağlıyordu İbne herif… Sınıftan çıktı, ardından herkes,
‘Teğmeni çağırmaya gitti, şimdi ayvayı yedik,’ dedi, ama işin en güzel yanı da buydu, yalnızca çıkıp gitmişti, o
kadar. Her gün ağzına sı.ıyoruz, bir kez olsun subayları çağırmadı.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:188)
Ağzına tükürdüğümün (gavatı; teresi) : Birini aşağılamak amacıyla söylenmiş hakaret bağlamında bir küfür
(Argo)
“Birkaç ayak daha geri çekildi. ‘Diyemiyom.’ Birkaç ayak daha geri çekildikten sonra: ‘Öyle buruşuk
ki, şey gibi...’ dedi..... ‘Hırsız koynundan çıkmış gibi...’
‘Vay ağzına tükürdüğüm vayy!’ diye parladı Irazca, kalktı yürüdü üstüne. ‘Yırtayım o ağzını!..’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:7)
“Durana: ‘Ağzına tükürdüğümün gavatı!..’ diye yerlere tükürüyordu. Karılar anlamadan bakıyorlardı.
Böyle tükürmeye başladı mı, birkaç gün yüzü gülmezdi. Bir tatlı yemek yenmezdi evde...” ..... “İkide bir,
‘Ağzına tükürdüğümün gavatı’ diye sövüyordu giderken. ‘Adamım diye gezer köyün içinde! Halbuysam,
adamlık kim o kim? Böyle deyyusları bir de köyün başına geçirirler! Ağzına tükürdüğümün gavatları!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:16-7)
“Fakat muhtar... İçi kaynıyordu muhtarın:
‘(Bu bize bir silledir köylük yerinde. Bu bizim gıradomuzda büyük bir gediktir. Ağzına tükürdüğümün
teresi! Ulan koca köyün muhtarı böyle silkilir de gidilir mi ulan? İnsanın şerefi var bir defa be!)’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:204)
Ağzına yüzüne ettiğimin : Pek popüler küfürlerden biri (Argo)
“Çivi Esme bir kahkaha kopardı:
‘Şunun em deye verdiği elmaya bakın! Garılar! Leblebi tenesi gadar. Deliganlı adamın susuzluğunu
keser mi heç o? Sen Amada şevtali ver şevtali! Şevtali ister o! Çıkar da koynundaki turunçlardan ver hiç
olmazsa?..’
‘Ağzına yüzüne ettiğimin!’ dedi Cemile. Kalktı, Esme’nin başına çöktü. Boynundan tutup bastırdı:
‘Ben onun öpöz yengesiyim. Sen hangi turuncun lafını ediyon? İlazımsa sen ver. Ağzına yüzüne ettiğimin
orasbısı!’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:18)
Ağzında bakla gevelemek : Gerçeği söylemeyerek etrafında dolanma
“Çözümünü bulmakta güçlük çektiğim bu meseleleri öylece bırakmaya karar veriyorum. Şüphesiz
açıkgöz okuyucumuz baştan beri ağzımda bu baklayı gevelediğimi farketmiş, boş gevezeliğimle değerli
zamanına kıyışıma kızıp duruyordur.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:IX -giriş-, yazar.)
Ağzında bakla ıslanmamak : Hiç sır tutamamak, hemen söyleyivermek
“Ana ve babalarının direnişine karşı gizlice evlenecek kadar şirazeden çıkmış, ama ar damarları evliliği
bir arada yaşamanın koşulu saymayacak kadar çatlamamış gençler, çoğunlukla da kızlar, zaman zaman onun
yardımına başvururlardı. Başka zaman ağzında bakla ıslanmayan ayakkabıcı, bu konularda dilini tutmasını
bilirdi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:68)
“Onlar, sörlerden ziyade benden çekinirlerdi. Niçin mi diyeceksiniz? Çünkü gevezeydim, sakallı
dayının dediği gibi ağzımda bakla ıslanmazdı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:31)
“Bunu sırf keyif olsun diye yapıyordum, ama sonunda, aradaki karton bölmelerden herkesin duyacağını
akıllarına bile getirmeden devlet sırlarını bir gecelik sevgililerine anlatan büyük politikacıların ağızlarında bakla
ıslanmaması sayesinde, oraya sık sık gidişlerim işimin bir parçası olup çıkmıştı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:20)
“Selim Nuri’yle fakülte arkadaşları, Canbaz Kadı Medresesi harabesine işte böyle yerleştiler. Polisin
ağzında bakla ıslanmadığından, oğlanların Saray’la ilintisi mahalleye hemen yayıldı. ‘Bekar takımı, mahalle
içinde hiç olur mu? Körpe kız var, körpe gelin var’ demeye hazırlananların dili dişi kitlendi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:78)
Ağzında dili dolanan : Konuşkan, iyi koınuşmayı bilen
“Enişte tekrardan gelip, sıranın kıyısına ilişti:
-Benim baldız, dedi. Çok aklı evvel, ağzında dili dolanan, cerbezeli bir avrattır. Senden ötürü hangi
partiden diye sordu...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:54)
Ağzında gevelemek : Tam net olarak telaffuz etmeksizin bir takims özcükleri, fikirleri yineleyip durmak
“Sokakta yalnız başıma, dalgın dalgın yürürken, biri önüme çıkıp da bir yol sormayagörsün, yüreğim
ağzıma gelir hemen, bir titremedir alır bütün bedenimi, başlarım kekelemeye. Soruların yanıtını adım gibi bilsem
bile bir şey değişmez, önemli bir suçmuş gibi gevelerim ağzımda.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
Ağzından (dilinin altından) baklayı çıkar(t)mak : İşin gizemini, doğrusunu, püf noktasını söylemek
Bk.: Baklayı ağzından çıkarmak
“VILADIMIR - (Gittikçe hırçınlaşır.)
POZZO (Viladimir’e) - Çıkarın dilinizin altındaki baklayı!”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1” ‘Godot’yu Beklerken’, sa:60)
“Adam omuz silker. ‘Hepimizin şansı vardır.’ Bir kez olsun başını kaldırıp ona bakmamıştır: Bir anlamı
var mıdır bunun? Yoksa Elizabeth’in gözlerinin içine bakacak kadar cesur değil midir?
‘Ama bir yazar olarak,’ diye ısrar eder - ‘bir yazar, yazarlıkla ilgili dertleri olan biri, kendisini adamış
biri olarak şansım nedir?’
Adamak. İşte şimdi çıkarmıştır ağzından baklayı, her şey bu sözcüğe bağlıdır, şimdi anlar.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:248)
“-Bence, ihtiyar gerçekten ileri görüşlü: Cinayet kokusu aldı. Sizden çıkıyor bu koku.
Rakitin, ağzındaki baklayı çıkarmak istiyordu.”
-Ne cinayeti canım?
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:115)
“FROSCH - Azıcık bana izin ver! Bir bardak dolusu şarapla, ben bu delikanlıların ağzından, çocuk
dişi çeker gibi, hemen baklayı çıkartıveririm. Bunlar bana asil bir aileden gibi görünüyorlar, mağrur ve titiz bir
halleri var.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:104)
“Yanından geçerken, anam, kolumdan tuttu beni, çekti yanına. Gel, kaçmanın sırası değil, ağzından
baklayı çıkar, söyle bana ne olduğunu, bir şey var mutlak, yoksa sen öyle şeyler söylemezdin... Susuyordum.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:88)
“ ‘Balık hırsızları dediğiniz biz miyiz?’
Sonunda ağızlardan baklalar çıktı ve sıra övgülere geldi. Aman Tanrım, haspalar neler, ne oturaklı
şeyler de biliyorlarmış!”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:33)
“-Çıkar baklayı ağzından!
-Geçenlerde bir kuş bana haber getirdi, Prusya Kralı bir orkestra şefi arıyormuş.”
(E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:30)
“GÜNDÜZ OLSUN
----------------------Bunca yıl oldu bunca asır,
Eksilmedi sesindeki sır,
Ey deniz! Ne demek istersin?
Bırak muamma konuşmayı,
Çıkar ağzındaki baklayı,
Bahtımız aydınlanıversin.”
(C.S. Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yıl”, sa:151)
“-... Sanırım, yanılıyorsunuz. Size kalırsa, Rudin bir tür Tartuffe!
-Sorun şu ki, Tartuffe bile değil. Tartuffe hiç olmazsa neyi elde etmeye çalıştığını biliyordu; oysa
beriki, bütün aklına karşın...
-Peki, öyleyse nedir? Ağzınızdaki baklayı çıkarın bakalım.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:100-1)
“Bekliyordum. Ne demek istiyor? Onlara yapılan ne? Ne olabilir? Çıkar artık ağzındaki baklayı! Niçin
böyle bilmece gibi konuşuyorsun? Açıkça söylesene, dolambaçlı yollara ne gerek var?”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:377)
Ağzından bal akmak (damlamak); Bal kaymak dökülmek; Yağ bal akmak : Çok tatlı, kültürlü ve anlamlı
konuşmak; İstenilen şeyleri söylemek
“DOKTOR - On mu? Biraz fazla değil mi?
YARGIÇ - Hayır, en güvenli yol bu. Bu gerçek bir kraliyet tanığı.
KOMİSER - Ağzından bal damlıyor! Peci, Sandalo, Fioroni ve Barbone gibi pişmanlık duyan
teröristlerin hepsinden daha değerli.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:45-6)
“EGERTON - Sir Keeper bulunamadı Majesteleri... Bulunamayınca heyeti bugüne erteledik...
MAMA - Ahhh... Ağzından bal akıyor. Valla...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:64)
“... birkaç yıldan fazla okumayıp işi haylazlığa vuran bu zengin adamda okumuşluğa karşı sonradan
dehşetli bir yakınlık uyanmış, ama iş işten geçtiği için buna da imkan bulamamıştı. Onun için okumuş insanlara
bayılırdı. Okumuş, ağzından bal kaymak dökülen, gösterişli insanlara vurgundu adeta.” ..... “Erkek milletine bu
kadar bağlanmaya gelir miydi? İstediği kadar yakışıklı, dilediğince ağzından yağ bal aksın, güvenilmezdi. Ya
günün birinde?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:70;251)
Ağzından bir kelime alamamak : Birini konuşturmakta başarılı olamamak
“Yalnız kime aşık olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Geçenlerde buradaydı, o kadar uğraştım gene de
ağzından bir kelime alamadım. Zaten o da şu sıralar hep sudan şeylerden, sağlık durumundan filan söz ediyor,
başka bir konuya yanaştığı yok.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:115)
Ağzından cevahir taşı saçmak : Ağzından çok değerli sözler çıkmak, çevresini etkileyecek şekilde konuşmak
“Hıdır Onbaşı’nın biraz önce Başmürettip Haydar Baba’nın söylediği birkaç kelimeyi kullandığı,
böylece Murat’ın ağzını da yoklamak istediği anlaşılıyordu.
-Ağzından cevahir taşı saçmaktasın ya, olur mu dersin onbaşı?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:14)
Ağzından çıkanı kulağı duymamak, duysun : Sen ne söylediğinin farkında mısın? Dikkatli ol
“Ne var ki, kont kahramanlığının bilincindeydi, cömert ruhluydu, kolayca öfkelenip küplere biniyordu,
o zaman da ağzından çıkanı kulağı duymaz oluyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:36)
“-Evet, mektubu gördüm.
-Ne? Gördün demek? Beni mi izliyordun?
-Görmeyecek miydim ya? Kimseyi izlemem, bunu sen de bilirsin, ağzından çıkanı kulağın duysun.
-Haklısın Tula, bağışla beni.
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:17)
“ ‘Ama bana kalırsa, bu Gregorao papağan gibi gevezelik ediyor; ağzından çıkanı kulağı duymuyor.’
‘Bana bak! Duymasın söylediklerini! Çok ters ve taşaklıdır!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:17)
Ağzından dökülmek : Önceden düşünmeksizin, bazı önemli söz ya da kararların beklenmedik bir anda birden
sergilenmesi
“Bildiğiniz gibi Kanitz evlenme teklif ettiğinde zaten malikaneyi satın almıştı, bunun için evlenmesine
gerçekten hiç ama hiç gerek yoktu. Tekrar tekrar söylüyorum: Bu gerçek değil. Dostumuzun evlenme teklifinde
hiçbir art niyet yoktu. Yaşlı, küçük bir eksper olarak bu mavi gözlü kızla çıkarı için evlenmek aklına bile
gelmemişti, aksine bu teklif, yoğun duygusallık sonucunda, birdenbire kendi bile tam olarak bilincine varmadan
ağzından dökülmüştü.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:186-7)
Ağzından girip burnundan çıkmak : Ne yapıp yapıp, istediğini yaptırmak; allam etmek, kallam etmek ve
istediğini elde etmek
“ ‘Bir dayanır, iki dayanır..
‘Çocuktur bu..
‘Ağzından girip burnundan çıkarlar..
‘Öldürürler Esme’yi..’ ”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:83)
“-O Reategui denen herif, bizi görür görmez telaşlandı, dedi, Fushia, ‘Defolun gidin buradan diye
bağırdı, neredeyse polis gelir, başımı belaya mı sokmak istiyorsunuz’? Ama bizim küçük orospu ağzından girip
burnundan çıkınca ve ufak ufak da cilveler yapınca, herif duruma boyun eğmekten başka çare bulamadı.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:115)
Ağzından kaçırmak, kaçmak : Söylenmemesi gereken sözleri elinde olmadan söyleyivermek
“Truva kurucularının kim olduğunu öğrendiğini arkadaşlarına açıklamaya cesaret edemiyordu: altından
bir şey çıkar da Kolya onu bozar diye korkuyordu. Şimdi nedense kendini tutamamış, birden ağzından
kaçırmıştı… Zaten ne zamandır bunu açıklamak için can atıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:66-7)
“ ‘Daha ne olsun, çirkin olmayı umursayıp umursamadıklarını sordum. Çok patavatsızsın doğrusu.’
‘Ooo, sahi mi! Herhalde ağzımdan kaçmış; iyi ki başka şeyler de söylememişim.’ ”
(G. Eliot, “Sillas Marner”, sa:162)
“Bu üçlü, 18 gün boyunca Versilia’da bir kışlaya kapanıp, bildiklerini söyleyip, cinayeti itiraf etmesi
için Marino’ya nasıl dil döktüklerini anlatır. 18 gün dedik ama, yüksek görevlilerden biri çam devirip bu sürenin
bir buçuk ay olduğunu ağzından kaçırır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:8)
“Sandal hızla ilerliyordu. Yeniden mavna yığınları arasına girip kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladılar.
-Hey, bana bak! Kulağını aç, iyi dinle! Eğer ağzından bir şey kaçıracak olursan toz ederim seni!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:79)
“Andrees: ‘Belki şimdi bir çare biliyorum!’ diye düşünceli bir tavırla yanıt verdi. ‘Bugün öğleyin
koyunlara yine su götürmem gerek. Dikenliğin arkasından Ateş Adam’ı belki bir daha gözetleyebilirim! Perinin
şarkısını nasıl açığa vurduysa, elbette yolunu da ağzından kaçırır; çünkü koca başı hep bunlarla dolup taşmışa
benziyor.’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:27)
Ağzından kerpetenle laf almak; Ağzından lakırdıyı kerpetenle sökmek : Ağzı çok sıkı, sır saklayandan
güçlükle laf almak; Çok az konuşan içe dönük kimse
“O zaman Milton seminerine Walker’la birlikte katılmış ve Tayler’ın İngiliz Edebiyatı bölümündeki en
yetkin profesör olduğunda karar kılmıştık. Seminer sadece lisansüstü öğrencilere olduğu için, üçüncü sınıfta
olduğum halde beni de aldıklarına seviniyor, kendimi şanslı sayıyordum ve o alaycı, ironik, ağzından kerpetenle
laf alınan, parlak zekalı Tayler’ın dersine deliler gibi çalışıyor; öğrencilerinden çok fazla şey bekleyen, herkesin
hayran olduğu bu adamın saygısını kazanabilmek için elimden geleni yapıyordum.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:191)
“Stone alçakgönüllü bir tavırla, neredeyse sözcükleri ağzından kerpetenle sökerek, ‘Bunun adı Dünya
Şehri’ dedi. ‘Daha ancak yarısı bitti, ama nasıl bir şey olacağını tahmin edebilirsiniz.’ ”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:79)
Ağzından laf almak : Ustalıkla, etrafında dolanarak, giz olması gereken sözcüğü en sonunda söyletmek
“BAŞTAN AYAĞA
Sabahleyin beni Şeytan
Odamda görmeye geldi,
Laf almak için ağzımdan,
‘Bilmek istiyorum,’ dedi.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:93)
“Daha fazlasını istiyor kız, elindeki küçük makineyi doyurmak için daha çok sözcük istiyor, ama o anda
adamın ağzından laf almak için ne yapması gerektiğini bilemiyor.
‘Deneyim onu ne yapmış?’ diye soruyor biri sotto voce. <Kısık, alttan alttan bir sesle.>
‘Zenginleştirmiş.’
Kıkır kıkır gülüşüyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:67)
“Ne kadar çalıştımsa da, ağzından laf alamadım Demian’ın. Ona karşı yüreğimde hissetiğim eski
bunaltıcı duyguyla beni baş başa bırakıp gitti; öyle bir duygu ki, minnet ve ürkekliğin, hayranlık ve korkunun,
yakınlık ve içten içe bir nefretin tuhaf karışımından oluşuyordu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:58)
Ağzından laf-söz dirhem dirhem çıkmak, dökülmek; dirhemle değil miskalle çıkmak : Çok az, zorlana
zorlana konuşma <Araplarda ve Osmanlılarda dirhem: Gram gibi küçük bir ağırlık ölçüsü; çok az, çok küçük
miktarda
“Küçük bir oda kiraladı (televizyonu yoktu, ama para kazanmaya başlayana kadar tutumlu olmak
zorundaydı) ve ertesi gün ajansları tek tek dolaşmaya başladı. Her gittiği yerde, bir profesyonel tarafından
çekilmiş fotoğraflar bırakması gerektiğini söylediler. Sonuç olarak bu meslek hayatı için bir yatırımdı, bütün
hayallerin bedeli ağırdır. Parasının büyük kısmını müthiş bir fotoğrafçıda harcadı, adamın ağzından laf dirhemle
dökülüyor, istekleriyse bitmek bilmiyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:49)
“Grigori dış görünüşü bakımından soğuk, azametli, az konuşan bir adamdı; son derece ağırbaşlıydı,
laflar ağzından dirhem dirhem dökülürdü.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” , Cilt:I, sa:141-2)
“Reha Bey, yine dün gece bana orada Neyzen Tevfik’i tanıttı. Aman yarabbim, o ne garip adam o!... Tam
manasıyla kalender, derbederin biri... Yalnız o kadar mı ya? Ağzı, insanla konuşurken gözleri başka alemlerde, başka
şeylerde meşgul gibi... Bakıyorsunuz, bazen ağzından lakırdı dirhemle değil de miskalle <Osmanlılarda, değerli
madenleri tartmada kullanılan bir buçuk gramlık dirhem ölçüsü> çıkıyor, bazen de bir şeye kızıp yumruğunu masaya
vurarak,
-Bana lüzumu <gereği> yok gülün de, gülşenin <gül bahçesi> de... hepsinin yuh ervahına!’ <Arapça:
Ruhlar> diye bar bar bağırıyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158)
“-Patronun burada değil mi?
-Değil...e
-Nerde?
-Ankara’da!..
-Allah Allah... Hanımefendi seni gerçekten sersemletmiş oğlu... Ağzından laf dirhemle çıkıyor.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:153)
Ağzından lokma geçmemek : Bir lokma dahi yiyememek, yutamamak; midesi bulanmak, kusmak
“Zaten hasta olan annem, başımıza gelenlerle iyice yıkılmıştı Tansiyon ilaçlarını alıyor ve durmadan
ağlıyordu. Onlarla fazla konuşmadım. Günlerce odamda yattım.Hiçbir şey yapmadan, kıpırdamadan yattım.
Ağzımdan lokma geçmiyordu çünkü sürekli kusuyordum. Yesem de yemesem de kusuyordum.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:119-120)
Ağzından salyaları akmak :
Bk.: Ağzının salyaları, suyu akmak
Ağzından söz kapmak : Bir kimseyi konuşturmaya devam ettirerek sakladığı şey konusunda bilgi almak
Bk.: Ağzından laf almak, ağzını aramak
“Anlaşıldığına göre Prens Andrey bunları, baba hakkında böyle çekinmeden söz sarfederek,
kızkardeşinin ağzından söz kapmak onu tartmak için mahsustan böyle söylüyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:247)
Ağzın(ız)dan yel(ler) alsın : ‘Ağzını hayıra aç!’ gibisinden;‘sen kötü söyledin ama yeller onları uzağa
götürsün’
“6. ERKEK - İnsan kimi zaman kendi kendine, yaşamak için ne yapmalı, ne etmeli, diye soruyor.
N’apcan, idare etsen, der bizim Gaston.
5. ERKEK - Belki de en iyisi ölmek mi dersiniz?
6. ERKEK - Ağzınızdan yel alsın, uğursuzluk getirir.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:157)
“ ‘Peki ya yarın vurulursam,’ dedi Teğmen Trotta, Yüzbaşı Wagner’e bakarak.
‘Ağzından yel alsın...’ diye Yüzbaşı sesini yükseltti. ‘Bu kötü bir ölüm olur! Hem de çok kötü...
İşçiler zavallı insanlar... Bakarsın sonunda haklı da çıkarlar!’ ”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:255)
“SIMO - Sus be! ağzından yeller alsın! Şimdiye kadar ne işe giriştinizse hepsini de başardınız.
TRANIO - Öyle oldu, olmadı demiyorum; keyfimizi sürdük, iyi yaşadık… Ama, Simo, yel döndü
artık.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:50)
Ağzında tek bir dişi kalmamış- kalmış : Yaşlanmış, ihtiyar kimse
“İSTİKLAL MARŞI
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak,
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak,
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
----------------------Garb’ın afakını <afak=ufuklar> sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim <serhat=sınır boyu>var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?”
(M. Akif Ersoy; “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, Cilt:I, Ataol Behramoğlu, Sosyal Yayınlar,
6. basım, İstanbul 2001)
“Uzun boy aynasını silerken sallanan vücudunu yan gözle süzüyor, bir türkü mırıldanıyordu - bu, yirmi
yıl evvel belki de sahnede neşe ile söylenmiş, herkesi zıp zıp oynatmış bir hava idi, ama şimdi ağzında tek bir
dişi kalmamış, başı bağlı, boş evlere bekçilik eden bir kadının ağzında bütün anlamını kaybediyordu.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:208-9)
Ağzını açıp bir (tek) kelime söylememek : Bir gaf yaptığının farkına vararak, bilinçli olarak hiç bir ek
konuşma yapmamak
“Yılın bütün ürünü... ve bu, köylü için, tek hayat meselesidir. Onca yeryüzünde bundan üstün, bundan
önemli bir şey olamaz. Bekir Çavuş’a diyorum ki:
‘Hakkın var. Artık bundan sonra ağzımı açıp bir kelime söylemeyeceğim.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:147)
Ağzını açmak : Konuşmaya başlamak
“ ‘... ben de onunla birlikte dolaştım ve size şu haberi veriyorum: Keşişler, ilkin kanatlar geldi, sonra
melek!’
Peder Habakkuk yeniden ağzını açtı:
‘Zihnlerimiz Kutsal Başrahip, sönmüş birer lamba. Yak onları, yak da mesel’in içine girip
görebilelim.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:123-4)
Ağzını açmak, gözünü yummak : Kafası kızıp, aklına gelen küfürü savurmak; Bağırıp çağırmak
“Onbaşı, palaskasını, bütün gücüyle bir kere daha İsmail ağanın kafasına indirdi:
‘Sus ulan domuz...’ diye bağıırdı.
Katip yerinden fırlamış, ayağa dikilmişti. Görevini gereği gibi yerine getirmenin inancı içinde, gözünü
yumdu, ağzını açtı...”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:124)
Ağzını aramak : Söz ustalığıyla birinin aklındakini keşfetmeye çalışmak
“Poussin şimdi ciddi konuşuyordu:
-Peki, dedi; ya benim gelecekteki ünüm için, benim büyük bir ressam olmama yardım etmek için,
başka birine modellik edeceksin dersem.
-Sen benim ağzımı arıyorsun! Bilirsin ki gitmem.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:35)
“Sonunda, deliliğe benzer bazı işaretler buldular. Bana baş vurarak ağzımı aradılar, ama ben boş
boğazlık etmedim.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:252)
“Pek çok da kişi vardı ondan mal alıp mal satmaya gelen, onu dolandırmaya, onun ağzını aramaya
gelen; pek çok kişi vardı merhametine sığınan, pek çok kişi, ona akıl danışan.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:86)
“Adrien annesinin didinmesine çok üzülüyordu. Kadının çamaşır teknelerinde yorulduğunu bilen çocuk,
aslında bu öneriyi bekliyordu. Hatta bunun için önlemlerini bile almıştı. Annesiyle gece konuşmalarında onun
ağzını aramış ve onun rızasını almıştı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:115)
“Bu son hadise <olay> için bin dereden su getirerek önce Etem’in ağzını aradım, hiç bir şey bilmediğini
anladım. Sonra Reha Beye de meselenin aslını tamamiyle anlatmayarak dolambaçlı yollardan işi biraz çıtlattım;
baktım o, benim sözlerime çok alakalı <ilgili> görünür gibi olduysa da ondan da pek sadra şifa verecek birşeyler
öğrenemedim.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:266)
“Ayrıca adamın yüzü sarı, bir gözü kapanmış ve hasta gibiydi. Adamı yolcu ettikten sonra Berthe
mutfağa girip hizmetçinin ağzını aramaya çalıştı. Kızın ağzı sıkı ve saygılı tavırları sürüyordu; ama Berthe onun
hoşnut olmadığını duyumsadı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:38)
Ağzını bıçak açmamak : Keder ve üzüntüden hiç mi hiç konuşmamak
“Köye gelip evlerine ayrılana kadar sadece Şükrü konuştu. Bayram’ın ağzını bıçak açmıyordu. Tarlada
söylediği türkülere, çektiği ‘heyy’lere pişman oldu. Bir ateş düştü, içini oylum oylum yakmaya başladı. Yüreğiç
koz gibi kavruluyordu.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:80)
“KIZILIRMAK
<Türkiye Şarkısı’ndan>
7 Ekim 1951
Bir soğuk, bir karanlık, bir ıssız geceydi
Otuz kişiydik, ağzımızı bıçak açmıyordu
Seni gördük kamyonun penceresinden
Keyifli keyifli akıyordun
Hepimiz tutup cigaralarımızı yaktık
Türkü söyledik.”
(İlhan Berk<1916-2008>; “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, Ataol Behramoğlu, Cilt:1, sa:42930)
“Hasılı, bu tek gözlüklü, minimini efendi, bir sözle Zeyniler’i altüst etti. Köylülerin ağzını bıçak
açmıyor.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:224)
“Asteğmen, onbaşıya döndü, ‘Kimsenin gelip bizi yoklamaması çok tuhaf,’ dedi. ‘Aslına bakarsan,
istasyona vardığımızda, Allahın sarhoş papazıyla uğraşacağına tren komutanına tekmil vermeliydin.’
Yağmurdan kaçarken doluya tutulan onbaşının ağzını bıçak açmıyordu; hızla geçen telgraf direklerine
dalıp gitmişti.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:324)
“ ‘Tanrıya şükürler olsun ki’ diye sözüme devam edecektim ki Luke’un beni dinlemediğini gördüm.
Bütün yorgunluğuna rağmen yeni bir at istedi ve doğru istasyona yöneldi. İki hafta sonra geri döndüğünde ağzını
bıçak açmıyordu.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:199)
“Poyrazın tepesinden kaynar sular döküldü. Bu, buradan çiftlik alan kişinin, bu, bu menekşelere deli
olan kişinin artık Girite gitmekten vazgeçtiğini sanıyordu. Pekiyi, Girite dönünce kızlarını kime verecekti, orada
hiç Türk, Müslüman kalmış mıydı? Ağaefendi durmadan konuşuyor, Poyrazınsa ağzını bıçaklar açmıyordu.
Poyraz zorla doğruldu, ayağa kalktı yalpalayarak eve yürüdü. Eve çıktılar, Zehra çorba tenceresi elinde
tüterek masaya geldi, tencereyi bambu nihalenin üstüne koydu. Balık çorbasının kokusundan burunlarının
delikleri genişledi. Ağaefendi bu kokuyu iyi bilirdi, Poyrazsa böyle bir çorbayı ilk defa içecekti.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:470)
“Çakırcalı, taş yürekli Çakırcalı Efe oturmuş Posluoğlunun başucunda, ağlıyordu. Bir efe kızanlarının
karşısında ağlıyordu. Sonra elini, yüzünü yuyup, aptes aldı, namaza durdu. Namazı da doğru dürüst kılamadı.
Ağzını bıçak açmıyordu.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:53)
“Çocuklar, kendi kendilerine bir tuhaf oyun tutturmuşlar, atlının yöresinde koşarak, bir şeyler
söyleyerek dönüyorlardı.
‘Oğlum Yunus hoş geldin. Gazan mübarek olsun. İnce Memedi yakaladınız mı? Bakıyorum da hepiniz
keyifsiz geliyorsunuz, ağızlarınızı bıçaklar açmıyor.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:65-6)
“Bey kederinden ölüyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Çadırından çıkmıyordu. Kimseyi görmüyordu.
Ağzını bıçaklar açmıyordu. Oba’dan şüphe ediyordu. Kahyanın yüzüne bakmıyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan” , sa:139)
“Telli Nigar’ın da bu birdenbire gelen coşkun sevincine şaştılar. Çünkü günlerden beri onun ağzını
bıçaklar açmıyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:65)
“İnsanlar az konuşuyor. Yani ağızlarını bıçak açmıyor. Donup kalmışlar. Her şey aklıma gelirdi de
insanoğlunun bu kadar sakin, bu kadar taş kesilmiş gibisini göreceğim aklıma gelmezdi. Gözleri bile bir şey
söylemiyor.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa: 70)
“Sabah yeniden büroya çıktık -tabii ki merdivenden- çünkü elektrikler kesilmişti. Tam bir harabeyle
karşılaştık. Her yer şarapnel parçaları ve cam kırıklarıyla doluydu. Yalancı tavan, pasta tepsilerinin üstüne
düşmüş ve halılar birayla meşrubata batmıştı. Ağzımızı bıçak açmıyordu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa: 205)
“BİRİNCİ TÜFEKLİ - Kimsenin ağzını bıçak açmaz. Herkes kollarını kavuşturup ince fikirlere
dalmıştır, derin derin düşünmektedir.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:41)
“Holmes düşünceli bir edayla gülümsedi. ‘Bu gece ağzını bıçak açmıyor Wendy.’
Oğlu babasının kendisine Wendy demesinden nefret ederdi. ‘Marmelatı kazanmam imkansız. Ama
sen de kazanamayacaksın baba.’ ”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:61)
“İntihar
--------Yüzünü kaldırınca, kalın kaşları görünüyordu
Bir sağa bir sola yalpalıyordu yol boyunca
Bulutlar gibiydi erkekler. Her şeyi görüyor,
Gördüğü her şey biçilip demet demet toplanıyordu,
Ama onun ağzını bıçak açmıyordu,
Belki de bir bıçağın açtığı yarık kadar
Bir yer bulup oraya sığınıyordu.”
(E.J. Scovell<19071999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
“... o vefasız aşığı hala, hem herzamankinden fazla sevmenin verdiği utanma hissi, çektirdiği acı,
Matmazel de La Mole’u gamlı, kederli bir sessizliğe düşürmüştü; ağzını bıçaklar açmıyordu. Onu bu halden ne
M. de Frilair’in yaltaklanmaları kurtarabiliyodu, ne de Fouqué’nin kaba saba, sert açıkgözlülüğü.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:386)
“-Bence... Hiç değil, biraz daha yüksek...
-Haydi beş olsun!... Zamanlar gayet kötü... Çarşıya baksanız... Esnafın ağzını bıçak açmıyor. Duydun
ya Çavuş! On beş...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:226)
Ağzını (bile) açmamak : Hiç konuşmamak, hiçbir söz etmemek, şikayet etmemek
“Size söz etmiş olduğum ve şimdiye dek ağzını açmamış olan, Denny Deans’in babasına oldukça
benzeyen namuslu adam omuzlarını silerek bana :
-Akılsız adam, dedi, ona niçin Beauvais’li olup olmadığını sordun ki ?’ ”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa :103)
“Ya kadın? Heidi’nin kendi deneyimlerine göre, insanın eşiyle zevk alma isteği sadece birkaç yıl
sürüyordu; ardından, giderek azalıyordu bu. Her kadın bu konuda tek olduğunu düşünüyor, kimse ağzını bile
açmıyordu. Ve hepsi yalan söylüyor, her gece sevişmek isteyen kocasının şehvetine katlanamaz olmuş gibi
davranıyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:216)
“Söylediklerimi kavramış olarak yere çömeldi, battaniyesine boğazına kadar sımsıkı sarılmıştı, gözleri
bize dikiliydi. ‘Haydi, ama dostum!’ dedim. ‘Kimse canını yakmayacak, bize bilmek istediğimizi söyle yeter!’
Suskunluk uzadı. Noel ağzını açmıyordu, tüm sıkıntıyı bana yıkmıştı. ‘Haydi Michaels,’ dedim, ‘sabahtan
akşama kadar burada kalamayız, savaştayız!’ ”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:160)
“NEUWIRTH -... Şimdi onu bunu bırakın. Bu akşamki toplantıdan ne haber? Garden parti yapılıyor
mu?
LORENCOVA - Elbette.
(MÜDÜR YARDIMCISI girer..... PETRUŞKA, MÜDÜR YARDIMCISI’nın yanından hiç
ayrılmayacak, hiç ağzını açmayacaktır. MÜDÜR YARDIMCISI kızla hiç ilgilenmez. Diğerleri ayağa kalkarlar.)
KOTRLY - Günaydın, efendim.
YARDIMCI - Günaydın arkadaşlar! Oturun, oturun.”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:28)
Ağzı bir karış açık : Hayretten, ya da uykusuzuluğun bir işareti olan esnemekten dolayı ağzını, boğazını
gösterecek kadar açmak
“Jean-Marc, deniz kıyısına giderken bir otobüs durağının önünden geçti. Durakta, ayağında bir blucin,
sırtında bir tişört olan bir genç kız vardı yalnızca; çok belirgin hareketler yapmamakla birlikte, dans ediyormuş
gibi resmen kalça kıvırıyordu. Çok yaklaştığında, kızın ağzının bir karış açık olduğunu gördü: uzun uzun,
doymak bilmez bir biçimde esniyordu..”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:21)
Ağzından, burnundan gelmek : Yaptığı iş ters tepip zevk ve neş’e yerine üzüntü ve kasvet ile sonuçlanmak;
zehir sıkkım olup kırk bin kere pişman ettirmek
“Kanun’un çok uzun ve usandırıcı akordu ve kemanın ne çok uzun, ne de çok kısa bir taksiminden
sonra bir peşrevdir <Türk musikisinde, tüm bir makamı gezinmek gerekirse, önce peşrev çalınır, sonra ağır
semai ve şarkılara geçilir, saz semaisi ile de biter. İ.E.> tutturdular. Tutturdular ama, arası daha iki dakika
geçmeden sokak kapısı şiddetle çalındı ve biraz sonra koltuğunda tulumu ile bizim Etem, fitil gibi sarhoş olarak
odadan içeriye düştü. Ve tabii, o geceki, o eşi kolay bulunmaz alem de benim ağzımdan, burnumdan geldi!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:170)
Ağzını aramak : Bir kimsenin, zihninde saklar göründüğü şeyleri diline getirtmeye çalışmak, dereden tepeden
söz ederek sonunda sadede gelmeye gayret etmek
“-Siz arabada gelirken düşünürdünüz ki içinizden, ben sizin ağzınızı arıyorum. Zaten ben, sizin arkadaşınızı
sızdırmak, daha doğrusu kaz gibi yolmak istiyorum, gibi düşünüyordunuz siz. Zati <zaten> bu düşünce var idi daha
öncesinden...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:67)
Ağzını bozmak : Küfür etmek
“-Ne dedi, doktor?
-Aptal!
-Ama sen pek akıllısın. Gene ağız bozmaya başladın. İlgi duyduğumdan değil, laf olsun diye sordum.
İstersen yanıt verme.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:228)
“ ‘Ağzını bozma, yavrum. Konservelerinizi aldınız mı? Bizim bölükten depoya gittiler, ama elleri boş
döndüler. Depo kapalıymış.’
‘Bizimkilerin de elleri böğürlerinde kaldı.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:417)
“ ‘Ağzını bozma kaptan.’
‘Bozarım ne olacak ulan.’
‘Ulan sensin, ağzını bozma. Sen değil misin Yunanistanın halini yıllar yılı bize destan eden.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:168-9)
“O vakit nerden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazimi varmış. Eseoğlu’nun
ahbabıymış. Kız hergün onu tutar: ‘Babamı vuranı daha tutmayacak mısınız?..’ diye sorar. Bir gün, bu sarhoş,
kızcağıza öfkelenir. Ağzını bozar. ‘Bire kahbe! Bir daha buraya gelirsen.’ ”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:247)
Ağzını burnunu dağıtmak, kırmak : Yapılmaktan çok tehdit olarak kullanılan, şiddet ve nefreti simgeleyen
sözler (Argo)
“-Devam etme yoksa ağzını burnunu kırar, tekmeyle kıçını delerim.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:104)
“Jean, Buteau’nun, kendisi hakkında söylediği sözleri haber alınca, onun ağzını burnunu dağıtacağını
söyledi; bir yandan da, hala François’ı gözlüyor, kendisine teslim olması için yalvarıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:44)
Ağzını hayıra açmak : Hep kederli şeyleri rapor etmekten ya da olası bir tehlikeyi abartılı beyan edenlere
verilen, ‘Allah esirgesin!’ mealinde arkadaşça ihtar
“ ‘Ağzını hayıra,
Kı.ını bayıra aç!’
(Anonim; Eski İstanbul tekerlemelerinden.)
“-Buralarda hırsız olur mu?
-Ey... orman bu... bilinmez. Bakarsın, beş on adım ötede, bir iki kişi ellerinde altı patlangaçlarla
<altıpatlar el tabancası; tabanca benzeri çocuk oyuncağı> çıkmış karşımıza...
-Ağzını hayıra aç be!...
-Haydi hayırlısı mevladan <Tanrı> ama, ne olur ne olmaz, var mıdır zatınızın üzerinde silaha benzer
bir şeycik?...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:106)
“TRANIO - Ne yapacaksın? yerin dibine geçirmişsin; incir dikmişsin ocağımıza.
THEUROPIDES - Ağzını hayra açmadığın için, dilerim bütün tanrılar tanrıçalar bir olsunlar seni
yerin dibine geçirsinler.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:33)
Ağzının kaşığı olmak : Özellikle dedikoducu birini kötü kötü haberlerle beslemek, fitne fücürlük etmek,
yardaklık etmek
“RUPRECHT -... Daha geçen güzün dedim ki: ‘Bana bak Eve! Bu teres senin evin etrafında dolaşıp
duruyor. Ben buna dayanamam. Ya ona ağzının kaşığı olmadığını söylersin, yahut vallahi teresi tuttuğum gibi
avludan dışarı atarım!’ ”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:44)
“BİRİNCİ KADIN - Hayırdır inşallah? Hıı, hıı, eee? Bak yediği naneye. Eee? Hadi ordan. Bak
görüyor musun. Aman komşum, aman komşum, sen sen ol, mahallenden dışarı adımını atma. Bana bak kızım,
git söyle sen ona, ee? Hoşt köpek! Ben onun ağzının kaşığı değilim.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
Ağzını kulaklarına kadar yırtmak : Kötü şeyler söyleyen çocuklara bir tehdit, aynı zamanda, kötü olmamakla
beraber istenmeyen bir şey söyleyen küçüklere şaka olarak söylenen söz (Yani bir daha böyle şeyler söyleme!)
“-Misafirliğin kafi derecede uzadı. Müsaade ederseniz ben gideceğim, dedi. Sonra daha sert bir tavırla
yumruğunu sallayarak:
-Ne dedin? Gidecek misin? Yediği naneye bak. Ağzını kulaklarına kadar yırtarım da asıl o vakit
kıyamete kadar gülersin.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:367)
Ağzının kaytanını çekmek : (COLLO.) Çok konuşan birinin susmasını becerebilmek
“Şvayk’ın ağzının kaytanını çekmek mümkün değildi:
‘Komutanım, başınızı ağrıtıyorum ama, insan hayatının beş paralık kıymeti yok şu dünyada. Savaştan
önce, Bay Hubiçka diye bir komiser vardı, sık sık bizim Kupa meyhanesine uğrardı. Bir de kafası gözü
patlayanları, araba altında kalanları, intihar edenleri yazan bir gazeteci vardı, o da Kupa’nun
müdavimlerindendi. ’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:193)
Ağzının kokusunu çekmek : Bir kimsenin kabul edilemez davranışlarına katlanmak
“Madem annesi ölmüş, karısı ayrılmak için dilekçe vermiş, karşısına ‘Baldız’ gibi ama halli mallı
üstelik ilik ilik şehvet bir kadın çıkmıştı, bu ‘Bacanak’ın ne diye ağzının kokusunu çekecekti?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:83)
Ağzının ortasına bir tane indirmek, konmak : Ağzına bir şamar ya da yumruk indirmek
“Onu <Slim amca> böyle görmek beni tiksindiriyordu, ama aynı zamanda onun acımasızlığının etkisini
dolu dolu hissetmeme de engel oluyordu. Bütün kozlar elinde olduğuna göre, Slim eli açık davranabilirdi; bana
olan tutumunda beklediğim kadar yabanıl olmadı. Tabii ara sıra bana vurmadı değil; canı istediği zaman ağzımın
ortasına bir tane indiriyor ya da kulaklarımı çekiyordu; ancak kötü davranışının büyük bölümü, iğneli sözler ve
dokundurmalar biçimindeydi.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:127)
Ağzının pasını gidermek : Kahvaltı etmemiş, aç birine yiyecek, içecek bir şeyler sunmak
“Herkesçe bilindiği gibi, yasal belgelerin kopya çıkarılarak yazılması yavan ve sıkıcı bir iş olduğundan,
iki yazıcım da sık sık Gümrük Binası ve Postane yakınlarındaki büfeden sağlanan içeceklerle ağızlarının pasını
gidermek zorunda kalıyorlardı.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:24)
Ağzının payını almak : Azarlanmak, hakaret edilmek; bir güzel dövülmek
“Yere düştü. Ben onu yerden kaldırıyordum. Ama o bana yerden vurmaya başladı. Ben de ona br diz
attım, iki yame de patlattım. Yüzü kan içinde kaldı. Ona, ‘Hadi bakalım, ağzının payını aldın mı?’ dedim. O:
‘Evet’ dedi.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:117)
“Taşralarda öğretmenlik ede ede saçı başı ağarmış tatlı sözlü ve özlü bir adamdı. ‘Ödül mü?’ Aferin mi?
Yarış mı? Aman aman onların topundan da ağzımın payını aldım’ diye yaka silkerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:198)
“Sanırım bütün duygularını ve fikirlerini iyi bir şerif olmaya vermişti. Çıtkırıldım bayanlarla
geçirdikleri aşk maceralarından sonra ağızlarının payını alan bayların geçmişlerini unutmak için kendilerini
resim yapmaya, koyun gütmeye, bilime ya da öğretmenliğe verdiklerini kitaplarda okumuştum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:201-2)
Ağzının payını vermek : Bir güzel azarlamak, fırça çekmek
“... iyi, güzel, akıllı adam ama bu acımasız olmasını gerektirmez ki. Fischerle onun ağzının payını
verecek. Öykü anlatmaya gelince birinci! Yaratıkta kafa var doğrusu. Zavallı bir cepçiyle şu üst sınıf
dolandırıcılarından biri arasındak ayrımı bir bakışta görür insan.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:258)
“…Zira delikanlılar delişmen oluyorlar ve laf da anlamıyorlar. Kızların söylediklerini de dinlemiyorlar.
Beatrice’e ‘Ben senin yerinde olsaydım, dedin. ‘Ona ağzının payını verirdim.’ ”
(A. Christie, “cinayet reçetesi”, sa:49)
“Désirée başını sallayarak:
-Ne kadar da meraksızsınız, dedi. Bir şeyden haberşnşz yok. Bu sizin bişeceğiniz iş! Ama bu
Mademoiselle Maurecourt beni demin o kadar sinirlendirdi ki az daha ağzınn payını verecektim. Öyle bir hali var
ki...”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:301)
“MANGAN - Uyur gibi görünmek ha? Numara yapıyordum sanki! Kımıldamak elimde olsa onca
yalana, iftiraya, haksızlığa, hakarete, rezalete katlanır mıydım? Kalkar ağzının payını verirdim birer birer.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:82)
“Anna’nın arkadaşı:
-Ben de onu suçlamak istememiştim zaten, dedi.
-Bizim arkamıza gölge gibi takılan olmuyorsa, bu bize başkalarını suçlamak hakkını vermez.
Prenses Myahkaya Anna’nın arkadaşının ağzının payını verdikten sonra kalktı, elçinin karısıyla
beraber, masanın çevresinde toplanmış gruba katıldı.”
(L. Tolstoy, “Anna Carenina”, Cilt:I-II, sa:263)
Ağzının salyaları akmak : Son derece hayran olmak, cinsel bakımdan aşırı uyarılmak (Argo)
Bk.: Ağzının suyu akmak
“Kathy donanımlıydı, yanımızda oturan moruk onu gördüğünde ağzının salyaları akardı, sürekli kapıyı
çalıp duruyordu. ‘Kathy! Heyy, Kathy! Kathy!’ kapıyı ben açardım, üstümde sadece don.
‘aaa, şey sanmıştım...’
‘ne istiyorsun lan?’
‘sanmıştım ki Kathy...’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:75)
“ ‘Sakin olun,’ dedi eli tabancalı adam, ‘bırakın da ötekiler nasıl, ona bir bakayım.’ Koyu renk gözlüklü
genç kızı yokladı ve ıslık çaldı, ‘Çıtı pıtı bir karı, büyük ikramiyeyi vurduk, şimdiye kadar böyle bir kısrak hiç
geçmemişti elimize,’ sonra doktorun karısına döndü ve bir ıslık daha çaldı, ‘Biraz olgun, ama bana kalırsa bu da
felaket bir mal.’ İki kadını birden kendine doğru çekti ve nerdeyse salyaları akarak, ‘Ben bu ikisini alıyorum,
işlerini bitirince size gönderirim,’ dedi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:161-2)
Ağzının suyu akmak, suyunu akıtmak; Ağzını sulandırmak : Hayran kalmak, büyülenmek, şehevi hisler
duyumsamak (Mecaz)
“Sadece Langdon’a iyilik borcu olduğu için değil, aynı zamanda bir Kase araştırması olduğu için.
Üstelik bir de Sophie, büyükbabasının Sion tarikatı’nın Büyük Üstat’ı olduğunu söylüyordu. Bunu duyduğunda,
sorunu çözmelerine yardımcı olmak için Teabing’in ağzının suyu akacaktı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:243)
“Aynı anda birdenbire bir kadına doğru eğilen ayakkabıcı onun çenesini sıkarak yüksek sesle ‘Gugu’
dedi ve balık etindeki gövdesinin çizgilerini şehvetten ağzının suyu akarak bakışlarıyla yokladı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:69)
“KABUS YİYEN - Şimdi çabuk Uykucuk’a koş ve ona bu şiiri okumasını söyle. Umarım yakında
şöyle doğru dürüst bir kabus girer mideme. Ağzımın suları akmaya başladı bile. Öyle aptal aptal bakmasana.
Hadi, çabuk çabuk koşsana!”
(M. Ende, “Kabus Yiyen”, sa:9)
“Ölmek istiyordum. Size anlatamayacağım kadar kötü bir dönemdi. Sonradan birilerini sevebileceğimi
hissettim. 80 ile 94 yaşı arası erkekleri. Mahallemdeki tüm yaşlıların benim için ağızlarının suyu akıyordu.”
(D. Fo-F. Rame; “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:96)
“Flaxman otuz sterlinden karısına söz etmeyi gerekli görmedi. Elbet o Paris gezisinde hayatının en
güzel günlerini geçirdi. Şimdi, döneli üç ay olmasına karşın o günlerden söz ederken ağzının suları akıyordu. O
günleri Gordon’a tatlı tatlı anlatmaktan vazgeçmemişti. Hatunun varlığından habersiz olduğu otuz papelle
Paris’te on gün. Ne ala, ne ala! Ama ne yazık ki yerin kulağı vardı, Flaksman eve döndüğünde kendisini azar,
bağrış çağrış bekliyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:34)
“Sete-Sois ağzının sulandığını hissetti, dört yıllık savaş boyunca biriken açlığı şimdi sanki ölçülülük ve
kendine hakim olma bendini aşmak üzereydi. Açlıktan karnına ağrılar girmişti, bir an gözleri ona yemek veren
kadını aradı, yanındaki o kılıbık erkekle nereye gitmiş olabilirdi ki, muhtemelen o adam da dikkatle kalabalığın
içindeki kadınları süzmekteydi.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:39)
“LORD - Hay koca hayvan! Nasıl da domuz gibi yatıyor..... Baylar, ben bu sarhoşa bir oyun
oynayacağım. Götürüp bir yatağa yatırsalar, güzel elbiselerle sarıp sarmalasalar,..... ağzının suyunu akıtacak bir
sofra kursalar, gözlerini açtığı zaman, miskin herif kim olduğunu unutmaz mı acaba?”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
“Kont, mutluluğuna ağızlarının suyu akan dostlarına bir gün:
-Doğrusu ya beyler, gözlerinizi kamaştıran şeye dini kaptıranlardan değilim ben, dedi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:113-4)
“-Bay Papaz! Sizin eviniz eski, küçük. Eşyalarınızın da iler tutar yeri yok. Bizim papazın evini
görseniz, ağzınızın suyu akar.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:247)
“Şaka etmiyorum, kız yolda giderken herkes dönüp bakardı. Burada kaldığı on gün boyunca evin altını
üstüne getirdi. Kocalarını zaptedemeyen kadınlar kuduruyordu. Campardon’un ağzının suyu akıyordu. Duveyrier
her gün çatının akıp akmadığını denetlemeye çıkıyordu.
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:28)
Ağzının tadı bozulmak; tadını bozmak, kaçırmak : Canı sıkılmak, hayal kırıklığına uğramak, rahatı
bozulmak
“GÜLTEN - Ne var?
GÜLSÜM - Ya kaynananız?...
GÜLTEN - Kaynanam mı?
GÜLSÜM - Ağzımızın tadını bozacağa benziyor. Barut gibi bir kadın...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:42)
“Reha bey derin bir of çekip kısa top sakalını sıvazlayarak,
-Çocuklar, çocuklar, nedir sizin bu yaptıklarınız, niçin böyle yok yere birbirinizi incitip
hırpalatıyorsunuz? Ne var, nedir, yoksa ortada babanızın malını mı pay edemiyorsunuz? Bir incir çekirdeğini
doldurmayan sebeplerle şunun şurasında ne var ki, hem kendi ağzınızın, hem bizim ağzımızın tadını
kaçırıyorsunuz?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:234)
“Tuh! Ağzımızın tadını bozmaya geldi, dedi Zebedi kendi kendine, ama keyfini bozmamak için kendini
tutup konuyu değiştirdi. Oğlunun dizine şakadan bir şaplak indirdi. ‘Hey yaramaz,’ dedi gözünü kırparak. ‘Yolda
kiminle konuşuyordun bakalım?’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:142)
Ağzının tadını bellemek : Ağzının tadını bozmak; aklını başına getirmek; intikam almak
“Kellesini vurun şu seyisin. Kellesini vurun şunun! Mademki bize düşmanlık eder, mademki ekmek
yediği sofraya bıçak sokan odur, kellesini vurun, koltuğunun altına koyun ki ağzının tadını bellesin .”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:23)
Ağzının tadını bilmek : Lezzet verecek şeyleri takdir etmek
“LAUREL - Maitland, sherry’yi getir. Sek ve tatlı. Unutma.
(Maitland hole çıkar. Laurel, hakime işaretle oturmasını teklif eder.)
HAKİM - Ben istemem. Öğle üzeri hiç içmiyorum.
LAUREL - Fakat bu sabah büyükannem, sizin ağzınızın tadını bilmekle övündüğünüzü söylüyordu.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:66-7)
“Michele çok tuhaf bir adam olmalıydı; Fransisken tarikatına ateşli bir tutkuyla bağlıydı...... Dünya
nimetlerine düşkün Romagna’ <Romanya>lı bir adam gibi, çok insancıl ve neşeli, ağzının tadını bilen, dostlarına
kavuşmaktan mutluluk duyan bir adam..... bir kurt gibi tetikte ve kurnaz, bir köstebek gibi sinsi....... konuşmakta
olduğu kimsenin sorusu, yanıtlamayı yadsıyışını bir dalgınlıkla örtmesini gerektirdiği zaman bakışlarını ustaca
öteye çevirebilen biri.”
(U. Ego, “Gülün Adı”, sa:332-3)
“Çilingirle tipograf torbalarından birer şişe çıkardılar; çilingir şişeyi dikip içti, sonra kemancıya uzattı:
-Benzin alacak mısın?
-Yok, dedi kemancı, şimdi istemem.
-Ağzının tadını bilmiyorsun ahbap.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:417)
“Bu sefer tepem attı:
-Sen de beni tahkir ediyorsun. Ağzımın tadını bilmediğimi söylüyorsun.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:375)
“Bu şehrin insanları mutfak işlerinde ağızlarının tadını bilir, şarabın iyisi, biranın taze ve kekremsi
olanı, bol hamur tatlısı ve pastayla pek ilgilenirdi.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:27)
Ağzını öpeyim : Sözlerini tüm kalbimle onaylarım, çok doğruyu söylüyorsun, ağzınla bin yaşa (Argo)
“-Ne münasebet? Dedi. Suç olur mu <Partiye üye olmak>? Demokrasi bu. Sen sensin, ben ben. Öyle
değil mi?
Adam az daha sokuldu:
-Hay ağzını öpeyim. Hem Demirkıratlığı icat ediyorlar, hem de... Milletnen oyun mu oynuyorlar?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:52)
Ağzını sıkı tutmak; Ağzı sıkı olmak : Ketum olmak, sır vermemek, dedikodu etmemk
“... alçak sesle Tevfik’in başına gelenleri anlatmaya başladı. Bir başlangıç yapmaksızın, hiç ayrıntıya
girişmeksizin, hep o, Saray’ı ve Selim Paşa’yı ürküten mektuptan bahsediyordu.
-Tevfik’i sorgulamaya memur olan Göz patlatan Muzaffer, henüz bizi ele vermedi. Aman sen ağzını
sıkı tut, yüzünden bir şey belli etme...”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:205)
“ ‘Neden başına bir şey gelecekmiş?’
‘Çünkü tehlikeli bir noktadayım ve şansım yaver gitmeyebilir.’
‘Peki, anlatacağın kişi neden ben oluyorum?’
‘Çünkü sen benim en yakın arkadaşımsın. Üstelik sır tutacağını da biliyorum.’ Sachs bir an durup
gözlerimin içine baktı. ‘Ağzın sıkıdır, öyle değil mi?’ ”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:208)
“Cérizet: ‘Ah! daha önce bilseydim!’ diye haykırdı. ‘Büyük bir servet edinmek fırsatını kaçırdım..’
Barker: ‘Son bir sözüm var...’ dedi. ‘Ağzınızı sıkı tutun! Bunu yapabilirsiniz. Gelgelelim, pek o kadar
emin olamayacağım bir şey var: Bilmem dost kalabilir misiniz.’ ”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:194)
“İNSAN VE DENİZ
-----------------------İkiniz de ağzısıkı, karanlıksınız:
Ölçemedi, insan, derinliğini kimse,
Deniz, kimse bilemez gömüleriniyse,
Ne gizlerdir öyle kıskanç sakladığınız?”
(Ch. Baudelaire, “Kötülük Çiçekleri”, sa:49)
“ ‘.... Bunlara kimse bir şey anlatmayacaktır ama, sezinleyeceklerdr, havadan kokusunu alacaklardır,
boşboğazlılıkları vardır, yine de ağzı sıkı kimselerdir, bizi koruyacaklardır, hem de durumumuza imrenerek.’
Loş odayla aydınlık odanın kapı aralığında söylüyordu bunları, kulağınıza değil de, ağzınıza
fısıldıyordu ve dudakları dudaklarına değiyordu zaman zaman.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:150)
“Yani’ye bütün kadınlar bayılırdı. Yani güzel adamdı. Evlendiklerinin ilk ayında sandık odasına
kapayıp saldırmıştı. Neyse kısa sürmüştü. ‘Sen iyice morukladın artık’ diye peşini bırakmıştı. Kız bilmezdi.
Ağzını sıkı tutmuştu Kirya Maria, kız üzülmesin diye.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:89)
“Polisler dışarı çıkar çıkmaz, Milan iki kıza da bir daha bara adım atmamalarını söyledi. Sonuç olarak
Copacabana bir aile işletmesiydi (Maria bu ifadeyi yanlış kavramış olmalıydı) ve Milan’ın da koruması gereken
bir adı vardı (Maria’nın kafası iyice karıştı). Burada kavgalara yer yoktu ve ilk kural, müşteriye saygılı
davranmaktı. İkinci kural, Milan’ın deyimiyle ‘bir İsviçre bankası gibi’ ağzını sıkı tutmaktı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:153)
“Aynı şey bir sonraki hafta da oluyor - gaipten gelen ses benim yerime konuşuyor; insanlardan sevgi
hakkında değil, sevgisizlik hakkında hikayeler anlatmalarını istiyor ve havadaki enerji o kadar değişiyor ki, her
zaman ağzı sıkı olarak bilinen Fransızlar herkesin içinde özel yaşamlarını tartışmaya başlıyorlar.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:201)
“Ağzı sıkıdır istiridyenin
Söylemez
Kıyı altlarının kalabalık olduğunu
----------Ağzı sıkıdır
Söylemez
Karşıdaki yılanı sevdiğini
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İstiridyecilik”, sa:21)
“Bu adamın, bu kağıtları hücresinde bırakmış olan o gizemli mahpus hakkında bize sağladığı inanılmaz
bilgiler, yazarın kaderini örten karanlık, yolları aşağıdaki sayfaların yazarınınkiyle çakışan insanlarda görülen o
inanılmaz, o açıklanamaz ağız sıkılığı, bizi elimizdekiyle yetinmek zorunda bırakıyor.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:16)
“HANIM -... Isınmam için bir soba yakmadığımız kalmış. Hıı, onun hapishanede sobası mı var?
SOLANGE - Sobayı yakmadık hanımefendi. Eğer ağzımızın sıkı olmadığını söylemek istiyorsanız...
HANIM - Yoo, öyle bir şey söylemek istemiyorum.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:48)
“-Oldu, vallaah oldu...
-Kulağına gitse bile..
-Gitmez ki!
-Ağzımızı sıkı tutarız gitmez...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:90)
“ ‘Der,’ dedi Murtaza. ‘Ben de ağzımı sıkı tutarım ama, bundan sonra da o İnce Memede göstereceğim
dostluğu, iyiliği ben bilirim. Silahtan silah, mermiden mermi, dosttan dost, ne isterse onun emrine kılarım. Şu
Topal Aliyi de başıma taç ederim.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:39)
“Şövalye sanki ‘evet’ dermiş gibi başını sallıyor, seni anlıyorum, dostum. Seni başka kim anlayabilir?
Ve sonra, düşünüyor: Ağzı sıkı olmaya söz vermiş olduğu için, yaşamış olduklarını kesinlikle kimseye
söyleyemez. Ama iki yüzyıl sonra yapılan bir boşboğazlık hala boşboğazlık mıdır?”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:139)
“AYAĞI KARINCALI
--------------------------Hem böyle ağzı sıkı görünmemi
Aydınlık akıl da istiyor zaten
Öpüşlere, toz toprağa bulanmış
Uzaklaştık kıyının ordan
Süsenler silahlarını ayarlıyordu
Gecenin esintilerine karşı.
(F.G. Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:67)
“Kendimden önce senin ölebileceğini düşünmekle, üstelik aile bireylerinin ağızlarını sıkı
tutacaklarından şüphe etmekle kabalık ettiğimi biliyorum, ama bugün yarın hep ölecek değil miyiz?”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:32)
“BARTLETT, etkileyici bir tavır ve kurnazca bir bakışla. - Farz et ki, doğuda, ticaret limanlarından
birinde yasadan korkmayan, ağzını sıkı tutmasını bilen bir adam için çok kazançlı olabilecek bir iş buldum.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:55)
“ ‘Ağzınızı sıkı tutmanızı söylemeye bilmem gerek var mı? Bu işte hepimizin çıkarı söz konusu.
Güvendiğiniz kimselere tabii bizi salık verebilirsiniz. Yolu biliyorsunuz. Haydi iyi akşamlar.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:125)
“Üst yanı, İspanya’lar, İspanya’da şatolar, bunlar… Neydi? Benim getirdiğim, küçük, suya sabuna
dokunmaz bir din mi? Gerçek yaşamımın saygılı ve ağzı sıkı birlikteliği mi?”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:52)
“Giulio, Avezzona’ya geldiğinde, Fontano adını taşıyordu ve kendisin getiren adamlar sıkı ağızlıydılar.
Petrella’ya döndükleri zaman, Giulio’nun yolda öldüğünü üzülerek haber verdiler.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:108)
“Uşak, ‘Gel eve gidelim, burada canlı gibi görünüyor, ancak orada kemikleri yerde yatıyor; bu bizim
anlayacağımız bir şey değil, ama ağzını sıkı tut; böyle şeyleri anlatmak doğru değil!’ dedi.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:95)
“Ali sevinçle yutkundu:
‘Sen ne dedin Ağa? Nasıl bir hizmet acaba?’
‘Esasını bana bile bildirmedi. Ağzı sıkıdır.’ ”
(K. Tahir, “Rahnet Yolları Kesti”, sa:136)
“Ayrıca adamın yüzü sarı, bir gözü kapanmış ve hasta gibiydi. Adamı yolcu ettikten sonra Berthe
mutfağa girip hizmetçinin ağzını aramaya çalıştı. Kızın ağzı sıkı ve saygılı tavırları sürüyordu; ama Berthe onun
hoşnut olmadığını duyumsadı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:38)
“Pis bir Çinli karının bıçağı altına yatmıştı... Zira buradakilerin ağzı sıkılığına daha güvenmişti... Bana
güvenmektense tanımadığı cadı bir karıya canını teslim etmeyi daha uygun bulmuştu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:54)
“Suter birkaç beyazı yanına çağırıyor veonlardan, bıçkıhane tamamlanıncaya kadar ağızlarını sıkı tutup
kimseye bir şey söylememeleri konusunda şeref sözü aldıktan sonra, atına binip çiftliğine geri dönüyor.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:135)
Ağzını sulandırmak, Ağzı sulanmak : İmrendirmek, imrenmek, hayran kalmak, <ağzı tükrük bezlerinin
salgısı ile dolmak>
“Seyis bunu beğeniyle izliyor, gördüğü her şeyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Önce kazandakiler ağzını
sulandırdı; bir başlasa, bunlardan birini rahat rahat boşaltabileceğine aklı kesmişti; sonra şarap tulumlarına
vuruldu; ve nihayet tavadaki (bu kocaman şeylere tava denebilirse elbette) yiyeceklere taktı kafayı. Neyse
uzatmayalım, daha fazla dayanamadı ve başını kaşıyacak zamanı olmayan aşçılardan birine yaklaştı,
‘tencerelerde pişenlerin tadına bakabilir miyim?’ diye sordu. ‘Kardeşim,’ dedi aşçı. ‘’Tanrı varsıl Camacho’ya
sağlık versin. Yiyecekten yana sıkıntımız yok. Git bir kepçe al, iki tavuk çıkar, ye, afiyet olsun!’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:539)
“KOMİSER - Şey, nasıl oldu da her seferinde bir numarayla paçayı kurtardın bilemem... Ama bu kez
sicilini ben bozacağım haberin olsun!”
SANIK - Şey, anlıyorum komiser. Temiz bir sicil bozmak herkersin ağzını sulandırır.
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:7)
Ağzını şapırdata şapırdata yemek : İlkel bir şekilde, ağız dolusu ve şapırdata şapırdata yemek adeti
“Gece yarısı aralarından birkaçı yaklaştı. Canlarının çektiğini gizleyip sadece denemek için diyerek,
küçük bir lokma istediler. Daha cüretlileri çıkageldi. Sayıları arttı, çok geçmeden de büyük bir kalabalık halini
aldı. Ama hemen hepsi bu soğuk eti dudaklarında hissedince ellerini aşağıya indiriyordu; kimisi ise, tersine,
ağzını şapırdata şapırdata yiyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:347)
Ağzını yoklamak : Bir sırrı almak için, bilmemezlikten gelerek, masum görünen bazı basit sorularla, bir açık
bulmak ümidi
Bk.: Ağzını aramak
“Büyükanem de ondan hiçbir haber almamıştı. Bin bir tedbir alarak ağzını yokladım, kaybolmasıyla
ilgili hiçbir imada bulunmamaya dikkat ettim, ona bir mesajım olduğuunu ama kendisine ulaşamadığım için
iletemediğimi söyledim. Büyükannemin, benim ziyaretime geldi,diyeceğini umuyordum.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa76)
“Hıdır Onbaşı’nın biraz önce Başmürettip Haydar Baba’nın söylediği birkaç kelimeyi kullandığı,
böylece Murat’ın ağzını da yoklamak istediği anlaşılıyordu.
-Ağzından cevahir taşı saçmaktasın ya, olur mu dersin onbaşı?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:14)
Ağzı paça gibi olmak : Leş gibi kokmak
“-Ya sen benim önüme çökmeyecek misin? Ya ben senin boynuzlu kafanı, alıp, suyuna etli pilav salmaz
mıyım? (Sırıtan Seringel’e çıkıştı): Bugün gene ağzın paça olmuş Karanfil tohumu! Şuradan bir iskemle getir de
ağanızı biraz adama benzetelim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:81-2)
Ağzı sıkı olmak : Bk.: Ağzını sıkı tutmak
Ağzı süt kokmak : Daha çocuk; bebek gibi masum olmak, genç ve deneyimsiz
“Sinsisin Alyoşa, evliya gibi adamsın ama saman altından su yürütürsün; neyi bilip neyi bilmediğine
şeytanın aklı ermez. Ağzın süt kokar ama, düşünmediğin şey yok. Seni ne zamandır kolluyorum.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:117)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi,
aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan!
Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!
MACBETT - Vız gelir bana, senin gibi ağzı süt kokan bir gerzeğin, öç alma heveslisi bir mankafanın
sözleri! Akıl fıkarası!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
“BAPTISTA - Pekala, bir kere amaç elde edilsin de, yani onun sevgisi, asıl iş onda.
PETRUCHIO - O, işten bile değil; babacığım size şunu söyleyeyim ki o ne kadar dik başlıysa, ben de
o kadar inatçıyım; afet gibi iki yangın karşılaştı mı, hiddetlerini besleyip büyüten şeyi silip süpürüverirler..... Ben
çetinim, ben, ben öyle ağzı süt kokan bebecikler gibi aşk ilan edip dil dökmem.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:48-9)
“KAPTAN - Hayatımda tanıdığım en aşağılık herif. (Resim tahtasını yerine koyar, masanın başına
oturup boyaları karıştırmaya başlar.)
HECTOR - Çok doğru. Peki, onun ağzı süt kokan torunlarını öldürmeye kıyabilir misin?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:52)
Ağzı torba değil ki büzesin, büzüveresin : Elalem konuşur, ağızlarını kapayamazsınız
“... ikide birde, yerli yersiz yemini basıyordu: ‘Ne elli bin lira, ne de elli bin paradan haberim var. Allah
bin belamı versin yalan söylüyorsam. Çocuklarımın hayrını görmeyeyim!’ Ama koskoca şehrin ağzı torba
değildi ki büzülüversin!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
Ağzı var dili yok : Sessiz, uslu,‘vur tokadı al lokmayı ağzından’ tipteki insan
“Bu adamı ne yapayım diye düşündüm, düşündüm. Onu kovmak hem ayıp, hem de günah! Tanrım,
nasıl da zavallı, yıkılmış bir adamdı; öyle sessiz ki, ağzı var dili yok; hiçbir şey sormadan oturur, yalnızca bir
köpek gibi gözümün içine bakar.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:76)
“GÜLSÜM - Ne yapayım hanımım. Benim de zaafım, insanların eksikliklerini görmek...
GÜLTEN - Ama herkes bu halini hoş görmez...
GÜLSÜM - Doğru... Ev sahipleri hizmetçilerinin aptal olmalarını isterler. Ağzı var dili yok isterler...
Aksini düşünmek bile ağırlarına gider.”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:42)
“Hazır İçişleri Bakanı da kasabamızdan iken. Ben, bir, İçişleri Bakanı, iki, bir de dört milletvekilimiz,
üç, bir de ağalarımız, beylerimiz, parti başkanlarımız, bir de şu kaymakamın zulmünü görmüş muhtarlarımız. Bir
de köylülerimiz... Fıkara, ağzı var, dili yok köylülerimiz.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:141)
“ ‘Allah övmüş de yaratmış.’
‘Yaratmaz olsun. Yaratmış da bela etmiş insanların başına...’
‘Neden, neden bela etmiş. Ağzı var da dili yok fıkaranın.’
‘Ağzı var dili yok da, kimdir öyle salınıp gezen köyün ortasında?”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:114)
“BABA - Ya benim kızıma ne demeli? Sabahın saat üçünde çoban yıldızı ile kalkıp hamur yoğurur,
ekmek yapar. Ağzı var dili yok. Şu körpe kuzuların tüyü gibi yumuşak, tatlı.”
(F.G. Lorca<1898-1936>, “Kanlı Düğün”, sa:23)
“Madam Ştal’ın bir aydır öylesine bağlandığı tanrısal kişiliği belleğinden, bir daha dönmemek üzere
kaybolup gitmişti. Beden yapısı bozuk olduğu için yataktan çıkmayan, battaniyeyi bacaklarına iy örtemedi diye
ağzı var dili yok Varenka’ya bağırıp çağıran topal bir kadın kalmıştı belleğinde yalnızca. Kendini ne denli
zorlarsa zorlasın, eski madam Ştal’i geri getiremezdi artık.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:448)
“Fakat günün birinde bir konferans gezisinde üniversitesinin büyük dinleyici salonu buna ayrılıp da
kürsüden aşağı söz söylemek zorunda kalınca, tıpkı bir zamanların öğrencileri gibi sırada ağzı var dili yok oturur
öğrencileri gördüm ve birden tedirginleştim.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:54)
Ağzı varmamak : Söylemeye çekinmek, korkmak
Bk.: Dili varmamak
“Şey, anne, şey, diyordum, bir türlü ağzım varmıyordu, emin değildim daha. Anne, dedim, babmın
cebinde, cıgara kutusunu alırken, altında bir şey bir anahtar buldum, bir kapı anahtarı...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:89)
Ağzı yanmak : Bir olaydan çok zarar görüp deneyim kazanmak
“Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek içer!”
(Ata Sözü - Anonim)
“Becker etkileyici bir performans sergiliyordu ama çok ileri gitmişti. Fahişelik İspanya’da yasadışıydı
ve Senor Roldan da dikkatli bir adamdı. İstekli turist numarasına yatan Guardia memurlarından daha önce ağzı
yanmıştı. ‘Onunla yatmak istiyorum.’ Moldan bunun bir tuzak olduğunu anlamıştı.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:111)
“Maria, Ralf’ın ona yardımcı olmaya çalıştığını anladı; belki de ağzı yanmıştı vaktiyle ve şimdi
Maria’nın da başında aynı tehlikenin dolaştığını hissediyordu. Ama, Maria yardım istemiyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:174)
“Misis Sampson:
-Ömrünüze bereket, Mister Pratt. Dirty’nin şiirlerinden ağzım yandıktan sonra bu güzel şeyleri işitmek
hoşuma gidiyor, diye hoşnutluğunu gösterdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:69)
Ağzı yırtık : Ağzında bakla ıslanmayan, sır saklamaz, çok konuşan
“VITTORIA - Pek münasebetsiz, şu yaşlı adam. Fakat bu durumumuzla ağabeyimin ona gereksinimi
olduğunu anlamalı; dayanmalıyım. Hah! İşte Sinyor Guglielmo! Artık gönül indirmesinin zamanı gelmişti. Fakat
onunla birlikte o ağzı yırtık Ferdinando da var.”
(C.Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:49)
Ağzıyla kuş tutsa : Harikalar yaratsa bile
“... siz kadınlar körsünüz bir adamı sevdiniz mi en ufak bir kusurunu bile göremezsiniz de, yok en ufak
kusuru dememişti, şey demişti, hiçbir kusurunu görmezsiniz de en ufak bir suç işlemeyegörsün size karşı, evet
öyle demişti, size karşı o zaman gözünüze bir başka perde iner, ağzıyla kuş tutsa da dünyanın en kötü kişisi
olur...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:80)
Ah; Ah ah, Ahh, Ahhhh : Bir pişmanlık nidası, bir inleyiş, serzeniş
“UYKUSUZ GECE
Ah! kapamadım kapımı,
Yakmadım mumlarımı,
Bir bilseydin, nasıl bitkindim,
Döşeğe uzanamayacak denli bitkin.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:21)
“Ah, köle İtalya, ıstırap diyarı, büyük bir fırtınada kaptansız kalmış tekne, sen artık eskisi gibi
beldelerinin sultanı değil, bir orta malısın!”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:46)
“SAİNT PİERRE’İN YADSIMASI
------------------------------------------Ah! İsa, Zeytinler Bahçesi’ni bir kez an!
Diz çöker, sadelikle yakarırdın yine
Ona ki sefil cellatlar canlı etine
Çivi çakarken gülüp dururdu yukardan.”
(Ch. Baudelaire <1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:233)
“ ‘Ah, biliyorum,’ dedi kızın narin, pürüzsüz sesi, ‘bunların hepsini biliyorum; benim de rahip olan bir
ağabeyim ve iki kuzenim var, akrabalarımın arasında onlardan başka otomobil sahibi olan yok.’ ”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:16)
“BACCHUS İLE APOLLON
---------------------------------Rezil ikili, insanın benzeri,
Gerçekte, adlandırdığı nesnelerin
Yalnız bir yüzünü tanımış insanın.
Ah! birlikte geliştiğini görmek
Durgun gecenin ve titreyen günün,
Alacakaranlığın şafağın gece yarısının ve öğlenin.”
(R. Desnos, “hayır, aşk ölmedi”, sa:170)
“Yatağına oturdu ve dua etmeye başladı. Sonra, mektubunuzun bazı yerlerini tekrar okuyarak, ‘Bana
kızını emanet ediyormuş. Ah! Madin Anne, kızı da ona çekmiştir, onun gibi tatlı, iyiliksever ve duyguludur,’
diye ekledi.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:277)
“ ‘Ah, onu merak etme,’ diye araya giriyordu Kyot, efsanelerinin dünyasına dalıp gitmiş gözlerle, ‘ışığı
göreceksin, kokuyu duyacaksın...’
‘Umarım,’ diyordu Baudolino, Haham Solomon başını sallıyordu: ‘Siz dinsizlerin, Kudüs’ü
yağmalayıp, bizi dünyanın dört bir yanına dağıttığınızda Kudüs Tapınağı’ndan çaldığınız bir şey olmalı.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:284)
“ ‘Ah, ah, Efendimiz İsa Mesih’in büyüsü hoşunuza gidiyor! Ve sevinç acı verir bize. Şeytandan sakın;
(o) her zaman üstüme atılmak için bir köşede pusu kurmuş. Ama Salvatore aptal değil! Burası iyi manastır,
burada yiyip içip dua edilir Efendimize. Gerisi incir çekirdeği doldurmaz. Amin. Değil mi?’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:78)
“... utancını hafifletecek bir mazaret aradı ve yeniden söze başladı:
-Ah! Pardon, mil pardon! <Fr.: ‘mille pardonne’=Binlerce kez affedersiniz!> Kabahat benim değil. Keşfi Bey
söyledi: İşte, o beni aldattı.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:306)
“O GÜNLER
--------------saf, beyaz kar tanelerim
tüy gibi yumuşak
usulca yağardı
köhne ahşap merdivene
aşınmış çamaşır ipine
kocamış çamların saçlarına
ve ben yarını düşünürdüm, ah!
yarın..”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:72)
“Papaz: ‘Ah bu haylazlar ah! Hiç adam olamayacklar!’ diye söylendi. O sırada, paramparça bir din
bilgisi kitabına ayağı takıldı. Eğilip yerden alarak: ‘Hiçbir şeye saygı gösterdikleri yok bunların!’ diye
homurdandı. Sonra, Bayan Bovary’yi görür görmez: ‘Bağışlayın, birden tanıyamadım da…’ dedi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:124-5)
“Sonra vandal herif küstahça aptallıklarını parlak tuvalin üzerine saçıyor. Doğu ipeklerini kirli griler
kaplıyor. ‘Çok mutlu olmalısınız, Mösyö!’ diye haykırıyor Cézanne. ‘Portre yaparsanız kuşkum yok ki,
sandalyenin bacaklarına koyduğunuz gibi burnun ucuna da pırıltılar koyarsınız.’ Cézanne paletini kapıyor,
bıçağıyla Mösyö’nün pis çamurunu delik deşik ediyor. Sonra bir an sessizliğin ardından, son derece harika bir
biçimde dönüp, ‘Ah, nasıl da rahatladım!’ diyor.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:170)
“IPHIGENIE Ah, dinle! Ah, gör beni, yüreğim nasıl yıllarca
Sabırdan sonra şimdi açılıyor sevince,
--------------------------------------------Açılıyor sarmaya, kucaklamaya seni!”
(J.W. von Goethe, “Iphigenie Tauris’te”, sa:75)
“Nihayet, arkadaşlarıyla uzun uzun konuştuktan sonra, daha doğrusu bol bol sustuktan ve rahat
koltuklarında arkaya doğru kaykılarak birer sigara daha tüttürdükten sonra, mühim adam sanki birdenbire
hatırlamış gibi, elinde kendisine imzalatmak üzere getirdiği kağıtlarla kapıda bekleyen sekreterine dönerek, ‘Ah,
bu arada... bir memur bekilyordu değil mi? Söyleyin, içeri gelsin,’ dedi.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:58)
“Doktorun uzattığı bardaktan süzgün süzgün iki damla aldı. Bardağı elinden düşürecek bir halsizlikle
geri verdi. Yine yumruk gözlerle bir zaman dalar gibi yaptıktan sonra:
-Ah, dedi, ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini
içeriye çeke çeke: Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir
bana Kevser’ini yudum yudum…”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:176-7)
“MASAL
---------O da ne, parlamıyor saçında damla yıldız.
Sessiz yürüyoruz eskisi gibi.
Ah, biz şimdi nerede ve nasıl bulacağız
mucizeler yaratan o çiçeği?”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“AKHİLLEUS’UN ÖLÜMSÜZ ATLARI
-------------------------------------------------Acıdı Kronosoğlu böyle görünce onları,
sallayıp başını, dedi kendi yüreğine:
‘Ah, şanssız ikili, neden Kral Peleus’a,
bir ölümlüye verdik ki hep genç
kalacakken, ölümsüzken sizler?
Yakışır mıydı size acılar çekmek
mutsuz ölümlüler gibi? Yoktur çünkü
insan gibi umarsız, soluk alan
canlılar içinde.’ ”
(Homeros <İlyada’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:96)
“Kampa dönüyorum. Yatışmış bulunan kör ihtiyar kadın banna borçlu olduğunu söyledi. Ne lüzum
vardı! Kadını düştüğü yerde o haliyle bırakmamam olağan değil mi? Ah, bu çılgın, zıvanadan çıkmış çocuklar.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:48)
“I
Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
<4 eylül 1844>
---------------------------Tüm gözlerden ırakta,
Sanki yardım gibi değil,
Hırsızlık etmiş gibi verirdi.
Ah! Anımsar mısınız minicik giysilerini?”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“Tam o anda, ilkbahar güneşinden yararlamak için prispa’ya çıkmakta olan gencin anasına:
-Bana mı surat asıyor; diye sordu alçak sesle.
-Suratı size değil, bana, diye karşılık verdi iyi yürekli ana. Dün akşam döndüğünden beri dalaşıyoruz.
Ah, ah, şeytan çocuklar! Çocuk isteyenin aklı yok...”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:6)
“Türküler Vardır...
Dağkızı 1
-----------Ah, öylesine arzu ederdim ki annem gibi olmayı!
Yabani dağ yaratığı, bir an bile ayrılmazdı,
Yavrusunun yanından. Kentauroslar Atlı erkekler - onu kaçırmaya fırsat kollarlardı.”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“ÖDÜNÇ YILDIRIM NASIL İSTEYEBİLİRİM
Damla zengini fırtınadan ödünç yıldırım nasıl isteyebilirim?
Ah, para kesen bir balta sesi duyuyorum ensemde
geceleyin, gündüzse ovayı aşıyorum boydan boya,
insanın son mekanı...”
(Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.07.09)
“Büyük Hanım gözlerini hayretle açtı. ‘Ama ben hiç doktora görünmedim ki!’ dedi. ‘Nasıl rapor
verebilirler?’
‘Ah!’ dedi Yusuf. ‘Bu adamlar için sahte rapor almanın zor olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:26)
“İŞİN DOĞRUSU
Ahhhh!…
zor artık iflah olmam ben
bu sevdaya düştüm düşeli.
İşte bu sevdadan
esen yelin canımı yakması,
yüreğimin derin sızısı,
ve de şapkamın can acıtması.”
(F.G. Lorca<1898-1936>-Fahri Özdemir, “aşk şiirleri”, sa:49)
“Harika vallahi! Oysa ben, eşşek gibi çalıştım ömür boyu hanımefendiciğim. Eşşek gibi.
Ah ah ah, müdüroğlu müdür kocanız, sizi Avrupalarda gezdirdi. Ne güzel!”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“Ah, Ah, Pişman Olacaksın
Ah, ah, çok pişman olacaksın bu sözü söylediğine!
Kitabımı geri ver ve öpücüğümü al yerine.
Dostum muydu duyduğum, düşmanım mı,
‘Ne kalın kitap küçük bir kafa için böyle!’
Gel, sana şimdi en yeni şapkamı göstereyim,
Dudak büzüp süslenişimi izleyebilirsin hem de!
Ah, her şeye rağmen, devam edeceğim seni sevmeye.”
(Edna Ct.Vincent Millay<1892-1950>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.05.07)
“TOINETTE - Sizin içiniz azarlamakla rahat ediyorsa, benim içim de ağlamakla rahat ediyor... Herkes
kendini düşünür... ah!
ARGAN - Eh, ne yapalım, bunu da sineye çekeceğiz. Kaldır şunu aşifte, kaldır.”
(Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:18)
“TERK EDİLMİŞ BİR KUNDAK
-----------------------------------------Bir tuğla parçası atıverdim:
Gösterdiler kırmızı kadifemsi dillerine
Fiskeler vuran azı dişlerini,
Kaçtılar sonra koşarak,
Bırakıp uzuvları kopuvermiş bir cesediÇocuk atılmıştı bir çöp yığınına‘Ah, Beşik’teki İsa Bebek
iyi uykular
insan pisliği üzerinde.’ ”
(Mbuyiseni Oswald Mtshali<d.1940>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.11.07)
“GEORGETOWN’DA YÜRÜRKEN ERKEK
KARDEŞİMLE
<Ağustos 1984>
--------------------Ah duyuyorum çığlığını pop müziğin
Ah görüyorum rock yapışını delikanlıların
Sokaklarda kendinden geçmiş
Rock yapıyorlar ritmiyle kendi ölümlerinin
Temposuna kilitlenmiş bir dükkan önünün”
(Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08)
“YANK (Acı acı.) - Demek bu kuşlar da bir yere layık görmüyorlar beni. Ihhh, cehennem olsunlar!....
Artık çelik değilim, dünya bana sahip. Ahh, lanet olsun! Göremiyorum, her taraf karanlık, anlıyor musun? Her
şey ters! (Aya bakıp abuk sabuk sesler çıkaran bir maymun gibi acı alaylı bir yüz takınır.)”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:64-5)
“JONES - Ah, Tanrım, ben şimdi ne yapacağım?... Tanrım, karanlık burası... Nerede ay? Yarabbi, bu
gecenin sonu hiç gelmeyecek mi? (Seslerden el yordamı ile ve ihtiyatlı ihtiyatlı ilerlemekte olduğu anlaşılır.)
Hah... Burası açıklık bir yer galiba... Uzanıp dinlenmeliyim.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:55)
“Ah, bir bardak bira! Nerdeyse boğazından aşağı indiğini hissediyordu. Ah, parası olsaydı! Bir bardak
için yedi peni gerekliydi. Ama bunun ne yararı vardı? Cepte ikibuçuk peni vardı. Başkalarının sana bira
ısmarlamasına izin veremezsin ya!
Flaxman’ın uzanamayacağı bir noktaya çekilerek, suratını ekşitti, ‘Ah, bırak beni tanrı aşkına!’ dedi,
sonra da arkasına bakmaksızın merdivenleri çıktı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:35)
“Üşümüş olan Ginia, onu Amelia’nın bu soğukta nasıl poz verdiğini sordu. ‘Şömine ısıtıyor,’ dedi
Guido, ‘Hem o alışkın.’
-Ben dayanamazdım, dedi Guina.
-Kimsenin dayanmanı istiyor ki?
-Ah Guido, neden böyle davranıyorsun bana? Bunu Amelia hasta olduğu için söylemiştim.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:110)
“MELEAGROS - Biz avcıların, Hermes, bir anlaşması vardır. Dağa çıktığımızda birbirimize yardım
ederiz; her birimizin yaşamı ötekinin avucundadır, ama yoldaşımıza ihanet etmeyiz.
HERMES - Ah aptal, olsa olsa yoldaşına ihanet eder insan... Ama konu bu değil.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:64)
“UYUYAN GÜZEL
Ah, ne dilber kızdım, ne prensestim ben!
Prensler hep kölemdi, aşkıma tutsak!
Düşüncesiz, kaygısız ve delişmen
yaşıyordum öyle - kirmenden uzak.
Bakışlarım kalp avlardı her seher,
Hem çılgındım, hem zekiydim - her zaman.”
(Margarita Petkova<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.03.08)
“GROTESK
--------------Ah, kızım bilmezsin ki, yiten her büyünün
avuntusu bulunmaz. Doğaldır yaşanan kahır,
kuşa gelince, o da bir parçasıdır şu göğün
bir an yaşar ve sonra
gök onu geri alır.”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“Nancy’nin asık yüzü geniş bir gülümsemeyle aydınlandı.
‘Bu hepsini geçmediyse, ben de ne olayın! Artık ne zaman ‘Nancy’ dendiğini duysam, aklıma o ‘Hep!
Hep!’ gelecek ve kıkırdayacağım. Ah, sanıyorum, mutluyum...’ ”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:73)
“SALKIMSÖĞÜT
--------------------Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dört nal giden atların köpüklü boynuna bir daha
yatmayacak
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!
Nal sesleri sönüyor perde perde,
Atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:121)
“YILDIZIM, SÖNÜP GİTTİN KARANLIKTA
-------------------------------------------------------Yanağımda duyuyorum soluğundan açılan sisli havayı;
ah, göz kamaştırıcı bir ışık parlıyor yolun sonunda.
Işığa kesmiş bir el siliyor gözümden akan yaşları;
ah yavrum, birden can evime ulaşıyor söylediğin sözler.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:19)
“Ah, varacağım sonu önceden nasıl anlayabilirdim; beni pençesine aldığını bugün bile anlayamıyorum.
Hiç değişmeyen, hala ne idiyse o olan benim, bir gün gelip bir canavar, zehir saçan bir adam, bir katil
sayılacağımı, insanoğlunun nefret ettiği ayak takımının oyuncağı olacağımı,..... bütün bu kuşağın söz birliğiyle
beni diri diri gömmekten hoşlanacağını kestirmeye sağduyum izin verir miydi?”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:12)
“Ah, sen keşki sen olsan! Ne var ki, canlar canı,
Sen değilsin sen, ne de burda yaşayan sensin.
Dilerim şu yaklaşan ecele hazırlanmanı;
Güzel yüzünü başka birine vermelisin.”
(W. Shakespeare, “Tüm Soneler”, no:13, sa:67)
“FALSTAFF - Hepsi yerin dibine batsın. Ben battım ya. Sopa da yedim..... İnce nüktelerle beni
tartaklayıp armut kurusu gibi pestilimi çıkarırlar. İskambilde hile yapalı beri belimi doğrultamadım. Ah, dua
etmeye yetecek kadar soluğum olsa tövbe ederdim.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122)
“Sana
-----Ah, bir dudak boyası aldın
Ve başladın üzerini boyamaya. Bir nokta yaptın.
Bir tane daha. Ve altına gülen bir çizgi.
Anladım: Beni çizmek istiyorsun
Böylelikle bana hükmetmek, ama beni
Doğru anlamadın, şimdi de kızgınsın. Köpürüyorsun.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
“GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlıyan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:294)
“Olanları hatırlayarak ‘Ah, ah, ah! Aa!’ diye mırıldandı. Karısıyla kavgası gene bütün ayrıntılarıyla
geldi gözlerinin önüne; durumunun çaresizliğini, suçlu olduğunu -kötü olan da buydu zaten- düşündü.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:7)
“Ağzı çarpıldı; zavallı bir insanın kötücül, karanlık, alaycı anlatımı yayıldı yüzüne.
-Biraz yardım edeyim demezsin, değil mi? diye söylendi. Ah, istemez, istemez! Kendim kalkarım;
yalnız, arkama şu çuvallarını koyma lütfen!... Tamam, yeter, beceremiyorsan bırak daha iyi.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:81)
“Yemek, diğerleri gibi alışılmış ve sıkıcı türdendi. Müzik oldukça erken bir saatte başladı. Ah, o
akşamın bütün ayrıntıları, hatta önemsiz olayları bile, nasıl da hala aklımda!”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:111)
“Besteye söz yazmak yerine, büyük Şair’in şu dizelerini bestelemek daha iyi mi olur diye düşündü:
Ah, nasıl daha da alımlı görünür dilber
Hakikatin süslediği o tatlı havanın içinde
Güzel olsa da gül, daha da güzel görünür
Çünkü o tatlı kokunun içinde hayatını sürdürür...”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:145)
“ON BEŞ YAŞINDA
<1911>
Şarkı söyler ve unutulmam derken,
Gönlümde şu sözcükler: ‘on beş yaş.’
Ah, niye birdenbire büyüdüm ben,
Ne yapsam boş!
Daha dün, yeşil huşlar arasından
Özgürce geçerdim, sabahleyin.
Çok yaramazdım, saç baş perişan,
Hem daha dün!”
(Marina Tsvetaeva<1892-1941>-Kanşaubiy/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 21.11.02)
“Bütün söylentilere karşın, kentin kaldırabileceğinden çok daha fazla sayıda pezevenk kadın vardı
burada. Ah ah, daha bir genç olsaydı!.. Ama işte, önünde sonunda buradaydı ve ne yapıp yapıp yolunu bulması
gerekiyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33)
“ ‘Fakat ben, bizim dünyada o kadar mutsuz oldum ki, kalbim hemen hemen her umuda kapalı!’ Yaşlı
kadın söze girdi ve onlara, ‘Halinizden yakınıyorsunuz,’ dedi. ‘Oysa, benim uğradığım felaketlere uğramadınız
ki...’ Cunégonde gülecek gibi oldu ve kendinden daha mutsuz olduğunu ileri süren bu iyi yürekli yaşlı kadını çok
şakacı buldu. ‘Ah, zavallı kadınım,’ dedi.”
(Voltaire, “Candide”, sa:43)
“NIOBE orsa seyri diye can atıyordu. Gottlieb de öyle. Ah, yelkencinin bu en büyük yanılsaması, oraya
buraya sürüklenmediğini, rüzgar, yelken ve dümen arasında ustaca aracılık ederek, şu ya da bu rüzgarla nereye
nereye gideceğini kendinin belirleyebileceğini düşünüyorsun ya. Yelkenli tam yol ilerliyordu.”
(M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:254)
“Ve eğer bunu yaparsa, artık dayanamayacaklar, avaz avaz bağıracaklardı; içinde fıkır fıkır kaynayan o
heyecan bu sefer de patlarsa, artık dayanamayacaklardı. Ama, hayret; ağzından bir ‘Ah!’ çıkmıştı, o kadar. Sanki
kendi kendine, ‘Böyle bir şey etrafı yaygaraya vermeye değer mi?’ ”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:331)
A.H. : (LATIN) Anno Hegirae : Hegira, Hejira = Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye M.S. 622’de
hicretlerinin Arap takviminde “Hejira Takvimi” adıyla yaptığı değişiklik; Hicri Yıl başlangıcı
Aha : İşte; İşte bu, İşte o, orda, ordaki; İşte öyle oldu
“Irazca merdivenin başına vardı:
‘Bayram!’ diye bağırdı. ‘Seninkiler çıkmış, baharın olsun Gara Bayram!’
Bayram anladı, onun da benzi muma döndü.
‘Gız ana kim söyledi?’ diye sordu.
‘Kim söyleyecek, aha köy içinde gol gola geziyorlar!’”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:137)
“ ‘Ahmet, ulan Ahmeeeet!’
Ahmet dönüp babasına baktı.
‘Hangi kofanın içine aktı yılanlar ulan?’
Ahmet eliyle işaret etti:
‘Ardındaki kofanın, aha o kofanın...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:28)
“Flüt gibi sesler çıkararak, ‘Kız eteğini kaldırdı, iğrenç cadı eteğini aha böyle kaldırdı...’ öten babası,
olayı canlandırmak için gömleğini öyle yukarı çekti ki, uyluğundaki savaştan kalma yara izi göründü.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:105)
“ ‘Ana satma beni. Ana kıyma bana. Ana ben sensiz edemem.’ Hayır anam sattı beni. Nemrud dağına
baka baka, ağlaya ağlaya ayrıldım Tatvan’dan. Uh... Ben çektim neler... Van’dan geldik ta Gönyüğe kadar...
Tatvan’ı bilen var mı?
-Hayır.
-Zamanında Nemrud’un kırk devesi orada taş kesilmiş bir sıra durur. On yaşında bir akşam oradan
yalnız geçerken aha o develerden biri canlandı ve kovaladı beni: Bayıldım. Ağzım kilitlendi.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:44)
Ahbap : Dost, kan bağı olmayan en yakın arkadaş; Sokakta ilk tanışanların, birşey soran yada istiyen
(dilencilerin) kimselerin de rahatlıkla kullandıkları bir hitap, ‘Bay’ın avamı
“ ‘Baba gibi,’ diye mırıldandı küçük ahbap. ‘Tam da düşündüğüm gibi. İyi, haydi gidelim öyleyse!’
Gözüpek adamlarla kollarını sallaya sallaya yürümeye başladı. Kien, ağır adımlarla onu izledi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:230)
“İshak Efendi evin yemeğini böyle yarı yarıya imaretten sağladıktan sonra kendi ahbaptan ahbaba,
davetten davete dolaşır. Hocaların hatim ziyaretlerini hiç kaçırmaz. Beyazıt’taki Türk ahçısının terbiyeli düğün
çorbasına, et kızartmasına, yassı kadayıfına gedikli müşteridir.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:356)
“Arkadaşları ve ahbapları onun başına gelen bu felakete hiç şaşmıyorlardı. Onlar için, yoksulluk,
sefalet alışılmış düşmanlardı. Kimse bunların zararlarından yakasını kurtaramazdı. Halk masallarında dilenci
olmuş prenslerden söz etmiyor muydu? Şu halde herkes gibi yapmak, hayatı olduğu gibi kabul etmek ve
Tanrı’dan umudu kesmemek gerekirdi, çünkü umutsuzluğun bir yararı yoktu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:116
“-Sen gerçekten XX. yüzyıldan mısın?
-Elbette, ahbap. Bu yüzyılda olağanüstü şeyler oluyor. Yaşama biçiminin, tutum ve davranışların
özgürleşmesi. Tekrarlıyorum, müthiş bir gece geçirdim.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:139)
“ ‘Gel be ahbap!’ diye üsteledi. ‘Nazlanma, yürü. Bardaki yeni kızı görmedin sen. Tam sana göre bir
şeftali!’ Gordon, Flaxman’ın sarı eldivenlerine soğuk soğuk bakarak, ‘Senin meselen bu aslında, değil mi? Bu
yüzden süslendin sen, ha?’ dedi.
‘Kesinlikle ahbap! Nasıl leziz bir şeftali, bilsen!..... Masanın yanından geçerken küçük poposunu nasıl
salladığını görecektin. Kanımın akışını hızlandırıyor kız!’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:35)
“ ‘Bana birkaç kuruş ver, patron, karnım aç.’
Birbirine yakın gözleri, kalın dudakları vardı. Alkol kokuyordu.
‘Acıkmış değil de susamış olmayasın?’ diye Mathieu sordu.
‘Yemin ederim, ahbap.’ dedi adam güçlükle. ‘Yemin ederim açım.’ ”
(J.-P. Sartre, “İlk Uyanış”, sa:9)
“IAGO - Canım, bunlar ahbap kimseler. Yalnız bir kadeh. Sizin yerinize ben içerim.
CASSIO - Bu gece tek bir kadeh içtim, hem ona da gizlice su katmıştım. Yine de bak halimde ne
değişiklik yapıyor. Bundan zaten başım dertte, daha ileri gidip derdimi iki kat artırmaya cesaretim yok.
IAGO - Ne olur a canım! Bu gece şenlik gecesi: Yiğitler istiyorlar.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:41)
“... derin bir acının izleri yüzünden okunan yorgun bir kadınla, onun ahbabı, kırk yaşlarında, çok iyi
korunmuş yepyeni bavulları ve gezi çantaları olan konuşkan bir beyefendi ve bir kenara çekilmiş, tıknaz, kısa
boylu, gergin, huzursuz, sinirli hareketler yapan, pek yaşlı olmadığı halde dalgalı saçları zamanından önce
ağarmış, gözleri hızla bir nesneden ötekine kayıp duran başka bir beyefendi.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:7)
Ahd-i Atik, Ahd-i Cedit : (İSR MYTH.) : Dini inaçlara göre, Tanrı, insanlarla, Peygamberleri yoluyla,
onların mutluluğu ve her iki dünyaya uyum sağlamaları yolunda, iki sözleşme yapmıştı; bunlardan ilki, Ahd-i
Atik (Eski Sözleşme), Hz. Musa ile Musevilere ‘Tevrat’; Ahd-i Cedit (Yeni sözleşme), Hz. İsa ile Hıristiyanlara
‘İncil’ olarak indirilmişti. Unutmamak gerekir ki, son Kitap: ‘Kur’anı Kerim’, Hz. Muhammed ile Müslümanlar
için yollanmıştı
“ ‘..... Sana şunu söyleyeyim ki, dindeki eksikliğin açık seçik görüldüğü noktalardan biridir bu. Ahd-i
Atik ve Ahd-i Cedit Tanrısının mükemmel bir varlık olduğu kuşkusuz ama aslında kendisinden beklediği gibi biri
de değil. İyiyi, soyluyu, babacanlığı, güzeli ve yüce olanı kendi şahsında topluyor, çok doğru. Gelgelelim,
dünyada öbür şeyler de var ve bunların hepsi hiç üzerinde kafa yorulmadan Şeytan’a mal ediliyor; dünyanın bir
bölümü, dünyanın bütün bir yarımı yadsınıp yok sayılıyor. Tanrı’ya tüm yaşamın babası diye övgüler
düzülürken, yaşamın kendisinden kaynaklandığı cinsellik kısaca suskunlukla geçiştiriliyor, hatta belki de
şeytanın eseri diye görülüp günah kapsamına alınıyor!’ ”
(H. Hesse, “Demian”, sa:81)
Aheste aheste (kürek çekmek, yürümek) : Yavaş yavaş (kürek çekmek, küçük adımlarla yürümek)
“Çevrede kimseler yok ve Siyah’ın ayakkabıları beyaz yaya kaldırımında kusursuz ayak izleri bırakmış.
Mavi, izleri takip ederek köşeyi dönüyor ve Siyah’ın bir sonraki sokaktan aşağı doğru, sanki bu havanın tadını
çıkarmak istercesine aheste aheste yürüdüğünü görüyor. Kaçmaya hazırlanan bir adam böyle davranmaz, diye
düşünüyor Mavi.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:13)
“Aheste çek kürekleri, mehtap uyanmasın
Bir alemi haba <uyku alemine> dalan yar uyanmasın”
(Y. Kemal Beyatlı<1884-1958>)
“İki adım ilerideki pencereye çarpıp duruyordu yaprakları çoktan dökülmüş dazlak ağacın dalları.
Rüzgar ağaca, ağaç pencereye, pencereyse ona fısıldıyordu. Saat de bir hayli geçmiş olmalı, havaya bakılırsa. Ne
kadar da aheste okuyor, halbuki yalnızca iki sayfa kaldı geriye.”
(Samet Çamoğlu, “Mübadele öyküleri-Kıyıya Vuranlar”, sa:55)
“Pek çok kez, belki yirmi defa, hatta belki daha çok, bana uygun görünen saatlerde Seilergraben
sokağına yollanmış, pek çok kez 69 numaralı evin önünden aheste aheste yürüyerek geçmiştim.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:50)
“Açık alana doğru giden bir yol görüp aheste aheste o tarafa yöneldi, depoların ve boş kamyonların,
daha sonra küçük banliyç evlerinin önünden geçti. Evlerden İtalyanca bağırıp çağırmalar geliyor, bir gazinonuın
bahçesinde çalan mandolinin cırtlak sesi duyuluyordu. Yol üzerindeki en son eve yaklaştığında, bir kızın
söylediği İtalyanca bir melodi çalındı kulağına, ahenk dolu seslerin bayıltıcı kokusuyla adeta nefesi kesilir gibi
oldu. Şarkının pek çok sözünü anladığını görerek sevindi, ayrıca nakaratını da aklında tutabilmişti;
İTAL.: Mama non voule, papa ne meno, TR.: <Ne annem istiyor, ne babam el veriyor>
Come faremo a fara l’amor?”
<Aşk yapmayı nasıl başaracağız?>
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:56)
“Yaşadığım olumlu ruh halinin kaybolup gitmesini önlemek için bir kayık kiraladım, aheste kürek
çekerek sıcak ve aydınlık göle açıldım.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:132)
“Bir yandan parkın ıslak yollarında aheste aheste yürüyor, bir yandan da yaşamının ipliklerini hiç
şaşmadan gerilere doğru izlemeye çalışıyordu..”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:176)
“YIKANAN KADIN
Rüya misali belirir, hareli dokusunda dalgaların,
Arzunun şekli sayılan, beyaz çıplaklık,
Kımıldar aheste ritminde derinliklerin,
Ayıkların uyukladığı uçurumdan geri döner”
(Jean Pourtal de Ladeveze<1898-?>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
09.10.03)
“DİRİ DOĞA
--------------Az ötede mezarlığı gezmişti kimimiz.
kimimiz çiçek toplamıştı mavi badanalı evin
çardaklı bahçesinden.
Sonra bir ney sesi ve Neyzen Tevfik’in görüntüsü,
havuzlu Beyazıt Meydanından aheste beste
Şehzadebaşına inerken:
‘Aksırıyorum, tıksırıyorum, bir türlü geberemiyorum’
diye yakınıyor
kendi gibi derbeder bir arkadaşına.”
(Cevat Çapan<d.1933>, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.04)
Ahım şahım : Çok değer verilecek nitelikte güzel
“Çevredeki birkaç seçeneği denedikten sonra, öğle yemekleri için Cosmic Diner’de karar kıldım.
Yemekleri ahım şahım değildi, ama garsonlardan biri Marina adında Porto Rikolu bir içim su bir kızdı, ona
hemen tutuldum.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“<Ex Libris’te çalışırken> bir akşam üstü, Arthur bir iş için dışarı çıktığı sırada, çat kapı John Lennon
geldi ve Man Ray’in fotoğraflarına bakmak istediğini söyledi.
Elini uzatıp ‘Merhaba,’ dedi, ‘ben John.’
Elini sıktım; ‘Merhaba, ben Paul,’ dedim.
Ben dolapta fotoğrafları ararken, Lennon da Arthur’un masasının yanındaki duvarda asılı duran Robert
Motherwell’in tablosuna bakıyordu. Tablo öyle ahım şahım bir şey değildi -turuncu fon üzerine iki tane düz
siyah çizgi-. Lennon tabloya birkaç saniye göz attıktan sonra bana döndü, ‘Bunu yapmak için çok çalışmış
olmalı, değil mi?’ dedi...... Lennon’un içtenlikle konuşması çok hoşuma gitti.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:97-8)
“Belki içimde bir şeytan da var, inkar edemem. Ama varsa bile, ufak çapta bir şeytandır her halde,
büyükleri başka barınaklar seçer… Yalnız tahmin ederim, sizi seçmezler Piotr Aleksandroviç, siz öyle ahım
şahım bir mesken değilsiniz.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:55)
“TEKİN - Anlaşıldı. Bugün elinden kurtulamayacağım.
GÜLTEN - Merakımı hoş gör. Son günlerde artan bir şüphe içimi kemiriyor. Gerçeği öğrenmek
istiyorum. Sözlerine bakılırsa baban pek öyle ahım-şahım bir adam değilmiş. Ama başkaları?...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:10)
“Julie çok iyi anlıyor sorunun ciddi olmadığını; ama ne diye sarsılsın?
-Nasıl olur, enişte! Hiç madolyon görmediniz mi siz?
Anthime hemen kıvırıyor yalanı:
-Görmedim vallahi, yavrum, diyor; ahım şahım birşey değil; ama herhalde bir işe yarıyordur.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:14)
“İşte kafamda böylesi düşünceler, kente geldim. Sağa sola şöyle bir merhaba deyip tavanarasındaki
odama çıktım, sandığımı açıp pek de ahım şahım denemeyecek koca bir yaprak kağıt aldım içinden.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:33)
“Daha önce yatağa girdiğim iki erkekte cinsellik vardı ama bu temiz şefkat ve huzur yoktu. Onlarla
olan, birbiri ile bütünleşemeyen, hatta güvenmeyen iki yabancı bedenin birleşmesi gibiydi. Doğrusu, zaten
erkekliklerini ispat etmeye uğraşan o iki adamdan ahım şahım cinsel zevkler almıyordum. Filiz dahil birçok
arkadaşım maço erkekten hoşlanıyordu ama ben hiçbir zaman böyle birisini istememiştim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:159)
“... birazını dişiyle kırıp kırıp yediği önündeki şekeri göstererek şeker istemediğini söyledikten sonra,
-İşçiyle işini kim iyi yürütüyor ki? diye devam etti. Onlarla iş yapmak hakkımdır. Söz gelimi
Sviyajski’yi alalım. Toprağının ne kadar iyi olduğunu hepimiz biliriz. Lokum gibi bir toprağı vardır. Ama aldığı
ürün hiç de ahım şahım değildir.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:618)
Ahını yerde bırakmamak, komamak : Yerde kanını bırakmamak, birinin vasiyetini yerine getirmek
“<Hacı Eşkıya> Ölürüm de yüreğime dert olur...... Gün bugündür yavrum. Benim ahımı yerde koma.....
Şunların icabına bak gayrı. Yerde koma Hacı emminin ahını. Ben bugünü bekledim. Memedim adam olsun da
hayfımı alsın diye.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:22)
Ahiret : Bk.: Ahret (AR.)
Ahkam kesmek : Bir işin kendine özgü bir şekilde yapılması hususunda ısrar etmek; Büyük laflar etmek
“Ölmüş ve kokuşmakta olan bir dünyada yaşadığımızı örnekleriyle anlatmak ne eğlenceliydi - sindirim
boyunda güzel yemekler ve damarlarında iyi şarap olduğunda eğlenceliydi yani. Çağdaş edebiyatı yerin dibine
batırırken müthiş bilgili havalarda ahkam kesiyordu; hepsi ahkam kesiyorlardı. Yapıtları basılmayan yazarları
ince ince eleştiriyor, ünlülerin hepsini birer birer yere seriyorlardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:183-4)
“Utanıp sıkılmadan dürüst burjuvaların ve safdil arkadaşlarının cebinden, biriktirmiş olduğu paraları
aşırdığı için, en ufak bir özür bile göstermeye hiç niyeti yoktur; tam tersine, ‘Hatıralar’ında, büyük bir ustalıkla
yapmış olduğu dolandırıcılıklarını anlatırken küstahça ahkam keser: ‘Bir budalayı aldatmak, akla karşı işlenen
bir suçun öcünü almaktır.’ ”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:42-3)
Ahlak düşkünü : Ahlaksız, toplumun ahlak değer yargılarına aykırı hareket eden
“... Langhe Bölgesinde bir sürgün olan Viladimir Nabokov değilse ve elyazması bu maymun iştahlı
ahlak düşkününün öteki yüzünü göstermiyorsa, olağanüstü öyküsü hakkında bir fikir oluşturabilir kafasında ve
böylece en sonunda bu sayfalardan gizli bir ders çıkarabilir: Hovarda kılığı altında daha yüksek bir ahlak yatar.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:16)
Ahlaya oflaya; Ahlayıp oflamak : Acı çekmek, şikayet etmek
Bk.: Tıkana sıkana
“Therese: ‘Rica ederim, götürülsün buradan!’ diye bağıırdı. Kien, henüz onun sesi karşısında dayanıyor
ve dönüp bakmıyordu. Ama yüksek sesle inledi. Kapıcı ise onun ahlayıp poflamalarından usanmıştı. ‘Bakın
Profesör bey!’ diye bas bas bağırdı arkadan, ‘İşler böyle göründüğü kadar kötü değil. Henüz hayattayız hepimiz.
Üstelik sağlıklıyız da!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:363)
“Ara sıra iyi gitse de, işin aslı şu ki, ‘Byron İtalya’da’ bir şeye benzemiyor. Ne aksiyon var, ne de
gelişme; Theresa’nın boşluğa gönderdiği uzun kesik kesik bir ‘cantilena’ <İta.: Yineleyen, tekdüze basit terane> dışında
bir şey yok; sahnenin dışındaki Byron’un ahlamaları, oflamaları zaman zaman bu ‘cantilena’nın arasına giriyor.
Koca da unutulmuş, rakibe olan metres de, sanki hiç var olmamışlar gibi.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:246)
“... tuzu kuru vatandaşın, kendi küçük bahçesini budayıp cennete çevirdiğini, mutsuz olanın bile,
sırtındaki yükle ahlayıp oflayarak ilerlemeye çalıştığını ve hepsinin, şu güneşin ışığını bir dakikacık daha uzun
görmek için aynı istediğini duyduğunu.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:31)
“…dört bir yanımda benden daha hasta, neşelenip umutlanmak için benden çok daha az nedene sahip
insanların topallayışını, adeta sürüklene sürüklene ilerleyişini, ahlayıp oflayışını görmek, hasta sandalyeleriyle
itilip götürülmelerine tanık olmak, Baden kaplıcalarında kaldığım süre binlerce kez yardımıma koştu…”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:12)
“Bir kere o kadar insanın içinde ahlaya oflaya, tıkana sıkıla o hareketleri yapmak. ‘Şu an bana
bakıyorlar mı, bakmıyorlar mı,’ kaygısı taşımak canımı sıkmıştır. ‘Bu saatte tenha olur,’ düşüncesiyle denediğim
her farklı saatte inadına tıklım tıkış bulmuşumdur onları. Talihimin benimle zıtlaşmak konuşunda şaşmaz bir
kararlılığı vardır.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:83)
“Sonra, Nataşa, Petya, Anna Mihailovna, Vera, ihtiyar Kont, onu kucaklıyorlar; uşaklar, oda
hizmetçileri odayı doldurarak durmadan konuşuyor, ahlayıp ofluyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:9)
“ ‘... Koleksiyon, söz konusu yıllarda sürekli zenginleşti; o zamanlar Hannele isimli yapıtını okuduğum
genç Gerhart Hauptmann’ın bir fotoğrafı için ahlayıp oflayarak nasıl yüksek bir ücret ödediğim dün gibi
aklımda.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:41)
Ahmak, ahmakça : Kıt beyinli, kafası işlemeyen, pek de zeki olmayan, bön kimse; aptalca, düşünmeden (Argo)
“SOKRATES - Bakın hele! ‘Seni assalar’; bu sözleri ağzını bir karış açarak, nasıl ahmakça söyledi!
Bu delikanlı bir tutukluluktan kurtulmak sanatını, celpname göndermeyi, hakimleri yumuşatacak şekilde sesini
yumuşatmasını nasıl öğrenecek?”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:71-2)
“YOLCULUK VI
Kadın, o iğrenç köle, burnu havada, ahmak,
İğrenmeden bayılan kendine, gülmeden tapan;
Erkek, dediği dedik, pisboğaz, azgın, yalak,
Kölenin de kölesi, akan dere lağımdan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:263)
“Bize düşman bir ailenin oğlu olduğu halde evimize girmeyi nasıl becermişti? Amacı neydi? ‘Ablamızı
baştan çıkarmak, daha da beteri zorlamak,’ dendi ailelerimiz arasında çıkan sonu gelmez kavga sırasında. Ama
çilli ahmağı, bir kadın avcısı, hele ablamızı baştan çıkaran bir kadın avcısı olarak gözümüzün önüne
getiremedik.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:16)
“Yolculuklarının böyle acıklı biçimde son bulduğunu, planlarının gerçekleşmediğini gören Cecial,
Samson Carrasco’ya dönerek şöyle dedi: ‘Öyle sanıyorum ki hak ettiğimizi bulduk; insan her şeyi kolay sanır ve
hızla işe koyulur, fakat çoğu zaman paçayı güç bela kurtarır. Sözde, Don Quijote ahmak, biz akıllıyız; fakat o, şu
anda sağ salim, tertemiz, keyifli; sizse kederli ve turşu gibisiniz. Şimdi söyleyin bakalım: Elinde olmadan delilik
eden mi, yoksa bile isteye keçileri kaçıran mı daha çılgındır?’ ”
(M de Cervantes, “Don Quijote”, sa:497)
“Şeyh Çelebi birdenbire bağırarak: ‘Ey soysuz eşek, sen onun mahallesinin köpeklerinin sırrı bile
değilsin. Sen nerede bu yalan nerede’ dedi. Ve şu beyti okudu:
‘Sen, eşek beyni mi yedin de ahmaklığından sivrisineği hümanın (Hazreti Peygamber) sırdaşı yerine
koyuyorsun?’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:256-7)
“Ve bahçeye çıkar çıkmaz, konuşmadan, azap içinde yüzüme bakarken tekrar:
-Sersem! dedi, Juliette de seni seviyormuş... Ahmak, bana bunu söyleyemez miydin?”
Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Hiçbir şey anlayabilecek durumda değildim.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:53-4)
“... utanç verici bir dava bir kez daha cinsel sapıklık gibi irkiltici bir konuyu ortaya çıkardı. Sekiz gün
süreyle salonlarda, kahvelerde başka bir şey konuşulmadı. Bilgisizlerin, dikkafalıların ve ahmakların bu konuda
gelişigüzel bağırıp çağırmalarını ya da öne sürdükleri kuramları dinlemekten bezmiştim.”
(A. Gide, “Sapık Sevgi” <Corydon>, sa:11)
“Ama aile hayatında çok daha az mutlu, hatta mutsuz oldu. Bir on yıl daha geçince kader ona bir felaket
hazırladı. Karısı ahmak, hınzır, böyle bir evi idare etmekten aciz ve iğrenç derecede pisti. Çocuğu, yanında dışkı
içinde yüzerken, içi sinekle dolu ağzı açık, saatlerce uyurdu.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:7)
“İçerden hiçbir ayak sesi gelmiyordu. Hizmetçiler bile yoktu. O anda bitişik evin bodrum katından
çekinerek ona bakan bir çift göz, siyah saçlar ve bir dantel başlık gördü. Gürültüye çıkmış bir hizmetçiydi bu.
Göz göze geldiler, bakıştılar. Çok ahmak görünüyordu. Boş bir evin zilini çalan ahmaktır. Ansızın kızın onu
tanıdığını fark etti.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:80-1)
“Hesperides (İnşaat Şirketi) ve benzeri yerlerdeki biz zavallı ahmaklar, Crum’ın (sahibi) ebediyen sadık
köleleri olmuş durumdayız. Saygın ev sahipleriyiz -yani birer Tori, birer evet efendimci, birer kıç yalayıcı.
Aman, kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyelim! Ve aslında ev sahibi filan olmadığımız için, yarısına
geldiğimiz taksitlerin sonuncusunu yatırmadan önce bir aksilik olur diye ödümüz koptuğu için, iyice boka batmış
bulunuyoruz.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:17-8)
“SAGAMORE - Nasıl isterseniz.... Vasiyetnameyi kaleme almadan önce kocanızın kim olduğunu
bilmem gerek.
BAYAN - Kocam ahmağın biridir. Vasiyetnamede bu niteliği belirteceksiniz. Onun davranışları
yüzünden kendimi öldürdüğümü de ekliyeceksiniz.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:5)
“Öğretmen yapamadığı ya da yapmak istemediği zamanlar bu işe kendisi oturur, yazar, çizer, büyük
ahmak kafası kızarır; sanki azıcık olan aklı da dışarı fırlayacakmış gibi gözleri cam küreler gibi şişer.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:41)
“FELSEFE FAK. DEKANI (Tıpçıya.) - Bravo, diyorsun, büyütecinde burnundan ötesini görmeyen
sen.. ancak sapık duyularına inanan, örneğin gözlerine... Oysa gözün uzak göreni var, körü var, şaşısı var, renk
görmeyeni, kırmızıyı, yeşili seçemeyeni var, tepe göz var, tek göz var!
TIP FAK. DEKANI - Ahmak!
DİNB. FAK. DEKANI - Eşşek!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:84)
“-Salaklar! Salaklar! Ahmaklar! Domuzlar! Pis herifler! Siz busunuz işte. Kentte saygın bir hayat
sürmektense bok yalamayı yeğlersiniz. Bizler zengin olduk, salaklar!..... Bu pisliğin içinde çıkıp benimle birlikte
kente geri dönmelisiniz.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:173)
Ahmak ıslatan (yağmur) : İnce ince yağan yağmur Bk.: Damla damla; İncecikten yağmak
Ahmet’in öküzü (gibi başını sallamak) : Aptal, pek de zeki olmayan bir kimsenin ne söyleneni anlamadan
sürekli olarak söyleyenin gözünün içine bakması; Ya da yalnızca başını -anlamış gibi- iki yana sallaması
“Ahmet’in öküzü
Bakar iki gözü.”
(Anonim)
“Doktorlar ölümünden sonra açıp bakmışlar da, yüreğini, Hazreti Ali’nin zülfikarı gibi iki çatal
görmüşler. Bir Alaman doktoru, ‘Şu kadar bin lira vereyim. Yürek benim olsun!’ demiş. Razı gelmemişler.
Tevekkeli Harp divanında... O söyledi, onlar dinlediler. ‘Vaktiyle şöyle olmadı mı, böyle olmadı mı?’ Taştan
cevap var, Divandan cevap yok. Reis Bey, Ahmet’in öküzü gibi başını sallarsa o kadar...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:248)
Ahret; Ah(i)ret kardeşi, Ahret sualleri sormak; Ahret yolculuğu : (DİN) Ölümden sonraki dünya, Cennet;
Sevgilisi olmadan kardeşi gibi yakınlık ve arkadaşlık göstermek; Yanıtı güç, zor sualler sormak; Ölüm süreci
“ON SEKİZİNCİ ŞİİR - SEKİZİNCİ DAİRE, HİLECİLER : Dante Vergilius’un ağzından sekizinci
dairenin kuruluşu hakkında kısaca bilgi verdikten sonra ahret yolculuğuna devamla gördüklerini anlatmaya
başlar. Geryon’un (üç vücutlu uçan canavar) sırtından indikten sonra iki Şair sola yönelirler ve on hendekten
birincisine kuşbakışı göz atarlar. Burada, zebanilerin uzun kırbaçlarla dövdükleri iki ayrı günahkar grubu yer
almıştır.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:211)
“AHRET YOLU
Ahret Yurduna giden kimsenin
Göğsünde parlayan iman olmalı
Hükmü olmaz dolu olan kesenin
Cennete girmeye ferman olmalı.” -Peygamber Eşref(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:64)
“... babasını korkutmak istediği zamanlara mahsus titiz sesiyle:
-Aman, sen de baba. Amma ahret sualleri soruyorsun, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:123)
“-Artık Emine’den sonra tekrar Nazlı’yı mazlıyı eve almak olur mu ya?
-İş senin bildiğin gibi değil anneciğim; Nazlı artık benim ahiret kardeşim oldu!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:306)
Ahriman : (PERS.MYTH.) : Zerdüşt dininde, İyilik Tanrısı, sembolü: Hürmüz –Ahura-Mazda’nın karşıtı: K ö
t ü l ü k ‘ü temsil eden Tanrı . Bk.: Ahura Mazda
Ah Tanrım : Aman Allahım kapsamında bir ünlem
“Teabing, ‘Ah, Tanrım,’ diye yakındı. ‘Siz Amerikalılar fazlasıyla erdemlik taslıyorsunuz.’ Yeniden
Sophie’ye baktı. ‘Robert’in gevelediği şey, açmakta olan çiçeğin kadın cinsellik organına benzediği,
insanoğlunun dünyaya adım attığı yüce çiçek.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:283)
“Ritim hızlandı, on bir dakikanın dolmak üzere olduğunu biliyordum, keşke sonsuza dek devam
etseydi, çok güzeldi -ah! Tanrım, ne kadar güzeldi!- sahip olmadan sahip olunmak! Bütün bu zaman boyunca
gözlerim fal taşı gibi açıktı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:221)
“Burada sahne çocuklarda olduğu kadar komik değildi, aslında çok acıklı sayılırdı. Bu kemikli sıska
yüzlerin imrenerek buruştuğunu, ağızlarından salyaların aktığını görmek insanın içini burkardı.”
-Ah Tanrım! Mis gibi kokuyor...”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:135)
“Üst dudağının üzerinde kara, nemli bir bıyık vardı. İştah açıcı bir ağız değildi; sizin fincanınızı
kullanırken görmek isteyeceğiniz türden bir ağız değil. Aniden, bir anda, sanki Şeytan bizzat ağzına koymuş gibi
Dorothy’nin dudaklarından bir dua kaçtı: ‘Ah Tanrım, ne olur kadehi Bayan Mayfill’den sonra almayayım!’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15-6)
“Dul Elizabeth, yarı aç yarı tok, paçavralar içinde, Auschwitz’e gidecek son kafileye alındı. Neler
olacağını hem biliyor, hem bilmiyordu. Theodore’un bitlenerek zatürreeden ölmesinden bu yana aklı tam başında
değildi O... bir doktor! ‘Ah Tanrım! Ah Tanrım! Ah Tanrım! diye mırıldanıp duruyor, ağzından çıkan o sözlerin
ne anlama geldğini bile bilemiyordu.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:189-90)
“Ben çitin öte yanındayım. Yalnızca, küçücük göz delikleri var yapraklar arasında. Ah Tanrım, ne olur
çekilip gitsinler. Tanrım, kelebekleri yaysınlar mendillerine, çakılların üzerine.. Kaplumbağa kabuklarını
saysınlar, kırmızı kelebeklerini, beyaz kelebeklerini.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:10)
Ahura Mazda : (the Wise Lord- Erdemli Tanrı) - (PERSIAN MYTH.) :Zerdüşt dininin ‘iyilik’ ilkesi. Zerdüşt
dininin kurucusu Zoro Aster, Tanrı’yı ‘vision’larında gördüğün ve onunla bir arkadaş gibi konuştuğuna
inanmıştı. Ona göre, Lord Mazda, herşeyin babası idi: Çok kutsal biri olup güneşin ve yıldızların seyrini
düzenlemişti; dünyayı ve cennetleri eli altında tutuyordu, ışığın ve karanlığın; düşünceleriyle insan ve diğer
yaratıkların vücutsal şekillerini, övgü ve cezalandırılmalarını, uyku ve gündüz faaliyetlerinin yaratıcısı, ölümsüz
kudretleri hep bilirdi. Karşıt ilke: A h r i m a n = Kötülük (Bk.).
“Zoroastrian Mitolojisinin esas karakteri, bilimsel isiyle d ü a l i z m, ‘iyi’ ile ‘kötü’nün, ‘karanlık’ ve
‘aydınlık’ın, ‘yaşam’ ve ‘ölüm’ün, ‘Tanrı’ ile ‘Şeytan’ın berberce mevcudiyetleridir. ‘Şeytan’, yalnızca ‘iyiliğin’
mevcut olmayışından çok, kendi başına, olumsuz bir kudrettir de.
Daha sonraki yılların tekstlerinde ismi OHRMAZD olarak geçen bu Tanrı, natürel şekillerde
nitelenir: Tabanı yıldızlarla bezenmiş bir rop giyer. En çok görülen şekilleri, yücelmiş güneş ve yerde ışık
şekillerinde olur; gözü ‘hızlı bir at’ gibidir. Tacı, gökte, en yüksek cennette, uhrevi ışıklar altındadır. Orada
meclisini toplar,meleklere yapmaları gereken emirleri verir.
Zerdüştçü bir kimse için, herşeyin üstünde bir ‘mutlak iyilik’ vardır. Zerdüşt’ler, Hıristiyan Tanrı’yı,
şeytanı da yarattığı ve Oğlu Hz. İsa’nın da ondan ıstırap çektiği için kınarlar; zira, ‘ıstırap çekme’, Tanrı’nın
henüz kontrol etmeye kadir olmadığı ve ‘İyi Yaratılış’ı rahatsız eden bir öge’dir. Tanrı, her ‘iyi’ şeyin
yaratıcıdır: ‘Işık, hayat, güzellik, hoşlanma, sağlık. O, her kudret’in, doğru insanın, onun beslediği erdemlerin
dünyevi olarak yaşattığı sembollerinin arkasında olan bir kudrettir.’
Zoroaster, Ahura Mazda’nın vasiyetiyle bıraktığı ve beraberce “Amesha Spentas – the Bounteous
Immortals = Cömert Ölümsüzler” diye adlandırıldıkları altı kız ve erkek çocuğunun isimleri ve nitelikleri
şunlardır:
Vohu Manah <iyi düşünce>, Asha Vahishta <en iyi dürüstlük>, Spenta Armaiti <İnanç dolu
sadakat>, Khasathra Vairya <Bilinçli iyi idarecilik>, Haurvatat <tümüyle birlik> ve Ameretat <ölümsüzlük>.
Bu seçkin yedi kişi,’Ulu Yaratılış’ı temin ve eden ve koruyan öge’nin ebedi temsilcisidirler.. Bu yedi öge^nin
listesini de sizlere sunalım:
‘Avestan’ form
Skriptür’lerde
Sonraki ad
Anlamı
Korunan Yaratık
Ritüel olarak temsil
Ahura Mazda (ya da)
Spenta Mainyu
Ohrmazd
Wise Lord
Ruhül Kudüs
-Mukad. Üçlü
İnsan nesli
Papaz
Vohu Manah
Vahman
Sağlıklı zihin
İnek, öküz (Büyükbaş)
Bir bardak süt
Asha (Vahishta)
Ardvahisht
En iyi gerçek,
Ateş
Ritüel alev
Spenta
Armaiti
Spendarmad
Ulvi bağlılık
Dünya, toprak
Ritüel zemin
Khshathra
Shahrevar
Bilinçli iyi
idarecilik
Sema, gök (taş ya da
metal)
Taş tokmak ve
havan
Haurvatat
Hordad
Bütünlük
Su
Kutsanmış su
Ameretat
Amurdad
Ölümsüzlük
Bitkiler
Haoma ya da
başka bir bitki”
(John R. Hinnels, “Persian Mythology”, Library of the Worlds Myths and Legends, Peter Bedrick
Books, N.Y. 1988) (Çev.: İ.E.)
Ah (u-ü) vah etmek : Ağlamak, inlemek, şikayet etmek
“SONSÖZ TASLAĞI
------------------------Bombalar, hançerler, yengiler ve şenliklerin,
İç karartan varoşlarınla
Dayalı döşeli konakların hep,
Bahçelerin, ah-vahlarla, dalaverelerle dolu,
Dua kusan tapınakların müzik halinde
Çocuk mutsuzlukların, kocakarı oyunların çılgınca,
Bezginliklerin.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:325)
“-Hala sayıklıyor, henüz kendine gelemedi. Teyzeleri ah vah edip duruyor, üstelik çalımlarından
yanlarına varılmıyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:102-3)
“Ve sen, yalancı, palavracı: Rabb’in bütün buyruklarını ayak altına alıyorsun, adam öldürüyorsun, çalıp
çırpıyorsun, kadınlarla düşüp kalkıyorsun, derken ah u vah ederek ağlamaya başlıyor, dövünüyor, gitarını
duvardan alıp, günahını türküye çeviriyorsun.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16)
“Bir aralık bir ‘dert’ sözü çıktı ağzımdan. Sözüm ağzımda kaldı.
‘oğul, oğul,’ diyor, ‘dert mi ararsın Diyarbakır’da. Diyarbakır’ın taşı toprağı ahü vahtır.’
Sonra açıyor ağzını, yumuyor gözünü. Dert söyletir.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:10)
Aileden kalma : Gerek miras ve gerekse adet, anane ve davranış yadigarı
“Akşamın daha geç bir saatinde, aileden kalma bir söylenceyi daha anımsadım ve tam onu Luis
Domingo’ya anlatacakken, geri adım atıp sustum. Öyküyü düpedüz inanılmaz bulmasından, dahası benim ona
inandığımdan kuşkulanırsa, beni de biraz küçümsemesinden korkuyordum. İkimiz de akıldışı şeylerle ve onların
meraklılarıyla dalga geçerdik her zaman.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:19-20)
Aile meclisi : Özellikle Türkiye’nin Doğu-Güneydoğu illerinde, çoğu kez ailenin masum kızının cinsel bir
kalleşliğe yem olduğu, ya da aile büyüklerinden izinsiz sevgilisine kaçma hallerinde de, hatta resmen boşanma
durumlarında, ailenin büyük küçük tüm fertlerinin bir ‘meclis’ kurarak, kızcağızı ‘aile şerefi adına’ ortadan
vahşicesine kaldırma planı yapılır, ‘vazifeyi’ de, ya yakalanma halinde az ceza alacak, on sekizin altında genç
bir oğlan, ya da erkek geçinen baba, amca v.b. infaz eder. Ender olarak, tecavüzcü adam ya ortadan kaybolur,
ya da daha ender olarak aynı akibete yolculanır.
“Türkiye’deki ailelerin çoğu bu konudan <cinsellikle ilgili izinsiz davranışlar> bir dram yaratır ve suçlu
olup olmadığına bakmadan kızı mahkum ederdi. Hele Doğulu ailelerde, aile meclisi kararıyla kızın
öldürülmesine karar vermek epeyce yaygındı. Öyle bir aile olsaydık, ya bir ip uzatırlardı kendimi asmam için, ya
intihar görüntüsü verip traktörün altına atarlardı, ya da tarlaya götürüp vurarak oracığa gömerleri. Diri diri
gömülen kızları bile okuyorduk gazetelerde.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:433)
Aile ocağı : Bk.: Ocak
ailurophobia :
(PSİKO.) <Ay’luro’fobya> : Kedi korkusu, kedi f o b i’si
air : (BİYOL.,ASTR.,KOLL.,DAVR.,PSYCH.) <e’r> : Hava, nefes, MUS.: nağme, tavır; air base : hava
üssü; air bladder : iç lastiği, şambre <Fr.: chambré : hazneli>; air brake : hava freni; air castle : <er ke’sıl> :
havada, hayali kale, hulya; air cell : hava gözü; air chamber : hava hücresi; air chisel : hava basınçlı kalem;
air cooled : hava ile soğutulmuş; air condition : mevsimine göre ısı tesisatı kurmak; air conditioner : ısıyı
kontrol eden yapıt, makine; air corridor : hava dehlizi; air driven : hava ile sürüklenen; air fleet : hava
donanması; air flower : hava çiçeği; tropik bir salep türü; air force : hava kuvveti; air gun : hava tüfeği; air
hammer :hava çekici; air heating : hava ile ısıtma; air hole : hava boşluğu, hava yokluğu; air intake : hava
almağa mahsus edavat; air intake pipe : hava alma, giriş borusu; air jacket : hava ceketi; air line : hava
yolu; air mail : hava postası; air man : teyyareci; airmanship : havacılık; Air Marshal : Hava mareşalı;
air-minded: havacılık zihniyetinde biri; air-passages : 0hava geçitleri; airplain : uçak, teyyare; air plant :
(Bryophyllum : bir tür tropik salep); air-pocket : hava boşluğu; air port : hava limanı, hava alanı; airproof :
hava geçmez; air propeller : uçak pervanesi; air pump : hava pompası; air raid : hava hücumu; air
resistance : hava direnci; air route : hava yolu: air shaft : aydınlık, hava vermeye mahsus özel kuyu; air
shield : otomobilin hava siperi; airship : hava gemisi; airsickness : hava yolculuğunda duyulan hava tutması;
airspace : hava için yer; air speed : havaya nazaran hız, hava hızı; air speed indicator : hız saati; air stove :
odaya sıcak hava sevkedici hava hücresi ve boruları olan soba; air temperature : hava ısısı; air tight : hava
geçmez; air transport : hava erişim taşıtı; air trap : hava kapanı; air valve : hava valf’ı; air vessel : nefes
borusu; air warfare : hava savaşı; air-ways : hava yolları; air-worthy : uçabilir, havalanabilir; an air of
arrogance : kibirli, azametli tavır; air compressed : sıkışmış, bastırılmış hava; put on airs : çalım satmak;
rumor is in the air : ortalıkta bir dedikodu dolaşıyor; sing the air : bir musiki parçasında baş makamı okumak;
take the air : dışarı çıkmak) - -fiil- Air : Havalandırmak, güneşe sermek, ateşe göstermek, açmak, ilan
etmek, göstermek; air the room : odayı havalandırmak; air one’s views : fikirlerini açmak.
(Yeni Redhouse Lügati)
aisle :
(LAT.,İNG.) <ayle - ayl> : Kilise’de, tiyatro’da ara yol
Akademik; Akademik unvan : Üniversite gibi bir bilim merkeziyle ilintili, bilimsel nitelikli; Doçentlik,
Profesörlük gibi ancak bir Üniversite’nin verebileceği bilimsel unvan
“Peki, madem bu konularda kafa yoruyordum, neden doğru dürüst inceleyip ilgili kitaplar
okumuyordum? İçinde bulunduğum akademik ortamların neden olduğu bir alışkanlık mıydı acaba benimki? Bir
hoca çıkıp merak ettiğim soruları yanıtlasa yetinecektim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:35)
“... akademik unvan olmadan bir işe yaramıyor, insan ilerleyemiyor, bunun için de param yok, param
olmadığı için de para kazanma yollarını bulamıyorum, işte bu yüzden insanın içindeki öfke seli kabarıyor ve
kendini kuduz bir köpekmiş gibi hapsediyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:205)
Ak ak kabarmak : Endere kullanılan bir sözcük: Denizde dalga uçlarının hızlı rüzgardan beyaz beyaz
harelenmesi
“Saint-Salsa bazilikası Hıristiyan, ama bir açıklıktan baktığımız her seferde, bize dek ulaşan dünyanın
ezgisi: çamlar ve serviler dikili tepecikler, ya da yaklaşık yirmi metre ötede ak ak kabaran deniz.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:18)
Akan sular durur : İtiraz edilinemeyecek, tersi tartışılamayacak bir durum
“Sophie’nin adının geçmesi akan suları durdurmuştu. Müze müdürü hemen harekete geçmişti. Silas’a
derhal, bildiği en emin yerde kendisini görmesini söylemişti... Louvre’daki ofisinde. Ardından tehlikeli
olabileceğii söylemek için Sophie’yi aramıştı. Robert Langdon’la içeceği içki o anda iptal olmuştu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:460)
“Çünkü her günahkar ölünün vücudu yirmi dört saat geçince kokmaya başladığı halde bunda
‘bozulmasının doğal halden daha da tez olması’ besbelli Tanrının özel bir işareti sayılmalıydı. Bu düşünce
önünde akan sular dururdu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:283)
“Ondokuzuncu Yüzyıldaa, Batıda Grek dendi miydi, akan sular dururdu. Sanki Atina sokaklarında
yürüyen her Grek, büyük sanatçı Praksiteles’in elinden çıkma canli bir heykeldi”,
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:22)
“Gösterdiğim sebepler karşısında akan sular durur. Bir martı ölmüş, martının balıkçı arkadaşı da kara
kordela bağlamış. Bu neden yalan olsun, değil mi? Yalan söylemekte bir karı var mı? Altı üstü bir kordela.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:161)
“Kurandan Arapça bir ayet okudu, sonra da okuduğu ayeti ağır ağır açıkladı. Kurana göre ejderha da,
cin de, peri de vardı.
İşin içine Kuran girince akan sular durur...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:165)
“Orası Fransa. Büyük sanatçı deyince akan sular durur. Burada ise okulunu bırakıp, bütün hayatını
annesinin karşısında geçiren ressam sonunda ya tımarhanelik olur ya meyhanelik.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:341)
“ ‘Gözlüğümüm üzerine bahse girerim ki şu kahrolası poyraz çıkmayacak,’ dedi Anton Kaptan. Anton
Kaptan, gözlüğünü ortaya koydu mu, tamamdı; o zaman akan sular dururdu.’ ”
(J.M. sde Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:8)
Akar : Gelir; tarla, bağ, bahçe, ev gibi gayrimenkul (taşınmaz değerler)
“Paris’te ‘çelebi’ olarak kabul edilen gençlerden biriydi kont ve Napoléon’un açtığı savaşlarda çok ün
kazanmış yiğit General d’Aubigné’nin ona bıraktığı seksen bin franklık akarının, eğlence dünyasında dibine darı
ekmekle ömür sürüyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:84)
Akbabalar gibi peşinde olmak : Çok ciddi olarak peşine düşmek, izlemek, kovalamak
“-... Yalnız bir koşulum var, Miss Pittypat’e söylemeyeceksiniz. Paralarım Liverpool bankalarında
güven altındadır.
-Paranız mı?
-Evet. Yankeeler’i yakından ilgilendiren paralar!... Scarlett şunu bilmenizi isterim: Benden istediğiniz
parayı vermememin nedeni ruhumun bayalığından değildi. Eğer size bir çek yazacak olsaydım hemen Yankeeler
akbabalar gibi peşime düşerlerdi.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:799)
Akça; Akça pakça olmak : Oldukça beyaz; Temiz, güzel görünmek
“DUNYAŞA - İnşallah kendini vurmaz. (Bir sessizlik.) Sinirli, kaygılı biri oldum, her şey beni
kaygılandırıyor. Bey evine hizmete alındığımda küçük bir kızdım. Artık köy yaşamına alışkanlığı yitirdim.
Bakın ellerime, hanımefendi elleri gibi akça pakça oldular...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:128-9)
“... zata soracak olsan o zaman da şöyle der: Kara kaşlı, kara gözlü, küçücük ağızlı, mini nimi burunlu,
uzunca boy, uzunca gerdan, püskürme ben, etine dolgun, akça pakça, beyazca meyazca, işveli mişveli, çıtı pıtı,
fındık kurdu gibi bir şey olmalı.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:123)
“MÜZİK
Henüz omuzlarına dek bile gelmiyor boyum,
Giysilerin örttüğü kutsal bedenlerine,
Perçemli gerdanlarının akça tenlerine,
Tek söz söylemeden, sessiz, sürekli bakıyorum.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:87)
“İvan İlyiç gözlerini ona çevirerek tepeden tırnağa süzdü. Karısını, akça pakçalığı, tombulluğu,
ellerinin, boynunun düzgünlüğü, saçlarının parıltısı, hayat dolu gözlerinin ışıltısı yüzünden ayıpladı. Bütün
benliğiyle ondan nefret ediyor, onun kendisine dokunmasıyla birlikte içinden kabaran nefret dalgasının verdiği
acıyla kıvranıyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyeç’in Ölümü”, sa:84)
“Görülmemiş bir olay olmuştu, çocuğun her şeyi tamamdı. Bir hilkat garibesi olan kendisi, her şeyi
tamam, hakiki, sağlıklı, bir varlık dünyaya getirmişti; lanet bitmişti. Şaşkın şaşkın pembe yanaklarına baktı.
Çocuk akça pakça, hatta ona göre güzel görünüyordu. Kurukafa değil, herkes gibiydi; tam o sırada bebeğin
kurbağalarınki gibi hareket eden ağzında minik, minicik bir gülümseme belirdi.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:241)
Ak (derken) dediğine (sonra) kara demek (bir, şimdi) : Sık sık fikir değiştirmek; Tersini söylemek
“ROSA - (Kocasının yukarıya çıktığını hatırlamadığını düşünür.) Bak anlaşamıyoruz... sabrım
tükeniyor... Eğer kendine çeki düzen vermezsen... ben... boynundan aşağı 12 litre sakinleştirici akıtırım! (Huniyi
alır, Antonio’ya doğru tutar.) Feleğini şaşırırsın. Herkesi delirtirsin sen! Bir ak dediğine sonra kara diyor, sonra
da fikir değiştirip hiçbir şey hatırlamıyor!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:69)
“FELICE - Ak derken kara diyor.
MARINA - Ben diyorum size: Bu kadının sağı solu yok.
LUCIETTA - Bakın hele, bakın he.. demekten başka bir şey bilmez ki o...”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:78)
“İktidar partisi hatipleri, İkinci Dünya Harbi^’ne memleketi sokmamakla öğünüyorlardı. Bunu
çürütmek gerekirdi. İktidarın ak dediğine kara, kara dediğine ak demeliydi. İktidar, memleketi İkinci Dünya
Harbi’ne sokmamakla mı öğünüyor? Hemen karşısına çıkmalı, ‘İyi halt ettiniz!’ demeliydi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:200)
Akı b.kuna karışmak : Aklı başından gitmek; Korkudan altına yapmak
“Yüzbaşı Sagner, ‘Bu işte bir tuhaflık var,’ dedi, ‘Neden Kunert’i öne itip duruyorsun, Şvayk?’
‘Komutanım, her şey rapor edilmeli. Bu adam o kadar fena dayak yemiş ki, aptal olmuş. Teğmen
Dub’dan defalarca yumruk yediği için, kendi başına gelip şikayette bulunacak halde değil. Komutanım,
bağışlayın ama, adamcağıza şöyle bir bakarsanız bacaklarının nasıl titrediğini göreceksiniz. Sizin karşınıza
çıkacak diye aklı b.kuna karıştı.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:146)
Akıl alır gibi olmamak; Akıl almayacak derecede; Akılalmaz : Hiç akla fikre uygun gelmemek
Bk.: Akıllara zarar
“Anlamı yağmalanmış bir zamanki kültür kavramına hala yürekten bağlı o dönemin insanlarına, gerek
uzman kişiler, gerek entelektüel çapulcular tarafından yazılardan ayrı pek çok konferans da buyur edilmekteydi;
özel nedenlelrle bayramlarda, şenliklerde çekilen söylevler şeklinde verilmiyordu bu konferanslar, gözü dönmüş
bir rekabet havası içinde akıl almayacak kadar çok sayıda dinleyiciye sunuluyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:21)
“Her iş kesiminden müşteri bulunurdu. Kundura tamircileri, dam aktarıcılar, duvarcılar, yol yapımı
işçileri, öğrenciler, sokak kadınları, paçavra toplayıcılar. Bir kısmı akıl almaz derecede yoksuldu. Çatıdaki
odalardan birinde bir Bulgar öğrenci vardı. Amerika’ya satılan o rüküş ayakkabılardan yapıyordu.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:21)
“... çünkü işçi mahallelerinde her aile iki penilik bir haftalık dergi alır ve birkaç haftada bir de dergisini
değiştirir; fakat sanmam ki, bir insan bu çeşit bir işi uzun süre yürütebilsin. Gazeteler bu işe zavallı, umutsuz
düşkünleri, işini yitirmiş tezgahtarları, pazarlamacıları filan alıyor; adamcağızlar satışlarını taban sayının
üzerinde tutmak için bir süre akılalmaz çabalar gösteriyorlar.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:27-8)
“Kamil Bey, gözlerini kırpıştırarak sustu. Pek ileriye gitmiş, düşmana yol göstermişti. Buna da,
şüphesiz Ramiz’in kahveciliği etrafında açılacak bir soruşturmadan zerrece perva etmez görünmesi sebep
olmuştu.
-Akıl alır şey değil...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:241)
Akılcılık : (FEL.) (İNG.: Rationalism, FRA.: Rationalisme, ALM.: Rationalismus) :
“Evren’i, bir bütün olarak, düşünce yoluyla yorumlamaya, bireysel ve toplumsal yaşamı, aklın
ilkelerine göre düzenlemeyi amaçlayan tavır. İnsan’ın ya da din’in reddedilmesi durumu; bütün bilginin bir
sistem içinde ifade edilebileceği ilke olarak herşeyin bilinebileceği inancı.
(A. Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:30)
Akıl çelmek : İnsan aklını şaşırtacak nitelikte, gizemli ve çok başarılı
“Kendini Melquiades diye tanıtan sakalı taraz taraz, elleri pençe gibi, iri kıyım bir çingene,
Makedonyalı bilgi simyacıların sekizinci harikası dediği nesneyle akıl çelen bir gösteriye girişti”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7)
Akıldane : Danışman, akıl hocası
“Çakırcalı Efe öldürüldüğünde o (Hançerli Efe), o günkü çatışmada yokmuş, başka bir yerde
candarmalarla çarpıyormuş. Gün akşama ererken de candarmaları bozmuş <dağıtmış, bozguna uğratmış>, onları
kasabanın içine kadar kovalamış. Geri, Çakırcalının yanına dönmüş, ne görsün, Çakırcalı vurulmuş, mağaranın
içinder yatıyor….. ‘Bre amanın ahmaklar, ne yapıyorsunuz, yandık, yandık,’ diye bağırmış Hançerli Efe. ‘Bir
yarma hareketine geçmezsek bunlar bizi öldürecekler. Efenin vuruldağı da bilinmesin.’ Çakırcalı Efenin babası
Çakırcalı Ahmet Efenin babasının bir kızanı varmış, adına da Kürt Hacı derlermiş. Çakırcalı Efenin de
akıldanesiymiş. ‘Ne diyorsun Hançerli Efe?’ Hançerli Efe ne diyecek, ‘Başını kesip alalım, göğsünden onu
tanırlar.’ Göğüs derisini de yüzmüşler, başını da almış, gece de kuşatmayı yarmışlar, çıkıp gitmişler.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:223)
“Aramışlar, taramışlar, koca kanunda madde bulmaktan acizlik getirmişler. Hitamında (sonunda)
Alamanın bir sakallı akıldanesi varmış. Ona gitmişler. ‘Sen bilirsin!’ demişler. O da ‘Falan kitabın falanca
yaprağında onun bir maddesi olacak. Bulursanız orada bulursunuz’ demiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:248)
Akıl danışmak : Fikir sormak
“Pek çok da kişi vardı ondan mal alıp mal satmaya gelen, onu dolandırmaya, onun ağzını aramaya
gelen; pek çok kişi vardı merhametine sığınan, pek çok kişi, ona akıl danışan.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:86)
Akıl düşürmek : Düşünmek
“HAZER BEY - Lakin bir keresinde sana
beni sevecek misin? diye sorduğumda
Öldürecek kadar seveceğim, demiştin.
İşte buna sebep zaman zaman korktum senden.
Oğlumken ölüm olacaksın diye, düşündüm.
MUSTAFA - Nasıl böyle bir düşünebilirsin baba?
Nasıl akıl düşürebilirsin baba?.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:97)
Akıl erdirememek; Akıl ermez : Ne olduğunu anlayamamak
“Gözlerini açtığında, kendini yatakta buldu. Odası bütün düzeni ve tertemizliği ile yine gözlerinin
önünde biçimlendi. Her şey yine yerli yerindeydi. Bunu görünce korktu Therese. Bir az önce bomboş olan küçük
odası, şimdi doluydu. Akıl erdirmek olanaksızdı bu işe.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:98-9)
“Eski bir dost olan Pereira’nın yaşamını, Vecchiano’da, iki kavurucu ay boyunca, zorlu bir çalışmayla
yazdım. Mutlu bir rastlantı sonucu, son sayfayı 25 Ağustos 1995 günü bitirdim..... Çocuklarımdan birinin
doğumuyla aynu mutlu gün, yazının gücü sayesinde, bir adamın yaşamının öyküsü de doğuyordu. Tanrıların bize
hazırladığı olayların akıl ermez örgüsünde, bütün bunların bir anlamı vardır belki.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:167)
“Sandıklar, bavullar, büyüklü küşüklü kutular yeniden arabaya konuyor; biz de yerlerimize geçiyoruz.
Ama her seferinde yaylının oturma yerinde bir yığıntı buluyor, daha önce bunların buraya nasıl yerleştirilmiş
olduğuna, şimdi de nasıl oturabileceğimize akıl erdiremiyorduk.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:13)
“Kilisenin heybetli çatısının üzerinde iğne sivriliğinde, mizahi bir görünüm taşıyan bir kulecik yükselir,
bir çanı nasul sırtında taşıdığına insan bir türlü akıl erdiremez.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:29)
Akıl etmek : Düşünmek, aklını kullanmak
“Bu kasabada yemekler, Marceline için hiç de uygun değildi; yolculuk için yanımıza almayı akıl ettiğim
birkaç kuru bisküviden başka hemen hiçbir şey yiyemedi. Gözlerinin öne geliyor günün batışı, ormanların
yamaçlarına doğru gölgelerin hızla yükselişi; sonra bir mola daha.”
(A. Gide, “Ahlaksız”, sa:123)
“Çok uzaktan, tüfek sesleri geliyordu. Aynı anda sazlar arasında bir hışırtı oldu ve benden ancak on
adım ilerde, kaçmak isteyen kocaman bir kurt gördüm. Tüfeğimi omuzladım, ateş ettim. Vuramamıştım, hayvan
kıvılcımlar saçan gözlllerle üzerime atıldı, eğer av bıçağını çekip kurt beni ısırmak istediği sırada ta sapına kadar
boğazına batırmayı akıl etmemiş olsaydım, ölmüştüm.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:53)
“Bence bu tipin ilk örneği Külkedisi’dir. Masalının bütün varlık nedeni olan saate bakmayı bile akıl
edemeyen Külkedisi, ayakkabı tekini merdiven basamaklarına bırakarak, kıçını zor toplayıp apar topar
kaçabilmişti gece’sinden.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:14)
“Hiç olmazsa sandıklardan birini kaldırmayı akıl etmiş olsaydı, fareler yemezdi bari. Sandıkları peş
peşe açtı, kapakları öfkeyle kapatıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:119)
“ ‘... Nermin hanıma ne demişler? ‘Ankara düşerse adam yedi yıl yatar!’ demişler. Onun sinirleri kim
bilir ne haldedir. Bu Temmuz sıcaklarında, Nişantaşı’nın apartmanlarını gözümün önüne getiriyorum da... İnsan
bunalır. Biz bu işi, daha önce akıl edecektik.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:282)
Akıl fı(u)karası : Pek de zeki olmayan, aptal kimse (Argo)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi,
aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan!
Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!
MACBETT - Vız gelir bana, senin gibi ağzı süt kokan bir gerzeğin, öç alma heveslisi bir mankafanın
sözleri! Akıl fıkarası!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
“Böyle Birisi
Dışarı çıktım cin çarpmış büyücü gibi,
Uğursuzluk tutkunu, gece daha yürekli;
Şeytanı düşleyerek, yaptım tersliğimi
Kır evlerinin üstünden ışıktan ışığa;
Kimsesiz şey, on iki parmaklı, akıl fukarası.”
(Anne Sexton<1928-1974>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.03.06)
Akıl hastalığına tutulmak : Akıl hastası olmak, aklını kaybetmek, ruhsal bir bulantı geçirmek
“... başkası da atından, av köpeklerinden, sonra hastalığı için hanımının yas, matem içinde olmasından
söz açsın; akıl hastalığına tutulmuş olduğuna kandırsın. Eğer ne olduğunu soracak olursa, rüya gördüğünü,
kendisinin şanlı şerefli bir lord’dan başka bir şey olmadığını söyleyin. Bunu yapın, hem doğal yapın efendim:
eğer abartılmazsa epey eğleniriz, alanın alası bir eğlence olur.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:9)
Akıl hocalığı etmek (yapmak) : Herkese akıl dağıtmak, gelişigüzel salık vermek, birine yol göstermek
“ ‘Güzel!’ dedim bunun üzerine, ‘ben size akıl hocalığı yapmak için gelmedim buraya, amacım sizden
bir şeyler öğrenmekti. Cemiyetin bir tarihi değilse bile (çok iyi hazırlanmış bütün bir bilginler ordusu bile bunun
içinden pek çıkamaz), bizim kafilenin Doğu yolculuğunu sade bir şekilde kaleme almak yürekten arzuladığım
şeydir.’ ”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:44)
“Ne var ki, yapılabilecek bir şey var; o da, az çok akıllı Sosyalistlerin hareketi destekleyebilecek
kimseleri aptalca ve saçma yollarla soğutmaktan, uzaklaştırmaktan vazgeçmeleri. Kolaylıkla bırakılabilecek öyle
çok bedava akıl hocalığı var ki.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:288)
Akıl karı olmak, olmamak : Makul bir düşünceye dayalı düşünmek, akıllı bir kişinin yapacağı iş olmak;
Makul düşünmemek
“Bir tutanlar olduğu gibi, bu işin ardında bir oyun olduğunu düşünenler, bir dolap sezenler, bunun
muhakkak başka bir harekete bahane yerine geçeceğine söyleyenler vardı. Durup dururken, akşamdan sabaha
böyle bir şey çıkarmak akıl karı değildi.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:29)
“Evet, evet, elindekini o atmadan atmayacaktı! Baştakilerin herhangi bir düzeni olmazdı. Allahın
izniyle ama, gene de ne olur ne olmaz, korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha akıl karıydı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6)
“Buna göre, seni sevdiğini söylediği zaman, bu mevkide olan biri sözünü ne kadar tutabilir diye
düşünüp öyle inanman akıl karı olur.”
(W. Shakespaeare, “Hamlet”, sa:26)
“Bir defasında Huber’le yolda karşılaştı. Tüm bunları istemediğini ona söylemeye kararlıydı. ‘Nihayet
işim bitti. Kasaları kırıp yakacak olarak kullanın, kimsenin onları görmesine gerek yok. Şimdi de hesaplaşalım,
değil mi? Kocanızla yüzde ell, yüzde elli anlaştık; karı paylaşacağız, Huber’e güvenebilirsiniz. Makbuzu ona
ulaştıracağım; tahmin edersiniz ki böyle bir şeye mühür vurmak pek akıl karı değil, kim bilir şimdilerde kimi
gözhapsinde tutuyorlardır.’ ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:169)
Akıl koymamak : Akıl bırakmamak, şaşkına çevirmek
“Kamer ana hemen saçayağını koydu, tencereyi ateşe vurdu.
‘Bende akıl koymadı ki bu adam. Şaşkına çevirdi.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:22-3)
Akıl kuyusu : Çok akıllı, herşeyi bilen, erdemli
“Odada zavallı adamın cesediyle başbaşa kalınca öyle bir ağıt tutturdu ki kimse inanamzdı. ‘Böylesine
sevdiğimi hiç bilmezdim,’ dedi kendi kendine, ‘iyi bir adamdı. Akıl kuyusu olduğuma inandırmıştı beni. Ne
kadar da temiz yürekliydi!’
-Bizim gerçek babamızdı, dedi kardeşine, bir gün olsun gözünün üstünde kaşın var dememiştir.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:38)
Akıl küpü : Akıl dolu, çok akıllı, çok bilmiş, erdemli kişi
“Bir roman nerede başlar, nerede biter? Akıl küpü Camille Mauclair bunun yanıtını bize tanımlayıcı
biçimde sundu; yeni bir Mauclair çıkıp da yeni bir tanım getirinceye dek bu soru rafa kalkmış bulunuyor.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:11)
“Şvayk, yatıştırıcı ve inandırıcı bir sesle, ‘Ama, komutanım,’ dedi, ‘herkes akıllı olacak diye bir kanun
da yok. Hayatta aptallara da ihtiyaç var; herkes akıl küpü olsaydı bı dünyada sağduyudan geçilmez olurdu ki, o
zaman da hepimiz deli çıkardık valla. Mesela, komutanım, herkesin doğa yasalarını bildiğini, herkesin
gökcisimlerinin uzaklıklarını ölçebildiğini düşünebiliyor musunuz, canımıza okunurdu! Bizim Kupa
meyhanesine gelen Çapek adında bir adam vardı, hepimizi zıvanadan çıkarırdı. Herif meyhanede güzel güzel
otururken birden kalkar, dışarı çıkar, gökteki yıldızlara bakıp geri döner, karşısına ilk çıkana, ‘Bu gece Jüpiter
ışıl ışıl,’ derdi. ‘Ama sen, cahil herif, elifi görürsen mertek sanırsın, enayi dümbeleği! Dünyadan haberin yok
senin, o kadar uzaklara nasıl aklın ersin! Seni bir top mermisine koyup mermi hızıyla göğe fırlatsalar,
milyonlarca yıl sonra varırsın oraya, kaz yumurtası!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:188-9)
“Hem nasıl olur! Bir baş sallama, bir yüksekten bakış, sonra da her şey yoluna girer. Kendisini bir bilim
ve sanat koruyucusu, akıl küpü ve Tanrı bilir daha ne sanan bu hanımefendi, aslında bir sosyete kocakarısından
başka birşey değildir.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:99)
Akıllara, Akla zarar : Aklın almayacağı bir şekilde, derecede
“HECTOR - Bir saniye gecikseydim, kadıncağız öbür dünyayı boylamıştı.
MAZZINI - Vah vah. Demek ölmesine ramak kalmıştı. Bereket tam zamanında imdadına yetiştiniz.
Ellie’ciğim, Mr. Hushabye bana akıllara zarar...”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:33)
Akılları bir karış havada : Sorumsuz kimseler, kendine aşırı güvenip de gerekli tedbiri almayanlar
“İşte o günlerde başladığını belirttiğim tartışma da böylelikle yapılmış oldu. İşgal ordusunu tuzağa
düşürmek için, köylülerin hayatını, ev ve barklarını ve hatta değerli ormanı hiçe saymaya hakları var mıydı? On
beş genç, firari kahraman mıydı, cesur birer direnişçi miydi yoksa akılları bir karış havada çeteciler miydi?
Kuşkusuz hepsi birden, suçlu direnişçiler, sorumsuz kahramanlar...”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:183)
Akıllı adam(ın) harcı olmamak : Aklı başında birinin öyle davranmayacağı, düşünmeyeceği muhakkak
“Pierre yanıt vermedi, omuz silkti. Chasserieau alayla devam etti:
-Yok, gebereceğini biliyorsan, bile bile de buradaysan, göründüğünden de daha enayiymişsin derim
sana! Zorunlu olmadığı halde ölümü göze almak akıllı adam harcı değil.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:219-20)
Akıllı uslu : Düşünerek, dengeli, aşırı olmaksızın, mantıksal davranış
“Stelyanos Hrisopulos hem balık ağlarını örüyor, hem şarkı söylüyordu. Büyük kızını dokuz sene evvel
kaçırmışlardı. Küçük kızı daha akıllı uslu çıkmış, evlenmiş barklanmıştı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:17)
“Zırvanın bu kadarına afallayan köylü, sopa darbelerinin unufak ettiği siperliği kaldırdı, toza toprağa
batmış yüzünü temizleyince şövalyeyi tanıdı:
‘Amanın! Senyor Quijana bu!’ diye bağırdı (bundan da anlaşılıyor ki, akıllı uslu bir Bey’ken, yani
şövalyeliğe başlamadan önceki adı Quijana idi); size kim yaptı bunu?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:33)
“Dantel süsler, elmas iğneler, madalyonlu bilezikler titreşip göğüslerde ışıldıyor, çıplak kollar üzerinde
hışırdıyordu. Alınlara iyice yapıştırılıp ensede bükülmüş saçların üzerinde demet, salkım ya da dal halinde sevda
ve nar çiçekleri, yaseminler, başağı andırırcasına sıralanmış çiçeklerle mavi mavi peygamberçiçekleri de vardı.
Köşelerinde akıllı uslu oturan asık yüzlü anneler, sarık biçimi kırmızı başlıklar giymişlerdi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:57)
“Eski bir savcıydı, başarı onu yumuşatmıştı, hiç de kötü bir adam değildi; oğullarına, damatlarınai
akrabalarına, dostlarına elinden gelen bütün küçük yardımlarını yapardı, akıllı uslu bir tarzda, hayatın yalnızca
iyi yanlarını ve fırsatlarını benimsemişti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:57)
“Gülümsüyordu.
-O yalanla saklamaya çalıştığın şu ki, dedi Jacques; sen, kendinden utanan bir burjuvasın. Ben, uzun
tereddütlerden, aranmalardan sonra burjuva bir yaşamda karar kıldım, akıllı uslu bir evlenme yaptım, evlenmek
gerek diye evlendim.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:110)
“Eve, sevimli sevimli güldü. Mösyö Darbédat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti.
-Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lafın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine gevezelik
edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53-4)
“-Yahu, ben seni Lyon civarında, Rhone’a yakın bir vadiye yerleştin sanıyordum, dedi.
-Doğrusu güzel yerleşmek. Kaçıyorum.
-Ne? kaçıyor musun? Saint-Giraud, sen, bu akıllı uslu halinle, bir suç mu işledin?”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:3)
“-Padişah düşmanı olduklarından... Burada Rumlar, Ermeniler de çokluk... Amma Kuvvayı
Milliyeci’den ahbabın olduğunu duymasınlar! Öyle şeyler bizden ırak... Biz cezamızı yatıp çıkmaya bakalım.
Ben seni akıllı, uslu gördüm. Kendin benden iyisini bilirsin, burası dar yer...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:70)
Akıl sır erdirememek : Anlaşılması güç, çözümü hemen hemen imkansız
“Başına gelenlere akıl sır erdiremeyen Barney:
‘Ama bugün pipomda hiç tütün yok, Bay Corrigan’ diye yanıt verdi.
‘Çalış da kazan öyleyse,’ dedi Corrigan. ‘Ondan sonra kendi paranla satın alırsın tütününü.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:234)
“Akıl sır erecek gibi değil ama gerçekti. Ansızın o şeytani ağlardan kurtulmuştum; dünyayı eskisi gibi
aydınlık ve neşe içinde önümde duruyor bulmuş, korku nöbetlerimden ve insanın soluğunu kesen yürek
çarpıntılarından yakayı sıyırmıştım.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:59)
“Valparaiso’dan San Francisco’ya bir kutu içerisinde gönderilen uyuz bir köpeğin öyküsünü
anlatıyordu. Anlattığı anektodların espirisinin nereden geldiğine kimse akıl sır erdiremiyordu, ama onun
ağzından çıkınca pek de komik de oluyordu. Çevresindekileri gülmekten kırıp geçirirken, büyük ve kemerli
burnuyla, ince ve uzun boynuyla ve seyrelmeye başlamış kızıl-kumral saçlarıyla, tedirgin ve nedeni anlaşılmaz
ciddi bir yüz ifadesiyle ve yana doğru çarpık kuru bacaklarını üst üste atarak orada öylece oturur ve küçük,
yuvarlak ve çukur gözlerini çevresinde düşünceli düşünceli gezdirirdi.”
(Th. Mann, “Buddenbroooklar”, sa:242)
“Elle yazılmış bu sayfalar, hele düzeltmelerle dolu o ilk taslaklar -sonraki asıl biçim yavaş yavaş
bunlarda belirir- , akıl sır ermez yaradılış eylemini az buçuk sezdirir ancak.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:431)
“Gerçekten de, Avrupa’daki bu akıl sır ermez komedinin ve küstahlığın bu büyük yeteneklerinin
kahramanca çağı, topu topu otuz ya da kırk yıl sürmüştür; sonra onların en tam örneği, en kusursuz dehası,
gerçekten şeytani bir maceracı olan Napoléon’un kişiliğinde kendi kendisini yıkıp tüketmiştir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:27)
Akıl var, yakın var : Aklın yolu bir; Hiç insan öyle yapar mı; Düşüncesizlik hakkında söylenen bir deyim
“ELLIE - Mr. Mangan: akıl var, yakın var. Romeo ile Jülyet rolü oynayacak değiliz. Ama iyi
geçinmeyi aklımıza koyarsak, pekala yuvarlanır gideriz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:59)
Akıl vermek : Yol göstermek, ne yapacağını planlamasına yardım etmek, telkinde bulunmak
“Kimilerine akıl veriyor, kimilerine acıyor, kimilerine bağışta bulunuyordu; kimilerince küçük çapta
dolandırılmasına ses çıkarmıyor, bütün bu oyun ve herkesin bu oyunu canla başla oynaması, tıpkı bir zaman
tanrılar ve Brahman gibi kurcalayıp duruyordu kafasını.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:86)
“Derdim ki - sana akıl vermek gelse elimden Beni sevmesen bile, seviyorum de bari,
Nasıl ki hırçın hasta, ecelle boğuşurken
Hekimden duymak ister yalnız sağlık haberi.”
(W. Shakespeare, “Tüm Soneler”, no:140, sa:321)
Akıl zengini : Erdemli, akıllı, hazırcevap kişi
“Bir İngiliz uzman tarafından 15. Louis biçeminde döşenmişti; bu zevk sahibi kralın adına yakışan
dekorasyonu evin güzelliğine daha bir anlam katıyordu. Çünkü İsabel akıl zenginiydi; söyleşisi ne kadar hafif
olursa olsun, asla düşüncesiz değildi.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:62-3)
Akım : Cer(e)yan (elektrik), Fikirsel, felsefi düşünüş modası
“Amerika’da yeni bir akımın yerleşmesi için elverişli bir dönem başlamıştı, onlar da siyasal fırsatları
gündelik çıkarlar açısından değerlendirerek önlerine çıkan her şeye, herkese çamur atarak bu akımın elinden
tuttular. Ne var ki yeni akım, pek de yeni sayılamazdı. 1917 Rus Devrimi’yle başlamıştı.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:37)
Akın akın : Dalga dalga, kitleler halinde
“O yıl, Büyük Kap Kenti kırsallarından akın akın gelen, ne iş olursa yapmaya hazır insanların istilasına
uğrayınca dolaşım özgürlüğünü kısıtlayıcı önlemler aldılar. Gelgelelim kentte ne iş ne de kalacak yer vardı. Bu
aç ağızlar denizine düşecek olurlarsa diye düşünüyordu K, annesiyle ne kadar şansı olabilirdi?”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:23)
“Böylece, keder katlanarak çoğalıyordu. Kadınlar dört bir yandan akın akın gelmeye başladılar.
Kimileri şimdiden yas kılıklarını giymişlerdi -koyu mavi pamukludan pis bir örtü. Yüzlerini çivitle boyamışlar,
salınmış saç örgülerine kül sürmüşlerdi.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:345)
“Eşmun Tapınağı’nda yatan, yaraları iyileşmeye yüz tutmuş askerler, gün doğarken yola çıkarak, koltuk
değnekleri üzerinde sürüne sürüne oraya kadar gelmişlerdi. Bütün yollardan, tıpkı bir göle dökülen seller gibi
akın akın geliyorlardı. Ağaçların arasında mutfak kölelerinin yarı çıplak, şaşkın şaşkın koşuştukları
görülüyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:12)
“<Tatil için> yurt dışına çıkanları asıl çeken şey doğadır, evet. Demek ki kendi ülkelerinde doğayı
yaşayamıyorlar. Bir de ‘İbiza’ adasına, ‘Capri’ye akın akın giden, hatta sadece bu İspanyol ya da İtalyan adasına
değil İspanya’ya akın akın giden ve işin tuhaf tarafı, bikini ve monokiniyi de üzerinden son zamanlarda hızla
atan Alman kadınları için peki ne diyebiliriz? Onlar için kısa tatillerinde içsel, duyusal tepileri aşınmamış
İspanyol delikanlıları da doğadır. Hatta bence kendi doğalarının kendileri tarafından İspanyollar yardımıyla
unutulmaktan kurtulup kendilerince yeniden keşfedilmesidir.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:59)
“MÜDÜR -... Bütün piyeslerimizin taze, yepyeni ve önemli konulu olması ve aynı zamanda hoşa da
gitmesi için, <acap> ne yapsak? Zira hiç şüphe yok ki ben, kalabalığın kulübemize doğru akın akın
koşuştuğunu..... itişe kakışa gişeye sokulmak için çaba sarfettiğini..... bir bilet için vücudunun hemen hemen
yarısını emzirdiğini görürsem, pek memnun olurum.”
(J.W. Von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:9-10)
“İşte bunlar yoksul ama itibarlı tarikatın harikaları, yine de harikaların hepsi öylesine şaşırtıcıydı ki,
şehrin dört bir yanından insanlar, mucizeye tanıklık edip kendilerine pay çıkarmak için akın akın ziyarete
geliyordu.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:15)
“Pazartesi günü, cenazeleri görmek için, halk, Vittoria’nın sarayına ve Ermites Kilisesi’ne akın akın
koştu. Hele düşesin bu kadar güzel olduğunu görünce, meraklıların yürekleri sızlıyordu. Felaketine ağlıyorlar,
katillerine diş biliyorlardı; fakat katillerin adları henüz belli değildi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:41-2)
“Yeni bin yılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar
içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler
tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde
mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi
kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:16-17)
“Prater’e gitme yolundaki ilk kararlarından hemen caydılar, çünkü muhteşem parkın ağırbaşlı
sükunetini bozan tiz sesli, gürültülü pazar curcunasından korkuyorlardı. Onların Prater’i, ihtiyar kestane
ağaçlarıyla geniş, bakımlı caddeler, kavisler çizen ve karanlık ormanlarda biten geniş, yeşil düzlükler, doygun
ışıkta güneşlenen ve çok yakındaki nefes alıp inleyen milyonluk şehirden haberi bile olmayan aydınlık
çimenliklerdi. Fakat tatil günü bu büyü kaybolmuş, akın akın gelen kalabalıkların ardına saklanmıştı.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:103)
Akıntı buz tutmuş : Düşünce, hayal alemi tümüyle sönmüş, donmuş
“... her gezintiden yeni bir ezgi, yeni bir tema ile eve dönerdi ; bunu uyuyup da unutmamak için hemen
masasına oturur ve azimle çalışmaya koyulurdu. Ama şimdi masası bomboştu. Üzerinde bir tek nota kağıdı bile
yoktu. Akıntı buz tutmuştu ve ortasındaki kutsal değirmenin çarkı artık dönmüyordu. Ne başlanılacak ne de
bitirilecek bir şey vardı.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:71)
Akıntıya kürek çekmek : Olağan gidişi tersine çevirmek için beyhude gayret göstermek
“Sophie isimleri içinde tekrarladıktan sonra başını hayır anlamında salladı. Ailesinde Plantard ya da
Saint-Clair adında kimse yoktu. Şimdi akıntıya karşı kürek çektiğini hissediyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:288)
“Ama unutmamak gerekirdi ki Eşref Bey aynı zamanda da bir şairdi ve besbelli bu yüzden akıntıya
kürek çekmekten başka türlüsünü yapamamıştı.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:45)
“Bergere biraz kalktı ve bir elini Lucien’in böğrünün altına geçirdi, öteki el artık okşamıyordu,
sıkıyordu. ‘Küçük güzel kalçaların var,’ dedi birden Bergere..... ‘Ah küçük blöfçü,’ dedi öfkeyle, ‘Rimbaud
numaraları yapıyor ve ben de bir saatten fazladır onu baştan çıkarayım diye akıntıya kürek çekiyorum.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:189)
Akla getirmek : Anımsatmak
“Buna karşın otopsi yapılmış gövdeler kurumuş gibi incedirler ve bir çeşit fermuar, talaşla doldurulmuş
karınlarının üzerinde uzanır. Kocaman oyuncak bebekleri, gösteri bittikten sonra süprüntü niyetine bir kenara
atılan büyük kuklaları akla getirirler.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:11)
Akla hayale gelmedik, gelmeyecek, gelmez, sığmaz : Hiç hesapta olmayan, önceden hiç tasarlanmamış
“Yıllar yılı her gün işten bara, bardan bir sevgilinin yatağına, yataktan kendi odasına, kendi odasından
annesinin evin mekik dokuyan biri olarak, aklına hayaline gelmemiş bir yaşantının içine düşmüştü: Akıl
hastanesi.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:45-6)
“O zamanlar bedenimin her bir köşesi, gençliğin harcanmadan kalmış enerjisiyle fıkır fıkır kaynıyordu.
Arkadaşlarla dalaşıyor, akla hayale gelmedik kavga dövüşlere girişiyordum; okulda en iyi güreşen, en iyi
beyzbol oynayıp koşan, herkesten iyi kürek çeken biri olmak gururumu okşuyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:26)
“Otuz Yıl Savaşları’nın akla hayale gelmedik dehşeti insanlara bir ders vermiştir ve yüzyıldan uzun bir
süredir Avrupa’nın politikacıları ve generalleri askeri kaynaklarını yıkıcı boyutlarda kullanmaktan ya da
<çatışmaların sonunda> düşman tamamen yok edilene dek savaşmaktan bilinçli şekilde kaçınmışlardı.”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:11-2)
“Ne var ki, mücadele bitmemiştir; Komün’de sürecek ve sonucu geceye değn belirsiz kalacaktır.
Seksiyona bağlı birlikler, Belediye binası önünde toplanırlar; ancak Komite, Genel Kurul’a uyulmasını
yasaklar. Akla hayale gelmeyecek yığınla beceriksizlikler de gelir işin içine; emirler ve karşı-emirler, makamları
şaşkına çevirir.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:105)
“Bir saat sonra Clarissa yeniden odaya girdi. Sessizce oturmuş ve aklına hayaline sığmayan şeyi
düşünmüştü. Daha önce böyle sözde evliliklerin yapıldığını duymuştu. Ama ona mümkün gelmemişti. Şu anda
bu daha kolay görünüyordu ona. Babasından korkmaması gerektiğine inandırıyordu kendini. Yalnızca bir defa
yalan söylemesi gerekecelti, yüz defa değil.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:159)
“Pis yataklar, kirli çamaşırlar, ne idiği belirsiz kokular, müşteri bulan kişilerle arkadaşlıklar, gizli ya da
özellikle çağrılmış ‘seyirciler’, alavereli dalavereli işler ve bilinen hastalıklar..... doğal olduğu kadar akla hayale
sığmaz yeniliklere de açlık duyan, nerdeyse manyaak denebilecek bu tanrısal boğanın, bu yeni Jupiter’in
umursamadığı şeylerdir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:65)
Akla karayı seçmek : Zor anlar geçirmek, başarıncaya dek sıkıntı çekmek
“Konuyu kapatmaya çalışarak, ‘Ondan kuşkum yok,’ diye yanıtladım. Brezilya’da ardımda bıraktığım
işler beni fazlasıyla kaygılandırıyordu. Agulhas Negras’daki olayı izleyen on beş günde, Santiago Yolu’yla ilgili
bilmem gereken her şeyi öğrenmiştim; ama her şeyi ardımda bırakıp yola çıkmaya karar verene kadar yedi ay
akla karayı seçmiştim.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:26)
“Ama görünüşe bakılırsa Mailson’un aklı, daha ziyade otele yeni gelmiş bir Alman turisti
ayartmaktaydı; kadın Brezilya’nın dünyanın en özgürlükçü ülkesi olduğuna inanmış, plajda üstsüz dolaşıyor,
ondan başka çıplak göğüslü kimse olmadığını, insanların ona belli bir rahatsızlıkla baktığını da anlayamıyordu.
Maria, Mailson’a laf anlatana kadar akla karayı seçti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:37)
“... sözgelimi, Bu dünyada yeni misin? Hayır, dedi. Bir sohbeti sürdürmeye çalışmak nasıl da zor. Ben
zemin katta yaşıyorum, dedim. Böyle girizgahlar yapmaya izinliyim, gevezeliğime veriliyor. Beyaz yakalı
pembe gömleğin sahibine, öyle geveze bir bunak ki, kabalığa kaçmadan kurtulmak için akla karayı seçtim, diye
anlatacaktır.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:13)
“Yemeği kim pişiriyor? Ben. Tabakları kim yıkıyor? Ben. Alışverişi kim yapıyor? Ben. Ay sonuna para
yetiştireyim diye akla karayı seçen kim?”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:65)
“LELIO - Akla karayı seçtim yahu. Bolonya’lı bir kızla evlenmeyi göze aldım, Rossaura’dan başka
kimseyi istemem. Rosaura tam hoşuma giden mizaç ve yaratılışta bir kız.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:94)
“ ‘Tilkiler uyurken, vücutlarını sıcak tutmak için kuyruklarına sarınırlarmış.’
‘Ne hoştur kim bilir.’
‘Tilkilerinki gibi bir kuyruğum olmasını ister dururdum. Tilki gibi kuyruklarımız olsaydı amma da
matrak olurdu değil mi?’
‘Ama giyinirken akla karayı seçerdin sonra.’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:274)
“Nihayet Nazlı’yı buldum, ama buluncaya kadar da hani yok muu, akla karayı seçtim... Etem’le öteki
çingenelerin dediği kadar varmış... Karı gerçekten cinli imiş... Yani, bizim isterik ve melankolik dediğimiz
cinsten imiş...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:134)
“Onun mektubunu da uzattı. İdris asık suratla Deve’nin paldır küldür mektubunu da okuduktan, okkalı
birkaç küfürü sıraladıktan sonra:
-Halis hıyar, dedi. Yarma eşşoğlu eşşek. Degüstasyon’da <restoran> bana ak’la karayı seçtirdi!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:157)
“Nuevo Mundo’nun genel görünümünü sunan bir fotoğrafı görür görmez aklıma hemen o sabah
kapıldığım korku geldi. Dilbilim Enstitüsünün Cessna’sıyla akrobatlara taş çıkartacak bir iniş yaparken
Machiguenga’lı çocuklara çarpmamak için akla karayı seçmiştik.”
(M.V. Llosa, “Masallar”, sa:9)
“Kont neredeyse her gün düşese mektup yazıyordu. Dıştan bakıldığında sevgilerinin ilk günlerinde
olduğu gibi, kont ulaklar <haberciler> gönderiyordu, çünkü mektupları hep İsviçre’nin herhangi bir küçük
kentinin damgasını taşıyordu. Zavallı adam sevgisinden açık açık söz etmemek ve eğlenceli mektuplar yazmak
için akla karayı seçiyordu. Bunlar dalgın dalgın şöyle bir gözden geçiriliyordu. Ne yazık ki, tercih edilen bir
sevgilinin soğukluğuyla insanın yüreği parçalanırsa, saygı duyulan bir sevgilinin bağlılığı neye yarar ki?”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:453)
Aklanmak : Suçsuz olduğu kanıtlanmak, temize çıkmak
“Hakkında verilen hükmü yargıtaya gönderen Gradusov kendisinin aklanacağından, Osip’in ise hapse
gireceğinden tümüyle emindi. Yargıtayda onu dinledikleri sırada gene aynı kanıdaydı. Yargıçların karşısında
dikilirken çenesini tuttu, gereksiz şeyler söylemekten sakındı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:71)
Akla sığmaz : Aklın kabul edemeyeceği, olağanüstü, mantıkdışı bir şey
“Hemen yakalanan Moiron, üzerindeki kuşkulardan öyle şaşırmış ve tiksinmiş göründü ki az kalsın
salıverilecekti. Bununla birlikte suçlu olduğunu gösteren kanıtlar ortada duruyor ve bunlar kafamda onun iyi
ünü, bütün yaşamı, olayın akla sığar gibi olmaması ve böyle bir cinayeti açıklayacak hiçbir neden bulunmaması
üzerine dayanan ilk kanımı baltalıyordu.”
(G. de Maupassant, “Amcam Jules”, sa:62)
Akla yakın gelmek : Makul, mantıklı görünmek
“Demek ki Broch’ta benim yalnızca ‘soluk alma belleği’ diye adlandırabildiğim bir yeteneğin
bulunduğunu varsaymak zorunludur. Bu soluk alma belleğinin aslının ne olduğu, nasıl işlediği ve nerede
bulunduğu gibi sorular sormak, akla yakın gelmektedir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:25)
“Ben tek tek her şiirde dile gelen küçücük bir buluşla yetinmeyi bilmeli, kendi doğamın bana kabul
ettirdiği yazgıyla alçakgönüllülükle boyun eğmekten duyduğum ruhsal dirilişi göstermeliyim. Bu da gene
oldukça akla yakın bir şey. Tembellik ve korkaklık değilse tabii.”
(C Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:22)
“Ama bir gerçek vardı ki, Laurent şimdilik temiz, yüce aşktan bıkmış, bütün varlığıyla geçmişteki
uğursuz heyecanları arıyordu. Bu, onun yaşama girerken kötü bir yol tutmuş olmasının cezasıydı. Hiçbir özel
amacı olmadan ve istediği zaman kolaylıkla çıkabileceğini umduğu bir uçuruma gülerek kendini atmış olan
Laurent’ın bu acımasızca cezaya bütün güvüyle başkaldırması akla yakındı.”
(G. Sand, “Thérese ile Laurent”, Cilt:II, sa:11)
“... eğer Vittoria’nın (Accoramboni) yakınlarından biri, daha fazla kazanç umarak, onu kocasından
kurtarmaya yardım etmişse, insan tutkusunun isteyebileceği en yüksek doruğa yükselmek alınyazısı olan iyice
bir talihin orta derece yararlarını yeterli görmenin akla yakın olacağını, çok geçmeden anlamıştır.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:24)
Akla yatkın : Aklın kabul edebileceği, makul fikir ya da şey
“Bana gelince, nasıl tepki göstereceğimi bilemedim. Bu teklif karşısında hazırlıksız yakalanmıştım.
Üstüme yüklenen bu kocaman sorumlulukla güreşirken bir iki dakika öylece kalakalmıştım. Fanshawe’un bu iş
için beni seçmiş olmasının akla yatkın hiçbir nedeni yoktu bana kalırsa.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:14)
Akla yelken (açmak, çıkmak) : Aklına eseni yapmak
“Kim bilir ne şaşırırdı babası, ne sualler sorardı: ‘Saat altıda, yukarı katta ne işin var? Sen o saatte
odanda kitap okursun benim bildiğim? Hangi akla yelken çıktın yukarıya?’ Filan saatte şurada, filan saatte şurada
olmayı gerektiren bir kanun vardı sanki.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:34)
Aklı almamak : Kavrayamamak, anlayamamak
“Gri eski yaşamında mühendis olarak çalışmıştı, şimdiyse Yeşil olarak iki sokak ötede barda barmenlik
yapıyordu. İçki hazırlamayı seviyorum diyordu, gelen gidenle konuşmayı da seviyordu, başka bir iş
yapabileceğini aklı almıyordu. Barmen olmak için doğmuşum, demişti Kahverengi’yle Mavi’ye düğün
töreninde.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:12-3)
“İnsanlar bunu gülünç olarak düşündüklerini iddia etmekle beraber, bu marşı işitince öfkeden
kendilerini kaybediyorlardı. Bu kadar aşağılık ve saçma bir şeyi hayvanların dahi söylemelerini akılları
almadığını ifade ediyorlardı.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:43)
“-... İstanbul şurda kalsın, Bağdat’ta, Mısır’da, böyle bir iş olsa, zanaat gücüyle sezinleyen, iğne
deliğinden bakar gibi, girdisini çıktısını bilen emniyetçi...
-Aklım almıyor! Selim... İmam gelini...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:283)
Aklı başına gelmek : Ayılmak; Hatasını farkederek işin doğrusunu yapmak
“OKTAY (Tik’leri artmış durumda.) - Korkunç monşer!... Dehşet!
KOMİSER - Dehşet ya... Öyledir. Benim karşıma gelecek suçlu, saçları kirpi gibi olup derhal bülbül
misali konuşmazsa suratı bir dakika içinde Perşembe pazarına döner, aklı başına gelir, sonunda yine dili çözülür.
Tabii bu dil eğer dişleri arasına sıkışıp iki parça olmadıysa...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:103)
“Kör, yüzünde korkutucu bir ifadeyle: ‘Kadınlarıma laf söylemeyin, Bay Fischerle!’ diye onun sözünü
kesti. ‘Benim kadınlarım sakat değildir. Küfür etmeye kalkışmayın!’ Bu sözlerin ardından neredeyse mağazasını
da anlatmaya kalkışacaktı. Ama rakibine bakınca, aklı başına geldi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:373)
“... her şeyi ardımda bırakıp yola çıkmaya karar verene kadar yedi ay akla karayı seçmiştim. Bir sabah
karım artık vaktin yaklaştığını, kararımı vermezsem Gelenek yolunu da, RAM tarikatını da unutmam
gerekeceğini söyleyince aklım başıma gelmişti.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:26)
“Ne başkalarıyla konuşuyor, ne de sorulara yanıt veriyordu. Karısıyla da öyle... Zavallı Arina
Matveyevna’nın onu eski durumuna döndürmek için yapmadığı kalmadı. Kocasına mürver şerbeti içirdi,
yiyeceklerine kandil yağı kattı, sıcak tuğlalara oturttu... Ancak hiçbirinin yararı olmadı. Sonunda onunla
konuşursa açılır, biraz aklı başına gelir diye peder Pafnuti’yi çağırdılar.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:91)
“Geçenlerde iki gün birbirimizi görmeyip de üçüncü gün karşılaştığımız zaman az kalsın elimizi
şapkalarımıza atıyorduk; neyse ki tam zamanında aklımız başımıza geldi de ellerimizi indirdik, birbirimizi
süzerek geçtik.”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12)
“Gene de şu manastırımızı kökünden yakacaktım. Din işlerini Rus toprağından uzaklaştırmalı ki
enayilerin aklı başına gelsin.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:205)
“Barones, ..... Pavel’i adamakıllı haşladı ve her şeyin hatta borçluluğunu sunmanın bile bir sınırı
olduğunu, kahyayı hemen çağırmayacak olursa, bağışlama işine de veda etmesi gerektiğini söyledi. Bu sözler,
Pavel’in aklını başına getirdi ve bir saniyenin içinde avludan çıktı.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:235)
“Aklı başına geliyor, hareketinin acıklı sonucuna bakıyor bir an: iş bu gülünç suikastla bitsin... Neyse,
boşver... Gözleriyle Beppo’yu arıyor; çocuk kaybolmuş, gece çöküyor.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:22)
“Bill Bassett’le başbaşa kalınca şöyle bir kafamı kurcaladım. Sonunda gizli bir oyunu olan bir plan
kurdum. Şu hırsıza ‘çalışma’yla ‘ticaret’ arasındaki farkı göstereyim de aklı başına gelsin, dedim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:115)
“Bu anda benim eğilmem gerekir, yoksa suratıma tüküürür. Nasıl da sessizleşir adam altıncı satte. En
aptalının bile aklı başına gelmeye başlar. Bunun ilk belirtisi gözlerin etrafında görülür. Oradan kademe kademe
yayılır.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:44)
“Ve bir leğen içinde üç havlu ıslatıp çocuğun kanlarını silmeye başladım. Soğuk suyun temasıyla aklı
başına gelir gibi oldu. Gözlerini açıp şaşkın şaşkın etrafına bakındı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:174)
“Komutan sıkıntılı bir sesle onu susturdu ve bir daha bu konudan söz etmemesini istedi. Bayan G... ise,
sürekli olarak pencereden bakıyor, Kontun gelip gelmediğini denetliyordu. İçinden bir ses ona, son anda Kontun
aklının başına geleceğini ve yanlış kararını düzelteceğini söylüyordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:28)
“Amaurote’a geldiklerinden iki gün sonra elçiler, kendi memleketlerinde bunca değer taşıyan altını
Utopia’lıların hiçe saydıklarını anladılar. Baktılar ki bir kölenin üstünde kendi altın ve gümüşlerinden daha fazla
bulunabiliyor. O zaman, akılları başlarına gelerek, özene bezene takındıkları süsleri çıkarıp attılar.”
(Th. More, “Utopia”, sa:93)
“ ‘Durmadan izin, izin. O kadar şişiniyordunuz ki karılar kızlar biraz emsin, sömürsün de aklınız başına
gelsin diye herhalde boyna izne yolluyorlardı sizi. Biz 1914’te iznin lafını edemedik yıllarca. Biz...’ ‘Evet, siz de
izinli çıkıyordunuz 1914’te, bal gibi çıkıyordunuz.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:268)
“Hayvanları ondan uzaklaştığı sırada Engidu, vücudu bağlanmış gibi, ürperdi. Dizleri tutmadı.Engidu
zayıf düştü. Yürüyüşü eskisi gibi değildi. Sonra, aklı başına geldi, işi anladı. Geri dönüp orospunun dizlerine
oturdu.”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:25)
“Margot’un annesi hemen köy papazına, konuya, komşuya haber salınca, aklım başıma geldi. Rica
ettim, yalvardım, yakardım, kimse kulak vermedi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:101)
“Yakınında bulunan birkaç kişi bön bön güldü; aklım başıma geldi ve durumu kurtarmakta gösterdiği
ustalık karşısında sendeledim.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:48)
Aklı başında; Aklı başı yerinde olmak : Ruhsal bir sağlık içinde bulunmak, problemli olmamak
“ ‘Tastamam öyle. Sizin aklı başınızda bir adam olduğunuzu hemen anlamıştım Bay Quinn.....
Eserlerim de bundan çok zarar gördü. Hem de çok.’
‘Eserleriniz mi?’
‘Evet, eserlerim. Projelerim, araştırmalarım, deneylerim.’ ”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:84)
“Kararını vermişti. Hayır, işinden ayrılmayacaktı. Ama Kien’in aklının başında olmadığını da
anlamıştı. Bir şey öğrenmişti. Gördüğü şeyi değerlendirmesini bilirdi.”
(E. Canetti, “Körlük”, sa:53)
“Bir gün, yine böyle, kağıdım önümde, kulağımda kalem, dirseğim masaya yaslı, elim şakağımda,
yazacağım şeyleri düşünürken, arkadaşlarımdan biri çıkageldi; aklı başında bir adamdı; beni böyle düşüncelere
dalmış görünce, nedenini sordu; ona açıkça, Don Quijote için bir önsöz yazmam gerektiğini, fakat bu iş epey
zoruma gittiği için önsözden, dahası bu asil şövalyenin serüvenlerini yayımlamaktan vazgeçmek üzere olduğumu
söyledim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:6)
“-Beyefendi! Siz benimle alay mı ediyorsunuz? Sabrımı taşırıyorsunuz artık!
-Şşşt! Yoksa sizi susturmak zorunda kalacağım; başımın belası mısınız siz? Söyleyin bakalım, ya siz
burada ne arıyorsunuz? Siz olmasaydınız ben sabaha dek yatar, sonra da çıkar giderdim.
-Ama ben burada sabahlayamam ki; ben aklı başında, saygın bir adamım...”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:45)
“Graecen ona dönerek, ‘Senin gibi bir kızın postanede işe girmeye çalışmak yerine aklı başında bir
evlilik yapacağını sanırdım,’ dedi. Çapkın bir edayla. Ne var ki bu sözleri kızı ağlattı. Sulu gözlü kadınlardan
nefret ederdi. Kız biraz çabayla kendini toparladı neyse. Ne zaman evlilikten söz açılsa aklına Bob gelirdi, onun
ölümünden sonra ne güzelliği ne de zaten kuş kadar olan cesareti kalmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:112)
“Bunları düşününce aklının pek başında olmadığını anladı, biraz daha yunus yemesi gerektiğini
düşündü. Ama yiyemem, dedi kendi kendine. Miden bulanıp da gücünü kaybedeceğine aklın başında olması
daha iyi. Hem biliyorum, yesem çıkarırım, suratım battı içine. Ne olur ne olmaz, durum kötüleşirse o zaman
yerim. Ama bir şeyler yiyerek güç kazanmanın vakti geçti. Amma da salaksın, dedi kendi kendine. Öteki uçan
balığı yesene.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:68-9)
“Bayan Lydia evde kalmış, otuz beş yaşında, tombul bir kızcağızdı. Arkaya doğru tarayıp ensesinden
sıkıca burduğu saçları onun da yaşlı gözükmesine neden oluyordu. O da eski kafalıydı gerçi ama babasının her
yanından fışkıran savaş öncesi hayranlığından onda pek iz yoktu. Aklı başı yerindeydi”
(O. Henry, “viski soda”, sa:97-8)
“Konuşmamız sık sık yarıda kalıyor. Julius Ceasar’ı saygıyla selamlayarak akıl danışmaya gelen, pek
çokları var. Zira dostum, aklı başında ve bilgili bir insandır. Her şey yabani ottur. Ave Ceasar, morituri te
salutant! = (Lat.) Ey Sezar, ölüme gidenler seni selamlıyor=)
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:141)
“Jean Valjean, aklı başında, düşünmeyi bilen biriydi: ama kederli değildi; bu, heyecanlı, duygusal
kişilerin karakteridir. Ama bütünüyle ele alındığında, hiç olmazsa görünüşte, oldukça uyuşuk, oldukça silik bir
insandı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:147)
“MADELEINE - Öyleyse, hep böyle ölçülüysen, ciddi bir şeyin yoksa, her şeyin sapsağlamsa, aklın
başın yerindeyse, haydi bakalım, çalış, yaz başyapıtlarını!...
AMEDEE - Esin gelmiyor.
MADELEINE - Hep aynı maval! Başkaları nasıl yapıyor? On beş yıldır esinin kurudu!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:44)
“Ali Gülmez konuşkan, aklı başında bir adam:
‘Bizim durumumuzu olduğu gibi tesbit ettin. Bir başka yerlere bakasıya cennetlik sayılırız. Bir de
Zerk’i gör. Isparta’nın Sütlüce bucağı köylüklerini gör...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:35)
“Madam dul kaldı kalalı, evin tüm müdavimleri (müşterileri) onu arzuluyor ama bir türlü elde
edemiyorlardı. Madamın aklı başında bir kadın olduğu söyleniyordu ve evin pansiyonerleri de şimdiye kadar pek
bir şey öğrenmiş değildi.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:34)
“O günden beri, tam iki yıldır bir arpa boyu ilerlemeyen iğrenç bir kitabın labirentinde kıvranıyordu,
üstelik aklı başında olduğu anlarda bir arpa boyu ilerlemeyeceğini de biliyordu. Onu ‘yazmak’ gücünden
alıkoyan parasızlıktı, düpedüz, apaçık parasızlık.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:16)
“Eski ‘Worker’s Weekly’ <Çalışanların Haftalık Dergisi>de, bir yazınsal tartışma sütunu vardı. Birkaç
hafta, üst üste Shakespeare ele alınmıştı. O konuyla ilgili olarak bir okur şu mektubu göndermişti: ‘Sevgili
yoldaş, Shakespeare gibi burjuva yazarlardan söz edilmesini istemiyoruz. Bize biraz daha proleter bir şeyler
veremez misin?’ Yazı işleri müdürünün yanıtı sade şu oldu: ‘Marx’ın “Kapital”inin dizinine bakarsanız,
Shakespeare adının birçok kez geçtiğini görürsünüz.’ İşte sıradan aklı başında adamı Sosyalist hareketten
soğutan bu.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:288)
“Tanrının geleceği görmek bilgisini, insanoğlunun akıldan yana zayıf tarafına vermiş olduğunu
göstermek için şu tek ispat yeter. Gerçekten tamamiyle aklı başında olan hiçbir insan tam manasıyla doğru,
geleceği tam görür bir bilince varamaz.”
(Platon, “Timaios”, sa:80-1)
“Ben de binerek sandalcıya yola çıkmasını söyledim. Sular dalgalıydı; gidiş epey uzun oldu; her
zamanki gibi kötü bir davranışla karşılaşma korkusuyla yaşlı askerle konuşmuyordum. Ama, görmüş geçirmiş
görünümü beni yatıştırdı. Konuştuk. Aklı başında, namuslu bir adam izlenimi verdi.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:134)
“Mösyö Darbédar sigarayı tercih etti. Birazdan yapacağı konuşmayı düşünüyordu. Pierre’le
konuşurken, bir dev, bir çocukla oynarken nasıl zor duruma düşerse, aklı başında olduğundan dolayı sıkıldığını
hissediyordu. Kendinde taşıdığı bütün aydınlık, açıklık, kesinlik nitelikleri ona sırt çeviriyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:52-3)
“Giulio Branciforte, o zamana kadar kesinlikle yabancısı olduğu bu düşüncelerin doğruluğunu onayladı.
Çocuk uluslar gibi, o da savaşın cesaretle vuruşmaktan ibaret olduğunu sanıyordu. Prensin isteğine uydu;
kendisiyle evine kadar birlikte gelmek büyüklüğünde bulunan aklı başında yaşlı adamı kucakladı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:68)
“O zaman bir kolunu kaldırdı, bakışlarımla, el hareketini izledim, tepemizde meyve dolu bir kestane
ağacı vardı, daha yukarıda da gökyüzünün sessiz aydınlığı. Son günlerde de aklı başındaydı, o saatlerde onu bir
an bile yalnız bırakmadım.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:254)
“Dul Elizabeth, yarı aç yarı tok, paçavralar içinde, Auschwitz’e gidecek son kafileye alındı. Neler
olacağını hem biliyor, hem bilmiyordu. Theodore’un bitlenerek zatürreeden ölmesinden bu yana aklı tam
başında değildi O... bir doktor!”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:189)
“Efsun aldığı avansla hemen bir ev tuttu, gönlüne göre dayadı, döşedi. Cihan Ablasına birlikte oturmayı
teklif ettiyse de kadın kabul etmedi. Efsun’un aklı başında bir kız olduğunu, yalnız yaşamayı pekala
becerebileceğini söyledi. Efsun’un babasıyla duvar gibi küs annesi kızının bu yeni haline pek sevinmiş gibi
değildi. Daha doğrusu pek aldırmıyordu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:70)
Aklı başından gitmek; Aklı başında olmamak : Sinirli olmak, deli gibi hissetmek, ruhsal dengesini
kaybetmek
“Bay Boş, aklının başında olmadığının, nerede olduğunun ve bulunduğu yerde olmasının sebebine
ilişkin tam bir karanlığa gömüldüğünün farkındadır, ama sağduyuyla, içinde bulunduğu anın yirmi birinci
yüzyılın başlarında, bulunduğu yerin de Amerika Birleşik Devletleri olduğundan hemen hemen emindir.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:18)
“Işığın savaşçıları annelerinin şöyle söylediğini duymuşlardır: ‘Oğlum bunu yaparken aklı başında
değildi; aslında onun yüreğinde kötülük yoktur.’ ”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:135)
“... öyle ki, sonunda ruhsal bunalım içinde olan bey dayanamadı; hem heyecanını bastırmak, hem de
kendi yarattığı bu hoşa gitmeyen sahneye incelikle son vermek istedi:
-Beni bağışlayın, aklım başımda değil; siz elbette beni tanımıyorsunuz. Sizi rahatsız ettiğimden dolayı
özür dilerim; vazgeçtim.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:12)
“Üç büyüğü gömdük, onlara pek acımadım ama bu sonuncuyu toprağa verince aklım başımdan gitti …
Hep gözümün önünde…İçimi kuruttu…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:67)
“Tebriz’li tacirin, Mevlana’nın bir mübarek bakışı ile aklı başından gitti ve pek çok ağladı. Mevlana,
‘Senin elli dinarın makbule geçti ve bu, bundan önce uğradığın o iki yüz elli dinar zarardan daha iyidir. Tanrı
sana bir bela, bir kaza vermek istedi. Fakat o kazayı bu sohbetle bağışladı ve sen o afetten kurtuldun.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:103)
“DELİ - Peki ne yapıyordunuz?
S. KOMİSER - Adamı sorguya çekiyorduk.
DELİ - Hala mı? ‘Neredeydin, ne yapıyordun? Konuş! Kurnazlık yapayım deme...’ İşe bak, bu kadar
saatten sonra, hepinizin biraz aklı başından gitmiştir, sanırım... sinirler gerilmiş... çileden çıkmışsınızdır.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:50)
“RÜYA
-------ayağımı usulca atıp üzengiye
kayıyorum göğsünün gölgesine
gidiyor aklım başımdan”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:41)
“LEONARDO (Fulgenzio’ya.) - Hayır, durun: Sizinle geliyorum. (Kendi kendine.) Nereye dönsem,
her yanda kayalık, fırtına ve uçurumlarla karşılaşıyorum. (Vittoria’ya.) Gidin, Sinyora Giacinta’ya... ne
diyeyim... Bir türlü karar veremiyorum... Ne isterseniz onu söyleyin. (Fulgenzio’ya.) Haydi gidelim. Aklım
başımda değil, ne istediğimi kendim de bilmiyorum.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:48)
“Aklım başımdan gitmişti. Deli gibi odamdan fırladım. Öyle koşuyordum ki, sağ ayağım merdivenin
küçük tahtalarından birini çökerterek içine geçti. Ben, bahçeye çıktığım zaman muharebenin şekli değişmiş
bulunuyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:194)
“Kendime geldiğimde aklım başımda değildi, her yanım yara bere içinde kalmıştı. Cilalı zemine
koridorun beyaz ışıkları yansıyordu. Ölümsüzlerin içinde değildim henüz.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:207)
“Genç irkildi. Aklıbaşından gitmişti. Şaşkınlıkla, dileyecek bir şey bulabilmek için çevresine bakındı,
gözleri önünde dizi dizi kırmızı, iri sosislerin asılı olduğu kasaba takıldı..”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:121)
“Sekine Hanım, büyük bir perişanlık içinde babasının yanına döndü. İhtiyar adam, hala hıçkırıyordu.
Fakat bu hıçkırıklar, şimsi, daha aralıklı, daha düzenli bir duruma girmişti. En sonunda hekim geldi. Servet
Bey’in haremi aklı başından gitmiş, hekimin üzerina atılıyor:
‘Aman doktor, kurtarınız.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:113)
“Öyle mutluydum ki, aklım başımdan gitti. Çırılçıplak, ayın altında, el çırparak, tepinerek, oynamaya
başladım. Bu dans, bir saniye mi sürdü, bir yıl mı, bilemeyeceğim, sonunda ama, kanmıştım artık, içim huzura
kavuşmuştu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:69)
“İki maden külçesini peşinden sürükleyerek kapı kapı dolaştıkça, tencerelerin tavaların, maşaların,
mangalların yerlerinden tangır-tungur yuvarlandığını, yuvalarından fırlamaya çalışan çivilerle vidaların
umutsuzluğundan kirişlerin inlediğini, hele hanidir kayıp nesnelerin hem de çok arandıkları yerlerden ortaya
dökülüp Melquiades’in büyülü demirlerinin peşinden paldır-küldür akın ettiğini görenlerin aklı başından gitti.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7)
“Luc, aklı başından gitmiş, koşa koşa kışlaya yalnız döndü ve gözleri de, sesi de yaş dolu, ikide bir
burnunu silerek olayı anlattı: ‘Eğildi... eğil... eğildi... o kadar... o kadar ki tepetaklak oldu...”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:113)
“ ‘Peki ahlaki yönden?’
‘Bu sorusunu cevaplandıramadım, sadece belirsiz bir baş işareti yaptım, yaptım ama birdenbire aklım
başımdan gitti. Herif bu baş işaretimi nasıl münasebetsiz bir anlamda yorumlamıştı acaba.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:101)
“Aklım gitti başımdan. DÖNDÜM MEMLEKETİME. OHHHH!
Bir daire aldım. Girdim içine. Uzattım bacağımı. Tanrım dedim, sana şükürler olsun. Rezil olmadım şu
dünyada. Hayatımı kurtardım çok şükür.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“Merhum dedem, anımsayabildiğim kadarıyla, büyükannemin baş uşağı gibi bir şeydi. Yangından
korkar gibi korkardı ondan. Fakat yitirilen miktarın korkunçluğunu görünce aklı başından gitmiş.... bu parayı
ödemeyi kesinlikle reddetmiş.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:117)
“Yüzüme beraber yalan söylüyor... Yüzüme beraber böyle yalan söylerse, arkamızdan neler atmıştır var
hesapla! Aklım başımdan gitti! İşin ucunda Şeytan Adası’nı boylamak bile yazılı!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110-1)
“ ‘... Al açık resmi de bul belanı,’ diyerek üstüne atıp savuştuydu. Bakmamla aklım başımdan gitti.
Meğer kokain sarhoşluğuyle çırpınırmış. Delirip aygırsaması, kokaindenmiş. Biz taşralı olduğumuzdan kokain
mokain bilmeyiz. Bizim bildiğimiz bir rakı, bir de çok çok esrar...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:251)
“Gözlerimi açtığım zaman lokantanın içerisini köylü kadınlarla dolmuş görünce aklım başımdan gitti.
Artık iş işten geçmişti.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:96)
“Çok şükür ki, Casanova, kendi kendisine sadık kalmış ve hiçbir zaman aklı başında olmamıştır; kendi
deyimiyle ‘yüzünün dolaylı bir şekilde kızarmacı’, yani yüzü kızarmadığı için utanç duymuş olması, hayal
gücünü alabildiğine işletmesine ve günde on üç saat yazarak, her gün güzel yuvarlak yazısı ile yeni yeni kağıtlar
doldurmasına engel olmamıştır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:104)
Aklı başka (bir) yerde olmak : Başka şeyleri düşünmek, dalmak
“Lobide bir tanıdık, babamın her öğleden sonra burada çay içerse kendini Avrupa’da sanan bir çocukluk
arkadaşı beni tanıdı, yanımda kederli sevgilimin elini fiyakalı bir hareketle sıktıktan sonra kulağıma arkadaşım
matmazelin ne hoş olduğunu fısıldadı, ama ikimizin de aklı başka yerdeydi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:312)
Aklı (bir, beş karış) havada olmak : Hayalperest, gerçekçil olmayan, haylaz, sorumsuz kimse
“Ağabeyim beni vazgeçirmek için alay ederek başa çıkamayınca bu sefer başka bir yol buldu. ‘Hiç
değilse bir iki defa görüşsünler, bir yemek yesinler, huyları uyar mı, konuştuklarını anlarlar mı görsünler, bu ne
biçim şeydir, hiçbirinizin sesi çıkmıyor, sanki bulunmaz hint kumaşı, hepi topu hariciye memuru, nedir bu
aceleniz, hadi bunun aklı havada, sizinkine ne oldu...’ diye bütün gün annemin başının etini yiyordu..... Benim
gibi dikbaşlı, asi, aklı beş karış havada bir kızın, bir erkekle el ele tutuşmadan ilk görücüye gelenle evlenip
dünyanın öbür ucuna gitmeye kalkışmasına kim şaşmaz?”
(Kürşat Başar, “Başucumda Müzik”, sa:36-7)
“ ‘Konu kapandı, en önemli açıdan kapandı. Dediğiniz gibi fantezisini okudum size, amacım size onun,
özellikle de burada, Petersburg’da, Neçayevcilerin (Rus devrimcilerinden bir grup) etkisine ne kadar girdiğini
göstermekti; Tanrı bilir ona buna kolay kapılan, aklı bir karış havada kimbilir kaç gencimizi yolundan saptırdı
bunlar...’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:50-1)
“Ama en büyük sorun, yazarın kendi yerel lehçesini seçmiş olması (hiç kuşkusuz, aklı bir karış havada
bir avangard fikir esinlendirmiş bunu ona). Hepimiz biliyoruz ki, günümüz Latincesinin bir kol aşısına
gereksinimi var. Bunda direnen yalnızca ufak edebiyat klikleri değil. Ama her şeye karşın, dilin kuralları için
olmasa bile halkın anlama yeteneğinin de bir sınırı var.”
(U. Eco, “Yanlış Anlamalar”, sa:42-3)
“Güzel bir temmuz sabahı, kimine göre hava sıcak, kimine göre bunaltıcı, ama öğleden sonra daha da
kötü olacak. Aşağıda küçük bir dere var, hep böyledir, susuzluk ne kadar büyükse, dere de o kadar küçüktür;
çizme yolun kenarına sertçe çarpar, yolun kenarını tekmeleyen adam kendini güçlü hisseder, o sırada aklı bir
karış havadadır, bir zamanlar bir anlamı olan, ama sonra bunu yitiren sözler geçer aklından.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:196)
“ ‘Aklı Bir Karış Havada’ benim beşinci ama yayınlatmayı başarabildiğim ilk kitabımdır….. Bütün
kitaplarım arasında en sıra dışı, bir sınıflandırmaya sokması en olanaksız kitabım buydu. Melez bir kitaptı. Ne
büyükler ne de çocuklar içindi. Pek çok saçmalık anlatıyor ama bu saçmalıklar arasından büyük büyük sorular
boy veriyordu. Abartılı, trajikomik, alaycı, acımasız, üzerlerinde oynanmış hoyrat cümlelerden oluşmuştu.
Gerçeküstü insanların doluştuğu hayallerle doluydu.”
(S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, giriş)
“Andrea bir güneşti, o ise hiçbir şey. Telefonda iki-üç konuşmasına kulak vermek, bunu anlatmaya
yetti. Aklı bir karış havadaydı, gözleri kapkara ve fıldır fıldırdı.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:88)
“İvan İlyiç için ‘le phenix de la famille’ (Lö feniks dö la famiy) <Fr.: Ailenin gözbebeği> derlerdi. Ne
ağabeyi gibi titiz ve soğuk, ne de küçük kardeşi gibi aklı bir karış havadaydı. Onların ortası bir şey; zeki, afacan,
canayakın, terbiyeliydi.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:34)
“Aklı bir karış havadaki kadınların hayatlarının her anında sahip oldukları o muhteşem unutkanlıkla,
sürgünde bulunduğunu, eskiden Fransa’da hükümdar olduğunu, şimdi kelebeklerle ve parlak renkli çiçeklerle
nasıl oynuyorsa bir zamanlar insanların yazgılarıyla da öyle oynamaya haklı olduğunu unutuverdi.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Bir Çöküşün Öyküsü”, sa:10)
Aklı ermemek : Ne olduğunu anlayamamak; yeterlice olgunlaşmamak
“LOPAHİN - Doğru. Niye gizlemeli ki, aptalca yaşıyoruz... (Bir sessizlik.) Babam köylüydü, odunun
tekiydi, aklı hiçbir şeye ermezdi, beni okutmadı, kafayı çekip dayak atmayı bilirdi sadece, hem de her zaman
sopayla. Aslında ben de ondan farksızım, salağım, odunun tekiyim.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:134)
“Sık sık rastlanan, yalnız kötü ve ahlaksız değil, üstelik kafasız ama, kendi mal-mülk işlerini gayet iyi
beceren kafasız tiplerdendi; zaten başkasına da aklı ermiyordu galiba. Fedor Pavloviç aşağı yukarı sıfırdan işe
başlamıştı. Mülkü pek önemsizdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:3)
“Hercules Farnese’yi buradan götürdüler. Bana bu heykeli tekrar öz bacakları üzerinde görmek nasip
oldu; asıl bacaklar uzun zaman gövdeden ayrı kaldıktan sonra yeniden yerine konulmuş. Porta’nın elinden
çıkmış olan eski bacakları nasıl olmuş da şimdiye kadar beğenmişler, buna bir türlü aklım ermiyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:10)
“-... Gelip de, senin evini, köyünü yakıp yıkarken, çoluk çocuğunu dipçikle itip dürtelerken, bir köşede
karı gibi büzülüp duracak mısın?
-Yok, beyim, buraya kadar geleceklerine aklım ermez.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:41-2)
“Kim şarap fabrikasına üzüm verirse, içenin günahının iki misli onun boynuna yüklenir. Birçoğu
korkup üzüm vermemiş bir kaç yıl. Şimdi Ürgüp halkı fabrikayı yaptıtana da, yapana da, işletene de dua ediyor...
‘Deliler Damı’ neden kapalı? Buna aklım ermedi. Adamm adının hatırı için olsun açık tutardı.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:158)
“MANGAN - Nereden anlayacaksınız? İş nasıl çevrilir, aklınız erer mi?..... Başarı kazanacağız diye
canlarını dişlerine takıp didinirler. İşlerine aşkla sarılırlar.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:61)
“-İyi bildin anacığım, biz evkaftan gelme evkaflıyız. .. Hemi de evkaflının başmüdürlüğü takımındanız!
Neden sordun? Bir şey mi iktiza (söz konusu, gereksinim)?
-Geçende kapandı dedilerdi. Dün açıldı dediler. Aklım ermedi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:77)
“Ona dokunan, bu yere kendisinin atanmamış olması, onu es geçmeleri değildi; ama şu geveze laf ebesi
Stremof’un bu yere herkesten daha az layık olduğunu nasıl olup da görmediklerine ermiyordu aklı.
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:777-8)
Aklı esmek : Aklı ermek, anlamak
Bk.: Aklı kesmek
“Fakirim ama, pek namuslu olduğumu söyleyemem. Toplumun beni düşkün bir melek sayması
genelleşti. Vallahi nasıl, ne zaman melek olabildiğime hiç aklım esmiyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV
Aklı evvel : Özellikle çocuklar hakkında kullanılır: Çok zeki, yaşından öte
“Enişte tekrardan gelip, sıranın kıyısına ilişti:
-Benim baldız, dedi. Çok aklı evvel, ağzında dili dolanan, cerbezeli bir avrattır. Senden ötürü hangi
partiden diye sordu...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:54)
Aklı fırtmak :
(PSYCH.) Şaşırıp kalmak, sersemlemek
“Başçavuş dosyalardan birini önüne çekip sayfalarını karıştırmaya koyuldu: ‘91. Alay, Kafkasya’daki
Erivan’dan geliyor. Karargahı Tiflis’te.. Ne o, gözlerin faltaşı gibi açıldı bakıyorum, aklın fırttı değil mi? Biz her
şeyi biliriz, oğlum.’ Şvayk gerçekten apışıp kalmıştı..”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:205)
Aklı fikri (birinde, birşeyde, bunda, onda olmak) : Tutkunluk halinde birini devamlı düşünmek, aklını
takmak
“-Tevfik’i bekliyorum, Hanımefendi. Hala gelmedi. Merak ediyorum.
-Nereye gitti?
Rabia güldü:
-Çocuk gibi. Kadıköy’ünde eski bir oyuncu arkadaşına. Aklı fikri hep oyun.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:190)
“Dairesine gittiğimde Auster, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediği Quinn’den söz edip, nasıl olup
da kazara böylesine garip bir olaya bulaştığını anlattı. Aklı fikri bu olaydaydı ve benden kendisine yardım
etmemi istiyordu.”
(P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:142)
“Augustine sevgili Theodore’una, akrabalarının ve aile dostlarının listesini uyollamıştı; delikanlı bu
akrabalardan aklı fikri hep parada, ticarettee olan ve gerçek sevgiyi bile çok çirkin bir şey, tuhaf bir alışveriş
sayan birine yakınlaşıp sevgisiyle ilgilenmesini sağlama yollarını aramaya çalıştı.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:48)
“NECMETTİN - Senin gibi, benim gibi bir adam için nasıl uyuyor diye sorarsan elbet alay ederim.
BELBOY - Kusuruma bakmayın beyefendi... Bütün aklım fikrim Amerika’da... (İçini çekerek.)
Bakalım bir gün gitmek kısmet olacak mı?
NECMETTİN - Gazetelerde Amerikalı büyük adamımızın gelişinden başka önemli bir haber yok
mu?”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:8-9)
“Akropol. İlk defaya nazaran daha az bir duygulanma. Yalnız değildim ve aklım fikrim bana eşlik eden
kişideydi. Ve sonra beni rahatsız eden O. İle karşılaşma. Akropol yalan söylenebilecek bir yer değil.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:222)
“Genç kız derken, bir zamanlar var olan, hani şu elde kırbaç dağ bayır at koşturan, aklı fikri iffetinde,
itin kopuğun ya bir hödük ya da canavarın çıkıp kendilerini zorlamadıkça, sekseninde, analarından doğdukları
gibi mezara giren bakireleri erekliyorum.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:56)
“Ralf’la Saint-Jacques’ta gezinirken gözüne çarpan bir kitapçıya girip bu konuda (porno seks) kitap
sordu.
‘Sürüsüne bereket,’ diye karşılık verdi kitapçı. ‘Aslına bakarsanız, galiba insanların aklı fikri bir tek
bunda. Konuya özel bölümün dışında, şurada gördüğünüz bütün romanlarda en az bir seks sahnesi var.
Dokunaklı aşk öykülerinin ya da insan davranışları hakkında kuru, kısır incelemelerin arkasına saklansalar da,
işin doğrusu şu ki, insanların başka şey düşündüğü yok.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:127)
“GRETCHEN Çılgına dönen başımdan
Aklım fikrim uçtu gtti,
Hiç dinmeyen gözyaşımdan
Varlığım eridi gitti.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Faust”, Cilt:I, sa:178)
“ ‘Nasıl yani?’ diye sordu Govinda.
‘Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkanı görmez çokluk, bir türlü bulmasını beceremez,
dışardan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeylerdir hep, çünkü bir amacı vardır,
çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır.’ ”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:163)
“POLONIUS - Buna ne buyrulur? Aklı fikri hep kızımda. Halbuki önce beni tanımadı; balıkçı zannetti.
İyice oynatmış.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:58)
“Bir bakıma zavallının kabahati yoktu. Onun aklı fikri bendeydi. Bana dalmıştı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:350)
Aklı havalarda olmak : Aklına geleni yapmak; aklı kafasından bir karış yukarda olmak
“L. ANDREYEVNA - Yok canım... On on beş bin gönderse ona da şükür.
LOPAHİN - Kusura bakmayın ama, sizin kadar aklı havada, sizin kadar işten anlamaz, sizn kadar
tuhaf insanlara rastlamadım daha. Size, kendi anadilinizde çiftliğinizin satılması söyleniyor ve siz bunu
anlamıyorsunuz.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:131)
“DAMAT - Kocan yiğit adam.
LEONARD’IN KARISI - Yiğitliğine yiğit ama aklı biraz havalarda. Hiç bir dalda durmaz. Rahat bir
adam değil.”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:46)
Aklı karışmak : Zihni karışmak, ne yapacağını bilememek
Bk.: Aklı fırtmak
“Şaşkınlık içindeki Brophy telsizini parkasının cebinden çıkardı.
‘Acil bir resmi bildiri iletmeni istiyoruz. Telsiz frekansını yüz kilohertze indir.’
Yüz kilohertz mi? Brophy’nin aklı tamamen karışmıştı. Bu kadar düşük frekanstan hiç kimse hiçbir
şey alamaz. ‘Bir kaza mı oldu?’ ”
(Dan. Brown, “İhanet Noktası”, sa:12)
“Langdon’ın aklı karışmıştı. Almas Shrine Temple’ı biliyordu ama Franklin Meydanı’nda olduğunu
unutmuştu. ‘Düzen’den kasıt ‘Shrine’mıydı? Tapınakları, gizli bir merdiven üstünde de mi duruyor? Tarihi
açıdan hiç anlam ifade etmiyordu ama Langdon şu anda tarihi tartışabilecek bir durumda değildi. ‘Evet!’ diye
bağırdı. ‘Orası olmalı! Sır, Düzen’in içinde saklı.’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:392)
“Karakol kaleminde arabacı yerlere kapanıp suçunu itiraf etti, ama koca bıyıklı karakol amiri çok
şaşırdı.
-Ne diye kendine kara çalıyorsun, be adam? Sarhoş musun nesin? İstersen seni kodese tıkayım da
aklın başına gelsin! Bak şunun yediği naneye! Bu alçağın aklının karışmasının nedenini bir türlü anlamadım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:41)
“İSA YAŞI
Başkasını görmedim ben, bunca tez halk edilmişyama yama üstüne, dikişler milim milim.
Meleklerin öz evladı, şeytanca emzirilmiş,
aklı bunca karışık başka insan görmedim.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“ ‘Kızcağız hala uyuyor,’ dedi..... Aklım karışmıştı: ‘Sence ne yapmalıyım?’ diye sordum. ‘Sen bilirsin,’
dedi yersiz bir sükunetle, ‘sana boşuna bilgiç dememişler.’ Sonra gerisin geriye dönerek beni korkumla baş başa
bıraktı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:28)
“... biraz durdum ve tuhaf şeyler düşündüm, tuhaf esrarlı düşünceler, ürperdim, aklım karıştı, sigara
içmiş gibi oldum. Sonra mezarlıktan çıktım ve gidiyorum ben, masamın üzerinde açık bıraktığım matematiğe
dönüyorum.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:76)
“Adil’in aklı karışmıştı. Zeynel’in boğaza girmemek fikriyle Çerçi Süleyman’ın Yüksek Oluk’ta
hayvanlarla beklemesini birbirine vuruyor, lakin hiçbir sonuca varamıyordu.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:326)
“Tamam artistlik kötü bir şeydi, ama bu kadar kötü bir şeyse neden sinema dünyasında Alev diye
tanınan Efsun için gazetelerde çok iyi şeyler yazıyordu? Aklı karışınca, bir gün önden gizli plili lacivert eteğini
giyecekken ‘Bu da ne böyle Allahaşkına?’ diyerek fırlattıysa da, biraz sonra kendine geldi. Aklı karışmakta çok
geç kalmıştı.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:70)
“Ricardo, hiçbir yorumda bulunmadan, sert sert bakmıştı ona. Roberto’nun aklı karışmıştı. Ama
Mabel’in gülümsemesi, gece boyunca yüzünden silinmemişti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:104)
Aklı kesmek : Olabileceğine inanmak; Aklı yatmak
“Müşterilere saygı göstermekten geri kalmıyordu ama gene de gelen para 40 şilingin epey altındaydı.
Sonra öğrendi ki, o kağıtları inceleyip 40 şilin kar edeceğine aklı kestiği zaman, o çevrede inşaat varmış ve
meyhanenin karını da inşaatta çalışan duvarcılar sağlıyormuş. Tabii şimdi inşaat bitmiş, müşteriler yok
olmuşlardı.”
(B. Brecht, “Üç Kuruşluk Roman”, sa:5)
“Sonra, kadın evine gelince, koynuna alacak ve tam ‘işini bitirirken’ yüzüne tükürüp kapı dışarı
edecekmiş. Kadının bu şekilde cezalandırılmış olacağını benim de aklım kesmedi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:37)
“Seyis bunu beğeniyle izliyor, gördüğü her şeyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Önce kazandakiler ağzını
sulandırdı; bir başlasa, bunlardan birini rahat rahat boşaltabileceğine aklı kesmişti; sonra şarap tulumlarına
vuruldu; ve nihayet tavadaki (bu kocaman şeylere tava denebilirse elbette) yiyeceklere taktı kafayı. Neyse
uzatmayalım, daha fazla dayanamadı ve başını kaşıyacak zamanı olmayan aşçılardan birine yaklaştı,
‘tencerelerde pişenlerin tadına bakabilir miyim?’ diye sordu. ‘Kardeşim,’ dedi aşçı. ‘’Tanrı varsıl Camacho’ya
<Kamaço> sağlık versin. Yiyecekten yana sıkıntımız yok. Git bir kepçe al, iki tavuk çıkar, ye, afiyet olsun!’
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:539)
“Alan G. Thomas’a, Bellapaix, Kıbrıs (1954)
Sevgili Alan,
Girne’deki yerel kitapçı, dükkanının yeniden düzenlenmesine yardım etmek için başımın etini yiyip
duruyordu. Birden fark etti ki Korfu büyüklüğündeki Girne’de… fiatlar yükseliyor, insanlar geliyor. Doğrusunu
söylemek gerekirse dergi satılan bir kırtasiyeci. Bir patlama olacağının kokusunu aldı ve bir ya da iki yıl içinde
burada dükkan açmak isteyen daha başka girişimcilerin bulunacağını aklı kesti.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:148)
“Zeynel:
‘Hiç aklım kesmiyor,’ dedi. ‘Bunamaz o. Kara bulut gibi köyün içine ağmış dolanıp duruyor.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:53)
“Genç kızın bu girişiminde başarılı olabileceğini Madam Milin’in pek aklı kesmediyse de, onu bundan
vazgeçirmeye de çalışmadı; ama iki kadın Praskovi’yi ilkyaza dek alıkoymaya karar verdiler.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:41)
“Şimdiki antikacılar bakınca talihi daha açık bir adam olmalıydı ki, aradığını bulurmuş. Hem bir gün
para edeceğine aklı kestiği bir şey olursa, ne yapar yapar, ele geçirirmiş.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:139)
“-... Allah bin bereket versin, çok parasını aldım. ‘Parasını aldım’ dedimse, havadan değil haaa!...
Alınteriyle... Vay gidi kahpe dünya!.. İyicene aklım kesti Halim Efendi kardeşim, bu dünyada iyiler
yaşamıyor...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:162)
“Sevilmediği anlaşılan büyük kızına dönerek:
-Vera, dedi, aklınız bir şey kesmez mi sizin? Burada gereksiz olduğunu hissetmiyor musunuz? Hadi
git, kızkardeşlerinin yanına..”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:105)
Aklı kınından fırlamış :
genç çocuk
Çok kızgın, sağa sola saldıracak, insanları rahatsız edecek, kontrolsuz kişi ya da
“Berber, kocaman bir sobanın iyice ısıttığı dükkanında bir yandan müşterisini tıraş ederken, bir yandan
da düşmanını; şu camekanın önündeki soğuktan doğmuş, ama küstahlığını yitirmemiş, elleri ceplerinde, ama
’aklı kınından fırlamış’ sokak çocuğunu gözetlemekteydi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:214)
Aklı kıt olmak : Aptal olmak, yeterince zeki olmamak, problem çözebilme yeteneği olmamak
“Budala bir kafa, insanı umuda düşürücü bir tahminde bulundu mu, tahminin dayanağının kuşkulu
olduğunu unutmaya daima eğilimlidir. Dunstan’ın aklı da genellikle olası bir suçlunun aklı gibi kıttı. Köylülerin
biriktirdikleri parayı üç yerde sakladıklarını duymuştu: tavan arasında, yatakta ve tabanda açtıkları çukurda.”
(G. Eliot, “Silas Marmer”, sa:67)
Aklı kurcalanmak : Bk.: Aklını kurcalamak
Aklımda : Lades aldatmacasında, taraflardan biri diğerini kandırmak kastıyla ona bir şey uzattığında,
diğerinin gülerek ‘aklımda’ demesi ve o anlık kendine ‘lades’ diye bozuntu verilmesini engellemesi
“Konsevatuvara, Hasan isminde erkek kardeşiyle birlikte gelen, hiç olmazsa benim yaşlarımda hatta bir
iki yaş daha büyük, Fazilet isminde olgun bir hatunla iki yıl ladesli kalmıştık ve sonunda ona, ‘Bari beni evinize
davet edin de orada şu ladesi bir bitirelim!’ diye teklifte bulunmuştum. Gerçekten beni evlerine davet etti.... zeki
bir kızdı. Yemek sonrası elimi yıkadıktan sonra kasten bana havlu vermek istedi, ben ‘aklımda’ dedim, sonra
birden ayağım kayar gibi yaptım ve sanki düşerken havluyu ona uzattım. O düşüşümü gerçek sandı ve heyecanla
havluyu geri aldığında ben ‘lades!’i bastım.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:237)
“LADES
---------İşi gücü bırakıp
Mezarlığa nazır
Bir eve taşındım.
Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda!”
(B. Necatigil, “Eski Sokak”, sa:13)
Aklımın kenarından bile geçmez : Bk.: Aklının ucundan bile geçirmemek
Aklımız sıra : Kafamıza göre, aklımızca
“Ucu çatal biçiminde iki dal edinmiştik ve aklımız sıra yılanı bunla yere saplayacak ve öldürecektik.
Suyun kenarında pek çok çocuk olmuş olabilir, ama o yamacı yalnız ikimizin tırmandığı çok iyi aklımda. Pale benim tam tersime- taşların ve dikenlerin üzerinde yalınayak yürüyor ve bunu umursamıyordu.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:12)
Aklına (bir şeyler) gelmek : Bir şeyler anımsamak
“Dikkatle çevresine bakıyor ve sonra bakışlarını aya çeviriyor. Ayda bir adam olduğu aklıma geliyor
birden. Bu adam orada oturur. Çubuğunu tüttürür ve dünyaya metelik vermez. Yalnız, arada sırada aşağıda
aramızda hortlar.”
(Ö. von Horvart, “Allahsız Gençlik”, sa:84)
“-Harman yerindeki ekinlerden hepsi yanmadı. Acep, geriye kalanlar bir işe yarar mı?
-Azıcık yanık kokar sanırım.
-Benim aklıma bir şey geliyor. Bunları bir iyice yıkadıktan sonra döğsek, biraz da kepekle karıştırsak...
-Eh, ziyan vermez. Şu çoluk çocuğun kursağına bir şey girmiş olur.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:190)
Aklına bir şeytanlık gelmek : Birden aklına birine bir muziplik yapmak gelmek
“Bir akşamüstü, çadırın önünde tatlı kızarttığını gördüm ve derhal aklıma bir şeytanlık geldi:
-Çocuklar, dedim. Siz şu kümeslerin arkasına saklanın. Hiç sesinizi çıkarmayın. Ben, size tatlı çalıp
getireceğim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:104)
Aklına dank etmek : Birden gerçeği görmek, anımsamak
Bk.: Kafasına dank etmek
“Langdon gülmüştü. ‘Bunu duyduğuma üzüldüm.’ Yeniden dönüp mavnaya bakmıştı. DC II, diye
düşünmüştü. Minyatür bir QE II (Queen Elizabeth Yolcu Transatlantiği) gibi. Hemen ardından aklına dank
etmişti.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:213)
Aklına düşmek : Anımsamak, hatırlamk, aklına gelmek
“Süleyman:
‘Eee, hoş gelmişsen koca oğlan! Biz de senin aklına hiç düşer miydik? Serçe kuşu kadar canımız kaldı.
Çok şükür seni gördük, koca oğlan,’ dedi, karısına döndü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:194)
“Ayrıca epeydir zaman zaman aklıma düşen bir iş daha vardı. Kimsenin -yani aileden kimseninhaberdar olmadığı bir on yedi papelim vardı. Bu da şöyle oldu. Bizim firmada Mellors diye bir herif
‘Astrolojinin At Yarışlarına Uygulanması’ diye bir kitap ele geçirmişti. Bu kitapta, bütün davanın, gezegenlerin
jokeyin giysisinin renklerine olan etkisi olduğu iddia ediliyordu.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:9)
Aklına eseni yapmak; Aklına esmek; Aklına estiğince : Kontrolsuz, hemen her aklına geleni estiği zaman
yapmak
Bk.: Esmek
“Ne karısı, ne kendisine bağımlı olan bir ailesi, ne de yokluğuyla yaşamı değişecek bir kimsesi vardı.
Şurada burada yaşayan arkadaşların belki de bir anlık şaşkınlığı, dostlarının ölümünü düşünmek kadar, aklına
estiğince davranan ölümü düşünmekle dağılacak olan o küçük şaşkınlığın ardından kısa bir ah, vah, sonra hiç.
Sonunda da babam sanki hiç yaşamamış olacaktı.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:12)
“Rachel, direktörün ofisine vardığında, adam telefonda konuşuyordu. Rachel, onu her gördüğünde
şaşırırdı: William Pickering hiçbir şekilde Başkan’ı aklına estiği saatte uyandırabilecek bir adama
benzemiyordu.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:27)
“Sokağa çıkma yasağına aldırmayan, aklına estiğinde bu kokuşmuş yerde uyumaya gelen her kimse, (K
onu kamburu çıkmış, yan cebinde içki şişesi olan, sakalının altında mırıl mırıl ne dediği anlaşılmayan, polisin
önemsemediği ufak tefek, yaşlı bir adam olarak canlandırdı) denis kıyısında yaşamaktan usanmış olması ve
yolları bilen bir rehber bulabildiyse şöyle kırlarda bir tatil yapmak istemesi olmayacak şey gibi görünmüyordu.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:210)
“Kadehine içkisini koydum. Duygusal bir tavırla, yudum yudum, tadını çıkara çıkara içmeye başladı...
Birdenbire bilmem nereden aklına esti, elinde kadeh, ayağa kalktı; o kör engerek kafasına benzeyen başını, söze
başlayacak bir kimsenin o tatlı gülümsemesiyle bir an sağa sola çevirdi...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:15)
“O sabah okula pek geç kalmıştım, azarlanacağım diye de ödüm kopuyordu. Çünkü M. Hamel bizi
‘participe’lerden <ortaç> sözlüye çekeceğini söylemişti. Ben bu konunun daha ilk sözcüğünü bile bilmiyordum.
Bir an, okulu asıp dağ tepe dolaşmak aklıma esti.”
(A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri-Son Ders”, Cilt:I, sa:13)
“Gruşenka hep aynı neşeli, saf haliyle :
-Yoo, benim melek Küçük hanımcığım, diye yanıtladı; size hiçbir şey vadetmedim ben.
Görüyorsunuz ya sayın Küçük hanım, size karşı ne kötü, ne kadar başıma buyruğum. Aklıma estiği gibi hareket
ediyorum.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:232)
“Yüzümde acı bir gülümseme, düşünüyordum. Adam acaba kaçığın biri mi? Aklına esti, girdi içeri?
Birisi kötü bir oyun mu oynuyor? Ben çok ciddi bir adamım, hayatımda kimseye eşek şakası yapmadım, ama
kim bilir. Binanın ikinci katındayım ve arkam pencereye dönük. Elimi daha telefona atmadan herif beni iki
gözümün arasından vurabilir.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:281)
“ÜMİT - Biz her ne kadar meşalelerin altında fevkalade eğlenemiyorsak da, neşeli günlerde tümüyle
kendi arzumuza bağlı olarak, bazan birer arkadaşla, bazan da yalnız başımıza, güzel kırlarda serbestçe
dolaşacağız, aklımıza estiği vakit dinleneceğiz, canımız ne isterse onu yapacağız...”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:33)
“Eşikte dikilmiş, sevgili oğullarına sarılmak için sabırsızlanan saz benizli, zayıf bir kadın, evin hanımı,
sızlanmaya başladı.
-Aa, şu delinin zoruna bak. Sen hepten mi kaçırdın, be adam? Çocuklar eve yeni geldiler. Bir yıl aşkın
görmedik birbirimizi. Dövüşmek de nerden esti aklına?”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:16)
“Sporculara baktım. Onlar da bizim gibi hayret ediyorlar, yavaşça birbirlerine bir şeyler söylüyorlardı.
Uzun boylu reis, yüksek sesle Latif Bey’e:
-Homongolos... Malum... Aklına esti... Kusura bakmazsınız, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:47)
“... hocalık gururuma yediremediğim için bunu Hoca Kalfa’dan soramıyordum. Mamafih, alay ede ede
Hacı Kalfa’ya bu saygının anlamsızlığını anlatmıştım. Şimdi, aklına estikçe kapımı vuruyor, çekinmeden içeriye
giriyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:118)
“ ‘Rachel benim gibi aklına esince, oradan ayrılamıyor. Sao Paulo’da bir restoranı var: ‘Rachel’in
Yeri’. Şehrin en iyi restoranlarından biri. Gece gündüz orada ve bir hafta uzakta kalırsa tüm müşterisini
kaybedeceğine inanıyor. İşin iyi gitmesi için vazgeçilmez olduğunu düşünüyor, ki bence abartılı bir süşünce…’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:375)
“ ‘Ne komik!’ dedi o günlerin birinde. ‘Sanki kızı benden istiyormuşsun gibi hissediyorum kendimi.’
‘Yeri gelmişken,’ diye aklına esti sonra, ‘neden onunla evlenmiyorsun?’ Öylece kalakaldım. ‘Ciddi
söylüyorum,’ diye üsteledi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69)
“Çevresindekilerce şımartılmış olduğu için ateşli doğasının bütün parlayışlarına ve oldukça sınırlı
aklına esen bütün düşüncelere tam bir özgürlük tanımaya alışmıştı. Fiziksel yeteneklerinin olağanüstü
güçlülüğüne karşın oburluğu yüzünden haftada iki kez sancıdan kıvranır, akşamları da kafayı çekmesin
olmazdı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:11)
“Pitteaux, anneye gülümseyerek:
-Hayır, dedi, Philippe’i bilirsiniz. Aklına eseni, aklına estiği anda yapar. Yemin edebilirim ki dün
gece, bu sabahki hareketini düşünmemişti bile.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:147)
“Mrs. HUSHABYE - Kitap senin değil mi? Durup dururken Othello okumak da nereden aklına esti?
ELLIE - Babam bana Shakespeare’i sevmeyi öğretti.
Mrs. HUSHABYE, kitabı masanın üzerine fırlatarak. - Öyle mi? Baban da insanı çileden çıkarır
doğrusu.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:25)
“POTHINUS - Aklının başından gitmesini mi isterdin? Nasıl olur?
KLEOPATRA - Aklım başımda değilken, aklıma eseni yapardım. Yalnızca Ftatatita’dan dayak
yemek sindirdi beni. Onu da kandırır, gene bildiğimi okurdum.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:118)
“Madem ki ‘Martı’dır bu sandalın adı, öyleyse bağıra çağıra uçacaktır bu gül yüzlü saatlerde. Uçar
gider bu sandal, aklına esmesin yoksa. Aldı mı başını gider beyaz beyaz.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:12)
“Yerde, yarı açık paketin içinden düşmüş, pembe kağıtlı başka bir paket daha vardı.
-Yeni değil ama ısıtır. Cordeiro’nun aklına esmiş bunları getirmek.
Ceketleri denediler, her ikisi de öyle ince, öyle sıskaydılar ki pelerin giymiş gibi oldular.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:148)
“Ze Oroco, tepeden tırnağa iyilik olan adama bakıyordu. Bütün ressamlara yardım ederdi. Birçoklarının
karşılığında ona nankörce davrandıkları söylenirdi. Bir an büyük kelebek boyunbağına baktı, dünyanın en büyük
kelebek boyunbağıydı ve niçin böyle bir boyunbağı taktığını düşündü. Ama yanıt bulamıyordu. Sanatçıların
dünyasında, herkes aklına eseni yapardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:23)
“BASTIEN, tumturaklı bir dille. - Hayır, zenaatımıza güvenerek gitmiyoruz Kanada’ya. Aklıma esti de
bir gün arkadaşıma dedim ki: dün savaş vardı; bugün savaştan doğan borçları ödüyoruz; yarın başka bir bela
çıkaracakar başımıza. Senin anlayacağın, burada dertten kurtuluş yok.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:15)
Aklına geleni söylemek : Kontrolsuz bir şekilde aklına ilk geleni söylemek
“Köyden köye, kentten kente uzayıp giden asfalt yolları mı desem? Kibuts’ları mı, mantar gibi birkaç
yılda topraktan çıkan şehirleri mi? Tel-Aviv’i mi? Çöldeki suni vahaları, fabrikaları mı? Bu kupkuru Israel’i, bu
doğu toprağındaki yüzde yüz batı medeniyetini mi? Şaşırdım. Ve aklıma geleni söyledim.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:47)
Aklına gelmek : Anımsamak; Olacağını önceden bilmek
“Araba çamurların içine daldı. Yolcular, uzakça şehre doğru çekip gittiler. Neden sonra kadının aklına
geldi.
-Ah, dedi, ne eşeğim. Hamalın parasını vermeyi unuttum. Erkekler, kadın, ‘ne berbat bir hava,’ demiş
gibi kafalarını salladılar ve sersemliklerine daldılar. Arabacı atlarına homurdanıyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:24)
“POLİNA ANDREYEVNA (Treplev’in yazdıklarına bakarak.) - Günün birinde gerçekten de yazar
olacağınız kimin aklına gelirdi Kostya! Tanrıya şükür olsun, dergilerden para bile gönderiyorlar yazdıklarınız
için.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:79)
“Büyük amcam kürkünü sırtından sıyırıp ocağın kenarına yaklaşırken:
-Bu da nerden aklına geldi, ihtiyar! diye bağırdı.
-Ağzımdan öyle çıktı, dedi Franz.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:27)
“Oda yarı karanlıktı ve köşede geniş bir karyola vardı. Hasta, bu karyolada yatıyordu, yüzü
kıpkırmızıydı. W.’nin sınıfın en çelimsiz öğrencisi olduğu aklıma geldi. Anası da ufak tefekti. İri kıyım kaleci,
çekingen çekingen duruyordu.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:34)
Aklına gelmemek : Hatırlayamamak, anımsayamamak
“Satıcılar da Anna’ya hep aynı şeyi söylerlerdi. İlkin Thüringerler’in iflasına inanmamışlardı, ama
yavaş yavaş gerçeği kabul etmek zorunda kalmışlardı. Artık alacaklarını istemek akıllarına gelmiyordu. Sırf
bağlılıkları yüzünden geliyorlardı. Burası, eskiden göz kırpmadan para dağıtan bir evdi. Oradan bereket versin
çok kazanmışlardı.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:117)
“Bildiğiniz gibi Kanitz evlenme teklif ettiğinde zaten malikaneyi satın almıştı, bunun için evlenmesine
gerçekten hiç ama hiç gerek yoktu. Tekrar tekrar söylüyorum: Bu gerçek değil. Dostumuzun evlenme teklifinde
hiçbir art niyet yoktu. Yaşlı, küçük bir eksper olarak bu mavi gözlü kızla çıkarı için evlenmek aklına bile
gelmemişti, aksine bu teklif, yoğun duygusallık sonucunda, birdenbire kendi bile tam olarak bilincine varmadan
ağzından dökülmüştü.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:186-7)
Aklına koymak : Zihnine kaydetmek, yapmaya kararlı olmak
“Doğum günü yazımın geçip giden yıllara alışıldık bir ağıt biçiminde değil, tam tersi olmasını daha
aylar öncesinden aklıma koymuştum: Yaşlılığa bir övgü olacaktı bu yazı. Yaşlandığımın bilincine ne zaman
vardığımı kendime sormakla başladım işe, sanırım o günden çok kısa bir süre olmuştu bu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:13)
“Bunu bilmiyor ve bundan da hiçbir şey anlamıyordu; ama, her ne olursa olsun, bu genç kızla mutlaka
evlenmeyi aklına koymuştu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:126)
Aklına parlak bir fikir gelmek : Birinin aklına anide yaratıcı bir fikir doğmak -ki anide doğdukları ve mantık
süzgecinden geçmedikleri için sahibinin pek yararına değildirler“Bay Podgers’di, o şiromantist! Hiç kimse, o şişman sarkık yüzü, o altın çerçeveli gözlüğü, o iğrenç
iğreti tebessümü ve o etli dudakları bir başkasınınki ile karıştıramazdı. Lord Arthur durdu. Ansızın aklına parlak
bir fikir geldi ve sessizce arkadan yaklaştı. Bir anda Bay Podgers’i bacaklarından yakalayıp onu Thames’e
fırlattı. Kaba bir küfür duyuldu, gürültülü bir su sıçraması oldu ve sonra her şey sessizleşti.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Saville’in Suçu”, sa:51)
Aklına takmak : Kafasına birşeyler takılmak, aklından çıkaramamak
“Kocama da öfkeleniyorum bazı. ‘Pilicim, pilicim deyip durma şimdi,’ dedim bir gün. ‘Sinirlendim
zaten,’ dedim... Öyle ya, diyecekse ‘yavrucağım’ falan desin. Öyle etli butlu değilim ki. Birazcık bacaklarımın
üst yanı kalın, o kadar. Onu da epey incelttirdim işte. Daha da incelttireceğim. Aklıma birşeyi taktım mı
yaparım.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
Aklına turp sıkmak : Bu denli budalaca düşündüğünden dolayı aklına şaşarım
“Cemal ellerini hızlı hızlı birbirine sürttü:
-Vay anasını be, dedi, bu tam dağda yolunu kaybetmiş çobanın ısınmak için ay inine girdiği gece. Bu
soğukta vapurun burasında oturmayı akıl edenin aklına turp sıkayım.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:10)
Aklına yatmak, yatmamak : İnanmak, ikna olmak; İnanmamak, ikna olmamak
“İlk başta, bu ona çok güç gelir. Söyleyecek bir şeyi olmadığını düşünür, anlamsızca gevezelik edip
duracağını sanır. Böyle bile olsa savaşçı pes etmez. Sabahtan akşama kadar yüreğiyle konuşur. Aklına yatmayan
şeyler söyler, saçma sapan konuşur.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:33)
“Johannes her yıl, büyük bir orduyla ıssız Babil’e Peygamber Danyal’ın mezarını ziyarete gittiğini,
ülkesinde kanından erguvan kırmızısı elde edilen balıklar tutulduğunu, Amazonlar ve Brahmanlar üzerinde de
eğemenliğini sürdürdüğünü söyleyerek sözlerine devam ediyordu. Brahmanlar konusu Boron’un aklına yatmıştı,
çünkü Büyük İskender, Brahmanları Doğu’ya, düşünülebilecek en uzak yere gittiğinde görmüştü.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:154)
“ ‘... İlk önce ata binmesinden başlayalım... sonra, sizin de bildiğiniz gibi, kendisi dört sanayi
kuruluşunun üyesidir; kayınbiraderiyle birlikte doluya karşı sigorta yapan bir başka sigorta şirketinin de
yöneticiliğini yapmaktadır: Az önce, benim de aklıma yattı...’ ”
(A. Gide, Batak”, sa:23)
“Kızıyla oğulları da Ebanım gibi konuşunca, aklına iyice yattı. Kaç vakittir güttüğü domuzun huyunu
bilmez miydi o? Karşısına bir dikilsin, ‘Kudret’ diye bir bağırsan, hoşafın yağı kesilir, başlardı eskiden
olduğunca titremeğe.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:266)
“Yusuf, ‘Buradan ayrılmanız, bu işin peşini bıraktığınız anlamına gelmiyor efendim,’ diyordu. ‘Sahte
raporun iptal edilmesi için her şeyi yaparız. Ama bunun için sağlıklı kalmanız gerekiyor. Büyük bir mücadele
bekliyor sizi.’
Bu sözler Büyük Hanım’ın aklına yatmış olacak ki, ‘Peki Yusuf,’ dedi, ‘mademki başka çare yok, hiç
olmazsa torunum yerine koyduğum senin evine gidelim.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:26)
Aklından geçirmek, geçmek : Düşünmek, hesaba katmak, tasarlamak
“Soraya’ya boş zamanlarında kendisiyle buluşup buluşmayacağını sormayı aklından geçirmişti. Onunla
birlikte bir akşam, hatta bütün bir geceyi geçirmek isterdi. Ama ertesi sabahı değil. Soraya’yı böyle bir ‘Ertesi
Sabah’la karşı karşıya bırakmayacak kadar iyi tanıyor kendini; buz gibi olacağı, suratını asacağı, yalnız kalmak
için can atacağı bir sabahla...”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:9)
“Muhtemelen aklınızdan geçmiş olan ve yüce bir duygunun anlaşılmasından çok bir hizmetkarın
düzeyiyle bağdaşan saçma sapan varsayımların niteliği ne olursa olsun, hiç şüphe yok ki, sizden bir kitap
istettiğimde, benim kim ve nasıl biri olduğumu bilmeden, yazmış olduğunuz cevabı göndermekle, kendinize
önemli bir kişi havası verdiğinizi zannettiniz.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:403)
“O sırada güneşte parıldamakta olan manzaraya bakarak, hiçbir şey Surrey ve Kent Kontluklarıyla
Londra ve Tunbridge kentlerine bundan daha az benzeyemez, diye geçirdi aklından. Sağında ve solunda kuş
uçmaz kervan geçmez Asya dağları çıplak ve kayalık doruklar halinde yükseliyorlardı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:85)
Aklından (bile) geçirmemek : Hiç (öyle) düşünmemek, aklına (bile) gelmemek
“Pickering, Herney ya da Ekstrom’u bu işe bulaştırmayı aklından bile geçirmemişti, çünkü her ikisi de,
başkanlığı veya uzay dairesini kurtarma potansiyeli ne olursa olsun, herhangi bir aldatmacanın içine girmeyecek
kadar idealist insanlardı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:454)
“Kadın ağlıyordu, çünkü on iki yıl önce ölmüş olan rahmetlisi onu hep döverdi. Rahmetli, karısının
mezarı başında bu bay gibi ağlamayı aklından bile geçirmezdi. Kendisini zayıf bayın ölü karısı yerine koyarak da
kendine acıyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:283)
“Boğazına sarılıp yumrukluyorum, onu Esther’in önünde rezil ediyorum; ya da iyice dayak yiyip onun
için nasıl da kavga ettiğimi, acı çektiğimi Esther’in görmesini sağlıyorum. Saldırgan görüntüler ya da numaradan
aldırmazlık veya toplumsal bir skandal düşledim, ama ‘Bu delikanlıyı yemeğe davet etmek istiyorum’ sözcükleri
asla aklımdan geçmedi.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:83)
“Köylü, asırlardan beri her topraktan almış, toprağa bir şey vermeyi aklından bile geçirmemişti; yalnız,
iki ineğiyle bir beygirinin, kıskana kıskana kullandığı gübresini bellemişti; sonra, işin üst tarafı Allaha emanetti,
tohum, rasgele her toprağa atılıyor, rasgele filizleniyor, filizlenmezse, doğaya sövülüp sayılıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:201)
Aklından çıkarmamak, çıkmamak : Daima zihninde tutmak, unutmamak
“Ama bir başka fotoğrafta, aklımdan hiç çıkaramadığım gözleri ışıl ışıl, karnı şişmiş, ağzı ve burnu yara
ve çıbanlarla kemirilmiş oğlanı görür görmez tanıdım. Kendisini gizemli bir yabanıl hayvana çeviren, yalnızca
dişlerin, damağın ve bademciklerin göründüğü o göçüğü tıpkı bize gösterdiği saflık ve doğallıkla fotoğraf
makinesine de sergilemişti.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:9)
“ ‘İnan bana,’ dedi Rosa Cabarcas, ‘bütün o süre boyunca seni ve kızı bir dakika bile aklımdan
çıkarmadım. Önceki gün döndüm ve ilk yaptığım iş seni telefonla aramak oldu, ama kimse açmadı.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:91)
Aklından çıkmak : Unutmak
“General kızdı:
-Tüh, Allah cezanı versin! Madem çıktı aklından, ne diye tavsiyede bulunuyorsun? Hadi, yıkıl
karşımdan!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:101)
Aklından geçirmek, geçmek : Anımsamak, zihinden tasarlamak
“Kılıcı kazdığım çukura yerleştirdim, çamurla örtüp üstünü düzelttim. Bunu yaparken, geçirdiğim onca
sınavı, tüm öğrendiklerimi ve sırf o eski ve dost kılıç sayesinde gerçekleştirebildiğim tuhaf olayları geçirdim
aklımdan.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:18)
“Soraya’ya boş zamanlarında kendisiyle buluşup buluşmayacağını sormayı aklından geçirmişti. Onunla
birlikte bir akşam, hatta bütün bir geceyi geçirmek isterdi. Ama ertesi sabahı değil. Soraya’yı böyle bir ‘Ertesi
Sabah’la karşı karşıya bırakmayacak kadar iyi tanıyor kendini; buz gibi olacağı, suratını asacağı, yalnız kalmak
için can atacağı bir sabahla...”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:9)
“Gözüm ağrıdığı vakit içine damlatılan kırmızı ilacı... Sevgili Hüseyin’le beraber İstanbul’a gelişimizi...
Evet, bunlara benzeyen daha birçok şey aklımdan geçiyor... Fakat bunların hiçbiri ilk anı değil...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:9-10)
“Bakışlarımız karşılaşıyor. Anlaşıyoruz.
‘Seni ele vermeyeceğim.’
‘Biliyorum.’
‘Bildiğin ne?’ diye aklımdan geçiriyorum.
‘Artık yürüyüş yapmaktan bıktım. Hem kumanda edilmeye de katlanamıyorum. Senden iki yaş büyük
olan herkes sana kafa tutuyor. Sonra da şu tatsız tuzsuz nutuklar, hep aynı şeyler, bir sürü saçma.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:134)
“-Adrien Zograffi!
-Bekleyin bir dakika, Gavrila Baba! diye seslendi Adrien; henüz giyinmemişti.
‘Vay canına!’ diye aklından geçirdi postacı, ‘bizim gezgin kuş dönmüş.’ ”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:5)
“Bitip tükenmez sorunlarından, ilkelliğinden yorulup küçümseyereek terk ettiği ülkesini Avrupa’dan
özlemle ve sevgiyle düşleyen Turgenyev’i ve zarif romanlarını Ka severdi, ama doğruyu söyleyelim: İpek’in
hayalini Turgenyev’in romanında olduğu gibi yıllarca kurmamıştı. İpek gibi bir kadının hayalini kurmuştu
yalnızca; belki arada bir onu aklından geçirmişti.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:36)
“Yarım saat geçti, kız hala gelmemişti. ‘Ancak Torino’da olur böyle şeyler,’ diye geçirdim aklımdan.
Daha önce hiç yapmamış olduğum bir şeyi yaptım, aptal bir kız gibi. Sabahlığımı giyip kapıyı araladım.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:9)
“Sergio, oyuncağını kaptı, 366 numaralı kapıyı açıp içeri girdi. Büyükanne sol kolunda, yüzünde ve
göğsündeki borularla bir sürü alet ve şişeye bağlıydı. Sergio, büyükannenin Robotruck’a benzediğini düşündü.
Robot istilası oynayabiliriz diye geçirdi aklından. Büyükanneye teklif etti ama kadın cevap vermedi.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:10)
“Öteki sürücü yavaş gidiyor, kaç zamandır hasta olan karısını düşünüyor. Onu bir doktora göstermeyi
aklından geçirirken bir de bakıyor ki karşıdan bir araba üstüne doğru geliyor. Arabalar çarpışıyor. Adam başka
bir şey düşünemiyor, çünkü o anda ölüyor.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:7)
“Cebinde bir altın lira ve aşkının kendiliğinde bir parça yağ olduğunu hissettiği sürece, gerçek dünya
onun önüne, oyalansın diye, nezaketle birkaç kemik fırlattığı sürece, bu zevk düşkünü, sanatla -o çatık kaşlı
hayaletle- ilişki kurmayı ya da parmaklarını ciddi bir şekilde mürekkebe bulamayı aklından bile geçirmemiştir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:5)
Aklından silmek : Kendini, zihnini meşgul eden birtakım şeyleri unutmaya zorlamak
“Ansızın kendi şiirine sövdü, ondan müthiş utandı. Bunun şimdiye dek yazılmış en zayıf, en aptalca şiir
olduğunu düşündü. Şiire bir daha bakmaksızın kağıtları küçük küçük parçalar halinde yırttı, yırttı, çöp sepetine
fırlattı. O şiiri bir daha anımsamamak üzere aklından silecekti.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:90)
Aklından uzak tutmak : Etkisi altında kalmamaya çalışmak; unutmaya, anımsamamaya çaba göstermek
“Ölümün kendisinden bile daha korkunç bir şey bu; düşmesnin telaşı ve karmaşası içinde,
katlanamayacağı kadar ağır olan şeylere karşı zihnin kendini uyuşturması sayesinde Pavel’in bundan emin
olmadığına inanmak istiyor. Bütün kalbiyle inanmak istiyor buna. Pavel’in düşerken her şeyi bildiğini aklından
uzak tutmak amacıyla buna inanmak istediğini de biliyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:27)
Aklından zoru olmak : Bunalımlı, deli olmak, aklını yitirmek
“Önceden de belirttiğim üzere, kaşarlanmış bir hilebaz olan ve konuğunun aklından zoru olduğunu
anlayan hancının, bu sözlerden sonra kuşkuları dağıldı; ve o akşamı eğlenerek geçirmek için, Don Quijote’un bu
haline uygun davranmaya karar verdi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:22)
“Rakitin kıpkırmızı oldu.
-Akrabam mı? Gruşenka mı akrabam? diye bağırdı. Sen çıldırdın mı yoksa?.. Aklından zorun var
galiba.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:123)
“İnsanın yaz ortasında çorba içmek için aklından zoru olması gerek, diye düşündü.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman ” sa:120)
“Doktor Freud yumruğunu kaldırdı. Bu herif gerçekten çok oluyordu. Hiç kendisi, ünlü Doktor Freud,
cinsel düşler kurar mıydı? Böyle şeyler, salt ona bunları anlatmaya gelenlere göreydi. Oysa o, sapına kadar
erkekti; bu düşleri yalnız çocuklar ya da aklından zoru olanlar kurardı.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70)
Aklını başına almak : Kendine gelip makul düşünmek, kontrolde olmak
Bk.: Aklını başına devşirmek, toplamak
“MARGHERITA, o da alay ederek. - Çünkü, doğrusunu söyleyelim, hödüğün birisiniz de ondan...
LUNARDO - Hanım, aklınızı başınıza alın!
MARGHERITA - Efendi, üstüme varmayın!”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:20)
“Andy aklını başına alarak:
-Hakkın var. Savcılık veya emniyet müdürlüğü soruşturmaya girecek olursa, böyle bir kadının
bulunması kuşkusuz bizim için daha iyi olur. Fakat evlenmekle ilgisi olmayan bir evlenme işine vaktini vermeye,
para yatırmaya razı olacak kadını nereden bulmalı, diye yanıt verdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:13)
“Bekir Çavuş sözümü kesti:
-Haydi be, sen de... Bu lafları sen başkasına anlat.
Kendimi tutamadım:
-Bekir Çavuş aklını başına al, yoksa kafana bir şey indiririm, dedim.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:152)
“Holmes elini salladı. ‘Böyle işlerle Bay Fields ilgilenir,’ dedi.
‘Lütfen bu tehlikeli meseleyle (Dante çevirisiyle) ilginizi kesin,’ dedi Putnam büyük bir ciddiyetle.
‘Arkadaşlarınızla da konuşun. Akıllarını başlarına alsınlar. Örneğin Profesör Lowell’la...’ ”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:56)
“IAGO - Hem belki tek başlarına zayıf görünen diğer bitakım kanıtları da kuvvetlendirmeye yarar.
OTHELLO - O kadını paramparça edeceğim.
IAGO - Yok, aklınızı başınıza alın: Henüz bir şey yapıldığını görmedik, belki de namuslu çıkar.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:74)
Aklını başına devşirmek : Aklını başına toplamak, mantıklı düşünmek
Bk.: Aklını başına toplamak
“Aklımı başıma devşirince de
Şöyle söylenirim kendi kendime
Bir zaman, o güzel günlerde Doris
Benim için böyle yanıp durmuştu.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Hatırlayış’, sa:62)
“Bir de buyruğunu yerine getirmezsen, seni ne bu köyde, ne bu ahalide barındırır. Bunu böyle bilesin.
Ve aklını başına devşiresin.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:61)
“O sıra, bir İttihatçı’yı evden aldılar mı, bilen bilmeyen: ‘Herif yağlı ipe gitti,’ diyor. Bizim hatunun
aklına da önce ip gelmiş, as kalsın yüreğine iniyormuş. Bereket Zeynep kızım tokatı yapıştırmış da kızın aklını
başına devşirebilmiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:283)
Aklını başına getirmek : Yanlış ya da aptalca bir iş yapacakken ona doğru yolu göstermek; Bunalımdam
çıkartmak
“Onu deli ettim, böylece de aklının başına gelmesini sağladım. Benden yanıt almak için anımsamaya
başladı. Pek bir şey çıkmadı bundan, fazla bir şey anımsamadı, ama havaya kalkmış balta gözünün önüne geldi,
düşünde de tekrar tekrar görmüştü olayı.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:97)
“ ‘Melanie okulu bırakıp işe girmek istiyor. Bu çok büyük bir hata, üniversitede üç yıl okudu, dersleri
çok iyiydi, şimdi de okulu tamamlamadan bırakıyor. Acaba Profesör, onunla konuşabilir misiniz, aklını başına
getirmeye çalışabilir misiniz?’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:45)
“Ciddi değildi kuşkusuz. Onun aklını başına getirmek için başvurulmuş kurnazca bir oyundu.
Nessim’in kafası o an hemen duruldu, kararsızlık bulutları değildi.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:245)
“ROSA - (Lucia’ya) Hadi, hadi, sakinleşmesi için tekme at! (Lucia da aynı şekilde tekme atar!)
ANTONIO - Hey, deli misiniz siz? Ayyy... yeter!
ROSA - Senin iyiliğin için yapıyoruz, bir tekme tokat insanın aklını başına getirir.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:61)
“Bütün bunlar bir saniyede olup bitiyor, sonra... Sonra şu ikisinden biri oluyor; çılgınlık ya da aklın
başa gelmesi..... Gürültüyü işittiğim, tepeme başımı hafifleten darbeyi yediğim, iki elimle döşemeyi yokladığım
anda, gözümün önünde, birbiri ardına, kocaman kara gövdeleriyle göğü kaplayan iki kuşun çabucak geçtiğini
gördüm; bunlar yalnızca dengemin bozulması yüzünden kararmış ve kocaman görünen iki serçeydi. Ama onların
geçişi, aklımı başıma getirmeye yetti.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:177)
Aklını başına toplamak : Kendine gelmek, usunu kullanarak hareket etmek, ciddi olmak
“Yine de, eğer o benim karım olsaydı, sürükleye sürükleye geri getirir, aklını başına toplasın diye de bir
güzel benzetirdim.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:63)
“ ‘Ulan şimdi memlekette kanun var. Her iş kanunla. Kanunsuz bir şey görüyor musun sen? Gübrenin
bile kanunu var. Aklını başına topla Kara Bayram, köylü milleti kendi keyfine yaşmayacak bundan kelli.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:89)
“ ‘İş işten geçmeden aklınızı başınıza topladığınız için çok sevinçliyim. Ne var ki savaşlar bağırıp
çağırmakla, kuru gürültü yapmakla kazanılmaz. Deminki onaylayıcı davranışlarınızdan, benim komutam altında
savaşmaya hazır olduğunuz sonucuna vardım.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:122)
“ ‘Benden asıl istediğin ne? Beni kudurtup çileden çıkartmak, polise gidip seni ihbar etmemi sağlamak
mı? Petersburg’dan niye ayrılmadın? Aklını başına toplayıp buradan kaçmaktansa Kudüs önündeki İsa gibi
davranıyorsun, seni cellatların eline teslim edecek eşeği bekler gibisin. Benim bu eşeğin rolünü oynamamı mı
bekliyorsun?”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:209)
“-Paydos, bir daha içki içmeyeceğim!.. Asla! Aklımı başıma toplama zamanı çoktan geldi. Çalışmalı,
insanlara hizmet etmeliyim. Aylık almasını seviyorsan namusunca, bütün gücünle, vicdanının sesini duyarak
çalış...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:146)
“TOGNINO - Merak etmeyin, ben ağzımdan bir şey kaçırmam.
ROSINA - Aklınızı başınıza toplamak sırası geldi artık.
TOGNINO - Aklını başa toplmak ne demektir?
ROSINA - Ciddi olmak, çalışmak, hekimlik mesleğini iyi öğrenmek demektir.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:92)
“Ben daha kavga başlar başlamaz korkmuş, sobanın üstüne sıçramıştım. Oradan Yakov dayının
kanayan yaralı yüzünü yıkamaya çalışan büyük annemi seyrediyordum. Dayım ağlıyor, tepiniyor, büyükannem
ise tedirgin bir sesle:
‘Lanet herifler! Vahşi soy! Aklınızı başınıza toplayın!’ diye söyleniyordu.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:17)
“Ürkü anlarıysa hep çok kısa, ürkü anlarından çok sanki gerçek değilmiş duyguları bunlar, birkaç
saniye sonra geçiyor yine herşey; hele yanımda biri varsa, karşısındakine az önce babalık etmiş gibi, aklını
başına toplayarak, hemen onunla ilgilenmeye koyuluyor insan.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:11)
“NEUWIRTH - Bir aksilik mi var?
YARDIMCI - Müdür size kendisi anlatacak. Ben yalnızca şunu rica edeceğim. Lütfen, aklınızı
başınıza toplayıp, müdürümüzü anlamaya çalışınız..... Dikkatli olalım; ne müdürümüzün, ne kurumumuzun, ne
de herhangi birimizin başı belaya girmesin. Benden bu kadar... Önünde sonunda hepimiz yetişkin insanlarız, öyle
değil mi?”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:29)
“Peavineli’ler cebimde bir parça çikletten başka bir şey bırakmamışlardı. Bunu da beni öldürmek
istemediklerinden almamışlardı. Çikleti ağzıma götürdüm, rayların kenarında bir kalas yığınının üzerine oturarak
aklımı başıma toplamaya, derin görüşümü kazanmaya çalıştım.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:104)
“Eleştirecek bir yanını bulamadığımız, o hep gülümseyen ve çevreyi umursamadan rahat insanlara
duyulan kıskançlıktı bu! ‘Aklını başına topla,’ diye uyardım kendimi.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:139)
“Hem, yüz yaşına kadar yaşıyabilirsin; hatta belki de yurdun en yaşlısı sen olacaksın! O zaman dergiler,
gazeteler isim günlerinde fotoğrafını basacaklar ve altına şu cümleyi yazacaklar: ‘Hafızası hala yerinde.’ Bütün
bunlara bir emekli aylığı. Haydi aklını başına topla da günaha girme.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:10)
“Çileci elinin beş parmağını uzattı, dizime dokundu ve beni dürttü:
-Uyan, oğlum! Ölüm seni uyandırmadan uyan!
Ürperdim; cesaret bulmak için tekrar:
-Gencim! dedim.
-Ölüm gençleri sever, cehennem gençleri sever; hayat yanan küçük bir mumdur, kolay söner, aklını
başına topla, uyan!”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:214-5)
“EVE - Hayır anne! Burasını değiştiriyorsunuz. Bakın, böyle herkesin içinde bunu söylemekten çok
üzülüyorum, ama yemin etmedim, hiçbir şey için yemin etmedim.
ADAM - Çocuklar, aklınızı başınıza toplayın!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:39)
“CHRISTOPH - Mükemmel bir öneri!..... İşte gidiyorum, ne kadar itaatli olduğumu şimdi görürsünüz.
YOLCU - Aklınızı başınıza toplayın! Bunun yerine gidip atları eğerleyin ve eşyaları toplayın. Daha
öğleden önce yola koyulmak istiyorum.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:26)
“Her adam övünecek bir olay biliyordu. Herkes şaşırtıcı durumlarda aklını başına toplayarak parmak
ısırtan bir ataklıkla bir haydutu korkutmuş, şaşırtmış ve kıskıvrak bağlamıştı.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Yolculukta”, sa:77)
“Scarlett ‘beni çocuk yerine koyuyor’ diye düşünürken, öfke ve üzüntüden boğuluyordu. ‘Yediğim
dayağı unutmam için bana yeni bir oyuncak önerirse her şeyin düzeleceğini sanıyor,’ diye düşündü.
-Hayır! Böyle tehdit eder gibi suratını asma’ dedi Gerald. Aklını başına topla ve Stuart ve Brent
Tarleton’lardan biriyle evlen. Bunu iyi düşün kızım.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:53)
“Çabucak yerine atlayarak hayvanları, evinin önüne varıncaya kadar, var güçleriyle koşturdu. Çünkü
şeytanın oyununa gelmiş olmaktan başka bir şey düşünemiyordu ve aklını başına toplamazsa yaşamının
tehlikeye gireceğini sanıyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:119)
“FALSTAFF - Bana mı söylüyorsun karardı, morardı diye? Ben kendim yediğim dayaktan,
gökkuşağının ne kadar rengi varsa hepsini sıraladım. Az kalsın Bradford cadısı diye yapışıyorlardı yakama.
Aklımı başıma toplayıp, zararsız bir ihtiyar kadın taklidini mükemmel becerdim de kurtuldum bereket. Yoksa
güvenlik görevlisi olacak herif büyücü diye deliğe tıktığı gibi, kastıracaktı bacaklarımı cendereye.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:123)
“MANGAN, kendini koltuğa atar. - Başım çatlıyor! Beynim duracak. Yardım et bana. Aklımı başıma
toplayayım. Ne olur başımı tut da ovuver azıcık. Başım kazan gibi.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:65)
“Bu üç kişi, hayatın, genç bir adamı sonunda ne hale getirdiğini, ‘her bakımdan coşkun ve heyecanlı
olan delikanlının nasıl yavaş yavaş her şeyden bıktığını ve aklını başına topladığını’ (Henri Beyle’in kendi
hayatı ile ilgili düşüncesidir bu) sembolik bir şekilde göstermektedir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:190)
Aklını başından almak : İnsanın dikkatini son derece çekmek, şaşırtmak
“Kahvaltıyla öğle yemeği arasında büyükbabamın haftalık yevmiyesinin üç katını havaya savuranlar,
benim gibi yaşlı bir adamın aklını başından alıp oğlunun bürosunu it gibi koklamama yol açan bir koku
bırakanlar ne biçim insanlar?”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:15)
“Hayır, hayır, hangi kötü edebiyat aldı aklımı başımdan, artık kızışmış bir ergin değilim... Onu bir
zamanlar olduğu gibi sade ve aşık olduğum o haliyle isterim, sarı bir ceketin yukarısında bir yüz göretim yeter.”
(U. Eco, “Kraliçe Loana’nın Gizemi”, sa:433)
“Zavallı ben! Onun insanın aklını başından alan bu halini gördükçe uğrunda yalnız Epaminonda’yı
değil, anamı babamı da öldürebilirdim.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:55)
“Ama, yazmaya koyulur koyulmaz, mizacımın sertliği aklımı başımdan aldı, rüzgarın bir tüyü alıp
götürdüğü gibi. Sevinçten çatlıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum mutluluğumdan.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:5)
“Bu olanlar yüzünden mahkum, gezgin’in verdiği emri unutmuştu; dişli çarklar aklını başından almıştı;
her seferinde birini yakalamak istiyor, bir yandan da askeri yardıma çağırıyordu.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:66-7)
“Her yarıküresi kösnül bir cennet; neredeyse ayırt edilemeyecek bir inişle baldırlarının sert sütunlarını
taçlandırarak insanın aklını başından alan bir siyahlık, beyazlık ve ipeksilik ormanında yitip giden bir yarıkla
birbirinden ayrılan iki yarım küre.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18)
“Katı ticari yağ yerine şekerkamışı melasına bulanmış bedeniyle yedi karış boyundaki bu Habeş kızı,
insanın aklını başından alacak, inanılmaz güzellikte biriydi. İnce uzun burnu, yusyuvarlak kafası, çekik gözleri,
sapasağlam dişleri ve Romalı gladyatörlere özgü ürkek tavırları vardı.”
(G.G. Marquez, “Aşk ve Öbür Cinler”, sa:13)
“Ey Felek bir derde düşürdün beni
İşim, gücüm aldın kar senin olsun
Aklım baştan alıp şaşırdın beni
Terkettim namusu, ar senin olsun”
(Ar: Şeref, utanma hissi)
(Tokadlı Nuri-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:491)
“-... Evde herkes sinirliydi, kimi portakal suyu içiyordu, kimi evden dışarı çıkıyor, kimi mutfağın
kapısını açıp dünyanın gürültüsünü çıkarıyordu.
-Hımmm...
-Öyle bir gülümsemesi var ki -diye devam ediyordu- öğretmen hanım- her kadının aklını başından
alır. Benimle bir konuşuyor, o gülümsemesiyle yiyor adeta.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:109)
Aklını başından uğurlamak : Aklını kaçırmak, delirmek
“BEŞİNCİ TÜFEKLİ - Ula Mahmud delidir köyden çıka? Hemi de kimseye ses etmeden? Hepiniz
aklınızı mu uğurladınız başınızdan? Hayal görmüşseniz, hepsi budur.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:68)
Aklını bozmak (ölümle, parayla, şununla bununla) : Zihni saplantılı bir şekilde o konuyla meşgul olmak
“2. KONUŞMACI - Ne tür bir ruhsal gerilim ortamında yaşadığımızı görmüyor musunuz?
Başımızdaki belediye üyeleri yüzünden! Ölümden başka bir şey düşünmüyorlar..... Yöneticilerimiz akıllarını
ölümle bozmuş kişiler, saplantılı sinir hastaları.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:216-7)
Aklını çelmek : Vazgeçtirmeye çalışmak, fikrini değiştirmeye zorlamak, ayartmak, kandırmak
“Kitap alışverişi, ilişki kurmaya yaramıyor. Edebi yenilikler ise zaten ender olarak verimli. Bunun için
bnu ‘derviş’leri arayıp bulmak, ‘insanlardan kaçan bu kişinin’ (kendisini kastediyor) kendisine düşüyor. Başarısı
için bizim de gerçekten gayretle çalıştığımız Aristodem’in temsilindenberi, benim aklımı çelmeye çalışıyorlar.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:244)
“BERENGER : İçinde kalmış bir istek olmalı. Demek gizli kompleksleri varmış. Ruhsal tedavi
görmeliymiş.
DUDARD : Bir geçiş bile olsa, bu da bir göstergedir. Herkes kendini yüceltmek için bir yol bulur.
BERENGER : Birileri aklını çelmiştir, eminim.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 4 - Gergedanlar”, sa:95)
“Durmuş Ali kızdı.
‘Bana bak avrat,’ dedi, ‘Allahını dinini seversen karışma bu işlere.’
Kadın:
‘Durmuş Ali! Aklını çelme oğlanın. Yapacağını yapsın.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:241)
“Sonuçta bu yöntem enstitümüzün bazı yöneticilerinin aklını çeldi. Hatta yeni araştırmacılar işe
alınacağı zaman yapılan mülakat(lar)ın zorunlu sorunlarından biri oldu: ‘Söyleyin bakalım Kim! Burnumun
ucunda Asya’nın -veya Avrupa’nın veya petrolün veya nükleer enerjinin, vb. geleceğine ilişkin çok önemli bir
şey duruyor ve ben onu göremiyorum. Nedir bu, söyleyebilir misiniz?’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:144)
“Gordon kendi göğsünün altında, sıkı, yuvarlak, küçük göğüsleri hissediyordu. Rosemary başını
kaldırıp ona baktı, kaşlarını çatmıştı, ama nerdeyse ağlayacaktı. Onun ters, mantıksız, zalim olduğunu
düşünüyordu. Ama bedensel yakınlıkları Gordon’un aklını çeldi. Şu anda aklından geçen tek şey iki yıldır
Rosemary’nin kendisine evet demediğiydi.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:137)
“Rüzgar yoktu, köy uyuyordu, yalnızca bir yerlerde köpekler havlıyordu. Oreste’nin gecesiydi bu.
Giacinta’yla ilgili her şeyi anlattı bize. Ay batıp horozlar ötmeye başladığında, ‘Tanrım, benim de aklımı çeldin,’
dedi Pieretto.”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:88)
“PERDE I, SAHNE I
SHALLAW - Aklımı çelmeyin, sir Hugh. İşi Yıldız Mahkemesine vereceğim. İsterse yirmi tane sir
John Flastaff çıksın karşıma, Şakaya gelmez Robert Shallow cenapları...
SLENDER - Gloucester kontluğunun sulh yargıcı...”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:7)
“Selam size, küçük adanın garip sakinleri, susun da beni dinleyin. O bomboş hükumet bültenlerini
ezberleyip kafalarının çocukça saflığını koruyan siz erkekler, kulak verin bana. Süslenip püslenerek erkeklerin
aklını çelen ama kendi aklından geçenleri açığa vurmayan….. siz kadınlar, sözlerimi yabana atmayın.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19)
Aklını izne çıkarmak : Aklı başında olmamak, kaçırmış olmak
“Bu tür tümceler asil beyimizin aklını izne çıkarmıştı; bunların anlamını sökmek için düşünüp
duruyordu, fakat yeniden dünyaya gelse, Aristo bile bu sözleri duyunca ne yapacağını bilemezdi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:12)
Aklını kaçırmak : Akli dengesini yitirmek, deli olmak
Bk.: Aklını oynatmak
“IZZY - (Çıkan kargaşaya gayet kayıtsız, kendini müziğe kaptırmış, gözleri kapalı, hiç istifini
bozmadan çalmaya devam etmektedir. Sonra ADAM’ı görürüz; sağ elinde bir silah tutmuş, ayakta güçlükle
durmakta ve aklını kaçırmış gibi bakmaktadır.)
ADAM - Nancy! Nancy! Tanrı böyle istiyor, Nancy! İkimiz de cehennemde yanacağız, Nancy! Sen,
ben ve Tanrı - hep birlikte!”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:18)
“Aklını kaçırmak. Bu başına gelenleri tanımlamak için en doğru sözcükler bunlardı belki de. Tüm
iradesini toparlayarak ayağa kalktı, tuvaletlere doğru yürüdü.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:120)
“Layev:
-Petya, iki gözüm, diyor. Benden pes! Öyle yoruldum ki, beş dakika sonra yatağa girmezsem ölüm
çıkar.
-Ne, yatmak mı dedin? Sen aklını kaçırmışsın, arkadaş! Yağma yok, önce yemeğimizi yiyeceğiz,
kırmızı şarabımızı içeceğiz, sonra da istediğin kadar uyu!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:105)
“Dimitri Fedoroviç sabit bakışını kardeşine dikerek, ağır ağır,
-Korkma, aklımı kaçırmadım, dedi. Seni bile bile gönderiyorum, mucizeye inancım var.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:185)
“ANTONIO - Çünkü korktum. Birden karşımda sorguya çeken polisi düşündüm..... sonra terörle
mücadele dairesi başkanı general Carlo Alberto gelir ve bana da pişmanlık duyan teröristi oynamak düşerdi!
LUCIA - Haklısın, insan aklını kaçırabilir. Bu arada, Antonio, seni kimin kurtardığını biliyor
musun?”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:18-9)
“MARTA, gelir. - Sayıklıyor garibim... ölmek üzere..
MAMA - Aklını kaçırmış, neler söylüyor?
GENÇ - Atın kıçını açıp... ‘içeri giriyorum’ dedi... sonra ‘hayır şöminenin içine’ dedi... ‘düdüğü çal’
dedi, ama ben çalmadım ki...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:77)
“MEPHISTOPHELES - Bana da bir şeyler oluyor!.... Bu son derece sevimli yavruları, adeta zevkle
seyrediyorum. Beni böyle ne alıkoyuyor ki, onlara lanet okuyamıyorum?. Eğer ben de aklımı kaçıracak olursam,
bundan sonra artık kime deli denebilir?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:324-5)
“ ‘Dünkü coğrafya dersinde. Öğrenciler sömürgecilik üzerine bir ödev yapmışlardı. Siz, oğlum Otto’ya,
zencilerin de insandan sayıldığını söylemişsiziz. Ne demek istediğimi anlamışsınızdır elbette!’
‘Hayır...’
Gerçekten anlamamıştım. Adam soru dolu bir bakışla beni süzdü. Aman Ya Rabbi, herif aklını
kaçırmışın biri olacak!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:18)
“Aklımı kaçırmak üzere olduğum ikinci olayda, sevdiğim yerde, bu avludaydım; taşlara sırtüstü
uzanmış, ayaklarımı duvarın en yüksek yerine dayamış, gözlerimi gökyüzüne dikmiş, bir saattir kim olduğumu
öğrenmek için adımı yineliyordum durmadan.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:177)
“Beni mahzun görmediğine şaşırdı.
‘Ne yapacaksın? diye sordu. ‘İbrail’e neden gittin ve neden tekrar Köstence’ye döndün? Sen aklını
kaçırmışsın! Haberin olsun. Regina Oteli artık seni istemiyor.’
Ve beni bekleyen geleceği düşünerek sızlanmaya başladı.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Dostlukla”, sa:47)
“O dönemde aklımı nasıl kaçırmadığıma şaşıyorum hala! Ne de çok halis altın saçılmıştı yerlere! İşte
bütün eserlerimi ve mektuplarımı böyle yazdım ben. Tarih boyunca acaba benim kadar talihsiz bir yazara
rastlanmış mıdır hiç?”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:7)
“Yaşlı hanımım hastalandı, zavallıcık; sevgili oğlu duymuş. Başrahip’ten otlar üstüne epey şeyler
öğrenmişti, böylece onu iyi etmek için eve geldi. Artık ayrılmayacak buradan, görürsün bak. Nereye gider ki?
Aklını kaçırmadı ya? Çölde açlık, susuzluk, secde etmek ve Tanrı var. Burada, yiyecek içecek, kadın olduğu gibi
Tanrı da var. Her yerde var Tanrı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:187)
“KAMAROT, acılıkla. - Kuzeyden başka hiçbir tarafa bakmaz... Gözleri sadece buz olan tarafa
çevrilidir. Duru su görmek istemiyor. Bütün düşündüğü, yağı ele geçirmek..... (Başını sallayarak.) Bana kalırsa
adam aklını kaçırmak üzere.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:11)
“Böyle sürüp gitti ve bir gece de Sara da Conceiçao evi terk edip bir daha da geri dönmedi. Gün ışırken
onu köyün dışından da buldular, aklını kaçırmıştı ve sanki hala yaşıyormuş gibi kocasıyla konuşuyordu. Ne acı.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:94)
“Aklını kaçırıyor olmalıydı, çünkü ne kadar zor hareketler yapsa, onları yinelemek için o kadar o kadar
büyük bir istek duyuyordu içinde. Kendini tutamadı. Peş peşe, hiç durmadan altı takla atıverdi. Yere oturmuş,
içinden gelerek kahkahalarla gülüyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:66)
Aklını karıştırmak : Zihnini bulandırmak, şaşırtmak; Aklı altüst olmak
“ ‘Bu uzun bir hikaye. Tokyo’da bir barda oturan Hans ve Fritz hakkında konuşmaktan başlayıp
gerçerkten olduğumuz kişi olabilmek için düşündüğümüz kişi olmayı unutmamız gerektiğini söyleyen Moğol
göçebeyi anlatarak devam edebilirim.’
‘Aklımı karıştırdın.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:275)
Aklını kaybetmek : Ruhsal dengesini kaybetmek, deli olmak
Bk.: Aklını kaçırmak
“Mezarcılar o ağır tabutu omuzladılar, birkaç kişiden ibaret olan cenaze alayı da tabutun arkasından
çıktı. Haham da bunların arasındaydı. Yüzünde şaşkın, gülümser bir hal vardı. Aron görünürde yoktu, hala
ortaya çıkmamıştı. Ezra:
-Şehirden kaçmış olsa gerek, diyordu. Neomi:
-Şu dertler bitsin, ben onu bulur getiririm, dedi. Hoş, bulunmazsa ne olacak yani? Haham aklını
kaybetti, Lea da gitti.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:257)
Aklını kiraya vermek : Şaşkın olmak, ne yaptığını bilmemek
“KEBİK - Ula sen delirmişsen? Aklını yitirmişsen, yoksa kiraya vermişsen.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:59)
Aklını kurcalamak : Zihnini meşgul etmek
Bk.: Aklını çelmek
“Gerçek Detektif dergisinin sadık bir okuyucusu ve hiçbir ayın sayısını kaçırmamaya özen gösteriyor.
Şimdi zamanı da bol, yeni sayıyı baştan aşağı okuyor, hatta arka sayfalardaki küçük ilanları ve reklamları bile
okumaya zaman ayırıyor. Çete savaşçılarıyla gizli ajan hikayeleri arasına gömülmüş küçük bir haber Mavi’nin
aklını kurcalıyor ve dergiyi okuyup bitirdikten sonra bile bunu düşünmeden edemiyor.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:14)
“Rahip:
‘Aklınızı kurcalayan şeyi biliyorum,’ diyor. ‘Pencerelerde oturup kuklaları boyayan ve bana selam
vermeyen çocukları düşünüyorsunuz.’
‘Öyle, o çocukları da düşünüyorum.’
‘Anladığıma göre, düşüncelerinizi sezmem sizi şaşırtıyor. Fakat bunu anlamam için o kadar kafa
yormaya ihtiyaç yok. Zira bizim köy öğretmeni de gezdiği yerde sadece bu çocukları görür.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:54)
“Scarlett onunla konuştuğu zamanlarda çoğunlukla olduğu gibi öfke dalgalarının kabardığını hissetti,
ama onun terbiyesizce sarf ettiği sözlerine de gülmek istedi.
-Bu kadar gülünç ve hayasız olmayın!
-Aklımı uzun zamandanberi kurcalayan bir konuda merakımı gidermek ister misiniz? Kendilerine karşı
ne aşk, ne dostluk, ne de saygı duymadığınız bir kişi ile evlendiğinizden dolayı zarifliğinizi rizikolu bir sınavdan
geçirmediniz mi, ya da bir tiksinti duymadınız mı?’ ”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:798)
“Sevincin farklılığı üzerine söyledikleri o aylarda hep aklımı kurcaladı. Sabahları şafakla uyanmayı
öğrenmiştim, uyanınca kendimi her sefer yeni bir ruh halinde buluyordum. Kendimi neşeli hissediyordum.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:253)
“Bu mesele aklımı çok kurcaladı. Bir türlü altından çıkamadım. Keyfim kaçmıştı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:261)
“Ama aklını kurcalayan düşüncelerde, başka bir savaşın parmağı vardı. Kendini daha yakından ve daha
acımasızca ilgilendiren bir savaştı bu. Üç kızkardeşin, kendisine kargı gibi uzanan parmaklarıydı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:160)
“Çoğu zaman kağıt en hayati tümcesinin tam orta yerinde koyu kahverenginde dağlanmıştı. Biz tam
tarihçilerin yüz yıldır aklını kurcalayan bir gizi aydınlatacağımıza inanırken, belgede içinden parmak geçecek
büyüklükte koca bir delik vardı. Geride kalan kömürleşmiş kırıntılardan eksik püksük özetimizi oluşturmak için
elimizden geleni yaptık.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:85)
Aklının terazisi bozulmak : Akli dengesini kaybetmek
“ELLIE - İyi ama yaşlı bay bana kendi eliyle çay yapacağını söylemişti.
GUINNESS DADI - Allah iyiliğinizi versin! Niçin gittiğini unutmuştur bile. Aklının terazisi bozuldu
artık.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:10)
Aklının (kenarından, kıyıcığından-kıyısından, köşesinden) ucundan bile geçirmemek :
gelmemek, hiç de olası değil
Aklına hayaline
“Kırmızı defterine daha çok şsy yazabilmek için yemek faslını atlamaya başladı, ancak artık
dayanamayacağını hissedince yiyordu. Ama zaman giderek azalıyordu ve bir süre sonra, karanlık çökmeden
ancak bir iki lokma alabilir hale geldi. Işığı açmak aklının ucundan bile geçmiyordu, çünkü onun orada olduğunu
çoktan unutmuştu.”
(P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:141)
“ ‘...Dava önümüzdeki ilkbahar sonuçlanınca Hélene özgür olacak ve yeniden evlenebilecek. Bu, onun
için iyi bir şey ama evleneceği adamın Rudolph olması aklımın köşesinden geçmezdi.’ ”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:137-8)
“Sophie gülümsedi ve kanapeden kalkıp bebeği içeriki odaya götürüdü. Meşe ağacından büyük bir
dolabın önünde durdu, kapağının mandalını kaldırdı ve ardına değin açtı. İşte burada, dedi. Dolap rafları kutular,
klasörler, dosyalar, defterlerle ve göreceğimi aklımın ucundan bile geçirmediğim daha bir sürü şeyle dolup
taşıyordu.” ..... “ ‘Ya müsveddeler?’ ‘Onları atarsın sanmıştım. Birinin çıkıp da onları ciddiye alabileceği aklımın
ucundan bile geçmedi.’ ”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:16;122)
“Ve yarın gerçekten yaşayacağınız şeyi o sırada düşlemeye koyulmuşsunuz, bunu bu denli çabuk
gerçekleştirebileceğiniz aklınızın ucundan geçmezdi, günün birinde gerçekleşmeyi tasarlamış falan da değildiniz
henüz, belki çok uzak bir gelecekte olabilirdi bu, Cécile’in hevesine kendinizi kaptırarak hayal kurmak hoşunuza
gidiyordu o anda...”
(M. Butor, “Değişim”, sa:140)
“Bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. O vakit anladım ki, bütün bu zaman
içinde, kendi kendimle konuşmuşum. O vakit, anacığımın cenazesinde hastabakıcı kadının söylediklerini
anımsadım. Hayır, çıkar yol yoktu ve kimse hapisteki akşamların ne olduğunu aklının köşesinden geçiremezdi.”
(A. Camus, “Yabancı”sa:79)
“Birlikleri, Avrupa’nın büyük bir bölümünü eğemenliği altında tutuyordu ve yenilgiyi kabul etmek,
Hitler’in aklının ucundan bile geçmiyordu. Ancak Hitler, kendisinden doğrudan emir bekleyen kitlelerin
karşısına çıkmaya alışkındı, bu kitleler ise çok belirli türden kitlelerdi.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:107)
“Basılı sayfaların geceki uzun dostluğunun ardından gözlerimi yeni bir güne açtığımda, kendimi bir
önceki gün aklımın köşesinden bile geçirmediğim, yepyeni bir düşünme gücü kazanmış olarak bulduğum çok
oldu.”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:199)
“... Amerikalı kendi ülkesinde dolar, Alman kendi ülkesinde mark, Fransız da kendi ülkesinde frank
harcarken ve bunun aksini de aklının kenarından bile geçirmezken, nasıl oluyor da benim ülkemde bizzat Devlet,
vatandaşını yabancı paradan medet ummak zorunda bırakıyor?”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:67)
“Özellikle sanat gibi, her zaman yoruma açık bir alanda herhangi bir tartışmaya bir öğrencinin
öğreticinin aklının kenarından bile geçmeyen bir bakış açısı kazandırması, her zaman gerçekleşebilecek bir
olasılıktır...”
(A. Cemal, “Sanat Üzerine Denemeler”, sa:143)
“Bir Sabahattin Eyuboğlu’yla, Azra Erhat’ın hümanizmlerinin potasında yoğrulmasaydım eğer,
Zweig’ın Erasmus’unu ve Montaigne’ini asla çeviremeyecektim. Necatigil’in Venedik’te Ölüm’ünü ve Malte
Laurids Brigge’nin Notları’nı okumasaydım, Ingeborg Beachmann’ın Malina’sını çevirmeyi aklımın köşesinden
bile geçirmeyecektim.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:208)
“İşler Maria’nın düşündüğü gibi yürürse (‘pozitif düşünmek’ üzerine bir kitap okumuştu, kafasına
koyduğunu yapamayacağı aklının ucundan bile geçmiyordu), dönüşünde orkestrayla karşılarlardı onu, hatta bir
meydana adının verilmesi için vali bile ikna edilebilirdi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:49-50)
“Adam geri çekiliyor. ‘Doğru değil bu!’
‘Acı çekiyordunuz. Yalvarıyordunuz.’
Adam geri çekiliyor: ‘Doğru değil bu!’
‘Muhtaç durumdaydınız. Utanılacak bir şey değil ki. Ama artık bitti. Devam etmenizin size bir yararı
olmaz, bu şekilde kullanılmamın da bana yararı olmaz.’
‘Kullanılmak mı? Ben seni kullanmıyorum. Aklımın ucundan bile geçmedi!’ ”..... “’Beni ilk
gördüğünüzde günün birinde oturup birlikte uygar bir biçimde çay içeceğimiz aklınızın köşesinden bile
geçmemişti, değil mi? İşte içiyoruz ama!’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:69;103)
“ ‘Ricada bulunmak mı?’
‘Evet. Örneğin eski görevinize geri dönmeniz için.’
‘Böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi. Üniversite kapandı benim için.’
‘Çünkü yürüdüğünüz yol, Tanrı’nın sizin için uygun gördüğü yol. Biz buna karışamayız.’
‘Anlaşıldı.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:201)
“Büsbütün çarpılan bir gülümseme ile,
-Eh yeter, dedi. Ne gülüyorsun? Sana pek bayağı geliyorum, değil mi?
-Yo, bu aklımın kenarından bile geçmedi. Zekisin ama…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:121)
“Doğrusu bunu beklemeliydim. Ama aslında bekliyor muydum? Hayır. O derece egoisttim, insanları
öyle hiçe sayıyordum ki Liza’nın bunu yapacağı aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Buna dayanamadım. Bir
an sonra deli gibi giyinmeye başladım. Elime geçenleri bakmadan sırtıma geçirerek Liza’nın peşinden dışarıya
fırladım.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:144)
“BİRÇOK NEHRİN AKTIĞI KORULARDA
Birçok nehrin aktığı korularda
bel vermeyen tepelerle
çocukluğumuzun tarlaları arasında,
--------------------------------------------------------ve gün boyunca
sabahın ilk ışıkları gibi
o koyu gölgeleriyle
gökyüzünü
karartan
o sayısız sabahların ışıdığı zamanı,
hani ne düşleyebildiğim
ne de aklımın köşesinden geçen
o alaycı kargaların
kurumuş ağaçların dallarından
havalanıp
çığlıklarıyla baharı ve her şeyi
sorguladıkları bu derbeder günü”
(Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.05)
“İşte bu aşamada, inanılmaz bir tuzak kurulur. Bu kararla ilgili tutanakları okuyunca gözlerim faltaşı
gibi açıldı. İtalya’da böyle bir oyunun oynanabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:79)
“Aklımın ucundan geçirmediğim bir manzaraydı bu! Düşmanım benden kaçıyordu. Şeytanım benden
korkmuştu! Bu sevinç ve şaşkınlığın iliklerime kadar işlediğini hissettim.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:58)
“ ‘... Zamanın düşüncesine pek ala da karşı durabilir ve bir ekmekçi tarfından hapse tıktırılmaya
katlanabilirdim. Yerimi de bırakabilirdim. Fakat gitmek istemiyorum. Tam emekliliğimi elde etmek için yaş
sınırını beklemek niyetindeyim!’
‘Ne parlak düşünce!’ diye aklımdan geçirdim.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:20)
“İdris de en az halktan biri kadar hayrandı:
-Yahu seni bu kadar yıldır tanırım ama, bu kadarını kaabil değil, aklımın kıyısından bile geçiremezdim.
O ne talakat <konuşma üstatlığı>, o ne insanı sözlerinin cazibesine kaptırmış. Pes vallaha...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:198)
“Sofi gafil avlanmış, şehirden koparılıp atılacağı aklının kıyıcığından bile geçmemişti.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:157)
“ ‘Söyle bakalım Kısacık, İnce Memedi bulabilecek miyiz?’
‘Vallahi bilemem Ana,’ dedi Mahmut. ‘Şu küçük kıza bak, o bile kök söktürdü bize. Bunların çok sıkı
ağızlı olduğunu bilirdim de bu kadar oldukları aklımın ucundan bile geçmezdi.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:251)
“AYAĞI KARINCALI
--------------------------Dürüst bir çingene olarak
Üstüme düşeni yaptım ben de
Koca bir dikiş sepetini
Armağan ettim ayrılırken,
Ama kuşkusuz sürekli bir aşkı
Aklımın ucuna bile getirmemiştim,
Çünkü hala, evli değilim, diyordu
Kocasına bunu bunu yapıp da
Yürüdüğümüzde ırmağa doğru.”
(F.G. Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:68)
“Böyle bir evde oturduğuma göre o kadar yoksul olduğum, kimsenin aklının ucundan geçmediğinden
adım cimriye çıkmıştı, ama doğrusunu isterseniz öyle bir gece benim olanaklarımın çok üstündeydi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:23)
“Marinyan, öteden beri yeğenini rahibe yapmayı düşünürdü, ama kız hoppa ve uçarıydı; kendini
Tanrı’ya adayıp dünya nimetlerinden yoksun kalmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:38)
“Karnımı zevkle tıka basa doldurduktan sonra o akşamüstü, soğuk sokaklardan koşa koşa Konak
Sineması’na gittim, bir Hollywood filmini her şeyi unutarak seyrettim ve bir daha oruç tutmayı aklımın ucundan
bile geçirmedim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:177)
“İpek gazetenin birinci sayfasını pür dikkat okumaya başlayınca Ka tıpkı İstanbul’da gördüğü eski
arkadaşları gibi onun için de tek gerçeğin Türkiye’nin içler acısı, sefil siyasal dünyası olmasından, Almanya’da
yaşamayı aklının ucundan bile geçirmeyeceğinden korktu.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:37)
“İş uzamaya başladı. Haklılığı konusunda en küçük bir kuşkusu olmayan Andrey Gavriloviç, olayı hiç
umursamıyor; ayrıca çevresine para saçmayı ne arzu ediyor, ne de bu olanağa sahip bulunuyordu. Mürekkep
yalamışlar takımının satılık vicdanlarıyla alay edenlerin başında her zaman kendisi bulunduğu halde, bir iftiraya
kurban gitmek düşüncesi aklının ucundan bile geçmiyordu.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:20)
“Baltasar, yolda yürürken yedi yemeğini, yine çakısının da yardımıyla tabii, şimdi yolculuk saraya.
Avluya bakan mezbahaya girdi, içerde iki yanda birden kancalara dizilmiş ağzı açık öküz ve domuz leşlerini
görmekti niyeti, gözleri bayram etti. Yeteri kadar para geçince eline şöyle iyice pişmiş bir biftek yiyeceğine
yemin etti, pek yakın bir zamanda çalışmak için buraya geleceği aklının ucundan geçmiyordu, ama beyefendisi
sağ olsun, tabii çantasındaki demir kancayı da unutmamalı...”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:40-1)
“Becerikli kurnaz bir adam olan okul müdürü de Sarayda çok etkili bir kadınla ilişkilerinden
sağlayabileceği bütün yararı sezinledi. Fabrice’in okula gelmeyişinden yakınmayı aklının ucundan bile
geçirmedi, o da yıl sonunda öncesinden daha daha da bilgisiz olmasına karşın beş tane birincilik ödülü kazandı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:28)
“Bir gün içinde hayatını allak bullak eden o güvercin işi başına geldiğinde Jonathan Noel ellisini aşmış
bulunuyordu, yetkin bir olaysızlık içinde geçen rahat yirmi yıllık bir süreyi gerisinde bırakmıştı ve daha
karşısına, günün birinde gelecek olan ölümden başka, temel nitelikte herhangi bir şey çıkabileceği aklının
ucundan bile geçmezdi.”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:5)
“Bir ağustos akşamının erken saatlerinde, parktaki insanların çoğu oradan ayrıldıktan sonra, Jardin du
Luxembourg’un <Lüksemburg bahçesi>, kuzeybatı pavyonda iki adam satranç tahtasının başında hala karşılıklı
oturuyorlardı; bir düzine kadar seyirci bu satranç partisini öyle büyük bir dikkatle izliyorlardı ki, aperitif alma
vakti yaklaşmış olmasına karşın, maçın sonucu belirlennmeden oradan ayrılmak kimsenin aklının ucundan bile
geçmiyordu.”
(P. Süskind, “Üç Buçuk Öykü-Bir Çatışma”, sa:23)
“Baba-oğul Michaud’lar ve Grivet, dört yıldır her Perşembe Raquin’lere geliyorlardı. Rahatsız edici
düzenlilikle yapılan bu tekdüze haftalık toplantılarda bir kere bile canları sıkılmamıştı. Buraya geldiklerinde o
kadar farklı ve huzurlu bir ortama kavuşuyorlardı ki, bu evde oynanan dram, akıllarının ucundan bile geçmezdi.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:297-8)
“Böylece Tolstoy, görüşlerini dünyaya ilan ederken aklının ucundan bile geçirmediği kişisel bir
yükümlülük altına girdiğini görüyor. ‘İnsanların size kulak vermesi için, gerçeği acı çekerek ve hatta ölümle
pekiştirmek gerekir.’ ”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:348)
“ ‘Şundan emin olabilirsiniz: Kekesfalva ya da o günlerdeki adıyla Kanitz o gün malikaneye giderken,
dünyadan bihaber bu kadının malvarlığını ucuza kapatmayı aklının köşesinden bile geçirmiyordu. Tüm amacı,
her zamanki küçük işlerinden birini yapmaktı, daha fazlası değil.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:168-9)
“En büyük farklılıklardan biri savaşın çıktığı gün yaşananlar. 1914 yılında savaşın ilan edildiği gün
Viyana halkı coşku içindeydi, hatta kendinden geçmişti denebilir. O güne kadar insanlar savaşı kitaplardan
tanımıştı ve çağdaş bir yüzyılda çıkabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:293)
Aklını oynatmak : Aklını kaçırmak, deli olmak
Bk.: Aklını yitirmek, Deli olmak
“ ‘Tamam, şimdi geçebilirsin. Haydi bir dene. Önde olmamız şart. Bak, kuyruğun en sonundayız. Öne
geçmemiz gerek.’ Watruba ise ‘Aklını oynattı,’ dercesine ona bakıyor, ama Marian’ın öfkesinin sürücüden
kendisine yönelebileceği korkusuyla bunu dile getirmemeye çabalıyordu.’ ”
(E. Canetti, “Gözlerin Oyunu”, sa:196)
“Korku içinde, ‘Amanın, aklımı oynatıyorum! Tanrım, şimdi ben ne yapacağım?’ dedim, başımı
ellerimin arasına aldım. Beynim zonkluyordu, tir tir titreyen bacaklarımın üzerinde zar zor durabiliyordum.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:59)
“Kimileyin, kışın sürüler ovaya indiğinde, akşam yemeği için çiftliğe gittikçe, onun hep süslü, biraz da
gururlu, içimizden hiç kimseye bir sözcük bile söylemeden, hızla odamızdan geçtiğini görürdüm... Oysa şimdi,
karşımdaydı; yalnızca benim için gelmişti. Neredeyse aklımı oynatacaktım!”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:38)
“ ‘Soylu Niketas,’ dedi Baudolino, ‘Tapınak’ın ölçüleriyle hiç ilgilendin mi bilmiyorum’
‘Henüz ilgilenmedim.’
‘O zaman asla ilgilenme, çünkü aklını oynatabilirsin. “Krallar Kitabı”nda Tapınak’ın altmış arış
genişliğinde, otuz arış yüksekliğinde ve yirmi arış derinliğinde, revakın da yirmi arış genişliğinde ve on arış
derinliğinde olduğu söyleniyor.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:135)
“KONSTANTIN - Biz, Tanrı’nın izniyle Bizans’ın son imparatoru Konstantin, dünyaya bildiririz ki,
ulusumuzu mahkemeye çektik ve adalet adına Bizans’ cellat satırıyla ölüme yargıladık. Edirneli Mehmet
celladımız olsun! ..
AHMET- Korkudan aklını oynatmış!”
(F. Herczeg, “Bizans”, sa:95)
“İlk akşamdan beri yanından ayrılmayan Hakkı Celis onu sık olarak böyle kendi kendine konuşurken
buluyordu. Bir defasında adeta korktu, büyük dayısını aklını oynatmış sandı; kağının eşiğinden geri geri çekildi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:145)
“Ve sen Tomas, butlarımızdaki sivri üğendire... Ve ben, ben: çılgın, mecnun herif, aklımı oynattım;
çoluğumu çocuğumu bırakıp, Mesih’i aramaya çıktım.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16)
“LICHT - Adliye Müşaviri geliyor!
ADAM - Kim geliyor?
LICHT - Utrecht’ten Adliye Müşaviri Bay Walter geliyor. Daireleri teftişe çıkmış. Bugün bize de
gelecek.
ADAM - Hemen bugün mü? Aklınızı mı oynattınız?”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:6)
“Kimse inanmıyordu. Onu kazadan aklını oynatmış sanıyorlardı. O vakit herkessss çevresine üşüşür ve
kendisini dinlerken, o, ta mektubun gelişinden eviyle birlikte tutuşan adamların son çığlığına kadar bütün olayı
başından sonuna kadar anlattı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:122)
“Üst üste yıkımlarla aklını oynatmış kaçık bir komşum vardı. Daha yirmi yaşındayken bir ay içinde
babasını, kocasını ve yeni doğan çocuğunu yitirmişti. Ölüm bir eve bir kez girdi mi, kapıyı öğrenmiş gibi, vakitli
vakitsiz boyuna gelir.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Kaçık”, sa:72)
“-... İşte o zaman afandım, Mister Rett’in delirdiğine karar verdim. Üstelik ne yiyor, ne içiyor. Bir de zil
zurna sarhoş! Ama hepsi bu kadar değil afandım. O aklını iyice oynatmış, zır deli olmuş.. Beni hemen kapı dışarı
etti. Affınıza sığınarak söylüyorum afandım, ‘s...tir buradan!’ diyerek beni odadan kovdu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1270)
“Hermann aklını oynattı. Obuhov Hastanesi’nin 17 numaralı koğuşunda yatıyor ve hiçbir soruya yanıt
vermeyip olağanüstü bir çabuklukla ‘Üçlü, yedili, bey! Üçlü, yedili,kız!’ diyerek oynayıp duruyor.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:152)
“ ‘Ben,’ diyor Moulu; ‘evde oturamam, aklımı oynatırım. Yalnızım çünkü, tek başıma!’ ‘Cumartesileri
bile bazen bütün gün hiç dışarı çıkmam,’ diyor Lambert.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:314)
“LADY MACBETH - Problemi o kadar derin düşünme.
MACBETH - Ama neden ‘Amin’ diyemedim? Tanrının kayırmasına en gereksinim olduğu anda
‘Amin’ sözü boğazımda düğümlendi kaldı?..
LADY MACBETH - Böyle işlerde öyle düşünmek olmaz; yoksa insan aklını oynatır.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:29)
“HECTOR, kapının tokmağını çevirmek üzereyken. - Seninki büsbütün aklını oynatmış.
Mrs. HUSABYE - Hepimiz oynattık! (Hector tekrar kapıya yönelir.) Durun! Buraya gelin ikiniz de.
(İkisi de istemeyerek gelir.) Paralar suyunu çekti. Haberiniz olsun.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:54)
“Böyle yapmasa sonunda aklını oynatırdı. Ara sıra onun inziva yerine doğru bakan komşu yüzler
olduğunu hissediyor, ama hiç kimse hakkında bir şey bilmek istemiyordu. Hayatın onlarla arasına koyduğu
mesafe öyle büyüktü ve çevresindeki bu insanları anlama umudu öyle azdı ki, kimsenin yanına nasıl
yaklaşacağını bile bilmiyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:94)
Aklını peynir ekmekle yemek : Pek akla mantığa sığmayan işler yapmak, bile bile lades oynamak, çıldırmak
“... Galata meyhanelerinin ağza alınmaz argosu ile açar ağzını, yumar gözünü.
‘Ulan, köpoğlu, der, yarım papel beş saati? Saati eder on patakoz. Sen aklını peynir ekmekle mi yedin?
Sandal su içinde be!.. Çık iki papeli! Gözünü oyarım vallahi, kereste!..’ ”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:85)
“Gerçi melek gibi olduğun için sana hiçbir kötülük bulaşmaz. İnşallah öbür yanda da temiz kalırsın.
Zaten buna güvendiğim için oraya gitmene izin veriyorum. Aklını peynir ekmekle yemedin ya!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:30)
“... nasıl oluyormuş da ikinci sefer evleniyor, hem de Kudret bey gibisine kendini yamıyabiliyormuş.
Vallahi deli bu. Yakında aklını peynir ekmekle yer, dağlara düşer!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:203)
Aklını yitirmek : Aklını oynatmak, kaybetmek, deli olmak
Bk.: Aklını oynatmak
“ADONİS’E AĞIT
---------------------Korkum senden Persephone, ölürsen diye; sen ey,
üç-kez-erkekseyen! Benim arzularımsa kanatlanıp uçtu
bir rüya gibi. Krytheria dul şimdi, yapayalnız
kaldı evde Aşk Tanrıları: gitti sihirli kemerim de
seninle birlikte. Ey gözü pek adam, neden gittin ki ava?
Nasıl olur da böylesine güzel bir adam
Yitirip aklını, dövüşür yabanıl bir hayvanla?”
(Bion, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:104)
“Yüzü bir ölünün yüzünden daha da solgundu, çünkü yaşıyordu, siyah saçları darmadağınıktı. Bir
köşeye oturdu ve böğürerek bir kadın istedi, çıldırmış gibiydi. Onu kollarıma aldım ve başkalarının alay etmesini
önlemek için odama götürdüm, çünkü o an onun çaresizlikten aklını yitirmek üzere olduğunu anlamıştım.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:13)
“BİR BARDAK SU
<Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den (İsp).>
----------------------İçmek yaşamak gibidir
su içmek ölmektir.
Bir bardak su zamanın saçma bir parçasıdır
gürültüsüz, sessiz, gevşek bir parçası
masumiyetin
bir yana bırakılmış, aklını yitirmiş.”
(Rafael Courtoisie<d.1958>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”,
14.08.08)
“Gece gündüz
ey sevdiğim, senin adını anıyorum;
aklımı yitireceğim aşkımdan,
sana olan arzum, güneşi karartıyor.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:79)
“MADELEINE II -... Gece, yağmur, çamur!... Soğuk!... Titriyorum... Karanlık... Karanlık... Karanlık!...
Kör, gerçeği güzelleştiriyorsun sen! Gerçeği güzelleştirdiğini görmüyor musun?
AMEDEE II - Gerçektir bizi asıl güzelleştiren.
MADELEINE II - Tanrım, çıldırmış bu! Çıldırmış! Kocam aklını yitirmiş.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:95-6)
“Sıla özleminden aklını yitirdiğinden Dünya Fuarı’ndan alınıp evine götürülen, köyünde, çevresini
saran kabile üyelerinin feryat figanları arasında gelenekler ve ödev gereği en vakur yüzünü takınıp, Avrupalı
seyircilerin hayran kaldığı şeytanlıklıklarda bulunan, yani Afrika gelenek ve göreneklerini sergileme görevini
sürdüren Zenci.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:52)
“... bir İtalyan papazı tarafından fark edilmiş, o da Butros’u, Avrupa’da olduğu gibi papaz olmak için
bekar kalmak gerektiğine inandırmış ve Tanrı katında bekarlık kadar makbul bir şey olmadığını söylemişti.
Hatta, kadınlardan uzak kalırsa onu Roma’ya büyük Seminer’e göndermeye söz vermişti. Dönüşünde, piskopos
olabilirdi.
-Piskopos olmak için senin gibi bir kızdan vazgeçmek... bu Butros aklını yitirmiş olmalı!”
(A. Maalouf. “Tanios Kayası”, sa:45)
“Rivet şöyle dedi:
‘Amcayla diyaloğumuz hiç de iç açıcı gelişmedi.’
Ve dönmek üzere Rivet’nin koluna girdim. Akşam yemeğinde az daha aklımı yitiriyordum. Onun
yanına oturmuştum ve elim örtünün altında durmadan onunkiyle karşılaşıyor, ayağım ayağına basıyor,
bakışlarımız birleşip birbirine karışıyordu.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:286)
“KEBİK - Ula sen delirmişsen? Aklını yitirmişsen, yoksa kiraya vermişsen.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:59)
Aklınla bin yaşa : Genellikle şaka olarak sözde çok akıllı bir söz sahibine; daha ender olarak da “teşekkür
ederim, ben düşünemedim” bağlamında söylenen sözcükler
“CLAIRE - Hanımefendi pek şık olacak. Acısı onu daha da güzelleştirecek.
HANIM - Hı? Haklısın, haklısın. Beyefendi için giyinip kuşanmayı sürdürmeliyim yine. Ne dersin,
kocası sürgünde olanlar için bir yas modası mı çıkarmalı? Aklınla bin yaşa, ölümünde tutacağım yastan daha
kelli fellisini tutarım. Yeni ve daha güzel tuvaletler diktiririm.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:51)
“ELLIE - Evet. Ben Ellie Dunn, parçalanmış yüreğimle sağlam ruhumu kaptanıma, manevi kocama,
ikinci babama veriyorum. (Kaptanın koluna girip elini okşar. Kaptan derin uykusundan uyanmaz.)
Mrs. HUSHABYE - Bu çok akıllıca bir iş, canikom. Aklınla bin yaşa. Alfred, siz Ellie ile aşık
atamazdınız. Benim ufak bir payımla yetinmelisiniz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:129)
Aklı(n) sıra : Sözde, o küçücük aklınca, hayal ettiğine göre
“Monsieur Mesurat kızına baktı, iki defa omuz silkti. Boğuk boğuk:
-Aptal, dedi, burada serbest olmak istiyorsun. Aklın sıra, istediğin zaman göreceksin sevgilini. Her
akşam ona gideceksin eskisi gibi! Ama beni unutuyorsun. Öldüğümü görsen eteklerin zil çalacak, değil mi?
Korkma, sapasağlamım ben.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:143)
“ ‘Bizim sığırlar onların merasına geçiyormuş. Çobanlar kavga etmişler. Sığırları önleyin, yoksa kan
çıkacak diyor.’
‘Ne kanı çıkacakmış?’
‘Vallahi bilmem, aklı sıra bizi korkutacak...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:21)
“Ne yalan söylemeli, gene de seks vaat eden bir yanı var. Yaptığı espriler, aklı sıra beni tavlamak için
bulduğu numaralar, ne kadar sası olursa olsun içimi gıcıklıyor, ne yazık ki böyle... Gözlerimin içine, arzusunu
saklayamayan gözlerle yalvarır gibi bakıyor...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:102)
“..... işte bu adam, geçenlerde gözden kaçırdığı o dilenci olmalıydı. Yusuf bir daha baktı, açıklama
gerektiren bir durum, onca kadının arasında bir de o adam yürüyordu. Yusuf Şimon’a da bakmasını söyleyecekti,
hayal görüp görmediğini anlayacaktı aklı sıra, lakin ihtiyar söyleyeceğini söylemiş, çekip gitmişti, aile reisi
akrabalarının yanına dönmüştü, bu rolü oynayabileceği çok zamanı kalmamıştı artık. Tek şahidini de kaybeden
Yusuf dönüp bir kez daha Meryem’e doğru, bu kez dilenci kaybolmuştu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:52)
“Mrs. HUSHABYE, telaşla ayağa kalkarak. - Aman, canikom, gözünü seveyim. Cesurluğundan şüphe
ettiğini çakarsa yandık..... Tüyler ürpertici bir numarası vardır. Üçüncü kattaki pencerelerin birinden girer
öbüründen çıkar. Sinirlerinin sağlamlığını deniyor aklı sıra.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:32)
“-... Bizim deli, bu parayı, bu işportaya doldurup Eminönü’nden Kadıköy’e kadar açıkça götürecek, aklı
sıra...
-Tu Allah belasını versin!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:193-4)
Aklı yatmak; yatmamak : Sonunda ikna olmak, kabullenmek, anlamak; İkna olmamak, kabullenmemek
“Fakat o istediğini söylesin, bizimki kendi bildiğinden şaşmıyordu. Biçare adam, bunun dışında, bir
yanıt alamayacağına aklı yatınca, yarası olup olmadığına bakmak için zırhını çıkardı; fakat ne bir yara, ne de kan
izi vardı; güç bela yerden kaldırıp daha yumuşaktır diye eşeğinin üstüne oturttu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:33)
“‘Onunla anlaşabileceğimizi sanmıyorum.’
‘Onunla anlaşmamız gerekmez. Sadece yardım et yeter. Ama para bekleme. Bunu yaparsan, iyilik
olsun diye yapacaksın.’
‘Pek aklım yatmadı Lucy. Bu iş, kamu yararına çalışarak ceza çekmeye benziyor. Geçmişteki
kötülüklerini telafi etmek isteyen biriymişim gibi.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:91)
“Naruz’un ölümüne herkesin aklı yatmaya başlamıştı. Balthazar başını eğmiş, kendi kendine, yavaşça
Yunanca dizeler okuyordu:
‘Artık ayrılma zamanı gelince keder
Gezinir rüzgar gibi gemisinin iplerinde
İnsanın ölümünün, beyaz gövdenin pruvası,
Dolar yelkenleri ruhun
Soluğun Hayaletiyle, alabildiğine ve sonsuza dek.’ ”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344)
“Fakir kızı alıp da ne yapacaklardı, kız dediğin eve bir şeyler getirmeliydi; çeyiz, kasabanın töresinde
çok önemli idi, yoksa konu komşu ne derdi? Buna -biraz güç de olsa- oğlanın da aklı yattı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi”, sa:25)
“-Faby ile Mısır’da yaptığımız fevkalade bir yolculuktan sonra (hayatımın en güzel zamanı bu
zamanmış gibi geliyor bana), Paris’e gönderildim, su geçirmez bir zindancıya teslim edildim, tahsilimle o
meşgul oldu.
-O geniş özgürlükten sonra, bu baskılı günlerin size pek zor gelmesine aklım yatar.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:60-1)
“CANCIANO - Doğrusunu söylemeli; Karıma diyecek yoktur.
SIMON - Aklınız yattı mı, Sinyor Lunardo?
LUNARDO - Ya sizin?”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:108-9)
“Ben, bu aşçı kadar çılgın ve aksi insan görmedim. Kalfa ve matmazelin teminatlarına bir zaman
inanmadı. ‘Yok, böyle hırsız gelin hanım olmaz!’ diye söylendi; neden sonra aklı yatınca da: ‘Öyleyse aferin
gelin hanım sana!’ dedi. ‘Alırsın öyleyse yeni pantolonu; bak, pantolonun dizkapağını da patlattırdın bana!’ ”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:105)
“Taş çıkıntısı gereksiz. Bir kök görüyor. Ondan ötesi daha kolay. Andronikos şaşıyor kendine ikinci
kayaya çıkınca. Çıkabileceğine hiç aklı yatmamıştı.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:15)
“Tren daha yakınlarda yeniden öttü.
Akılları yatmıştı. Olur olurdu. Başımızdakilerin dubarasına dubara mı yeterdi? Boş yere ağrımaz
başlarını ağrıya sokmamaları akıllıca olurdu. Nelerine gerekti elalemin keçisiyle koyunu?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:10)
“O zaman onunla konuşmaya cesaret edebildiler, ihtiyar da onlara anlaşılmaz bir lehçeyle, ama güzel
bir gemici sesiyle karşılık verdi. Böylece, kanatların sakıncasını gözardı ederek, onun fırtınanın alobara ettiği
yabancı bir gemiden hayatta kalmış tek kazazede olduğuna akılları bir güzel yattı.”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:8)
“Silvia yine çılgın gibiydi. Arturo ile Toscana’lı yine Mora’da boy gösterdiler, ama o yüzlerine bile
bakmadı. Contratto’da çalışan Canelli’li bir muhasebeciye tutulmuştu, evleneceğe benziyorlardı; Sor Matteo’nun
da aklı yatmış gibiydi.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:134)
“Orada kalamayacaklarına sonunda akılları yattı ve içeri girdikleri kapıyı büyük güçlüklerle arayarak,
bir bilinmeyene doğru serüvene atıldılar. Beş kişiden oluşan ikinci körler grubu, sürekli kalabilecekleri daha
emin bir sığınak arar gibi, ilk grupla kendileri arasında kalan boş yatakları can havliyle işgal etmeyi başarmıştı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:66)
“Bu işi Amerika’nın su kömüşüyle dönecekti de padişahımız ‘seçim yapılsın’ diyip bunca mebusu
İstanbul’a neden biriktirdi? Bre dayı, mebuslar şu kadar yüz kayma maaş almayınca olur mu ki sen bunu böyle
demektesin! Tamam, şimdi aklım yattı! Beri bak oğlum, sen kulağı delik, gözü açık takımındansın, de bakalım,
ceremesi neymiş bu Amerika su kömüşünün? Ceremesi... ceremesini bilene rastlamadım!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:20-1)
“Ardımıza düşen müşen olur, kaçmak maçmak görünür. Koca çuval başa beladır. Beline sarabildiğini
sar. Dileyen varsa, beğendiğini alsın. Bu işten paraları kurtarırsak bize aferin! Aklın yattı mı?’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:309)
Aklı zıvanadan çıkmak : Aklını kaybetmek, aklı başından gitmek
“Gün ışıyıp gavur müslüman belli olunca, varmış bir yere ki ne görsün! Bir çukurda iki yığın ak kemik.
Bir yanda da kızın kara yılan gibi mor belikleri. Bir yanda da yırtık, parça parça giyitleri.... Oğlan bunu görünce
aklı zıvanadan çıkmış.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:34)
Ak pak; Ak pak olmak : Ap ak; Yaşlı, bembayaz sakallı dede; Beyazlanmak, yaşlanmak, ihtiyarlamak
“Çenesindeki birkaç serpme benin bir zamanlar kumral olan tüylerini, artık işi umarsamazlığa
döktüğünden, alabildiğine uzatıyordu. İnce dudakları, beyazlıktan yana beyaz olan upuzun dişlerini ancak zar zor
kapatabiliyordu. Esmerdi, bir zamanlar siyah olan saçları, dehşetli yarım baş ağrılarıyla ak pak olmuştu.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:75)
“Ayakkabılarımızı çıkarıp taşlıkta yan yana dizili beş altı çiftten seçtiğimiz terlikleri giydik. Loşluğun
verdiği ürpertiyle geniş taşlardan adeta kayarak, dedenin, sokağa bakan odasına doğrulduk. Nur yüzlü, değirmi
sakallı ak pak bir ihtiyarcık, yatağında yarı doğrulmuş, başında takkesi elinde tesbihi, duasında.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:80)
“Kız akpak, ciddi ve biraz da kurumlu idi. Yüksek başlığının uçları kapının sövelerine (kasa) dokunarak
geçer, yünlü elbisesinin uzun eteği üç adım arkasında sürünerek gelirdi.”
(G. Flaubert, “Üç Öykü-Konuksever Ermiş”, sa:53)
“Ellison tiridi çıkmış bir ihtiyarcıktı. Sararmış, ak pak olmuş kısa sakallı yüzü geçmişte çevresindekilere
dağıttığı gülümseyişlerden kırış kırış olmuş, çizgilerle adeta örülmüştü.”
(O. Henry, “viski, soda”, sa:260)
“ÖLÜ ÇİZGİ
--------------Sokaklar seslenir, akpak, temiz:
-Hadi gel, avunursun!
Bütün sokaklardan iğrenirsiniz,
Avunmak şöyle dursun.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:32)
“Vazgeç iftiralardan, özentileri bırak,
Hep kara çalsalar da gerçek ruh kalır ak pak.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:125, sa:291)
“-Soyumuz, diyordu, Siveç <İsveç demek istiyordu> Harlos’tan gelir. Bu Harlos, pek eski zamanlarda
Prens Kara İvan Vasikyeviç döneminde Rusya’ya gelmişti; işte bu Siveç Harlos, kendi yurdunda bir Fin kontu
olarak kalmaktansa bir Rus soylusu olmak istemiş, adını soyluların altın kitabına yazdırmıştı. Görün bakın biz
Harlovlar nereden gelmişiz? Bunun içindir ki biz Harlovlar hep sarı saçlarla, açık renkli gözlerle, ak pak yüzlerle
dünyaya geliriz. Gerçekten kar altında büyümüşüzdür.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:13)
Akran; Akran saymak : Aynı yaşlarda, sosyal klas ve kültür bakımından eşdeğer
“Bizim köşkte Neriman’a akran sayılacak kimse yoktu. Lapacı Necmiye’yi insandan saymak tabii
doğru olamazdı. Teyzelerim saçları, başları ağarmış koskoca kadınlardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:37)
“Ağrı Dağı’ndan İniş
*
O ilk ışığı gören bile
nereye yöneleceğini bilemiyor şimdi
Çünkü kalübeladan <Arapça:’evet dediler’; ‘çok eski devirlerden’> beri
geleceksizlikti bir araya getiren
o birbirinin akranı
kötülüğü ve kötülük çağı”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05)
Akrep : Bk.: Mancınık
Aksak : Aksayan, hafifçe topallayan, seken; Klasik Türk Nusikisinde beş zamanlı ‘küçük usul’lerden biri
(9/8’lik: düm (sağ el-2 sekizlik zaman), te (sağ el-1 sekizlik zaman), ke ( sol el-1 sekizlik zaman); düm (sağ el-2
sekizlik zaman), tek (sol el-2 sekizlik zaman), tek (sol el-1 sekizlik zaman)
“Martı hafifçe birkaç metre ötesine kondu ve mezarların arasında, evcil bir hayvan gibi, meraklı ve
sakin bir havayla, aksak adımlarla yürümeye başladı. Spino cebini karıştırdı, bulduğu şekerlemeyi çıkartıp attı;
martı, başını sallayarak ve tüylerini keyifle kabartarak şekeri bir lokmada yuttu.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizigisi”, sa:81)
“Bana sırt çevirdinse bir kusurum yüzünden
Anlatayım suçumun nedir aslı astarı;
Bana topalsın dersen aksak yürürüm hemen:
Savunmam, üstlenirim yüklediğin suçları.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:89, sa:219)
Aksi gibi : Ne yazık ki, maalesef, aksiliğe bakın ki
“Bir gün Müjgan’la başımı almış, ta ilerdeki bir burna doğru yürümüştük. Amacımız, bu burnu
oluşturan kayaların öte tarafından koya geçmekti, fakat aksi gibi, yol kapalıydı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:64)
Aksiliğe bakın ki : Aksilik bu ya, aksi olarak, aksine
“Aksiliğe bakın ki, değirmenin kapısı gıcırdadı. Oradan, sivri şapkalı, zımba sakallı bir adam çıktı.
Adamın bakışlarından, yanımda durmak niyetinde olmadığını anladım.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:72)
Aksine : Tam tersi, tersine
“Clarissa’ya biraz şüpheyle baktı. ‘Aslında bir general kızıyla böyle konuşmamalıym, aksine,
meslektaşlarım gibi savaş broşürleri ve makaleleri yazmalıyım. Oysa olmayacak bir fikre saplanmışım; o da
savaşın bir suç ve bir aptallık olduğudur. Sizi etkilemek istemem. Zaten bir gün bu konuşmalarımla başımı
yiyeceğimi biliyorum.’ ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:103)
Aksi şeytan : Çok kötü, talihsizlik eseri
“Serbest fikirli alaycılığı yavaş yavaş hiddete dönmek üzereydi. Kendi kendine konuşur gibi:
-Aksi şeytan! dedi. Şu kargaşalıkta kimi sorup bulmalı?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:45)
“Ama, şu aksi şeytana bakın ki, köyde hiç kimsecik yoktu. Yalnız, tarlanın birinde, beygirin biri, ön
ayağıyle bir çınar gölgesini eşiyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “ Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:70)
Akşam akşam : Tüm günün yorgunluğunun ardından
“Irazca, durmayıp koştu. Bir solukta avluya indi. Yumruğunu Bayram’ın başına vurdu: ‘Seni südü
sümüü bozuk herifin dölü seni! Yeter gayri sabrettiğim!’ dedi. ‘Sen heç utanmıyor musun? Yokarı gel de bir an
dinle... ondan sonra döv, döveceksen. Böyle çocuk mu terbiye edilir?’ Sürdü, arlaştırdı Bayram’ı. ‘Akşam akşam
benim afakanımı gabartıyon, eşşek herifin dölü...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
Akşam bastırdı, bastırınca : Akşam oldu, güneş battı
“Az sonra, akşam bastırıverdi. Üzerinde yatacağım hasırı nasıl düzelteceğimi gösterdiler; hasırın
uçlarından biri kıvrılarak, yastık yapılabiliyordu. Bütün gece tahtakuruları yüzümde cirit oynadı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:71)
“Köylüler, canavarın mum alevini titreten soluklarını duyduklarını yeminlerle anlatıyorlardı. Bütün
kasabayı dehşet kaplamıştı. Akşam bastırınca kimse evinden dışarıya çıkmaya cesaret edemiyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:71)
Akşamdan kalma : Gece içip iyice sarhoş olduktan sonra, ertesi sabahki durum: Baş ağrısı, bulantı,sersemlik
vb.
“Ertesi gün çalışmamaya karar vermişlerdi. Yedi hafta aralıksız çalıştıktan sonra, bir gün tatil yapmak
haklarıydı; üstelik o şenlik gecesinin ertesinde akşamdan kalma olacaklarını da düşünüp birkaç gün önceden bu
konuda Murks ile anlaşmışlardı.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:156)
“Jeff’i görür görmez nasıl biri olduğunu anladım. Benden genç olmasına rağmen, kendimin bu genç
modelini tanıdım.
‘Acayip akşamdan kalmasın evlat,’ dedim ona bir sabah.
‘Başka yolu yok,’ dedi. ‘unutmak gerek.’
‘Haklısın galiba,’ dedim, ‘tımarhaneye düşmektense akşamdan kalmak yeğdir.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:54-5)
“ULI - Bu sabah tuvalete çıktın mı?
LEOPOLD - Hayır.
ULI - Akşamdan kalma da değilsin?
LEOPOLD - Akşamdan kalma gibiyim. Ama dün gece hiç içmedim.”
(V. Havel, “Largo Desolato” -Buruk Ezgi-, sa:17)
“Amerikalı kadınların sabah koşularında karşılarına çıkan, ya da kimi zaman mutlu bir tesadüf sonucu,
köşeyi dönerken çarpışarak tanıdıkları genç, yakışıklı, geniş omuzlu, aydınlık gülüşlü cazip erkekler yerine,
göbeğini hoplata hoplata eritmeye çalışan, akşamdan kalma, nefesi ekşi ekşi içki kokan, yüzünün şişi inmemiş,
lıllı, iri boğumlu parmaklarında taşıdıkları kalın alyanslara bakılırsa bir de evli olan bir sürü manasız adam
çıkıyordu karşıma.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:81)
“Kusması bitince, kirlenen parmaklarını ve ağzının çevresini ve gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını sildi,
yığılırcasına yaslandı klozete. ‘Böylelikle bebeğin çektiği sıkıntıları biraz olsun paylaşabildim mi acaba?’
Aklından bu düşünce geçince o kadar rahat olmaktan dolayı yüzü kızarıverdi. Akşamdan kalmalığın sıkıntısı
katıksız bir sıkıntıydı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:87)
“Bachelard ağzında pürosu ve akşamdan kalma kırmızı burnu, ama cin gibi gözlerle orta yerde dikilmiş
buyruklar veriyordu.
-Ah! Siz misiniz? dedi pek hoşnut olmayarak.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:15)
Akşamdan sonra gelene ya süyen ya soğan : Önceden haber vermeden, akşam güneş battıktan sonra Tanrı
Misafiri olarak gelen misafirlere ‘Umduğunu değil, bulduğunu yersin!’ mealinde yapılan ‘Ya sopa ya da sovan’
esprisi.
“... Coştu Süleyman Ağa. Coştuğu da şundan belli ki gelini çağırdı:
‘Efendi uzak yoldan gelmiş. Hemen çabuk bir lokma ekmek hazırla. Akşamdan sonra gelene ya süyen,
ya soğan. Efendi de kusura bakmaz.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:44)
Akşam keyfi : Günün yorgunluğundan sonra, akşamüstü tembelliği: boş verme, uzanma, içki ya da gezinti
“Kapının önünde, tahta sırada, uşak Smerdyakov akşam keyfi yapıyordu. İvan Fedoroviç ona bakar
bakmaz içindeki rahatsızlığın uşak Smerdyakov’dan geldiğini, bu adama tahammül edemediğini anladı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:178)
Akşamleyin : Akşam vakti
“Bu zenci çocuğu çok seviyordu. Bütün gün boyunca onun işine koşuyor, oduna biçim vermesine
yardım ediyordu. Derken akşamleyin, günün işi bittiğinde kapı eşiğine oturup ona kaval çalıyordu. İsa, onu
dinleyerek günün yorgunluğunu unutuyordu; ilk yıldız belirdiğinde de hep birlikte sofraya oturuyorlar, zenci ise
durmadan şaklabanlık yapıyor, Marta’ya takılıyor, bakireliğiyle alay ediyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:531)
Aktarmak : Birinin bir diğerine bir olay ya da öyküyü söylemesi, tekrarlaması; Bir kaptan bir kaba bir maddesıvı boşaltmak; Psikoloji-Psikanalizde “Aktarım”: Transferans (Transference) olayı: Terapist ve hastanın
birbirlerine karşı -bilinçötesi- özel duygular beslemesi
“Eve döndüğünde saat gece yarısını geçmiş olsa da Anna Sergeyevna yatmayıp onu beklemiş. Kadının
kendisini merak etmesine şaşıran ancak minnettar kalan Fyodor Mihayloviç, rıhtımdaki buluşmayı anlatıyor ona,
Neçayev’in kulede söylediklerini aktarıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:138)
Aktör : Sahne ve perde oyucusu, sanatçısı; Modern tiyatro’da bu tarif, hem erkek hem de kadın san’atkar için
geçerlidir; eskiden yalnızca (FR.: acteur=erkek aktör’ için kullanılırdı ve kadın san’atkara da: ‘FR.: actricekadın aktör ) denirdi. Kendini olduğundan başka türlü gösterebilen kimse, tıpkı şaman gibi. Bu nedenle ben
modern dinamik oyuncuya, ‘modern şaman’ diyorum.
“Ş a m a n i l e A k t ö r i l i ş k i l e r i n e, yani performanslarındaki benzerlikler ve farklılıklara
gelince:
. Şaman da, aktör de, tiyatronun ‘olmazsa olmaz’ öğelerinin belki de en önemlisi olan “seyici”ye hitap eder.
Seyirci olmadan ne tür olursa olsun, dram oynanmaz.
. Aktörün gösteri alanı s a h n e, şamanınki ise d o ğ a - açık alan, meydan’dır. Mamafih sahne, gösteri amacıyla
ve ev, aile ocağına yardım gerektiğinde kullanılabilir.
. Her ikisi de, toplumun ve onu oluşturan insanın görünür ya da görünmez rahatsızlıklarını, problemini dile
getirir. Mamafih performans şekilleri farklıdır. Şamanın rolü daha görsel ve seremoniyaldir; problem daha
belirgin ve geneldir; hastasını tedavi için ona yaklaşabilir, dokunabilir, türlü manevralarla onun hasta ruhunu
aramaya çıkabilir, davuluyla uzak yolculuklara çıkabilir. Tüm bu zamanlarda onun performansı kişiseldir ve
geniş çalışma alanına gereksinimi vardır. Aktör ise, ender olarak tek başına tüm işi görür, genellikle birden çok
aktör, oyunun seyrine göre sahneye girer çıkarlar. Zaman ve mekanlarında daha sınırlıdırlar. Jest, mimik de rol
oynamakla beraber esas ağırlık, sözseldir.
. Her ikisi de b e d e n ve s ö z s e l d i l i, gerektiğinde müzik ve dansı kullanır. Aktör, yönetmeninin denetimi
altındadır ve kendisine gerektiğinde yardım edebilecek suflör’e gereksinimi vardır. Şaman ise ‘solo’
göstergecisidir; yardım gerektiğinde yardımcıları daha ziyade davulu, düdüğü, yardımcı kutsal hayvanı, kuvarz
kristalidir. Şaman, aktör’ün tersine, yazılı bir metne sahip değildir.
. Aktör’de, s e y i r c i ile dolaysız iletişim vardır ve bu, bazı tiyatro türlerinde ısrarla istenir. Şaman,
izlenildiğini bilir, fakat onun sanki bir dokunulmazlığı vardır, esrime hallerine girer çıkar, bulutların üstüne ya da
yeraltına seyahatlere gider. Bunların bir kısmı da simgeseldir, ama o kendi ‘gerçek’ini izler ve sanki bir yarıtanrı havasındadır.
. Şaman, çoğu kez, üstesinden gelinmesi istenen ve zaten belli olan bir doğa felaketinin, örneğin kötü ruhlar
sonucu salgın hastalık, deprem, sel olgusu, avdan dönmemiş kayıp insan hakkında gaipten haber verme (clairvoyence) şifacısı olarak ortaya çıkar. Yöntemi, aşağı yukarı belirli olmakla beraber, ne yapacağı, yani dans mı
etsin, şarkı mı söylesin, ruhlara mı hitap etsin, o anda kendisinin vereceği karara bağlıdır. Ondan beklenen belirli
bir ‘çözüm’dür. Aktör’ün oynayacağı oyunun konusu ve bazı sözleri önceden bilinse dahi, o da isterse, metnin
ötesinde jest’ine, mimik’ine daha fazla önem verebilir, ama ondan beklenen bir çözüm değil, sunulan konulara
karşı seçeceği söz ya da beden dili, kendine özge, an’ları kullanış biçimi ve verdiği mesajlardır. Oyunda birden
fazla aktörün var oluşu, istenen mesajların verilmesini hem kolaylaştırır hem de zenginleştirir.
. Kendilerini ne şekillerde ifade ederlerse etsinler, aktör de şaman da, yalnız ait oldukları toplumun değil, tüm
insan topluluklarının problemlerine hitap ederler. Her ikisi de gelmiş geçmiş ve yaşanan kültür ve uygarlığın
temsilcileridirler. Şaman’ın işlevi daha ilkel, ritüelistik bir gösteri ile sergilenirken aktör, daha ziyade zamanının
felsefi, sosyal ya da ekonomik sorunlarını daha düşün tarzında, sözlere daha ağırlık basarak işini yapar. Her ikisi
de kendinden emin birer halk filozofudur, ama unutmamak gerekir ki şaman sahaya maçı kazanmak için çıkar,
yükümlülüğünü tek başına, sonuna kadar taşıyacağından zaten emindir ve buna bağlı grandiyoz, aşırı kendigüven ile, sanki bir zeybek gibi, tüm maddi ve manevi donanımı ile meydana çıkar. Bir matador’dur o ve
boğanın hiç şansı yoktur.
. Şaman, alanda, sahnede görevini yaparken bazen şekil değiştirebilir, metamorfoz’a uğrar. O, Eski Yunanlıların
dediği gibi ‘Protean’ bir kimsedir, yani ‘Proteus’ gibi sürekli değişir. Aktör’de bu değişime pek ender
rastlanır.(Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi.)
. Şaman, misyonunu tamamlayınca, yöresel, töresel bir kutlama töreni yapılır. Klasik tiyatyrodan çok farklı
olarak, bu, çok sesli, hareketli bir gösteri olup, bir zafer edası taşır. Seyirci, yani şamanın kabile üyeleri onu
kutsar, hediyeler verir ve başlarının tacı yapar. Bu, günlerce sürebilir. Bu törenle, şamanın kahinliği bir kez daha
kanıtlanmış olur. O her zaman görevini başarıyla yaptığından, kabiledeki bozulmuş denge, yeniden kurulmuş
olur. Eskiden var olan ‘statik’ hayat, yeni bir kriz başlayıncaya kadar aynen devam eder. Öğrenilen, tartışılan bir
şey yoktur. Olaylar olur, ve şaman krizi çözer. Sonunda şaman, bir süre istirahate çekilir. Performansını yapan
aktör genellikle alkış alır, çoğu kez bir çözüm sunmadığı halde. Yine de toplumun beğenisi sergilenmiş olur.
Dinamik tiyatroda, klasik’ten daha fazla doğaçlama’ya olanak vardır. Aktör, sınırlı da olsa, serbest ya da durum
içinde, emprovizisyon’unu yapar. Buradaki tek koşul, bu gösterinin psişik-ruhsal değil, fiziksel aksiyon
oluşudur. Oyuncu, ‘durum olaylarını’ (fenomen’ler) önce ayrıştırır, üzerinde tek tek çalışır, sonra
‘yoğunlaşma’ya geçer. Değişen ‘dirim’, yeniden sabitlenmiş olur. Tüm bunları anlayan varsa, aktör, alkış alabilir
de, almayabilir de. İşini gören, alkış da toplayan aktör, garip bir yorgunluk içindedir. Evine yorgun döner, ama
ertesi gün aktör, şahlanan bir sirk hayvanı gibi, sesli ya da sessiz azametiyle, sanki dün hiçbirşey olmamış gibi,
enerji dolu, sahneye fırlar. Gecenin sonunda ona verilen şölen, yine birkaç elin alkışıdır. Onunla bütünleşmesini
becerebilen seyirci, aktör’ün an’ları saptamasını, somuttan soyuta soyuttan somuta ya bir jest ya da bir hareketle
geçişini sessiz bir huşu içinde izler, yeterli içgörüsü varsa, kişisel hayatında duygu ve düşüncelerini yeni bir
istikamete yönlendirebilmesi için gerekli mesajı alır. Usta bir aktör olan şaman’ın gösterilerinde ise, seyircinin
onunla özdeşime girebilme olanağı hemen hemen hiç yoktur. Yani onun seyircileri, çözülen belirli bir problem
için yalnızca medyunu şükrandırlar.
*
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Tiyatro Araştırma Laboratuvarı (T.A.L.), 1998-2001 yılları arasında,
Ayla ve Beklan Algan, Erol Keskin, Haluk Şevket Ataseven’in liderliğinde, benim de araştırmacı ve konsültan
olarak katıldığım “Sahne Çalışmaları”, modern tiyatroya uyumlu oyuncu gençler yetiştirme yolunda Batı
düzeyinde, çok kapsamlı bir görev yüklenmişti. Aşağıda programından özetler vereceğim bu Birimin 2002’de
kapatılması, Türk Tiyatrosunun geleceği bakımından ciddi bir kayıptır. 1940’ların Halkevlerinden feyiz almış bir
Türk evladı olarak şunu söylemek isterim: onların kapanışından Türkiye ne kaybetmişse, T.A.L.’in bilmediğim
nedenlerinden kapanışı da tiyatromuz için o denli ciddi bir kayıptır. İşte programın ana hatları.
Önce, i n s a n ı n y a ş a m m a c e r a s ı n ı n, tiyatro açısından, boyutları:
A. B i r e y s e l l i k :
Doğal özellikler: ses, ritm, hareket. Bunların sergilenmesi için kullanılan
kaynak: Teknoloji dünyası ve bilim.
B. T o p l u m s a l l ı k : Kendi bireyselliğini, kişilerarası iletişim yoluyla toplumla bütünleştirme.
Öğreni (bilim)ve düşün (felsefe); Kuram ve yöntemleri öğrenme ve
dışa yansıtma (felsefi düşün).
C. E v r e n s e l l i k :
Mitos ve ritüel’lerin sürdüğü “klan” hayatından bu yaşamın zaman ve mekan
öğeleri içinde biriktirdiği, aktardığı ve bütünleştiği, artık kendinin değil de,
tüm evren halklarına mal olan evrensel öğeleri kullanış: dans, müzik, şiir ve
bunların bileşiminden oluşmuş SANAT (Tiyatro, müzik, resim ve yontu.)
Modern - d i n a m i k t i y a t r o o y u n c u s u - a k t ö r , hem (diğer bir ‘insan’ olan) s e y i r c i
ile bütünleşerek, hem kendini geliştirerek “yaratıcı bir oyuncu” olabilmek için, “gösteri alanı”nı yaymak,
genişletmek zorundadır (tıpkı bir şaman gibi!). İşte oyuncunun kendini geliştirme programı:
Sahne çalışmaları:
. M e k a n ’ı kullanma : Mekanda beden, Kinetik - Metakinetik; Hareket - Hareket ötesi.
Kinesioloji : Devingenlik. Hareket içindeki güçlerin potansiyelini ölçmeKinetik heykel: Devingen heykel.
B o ş a l a n l a r ı k u l l a n m a (P. Brook). Mekanı yüklenen beden.
Su içinde yürümek - sis içinde yürümek - balçık içinde yürümek - kum
üstünde yürümek - soğuk, sıcak, nemli, kuru, ıslak zeminler.
Y ü r ü y ü ş biçimleri: a) Tip’e götüren; b) Mekan’ı kod’layan.
O t u r u ş biçimleri - oturulan sandelyeler, onların dağıtılım tasarımı.
Oturan kişinin sandalye ile özdeşleşmesi. Mekan-beden ilişkileri. Yap boz,
Yap boz’un malzemeleri; Ötekilerin boşalttığı alanı doldurmak. (Laban
Biyolojik hareket ve mikro ritm’ler.
Hareket analizi. Risk alan beden: rastgele doğaçlama (contac improvisation)
Amaç: Estetik beden’e yol açmak. Tüm değişikliklere karşın, S. Velioğlu’nun ‘Homeostazis’ (denge) ini sürekli elde bulundurmak.
. N e s n e (Obje) :
. A n’lar
:
.Tip-Karakter:
.Gösterim:
.Dramaturgi:
.Du yular:
. K o d’lamalar :
. S e s çalışmaları :
.Maske:
Dış güçler.
‘An’ analizi - açık alanlarda çalışma.
Türk Tiyatrosu’nun temel öğelerinden biri olan ‘tip’ vs. ‘karakter’ analizi.
‘Anlatımlı gösterim’ vs. ‘Gösterimli anlatım.’
Oyuncu, metin, gösterim, seyirci bütünleşmesi. Görsel bilimler dramaturgisi.
Beş duyunun farkındalığı.
Proxemik ilişkiler sanatı. Sosyometri gibi, çağımızda ilişkilerin kültüre göre
kod’lanması. Örneğin: Bir İngiliz diğer bir İngiliz ile, saklı bir konuda 50
cm. mesafeden konuşur; Bir İtalyan bir Türk ile, ya dokunarak konuşur, ya
da kulağına fısıldar.
Öritmi. Sesliler ile sessizlerin doğaçlaması Şan sesi (Mekan açan ve Toprağa basan.)
Maske ile çalışma: İfadeli? İfadesiz?
Düşünsel çalışmalar :
. Araştırma’yı öğrenmek,
. Tiyatro’da yaratıcılık,
. Tiyatro estetiği,
. Tiyatro’da göstergebilim,
. Rol’ün alt metin yazımı,
. Öz ve Biçim,
. Tiyatro’da ‘Ne?’, ‘Niçin?’, ‘Nasıl?’, ve ‘Kim için?’,
. Çağdaşlaşma,
. Kimlik sorusu,
. Stanislavski’den Grotowski’ye ve bugüne: oyuncu anlayışı, ve Noh Tiyatrosu’nda
. Alternatif tiyatrolar.
Bu kadar kapsamlı bir program, Stanislavski’nın “Bir aktör hazırlanıyor”’undanberi sunulmamıştır
sanırım. Mamafih, düşünebilir misiniz ki, o ‘tek’ hücreli ş a m a n, tüm bu bilimsel sahne bilgilerinden tümüyle
azade ve bihaber, öğrenmeye ve öğretmeye çalıştığımız tüm bu niteliklerin hemen hepsine doğuştan sahip ve
doğaçlamayla, tek başına, yaşamını ve mesleğini, isterse Japon Noh Tiyatrosu’nda, isterse Bali dansları’nda,
isterse ‘British Royal Theatre’da olsun, asırlar boyunca sürdürüyor?
Aktör-şaman ilişkileri konusunda son bir noktayı dikkatinize getirmek isterim: Biz, şaman ile aktör’ü
kıyaslarken, bu iki ‘farklı’ performans sanatçısını, basitçe, bir sahneye koyup karşılaştırmak istemedik. Birleşik
payda, yeniden özetlersek, sahnede ya da doğa’da, gelmiş geçmiş kültürlerin ya da sihir, büyü ve ritüel’in
kalıntılarını, seyircilere yaşam zevkini tattırmak ya da sanatla bütünleşmek veya bir dertten kurtarma amaçlarıyla
olsun bir sunuda bulunma ve bu gösterilerin tarih boyunca doğuş, süreç ve gelişimlerindeki benzerlik ve ayrılık
öğelerini kağıt üüzerinde saptaamk idi. Şaman’ın görünümü ve rolü, kendini sahnelemesi tarih boyunca hemen
hemen aynı kaldığı halde, tiyatro, bugüne kadar çok çeşitli alternatifler sundu ve sunma yolunda arayışa devam
edecek. Etmeli zaten. Toplumların kendisi ‘protean man’: değişken adam.”
(İ. Ersevim, “Şamanizm”, -henüz basılmamış eser)
aqua fons vitae : (LAT.) <aqua fons vite>: ‘Su, yaşamın kaynağıdır.’
“ ‘Gelecek sefer biraz nohut getir bana. Yumuşayıncaya dek ağzımda tutuyorum onları; dişsiz ağzımı
görmüyor musun? Tükürük salgılamaya yarıyor, aqua fons vitae. Yarın nohut getirecekmisin bana?’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:187)
Alabanda; Alabanda etmek : Teknelerin bordalarının kaplamalarının içeriye bakan yüzü; Dümeni,
basılabildiği kadar, sağa ya da sola çevirmek
“Alabanda edip kayığın burnunu çevirmişlerdi; beşik gibi sallanan dalgalar üzerinden hızla, uçar gibi
kayıyorlardı; kayaların biraz açığından ilerliyor, olağanüstü bir ritm ve neşe ile bir dalgadan öbürüne
atlıyorlardı.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:332)
Alabildiğine : Olduğunca, son derece, aşırı derecede, sınırsız
“Paris başkaydı bu ayda. Yabancılara bırakılmıştı. Sere serpe, alabildiğine... Zengin turistler, yoksul
turistler, Amerikalılar, İsveçliler, Almanlar, şunlar bunlar. Bir öğle vakti Café de la Paix’ de oturup seyrettim o
pahalı turistleri. Cakalı Amerikalılar, aile babaları, her yerde resim çıkartarak bu anı ölümsüzleştireceklerini
sanan gafiller!”
(O. Akbal, “İstinye Suları”, sa:64-5)
“TOMURCUK
Vazgeçmededir aşkın güzelliği
Boy atarken alabildiğine gür
Düzlerde ırmaklar örneği yürür
Yeşerirken ak bademin çiçeği”
(S. Kudret Aksal<1920-1993>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:510)
“Sancho’ya köye götüren, daha önce kontes Trifaldi rolünü üstlenen dükün kahyasıydı; bu adam
alabildiğine şen ve şakacı birisiydi; dalgacıydı da. Dükün buyruklarıyla o müthiş becerisi birleşince, bu kez de
terayağından kıl çeker gibi çıktı işin içinden.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:666)
“HAFTA 1
Irmağın çırpıntıları
Gökyüzü alabildiğine
Yel yaprak kanay
Bakış söz
Seni sevişim
Devinmede ne varsa”
(Paul Eluard-Teoman Aktürel, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.07.07)
“ÇALIŞMA
Ne zaman başlayacağız?
Alabildiğine tertemiz silinmiş
çatı penceresinde milyarlarca milyarlarca
yıldız var ve iskemlelerimiz”
(Stephen Romer<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.08)
“Aygıtın rahatlıkla üstesinden geldiğini görünce, Grenouille’un imbiği istediği gibi kullanmasına izin
verdi Baldini, o da alabildiğine yararlandı bu özgürlükten. Gündüzleri parfüm karıştırır, öbür koku ve baharat
ürünlerini hazırlarken, geceleri yalnız ama yalnız o esrar dolu damıtma sanatıyla uğraşıyordu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:103)
A la bonne heure : (FR.,KOLL.) <a la bon ‘ör> : Mükemmel; Güzel ve doğru yapılmış! = Splendid! Well
done right! (İNG.)
Alabora edilmek, olmak : Bir o yana bir bu yana sallanmak, deniz çalkantısı, sulara gömülmek; Hayatta
sıkıntılı dönemler geçirmek
“Tabii komünizm korkusu o yıl başlamıştı, gelgelelim o günlerde Rusya ile dostluk kuran yeni Çin’in
daha sağlam dayanakları vardı ve kadın-erkek bir sürü sıradan, namuslu yurttaş, o güne kadar sürdürdükleri
çalkantısız yaşamın bir günde alabora edilebileceğinden doğal olarak korkuyorlardı.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Corrigan uyuduktan sonra Burney’le birlikte motoru kıyıya bağlayan halatı keseceklerdi. Tony bu işi
yalnız başına becerecek cesareti kendinde bulamıyordu. İpten kopan motor bir akıntıya kapılacak, bu arada nehir
yatağındaki iri kayalardan birine çarparak alabora olacaktı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:237)
“Bu nefret dolu büyüden uyanır uyanmaz yatak odasındaki aynada yansıyan yaşlanmış, çirkinleşmiş
yüzünü her görüşünde her yanını utanç ve iğrenme kaplayınca gene kaçıyor, yeni bir şans oyununa sığınıyor,
alabora olmuş bir halde tutkuya, şaraba, oradan gene istifleme, servet, biriktirme dürtüsüne atılıyordu.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:101)
“Nun Nehrinin Çağrısı
---------------------------Dur duraksız akış sürüklüyor
Su çeken kanomu aşağılara
kaçınılmaz rotasına doğru.
Derken can çekişen her bir yıl
yaklaştırıyor martı çığlıklarına,
alabora olmuş kanomun sessizlik
perdesini ikiye bölen
ve kabaran dalgaları sakinleştiren
son çığlıklara.”
(Gabriel Okara <d.1921>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.01.09)
Alaboz duman olmak (ortalık) : Etrafın toz ve dumandan görülmeyecek, ayırt edilemeyecek duruma gelmesi
“Aman Allah, ortalık bir alaboz duman olmuş ki Allah esirgeye, göz gözü görmüyor. Bir anda ortalık
savaş alanına döndü ki, kırılmış kolun bacağın hesabı yok.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:72)
A l’abri : (FR.;DAVR.,KOLL.) <A lab’ri> : Gizlenmiş, muhafaza altında = Under cover, sheltered (İNG.)
Alabros : Erkeklerde kısa ve dik, sert saç modeli (Fransız stili)
Bk.: A la çoğ (Rus)
“Anthime’in alabros kesilmiş saçları hala sıktı, eskiden kızıldılar ama artık eski yaldızlı gümüşlerin
aldığı renge, şu bozumsu sarı renge girmişlerdi; kaşları, bir kış göğünden daha gri, daha soğuk bir bakış
üzerinde, karmakarışık bir şekilde ileri çıkarlardı; yukarıda durmuş, kısa kesilmiş favorileri, sert bıyıklarının
arslan rengini korumuşlardı.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:8)
Alaca; Alaca(lı) bulaca(lı) : Rengarenk, karmakarışık
“Onun da kıyafeti bu sabah başkalaşmıştı. Başında alaca dallı siyah bir başörtüsü, sırtında narçiçeği
ipincecik bir cepken vardı. Beli kuşaksızdı. Şalvarı her vakitki lacivert beyaz karışık satrançlı şalvardı.
Ayaklarına, burunları pembe püsküllü, siyah rugandan iskarpinler giymişti.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:34)
“Bir güz yaprağı dolansın
Çevresinde ayağımın,
Alaca bulaca, yüz renkli
Çiçekler gibi.”
(G. Nerval, “Sylvie-Siyasi”, sa:96)
Alacağı koyacağı olmamak : Kimsenin bir diyeceği olmamak
“Biz de böyle biliriz. Karşı komamız da yoktur. Tanrının birliğine inancımnız eksilmedi... Yine de
oğlumun işiyle artık benden başkasının alacağı koyacağı yok diyorsam bu da doğrudur. Niçin şaşıp açık ağızlık
ederler?”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:9)
Alacağı olsun : Birine intikam almayı vadetmek, o konuda kendi kendine söz vermek
“Nefise boşandı:
-Beni yarım pabuçlu bir mahalle karısı sandı ahlaksız herif.. Ama alacağı olsun. Atlayıp Ankara’ya
gideceğim, görür o. Deveden büyük fil var!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:301)
Alacakaranlık : Güneş batmasından az sonraki yarı aydınlık yarı karanlık durum; içeriği ve sonucu belirsiz iş
ya da durum; Gerçek ile gerçekdışı alanları arasındaki ürkütücü geçiş dönemi
“Kase her nerede olursa olsun, Langdon bir gün onu şahsen göreceğini hiç tahmin etmemişti. Sangreal
belgeleri. İsa Mesih’in gerçek hikayesi.. Magdalalı Meryem’in mezarı. Bir an için, o gece kendini bir çeşit
alacakaranlık kuşağına düşmüş gibi hissetti... sanki gerçek dünyanın erişemeyeceği bir baloncuğun içindeydi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:316)
“SAVAŞ
Kalktı O, uzun zamandır uyuyan,
Kalktı derin mahzenlerden aşağıdan
Yüksek ve tanınmadan durur alacakaranlıkta
Ve ezer ayı kapkara elinin içinde.”
(Georg Heym<1887-1912>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.07.09)
“Buraya, bir akşamüstü, alacakaranlıkta geldikti. Mehmet Ali, arabanın içinden kolunu dışarıya uzatıp:
-Aha bizim köy.. diye bağırdığı vakit, bir süre, boş yere etrafı araştırdım, hiçbir şey görmedimdi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:22)
Alaca(lı) bulaca(lı) : Rengarenk
“Bu görüşü biz öylesine benimsedik ki, binyılların alacalı bulacalı pılı pırtılar gibi sırtımıza giydirdiği
gelenek ve görenek süslerini atıyoruz üstümüzden, kulak vermez olduk dinlerin, inançların ister tanrıdan, ister
insandan gelme avutucu ninnilerine.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:6)
“Pencerenin ötesindeki alan birdenbire büyüyüverdi; kesişen demiryolu makaslarıyla alaca bulaca
olmuş toprağın yüzünde lokomotif minik bir nokta gibi, kimi zaman yaklaşıyor, kimi zaman görünmez oluyor:
lokomotifi sadece bi an izleyebildiniz...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:18)
“Berber çırağı Gloria rolü hala Melanie’de. Altın rengi tayt üstüne pembe bir kafran giyen, yüzü alaca
bulaca boyanan, saçı başının tepesinde bukle bukle toplanan Melanie, yüksek topuklu ayakkabılarının üzerinde
sahneye düşe kalka çıkıyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:220)
“Sorgu yargıcının karşısında sıska mı sıska bir köylü duruyordu. Köylünün sırtında evde dokunmuş
bezden alacalı bulacalı bir gömlekle yamalı bir pantolon vardı..... çoktandır tarak yüzü görmemiş karmakarışık
saçlarının bir şapka gibi örttüğü başı adama iri, öfkeli bir örümcek görünüşü veriyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:111)
“Bir Ağustos akşamı (o zamanlar on sekiz yaşındaydı) onu Colleville panayırına götürmüşlerdi. Orada
birdenbire afallamış, kemancıların gürültüsünden, ağaçlardaki ışıklardan, elbiselerin alacalı bulacalı
renklerinden, dantelalardan, altın haçlardan ve kaynaşan insan kalabalığından şaşırmıştı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7)
“Zaten Rus prenslerinin çoğu sanatla uğraştıklarında, işin biraz da ruhani ya da ortodoks yanına eğilim
gösterirler -ev döşemek, eşya düzenlemek gibi şeyler de Kotschukoff’un hiç anlamadığı işler arasındadır. Alaca
bulaca görünen ve çok paraya mal olan her eşyasına övgüler düzdürecek kadar konumu yerindedir.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:137-8)
“ ‘Onlar uzaktan alaca-bulaca birşeyler yaklaştığını gördüler. Dereler-tepeler gürültüyle
gümbürdüyordu.’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:71)
“Üzerindeki elbiseyi hayatımda kimsenin sırtında görmemiştim. Bunun paltosunun yanında Joseph’inki
tek renkli sayılır. Lekeler, rengarenk yamalar, güneşin soldurduğu yerler ve bir kaç pas lekesi sonucu ortaya
alacalı bulacalı bir giysi çıkmıştı. Kaba saba ayakkabıları toz içindeydi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:81)
“Üst üste yığılmış kasvetli evler var. Açık pencerelerde oturan ihtiyar suratlı bir sürü çocuk alacalı
bulacalı bebeklerini boyuyor. Evlerin içi kapkaranlık.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:51)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ II
-----------------------------------Mayısta yağan doluların alnına çarpacağı,
güneşin bir nar gibi alacalı urbanın kucağında
parçalanacağı,
ve o nar tanelerini birer birer on iki yetimine
dağıtacağın,
ve denizin nisanda yağmış kar gibi, öç almaya susamış
bir kılıç gibi, donuk donuk parlayacağı,
ve kaya yengecinin gizlendiği delikten çıkıp
kıskaçlarını kavuşturarak güneşleneceği.”
(Y. Ritsos<19091-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:37)
“Ama canım kuşların söylediği şarkılar,
Elvan elvan çiçekler, burcu burcu, alaca,
Bana bir yaz masalı anlattıramadılar,
O soylu çiçekleri ben kesemem haraca.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:98, sa:237)
“Oyun için gerekli her şeyi hazırladık. İkinci günün sabahı panayır başlayacaktı. Bendrof büyük bir
sandık açtı. İçinden alacalı bulacalı çeşit çeşit elbiselerle birkaç püsküllü, çıngıraklı, sivri külah çıkardı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa.:489)
a la campagne : (FR.,DOĞA) <a la kam’payn> : Kır’da = In the country (İNG.)
a la carte : (COLL. FR.) <a’la kart> : Yemek listesinden seçilen, fiyatları ayrı hesaplanan yemek (Zıddı:
table d’hote : tabl d’ot – fiyatı önceden belirlenmiş, sabit ve uygun fiatt öğün))
a la coque : (FR.) <a la kok> : Haşlanmış yumurta
a la çoğ : Alabros (Fr.): Kısa ve dik kesilmiş, fırça gibi erkek saçı (Rus)
“Volodya’nın arkadaşları beni ‘diplomat’ diye çağırıyorlardı. Bubun nedeni de: bir gün rahmetli büyük
annemin yemekten sonra onların yanında bizim ilerideki yaşamımız üzerine konuşurken, Volodya’yı asker, beni
de siyah fraklı ve saçı ‘a la çoğ’ taranmış bir diplomat olarak görmeyi umduğunu söylemesiydi.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:120-1)
Ala’ddin : Alaeddin; (ARAP MYTH.) :‘Binbir Gece Masalları’ndaki kahraman. Onun, el sürüldüğünde
içinden bir cin çıkan ve emredilen her şeyi yapan sihirli bir lambası vardır
Alafranga; Alafrangalık (taslamak) : Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinde Avrupa özeni; ‘Alaturka’:
Doğu-Türk biçimi karşıtı ‘Frenk-Fransız-modeli yani çağdaş, modern
“Daha çok Nevin’in babasına diş biliyorlardı. Gavurluğundan, alafrangalığından, kızını böyle
yetiştirdiği için ahlaksız babalığından, daha ileriye giderek kodoşluğundan söz açarlardı. Ama kimsenin dili
Nevin’e orospu diyememişti.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:14)
“Üç genç elleriyle ağızlarını örterek pufladılar. Fakat Peregrini memnun görünüyordu. Çocuk onun
zihninde ders verdiği alafranga zengin kız çocuklarıyla derhal bir kıyas yapmıştı. Onların hepsi Avrupa
çocuklarının saman kağıdı kopyası gibi idiler.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:72)
“... ardı arkası kesilmeden girip çıkan seyircilerin yoğun kalabalığıyla o koca bahçe, benzetme bir az
kaba kaçacaksa da, çok büyük bir arı kovanını andırıyordu. Fakat bu bir kovandı ki arıların bal alacakları
çiçekler de içinde bulunuyordu. İçeride kalanlardan, alafranga bir deyişle, taife-i latifeden (hoş-kadın cinsinden)
olanlar bahar çiçeklerine rekabet eder gibi en parlak, en güzel renkler içinde..... çiçeklerin arasında ikişer ikişler
dolaşıyorlardı.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:33)
“Meşrutiyet ilan edileli beri daha güzel, daha eğlenceli eserler okumaya hazırlanırken iş pek umduğum
gibi çıkmadı. Düşünüşümüz değişti. Dilimiz hemen bambaşka bir şey oldu. Alafrangalaştı. İnceldi.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani”, sa:23)
“Ev sahibi hanımların subayı, ayakta kabul etmelerine karşın Selma Hanım, Avrupalıca hareket ederek
yerinden kımıldamamıştı. Bununla beraber genç Binbaşı için kendi kendine: ‘Amma da alafranga bir salon
subayı,’ dedi. Anadolu’nun ortasında bu basit ve ilkel dekor içinde böylesine de rastgeleceğini hiç sanmamıştı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:39)
“Yine kulağına çalınan konuşmalardan, Yusuf’un gazeteden çok az maaş aldığını, müzik grubunun ise
iş bulamadığını anlamıştı. Çocukların üstleri başları dökülüyor, evi pislik götürüyordu. Alafranga tuvaletin
kapağı kopup kimbilir nerelere gitmiş, taşı kahverengiye kesmişti. Musluklar açıldığı zaman sinir bozucu bir flüt
sesi gibi tek notada ötüyor, gece boyunca vınlıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nun Evi”, sa:144)
“Bugün frenkçe <fransızca> okumak, mütemadiyen esvap (giysi) değiştirmek, moda yapmak
çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden (kibirlilik), manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk
(üstün olma) iddiasından başka birşey yoktu. Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:90)
Alakok : Rafadan yumurta (FR.)
Bk.: A la coke
“Bu küçük şer feylesofu tavuğu vakitsiz yumurtlatıp sabahleyin kendisine bir ‘alakok’ ziyafeti
çekecekti. Beceremedi. Yumurta yerine sunturlu bir dayak yedi. Fakt bu acıyı bir türlü sindiremiyordu.
Babasından öc almak hırsıyla zangır zangır titriyor ve buna gücü yetmeyeceğini düşündükçe sinirleri geriliyor,
çıldırıyor, öfkesinden yine kendi kendisini ısırıyordu.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:25)
Al al; Al al olmak : Kıpkırmızı; kırmızı kırmızı; (Ateşten ya da heyecandan) Yüzü, vücudu kırmızı kırmızı
lekelerle bezenmek
“Eşek Arıları
Ağaçta elmalar eşek arısı dolu;
Al al elmalar, kalpler gibi yarışta. Yaz
Dilini sokuyor kışın gırtlağına.”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“Chantal onu karşısında görünce şaşırıyor ve karmakarışık duygular içinde bulunduğu o anda, içinin
derinliklerinden güçlü bir dalga halinde yükselen bir sıcaklık, karnını, göğsünü dolduruyor, yüzünü kaplıyor.
Alev alev yanıyor. Çırılçıplak, her yanı al al olmuş durumda.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:162)
Alaman, Alamanya : İkinci Dünya Savaşındanberi yerleşen bir yanlış telaffuz olayı: Almanya ve Almanlar
için, ilk hecenin sonuna bir ‘a’ eklenmesi adet olmuştu, özellikle kırsal ve eğitim düzeyi pek de yüksek olmayan
yerlerde
“... ve sonra alamanların hep bahar olan ve belki Libanus limonlarının açtıı bir yerden geldiklerini
bildimi söyledim ama bizde Paleada sis var dedim ve bu siste şarlmanla sabaşan arabitzlerin torunlarının torunu
olan piçler dolaşır ve kötü insanlardır...” ..... “‘Bak sen şu Alamanların tekniğine, göz açıp kapayıncaya kadar
harika bir kent kurdular.’ ‘Şu ilerdeki eve bak, tıpatıp benim evime benziyor, aynısını yapmışlar valla!’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:13;252-3)
Alameti farika : Bir işin, bir markanın sembolik göstergesi; Ayırıcı nitelik
“Bir yılı geçen uzun ilişkimizde bir kere olsun başını kaldırıp yüzüme bakmadı ki, gözleri bir kere olsun
gözlerime rastgelmedi ki... İsmail’e benden bahsederken ne demişti? ‘Kolu yok bir herif...’ Onca benim tek
‘alameti farikam’ kolsuzluğumdur.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:114)
a la mode : (FR.) <a’la mod> : Modaya uygun
a la minute : (FR.) <a’ la minüt>:
şipşak
dakikalık’ tan alınma: Hazır, hemen yapılmış ya da çekilmiş, enstantane,
“Küçük odanın tavan arası insan boyundan yüksek olmasına rağmen, insanı eğilmeye mecbur bırakan
bir karanlık; kilise önlerinde, deniz kenarlarında, balık ağlarının arasında, sandalın içinde çıkmış sarı alamünit
fotoğrafları hayal meyal fark ettirdi.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hristopulos Gemisi”, sa:16)
Alan talan etmek : Yağmalamak, altından girip üstünden çıkmak
“Albay, çölden Sudan’a gidiyor ve Atlantik’ten Mısır’a, Sudan’dan Cezayir’e kadar uzanan bu kum
denizinde, eskiden denizleri alan talan edenlere benzer bir tür korsanların, Touareg’lerin uçsuz bucaksız
ülkesinden geçiyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:102)
Alarga durmak, gitmek : ‘Filika ya da sahilden uzak durma’yı imgeleyen denizcilik teriminden alıntı: Uzakta
durmak, hayatı uzaktan seyreylemek, yakına gelmemek, yanaşmamak
“Ben bilakis gruba alarga duruyor, ikide birde içeride yahut bahçenin arka taraflarında
kayboluyordum.” ..... “Gülüştük ve yürüdük. Biraz sonra Ayşe Teyzem ile Müjgan, kuzenimi aralarına aldılar.
Teyzemin komşuları kırkı geçmiş yaşlarıyla kendilerini kadından, Kamran’ı erkekten sayarak biraz alarga
gidiyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:74;73)
a’las : (FR.) <e’las!> : Heyhat, eyvah, yazık!
Alaşağı edilmek : Makamından, işinden, şöhretinden tümüyle masun kılınmak, tepe taklak getirilmek
“Koltuğundan alaşağı edilmiş bu yüksek konuğu Prag da pk hoş karşılamıyor; hele eski aristokrat
çevreler, bu istenmedik kimseye sırt çeviriyor. Çünkü, Bohemya soyluları hala Fransız gazetelerini okuyorlar;
Fransız gazeteleri de o ara ‘Bay Fouché’ye karşı pek sert ve öc alıcı saldırılar yayınlıyorlardı.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:216)
Alaşağı etmek : Tepe taklak getirmek, yere yıkmak; Saltanat yıkmak, baştakileri makamlarından indirmek
“-Peki ağam neden böyle yaparsın?
Yanıt vermezdi. Gülerdi. Bu onun en büyük zevki idi. Sinemasız, tiyatrosuz, kadınsız ve kumarsız bir
kasabada hırslar elbette böyle tatmin edilirdi. Birini alaşağı etmek için evvela kendisiyle boy ölçüşebilecek bir
vaziyete çıkarmak, sonra el ense etmek. Ardından bir kahkaha salıverip su başında bir alem düzenlemek.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:28)
“Altın Bulutlar
<Cortegena 1972>
Neye yarıyor yaşamım?
Her yuva kuruşumda,
alaşağı ettim kendim. Hangi ülkeye
gittiysem sevdim
daha ilk bakışta.
Hiçbir kadına iki kez
kucak açmadım.”
(José Maria Alvarez-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.11.04)
“Topluluk hep yer değiştiriyor, koşuyor, büyük bir hızla koşuyor ve topluluğun koşusunda duracak
olursak işte herkes üzerine çıkıyor, eziyorlar seni, kokularıyla burnunu allak bullak ediyorlar, o kadının üzerine
ben çıktığımda, bizi itiyorlar, alaşağı ediyorlar, hepsi onun üzerine, benim üzerime çıkıyor...”
(I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:16)
“... bir arkadaşımdan gelen mektuptan beni pek ilgilendiren bir haber aldım: bizim yarbayın başında
kara bulutlar dolaşıyormuş, üstleri kendisinden mutlu değilmiş, bazı yolsuzluklarından şüpheleniyorlarmış.
Kısacası, düşmanları onu bir punduna getirip, alaşağı etmeye bakıyormuş.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:170)
“Seni anımsarım Amanda
------------------------------Ve beş dakikacık
Yetmiş alaşağı etmeyi her şeyi
Düdüğü çalıyor fabrikanın
Herkes iş başına
Çoğu geri dönmüyor
Dönmeyenlerden Manüel.
Seni anımsarım Amanda
Islak sokaklarda
Fabrikaya koşarken
Manuel’in çalıştığı yere.”
(Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“15 YILDA 37 KAYMAKAMI ALAŞAĞI ETMİŞLERDİ. ŞİMDİ SIRA 38. DE İDİ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:141)
“Bu yeni gelenler arasında Edinburgh’lu biri vardı: İri Jimmy. O, empülsif bir karakter idi. O kadar çok
dövülmüştü ki, hemen her zaman savunmada idi..... Hemşirelerden biri ona pek de hoş olmayan bir şeyler
söylemişti. O hemen yumruklarını sıkarak onlardan birine saldırdı. Saldırdı ama, hemen bir kafa kol yaparak onu
alaşağı ve tekmeleri veryansın ettiler.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:102)
“İşte, Kanunu-u Esasi yürürlüğe konsun, meclis açılsın, istibdat sona ersin, hürriyet gelsin, gerekiyorsa
bunlar için Abdülhamit alaşağı edilsin.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:43)
“Ah! Savaş gelsin çatsın, ilk saldırıda önümde yürüyecek herifi alaşağı etmezsem.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:116)
“... her ne olursa olsun, daha ilk piyon yerinden oynatılmadan, seyirciler, bu adamın birinci sınıf bir
oyuncu olduğuna ve hepsinin içten içe gizlice bekledikleri bir mucizeyi gerçekleştireceğine, yani o yörenin
satranç ustasını alaşağı edeceğine kesinkes inanmışlardı.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:24)
“Kararlı iki yüz adam o tarihte Viyana’yı ve bütün Avusturya’yı ele geçirebilirdi; amma ciddi hiç bir
olay geçmedi, yine de. Başıbozuk bir birlik, işbaşındakileri alaşağı etmeyi denedi amma, silahlı elli altmış polis
tarafından kolayca yere serildi.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası” sa:368)
“Yanımdaki kız Fransızca: ‘Onunla ilgilenmeyin’ diye direndi ve alaşağı etmek ister gibi kolumu
hoyratça yakaladı.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:235)
Alaturka : Franszıca kökenli: ‘A La Turque’ (Türk, Şark stili) sözcüğünden gelen ve genellikle muhafazakar
Doğu felsefesine dayanan davranış, müzik ve yaşam tarzı
“İmam’ın, tef felsefesinde Rabia’nın tarafını tutması, çocuğu musiki derslerinde serbest bıraktı. Ve
çocuk, teften sonra ud, kanun, hemen alaturka sazların hepsini, Vehbi Dede’yi hayran bırakan bir hızla,
yetenekle öğrendi.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:70)
“Derslerine ne zaman çalıştığı, hangi kitapları okuduğu belli değildi. Çünkü, sabahtan akşama,
akşamdan da kahveler kapanana kadar kağıt oynuyordu. Bir iki alaturka oyunu, cimdallıyı, pastırayı iyi bildiği
halde, hiç bilmediği pikete, pırafaya meraklıydı.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:79)
Alaturka müzik ziyafeti :
programı
Sulukule, Kağıthane Roman’larının, tam takımla misafirlerine verdikleri fasıl-oyun
“Fakat hani, Alaturka ziyafet de bu kadar olur. Sofra; içkinin mezenin binbir türlüsü ile dolu idi. Sonra,
sekiz kişilik bir incesaz’la kadınlardan beş kişilik bir hanende <şarkıcı> ve çengi <oyuncu, göbekçi> takımı
vardı. Saz takımı, başta Edirne’den İstanbul’a yeni gelmiş olan kemancı Bülbüli Salim olmak üzere
Ayvansaray’ın en gözde çalgıcılarından mürekkepti <oluşmuştu>. Hanende kadınların üçü Ayvansaray’dan ve
köçeklik eden iki kadın da Sulukule’dendi.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:166)
Alavera(cı, lı) (ve) dalavera(cı, lı) : Kandırma(lı), aldatma(lı), hile(li) hurda(lı) (ilişkiler, kişiler); Üç kağıt(çı)
“Üvey babamın kardeşi, bir oyun icat edip yüklü para kazanan birini tanıyordu. Onunla görüşüp fikrini
almak aklıma yattı. Büyük Merkez Gar’ın yakınındaki Roosevelt Otel’in lobisinde buluştuk. Adam, kırk
yaşlarında, feleğin çemberinden geçmiş, alaveresi dalaveresi bol, ağzı kalabalık biriydi; ama konuşurken ağzına
baktıracak kadar etkili olduğunu da itiraf etmeliyim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:118)
“Çingeneler de onlara karşılık göbek atarak bellerine sardıkları kuşaklarının öndeki düğümünü tribüşon
gibi helezonlarla evirip çeviriyorlardı. Gözlerinde bu pazarlık alavere ve dalaveresine karşı, gururlu bir olay
vardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:66-7)
“-Ben ev hırsızı Bill Bassett. Mister Peters, Mr. Alfred E. Richs’le tanışmalısın. Haydi bakalım el
sıkışın. Mister Richs, Mister Peters alevere dalavere işlerinde derece bakımından sizinle benim aramda bir
konumda bulunmaktadır. Peters avladığı mangiz karşılığında her zaman ve kesinlikle bir şeyler verir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:108)
“Pis yataklar, kirli çamaşırlar, ne idiği belirsiz kokular, müşteri bulan kişilerle arkadaşlıklar, gizli ya da
özellikle çağrılmış ‘seyirciler’, alavereli dalavereli işler ve bilinen hastalıklar..... doğal olduğu kadar akla hayale
sığmaz yeniliklere de açlık duyan, nerdeyse manyaak denebilecek bu tanrısal boğanın, bu yeni Jupiter’in
umursamadığı şeylerdir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:65)
Alay; Alay alay : Üç taburdan oluşan, genellikle bir albayın komuta ettiği ordu birimi; Kalabalık, bir sürü
(genellikle insan); Şaka
“Karşınızda oturan oturan ihtiyar İtalyan ayağa kalktı, kocaman siyah valizini indirirken epey güçlük
çekiyor, sonra dışarı çıkıyor, arkasından gelmesini işaret ediyor karısına. Ellerinde eşyalarla yolcular, alay alay
koridordan geçmeye başladı. Az sonra kapının önü tıklım tıklım dolacak.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:271)
“Londra’da Bir İmarethanenin Önünde
Duran Çocuklar
Uzun bir çocuk alayı gördüm, dizilmişler
ikişer ikişer bir imarethanenin önünde.
--------------------Batmışlardı kirlere, perişandı üst başları
yapışıyordu bedenleri duvarlarına evlerin.”
(Ernst-Maria Richard-Stadler,<1883-1914>-Danyel Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, “19.10.09)
Alaya alınmak : Başkası tarafından küçük düşürülmek, oyuna getirilmek
“İçimden şöyle diyordum:
-İblisler bizim yüzümüzden aldatıldılar, zarara girdiler ve öylesine alaya alındılar ki buna fena halde
içerlemiş olmaları gerekir. Eğer hiddet kötü niyetlerini körükleyecek olursa, tavşanı kovalayan ve onu dişleriyle
yakalayan bir köpekten daha amansızca arkamızdan koşacaklar. Korkudan tüylerimin daha şimdiden diken diken
olduğunu söylüyor ve bir düziye arkamıza kulak kabartıyordum.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:250-1)
“Ditpold ve adamları hemen yakalanmıştı ve herkes Aziz Pietro’nun göründüğüne onları inandırmak
için üstlerine çullanmıştı. Olası hepsi kanmıştı buna, ama tünelin kimin tarafından açığa çıkarıldığını iyi bilen
Ditpold inanmamıştı -aptaldı ama o kadar da değil- ve Baudolino tarafından alaya alındığını anlamıştı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:196)
Alaya almak : İşi şakaya boğmak, sözleriyle ya da davranışlarıyla birini küçük düşürmek
Bk.: Alaya, şakaya boğmak
“ ‘Hiç de değil,’ dedim. ‘Asıl ben aptallık ettim - sana sormadığım için. Ama senin ne kadar ciddi
olduğunu kestiremediğim için zorlamak istemedim.’
‘Ben ciddiyim Bay Walker. İşi alaya almaktan hoşlandığımı itiraf ederim ama sadece küçük, önemsiz
şeyleri. Bböyle bir konuda seni işletecek değilim.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:26)
“Zaten daha şimdiden ikisi arasında bocalayıp duruyor. Şu İvan’ın hepinizi tapınacak derecede neyle
büyülediğini anlamıyorum doğrusu! Oysaki o, beleş ziyafete konduk, sırtınızdan geçiniyoruz diye sizleri alaya
alıyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:120)
“Ve sonra bir an için Gertie ismini anmam onda bir kıskançlık hissi uyandırır diye umdum, ama çoktan
unutmuştu... Sahip olmadığı bir saflığı oynayarak, öğrencimin beni alaya aldığından kuşkulanmaya başladım.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:59)
“Bu kez, öğle yemeğine elleri kirli gelince, Bouvard onu alaya aldı, yakışıklı süvari, süslü piyade, sarı
eldivenli dedi. Victor başı yerde dinliyordu, birden sarardı, tabağı Bouvard’ın kafasına fırlattı, sonra,
tutturamamanın öfkesiyle, üzerine atıldı. Üç adam zor başa çıktı.”
(G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:282)
“Hoca Efendi, hiddetle gözlerini açarak mebusa bakıyor, mebus, dudaklarını bükerek hocayı alaya
alıyordu. Bu manzara o kadar güzeldi ki, sayfayı çevirmemesi için Sabahat’in elini tutuyor, deli gibi
gülüyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:331)
“İlk günlerim altın ve gümüş kadar parlak geçti. Birkaç saat gibi kısacık bir sürede dünyaya gelen
Edward Pinkhammer bağsız bir yaşam sürmeninin zevkini tattı..... güzel kızlar, neşeli müzik ve insanlığı acayip
ve anlamsız abartılarla alaya alan öykünmeler ülkesine uçtu. Zaman ve mekanla, toplum bağlarıyla bağlı
olmadan şuraya buraya, paşa gönlünün istediği yere gitti.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:35)
“Oysa külüstür meyhanelerin pis masalarında bira döküntüleri ortasında ciddi konuları hayasızca alaya
alarak dostlarını eğlendiren ve çoğunlukla da ürküten ben, kalbimin gizli bir köşesinde alay konusu yaptığım
nesnelere saygıyla eğiliyor, ruhumun önünde, geçmişimin, annemin ve Tanrı’nın önünde ağlayarak dize
geliyordum.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:98)
“ ‘Öğrenmek isterdim doğrusu nasıl oldu? Bir ara bir yerde oturup bir bira içeriz, siz de anlatırsınız,
ha?’ ‘Olmaz, Bey. Bir akşam işi paydos ettikten sonra atelyeye uğrar, ne var ne yok diye sorarsınız, o zaman
başka. Ama beni alaya almanızı istemem.’ ”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:126)
“ ‘Bunu yakından biliyorum. Sözünü ettiğim kadının evinde bazı bazı adeta bir toplantı yapılır. Kadın
çok defa kendinden geçer. Külhaniler her çeşitten okuyorlar. Fakat bunu sadece alay edebilmek için yapıyorlar.
Hepsi de bir sersemlik içinde yaşıyor. Tek ülküleri, kıyasıya alaya almak.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:31)
“Köy halkı bu durumu alaya almakta gecikmedi. ‘Şeyhleri’nin her türlü kaprisini kabul ederlerdi de, bu
yabancının, bu ‘sütü bozuğun’, bu ‘Jord cehenneminden gelen cadının’ şimarıklıklarını asla! Kfaryabda’yı
beğenmiyorsa, varsın evine dönsündü!”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:37)
“Heyhat! Hiç giriş yazmamak mümkün müdür? Bumkoşulu kendi kendine terk ediverme gücünü kim
bulabilir? Sonra ‘Edebiyatçıların eski töresine karşı hareket etti,’ diye beni alaya alırlarsa ne yaparım?”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:21)
“İşte böylece, pek rastlanmadık bir şekilde, Gazete üzerine Gazete, bir ay derken bir ay daha, sanki
duvara bakarmışım gibi gazeteye baktığımı gördükçe beni alaya alan evdeki büyükleri duymazdan gelerek,
sonunda bir gün hiç kekelemeden, heyecanlı ama muzaffer <zafer kazanmış> bir edayla, art arda birkaç satırı
yüksek sesle bir defada okuyarak onları şaşkınlıktan ne diyeceklerini bilmez halde bırakmıştım.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:53)
“Suvenir, hemen ellerini arkasına atar, korkuyla mırıldanırdı: ‘Nasıl isterseniz, hanımefendi, nasıl
isterseniz.’ İşi gücü kapıları dinlemek, dedikodu etmek, en çok da başkalarını alaya almak, onların dalına
basmaktı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:21)
“Ressam Hallward, ‘Beni alaya alacağını biliyorum, gene de bu resmi sergileyemem, gerçekten,’dedi
‘Kendimden pek çok şey kattım buna.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:19).
“Buteau, köylü kadına sordu:
-Ey, söyle bakalım analık! İneği kaça veriyorsunuz?
Kadın, deminki fiskosu görmüştü, fütursuzca yanıt verdi:
-Kırk pistol.
Buteau, önce işi alaya aldı, takıldı, hep geride, sessiz sedasız duran erkeğe döndü:
-Söyle bakalım, ihtiyar! Bu fiyata, senin bacıyı da beraber mi veriyorsun?”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:233)
Alaya boğmak : Hiçkimseyi küçük düşürmeden, bir olayı oyunla karışık bir şakaymış gibi bir gelenek haline
getirmek
“Eskiden Bn. Ezra, kocasının, arasında bulsun diye evin ötesine berisine ekmek parçaları saklardı.
Sanki hizmetçilerden utanıyormuş gibi bu işi alaya boğmayı adet edinmişti. Şakayık’la David de küçükken bunu
kendilerine bir eğlence yaparlar, o gün evde bulundurulması yasak olan ekmek parçalarını arayanlarla alay
ederler, kendileri de onların arasına katılarak kırıntıları nerede görseler gösterirlerdi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:10-11)
alaybozan : (TAR.,ASK.,KOLL.) Fransız Büyük İhtilali sıralarında, ara sıra başkaldırı yapan düzenlenmemiş
başıbozukların kullandığı f i t i l l i t ü f e k
“ ‘Greve’ rıhtımının karşısında karabinalıı delikanlılar, ateş açmak için evlere, kadınların yanlarına
yerleşiyorlardı. Bu delikanlılardan birinin ellerinde, alaybozan denilen fitilli bir tüfek vardı. Kapıyı çalıp içeri
giriyor, fişek yapmaya başlıyorlardı. Bu kadınlardan biri sonradan şunları söyledi: ‘Kartuş’un ne olduğunu
bilmiyordum, kocam söyledi de öğrendim.’ .... Ayaklanma, Paris’in merkezini içinden çıkılmaz, dolambaçlı, dev
yapılı bir tür kale haline getirmişti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:389,394)
Alay etmek, alay edip geçmek : Söz ve davranışla biriyle onu küçümseyerek ve aşağı görerek konuşmak
“Duygu yutar mı bunları? Alevilik hakkında az çok bir düşüncesi var. Posta memuruyla alay edip
geçiyor. Köyün alevi olması daha da çok hoşuna gidiyor.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:135)
^^
Alay-ı vala ile : Görkemli, debdebeli, şaşaalı bir alay, düğün havası içinde
“Fakat seyirciler bu gösterişin perde arkasını, zavallı Selim Paşa’yı terleten, titreten tarafını göremezler.
Onun bu gösteride rolü büyük ve karışıktır. Evvela İkinci Abdülhamid’in sadık kullarını, efendilerinin gövdesine
kafasına bir kurşun yahut bomba atmalarını engellemek, sonra bu ala-yı valanın olaysız geçmesini sağlamak...”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:59)
“Öyle ki, akşam dönüşünde Kağıthane’deki Sünnet köprüsünden itibaren yanlarımıza rampalayan
<çarpan> ve peşimize takılan kayık ve sandalların sayısı Karaağaç’a yaklaştığımız zaman belki üç yüzü bulmuş;
oradaki küçük adaların sol tarafında kayık, sandal ve salapurya’ <üçgen biçiminde, 10-15 ton’luk ticari taşıt; Fig.
Çok büyük, hantal ayakkabı>lardan mürekkep <yapılı> sanki yeni bir ada peyda olmuş <oluşmuş, çıkagelmiş>;
deniz orada tamamen tıkanmış; vapurlar bile geçemeyerek dakikalarca Sütlice ile Tuğla harmanları önünde stop
edip bizim alayı vala’nın geçmesini beklemişlerdi.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:192)
“Derken alay-ı vala ile öteki köyün insanları, başta nişanlı olmak üzere sökün ettiler. Her birinin elinde
bir av tüfeği vardı. Nişanlı ateş saçıyordu. Avuru zavuru köyü tutmuştu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:101)
Alaylı; Alaydan yetişme : Bir meslek sahibi olmak için gereken eğitimi almaksızın kendini yetiştiren kimse
“Adı Nicholas Pétrovitch Kirsanov’dur. Küçük hanın 15 km kadar uzağında ikiyüz kişilk güzel bir
malikanesi; kendi deyimi ile, bu toprakları köylülerle paylaşmaya başladığından beri bir çiftliği vardır. Alaydan
yetişme okuma yazması pek olmayan babası 1812’de general olmuş sert bir askerdir.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:5-6)
Alaylı alaylı : Uzun uzun alay ederekten
“Ve ben, üzerimizden geçen mavi kuşun adını sorduğumda köylünün verdiği karşılığı hatırlarım; bana
alaylı alaylı bakmıştı: ‘Boş yere ne uğraşıyorsun, be zavallıcığım! Yenmez o...’
Yanımda duran alaycı adamın biri de, aynı şekilde alay dolu bir bakışla söze karışarak araya girdi ve
şu maniyi söyledi:
‘Bir mani söyleyeceğim sana, çevreyle ilgili,
‘sıç, ye, osur, iç... İşte insanın hayatı...’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:181)
“... James’e kalırsa kendisinden on bin kat üstün olan karısını gülünç etmek zevkiyle değil, kendi
düşüncesinin doğruluğuna inanan gizli bir gururla alaylı alaylı sırıtıyordu. Dediği doğruydu. Her vakit doğru
çıkardı. Yanılmak istese bile yanılamazdı; eğriyi doğruyu gösterdiği hiç olmamıştı.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:4)
Alay orospusu : Eski devirlerde, bazı kültürlerde, savaşa gidildiğinde komuta grubunun cinsel arzularını
doyurmak için kullanılan genel kadın
“Kaplan ve fil avına çıktığımda ya da savaşa gittiğimde aklıma ne zaman Lucrecia gelse yüreğimin
çarpışı tıpkı ilk günlerdeki gibi hızlanır, gecelerin yalnızlığını dindirmek için sahra çadırında ne zaman bir köle
kızı ya da bir alay orospusunu okşasam, ellerim acımasız bir düş kırıklığına uğrar.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:19)
Alaz; Alazlamak : Yanan gaz, alevin uzanan ışıklı dili; Alevin bu hale gelmesini sağlamak; Yakmak,
tutuşturmak
“MEKTUP
------------Varsın o, minik bir kelebeğin
kanatları gibi alazlasın
kanatlarımı en nihayet
Ne ileneceğim
ne de yerineceğim,
çünkü nasıl olsa bir gün
öleceğimi biliyorum elbet.”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
“Zekice söz dudaklarından döküldüğünde, menekşelerle papatyaları ezip geçen bir gülle gibi o sırada
sürdürülen sohbeti yıkıp geçti. Dahası şu ünlü ‘mot de Saint Dennis’ (St. Dennis sözcüğü) esprisini patlattığında
otlar alazlandılar. Sonuç düşbozumu ve yıkımdı. Kimse tek söz etmedi. ‘Allah aşkına sakın bir daha böyle bir
şey yapmayın Madame!’ diye hep bir ağızdan bağrıştı dostları.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:133)
alb : (HIRİS. MYTH.) <alb> : Aşai Rabbani ayini esnasında, papaz’ın ve takdis edilmiş bazı kimselerin
giydiği cübbe
Al baştan : Yeniden başlamak
Bk.: Sil baştan
“Hikayenin şaşırtıcı çapraşıklığını al baştan irdelemeye gerek yok. O karışıklıklar, girift olaylar çarpıcı
olsa da, öykü bu konudaki sayısız öyküden sadece birisi, film de sayısız filmden yalnızca birisi olmaktan öteye
geçmiyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:106)
“Fanny ne kadar az şey bilirse, o kadar iyi olurdu; üstelik gerekli olmadığı halde onu bu karmaşanın
içine sürüklemenin ne anlamı vardı? Maria, kendi görüşünü al baştan anlattı ve bir yarım saat birbirlerini ikna
edemeden kısırdöngüde dolaşıp durdular.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:182)
“Rosemary onu bir çocuk gibi öptü, çünkü Gordon’un öpülmeyi beklediğini biliyordu. Her zaman böyle
oluyordu. Sadece nadir anlarda, Gordon Rosemary’de fiziksel arzu uyandırabiliyordu; ve bunları Rosemary
sonradan unutuyordu sanki, öyle ki, her seferinde Gordon’un albaştan etmesi gerekiyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:127)
“Boris’inkinde kötülük şuradaydı ki, bir kez daha denemesine, al baştan etmesine olanak yoktu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:339)
Albenili, Albenisi olmak : İlk bakışta dikkat çeken, atraktif, cazibeli, çekici
“Bir zamanlar ‘ışıklar kenti’ olarak anılan, aşıkların üstlerinde öpüştüğü sevimli köprüleri, albenili
vitrinleri, sokak aralarında karşınıza çıkıveren minicik meydanlarıyla çarpıcı bir zıtlık yaratarak geniş bulvarların
sonunda beliren devasa meydanları.....ile Paris de sanki yaşadıklarından yorulup yaşlanmış.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:35)
“Kasım ortalarının serinliği Ege’yi sarmıştı. Dallarda kalan salkımların üzerlerindeki tek tük üzüm
taneleri ballanmış, ayvalar albenisini gösteriyordu. Köyün dışında yalnız çıkmaktan korkulan günler
yaşanıyordu. Savaş bitmiş, köyden kimi gönüllü, kimi zorla savaşa sürüklenen gençlerin büyük bölümü, geri
çekilen orduyla birlikte Yunanistan’a gitmişlerdi.”
(Ayhan Altay, “Mübadele Öyküleri-Yorgi”, sa:83)
“Annesi ismi ağza alınmayacak biri, kendisinden utanılacak bir kadındı. Vaktiyle dansözmüş, fingirdek,
albenili biriymiş; soylu ama uğursuz ve dinsiz bir aileden geliyormuş; Goldmund’un babası, kendi ifadesine
göre, sefalet ve rezaletin batağından çekip almıştı onu, dinsiz biri olabileceğini düşünerek vaftiz ettirmiş....
derken onunla evlenmiş, onu saygın bir kadın yapmıştı.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:69)
“On yedi yaşındaydım ki bir avukatın kızına tutuldum. Albenili bir kızdı, yaşam boyu hep güzellikte
üstüne olmayan kızlara abayı yaktığımı düşündükçe gururla kabarır göğsüm.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:27)
“MADO - Köpoğlusu bir albenim vardır benim!
AMERİKALI ER - Köpoğlusu!
MADELEINE - (Şapkası başında) Bir işe yaramaz bu adam! Cık cık, cık, cık!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:142)
“Gerios şaşkınlığını belli etmemek istedi ama, ondan, Huriye kadından bir şey saklamak olmazdı.....
Adı Saide idi ve tıpkı kız kardeşi Lamia’nın on yıl sonra olacağı gibi, Kfaryabda’nın en güzel kızıydı. Sekiz ya
da dokuz çocuğu onu yıpratmış, şişmanlatmış, gençliğini almışsa da, albenisinin varlığı, alaylı ve otoriter
bakışlarından okunur olmuştu.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:40)
“Çok ünlü bir kadın geldi bir gün kente..... Bir akşam toplantısında birlikteydik. Doğaldı ve doğallık
içinde albenisiyle herkesi büyülüyordu. Güzelliğiyle başımı öylesine döndürdü ki hemen bir mektup döşendim
ona. İşte yeni bir aşka hazırdı gönlüm, ne mutluluk!..”
(G. de Nerval, “Aurelia: Rüya ve Yaşam”, sa:13)
“GÜLLER
V
-----------sevip okşar kendi içinde
kendini, kendi yansısıyla, albenili,
Bulup çıkarırsın böylece
tutkusunu doyuran Narkissos izleğini. (İzlek:Tema,kavram)”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.12.09)
“Mademki açık yaptı evi köpüklü kışa ve uğultusuna yazın, şefkattir ve şimdiki zamandır o - o arıttı
içkileri, besinleri, odur albenisi kaçak yerlerin, durakların olağanüstü tadı.”
(A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:104)
“Onu görmekle kalınacak olursa, kendini zorlamak koşuluyla bu büyüye karşı koyma olanağı vardı.
Fakat, konuştuğunu işitince, hele kendisiyle bir az görüşünce, bu derece üstün albeniden kurtulma olanağı hiç
yoktu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:21)
A’lberich : (İSKANDİ. MYTH.) <A’l-berih> : Erkek perilerin kralı; Siegfried’in kendisinden çaldığı
Niebelung hazinelerinin koruyucusu
Albion :
(COĞR.) İngiltere’nin eski adı
Al birini vur öbürüne (ötekine) : Birbirine benzeyen erdemsiz, sorumsuz kişiler
“Angela Hala ile Walter Amca’ya gelince - aman da aman! Al birini vur öbürüne! Onları her görüşünde
on yıl yaşlı hissediyordu kendini Gordon.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:70)
“Öteki kadınlar hep bir ağızdan bağırıyor, bu arada yumruklar atılıyor, tokatlar şaklıyor, verilen
buyruklar işitiliyordu, ‘Kesin sesinizi orospu takımı, bu cadalozların al birini vur ötekine, inekler gibi
böğürmeden edemezler...”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:162)
“ ‘Peki, hocam, bizler kara dediğimize İngilizler neden black diyorlar? Neden kara demiyorlar? Black
daha mı doğru? Daha mı güzel?’ diye sordu.
‘Al birini, vur ötekine; Fransızlar da noir diyorlar,’ dedi Yusuf Aksu, birkaç anlama çekilebilecek bir
kahkaha attı.”
(T. Yücel, “Yalan”, sa:162)
“Berthe yüzüne bakınca Octave’ın sarardığını gördü; yüzü o kadar değişmişti ki genç kadın korktu.
-Vallahi, al birini vur öbürüne, dedi Lisa. Taş yürekli, zevkinden başka bir şey düşünmeyen ve para
için yatan terbiyesizin biri.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:34)
Al’coran : (AR.) Kur’anı Kerim
Alçak : Arkadaşlığa hıyanet, gammazlık eden, çıkarı için arkadan vuran (Argo)
“Asker Prosper’e yavaşça:
-Mendebur alçak, hiç olmazsa Cumhuriyet’in onurunu korumak için şu pis Almanların önünde doğru
yürümeye çalış, dedi.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:78-9)
“ÇUBUKOF - Cehenneme kadar. (Heyecanlı heyecanlı dolaşır.)
NATALYA STEPANOVNA - Görüyor musun edepsizi? Gel de bundan sonra artık iyi komşu var de!
ÇUBUKOF - Alçak! Bostan korkuluğu!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:25)
“BOYUNSUZLARA
------------------------
Alçak hırsızım,
Hainim ve korkağım,
Ama belki daha çok cesaret gerektirir
Benliğinde saçma masalların aktöresini öldürmek
Kamuoyuna kafa tutmaktan.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:135)
“ ‘Şunu da söylemem gerek, Soylu Niketas, oyuna getirildiğim için kızgın olsam da, içimde belli bir
rahatlama hissediyordum ve sanırım herkes benimle aynı hislere sahipti. Suçluyu bulmuştuk, çok inandırıcı
alçakların alçağı bir herif ve artık birbirimizden kuşkulanmayacaktık. Zosimos’un alçaklığı bizi öfkeden
mosmor etmişti, ama birbirimize olan güvenimiz geri gelmişti.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:333)
“YERYÜZÜ AFETLERİ
---------------------------sanki devrimler, renkler, görüntüler
tersten yansıyordu
aynaların gözlerine
ve alçak soytarıların başları üzerinde
ve fahişelerin arsız yüzlerinde
tutuşup yanan bir şemşiye gibi
kutsal bir hale ışıldıyordu.”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79)
“ORESTES Sen!
IPHIGENIE Kardeşim!
ORESTES Bırak beni, çekil! Git!
Öğüdüm bu ki sakın dokunma saçlarıma!
Yanıyor Kreusas’ın gelin giysisi gibi
Söndürülmez bir ateş bende, taşıyor benden.
Bırak beni, alçağı! Öleyim Herkül gibi
Utandıran ölümle, sinip kendi içime.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:74)
“Karşılıklı durduk, bakıştık, birden Glahn omuz silkti: ‘Alçak!’ diye bağırdı bana. Şimdi de durup
duruken bana neden alçak diyordu acaba? Tüfeğimi yanağıma dayadım, tam yüzüne nişan alıp tetiği çektim.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:183)
“Oysa biz ne adamlar görmüştük, ailelerinden gelen her şeyi koğuşa dağıtırlardı. Ama bu alçak herif,
Nuh diyor Peygamber demiyordu. On dört gün kalacaktı içerde; karavanayla gelen lahanaları, çürük patatesleri
yiyerek midesini bozamazdı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
“PETRUCHIO -... Nerde önden yolladığım aptal kerata!
GRUMIO - Burdim efendim; gene eskisi kadar budalayım.
PETRUCHIO - Seni yabanın dangalak köylüsü, seni kahbenin piçi, seni hantal değirmen beygiri,
sana bu alçak kerataları da alıp beni bahçede bekle demedim mi ben?”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84)
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin.....bir çıkından başka bir şeyi olmayan bir
kölesin. Göze gireyim diye pezevenklik edecek yaratılışta olan sen, alçaklığı da, namussuzluğu da, hayasızlığı,
düzenbazlığı da kişiliğinde toplamış bir fırlamasın, kancık oğlu kancıksın.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57-8)
“CAIUS - Ne oluyor bilmiyorum ama, Almanya dukası mıdır nedir, büyük hazırlıklar
yapıyormuşsunuzdur onun için. Vallahi sarayda beklemiyorlar, duka falan yok. Size iyilik yapayım diye
söylüyorum hani. Allahaısmarladık.
HANCI - Tut ulan alçak. Koş. Yardım et şövalye. Hapı yuttum. Koş, çabuk yakala. Ulan, koş teres.
Bittim.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122)
“Herifi dışarı itti. Sonra kadını yakaladı ve kıçına bir tekme savurdu. Luis da Bicuda, Joel’e döndü ve
gözdağı verdi:
‘Hesabını göreceğim, alçak.’
‘Yavru’ya dokunursan gebertirim seni.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:37)
“Charles’ı hafakanlar boğuyordu, bir takım lanet hareketleri yaparak, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya
başladı.
-Bekliyorum, gelsin, kapı dışarı atacağım, orospu, alçak!... Hiçbirini zaptedemiyoruz (zapt-ı rapt altında
Hepsini gebe bırakıyorlar. Altı ay geçti miydi, tamam, namuslu bir aile içinde, karnı
burnunda, oturmalarına olanak kalmıyor...”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:250)
tutamıyoruz=koruyamıyoruz).
Alçak gönüllü; Alçak gönüllülük : Kibirsiz, büyüklük taslamayan, herkese eşit bakan, aşağıdan alan; Öyle
nitelikleri sergilemek
“BEN ONLARDAN DEĞİLİM...
------------------------------------Üstelik biliyoruz, günü geldiğinde
Her zaman her dem haklı çıkmış
Bir adem yok ki yeryüzünde
Gözpınarları bizimkinden daha kuru olsun
Bizden daha gururlu, bizden daha alçakgönüllü olsun.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:50)
“KRALİÇE : Günlük yorgunluklarınızdan sizi sıyırmak için elimden geleni ardıma koymayan ben...
SARAY BAKANI : Gerçeğinizde ve düşünüzde sizi izlemeyi ödev saymış bu alçakgönüllü gölgeniz..
KRALİÇE : Çorbanızın sıcaklığı, giysilerinizin kokusu...
KRAL : (Kayıtsız) Teşekkür ederim.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Kral Üşümesi”, sa:492)
“-Ey bütün öteki yaratıklardan daha şanlı ve alçak gönüllü, ezeli fermanın mukadder kıldığı, kendi
Oğlunun kızı olan bakire Ana. Sen insan yaradılışını öyle asilleştiren bir kadınsın ki, Yaratıcısı yaratığı olmayı
kendisi için küçüklük saymamıştır. Sinemde tutuşan aşkın sıcaklığı ile ebedi sükun içinde bu çiçek (Göksel gülü
meydana getiren cennetlikler) böylece gonca verdi.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:243)
“İnsanın aklına Bay Boş’un bu onur kırıcı pozisyonda yakalanmaktan (donu aşağıda, cılız penisi
çırçıplak, sıska bacakları arasından sarkmaktadır) mahcub olacağı gelebilir, ama durum öyle değil. Bay Boş’un
Anna’nın yanında hissettiği, sahte bir alçak gönüllülük değildir.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:26)
“Aklı, bu birdenbire gelen sabuklamayı tümüyle dağıttı. Aldığı eğitim gerekleri, dinsel inançları ve
özellikle o zamana dek baba evinde geçirmiş olduğu alçak gönüllü yaşamın anıları, kötü düşüncelerine üstün
geldi.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:75)
“Nitekim, kocamış bir kızın bakışı her zaman yana, eğriye kaçar; bunda alçakgönüllülükten çok
korkunun, utancın payını aramak gerekir. Bu yaratıklar, kuşkulu, iğreti durumlarının günahını toplumdan bilir;
bu yüzden kendilerini bağışlayamadıkları için, toplumu da bağışlamazlar.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:75)
“Yalnızca üç-beş sayfalık yayımlanabilir türden bir düzyazı yazan bir yazar, ne kadar alçakgönüllü de
olsa, okurdan bir duyarlılık beklemenin ötesinde, en basitinden bir romanı ya da Bild-Zeitung’da yer alan bir
baş yazıyı farklı bakış açılarıyla inceleme yeteneğini ele alacak olursak, bu duyarlığı şart koşmak zorundadır.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:11)
“Onların dokunaklı söylevleri, sağlam yapılı, sporcu oğullarında, kolay kazanılmış başarılarına daha
şimdiden hayran olduğu bu kimsesiz çocuğu kanatları altına alma isteği uyandırdı. Hayranlıkla alçakgönüllülük
bir araya gelince, Jonas’ın, bütün her şey gibi, insanı kışkırtan bir alçakgönüllülük benimsediği dostluk ortaya
çıktı.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:6)
“Dünya apaçık olsa, sanat olmazdı - dünya bana bir anlamı olduğu izlenimini verse yazmayabilirdim.
Alçakgönüllülük nedeniyle, kişisel olması gereken durumlar vardır.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:50)
“Bazı insanlar da alçakgönüllülüğümüzü kaybettiğimizi söyleyeceklerdir. Ancak bu sözcüğün ne
anlama geldiği belirsiz. Dostoyevski’nin herşeyiyle övünen, hiç alçak gönüllü olmayan ancak karşılaştığı ilk
topluluk utançları ortaya çıkan kahramanları gibi, sadece gururumuzu yitirmişiz.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:59)
“Babam zengin bir insandı. İspanya’da en yoksul bölgelerde bile zengin insanlara rastlanır. Bunlar,
toplumun zenginleştirdiği insanlardır. Hepsi aşağı yukarı aynıdır ve hepsi de kötü kokar. Benim babam iriyarı ve
yakışıklıydı.... Uzun kirpiklerin çevrelediği iki iri siyah göz, uzun ve düz bir burun, küçük bir ağız, dolgun ve
şehvetli alt dudak, parlak dişler, simsiyah ve kıvırcık saçlar..... Çiftliğin kızları onunla bir ahırda seve seve
gözden kaybolur ve kendilerini ona verirlerdi. Babam onlarla sevişecek kadar alçakgönüllüydü. Değişik
ölçülerde boynuzlanmış olmalarına karşın hiçbir koca bu durumdan yakınmazdı. Elbette, babam patrondu.
Üstelik, babamın onlara güzel bir erkek evlat verebileceği düşüncesi onları gururlandırırdı... Babam zalim biri
değildi. Zengindi. Zengin olmanın faydalarından biri de sadaka dağıtabilmek ve iyilik yapabilmektir. Yoksul
insanların iyilik yapmaları zordur. İyilik yapmak da bir lükstür.”
(Michel del Castello, “Gitar”, sa:22)
“Gerçekten üzgün görünüyordu. Ta başındanberi bana öğretmekte olduğu şeylerden hep kuşku
duyduğumu fark etmiştim. Don Juan’dan çok şey öğrenen o güçlü, alçakgönüllü Castaneda olamamıştım; basit
RAM alıştırmalarımı yaparken bile kibirli ve aksi adamın teki olmuştum.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:183)
“Film enüstrisi gibi bir alanda, alçakgönüllü olmanın bir anlamı yoktu. Orson Weelles’in hayaleti bazen
Maureen’in rüyalarına girerdi: ‘Olanaksızı olanaklı kılmaya çalış. Aşağılardan başlama, çünkü şu anda oradasın.
Birileri merdiveni çekip almadan basamakları hızla tırman. Korkuyorsan, bir dua oku, ama devam et.’ ”
(P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:82)
“İçini çekiyor. Eksantrik, küçük bir oda operasının yazarı olarak, toplumun içine zaferle dönmesi çok
hoş olurdu. Ama bu gerçekleşemeyecek. Daha alçakgönüllü umutlar beslemeli: Karışık seslerin arasından,
ölümsüz aşkı dile getiren bir tek gerçek nota, bir kuş gibi başını uzatabilir örneğin.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:246)
“Bu sözler beni rahatsız etti. Nasıl olup da 25 yaşında biri, acı çekmiş ve yaşam tarafından sınanmış
deneyimli bir adama hiçbir şeyden anlamadığını söyleyebilirdi? Kendimi kontrol etmeli, alçakgönüllü olmalı,
gerekli olan ne varsa yapmalıydım.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:103-4)
“Akşam yemeğinden sonra, yeniden sokaklarda sürtemeyecek denli bitkin düştüğümüzden, Mistral’in
odasına çıktık. Burası, iki büyük karyolasıyla alçak gönüllü bir köylü odasıydı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:30)
“PREZERVATİF TAKMAMAKLA SUÇLANAN
PAPAZ
--------------------------------------------------------------Göz önünde tutulursa suçun ağırlığı onun şahsına.
Kefaleti ödeyen kadın, Bayan Liz Graves, belirtti
Peder Mulhalland’ın
Bir daha asla prezervatif kullanmamazlık
etmeyeceğine söz verdiğini.
Çift ayrıldı mahkeme salonundan
Aileleri ve dostlarının coşkulu alkışlarıyla,
Üstelik arkalarında alçakgönüllülükle neşelenen üç
ya da dört gürbüz piskoposla.”
(Paul Durcan<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.05.06)
“Sesi, acı çeken bir insan gibi titrekti, ama sesinin tınısı genç bir insanınki gibiydi. Baudolino öyle saygı
dolu bir selamlama faslına başlamıştı ki, kimse daha sonra onları kendilerine verilen saygınlığı haksız olarak
elde etmekle asla suçlayamazdı. Ama Diyakoz bu kadar alçakgönüllülüğün onların kutsallığının açık bir işareti
olduğunu ve yapacak başka şey olmadığını düşündü.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:404)
“Başlangıçta Söz Vardı ve Söz Tanrı katındaydı ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta Tanrı katındaydı Söz ve
Tanrı’ya bağlı her inançlı rahibin görevi, hiç değişmeyen, yadsınamaz, gerçekliği doğrulanabilecek biricik
olguyu, tekdüze bir şarkı söylercesine alçakgönüllülükle yinelemek olmalıdır.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:29)
“ ‘Ey güçlü Szdaa,’ dedi alçakgönüllülükle, ‘Sanırım hikayem hoşunuza gitti?’
Szdaa sıkılmışlığını bir el hareketiyle gösterdi. ‘Siz gençleri anlamıyorum. Belki de yaşlanıyorum
ben. Büyük bir hayal gücün var senin, oğul, lamı cimi yok bunun. Ama bilimkurgudan hoşlanmıyorum...’ ”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:69)
“Şiir:
‘İnsan oğullarının hamuru topraktandır. Eğer insan toprak gibi alçakgönüllü olmazsa, insan oğlu
değildir.’
Yine o hazretin övülen huylarındna biri de bu idi: Herkese, çocuklara ve dul kadınlara alçakgönüllülük
gösterir, kendisini küçültür ve onlara dualar ederdi. Kendi önünde secde edenlere kafir de olsa secde ederdi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:164)
“Bu, kendisi hiç evlenmemiş olan hanımcağız, dualarını ve gencin boynuna takılacak -her seferinde
hocalardan yeni alınmış- muskaları cebinden eksik etmez, çok ciddi bir yüzle de olsa, teşekkürlerini kimseden
esirgemezdi. Aile, Kanlıca’da, sahilde bir kahve işletirmiş. Alçakgönüllü, kendi kendilerine yeten, orta halli bir
aile görünümündeler gibi, benim sosyo-ekonomik sınıfımdan.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:206)
“Sabahın Basamaklarında
--------------------------------öyle yavaş yağıyordu ki yağmur belki de
başka bir dünya
yaşadığımız dünyanın benzeri ama telaşsız
ve alçakgönüllü
ve ta içinde kendisinin, sessizlik damları gibi.
Öyle güzeldin ki sabah
inandım artık ölmeyeceğime.”
(Claude Estaban<1935-2006>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.05.06)
“Kitapta yazılıdır: ‘İnsanların yargısından asla korkmayacaksınız.’ Havari Aziz Paulus da şöyle der:
‘ben insanların muhakemesinde yargılanmaktan hiç kaygılanmam.’ Böyle en güzel ahlak metinlerini
karşılaştırıyorsam, ..., bir sürü günahım beni düşündürüp bunaltırken asla masum rolü oynamak için değil, size
bilgi vermek ve size yakışan tatlı ve çekingen alçakgönüllülüğe sizi yöneltmek içindir. Hiç günaha girmemek
güçtür ve her şeyin hem ilk lanete hem de Tanrı’nın oğlunun kanıyla gerçekleştirdiği kurtuluşa ortak olduğu şu
yeryüzünde asla umutsuzluğa düşmemek gerekir.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:142)
“İşte bu hareketin <Kadın hareketi> hızlı kadınları, adı ‘Kadın Dükkanı’ (Frauenladen) olarak
çevrilebilecek yerler açmışlar. Genellikle kitaplar satılıyor bu dükkanlarda..... Virginia Woolf ile Elsa
Morante’nin arasında duruyor kitabım. Alçakgönüllülükten hemen cayıyorum, bir itiraf anının zorluğu pahasında
da olsa yazmaktan kaçınamayacağım. Çünkü; çok sevdiğim yazarlarla benim de bir kitap sahibi olup bir arada
boy gösterebileceğimi düşünmemiştim hiç yıllar önce, işte orada, kendi kitabımın Almanca çevirisinin
durduğunu görüyorum.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:56)
“Size söylüyorum, konuşmaya ihtiyacım var. Özgürleşmeyi bilmek hiçbir şey değil; güç olan, özgür
olmayı bilmektir. İzin verirseniz kendimden söz edeceğim; açıkça, alçak gönüllülük taslamadan ve kibirlenişte
bulunmadan, sanki kendimle konuşuyormuş gibi en alçak bir biçimde yaşamımı anlatacağım size.”
(A. Gide, “Ahlaksız”, sa:15)
“Chopin çalmak için şüphe, beklenmedik gelişmeler, ürperme gereklidir; özellikle zeka istemez (‘Zeka
bana acı veriyor’) ama budalalık da olmamalıdır, bu da, kendini beğenmişliğe yer olmadığı anlamına gelir. Bu,
virtüöz’den çok şey istemek olur. Bütün övgüleri toplayan ve sanatçının önüne geçen o değil mi? Yaratıcı
gururlu olabilir ne var ki, aralarındaen büyükleri alçakgönüllü olanlarıdır, virtüöz ise kendini beğenmişin
biridir.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:60)
“Neyse ki, aklımda şu kaldı: Gösterişli kısmetin olabilmesi için bundan sonraki bütün yaşamımı ona
adamış olmam gerekiyormuş. Doğal olarak bana bu şekilde söylemedi: çünkü çok alçakgönüllüdür.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:13)
“BİRİNCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE
(Lencsi, güzel değilse de sevimli bir genç kız. Çok sade giyinmiş, tam bir öğretmen adayı tipi. Sıcak,
cana yakın, zarif ve alçak gönüllü bir görünüşü var. Konumunun aşağılığını bilen ve bunu başkalarına da
duyumsatan yoksul kızlardan biri. Başında şapka, elinde eldiven, büyük kapıdan girer.)”
(F. Herczeg, “Mavi Tilki”, sa:14)
“On iki yaşındaki büyük oğlu küçük kardeşine:
-Sen parasız pulsuz, ele güne gereksinen bir yoksulsun; ama babam ölünce ben R.sitten’de yurtluk
sahibi olacağım. Sana yeni giysi alman için para verdiğim zaman sen alçakgönüllülük göstereceksin ve elimi
öpeceksin, diyordu.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:121)
“Oğlanın kafasından geçenleri benim sezdiğimi anlamaması gerek, diye düşünüyorum. Bu
düşüncelerini, bu alçak gönüllülüklerini sen kendine sakla! Elbet bu N.’den sonra başka kuşaklar gelecekler.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:36-7)
“Alçakgönüllü, yoksul, kendi halinde bir kişi olan Monsenyör Bienvenü, koca kavuklular arasından
sayılmıyordu. Bu, çevresnde dönen genç papazların hiç olmamasından belliydi..... Bu münzevi bir hayat yaşayan
ihtiyar içn herhangi bir gelecek düşünülemezdi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:96)
“CENAZE
-----------Ölümün kimseyi sevindirmedi
Atsız arabasız kalktı cenazen
Alçak gönüllü adamdın
Herkesten uzak yaşadın
Cami avlusunda
Ölümün de gürültüsüz olsun”
(Rıfat Ilgaz<1911-1993>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:304)
“Bana ‘zaten ölmüşüm,’ cevabını verdi. Fakat, sizin yardımınızla, onu içkiden kurtaracağımı hala
umuyorum. Belki Stefan, onun üzerinde hayırlı bir etki yapar. Eğer bu akşam gelirse, onu daha sık ziyarete
gideriz. Onun için Dimi’den rica ediyorum, ondan alçakgönüllülükle af dilesin...”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:20)
“Dostum uzakta. Anacığım uzakta. Ne işim vardı benim buralarda? Alçakgönüllü ama temiz, rahat
yuvamızı düşünüyorum. Hemen hepsi evlenmiş olan yaşıtım arkadaşlarımı düşünüyorum, hepsi aileleri içinde,
işlerinin başındadır şimdi. Neden onlar gibi, herkes gibi olamıyorum, neden uğramışım bu lanete ben?”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:83)
“Alçakgönüllülük, yalnız başına umutsuzluk içinde kıvranan kişi de içinde olmak üzere, insanla
hemcinsi arasında en güçlü ilişkiyi sağlar, yeter ki tam ve sonsuz bir alçakgönüllülük olsun bu. Bunu yapabilir,
çünkü tapınmanın gerçek dilidir, hem tapınmanın kendisi, hem de birleşmelerin en güçlüsüdür. İnsanın
hemcinsiyle ilişkisi tapınmasıyla ilişkidir, insanın kendi kendisiyle ilişkisi çabayla ilşkidir; tapınmadan çaba
gösterme gücü de elde edilir.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No: 106, sa:72)
“Kim seni getirip soktu bu tekneye bilmem ki? Felaket! O rahatsızlık verici alçakgönüllülüğün hiç de
nedensiz değilmiş. Sen, şarap doldurduğum bir hiçsin. Demek şimdi Karaorman’ı bile bilmiyorsun. Her neyse,
ben orada doğdum. Yirmi beş yaşına kadar da orada avlandım.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:300)
“... aç kalmanın ne kadar kolay olduğunu biliyordu. Dünyanın en kolay işiydi bu. Zaten bunu
saklamazdı, ama ona inanmıyorlardı; kulak verenler de bunu alçakgönüllülüğüne bağlıyor, ama çoğunlukla
reklam meraklısının teki, hatta aç kalmayı kolaylaştırmanın yolunu bulduğu için hiç güçlük çekmeden aç
kalabilen, üstüne üstlük bunu yarım yamalak itiraf etme yüzsüzlüğünü de gösteren üçkağıtçının biri olduğunu
düşünüyorlardı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:78-9)
“O tiyatrocu muydu? Eğer basit bir alçak gönüllü davransaydı o zaman tiyatrocu olurdu. Fakat,
dünyanın en samimi adamıydı; bir gün komikliğin sınırlarını aşıp çılgınlığın ateşli ve tehlikeli alanına giren bir
olaya şahit olarak buna inandım...... Bir akşam üzeri, akşam gezintisine hazırlandığımız sırada, henüz eşikte
duruyor ve denize bakıyorduk, birden koşarak köyün postacısı geldi; çantasından bir mektup çıkarıp arkadaşıma
verdi, sonra heyecanla kulağına eğildi ve korku içinde:
-Büyük bir paketiniz var... dedi.
Arkadaşım bunu duymadı, mektubu okuyordu, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Elini uzatıp mektubu bana
verdi..... Karısı ona: ‘Buda’cığım’, diyordu, ‘zavallı komşumuz terzi öldü, onu sana gönderiyor ve diriltmeni rica
ediyorum.’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:184-5)
“İÇİMDEN GELEN SES
------------------------------Sabah kalkınca her gün ben
Peşine düşeceğim bilgeliğin
Hayatın peşine
Niyetim doğru olmayı öğrenmek
Namuslu ve içten olmayı
Sade, alçakgönüllü ve dengeli olmayı
öğrenmek istiyorum.”
(Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09)
“Adamızda çok ilginç bir çam çeşidi vardır; pinus pinea. Bu yüksek ağaçlarda, nadide fıstıklar yetişir.
Bunlar çok para ettiği için bu mevsimde hepimiz ağaçlara tırmanır ve çam kozalaklarını toplar, içlerindeki
fıstıkları çıkararak çuvallara doldururuz. Çuvallar bakkala teslim edilir, o da birtakım işlemlerden sonra vapura
verir bunları. Başkentteki tüccarlar iyi para öder çam fıstıklarına. Gelen parayı yine bakkal alır ve adadaki bütün
evleree eşit olarak paylaştırır..... Adadaki alçakgönüllü yaşamın para kaynağı budur işte.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:78)
“Belki bunlar artçı mücadelelerden başka bir şey değil, ama şimdilik bu konuda hiçbir şey
bilmediğimizi kabul edecek alçakgönüllülüğü göstermek gerek. Tarihin çöplüklerinde her umduğumuzu
bulamayız. Hem sonra, özellikle bunca insan kendisini dünyalılaşmanın tehdidi altında hissediyorsa, söz konusu
tehdidin daha yakından incelenmesi normal olurdu.”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:88)
“Kendinden büyük ve besbelli daha eğitimli kardeşi Butros’a seslenirken, olabildiğince küçülmeye,
olabildiğince alçakgönüllü olmaya ve kültürsüzlüğü için özür dilemeye çalışıyordu.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:25)
“Aile reisine saygının bir ifadesi olarak hepsi de onun kahkahalarına katıldı. Kızlık soyadı ‘Duschamps’
olan Bayan Antoinette Buddenbrook, tıpkı kocası gibi kıkır kıkır gülüyordu. İriyarı bir bayandı, gür beyaz
saçlarının bukleleri kulaklarının üzerinden aşağıya doğru dökülmüştü, üzerinde sadelik ve alçakgönüllülüğü
simgeleyen siyah ve açık gri çizgili bir elbise vardı, kucağındaki küçük torba çantayı sıkı sıkı tutan beyaz elleri
hala çok güzeldi.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:10)
“İNCE GÖLGELER
------------------------onlar ki önlerinde
uyuşuyodu dil korkudan
ve kabarıyordu yüreğimiz gizli beğeniden
nasıl buruştular birkaç yıl içinde
gölgeler şimdi incelmiş, toparlanmışlar,
alçakgönüllü bir köpeğin bakışı gibi
ve az sözcükle, korkak ve solgun.”
(Yorgi Manousaki<d.1933>-Ahmet Yorulmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.10.02)
“Roland Baba eskiden Paris’te kyumcuydu; geliriyle alçakgönüllü bir yaşam sürecek duruma gelir
gelmez, denize, balığa olan çılgınca aşkı onu tezgah başından ayırmıştı”.
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:31)
“Daha söyleyeceğin lakırdıyı söylemeden halka kafa tutmak (...) şişirmek ne demektir? Hem bir yandan
alçakgönüllülük kuralını bozmamaya çalış, hem de öte taraftan Nefi’nin övünmeleri gibi fahriyeler yap! Buna en
büyük halt denilmez de ne denilebilir?”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:19)
“İkinci olarak da aynı adamlar, gerçeksiz ve başarısız olarak herkesten üstün sayarlar kendilerini. Başını
kaldıran ve alçakgönüllü diz çöken bir dalkavuk karşısında duyduğumuz zevk doğal ve sahici bir zevk midir?”
(Th. More, “Utopia”, sa:101)
“ADAM
--------daha ölçülü istekleri vardı arkadaşımın
bağışlanmasını diliyordu tanrının ona
görkemli huzurunu bahçedeki okaliptüslerin,
bütün yoksulların gözyaşlarını silmeyi bir de
o zaman alçakgönüllü olacak
yıldızların kızıl mumu damlamayacaktı üzerine”
(Seitihamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
“KEENEY - Bir şey mi istiyorsun, Annie?
BAYAN KEENEY, bir duruştan sonra; sanki aklını toparlamaya çalışmıştır. - Şey... David... Biraz
güverteye çıkmayı düşündüm... Ancak temiz hava alayım diye... (Alçakgönüllülükle, onun izin vermesini bekler.
Kocası ile Yardımcı Kaptan anlamlı anlamlı bakışırlar.)”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:16)
“Kusur Yolu
<Curso superior de ignorancia>dan
-----------Birkaç hafta sonra daha az kibirliydim.
Birkaç ay sonra artık kibirli değildim.
Bir sene sonra alçakgönüllü bir adamdım.
Çok alçakgönüllü.
Çok çok alçakgönüllü.
Tanıdığım en alçakgönüllü adamlardan biri
Yani
Tahammül edilmez kibirli bir ihtiyar.”
(Miguel D’Ors<d.1946>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.12.08)
“ ‘Yalnız sabah akşam aşağılanan en yoksullarla işsizlerin değil, karınlarına günde ancak bir sıcak çorba
giren üniversite öğrencilerinin, amelelerin, hatta esnafın bile saygısını kazanıyorlar, çünkü herkesten daha
çalışkan, dürüst ve alçakgönüllüler.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:31)
“Ben tek tek her şiirde dile gelen küçücük bir buluşla yetinmeyi bilmeli, kendi doğamın bana kabul
ettirdiği yazgıyla alçakgönüllülükle boyun eğmekten duyduğum ruhsal dirilişi göstermeliyim. Bu da gene
oldukça akla yakın bir şey. Tembellik ve korkaklık değilse tabii.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:22)
“Etkilendiğini şimdi gizlemeye çalışan, ama sahte kayıtsızlığına karşın, istemeye istemeye
uzaklaşıyormuş gibi görünen baron, bir gidip bir geliyor, gözlerinin güzelliğini en çok ortaya çıkaracağını
düşündüğü şekilde boşluğa bakıyor, kendini beğenmiş, aldırmaz, gülünç bir havaya bürünüyordu. Hep bildiğim
alçakgönüllü, iyi yürekli görünümünden bir anda sıyrılmış olan Julien ise..... abes bir küstahlıkla elini beline
dayıyor, poposunu sergiliyor, orkidenin, mucize eseri gelen yaban arısına yapacağı cilvelerle poz veriyordu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11)
“Orada <Louvre> ısınmak için bulunan insanlar var. Kadife sıralarda otururlar ve ayakları kalorifer
ızgaralarının üstündeki içi boş çizmeler gibi yan yana durur. Birçok nişan takınmış olan siyah üniformalı
hademelerin göz yummasından dolayı onlara minnettar olan pek alçakgönüllü kimselerdir bunlar.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:72-3)
“Hesiodos’tan Hugo’ya kadar, bir tek hata yapmadan kendime okuyordum bu listeyi: bunlar azizler ve
peygamberlerdi. Dediğine göre Charles Schweitzer onlara adeta tapıyordu. Ama onlardan yine de rahatsız
oluyordu. Adı bilinmeyen yaratıcıları, katedrallerin arkasında silinip gitme alçakgönüllüğünü göstermiş olan
sanatkarları, sayısız halk şarkısı bestecilerini gizliden gizliye tercih ediyordu......Hayatlarının izlerini silmek
istememiş ya da silememiş olanlara, ölmüş olmaları şartıyla mazaretler buluyordu, Ama Anatole France ve
kendini neşelendiren Courteline dışında, çağdaş yazarların hepsini toptan mahkum ediyordu. Charles Schweitzer,
yaşına, kültürüne, yakışıklılığına, erdemlerine gösterilen saygının tadını çıkarıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:47)
“Kadın, alçakgönüllü bir gülümsemeyle:
-Ah! dedi, burada, aşk mektupları...
-Ben olsam, dedi Pinette, ben burada otursam, köyün bütün kızlarına aşk mektupları yollardım, sizin
elinizden geçsin diye. Siz, bu bölgenin en güzel aşk postacısı olurdunuz.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa.: 115)
“HORTENSIO - Benim bu hocayı gözetlemem gerek ama, bana öyle geliyor ki üstünde bir aşık hali
var. Lakin eğer Bianca düşüncelerin her yeme, şaşkın gözlerini çevirecek kadar alçak gönüllüyse kimi istersen
onu seç: Tutarsızlığını bir kere görecek olursam Hortensio, (bu,) başka birini bulmakta sana denk olur.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:67)
“CASSIO - Çok ince bir kadın.
IAGO - Hem eminim ki çok fettan.
CASSIO - Doğrusu çok taze ve çok nazlı bir yaratık.
IAGO - Ne gözler! Sanki insanı meydan okumaya davet ediyor.
CASSIO - Alımlı bir göz; yine de, bana kalırsa, alçak gönüllü.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:41)
“MANGAN -... Doğruyu söyle be adam yoksa patlayacaksın, diyorum kendime. Ama doğruyu
söylersem dünyada inanmaz. Alçak gönüllülük ediyorum sanır. Siz de öyle sandınız ya demin.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:62
“Size sunduğum gerçek öykünün ancak, daha alçakgönüllü olan tarihsel bir üstünlüğü bulunabilir. Gün
kavuşurken, raslantı sonucu, yalnız başınıza posta arabasıyla yolculuk ettiğiniz sırada, büyük bir sanat olan insan
kalbini tanımak ustalığını düşünecek olursanız, yargılarınıza temel olarak aşağıdaki öykünün evrelerini
alabilirsiniz.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:21)
“Kaldığı otelin sofrasında tasarılarını ve özverisini hiç de gizlemedi. Sevimli, tatlı, kendisinden daha da
coşkulu gençler buldu, bunlar kısa bir süre içinde elindeki avucundaki bütün parasını çalmakta gecikmediler.
Bereket versin ki, salt alçakgönüllülükten annesinin verdiği elmaslardan hiç söz etmemişti.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:47)
“Böyle davranmak, Utterson için hiç de güç bir şey değildi; çünkü, aslında duygularını belli etmeyen bir
adamdı. Dahası, dostluklarında bile böyle mezhebi geniş bir uysallık vardı. Dostların rasgele, oldukları gibi
kabul etmek ancak alçakgönüllü bir insanın işidir. Bizim noter de böyleydi.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:16)
“Topçu olan üçüncü gönüllü, tersine, çok hoşuna gitmişti Katavasof’un. Son derece alçak gönüllü,
sessiz biriydi bu. Emekli muhafız subayının adı ve tüccarın kahramanca fedakarlığı karşısında eğildiği belliydi.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:658)
“Bu adam Paul Petrovitch’dir. İyileşmek için Moskova’dan yurt dışına çıkmış ve İngilizlerle, Rus
turistleri sıkça görebileceği bir yer olan Dresden’de kalmıştı. İngilizlere karşı alçakgönüllü, sade, ancak
değerinin bilincinde bir tavır takınır; onlar Paul Petrovitch’i biraz sıkıcı da bulsa, ondaki mükemmel saygın
adama, tam anlamıyla centilmen edasına saygı duyuyorlar.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:267)
“Konuşamıyordu, çünkü her şeyi boğan sıcak toprak, sözlerini sessizliğe dönüştürmekteydi. Ayni tasa
içinde, kendisi gibi bu alçakgönüllü bekleyişe katlanan öbür tutuklu tohumları da düşündü.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:34)
“Ancak savaş sonrası yaşanan korkunç konut sorunu, bu insanları alçak gönüllü yapmıştı, dört duvar
arasına iki yatak, bir masa ve eski bir sandıktan oluşan eşyalarını koyabilecek bulabildikleri için Tanrıya
şükrediyorlardı.” ..... “Ancak Christine alçak gönüllü, fakat kuşkulu bakışlarıyla bu eşsiz elbiselerin değerini
bilecek kadar da kadındı.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı” sa:17;52)
“Dostoyevski’nin bütün kahramanları, hepsinden önce de kendisi, Tanrı problemini ortaya atan, ama
yanıtlamadan bırakan bu şeytanı kendi içlerinde taşırlar. Bu gibi sorularla kendi kendine eziyet eden ‘yüce bir
kalpleri’ vardır. Stavrogin, insan kılığına girmiş olan bu şeytan, alçakgönüllü Şatov’a birdenbire şunu sorar:
‘Tanrıya inanır mısınız?’. Bu soruyu bir hançer gibi saplar onun kalbine.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Dostoyevski’, sa:193)
“İhtilal alevinin aydınlığında, Napoléon’un efsanelere özgü parıltısında onun görünüşe göre pek
alçakgönüllü ve ikinci planda, ama gerçekte işi başından aşkın ve çağına ağır basan varlığını fark edebilmek için
tarihe derinlemesine bakmak gerekir. Ömrü boyunca hep gölgede dolaşır, ama üç kuşağı da yolda bırakır.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:19)
“Soruyu tam olarak anlamamamıştım. Önce saçma bir şey söylediğimi sandım ve sıkıntıyla yanıtladım:
‘Bu benim görüşüm tabii... şu ana kadar Herr von Kekesfalva’yı her durumda kibar ve alçakgönüllü
bir insan olarak tanıdım... Kışlada bize Macar asillerinin çok kendini beğenmiş, kibirli insanlar olduğu
söylenirdi... Ama ben... ben... ben böylesine iyi, hoşgörülü bir insana rastlamadım...”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:137)
Alçak perdeden (konuşmak) : Yavaş sesle, alttan alarak (konuşmak)
“MADRIGAL - İkimizden birini tercih etmelisiniz. (Bir an sessizlik. Sonra Mrs. St. Maugham’a doğru
bir adım atar. Alçak perdeden yırtıcı bir ithamla.) Mr. Pinkbell’e uyup da her şey vaktinde yapılmayacak mı?
Akasma ne zaman dikilecek? Kuzgun kılıcı ne zaman sökülecek? (Ona doğru bir adım atar, tehditle.) Ya
bıldırcın otu neye dikilmemiş? Sardunyalar da. Çelik aşıları ne olacak? (Duraklar. Artan bir kızgınlıkla ve bir bir
sayıp dökerek, yüksek sesle.) Kırmızı tütün tohumları, zinnialar, beyaz kozmus gelecek yıl mı dikilecek?”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:64)
“Ben, yedekte en azından bir tepsi salam daha vardır sanmakla yanılmıştım. Birden alçak perdeden
gülmeye başladılar. İçlerinden birkaçı alaylı alaylı bana baktı; benim de tepem attı, salamına da, İtalyan
ressamının kendisine de veriştirdim içimden.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:58)
“Kıza hayranlığımı belirtiyorum, müziğe karşı büyük bir yeteneği var. Ancak, kız kendisine alçak
perdeden kimi aryalar söylerken, Samuel alaylı gülümser gibi görünüyor. Belki pek yerinde değildi yaptığım;
ama ne de olsa kocaman bir kentte tek başına yaşayan bir kızın müziğe bu kadar candan ilgi göstermesine hayran
kalmamak elde değil.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:208-9)
Alçıya almak : Bir kişiyi, sevdiği ya da bildiği bir konu etrafında konuşmaya yol açacak düzeni kurmak
“Gülünç görünüşüne, önü pililerle kaplı pürpüzlenmiş gömleğine ve düğümü bir yana kayan ince siyah
boyun bağına rağmen, binbaşı, Bayan Vardeman’ın seçkin pansiyonunda diğer konuklar tarafından seviliyordu.
Bazi genç hükümet görevlileri onu kendi deyimlerince ‘alçıya alır’, en hoşlandığı konu olan sevgili Güneyi’nin
tarihi ve töreleri hakkında konuşturtmaya çalışırlardı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:97)
Al da başına gül diye sok : Gördün mü, beni dinlemedin, şimdi ne yaparsan yap
“Bin kere söyledim. Yüz bin kere söyledim. Bey kızı at sırtında olmaz. Al işte sana. Al da başına gül
diye sok.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:114)
Aldırış etmemek; Aldırmamak : Önem vermemek, ka’le almamak
“Kabul etmiş, ne var ki, kendisini evinin kapısı önüne bıraktığım sırada dostça: ‘Çok teşekkür ederim,
ama araba sahibi olmak henüz adam olmak demek değildir...’ demişti.
Yorganı kafama çekmedim. Bayan Wietzel’in haklı olup olmadığını düşünmeye de hiç kalkışmadım,
çünkü bir şey olmuşum olmamışım, hiç aldırdığım yoktu.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:15)
“Böyle şeylere aldırış etmememi, kızını yola getirmiş olduğunu söyledi. Bunları söylerken öyle bir
şeytani gülüşle güldü ki korktum. O zaman Barbara’nın ikazını hatırladım ve konuşmamız mirasın ne kadar
tuttuğuna gelince miktarı söylemediğim gibi, ticaret tekliflerini de savsakladım.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:55)
“Birçok kentte başarıyla aşkını ilan etmiş olan Raggles, Roodway’de sıradan bir taşralı gibi şaşırıp
kaldı. İlk kez olmak üzere onuru kırıldı. Kimsenin aldırış ettiği yoktu.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:134)
“O öğleden sonra Brissenden gelip sandalyelerden birine gevşek bir biçimde çöktüğü zaman, Martin
yatağın üzerindeki tüneğinden, ‘Adam ya sarhoştu ya da canice kötü niyetli,’ dedi.
‘Ama neden aldırıyorsun?’ Brissenden sordu. ‘Kuşkusuz gazeteyi okuyan burjuva domuzların onayını
istemezsin.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:393)
“ ‘Minnie Mouse’ın kıyafeti gibi oldu,’ diyorum. Aldırış bile etmiyor.
‘Fıstık oldun fıstık, fıstık!’
‘Nasıl yani? Ne demek fıstık oldun?’
Otele döndüğümüzde güçbela ondan ayrılıp havuzun soyunma kabinlerinde üstümü değiştirmek
istiyorum. Ama peşimden geliyor.”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:60)
“Ama ziyaretimde üzerimde oldukça iyi bir giysi vardı, içeriye kartımı göndermiştim. Yine de, bir
şekilde anlamış olacaktı, belki de kendi kendimi ele vermişimdir. Ne yapalım, gerçek bu olduğuna göre o kadar
da kötü bulmuyordum; insanlar sessizce oturuyor ve bama aldırış etmiyorlardı.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:84)
“Annem, dostluklarında pek titiz davranırdı; yalnızca Harlov’u ayrı bir sevgiyle kabul eder, kusurlarına
da aldırış etmezdi. Yirmi beş yıl önce atların yuvarlandığı derin bir çukurun hemen başında arabayı durdurarak
annemin yaşamını kurtarmış. Dizginlerle koşumlar paramparça olmuş, ama Martin Petroviç tırnaklarının
ardından kan fışkırdığı halde gene de tuttuğu tekerleği bırakmamış.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:15)
Aldırma, cambaza bak! : Görülecek, öğrenilecek çok ilginç bir olay oluyor, ama dikkatli, ol, kimse anlamasın
gerçekten ne olduğunu!
Bk.: Cambaza bak
“..... Hem bilirsin, bana derler bizimkiler Gavur Etem, sizinkiler Duman Etem... Amasya’nın bardağı,
biri olmazsa biri daha... Ben, bizim küçük beyi kapınca Ayvansaray’a aşırmasını da bilirim.
-Aman Etem ağa, bakma sen kızın lakırdısına, o cahildir be! Aldırma sen!
-Hah şüyle <şöyle>... aldırma, cambaza bak!
Çingeneler hep birden gülüşürlerken hanende <şarkıcı> kadınlardan biri, Etem’in kulağına eğilip bir
şeyler fısıldadı ve bu sefer, o kadınla Etem, adamakıllı kahkahayı salıverdiler. Galiba Etem’in alay için bu,
‘Aldırma, cambaza bak!’ sözüne karşı hanende karı da onun kulağına usulca şöyle fısıldadı:
-Yolunacak kaza bak!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:153)
Aldırmazın biri olmak : Konumu ne olursa olsun üstüne sorumluluğu almayan, ‘geniş’ kimse
“Kocası aldırmazın biriydi. Ancak iki üç yılda bir boya, badana... Sonra hoyrat!.. Kırılmadık, çökmedik
koltuk, iskemle bırakmamıştı evde.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:12)
Alegori; Alegorik : (FEL.) Bir düşünceyi, eylem ya da davranışı, daha kolay kavrayabilmek ve
yorumlayabilmek için, onu simgelerle göz önünde canlandırabilme
“Büyülenmiş gözlerimi, o ermiş kollarla bacakların ve cehennemi kasların o bilmecemsi
çoksesliliğinden çıkarken, kapının yanında, derin kemerlerin altında, bazan onları hem destekleyen hem de
süsleyen ince sütunların arasındaki boşlukta yer alan pervazların, bazan da her sütunbaşlığının sık yapraklarının
üstünde yontulmuş, oradan da çok kemerli tonoza doğru dal budak sararak uzanan, bakması ürkütücü ve orada
bulunmaları ancak parabolik ve alegorik güçleri ya da ilettikleri ahlak dersiyle haklı çıkarabilen başka görüntüler
gördüm.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:61)
“..Opera dansözlerinden Bayan de Saint-Ernest’in hizmetine girdim. Kadın hünerimi öğrenince beni, bir
nedenden dolayı yakındığı Bayan Davilliers hakkında, kendi diktesi <yazdırısı> altında bir yergi <hiciv>
yazmakla görevlendirdi. Oldukça iyi bir yazmanlık yaptım ve bana söz verilen elli ekü’yü hak ettim. Kitap
Amsterdam’da Marc-Michel Rey Kitabevince alegorik bir başlıkla yayınlandı.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:23)
“Kitabım için çalışmaya başlayalı beri, aklıma alegorik bir imge geliyor durmadan: Bir yalıyara
tırmanan ve bir sarsıntı yüzünden dengelerini yitirmeye başlayan bir grup dağcı. Bu adamların neden
‘düştüklerini’ ve yeniden tırmanmayı sürdürebilmek için duvara nasıl ‘tutunabileceklerini’ anlamaya
çalışıyorum, derken çok geçmeden uçurumdan yuvarlanırlarsa başlarına ne geleceği geliyor gözümün önüne.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:205)
“Yarın, yani uzak gelecekte kendilerini yeryüzünün şeklini değiştiren olaylar üzerinde çalışmaya hem
alegorik olarak hem de sözcük anlamıyla adayan tarihçiler şimdi bazı insanların iddia ettiği gibi böyle bir
bölümlendirmenin yapılıp yapılmaması gerektiğine, umarız geçmişin olaylarını soğukkanlılıkla inceleyen
kişilerin tarafsızlığıyla karar verecekler.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:239-40)
Alexandretta :
(COĞR.)
<Alegzan’dretta> : Yunanlıların İskenderun’a taktıkları ad
Alexandroupolis :
(COĞR.)
<Aleg’zandru’polis> : Yunanlıların Dedeağaç’a taktıkları ad
Alelacele : Çarçabuk, kaşla göz arasında, hemencecik
“ ‘Ve tüm bunlardan,’ diye devam etti yine kederle, ‘tüm sözlerinden, onun tüm yüceliğinden, cömert
zihninden, asil yüreğinden geriye hiçbir şey kalmadı, sadece anısı. Siz ve ben...’
‘Onu her zaman hatırlayacağız,’ dedim alelacele.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:173)
“TAHTA YATAK MASALI
----------------------------------Adam, elde keser alelacele
yatağa bir tahta daha ekledi,
ve kadın samanı yaydı dikkatleminik de böylece rahata erdi.”
(Andrey Germanov <1932-1981>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.01.10)
“Anlaşıldığına göre, o da benim gibi meteliksizdi. Başbaşa vererek dertleştik. Bill usta bir ev hırsızının
niçin bazen furgonlarda yolculuk etmeye gerek duyduğunu açıkladı. Little Rock’da bir hizmetçi kızın ihanetine
uğradığından alealecele sıvışmak zorunda kalmıştı. ”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:105)
“Julia bir fincan çayı alelacele içtikten sonra, gardrobun içindeki rafta duran bavulu alıp yatağın üzerine
koydu. Giysileri katlamaya başladı, sonra fikrini değiştirip hepsini bavula tıktı. Yolculuk için hazırlanmayı bir
kenara bırakıp pencereye doğru ilerledi. İnceden bir yağmur yağıyordu. Bir limuzin ise sokakta ilerliyordu.”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:226)
“Bizim düzenci hırsız, birlikte getirdiği birkaç yatak çarşafını alelacele yıkayıp kısa sürede derledi;
sıranın altına eğilerek kaşla göz arasında, Karagün Dostu’nun pabuçlarını ayağına geçirdi ve babasının yaptığı
taklitleri onların yerine koydu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:80)
“Oysa bütün benzeri hikayelerde olduğu gibi, kısa sürede gelen para, ün, baş dönmesi, bu erken
evliliğin sonu olmuştu. Kocasını eve ancak ikinci bir çocukla bağlayacağını düşünen Melek, alelacele bir çocuk
daha yapmış ve gene bütün benzeri haikayelerde olduğu gibi, bu da fayda etmemiş, koca bırakıp gittiğinde,
yanında bir çocuk yerine iki çocuk olduğuyla kalmıştı.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:97)
“... yaz akşamları şehrin en büyük meydanlarında sarhoş bir turist bulurum diye kaldırımları aşağı
yukarı arşınlayan sabırlı pezevenklerden, kış akşamları alelacele vapura yetişen kalabalıklardan, akşamları eve
bir türlü dönmeyen kocalarını beklerken perdeleri aralayıp sokağa bir bakış atan kadınlardan..... söz ediyorum.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:96)
“Görme yetisini yitirmesinin, kendisini kaptırdığı zevkin geçici, yeni ve beklenmedik bir sonucu
olmadığını anladığında avaz avaz bağırmaya başlayınca, alelacele giydirilen kör kadın, hiç de hoş olmayan
davranışlarla ve neredeyse yaka paça otelden dışarı atıldığında, sıkılma ve utanma duyguları içinde olduğundan
bu davranış karşısında ağlamaya ve sızlanmaya kalkışmadı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:32)
“Akvaryumun suları üzerinde dalgalanan ruhun cüretkar tezine gelen ilk tepki, düşüncenin sözcüsünün
yetkili bir düşünür olmayıp, yalnızca el kitapları düzeyinde, son derece sınırlı bilgiye sahip bir çırak olmasıydı,
üstelik bunlar tek hücrelere dair bilgiler düzeyinde temel bilgilerdi, bu da yetmezmiş gibi, alelacele edinilmiş,
bölük pörçük, kopuk kopuk durmaktaydılar...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:74-5)
“Kır gazinosu kapalıdır. Çarpışmalar orada da iz bırakmış. Kırılmış camlar göze çarpıyor.
Duvarlar mermilerden hasara uğramış, kopan dallar dans pistini ve parkın tarhlarını örtmüş. Masalarla
sandalyelerin bir kısmı alelacele kümelenmiş, bir kısmı da öteye beriye devrilmiş. Uzaktan hala tektük silah
sesleri geliyor.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçmiş”, sa:140)
“Bundan, fena durumda alınan Giulio, ilk kararını unutarak, yeniden Fabio’ya saldırdı:
-Lanet sana! Kötü bir zamanda karşıma çıktın! diye haykırdı.
Alelacele yapılan birkaç vuruştan sonra, ikisinin de, zırhların üzerine giydikleri giysiler lime lime
dökülmeye başladı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:61)
Alelade : Sıradan
“Tanrı’nın Jack Derida’ya Söyledikleri
Konuşmalardaki sözcüklerin
alelade bir soluk olduğunu mu düşünüyorsun?
Kuşların gakında
metafizik sınırlar bulunduğunu mu?
Göğün kafatasını yaran rüzgar
(zarif soyutlamalarla belirmiş olan o hava),
çok mu uzak acaba
senin cılız meleksi bekaret mefhumuna?”
(Dimitır Kalev<d.1953>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 12.06.08)
“Allah vere de candarmalar komutanlarına durumu açık etmişlerdi. Şarapçıdan şarap içebilmek için bu
numarayı yapmış, herife de bal gibi yutturmuşlardı ama, ne olursa olsun, işin içinde gerçek payı vardı. Bu kelle,
bu kulak, bu cızırdaklı sarı ayakkabılarla salına salına yürüyen, Milletvekili, hatta Bakan yapılı bir insan alelade
bir dolandırıcı olamazdı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:19)
Alelusul : Adet olduğu üzere, sıradan
“Bu mit, acımasız bir silahşörlükle yumuşak kalpli ve güvenilebilir bir dostluğun karışımından ibaretti.
Onlar, gerektiğinde son tutam sigaralık türünlerini sizlerle paylaşabilirller; onlardan alelusul açlık, susuzluk veya
yorgunluk şikayetleri duyamazsınız. En önemlisi de, bir savaş durumunda hiçbir koşulda sırtlarını düşmana
çevirmezler. Kısacası, Türkler bizim emniyet süpabımız idi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:123-4)
Alem : Dünya, komşu, herkes, zevk ve eğlence dünyası
Bk.: Alem yapmak, Elalem
“Alem, alem, alem... İyi ama bunun sonu ne olacak böyle?... Bende henüz iş, güç yok... Para, boyuna
gırla gidiyor. Annem boyuna bana, bu hallerin sonu nereye varacağını soruyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:179)
“AFRİKA <1954>
Afrika dediğin bir garip kıta
El bilir alem bilir
Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in
Hala eskisi gibi çizilir
Haritalarda”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:52)
Aleme sopa çekmek : Kızınca önüne geleni dövmek
“-Paşa hiç de senin gibi öyle herkesin anasını ağlatan, aleme sopa çeken bir adam değil. Öyle nazik,
öyle terbiyeli ki...
-O, haremde öyle görünür. Onun bir kusuru eğitimi olmaması... Benim bildiğim şeyleri o bilse, biraz
Fransızca okusa...”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:154)
Alem yapmak : Yemek, içmek, eğlenmek, zevk ve sefa içinde para harcamak
“Kimseye selam vermeden küçük dans pistinin çevresinde yer alan çok sayıdaki nişlerden birine oturdu
ve kendisine bir kahve ısmarladı; üstü başı kir pas içindeki yaşlı bir kadın, kahvesini getirdi. Duvarlara kırmızı
boya ile çıplak kadın resimleri yapılmıştı. Yaşlı ve genç çapkınlar köşelere çekilmişler, fahişelerle alem
yapıyorlardı.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:11)
“Kadın kapıyı nafile çalıyordu. Kapı kilitliydi, odanın sahibi de uyanmıyordu. Uykusu ağır, dün gece
alem yapmış gibi diye utanarak gülümsedi kadın kend kendine.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:53)
“Clarisse adamı zor durumda bırakmamak için Cerisaie Sokağı’ndaki bu evde oturmaya razı olmuştu
ama ona avuç dolusu para harcatıyordu; yirmi beş bin franklık mobilyayla döşeli bir evde her akşam verdiği
davetlerde tiyatro sanatçılarıyla alem yapıyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:26)
Alesta :
El pençe divan, hizmete hazır
“Birdenbire yolcu kalabalığı sökün ediyor. İşten çıkan, yorgun argın kendilerini motora atan insan
kalabalığı iskele ile motor arasında uzatılmış ıslak tahtadan geçerken, alesta bekleyen motorun kahyası, düşen
olursa kurtarmak üzere elini kolunu hareket ettiriyor.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:6)
Alet edavat : Herhangi bir sanat ya da zenaatı yapabilmek için gereken araç gereç
“Onların yanında öyle zavallı kalmıştım işte. Masa çiçeklerle donatılmıştı. Her tabağın yanında bir
düzine alet edavat duruyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:136)
“Yüreği küt küt atıyordu. Derinlerden kulak yırtıcı bir haykırış duydu: ‘Geliyorlar! Geliyorlar!’
Sıçrayarak uyandı (uykusunda öyle geldi ona), tezgahını kapının yanına yerleştirdi; alet edavatını da testerelerini, planyalarını, rendelerini, çekiçlerini, tornavidalarını- üstüne yığdı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16-7)
Alet etmek : Birini ya da birilerini, kendi çıkarları için kullanmak
“Köylünün başbelası diyorlar benim için, işim köydeki tazelere <genç kızlara> Latince dersi vermek,
salamları tütsülendikleri baca boşluklarından, hokus pokus yürütüp mideme indirmek. Şimdilik muhtarın
karısının yatağını gözüme kestirdim. Daha önce kargalar tarafından didik didik edilmezsem.......... Bohemya
kralı biraderimdir <erkek kardeş> ve hepimizin babası benim gibi onun da rızkını veriyor; ama bu konuda Tanrı
babamızın en çok beni işe koştuğunu söyleyebilirim. Önceki gün, bütün babalar gibi, taş kalpli davranarak
açlıktan yarı ölmüş bir kurdu hayata döndürmeye alet etmek istedi beni. Bu canavarın leşini sermeseydim, sayın
meslektaşım, bugün benimle tanışmak şerefine eremeyecektiniz asla. In saecula saeculorum. Amen <Bk!>”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:159)
“Masadaki kadın üniversite mezunuydu, genç, asık suratlı, gözlüklü ve ters bir kadındı. Başvuru
kitaplarını herkesin -en azından bütün erkeklerin- yalnız ve yalnız açık saçık resim ve bilgi arayışı içinde içinde
istediği konusunda değişmez bir kuşkusu vardı..... Sonuçta, Whitaker’in ‘Almanak’ı dışında bütün başvuru
kitapları açık saçıktı .... ve .... sözcüklerine bakarak Oxford Sözlüğü’nü bile kötü amaçlarına alet edebilirdin.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:262)
Alet olmak : Pek de dürüst olmayan bir iş için kullanılmak
“KRUTİTSKİ - Sana ihtiyacımız yok, delikanlı. Biz dürüst, namuslu insanlarız.
GLUMOV - Öyle mi? Ya benim namussuz olduğuma kim karar verdi? Hanginiz? Siz mi Bay
Krutitski? Ben makalenizi yeniden yazarken mi o keskin zekanız namussuzluğuma kanaat getirdi? Yoksa dürüst
bir insanın böyle iğrenç bir işe alet olmayacağına mı karar verdiniz?”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:124-5)
Alev alev (yanmak) : Harlı alev, ateşler içinde; Yüksek ateşten yüzü kızarmak
“BEŞİNCİ ŞİİR - AY GÖKÜ : Yeryüzünde görülenin üstünde, gözlerinin kuvvetini yenecek kadar aşk
ateşiyle alev alev yandığımı görerek şaşma sakın; bu hal, Nimet’e, onu algıladığı ölçüde daha iyi içine işleyen
görmenin mükemmeliyetinden ileri geliyor.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:33)
“GECİKMİŞ SEVDA
------------------------Nereden çıktın söyle alev alev
Ateş yıldızlarıyla sarmak için dört bir yanımı?
Aldırmasan da, şimdi ortada ve açık,
Çocuğum yerindesin benim
Ya da çocuğum olabilirdin?
(Tudor Arghezi<1880-1967>-Eray Canberk, “Çağdaş Romanya Şiiri-Gecikmiş Sevda”, sa:45)
“… bu ağrı, klasik kalp krizinin, insanı birkaç dakika içinde öldürecek koroner enfarktüsünün o
korkunç belirtisiydi; ağrı şiddetlenip bütün gövdeni ve göğsünü alev alev kavurarak dayanılmaz bir dereceye
ulaştığında gücün tükendi….. oturma odasının olduğu katın sahanlığına yığıldın.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:33)
“SONSÖZ TASLAĞI
------------------------Kurtulmuş ilkelerin, piç edilmiş yasaların,
Çalımından geçilmez anıtların, sisler asılan,
Güneşten alev alev metal kubbelerin,
Tiyatro kraliçelerin, sesleriyle gönül çelen,
Alarm çanlarınla topların, sağır eden orkestra,
Büyülü kaldırımların, surlar gibi yükselen.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:325)
“ARJANTİN’DE
-------------------genelde hiç kimse yok sokaklarda
ve tüm çevremdeki toprak
rüzgarla dolu
ve balçık rengi uğultusuyla
kovboyların.
Gündüzün, bu hiç böyle değil:
yapılar ve insanlar var,
gözleri alev alev kadınlar
ve delikanlılardan bir ırmak”
(John Burnside<d.1955>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.06.08)
“Işık yansımalarıyla morumsu olmuş diken diken sakallarının örttüğü yüzünde göz diye bir şey yok,
yalnızca iki gözçukuru görülüyor, ıslık gibi öten alev alev bir ateşin yanmakta olduğu iki gözçukuru, gazla
çalışan bir ocağın alev kusan noktasını andırıyor her biri, göz kamaştıran parıltıda başka bir şey görmek
olanaksız.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:214)
“Bir gün gülmek için ona Fabio’nun ‘Nino Aviles’ olduğunu söylemiştim, hani Edgardo Rodriguez
Julia’nın romanında özgürlük için kaçan Marronlara yol gösteren çocuk peygamber. Dahlia küplere binmişti.
‘Seni men ederim, anladın mı? Ne şekilde olursa olsun, oğlumsan bahsetmeni kesinlikle men ederim.’ Sesi
tıslıyor, gözleri kızgın bir kedinin gözleri gibi alev alev yanıyordu.”
(J.M.G. Le Clezio, “Ourania”, sa:82)
“Cenovalı okçuları taşıyan kuleleri iten askerler de, tam savaşın kaderini belirleyecek çalılığın kenarına
gelmişken, geriledi. Alessandrialılar için bu, düğüne davet demekti: Anselmo Medico, Piacenzalı hemşerileriyle
birlikte hemen tünele dalmıştı, tünel şimdi gerçekten işe yarayacaktı, ve üzerlerinde alev alev yanmakta olan zift
topakları bulunan değnekler taşıyan bir grup yürekli insanla, Cenovalıların tam arkasına çıkmıştı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:197)
“Hamilkar’ın mutfakları yetmediğinden Meclis onlara köleler, tabak çanak, sedirler göndermişti.
Bahçenin ortasında, tıpkı bir savaş alanında ölüler yakıldığı sırada olduğu gibi, alev alev yanan kocaman ateşler
görülüyor, bunların üzerinde de öküzler kızarıyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:13)
“Goldmund bir süre daha uyuyamadı, görüntüler yeniden yavaş yavaş su yüzüne çıktı, dostu Narziss’in
sözleri yeniden alev alev canlandı, tutuştu; bir kez daha o sarışın ve görkemli kadının, annesinin hayali
gözlerinin önünde belirdi, ılık bir rüzgar gibi ruhundan esip geçti, yaşamın, sıcaklık, sevecenlik ve içtenlikli
anımsatmaların oluşturduğu bir bulut gibiydi tıpkı. Ah, anneciğim! Nasıl unutabilmişti annesini, nasıl!”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:68)
“UZUN SÜRE YAŞADIĞIM BİR YERE
--------------------------------------------------Görmedim mi hiç ırmak kıyılarında
nasıl koştuklarını tayların,
rüzgarın dilleri gibi, ya da
titrediğini kavak yapraklarının,
denizin kayalara çarptığını?
Anımsamaz mısın sevincimizi,
gülüşlerimizi, oyunlarımızı
gözlerimizdeki alev alev hıncımızı?”
(José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.03.03)
“Başucumla aynı hizada, içimden bir okun geçtiği alev alev iki kalp ve üstünde şu kelimeler yazılı:
‘Yaşama tutkusu’. O zavallının hayalleri kesinlikle çok uzun sürmemiştir. Onun yan tarafında ise, üç köşeli bir
şapka ve şapkanın altına gelişigüzel çizilmiş küçük bir yüz ile şu sözcükler: ‘Yaşasın İmparator! 1824’ ”
(V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:49)
“Bununla birlikte, bugün, yaşlı Salome’nin yüzü alev alev yanıyordu. Sevgili oğlu Yahya, evvelsi gün,
kutsal manastırdan gelmişti. Bayağı solmuş, bir iğne bir iplik kalmıştı. Dualar, oruçlar yiyip bitirmişti onu.” .....
“Ama İsa alev almıştı: ‘Ancak köpekler bu denli boyun eğer. Köpekler ve melekler! Ben ne köpeğim, ne de
melek. Ben bir insanım ve ‘Haksız yere! Haksız yere!’ diye bağırıyorum.”
(N. Kazancakis, “Günaha son Çağrı”, sa:185;522)
“Chantal onu karşısında görünce şaşırıyor ve karmakarışık duygular içinde bulunduğu o anda, içinin
derinliklerinden güçlü bir dalga halinde yükselen bir sıcaklık, karnını, göğsünü dolduruyor, yüzünü kaplıyor.
Alev alev yanıyor. Çırılçıplak, her yanı al al olmuş durumda.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:162)
“Nokta
Alev alev geçiyor dağ’nık sokaklar
Sönük kafamdan. Acıtıyor canımı.
Duyumsuyorum, yakında yok olacağımıTenimin Güldikeni, batma bu kadar.”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“Üç gün geçmiş olmasına karşın savaş bütün gücüyle sürüyordu. Savaşanların yürekleri kan, hınç ve
özveriyle alev alev yanıyordu. Ahmet birden herkesi şaşırtan bir buyruk verdi: Kuşatma kaldırılıyordu. Bu
buyruğu onaylamayıp eleştiren genç bir Oranlı’nın kafası anında uçuruluverdi. Topal’ın bu denli çabuk pes
ettiğini ve kuşatmayı kaldırdığını görmek beni çok şaşırtmıştı.”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:215)
“Ülkemizin bir diğer önemli vasfı <niteliği>, burada sürekli bir kaygısızlık rüzgarının esmesidir. Şehrin
tüm mahalleleri alev alev yandığında bile senin bildiğin hallerinde kalıyorlar. Birkaç arkadaş da zaman zaman,
tıpkı eskiden olduğu gibi, gelip bize katılıyorlar. Bazıları hiç uğramıyor; onları özlemeye devam edeceğiz ve
onların da bizi biraz olsun özlediklerini düşünmkten kendimi alamıyorum.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:60)
“KURTAR BENİ
--------------------Alev alev yanan huzur evlerindeki
varislerini hatırlamayan,
cinsel bir doyumla
kağıt paralarını kucaklayan
günahkar annelerden
kurtar beni, baba”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“Bir an için bayılıyormuş gibi oldu. Ama hem yorgundu, hem aç, hem susuz. Masonların şarkı söylediği
o sıcak odayı gözünün önüne getirebiliyordu; alev alev bir ateş, büyük parlak masa, duvarlarda büyük başlı
hayvan fotoğrafları.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:87)
“Magellan
Vadide alev alev bir yangın.
Bir dansla sarsılıyor yeryüzü
Vadinin karanlık kayranlarında
Dolaşan çarpık ve belirsiz gölgeler”
<Kayran: Ormanda düz alan>
(Fernando Pessoa<1888-1935>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04)
“ESİR
Ah Fransızca yazan şair büyükbabam!
Ah İspanyolca yazan şair babam!
Yalnızca ben esirim
bir gölgenin seslerine
Göz korkutan gizil düzenlerin
kısa dizelerinde yansıyan
yol gösteren
kılavuzluk eden
alev alev sözcükler uçuşurken
Yeryüzü dışardan bir soluğun üflediği”
(Pablo le Riverend-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.01.07)
“İyi bir adamla birlikteydi. Onu seviyordu. Penceresinin önündeki ağaçlarda Japon fenerleri asılıydı.
Onların aşağısında ve ötesinde, şehrin alev alev ışıkları vadiden yükseliyordu. Bütün o elektrik sadece onun
keyfi için, yatmadan önce bu debdebeli gösterinin keyfini çıkarmak için sarf ediliyordu.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:472)
“Ağaçların arasında, öteki tarafta bir köpek belirdi. Onlara uzun uzun baktı, sonra açıklığı geçti, iri ve
güçlü bir hayvandı, sarımtrak kahverengi postu ansızın üstünde parlayan gün ışığıyla sanki alev alev yanıyormuş
gibi göründü.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:153)
“Kadınlarınsa bugün hepsi cart renkli elbiseler giymişe benziyordu, alev alev geçiyorlardı önünden,
bakışı kendilerine katılmaya zorluyorlar, ama üstlerinde kalmasına izin de vermiyorlardı. Hiçbir şeyin dış
çizgileri açık-seçik belli değildi artık. Bakışı hiçbir şeye bağlamak mümkün değildi. Her şey bir pelte gibi
titreşiyordu.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:43)
“ ‘Gri kabuklu salyangoz patikayı geçiyor, çimenleri dümdüz ederek ardında,’ dedi Rhonda.
‘Pencere camlarından alev alev ışıklar dökülüyor içeri dışarı, çimenlere,’ dedi Louis.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:8)
“Kar durmadan yağıyordu ve artık karın çatıdan düşerken çıkarttığı kayma sesiyle şaplamayı
duyuyordu. Duman binlerce bacadan yükselmekteydi. Her şey öylesine net ve ayrıntılıydı ki, karları gagalayarak
solucan arayan bir kargayı bile seçebiliırdu. Derken, zamanla mor gölgeler koyuşaltı, arabaların, çayırların ve
malikanenin kendisinin üstüne kapladı. Her şey yutulup yok oldu. Artık yeşillikli oyuktan hiçbir şey kalmamıştı
geriye ve yeşil çayırların yerinde sanki binlerce akbaba tarafından didiklenip cascavlak kalmış alev alev yanan
yamaç vardı. Orlando göz yaşlarına boğuldu ve soluğu Çingenelerin kampında alıp onlara hemen ertesi gün
İngiltere’ye yelken açması gerektiğini bildirdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:104)
“Aşk bir kez dahha hayatına girdi ama şimdi değişmişti; artık yumuşak, masum hediyelerle sakince, bir
genç kız gibi değil, bir ilkbahar fırtınası gibi, alev alev dudakları olan ve tutkunun koyu kırmızısını siyah
saçlarında taşıyan ateşli, arzulu bir kadın gibi yaklaşıyordu. Çünkü erkeklerin şehveti kadınlarınki gibi değildir;
ilkinde bu ateş daha başta, ilk olgunluk yıllarında yanar ama bazı genç kızlara ancak binlerce örtü altında ve
binlerce farklı kılıkta ulaşır. Kendini romantik bir heyecan ve mutlu bir hayal, kibir ve estetik zevk gibi gösterir
ama bir gün gelir, bütün maskelerini atar ve onu gizleyen örtüleri yırtar.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Erika Ewald’ın Aşkı”, sa:122-3)
Alev bacayı sarmış : Aşkın ateşi sevgilileri yanıp tutuşturmuş bile; İş işten geçmiş
“DOTTORE - Ne de çabuk aşık oluversiniz?
LELIO - Çabuk mu? Tam iki aydan beri seviyorum. İki ayda aşk alevi bacayı sarar.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:141)
Alevi, alevilik : İslamın 4. Halifesi Hz. Ali’yi seven, ona ve sülalasine, kendinden evvelki üç halifeden daha
üstün ve sıcak bağlarla bağlı olan mezhep ve tarikat mensubu; Bu tarikatların genel adı
“ ‘Sizin ocağın adı ne delikanlı?’
‘Bizim ocağa Kökboya Ocağı derler:’
‘Adını bağışlar mısın delikanlı?’
‘Adımı sorarsan adım Ali Hüseyin.’
Ağaefendi delikanlının yüzüne, tavrına bakındı, düşündü; adı hem Ali, hem Hüseyin, böyle Sünni adı
olur mu? Babasının adını sordu, ‘babamın adı da Cafer Sadık,’ dedi. Bu delikanlının ödü nasıl kopmuştu, nasıl
katliama uğramışlar da Alevi olduğunu saklıyor. Kendinin adı da, babasının adı da Alevi adıdır. Delikanlının adı
tek başına Ali olsa, bu Sünni müslümanların adıdır. Tek başına Hüseyin olsa o da Sünnilerin adı olabilir. Tek
başına Cafer de olsa herkesin olabilir. Caferi Sadık olunca Alevilerin adıdır bu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:112)
Aleykümselam : İslam kültüründe, müminlerin birbirlerini selamlamaları
Bk.: Selamünaleyküm
“Bayram,..... kağnıyı durdurdu:
‘Selam!’ dedi.
Haceli, yan gözle baktı baktı:
‘Aleyküm selam!’ dedi.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:63)
“Eşref ertesi gün öğleden sonra İstanbul’a ayak bastı. Küçücük bir cami avlusundaki kırk kişilik açık
hava yatakhanesinde yatacak yerini yurdunu garantiledikten sonra, Sultanahmet’ten aşağı ana caddeyi boyladı.
Gözüne bir aşçı dükkanı kestirip içeri daldı:
-Selamünaleyküm usta...
-Ve aleykümselam evlat.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:57)
“Otuz beş, kırk yaşlarında, vasat giyinmiş, orta boylu bir bey içeri girdi ve,
-Selamünaleyküm, dedi.
-Aleykümselam. Buyrun.
Adam, kısa bir tereddütten sonra:
-Beyim, dedi, benim niyetim sizi öldürmek...”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:281)
“Akşamüstü, tarladan dönen Zülküf, büyük çınarın önünde Ali’ye rastladı:
‘Selamünaleyküm.’
‘Ve aleykümselam.’
‘Beri bak Zülküf, diyeceğim var sana.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:129)
“Avantaya bayılan Kel Mıstık bedavadan çay içme fırsatını kaçırmamak için, hemen sokuldu:
-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam... Buyrun.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:220)
“Ağacın dibine üflesen yıkılacak yaşlı bir kadın çömelip tünemiş, fıldır fıldır gözleriyle gelenlere
bakıyordu.
‘Selamünaleyküm!’
‘Aleykümselam Ferhat Hocamız. Sen hoş gelmiş, sefalar getirmişsin.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:335)
Alfabe : Bir dilin harflerini tanıtarak okuma yazmayı öğrenmeyi sağlayan kitap; a b c, (Mecazi) Her işin
temeli, başlangıcı
“Zamansız Işıltılar
----------------------30
Alfabe: ses ve resimdir.
Sesi: Davul gibi kulağa düşünce
Düştüğü çadırı tefsir eder.
Resmi: Çizgilerin üstünde gözleri boyuyor
Ve düştüğü yolda serpilir.
(Antoun Doşi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.03.10)
al fresco : (ITA.) <al’fresko>
plaster (İNG.)
Algıcılık :
Açık havada taze sıva üzerine boya yapmak =In ıopen air painting on fresh
(FEL.) : (İNG.: Perceptionism; FR.: Perceptionism; ALM.: Perceptionalismus)
“İnsan varlığının dış dünyayı doğrudan ve araçsız bir şekilde algılayabileceğini savunan öğreti.
Bu felsefik akım, insanın yalnızca kendi zihnindeki fikirleri, kendi zihin hallerini algılayabileceğini
öne süren Berkeley’ci tüznel idealizm’in tam karşısında yer alır.”
(A. Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:37)
Al gülüm ver gülüm : Herkes mutlu ve her şey yerli yerinde, mükemmel
“... ad yapmış (yani ortak olmuş) az sayıdaki gerçek sanatçı ile, varlıklarını eğlence dünyasına ve
medyanın şamatasına borçlu sanatçı bozuntusu çoğunluğuna yöneliktir. Bu gürültülü al gülüm ver gülüm
dünyasının temel taşı ise, elbette ki ‘reklamın kötüsü olmaz’ anlayışıdır.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:21)
Alı al, moru mor : Allı güllü, rengarenk giysilerle dolaşmak; Nefes nefese, soluğu kesilmiş bir şekilde
“Arkadan kalçalarını oynatamayan gayet şişman bir hanım ahlarla ohlarla kızı olduğu pek belli, latif bir
mahlukun koluna abanmıştı. Genç kız alı al moru mordu. Daha rüyasından yeni çıkmış çocukların tadıyla pelteli
ve reçelli bir halde mavi gözleri insana bir ekmek gibi aziz geliyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:19)
“Der demez içerden birtakım bağrışmalar geldi. Ne dediklerini anlamıyordum. Bir sessizlik oldu.
Apoletli kadın alı al moru mor çıktı ve bana işaret etti. Girdim. Yarı bellerine kadar çıplak iki adam, oda
büyüklüğünde bir masanın üstünden, soluk soluğa bana bakıyorlardı.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:99)
“Toplantı da böylece sona ermiş oldu. Albay alı al moru mor odaya döndüğünde, gönüllü Marek’le
sahte çavuş Televes’i çoktan unutmuştu bile. ‘Sizden rica ediyorum, Beyler. Her an yola çıkmaya hazır olun ve
emir ve talimatlarımı bekleyin,’ diye kestirip attı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:427)
“Hubert, ağabeyinin kolları arasına atıldı; Wolfgang kardeşini kavradı ve onu kendisiyle birlikte
sürükleyerek yukarki katlardaki boş bir odaya götürdü. Birlikte oraya kapandılar, saatlerce birlikte kaldılar,
sonunda Hubert alı al, moru mor aşağıya indi ve arabasını istedi.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:91)
“Bu sabah, alı al, moru mor, Çakır Emine’nin arkadaşı Rana bana geldi:
-Aman, dedi, Emine’yi dövecekler, bu günlerde yolunu bekleyip fena dövecekler... Onun için, sen
bilirsin, uzun zaman ne sen bizim tarafa gel, ne Emine buralara uğrasın! Hatta sen ne Reha Beyle buluş, ne de
Tornavida Hasan denilen kopukla görüş!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:266)
“Bir çoban bir sabah, alı al moru mor koşarak haberi köye getirdi. Anavarza örenlerindeki ne kadar kuş
varsa hepsi de yerdeydi; kuşları da, yerdeki yavruları da hep yılanlar yiyorlardı.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:87)
“GUINNESS DADI - ... (Masayı kapının yanındaki eski yerine koyar. Tam dışarı çıkacağı sırada alı al,
moru mor içeriye dalan Lady Utterword ile burun buruna gelir. Gayet iyi giyinmiş, güzel bir sarışın.)
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:10)
“Güller, dikenler üstünde kapılmıştı ürpertiye:
Biri alı al utançtan, öteki apak, kahrından;
Üçüncüsü ne al, ne ak: her birinden nemalanmış,
Aşırdıklarına bir de senden soluk eklemişti.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:99, sa:239)
Alıcı gözüyle (bakmak), süzmek : Olumlu olarak değerlendirmek
“Camlı kapı önünde annemin onları karşılayışı hala gözümün önünde. Annem insan yüzlerinden iyi
anlardı; birisine alıcı gözüyle şöyle bir bakıp da gülümseyerek: ‘Hoş geldiniz!’ dedi mi, gelen kimse artık mutlu
günlere hazırlanabilirdi.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:62)
“ ‘Yalnızlığını unutmak için benim odama geldi. Ben de onu öptüm, yanımda yatmasına izin verdim.’
‘Kaşı gözü yerinde biri miydi bari?’
‘Bilmiyorum. Pek alıcı gözle bakmadım kendisine. Hayır, gülmeyin, bana gülmeyin! Yürekler
acısıydı.’ ”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:119)
“Asıl şu an kendisinin nasıl göründüğünü merak ediyor Meltem. Az önce yüzünü yıkarken aynada
baktığı halini hatırlamaya çalışıyor. Kötü görünüyor olmasa bari! Böyle hissettiği, bunları düşümdüğü için, bir
yandan neye olduğunu bilmediği bir kızgınlık duyarken, öte yandan hemen yerinden kalkıp kendisine çeki-düzen
vermek, bu kez üstünkörü değil de alıcı gözlerle aynaya bakmak, görünüşünden emin olmak isitiyor.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:142-3)
“Osman Ağa, oğlanı tepeden tırnağa alıcı gözüyle süzdü:
-Nedir ulan? Namın buralara senden önce gelmekte... Sidikli ablan haber uçurmuş. ‘Benim Toycuğu,
Osman Ağa’ma ısmarladım’ demiş. Sen, yoksa, şimdilerde Sidikli’ye mi çalışmaktasın?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46)
Alık; Alık alık bakmak : Şaşkın, aptal, dalgın kimse; Şaşkın şaşkın, boş gözlerle, anlamsızcasına ahmakcasına
bakmak
“Porbus, delikanlıya, yavaşça:
-Bir ecinnisi vardır, dedi; yine onunla konuşuyor.
Bu söz üzerine Nicholas Poussin’i pek güçlü bir sanatçı merakı, ne olduğu anlaşılmaz o merak
kavradı. Ak gözlerini bir noktaya çevirmiş, dikkatle, sanki alık alık bakan o yaşlı adam, şimdi ona insandan
üstün bir varlık, bilinmez bir alemde yaşıyan şaşırtıcı bir melek, bir şeytan gibi görünüyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:29)
“Somerset Hastanesi’nin koridorlarında ölenlerin arasında geçirdiği geceler yaşam savaşında iğrenç bir
hastalığa yakalanmış yaşlı bir kadına herkesin ne kadar kayıtsız kalabileceğini iyi öğretmişti ona. Çalışamaz
durumdayken onu boğazına kadar boka batmaktan koruyan şeylerin yalnızca nereye kadar güvenileceği belli
olmayan Buhrmann’ların iyi niyeti, alık oğlunun sorumluluk duygusu, sonuncu olarak da yatağının altındaki
bavulda bir çantanın içinde sakladığı iki ayrı para cüzdanı olduğuna inanıyordu.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:15-6)
“Koka-Kola ve Koka Frio
Yaşayan atalarının adası,
Porto Riko’ya ilk ziyaretinde,
şişman çocuk ağzını açmış
alık alık dolaşıyordu
masadan masaya.
Her masada, bir büyük teyze
çil düşmüş elleriyle gösteriyordu
bir Koka Kola bardağını.”
(Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06)
“MARTA - Hamlet, senin portren gibi mi?
ELIZABETH - Evet... Öyke alık alık bakmanın yararı yok. Okudun mu?
MARTA - Hayır... Konusunu biliyorum biraz.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:11)
“CİMRİLİK - Bu durumda bile insan, eğer canı isterse, şu kalabalık çemberini zevkle seyredebilir.
Zira, nerede alık alık bakılacak, veyahut da tıkabasa yenilecek bir şey varsa, orada kadınlar daima ön sırada
bulunurlar.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:46)
“Sonra küçük oğlana döndü:
-Orada alık alık ne dikilip duruyorsun? Babanı sen de dövmeyecek misin, köpoğlusu?”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:17)
“Şvayk bütün bunları teğmenin gözlerinin içine öylesine içtenlikle bakarak söylemişti ki, tokadı
patlatmak üzere olan teğmen geri dönüp koltuğa oturmuştu:
‘Yahu, Şvayk, sen gerçekten bu kadar alık mısın?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Haşek”, Cilt:I, sa:191)
“Çukurovada, yine halkın zevkle söylediği bir laf vardır:
‘Seyhan Ceyhan böyle akar, biz de alık alık bakarız.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:81)
“Yüzü gittikçe kararan babam, boğazı kurumuş, gözleri dönmüş:
-Ya! Ya! diye kekeledi ala.. çok iyi.. buna hiç de şaşmıyorum.. Size çok çok teşekkür ederim kaptan.
Ve denizci arkasından alık alık bakarken o çekip gitti.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:42)
“Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya’ya bile gidemezken, topu topu üç beş
kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist
hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15)
“Mrs. HUSHABYE, onu yatıştırarak. - Tabii inanıyorum, yavrucuğum. Yalnız pek tepeden inme oldu
da. Beni azar azar alıştırmalıydın. (Onu tekrar yerine oturtur.) Şimdi anlat bakalım. Ona aşık mısın?”
ELLIE - Hayır, o kadar da alık değilim. Kimselere aşık olmam ben. Beni o kadar kuş beyinli mi
sandınız?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:30)
“PATRICIA, avunmuş, yürekli. - Eh, öyle olsun.. Yeni bir servet kazanacak vakti oluncaya dek
Alastair’i ben geçindirebilirim. Sizler hepiniz onu alık sanıyorsunuz; ama iyi çocuktur, can çocuktur.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:39)
“Caddenin iki yanında gayet yüksek yapılar, büyük büyük gazinolar vardı. O zamana kadar böyle bir
şehir görmemiştim. Fridrih daha da acemiydi. Alık alık etrafımıza bakıyorduk.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:148)
Alıkonulmak : Zoraki, mecburi olarak bir yerde tutulmak, tutuklanmak
“Bana öyle geldi ki genel olarak bizimle aynı konumdaydı, fark sadece orada alıkonulmaktan dolayı
daha çok alınmış gibi görünüyordu. Polise karşı gittikçe hor gören, aşağılayan bir tavır takındığını gözledim.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:46)
Alımlı; Alımlı olmak : Albenisi olan, güzelce, çekici, yakışıklı, güzel giyimli, süslü
“GÜZEL GEMİ
------------------O yuvarlak boyun, dolgun omuzlar üstünde
Başın bilinmedik bir alımla süzülür de,
Sen görkemli çocuk, gidersin
Öyle dingin bir görünüşle yolunda, yengin.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:111)
“Beni küçük, özel bir salona soktu. İçerde bir bayla bayan vardı. Bayanın yüzünde büyük endişe ve
yorgunluk belirtileri olmasaydı ortanın üstünde güzel sayılabilecekti. Boylu boslu, alımlıydı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:40)
“Uzun boylu, etli butlu, alımlıydı Madam. Hep kapalı duran bu evin karanlığından solgunlaşmış olan
teni, üzerine kalın bir cila sürülmüşçesine parlıyordu.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:34)
“Niye giyeyim diye sorma, Kleis
--------------------------------------Hep söylerdi anam,
mor kurdele bağlarmış
gençliğinde
alımlı kızlar”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:108)
“CASSIO - Çok ince bir kadın.
IAGO - Hem eminim ki çok fettan.
CASSIO - Doğrusu çok taze ve çok nazlı bir yaratık.
IAGO - Ne gözler! Sanki insanı meydan okumaya davet ediyor.
CASSIO - Alımlı bir göz; yine de, bana kalırsa, alçak gönüllü.
IAGO - Hele bir konuştu mu aşkı ayaklandırıyor, değil mi?”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:41)
“ÜVERCİNKA <1956>
-----------------Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil.”
(C. Süreya<1931-1990>,“Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:61)
“Sözgelimi gösteriş budalalığı, hepsini cıvıklaştırmıştı. Oğlanlar, önemli roller peşindeydiler, kızlarsa
şatafatlı giysiler. Bütçe düşüktü. En fazla, on paund. Böylelikle, gelenekler açıkça çiğnenmiş oluyordu. Gözleri
görenekten başka şey görmediği için, başa sarılan bir tabak bezinin, açık havada gerçek ipekten çok daha alımlı
gözüktüğünü göremiyorlardı.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:61)
Alın bakalım : Gördünüz mü ne oldu? Ne yapabilirdiniz? bağlamında
“İçeri girerken, bitmek üzere olan sigaranızı pencere sövesine <pencere kenarı, kasası> tutturulmuş küllükte
ezerek söndürüyorsunuz, Etoile <Yıldız> zafer takının altındaki yerinizi belirleyen romana doğru eğiliyorsunuz
ve sol elinizin iki parmağıyla, beceriksizce tutmaya çalışıyorsunuz, alın bakalım, birdenbire şiddetli bir sarsıntı,
fena sendelediniz, kitap fırladı gitti, kanapeye tutunmak zorunda kalıyorsunuz.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:124)
Alınmak : Aşırı duyarlılıktan dolayı kendi üzerine almak, çabuk icinmek, kızmak
“Güvey birden sinirlenerek gözlerini kırpıştırmaya başlıyor.
-Ne demek yani? Bana taş mı atıyorsunuz?
Telgrafçı ürküyor biraz.
-Kimseye taş attığım filan yok. Sözüm meclisten dışarı... Öylesine, genel anlamda söyledim. Hemen
alınmayın lütfen.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:75)
“Kendi kendine yalan söyleyen herkesten önce alınır. Bazan alınmak pek tatlı gelir, değil mi? İnsan,
kimseden kötülük görmediğini, kırgınlığı kafasından uydurup, laf olsun diye, sırf sahne yaratmak için yalana
sarılarak pireyi deve yaptığını bildiği halde surat asar…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:60)
“Lafcadio güldü:
-Bunu yapamazdım, dedi; Faby bronzlaşmamızı bahane ederek elbiselerimi, hatta çamaşırlarımı bile
kilit altında tutuyordu.
-Ya anneniz, o ne diyordu?
-Çok eğleniyorlardı bununla; davetlilerimiz arasında alınacaklar çıkarsa, kapının açık olduğunu
söylüyordu; ama kabul ettiğimiz misafirler arasında hiç kimsenin kalmasına engel olmuyordu bu halim.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:60)
“Adam düpedüz alay ediyordu. Aşık Ali yürekten yaralandı:
‘İstemem, ziyade olsun.’
‘Alındınız demek Beyefendi.’
‘Alındım.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:77)
“Özellikle Kont’u eve davet ediyorlardı. Bir süre, evde aile ile birlikte kalması ve birbirlerini daha
yakından tanımaları bu kararı daha olumlu etkileyecekti. Markiz bu süre içinde Kont’la mutlu olabileceğine
inanırsa, genç adamın önerisine ‘evet’ diyecekti. Kont biraz alınmıştı ailenin bu kararından. Tüm yolculuğunu,
yazgısının kendisine yardımcı olmasını dileyerek geçirdi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, 24)
“Dorothy bir an daha ayakta kaldı. Bayan Mayfill yavaş, sarsak adımlarla sunağa yanaşıyordu. Zar zor
yürüyebiliyordu, ama yardım önerilerinden fena alınırdı.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15)
“Bunu yalnızca kendisiyle ilgili bir şeyden dertleniyormuş gibi söylediği için, öteki kolu geçirirken:
‘Evlilik tarihi kesinleşti, ama ben bu işten pirelenmeye başladım,’ dedi. ‘Alınmıyorsun ya?’ Kızının yüzüne
bakmamak için iliklediği düğmelere gözlerini dikmişti.
‘Yok, alınmıyorum.’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:427)
“Gecenin geç saatine dek eğlenen, evine dönecek yerde bir otele giden bir kızın ne yaptığını bilmesi
gerektiğini söyledim ona.
‘Öyle mi diyorsunuz?’ dedi, alınmıştı. ‘Suç analarda. Niye kızlarıyla beraber gitmiyorlar?’ ”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:11)
Alın teri (dökmek, …ile kazanmak) : Elinin emeğinin hakkıyla, namusuyla çalışarak alnı terleyerek
“Bir kıyıya çekilmiş olan seyislerden, Orman Şövalyesi’ne hizmet edeni, Sancho’ya dönerek
konuşmaya başlamış: ‘Ah, efendim, biz gezgin şövalye seyislerinin hayatı epey zorlu! Geçimlerimizi sahiden
alınteriyle kazanıyoruz; Tanrı atalarımızdan birine lanet etmiş olmalı’, ‘Yetmez gibi de lokmamızı diken üstünde
yiyoruz,’ dedi Sancho. ‘Zavallı gezgin şövalye seyislerinden daha fazla üşüyen, daha fazla terleyen kimse var mı
acaba?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:483)
“DÖRDÜNCÜ KISMI - Siz nereye isterseniz oraya yuvarlanınız. Biz, asma çubuklarının filizlendiği o
baştan başa ekinlerle kaplı tepecikleri kuşatarak, bunların etrafında cıvıldarız. Orada bağcı her gün sabahtan
akşama kadar alın teri dökerken, bize bu içten gelen çabanın başarısı şüpheli görünür.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:244)
“Soluğumu tutuyorum. Kim bu yürüyen? Yoksa, uzaktaki fırtına mı sadece? Havva ile Adem,
neredesiniz? Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanmalıydınız; fakat bu aklınıza gelmiyor. Havva bir fotoğraf
makinesi aşırıyor, Adem de makineyi kollayacağına, buna göz yumuyor.”
(Ö. Von Hovarth, “Allahsız Gençlik”, sa:86)
“ ‘On iki düzinesi on franga mal oluyor, altmış franga satılıyordu. Doğrusu, bu çok karlı bir işti. Bu
yüzden altı yüz bin franga şaşmamak gerek Mösyö Pontmercy. Alın teriyle kazanılmış namuslu bir paradır.
Zenginliğinizden dolayı gönlünüz rahat olsun.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:442)
“HARPAGON -... utanmıyor musun ananın babanın bunca alın teriyle biriktirdiği serveti har vurup
harman savurmaktan?
CLEANTE - Ya siz utanmıyor musunuz böyle dalavereli işlerle adınızı lekelemekten, para isitif
etmeye doymak bilmeyen hırsınızla, şerefi, namusu hiçe saymaktan.....
HARPAGON - Defol, edepsiz, gözüm görmesin seni.”
(Moliere, “Cimri”, sa:64)
“Halkın yoksulluğa düşmesinn baş nedeni aristokratların çokluğudur. Bu yararsız, bu bal vermez arılar
başkalarının alın teriyle geçinmekte, topraklarında çalışanları daha fazla kazanmak için derisine kadar yüzmekte,
bunun dışında başka gelir kaynağı bilmemektedirler.”
(Th. More, “Utopia”, sa:25)
“EVLERLE SAVAŞ
-----------------------Evler her gün yollar bizi dışarı:
-Git, getir!
Emredilen ekmeği akşamları
Alın terlerimiz getirecektir.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:33)
“Mrs. HUSHABYE - Bu ne taş yüreklilik, bu ne vurdum duymazlık! Şu canavara bakın..... Binlerce
sert, hoyrat işçiyi karşısında susta durduran, binlerce ton demiri dev makinelere dövdüren, kadınların, kızların
alın teriyle geçinen, iki kuruşluk zam istediler mi, onlarla gırtlak gırtlağa gelen bir adam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:69)
“-Vah vah... Allah rahmet etsin!.. İyi adamdı. Yiğitliğine yiğitti, verimkarlığına verimkar... Mallarını
hep ben satardım burda mütareke sıraları... Allah bin bereket versin, çok parasını aldım. ‘Parasını aldım’
dedimse, havadan değil haaa!... Alınteriyle...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:162)
Alınyazısı : Kader, talih, yazgı, Tanrı dileği
“Alınyazısı diyecekler yazgıya inananlar. Alınlarına böyle yazılmış, ne yapalım’ Bazen inanıyorum,
istemeyerek de olsa inanmak gerkiyor bu önyargıya. Ama ben yazgıya, alınyazısına inanmak istemem. O zaman
kişinin önemi kalmıyor. Kişinin gücü nerede, kendi yolunu çizmesi nerede, kendini yaratması, kendi
mutluluğunu kendi elleriyle kurması nerede? Alınyazısı her şeyi önceden planlamışsa bırakmalı, işi gücü, ne
yapalım yazgım böyleymiş deyip küsmeli yaşama!..”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Ortak Yazgı”, sa:75)
“Alında yazılı tek şey ölümdür ve ölümün dışında hiçbir şey alın yazısına bağlı değildir. Doğumdan
ölüme giden zaman artalığında hiçbir şey sabit değildir.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:133)
“İçini çekiyor. Zavallı Lucy! Zavallı kız evlatlar! Ne biçim bir alınyazısı, ne biçim bir yük var
sırtlarında! Ve erkek evlatlar: Onların ne dertleri olmalı, ama bu konudaki bilgisi az.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:103)
“ ‘Daha beter şeylerin olması alnımıza yazılıymış. Evimizin yıldızı sönüverdi. Başına buyruk ve atak
insan olan küçük kardeşim hafif süvari subayı idi. Çılgınca bir bahse tutuşmuş. Macaristan’da oluyor bu iş. Bahis
gereğince at sürmekten kan ter içindeyken, tam teçhizat atıyla Tuna’yı geçiyor ve tabii bunu hayatıyla ödüyor.’ ”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:51)
“Govinda, arkadaşının kendisine ilk baktığı anda birşeyin başlamakta olduğunu anlamıştı. Siddhartha
kendi seçtiği yolda gidecekti; alınyazısı gerçekleşiyordu onun; ve Siddhartha’nın alınyazısıyla birlikte
Govinda’nın da kendi alınyazısı oluşuyordu.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:37)
“OZAN I.
-------Ülkemiz yurdumuz sevdamız kardeşliğimiz
Ülkemiz yurdumuz aydınlığımız gençliğimiz
yirmi yaşında otuz yaşında yetmiş yaşında
çağların tuzlu kemiklerinde birleşen
ülkemiz yurdumuz yani yenilmez umudumuz
ülkemiz yurdumuz kocamayan gelinimiz
yazan kalemimiz öfkeli sevincimiz
alın yazımız bitmez çilemiz”
(Özdemir İnce<d.1936>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:246-7)
“BİR AFRİKA AĞITI
---------------------------Diyorlar ki bana
İyidir bu yaşam
Usul usul yaşa onu
Heyecanla, umutla birlikte her zaman,
Hayranlık var bu dünyada
Şaşırtıcılık var
Görünmeyen yaratıkların kımıldattığı her
şeyde.
Şarkılarla doludur okyanus.
Düşman değildir gökyüzü.
Arkadaşımızdır alınyazımız.”
(Ben Okri <d.1959>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.02.10)
“İSMENE
----------Kimi az çok katlanır buna, kimi hiç katlanmaz.
Alınyazısı, denildiği gibi,
bir kısır döngüye hapseder bizi. Biz de döner dururuz
dibinin karanlığına, anlaşılmazlığına yüzümüzün
kapatıldığı o kuyunun çevresinde.
Kız kardeşim kulak asmadı hiçbir öğüde, ödün
vermedi - boyun eğmezliği, umursamazlığı
içinde.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:177)
“Ey altın taçlı Aphrodite,
Kaç kez yakarmışımdır
benim alınyazım da
öyle olsun diye”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:91)
“Bir şey olacak: Bassede-de-Vieille’in karanlıklarında bir şeyler var beni bekleyen, orda tam bu durgun
yolun başında yaşantım başlayacak. Alınyazımın sesine doğru yürüdüğümü görüyorum. Köşebaşında, ak bir
kilometre taşına benzer bir şey var. Uzaktan kapkara görünüyor, ama atılan her adımla biraz daha ağarıyor.
Yavaş yavaş ağaran bu karanlık gövde olağanüstü bir şeyler uyarıyor bende: Tümüyle ağardığında, tümüyle
aydınladığında, tam yanına gelince duracağım ve o zaman başlayacak serüven. Karanlığı delip çıkan, beni
nerdeyse korkutan bu koca ışıklı göz şimdi çok yakınımda: Bir an için çark yapıp dönmeyi düşünüyorum. Ama
elimde değil, çekiyor kendine beni, bu coşkuya son veremem. İlerliyorum, ilerliyorum, elimi uzatıyorum ve
dokunuyorum sınır taşına.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:77)
“Bu insanlar, tehlike içindeki genç kız, general, ormanda tuzağa düşürülmüş hain ve bir barut fıçısına
bağlanmış halde alevin fitil boyunca ilerleyişine üzgün üzgün bakan arkadaş tarafından bekleniyorlardı. Bu
alevin ilerleyişi, kahramanların çölde dörtnala at sürmeleri, bakire kızın kendisine saldırana karşı umutsuz
mücadelesi, bütün bu imgelerin ve hızların iç içe geçmesi ve bütün bunların altında, ‘Damnation de Faust’dan
alınmış ve piyanoya uygulanmış ‘Uçuruma Koşuş’ adlı orkestra parçasının cehennemi hareketi; evet, bütün
bunların hepsi, bir tek şeydi ve bu bir alınyazısıydı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:92)
“ÖZLEM
----------Bir çocuğu kucaklar gibi
Kucakla bedenimi.
Rüyamda genç bir kadın görüyorum
O kadın benim-tanrısından ayrılmış
Sevgilim, güzel şeyler anlat!
Bir şarkıyı bahar neşesinde söyle!
Ve gönülden yumuşacık bir söz...
Böylece karga alınyazısını kovalasın.”
“Else Lasker-Schüler<1869-1945>-Arife Kalender; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.03.09)
“... eğer Vittoria’nın <Accoramboni> yakınlarından biri, daha fazla kazanç umarak, onu kocasından
kurtarmaya yardım etmişse, insan tutkusunun isteyebileceği en yüksek doruğa yükselmek alınyazısı olan iyice
bir talihin orta derece yararlarını yeterli görmenin akla yakın olacağını, çok geçmeden anlamıştır.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:24)
“AMANDA : Aaah, Ah! Yüzümdeki burnumu gördüğüm netlikte alınyazımın da ne olduğunu
görüyorum. Çok korkunç! Git gide daha fazla babanı hatırlatmaya başladın! O da hiç bir gerekçe göstermeden
saatlerce dışarılarda dolaşırdı. Sonra terk etti bizi! Allahaısmarladık! Ben de bana emanet edilenlerle tek
başıma......”
(T. Williams, “Serçe Hayvan Koleksiyonu”, sa:38)
“Fouché şimdi serbesttir ve amacına ulaşmıştır; elli altı yaşında olan Otranto Dükü Joseph Fouché,
Napoléon’un hesabını gördükten sonra sınırsız iktidarın en yüksek noktasında tek başınadır..... Şimdi, artık,
kimsenin hizmetinde değil; en sonunda tutkusunu gerçekleştirdi. Fransa’nın tek başına hakimi oldu. Hile
düşünceyi, alınyazısı dehayı yendi.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:199)
Alıp başını gitmek : İşinden, evinden ya da yurdundan uzaklara gitmek
“Dört gün ve üç gece denizde dolaştım; benim için, hayranlık verici güçlerini harcadılar. Tekdüze
yorgunluk, parıltılı sertliklerini uyutuyordu, hiç sonu gelmezcesine, dalgaları karıştırmaya veriyorlardı
kendilerini; daha güzel, daha dalgın oluyorlardı, geçmişten kalmış anıları uçsuz bucaksız denizin üstünde alıp
başlarını gidiyorlardı.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:70)
“Daha sonraki yıllarda babamın ‘yok olma’ vakalarından ve ağabeyimle ölümüne boğuşmamızdan
yıldığı zamanlar tepesi iyice atan annem, umutsuzlukla ‘Alıp başımı gideceğim’ ya da ‘Kendimi şu pencereden
atacağım’..... dedikçe benim gözümün önüne ..... o beyaz tenli, toparlak ve iyi niyetli ve şaşkın dadı gelirdi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:84)
“LADY UTTERWORD, öfkeyle kanapeye oturur. - ... Böyle söylenip duruyorum, kusura bakmayın,
ama kırıldım, fena kırıldım. Böyle olacağını bilsem kırk yıl ayak bazmazdım bu eve. Şeytan diyor ki, al başını
git gözünün gördüğü yere. (Ağlamak üzeredir.)”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:11)
Alıp verememek : Geçinememek, anlaşamamak
“KRALİÇE -…‘Tanrım bende bir güvercin kalbi olmalı, yoksa bu sahte tahttan geriye kalanlarla,
gökyüzündeki akbabaları beslerim ancak.’
EGERTON - Yine kiminle alıp veremediği var?
MAMA, fısıldar ama giderek ses tonunu artırır. - Omlet’ten (Hamlet’i kastediyor) bir bölüm
oynuyor. Poposunda tüy takılı bir nonoşmuş, kraliçeyi hicvediyormuş…”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:42)
“Hanımefendi, dudaklarında ancak algılanabilen bir gülümsemeyle, ‘Eğitimle alıp veremediğiniz ne?’
diye sordu. ‘Eski günlerde olduğu gibi, gelin ile damadın birbirlerini ilk kez nikahta gördükleri usulle yapılan
evlilik daha mı iyi?’ diye, birçok kadının yaptığı gibi, karşısındakinin sözlerine cevap vermek yerine, onun ileri
sürmesini umduğu görüşlere peşinen cevap vererek, sözlerine devam etti.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:11)
Alıştırılmaya yeni çıkarılmış tay kadar çifteleri olmak : Hiçbir kudreti, etkisi olmamak
“TONY -... Bütün Hıristiyanlık dünyasında onu kadar kaba, huysuz bir yaratık var mıdır, acaba?
HASTINGS, kendi kendine - Bir aşık için yüreklendirici sözler!
TONY - Ben onu, boyu şu kadarcıktan tanırım. Onun, çalılıktaki tavşan kadar hileleri, alıştırılmaya
yeni çıkarılmış tay kadar çifteleri vardır.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:58)
Alıştırma : Tekrar tekrar egzersiz yapmak; işlem ya da işlevleri tekrarlayarak öğrenmek
“Burada anlamaya ya da başarmaya çalıştığın şey için kilit iki sözcük vardır: ‘alıştırma’ ve ‘tekrar’. Ne
kadar çok tekrar edersen, ne kadar çok alıştırma yaparsan, o kadar başarılı olursun…. Eskiden çok fazla tekrar
etmenden endişe duyardım. Senin de diğer pek çok otistik çocuk gibi aynı şeyi tekrar edip duracağından
korkardım. Ama artık senin daha o zamanlarda, tekrarın kıymetini benden daha iyi bildiğini anladım. Çok
kıymetliydi çünkü sen tekrar ederek öğreniyordun….. Yapmaya ya da anlamaya çalıştığın şeyin alıştırmasını
tıpkı şu anda yapıyor olduğun gibi daima benimle yapabilirsin. Anne, baban, ciğer aile fertleri ve yakın
dostlarınla da alıştırma yapabilirsin, öğretmenlerin de daima seninle alıştırma yapmaya hazır bekliyor olacaktır.”
(Earle P. Martin, Jr.: “Sevgili Charlie”, sa: 99-100)
Alış veriş; Alışveriş etmek : Alım satım işi; ilgi, ilişki; Günlük yiyecek, öteberi alımı
“Bir ortağa gereksinim olduğundan, Andy ile işbirliği etmeye karar verdik. Fisher Hill’deki durumu
anlattıktan sonra siyasetle ticaretin elbirliği etmiş bulunması yüzünden alış verişin kesat olduğunu anlattım.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:85)
“Kemerlerin altında gaz lambaları yanmaktaydı. Kadınlar alışveriş ediyordu. Laiter Kahvesi’nde
dondurma yiyenler vardı. İngiliz Pastanesi’nden küçük pastalar alınıyordu. Sadece Les Princes Oteli ile Meurice
Oteli’nden dörtnala uzaklaşan birkaç yolcu arabası görülüyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:476)
“Fakat apartmanın bodrum katındaki kiracı Fitnat hanımla ahbap olunca iş değişmişti, kadın, taşralıları
peşine takmış, bu mağaza senin, o dükkan benim, ikisini de alış verişe, gezip tozmaya, terziler bularak, işçi
kızlar tutarak giyim kuşama alıştırmıştı; kahyalıklarını ediyordu.”
(R.H. Karay; Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:180)
“KOMŞU KADIN - Nasılsın, ne var ne yok?
ANNE - Gördüğün gibi.
KOMŞU KADIN - Alış veriş için inmiştim. Geçerken şöyle bir uğruyayım dedim.”
(F.G. Lorca<1898-1936>, “Kanlı Düğün”, sa:8)
“PENCERE
------------Bir ara ben de düşündüm sokağa çıkıp
bu pencereyle o koca sandığı satmayı,
sırf onların bakımından kurtulmak için,
şu alışveriş işine ben de karışayım,
yabancı bir dilde konuşan sesimi duyabileyim diye.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:88)
“Benden sana izin ey gözü afet
Var kimi istersen eyle mahabbet;
Şimdengeri sen sağ ben de selamet
Seyrani bu alış verişten geçti”
(Afet: Çok güzel, muhteşem; Mehabbet; Sevgi, aşk;
Şimdengeri: Şimdiden sonra)
(Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:473)
“Turunç
---------Supermarkette.
Cumartesi saat üçte.
Bir kiloluk ışık paketi düşüyor
Ve küçük güneşler gibi saçılıyor limonlar
Alışveriş sepetine.
İnce sipariş dilimleri
Ansızın duruyor
Anlamsızlığın soğuk mazgalında.
Çağrıştıran ama açıklamayan bir olay.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
a’lias :
(LAT.) <A’lias> : Takma ad; diğer ismiyle
a’libi :
Başka yerde bulunuş, gaybuyet
Alicenaplık : Onurunu koruyup, iyilik ve yardımda bulunma; kendisi yardıma muhtaç olduğu halde daha
aşağıdaki durumdakilere yardım eden ince ruhluluk <Alicenap: Ali: Yüksek, onurlu; cenab: Taraf, yön;
büyüklük>
“ ‘Bu cömertliğinden dolayı sana minnettarım delikanlı,’ derdi, ‘gerçekten şükran borçluyum. Pek tabii
ki, bu ödünç verilmiş bir borç olduğu için, iade edeceğimden zerrece kuşkun olmasın...... son zamanlarda
birtakım ufak tefek aksilikler oldu, senin bu alicenaplığın yeniden belimi doğrultmama yardım edecek.’ ”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:68)
Alicengiz; Alicengiz oyunu oynamak : Sözüm ona bu isimle efsane olmuş son derece kurnaz, hileci, üç
kağıtçı, her güçlüğün altından kalkan kimse; Hile yapmak, ardından oyun oynamak
“Ancak bu oyundan, en ince ayrıntılarına kadar bilgi almış olan Karagün Dostu bu sırada Blease’ye
hemen o gece nasıl bir alicengiz oyunu oynamak gerektiğini düşünmekteydi.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:80-1)
“ALİCENGİZ
---------------Alicengiz’den bu işin
Sırrını sordum.
Tehlike var baktın ki
Hemen kılık değiştir
Benim yaptığımı yap, dedi,
Yerine göre tavşan ol
Yerine göre tilki.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:27)
Alien :
<E’liyın> (ING:) Yabancı
Alieni juris : (LAT.,HUK.) <Ali’yani yuris> : Kişinin çocuk ya da başkasına yasal olarak bağımlı olması
nedeniyle, tüm yasal haklara-kudrete sahip olamamak = Not possessing full legal power. Said of a perdon
legally dependent upon another, as a slave or minor
Alighieri, Dante : (ITA. MYTH.) : Ünlü İtalyan ozanı <‘Aligyari’ okunur, M.S. 1265-1321>. İlk yapıtı ‘La
vita nuova’ = Yeni Yaşam’da, 9 yaşındayken, kendisinden bir yaş küçük Beatrice Portifari ile kilisede
karşılaşmasını ve ona aşık olmasını anlatır, sevginin ruhu üzerindeki derin etkilerinden söz eder. Dünyaca ünlü,
ölmez şaheseri ‘Divinia Commedia’ = İlahi Komedi’si üç bölüme ayrılmıştır: ‘Inferno=Cehennem’; ‘Purgatory
= Araf’ ve ‘Paradiso = Cennet’. Cehennem ve Araf bölümlerini şair Vergilius eşliğinde yapar önceki dost ve
düşmanlarıyla konuşur; Cennet bölümünde ise bir zamanlar sevdiği ve şimdi melek olan kadın: BEATRICE ile
karşılaşır.
“Ansızın bir hayal gelip dikilmişti yine, yüce ve saygıdeğer bir hayal; ah, içimde hiçbir gereksinim,
hiçbir dürtü, bir kimseyi ululamak, bir kimseye tapmak kadar derin ve güçlü değildi! Ona Beatrice adını taktım.
Dante’yi okumamıştım ama, bir İngiliz ressamının röprodüksiyonuna sahip olduğum tablosundan biliyordum
Beatrice’i. PRE-RAPHALİT’ler dönemindeki bir İngiliz kızını canlandırıyordu, kol ve bacakları hayli uzun ve
kendisi de boyluydu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:104)
Aliquando bonus dorminat Homers : (LAT. ,YUN.MYTH.,KOLL.) <Ali’kuando bonus dor’minat Homers> :
‘Homeros’un da uyuduğu olmuştur.’
“ ‘....Bir sürü dinbilimci görmüşümdür, kürsüye çıkıp iki lafı yan yana getiremezler, fakat başkalarının
vaazlarını da habire yererler,’ ‘Doğru söylüyorsunuz Senyör Don Quijoe,’ dedi öğrenci. ‘Ben de eleştirmenlerin
göz alan güneşte küçük noktalar arayacaklarına daha anlayışlı, daha iyi niyetli olmalarını isterdim. Evet, doğru
söylüyorlar, Aliquando bonus dorminat Homers, fakat unutulmasın ki yapıtını olabildiğince gölgesizce ortaya
çıkarılabilmek için de uzun zaman uykusuz kalmıştı.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, Çev.: Hacer Güneyligil, sa:435)
Alimallah : Allah bilir ki, Allah şahit olsun ki!
“-Devlete hiyanet eden kim olursa olsun alimallah tabanlarına öyle bir sopa çekerim ki etleri hallaç
pamuğu gibi darmadağın olur. Değil kendi oğlum, hain olan Padişah Hazretlerinin gözbebeği bir şehzade bile
olsa Fizan’a <Libya’nın güneybatısında bir yöre> yaya yollamaktan çekinmem.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:186)
“LUNARDO - İyi ama onlara işkence edeceek nir erkek var mı? Sonra, hele akrabalarının kulağına
giderse, alimallah dünyanın altını üstüne getirir, elimizden kurtarıverirler. Üstelik.. ayı.. hödük.. köpek..
demediklerini bırakmazlar.
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:91)
“Hele ahırdaki eşek... Bana o yumuşak, kara kadife gözleriyle bakıyordu. ‘Dünya hoş değil mi?’ diyor
ve havaya bir neşe çiftesi atıyordu. Sonra gidip nalları havaya dikiyor ve tozlar içinde sevinç çalkanışlarıyle
yeryüzüne yaltaklanıyordu. Alimallah, bana da, gidip yanına yatmak ve çalkanmak isteği geliyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:83)
“ ‘... gene de yakasına yapışır, zengin karısından aldığı binliklere ortak olurum’ diye düşünüyor, kendi
kendine ekliyordu: ‘Madem mühim (önemli) bir siyaset adamı oldu, daha iyi. Hele yançizsin, hele beni
tanımazdan gelsin, alimallah onu oralarda duramaz ederim!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:232)
“ ‘Allah yakıyor ormanları... Günah yakıyor yavrum. Allah işi... Köylü orman yakmaz. Ne desin de
yaksın. Hazreti Peygamberimizin beşiği, evimizin eşiği ağaç. Ağaç yakılır mı. Alimallah adamın eli kurur.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:13)
“Zeynel:
‘Ben çok güzel bir şey buldum,’ dedi. ‘Alimallah köylü evini barkını birakır da arkasına bakmadan da
Akdenize kadar kaçar. Korkusundan ödü patlar.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:53)
“Oysa, canına yandığım, neler işitmiyorduk: ‘Siz bir yalancısnız. - Siz bir sürtüksünüz. - Siz bir
şıllıksınız. - Siz bir şırfıntısınız. Daha neler de neler! Alimallah gemiciler bile bundan fazlasını bilmez..”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:33)
“HIRSIZ - Çok yaşlıyım. Döverseniz kalıbı dinlendiririm, Alimallah! En iyisi, çağırın polisi, olsun
bitsin. Yerden göğe kadar hakkınız var, efendim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:90)
“Savaşın göbeğinde bulunan bir kente gireceğiz ve vali kim olduğumu öğrenmek isteyecektir. Eğer
yanıtlarımla, üniformasını taşıdığım 4. süvari alayında hiç kimseyi tanımadığımı belli edersem, soluğu
tutukevinde alırım alimallah!”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:78)
A l’improviste : (FR.,KOLL.) <A l’impro’vist> : Bir uyarıda bulunmaksızın, beklenmedik bir şekilde =
‘Without a warning; unexpectedly’ (İNG.)
Alkış kopmak : Bir alkış tufanına sahne olmak; hararetli alkışlar
“Elbette büyük bir alkış kopacak, herkes hararetle onaylayacak ve en çok şamatayı da ben yapacağım.
Komutan karşınızda saygıyla eğiliyor ve: ‘O halde, hepimiz adına bu soruyu ben yöneltiyorum,’ diyor.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:57)
ALLAH : (ARAP, MÜSLÜMAN) Büyük yaratıcı, Tanrı, ‘el-ilah’
“HAPİSHANE ŞARKISI
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma...
----------------------------Dertlerin kalkında şaha
Bir küfür yolla Allaha...
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül, aldırma...”
(Sabahattin Ali<1907-1948>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:35)
“Bu kişi ikide birde sol elini önüne uzatarak kalın hava tabakasını yüzünden itiyor ve yalnız bundan
rahatsız olmuş görünüyordu. Allah tarafından gönderilen bir kimse olduğunu anladım, döndüm, üstadıma
baktım. O, susmamı ve önünde eğilmemi işaret etti.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:144)
“İSTANBUL
-------------Geceleri el kadar bayraklı gemilerin
Kızların uykularına girip dolaştıkları malumunuzdur
İnsana daima güzel şeyler düşündüren yıldızların
Zil zurnalığı için cıgaralar yakılıp
İki gözü iki çeşmedir serseriler için İstanbul
Dört yanında Allah’a söve söve yaşanır.”
(İlhan Berk<1916-2008>; “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, Ataol Behramoğlu, Cilt:1, sa:427)
“Mevlana ona: ‘Arif, Allah, Allah de’ buyurdu. Hemen söylemek ve yaşamak duyusunu veren Tanrı’nın
dile getirmesiyle İsa’nın dili açıklıkla ‘Allah’ demeye başladı.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:239)
“YÜCE ALLAHIN ZATİ <kişisel> SIFATLARI NELERDİR? Altı’dır.
1. V ü c u d : Allah’ın var olmasıdır. O var olmak için kendisinin dışında herhangi bir varlığa muhtaç
değildir. Yokluğu düşünülemez.
2. K ı d e m : Yüce Allah’ın varlığının bir başlangıcı yoktur. Yokken var olan Allah olamaz. Zaman
bakımından geriye doğru ne kadar gidilirse gidilsin, onun buunmadığı bir an düşünülemez..O zaman üstü bir
varlıktır.
3. B e k a : Allah’ın varlığının bir sonu da yoktur....O, zamanla sınırlandırılamyan, saman-üstü
birvarlıktır. ‘O ilktir (başlangıcı yoktur), sondur (varlıkların yok oluşundan sonra da O bakidir). <el-Hadid/3>
4. V a h d a n i y e t : Allah birdir. Hem zatı ve hen de sıfatları yönünden birdir. Yerde, gökte
Allah’tan başka tanrılar olsaydı, göklerin, yerin, tüm evrenin düzeni bozulur; ya yok olur, ya da hiç yaratılmazdı.
<el-ihlas/1>
5. M u h a l e f e t u n l i l - h a v a d i s: Yüce Allah’ın sonradan yaratılmışlara benzemez. Onun
dengi, benzeri ve ortağı yoktur. <Şura/11>
6.
K ı y a m b i - n e f s i h i : Yüce Allah’ın varlığı, başkalarının varlığına muhtaç değildir Varlığı
zamanın bir gereğidir...... (Allah samed’dir : hiçbir şeye muhtaç olmayani aksine her şey kendisine muhtaç
olandır. (el-İhlas/2)”
“YÜCE ALLAH’IN SUBUTİ <benzeri diğer varlıklarda bulunan, fakat Allah’a mükemmel ve sonsuz
olarak bulunan> SIFATLARI NELERDİR ? Sekiz’dir.
1. H a y a t : Allah diridir. Hercanlıya hayat ve dirilik veren de odur.
2.
İlim
: Yüce Allah her şeyi bilir. Bilgisi sınuırsızdır. “Gaybın anahtarları Allah’ın
yanındadır, onları O’ndan başka kimse bilemez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir
yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir..” (En’am/59)
3.
S e m i’ :
Allah her şeyi duyar.... O her şeyi uzaklık ve yakınlık söz konusu olmadan işitir.
İşitmek için kulak ve benzeri organlar O’nun için gerekli değildir.
4.
B a s a r : Allah her şeyi görür..... Görmek için herhangi bir organa ihtiyacı yoktur. “...O
işitendir, görendir.” <Şura/11>
5.
İ r a d e : Allah diler, dilediği her şeyi yapar. Allah’ın dilediği her şey, onun ‘ol’ demesi ile
oluverir. Kur’anı Kerim’de ‘Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz sadece “ol” dememizdir
buyrulmaktadır. <Nahl 40>
6.
K u d r e t : Yüce Allah’ın dilediği her şeyi yapmaya gücü yeter. Tüğm sıfatları gibi, yapma ve
yaratma gücü de sınırsızdır. Yapmak ve yaratmak istediği şeyleri yapma gücü olmayan varlık Allah olamaz.
7.
Kelam :
Yüce Allah harf ve ses gibi bir takım araçlara muhtaç olmaksızın söz söyler.
Kutsal kitaplar ve Kur’anı Kerim, onun ‘Kelam’ sıfatının birer adıdır. Bu sebeple Kur’anı Kerim’e: “Allah
Kelamı” denir. Kur’anı Kerime’e “Kelam-ı Kadim” denmesinin sebebi de, tüm sıfatları gibi, Yüce Allah’ın
‘Kelam’ sıfatının da başlangıcı bulunmamasındandır.
8. T e k v i n : Yüce Allah’ın yaratmasıdır. Evreni ve evrendeki tüm varlıkları, tüm oluşumları,
yaratan, yaşatan, yöneten, besleyen ve büyüten ve zamanı gelince öldüren O’dur. O’ndan başka yaratıcı uoktur.
“O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır..” (Hayr 59/24)”
YÜCE ALLAH’IN BAŞKA İSİM ve SIFATLARI VAR MIDIR ?
Yüce Allah’ın ‘Zati’ ve ‘Subuti’ sıfatlarından başka, daha pek çok isim ve sıfatları vardır Bunları
onun: “Doksan Dokuz Güzel Adı = Esma-i Husna” olarak biliriz.
“Allah”, Yüce Rabbimizin özel iismidir. Başka hiçbir kelime, onun yerini tutamaz.
“Rabb,”, “Halik”, “İlah”, “Tanrı,”, “Hüda”, “Mevla”, “Hakk”, <Yaradan>, Yüce Allahın
isimlerinden bazılarıdır.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:103-105)
“Karşılıklı durduk, bakıştık, birden Glahn omuz silkti: ‘Alçak!’ diye bağırdı bana. Şimdi de durup
duruken bana neden alçak diyordu acaba? Tüfeğimi yanağıma dayadım, tam yüzüne nişan alıp tetiği çektim.
Allah insanın gönlüne göre verir...”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:183)
“HAKİKAT
***
Evrenin yüzüne bak, kapkara,
Işıklarına perde çekilmiş.
‘Dayan! Sabır!’ Bunlar Allah’ın sözleri,
Sabrın meyvesi suları akan nehir gibi.”
(İmad Abdullah Hasan, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:64)
“Söylenmeden Bırakılmış
-------------------------------
şeytanın hiçbir imgesi yoktur,
çünkü ona inanmıyorum.
Allah’a övgülerin de.
ama ben kimim ki.”
(Marie Luise Kaschnitz<1911-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“VATANDA SEVİNÇ
-------------------------Bir düşünce ki çözülmesin bütün düşüncelerde
Bir çözüm ki çözülmesin bütün im’lerde
O dünyada bir giz gibi
Allah’ın adındaki giz, yüksekteki ayetinde
Ey vatanım, ey yüreğimin için, şimdi
Sen, yıkılan bu dünyada
Cennet göremesin, topraklarına sarıl
Canından daha önemlidir”
(Abdülrahim Mahmud-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03)
“ ‘Demek ki aradığınız nesne değil, giizli sözcüktü.’
‘Hangi sözcük?’ diye sordu Marta masumca.
‘Tanrı’nın adı.’
‘Allah mı demek istiyorsun?’
Bume onu yanıtlamak için en bilgiç, en bilgiç en ukala edasını takındı:
‘Allah, ‘el-ilah’ın hecelerinin kaynaşmış biçimidir ve yalnızca ‘Tanrı’ anlamına gelir. Bu ad değil, bir
belirtmedir. Tıpkı ‘sultan’ der gibi. Ama sultanın da bir adı vardır: Mehmed, Murad, İbrahim, ya da Osman.
Tıpkı Kutsal Baba dediğimiz ama özel bir adı olan papa gibi.’ ”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” <Baldassare’nin Yolculuğu>, sa:102-3)
“... a kaltak, benim adımı ne karıştırırsın. Ne sokarsın beni kavgaya. Ben şurada ekmek param için...
Allah, yaktı beni bu Hayriye karısı yaktııı. Bu yaşımda mapusanelerde mi sürüneyim a orospu! Ya o Masume
Teyzenin gelini. Ah! Ah! O etmiş telefonu o. Telefon eden ellerin tutmaz olsuuuun. Allah o müfettiş kocana
kavuşturmasın.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
“Sel, akıp coşmaya başlayınca önünü kapa, yoksa (ortalığı) berbat eder, viran eder.
Bu viran oluşa ben ne diye üzüleyim ki? Viranenin altında sultanın hazinesi vardır.
Allah’a dalan daha çok dalmak, can denizinin dalgası gibi altüst olmak ister.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:1, sa:179)
“Çocukların karda hızı kesilen bağrışmalarını, küfürleşmelerini dinlerken, yüksek lambaların soluk sarı
ışığı ve yağan karın altında dünyanın bu köşesinin her şeyden uzaklığını ve inanılmaz ıssızlığını öylesine güçlü
hissetti ki, içinde Allah düşüncesi belirdi.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:24)
“AĞA CAMİİ
Havsalam almıyordu bu hazin hali önce.
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allahımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:117)
“ONLARIN YANİ SİZİN
------------------------------Sizin, yani onların hayatlarına
Allahlar girmiş, Allahlardan kurtulamıyorlar
Allahlar, yani çarşıda pazarda, yani evde
Yani arabalarına taş koydukları caddelerde
Bir dilim jandarma ekmeği kürekte, kürek denizde
Yani sızlayageldiği şey öbür taraflarının.
Yani gölgesinden ölümü görmüş gibi korkulan
Allahlar, yani yine yanıldıkları...”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:54)
ALLAHIN GÜZEL İSİMLERİ = E S M A Ü L H Ü S N A
-99 muhteşem isim(Euzu billahi mineşşeytanülracim, Bismillahirrahmanirrahim. Amin.)
Ad:
er Rahman
er Rahim
el Adil
el Afüvv
el Ahir
el Alim
el Aliyy
el Azim
el Aziz
el Bais
el Baki
el Bari
el Basir
el Basit
el Batın
el Bedi
el Behr
el Cami
el Cebbar
el Celil
ed Darr
el Evvel
el Fettah
el Gaffar
el Gafur
el Ganiyy
el Habir
el Hadi
el Hafıd
el Hafız
el Hakem
el Hakim
el Hakk
el Halik
el Halim
el Hamid
el Hasib
el Hayy
el Kabid
el Kadir
el Kahhar
el Kaviyy
el Kayyum
el Kebir
el Kerim
el Kuddüs
Anlam:
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kullarına acıması çok olan
Acıyan
Adil olan
Affedici
Varlığı sonrasız olan
Herşeyi çok iyi bilen
Ulu, yüce, üstün olan
Büyüklük sahibi
Aziz, izzetli
Seçip ortaya çıkaran
Varlığını sonu olmayan
Yaratan
Gören
Ferahlatan, genişleten
Varlığı gizli olan
Örneksiz yaratan
İyilik yapan
Toparlayan
Güç kullanan
Hiddetli
Zarar veren
Varlığı öncesiz olan
Açan, genişlik veren
Bağışlayan
Affeden
Zengin
Herşeyden haberdar olan
Hidayet verici
Perişan eden
Koruyucu
Hakem
Her işi hikmetle olan
Varlığı hiç değişmeden duran
Yaratıcı
Yumuşak muamele eden
Övülen
Hesap gören
Her zaman diri olan
Sıkan, daraltan
Kudretli
Kahreden
Kuvvetli
Ayakta tutan
Büyük
Cömert
Tertemiz
el Latif
-----el Macid
-----Malik-ül Mülk -----el Mani
-----el Mecid
-----el Melik
-----el Metin
-----el Mu’ahhir
-----el Mucib
-----el Muğni
-----el Muhsi
-----el Muhyi
-----el Muid
-----el Muizz
-----el Mukaddim
-----el Mukit
-----el Muksit
-----el Muktedir
-----el Musavvir
-----el Mübdi
-----el Müheynin
-----el Mü’min
-----el Mümit
-----el Müntekim
-----el Müteali
-----el Mütekebbir
-----el Müzill
-----er Nafi
-----er Nur
-----er Rafi
-----er Rakib
-----er Ra’uf
-----er Reşid
-----er Rezzak
-----es Sabur
-----es Samed
-----es Şehid
-----es Şekür
-----es Selam
-----as Semi
-----et Tevvab
-----el Vacid
-----el Vahid
-----el Vali
----el Varis
-----el Vasi
-----el Vedud
-----el Vehhab
-----el Vekil
-----el Veliyy
-----el Zahir
-----Zül’celal; i’vel ikram ----
İnce, letafetli
Şanlı
Mülkün gerçek ezeli, ebedi sahibi
Engel olan
Şerefli
Hükümdar
Sağlam
Geride bırakan, erteleyen
İcabet eden
Zenginleştiren
Sayan
Canlandıran, dirilten
Döndüren
İzzet veren
Öne geçiren
Besleyen
Dürüst ve tasarruflu
İktidar sahibi
Tasarımlayan
Varlık veren
Belirleyici
Güvenen
Öldüren, can alan
İntikam alan
Herşeyden yüce
Bütün ihtişamın sahibi
Zillet veren
Faydalandıran
Evreni nurlandıran
Yücelten
Kontrol ve gözetim altında bulunduran
Esirgeyen, acıyan
Doğru yola eriştiren
Rızıklandıran
Sabırlı olan
Herşey kendisine muhtaç olan, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan
Şahit
Teşekkür eden
Esenlik kaynağı
İşiten
Tövbelere kucak açan
İcad eyleyen, varlığı kendinden alan
Eşi benzeri olmayan
Evreni ve herşeyi yöneten
Bütün servetlerin gerçek varisi
Bağışlaması bol, rahmeti çok olan
Sevilen
Karşılıksız bolca veren
Vekil kılınan
Veli, dost
Yarattıklarıyla aşikar olan
Şanlı, ikramlı
(İnternet – Vikipedia’dan derlenmiştir. Allah kabul buyursun. Sonsuz minnet ve şükran. İ.E.)
Allaha bile rüşvet vermek : Rüşvet vermekte eşi bulunmaz kimse, megalomanik
“O, anlatılanları zerrece önemsemeden ayakta dinledi, sonra:
-Tuhaf, dedi. Benim gibi bir adam Allaha bile rüşvet verir mi? Bu biir, ikincisi, kim benden rüşvet
istemeye, hele hele almaya cesaret edebilir? Partim ve ben, şimdiye kadar memleketin cılkını çıkaran iktidara
karşı kararlıyız. Çok yakın bir gelecekte iktidarı alıp...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:148)
Allaha emanet (ol) : Bir yere sağ salim varılabilmesi için, sevilen ya da korunulan biri hakkında Tanrıdan
niyaz
“-Enişte, enişte, mutlaka yazacaksın, değil mi?
-Bayramda mutlaka bekleriz.
-Haydi Allaha emanet ol evladım, çok çok selam söyle dayına.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:71)
“ANLAMIN ANLAMI
--------------------------Bağa bir tarak,
iğne işi nakış,
Çatlak.
Sevimli bir güve.
‘Hemşire çok can sıkıcı bir kişi’
... kızın gizemlerini didikleyen
Allah’a emanet ol, Tatlım.”
(Selima Hill <d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06)
“Köylü, asırlardan beri her topraktan almış, toprağa bir şey vermeyi aklından bile geçirmemişti; yalnız,
iki ineğiyle bir beygirinin, kıskana kıskana kullandığı gübresini bellemişti; sonra, işin üst tarafı Allaha emanetti,
tohum, rasgele her toprağa atılıyor, rasgele filizleniyor, filizlenmezse, doğaya sövülüp sayılıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:201)
Allah afattan esirgesin : Tanrı felaketlerden korusun dileği, niyazı
“ ‘Üç gündür güneş de kızdırmakta. Ekinler bir gecede iki karış büyüdü. Allah afattan esirgerse bu
harman köylünün yüzü güler.’
“ ‘Deh dedim namussuz! Hele şuna hele!’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:11)
Allah (beni, seni) affetsin : İşlenilen bir suç ya da günahtan ötürü Tanrıdan dolaylı af dileme
“Anası:
-Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!
Ali:
-Allah affeder ana, dedi. Sonra saf, masum sordu:
-Allah hiç gülmez mi?”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:10-1)
“MARGARETE - Onun varlığı kanımı oynatıyor. Halbuki ben herkese karşı iyi hisler beslerim.....
Bence o sinsinin biridir! Eğer ona karşı haksızlık ediyorsam, Allah beni affetsin!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:184)
Allaha giden (çıkan, tırmanan) yol : Allah’a kavuşma yolunda seçilen meşgale, uğraşı
“Nihayet, ‘Tahitili Kadın’ ve bir sürü yerel imajlardan sonra, bir gün gönül rahatlığıyla kendini
yüzleyebildi: Kendi portresini yaptı ve altına da ismin koydu: ‘Günaydın Bay Gauguin!’ (Bounjour Monsieur
Gauguin!) Sonra ekledi: ‘Bu, Allaha doğru tırmanan yegane yoldur.’ ”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:12)
Allah ağzınızın tadını eksik etmesin : Tanrı size maaile mutlu, sağlıklı ve güneşli günler ihsan etsin
bağlamında iyi dilek sözcükleri
“PAGE -
Zatı devletinizi iyi gördüğüme memnun oldum. Gönderdiğiniz av eti için teşekkürler, bay
Shallow.
SHALLOW - Sizi gördüğüme sevindim bay Page. Allah ağzınızın tadını eksik etmesin..... Sayın
bayan Page nasıllar? Sizi oldum bittim içten severim, doğrusu... Candan...”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:11)
Allaha hamdolsun : Tanrıya şükürler olsun
“ ‘Guş<kuş> bunlar!’ dedi Ali Gede. ‘Her ne cins guşsa? İki üç yıla bir görürsün bu bokları! Böyle
yüksekten uçup uçup giderler. Uğur mudur, şer midir, şerbela mıdır, bilemem, seçemem. Allaha hamdolsun, hep
böyle yüksekten geçerler.’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:6)
“Mevsimlerde ve özellikle yazın; beyaz takke, beyaz gömlek, beyaz ceket ve beyaz fotin giyer, beyaz
pos bıyıklarının nurlaştırdığı yüz çizgilerinin olanca samimiyet ve sıcaklığıyla bir temenna çakar ve derdi: ‘Yazı
getirdik, Doktor Bey, Allaha şükür... Allaha hamdolsun.’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:59)
Allahaısmarladık : Tekrar buluşmak ümidiyle söylenen ‘ hoşça kal’ ünleminde bir esenleme sözü
“Kimse kasketini ötekine çıkarmaz. Fakat herkes, herkesle ahbap olabilir. Ceviz ağaçlarının altına
çökebilir, tabakalarınızdan birer cıgara yakabilirsiniz. Belki de hiç konuşmadan, bir daha konuşmak ümidi bile
kalmadan allahaısmarladık der birbirinizden ayrılır gidersiniz.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:16)
“ ‘-Kuzum sana ne oluyor bu akşam,’ dedi. ‘Giderayak konuşulacak şeyler mi bunlar, kapı önünde? Bir
boş vaktinde gel.’
‘-Yarın akşam uğrarım gene,’ dedim. ‘Ama bunları konuşmak için değil. Her zamanki gibi. Hadi
Allahaısmarladık.’
Konuyu uzatmadığına pişmandı belki.
‘-Güle güle,’ dedi.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:55)
“ESTRAGON - (Gülmekten kırılır.) Ne matrak adam!
POZZO - Bir yerde gördünüz mü? (VLADIMIR’in yokluğunu fark eder. Üzgün.) A! Gitmiş!.. Bir
allahaısmarladık bile demeden! Nasıl yapar bunu! Onu tutmanız gerekirdi.”
(S. Beckett, Bütün Oyunları:1, “Godot’yu Beklerken”, sa:68)
“Klinikte kaldıkları altı haftalık süre boyunca fazla yağmur yağmış sayılmazdı. Otobüsün açık
pencerelerine abanmış durumdaki bacaksızların hepsi de sağlıklı ve hayatlarından memnundular. Kulak
dolgunluğu ile öğrendikleri İsviçre Almancasından birkaç kelimeyi cömertçe kullanıyorlar ‘Allahaısmarladık’,
‘hoşça kalın’ diye bağrışıp duruyorlardı.”
(A.J. Cronin, “Garip Bir Aşk”, sa:5)
“MEDVEDENKO - Eh, ben artık gideyim. Allahaısmarladık, Maşa. (Karısının elini öper.)
Allahaısmarladık anneciğim... (Kayınvaldesinin elini öpmeye çalışır.)
(A. Çehov, “Martı”, sa:78-9)
“ebedi vakansta
çocuk olamayacaksın artık
allasmarladık
neuf-cent-dix-neuf”
(A. Halet Çelebi<1907-1958>, “Om Mani Padme Hum”, ‘Galt’s’ray’ sa:42)
“SOĞUK BOĞAZLAR
--------------------------Allahaısmarladık, vesvesesiz ve hilesiz sevdim sizi,
Folie-Méricourt’um, çağrılmadan gelen sessiz
konuğum.
Eğri oklu pusula dönüşü haber veriyor.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:25)
“İki dakika sonra paravanın arkasından ağır ağır çıkarak, durgun bakışlarını yüzüme dikti.. Kötü kötü
gülümseyerek karşılık verdim. Nezaket gereği, zoraki gülümsediğim belliydi. Sonra da yüzümü öbür yana
çevirdim. Liza kapıya doğru yürüyerek:
-Allahaısmarladık, dedi.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:165)
“Günter Grass Batı Berlin’de oturuyor. Steglitz bölgesinde. II. Dünya savaşında, Berlin’in
bombalanmasından en az zarar gören yerlerden biri. Sokağı çevreleyen evlerin önleri bahçeydi ve bütün bahçeler
yeşillikti. Günter Grass’ın evi iki binanın birleşmesinden oluşuyor; üç katlı ahşap binanın karışımı, yapının ahşap
bölümleri bizim eski yalılarda rastladığımız aşı boyası renginde.
Girdiğimiz salonun duvarları Grass’ın karikatür ve grafik çalışmalarıyla süslü. Çizgilerin işlekliği
onun iyi bir grafikçi olduğunu da kanıtlıyor.
Grass, Danzig’li olduğunu sık sık yineliyor. Kimbilir belki de Danzig eski bir liman kenti olduğu için
belli bir övünç payı çıkarmakta haklıdır diye düşünüyorum.... Onlar kentlerinin eskiliğiyle övünürler. O
eskiliklerle övündükleri kadar, korumaya da çalışırlar. Biraz düşününce Avrupalıların bu tutkususnun tarih
bilmek ya da tarih bilinciyle ilgili olmadığı sonucuna varıyorum. İkram edilen şaraptan sonra, ayrılıyorum.
Grass’ın sekreteri ‘Allahaısmarladık’ diyor; yazarların hepsinin bir sekreteri var, Demokratik Almanya’da da
dikkatimi çeken bir özellik oldu bu.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:122)
“FAUST - Demek ben her halde gitmeliyim, öyle mi? Allaha ısmarladık!
MARTHE - Güle güle!
MARGARETE - Yakında tekrar görüşmek üzere! (Faust’la Mephistopheles çekilip giderler.)”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:171)
“RIDOLFO - Bir emriniz mi var? Bir şeye ihtiyacınız var mı?
EUGENIO - Hayır, hayır; Allahaısmarladık.
RIDOLFO - Hürmetler ederim. (Dükkana doğru döner.)”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:66)
“Hiddetle ayağımı yere vurdum:
-Anlaşıldı. Sizinle kavga etmeden konuşulmayacak. Allahaısmarladık, dedim ve hiddetle denize doğru
yürümeye başladım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:78-9)
“Sonra Ali Rıza Bey’in elini sıktı.
-Hocam, affedersiniz! Acele bir işe gidiyorum, dedi. Yolunuz düşer de uğrarsanız memnun olurum...
Allahaısmarladık.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:66)
“ ‘Teşekkür ederim. Çalışıyorsunuz, sizi işinizden alıkoymak istemem.’
‘Estağfurullah, buyurun rica ederim.’
‘Başka bir zaman gelirim. Allahaısmarladık.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:45)
“Ben, işi başçavuşa anlatmak ve jandarmaya haber vermek isitiyorum. Yoksa acaba Z.’yle yalnız olarak
mı konuşsam. Z. Tencerelerin önünde durmuş, ne yiyecek var, diye soruyor. İkisi de deliğe girecek. Sevgili Z.,
hayal dolu yarınlara Allahaısmarladık!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:80)
“EINER, Brand’ın sözünü keserek. - Allahaısmarladık! Burada ayrılmamız daha iyi olur.
BRAND - Eğer siz batıdan giderseniz ben kuzeyden giderim. İki yolun da uzunluğu birdir; ikisi de
bizi fiyor’a götürür. Allahaısmarladık!”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:29)
“... ama sonra, hemen yakınımıza yerleşmiş bayları görerek güldü ve ayağa kalkıp:
‘Yo yo, serin hava iyi gelir,’ dedi, ‘giysilerimiz ateş ve dumanla dolu. Hem ben de, pel içmiş değilim
ama, nihayet biraz sarhoş sayılırım. Eh, şimdi Allahaısmarladık deyip gidebiliriz.’ ”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:6-7)
“ ‘Biraz oturmaz mısınız?’
‘Hayır, maatteessüf, hemen gideceğim. Size ayak üstünde bir allahaısmarladık demeye geldim.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:87)
“Yemek saati başından sonuna kadar sessiz geçti. Ne Seniha söylemek gereğini, ne Hakkı Celis
söylemek gereksinimini duydu. Her ikisi de dalgın ve hüzünlü idi. Genç adam giderken dedi ki:
‘Yarın tekrar cepheye dönüyorum. Allaha ısmarladık!’
Ve genç kız, ona öpsün diye elini uzattı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:210)
“... Öyle bir uluma ki, sanki evde birisi ölmüş gibi. Odamdan dışarı fırladım.
-Mehmet Ali, Mehmet Ali... Ses yok.
-Zeynep Kadın... İsmail...
Gene ses yok. Ulumanın geldiği tarafa doğru gidiyordum.
-Ne var, ne oluyor?
Bu, Mehmet Ali’nin karısının sesidir. Mehmet Ali’nin, bana bir ‘Allahaısmarladık’ demeden gitmiş
olmasına olasılık veremiyorum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:53)
“İsa yaşlı mal sahibine allahaısmarladık demek için elini uzattı ama Ananias ayaklarına kapandı.
‘Efendimiz,’ diye mırıldandı, ‘bağışla beni’, derken hüngür hüngür ağlamaya başladı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:232)
“Kahvesini, sigarasını hiç konuşmadan bitiren iri adam, biraz daha oturdu. Sonra dimdik, olanca
heybetiyle, ayağa kalktı, elini çok uzak uzatarak gerdi, ucunu İdris Beye tutturudu, iki kez salladı, çok gür bir
sesle:
‘Allahaısmarladık,’dedi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:150)
“ADAM - Doktor demek istiyorsunuz galiba.
LICHT - Nasıl?
UŞAK - Ok için mi?
ADAM - Yok yahu! Eli için.
UŞAK - Allaha ısmarladık efendilerim. Galiba herifler deli. (Gider.)”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:13)
“Bizler doğruca başhekimin odasına gittik ve doktor anneme, bana iyi bakacaklarını söyledi. Annem
ağlamaya başladı ve daha sonra, ‘Allahaısmarladık!’ dedi. İtiraf etmeliyim ki bu sahne beni üzmedi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:15)
“Ve iki günü aşın süredir üzerinde oturmakta olduğu bavuldan kalktı. Önce tehlikeli bir biçimde
sendeledi, düşecek gibi oldu, sonra herkesin şahit olduğu bir gayretle dimdik durmayı başardı. Vakur bir tavırla,
kendisine yardım etmek istemiş olan esnafa, ‘Hepinize teşekkür ederim komşularım. Hakkınızı helal edin,’ dedi.
‘Allahaısmarladık.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:26)
“Ağzını açmasa bile varlığı artık beni iyice rahatsız eden siyah giysili yaşlı kadını indirmek için
Kasımpaşa iskelesinde duruyoruz sonunda: ‘Allahaısmarladık’ diyor Anaktar Şiraz ayrılıp giderken, ‘Tanrı
yardımcın olsun, mezarlar için yarın sabahtan buluşma yerinde ol!’ ”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:80)
“Roland, yine aceleyle:
-Allahaısmarladık, dedi.
Lorraine’i iskeleye bağlayan küçük tahta köprünün bir başında duran Pierre:
-Güle güle, diye yanıtladı. Yeniden herkesin elini sıktı, uzaklaştılar.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:186)
“Kaldı deli gönül kaldı hep yasta
Mevlam erdir beni murada kasda
Aşık Ömer eydür sevgili dosta
Allaha ısmarladık diyemedim ben” (Eydür: İyidir)
(Aşık Ömer-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:223)
“ ‘Demek kravatımı beğenmedin? Yakışmamış mı? Yakışmamışsa yakışmamış, onlar için daha iyisini
mi giyeceğim? E, hadi Allahaısmarladık bakalım!’
‘Güle güle baba!’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:427)
“Uzamı delerek,
Sususzluğu, can sıkıntısını, kum fırtınalarını:
Rüzgarın dokunulmaz tanrısal belirişi.
Çamlar bana kendimle konuşmayı öğretti.
O bahçede öğrendim allahaısmarladık demeyi.”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:82)
“Kapıya yöneldi, fakat Eve arkasından koştu:
-Sen en çok Lucette’i severdin.
-Diriler çabuk unutulur, göreceksin. Nişanlı olduğun zamanlar seni bu mendebur herifle gördükçe içim
yanardı. Bunu sana daima söylerdim. Ama sen de tıpkı Lucette gibi beni işitmeden ona gülümserdin.
Kapıya doğru yürüdüler.
-Haydi, kızım, Allahaısmarladık. Beni geç bırakıyorsun. On dakika sonra bir bricim var.”
(J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:55)
“UŞAK - Efendim, babanız kitaplarınızı bırakıp ablanızın odasını toplamaya yardım etmenizi arzu
ediyorlar: yarın düğün var diye.
BIANCA - İkinize de Allahaısmarladık muhterem üstatlarım; gitmem lazımmış. (Bianca’yla uşak
gider.)
LUCENTIO - Vallahi küçük hanım, benim kalmama da gerek kalmadı. (Çıkar.)”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:67)
“CAIUS - Ne oluyor bilmiyorum ama, Almanya dukası mıdır nedir, büyük hazırlıklar
yapıyormuşsunuzdur onun için. Vallahi sarayda beklemiyorlar, duka falan yok. Size iyilik yapayım diye
söylüyorum hani. Allahaısmarladık.
HANCI - Tut ulan alçak. Koş. Yardım et şövalye. Hapı yuttum. Koş, çabuk yakala. Ulan, koş teres.
Bittim.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122)
“Bir saat sonra, Senyör Campireali, karısının odasına bitişik kendi odasına geçip de evin içinde her şey
sessizliğe gömülünce; anası, kızına:
-Al mektuplarını, dedi, okumak istemem; bak bize neye mal oluyorlardı! Ben, senin yerinde olsam, bu
mektupları yakarım. Allahaısmarladık, öp beni.”
(Stendhal, “İtalya Mektupları”, Cilt:II, sa:40)
“-Duyarsınız da... Gücenirsiniz diye korkmuşum!..
-Hayır efendim! Bize kötülüğü yok bu işin... Tersine, iyiliği var! Hadi Allahaısmarladık Madam
Agavni... Teşekkür ederim! Selim size emanet!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:301)
“AMANDA : Aaah, Ah! Yüzümdeki burnumu gördüğüm netlikte alınyazımın da ne olduğunu
görüyorum. Çok korkunç! Git gide daha fazla babanı hatırlatmaya başladın! O da hiç bir gerekçe göstermeden
saatlerce dışarılarda dolaşırdı. Sonra terk etti bizi! Allahaısmarladık! Ben de bana emanet edilenlerle tek
başıma......”
(T. Williams, “Serçe Hayvan Koleksiyonu”, sa:38)
Allah Allah : Çok garip, anlamadım, bu işte bir iş var, tuhaftır bağlamında sorgu sual uyandırma; Şanlı Türk
Askerinin savaşta hücum anında süngü takarak yekbir getirmesi
“-Siz mi arıyorsunuz Canvermez’in evini? Dedi bana.
-Evet ben arıyorum. Mihal Usta gülerek:
-Sen biliyor musun ki? Dedi.
-Biliyorum ya, dedi boyacı. Şimdi oraya gidiyorum ben de ya!
-Öyle mi? Allah Allah!”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Sarmaşıklı Ev”, sa:55)
“Sıtma bir on beş gün içinde beni, çocuğa döndürmüştü. Düşüncelerim de hayli çocuklaşmıştı.
-Vay katip! Bu ne hal? Allah Allah! Bu ne iştir yahu! Ne kör olası hastalıkmış o öyle! Kusura bakma
hatırını soramadım. Çok dalavereler döndü.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:28)
“FİKRET - Müşterilerim gerek burada gerek Ankara’da sosyetenin en ileri gelen simaları.
NECMETTİN - Ne diyorsunuz? Bu giyilmemiş çamaşırlarla kirli çorapları soyetenin en ileri gelen
simalarına mı satıyorsunuz?
FİKRET - Kapışılıyor.
NECMETTİN - Allah Allah...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:14)
“ ‘Sular ısınık ulan!’
‘Eyi ya kim ısıtıyor?’
‘Yokardan dökülüyor.’
‘Kim döküyor.’
‘Kendi dökülüyor.’
‘Allah Allah!.. Damda kazan mı var da kendi dökülüyor?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:25)
“Fischerle tabakayı çabucak iki kez daha ceketine sürttü, sonra açtı ve şöyle gakladı: ‘Allah Allah! Bana
baksana sen! Bu tabaka benim!’ Böylesine sorumsuzca yarattığı ortamdan dolayı onu bağışladılar; ona kendi
tabakasını vermezlik etmemişlerdi ya, zavallı bir kötürümdü zaten... Yoksa, başkası olsa böylesine ucuz
kurtulamazdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:253)
“Bir başka öbeği de, geçmişte bir şeyler yaşadığımız, paylaştığımız, sonradan bir şeyleri bitirdiklerimiz
oluşturuyor. ‘Hayatta şöyle ya da böyle,’ hiç birbirimizden ‘kopmayabilirmişiz’. Allah Allah, neden o?”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:200)
“Bu sabah, henüz şafak sökerken korkunç bir trampet sesiyle yatağımdan sıçrayarak uyandım. Tam
tram tram! Tam tram tram!
Allah Allah, bu satte bizim çamlıkta trampetin ne işi var?... Garip şey!”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:102)
“Kaç kereler, yirmi, yirmi beş kişilik Türk askeri gruplarının, süngülerini tüfeklerinin tepesine dikip,
‘Allah Allah’ sadalarıyla elli yahut iki yüz kişilik Çinli gruplarına fırtına gibi estiklerini görmüşümdür.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:123)
“-Vallahi Beyim, meseleyi size o söyleyecek. Ben yetkili değilim. Bildiğim kadar, kanunlara aykırı
hareket etmişsiniz. Esasında, eğer sivil giyinmiş olsaydınız, sizi tevkif edip kelepçeli olarak götürmem
gerekecekti.
-Allah Allah, dedim, kelepçelenecek ne suç işlemişim ben? Benim bildiğim, bir suç, mahkeme
tarafından saptandıktan sonra kazanır. Benim ne yaptığımı bile söylemeden kelepçe takmaya ne hakkınız
olabilir?”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:284)
“MÜDÜR - ... Çekiştirip durmayın. Dilediğim gibi konuşurum ben... (Komiser, sahte yargıcı işaret
eder) Ha o mu? Allah allah! O da kim? Gazeteci mi? Niye hemen söylemi...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:26)
“Onun da gözü beni ısırıyor, dikkatle yüzüme bakarak:
-Allah, Allah! Bu kadar benzeyiş görmedim. Vaktiyle trende afacan bir okul kızı görürdüm. Size öyle
benzerdi ki... Fakat o, galiba, Fransız filandı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:252)
“Yanımda bir İstanbullu delikanlı oturuyordu. Bilmem ne üniversitesinde doktora yapıyormuş.
Briyantinli saçlarına toz yapışıp çamur halini almıştı.
‘Allah Allah,’ dedi... ‘Bütün Çukurova doktora mı?’ “
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:66)
ADAM - Size, geçin efendim, bu masalları başkasına anlatın diyorum.
LICHT - Allah Allah! Köylü, gözüyle görmüş.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:7)
“Roland heyecanla:
-Allah Allah! Ne de çabuk gidiyor, diyordu.
Gerçekten de gemi sanki okyanusta eriyormuş gibi, her an biraz daha küçülüyordu. Madam Roland
ona dönmüş, gidişini, dünyanın öbür ucundaki bilinmedik bir kıyıya doğru ilerleyerek ufukta kayboluşunu
seyrediyordu.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:189)
“Küffar geleceğin haber aldılar
Cezayer iline name sundular
Allah, Allah deyip cenge durdular
Din-i Hak uğruna kılıç saldılar”
(Küffar: Kafirler, Hıristiyanlar; Name: Mektup;
Din-i Hak: Hak dini, Müslümanlık)
(Seferli Oğlu-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:440)
“MANGAN, üstünlük taslayarak. - Allah Allah! Sizin ne üstünüze vazife?
KAPTAN - Bu cümlemizin üstüne vazifedir. Böyle haltlar işlenince gökteki yıldızlar bile yerlerinden
oynar.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:36)
“Slim:
-Bunu yapmaya mecburdun George, dedi. Yemin ederim ki mecburdun. Hadi beraber gidelim.....
Curley ile Carlson onların arkasından baktılar. Bir aralık Carlson:
-Allah Allah, dedi. Şu ikisine de ne oluyor öyle?”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:182)
“İçinden :
-Allah Allah! diyordu. Gidip o şırfıntılarla dolaşmam için benim de benim de büyük bir budala olmam
gerek.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:50)
“Ama tüyleri kaba olan bu atın kaburgaları da sayılıyordu; gözleri, kafatasının çukurunda donuk ve
çökmüş bir durumdaydı. Sevgili kocasını karşılamak üzere kapı önüne çıkmış olan Elke, ‘Allah Allah, bu yaşlı
kır atı ne yapacağız?’ diye bağırdı.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:95)
“-Ben... Ben böyle gidemem (Elleri kelepçeli).
-Gidemez misin? Allah Allah! Öyle gidersin ki, oynaya oynaya... Haydi yürü!.. Bütün antikalar bizi
mi bulur, mübarek gün.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:11)
“-Haberin olsun arkadaş!.. Parti açılıyor. Bir muhalefet partisi.
-Muhalefet partisi mi? Allah Allah! Ne münasebet! Açan kim?
-Paris elçimiz Fethi Bey...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:24)
Allah anacığına, babacığına, evlatlarına acımış, bağışlamış : Tehlikeli bir durumdan (kaza ve benzeri) oranlı
olarak ucuza kurtulunca, ‘Geçmiş olsun!’ babında söylenen sözcük
“Akman ağa, sesimi duyunca sevinçten çadıra koştu:
-Abe, dedi, geçmiş olsun!.. Beni öldürdün meraktan. Ben geçtim arabadan beygirden... Hep
düşünürdüm buraya gelinceyedek seni! Ne ise, verilmiş sadakan varmış... Allah anacığına, babacığına acımış...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:52)
Allah artırsın : Bir ziyafetten sonra, yenilen yemekler için katılanların ettiği hayır duası ve niyazı
“Biz doyduk Allah artırsın,
Sofrayı kuran kaldırsın!”
-Anonim“ ‘Cümleten afiyet olsun ağalar!’ dedi, kalktı. ‘Ziyade olsun. Yedik içtik. Allah bereket versin. Biz
yedik Allah artırsın, sofrayı bekçi kaldırsın. Şimdi bana müsade. Gidip yatayım.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:203)
Allah (billah) aşkına, Allah aşkı için : Allah rizası için, deme, şaşılacak şey, Allah için -bir yalvarı“-Sabri! Sabri!
-Söyle Mihal Usta.
-Gel hele, gel.
-İşim var.
-Allah aşkına gel. Canvermez’in evi aranıyor. Sarmaşıklı evmiş.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Sarmaşıklı Ev”, sa:55)
“Birdenbire gür, sevimsiz, heyecanını kontrol altında tutamadığı bir sesle haykırdı. Sanki zavallı
öğretmene bir duygusallık örneği gösteriyordu:
-Yahu Celil! Kaç dakika var, Allah aşkına?..
Arkadaşım kıpkırmızı olmuştu. Nefret, öfke ve üzüntü dolu bir yüzle arkaya döndü.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Zemberek”, sa:71)
“-Bir defa benim adım Ayşe değil, sonra...
-Sonrası malum.
-Sen malum ne demektir biliyor musun Allah aşkına? Malummuş, malum neymiş bakalım?”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:11)
“FATMA : Nereye küçük hanım?
AYSEL : Bahçeye. Ayçiçeğine bir bakayım şimdi gelirim. (Koşarak çıkar.)
ANNE : Nedir bu ayçiçeği Allah aşkına?”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Evin Üstündeki Bulut”, sa:14)
“Ben yanıtladım:
-Bir vakitler ölümüne ağladığım yüzünü bu kadar bozulmuş görmek bana daha az acıya, daha az
gözyaşına mal olmuyor. Allah aşkına söyle, sizin böyle derinizi soyup kadidinizi <kemik, iskelet> çıkaran
nedir?”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:181)
“İlk karımla iki buçuk yıldır evliydik, bir gece misafirlerim gelmişti. Karıma: ‘Bu yarım-kıç Louie, bu
Marie, Saksafon Kraliçesi, bu topal Nick,’ demiştim. Sonra gelenlere dönüp, ‘Bu karım... bu karım... bu...’ deyip
durmuştum. Sonunda karıma dönüp sormuştum: ‘Neydi senin adın allahaşkına?’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:9)
“-Bırak Allahaşkına, bu insanları o denli saf görme, Katoliklerin bu kentte vicdan huzuruna
kavuşmalarından kolay ne var, ‘Toties Quotis’ dedikleri, tüm günahlarından arınılan kiliselerdene birine gidip
bir iki dua mırıldanmaları yeter, örneğin bir adım ötemizde Le Gesu Kilisesi var. Sen gerçeketen inanıyor musun
bu morukların keskin gözlerinden kaçıyor durumumuz? Bal gibi biliyorlar, kutsayıp geçip gidiyorlar.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:149-150)
“Biancone, yavaşça şöyle dedi bana: ‘Söyleyelim mi ona, şu pis kokunun...’
‘Ne?’
‘Yasak olduğunu. Düşman uçaklarına çağrı çıkarıyor..’
‘Bırak Allah aşkına,’ dedim ve köye çıkan çakıllı yolda yürümeye koyulduk. Tek tük evlerden ince
mavi ışık huzmeleri ve bastırılmış gürültüler sızıyordu.”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş-UNPA Geceleri”, sa:71)
“Altı yüz öğrenciydik ama hiç itiraz hakkımız yoktu. Talebe Cemiyeti Başkanı Rüknettin abi, fakülte
dekanı ile bir kez görüşmeye gitti ama, karar, Üniversite Senatosu tarafından da onandığından, yapılacak bir şey
yoktu. Şimdi Allah aşkına, bir buçuk yılın ciltler dolusu birikiminin, iki ay içinde nasıl üstesinden gelir ve
‘geçer’ notu alabilirdiniz?”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:212)
“ ‘Bu kocaman, bu güzel, bu iyi tarla benim ha?...’
‘Ama bu tarlanın kötü olduğunu az önce söyleyen sen değil mi idin?’
‘Sizin için öyle, ama benim için... benim için iyi ve kusursuz...’ ve ‘Allah aşkına söyleyin,’ diye
devam etti, ‘bana bunu gerçekten mi bağışlıyorsunuz, yoksa şakadan mı?’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:235)
“Emma: ‘Bana öyle geliyor ki, halinizde yakınacak bir yan yok,’ dedi.
Rodolphe: ‘Ya, öyle mi sanıyorsunuz?’ diye sordu.
Genç kadın: ‘Çünkü… yalnızsınız nihayet,’ dedi. Biraz çekindikten sonra ekledi: ‘Zenginsiniz de.’
‘Benimle alay etmeyin, Allah aşkına!’
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:153)
“ADAM - (Antonia’ya.) Yeter, bu kadarı fazla. (Seyirciye gösterir.) Allahaşkına şu üç dört erkek
düşmanı rahimli fanatik yüzünden beni yargılayıp, mahkum ediyorsun!
ANTONIA - Haydi ama... Aykırı olmanın keyfini keyfin sürmek için fazla abarttım.”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:101)
“ELIZABETH, konuşmasını keser. -... Okşamakmış, sen onu kıçıma anlat!..... Böyle bir şey yaptığınızı
söyleseniz benim size kızmam, hakaret etmem ve sizi yasalara teslim etmem gerekir. Aslında sizin göreviniz
bana söylemeden bildiğinizi yapmaktır. Allahaşkına Egerton, günümü piç ediyorsun!”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:13)
“-... Heyhat, Monsieur, sizi görür görmez, bilmem hangi önsezi, gökyüzünün bilmem hangi bildirisi,
derdinizin benim derdime kardeş olduğunu gösterdi bana. Dikkat! Galen var. Allah aşkı için, kaygısızca bir tavır
takının.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:106)
“RIDOLFO - Allah aşkına, o zavallı sinyor Eugenio’yu masadan kaldırınız.
PANDOLFO - İsterse gömleğini bile satsın, umurumda değil (dükkana doğru yürür).”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:9)
“Matmazel, omuz başımdan:
-Yapmayınız, Allah aşkına, çekilin, elbise parçalanıyor, diye bağırıyor, fakat sesini işittirmeye
muvaffak olamıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:107)
“Nereye gidiyoruz? Güzel evler yavaş yavaş seyrekleşiyorlar ve yerlerini çirkin evlere bırakıyorlar.
Fakir caddelerden geçerek kibar mahallelere varıyoruz. Korkmaya başlıyorum.
‘Baylar,’ diyorum, ‘söyleyin Allah aşkına, neler oluyor?’
‘Sonra öğrenirsiniz.’ ”
(Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:165)
“Bakın, bir Alman gemisinde bulunuyoruz, öyle değil mi! Hamburg-Amerika hattında çalışan bir gemi.
Peki, niçin hepimiz Alman değiliz? Neden çarkçıbaşı Romanyalı? Adı da Schubal. İnanılır şey mi Allah aşkına!”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:9)
“Nazif, bunları endişeli bir dikkatle dinlerdi. Kimine inanır, kimine inanmazdı. Sonra, eve dönme
zamanı gelince Murat Bey’e sokulur:
‘Söyle Allah aşkına; yarına öbür güne bir tehlike varsa, biz de yola çıkalım,’ derdi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:88)
“ ‘Faik Bey, benim şeklimi bozdu. Onun elinde manen yamru yumru kalıp içinde ruhum rahatsızıdır,
yeni şahsiyetim dar ve biçimsiz bir giysi gibi beni sıkıyor. Hakkı; Allah aşkına söyle, ben bütün çılgınlıklarıma,
hoppalıklarıma karşın, yine iyi bir kız değil miydim?’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:207)
“ ‘Bak kardaş! Köye girmeden oraya gidip, bir haber alalım. Daha iyi olur.’
‘Vay anam vay!’
Cabbar, Recep Çavuşa:
‘Allah billah aşkına yeter Çavuş!’ dedi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:225)
“Komutan gözlerine inanamıyor gibi baktı bir an. Elindeki gazeteyi evirip çevirdi; sonra üç kez üst üste
okudu yazılanı. Karısı: ‘Lorenzo! Ne diyorsun bütün bu olanlara... yanıt ver allahaşkına! Bir şey söyle!’ diye
üsteledi. Komutan öfkeyle yerinden fırladı, ‘Ahlaksız... yalancı, düzenbaz! Dünyanın en ikiyüzlü insanıymış
demek...’ diye haykırmaya başladı.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:44)
“ ‘Baba, beni dövmeyeceksin, değil mi?’ diye ağladım.
‘Hayır, hayır, oğul,’ dedi.’ Burada senin için bir sepet dolusu şekerleme var’ ve gene bildiğini yaptı.
Ben her zaman annemin, ‘Jack, Allah aşkına, bırak onu, Allah aşkına!’ diye haykırdığını anımsarım,
ama nafile.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:8)
“Bir akşam önce yemek yerlerken şair birkaç kez yüzüne bakmış, sonra çatalı masanın üstüne atarak,
‘Yahu arkadaş Allah aşkına şapırdatma şu ağzını’ demişti. Kıpkırmızı olmuştu Zeynel.”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:56)
“ ‘Büyük Hanım, bırak n’olursun bu inadı! Biz de evladın sayılırız senin. Hadi kalk, bizim eve gidelim.’
Yaşlı kadın inatçı bir ifadeyle hayır diyordu. Posbıyıklı manav Cemal ellerini mavi önlüğüne kurulayarak, ‘Beni
çocukluğumdan beri bilirsin; kurban olayım, evim hemen şuracıkta biliyorsun, hadi gel gidelim,’ diye
üsteliyordu.
‘Teşekkür ederim ama gidemem.’
‘Büyük Hanım, Allah aşkına direnme artık. Niye gidemeyecekmişsin?’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:9)
“-Kuşatma mı dedin? Haydi geri dönün, evime gitmek iistiyorum. Hem de Tara’daki evime.
-Ne oluyor size Allahaşkına?
-Kuşatma! Kuşatma ha! Aman Tanrım! Onu bana anlatmışlardı. Babam bir kuşatmada bulunmuş.
Durun bakayım, yoksa babamın babası olmasın.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:406-7)
“Yıllar geçti üstünden. Zaman zaman o arkadaşımla bir araya geldiğimizde, bazan o geceyi anar,
yeniden şaşırır, yeniden gülmeye başlarız: Ya sahi, neydi onlar Allahaşkına? Hadi bizim cebimizde beş kuruş
yok da, ondan taban tepiyoruz. Allahın o soğuğunda; peki, onlara ne oluyordu?”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:57)
“KEENEY - Bilirsin, Annie; gücümün yettiği neyi istersen senin demektir.
BAYAN KEENEY, çılgınca. - Öyle ise şunu bir defacık benim hatırım için yap, Allah aşkına yap.
Beni eve götür. Bu hayat beni öldürüyor... bu hayattaki zulüm ve vahşilik, korkunçluk, soğuk öldürüyor beni.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:34)
“Ravelston birkaç adamın arasından kendine yol açtı ve Gordon’un yanına ulaştı. Koluyla Gordon’u
belinden kavradı ve ayağa kaldırdı:
‘Kalk allah aşkına! Sarhoşsun!’
‘Sarhoş mu?’ dedi Gordon. Herkes onlara gülüyordu. Ravelston’un solgun yüzü kızardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:195)
“MADAM G. - Sus Allahaşkına. Başım ağrıyor. Bu da nesi? Kuryaçev neymiş, neymiş?... Bir
criminel mi?
GLUMOV - Hayır, bir liberal. Bu sersemleri, bu aptalları pohpohlarken ne yapacağım, biliyor musun
anne? Bir yere içimi boşaltmam gerek, yoksa çıldırırım.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:23)
“ ‘Gördün mü bak, Aydın ne dedi,’ derdi daha sonra annem etresi sabah kahvaltıda.
‘Ne demiş?’ derdi babam önce merakla. Hikayeyi dinledikten sonra, ‘Boşver Allahaşkına’ diye
konuyu kapatıp gazetesine gömülürdü.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:24)
“Suad, ‘İşim var canım!’ diye darılıyordu; nihayet darılmakla bir iş göremeyeceğini anlayınca
yalvarmaya mecbur oldu. ‘Allah aşkına bırak...’ diyordu. Gözleri rica ile ışınlanmış, perişan bakıyor, dudakları
titreyerek mırıldanıyordu:
-Gideyim bakayım, bırak.... Allah aşkına bırak...”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:62-3)
“YENİ UYKUSUZLUK
---------------------------‘Ben gardiyanım,’ diyor. Kimse vermemiş ona bu
görevi,Yeni uykusuzluğun bu kendi kendini görevlendirmiş
bekçisi.
suçsuzların uykusunu bekliyor. Kocamış zayıf adam
bir gözünü aralıyor:
‘Söndür şu ışığı, Allah aşkına,’ diye bağırıyor. Yüzünü
duvara çeviriyor,
gövdesiyle, sanki çalmış gibi, ışığı gizliyor.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:219)
“S. ANTIPHOLUS - Ne? Bütün söylediklerime karşın böyle yüzüme karşı alaya devam mı
edeceksiniz? Al öyle ise soytarı herif!.
E. DROMIO - Ne demek istiyorsunuz, efendim? Allah aşkına ellerinizi tutun biraz.. Siz ellerinizi
indirmezseniz ben tabanları kaldırırım.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:19)
“KAPTAN - Altmışına merdiven dayamışsın Patron Mangan. Korsanın çocuğuyla evlenmeyeceksin.
(Tepsiyi kilere götürür.)
MANGAN, arkasından gider. - Hangi korsanın çocuğu? Siz neler diyorsunuz Allah aşkına?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:37)
“Bir yandan suyu uzun yudumlarla içiyor, bir yandan da bir at gibi fokurdatıyordu. Küçüğü sinirlenerek
yanına geldi ve sert bir sesle:
-Lennie, dedi, Allah aşkına o kadar su içme.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:9)
“Başka bir Cappuccino papazı olan rahip Antonia de Salazar, ifadesini şu sözlerle bitirdi:
-Onun öldüğünü görüp vicdanım sızlamasın diye köşkten çıkmak istiyordum; fakat Düşes:
-Allah aşkına, buradan uzaklaşma, dedi.”
(Stendhal, “İtalyan Hikayeleri”, Cilt:1, sa:131)
“... O zaman babam sağa doğru eğildi, -Bir yandan Bay Sommer’in yanı başında ilerlerken- arabanın
sağ kapısını açıp bağıırdı: ‘Ee, hadi binsenize artık, Allah aşkına! Bakın, sırılsıklam olmuşsunuz. Bu yaptığınıza
ölüme meydan okumaktır derler!’ ”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:32)
“Karısının bu perişan durumunu , ıstırap kaplı yüzünü gördükten, kadere boyun eğmiş umutsuz sesini
işittikten sonra nefesi kesilir gibi oldu, boğazına bir şey düğümlendi sanki, gözleri yaşardı.
-Tanrım, ne yaptım ben! Dolli! Allah aşkına!... Zaten...” Devam edemedi, bir hıçkırık kesti sözünü.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:22)
“Tamam artistlik kötü bir şeydi, ama bu kadar kötü bir şeyse neden sinema dünyasında Alev diye
tanınan Efsun için gazetelerde çok iyi şeyler yazıyordu? Aklı karışınca, bir gün önden gizli plili lacivert eteğini
giyecekken ‘Bu da ne böyle Allahaşkına?’ diyerek fırlattıysa da, biraz sonra kendine geldi. Aklı karışmakta çok
geç kalmıştı.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:70)
“-Yapamam, Bayan Mabel. Nezaketinize teşekkür ederim, ama kalamam.
-Bana büyük bir iyilik etmiş olurdunuz. Durumun ne kadar vahim olduğunun düşünün, Peder. Onlar
benim evlatlarım. Bana onca yardım eden o mahalleden birini ağırlamama niçin engel olasınız? Allah aşkına,
kalmanızı rica ediyorum.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:167)
“Ya bu önemsiz eksiklik tavırlarındaki ihtişamı dengelediğinden ya da ırkının her bireyinin
damarlarında akan kara mizahtan payına fazladan birkaç damla düştüğünden, toplum dünyasında daha yirmi kez
yer almamıştı ki, yanında spanyeli Pippin’den başka onu duyabilecek biri olsaydı, kendi kendine şu soruyu
yönelttiğini işitebilirdi: ‘Allah aşkına, neyim var benim?’ ”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:130)
“ ‘Gerçi gazete alıp da ne oluyor ya?... Hiçbir şey olduğu yok. Lanet olsun şu savaşa: Tanrı savaşın
belasını versin!.... Yine de, şu salyangozun duvarda ne işi var Allah-aşkına?’ Tabii ya, duvardaki leke!
Salyangozmuş.’ ”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:52)
“Tam o sırada, pencereden dışarı bir göz atınca, çocuğun, merakı nedeniyle, ayağını merdivenin alt
basamağına koymuş olduğunu gördü. Atıldı, onu bir uçurumun kenarında görmüş gibi, korkudan kısılmış bir
sesle:
-Elodie! Elodie! diye haykırdı. In, Allah aşkına oradan uzaklaş!”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:250)
Allaha şükür; Allahıma şükür : Tanrıya şükürler olsun, bereket versin
Bk.: Tanrıya şükür
“ ‘Kaputu dört banknot sayıyor, ancak dört, daha fazla vermiyor. Yüzüğe de Allaha şükür altı banknot,
bin üç yüz ediyor. Daha başka bir şeyin yok mu? Çabuk...’ diye fısıldıyor. ‘Sabrı tükenir de yukarı çıkarsa
mahvolduk demektir.’ ”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:107)
“Mevsimlerde ve özellikle yazın; beyaz takke, beyaz gömlek, beyaz ceket ve beyaz fotin giyer, beyaz
pos bıyıklarının nurlaştırdığı yüz çizgilerinin olanca samimiyet ve sıcaklığıyla bir temenna çakar ve derdi: ‘Yazı
getirdik, Doktor Bey, Allaha şükür... Allaha hamdolsun.’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:59)
“EUGENIO - Siz iyi kalpli bir insansınız; gerektiğinde sizin tarafınızı tutabilecek yüzlerce insan
bulursunuz.
RIDOLFO - Allaha şükür kimseye gereksinimim yok. Kimseden bir şey beklemiyorum. Dünya
nankörlerle dolu.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:102)
“Neyse, zar zor tepeye çıktım. Allaha çok şükür, değirmenin kapısını kapalı buldum. Çünkü; ıssızlıkta
ağacı, taşı, dağı, soyunan bir gelin gibi, iç ve gizli güzelliklerini verirler.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:72)
“Hafız ancak akşama doğru kendine gelebildi. Kollarını oynatıp birkaç defa ofladıktan sonra odaya
çöken alacakaranlığı gözleriyle delmeye çalışarak:
‘Neredeyim?’ diye sordu.
‘Yediviran köyünde.’
‘Allaha şükür, Allaha şükür, Allaha şükür...’ ”
(O. Hançerlioğlu, Ekilmemiş Topraklar”, sa:8-9)
“Daha sonraki yılda, öğretmenler için gerçekten idare edilemez bir hale geldim. Bugün olsaydı beni
‘Hiperaktif’ olarak tanımlayabilirlerdi, fakat o günler için ‘Problem Çocuk’ tanısını koydular. Hiç kimse benim
davranışımı ne etüd etti ne de o davranışların arkasındaki nedeninin ne olduğunu araştırdı. Allaha şükür, bugün
erginler, çocukların yüzleştikleri problemlerin çok daha farkındalar.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:12)
“Sesi uykulu değildi, bu da bir şeydi! Ama sinirlendiği ve meraklandığı açıkça belliydi. Sözünü
dinledim ve başka tek söz etmeden, ortada hiçbir felaket olmadığına yemin ettim. Gürültülü bir biçimde içini
çekti.
-Allaha şükür! Şimdi konuşabilirsiniz, dinliyorum. Siz kimsiniz?”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:29)
“Onurlu bir çıkış arayarak şöyle dedim: ‘Biz ikimiz boyunduruğa koşulmuş iyi bir çift olurmuşuz.’
‘Bunu bana şimdi söylemeniz ne kötü,’ dedi, ‘çünkü bu artık bana bir teselli bile olamaz.’ Sonra evden çıkarken
daha doğal bir tavırla şöyle dedi: ‘Bana inanmayacaksınız, ama Allaha şükür ben hala bakireyim.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:43)
“İşgal altındaki İstanbulu hatırladı. ‘Ne günlerdi o günler! Şekeri getirmiştim. Geminin Çanakkale’den
geçtiği haberi gelince peşimden koşmaya başladılar. Ama vagon ticaretine Allaha şükür bulaşmadım.’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:203)
“... Dağları aşmakla perdeyi bir aralamış ve şimdi, çoğu insanın haberdar olmadığı hakikatler aleminin
eşiğinde duruyorlardı. -Allah’a şükürler olsun, diye geçirdi içinden soytarı Şalimar. Gerçek. Nihayet. Berdevam
gerçek. Asla yalana dönmeyecek gerçek-.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:320)
“Böyle olayların çoğu Allah’a şükür çok gerilerde, çocukluk ve gençlik yıllarının loşluğunda kalmıştı,
bunları hatırlamayı hiç mi hiç sevcmezdi, hatırlayacak olursa da derin bir rahatsızlık duyardı.”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:5)
“-Nasıl boş bulundu kocaman Çarlık... O kadar polisiyle, ordusuyle?
-Savaştan yararlandılar anarşistler... Rus milletinin romantik nihilistliği de yardım etti. Allaha şükür,
anladı müjistler artık, Çar babasız yapamayacaklarını... bindikleri dalı kestiklerini...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:45)
“-Bağırma ulan! Sen bugün kendine sövdüreceksin de bizi orucumuzdan edeceksin. Sahibini
unutmalısın ki ben sana sormalıyım!
-Hiç unutur muyum! Biz, Allahıma şükür, aklımıza yazmaktayız!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:23)
“BUGÜN HAVA GÜZEL
Bugün hava güzel,
Bugün içim içime sığmıyor.
Annemden mektup aldım,
Memlekette gibiyim.
Allaha çok şükür karnım tok;
Elimi uzatsam kahve fincanı dudaklarımdadır.
Kuşlar kaçmıyor benden;”
(C.S. Tarancı<1910-1979>, “Otuz Beş Yaş”, sa:149)
“Üçüncü zile kadar vagonda yolu kapayan kardeşiyle son kez vedalaştıktan sonra Anna
Arkedyevna’nın aklına ilk gelen şey şu oldu: ‘Neyse, her şey bitti artık, Allaha şükürler olsun!’ Küçük
kanapesine Annuşka’nın yanına oturdu, yataklı vagonun loş ışığında çevresine bakınarak düşünmeye devam etti:
‘Allaha şükürler olsun, yarın Seryoja ile Aleksey Aleksandroviç’i göreceğim. Alıştığım, güzel hayatım
başlayacak gene.’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:194)
Allah bağışlarsa, Allah bağışlasın : Tanrı ailesine bağışlasın, sağlıkla ve afiyetle birlikte yaşasınlar
“Bu son Cuma, Paşa öteki misafirler gittikten sonra, İmam’ı alıkoydu ve Rabia’nın eğitimi problemini
açtı.
-Torununa verdiğin dini terbiyeyi pek çok beğendim, diye söze başladı.
-Bendeleri özellikle hafız yetiştirmekte bilgisi olan hocalardanım, Paşa Efendi.
-Allah bağışlasın, torunun hem zeki, hem yetenekli.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:60)
“Kamran, para vermek için durdu. Feride, küçük sefillerle temasın verdiği bir alışkanlıkla çocuğun
başını okşamaktan iğrendi. Tekrar yürümeye başladıkları vakit, dilenci kadın onlara dua etti:
-Allah birbirinizden ayırmasın. Allah güzel hanımcığını sana bağışlasın, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:409)
“Kahvesini bitirdikten sonra Akman ağa bana:
-Ey, dedi, kalkalım mı yavaş yavaş, bulaşalım <çıkalım> mı yola?
Etem atıldı:
-Sen istersen düzül <koyul> kendi yoluna! Beyağa bu gece bizim misafirimizdir. Allah bağışlarsa!..
-Aman..., dedim, ne söylüyorsun?...
Etem:
-Sahi süleri <söylerim!>, kalasın bu gece buracıkta Tanrı misafiri bize...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:53)
“Odada, koşuşup duran on kadar kadın vardı. Şaşkınlığını sevincine veren kadınlar, Gerios’u çocuğun
uyuduğu beşiğin önüne doğru ittiler. Başı, şimdiden, keten bir başlıkla örtülmüştü.
-Sağlıklı görünüyor, diye mırıldandılar. Allah bağışlasın!”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:40)
“-Çocuk?
-Bir kızım var.
-Oh oh! Allah bağışlasın! Bizim şimdiye kadar hiç kızımız olmadığından kız istiyorduk.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:197)
Allah başımızdan eksik etmesin : İyiliksever bir koruyucu kimsenin uzun ömürlü olması için Tanrıya edilen
niyaz
“Derviş ağa ses çıkarmamakla beraber methedilmekten hoşlandığını belli ediyordu. Bu sessizliğinde,
‘Benim daha ne iyilikler yaptığımı bir bilsen...’ demek isteyen bir hal vardı. Kadıbaba’nın sorusunu muhtar
Süleyman yanıtladı:
‘Allah ağamızı başımızdan eksik etmesin Hakim efendi,’ dedi. ‘Gün olur ağamız bütün köyün borcunu
da öder. Bizleri korumasa halimiz nice olurdu.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:21-2)
Allah belamı versin; Allah bin belamı versin : Kendini suçlu hissederek Tanrı’dan beklenen cezalandırılma
ilenci; Yalan söylemediğimi kanıtlamak için kendimi Allaha teslim ederim, “eğer yaptıysam!”
“Bu zaman içinde tıraş olmuyor, elbiselerini değiştirmiyor, odasından bir yere kıpırdamayı aklından
bile geçirmiyor. Yeni raporunu yazma vakti geldiğinde, parmağını dahi kıpırdatmıyor. Bitti artık, diyor, yerde
yatan eski raporlardan birini tekmeleyerek, bunlardan bir tane daha yazarsam allah belamı versin.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:66)
“Harvey bana şişeyi gösterdi.
‘Öykülerinden birinde bu markanın sözünü ettiğinden beri bu markayı içiyorum.’
‘Ama başka marka içiyorum şimdi Harvey. Daha iyisini buldum.’
‘Nedir adı?’
‘Htırlayabiliyorsam allah belamı versin.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:10)
“OĞLU - Bizimle beraber gel!
KÖYLÜ, Brand’la çekişerek. - Seni bırakırsam Allah belamı versin!
BRAND, köylüyü kara yuvarlar, elinden kurtulur. - Allah senin belanı zaten vermiş . (Uzaklaşır.)
(H. Ibsen, “Brand”, sa:12)
“... ikide birde, yerli yersiz yemini basıyordu: ‘Ne elli bin lira, ne de elli bin paradan haberim var. Allah
bin belamı versin yalan söylüyorsam. Çocuklarımın hayrını görmeyeyim!’ Ama koskoca şehrin ağzı torba
değildi ki büzülüversin!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
“RUPRECHT - Bırak baba! Buraya gel! Ah cadı ah! Onu böyle küplere bindiren kırık testi değil.
Bizim düğünün dibi delindi de burada onu zorla yamatmak istiyor. Ama ben bir defa ayak bastım. Eğer bu
kaltağı alırsam Allah belamı versin.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:24)
“-... ‘Nedir kimdir’ demeye kalmadan tanıdım ki Gazi Paşamız...
-Narıyor sabaha karşı? Yeni mi gelmiş?
-Bilir miyim yahu?.. Allah belamı versin... ‘Oğlum Dadal’ dese bari, ‘Gazi Paşa’yı görüp tanıdın,
merakı savuşturdun, tumba yatak yatsana!..’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:67)
Allah belanı vermesin : Sözüm ona korumacı ama yine de hakaretamiz bir hitap şekli
“ ‘Bilir... bilir o. Uskumrular gidince arkasından da kılıçlar gitti. Boş ver balığa da, geçen gün bir horoz
aldım Adapazardan. Bir horoz ki, kaplan gibi...’
‘Allah belanı vermesin ulan hergele. Zaten senin ipinle...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:184)
Allah (bin, bin bir) (yedi türlü) bela(sı)nı - (belalarınızı) versin : Allahından bulsun isteğiyle bir ilenç
(Benim yerime Allah cezasını verirse, hem büüyüğünü verir, hem de ben sorumlu olmam)
“ ‘Haceli’nin kerpiçleri kurudu mu acabola?’
‘Habarım yok ana.’ dedi Bayram.
‘Anan Allah belasını versin. Allah senin de belanı versin! Kerpiçlerin de belasını versin! Haceli’nin
de belasını versin! Benim de belamı versin! Muhtarın da, imamın da, üyenin de belasını versin!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:109)
“Bugün daha iyi görünüyordu. Genç bir adamdı ve hiç de kötü biri gibi değildi. Fewkoombey’nin
kolunu yakaladı ve çekti:
‘Allah belanı versin senin köpoğlu köpek,’ diye sakin sakin konuştu.
‘Numaranı göster!’
‘Ne numarası?’ diye sordu asker.”
(B. Brecht, “Üç Kuruşluk Roman”, sa:6-7)
“Anthime, duvara yaslanıyor, koltuk değneğini alt yanından kavrıyor, sapını arkaya sallayarak korkunç
bir hız alıyor, var gücüyle fırlatıyor. Ağaç duvar oyuğunu karıştırıyor, gürültüyle yere düşüyor, kim bilir hangi
kırıntıyı, hangi molozu da birlikte indiriyor. Deyneğini alıyor, duvar oyuğunu görmek için geri geri gidiyor...
Allah bin bir belasını versin! İki mum hala yanıyor. Ama ne denir?”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:22)
“LELIO - Hay Allah belanı versin senin, Ottavio! Musallat oldu bana! Fakat Tanrı şahidim olsun,
yanına bırakmayacağım...”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:110)
“Bu defa ben, kaptan köprüsünün merdivenlerine fırladım. O, beni elimden tutup çekerek:
-Boğulan filan yok... Meraklanmayın küçük hanım... Anlatamıyoruz.
-!!!
-Allah belasını versin!... O, öyle bir zevktir ki her hafta biz buradan geçerken boğulur, sonra dirilir...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:32)
“O kayıtsız, kaygısız Hayrullah Bey’i, hiç bu kadar perişan ve yorgun gördüğümü hatırlamıyorum. Her
zamanki gibi saçlarıma dudaklarını kondurdu. Sonra dikkatli dikkatli yüzüme bakarak:
-Hay Allah belalarını veresiceler, tuu! dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:372)
“ ‘Artık birlikte çıkarız balığa.’
‘Olmaz. Talihim yok benim. Talihim döndü artık.’
‘Allah belasını versin talihin,’ dedi çocuk. ‘Ben talihimi birlikte getiririm.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:100)
“Nazif, söze karışmak istiyordu:
‘Ama, siyasi cepheyi de ihmal etmemeli. Ne kadar olsa Avrupa...’
Binbaşı:
‘Siz, şuna gavur-eli deyiveriniz. Topunun da Allah belasını versin!. Biz, bir Haçlılar hareketi
karşısındayız.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:40)
“Sonra yarı Fransızca, yarı Türkçe şöyle devam etti:
‘Mümkün değil, babamdan isteyemem; zaten istesem de vermez. Bazı dostlarımızdan ödünç istemek
ise pek ağrıma gidiyor... Asla; neyim var, neyim yok hepsini mezada götürür satarım, daha iyi! Allah belasını
versin, borçlandığım kimseler, bari tanıdığım kimseler olsaydı, neyse!..’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:92)
“ ‘Lanet olsun sana!’ diye mırıldandı Barabbas, tir tir titreyerek. ‘Allah belanı versin, hayalet misin
sen?’ Lazarus’un sağ koluna yapışıp hızla sarstı. ‘Söyle hayalet olduğunu, bırakacağım seni.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:474)
“….. Çöllere, çöllerin ta ortasına, yedi tepelerin ötesine kaçırsa da oralarda savaş var, Allah bin
belalarını versin, bu dünyaya, bu denize, bu ağaçlara, bu çiçeklere, şu gülen çocuklara, şu arılara kurban olsaı
musibet insanlar…”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:246)
“Kendini tutamadı:
-Seni içeri atanların Allah belasını versin! dedi.
Yenice paketini çıkaran Müfettişler Müfettişi:
-Abdülhamit, koca Namık Kemal’i içeri atmıştı...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:58)
“Korktuğumuz başımıza geldi. Daha sabaha epey vardı. Çıt yok. Birden bir öksürük. Eyvah yandık.
Kim öksürdü? Allah belasını versin. Çok yakınız. Çete öksürükten, kıpırtıdan sarıldığını anladı. Kaçmaya
koyuldu. Ayak seslerini duyuyoruz. Gidiyorlar. Karanlık. Kurşun atamazsın ki... Atsan bile havaya. Ne olacak
böyle? Efe kaçıyor.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:167)
“Pırıl pırıl, tertemizdir üstleri başları. Bu çocukları böyle gördükten sonra Hasan’ın dostluğuyla,
Hasan’ın insanlığıyla iftihar etmeyenin Allah bin belasını versin. O hüzünlü Laz gözleriyle...”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:177)
“LICHT - Derisi yüzülmüş. İnsanın bakmaya içi dayanamıyor. Yanaktan da bir parça eksik. Ne kadar
olduğunu terazi olmadan söyleyemeyeceğim!
ADAM - Hay Allah belasını versin!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:5)
“BEN - Onun bir şey gördüğü yok. (Sesinde saygı ile karışık bir korku izi. Yukarıya doğru bakar.)
Sadece bir aşağı bir yukarı dolaşıyor. Kimseyi görmüyormuş gibi... Gözleri kuzeye doğru... buzlara dikili...
KAMAROT, sesine aynı saygı ile karışık korku tonu sokulur. - Hep buzlara bakıyor. (Ani bir öfke
içinde, tepe penceresine doğru yumruğunu sallayarak.) Buz... buz... buz... Allah onun da belasını versin, buzların
da... Hemen hemen bir yıl oldu, bir yere kıpırdanamıyoruz.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:9)
“Matematiği kenara kaldırdım, İngilizceyi açtım, ama kafam bozulmuş bir kere: Allah belasını versin
gene şu Mr. And Mrs. Brown’ın diye düşündüm; aynı resimler, her şeyi bilen ve düzgün yapan aynı insanların
soğuk ve mutlu suratları, İngilizmiş bunlar, ütülü ceketleri ve kravatları var, sokakları da tertemiz. Biri oturuyor,
öteki kalkıyor, derken bizim kibritlere benzemeyen bir kibrit kutusunu masanın üstüne, altına, içine, yanına
koyup koyup duruyorlar.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:109)
“... Senin gibi acemileri buldular mı... Herif asıl adamdı?
-Sıska... Sapsarı... Az aksıyordu galiba... Biraz da kekeme...
-Bildim! Vay namussuz Kekeç İbiş... Kekeçliğine bakmadan, bir de adamı mı dolandırmakta! Allah
belasını versin!.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:139)
‘Bu para Dede parası... Dede parasına hayınlık edenin başına gelecek en ufak bela, ölüm! Parmağımızın
dururken yanması ne demek? Yandınız demek... Hay Allah belanı versin İskender!’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:300)
“Sağ olsun Gazi Paşamız, cıgarayı tüttürerekten yürümekte, biz kıvranarak, ‘Allah belanı vere sefil
Dadal... Sabah sabah gün ışımadan kudurup kuduzlanıp dışarı uğrayıp Gazi Paşamızın gezindiği bahçeye dalacak
ne vardı?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:68)
“ ‘Allah belanızı versin öyleyse. Ne denli yorgun, elimi eteğimi çekmiş olursam olayım, ben, kendimi
tutup kaldırmalıyım, benim olan o belli paltoyu bulmalıyım; kollarımı içine sokmalıyım; gece havasına karşı
kendimi sarıp sarmalamalı, çekip gitmeliyim.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:228)
Allah (bin) bereket versin : Allaha şükür, Allah istediğimden fazlasını verdi, beni ödüllendirdi
“ ‘Cümleten afiyet olsun ağalar!’ dedi, kalktı. ‘Ziyade olsun. Yedik içtik. Allah bereket versin. Biz
yedik Allah artırsın, sofrayı bekçi kaldırsın. Şimdi bana müsade. Gidip yatayım.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:203)
“Allah bin bereket versin. Meğer fincancı katırlarını ürkütmeyenlerin bu kadarcık olsun mükafatı
varmış. Hem ne hoş... Bu işin batakçı defteri, eli bayraklı kadınları da yok.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:157)
“-Bilmez miyim? Bizim Rıdvan Bey... Geçenlerde öldü... diye duydumdu... Doğru mu?
-Evet!
-Vah vah... Allah rahmet etsin!.. İyi adamdı. Yiğitliğine yiğitti, verimkarlığına verimkar... Mallarını
hep ben satardım burda mütareke sıraları... Allah bin bereket versin, çok parasını aldım.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:162)
Allah bilir, biliyor : Kim bilir, kimse bilmez yalnız Allah, belli değil, bakalım, işi Allaha kalmış
Bk.: Tanrı bilir
“YAŞLI AT İÇİN DUA
<Prof. Çavdar Dobrev’e>
Yaşlı atı sakın öldürmeyiniz,
Kör bile olsa, topallasa da Ona bir mevsim özgürlük bağışlayın siz
İnsanlarla köpekler arasında…
Varsın gönlünce otlasın, sonra su içsin,
Gezinsin çay boyunca, çiyli çayırda Özgürlük, süsüydü onun genç düşlerinin
Ve süs kaldı çenesini sıkan çılbırda.
O, yıllarca yaşamı bir yük gibi taşıdı
Allah bilir inleyiş nedenlerini.”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“Kısacık bir an onun yüzü son derece belirgin bir resim olarak zihninden geçiyor (gözkapakları inik
gülerken utanmış gibi yapması). Ve bu odada allah bilir daha ne kadar zaman oturacak yerde onunla birlikte
olmak istediğini düşünüyor. Telefonla şöyle bir çene çalmak için aranayı düşünüyor, duralıyor, sonra aramamaya
karar veriyor.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:11)
“SEVEN BİR KADIN -... Evet canım, malum amma, ne de olsa bir köpektir. Bütün zekasına karşın
bunu tahmin edemez ki.... Ben onun yanında hiç çekinmezdim, düşün, Allah bilir, neler görmüştür.”
(J. Cocteau, “İnsan Sesi”, sa:26)
“ ‘Marlborough’nun bir kaç kilometre dışında boş bir yolda ağır ağır ilerlerken gözüme bir ara yolun
kenarındaki hendeğe yuvarlanmış bir bohçaya takıldı. Cuma’yı bohçayı alması için aşağı gönderdiğimde allah
bilir ne düşünüyordum.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:83-4)
“Akşam yemeği vakti gelir, sofraya oturur, sonra kalkarlar; gece sık sık yemek yemeden yatmadıklarını
da Allah bilir..”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:124)
“Zaten evden dışarı çıkmak aklına bile gelmezdi. Kişiliği, sessiz bir volkan gibiydi. Dış dünyaya
anlatacak, şikayet edecek hiçbir derdi yoktu. Allah da bilirdi ya, karnı tok, sırtı pekti; evde insancıl bir muamele
görüyordu, eğitimine devam ediyordu ve çok sevdiği bir İloş vardı. Daha ne istesin?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:165)
“HANIM - Aman şu iç bayıltan pembelikler, şu korkunç glayöller, şu mimozalar gün geçtikçe
çoğalıyor! Bu çılgınlar Allah bilir ucuza almak için sabahın köründe hale koşuyorlardır.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:43)
“MARTHE (Ağlayarak.) - İyi yürekli adam! Ben onu çoktan affettim.
MEPHISTOPHELES - Fakat ‘Allah bilir! O benden daha kabahatliydi!’ ”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:153)
“BRIGHELLA, kendi kendine. - Evlendik sonra beni hatırlar mı acaba? Allah bilir artık. Ama neme
lazım. Ben onu sevdiğimden çırpınıyorum, istiye istiye ona, onun derdine ortak oluyorum.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:115)
“Kendime ait bir haberin ondan evvel benim kulağıma gelmesi mümkün mü? Neredeyse acıktığımı ve
uykum geldiğini bile bu garip otel odacısından öğreneceğim!
Hacı Kalfa:
-Hele nazlanma söyle. Böyle fıkır fıkır gülüşün boş değil. Sen Allah bilir iyi bir şey işittin diyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:159)
“ ‘Dereye mi girdin? Bu havada?’
‘Girdim ya... ne halt edeyim? Canımı kurtaramazdım başka türlü...’
Oğluyla beraber kapıdan çıkmaya hazırlanan Şaban:
‘Satlıcan <Pnömonit> olmazsan şükret...’ diye mırıldandı.
‘Allah bilir gayrı.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:119)
“Yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
‘Sende azıcık utanma olsaydı her şey bambaşka olurdu. Allah bilir, çocuğun kaç aylık oldu, ama sen
işi hala şakaya vuruyorsun. Seni baştan çıkaran herif geldi diye ağzın kulaklarına varıyor. Sende ne duygu
kalmış, ne utanma.’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:221)
“ ‘ Evet, o kadınla yaşıyacağım. Bir hedef belirlemedim henüz. Kadın yabancısı buranın, yersiz yurtsuz
biri, belki de bir çingene.’
‘Öyle olsun. Ama söyler misin, yanında bu kadınla izleyeceğin bu yolun pek kısa olacağını biliyor
musun? Ona pek fazla bel bağlamak doğru değil sanırım. Belki hısım, akrabaları vardır, belki bir kocası;
gittiğiniz yerde seni nasıl karşılayacaklar, Allah bilir.’
Goldmund, dostu Narziss’e yaslanmıştı.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:96)
“Zaten bu iki yılan, yanlarında cinsel arzudan başka her şeyi ınıttıracak soydandı. En erdemli
kullarından birinin vücuduna bu şehvet yaralarını neden başa bela etmiş olduğunu yalnız Allah bilirdi. Papazın
karısı, Allah’ın bile bunu bilmediğini iddia ederdi.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:48)
“Zürih’te kartı postaya verecekmişiz, ama centilmen kişiler olarak karta sonradan bir şey eklememeizi
rica ediyorlarmış. Bürodakiler kuşkusuz tasaya kapılacak, telgraf çekecek ve Allah bilir daha neler
yapacaklarmış.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:207)
“... Aşık vardı, Yusufa eğilip eğilip baktı:
-‘Hösük,’ dedi, ‘Yusuf kötü. Boynu düşmüş... Allah bilir ya... Keşke memlekete yetişse de çoluk
çocuğun yanında...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:47)
“ADAM - Öğleye mi? Pekala sağdıç! Şimdi dostluk zamanı geldi. Bilirsiniz, el eli yunar, iki el yüzü!
Siz de köy yargıcı olmayı pek istersiniz, bilirim! Bu da, Allah bilir ya, başkaları kadar hakkınızdır. Ama bugün
zamanı değil. Bugünlük bırakın, bal çanağı siz tutmadan geçiversin, parmak yalamayıverin!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:9)
“Benim hesabıma, ben kadın kısmında genç bir kadın hemşireye abayı yakmıştım. İşlevlerimi yaparken
oradan bir iki kez geçmiş ve ondan hoşlandığımı hissetmiştim. Neden hoşlandım ondan? Nedenini belki Allah
bilir. Ne yapacağımı bilemez bir hale geldim, zira kadınlarla daha önceden değil yaşantı hiçbir temasım
olmamıştı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:50)
“-Lennie yüksek sesle:
-Unutmazdım işte, diye bağırdı.
-Unutmazmış, laf! Zaten sen beş para etmezsin. Allah da bilir ya, George seni hayatın çirkefinden
kurtarmak için elinden gelen hiçbir şeyi geri koymadı. Fakat bütün bunlar sana bir fayda vermedi.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:173)
“AŞK <1954>
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:17)
“Kiti ablasına döndü:
-Gidip ilgilileniver onlarla canım. İstasyonda Stiva’yı görmüşler, iyiymiş. Ben de Mitya’ya gidip
bakayım bir. Aksi gibi, çaydan beri emzirmedim onu. Demin uyandı. Allah bilir ya bar bar bağırıyordur şimdi...”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:671)
“Gülümsedi, bir elini artık en ufak bir boya izine rastlanmaksızın tamamen bembeyaz olan saçlarının
arasından geçirdi ve yerinden kalktı:
-Ancak Allah bilir ne zamandan beri olduğunu. Aynaya gitti ve yüzünün hüzünle gülümsemekte
olduğunu gördü.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:101)
“Jean öyle şaşaladı ki, yüksek sesle konuşmaya başladı:
-Hey! Baksana!... Uyuyor mu bu? Yoksa içmiş mi?... A! İhtiyar Mouche’muş, şu bizim kızların
babası!... Allah bilir, kuyruğu titretmiş galiba! Al bakalım şimdi, iş çıktı işte!”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:142)
“Sırf bu, sinirlerinin yanıp gerilmesinin, organların bu sürekli uyanıklığın sona ereceği masalsı yeri
bulmak için Allah bilir bu ‘fugiturus errans’ (kaçamak uzaklaşmalar) trenle kaç bin kilometre gitmiştir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:85)
Allah bir hakkı için : Kur’anı Kerim’in ‘Allah bir dediğinden başka sözüne inanılmaz’ denen birinin
inanılmaz, derecede, çok yalancı’ olduğunun kabul edilnesine dair kelamından alınmış bir inanç
“Hani macuncu Hafız’ı tanırsın sen; Allahın günü tablaylan bizim oraya türlü türlü macunlar getiriyor,
herkes o macunlardan parmak parmak lüpletiyor da, Allah bir hakkı için ben o macunların yüzüne bilem <bile>
bakmıyorum. Rana abladan başka bizim Seher’le Ziynet bilen bana acıyorlar.”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:272)
Allah büyüktür : O bize her zaman yardım etti, gene de edecek
“LOPAHİN - Varsın dilediğini söylesin o. Benim istediğim tek şey, sizin bana eskisi gibi inanmanız,
insanı allak bullak eden o dokunaklı gözlerinizin eskiden olduğu gibi bana bakmalarıdır. Allah büyüktür.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:113)
Allah canımı alsın : Yalan söylüyorsam, Allah beni canımı alarak cezalandırdın; Yemin ederim ki
“EVANS -... Allah korkusu işin içine girdi mi, o zaman dinler Şura Ya. Yoksa kargaşalık çıkmış, oralı
olmaz... Ya... Hele bir iyi düşünüp taşının.
SHALLAW - Ah, ah! Allah canımı alsın ki kılıç temizlerdi bunu, genç olsaydım eğer.
EVANS - Kılıç yerine, arkadaşlarınız hakkından gelsin, daha iyi. Ha sonra, kafamda tasarladığım şey
var, belki hayırlıdır. Anne Page var, bay George Page’in kızı... çiçeği burnunda taze... çitlenbik gibi..”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:10)
Allah canını alsın : Kızılan, nefret edilen birine bela okumak
“FAUST - (Olduğu yere yıkılarak.) Sana değil de ya kime?. Ben Allahın tasviri (betimlediği kimse)
olayım da, sana bile benzemeyeyim!. (Kapıya vurulur.) Hay Allah canını alsın! Tanıdım: bu benim çömezim.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:30)
Allah cezanı (cezasını) versin : Tuh sana, ettiğinden ötürü Allah senin hakkından gelsin anlamında bir ilenç
“RIDOLFO - Hangi karısından bahsediyorsunnuz? Bütün geceyi Pandolfo’nun salonunda oyun
oynamakla geçirdi.
D. MARZIO - Söylüyorum ya işte. Hep oyun! Hep oyun! (Fincanı bırakır, kalkar.)
RIDOLFO, kendi kendine. - Hep oyun, hep karısı. Allah cezanı versin, mendebur herif.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:12)
“Müjgan beni kolumdan tutarak, sürükler gibi koştururken: ‘Allah cezanı versin. Niçin böyle yaptın?’
diyordu.
-Ne bileyim, dedim... İstanbul’daki teyzeler, ‘Dilini sıkı tut. Saçmasapan konuşma... Oraları dedikoducu
yerlerdir,’ diye tekrar tekrar tembih ettiler bana.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:65)
“İsmail ağa kaşlarının üsütüne siper ettiği elini yorgun yorgun aşağı indirdi.
‘Allah cezasını versin,’ diye söylendi. ‘gelen Karadereli değil...’
‘Ya kim?’
‘Bizim kambur.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:161)
“Ben ve Liverpool ona içtenlikle teşekkür ederek ayrıldık.
‘Yemek yiyelim mi?’ diye Liverpool’a soracak oldum.
‘Hay Allah cezasını versin! Para ne işe yarar?’ diye Liverpool burnundan soludu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:230)
“Z.’nin anasını ne diye burada bekletiyorlar? Kadın ne yaptı ki? Oğlunun yaptığına karşı kadının
elinden ne gelir? Oğlu lanetlenince ne diye anayı mahkum ediyorlar? Hayır, o da adil değil.
Bir sigara tellendirmek istiyorum. Hay Allah cezasını versin, evde unutmuşum!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109)
“ADAM - Dinim hakkı için!... Şey, ne diyecektim, ortalıkta ne var ne yok?
LICHT - Ne mi var? Hay Allah cezasını versin, az kalsın unutacaktım.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:6)
Allah cümle(m)nizin yardımcısı olsun : Kitle halinde felakete uğramış aile ya da gruplara söylenen taziye
dileği
“MEMLEKET
----------------Köylümüz efendimiz tarlasında perişan
İşçimiz kardeşimiz kavgasında perişan
Anam bacımdır bahtı karasında perişan
Hemen Allah cümlemizin yardımcısı olsun”
(Cahit Sıtkı Tarancı<1910-1979>, “Otuz Beş Yaş”, sa:210)
Allah çarpsın : Allah müstahakınızı versin bağlamında bir ilenç
“SMITHERS (Bir göz attıktan sonra, tiksinmiş bir halde başka tarafa döner. ) - Tıpa tıp ormana girdiği
yer burası..... Derisini şeytan yüzsün... Onu kaçıracaksınız demedim mi size? Geçmişi kınalı geceyi şu murdar
davulunuzu çalarak, saçma sapan büyülerinizi yaparak boşu boşuna geçirdiniz gitti. Hay Allah çarpsın, ne sürü
be!.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:63-4)
Allah eksik etmesin; Allah eksikliğini göstermesin, vermesin : Bir kimse ya da aile için maddi ya da manevi
değerlerin kabolmaması yolunda edilen niyaz
“-Olur ya, olu ya... Bu dünyada ne olmaz? Biz, ta şu karşıki odacıkta oturuyoruz, çocukları uyuttum.
‘Safa geldin’ demeye geldim size... Allah eksik etmesin, gündüzleri çoluk çocuk gailesi var.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:151)
“ ‘Biz,’ dedi, ‘köyümüzden, toğrağımızdan memenunuz. İş karıştırmayın. Biz böyle gelmiş, böyle
gideriz. Başka hiçbir şey istemiyoruz. Çok çok memnunuz. Hükümete yaz ki biz halimizden çok memnunuz.
Selam söyle hükümete. Sağ olsun. Halimizi sorduğundan dolayı, Allah eksikliğini vermesin. Böyle söyle.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:106)
Allah esirgesin : Allah korusun diye niyaz etmek
“Kamran şaka etti:
-O kadar aleyhinde bulunmayın. Kim bilir, belki zengin bir yerli ile evlenirsiniz.
Müjgan, işi ciddiye alarak başını salladı:
-Allah esirgesin, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:77)
“... Hasan’ın canını dişine takarak kazandığı kuru ekmekleri yiyerek büyüyenler, canları ne isterlerse
olurlar. Profesör de olurlar. Bakan da olurlar. Demokrasi var, her şey her şey olabilirler. Yeter ki bir kış ayaz bir
gecede onları buymuş bulmayalım. Allah esirgesin.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:177)
“Aşık Ali:
‘Allah esirgesin fakir fıkarayı,’ dedi.
Yaşlı adam:
‘Amin amin, cemi cümlemizi...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:36)
“Aman Allah, ortalık bir alaboz duman olmuş ki Allah esirgeye, göz gözü görmüyor. Bir anda ortalık
savaş alanına döndü ki, kırılmış kolun bacağın hesabı yok.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:72)
“WALTER - Allah esirgesin! Sizinki tıpkı Sodom ve Gomorra gibi cayır cayır yanmıştı!
LICHT - Daha doğrusu - Haşa huzurunuzdan efendimiz! - içine kedi yavrulamıştı!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:86)
Allah etmeye : Allah esirgesin, Allah göstermesin, Allah korusun, Allah vermesin
“... kendini sevdiremediyse de Hasan Bey’in bir dediğini iki etmiyor kadıncağız ben ama asıl Hasan’dan
korkuyorum hastalıklıdır o bilirsin Allah etmeye ona bir şey olursa Nimet de sürünür Suat da.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:59)
Allah göstermesin, göstermeye : Allahın korumasını niyaz etmek, Allah saklasın
“Dağ bu! Boş yere mi dağ demişler? Allah göstermesin, başımızdaki hökümet kötü bir hökümet olsa da,
bu hariç dövletlerde gördüğünü yapmaya gitse, ve de bize dese ki: ‘Dağlara, tepelere ağaç dik!’ Tüm hapı yuttuk
işte o zaman.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:195)
“AZMİ EFENDİ (Yalnız, elindeki tesbihi minder üstüne atıp gücenmiş bir tavırla dizine vurarak.) :
Hay anasını! Bu haber gerçek çıkarsa, herifin bana etmeyeceği kalmaz. Allah göstermeye! Eğer böyle
bir şey olsa, gururundan, kibirinden yanına varılmaz. Yalnız kibirlense..... ama zenginleşecek, rutubetleşecek...”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23)
“Söylendikçe sesi titriyor; gözleri sulanıyordu:
‘Mamafih bu sözler aramızda kalsın evladım,’ dedi, ‘zannetmesinler ki, kendilerinden muavenet
istiyorum, hayır hayır. Allah göstermesin, ben burada her türlü felakete, mahrumiyete, zarurete katlanırım.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:195)
“Yusuf:
‘Bakın halime,’ dedi. ‘Ben gitmem. Bir daha gidersem orada ölüm kalır. Allah göstermesin. Bir daha
gitmem. Purç yer, ağaç kabuğu yer gene gitmem.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:8-9)
“ ‘Allah göstermesin!’
‘Yılanın başı küçükken ezilmeyince Allah gösterecek.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:52)
“Akşama doğru Kavlak’la görüşmüş, Kavlak aldırmamış. Kürt azmış Allah göstermesin, Kürd’ün
gözleri kan dolmuş..”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:45)
Allah gecinden versin : Ölümcül bir hastalığa tutulmuş birinden, ya da genellikle ‘ölüm’den bahsedilirken,
nezaket ve iyi niyet örneği olarak, Osmanlı-Türk kültüründe, dinleyen taraf böyle yanıt verir laf arasında
“MİSAFİR HANIM : (MÜRÜVVET’e) Allah beyefendiye uzun ömürler versin. Dulluk pek zor.
MÜRÜVVET HANIM : Bütün kadınların alınyazısı. Gene sizin çocuklarınız var..... Onun benden
yaşlı olduğunu hesaplayarak beni arkasına bırakacağı gelir aklıma. Üzülürüm. Bazen de tersine, ya ben ondan
önce gidersem derim, gene üzülürüm.
MİSAFİR HANIM : Allah gecinden versin. Allah gecinden versin.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar – Şakacı”, sa:101)
Allah gözlerini doyursun : Aç gözlü, para ya da yiyecek, mal mülk vb. için yalvaran, direnen kimseye hitap
“LELIO - Arabacı milleti mi? Allah doyursun gözlerini. Hiç memnun olduklarını görmedim şimdiye
kadar. Ellerine bir yabancı düşmesin. Soyup soğana çevirmek isterler.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:57)
Allah gözünü kör etsin : Hiddetle, “gözün görmüyor mu?” bağlamında söylenen bir ilenç
“Ve Agop dünyanın en güzel, en hoşgörülü sevgisiyle yengeye bakarak gülüyor. ‘Aldırma Yaşar Ağa,
biz de balıkçıydık ama, karı milletine aldırma.’ Yenge, ‘deli herif karı milletinde ne var, Allah gözünü kör etsin,’
diyor,’ sırtına vuruyor.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:286-7)
Allah güle güle oturmak kısmet (nasip) etsin : Yeni bir ev alındığında (ya da taşınıldığında) söylenilen iyi
niyet temennisi
“... Fatih iki eli böğründe, pantolonunu çekerek ve gözlüğünün üstünden bakıp yılışarak, ‘Maşallah
efendim, Boğaziçi’nden öyle mi? dedi.
Yukarıda balkondan hanımefendinin sesi, ‘Allah güle güle oturmak kısmet etsin... Nerede tuttunuz
bakalım?’ diyordu.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:49)
Allahım : Tanrım diye niyaz etme, yalvarma; Sonu bitmez gibi görünen belirsiz işler için, örneğin ‘çalış
allahım çalış’, ‘yürü allahım yürü’; veya çokluğa, örneğin ‘ye allaham ye’ bir atıfta bulunulduğu zaman, iki
‘emir’ kipi fiilin arasına bir ‘allahım’ katılır. Bunun eşdeğeri: ‘Babam’dır: ‘Ye babam ye!’, ‘Çalış babam çalış!’
“Demin o ellerimle tutup sallamaya çalıştığım köprü başında bu kıyamete bakan şube reisinin hanımı
ile rastıklı taze durmuşlar bu dehşetli manzarayı seyrediyorlardı. Şube reisinin tombul hanımı:
-Allahım kıyamet günü de mi böyle olacak, a Ayşe Hanım? dedi.
Ayşe Hanım düşünceli:
-Zahir... diye mırıldandı.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:22)
“Yürüdüm, sen durmuş, gözlerin yerde,
Baktın ardımdan, ağlamış gözlerle;
Allahım, ne büyük bahttı sevilmek!
Ve sevmek ne büyük bir bahttı hele!”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Kavuşma ve Ayrılış’, sa:72)
“-Evvelk gün bizim karı nazlanacak olduydu... Bu gözümün önüne geldi... Karıya çaldım sopayı...
-Hay Allahım, billur musun nesin? Yüzünün bir yanından öbür yanın görünüyor...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:22)
“Olası, daha kırk yıl, elli yıl yaşayacağım.Olası, daha elli yaş bu hüzünlü zaferin, hüzün yıldönümünü
görmek gerekecek. Hayat ne uzun. Allah’ım, ne uzun?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:270)
“Kozma, dudaklarının ucunda çubuğunu unutmuş, düşünceli bir tavırla yere çöktü. Ay tepemiz üstüne
geldiği zaman bizi salyalarıyla kirleten yapışkan yapraklı otlar ve sazlar arasından yol açarak son mola
yerimizden ayrılmıştık. Kimse konuşmuyordu. Hey Allahım, kimse konuşmuyordu! Halbuki lazımdı. Konuşmak
mı? Yok, haykırmak, kırmak, kırıp geçirmek. O anda bizi çatlatacak bir zelzele <deprem> lazımdı.”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:105)
“Yatakhanede etrafıma bakıp da her yatağın kurumsal kırmızı battaniye ile örtülü olduğunu görünce,
düşünmeye başladım. ‘Allahım, bana ne olacak? Ben buradan ayrılabilecek miyim acaba?’ Yalnızca dokuz
yaşındaydım. Şimdi bu genç yaşta, bu yerin Perth’i terk ettiğimde düşündüğüm gibi şirin ve güzel bir yer
olmadığının farkına varıyordum.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:16)
“Kıpkızıl ufuk çizgisinde minareleri zarif birer çizgi gibi görünen Süleymaniye, Sultanahmet, ulu
Ayasofya, Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Boğaziçi Köprüsü. Meryem’in adını bilmediği,
hayal bile edemediği bir sürü saray, kışla, kule, kubbe, minare, köprü. ‘Allahım,’ diyordu içinden durmadan,
‘Allahım, Allahım!’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:190)
“NEHİRLER BOYUNCA KADINLAR
GÖRDÜM <1955>
-------------Dicle kıyılarına tiren varınca
Büyük bir gökyüzü git allahım git
Genel olarak önce kaşları görünür
Sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında
Yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
Gül kurusu”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:50)
“Annuşka çıktı, ama Anna giyinmeye başlamadı. Biraz önce olduğu gibi başı önünde, kollarını
sarkıtmış oturuyordu gene; arada bir, bir hareket yapmak, bir şey söylemek istiyormuş gibi bütün bedeni
kıpırdıyor, sonra gene donup kalıyordu. Durmadan şöyle tekrarlıyordu kendi kendine: ‘Allahım! Allahım!’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:549)
“Yakınlarda kimseler yoktu, sözleri de yankılanmıyordu. Umutsuzlukla durarak ellerini kavuşturdu.
-Allahım, neredeyim ben?”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:67)
Allahıma : Allah için, Allahın yüzü suyu hürmetine
“SESLER - Burnu geçiyoruz galiba.
Altı gün cehennem, sonra Southampton.
Allahıma birisi benim ilk vardiyayı alsa!
Deniz mi tuttu, odun kafalı?”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:9)
Allahın avanakları : Allahın sersemi bağlamında bir hakaret (Argo)
“LEM (Sükunetle) : - Yakalayacağız onu.
SMITHERS : - Allahın avanakları... (Sonra bir saniye düşünerek, şüpheye düşmüş.) Bununla
beraber... olmaz değil de hani... Şu murdar ormanın içinde yolunu kaybetmişse hiç farkına varmadan bir daire
çevirmesi ihtimali var.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:65)
Allahın ayısı : Çok kaba ve hoyratça davranan, söven, çarpan birine kızgınlıkla edilen hitap
“SEKRETER - Yo, hayır, başınıza iş açmaya değmez. Ahmakın teki.....(Sersem sersem duran YANK’a
aşağılayıcı bir yüzle bakar.) Allah kahretsin, laf anlatılmaz ki sana. Allahın ayısı.
YANK (İşittiği laf üzerine vahşi bir tavırla boşuna çırpınır.) - Ne dedin ne? Seni gidi düdük seni!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:63-4)
Allahın belası : Tanrının bizlerin başına doladığı bela, musibet, kötülük (ya da kişi)
Bk.: Allahın cezası; Tanrı’nın belası
“Budalanın tekisin. Sen allahın belası, sefil bir budalasın.
Biliyorum. Ama herkesten daha budala da değilim. Orda oturmuş, bana benden daha zeki olduğunu
mu söyleyeceksin? En azından ben ne yaptığımı biliyorum. Yapacak bir işim vardı, onu yaptım. Ama sen
sıfırsın, Mavi. Daha ilk günden beri hapı yutmuşsun.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:72)
“Kentin kapatılmasından iki gün sonra, hastaneden çıkarken Dr. Rieux, yüzünde hoşnutluk ifadesiyle
kendisine bakan Cottard’la karşılaştı. Rieux onu bu halinden ötürü kutladı.
-Evet, çok iyiyim, dedi adamcağız. Söyleyin doktor, şu Allahın belası veba, ciddileşiyor, değil mi?
Doktor onayladı. Öteki, bir tür keyifle şöyle bir saptama yaptı:
-Şimdi durması için bir neden yok. Her şey altüst olacak.”
(A. Camus, “Veba”, sa:76)
“İki gün süren yolculuk boyunca Tartarin kamarasından çıkmadı. Deniz tuttuğu için değil, şapkası acı
çektiği için değil; efendisini görür görmez bir sürü gülünç şeyler yapan Allahın belası deve yüzünden. Efendisini
tanımakta böylesine usta bir hayvan görülmemiştir!”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:135)
“DELİ - Böylece, siz kendi dürüstlüğünüzün kurbanı oluyorsunuz. Kötü niyetli anarşist ise, mezarında
gülüyor bu halinize!
2. POLİS - Allahın belası! Oysa çok güven verici bir hali vardı...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:54)
“GENÇ, pencereye bir göz atar. - Kovaladıkları o Allahın belası sefil herif kim?
KİRALIK KATİL - Allahın belası sefil herif mi? Keşke onun kadar cesur olabilsen. O, onları
yanıltmak ve benim buraya rahatça çıkabilmem için av oldu.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:70-1)
“FAUST -... Öte yanda da o, çocukça belirsiz duygularıyla, o küçük Alp yaylasındaki kulübecikte bütün
ev işleriyle uğraşarak, kendi küçük aleminde yaşıyor. Ve ben, Allahın belası, sanki o eski kaya gibi sağlam
inançları tutup parça parça ettiğim yetişmiyormuş gibi...”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:178)
“LELIO - Onun adı ne olursa olsun... Sen kızlarınkini söyle.
ARLECCHINO - Ha! Bir hekim kızları imiş.
LELIO - Orasını ben de biliyorum. Allahın belası herif! Sen bana adlarını söyle.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:18)
“ ‘... Bir haftadan beri bu şehirdeyim ama böyle Allahın belası yerlerde insan eski dostlarını bulamıyor.
Haydi artık ev bark sahibi bir kocamış teke olmuşsun. Bari işler nasıl?’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:46)
“Cabbar:
‘Gidiyorlar,’ dedi. Gidiyorlar Allahın belaları. Kerimoğlunun parasını paylaşmaya gidiyorlar.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:188)
“LICHT - Elbet! Dövüş sırasında böyle olur.
ADAM - Dövüş mü? Ne dövüşü? Sobanın kenarındaki şu Allahın belası teke ile, haydi dediğiniz gibi
olsun, dövüş ettik.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:6-7)
“Herif çalıştığımız koğuşun mutfak malzemesi satan deposuna gelir; eli nereye eriştiyse, Allah ne
verdiyse: mısır gevreği, kremalı bisküiler ve daha neler neler alır giderdi. Eğer gelip de onu zamanında
yakaladıysanız, o patavatsızca şöyle derdi, ‘Allahın belası, ne isitiyorsun? Ümit ederim ki bunlar için benden bir
şey istemeyeceksin, çünkü zaten bir şey alamazsın.’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:118)
“Nitekim Alice ilk 45’liklerinden birini bu eski sevgilisine adamıştır: ‘Her başarılı kadının ardında
şaşkın bir adam vardır’ adlı bu ironik şarkıda kendiyle dalga geçer. Alice, bunca yıl niye zaman yitirmiş
olduğunu soranlara, ‘Hep şu Allahın belası kilise korosu yüzünden,’ diye yanıtlamıştır.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22)
“Şunu itiraf etmeliyim ki, bana bu öyküyü yazdıran aslında o Allahın belası kız çocuğu oldu. Onu
tanıdıktan sonra hayatım değişti. Aslında hayatım karardı demek daha doğru olur.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:14)
“SMITHERS (Büyük bir merakla.) - Ona söylemeyeyim mi? (Sonra alayla.) Ha.. şu Allahın belası
Haşmetmeabı demek istiyorsun.. Nedir bu oyun? Niçin sıvışıyorsun? Galiba ufak tefek bir şeyler de arakladın.
(Kadının sırtına kamçısı ile anlamlı anlamlı hafifçe vurur.)”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:11)
“KAMAROT-... hem de ne tatlı, ne sevimli bir kadın, mendebur bir balinacı gemisine bindirip ta kutup
denizlerine götürür. Zavallı kadıncağız bir yıla yakındır burada, o Allahın belası buzlarla çepeçevre kuşatılmış,
mıhlanmış olarak bekliyor...”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:12)
“ ‘Neden gelmiyorlar? Allahın belası tembel Kızılderililer!.. Köyde oturuyorlar, birbirlerinin kayığını
çalıyorlar ve ben bekliyorum! Günün birinde beni bulacaklar mı acaba?’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:50)
Allahın bir hikmeti : Allahın insanlara sunduğu doğasal güzellikler, yarattığı mucizeler
“Aşık Ali böylesine üstüste, bir yumak olmuş, oradan oraya kayan ninlerce kırlangıcın hiç biribirlerine
çarpmamalarına şaşıyordu. Nasıl oluyor da kanat kanada geldikleri halde biiiiiiiribirlerine dağmiyorlardı?’
‘Allahın bu da bir hikmeti,’ diye söylendi kendi kendine.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:94)
“Merhaba incecik oğlan, merhaba Memed... Nasıl benim köyüm, bak ne kadar da güzel değil mi?
Denize bak, ne kadar da köpürüyor, Allahın bir hikmeti, üstündeki gemilere bak, nasıl da yalp yalp ediyor...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:17)
Allahın cezası : Tanrının bizlere verdiği cezayı simgeleyen (kötü) kişi ya da şey; olumsuz şey
“... belki tam pantolonunu yukarı doğru çekerken... bir an başını kaldırır, denize doğru şöyle bir bakar...
ve onu görürüdü. O anda olduğu yerde çakılır kalırdı. Kalbi çılgınca vurmaya başlardı, ve her zaman, her Allahın
cezası defada; yemin ederim, herzaman; bize, gemiye, herkese doğru döner ve bağırırdı (yavaş ve uzatarak):
Amerika!”
(A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:11)
“HACHO - Kuşlar gagalıyorlar, çünkü niyetimizin iyi olduğunu anlamıyorlar. Onları bıraktığımızda
bizim kötü niyetli olmadığımızı anlayacaklar ve bir daha gagalamayacaklar.
KİRO - Bu nereye uçacak, çok merak ediyorum, Allahın cezası!”
(H. Boytchev, “Albay Kuş”, sa:21)
“Karısı 3 şişe açtı, Mick ve ben birer Pal Mall yaktık.
‘Hey, moruk,’ dedi, ‘giderken bu battaniyeyi de götür.’
‘İhtiyacım yok Mick,’ dedim, ‘sende kalsın.’
Birasından büyük bir yudum aldı. ‘Bu allahın cezası şeyi buradan götür!’ ” ..... “‘ALLAH
KAHRETSİN, BİRAZ İP VER BANA, ADAM BOĞULUYOR, ONA İP ATMALIYIM!’ ihtiyar dönüp bir şey
aldı ve bana uzattı. iki parmağımın arasında duruyordu. büzülmüş küçük bir parça beyaz iplik. ‘SENİ ALLAHIN
CEZASI OROSPU ÇOCUĞU’ diye bağırdım ona.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Pis Moruğun Notları’ndan Seçmeler”, sa:45;121)
“-Domuz, gördün mü yaptığın işi? Peki, ben şimdi ne halt edeceğim? General Şevelitsın’ın evine gitme
zamanım geldi. Allah’ın cezası herif!. Ayaklarım donuyor.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:95)
“KOMİSER - (Peşi sıra koşar.) Allahın cezası! Deli numarası yapıp paltoları çaldı... Hey, sen! (O
esnada içeri giren polis memuruna.) koş, şu deliyi yakala... Daha önce burada gördüğün deliyi...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:21)
“LUCIA - Aman Tanrım!
ANTONIO - Ya.. İşte.. O zavallı orospu çocuğu az kalsın mezarı boylayacaktı. Tekrar geri döndüm
ve onu koltuk altlarından tutarak çektim. Hiç düşünmedim.. Bir cankurtaran gibi onu çekmeye çalıştım. Ama bir
anda ne olduysa oldu, Allahın cezası herif yanmaya başladı.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:10)
“Ziyaret gününün başka bir tuhaflığı da, günün eylemleri konusunda ne yapacağımızı belirleyen zillerin
çalmayışı idi. Normal zamanlarda eğer toplantı salonunu izinsiz terk ederseniz, ‘Allahın cezası nereye
gidiyorsun, Laing?’ diye karşılanırken, ziyaret günü, ziyaretçinizi gördüğünüz anda, aşağıya koşup onu
karşılamanıza izin vardı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:23)
“-O Allahın cezaları kaçtıktan sonra bana kimin yemek hazırladığını sanıyorsun? dedi Fushia. Bana
yemek yapıyori gidip balık ve öteki hayvanlardan avlıyordu benim için. İnan, ayağa bile kalkamıyordum moruk.
O ise bütün gün başucumdan ayrılmıyordu, tıpkı sadık bir köpek gibi.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:233)
“<Jonathan> inleyerek ayağa kalktı, kapıya çaresiz bir bakış fırlattı... -hayır, bu kapıdan geçemezdi, o
allahın cezası kuş yok olmuş bile olsa, tuvalete kadar yetişemezdi artık-, lavaboya yanaştı, bornozunu açtı,
pijamasının pantolonunu indirdi, musluğu açtı ve lavaboya işedi.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:18-9)
“Kapıya doğru sakin sakin yürüdü, tam o sırada sağ ayağı yerde duran gaz lambasına çarptı. Allah’ın
cezası kadın, dedi, Çingene Manolo dişlerini sıkarak. Karısıydı, oda karanlık olduğunda kabuslar gördüğünü,
ölen yakınlarının rüyalarına girdiğini bahane ederek gaz lambasını brandasının yanında bırakmak istiyordu.”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:11)
“Tabaktan bir taze patates aldım, yumuşak ve lezzetliydi. ‘Hayret, hiç fark etmemiştim,’ dedim, patatesi
ısırırken. Bunun üzerine babam ayağa fırladı.
‘Allahın cezasısın sen!’ diye bağırırken, bana bir tokat atmak için kolunu kaldırdı. Ben daha çabuk
davrandım, sağ elimle onu durdurup sol elimle ona vurdum.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:55
Allahın emri, peygamberin kavliyle : Türk-İslam adetlerine göre, bir aileden kız istenirken, kızın baba
tarafına söylenilen dileğin başlayış sözcükleri ve aynı şekilde, nikah kıyılırken söylenen sözcükler
“-Peki sonra?...
-Deminden beri bir karış yeri dikinceye kadar parmağımı delik deşik etmiş olmama göre ben de yirmi,
yirmi iki yaşlarında bir erkek...
-Ee, sonra?
-Sonrası ne olacak, Allah’ın emriyle, Peygamber’in kavliyle seni kendime alırdım, olur biterdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:29)
“ ‘Sevgili Dostlar buraya sizin için geldik. Sizler bizim gözümüzün ışığısınız. Sizin yeriniz başımız,
gözünüz üstündedir.’ Melek Hatun Ağaefendi ortaya geldiler. Hoca o güzel sesiyle dualar okudu. Hoca
Efendinin sesi duyulmadık bir sestir. Böyle bir ses İstanbulda, Bağdatta yoktur. Hoca nikah ayetini bitirdi,
Ağaefendiye bedeli sordu. Sonra da Allahın emri Peygamberin kavliyle nikahınızı kıydım dedi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:235)
“ ‘Allah’ın emri, peygamberin kavli <rızası>…’ sözleri bile tekrarlandı. ‘Eh, çocuklar birbirlerini
beğenmişlerse, eh Allah da yazmışsa…’ gibi zorunluluklar yerine getirildikten sonra babam baklayı çıkardı
ağzından. Meğer asıl müjdeyi sona saklamış: Ayazpaşa’da oturduğum kiralık dairenin sahibiyle konuştuğunu ve
o daireyi bizim için satın alacağını söylemez mi!”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:105)
Allahın gazabı : Allahın belası, cezası; aksi şey, kötü
“Nasıl, rahat mısın? Buna ne kuşku. Orada hep tribünün ilk sırasında ve tam orta yerinde dururlar. Oysa
buradayken, o Allah’ın gazabı stadyum adamları seni bir türlü kalenin arkasında durdurmazlardı.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:41)
Allahın günü : Bk.: Her Allahın günü
Allahını (dinini) seversen : Allah Aşkına, Allaha inanırsan ‘bunu yapma’ bağlamında ricayla karışık
ültimatom
Bk.: Allasen
“Iraza da çıktı:
‘Ne oluyorsunuz?’ dedi.
‘Bak teyze!’ dedi Mustafa. ‘Şu hali bir de sen gör Allahı seversen!’
Irazca baktı, güldü: ‘Bizim gönlümüzü alıyorlar göya!’ dedi. ‘Biz anlamıyor muyuz sanıyorlar acaba?’
”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:242)
“Ebeveynlerin çocukları hakkında ağır, hoş karşılamayan tavrına örnek: ‘Yapma Allahını seversen!
Okul gösterisinde oynaman gereken sadece yedi satırlık bir rol. Diğer çocukların rolleri seninkinden daha uzun.
Gerçekten bir bebek gibi davranıyorsun.’ ”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:87)
“Yusuf:
‘Benden size kardaşçasına söz,’ dedi. ‘Her sineği...’
Hösük:
‘Allahını seversen sus, Yusuf,’ dedi. Yusuf bir daha ağzını açmadı.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”1, sa:9)
“Durmuş Ali kızdı:
‘Bana bak avrat,’ dedi, ‘Allahını dinini seversen karışma bu işlere.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:241)
“Bu kadar değil mi idi? Bu kadar idi de karı ile kocanın nasıl çirkin olduklarını, niteleyecek ve en evvel
karıyı ele alacak idik. Artık böyle yanlış inançlardan filanlardan vazgeç de Allahı seversen hikayemizle devam
edelim. İşte hikayemin arta kalanı: Ben devam ediyorum.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:162)
“HİZMETÇİ KIZ
---------------------
Kız Allahını seversen
Kurbanın olayım bırak
Ölüyorum senin için
Pazardır evde kimse yok
Fırsat bu fırsat güzelim”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1979>, “Otuz Beş Yaş”, sa:110)
Allahını seven tutmasın : Panik halinde kaçarken, kişinin, korkusunun derecesini belirtmek istercesine,
abartılı bir şekilde, herkesin yolundan çekilmesini isteyen dileği
“SMALL (Onlara ulaşınca, dehşet içersinde.) - Aman Allahım! Arkamdan geldiklerini duydum...
Karşıki odaya koştum... O zaman da Ezra’nın hayaletini hakim kılığında duvardan çıktığını gördüm... Allahını
seven tutmasın dedim. Tabanları kaldırdım!”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:241)
Allahın inayetine bırakmak : Allahın iyiliğine, takdirine bırakmak
“MEPHISTOPHELES -... (Yüksek sesle.) Tıp biliminin ruhunu kavramak kolaydır: büyük ve küçük
dünyaları (makro ve mikro-kosmos) iyice incelersiniz ve sonunda işi Allahın inayetine bırakırsınız. Her tarafta
ilmin peşinden koşmak boştur: herkes ancak öğrenebileceğini öğrenir. Bununla beraber, kim fırsattan istifade
ederse, asıl adam da işte odur.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:94)
Allahın izniyle : Tanrı izin verirse, inşallah
“Evet, evet, elindekini o atmadan atmayacaktı! Baştakilerin herhangi bir düzeni olmazdı. Allahın izniyle
ama, gene de ne olur ne olmaz, korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha akıl karıydı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6)
“ ‘Ben Maraz Ali’yi sana Çarşamba günü yollarım. Bak ne iyi... Sungurlu’nun pazarı... O gece Allahın
izniyle yola çıkar, Dedenin beş bin lirasını yağdan kıl çeker gibi alır cebine atarsın.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:126)
“Dadal Efendi ki, Allahın izniyle Çorumlu’dur ve de Çorum’un Çöplü mahallesinden Erkek Raziye’nin
Dadal Oğlan adıyla yedi vilayet toprağına, bir vakitler, ‘kopuk-ipsiz’likte ün salmıştır, halen Saray şoförü olup
ve de Saray şoförlerinin gayet gözdelerinden ve de ..... Allah’tan aşağı Cumhurreisimiz efendimizin gözbebeği
bir Dadal Şofördür.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:52)
Allah’ın kulu : İnsanoğlu; Felakete duçar olmuş kimse
“Bu yüzdendir ki hiçbir Allah’ın kulu belki bu kadar doğası gereği, anadan doğma psikolog değildi,
hiçbir kafa, ruhun metereolojisi için bu kadar duyarlı bir basınç-ölçer halinde yontulmamıştı..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:101)
Allahın ördeği : Birine şaşkınlık ve yavaşlığı için kibarca yapılan eleştiri
“Bayram, avlu kapısını açıp girdi. Anasıyle burun buruna geldi girer girmez.
‘Nerdesin hey Allahın ördeği?’ dedi Irazca. ‘Nerdeyse deli Haceli üstüne geliyordu. Çıldırdın mı sen
ulen?’ ”
(F. Bayburt, “Yılanların Öcü”, sa:128)
Allahın uzaylısı : Allah’ın şaşkını, kendini bilmezi, aptalı
“Bana neden bu kadar iyilik yapıyorsun? Beni doğru dürüst tanımıyorsun bile?
Sana iyilik yapmıyorum. Kuzenimle bir anlaşmamız var. Ona yeni müşteri götürünce, bana ilk gecenin
parasından yüzde on veriyor. Allah’ın uzaylısı, senin anlayacağın bu düpedüz ticaret. Sana verecek boş odası
varsa, kendini bana borçlu hissetmene hiç gerek yok.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:35)
Allah ıslah etsin : Hatalı ya da kusurlu birisini Allaha havale etmek
“Onun pek önemi yok ama, Şeyh Emin’le Nuri Hoca’ya rasgelirlerse iş kötüdür.’
Büyük hanım, suratını asıp somurttu ve dudaklarının arasından bir dua gibi şu sözler döküldü:
‘Büyük söyleme, kızım. Allah ıslah etsin, Allah ıslah etsin!..’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:54)
Allah için : Doğrusu ya, doğrusunu söylemek gerekirse
“... 19 değişik tarzda tavuk yapmıştı, kıçöımızın deliğinden tavuk çıkacaktı nerdeyse. Çocuğun tek
yapması gereken, hamburger, stek gibi diğer şeyleri kızartmaktı. Tavuk hazırdı. Ve allah için iyi bir hafta
sonuydu, cuma akşamı, cumartesi ve pazar.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:66)
“Dahası, belki babam bile -ki rahmetli epey savurgandı!- bir Sosyal Sigortalar Hastanesi yerine, bugün
beş reklam filmi çeviren ya da altı şarkı yazan herkes gibi, Amerikan Hastanesi’ne kaldırılıp daha bir ‘ailenin
şansına layık’ ölebilecekti. Evet, görenler, bilenler Allah için söylesinler: Nerede şu satış bedeli?”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:210)
“Bir zaman sonra, gördük ki yosma, İspanyol kılığında, elinde bir zilli tef, memlekete dönmüş!
Kendisine:
-Aman, dedik, saklan; herif seni öldürecek!..
Öldürmek ha!.. Allah için!.. Kuzu kuzu yine karı koca oldular. Karı tuttu, kendisine zilli tef çalmayı
bile öğretti.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:19)
“Meydana ulaştığımız vakit, bütün halkın grup grup aşırı derecede salavat getirdiklerini (Hz.
Peygamber’e dua okuma) ve feryatlar ettiklerini, bütün süvarilerin attan inip baş koyduklarını gördüm. O
derecede ki, ben ve müritler o azamet karşısında şaşakalmıştık. Ben babamın eteğini sıkıca tuttum ve ‘Allah için
söyle, sen nasıl bir kimse ve cansın. Sana ne diyeyim ve ne sıfatla çağırayım?’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:519)
“ ‘Geçen akşam kulüpte Cavit’le haylı konuştum,’ dedi. ‘Azizim, başımızda bu kadar ağır bir harbiye
bütçesi bulundukça, maliyemizi ıslak etmenin ihtimali yoktur, diyor. Hakkında ne söylenirse söylensin, Allah
için zeki çocuk...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:80)
“Ben, ‘Yahu bir dakika dur,’ dedim, ‘belimi incittim, yerimden kalkamıyorum!’
O, kapıyı büyük bir gürültüyle kapattı. Biraz sonra yerimden biraz kımıldamayı becerince zili çaldım ve
o ağır elli hemşire yine kapıda belirdi ve gürledi: ‘Allah için, şimdi ne isitiyorsun?’
-Kahvaltımı alabilir miyim, lütfen?”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:103)
“ ‘Bir varmış bir yokmuş! Evel zamanda.....vesaire.’ Bu giriş değil midir? Allah için böyle hiçbir masal
işittin mi ki bu giriş yapılmadan hikaye olunsun? İşitmedin a? Hah, şöyle yola gel.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:23)
“Bu muydu ona verilen emeklerin karşılığı? Bu muydu el bebek gül bebek büyütülmenin mükafatı?
Kime çekmişti bu kız? Tamam annesi şöyleydi böyleydi, ama Allah için bu taraklarda bezi yoktu. Efsun nasıl
yapmıştı bunu?”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69)
“THERESE, Bastien’in sağına otururken. - Hatırıma gelmişken söyleyeyim, Kanada’ya sizinle beraber
gitsem çok hoş bir şey olur: İki horoz için bir tavuk, hiç de fena değil doğrusu.
BASTIEN - Allah için ya, güzel bir tavuk!”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:48)
Allah (seni) inandırsın : Birisini, kendisine güvenmesi yolunda iknaya çalışma
“Ve içkisini yudumladıktan sonra:
‘... Jim, seni Allah inandırsın, bu dünyada şu köpekle benden daha fazla birbirinden nefret eden iki
yaratık olamaz. Adı Aşkotu. Ben bunu gezdirirken Marcella akşam yemeği için giyinir...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:48)
Allah işini rast getirdi : İyi br insanı Tanrının ödüllendirdiği inancını belirten bir deyim
“MARSDEN (Mekanik bir tepkide bulunur, yüzü acıdan karışır ve makine gibi düşünür.) - Allah
kahretsin şu eski dost... (Sonra gözünün ucuyla Nina’ya bakıp rahat bir gülümseme ile.) Allah işini rast getirdi,
eski dostu Charlie!... Sen ki artık arzu duymuyorsun... ve talih nihayet yüzüne güldü...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:284)
Allah iyiliğini(zi) versin : Birisine iyi niyet temennisi; ‘tabii öyle başka ne olabilirdi’ bağlamında
“RIDOLFO - Bana güveniniz var mı?
EUGENIO - Allah iyiliğinizi versin. Size olmayacak da kime olacak?
RIDOLFO - Ben de size güveniyorum. İşte size otuz zekkino. (Otuz zekkinoyu sayar.)”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:29)
“ ‘Bakkal ve çiftçi olabilecek kimse hiç gider de balıkçılığa mı katlanır? Allah iyiliğini versin şu
balıkçılığın! Aç dükkanı, ısmarla kahveyi, tellendir cıgarayı, tart fasulyayı, al parayı... Sen sağ ben selamet. Oh,
gel keyfim gel! Ne ayazı, ne uykusuzluğu, ne fırtınası ne de boğulması var...’ derlerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:27)
“... güler benim bir tanem diye ellerini uzatır havada bir şahin görüp yolunu değiştiren kuşlar gibi yağlı
olduğu aklına gelen elleri bileklerinden kıvrılır kollarını yanaklarıma değdirirdi sonra gene Allah iyiliğini versin
kız bula bula bu zamanı mı buldun saati sormak için der gene de için için sevinir...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:97)
“ELLIE - İyi ama yaşlı bay bana kendi eliyle çay yapacağını söylemişti.
GUINNESS DADI - Allah iyiliğinizi versin! Niçin gittiğini unutmuştur bile. Aklının terazisi bozuldu
artık.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:10)
“Wiesenbauer, küçük, zeki gözlerini kadından ayırmamıştı. Sözünü sürdürdü: ‘Şimdi burada ikimiz baş
başayken size şunu da söyleyeyim: Oğlunuz Andrees kızımın peşinden ayrılmıyor!’
‘Hay Allah iyiliğini versin komşu! Biliyorsun ki, çocuklarımız birlikte büyüdü.’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:19)
“ ‘Kendinden pek çok şey kattın ha! Allah iyiliğini versin, Basil, ben senin böylesine kibirli olduğunu
hiç bilmezdim. Senin şu kömür karası saçların, şu haşin çizgili, yağız yüzünle bu genç Adonis arasında hiçbir
benzerlik göremiyorum.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:10)
Allah izin verirse : Tanrının izniyle, ‘O’nun yardımıyla, ‘O’ isterse
“ ‘Kolay gelsin baba.’
‘Eyvallah beyim.’
‘Ne ekeceksin buraya?’
‘Allah izin verirse susam ekeceğiz.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:88)
Allah kahretsin : Tanrı cezasını versin anlamında bir ilenç
“DOKTOR - Burada hastalardan başka kimse yaşıyor mu?
ŞOFÖR - Şey, söyledim ya, kurtlar!
DOKTOR - Ya insanlar?
ŞOFÖR - Bu yakınlarda bir kaç ev var ama, içlerinde birileri var mı, bilmiyorum.
DOKTOR - Allah kahretsin! Cehennemin Dibi!
(H. Boytchev, “Albay Kuş”, sa:3)
“Ama her yer mum doluydu. Herkes eline bir mum alıp yakıyordu.
‘Allah kahretsin, sigorta atmış olmalı, sigortayı değiştirin,’ dedim.”
(Ch. Bukoswki, “Büyük Zen Düğünü”, sa:11-2)
“Ya birinin elinden parasını alır, ya da bir başkasına para armağan ederdi. Ya yaşlıydı, o zaman
bıktırırdı insanı, ya da gençti, o zaman da aptallığına dayanabilmek olanaksızdı. Birine yiyecek verdiğinde
kaşıkla verdiğini sapıyla çıkarırdı; para kazandığı zaman, erkeğe gidip bu kadın uğruna tarak çalmak düşerdi.
Allah kahretsin!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:408)
“Tokalarını aradı, tepesine doğru çekiştirerek her zamanki topuzunu yaptı. Şakaklarının kenarından
kırlaşmış perçemler düştü yanaklarına. Ucuz boyalar kapatamıyordu beyazları artık. ‘Allah kahretsin!’ dedi,
kime lanet ettiğini bilmeden.”
(P. Celal, “Melahat Hanım’ın Düzenli Yaşamı”, sa:70)
“İçerden hışırtılar, kanat çırpmalar, tavuk gıdaklamaları geliyor. Layev, Kozyavkin’in:
-Bu da nesi? dediğini işitiyor. Vera, bu tavuklar da nerden çıktı? Hay, Allah kahretsin, burada bir sürü
tavuk var!.. Bir de kuluçkaya yatmış hindi... Gagalıyor kahpe!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:107)
“-Bakın beyefendi, bu ne tavır böyle?
-Tuh Allah kahretsin, şimdi tavrın sırası mı? O sizin karınız mı yahu?
-Yooo, yani, şey.. ben evli değilim ki...”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:22)
“... böylece bana kafama vura vura Hafleri öğretti sonra samimi olunca ne güzel ne gürbüz çocuksun
demeye başladı ne güzel Aslan gibi başın var göster bakim kolların kuvvetlimi gösünü göster bakim bacaklarının
başladı yeri bi elliyimki salıklımısın görim bunun üzerine ne yapmak istedini anladım ve taşşaklarına yani
Testislerine dizlerimle bi vurdum allah kahretsin diyerek iki kat oldu...”
(U. Eco, “Baudolino)
“1. POLİS - Komiser Bey, Doktor Bellati ile bir randevunuz vardı, hatırlatırım. Beş dakika da
geciktiniz zaten.
KOMİSER - Neden, saat kaç oldu? (Saate bakar) Allah kahretsin... Bu adam insanda akıl mı
bıraktı... Hadi gidelim, çabuk ol...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:15)
“ANTONIO - Allah kahretsin, avukat! Motor patladığında şakaklarının çevresindeki o alevin ne
olduğunu şimdi anladım. Vrumm! Favorileri alev almıştı!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:19)
“MARTA - Ver bakalım... evet... silahlanmışlar, kollar sıvanmış... insanları kendilerine katılmaya
çağırıyorlar.
EGERTON - Allah kahretsin... onları bu kadar erken beklemiyorduk! İzin verin bakayım.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:49)
“Bir gün babam bana, bunu böyle sürgit devam edemeyeceğini söyledi. - Niçin mi? Çünkü, allah
kahretsin, onun oğluydum. Ondan sonra çıkacağım tahta yaraşır hale gelmeliydim... Oysa ben, sere serpe taze
çimenlerin üzerine uzanmış, ya da kızgın güneş altında yanan bir arenanın taşları üstünde kendimi ne kadar
mutlu hissediyordum.”
(A. Gide, “Thésée”, sa:6)
“EUGENIO - Nereye gitti?
ÇIRAK - Bilmiyorum, sinyor.
EUGENIO - Hay Allah kahretsin! Hangi cehenneme gitti acaba? (Oyun salonunun kapısına doğru.)
Sinyor Kont, beni bekleyiniz, şimdi dönerim. (Gitmek için bir hareket yapar.) Bakalım şu Ridolfo şeytanını
bulabilecek miyim?”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:58-9)
“Palan hala kayıyordu..... Bütün gücüyle abandı. Bu sefer de sola yattı palan. Kaymakam:
‘Allah kahretsin bunu icat edeni...’ diye söylendi. ‘Eyer değil, yatak mübarek...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:190)
“... fakat şimdi yolun üst yanından daha çok silah sesi duyuldu, arkasından da el bombaları patlamaları.
Daha sonra da birçok el bombası.
‘Değirmene doğru gidiyorlar.’
Patlayıcıların böyle bloklar halinde olması iyi, diye düşündü. Fünyeler yerine Allah kahretsin, daha
temiz. Bir çuval dolusu pelte daha çabuk olurdu gerçi. İki torba. Hayır, tek torba bile yeterdi, Şimdi, fünyeler
olsaydı. İt oğlu it.”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor’, sa:487)
“ ‘Allah kahretsin benim balıkları,’ dedi çocuk, yine ağlamaya başladı.
‘İçecek bir şey ister misin?’ diye sordu patron.
‘İstemem,’ dedi çocuk..... Birazdan dönerim.’
‘Üzüldüğümü söyle.’
‘Sağol,’ dedi çocuk.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:99)
“Franz, Franz! Neredesiniz? Hay Allah kahretsin, yerinden kımıldasana! Kapının önünde donacağız!
Kar insanın yüzünde derisini yüzüyor! Hay Allah kahretsin, kımıldasana!”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:22)
“İkindiye doğru Bozlara girdik. Ne bende bir hal kaldı, ne de yol arkadaşım Mustukta... Kayalar
ayaklarımız, ellerimizi yedi. Yol diye kayalıkları tırmandık. Allah kahretsin böyle yolu.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:40)
“ADAM -... Derken kemeri yırtıldı.... Kemer, dizlik, ben yuvarlandık. Hani şu tekenin burnunu
gösterdiği köşeye.
LICHT, güler - Güzel, güzel.
ADAM - Allah kahretsin!”
(H. von Kleist, “Kırık Yeti”, sa:6)
“ ‘Geçenlerde gece ikide çıkan rüzgar bizi çok salladı,’ diyordu; ‘Bu gece de çıkabilir; onun için bence
şöyle başlayalım.’ Bunun üzerine Profesör’ün ağzı şaşkınlıktan açık kalıyordu; gerçi kızın söyledikleri doğru
değildi ama bu kadar cesur olması da ilginç bir durumdu doğrusu. Allah kahretsin diye düşünüyordu gülerek.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:280)
“Zamanla benim sırtım soğudu, ön tarafım ısındı. Yine yer değiştirdim, arkasına geçtim.Sonra yine
önüne. Bu arada örtünün altı, oldukça katlanabilir bir sıcaklığa ulaşmıştı.
Bir ara uyumuşum. Birden açılan kapının sesiyle uyandım. Akşam karanlığı çökmeye başlamıştı.
Süleyman, herhalde arabanın tamir edildiğini söylemek için odaya daldı, bizi o halde <çırılçıplak biribirine sarılı
vücutlar> görünce şaşaladı, sandalyenin üstüne atılmış giysilerimize baktı, sonra
‘Tüüü, Allah kahretsin!’ diye haykırdı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:121)
“ ‘Kimya sınavının sorularının çalındığını anlamışlar. Camlardan biri kırılmış. Dün albay geldi.
Yemekhanenin ortasında subayları azarladı. Yanlarına yaklaşılmıyor. Cuma günü nöbetçi olanlar da…’
‘Ee,’ dedi Alberto, ‘ne olacakmış?’
‘Kimin çaldığı ortaya çıkıncaya kadar hepimiz cezalıyız.’
‘Allah kahretsin!’ dedi Alberto. ‘Pislik herif’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:124-5)
“ ‘Bu nedir? Bu... nedir?..’
‘Allah kahretsin, bütün sorun bu, çok sevgili küçükhanım!’
Beyaz lake boyalı, düz çizgili ve yaldızlı bir aslan başıyla bezenmiş açık sarı döşemeli kanapede,
kayınvalidesinin yanında oturan Bayan Konsül Buddenbrook, yanı başında koltuğuna oturmuş olan eşine şöyle
bir baktı ve büyükbabanın pencerenin önünde, kucağına oturttuğu küçük kızının yardımına koştu.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:9)
“Gitarın yukarısında raptiyeyle tutturulmuş bir yazı vardı: ‘SİYASET KONUŞMAK YASAKTIR.’
Dışarıda, albay gövdesini gereksiz bir fazlalıkmış gibi hissediyordu. Ayaklarını taburenin çubuğuna dayadı.
‘Allah kahretsin albay.’
Albay irkilmişti. ‘Sövmeye gerek yok,’ dedi.”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:41)
“... ekşi bir suratla, ‘doksan yaşında hayatın nasıl olduğunu birinci elden öğrenmek okuyucuların
hoşuna gider.’ Sekreterlerden biri lafa karıştı: ‘Belki de hoş bir sırrı vardır,’ dedi, sonra da hınzır bakışlarla baktı
bana:’ Yoksa yok mu?’ Yakıcı bir esinti kavurdu yüzümü. Allah kahretsin, diye düşündüm, utangaçlık nasıl da
insanı ele verir.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:46-7)
“Kısa bir sessizlik, başını öne eğer...
Allah kahretsin, en sonunda,
Kalktım, buraya geldim.”
(M. Mungan, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:54)
“SEKRETER - Yo, hayır, başınıza iş açmaya değmez. Ahmakın teki.....(Sersem sersem duran YANK’a
aşağılayıcı bir yüzle bakar.) Allah kahretsin, laf anlatılmaz ki sana. Allahın ayısı.
YANK (İşittiği laf üzerine vahşi bir tavırla boşuna çırpınır.) - Ne dedin ne? Seni gidi düdük seni!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:63-4)
“ ‘Burada yiyecek birşey bulamazsınıız. Hayır, burada bulamazsınız,’ dedi.
‘Hay allah kahretsin! Yani bu koca yerde tek bir bar yok mu diyorsunuz? Ta Farnham Common’dan
yürüdük buraya kadar.’
Şişko burnunu çekti, düşünür gibi yaptı, gözleri hala oltasının şamandırasındaydı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:150)
“Sırtüstü uzandı, ellerini ensesini ensesinin altında kenetledi, gözlerini kapadı. Mathieu suya kuru bir
dal sokmuş, sallıyordu. Bir an sonra Pinette gözlerini açtı:
- Allah kahretsin!”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:91)
“LEAR - Allah kahretsin sizleri, kaatiller hainler sizi! Onu kurtarabilirdim ben; ama şimdi ebediyyen
kaybettim. Cordelia, Cordelia dur biraz..... Ne? bir şey mi dedin? Ne tatlı bir sesi vardı, okşayıcı, yumuşak, hafif
bir ses... kadında fevkalade bir şey... Seni asan o köleye geberttim ben!”
(W. Shakepeare, “Kral Lear”, sa:156)
“-Şu otobüs şoförü olacak piç herif ne söylediğinin farkında olsaydı, pekala otobüsle çiftliğe kadar
gitmiştik, dedi. Bir de ‘buradan birkaç adımlık yol, buradan birkaç adımlık yol,’ diye tutturdu. Halbuki Allah
kahretsin, neredeyse dört mil vardı. Evet, dört mil!”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:11)
“Çok geçmeden Kızılsaç da tırmanıp Chicao’nun <Çiko> yanına oturdu, yeni bir mısır yaprağı sigarası
yaktı..
‘Allah kahretsin! Çoktan içerde olabilirdik. Şimdi işin yoksa sabaha kadar bekle dur.’
‘Ne fark eder, ha bugün, ha yarın!’
‘Elbette, sana göre hava hoş, Joaninha nasıl olsa bekliyor seni. Ya ben? Bende şans nanay.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:10)
“... hiçbir ülke, hiçbir vatan, hiçbir din onu rahatsız etmez. Allah kahretsin, çekinecek, kollayacak kimi
var ki? Kendisini kollamasına ise hiç gerek yok.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:107)
Allah kazadan beladan korusun, saklasın : Genellikle dilencilerin dilenme logosu
“Ramazanlarda hemen her cami önünde ve sokak başlarında, nereden geldiği bilinmeyen pırıl pırtık
elbiseler içinde adeta kaybolmuş, doğal ya da yapay yöntemlerle sakatlanmış el ve ayaklarını teşhir eden,
yağmur olsun kar olsun tüm gün, önünde mendil, başını bile kaldırmadan, ‘Kırk para.. Allah rızası için, Allah
kazadan beladan saklasın. Başınızın gözünüzün sadakası olsun’u tekrarlayan bu karakterlere kalpten inanmalı
mıydık, yoksa inanmamalı mıydık?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:141)
Allah kem nazardan saklasın : Allah kötü bakışlardan, niyetlerden korusun
“Herifi alıp götürmüşlerdi işte! Yuuuh, yuhtu ervahlarına be! Meydanları doldurup, adama alkış tutan,
gırtlakları parçalanırcasına, ‘Yaşaa!’, ‘Var ool!’, ‘Allah kem nazardan saklasın!’ diyenler miydi bunlar?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:279)
Allah kerim : Allah yardım eder, O’na sığındık
“Allah kerim
Allah kerim
Ama
Kerimin kuyusu pek derin.”
(Anonim)
“Böylece, kendini dış konulara kaptırmakla sebep olduğu ‘felaket’i düşünmemeye, pişmanlıkla
hırpalanmamaya karar verdi. Verilen işle ilgilenecekti; sonrasına Allah kerim!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:60)
“Ne yapalım, oldu olacak, kırıldı nacak <odun yarmakta kullanılan, kısa saplı, geniş ağızlı, arkası
tokmak odun baltası>, hele şu büyük düğünü de seyredelimki, ötesine Allah kerim! Ya birden kalkar, Topçular’a
göçer; yine Nazlı’mızla, tirşe gözlümüzle kah ninniler, kah türküler söyler; kah Karmen’ler, kah Travyata’lar
çalar; yahut da yine Reha Beye uyup bu yazı Kağıthane’lerde, Göksu’larda, Çırpıcı’larda heyheyler, hoyhoylarla
geçiririz.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:196)
“Sabah oldu. Sabaha kadar gözlerini yummamıştı. Kalktılar. Hacı:
‘Bekleyelim mi Kamil Ağanın haberini?’ diye sordu.
Çakırcalı, gözleri kan çanağına dönmüş:
‘Hele bir köye gidelim de, sonrası Allah kerim.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:28)
“İnsanları gördüm, yeni meslektaşlar edindim. Birkaç ay çok sıkı çalıştım ve kendimi bir geleceğim
olduğuna kandırdım. Havadaki o kuşku gölgesi, herkesi saran o ateş, tehdit, yakındaki savaş, günleri daha canlı,
riskleri daha anlamsız kılıyordu. Hiçbir şey olduğu yoktu ve her şeyin tadı vardı. Yarına Allah kerimdi.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:19)
“Sipahi Mahmud tekrar sordu:
-Erzak bitince ne yapacağız?
-Allah kerim...
- Ama, kışın güç olur, beyim.
-Allah kerim.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:64)
“-... Ben şimdicik buna yirmi lira vereyim. Murat Bey oğlumuz, hacetinin yirmi liralığını görsün!
Gerisine Allah Kerim!..”
-Yirmi lira hacet görmüyor ki, Halim Efendi... Bize bir iyilik edecekseniz, en az otuz beş lirayı gözden
çıkarmalısınız!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:234)
Allah kolaylık versin : Güç bir işle uğraşırken, bir dosttan gelen Tanrı’dan yardım dileği
“KOMİSER - Üç dört saat evvel meydana çıkaramamak üç dört saat sonra bulamayacağım anlamına
gelmez. Ben hala o işle uğraşıyorum.
A. BULUR - Allah kolaylık versin, her halde benden uzak olun da...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:129)
Allah korkusu işin içine girince : Her şey çok ciddi olur, Şura bile şikayetinizi ciddiyetle kaale alır
“EVANS -... Allah korkusu işin içine girdi mi, o zaman dinler Şura Ya. Yoksa kargaşalık çıkmış, oralı
olmaz... Ya... Hele bir iyi düşünüp taşının.
SHALLAW - Ah, ah! Allah canımı alsın ki kılıç temizlerdi bunu, genç olsydım eğer.
EVANS - Kılıç yerine, arkadaşlarınız hakkından gelsin, daha iyi. Ha sonra, kafamda tasarladığım şey
var, belki hayırlıdır. Anne Page var, bay George Page’in kızı... çiçeği burnunda taze... çitlenbik gibi..”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:10)
Allah korusun : Tanrı kötü durumlardan korusun
“BRIGHELLA - Hele şimdi siz içeri girin de kendisine bir görünün. Böyle kibarca şeyler kimden
geliyor, onları kim düşünmüş, kendisine bir belli etmeye çalışın.
FLORINDO - Aman Allah korusun, Brighella! Sen ne diyorsun? İşi çakmasın diye ben şuradan
dolaşıp arka kapıdan gireceğim, sen de gel.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:11)
“... Bazen de Sheboygan veya Terre Haute’un en yabanıl yöresinde, kendine Smith ya da sık sık
duyulan başka bir soyadı takmış dolaşırken buluveririz onu... Geçmişini kesnlikle hatırlayamamakta, özellikle
bakkala olan borcunu, Allah korusun, ağzına bile almamaktadır.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:20)
“İhtiyar kadın paranın üstünü eksik veriyor. Gülümseyerek uyarıyorum. Kadın pek ürküyor ve: ‘Allah
korusun,’ diyor. Düşünüyorum ki, Allah’a güveniyorsan işin emniyettedir. Ufaklığı bulunmadığı için kadın
karşıki kasaba para bozdurmaya gidiyor. Ben ihtiyarla kalıyorum ve bir sigara yakıyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109)
“BRAND - Sadede gelelim.
B.M. - Her ne ise. Onun yaşında… Allah korusun. Bu ergeç hepimizin başına gelecek, çare yok.”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:93)
“ ‘... Dağınıklaştın. Şirketle de ilgilenmiyorsun. Şunu unutma ki bir gün benim başıma bir şey gelirse
şirketi idare eden yalnız Osman olmayacak...’
‘Allah korusun!’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:202)
“Yemeklerini övdü, ara sıra gönül alıcı şeyler söyledi, ertesi sabah da -isim günüydü- üzerine adını baş
harfleri ve şekerlemeden bir arma oturtulmuş, ustaca hazırlanmış bir pastayı karşısında bulunca, keyifle güldü:
‘Beni şımartıyorsun, Cenzi!’ dedi, ‘Allah korusun karım geri dönerse ne yaparım ben?’ ”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:162)
Allah kurtarsın : İnşallah Allah yardım eder de kurtulur bağlamında; Hapishanede elebaşıların yeni gelen
mahkumlardan aldıkları haraç
“Kollarını havaya kaldırdı. Kapı gardiyanı daha önce şöyle bir aradığı Kemal Ağa gibi onu da yoklayıp:
-Suçunuz ne? Dedi.
Müfettişler müfettişi kısa kesti:
-İftira!
-Eh, Allah kurtarsın!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:57)
“ Bu seferki cinayet... Cinayet sayılmaz ya... İşte böyle... Bizimkine boşver! Allah İhsan ağabeyimi
kurtarsın...
-Birisini mi vurdunuz?
-Yok canım... Keşke vursaydık...Aynasızları sen bilir misin beyim, polis milletini...İmansızdır topu...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:109)
“-Uzatma! Ne kadar bu böylece?
-Bilmem! Yenilerden ‘Allah kurtarsın’ kırk... Üstü de mano... Millet bayram harçlığını tekmil mindere
yatırdı. Allah kurtarsın’dan beş lira gelesiyemiz var.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:111)
Allah kuru iftiradan saklasın : Allah beni, bana karşı yapılan bu aslı astarı olmayan iftiradan korusun
“Sürün İsmail sürün. Ondan beraat ettim. Bir başka iftira. Bu sefer de oğlunu öldürüp yakmışım. Altı
yaşındaki oğlunu... Gene mahkemede aldık soluğu. Anan yahşi baban yahşi, çocuk yok ortalıkta. Allah kuru
iftiradan saklasın. Bir ay, iki ay... Canımdam bıktım. Çocuğu uzak köydeki ninesinin evine götürüp koymuş.
Orada bulduk da yakayı kurtardık.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:30)
Allah layığını versin : Hay Allah senin iyiliğini versin; Allah bildiği gibi yapsın
“Tabii boş durmak kabil değil. Paşa birkaç gündür İstanbul’a geldikçe, işlere agah olmağa
<haberli,uyanık> başladı. Hay Allah layığını versin. Meğer o köyde, Takunyalı Fitnat’lar, Belalı Ayşe’lerle
uğraşırken, açıkgöz tekaütler <emekliler> rahat karın yolunu bulmuşlar da onun haberi yok!”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cil:II, sa:157)
“-... Avukatlar neye güvendiğini görmek için gözlüklerini tutarak eğildiler. Sonra ellerini dizlerine
vurarak bir zaman güldüler: ‘Hay Allah layığını versin Celadet Bey...’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:195)
“-Kaçmalarına sen sebep oldun! Niçin yerinden inip aralarına girersin?
-Ne bileyim ben? Onlar birbirlerine girince, kavga etmesinler diye ayırmak istedim.
-Hay Allah layığını versin! Ne budala adammışsın sen!.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:491)
Allahlık : Zavallı, Allahın yardımına muhtaç; Eski, işe yaramaz
“Bayram, ahırda aptes bozmaya oturdu. Koca yazın ağırlğını düşünüyordu. Nasıl erip yeteceklerdi?
Nasıl biçip yeteceklerdi? ..... Okumayı yazmayı sökmüş, hesabı kuvvetli bir çocuğun babası olmayı çok
istiyordu. İstiyordu ama nasıl? ‘Okuma dediğin şeherliye vergi. Kömeli köylerin çocuklarına vergi. Bizim
Garadaş bir avuç. Çürük çarık seksen ev. Sahapsız köy anasını satayım! Muhtarı gözel kuzu çalmak bilir. İkinci
gurul üyesi de allahlık. Garıya tecavuz edip çocuk düşürtmenin erbabıdır.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49)
“Değirmenci, tam o sırada ev halkı ve işçileriyle birlikte akşam yemeği yiyordu, ama aralarında Kilian
görünmüyordu. Kunduracıya, onun üç ay önce oradan ayrılıp başka bir yere göç ettiğini söylediler. Zavallı
delikanlı allahlık pabucu ve çizmesiyle, oracıkta donakaldı. Şimdi artık ne yapacağını hiç bilmiyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:124)
“ELMA <1956>
Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun
Elma da elma ha allahlık
Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı
Kuşlar uçuyor üstünde
Gökyüzü var üstünde”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:33)
“Ne diyorduk? Ha, evet! Lejnev’den söz ediyorduk. Onunla bir toprak ayırma işimiz var. Birkaç kez
buraya çağırdım; bugün bile kendisini bekliyorum, ama o, Allahlık adamın biri, gelmiyor. Garip bir adam!”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:72)
Allah lillah aşkına : Yok yahu Allah var yahu; Şaşılacak şey, bu nasıl olur bağlamında
“Aslına bakarsan hemşerim, ordusuz paşa napar! Gövdesi kadar yer yakar. Yahu elvermedi mi bu
paşalar belası bu Osmanlı ülkesine... Batmayanı da batırmadan basılmayacak mı, Allah lillah aşkına, bu paşa
lafı?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:19)
“-... Saraydan haber aldınız!
-Evet. Enişte saraya gitmiş...
-Siz inandınız mı? Allah lillah aşkına... Sizin yüreğiniz ne diyor? Ne zaman verirler verirlerse?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:244)
“...‘Sen olmasan da biz başımızın çaresine bakacağız!’ demekte değil mi, Yunus Nadi? Yahu bu Yunus
bu kadar yiğit alamayacaktı... Gözüne görünen nedir? Senin aklın ne kesmekte Farmason? Yazdı mı, yazdırıldı
mı?
-Yazsa da yaman... Hele yazdırılsa daha yaman...
-Nolacak? Nolacak Allah lillah aşkına. Benim aklım karıştı Farmason, nolacak, demekteyim! Akıl
gelsin!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:103)
Allah mu(ü)stahak(k)ını versin : Tanrı layık olduğunu (iyilik ya da kötülük, neye layıksan) versin
“KOMİSER - Haydi haydi bu ağızları bırakın. İçinizden bir tek kişi milyonerin has kardeşi... Ötekiler
sahtekar... Bu, gün gibi aşikar... Ne diye beni sıkacak, üzeceksiniz?..... Yalan söyleyenler yerinde otursunlar,
doğrucular ayağa kalksın!
(Ayşe’den başka hepsi ayağa kalkarlar.)
KOMİSER - Hay Allah topunuzun müstehakını versin. Düzenbazlar... Kötek düşmanları...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:31-2)
“LOMOF - Kıvılcımlar... Sus... Neredeyim ben?
ÇUBUKOF - Haydi hemen evleniverin... Allah müstahakınızı versin! Nataşa razı! (Lomof’la kızının
elini birleştirir.) Ne derler ona, o, razı... Ne derler ona, haydi hayırlı olsun.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:36)
“Elinde çubuğuyla kaptan köprüsünden sarkarak ahaliye bir şeyler anlatmak istiyor, fakat gürültü içinde
kısık sesini işittirmeyi başaramıyordu. Yüzünde telaştan çok hiddet vardı. Nihayet, ‘Allah müstahakınızı versin,’
demek ister gibi yaparak geri çekildi.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:32)
“GREGERS - Haydi canım, şimdi sözcük seçmekte güçlük çıkarmayalım. Bunu hiç olmazsa şurada,
ikimizin arasında yapmayalım. (Kısaca gülerek) Hay Allah mustahakını versin… Demek şehre kadar gelip
bunun için boy göstermişim?”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:35)
“Kamil Bey gözünü kırpmadan bir yalan daha uydurdu:
-Meselenin iç yüzünü öğrendikten sonra düşündüm, herhalde, bu kağıtlar kopyalardan biri olmalı.
Öteki kopyalar, belki daha güvenilir adamlarla yollanmış, gideceği yeri çoktan bulmuştur.
-Haa... Ne dediniz? Öyle ya... Hay Allah müstahakını versin! Sahi! Yarın bu ciheti ayrıca Paşa
hazretlerine arzederim.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:241)
“-İzinli mi? Allah müstahaklarını versin! Nolacak şimdi?..
Son sözü, patron, ‘Gel beraber’ diye ardına takıp yukarı çıkardığı kahveciye söylemişti. Murat, patron
içeri girince ayağa kalkmış olmamak için, her zaman yaptığı gibi, asılı ceketinde bir şey arıyordu.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:23)
“-Bir peksimet versene ülen!
-Dün tütün verdim ya sana, birader. Al, Allah müstahakkını versin.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:277)
Allah mübarek etsin : Çoğu kez tebrik, bazan da kinaye olarak yaşanılan bir mutluluk için kullanılan bir
istenç
“... Hacer ona Necib’i sormuştu, ‘Hala orada mı?’ demiş, aldığı yanıta, ‘Maşallah, Allah mübarek etsin.
İnsanın Süreyya gibi vurdum duymaz bir beyi olduktan sonra...’ demişti.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:171)
Allah nazardan korusun, saklasın : Tanrı, başkalarının kem gözünden, kıskançlığından, nazar
değdirmelerinden korusun
“Onun tüm askerliği, bir işgörmeden gevezelik etmektir. Yine de, efendim, o seçildi. Yararlılığımı
Rodos’ta, Kıbrıs’ta, diğer Hıristiyan ve barbar topraklarında kumandana gösterdiğim halde, ben hasıraltı edildim.
Bir kayıt sekreterinin gerisinde kalmaya mahkum edildim. Bu matematikçi, vakti gelince onun asistanı oluyor,
bense, Allah nazardan korusun, Mağripli efendimizin çavuşu kalıyorum.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:4)
Allah ne verdiyse : Kaşığında ne çıkarsa, karınca kararınca ne bulursan
“Herif çalıştığımız koğuşun mutfak malzemesi satan deposuna gelir; eli nereye eriştiyse, Allah ne
verdiyse: mısır gevreği, kremalı bisküiler ve daha neler neler alır giderdi. Eğer gelip de onu zamanında
yakaladıysanız, o patavatsızca şöyle derdi, “Allahın belası, ne isitiyorsun? Ümit ederim ki bunlar için benden bir
şey istemeyeceksin, çünkü zaten bir şey alamazsın.’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:118)
“HIRSIZ - Ben haddimi bilirim Kaptan..... Dalıyorum eve, birkaç kaşık, bir iki parça elmas, Allah ne
verdiyse, indiriyorum cebime. Sonra biraz şamata ediyorum. Enselendim mi tamam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94)
Allah ömürler versin : Bir dilencinin şükran duası; Bir kaybı olan ailede geri kalanlar için söylenen niyaz
“Peregrini’nin yanakları çökmüş, şakaklarındaki kırlar biraz daha çoğalmıştı. Fakat gözleri kor gibi
sıcak ve belki o gözlerin anlamından dolayı gençleşmiş görünüyordu. Rakım’a, eski verdiği önemi vermedi.
Belki onu İstanbul’dan ayıran aile kederinden dolayı başsağlığı dilemediği için:
-Allah sana çok ömürler versin, kusura bakma, başın sağ olsun, demeyi unuttum. Bir senedir
meydanda yoksun. Ne alemdesin?”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:305)
Allah özenmiş bezenmiş -de öyle güzel yaratmış- : Tanrı çok büyük bir itina ve titizlik göstermiş
“Telli Nigar hanımın da vasfı dillere sığmaz ki anlatasın. Allah özenmiş bezenmiş de bir yaratmış, bir
yaratmış da pir yaratmış..”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:63)
Allah rahatlık versin : Gece uykuya yatarken söylenilen iyi niyet temennisi bir dilek
“Arabaya birbirine sıkışarak yerleştiler. Hamal da eşyaları arabacının yanına birer birer koymuş;
arabnın içine ve genç kadının bir erkek çocuk yüzü taşıyan kafasına dönmüş:
-Uğurlar olsun, demişti. Allah rahatlık versin!”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Meserret Oteli”, sa:23)
“-... Ne çare ki, ben bir iki güne kadar Kuşadası’na gidiyorum. Birkaç ay sonra nişanlım oraya gelecek,
evleneceğiz, dedim. Sonra şaşkın şaşkın bakan ihtiyar kadına:
-Allah rahatlık versin, kalfacığım, ben erken yatacağım, deyip odama çekildim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:336-7)
“ ‘Hadi hadi al götür bunu uyusun! Yanında otur biraz, lambayı söndürme, çünkü bunu da kendilerine
benzetmişler: Karanlıktan korkar. Korkar mısın oğlum? Sana diyorum, dilini mi yuttun?’ ” Beyaz dilini çıkardı.
‘Dil? Dilini mi yuttun oğlum? Korktu mu bir kere, konuşmaz! Haydi Allah rahatlık versin.’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:77)
“S. ANTHIPHOLUS - Nedir tarif etmek istediğin, Allah aşkına? Zabıta memuru mu?
S. DROMIO - Ta kendisi, efendim. Anlaşmalara bakan zaptiye çavuşu.. Senetlerini ödemeyenleri
sigaya çeken, herkesi daima uykuya çekilecek sanıp Allah rahatlık versin diyen zat..”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:68)
“Mme CORDIER, bir sürü anahtarı tezgahın arkasında bir çiviye asarken. - Ben yukarı çıkıyorum
artık. Sen lambaları söndürmeyi unutma, olmaz mı?
THERESE - Unutmam, madam. Ben de zaten işimi bitirdim demektir.
BASTIEN - Ben de bir dakika kalmaz çıkarım..
Mme CORDIER - Allah rahatlık versin, o halde!”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:44)
Allah rahmet etsin, eylesin : Ölüleri hayırla anmaya dair söylenen sözcük; toprağı-yağmuru bol olsun
(Rahmet=Yağmur)
“... siz kadınlar derken susmayacaktım ya, budalalık ettim, bütün ömrümce ettiğim gibi zaten, bu denli
budala olmasaydım, ne babasına varırdım, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın adamcağız, işte beni o sevdi,
ona da varmadım, varamadım, o hain kaza aldı onu elimden...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:75)
“Tatar Ali tekmil köylüleri, köyün balıkçılarını başına topluyor, gelin arkadaşlar, diyor. Köylüler,
balıkçılar köyün kahvesine biltekmil geliyorlar.
‘Fehmi burada ne kadar kaldı?’
‘İyi çocuktu. Allah rahmet eylesin gelir giderdi.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:282)
“ ‘Belkim duymuşumdur Kör Agoptan. Onun için arkadaşları vardır.’
‘İşte o Kör Agobun arkadaşı, şimdi öldü o, yani eskiden öldü.’
‘Allah rahmet eylesin.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:161)
“MARTHE - Ya sonra altmış altıdaki yangında... O sırada testi kocamın malıydı. Allah rahmet etsin.
ADAM - Allah kahretsin! Kadın! Hala bitiremediniz mi?”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:36)
“ ‘Allah rahmet eylesin.’
‘Allah rahmet eylesin, tamam! Ama bu akşam onu dinliyormuş gibi oldum. Tania eskiden ince,
ağırbaşlı, ölçülü bir kadındı. Böyle kabalıklar yapmak kocasının adetiydi.’
‘Otuz yol birlikte yaşayınca, bütün huyunu suyunu Tania’ya bulaştırma zamanı buldu.’ ”
(A. Maalouf, “Batı’dan Uzakta”, sa:338)
“Çocuk:
-Nasıl tanımam, dedi, Bana ağaçtan düdük yapmasını öğretmişti. Kimi zaman meyhaneden çıktığında
(Allah rahmet eylesin) bütün çocuklar peşine takılır, ‘Dede! Dede! Bize ceviz ver!’ diye bağırırdık. O da
hepimize ceviz dağıtırdı.”
(A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:146)
“-Bilmez miyim? Bizim Rıdvan Bey... Geçenlerde öldü... diye duydumdu... Doğru mu?
-Evet!
-Vah vah... Allah rahmet etsin!.. İyi adamdı. Yiğitliğine yiğitti, verimkarlığına verimkar...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:162)
Allah razı olmaz : Bir kimseyi yanlış yapabileceği şeyden vazgeçtirtmek için suçlu hissettirme
“Fakat bununla kalmadım. Bütün manasıyla ayağımın altına alıp tekmelemeye başladım. Kadınlar
bağırışıyor, çocuklar ağlıyor ve erkekler homurdanıyorlardı. Ve imamın sesi:
- Günah, günah, Allah razı olmaz.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, sa:166)
Allah (sizden)(bin kere) razı olsun : Allah seni takdir etsin, O bilsin, sonsuz teşekkürler
“-Tevfik’in başına gelenleri duydun mu? Allah razı olsun, oğlan, kimseyi ele vermedi. O adamlar kimse
haber vermeli, dikkat etmeli, kendilerini sakın ele vermesinler...”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:206)
“ARKADİNA - Hoşça kalın dostlarım... Kısmet olursa gelecek yaza yine görüşürüz. (Hizmetçi kız,
Yakov ve aşçıbaşı elini öperler.) Gönülden çıkarmayın beni. (Aşçıbaşına para verir.) Bir ruble, üçünüz için.
AŞÇIBAŞI - Allah razı olsun hanımefendi. Yolunuz açık olsun. Minnettarız size.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:75)
“Ve, çık emri verilinceye kadar beklemek zorunda bulunduğunun hiç farkında olmadan şunları söyledi:
‘Sayın bayanı daha fazla tedirgin etmek istemem. Allah sizden bin kere razı olsun, derim, öldüğünüz
zaman sizin için dua edeceğim.’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:233-4)
“RIDOLFO - Nasıl isterseniz öyle düşünün; sizin korumanıza gereksinim yok.
D. MARZIO - Evet, artık seni korumayacağım; dükkanına da ayak basmayacağım.
RIDOLFO, kendi kendine. - Hay Allah razı olsun.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:113)
“Çelkaş bunu söyleyerek Gavrila’ya bir şişe uzattı.
Gavrila şişeyi aldı:
-Allah razı olsun deyip kafasına dikti. Lıkır lıkır içmeye başladı.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:75)
“Şimdi sınıf daha sakin. Çocuklar, yavaş yavaş söz anlamaya başlıyorlar. Hatta, onlar ne kadar
bağırırlarsa, dersin o kadar kuvvetle zihinlerine yerleşeceğine inanan Hatice Hanım bile memnun. İkide birde:
‘Hay Allah razı olsun kızım, kafacığım dinlendi’ diyor.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:187)
“-... Teki yıllarca önce kaybolmuştu. Bir tekini geçenlerde Viyana’da bir eskicide buldum, aldım. Şimdi
sizinkini de almak istiyorum. Kaç para istersiniz?
-Hay Allah senden razı olsun, profesörcüğüm. Tekini gerçekten buldun mu? Satmak mı, hayır.
Cornelius Scudder’in elinde tutmak istediği bir şeyi satmak zorunda olduğunu sanmıyorum...”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:99)
“-Hay Allah razı olsun, yeğen, iyi ki uyandırdın, dedi. Çok kötü bir düş gördüm. Suç bu odada, bu
salonda, çünkü geçmiş zamanları ve burada olup biten bazı garip şeyleri anımsadım. Ama artık yatıp rahatça
uyuyalım.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:30)
“Adam aşağı yukarı benim kadardı; bana, kendi giysilerinden dar çizgili bir takım ve üç sterl,in de cep
harçlığı verdi. Beni kendileri otobüsle şehrin merkezine ve ‘Great Eastern’e de getirdiler. Allah bu iki candan
kimseden razı olsun. Hayatımın gerçekten deprese hissettiğim şu evresinde, ‘iç-kendim’ için bir şey yapamamkla
beraber, dış-görünüşüme saygınlık getirdiler.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:62-3)
“Cam kenarına oturmuş, başını da dalgın dalgın cama yaslamış olan Meryem ise günlerdir bir
heyecandan bir başka heyecana sürüklenmekten yorgun düşmüş, mecalsiz kalmıştı. Kolu kanadı kırılıyordu
sanki; trendeki gibi mi oluyordu nedir? Kanaması bitmişti. -Allah razı olsun- Seher’in verdiği orkid sayesinde
bundan korkmuyordu artık. Bu icat çok işine yaramıştı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:261)
“Semi’den Allah razı olsun, beni vadiye bakan bir odaya yerleştirdi. Pencerenin yanı başında küçük bir
masam var; çevrem göz alabildiğine Halep çamlarıyla dolu, onları okşayıp gelen meltemi soluyorum ve zamanın
sonuna dek buradan hiç kımıldamasam çok memnun olurum.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:53)
“ / ‘Hocam, afedersiniz bir soru sorabilir miyim: Devletin emri Allah’ın emrinden büyük müdür,
hocam?’ / ‘Güzel bir soru. Ama bunlar laik bir devlette ayrı şeylerdir.’ / ‘Çok doğru söylediniz hocam, elinizi
öpeyim. Korkmayın hocam verin, verin, bakın doya doya öpeceğim elinizi. Oh, Allah razı olsun. Size ne kadar
saygı duyduğumu anladınız.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:45)
“İşler fena gitmemişti ama domuz yavrularının hepsini satamamıştık. Nedenini artık hatırlamıyorum herhangi bir neden göstermiş olması da pek olası değil ya-, dayım eve dönüş yolculuğunun Tejo’nun bu bölümü
boyunca yayılan alçak tepeler üzerinden yapılmasına karar vermişti. Onun bu kaprisinden Allah razı olsun, o
sayede ilk Roma yolunu tanımış oldum.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:68)
“İhsan, Kamil Bey’e, Arap Abdullah’ı tanıttı:
-Mahpushanemizin ağası... Kendisinden çok iyilik gördüm. Allah razı olsun.
-Bırak şu lafları İhsan ağabey!.. Kavlimiz nasıldı? Şart olsun bir daha gelmem... Bizim iyilik ne
haddimize? Hep senin soyluluğun...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:108)
“Kamil Bey sevinçle yutkundu. İçinde debelendiği bunaltı birden dağılmış, ciğerlerini sıkan
havasızlığın yerini serin bir esintinin ferahlığı almıştı. ‘Çok şükür...’ diye sevindi. ‘Adam çok bunaldı mı buraya
sığınır. Bunu yaptıranlardan Allah razı olsun!’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:98)
“-Erken erken nereye böyle, dede? Kahvaltı yapsaydın!.. dedi yaşlı kadın.
-Allah razı olsun. Gideyim artık ben...
-Dünkü peksimetleri bari al. Torbana koyayım.
Korney teşekkür ederek evden ayrıldı.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:120-1)
Allah rızası için : Allah aşkına, Allahınızı severseniz, lütfen Tanrı yoluna; ne olursunuz, yalvarırım, lütfen
“OKYAY - Çekin şunu... Kara Fatma’ya benziyor... Daha uzaktan görmekle kaşıntı bütün vücuduma
yayıldı. Çekin diyorum.
A. BULUR - Canım bir denemeden ne çıkar, memnun olacaksınız.
OKYAY - Allah rızası için çekin... Fena oluyorum. Gıdıklanıyorum. Sinirliyimdir ben...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:38)
“Yağmur olsun kar olsun tüm gün, önünde mendil, başını bile kaldırmadan, ‘Kırk para.. Allah rızası
için, Allah kazadan beladan saklasın. Başınızın gözünüzün sadakası olsun’u tekrarlayan bu karakterlere kalpten
inanmalı mıydık, yoksa inanmamalı mıydık?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:141)
“FAUST - Hayır, hayır! Şeytan bencildir ve başkasına faydalı olan birşeyi pek öyle Allah rızası için
yapmaz. Koşulunu açıkça söyle. Böyle bir uşak evin içinde tehlikelidir.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:78)
“COLOMBINA - Çabuk olunuz doktor, çabuk yetişin, Sinyora Rosaura bayıldı. Bir türlü ayılamıyor.
Koşunuz Allah rızası için. (Florinda afallar.)”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:67)
“... İnat ettim, yalvardım, nihayet söylemeye mecbur oldu. Sakin sakin ağlayarak şunları söyledi:
‘Rüyamda onu gördüm. Karanlık bir yerlerde dolaşıyor, önüne gelene: ‘Feride buralarda mı? Allah
rızası için söyleyin!’ diyordum. Yüzü örtülü kadın beni elimden tutarak tekkeye benzeyen loş bir yere soktu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:214)
“ ‘Şaka etmiyorum, dostum. Dinle: Daha önce de bir kez beni kayığınla bu sudan geçirmiştin. Allah
rızası için. Bugün de öyle yap, ücret yerine şu giysilerimi kabul et.’ ”
(H. hesse, “Sidarta”, sa:121)
“BUCAK MÜDÜRÜ - Ne oldu? Söyle!
KADIN - Nefesim tıkanıyor. Bana bir papaz bulun! Allah rızası için imdadıma yetişin!”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:43)
“Madene inip kömür çıkarmaya yanaşmam dedim mi ben hiç? Evet, el arabasının kollarına yapışmaya
hazırım! Yol masrafını ne çeşit olursa olsun, en aşağılığından bir işle ödemeye hazırım, ama Allah rızası için
insaf ediniz, bırakın da salatadan kurtulayım; benim de bir lokma ekmeğe hakkım var yahu!”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:107)
“Yaşamaya gayret ediyorsunuz, fakat onu kabul etmiyorsunuz. Katlanma başka, kabullenme başka.
Bunların kendileri iki ayrı sistem. Zaman geçtikçe, eminim bana ait olduğu gibi diğerlerine de aynı şey olmuştur,
siz ideallerinize, prensiplerinize bağlılığınızı sürdürüyorsunuz. Onları arka cebinize atıveriyorsunuz ve onlar
sonsuza dek oradalar. Ama biliyorsunuz ki, kurumlarda onlara bir yer yok. Allah rızası için, o anda nasıl olur da
merdivenlerden aşağıya inip bir hemşireye ‘Aman ne güzel hava. Bugün golf oynamaya gitmek istiyorum!’
diyebilirsiniz?”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:36)
Allah rızkını vermiş, rızktan yana kapıyı açmış : Tanrı ona para kazanma şansını vermiş, talihini açmış,
yürü ya kulum demiş
“Geçenki gelişinde hani Mıstık parayla oynuyor mu oynuyordu. Bu gelişinde henüz paranın lafı
olmamışsa da, Allah rızktan yana kapıyı açmış, yürü ya kulum demişti. Ne olursa olsun kendini tutup ağırdan
almalı, cıvıyıvermemeliydi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:25)
Allah saklasın : Allah korusun, Allah esirgesin, ben hiç öyle şey yapar mıyım, aman öyle şey olmasın
“Bugün gibi hatırlarım, rahmetli annem daima söylerdi: ‘Sevgili Helaine’im, büyüyünce bir hemşire
ol!... Onlar çok ince kimselerdir. Hem de bir doktorla evlenme şansın olur...’ Ben öyle kendini bilmez kimselerle
evlenir miyim? Allah saklasın.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumum Hikayesi-Prova”, sa:108)
“Onbaşı, çavuşa hiç duraksamadan katıldı: ‘Bence de asılmamalı, kurşuna dizilmeli. Diyelim, bizi
çağırdılar ve dediler ki: ‘Rusların mitralyöz bölüğünde kaç mitralyöz <makineli tüfek> var, öğreneceksiniz!’ Biz
de uğrun uğrun yollara düştük ve Allah saklasın yakayı ele verdik. Aşağılık bir soyguncu ya da cani gibi asılacak
mıyız yani?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275)
“RUPRECHT - Kin mi? Allah saklasın! Tanrı sana, ne kadar ayırabilirse o kadar mutluluk bağışlasın.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:25)
Allah sekizde verdiğini dokuzda almaz : Allah vermiş verecek kadar, bolukl, rahatlık, mutluluk için, onları
hemen geri almaz
“Sağındaki oğluna:
-Maşallah, hepimizden genç, dedi.
-Genç değil, içi ferah!
-Ya yemek demesine ne dersin?
-Fena. Ama ne yapalım?.. ‘Allah sekizde verdiğini dokuzda almazmış!’ Böyle rahat felsefeye
dayandıktan sonra.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:101)
Allah selamet versin : Allah iyilik versin, Allah kurtarsın
“Hastayı götürdüm. Van’ın o pis, toprak dam hastanesinde yatak yok. Zor, güç, hatır belası adamı ikinci
sefer hastaneye kabul ettirebildik. Her yol ayrımında, her tepe başında bir ziyaret... Allah selamet versin.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:39)
Allah seni (sizleri) başımızdan eksik etmesin : Aile içinde ya da kurumlarda (bakımevi, hastane, vakıf)
velinimet olan kimse ya da kimselerin yüzüne söylenen şükran duası
“İktidar’ın değişmesini daha çok da bir af için isteyen cezaevi halkı bir anda coştu:
-Yaşaaa!
-Var ol aslaaan!
-Allah seni başımızdan eksik etmesin!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:150)
Allah seni kem gözlerden saklasın : Güzel, başarılı ya da imrenilecek birini kötü gözlerden, nazardan kuruma
gayesiyle söylenen iyi niyet sözcükleri
“Teklif varakası gelmişti. Aldı, balkona fırladı. Korkunç bir alkış, ardından da:
-Yaşaaaa!
-Varooooool!
-Allah seni kem gözlerden saklasıııın!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:193)
Allah seni sürüm sürüm süründürsün : Kendine büyük bir kötülük edilmiş kişinin, düşmanına karşı
söyleyebileceği en ağır ilençlerden biri
“ ‘... Kedilerin müzik kulağı yoktur derler, onun için de kanaryaların şakımasına dayanamazlarmış.
Geberesiceye nasıl sövdüm bilemezsiniz; anasını sattığımın kedisi dedim, Allah seni sürüm sürüm süründürsün.
Ama en çok da kendime de lanet okudum. Bu rezil hayvanı nasıl bir cezaya çarptıralım diye saatlerdir sizi
bekliyorum.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190-1)
Allahsız tosbağa : Bu sözcük, kişiliği ve zekası tam gelişmemiş, ağır anlayan, şu ya da bu şekilde herkesin
tekdirine maruz kalan, mantığı kıt kimselere kullanılan ender deyimlerden biridir
“ ‘Yarın sabah dokuzda... Tamam mısın? Tekrarla bakayım!’
‘Yarın sabah dokuzda...’
‘Toplantıya bekleniyor... Unterschrift. Sen Untershrift’in ne olduğunu biliyor musun, Allahsız
tosbağa? Unterschrift, imza demek, imza! Söylüyorum imzayı: Albay Schröder, orospu çocuğu. Anladın mı?
Tekrarla!’
‘Albay Schröder, orospu çocuğu...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:416)
Allah sonumuzu iyi etsin : Genellikle, ekonomik-ahlaksal çökümtü, savaş tehlike ve anında Tanrıya sığınma
arzusu
“Kadın: ‘Senin işlerin nasıl oğlum?’ diye sordu.
Cevdet Bey şikayetçi bir tavırla: ‘Kötü, kötü!’ dedi. Sonra birden yüzüklü elin cebine soktu.
Teyze: ‘Ne yapalım, düzelir. Her şey kötüye gidiyor. Allah sonumuzu iyi etsin!’ dedi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:37)
Allah şahittir (ki, ya) : İnan olsun ki
“İhtiyar adam, biraz öteden beriden bahsettikten sonra, sözü Ferhunde’ye getirdi: ‘Allah şahittir
Şevket,’ dedi, ‘karına senin yokluğunu duyurmamak için annen de, ben de elimizden geleni yapıyoruz.’ ”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:102)
“NORA - Tam sekiz yıl sabrettim. Çünkü, Allah şahittir ya, hemen her gün bir mucize olmayacağını
da pekiyi biliyordum.”
(H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:176)
Allahtan : Çok şükür, tesadüfen, iyi ki; Doğuştan, yaratılıştan
“Praksiteles, ‘hayat kurtaran’ o vücudun heykelini yaptı. Adını, ‘Knidos Afroditi’ koydu. Heykeli daha
sonra Bizanslı’lar İstanbul’a getirip Beyazıt’ta kızlar sarayının önüne diktiler ama büyük bir yangında heykel
parçalandı. Allahtan bu heykelin yüzlerce kopyası yapılmıştı...”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:67)
“Bu arada kendi yüzü de tatlılaşmıştı; esprili ve sevimli şeyler yüzünü aydınlatıyordu.
-Şaka ediyorsunuz! Bunu ilk kez sizden işitiyorum! diye bağırdım (doğru söylüyordum); bardak
elimden kurtuldu, yere düştü. Allahtan, boş sayılırdı.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:46-7)
“Allahtan, çağdaş eğitimciler -öğrencinin kendini- değerlendirmesi, bireysel eğitim planını kendisinin
yönetmesi, portfolyo değerlendirmesi ve konferansları öğrencilerin yönetmeleri gibi daha öğrenci merkezli olan
birçok yöntem ve strateji geliştirmişlerdir.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:105)
“Aslında Esther’le Güney Amerikalı bir yazar hakkında tartışmıştık. Bir İngiliz tabloid dergi -allahtan
bu haber ciddi bir yankı uyandırmadı- karımın bir İslami terör grubunun yanında saklandığını iddia etti.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:64)
“ROSA -... İyi anlayabiliyor musun Lucia?
LUCIA - Çok iyi.
ROSA - Sevindim! Bir sürü mavallar anlattılar bana... Allahtan yalanmış... yoksa şimdi çoban
köpekleriyle dolaşıyor olacaktım...”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:57)
“Köşk tarafına doğru manevra yapmaya imkan olmadığı için, çaresiz sokak tarafına koşuyor, çığlık
çığlığa haykırıyordum. Allahtan olacak, sabahtan beri çalışan terzi matmazel, Dilber Kalfa ile beraber bahçeye
hava almaya çıkmış. Yolun bir köşesinde onlarla karşılaşınca, ‘Geliyor’ diye boyunlarına sarıldım ve arkalarına
saklandım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:104-5)
“Sabah, beni sarsan bir elle uyandım. Yatağın ayak ucunda bir adam ve bir kadın dikilmişti. ‘Burada ne
olup bitiyor ulan?’ diye bağırarak sordu adam. Ben de ‘Burada genç bir adam vardı!’ diyecek oldum. ‘Ah o
pezevenk!’ diye haykırdı adam. ‘Kalk ve defol!’ Kalkınca iğneden ipliğime, bavuluma dek ne varsa soyulup
sovana çevrildiğimi üzüntüyle saptadım. Allahtan kadın bana acıdı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:61-2)
“Evleri çok küçüktü….. Allahtan çok ucuzdu burası. Küçük,çıplak ve basit bir odaydı. Hep geceleri
çalışıyordu. Birkaç kere uğradım ona. Sonra, benim bu ziyaretlerimden çok rahatsız olduğu duygusuna kapıldım.
Kafası benimle dolu ve benim üstüme kurgular yaparken roman kişisini karşısında görmek onu utandırıyordu
galiba.”
(Ö.Z. Livaneli, “BirKedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:27-8)
“Artık elli yaşını geçmişti ve hala trajik hikayeler yaşamaya pek müsaitti. Tennessee Williams’ın
oyunlarını iyi biliyor olmak, insanı, onun kahramanlarının sonunu yaşamaktan korumaya yetmeyebilir. Allahtan
mizah duygusu vardı Sinan’ın, kendiyle dalga geçmeyi biliyordu.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443)
“ ‘... Aramızda İngiliz hanımlar bulunduğundan, itiraf etmeliyim ki, elim kılıcıma gitti. Allahtan’ diye
sürdürüyor oldukça tumturaklı üslubuyla, ‘bu korkular o an için yersiz çıktılar ve halkın davranışlarına bakarak...
İngilizlerin üstünlüğünü vurgulamak bakımından yararlı olduğu sonucuna vardım.’ ”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:89)
Allahtan bul inşallah : Birisine kibarca bela okuma yolunda bir ilenç
“ROSAURIO - Haklısınız babacığım. Cezalandırın beni, ben buna layığım. (Kendi kendine) Alçak,
sefil, Allahtan bul inşallah! (Odadan çıkar.)”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:137)
Allahtan korkmadan, kuldan utanmadan : Birini eleştirme ve doğruya davet konusunda suçlu hissettirecek
şekilde baskı koymak
“ADAM - Bayan Marthe’nin biraz önce, mahkeme huzurunda, sizin için neler söylediğini duydunuz
mu?
“Müjgan ayağa kalmış, üstünü silkiyor:
-Feride, sen sahiden deliymişsin, diye gülüyordu. Ben yerimden kalkmamıştım. Titreyerek:
-Allah’dan korkmadan bana nasıl iftira ediyorsun, abla, dedim. Ben daha çocuğum.
Sonra kendimi tutamayarak ağlamaya başladım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:69)
RUPRECHT - Evet Bay Yargıç, duydum.
ADAM - Bunlara karşı bir şey söyleyebilir misiniz sanki? İtiraf ediyor musunuz? Yoksa burada
Allahtan korkmadan, kuldan utanmadan inkar mı edeceksiniz?”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:41)
“Çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya’dan
Konya’dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor. ‘Allahtan korkarım, neme lazım!’ diyordu. Köşkünün
perili olduğunu hiç saklamazdı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:16)
Allahtan utan : İşlediğin suç o kadar büyük ki, kuldan değil Allahtan utan
“Sarı:
‘Memet amca,’ dedi, ‘şu motorlar gelince, Ağa hepiciğimizi kovdu. Herkes çekildi gitti. Veli Ağa
geçti Ağamın karşısına, ‘Ağa,’ dedi, ‘Allahtan kork, kırk beş yıldan beri bu kapıdayım, Ağa,’ dedi. ‘Allahtan
utan, sakalı bu kapıda ağarttım, belim bu kapıda büküldü.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:20)
Allah toprağı kadar ömür versin : Tanrıdan, sevilen birine sonsuz ömür vermesi içim niyaz
“Gözyaşları içinde ona sordum:
-Kalfa, annem bana çok mu benziyordu?
-Çok, kızım, seni görünce aklım karıştı, onu görüyorum sandım. Allah toprağı kadar ömür versin
sana.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:125)
Allahu ekber : Müezzinin ezana başladığındaki ilk çağrısı
“Kadir koştu, numarayı söyledi. Deli Celadet, denize düşenin usturaya sarılması gibi telefona yapıştı.
Hırıltılara kendi hırıltılarını katarak, ‘Alo! Alo! dedim matmazel... Kulağından başlatma!’ diye böğürerek
numarayı söyledi. ‘Allahu ekber! Ya bu da mı gelecekti başa Farmason!’ diye kıvranarak bekledi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:103)
Allah uzun ömürler versin : Birine iyilik ve teşekkür babında iyi niyet temennisi
“ ‘Buyurun Hakim efendi.’
‘Nasılsın bakalım Hasan efendi?’
‘Allah uzun ömürler versin Hakim beyefendi, sayenizde geçinip gidiyoruz efendim..’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:41)
Allah-ü Ta(e)ala Hazretleri : Ulu Tanrı
“Allah eksik etmesin, gündüzler, çoluk çocuk gailesi var. Haçan bu vakit olur, çocuklar uyurlar, bir
kasvettir basar beni. Yalnızlık bir Allahü Teala’ya mahsustur öyle değil mi hemşireceğim?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:151)
“Dini imanı, halifeyi padişahı kaldırmışlar, Allah-ü Taala’yı kızdırmışlardı. Kızınca da elini eteğini
çekmişti dünyadan. Şimdi işler değişecekti. Yeni parti sayesinde. İnsanlar dinlerine dönecek, Allah-ü Taala da
onları affedip yeni baştan el atacaktı!”
(O. Kemal, “Üş Kağıtçı”, sa:243)
Allah (ı) var şimdi : Allah için, Allah şahittir ki
“ ‘Yazık o Fatma’nın çektiklerine! Allahı var şimdi. Bayram dünyaya değer. Kolları kuvvetli. Emme bir
ayrı odamız olsa. Sıcak suyumuz, leğenimiz, sobamız... Bayram’ın ayağına babuç olamaz o deli Haceli!
Meymınatsız herif!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:136)
Allah vere : İnşallah, Tanrı yardım eder de
“Sonunda, yeşilliğe ulaşarak geriden sokuldu. Soluğunu tutarak bekliyordu. ‘Biraz beklemek gerek,
diye düşündü. Ayak sesimi duyup kulak kabartırlarsa aldandıkları hissi vermeli… Allah vere de aksırığım,
öksürüğüm tutmasa!..’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:48)
“FAUST - Bunda hiçbir tehlike yok, meleğim. İşte sana küçücük bir şişe! Onun içkisine bundan yalnız
üç damla damlatırsın, o sevimli kadıncağız derin bir uykuya dalar.
MARGARETE - Ben senin hatırın için ne yapmam ki? Allah vere de ona bunun bir zararı
dokunmasın!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:186)
“Jondrette, her vuruşu bir baş sallamasıla işaretledi. Altıncı çanda mumu parmaklarıyla söndürdü. Sonra
odada yürümeye başladı, koridoru dinledi, yürüdü, yine dinledi.
‘Allah vere de artık gelse!’ diye homurdandı, sonra yeniden sandalyesine döndü.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:332)
“Ve destani kıssalarla onları heyecana getirmeye çalıştım. Çanakkale’de bulunmuş olan Mehmet Ali,
Mustafa Kemal adını hatırlıyor. Ona göz ucuyla baktım. Başını, yonttuğu söğüt dalından kaldırdı. Benden tarafa
döndü.
-Beyim, Allah vere de, bizi tekrar askere almasalar, dedi.
Bu, benim köydeki en hüzünlü günüm oldu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:27)
“Allah vere de candarmalar komutanlarına durumu açık etmişlerdi. Şarapçıdan şarap içebilmek için bu
numarayı yapmış, herife de bal gibi yutturmuşlardı ama, ne olursa olsun, işin içinde gerçek payı vardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:19)
“Vardık ki, müdür bir kayanın üstüne oturmuş, ölü gibi donmuş duruyor.
‘Dört yanını çevirdik ateşin. Allah vere de atlamasa. Atlarsa bütün dağ yanar.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:9)
“Scarlett çocuğun gösterdiği yöne bakınca alışılmış manzara ile karşılaştı. Sakalı uzamış, mavi ve haki
renkteki üniformaları yırtık bir adam, ağaçlı yolu ağır ağır tırmanıyordu. Scarlett:
-Ben artık asker neslinin tükendiğini sanıyordum! dedi. Allah vere de bu pek iştahlı bir adam olmasa.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:668)
“ELISE - Ne gezer, ağabey, keşke dediğin gibi olsaydım. Ömründe bir kerecik olsun yolunu
şaşırmamış kimse var mıdır? Size kalbimi açsam, belki beni sizden de daha az uslu bulursunuz.
CLEANTE - Ne diyorsun! Allah vere de senin de gönlün benimki gibi...”
(Moliere, “Cimri”, sa:36)
“Ama, annemden başka konu komşu, arkamdan olsun, yüzüme olsun, hep ‘Sahiden çok güzel, kusursuz
bir kız. Allah vere de iyi bir adama düşse!’ derlerdi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:350)
Allah vergisi : Doğuştan Tanrı’nın hediyesi; Yüksek zeka, yaratıcılık, güzellik vb
Bk.: Tanrı vergisi
“Rachel, onun bakışları altında savunma kalkanının bir parçasının eriyip gittiğini hissedince, içinden
adamın gücüne küfretti. Senatörün gözleri Allah vergisiydi. Rachel bu özelliğinin onu Beyaz Saray’a
götüreceğini tahmin ediyordu.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:18)
Allah vermesin; Allah vermiye : Allah kimselere vermesin, sizleri de korusun
“-Sonra beyime deyim, bizim baldız deli oldu, dağlara düştü Allah vermiye. Yemeden içmeden kesildi,
sarardı soldu, zayıfladı ki görenler mezardan çıkmış bellerdi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:55)
Allah versin (ama neden olsun) : Dilenen birini refüze ederek Allaha havale etme sözü; birinin şu ya da bu
başarısı karşısında imrenme bazen de kıskanma ifade eden sözcükler
“EUGENIO - Bana ait şeyleri ne hakla herkese söylüyorsunuz?
D. MARZIO - Yolcu kadınla, Allah versin.
EUGENIO - Gereksinim içinde bulunann bir zavallıya yardım edilemez mi?”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:38)
“ÜÇGENLER (1955)
---------------Bu da Süheyla’nınki işte aynı
Her yerde görülen herhangi bir üçgen
Bir kenarını yamuk çizmişler Üsküdar’a gidiyor
Bir kenarına istesek her akşam raslıyabiliriz
Bir kenarı da bir terzinin makasına komşu Allah versin”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:28)
Allah yarattı dememek : Çok acımasız, insafsız olmak
“Sordum: Teşrif Ankara’dan mı beyefendi? Ne bildin, dedi. Bilmeyecek ne var? O zamanki vali
mürtekibin (irtikap eden, rüşvet alan) hırsızın ve kumarbazın teki. Fabrikatorları, tüccarları Kulübe cebri (zorla)
toplar, pokere oturtur. Ütülürse hasbi geçer (aldırmaz), üttü mü, Allah yarattı demez... Herkes şikayetçiydi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:223)
Allah (tanrı) yardımcımız (yardımcınız, yardımcısı) olsun : Tanrının yardımınına gereksinim olduğunu
belirten bir esenleme
“EUGENIO - Dükkanda iyi olmaz; siz gelirseniz o zaman da o sıkılır; yalnız gitsem bu sefer de
gözümü oymaya kalkar; ama zarar yok, biraz içini döksün, belki bu şekilde huzur bulur.
RIDOLFO - Nasıl isterseniz. Allah yardımcınız olsun.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:103)
“Hala ellerini, Kamran’dan kurtaramayan genç kızı havaya kaldırıp öptükten sonra tekrar Kamran’ın
kollarına attı:
-Bu gece seni, deniz fırtınasından kurtardık, fakat yanındaki sarı fırtına bana daha müthiş görünüyor.
Allah yardımcın olsun, Çalıkuşu, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:429)
“BRAND - Ben artık yolu görmüyorum.
KÖYLÜ - Dur, baş belası adam! Tanrı yardımcımız olsun! Dikkat et! Burada buz tabakası bir kağıt
gibi ince! Kımıldama!”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:7)
“Bana sorulan diğer bir soru da şu: ..... benim hayat hikayem başkalarında tekrarlayacak mı? Üzüntüyle
söylemek isterim ki, göreceli olarak eskisinden daha güvenceli koruma önlemleri olmasına karşın, bazı insanlar
korunamayacak ve aynı duruma düşecek. Allah onların yardımcısı olsun.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:211)
Allah yokluğunu göstermesin : Tanrıya kötü günlerden korunmak için edilen dua
“Çocuklar eve, bir mezara girer gibi ağlaya ağlaya girdiler. Ali Rıza Bey de aşağı yukarı aynı histe idi.
Fakat buna rağmen kapıdan ilk adımını atarken gayri iihtiyari elindeki anahtarı dudağına götürdü: ‘Allah
yokluğunu göstermesin...’ diye dua etti.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:113)
Allah yürü (ya) kulum dedi : Kişisel ya da mesleki-iş hayatında çok başarılı olmak, çok para kazanmak
“EMEL - Ne işi?...
TEKİN - Bir yol onarım işi. Epey kazandım. Sonra bir zengin ile ortak iş yaptım. Allah yürü kulum
dedi ... Şimdi zenginim...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:38)
Allah zihin açıklığı versin : Okula başlayanlara, ya da sınavı olanlara büyükler tarafından söylenen iyi dilek
sözcüğü
“SABAH DUASI
-------------------Dilerim Ulu Tanrıdan
Bu mübarek sabah vakti
Okula giden çocuğa
Zihin açıklığı versin”
(Cahit Sıtkı Tarancı<1910-1979>, “Otuz Beş Yaş”, sa:203)
Allak bullak (etmek, olmak) : Karmakarışık (etmek) olmak, altı(nı) üstüne (getirmek) gelmek
“İO
İstiyorsunuz madem, hayır diyemem:
Açıkça anlatayım her şeyi size,
Ama doğrusu, anlatmaya utanıyorum da
Tanrısal bir kasırganın nasıl
Allak bullak edip ben zavallıyı,
Varlığıma yeni bir biçim verdiğimi!”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:70)
“Fanny, eski bir düştü, geçmişime gömülmüş gizli bir arzunun hayaliydi; ama şimdi en beklenmedik
zamanda yepyeni bir kisvede <giysi> -etli canlı bir kadın olarak, hem de arkadaşımın karısı olarak- ortaya
çıkıverince, bir süre allak bullak oldum. Bu yüzden ilk karşılaşmamızda ipe sapa gelmez şeyler söyledim, bu
saçmalıklar, şaşkınlığımı ve suçluluk duygumu daha da beter etti.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:51)
“Yalnız kaldığımda bu öyküler bana epeyce düşünecek malzeme sağlıyordu, ama Sioux Ananın
anlattıklarının üzerinde düşündükçe kafamın içi daha da karışıyor, allak bullak oluyordu. Böylesi karmaşık
işlerin girdisini çıktısını inceleyeceğim diye kafa patlatıyordum, ama bir noktaya gelnce duruyor, bu kadar
düşünürsem beynim zarar görecek diyordum kendi kendime.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:74)
“Annem bize hala çocukmuşuz gibi zorla öğle yemeği yedirdi. Sonra acele çıkıp bir yere gittik. Ne
zaamdır haberleşememiştik. Olup biteni bilmek istiyordu. Ona anlattım ama en çok bir gece öncesini...
‘Bunun böyle olacağını bilmiyor muydun?’ diye sordu.
‘Biliyordum, üstelik hiç aldırmadığımı sanıyordum ama karşı karşıya gelince, ne bileyim, böyle
gözümle görünce allak bullak oldum...’ ”
(Kürşat Başar, “Başucumda Müzik”, sa:382)
“Nitekim yaşam böyleydi. Kızılderililer yaşamda en önemli gücün, uzun ve tehdit edici bir adı olan bir
Tanrı olduğunu söylelrler: Aminikont’amanomamikit’ama <seni sevmeyeni seversin, seni seveni
sevmezsin>..... Alfonso için aşk acısı çeken Olga, Cristina için acı çeken Alfonso, Ernesto için yanıp tutuşan
Cristina, Porfirio için çıldıran Ornesto ve Olga için acı çeken Porfirio. Oysa Olga ve Alfonso orada öylece
durmuş bakışmaktaydılar, ambulans gelip dişçinin cesedini alırken de onlar birbirlerine bakmaya devam ettiler.
Olga sarı saçlarıyla oynamakta, Alfonso ise sağlığı açısından doğru olmasa da terli olmasına karşın rüzgarda
durmaktaydı. Ambulans haraket etti; sinemaya ‘les aimants’ <aşıklar> filminin bir afişini astılar (bir rastlantı
mıdır yoksa bir aldatma mı?). Alfonso allak bullak olmuştu. Balkonda bundan önce başka bir manzara onu bu
denli heyecanlandırmamıştı: O güzel kadının önünde öylece afallamış duruyordu.”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar-Kırmızı Elbiseli Sarışının Öyküsü”, sa:144-5)
“Susan’ın kafası allak bullak olmuştu. Şifreleme algoritmaları yalnızca matematiksel formüllerdi;
değiştirilen metinleri şifreli hale getirme yöntemleri. Matematikçiler ve programcılar her gün yeni algoritmalar
yaratıyorlardı.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:32)
“Pave Hawk gökyüzünü yırtarak ilerlerken, Rachel Sexton’ın düşünceleri, bu sabah yaşanan garip
gelişmeler yüzünden allak bullak olmuştu. Bununla birlikte, helikopter Chesapeake Körfezi üstünde uçana kadar,
tamamiyle yanlış yöne doğru ilerlediklerini fark etmedi. İlk anda düştüğü şaşkınlık, yerini dehşete bırakmıştı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:34)
“Langdon zihni allak bullak olmuş bir halde ayağa kalktı. İşte o an, onu gördü. Daha önce onları takip
eden kadın yakında yere çömelmişti. BBC video kamerası omzunun üstünde, hedefe çevrili ve kayıttaydı.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:313)
“Langdon allak bullak olmuş gibiydi. ‘Buluşmayı sekreteri ayarladı ve herhangi bir neden belirtmedi ve
ben de sormadım.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:91)
“Topluluk hep yer değiştiriyor, koşuyor, büyük bir hızla koşuyor ve topluluğun koşusunda duracak
olursak işte herkes üzerine çıkıyor, eziyorlar seni, kokularıyla burnunu allak bullak ediyorlar, o kadının üzerine
ben çıktığımda, bizi itiyorlar, alaşağı ediyorlar, hepsi onun üzerine, benim üzerime çıkıyor...”
(I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:16)
“Bu ağır dansla büyülenen d’Arrast, kara derili Diana’yı seyre daldığı sırada allak bullak suratıyla aşçı
beliriverdi karşısında. Garip bir açlıkla parıldayan gözlerinde iyilikten eser kalmamıştı.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:65)
“Paris’te ilkbahar: Verilmiş bir söz ya da kestane ağacındaki bir tomurcuk ve allak bullak olan yürek.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:136-7)
“Raymond adını söyledi. Polis, ‘Benimle konuşurken sigaranı at ağzından!’ dedi. Raymond duraladı.
Bana baktı, ama sigarasını atmadı. O zaman polis suratına şiddetli bir tokat yapıştırdı. Sigara birkaç metre öteye
fırladı. Raymond’un suratı allak bullak oldu, ama o an ağzını açmadı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:41)
“Kafası allak bullak olalı epey zaman olduğu için, bir gün, bir delinin içinden geçirebileceği en
olmayacak şey geldi aklına. Devletin bekası ve kendi ünü için, gezgin şövalyeliğe başlamaktan; silah kuşanıp
atını koşturmaktan ve her türlü haksızlığı bertaraf edip, kendisine sonsuz bir ün kazandıracak işlere girip dünyayı
dolaşmak dışında bir iş yapamayacağına karar verd.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:13)
“Haberden zihni allak bullak olan Viertov bir şey yiyip içemiyordu. Kendine gelebilmek için bir bardak
kvas istedi ancak kvas içemedi, boğazında düğümlendi, bardağı geri verdi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:87)
“LOPAHİN - Varsın dilediğini söylesin o. Benim istediğim tek şey, sizin bana eskisi gibi inanmanız,
insanı allak bullak eden o dokunaklı gözlerinizin eskiden olduğu gibi bana bakmalarıdır. Allah büyüktür.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:113)
“Kafası daha şimdiden, bütün o yemek betimlemeleriyle allak bullak olmuş, giyinirken boyuna söylenip
duruyordu:
-Kızarmış hindiler... Pırıl pırıl sazan balıkları... Nah bukadar büyük alabalıklar!..”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:34)
“TRANSİT YOLCU
Beni hiçbir zaman terketmeyen
o kahredici transit yolcu duygusu...
Yaptığım her şey - geçici.
Üstünkörü - her intibam,
ruhum - allak bullak.”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.12.02)
“ ‘Moskovoya gitmem gerekiyor, bu yüzden sizden hayli bir zaman ayrılmak zorundayım’ dedi
birdenbire İvan. ‘Bunu değiştirmek de elimde değil…’
-Moskova’ya mı, yarın mı?…
Katerina İvanovna’nın yüzü allak bullak oldu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:49)
“ ‘Bugün günlerden ne?’ diye bağırıyordu Baudolino arkadaşlarına. Ve cumartesilerin hesabını tutan
Solomon, haftanın daha yeni başladığını ve nehrin akışını durdurması için en az altı gün beklemek gerektiğini
hatırlatıyordu. ‘Nehrin akışı durduğunda da şabbat buyruğuna karşı gelerek nehir geçilemez’ diye bağırıyordu
allak bullak olmuş bir halde.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:371)
“Bu yasak bilgiler yeri birçok kurnazca buluşla korunuyor. Bilgi, aydınlatmaktan çok, gizlemek için
kullanılıyor. Hoşuma gitmiyor bu. Kitaplığın kutsal savunmasına sapık bir kafa egemen. Ama çetin bir gece
geçirdik; şimdilik buradan çıkmalıyız. Allak bullaksın; suya ve temiz havaya gereksinim var.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:251)
“Şimdi daha sıcak ve acı yüklü olan sesinin tonundan dolayı beni allak bullak eden bir tarzda rahatsız
olmuştum.
‘Tagore. Onun kadar yaşlı olmak isterdim. Biri yaşlıysa, daha çok sever, daha az acı çeker.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:51)
“Kaçmaya çalıştı. Sonu olmayan, bilmediği, kasvetli bir koridorda koşuyormuş gibi geldi Egor’a.
Birkaç saniye sonra yalnız kaldığını düşündü. Korku içinde, yorgun, derin bir nefes aldı. Rasgele, amaçsızca
yürümeye başladı, allak bullak olmuştu.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:78)
“GÜLTEN - Seninle konuşmak istiyorum.
TEKİN - Ne üzerine?
GÜLTEN - Baban için. Kusura bakma. Kafam allak bullak. Misafirlerin anlattıkları...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:8)
“Sanat yapıtlarının benim için sadece tutku bakımından değeri vardı. Badia Kilisesi’ne yeniden
gidiyordum, çünkü Dante, Beatrice ile orada karşılaşmıştı. Santa Croce’nin yarı yarıya silinmiş freskleri
karşısında allak bullak oluyordum, çünkü bir gün benim öyküm de onlar gibi olacak.”
(A. Ernaux, “Yalın Tutku”, sa:36)
“Evet, evet bu ince parmaklar arasında gizlenen göğüsler, diğeriyle kapattığın göbeğin… Ohh, allak
bullak oldum, sana dokunuyorum sanki…”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:78)
“CLAIRE -... Hanımefendi güzeldir! Hanımefendi yumuşak huyludur! Haftada bir yıkanmamaıza izin
verir. Hem de kendi banyosunda. Bize kimi zaman birer şeker de verir. Bizi solmuş çiçeklere boğar.
Hanımefendi bize ıhlamur da pişirir. Hanımefendi bizi allak bullak etmek için beyefendiden söz eder.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:62)
“Kızgın ve telaşlı bir sesle:
-Neden bu kadar geç kaldın? dedi. Seninle konuşmak istiyordum.
-Kayalıkta yolumu kaybettim... Sen hasta mısın? Söyle bir şey mi var Alissa!..
Karşımda bir an sessiz ve dudakları titrek öylece kalakaldı. Bu kadar ıstırap beni allak bullak etmişti.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:51)
“Gene de, yirmi bir yaşında, yolculuklardan bıkmamış, ama bu göçebe yaşamın getirdiği taşkın gururla
allak bullak olmuş bir durumda, artık yeni bir biçime girebilecek kadar olgunlaştığımı anladım, ya da inandım
buna.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:57)
“Miss HARDCASTLE - Mr. Harlow’un! Sıkılganlığı, çekingenliği daha ilk anda dikkatimi çekti.
HARDCASTLE - Öyleyse ilk görüşün seni aldatmış! Çünkü daha ilk görüşünde arsızlığıyla beni
allak bullak etti. ”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:61)
“Ölümünün üstünden ikibuçuk gün geçmişti, görevli memurun önünde taahhütlü mektup
makbuzlarından oluşan sarı tomarı gördüm; geçen sürede dokuz taahhütlü mektup daha yollanmıştı, bir sonraki
numara 442’ydi ve bu imge kafamdaki sayıya öylesine uyuyordu ki, ilk bakışta allak bullak olup bir an herşeyin
geçersiz olduğunu sandım.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:12)
“Onu kaldırıma çıkardım ve sokak lambasının ışığında yüzünün belki de bir ömür boyu çekilen acıdan
allak bullak olduğunu gördüm. Evet, keder bu yüzde derin izler, çizikler bırakmış, buruk bir anlam vermişti.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:90)
“Ama gerçekten o berbat adam bendim! Eh, bunu neye sorun yapıp başkalarını allak bullak etmeli?
Kendi kendime gülüp iyi bir gece geçirme umudumu da böylelikle yitirdim.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:78)
“Büyük bir acı çığlığıyla yerimden fırladım. Yaşlı amcam bana seslendi:
-Franz’a kapıyı aç!
Kendimden geçmiş bir durumda odanın içerisinde bir sağa, bir sola seğirttim; ne kapıyı, ne kilidi
bulabildim. Yaşlı amcam, bana yardım etmek zorunda kaldı. Franz, yüzü sapsarı, allak bullak odaya girdi,
mumları yaktı.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:61)
“Aşk ve çirkin olmak allak bullak eder insanı, yalnız insanı, trajik insanı diye üst üste yineleyerek
beyaz yün kazağını eteğin üstüne geçirdi. Saçları büsbütün dağılmıştı, dudakları da ölümcül solgundu.”
(S. İleri, “Cehennem Kraliçesi”, sa:256)
“Alkışlar, oyunlar gırla gidiyor:
Yiyip içeriz
Kalkar oynarız
Ehe, more ehe.
Birdenbire fırtına koptu, insanlarla eşyaları allak bullak etti.”
(P. İstrati, “hayat yollarında”, sa:79)
“Camlı bölmelerin içinde birtakım şeyler kımıldıyordu ama. Yaklaşmıştım. Kediler, dört dönüyordu
çevremde. Dikkatle bakınca içim allak bullak olmuştu. Her bölmede bir hayvan vardı. Bir kedi yavrusu, bir
kurbağa, bir serçe, bir güvercin, bir fare, bir yılan...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:14)
“Tedirginlik havası veren şey, kirpikleri miydi acaba? Sıktı, uzun uzundu, yüzüne baştan başa, garip,
mavi bir gölge düşürüyordu. Yoksa gözleri miydi buna sebep? Kapkara, iri gözlerdi bunlar, ışık ve karanlık
doluydu, yılgınlık ve tatlılık dolu. Yılan gözü gibi ışıldıyor, uzun kirpiklerinin arasından bakıyor, insanı allak
bullak ediyorlardı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:21)
“Ana:
‘Yavrum,’ dedi, ‘uyuyor musun?’
Uyuyor muydu? Pirinç pırıltısı yenden kafasını allak bullak etti. Çukurova güneşinin altında, güneş
çarpınca fışkıran milyonlarca pırıltı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:86)
“Ağlayarak, ağıt yakarak Hasan’ın boynuna sarıldı, ona izin verdi, Hasan oradan ayrıldı ama allak
bullaktı.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:24-5)
“Nizamiyeden çıktığımda kafam allak bullak olmuştu. Eve gider gitmez aile albümünde anneannemle
Ali Dedemin resimlerini çıkaracak ve çerçeveleterek duvarıma asacaktım. Hikayeleri beni müthiş sarsmıştı. Bu
olayları niye bilmiyorduk biz? Mavi Alay’ı niye duymamıştık? Demek ki bu ülkede zulüm, Türk, Ermeni, Kürt,
Rum, Yahudi tanımıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:154)
“Çocuk kendini tutamıyordu, yüzü allak bullak olmuştu. İncecik bedeni sarsılarak ağlamaya başladı.
Senora Lucrecia oturduğu koltuktan sıçrayarak kalktı, yere, halının üzerine, çocuğun yanına oturdu. Çocuğu
kucakladı, saçlarını ve alnını öptü, mendiliyle gözyaşlarını sildi, burnunu temizledi. Fonchito da ona sımsıkı
sarıldı.”
(M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:94)
“Burada kimse adımı bilmiyor, İstanbul’da ne yapacağımı, oraya yaklaşmanın beni nasıl allak bullak
ettiğini bilmeleri daha da olanaksız.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:44)
“Zavallı adamın çevresinde, tehditkar sakalları, intikamcı sopaları ile yirmi kadar adam toplanmış,
çevrelerini de arada biraz mesafe bırakan keyifli bir seyirci halkası sarmıştı. İçlerinden biri Hayyam’ın allak
bullak olmuş yüzünü görünce, içini rahatlatmak ister gibi, ‘Bir şey yok canım, alt tarafı Uzun Cabir işte!’ dedi.”
(A. Maalouf, “Semerkant”, sa:16)
“Gerios’un bakışları bir an onun üzerinde takılı kaldı. Birden, anladı. Nasıl olmuştu da bu adı kabul
etmişti? Üstelik, nasıl olmuştu da Şeyh bu adı önerebilmişti? Sevinç ve içki, her ikisininin de zihnini allak bullak
etmiş olmalıydı.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:38)
“JAUFRE (Pişman olmuştur.) .....
Ama söylediklerin allak bullak ediyor beni; çünkü artık onun da uzaktan bana baktığını
düşünmeden onu düşünmem olanaksız.
Onu gönlümce seyretmek hoş geliyordu, o beni görmediğinde.”
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:45)
“Eve vardığımda bavulu hemen açmadım. Kafam allak bullaktı, karışıktı; bu yüzden de hemen bir
düzen kurmam gerekiyordu. Doğruca mahallenin kırtasiyecisine koştum, kaba bir tahmin yaparak irili ufaklı
dosyalar, zarflar, albümler, etiketler satın aldım.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:39)
“Kıyı artık görünmez olmuştu. Çevremizde yalnızca yeşil deniz ve mavi gökyüzü uzanıyordu. Çavuş
Miguel Ortega, solgun ve allak bullak bir yüzle güvertenin bir köşesine çökmüş deniz tutmasıyla boğuşuyordu.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:24)
“Edward onu yere iki yatak hazırlanmış bir odaya götürdü ve yataklardan kendini biirine attı. Bateman
az sonra soluk alışlarından onun bir çocuk gibi uyuduğunu anladı. Ama, kendisine rahat yoktu; kafası allak
bullaktı ve ancak, sabaha karşı, odaya günün ilk ışıkları sessizce girerken uyuyabildi.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:99)
“Üç süvari, geceleyin dörtnala uzaklaşırlarken, ben de, evin girişi önünde, diğer iki süvariyle birlikte at
üstünde bekliyordum. Bu sırada, rahiple hemşire ve diğer üç kadın, korkudan yüzleri allak bullak olmuş bir
halde penceredeydiler.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:179)
“Böyle bir şeyi beklemiyordu tabii. Bir anda allak bullak olmuş, bütün ifadesi kaybolmuş, yüzüne adeta
beton dökülmüştü. Yalnızca bunun için bile değerdi doğrusu. İnsana zamanla böyle küçük zevkler kalıyor işte.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:26)
“Yüzümde o sırada Fazıl’ın allak bullak yüzünden daha iyi bir ifade yoktu herhalde. Aşağıdan
misafirlerin belirli belirisiz konuşmaları, sokaktan da hüzünlü Kars şehrinin iç çekmeleri geliyordu. Fazıl da ben
de bizden daha tutkulu, daha karmaşık ve daha gerçek asıllarımızın karşı çıkılmaz varlığıyla hatıralarımız
arasında sessizce kaybolup gitmiştik.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:421)
“Tomski’nin sözleri mazurka gevezeliğinden başka bir şey değildi ama, hayalci genç kızı allak bullak
etmişti bunlar. Tomski’nin çiziştirdiği portreyle genç kızın hayalinde canlandırdığı portre benzeşiyor ve en yeni
romanların yardımıyla artık hiçbir olağanüstülüğü kalmayan bu yüz, onun hayal gücünü hem ürkütüyor, hem
büyülüyordu.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:141)
“Neyse ki bu sıkıntılı uykuda sayıklama fasılaları insaflı denebilecek kadar kısa sürüyordu ve bittiği
zaman kan ter içinde, nefes nefese bir süreliğine yatışır, rüyasız bir halsizliğe gömülürdü. Sonra ansızın yeniden
uyanır, allak bullak haliyle, odasına gizlice bir yabancının girmiş olduğunu düşünürdü.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:13)
“Canavarca aşağılanmıştı, ama Bergere’in okşayışlarına boyun eğmiş olmaktan ya da allak bullak
olmamaktan utanıp utanmayacağını bilmiyordu.” Kapının öteki yanından çıtırdılar geliyordu, Lucien her çıtırtıda
yerinden fırlıyordu, odaya dönmeye karar veremiyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:190)
“İntihar
--------Her şeyi görüyor, gördüklerinin ötesine bakıyordu.
Nasıl da sabırsızdı umutsuzluğuna kavuşmak için
Ve hem korkuyla, hem arzuyla yakarıyordu:
‘Göster bana durgun havadaki kederi
Aldatıldığımı söylediğimde,
Merak ya da acı kafamı allak bullak ettiğinde,
Ya da bir yıldız kaydığında ve gözlerimi çağırdığında’ ”
(E.J. Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
“MAZZINI, üzgün. - Neler söylüyorsunuz Mrs. Hushabye. Zihnim allak bullak oldu..... Beni böyle bir
adam sanmanız çok ağrıma gider doğrusu.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:69)
“Ama şimdi, bütün insanlığın peşime düştüğü bir av olmuştum. Evsiz barksızdım ve idam hükmü
giymiş bir ünlü gibi bir katildim. Kafam allak bullak oldu. Yine de kendimi tümüyle yitirmedim. İkinci kişiliğin
altında yetilerimin daha çok keskinleştiğini, daha canlı bir insan olduğumu önceden de birçok kez fark
etmiştim.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:106)
“Bir gün içinde hayatını allak bullak eden o güvercin işi başına geldiğinde Jonathan Noel ellisini aşmış
bulunuyordu, yetkin bir olaysızlık içinde geçen rahat yirmi yıllık bir süreyi gerisinde bırakmıştı ve daha
karşısına, günün birinde gelecek olan ölümden başka, temel nitelikte herhangi bir şey çıkabileceği aklının
ucundan bile geçmezdi.”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:5)
“-Babanız Kuvayı Milliye’ye katılsaydı... Sevinir miydiniz? Sizi bu yüzden bıraksaydı?
-Bu nasıl soru?..
Ayşe’nin yüzü gerçekten allak bullak olmuş, yüreğine bir sancı saplanmış gibi çeneleri sıkılmıştı.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:208)
“Babam da dünyanın orta noktalarından biridir. Zavallı dünyamızın ne çok orta noktası var. Ancak ben
bir kızdım, annesiz bir kızdım ve babama bağlıydım. Babamın beni halama bırakmasıyla dünyam allak bullak
oldu. Hem, çok seviyordum babamı, tek varlığımdı.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:112)
“Kapıya yürümek istedi, ama kocası önüne çıktı, bir şey söylemek istiyor gibi durdurdu onu.
Aleksey Aleksandroviç’in yüzü, Anna’nın şimdiye kadar görmediği allak bullak, çirkindi. Anna
durdu, başını yana geriye doğru attı; çabuk eliyle firketelerini çıkarmaya başladı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:284)
“Telyanin’in rehberi ona:
-Bay evde yok, karargaha gitti - dedi ve junkerin allak bullak çehresi karşısında hayretle ilave etti..”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:307)
“Zavallı hasta kendinden geçti. Biraz sonra kocasını çağırdı. O da odadan çıkarken bir ölü gibi benzi
sararmış, allak bullak olmuştu. Ölüm, Rosa’yla Ramiro’nun evlerinin orta direğine tırpanını indiriyordu.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:46)
“Deniz Kabukluları <Tk.:1996>
------------------------Şu beriki örnek alır o ince
Zarif kulağını, ya şu yandaki
Öykünür pespembe, tombul ensene.
Allak bullak etti biriyse beni!
Ama biri altüst etti içimi!
(Paul Verlaine <1844-1896>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.06.05)
“FELLOWES - Bakın işte bu çok ilginç! Neymiş?
SHANNON - Diyeceğim şu - evet, hayatın şu ya da bu noktasında herkesin başına gelebileceği gibi,
şu günler benim yaşamım da allak bullak oldu.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:29)
“... kapı yumruklanmaya başladı. İkisi de önce bir şey anlamadan donup kaldılar. Bir ses bağırıyordu:
-Açın, içerde ne halt yediğinizi biliyorum. Açmazsanız kapıyı kıracağım!
Bu, kocanın sesiydi. Kafaları allak bullak olan iki sevgili hala kımıldayamıyorlar, ölü gibi soğuk
duruyorlardı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:51-2)
“Babasını o günden beri görmemişti. İmparator Franz Joseph’in ölümü gününde düzenlenen ayinde
karşılaştılar. Yaşlı bir adam olmuştu. Sert ve öfkeli.....’Bunlar beni hiç ilgilendirmez. İstemiyorum.
Düşmanlarımızla olmaz. Kocan olacak o şerefsizi de istemiyorum. Sen de bir Fransıza yardım ettin. Sana üç
tane mektup geldi. Sen bir casussun.’ Öylesine allak bullak olmuştu ki Clarissa onunla birlikte eve koştu. ‘İşte,
işte. Şerefsizsiniz. Polisi arayacağım. Her şeyi ele verdiniz.’ Bir yığın mektup attı önüne.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:184)
“Yukardan, Güney’in bütün berraklığıyla ışımış, aşağıda gür bir müzikle allak bullak, burda dil
gerçekten hiç durmayan bir dalga olur ve bu deniz gibi muazzam maddenin içinde Nietzsche’nin düşünce ve
ruhu, batışın girdabına kadar dolaşır da dolaşır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:127)
“Heyecanla nasıl kalakaldım, anlatamayacağım. Subayın kolları arasında kaygusuzca vals yapışı ve
alnında tasasızlığın serin pırıltısı karşısında allak bullak olmuştum; patladı patlıyacak gibiydim.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:45)
Allamak, pullamak : Süsleyip püslemek, ilaveler yapmak, özel bir amaca uygun hazırlamak
Bk.: Allayıp pullayıp; Allı pullu
“İş döndü dolaştı karakola intikal etti. Benim şahidim şuhudum yok. Onlar kalabalık. Zabıt tutulurken
komiser de onlardan yana malum a? İktidar onlarda. Alladılar, pulladılar zaptı benim aleyhime düzenlettiler.
Benim de tepem büsbütün attı...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:53)
Allame, Allamelik etmek, Allameyi cihan olmak : Çok bilmiş, alim, bilgin; tüm dünyanın en seçkin
bilgelerinden
“Allame anlatıcı. Kız bu terimin anlamını kavramış, tıpkı ‘inançsızlığın askıya alınması’, ‘biyojenez’,
‘antilogaritma’ ve ‘Brown ile Eğitim Kurulu Davası’ hakkındaki konuşmaları algıladığı gibi. Miles, Küba asıllı
babası ömrü boyunca postacılık yapmış, üç ablası tekdüze gündelik işlerin sıkıcı batağına saplanmış olan Pilar
Sanchez gibi gencecik bir kızın, nasıl olup da ailesinden böylesine farklı oluşuna hayret ediyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:18)
“Fedor Pavloviç kadehini bitirdi, tiz perdeden kahkahayı bastı.
-Buna ne dersin Alyoşka! Vay allame vay! Cizvit’lere gitti her halde, İvan.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:199)
“Bunlar hiçbir yabancı dil bilmezlerse, küflü bir kitaptan birkaç eski kelime çıkarır ve bunlarla
okuyucunun gözünü kamaştırırlar. Bunları anlayanlar, kendi allameliklerinden lezzet duymak fırsatını bulurlar..”
(D. Erasmus. “Deliliğe Methiye”, sa:13)
“Birisi avukatın Adanadaa yazdığı, öteki de Müddeiumuminin bizzat kendi eliyle daktilosunda donattığı
mektup.... Ulan Müddeiumumi Bey, bir de mektup yazıyor ki, ulan oğlum allameyi cihan mısın, her satırını
yüyen köpek kudurur, vay vay’”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:355)
Allasen : Allahını seversen (Argo)
“PİŞÇİK - Çoktandır gelemedim size... Güzeller güzeli... (Lopahin’e.) Buradasın... Çok sevindim seni
gördüğüme... Dahi adam... al... al şunu... (Lopahin’e bir tomar para verir.) Dört yüz ruble... Sekiz yüz kırk da
bana kalıyor.
LOPAHİN (Hiçbir şey anlamaksızın omuzlarını silker.) - Düş gibi bir şey... Nereden buldun bu
parayı allasen?”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:168)
“ ‘Gün bugündür, kardaş.’
‘Nene var? Bir şey mi oldu?’
‘Gün bugündür. Yiğitlik gösterecek gün...’
‘Şaşırtma adamı, allasen.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:362-3)
“SLENDER - Bir babam vardı benim bayan Anne. Bilseniz ama ne güzel şakaları vardır babamın.
Amcam anlatsın size. Allasen amca, anlatsanız bayan Anne’a o öyküyü. Hani babam bir kümesten iki kaz
aşırmış da; hadi amcacığım.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:88-9)
“Nuh Bey, önce Arif Beye, sonra Kamil Beye şaşkın şaşkın baktı:
-Ne diyor allasen! Yahu benim çay içecek sıram mıdır? Bu paçavranın daha ne haltlar karıştırdığını
bilmiyorsunuz da...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:187)
“Şükran Hanım çıkıp kapıyı çekince Murat önce, göz kırptı, sonra yavaşça damağını şaklattı:
-Kim bu dişi ezrail, Allasen? Ben bittim.
-Bu mu? -Kadir yumruğunun üstüyle ağzını sildi- İyi buldun, dişi ezrail.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:152)
Alla vostra salute : (ITA,KOLL.) <Alla vostre salu’te> : Sağlığınıza! (Kadeh kaldırırken!) : To your health =
İNG.
Allayıp pullamak : Çok süslemek, abartılı dekore etmek
“Kahya başıyla onayladı ama ağzını açmadı. Komutan derin bir mefes aldı, zihninde allayıp pulladığı
bir-iki süslü cümlenin ardından konuya girdi. Kağnıyı çekmeleri için bir çift öküze daha ihtiyacım var ve burada
bulabileceğimi düşündüm. Efendim kont burada değil, sadece o size yardım edebilir.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğuı”, sa:48)
“Şaşa sersemlemiş gözlerinin önünden bir zamanlar kendisini ısıran tilki gibi yavaşça, sinsice, kah
yüzüne gülerek, kah azarlayarak geçip üzerine eğilince, gördüklerinden kuşkulanır oldu. Yoksa mum mu eriyip
bitmişti? Gölgeler mi hareket etmişti? Sandık ağırdı, dedi kız, adam onu taşımasına yardım ediyordu. Orlando
bir an ona inanıyor -karşılaşmaktan en çok korktuğu şeyi öfkesinin allayıp pullamadığından kim emin olabilir?
-bir an sobra kızın ihaneti karşısında daha da şiddetli bir öfkeye kapılıyordu. Derken Şaşa da bembeyaz kesildi;
ayağını yere vurdu; sıradan bir gemicinin kollarında yatmışsa, tanrıları belasını versinlerdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:41)
“ ‘Zamanın bir belgesidir bunlar, zamanın büyük hastalığını onu atlayarak ve allayıp pullayarak değil,
hastalığın kendisini anlatım konusu yaparak yenmeye çalışır. Sözcüğün tam anlamıyla cehennem içinde bir
yürüyüşü anlatır notlar...’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:137)
Allegorical :
(ING.) <a’lego’rikıl> : Kinayeli, mecazi anlamda
Aller guten Dinge sind drei : (ALM.,KOLL.) <Aler guten Dinge zind dray> : Tüm iyi şeyler üç’le gider =
All good things go in three (İNG.)
Allez lui tenir compagnie pour dix minutes : (FR.) <Ale lüi -erkek- tönir kampani pur di(z) minüt> :
Gidip onun yanında on dakika oturun (yoldaşlık yapın!)
Allem etmek, kallem etmek : Sözle, altından girip üstünden çıkmak ve sonunda istediğini yaptırmak
“Dorian Gray’in kim olduğunu hiç duymamıştı ama, önemli olan bu gençlik kremi idi. İçinde ilk kez bir
arzu uyandı, keşke bu gençler gibi zengin olaydı da, o kremi satın alabileydi. Sanki onun hislerini okumuş gibi, o
soytarılar allem ettiler kallem ettiler, bahsedilen kremi içeren küçük bir kutuyu, ona hediye vermek istediklerini
belirttiler ve sonunda başardılar da.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:168)
“Önce allem eder, kallem eder, yoksulluk yüzünden, babasının elinden çıkmış toprakları köylülerden
geri alır. Toprak elde etmek hilesini bulmuştur atık. Doymaz.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:282)
Allı güllü : Bulunduğu ortamda çok göze çarpacak şekilde, kusurlarını örtmeye yönelik süslenip püslenmiş,
renklere brünmüş, yaşı geçkin kadın
Bk.: Allı pullu
“ ‘Darmadağınık’ diye mırıldanarak onu izledi Isabella. ‘Hepsi bitti işte. Dalga çatladı. Karaya oturttu
bizi, çaresiz. Çakıllarda kaldık tekbaşımıza, ayrı ayrı. Üçlü rotamız işe yaramıyor... Ben de.’ (koltuğunu geriye
itti... Gri takımlı adam, çobanpüskülünün çevresinde biriken kalabalığa karışmıştı) ‘şu geçkin yosmayı izleyerek’
önünden yürüyen Mrs. Manresa’nın allı güllü, korseli bedenine takılmıştı gözü’ çay içmeye gidiyorum.’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:87)
Allık : Genellikle hanımların yüz-yanak solgunluğunu, kırışıklıkları gidermek için yüzlerine sürdükleri kırmızı
boya. (Özel not: Hanımların kullandığı dedik ama, belli ki, aşağıdaki materyalin sahibi Fr. yazar Gustave
Flaubert’e göre, M.Ö. 264-241 yılları arasında oluşan Kartaca savaşları esnasında, popüler maskaraların
ötesinde, erkekler -ki bir savaşçı!- de sürebiliyorlardı.)
“... Bin kılıcın vücudunu delik deşik ettiğini, kafasının kesildiğini, öldüğünü görüyordu. Bu arada onu
çağırıyorlardı. Otuz bin kişi peşine takılacaktı. Kendine karşı bir öfkedir kapladı içini. Zaferi kazanma ümidine
dört elle sarıldı. Mutluluklarla doluydu bu umut. O zaman kendini Thebaili Komutanı Epaminondos kadar yiğit
hissetti. Yüzünün solgunluğunu gizlemek için yanaklarına allık sürdü.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:193)
Allı pullu : Süslenip püslenmiş, boyanmış, boya küpüne batmış hanım
“Hemen hemen her yıl, genellikle sonbahara doğru, yolculuktan geri dönen en az bir kişiden böyle bir
kart alıyorum; dile getirilen hayal kırıklığında, ağlamaklı bir suçlamadan çok daha fazlası var. ‘Bizi uyaramaz
mıydınız, St. Juan’ın (ya da Bevalo’nun, ya da Kalamas’ın) çok sıcak ve tozlu olduğunu, bizim milletimizden
insanlarla dolup taştığını söyleyemez miydiniz?’ diye yazıyorlar hep. Bunları iç geçirerek okuyor ve her zaman,
acaba neden hiç kimsenin aklına seyahat acentesinin allı pullu laf kalabalığına karşı Yolculuğun Tehlikeli
Elkitabı hazırlamak gelmez diye merak ediyorum.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:528)
“Akşama Doğru
bir çeyrek, bir çeyrek daha.
sen geceye doğru dönüyorsun
kırmızıya çalan yüzün.
utangaç bir gelin gibi.
yansıyan gözlerin.
dehşetle.
Gecenin tutulmasından.
süslü, allı pullu.
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“PEREGRİNA
II
Şölen salonu süslenmiş.
ılık yaz gecesinde açık duran
Aydınlık, allı pullu bahçe çadırı.
Sütun misali yükseliyor
Boyunları birbirine dolanık
On iki yeşil yılan,
Yüklenmişler
Kafesli çatıyı.”
“Eduard Mörike<1804-1875>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.07.03)
“PENCERE
------------Sokağa gelişi güzel yığdıkları
yağmurlukları, kümes hayvanlarını, mandalları,
şişeleri,
tarakları, boş bisküvi kutularını, kokulu sabunları,
açık artırmaya getirip sonra bir kenara attıkları
batık gemilerden sökülmüş kamara parçalarını,
çeşitli ülkelerden alınmış gümrüksüz allı pullu ipek
kumaşları...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:83)
“Onda yaşar bu kutsal saatleri geçmişin:
Sevgilim allı pullu değil, yalınkat, berrak;
Kimseden yeşil almaz kendi ilkyazı için,
Göz boyamağa kalkmaz eskileri soyarak…”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:68, sa:177)
“O sırada, maymun-ağacının altında tekbaşına oturan Cobbs Cornerlı Cobbet, ayağa kalktı: ‘Ne
düşünüyordu bu karı acaba?’ diye mırıldandı içinden, ‘Amacı neydi, ha? Bu antika oyunu allayıp pullayıp
yutturmak, sonra da seyircileri maymun ağacının çatallı dallarına salmak, ne demeye geliyordu?’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:87)
Allopathic, Allopathist, Allopathy :
uygulama sanatı
(TIB.) Zıt-karşıt tedavi yöntemine ait; Bunu uygulayan hekim; Öyle
All’ottawa : (İTA.,MUS.) <Al’otava> : Yazılan notaları , yazılı olandan bir oktav daha yukardan çalmak,
söylemek - Notes to be played an octave higher than written (İNG.)
Almak : Evlenmek
“RUPRECHT - Bırak baba! Buraya gel! Ah cadı ah! Onu böyle küplere bindiren kırık testi değil.
Bizim düğünün dibi delindi de burada onu zorla yamatmak istiyor. Ama ben bir defa ayak bastım. Eğer bu
kaltağı alırsam Allah belamı versin.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:24)
“CLEANTE - Baba, hiç telaş etmeyin, kimsenin de günahına girmeyin. Ben çekmecenin izini buldum,
işte söylüyorum, Mariane’ı almama izin verirseniz, paranıza kavuşursunuz.
HARPAGON - Çekmece nerede?”
(Moliere, “Cimri”, sa:131)
“Cevdet Bey az önceki sözlerini düzeltme gereğini bir daha duydu: ‘Bu dediklerini anlayamıyorum.
Ama şunu sana tekrarlayayım. Ben Şükrü Paşa’nın kızını parası var, ya da yok diye almıyorum!’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:46)
Alma mater (LAT.,EĞİT.,KOLL.) <Alma mater> : Koruyucu anne; Kişinin devam ettiği kolej ya da
Üniversite; Foster mother; one’s college or university (İNG.)
Alman, Almanya: Kuzey Avrupa’da Almanya’da yaşayan, siyaset alanında ciddiyetleri, prensip sahibi
olmaları ve güvenilebilir ekonomisi olan bir Nato üyesi; 20. y.y.’ın ilk 35 yılında sarsıntılı, oligarşik acılı bir
devre geçiren Almanya, tüm dünyanın düşmanı haline gelmiş ve II. Dünya Savaşının baş kışkırtıcısı olmuştu.
Müttefiklere yenilgilerinden sonra ‘Doğu’ ve ‘Batı’ diye ikiye bölünen ayrılmanın da sarsıntısını 1989’da
yitirdikten sonra, sulh-sever ve yapıcı, yaratıcı kimlikleriyle Avrupanın , Avrupa Birliğinin sayılı üyeleri arasına
girmiştir.
“Eve girip çıkanların hemen tümünü tanımıştım zamanla. Büyük çoğunluğu genç akademisyenlerdi, bir
hayli de Alman vardı aralarında: Her fakülteden kişiler, birkaç ressam, birkaç müzisyen, eşleri ve kızlarıyla
kentsoylu bazı kimseler. Çokluk hayretle seyrediyordum bu insanları, beni eşine az rastlanır değerli bir konuk
gibi karşılıyorlardı, onların birbiriyle bilmem kaç kez buluşup görüştüklerini biliyordum. Böyle pek sık ne
konuşur, ne yaparlardı aralarında? Büyük çoğunlüğü homo socialis tipinin kopyasıydı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:93)
“Uzun boylu, şişman biri, ‘Alman’ın suratı batsın!’ sözlerini duyunca, sandalyesine bir tekme vurarak
ayağa fırladı:
-Alman hepsini, İngiliz’i, Fransız’ı, Rus’u bir lokmada yutmazsa burnumu kesin! Alman bugün
Mesih’tir; dünyayı o kurtaracak!
Başrahip:
-Otur yerine, Yermanos <Yunan

Benzer belgeler