- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş Mayıs 2013- Sayı 26 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! Ahmet Türk biyolojik dedesi adına mı özür diledi? “yavuz hırsız siyaseti?” Hovsep Hayreni 1915 Soykırımı alet edilen Kürtler ve tarihsel muhasebe etiği Cemil Gündoğan Barış Sürecinin Nesini Destekliyorum? K. Kılıçtaroğl’unun Röportajı Çağlayangil: Ordu Dersim Kürtlerini kesti, fare gibi zehirledi! kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 mayıs 2013 sayı: 26 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ... Sakine Polat Sayfa 06 - KEMAL KILIÇTAROGLUNUN RÖPORTAJI ... Sayfa 09 - Dersim Katliamını Atatürk Planladı ... Ahmet Altan Sayfa 11 - KADINLARI KURŞUNA DİZMEDİLER, TECAVÜZ ETTİLER Sayfa 13 - Biz bu katili iyi tanıyoruz ... Erdal Yıldırım Sayfa 15 - Tunceli’de bulunan kemikler kime ait? ... Sayfa 16 - 101 yaşında ölen Diyarbakırlı er Eskeri’nin Dersim Katliamında asker olarak bulunduğu zamana ilişkin anlattığı anıları kan dondurdu ... Sayfa 17 - DERSİM TERTELESİ ADALET ARAYIŞINDA YÜZEGELEN BİR ICEBERG’İN SU YÜZÜNDE GÖRÜNEN PARÇASIDIR! ... Sarkis HATSPANIAN Sayfa 19 - Baba İlyas’la Baba İshak neden isyan etti? ... AYŞE HÜR Sayfa 23 - CHP, MEDENİYET VE DERSİM. ... Davut Kurun Sayfa 25 - Barış Sürecinin Nesini Destekliyorum? - 2 ... Cemil Gündoğan Sayfa 28 - 1915 SOYKIRIMI, ALET EDİLEN KÜRTLER VE TARİHSEL MUHASEBE ETİĞİ -1 ... Hovsep Hayreni Sayfa 33 - Fail-i meçhul aydın kırımı olarak 24 Nisan ... Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 34 - Kemal Derviş: Öcalan’a artık ‘hain’ denilmemeli Sayfa 34 - “Öcalan beni kullanın dedi, biz de kullanıyoruz..” ... Bülent Arınç Sayfa 35 - İSLAM BAYRAĞI ALTINDA BARIŞ BİR MASAL ... Dr. Hüseyin Demirtaş Sayfa 36 - İsmail Beşikçi İle Sürece İlişkin Röportaj Sayfa 38 - Πόντιες Sayfa 39 - Bir Kavram Bin KIRIM - 4 ... A. Haydar Kanlı Sayfa 40 - ‘Varlık ve yokluk kıskacında Ermeniler.’ ... Ümit Kurt Sayfa 41 - SERPÊKHATÎ, BÎRANÎN Û NÊRÎNÊN ÊZDIYEKÎ JI HERÊMA ÇÊLKIYAN ... Kemal Tolon Sayfa 44 - alevi-kürt halkının ve melek-i tavus’un başına gelenler müslim korkmaz Sayfa 45 - Değerli dostlar, saygı değer konuklar; ... Recep Maraşlı Sayfa 47 - Kato dağında operasyon değil, cenaze töreni vardı Sayfa 48 - Serhat Halis’e Haydar Karataş sordu Sayfa 53 - Zulmün Defteri Açılmalıdı ... Sait Çiya Sayfa 55 - Reyhanlı Dönemecinde Suriye Krizi ve Gerici Türk-Kürt Bağlaşması ... Garbis Altınoğlu Sayfa 59 - Ahmet Türk biyolojik dedesi adına mı özür diledi? 1908’DEN 1915’E… SOYKIRIMIN GÜNÜMÜZE UZANAN KÖKLERİ ... Sait Çetinoğlu PANEL Dünden bugüne ‘“Kızılbaş Siyaseti’’ Katliamlar.Asimilasyon. İlişkiler 02 Haziran 2013 Pazar günü saat 12 00 – 18 00 saatleri arasında İstanbul’da Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi. Mahmutşevketpaşa Mah. Mithatpaşa Cad. No: 3/3 Okmeydanı/istanbul, Türkiye Tel: 0 212 250 4993 Dünden bugüne katliamlar, asimilasyon, devlet siyaseti ve barış süreci; Dr. İsmail Beşikçi - Yazar Kürtler ve Kızılbaşlar; Demir Çelik - BDP Milletvekili Ermeniler ve Kızılbaşlar; Pakrat Estukyan - Yazar (AGOS) Rumlar ve Kızılbaşlar; Sait Çetinoğlu- Yazar Süryaniler ve Kızılbaşlar; Ferit Altınsu-Yazar Kızılbaşlar; Ali Ülger - Kızılbaş Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Kolaylaştırıcı; Hatice Çevik - Gazeteci kızılbaş - sayfa 4 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü Türk Kürt İslam birliğinin uazkyakın tarihte kanlı örnekleri vardır. Kızılbaşlar bunu bilirler. ile Her aklıselim Kızılbaş bu ittifakın dışında kalmalıdır... görmek Sakine Polat Hızla değişen gündeme yetişmek oldukça zorlaşıyor. - Türk - Kürt İslam kardeşliğinde ittifak. - Antakya’daki kanlı katliam. - T.C. nin yeni anayasa hazırlıkları. Türk - Kürt İslam birliği zemininde PKK’ın yeni yönelimiyle oluşan ciddi bir huzursuzluk ile yeni arayışlar yeni fikirlerin oluşturulmasını da gündeme getirmeye başladı... Yeni dönem Kürt milli siyasal hayatında var olan Kızılbaşları çok ciddi bir tercih ile yüz yüze getirmiştir. MİT - A. Öcalan ittifakıyla oluşturulan yeni konsept daha yayınlanmadan ilk açıklama Öcalan’dan yapıldı “süreci bozan düşmanımdır” tehdidinden sonra ittifak tepeden adım adım örülmeye başlanırken, sürece diğer aktörlerin girmesi ve katkı sunmasının olanakları ortadan kaldırılmıştır. Yeni siyaseti eleştirmek açıktan yasaklandı! düşman ilan edildi! İttifakın istediği biat ortamının oluşturulmasının bir geleceksizliği ifade ettiği, oluşturulan bu biat ortamının demokrasi ile herhangi bir yakınlığı ifade etmediği anlaşılmalıdır. Öcalan - Mit ittifakın temel metni Kürt milletinden gizlenmiştir. Yapılan siyaset çok sınırlı bilgi belge kırıntılarıyla işletiliyor... Sürecin olabildiğince şeffaf işletilmesi son derece önemli olduğu anlaşılmalıdır. Kürtlerin sürece dahil olmalarının önü açılmalı, tartışma ve katkı sunmalarının kanalları açılmalıdır. Bu aynı zamanda bir tutsak ile yapılan görüşmeleri kısmen de olsa dengeleyecektir. Kısaca bu asimetrik gidişattan huzursuz olanların açık ve cesur bir yaklaşım ile kendilerini ifade etmelerinin yolu üretilmelidir. Burada tarafların unutmaması gereken çok önemli bir nokta vardır: 14 Ağustos 1984’ün birgün öncesinde (13 Ağustos 1984’te) silahlar yoktu ama barış da yoktu! Silahların susmasını ve gerillanın çekilişi ile barış ayrı ayrı şeylerdir. Ayrıca kendisiyle yüzleşmeden, eskinin tekrarıyla yenilenmenin ve demokratikleşmenin mümkün olmayacağı kanısındayız. Dönem dönem PKK dan ayrılmalar kopmalar olagelmiştir. Bu ayrılmaların kopmaların başarısızlığının iki ana nedeni olduğu düşünüyoruz: 1. PKK’ ya düşmanlık eksenli siyaset işletme. 2. PKK’yı tekrarlama siyasetleri. Her ikisi de başarısız olmuştur... PKK hoşumuza gider ya da gitmez. Var olan mevcutta kendi geleceğini kendi siyasal hayatını belirleme hakkını kullanmıştır. PKK - MİT - ÖCALAN ittifakı, Kürt milli mücadelesini Türki devlet siyasete bağlamıştır. Birkaç ay önce Diyarbakır da yapılan Alevi Sempozyumunda da Aleviliği Kızılbaşlığı Müslümanlaştırma siyaseti işletildi yazılı dökümanları vardır. Bunlar ön hazırlık siyasetidir. CHP’in başlattığı ama bitiremediği Türkleştirme ile Müslümanlaştırma siyasetini bu dönemde AKP + BDP ittifakıyla ile bu siyaset yeniden işletilmeye başlanmıştır!.... *** Antakya’daki katliam denemeleri kanımca direkt suriyeyi işgal projesi değildir. Burada, içerideki ipleri muhkem tutup aba altından sopa gösterme siyasetidir. İttihatçı siyaset tarihinin her döneminde, ecnebi kanadı altında saldırgan siyaset yürütmüştür. Bunu yaparken de yerli halklara karşı da çok açık soykırım ve katliamlar yapmıştır. Ermeni, Süryani, Êzidi, Pontus, Kızılbaş Koçgiri, Dersim, Maraş, Çorum, GOP ve Madımak kırım ve katliamları bu devlet siyasetinin sonuçlarıdır... Önce yaptıranı sonra da yapanlar fark edilmelidir... *** T.C. nın yeni anayasası, mazlumların yerli ve de farklı halkların kültürlerin ortak çıkarlarını temsil etmeyecektir. AKP’in temsil ettiği islami kesim ile CHP’in temsil ettiği militarist kesimlerin uzlaştıkları paydalarda bir anayasa çıkabilir. Bu durumda kızılbaş - sayfa 5 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kırıntılar da BDP’ye postayla bir pakette gönderilebilinir. Bu yeni anayasa sürecinde Alevi - Bektaşi kesimlerini kimler tarafından ve nasıl temsil edildiklerine bakalım; Alevi-Bektaşi dernek vakıf federasyon ne varsa CHP ümmetindedirler. Diğer küçük bir kesim de BDP ümmetindeler. Her iki kesim de kendi öz örgütlenmelerinden yoksun olma noktasında ayniyetlikleri var. Hal böyle olunca kim hak hukuk için mücadele edecek? Kelin ilacı olsaydı misali!... CHP’de bulunarak Alevilerin-Bektaşilerin hak hukuk elde etmeleri kesinlikle mümkün olmaz. Çünkü CHP’nin IRKÇI FAŞİZAN KURAMI buna müsaade edemez. Ne zaman ki Aleviler-Bektaşiler CHP’yi batırıp terk ederler ve kendileriyle yüzleşerek kendi yollarına kendi işlerine sahip çıkan siyaset işletir kendilerine vekil olurlar ise hak hukuk için mücadeleden söz eder hale geliriz..... BDP’in müslüman(!) kızılbaşlarının milli talepleri için BDP bulunmalarını bir noktaya kadar anlaşılır. Gelinen süreçte PKK ve diğer örgütlenmelerinin de ÖCALAN+MİT İslam kardeşliği/birliği siyasetiyle lağv edildiğine göre?.... BDP ile Alevi-Kızılbaşların hak hukuk elde etmeleri akla pek uygun değildir. İşin özcesi; biz Alevi - Kızılbaşlar olarak kendi ekonomik demokratik çıkarlarımız için hak hukuk için artık ona buna marabalıktan feragat edip birazda kendimiz olalım, kendimiz için çalışalım. Akla en uygun olan hak yolumuzu hayata aktarıp kendimize vekil olmayı başarmalıyız!. Neden bizim (ALEVİ-KIZILBAŞLARIN) demokrat bir partimiz yok? bunu kendimize sormanın da zamanı gelip geçmiyor mu?!... *** Bilgi paylaşım çağına girdik. Artık uzak yakın yoktur. İsteyen istediği bilgiye ulaşması anlık oldu. Az bir zamanda bir kaç yılda çok önemli çok hayırlı işler başarıla bilinir. Bir günlük Gazetemize, bir televizyona, bilgi belge arşiv merkezine ulaşabiliriz. Çok ciddi bir yayınevine, Kitapevlerine, Hastaneye, Üniveristeye, ciddi işletme sektörlerinde başarılara imza atabiliriz. Kısacası siyasal örgütlenmemiz ile demokratik bir rızaşehrini inşa edebiliriz. Bunların olması için kendimiz olmalıyız. Bunları ırkçı, inkarcı, işbirlikçi ve asimilasyoncu siyasetlerden uzaklaşarak başarabiliriz. *** Kızılbaş Dergisinin Ermeni siyaseti yaptığı, Ermeni olduğu anti propagandalarıyla karşılaşıyoruz. Özellikle de alevicilik yapanlarda, bir kısım “sol”cularda ve Türk Kürt İslam birlikçilerinde. Bunların hepsinin ortak geçmişleri, ortak siyasetleri var ve anlaşılır bir durumdur. Örnekleyelim; Hamidiye Aleylarındaki osmanlı emrinde askerlik yapan paşa olan Kürtlerin torunları var. TKP kurucusu Mustafa Suphi Paşa 1915 te 1919 da 1920 nerdeydi ne iş yapıyordu? Maraş neden Kahramanmaraş oldu? Şanlı Urfa neden Şanlıurfa oldu? Antep neden Gaziantep oldu? Yakın tarihi sorgulamak kendimizle ile yüzleşmek beni Ermeni yapıyorsa evet Ermeniyim!.. Milli Kurtuluş hikayeleri kime karşı ne için yapılmış? Yerli halkların kesilmesi, sürülmesi milli kurtuluş tarihiymiş ha! CHP’in MHP’in Türk Kürt islami ittifakçılığı ile Türk “sol”cularının ortak dayanışmalarını bu ortak inkar siyasetinde görmek gerekir. Evet; bir kez daha tekrarlıyorum. Ermeni meselesinde samimi insani ve demokratik davranmayanlar hiç bir özgül ve ortak toplumsal sorunu çözmeleri mümkün olamaz. Bulunduğumuz coğrafyanın demokratikleşmesinin ana eşiği Ermeni Soykırımının kabulünden ve gereğinin yapılmasıyla başlar. Peşinden 1919 pontus + 1920 Koçgiri + 1925 Şeyh Said + 1938 Dersim + 1978 Maraş + 1980 Çorum + GOP + Madımak + Reyhanlı....... Katliamlarda, soykırımlarında, sürgünlerde hayatları gasp edilenlerin eza-ceza acı çekenlerin, yerlerini yurtlarını kaybedenlerin, mallarının mülkleri gasp edilenlerin, mezarları sökülüp altın dişleri sökülenlerin, tüm acılarını kendi acılarımızdır onların önünde başımız yerdedir. *** 02.06.2013 Tarihinde İstanbul’da bir Panel düzenliyoruz. Kamuoyuna açık. Demokratik olmasına da özen göstereceğiz. İlgi duyan herkesi misafir etmek isteriz. Tüm gönüllü abonelerimizin hayırlı dilekleri ile desteklerini bekliyoruz. can cana kızılbaş - sayfa 6 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KEMAL KILIÇTAROGLUNUN RÖPORTAJI Çağlayangil: Ordu Dersim Kürtlerini kesti, fare gibi zehirledi! Dersim katliamını tanıklığa başvurarak ortaya koyan en önemli çalışmalardan birisi, kendisi de Dersimli olan Kemal Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu, 1986 yılında, Dersim olayları sırasında Malatya Emniyet Müdürü olan eski Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil ile görüştü. Çağlayangil'in Yalova'daki evine giden Kılıçdaroğlu, bu konu üzerinde çalışan bir arkadaşına vermek üzere ses kaydı yaptı. Ses kayıtlarına göre, Dersim katliamından önce Malatya Emniyet Müdürü olarak Dersim'e giden ve Kürt aşiretleriyle bazı görüşmelere katılan Çağlayangil, Kılıçdaroğlu'na, "Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi" diyor. Kılıçdaroğlu, Hürriyet gazetesi yazarlarından Faruk Bildirici'ye, Dersim araştırmasını şöyle anlatmıştı: “Bu konuyu (Dersim’i) araştırma gereği duydum. Lise yıllarından başlayarak yerel tarih konusunda ciddi bir merakım vardı. Tarih Vakfı’nın, dokümanlarını, kaynaklarını toplamaya çalıştım. Canlı kişilerle konuştum. Tarihçi Cemal Kutay ile görüştüm. O dönemde Başbakan olan Celal Bayar’ın konuyu çok iyi bildiğini söyledi. ‘Ben randevu alacağım, gelirsiniz beraber gideriz’ dedi. Cemal Kutay randevu alınca beni çağırdı, gittim. 1986’ydı sanırım. Kutay’a güzel de bir badem ezmesi almıştım. Dedi ki, ‘Celal Bayar hasta, görüşme şansımız olmayacak.’ Ben de içimden kızdım. ‘Herhalde beni atlattı’ dedim. Otobüsle Ankara’ya dönerken yolda haberleri açtı şoför. Celal Bayar’ın hastaneye kaldırıldığını söyledi. Sonra Celal Bayar taburcu olmadan vefat etti ve o görüşme hiç olmadı. O görüşme olsaydı belki çok şey öğrenecektim. İhsan Sabri Çağlayangil ile görüşmemi Çağlayangil: Var. Onda tarihi izahat var. Ve Dersim hakkında en iyi, en resmi tetkik de odur. Ben Malatya Emniyet Müdürüyken Kürt meselesine merak sardım. (…) İki ayrı rapor yazdım o devirde bakanlığına verdim. Raporların birer nüshası bende fakat ‘ara bul’ derseniz, bu evrak-ı perişanın içinde imkânı yok bulamam. İhsan Sabri Çağlayangil https://www.facebook.com/photo.php?v =125681297626800&set=vb.5391966927 75486&type=2&theater sağlayan bir yeminli mali müşavir arkadaşımdı. Onun ricası üzerine randevuyu Cavit Çağlar aldı. Çağlayangil’in Yalova’daki evinde buluştuk. Bir arkadaşın radyo teybiyle gitmiştim. O konuştu, banda aldım. O döneme ait güzel bilgiler verdi. O yaşta müthiş bir hafızası vardı. Ben o bütün bilgileri, bendeki dokümanları araştırma yapan güvendiğim bir arkadaşıma devrettim.” Bu açıklama üzerine harekete geçen gazeteci Soner Yalçın, Kılıçdaroğlu'ndan Çağlayangil ile yaptığı görüşmenin ses kaydını aldı ve 22 Ağustoks 2010'da Hürriyet'te yayımladı. İşte Kılıçdaroğlu'nun kaydettiği görüşmede, devletteki son görevi, 12 Eylül 1980 darbesinden önce "Cumhurbaşkanı Vekilliği" olan Çağlayangil'in Dersim katliamı konusunda anlattıkları: Çağlayangil: Dersim hakkında en güzel kitabı hizmete mahsus olmak kaydıyla ve 100 nüsha basılmak şartıyla Kazım Orbay yazmıştır, Jandarma Genel Komutanı iken. Kılıçdaroğlu: Kitabı gördüm efendim. Türk Tarih Kurumu’nun kütüphanesinde var. İki büyük siyaset Cumhuriyet’te zaman zaman hâkim olmuş ve çarpışmıştır. Birincisi, bunlara şiddet yoluyla, baskı yoluyla hâkim olmak. İkincisi kültür yoluyla hâkim olmak. Kültür yoluyla hakim olmak siyasetinin müdafii Avni Doğan gibi dördüncü umum müfettişliği yapmış, o havalide uzun müddet valilik ve müfettişi umumilik yapmış, Kürtleri tanımış kimselerdi. Fakat Türk siyasetine Fevzi Çakmak’ın mutaassıp görüşü hâkimdi. Fevzi Çakmak Doğu’ya yol yapmanın, Doğu’da mektep açmanın, Kürtleri elit hale getirmenin, oraya medeniyet sokmanın aleyhindeydi. ‘Bunlar uyanırlarsa istiklal fikrine kapılırlar ve vatanımız bölünür’ diyordu. (…) Dersim’i merak Dersim’i gezdim. ettiğim zaman Kılıçdaroğlu: Hangi yıldı efendim? Çağlayangil: 1936–37. (O dönem) Dersim’e Jandarma giremiyor. Dersim’e tahsildar giremiyor. Dersim’de ağa nüfuzu hakim. Dersim’de hükümet yok. Dersim’de Türkiye Cumhuriyeti otoritesi yok. E otorite olmayınca o boşluğu ağa doldurmuş. Bir yandan hükümranlık Cumhuriyet’te; bir yandan otorite Kürt ağasında. Bu çelişki Dersim’in mukadder hayatını yaşıyor. (…) Bunun sonucu o tarihte de Dersim’de kızılbaş - sayfa 7 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 harekat cereyan etti.. Harekat da şöyle başlamıştı: Fırat üzerinde Şeytan Köprüsü denen bir yer vardır. Onun başında karakol vardır. O şeytan köprüsünden geçilince Dersim’e geçilmiş olur. O karakolda İsmail Hakkı isminde bir yedek subay komutasında 33 jandarma eri nöbet tutuyor. Orası Dersim’in kapısı. Seyit Rıza bir gece kuvvetleriyle basıyor. İsmail Hakkı Bey’i ve 33 jandarmayı da şehit ediyor. Onun üzerine Abdullah Alpdoğan Paşa, Kastamonulu; ona emir veriliyor. ‘Bütün ordu iştirak etsin bu Dersim’i temizleyin’ diyorlar. Dersim hareketi böylece başlamış oldu. Dersim’de ilk harekat Galatalı Şevket Bey tarafından yapılmıştır. Galatalı Şevket Bey bir albay. Mersin’deki Kürtlerin Kürtçe şarkılarında hala Galatalı Şevket Bey’in yaptığı mezalimin, öldürdüğü kimselerin ağıtları ve destanları yaşar. Hala söylerler. (…) Kılıçdaroğlu: Abdullah Paşa o ara Elazığ’da. Çağlayangil: Elazığ’da. Ben de Malatya Emniyet Müdürüyüm. Haliyle otomobile bindik Elazığ’a gittik. Abdullah Paşa bizi misafir etti. Harekat başlayalı 1-2 ay olmuştu. Abdullah Paşa dedi ki ‘bu kefereyi kıstırdım; ekinlerini yaktım uçakla. Mağaralara iltica ettiler. Fakat dağlık arazi karargâh-ı Munzur’da’ dedi. ‘Bu dağları tuttular. Bu dağları bir mavzerli alay tutabilir. Öyle geçitler var’ dedi. (…) ‘Bir kadın var’ dedi ‘bunların içinde.’ Kadının resmini de gösterdi ‘o kadar nişancı ki’ dedi; Karakolda kapı aralığından jandarmayı vurmuş. ‘Çok zorluk çekiyorum’ dedi. ‘Bunlara haber gönderdim. Bunların 15 kişi aşiret başı liderleri var. Bunları bize teslim edin hareketi durduracağım dedim.’ Mehil istemişler. ‘Yarın bu mehil bitiyor. Madem merak ediyorsunuz beraber gidelim, cevap getirecek Kürtler” dedi. Biz ertesi gün 2 otomobil ve koruyucu manga, bir de taze ekmek çuvallara doldurulmuş bir kafile halinde hareket ettik. Bir yerde yanlışlıkla ateş yedik. O badireyi geçtik bir acayip yere vardık. Abdullah Paşa ‘inmeyin arabadan, bizden evvel insinler’ dedi. Sonradan Paşa olan Şevket Bey (anlaşılmıyor) onlar falan indiler. Bir yar var, bayağı derin. Kürtlerle yapılan anlaşma gereğince iki taraf da o aşağıya silahsız inmesi lazım. Abdullah Paşa, Vali, ben ineceğiz. Abdullah Paşa haber yolladı. ‘Biz üç kişi ineceğiz. Yabancı değildir, biri Malatya Emniyet Müdürü’dür, biri Malatya Valisi’dir. Çekinmesinler.’ Biraz bekledik tercüman geldi. Ona izah edildi vaziyet. Sonradan 15-20 kişi geldi. Kürt bunlar. Bende fotoğrafları var. Bunlar garip adamlardı. Uzun boylu, insan güzeli, göğüslerinden kıllar sarkmış, kumral, koyu kumral kişilerdi. Heybetli adamlardı. Abdullah Paşa psikolojik hareket etti. ‘Ekmekleri dağıtın’ dedi. Karşı taraf aç. Muhasarada. Bunlara fırından yeni çıkmış ekmekleri dağıttılar. Herkese birer ekmek verildi. Yarısını yediler yarısını koyunlarına koydular. Abdullah Paşa uygun bir konuşma yaptı. Dedi ki, ‘Siz Demenan aşiretisiniz. Ben Kastamonuluyum. Taşköprülü- yüm. Niçin Kastamonu’ya Kastamonu demişler bilir misiniz? Kastamonu bir dere içindedir. İki tarafı yardır. Bir tarafa bir aşiret yerleşmiş, bir tarafa bir aşiret yerleşmiş. Bir tarafa Kast aşireti yerleşmiş, bir tarafa Tuman aşireti yerleşmiş. Kast-Tuman demişler. Ben Tuman aşiretindenim. Tuman zamanla Demenan olmuş. Ben sizin aşiretinizin cedlerindenim. Birbirimizle akrabayız. Sizi iğfal eden, başlarınızdaki size isimlerini verdiğim adamlardır. Bunlar ortadan kalkarsa arada bir itilaf kalmaz. Birbirimizle iyi geçiniriz. Umarım ki iyi haber getirdiniz’ dedi. İsmini hatırlamadığım (bir süre ses kesik) Kürtçe anlattı, tercüman bize tercüme etti. Adam diyor ki, ‘beyanatınız bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimlerden üçü hariç bunları size teslime karar verdik. Abdullah Paşa üç kişinin kim olduğunu sordu. İçlerinde biri bu iyi nişancı kadın. İki kişi de başka adam var. Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna edilmesine razı olamayacaklarını, üç kişinin de tesliminin gerektiğini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebini sordu. Kürt, büyük bir samimiyetle dedi ki; ‘bir kadının bir kocası olur. Siz bir hareket yapıyorsunuz burada, bu hareket gelir geçer. Buralar yine Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize zulmeder bu ağalar. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi girse, zaten biz ağaya kul olmayız. Ama siz yoksunuz. Bizim daimi muhatabımız ağa olduğu için ve kudret de onda olduğu için, bunlar da en büyük olduğu için sizin değil onların dediğini yapmaya mecburuz.’ Abdullah Paşa şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’in de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini söyledi. Bunlar kabul etmediler. Sonra biz geri döndük, yeni mehil istendi. Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler, mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden kızılbaş - sayfa 8 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da girer, siz de girebilirsiniz. (…) Abdullah Paşa ile olan tetkiklerimi bitirmiş, Ankara’da göreve başlamıştım. Kılıçdaroğlu: 1938’de mi 37’de mi? Çağlayangil: 37’de. Yani o tarihten 3–4 ay geçmişti. (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya çağırdı dedi ki Atatürk Singeç köprüsünü açmaya gidecek, Elazığ’a da uğrayacak, Seyit Rıza ile ilgili mahkeme bitmiş fakat karar tebliğ edilmemiş. Elazığ’da 6 bin Kürt toplanmış, Atatürk’ün seyahatini duymuşlar. Atatürk’ten Seyit Rıza’nın affı için şefaat isteyecekler. Yanına sivil adamlarını al git, Atatürk gelmeden önce mahkeme kararı uygulansın da Kürtlerin Atatürk’e müracaatları ve ricası olmasın’ dedi. Ben 3–5 sivil polis aldım yanıma gittim. (devamında ses bozuk) Cellât, Çingene buldular infaz için. ‘15 kâğıt isterim. Üç-dört de … (anlaşılmadı)… isterim’ dedi. Hapishaneye gittik. Yedi idam mahkûmu vardı. İçinde Seyit Rıza ve oğlu da var. Biz Elazığ emniyet müdürü İbrahim ile Seyit Rıza’yı aldık. İmam, dini telkin yapmak istedi Seyit Rıza kabul etmedi. Jandarma karakolunun önünde bir meydan vardı orda asılacaklardı. Oraya götürdük. Savcı bir yafta yapıştırdı. ‘Vasiyetin var mı’ dedi.’ Kırk lira param var onu oğluma verin’ dedi. Hâlbuki oğlu da asılacak farkında değil (anlaşılmadı.) ‘Başka vasiyetim’ yok dedi. Beyaz gömlekle çıktı sehpaya; bomboş meydana- sanki insan doluymuş gibi hitap etti: ‘Biz evlad-ı kerbelayız. Bi hatayız. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir” (anlaşılmadı.) (…) O şekilde Seyit Rıza artık bitti, kapandı. Yani Dersim’deki liderler bu şekilde bertaraf edildi. Diğer öbür liderler de Dersim harekâtında hayatlarını kaybettiler. Kürtler üzerinde ağalığa başlayacak, yeni liderlik yapacak kimse kalmadı. (Bundan sonra ses tamamen kayıp.) Koçgiri direnişi kahramanımız Aliser’in kesik başı kızılbaş - sayfa 9 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Atatürk’ten başka “sorumlusu” olabilir mi? Yoksa buna itiraz etmiyorlar da Dersimde bir “katliam” olduğunun söylenmesine mi itiraz ediyorlar? “Dersim’de katliam olmadı” mı diyorlar? Orada binlerce adamın öldürülmesinin adı ne CHP’lilere göre? CHP'yi karıştıran dersim tartışmasına Ahmet Altan da katıldı. Altan katliam olarak nitelendirdiği olaylardan devlet ve Atatürk'ün sorumlu olduğunu belirterek, üstü kapalı bir şekilde 'Katil Atatürk' dedi. CHP'de, Hüseyin Aygün'ün “Dersim Katliamı’nın sorumlusu devlet ve CHP’dir. Atatürk de bu olaylardan haberdardır” şeklindeki sözleriyle başlayan tartışma sürüyor. Aygün'ün sözleri sonrasında CHP karışırken, kamuoyundan da farklı sesler yükseliyor. Konuyla ilgili en aykırı ses ise Taraf yazarı Ahmet Altan'dan geldi. Altan "Ülkenin hâkim-i mutlakı olan Atatürk’ün “haberdar” olmaması zaten söz konusu değil ama Atatürk sadece “haberdar” değildi, bu katliam için bizzat emir veren, planları yapan adamdı." diyerek, yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi. Yaşanan olaylardan devleti ve Atatürk'ü sorumlu tutan Altani bu sözleriyle üstü kapalı bir şekilde 'katil Atatürk' dedi. İşte Ahmet Altan'ın çok tartışılacak o yazısı... CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, “Dersim Katliamı’nın sorumlusu devlet ve CHP’dir. Atatürk de bu olaylardan haberdardır” deyince ana muhalefet partisinde kıyamet koptu. Bazı milletvekilleri Aygün’e karşı ayaklandı. Parti yönetimi Aygün’ün savunmasını istedi. Bu konuda yapılan açıklamaları okudum ama ne CHP yönetiminin, ne de CHP’li milletvekillerinin Aygün’e niye itiraz ettiğini anlayabildim. Aygün’ün yalan söylediğini mi düşünüyorlar? 1937’de gerçekleşen Dersim Katliamı’nın sorumlusu olarak devleti ve CHP’yi görmüyorlar mı? Dersim Katliamı’nı devlet yapmadı mı? CHP yönetimi ve milletvekilleri, Dersim Katliamı’nın sorumlusunun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden başka biri olduğunu düşünüyorlarsa, söylesinler. O katliamı devletten başka kim yaptı? O tarihte devletin tek sahibi de CHP değil miydi? Türkiye’de devletten ve devletin sahibi olan CHP’den başka bir güç mü vardı? Öldürülmediğini mi iddia ediyorlar? Girsinler internete o katliamın korkunç görüntülerini rahatça bulurlar. Zaten çok uzağa gitmeye gerek yok. Dersim konusunu dile getiren eski CHP Milletvekili Onur Öymen’di, Kürtlere karşı sertleşme politikasını savunurken Atatürk’ün Dersim’de yaptıklarını örnek göstermişti. İsterlerse biraz daha yakına gelsinler. Dersim Katliamı’yla ilgili sözleri için “savunma” isteyen partilerinin bugünkü başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na doğru yaklaşsınlar. Ona İhsan Sabri Çağlayangil ile Dersim konusunda neler konuştuklarını sorsunlar. O konuşmanın kayıtlarını bulsunlar. Yoksa Atatürk kısmına mı itiraz ediyorlar? Çağlayangil’in tarihe geçen, “İnsanları mağaralarda fareler gibi öldürdük” sözünün altını çizsinler. Bence Aygün kibarca söylemiş, “Atatürk de bu olaylardan haberdardı” derken. Binlerce insanın “mağaralarda fareler gibi öldürülmesinin” katliamdan daha başka bir ismi varsa onu söylesinler. Ülkenin hâkim-i mutlakı olan Atatürk’ün “haberdar” olmaması zaten söz konusu değil ama Atatürk sadece “haberdar” değildi, bu katliam için bizzat emir veren, planları yapan adamdı. Trabzon’daki müzeye giderlerse Atatürk’ün üstünde çalıştığı harekât planını da orada görürüler, Atatürk harita üstünde birliklerin gideceği yerleri belirlemişti. Askerlerin kesilmiş kafaları ellerinde tutan resimlerine baksınlar. Bunun neresine itiraz ediyorlar? Dersim Katliamı’nın devlet, CHP ve Sonra kamuoyuna Aygün’ün sözlerine niye itiraz ettiklerini anlatsınlar. Dersim’de yaşananlar hakkında biraz bilgisi ve bir nebze vicdanı olan hiç kimse Aygün’ün sözlerine itiraz edemez. İnsanları yakarak, bombalayarak, idam ederek, kafalarını keserek öldürdüler Dersim’de, sonra da utanmadan bunun konuşulmasını yasak ettiler. Hâlâ gerçekleri susturmaya çalışıyorlar. kızılbaş - sayfa 10 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tabii, bu ülkede Dersimlileri bombalayan Sabiha Gökçen’in adı bir havaalanına veriliyorsa sadece CHP değil bütün partiler utansınlar. Kürtlerin katilinin adını taşıyan bir havaalanından Kürtleri yolculuk etmeye zorlayan bu devlet utansın. O havaalanının adı bir gün değişecek. Sivil halkın üstüne bomba atan birinin adı havaalanına verilemez çünkü. Bu devlet Kürtleri böyle delirtiyor işte, öldürüyor, öldürdüğünün söylenmesini yasaklıyor, öldürdüğü söylendiğinde pişkince reddediyor, katilin adını havaalanına veriyor, sonra da “biz kardeşiz” diyor. Kardeş olduğumuza hiç inanmıyorum ama eğer kardeşsek de Habil’le Kabil gibi kardeşiz, kardeşlerden biri diğerini öldürdü, defalarca öldürdü. Sonra da “yoo, öldürmedik” diye gözlerinin içine baka baka alay etti, “öldürdünüz” diyeni cezalandırdı. Hâlâ da cezalandırıyor. Belki de Aygün’ü, Dersim Katliamı’nı en yakından bilen insanlardan birinin yönettiği partiden atacaklar. Dersim’de katliam olmamış mı olacak o zaman? Yoo, sadece başta Kılıçdaroğlu olmak üzer bütün CHP gerçekleri saklamış, olayları çarpıtmış, yalan söylemiş olacak. Benim onlara söyleyecek bir sözüm yok. Ama sanırım Seyit Rıza’nın Kılıçdaroğlu’na bir sözü olacak: “Ayıptır, zulümdür, cinayettir.” Bu söz, Aygün’den savunma isteyen Kılıçdaroğlu’na hayatı boyunca yeter. Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan kanun, diğer katliamların “Jenosid olmadığı” anlamına gelmez. Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp atmak” için kanunlar hazırladılar. Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler. Kara ve hava harekâtı planladılar. Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk yetiştirme yurtlarına yerleştirerek kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek için program hazırlayıp uyguladılar Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50 bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60 bini toplu katledildi, telef edildi. 20 -30 bin insan sürgüne gönderildi. Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen, olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür. İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi, 1977 yılında hazırlamış olması, ilk kez “Dersim jenosidi” kavramı ile tanımlaması dikkate değerdir. “Jenosit/soykırım” kavramının 1990’lardan sonra, Kürd ve Türk çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada geciktiğimizi ve devletin resmi ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği çok muazzam lehine kullanarak bilgi kirliliği ve yanılsamalar yarattığı, mağdurları bile kendi “portresi” haline getirip, politikasına araç ettiğini gözlemlemekteyiz. “Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan okumasını göstermesi bakımından da son derece önemli bir olgudur. Öte yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu, bilimsel düşünce sürecine darbeler vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. Araştırmada, kanunla ilgili meclis görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının, Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir. Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar), yerel(otokton) halkları yok etmeye koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki, özel olarak da Dersim'deki jenosid uygulamaları, çeşitli kaynaklardan yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır. Kritik edilmesi dileğiyle! İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla... kızılbaş - sayfa 11 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 90 yaşındaki Yumoş Bakıray KADINLARI KURŞUNA DİZMEDİLER, TECAVÜZ ETTİLER 1937 yılında Turişmek köyü Robaik mezrasında, ailemle yaşıyordum. 15 yaşındaydım daha. Askerler katliamdan önce gelip köydeki evlerde bulunan bıçaklarımızı bile toplayınca babalarımız, dedelerimiz şüphelendi aslında. Askerler katırlarla aylarca bölgeye sevkiyat yaptılar, çadırlar kurdular, silahlar getirdiler. Katliam gününde bizim köydeki insanları başka bir köye götürdüler. Biz kaçtık, ormana saklandık. Oradan seyrediyorduk korkuyla. Çevredeki köylerden toplananları ilk önce kadın ve erkek olarak iki ayrı gruba ayırdılar. O anı hayatım boyunca hiç unutmadım. Kalabalığın önüne kurulu silahlar vardı. Askerler erkekleri o silahlarla taradılar. O an yükselen çığlık ve yakarışlar, şu an bile kulağımda. Anlatırken kalın çerçeveli gözlüklerinin altından gözyaşları akıyor Yumoş Nene’nin. “Neneceğim biraz dinlen istersen” deyince, “Yok oğul, anlatalım ki bir daha kıyamasınlar kimseye” dedi ve devam etti: İnsan vicdanının kabul edemeyeceği bir sahneydi benim için. Gece kâbus görmeme neden olan olay o an oldu. Askerleri kadınların içine saldılar. Etraf sarılıydı ve çoğu bir birine iple bağlanmıştı. Kadınlara tecavüz ettiler ve çığlıklar içinde süngüler ile öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme dönmüştü. Saklandığımız yerde ağlıyor, korkuyor ve çığlımızı içimize gömüyorduk. Aynı şey bizimde başımıza gelebilirdi. Kaçtık, ormanın derinliklerinde saklandık. Askerler daha sonra köyleri ateşe verdi. Askerler gittikten sonra saklandığımız yerden çıkıp köye indik. Cesetler yerdeydi hala. Her yer kan gölüne dönmüştü. Her taraf komşumuz, akrabalarımız ve tanıdıklarımızın cesetleri ile doluydu. Sonra tekrar ormanlık alana çekildik. Aylarca ormanda saklandık hiç inmedik. Gündüz mağaralarda saklanıyorduk, gece köylerimize gelip başıboş olan hayvanları sağıp süt alıp tekrar mağaralara geri gidiyorduk. Kadınlar çocukları ile birlikte mağaralara saklanıyordu. Bir bebek ağlamaya başladı. Yanındakiler kadına ‘çocuğu sustur, yerlerimizi öğrenirlerse gelip bizi de öldürürler’ dedi. Kadın emzirdiği çocuğunu göğsüne ağlayarak bastırdı sesi çıkmasın diye. Asker gittiğinde çocuk boğulmuştu. KÖYÜ ÇIĞLIKLAR SARDI Katliamın bir diğer yaşayan tanığı 83 yaşındaki Hüseyin Gül. İzlerini hala vücudunda taşıdığı katliam sırasında 10 yaşındaymış Hüseyin Dede: Anlatırken o günleri yeniden yaşıyor: Askerler bizi Hopik’te topladı. İple kollarımızı birbirine bağladılar. Önümüze makineli tüfekleri koydular ve taramaya başladılar. Kadın çığlıkları ortalığı kaplamıştı. Ağzımdan ve vücudumun başka yerlerinden vuruldum. Bir cesedin altında kaldım ve ölü numarası yaptım, hiç kıpırdamadım. Yaklaşık 10 asker ölenleri kontrole geldi. Süngü batırıyordular.Koluma süngü isabet edince ah dedim. Canlı olduğumu anlayınca bacağımdan tutup sürükledi ve tepeden aşağı attılar, Munzur’a attılar beni. Askerler sudayken de ateş etti ama vuramadı. Bir baktım Munzur kıpkırmızı, kan akıyor. Suların üzerin cesetler yüzüyor. Boğulmak üzereyken yanımdan geçen bir cesede tutundum. Onunla birlikte epey sürüklendim. Bir yerde ayaklarımın taşa değdiğini hissedince çırpındım sudan çıktım. Aylarca dağlarda köy köy dolandım. _____________ Keçileri Bombalayan Pilota Madalya Takıldı.. CHP, ilginç bir parti. CHP’liler de! Bir yandan bir mezhep ekseninde kadrolaşmaya soyunuyorlar. Diğer yandan o mezhep mensuplarının yoğun olarak bulunduğu bir ilimize yönelik kanlı baskınları örtbas etmeye çalışıyorlar. kızılbaş - sayfa 12 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sadece CHP’liler değil. Kendilerine yönelik kanlı baskınlar düzenlenen Dersimlilerin tavırları da ilginç. Kendi cellatlarını, bağırlarına basıyorlar. Kendi yorumlarımızla işi subjektif değerlendirmelere götürmeyelim. Yapı Kredi Yayınları’ndan 1998’de çıkan bir kitaptan alıntılarla olayı aktaralım. Kitap, Cumhuriyet’in 75. yılı anısına, Halit Kıvanç’ın Sabiha Gökçen ile yaptığı ve 1950’li yıllarda gazetelerde yayınlanan röportajlardan oluşuyor. Kitabın ismi de “Bulutlarla yarışan kadın.” CHP’liler itiraz ediyorlar, “Dersim olaylarında şu şu kişilerin bir kusurları yoktur” diyorlar ya. Atatürk’ün manevi evladı ile yapılan röportajdan, olayın gerçek yönünü öğrenelim. Önce Halit Kıvanç’ın yorumu: Hafızanıza müracaat ederseniz, genç kızın yola Ata’nın tabancası ile çıktığını hatırlarsınız. Bu tabanca, Sabiha Gökçen’in şu anda da titizlikle muhafaza ettiği kıymetli hediyelerin başında geliyor. Zira Ata, genç kızın esas tabancasının ağır olduğunu bildiğinden, ona daha hafif olan SmithWesson’unu vermeyi doğru bulmuştu. Bu aynı zamanda, ‘Sana güveniyorum. İcap ederse işte seni koruyacak silah’ demek isteyişi gibi, mutena bir manası da vardı. Atatürk’ün tabancaları çoktu. Uzun müddet kullandığı esas tabanca, bu Gökçen’e Dersim’e giderken verdiği idi. Demek ki ne imiş? Sabiha Gökçen, Dersim’i bombalamaya gitmeden önce, Atatürk’ten çok önemli bir hediye almış: “Atatürk’ün en uzun süre taşıdığı silahı.” Aynı röportajdan, şimdi de direkt Sabiha Gökçen’in anlatımını aktaralım: Alay kumandanı bizi toplamış ve ‘tabancalarınızı unutmayın’ demişti. Ben de Ata’nın verdiği tabancayı elimle şöyle bir yokladım. ‘Canlı ne görürseniz ateş edin’ emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk. Olayın bire bir içindeki kişi anlatıyor; 1937’de yaşanan Dersim bombardımanını.Emir aynen bu: “Canlı ne görürseniz, ateş edin.” Ve bizzat failin ağzından itiraf: “Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk.” Kıvanç’ın ara notları ile, manevi evladın anlatımları devam ediyor: Gökçen bir an güldü: Gariptir, dedi. Tavuk kesilirken bakamam. Fakat tayyareye binince, hele böyle askeri vazife alınca, bu histen sıyrılıyordum. Gene de öyledir. Tavuk kesilmesini seyre bile tahammül edemem. Tavuk dahi kesemeyen manevi evlat, “canlı ne görürse, bombalıyor!” Ben iddia etmiyorum, kendisi itiraf ediyor. “İlk kadın tayyarecimiz Sabiha Gökçen” başlıklı aynı röportajın devamında bir ara başlık: “Dersim başarısı madalya ile taltif ediliyor.” Ara başlığın altında yazılanlar, anamuhalefet partisinin bugün karışmasına sebep olan “Dersim olaylarından Atatürk de haberdardır” merkezli iddiaların ne kadar doğru olduğunu ispatlıyor: Sabiha Gökçen, Dersim harekatında muvaffakiyetle vazife görmüştü. Bir ay süren harekat sırasında bazan pilot olarak tayyareyi kullanıyor, bazan râsıt olarak vazife görüyor, bazan bomba atıyor, bazan keşif yapıyordu. Âsiler bir kadın tayyarecinin kendilerine bomba attığını öğrenmişlerdi. Hele bir kadın tarafından ateşe tutulmak, onlara çok ağır geliyordu. Ah bu kızı ellerine geçirselerdi. Bunun içindir ki Atatürk ileriyi görmüş ve ‘Çarpışacağın insanların eline esir düşersen, sana çok fena muamele ederler’ demişti." “Aleviler, Kerbela’da katledilen 72 kişiyi unutmadılar, ama Dersim’de katledilen 72,000 bin kişiyi unutmak üzereler.” Sosyolok Dr. İsmail Beşikçi 4 MAYIS; DERSİM ALEVİ KATLİAMININ YILDÖNÜMÜ!!! GEÇMİÇ GELECEĞİN AYNASIDIR. YAVUZİDRİSİ BİTLİSİ İTTİFAKI, BUGÜN BDP-YENİ OSMANLICI SÜNNİ İTTİFAK DERSİMDE NEDEN ALEVİLERE KATLİAM UYGULANDIĞINI ANLATMAYA YETER SANIRIM! “Dersim’in inancı, ikrarı hedef alınmıştır.” 38 Kerbela’dan beri gelen bir süreçtir desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. O yüzden 38, inanç üzerine kuruludur. “Anadolu’da herkes Dersimlilerin katledilmesinde hemfikir olmuştur. Dersim katledilirken Diyarbakır’da yürüyüş olmamıştır, Hakkâri’de de Mardin’de, Kars’ta da başka yerde de...” “Kimse; Lazlar da Kürtler de başka çevreler de ‘Allah kurtarsın’ demedi.” diyor. kızılbaş - sayfa 13 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Erdal Yıldırım AKP hükümeti geçtiğimiz yıllarda bir yandan toplumsal barış konusunda, çeşitli etnisite ve inançlarla ilgili bir dizi sözde “açılım” ve “çalıştay” düzenleyip durdu. Bugünde bir yandan “barış” diye yollara düşüyor, diğer yandan bu topraklarda toplumsal barışın sağlanmaması için tarihte kötü rol oynamış kimi kişileri cilalayıp kamuoyuna bilge, kahraman vb. gibi şirin gösteriyor, birçoğunun adlarını çeşitli tesislere, cadde ve sokaklara, okullara vererek yeni travmalar yaşanmasına önayak oluyor ve bu konuda adeta özel bir çaba harcıyor. Bunlardan birisi de Topal Osman’dır. Onunla ilgili çekilen film bugün vizyona girdi ve gösterimlere başladı.. Filmin adı: “Atatürk’ün Fedaisi Topal Osman – Cumhuriyete Giden Yol“ Topal Osman ile ilgilisadece film çekilmekle de kalınmamış, biraz sonra anlatacağım gibi yaşamınınbüyük bölümünde çetecilik, gasp, dolandırıcılık, tecavüz ve katliam sanığı gibi özellikleri olan bu çapulcunun heykeli de Giresun’a dikilmiştir. 1883 doğumlu Topal Osman, İttihat ve Terakki’nin tetikçilerinden, sayısız Pontuslu kadına, kıza tecavüz eden, mallarını mülklerini gasp eden, birçoğunu öldüren, 1921’de yüzlerce Koçgirili’nin (1) katledilmesinde ve mallarına el konulmasına kumanda eden ve de Türkiye Komünist Partisi (TKP) kurucusu Mustafa Suphi’yle 15 yoldaşının(2) Karadeniz’de boğularak hunharca katledilmesinde başrolü oynamış bir piyondur Topal Osman. AKP’nin bu konudaki tek örneği sadece Topal Osman da değildir. AKP tarihsel süreç içerisinde Alevi ve Kızılbaşların katledilmesinde başrol oynayan Yavuz Sultan Selim’i, Kuyucu Murat’ı, Yavuz’a yardım edip Kızılbaşların katlinde başrol oynayan İdris-i Bitlisi’yi, Alevilerin canlarının, namuslarının ve öldürülmelerinin helal olduğu, öldürenlerin cennete gideceği şeklinde fetva veren Ebu Suud’u ve benzeri birçok kişiyi öne çıkartmıştır. Bizzat Başbakan R.T.Erdoğan mitinglerinde,toplantılarında bu kişileri övüyor, bu kişilere saygı ve sadakatini belirtiyor. Evet, şimdi de Topal Osman filmi gösterimde… Ama biraz bakalım, buTopal Osman kimdir? Nasıl bir fedaidir? Tarihteki misyonu nedir? Neler yapmıştır da adına film çekilmiş, Giresun’a heykeli dikilmiştir? Filmin galasına kimler katılmıştır? Topal Osman, Balkan Savaşında yaralanıp “topal” olduğunu ileri sürmüş ve bu sahteciliği sebebiyle Osmanlı ordusundan atılmıştır. 1. Paylaşım Savaşı sırasında ordudan aldığı buğdayları yine sahte mazbatalarla orduya satan; Belediye Başkanlığı yaptığı sırada özellikle Rumların arazilerin tapularını çeşitli oyunlarla kendisine ve akrabalarına pay etmiştir. Pontus köylerinde kadınlara tecavüz eden, mallarına, ziynet eşyalarına el koyan; Koçgiri katliamında yakıp yıktıkları, yağmaladıkları köylerde elde ettikleri ziynet eşyalarını, mal davar ve koyunları gasp eden bir hırsız ve dolandırıcıdır Topal Osman. Topal Osman, Mustafa Kemal tarafından önce Ermeni katliamlarında kullanılmış, sonra da TBMM’nin korunmasıyla “Giresun Gönüllü Maiyet Müfrezesi” adıyla görevlendirilmiştir. 1921 yılında yine Mustafa Kemal’in emriyle oluşturduğu iki alayla Koçgiri Bölgesinde bir dizi katliam, köylerin yakılıp yıkılması, yağma, talan ve tecavüzlerde bulunmuş bir çapulcu katildir. Topal Osman bu hizmetleri karşılığında Mustafa Kemal tarafından Yarbay rütbesi, İstiklal Madalyası ve Muhafız Alayı Komutanlığıyla ödüllendirilmiştir. Topal Osman çeşitli suikast ve olaylarda kullanılmıştır. Bu suikastlardan birisi de Trabzon milletvekili Ali Şükrü Beyin öldürülmesidir. Yıllarca Papazın Bağı denilen yerde yaşayan Topal Osman, Ali Şükrü Bey cinayetinden sonra, tarihteki birçok maşa gibi efendileri tarafından kullanılıp bir tarafa atılmak üzere 2 Nisan 1923 tarihinde kafasına sayısız kurşun sıkılarak öldürülmüş bir tetikçidir. Ancak Mecliste katilin yakalanıp Ulus Meydanında idam edilmesi kararıyla Çankaya yakınlarına gömülen Topal Osman’ın cesedi mezardan çıkarılmış kızılbaş - sayfa 14 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve Meclis'in kapısında ayağından asılmıştır. (Daha sonra, Giresun’a heykeli dikilmiştir ve halen oradadır.) 1921 Martında Sakallı Nurettin Paşa ile birlikte Koçgiri’de Kızıldağı, Beydağı ve Kösedağı ve Kızılırmak’ı kana bulayan, insanların gizlenmesini önlemek için mağaraları, meşe ağaçlarıyla kaplı ormanları, tarlaları ateşe veren, Kürt,Kızılbaş Alevileri katleden bu katille ilgili yapılan filmin galasına başta AKP, MHP’liler ve Tansu Çiller katılmışlardır. Koçgiri Aşiretlerinin inanç önderlerinden Cogi Baba’nın, yiğit evlatları Haydar Bey, Filik Ali,Kızıltepeli Rıfat, Karamanlı Nuri, Güzel Ağa ve hem Koçgiri’nin, hem Dersimin yiğit hewalleri Alişer ile Zarife’nin ardıllarına düşen, katliamcı Topal Osman’ı ve bu filmi her platformda teşhir etmeli, filmle birlikte, Topal Osman’ın Giresun’daki heykelinin de kaldırılması için kamuoyu yaratmaya çalışmalıdır . Koçgiri - Mamo Baran 430 sayfa - 13,5 cm X 19,5 cm Memleket fiyatı 15,00 tl. posta ücreti dahil. Avrupa fiyatı 15,00 € posta ücreti dahil sipariş için [email protected] Koçgiri katliamını unutmamak, unutturmamak, tarihimize, kültürümüze ve inancımıza sahip çıkmak zorundayız. Katliamları unutmak tarihimize, kültürümüze, aslımıza ihanet etmektir. Notlar: 1-) Koçgiri Bölgesi: Kemah, Refahiye, İmranlı, Zara, Hafik, Suşehri,Kuruçay coğrafyasının ortak ismi 2-)Mustafa Suphi ve 15’ler: Mustafa Suphi , Ethem Nejat, Aşçıoğlu Bahaeddin ( Muallim ),Kasım Hulusi, Kıralioğlu Maksut, Hilmioğlu İsmail Hakkı (Doktor), Ahmetoğlu Hayrettin (Nefer), Hakkı BinAhmet Ali, Emin Şefik (Mühendis), Tevfik Bin Ahmet (Tayyare Yüzbaşısı), Kazım Bin Ali (İhtiyat Zabiti), HatipoğluMehmet, Hacı Nustafaoğlu Mehmet, Cemil Nazmi Bin İbrahim, Maria (Meryem - Mustafa Suphi2nin eşi) 3-)Koçgiri Aşiretleri : Perwizian, Balan, Laçinan, Resulan, Sefikian,Saran, Cafikan, Qalilian, Mıstıkan, İban, Zeriqian, Gerniyan, Çarekiyan, Rıçikan, Kureyşan “YASAK MINTIKANIN ÇOCUKLARI -SULTAN- “ İnsanoğlu zulmün ağasıdır. Bu kadar kan, ölüm ancak insanoğlunun hırsıdır. Herkes yerinde yurdunda yaşarken onlar kendi topraklarında bu hakkı bulamadılar. Ağır makinalı silahların uğultusunda gencecik kızlar, gelinler kendilerini uçurumlardan salarak bedenlerini dağa taşa kurda kuşa yem ettiler. Koparıldılar paramparça edildiler. Dünyanın günahı buradan çıkıyordu sanki, sıraya koyup süngülediler kurşuna dizdiler. Anneler; sesi duyulmasın, bari diğer çocukları kurtulsun diye bebelerini boğarak savaşın içinde yaşamaya tutundular. Acımasızca öldürdüler, bedenleri silahlardan küçük çocukları süngü uçlarında sallayıp taşlara vurarak parçaladılar. Hamile kadınlara akıl almayacak acılar çektirerek tecavüz ettiler. Sağ kalanları esir aldılar, adını bir kez bile duymadıkları ve bilmedikleri yerlere sürgüne yolladılar. Anlamadıkları bir dilde adlandırıldılar "muhacir, şaki, beyaz donlu, eşkiya" Sürgün yollarında kurbanlık koyunlar gibi telef oldular; kaybolanlar, intihar edenler, bir daha asla haber alınamayanlar…Sultan; hiçbir dile sığmadı sığınamadı. Yedi kişilik bir aileydi, terteleden sürgüne devam eden on beş yıllık yolculuktan geri döndüklerinde sadece üç kişi kalmışlardı. “Bu bir yasak mıntıka öyküsüdür” kızılbaş - sayfa 15 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tunceli'de bulunan kemikler kime ait? Tunceli'de bugüne kadar askeri yasak bölge olan ve terör olayları nedeniyle gidilemeyen Leç Deresi Vadisi içinde bulunan Hasan Kamer Mağarası'nda insanlara ait olduğu ileri sürülen kemikler bulundu. Tunceli'de bulunan kemikler kime ait? TUNCELİ - Olaylar sırasında yakınlarını kaybeden Hıdır Çiçek, mağarada kazı yapılması için Cumhuriyet Başsavcılığı 'na suç duyurusunda bulunacaklarını belirterek, "Savcılığa gideceğiz ve buradaki kemikler üzerinde DNA tespiti isteyeceğiz. Kaç kişi öldürülmüş tespit edilsin, akrabalarımızın kemikleri buradan alınarak köylerimize götürülsün istiyoruz" dedi. Tunceli'de 1937-38 yıllarında yaşanan Dersim olayları sırasında öldürüldükleri belirtilen kişilere ait kemiklerin bulunduğu iddia edildi. Yıllarca yaşanan terör olayları nedeniyle girilemeyen merkeze bağlı derinliği 1500 olan Leç Deresi Vadisi içinde sarp kayalıklar içinde bulunan mağaraların en büyüğü olduğu belirtilen Hasan Kamer Mağarası'nda insan kemikleri bulunduğu ileri sürüldü. Bölgedeki Çıralı Köyü'nde yaşayan 50 yaşındaki Hıdır Çiçek, bugüne kadar yasak bölge olan mağarada bulunan kemiklerin Dersim olayları sırasında köylerinden kaçıp sığındıkları mağarada öldürülen insanlara ait olduğunu söyledi. Bu zamana kadar bölgeye gitmenin çok zor olduğunu ve çözüm süreci ve silahların susmasıyla birlikte mağaraların bulunduğu alana gidildiğini belirten Çiçek, 1938 yılında çok sayıda yakın akrabasını kaybettiğini söyledi. Hıdır Çiçek, babası Kamer Çiçek'in olay sırasında Leç Deresi Mevkii'nde saklanarak ölümden kurtulduğunu kendilerine anlattığını belirterek, "Babam başından geçenleri bizlere anlattı. Ölümden kurtulmuş ve gittiği mağarada öldürülen 400-500 kişiden bazılarının cesetlerini çıkararak gömmüş. Mağaranın yerini bize tarif etmiş ve mutlaka bir gün gitmemizi istemişti" dedi.Hıdır Çiçek, bir grup gazeteci ile zorlu bir yolculuktan sonra gittiği mağarada çok sayıda kemiklerin bulunduğu görüldü. Yıllarca hayvanların da barındığı belirtilen mağarada bulunan kemiklerin parçalanmış olduğu belirtildi. Mağarada ayrıca olaylardan kaçanların yanlarında tahılları öğütmek için getirdikleri küçük öğütme araçları, derelerden su taşımak için kullanılan tenekeler bulundu. Mağarada ayrıca üretim tarihi 1935 yılını gönderen baş kovanların olduğu da görüldü.Mağaradaki kemiklerin Dersim olayları sırasında öldürülen insanlara ait olduğunu savunan Hıdır Çiçek, "Olaylar sırasında burada 3 yada 4 ayrı mağarada insanlar aylarca gizlenmeyi başardı. Büyük askeri harekat sırasında yüzlerce kişi öldürüldü. Bizim akrabaların da yaşadığı çevre köylerde binlerce insan köylerinden kaçarak bu mağaralara sığında. Babam ve amcam ile diğer akrabalar çocukları ile birlikte bu mağaralara gelmişti. Amcam ve diğer birçok akrabam 400 yada 500 kişi bu mağarada kalmış, babam daha yukarı mağarada kalmış. Bu mağara içindeki iki yaşlı kadın susayan çocuklarına su almak için dere tabanına indikleri sırada askerler tarafından gö- rülüyor ve mağaranın yeri tespit ediliyor" dedi. Babası Kamer Çiçek'in olayları kendilerine anlattığını belirten Hıdır Çiçek, "Babamın anlattığına göre. askerler mağaralara önceden top atışı yapmış ve daha sonra geldiklerinde taramışlar. Mağara içinde hiç kimse kurtulamamış. Askerlerin bölgeyi terk etmesinden günler sonra, mağaraya giren babam ve diğer yakınları cesetlerin tamamının parçalandığını ve çürüdüğünü bazı yakınlarının cenazelerini çıkarabildiklerini ama büyük çoğunluğunun mağara içinde kaldığını söyledi. Babam ölmeden önce mağaranın yerini bizlere hep tarif ediyordu. Ancak bölge yıllarca askeri yasak bölge idi ve son yıllarda da yoğun çatışmalar nedeniyle bölgeye girmek imkansızdı. Bugün ortam düzeldi ve yasaklar kalktı, geldik atamalarımızın dedelerimizin kemiklerini gördük. Büyük bir vahşet yaşanmış tam anlamıyla burada katliam yapılmış" dedi. DNA TESTİ VE KAZI YAPILMASINI İSTEYECEĞİZ Hıdır Çiçek, kemiklerin bulunduğu mağarada kaç kişinin öldürüldüğü ve akrabalarının tespiti için kazı yapılması konusunda Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunacağını söyledi. Çiçek, "Savcılığa gideceğiz ve buradaki kemikler üzerinde DNA tespiti isteyeceğiz. Kaç kişi öldürülmüş tespit edilsin, akrabalarımızın kemikleri buradan alınarak köylerimize götürülsün istiyoruz. Bu vahşet karşısında dehşet anları yaşıyorum" dedi. (dha) kızılbaş - sayfa 16 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 101 yaşında ölen Diyarbakırlı er Eskeri'nin Dersim Katliamında asker olarak bulunduğu zamana ilişkin anlattığı anıları kan dondurdu... "Kadın, çocuk herkesi diri diri yaktık. Allah, Muhammed’in ümmetini bir daha bu hale düşürmesin." Dersim olaylarının yaşandığı dönem 2. Tabur, 9. Bölük’te görev yapan 101 yaşındaki Diyarbakırlı erlerden Eskeri Akyol, 74 yıl sonra “Kara Vagon” belgeselinde Dersim’de yaşanan korkunç olayları anlattı. Diyarbakır’ın Dicle ilçesi Altay köyünde iki kız ve iki erkek babası olan Eskerî Akyol ömrü boyunca Dersimde yaşanan vahşetin acı izlerini yüreğinde taşıdı. ‘Dersim Tenkil Harekâtı’ katliamın 74. yıldönümü olan 5 Mayıs’ta Bilgi Üniversitesi’nde yönetmenliğini Özgür Fındık’ın yaptığı “Kara Vagon” adlı belgeselde anlatılacak. Hasan Saltık arşivinden ilk defa yayınlanan fotoğrafların da yer aldığı belgeselde katliamın biri elden tanıkları konuşuyor. Katliam sırasında asker olan Eskeri Akyol şahit olduğu vahşeti anlatırken o anı tekrar yaşıyormuşçasına “Allah Muhammed’in ümmetini bir daha bu hale düşürmesin !..” diyor. İşte katliamın son tanıklarından Eskeri Akyol’un yaşadıkları: “Biz Diyarbakır’dan yedi gün, yedi gece yürüyerek gittik Dersim’e gittikten sonra bizi Ali Boğazı’na verdiler. Gittiğimizde evler yakılıyordu. Askerler ulaştıkları evleri içindekilerle birlikte gazyağı döküp yakıyorlardı. Komutanımızın adı Ethem Atalay’dı. Elazığlı olduğunu söylüyorlardı.” Öyle yaşlı benim gibi insanlar... “... Kaçanların bir kısmı derelere, mağaralara sığınmışlardı. Daha dirençli olanlar, (Munzur) nehirden karşıya geçiyorlardı. Askerler öyle yetişir yetişmez ateşe veriyorlardı mağaraları. Sonra gittiğimizde/baktığımızda, öyle çoğu yaşlı benim gibi. Getirip üst üste yığıyordu askerler ve üzerlerine gazyağı döküp ateşliyorlardı. Öyle canlı canlı... Kadın, çoluk - çocukları da yakıyorlardı...” Kutu Deresi’ni ceset kokusu sardı “Dersimliler çok öldürüldüler! Kutu deresinden ceset kokusundan durulamıyordu.İnsanları öldürüp atmışlardı. Öylesine felaket görülmemiştir. Maalesef kötü askerler çoktu. Onlar kadın, çoluk-çocuk ayrımı yapmazlardı. Kadınları götürüp kötülükler yapıyorlardı. Allah, Muhammed’in ümmetini bu hale düşürmesin. Aynı bizim gibi Zazaydılar. Kurmançlar da vardı. Dersim köylülerinden de askerler vardı yanımızda. Biz aynı milletin çocukları idik ve birbirimizle savaşıyorduk. Öldürdükleri kadınların altınlarını da alıyorlardı Askerler evleri yaktığında, kimi kadınlar başlarını pencereden dışarı sarkıttıklarından, ölürken boyunlarında altınları ile öylecene kalıyorlardı. Piranlı Hecık’ın torunu, Husey’nin oğlu Mısfa ile Dersim’de birlikte askerdik. O (Mısfa), onbaşıydı. Biri daha vardı, adı: Hem’ın oğlu Zubey’ di, Akrag Köyü’ndendi. Meğer bu ikisi daha ön- ceden tanışıyorlarmış. Baktım bu ikisi benden saklayarak suda bişeyler yıkıyorlar/oğuşturuyorlar. Dedim:” Ağa o nedir?” Dedi:” Hopekli bişey yoktur..” Onlar gittikten sonra bir ara fırsat bulup torbalarına baktığımda, meğer ki altınlarmış. Beşi bir yerde, beşi bir yerde, ortasında da bir nuska vardı. On tane idi. Sonra dedim: “(Mısfa) bu altınları ne yapacaksın? Dedi:” Götürüp karıma takacağım.” Dedim:” Ne yaparsan yap, ama bunu yapma!..” Dedi:” Valla takarım.” Daha yeni evli idi (...). Sonra da götürüp karısına takmış... Tanık olanlar, yemin ediyorlardı; diyorlardı: “Altınları karısının boyna takar takmaz, karısını bir titreme tutmuş ve ölmüş...” (...) 370 köylü elleri bağlı ölüme yürüdü Kara Vagon belgeselinde ilk kez Hasan Saltık arşivinden yayınlanan bazı fotoğraflarda yer alıyor. Dersim tenkim harekatı sırasında ‘asilere’ yardım ve yataklık yaptıkları gerekçesiyle Xeç (Demirkapı) Köyünden toplanarak elleri bağlanan köylüler Beyaz Dağ’a götürülerek infaz edildiler. Yazar Emirali Yağan’ın Xeç köyü katliamı ile ilgili hazırladığı çalışmada yer alan bilgilere göre sadece Demirkapı Köyü’nden 370 kişi topluca öldürüldü.. kızılbaş - sayfa 17 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DERSİM TERTELESİ ADALET ARAYIŞINDA YÜZEGELEN BİR ICEBERG’İN SU YÜZÜNDE GÖRÜNEN PARÇASIDIR! Ermeni Soykırımı sırasında tarihte ‘erken Dersimliler’ adlandırılan ve 'proto-Ermeni' olarak tanımlanan Dersimli Kırmanc Alevi Zaza aşiretlerden bazılarının soydaşları Dersim Ermenilerini Osmanlı hükümetine teslim etmeyi reddetmiş olduklarıyla, Ermeni kaynaklarına göre 20.000 ile 36.000 arası insanımızı vahşi katliamlardan kurtardıkları bilinen bir gerçektir. Baytar M. Nuri Dersimi'nin anılarında da belirtilmiş olan bu gerçeğe göre binlerce savunmasız Ermeni ailesinin ölüm kervanlarından güvenli olarak kaçması sağlanmış ve 1915'te çevre vilayetler de dahil olmak üzere 30.000'den fazla Ermeni Dersim'e sığınmıştır. Bu insanlardan bir kısmının Erzınga (Erzincan) üzerinden Rusya Çarlığı sınırlarını geçebildiği bilinirken, çoğunun kendilerini kurtaran ‘erken Dersimli’ soydaşlarının da daha eski zamanlarda yaptıkları gibi davranıp, fiziki korkunç bir imhadan korunup ‘tercihlerini’ Alevi Kızılbaş Zaza kimliğinden yana kullanarak, varlıklarını bu yolla korumaya çalışmış oldukları da tarihsel reddedilmez bir gerçekliktir. «T.C.» henüz dört yaşındayken, 1927 yılında yapılan nüfus sayımında din ve milliyet istatistikleri de yapılmıştır. Bu sayımın resmi sonuçlarına göre «T.C.»’de yaşayan Alevilerin sayıları o gün itibarıyla 13,5 milyonluk nüfusun neredeyse üçte birine, yani 4,5 milyon kişiye istina ederken, Hristiyan dinine mensup, anadili Ermeniceyi konuşmaya muktedir Ermenilerin sayısı takriben 140.000 olarak kayda geçmiştir. 1915-1923 yılları arasında vuku bulan soykırımdan mucizeyle kurtulabilmiş ve soykırımın bir başka saf hasının mağduriyetini yaşamaya da mecbur edilen, yani kimlik değişimi vahşetine uğratılarak zorla müslümanlaştırılmış 350 binden fazla Ermeni kadın, kız ve erkek S a r k i s H AT S PA N I A N çocukların bu sayıda resmedilmediği açıktır. Ancak bu sayıya, ‘gönüllü’ olarak Alevi Kızılbaş Zaza kimliği ardında gizlenebilmiş, Sebastia (Sivas), Malatya, Erzınga (Erzincan), Bürakın (Bingöl), Kharberd (Elazığ), Adıyaman, Maraş, Tigranakert (Diyarbakır), Muş ve en fazla da Dersim’de yaşayagelen yüzbinlerce Ermeni insanı da pek ‘tabii’ dahil değildir. 1920-1926 yılları arasında Koçgiri, 1927-1930 arasında da Ararat (Ağrı) isyanlarının gerçekleşmesinde Ermenilerin parmağının bulunduğu iddiasının pek yaygınlaşmış olması temelinde, kan ve ateşle işgal edilmiş Batı Ermenistan topraklarının asıl sahiplerine yüzyıllardan beri zaten hiç dinmemiş olan bir azgınlıkla saldırarak, kutsal olarak kabul ettikleri ‘Ermeniliğin kökünü kurutma’ görevlerine sadık kalarak, etnik temizliğe devam etme paranoyasıyla yatıp-uyanan neo-ittihatçı Kemalist güçler, Ararat (Ağrı) isyanının örgütlenmesinde en kilit adam olarak bilinen, ZİLAN BEY takma adını kullanan saygın kişinin aslında Khınuslu (Hınıs) Ardaşes MURADYAN adlı Ermeni bir devrimci olduğunu öğrendikten sonra, tüm bölgeye yolladıkları binlerce ‘gizli müfettiş’ aracılığıyla görülmemiş bir Ermeni avına koyulup, iz sür- meye başladıkları da bilinmelidir. Ankara hükümetinin gizli emriyle ‘gizli raporlar’ hazırlamak amacıyla bölgeye didinerek, her metrekaresini tarayan devletin bu aylıkçı memurları, 1937-1938’de Dersim’de gerçekleştirilen kanlı katliamlardan çok yıllar önce, kadim Ermenistan tarihinde kartal yuvası olarak adlandırılan Dzopk Eyaletini çevreleyen bu genişçe bölgede, en başta ‘bittabi’ Ermeniler olmak üzere, özellikle ‘proto-Ermeni’ Kırmanclar ve geriye kalan tüm Alevi Kızılbaş Zazaları da en ince ayrıntılarına kadar not ederek fişlemişlerdi. Kilikia’nın ruhani merkezi Ermeni Sis (Kozan) şehrinde doğma-büyüme, 1989 yılında Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı'na tayin edilmesinden kısa süre sonra, 1990 Aralık sonu kurumun Genel Müdür Yardımcılığına getirilmesi ertesinde, Osmanlı Arşivi'nin otomasyonunu başlatan Yusuf Halaçoğlu’nun, 21 Eylül 1993'de Türk Tarih Kurumu Başkanlığına getirildiğinde yaptığı sarsıcı açıklamaların yukarıdaki anlatımın temellendirilmesi anlamında pek ciddi bir öneme sahip olduğu tartışılmazdır. Değişik etnik ve inanç kimlikleri ardına saklanarak ‘GİZLİ ERMENİ’ olarak yaşamını sürdürmeye zorlanmış yüzbinlerce soydaşımızın varlığı hakkında «T.C.» devleti tarihinde ilk defaya mahsus olmak üzere, onun oldukça üst düzey temsilcilerinden birisinin ağzından bu acı gerçeğin «Ülkemizde 500 bin “kripto Ermeni” var» diye itiraf edilmesini bilmeyen yoktur, eminim. Ancak asıl acaip olan şey, Y.Halaçoğlu bu gerçeği söylediğinde onu “kafatasçılıkla” suçlayıp, yargısız infaza tabi tutanların tepkisini anlamanın oldukça zor olmasının yanında, ondan kızılbaş - sayfa 18 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yıllar sonra «T.C.» Genelkurmayı’nın Meclis’e gönderdiği Dersim Katliamı belgelerinden, bölgede katledilen ve sürgün edilen Ermeniler ile nüfuz sahibi aşiretlerin tek tek fişlendiği ortaya çıktıktan sonraki suskunluğunun da bir o kadar anlaşılmaz olduğudur. Genelkurmay Başkanlığı’nın 19371938 Dersim Katliamı’nı araştırmak üzere TBMM Dilekçe Komisyonu bünyesinde kurulan Dersim Alt Komisyonu’na, gönderdiği belgeler arasında, bölgedeki aşiretler ile Ermenilerin fişlendiğine ilişkin raporlar da yer aldı. Bu resmi raporlar sayesinde, sürgün edilenlerin listesindeki Ermenilerin de ayrıca özel olarak fişlenmiş olduğu gerçeğinden haberdar olduk. Sürgün edilenlerin kimler olduğu, etnik aidiyeti ve nereye sürüldükleri hakkında pek detaylı bilgilerin de yukarıda bahsi edilen o ‘gizli müfettişler’ tarafından yazılmış olduğu sonradan ortaya çıktı. Tüm bu belgelerden birçoğunun altında Mustafa Kemal (Atatürk) ile İsmet İnönü’nün imzalarının bulunması oldukça dikkat çekiciydi. Belgeler arasında, bölgedeki Ermeniler hakkında hazırlanmış bir çok rapor yer alıyordu; Ermenilerin hangi köylerde ikamet ettikleri tek tek tesbit edilerek raporlara detaylı bir şekilde yazılmış, kaydedilmişti. Bu böyle olduğu halde, resmi belgeler arasında yer alan Dersim’den sürgün edilen 14 bin 410 kişi hakkında bilgilerin yer aldığı listedeki Ermenilerin “konuştuğu dil” hanesine her nedense “Ermenice” yazılmamış olması çok ilginçti. Önemli ayrıntılar barındıran bu listede, sürgün edilenler hakkında kişisel bilgilerin yanısıra, bu kişilerin aslen nereli olup, nerelerden hangi yerlere sürgün edildikleri de yazılıydı. Belgelerde, Dersim aşiretleri için de pek detaylı raporların hazırlandığı görüldü. Asıl problem olarak 6-7 aşiretin görüldüğü belirtilen bu raporlarda, bu aşiretlerin nüfusları, etnik dokuları, birbirleriyle olan ilişkileri, hangi aşiretin hangi dili konuştuğu, aşiret yapıları, aşiretlerin coğrafi sı- nırları, aşiretlerin nerelerde, ne kadar etkin olduğu ve bu etkinliğin nerelere kadar uzandığı, aşiretlerin kaç silahlı adama sahip olduğu şeklinde ayrıntılı krokiler çıkarıldığı öğrenilmiş olsa bile, ‘erken Dersimliler’ olarak adlandırılan ve 'proto-Ermeni' oldukları tarihin gelmiş-geçmiş tüm sağır sultanlarınca dahi bilinen, yörenin en kadim ve otokton halkı Kırmancların etnik dokularına dair “TOP SECRET” bilgilerin “Raison d’Etat” temelinde MGK yasağını geç(e)memesi nedeniyle «T.C.» devletinin gizli-saklı kasalarında yedi başlı dev ve ejderhaların koruması altında görülmedik bir özenle saklandığını olur da bilmeyenler olabilir diye, bu gerçeği Nasrettin Hoca’nın öğüdüne uyarak, bilenlerin bilmeyenlere, duyanların da duymayanlara anlatmasının zamanı gelmiş gibi görülüyor sanıyorum. Uluslararası hukuk gereğince, “insanlığa karşı işlenmiş zaman aşımı tanımayan tek suç”-un yüzyılı 2015’e 2 yıl kala, 1937-1938 yıllarında Dersim’de vuku bulan kelimelerle anlatılamaz vahşetin, 1894-1923 yılları arasında Ermeni ulusuna karşı gerçekleştirilen kanlı soykırımın devamı olduğu doğrusunun yüksek sesle ifade edilerek tartışılmasının fazlasıyla gerekli olduğuna inanmam, Dersim Tertelesi’nin adalet arayışında yüzegelen bir iceberg’in su yüzünde görünen parçası olması nedeniyledir ! Üç çeyrek yüzyıldan bu yana çünkü, her 24 nisan’dan 4 Mayıs’a yüreğimizin derinliklerinde taşıdığımız tarif edilemez bu acıyı ‘bir biz biliriz, bir de ağzı var dili yok’ Ermenistan tarihi ! Dersim’de 1915-1923 arası Ermenilere yapılan vahşete Zazaca (İlk Soykırım) anlamına gelen TERTELE VIREN, 1937-1938 vahşetine ise (Sonraki Soykırım) anlamına gelen TERTELE PEEN denmesi bile “ACIYI BAL EYLEYEN” bu iki kardeş halkın tarihsel kader birliğini simgeliyor kuşkusuz! Dersim’in mağdur ve mazlum insanlarının dillerinde TERTELE VIREN ve PEEN olarak ifade edilen felaketlerde vahşice imha edilen ve sürgünlere maruz bırakılan onbinlerce masum insanımızın acısı önünde saygıyla eğiliyor ve “BİR DAHA ASLA” diyorum. Yerevan, 4.mayıs.2013 DOĞU ERMENİSTAN kızılbaş - sayfa 19 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Baba İlyas’la Baba İshak neden isyan etti? AYŞE HÜR Ahmet Yaşar Ocak’a göre Baba İlyas, İsmaili Şiiliğinin etkisini taşıyan, henüz kökleşmemiş İslami cila altında, eski Türk inançlarıyla (özellikle Şamanizm) karışık fikir telkin eden bağdaştırmacı bir Türkmen şeyhi idi. de “Babai isyanları bu ülkede resmi tarihte en az incelenen olaydır. Baba İshak da biliyorsunuz Adıyamanlıdır. Bir tek Ahmet Yaşar Ocak’ın Babailerle ilgili bir tek çalışması var” diye cevap vermiş. Her ne kadar zabıtların gerçeği yansıtmadığı ileri sürülse de, bu cümleleri bahane ederek, Ahmet Yaşar Ocak’ın Babailer İsyanı, Aleviliğin Tarihsel Altyapısı (Dergâh Yayınları, 4. Baskı, 2009) adlı gerçekten çok önemli eserinden yararlanarak yaptığım özeti sizlerle paylaşmak istedim. Özetin yetersizliklerini ve (varsa) hatalarını kitabı okuyarak giderebileceğinizi umuyorum. Kalenderi dervişlerini dua ederken gösteren gravür (sağda) Moğol akınları ve göçler 1240’ta meydana gelen ‘Babai İsyan- ları’nın mahiyetini anlamak için biraz geriden başlayacağım. 1211’de Rum (Anadolu) Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümü üzerine oğulları I. İzzeddin Keykavus ve I. Alaaddin Keykubad arasındaki iktidar mücadelesi ülkenin toplumsal dokusuna ve ekonomik durumuna çok zarar vermişti. 1220’de I. Alaaddin Keykubat’ın tahta çıkmasıyla düzen sağlanmış görünüyordu ancak kötü günler yakındı. 1219’da başlayan Moğol akınları yüzünden Asya’dan yola çıkan boyların büyük bölümü Anadolu’ya akıyordu. Ardından Karahıtaylar ve Harezmşahlar çatışması sırasında harap olan Fergana şehirlerinin ahalisi Anadolu’ya geldi. Bunları Harezmşahlılar tarafından yıkılan Büyük Selçuklu Devleti’nin ahalisi, bunları Moğolların yıktığı Harezmşahlıların ahalisi izledi. Sayıları hiçbir zaman kesin olarak bilinemeyen ancak 2 milyon civarında olduğu tahmin edilen yeni gelenler, sorun çıkarmamaları için küçük gruplar halinde Bizans ahalisinin boşalttığı bozkıra iskân edildi. Konar-göçerlerle y erleşiklerin ilişkisi Bir grup konar-göçeri gösteren çizim. (Siyah Kalem, 15. yüzyıl, Topkapı Sarayı Kütüphanesi) Baba İlyas’la Baba İshak neden isyan etti? : Bir grup konar-göçeri gösteren çizim. (Siyah Kalem, 15. yüzyıl, Topkapı Sarayı Kütüphanesi) Bu haftaki yazının esin kaynağı Namık Durukan tarafından Milliyet’te yayımlanan ‘İmralı Zabıtları’. Tartışmalı zabıtları okuyanlar fark etmiştir, Abdullah Öcalan, 2015’e hazırlanan Ermenilerden bahsettikten sonra Sırrı Süreyya Önder’e “Sen Adıyaman’dan bilirsin. Aslında Türkmenlerin tarihine daha çok yoğunlaşmanız lazım. Babai isyanları çok önemlidir. Bu bir Selçuklu ayrışmasıdır. Kurmançiler de Türkmenler de sınıf olarak en altta kalanlardır. Solcular, tarihi milliyetçilere bıraktılar” demiş, Sırrı Süreyya Önder Ancak yeni gelenlerle yine sayıları tam olarak bilinmeyen yerli ahalinin (1071’den itibaren kademeli olarak Anadolu’ya gelenlerin ve Bizans bakiyelerinin) ilişkileri sancılı oldu. Yeni gelenlerin hayvancılıkla uğraşmaları, hayvanları için otlak ararken yerli ahalinin ekili arazilerine zarar vermeleri, kendi aralarındaki mera anlaşmazlıkları, geçimlerini sağlamak için şehirlere yaptıkları yağma akınları Anadolu’daki yerleşik toplumsal düzeni tehdit etti. Bu grupların, merkez tarafından, devletin yerleştirdikleri yerlerde kalmadıkları, devlete vergi ve asker vermedikleri, devletin istediği hizmetleri ağırdan aldıkları ya da hiç yapmadıkları gibi suçlamalarla karşılandıklarını da tahmin edebilirsiniz. Konar-göçer Türkmenlerle yerleşiklerin hayat tarzları arasındaki farklar da sorun oldu. Şehirliler konar-göçerleri aşağılıyorlar, hatta hasımları olarak görüyorlardı. Dönemin müellifleri konar-göçerler için ‘etrak-ı bi idrak’ (akılsız Türkler), ‘etrak-ı mütegallibe’ (zorba Türkler), ‘etrak-ı na pak’ kızılbaş - sayfa 20 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 (pis Türkler), ‘etrak-ı havaric’ (dinsiz Türkler) gibi terimler kullanıyordu. (Yazar belirtmemiş ama muhtemelen Kürdistan bölgesindeki konar-göçerleri nitelemek için de bu tamlamaların ‘ekrad’lı olan şekilleri kullanılıyordu.) Medrese İslamı-Halk İslamı Yerleşikler de konar-göçerler de Müslüman olmakla birlikte İslam anlayışları farklıydı. Şehirliler medreselerde işlenen ve öğretilen kitabi esaslara dayalı İslam anlayışına (Sünnilik, özellikle de Hanefi kolu) sahipken çoğu okuma-yazma bilmeyen, sade ama son derece zor hayat şartlarında yaşayan konar-göçerler karmaşık ve anlaması zor kitabi İslam yerine İranlı ve Türk sufiler tarafından geliştirilen geleneksel hurafelerle karışık, tasavvufun basitleştirilmiş kurallara dayanan, mistik İslam inancını (Vahdet-i Vücutçuluk, Suhrevilik, Kübrevilik, Melamilikten doğan Kalenderilik, Yesevilik, Haydarilik, Vefailik, Dailik gibi) benimsemişlerdi. Merkezin hetedoroks akımlar için kullandığı terimlerle söylersek ‘Batıniler’ veya ‘Rafiziler’ Allah’ın insan suretinde tecelli etmesine (antropomorfizm), ruhun öldükten sonra bir başka bedende yeniden doğmasına (reenkarnasyon), ruhun sağken bir biçimden bir biçime veya bir kalıptan bir kalıba geçmesine (don değiştirme), zor dönemlerde Mehdi’nin geleceğine (mesiyanizm), evliyalara ve hurafelere inanıyorlardı. Bu akımlar için, eski Türk geleneklerinde de olan, kadın-erkek toplu olarak icra edilen müzikli ve rakslı dini ayinler önemliydi. İslam’ın ortodoks yorumunun mu heterodoks yorumunun mu daha yaygın olduğunu bilmek kolay değil ama birkaç örnek fikir verebilir. Örneğin Zekeriya Muhammed Kazvini’nin (ö. 1283) Âsârü’l-Bilâd adlı eserine göre halkının çoğunluğu Türkmen olan Sivas şehir merkezinde camiler boştu. Halk, dini ihmal ediyor ve içki içiyordu. Niğdeli Kadı Ahmet, 1340’ta tamamladığı el Veledu’ş-Şefik adlı ansiklopedik eserinde daha da ileri giderek, Niğde ve Ulukışla civarında yaşayan Gökbörüoğulları, Turgutoğulları, İlminoğulları gibi Türkmen boylarının İslam’la hiç alakalarının olmadığını (mülhid) yazacaktı. Yazara göre bu boylar Mazdek inançlarını taşıyor ve sonsuz bir cinsel serbestlik uyguluyorlardı. Zalim bir sultan ve veziri Tarihe geri dönersek, 1237’de tahta çıkan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in isyan etmesinden korkarak kendisine sığınmış Harezmşahlı Kayır Han’ı Zamantı Kalesi’ne hapsetmesi, Kayır Han’ın burada ölmesi üzerine devletin Harezmşahlı tebaaları isyan ettiler. İsyancılar Orta Anadolu’yu yağmalayarak Malatya havalisine kadar geldiler. Bunlara katılan 70 bin kadar Türkmen gücüyle yağma hareketi Urfa, Harran ve Suruç bölgelerine kadar yayıldı. Bunlar olurken, Sultan, Gürcü karısının etkisiyle kendini sefahate vermişti. Devlet işlerini veziri Saadeddin Köpek’e bırakmıştı. Köpek, yüksek mevkileri para karşılığında ona buna peşkeş çekiyordu. Bu otorite boşluğunda mültezimler ağır vergilerle ve zulmederek halkı eziyorlardı. İşte böylesi bir ortamda, kaynaklarda ‘Baba İshak İsyanı’,‘Baba İlyas İsyanı’, ‘Baba Resul İsyanı’ ya da ‘Babailer İsyanı’ diye geçen büyük halk hareketi patlak verdi. İsyanı birinci elden anlatan dört kişi var. Bunlar Selçuklu sultanlarına hizmet eden Fars asıllı İbn-i Bibi (ö. 1284), Şam’da Eyyübilerden Melik Muazzam’ın yakını, br Türk kölenin oğlu, vak’anüvis Sibt İbnu’l-Cevzi (ö. 1257), Süryani vak’anüvis Bar Habraeus veya Arapların verdiği isimle Ebu’l-Farac (ö. 1286) ve isyanın bastırılmasına katılan paralı Frank birlikleriyle Anadolu’ya gelen Dominiken misyoneri Simon de Saint Quentin (ö. 1248’den sonra). İkincil kaynak olarak Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin (ö. 1360’tan sonra) verdiği bilgiler de çok değerli. Olayın kahramanları kim? İbn-i Bibi’ye göre, Kefersudlu (bugünkü Adıyaman civarında) Baba İshak adlı biri, bir gün yaşadığı yerden ayrılmış, bir süre sonra Amasya’da ortaya çıkmış ve kendini ‘resul’ (peygamber) ilan etmişti. Sibt’ü-l Cevzi’ye göre İlyas adlı zat, nebilik (idda’a an-nubuvva) iddiasıyla isyan etmişti ama kendine ‘Veliyullah’ diyordu. Bar Habraeus’a göre Amasya civarında ‘Baba’ diye anılan bir zat kendine resul dedirtiyordu. Müridi Şeyh İshak’ı da görüşlerini yaysın diye Hısn-ı Mansur’a (Adıyaman’a) göndermişti. İsyanı en ayrıntılı anlatan Saint Quentin’e göre ise Amasya civarında ‘Baba’ namlı biri (heterodoks İslami akımlarda dini liderlere ‘baba’, ‘dede’, ‘abdal’ gibi adlar verilirdi), ormanda gezerken Tanrı’nın meleği bir köylü suretinde kendisine görünmüş, köylü ormandan bir kurdun kapmış olduğu oğlunu kurtarmasını ondan rica etmişti. Baba kurdu yakalayıp öldürmüş, oğlanı kurtararak köylüye teslim etmişti. Bunun üzerine köylü bu hizmetine karşılık kendisinden bir dilekte bulunmasını, dileğinin mutlaka yerine getirileceğini bildirmişti. ‘Baba’ sultan olmak istediğini söyleyince köylü gerçek kimliğini açıklamış, Tanrı’nın habercisi olduğunu, ‘Baba’nın Tanrı’dan melek vasıtasıyla aldığı haberleri halkına ilan etmesini emretmişti. Quentin’e göre, ‘Baba’ ‘paperroissole’ (Baba Resul) olmuş ve bu ilahi misyon gereği bir süre sonra sultana isyan etmişti. Elvan Çelebi’ye göre de isyan yeri Amasya idi; ancak Baba İlyas hiçbir zaman resullük iddiasında bulunmamıştı. İsyanının nedeni Sultan’ın bir vergi memurunun kendisine yaptığı haksızlık ve hakaretti. İsyanı örgütlemek için Hacı Mihman, Bağdın Hacı, Şeyh Osman ve Ayna Dolana adlı dört halifesini Rum diyarına (Anadolu), İshak-ı Şami adlı bir halifesini de Şam’a göndermişti. Dikkat edileceği gibi bu kaynaklardan ilkine göre isyanın lideri Adıyamanlı Baba İshak’tı ama bu zat nedense memleketinden ayrılıp Amasya’da isyan etmişti. İkincisine göre isyan lideri Amasyalı ‘İlyas’ adlı biriydi. Üçüncüsüne ve dördüncüsüne göre ‘Baba’ unvanlı biriydi. Bu iki kaynak da İshak adlı ikinci ‘Baba’dan habersiz görünüyordu. Elvan Çelebi ise Baba İlyas’tan ve İshak-ı Şam’dan bahsediyor. Bugüne dek İbn-i Bibi’nin anlatımı esas alınarak yapılan tekrarlar yüzünden isyanın liderinin Baba İshak olduğu sanılıyordu. Ahmet Yaşar Ocak bu anlatılardaki eksik parçaları tamamlayarak hareketin manevi lideri Baba İlyas ile eylemsel lideri Baba İshak adlı iki ayrı figürün olduğunu ortaya koydu. Karizmatik mistik Baba İlyas kızılbaş - sayfa 21 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ahmet Yaşar Ocak’tan yararlanarak bu iki şahsiyet hakkındaki kısıtlı bilgileri özetleyelim: Baba İlyas, Amasya bölgesinde yaşayan bir münzeviydi. Karın tokluğuna çalışır, çok az yemek yerdi. Yazdığı muskalarla hastaları iyileştirir, geçimsiz çiftlerin arasını bulurdu. Gösterdiği mucizeler ve kerametler yüzünden halk onu çok severdi. Elvan Çelebi’ye göre müritleri onu Hızır ile özdeş görürlerdi. Bu anlatılardaki eksik ve çelişkili parçaları tamamlayarak, düzelterek hareketin manevi lideri Baba İlyas ile eylemsel lideri Baba İshak adlı iki ayrı figürün olduğunu ortaya koyan Ahmet Yaşar Ocak’a göre Baba İlyas, İsmaili Şiiliğinin etkisini taşıyan, henüz kökleşmemiş İslami cila altında, eski Türk inançlarıyla (özellikle Şamanizm) karışık fikir telkin eden bağdaştırmacı bir Türkmen şeyhi idi. Yazara göre Baba İlyas kesinlikle bir sahtekâr değildi. “O Bağdat’ta 850 yılında korkunç işkenceler altında yavaş yavaş ölümü tatmasına rağmen davasından vazgeçmeyecek kadar insanüstü bir direnç gösteren Babek el Hurremi gibi misyonunun ve kendi kimliğinin gerçekliğine derinden inanmış, güçlü bir mistik ve karizmatik bir kişiliğe sahipti.” İsyanın savaşçı lideri Baba İshak ise (bugünkü Adıyaman yakınlarındaki) Samsat Kalesi’ne bağlı Kefersud bölgesinde yaşayan bir zaviye sahibi idi. Hokkabazlık ve sihirbazlık sanatında çok ilerlemişti. Bunlarla cahil Türkmenleri etkiliyordu. Bir iddiaya göre ihtida etmiş bir Rum olan Baba İshak, Baba İlyas’a intisap etmeden önce İran’da bulunmuş bir İsmaili ‘dâî’sinden Batıniliğin esaslarını öğrenmişti. Böylece Hıristiyanlık, Mazdekçilik ve Müslümanlıktan oluşan karma bir inanç sistemi geliştirmişti. Bu da muhtemelen Kürtler ve gayrimüslimler arasında etkili olmasını sağlamıştı. (Rus araştırmacı Gordalevski, Baba İlyas ile Baba İshak arasındaki ilişkiyi, 1416 veya 1420’de Çelebi Mehmet’e karşı isyan eden Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin ile müritleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa arasındaki ilişkiye benzetir. Bilindiği gibi Torlak Kemal Yahudilikten Müslümanlığa geçmişti. Börklüce Mustafa ise Müslümanlık, Yahudilik ve Hıristiyanlık karışımı bir doktrinin propagandasını yapmıştı.) Kaynaklara göre Sultan ve maiyeti sefih ve zalim olduğu için Baba İlyas’ın, çevresindeki sade köylüleri ‘Resulullah’ olduğuna inandırması ve harekete geçirmesi zor olmamıştı. İkna faaliyetleri sırasında elde edilecek mal ve ganimetlerin isyana katılanlar arasında ortaklaşa pay edileceği, isyana katılmayanların ise öldürüleceği söyleniyordu. Baba İlyas’ın halifeleri Amasya, Tokat, Çorum, Sivas ve Yozgat havalisi ile Adıyaman, Maraş, Malatya ve Elbistan bölgelerinde propaganda ve örgütleme çalışmaları yapıyorlardı. Kendilerine Vefaiye, Kalenderiye, Yeseviye, Haydariye gibi heterodoks tarikatlar da yardımcı oluyorlardı. İsyan başlıyor Sonunda beklenen gün geldi. Elvan Çelebi’nin düştüğü ebced hesabına göre isyan 10 Muharrem 637 (12 Ağustos 1239) Çarşamba günü başlamıştı. Halbuki günümüzdeki hassas hesaplara göre o gün çarşamba değil cuma idi. Modern araştırmacılardan Irène Beldiceanu’ya göre Elvan Çelebi’nin verdiği tarih bir harf hatası yüzünden yanlış okunmuştu. Doğru okumaya göre isyan 10 Muharrem 638 (1 Ağustos 1240) başlamıştı. Ahmet Yaşar Ocak’a göre o günün çarşambaya rastlaması Beldiceanu’nun iddiasını destekler nitelikteydi. İbn-i Bibi’nin deyimiyle o gün ‘karıncalar ve eşekarıları’ gibi her bir köşeden çıkarak evvela içinde yaşadıkları köyleri yakarak, yıkarak ilerleyen Baba İshak’ın ordusu (ki aralarında Türkmenler, Kürtler gibi Müslüman gruplar ve gayrimüslimler de vardı) önce Kefersud’u işgal etmiş, sonra Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Gerger ve Kâhta’yı ele geçirmiş, ardından her yeri yağmalayarak, yakarak Malatya’ya doğru ilerlemişti. İsyancılar, Baba İlyas’ın peygamberliğine inanmayan herkesi öldürüyorlardı. İbn-i Bibi’nin saray mensubu olduğunu hatırlayınca bu anlatıların abartılı olduğunu tahmin edebiliriz, nitekim Saint Quentin’e göre, Baba İshak’ın ordusu 3 bin kişiden fazla değildi. Bu boyutta bir ordunun böyle bir hasar vermesi zor görünüyor. Ancak yine de Malatya Valisi Muzaffeddin Ali- şir bu orduyu durdurmakta başarısız olmuştu. Bu da isyancıları iyice cesaretlendirmişti. (Bu arada belirtelim, Alişir’in ordusunda da Türkler, Kürtler, Gürcüler gibi değişik etnisiteden askerler vardı.) Bunlar olurken Amasya’da olan Baba İlyas, Elvan Çelebi’ye göre Baba İshak’a Amasya’ya değil Canik tarafına yönelmesini söylemişti. (Ahmet Yaşar Ocak’a göre bunun nedeni Selçuklu ordularının Baba İshak’ı takip ederken Amasya’ya gelmesinin kendisini tehlikeye düşürmesinden endişe etmesi veya isyanın zamanlamasını doğru bulmaması ya da isyandan pişman olması olabilirdi.) Ancak Baba İshak bu emri dinlemeyecek, hatta haberi getiren elçileri de öldürecek ve Amasya’ya yönelecekti. Baba İlyas’ın ‘göğe yükselmesi’ Baba İshak’ın orduları, Sivas önlerinde Selçuklu kuvvetlerini yenince hem kendilerine güvenleri artmış hem de Çepniler, Karamanlılar gibi o ana kadar olayla ilgisi olmayan Türkmen boyları isyancılara katılmıştı. Öyle ki, isyancılar Amasya’ya geldiklerinde Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhusrev Konya’yı terk ederek Kubadabad’a kaçmıştı. Ama bir yandan da bir orduyu Amasya’ya göndermişti. Amasya Kalesi’nde Baba İshak’ı bekleyen Baba İlyas, Saint Quentin’e göre müritlerini hiçbir şeyden korkmadan çarpışmaları için teşvik etmekteydi. Ama sekiz kişinin ölmesi üzerine diğerleri büyük endişe ve üzüntüye kapılmışlar ve Baba Resul’a sormuşlardı: “Neden bizi ve ötekileri aldattın?” Baba İlyas’ın cevabı “Yarın hepinizin huzurunda Tanrı ile konuşacağım ve neden bu talihsizliğin başımıza geldiğini soracağım” olmuştu. Ancak Amasya’daki savaş Selçukluların galibiyeti ile bitti. İbn-i Bibi’ye göre Baba İlyas yakalandı, idam edildi ve surlardan aşağı sallandırıldı. Bar Habraeus’a göre Baba İlyas pusuya düşürüldü ve öldürüldü. Saint Quentin’e göre kürek kemiklerinin arasından ölümcül bir yara aldı ve müritlerinin bu durumu görmemesi için bir mağaraya saklandı. Saint Quntin’e göre bu gözden kayboluş çok işe yaradı, müritleri onun meleklerin yardımını temin kızılbaş - sayfa 22 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 etmek için Tanrı katına gittiğini sandılar. Bir asırdan fazla bir zaman sonra bu hikâye Elvan Çelebi’nin kaleminden şu şekle dönüştü: “Baba İlyas yakalanıp Amasya Kalesi’nde bir zindana kapatıldı. Onunla aynı hücrede bir keşiş de kalıyordu. Baba İlyas bu hücrede tam 40 gün kaldı, keşişi Müslüman etti ve 40. gün hücrenin duvarları yarıldı. Baba İlyas’ın Boz Atı ortaya çıktı. Atına binen şeyh, Müslüman olan keşişe bu dünyadaki hayatının artık sona erdiğini söyleyerek göğe doğru havalandı ve kayboldu.” Malya Ovası’ndaki kader savaşı Baba İlyas’ın öldürüldüğü ya da kaybolduğu haberleri Baba İshak’ın birliklerine ulaştığında, isyancılar buna inanmak istemediler ve ‘Baba Resulullah! Baba Resulullah!’ diye haykırarak Selçuklulara karşı daha bir azimle saldırıya geçtiler. Taraflar arasındaki nihai karşılaşma 1240 yılının kasım ayının henüz bilmediğimiz bir gününde, Kırşehir’in hemen kuzeydoğusunda bulunan Malya Ovası’nda (bugün Malya Çölü deniyor) yaşandı. Kaynaklara göre Baba İshak’ın ordusu 3 ile 6 bin arasında, Selçuklu ordusu 12 bin ile 60 bin arasındaydı. 300 ya da bin kişi kadar da paralı Frank askeri vardı. Ahmet Yaşar Ocak’a göre bu karşılaşma mükemmel silahlı ve donanımlı Romalı lejyoner taburlarına, perişan kılıklı, derme çatma silahlarla, başıbozuk şekilde karşı koymaya çalışan Spartaküs’ün kuvvetlerinin karşılaşmasına benziyordu. Başlangıçta Selçuklu askerleri Baba İlyas’ın mucize ve kerametlerine dair rivayetlerin etkisiyle saldırıya geçmek istemediler ama sonunda Spartaküs’ün ordusunun başına gelen Baba İshak’ın ordusunun da başına geldi. Frankların zırhlarına çarpan ilkel ok ve mızraklar kırılırken, Saint Quentin’e göre Selçuklu ordularını daha önce 12 kez yenen isyancılar ilk kendilerine güvenlerini kaybettiler. İbn-i Bibi’ye göre Türkmenlerin büyük kısmı (4 bin kadarı) kadınlar ve çocuklar hariç olmak üzere kılıçtan geçirildiler. Bunlar arasında Baba İlyas’ın gözüpek komutanı Baba İshak da vardı. Sultan elde ettiği ganimetleri askerleri arasında paylaştırdı. Frank askerlerine üç bin altın dağıttı. İsyana katılanlardan kurtulabilen- ler Orta, Batı ve Kuzey Anadolu’nun muhtelif bölgelerine sığındılar. Bu yerler sadece dağlar, köyler değildi. Nitekim I. Beldiceanu’nun ortaya çıkardığı 1487 tarihli bir belgeye göre, Hüdavendigâr (Bursa) Livası’na bağlık Göynük’teki yedi mahalleden ikisinin adı ‘Mahalle-i Babailer’ idi. Yazara göre 1400’lerin başındaki Şeyh Bedreddin İsyanı’ndan arta kalanlar da buraya yerleştirilmişti. İsyanın niteliği neydi? İsyanı ‘köylü ayaklanması’ olarak niteleyen Marksist tarihçilere de, isyanı hetedoroks İslam’ın ortodoks İslam’a tepkisi olarak niteleyenlere de katılmayan Ahmet Yaşar Ocak’a göre Müslim, gayrimüslim köylülerin de katılmasına rağmen, isyan esas olarak zalim, müstebit ve yabancılarla (İranlılar) takviye edilmiş Selçuklu yönetimine çeşitli nedenlerle tepki duyan konar-göçer yahut yarı-göçebe Türkmenlerin başlattığı ‘mesiyanik’ (Mehdici) bir ihtilaldi. Ahmet Yaşar Ocak’a göre bugün inanıldığı gibi Baba İlyas’ın ‘Babailer’ adlı bir tarikat kurduğuna dair hiçbir somut kanıt yok. Babailik terimini birincil kaynaklardan sadece İbn-i Bibi kullanmıştı. Onun amacı da ‘Baba’ unvanlı iki kişinin ardından gidenleri tanımlamaktı. Babai terimini dini anlamda ilk kullanan 15. yüzyıl yazarı Taşköprülüzade idi. Baba İlyas’a atfedilen Halvetname adlı risale de bu yüzyılda kaleme alınmışa benziyordu. Yani Babailik, dini değil sosyal, siyasi bir terimdi. Yazara göre Babailer açıkça belirtmeseler de Konya’yı zapt ederek iktidarı ele geçirmeyi de hedeflemiş olabilirlerdi. Bu gerçekleşmemişti ama isyan Rum (Anadolu) Selçuklu Devleti’nin sonunu hazırlamıştı. Çünkü bu isyan sayesinde dış görünüşteki cilaya rağmen devletin gerçekte ne kadar zayıf olduğu ortaya çıkmış, daha 3-5 yıl önce Selçuklulara saldırmaya cesaret edemeyen Moğol orduları 1243 yılından itibaren Anadolu’yu istilaya başlamışlardı... Ek Okuma: Simon De Saint Quentin, Bir Keşişin Anılarında Tatarlar ve Anadolu, Çeviren: Erendiz Özbayoğlu, DAKTAV, 2006 Kaynak: http://www.radikal.com.tr Nazım Hikmet ve Kürtler İttihatçı- Kemalist İdeolojiden Kurtulmamış Sosyal Şoven TKP'nin Üyesi Bir Şair Hüseyin Can / Peri Yayınları Egemen ulusun egemenleri, başka başka halkların varlığını kendine feda ederken suskun kaldın. Diğer halkların jenoside uğratılmasına seyirci kaldın. Kürt ulusunun yok sayılmasına, yok edilmesine, trajedi derecesinde uzun sürece yayılan ve uygulanan soykırımını görmezden geldin. Egemen ve hakimiyet kurmak isteyen Kuvayilere metiyeler dizdin, onların atlarına, paşalarının çakmak çakmak gözlerine hayranlığını dizelerinde işledin... Koçgiride, Zilanda, Dersimde, Piranda, Paluda, Geliye Sapoda ve daha evvelinde Haputta, Sivasta, Adanada, Trabzon, Samsun, Rizede ya da Hakkaride, Mardinde, Erzurumda, Vanda vs. Oluk oluk her karışında akan kan ve gözyaşlarına kalemin ve ellerin tutuk kaldı, dillendirmedin. Eğer dillendirseydin, bugün Onur Öymenler de çıkıp Dersimde, Piranda anaların gözyaşlarına bu kadar seslice bakmayın! deme cürretini göstermezdi. Katliama maruz klan sürgün ailenin çocuğu kılıçdaroğlu gibileri de ona avukat olmazdı! kızılbaş - sayfa 23 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 CHP, Davut Kurun M E DE N İ Y ET VE DERSİM. Gülsüm Bilgehan Toker, İsmet İnönü’nün torunu ve Metin Toker’in kızıdır. Halen CHP de miletvekili ve dedesinin mirascısı ve CHP nin sahibidir. Yani türkçü ve ırkçı çizginin temsilcilerindendir. CHP nin ve TC nin değişimine demokratikleşmesine karşı direnen, Kürdistandaki sömürgeci varlığını sürdürmek için katliamlar öngören çizginin temsilcilerindendir. Yani Aygün ve Tanrıverdi gibi Kürtleri yanına alarak ırkçı çizgilerini cilalamaya çalışan CHP nin gerçek sahiplerindendir. Bunların derdi, Kürdistanda tarumar edilen türk ırkçılığının barajlarından boşalan hakikatlerin, kürdistan demokrasisinin önünü nerede nasıl keseceklerinin hesabıdır. Fazla konuşmazlar, çünkü her konuştukça pislikleri ortaya saçılıyor. Zaman zaman mecburiyetten konuşunca kitlelerin tepkisi karşısında tekrar bir dönem suskunluğa gömülürler. Geçenlerde Gülsüm Bilgehan Toker de konuştu. “Ortaçağ döneminde yaşıyan Tuncelilerin operasyonlarla en eğitimli ve demokrasiye inan insanlar haline getirildiğini görmek gerekir.demek ki silahlı operasyona mecbur kalmışlar” dedi. Bu köleci ticareti yapan, klasik sömürgeci görüşlerilerine karşı tepkiler büyüyünce, Gülsüm.B. Toker ikinci bir açıklama ile “maksadını aşan sözler ettim. Silahla bastırma ile uygarlık götürme düşüncesi dünya görüşümle bağdaşmıyor.” Devam ediyor Gülsüm hanım. “bence sonuca bakmak gerekiyor.Sonuçta Tunceli bölgesi en görgülü en egitimli demokrasiye inanan insanlardan oluşuyor. Mesela sürgünlerden bahs ediliyor. O sürgünlerde çok iyi yetişmiş genç kızlar var.Belki o bölgelerde ortaçağ şartlarında kalsalardı o aileleri kuramazlardı.” Bu bayanın özürü kabahatinden büyüktür. Tezlerimizi koymadan önce bu bayanın çarpıttığı noktaları masaya yatiralim. Ortacağ şartlarında yaşıyan kimdi. Bayanın Tunceli dediği kürdistanın Dersim bölgesi eskiden beri okuryazarı olan medeni ve bir çok dili dini kültürü bir arada yaşatan bir bölge idi. 1872-88 yıllarına ait Devlet salnamelerine göre Dersimde Pülümür,Çemişgezek, Mazgirt ve Pertek kayıtlarına göre Dersimde 7 rüştiye 23 Mektep vardır. Merkez olan Hozat, Çarşancak Peri kayıtlarını da eklersek 12 Rüstiye 50 mektep ortaya çıkar. Bunların dışında Ermenilerin mekteplerini kaç rüştiyesinin olduğunu bilemiyoruz, maarif salnamesinden 8 iptidaiyesinde(ilkokul) kız ve erkek 1050 ögrenci olduğu kaydı var. Kilisenin açtığı okullar bunun dışındadır. Bunun yanında sayılarını bilmediğimiz subyan mektepleri ve 7 medrese eğitim vermektedir. (Dersim tarihi , Ali Kaya.s.356) bunların yanında ingilizlerin ve ABD nin osmanlı devletinde açıtığı avrupai eğitim verek okullarda vardı. ABD nin açtığı 436 okulun 14 tanesi Harput Malatya ve Dersimde idi. Dersimde ingilizce eğitim veren bu okulların kaç tanesinin Dersimde olduğunu bilemiyoruz ancak misyonerler anılarında Hozat, Mazgirt ve Perideki ingilizce eğitim veren okullardan bahsetmektedirler. Bu okullarda ingilizce ögrenip ABD ye giden binlerce Dersimli var. Bunların bir kısmı geri dönerken bir kısmı hala Detroit ve Chicago da getolar halinde yaşamaktadırlar. İttihat Teraki ve Kemalist iktidar döneminden okullar kapandı ve eğitim hızla düştü. Abdullah Alpdoğan’nın 1936 yılana ait raporunda 21 ilkokuldan bahsediliyor. Soykirimdan sonra ki döneme ilişkin rakamları bulamadım, ancak devlet karakolların bulunduğu il, ilçe ve nahiyelere ilkokul yapmayı hedefliyen politikası vardı. Bu hedef bütüyle gerçekleştiğini kabul etsek bile 18 okuldan bahsedilebilir. Bunlardan bazıları yatılı okullardı, yani türkçü yetiştirme merkezleri idi.1964 kadar, il merkezinde küçük iki katlı bir bina ögleden evel ilkokul, ögleden sonra orta okul olarak kulanılirdı. Lise ve Orta okul binasının inşaası 1964 yılıdır. Buradan çıkardığımız sonuç şu. İttihatçı ve kemalist diktası altında dersim, ekonomik olduğu kadar eğitim olarak çok geriledi. Rakamlar gösteriyor ki , 1960 larda bile eğitim ve ekonomik alanda, 1900 lerin gerisine düşmüştür. İlerleme yada yerinde sayma değil, bir gerileme sözkonusudur. Kaldı ki türk okullarında, egitim müfredatında, demokrasi çağdaş degerler adına hiç bir şey yoktur, aksine bu degerlerin inkarı, türk ırkçılğı faşizm ögretiliyor, kemalizm öyle bir nesil yetiştir di ki, dünyada ve bölgemizde yaşıyan gelişmeye, demokratik degerlere, degişime düşman, halklara kütürlere dillere düşman, Avrupanın en geriçi ırkçı faşist degerlerini benimsiyen, taklitçi, zırtaboz, darbeci, militarist bir nesil. Gülsüm hanim bunları demokrasi olarak sunmaya çalışıyor. Okuma yazma medeniyetin demokrasinin bir ölçütü degildir. Okuma yazma bilmeyen bir kürt kadınının bile kemalist ekolün profesöründen daha demokrat daha medeni, daha saygılı, daha görgülü ve hüşgörülü, olabileceğine binlerce örnek verebilirim. Demokrasi aynı zamanda bir yaşam kültürüdür, okuma yazma ile fakirlik yada zenginlikli ilgisi yoktur. Diyeceğimiz şu ki; Dersim 1938 öncesinde ortaçağ karanlığında yaşamıyordu, aksine Balkanlar hariç osmanlı sınırları içinde o zamanda aydın, yenilige açık, hoşgörülü ve okuma-yazma bakımında anadoludan daha ileri durumda idi. Kemalistler Dersimi Ortaçağ karanlığından kurtarmadılar, ortaçağ karanlığına gömdüler. Demokrasi kızılbaş - sayfa 24 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve medeniyeti Kürdistanda katlettiler. Turk ulusçuluğunun temsilcileri, halkı, diger ulusların ilkel, ortaçağ karanlığında yaşıyan mahluklar olduğuna inadandırarak kendi üstünlüğünü, kendilerine medeniyet , uygarlık ve demokrasi misyonunu yüklemeye çalışıyor. Ama gerçekler bunun tam tersidir. Güneş balçıkla sıvanamaz. Fransız Devriminin 1800 lerden itibaren osmanlı sınırları içinde etkisini gösterirken, buna ilk yanıt dersimden geldi. Sultanların Tarnrının temsilcileri olmadığını,kadın erkek, zengin fakir, yöneten ve yönetilenlerin eşit ve özgür doğduğunu, eşitlik kardeşlik ve özgürlük ilkelerini savunurken, istanbul uleması “ bunlar şeytanın atına binmiş fesat denizine dalmiş, kadın erkek, sultan ile kulun eşit olduğunu iddia eden münafıklardır” diyerek, öldürülmeleri için fetva vermiştir ve 2.Mahmut Dersimde katliamlar yaparak, ellerindeki topaklarını gaspetmiştir. II.Abdülhamidin istibdadına karşı ilk ögütlemenin başını Kürtler ve Arnavutlar çekmiştir. İmparatorluk içindeki bütün etnik ve dini toplumların temsil edildiği bir meclisin seçilmesini ve sultanın mutlak iktidarından meşruti iktadara geçilmesi için, Dersimli Abdullah Cevdet Cenevrede 1889 da İttihad-ı Osmanmiye örgütünü kurdu. İ.Sukitinin katılması ile örgütlenme büyüdü daha sonra İttihat Teraki adını alan bu örgütlenmeyi, türkler askeri darbeyle ele geçirip ırkçı turancı bir yönetim kurunca Abdullah Cevdet ayrılarak Hürriyetperver Fırkası kurar Kürdistanın muhtariyeti için mücadele eder. Kürt Teali cemiyetine üye olur. Kemalistler, siyasi çalışmasını yasaklar ve ömür boyu İstanbulda gözhapsinde tutulur. Kürtler medeniyeti savunurken, Türkler, milli marşlarında da belirtildigi gibi “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” olarak görüyor ve medeniyete demokrasiye kılıç sallıyorlardı. Gülsüm Hanımın sahip cıktığı CHP Dersime hangi medeniyeti getirmiştir. Kılıç medeniyetini mi? Yine Demokrasi ve hukuk mücadelesini Türkiyenin gündemine ilk sokan kişi, Dersim Nazimiyeli Lütfi Fikrinin başına gelmeyen kalmadı. Türklere ilk modern hukuku ögreten, şeria hukukuna karşı pozitif hukuk mücadelesi veren, yine Tükiyede demokrat avukatları örgütliyerek ilk Baroyu istanbulda kuran Lütfi Fikri, birde aylık hukuk dergisi çıkararak, hukun üstünlüğünü, herkesin hukuk karşısınde eşit olduğu ilkesini, kişi hak ve özgürlüklerini ve kişi hakları konusunda ciddi bir mücadele vermiştir. Gerek ittihatçılar gerekse kemalistler Lütfi Fikri nin bu demokrasi ve hukuk mücadelesini susturmak için, sürgün , hapis , tehdit ve işkence gibi her yolu denediler. Ömrü zindanlarda geçen bu fikir adamı, bir ara gönüllü olarak Dersime kaymakam olarak atanır. Onun kaymakamlık döneminde Dersim barış içinde canlı bir dönem geçirir. Dedesinin ve CHP nin mirascısı Gülsüm hanımın söylediğinin tersine, medeniyeti, demokrasiyi hukuku, Kürdistan halkı savundu, Türk hükümetleri işgal katliam ile halkların topraklarını zenginliklerini gaspetti, Dersim katliamın gerekçesinde de belirtildiği gibi, Kürdistanda asker ve vergi istiyorlardı. Bugün AB kapılarında dilendikleri değerleri, demokrasi, hukukun üstünlüğü,kişi hakları, din ve vicdan özgürlügü ,düşünce ve örgütlenme özgürlüğü vb gibi değerleri Kürdistanda katlettiler.80 yıl sonra içinde düştükleri kuyudan çıkamayan bir türk başbakanı bu gerçeği görerek itiraf etti, “AB yolu Dıyarbakırdan geçer” dedi. Ama 80 yılda oluşturdukları suç örgütünü dönüştürmenin, ve günahlarından arındirmanin öyle çok da kolay olmadığını görup sustu. Türk ırkçılarının yalan söylemelerine kızmıyorum, onların mesleğidir, ama bizi bu yalanlara kanacak kadar aptal sanmalarına kızıyor ve küfür etmesini becerebilseydim en galizini bunlara ederdim, Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar. Güneş yanlız da olsa etrafa ışık saçar Üzülme doğruların kaderidir yanlızlık Kargalar sürüyle kartallar yanlız uçar. Ömer Hayam "Hüseyin Can, bu kitabıyla, yitip gitmiş ilk göçmen işçi kuşağı yaşatıyor, ölümsüzleştiriyor çünkü onların sorulmamış hesabını gündemde tutuyor, belleklere, vicdanlara kazıyor, işçi sınıfına, giderek, büyük insanlığın saşmaz adaletine havale ediyor. O hesap, yeryüzünden sömürü, baskı, aşağılama kalkınca kesilmiş olacak ancak. O 'lanetliler' o zaman 'güneşin sofrası'nda yeryüzüne misafir olacaklar, gerçekten ölümsüzleşecekler..." -Haluk GergerHüseyin Can bu kitabında, İsviçre'de yaşayan ve çeşitli alanlarda çalışan 71 Türkiyeli kişi, kurum ve kuruluş temsilcileri ile konuşmuş, uzmanların bilgisine başvurarak, ülkemizden İsviçre'ye doğru olan göçü, göçmenleri ve mültecileri kapsamlı bir şekilde araştırmıştır. Çalışma aynı zamanda; İsviçre'de yaşayan Türkiyeli göçmenlerin, ruhî şekillenişini, toplumdaki yerini, yaşam biçimlerini ve mevcut sorunlarını, sayısını, politika ve ticaretteki performanslarını, istatistik verilerle sunmaktadır. Böylesi profesyonel bir çalışmanın, İsviçre'de yaşayan Türkiyeliler arasında bir ilk olması ve tek kaynak teşkil etmesinden dolayı, bu kitap referans veriler içermektedir. Yazarın bu çalışmasını anlamlı kılan, hem gurbetçilerimizi ayrıntılı araştırması ve konuşturması hem de milliyetini, cinsiyetini, dinîni, dilini, siyasal görüşünü gözetmeksizin, çok çeşitli alanlardaki göçmen ve mültecilerin ortak konularla ilgili görüşlerine başvurmasıdır. Görüşlerine başvurulan kişilerin, kitaba önsöz yazan araştırmacı yazar Haluk Gerger dışında tümü Türkiyeli göçmenler ve mültecilerden oluşmaktadır. kızılbaş - sayfa 25 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Barış Sürecinin Nesini Destekliyorum? -2 Bir önceki yazıda MIT-Öcalan mutabakatıyla ilgili biçimsel eleştirileri ele almış, bunların en azından bir kısmının aslında içeriğe dair eleştiriler olduğunu belirtmiştim. Elimde olmayan nedenlerle yazının ikinci bölümü kaleme almak bugüne kaldı. Mutabakatın içeriğiyle ilgili olarak altı çizilmesi gereken öncelikli husus, devletin bazı birimleri dışında kimsenin bu mutabakatın içeriğini tam olarak bilememesidir. Görüntülere bakılırsa bunlara bir ölçüye kadar PKK yöneticileri de dahildir. Bu durum barış sürecinin içeriğiyle ilgili değerlendirme yapmayı zorlaştırıyor. Böyle olmakla birlikte, sürecin içeriği konusunda tümüyle bilgisiz de sayılmayız. Öncelikle devletin, bu mutabakatın bizim bilmemizi istediği bölümleriyle ilgili açıklamaları var. Bunlar sadece Başbakan ve yandaşları tarafından ifade edilmiyor. PKK cephesinden yapılan açıklamalarda da bu tür unsurlar görmek mümkün. Öcalan’ın Newroz konuşması böyle bir belgeydi örneğin. İkinci olarak, tarafların kendi pozisyonlarını güçlendirmek amacıyla kamuoyuna doğrudan aktardığı veya sızdırdığı haberler ve veriler var. Son olarak sürecin ruhundan ve işleyişinden çıkan pratik veriler mevcut. Bu tür kaynaklardan şu ana kadar elde ettiğim verileri alt alta yazıp tekrarları ayıkladıktan sonra mutabakatın temel maddeleriyle ilgili elimde şöyle bir liste kaldı: 1) PKK Türkiye’de silahlı mücadele döneminin bittiği ilan edecek ve silahlı güçlerini en kısa sürede dışarı çıkaracak. 2) Hükümet bunun karşılığında demokratikleşme başlığı altında Kürt sorununda rahatlamaya yönelik bazı anayasal ve yasal düzenlemeler yapacak. Ancak bu düzenlemeler kesinlikle etnik referanslardan arındırılmış bir tarzda ve grup hakları prensibinden uzak biçimlerde ve zeminlerde gerçekleştirilecek. 3) Bu aşamayı takiben -uluslararası koşullar da elveriyorsa- PKK si- Cemil Gündoğan lahları terk edecek. Fakat uluslararası koşullar gerektirdiğinde PKK, Suriye’de, İran’da ve gerekirse Güney Kürdistan’da silahlı mücadeleye devam edebilir (Bu mücadelenin hedefleri için 5. maddeye bakınız). 4) Silahların terk edilmesiyle birlikte PKK yöneticilerinin Türkiye’deki normal vatandaşlar gibi siyaset yapmalarının önünü açacak yasal düzenlemeler yapılacak. 5) Bütün bunlar, özellikle de 3. Maddede sıralanan hususlar, Misak-ı Milli’nin Sünni İslam kardeşliği esasına dayalı olarak güncelleştirilmesi hedefine bağlanmış olarak gerçekleştirilecek. Açık kaynaklardan izlendiği kadarıyla MİT-Öcalan mutabakatının ana maddeleri bunlardır. Kaçırdığım başka maddeler de olabilir mi? Elbette. Mesela Başbakanın birkaç gün evvel, ortada çok özel bir sebep yokken Öcalan’ın cezaevindeki diğer mahkumlardan rahatsız olduğunu söylemesi, yukarıda sayılmayan bir mutabakat maddesine işaret edebilir. Çünkü bu tür bir açıklama, Öcalan’ın, İmralı’da uygun bir eve nakledilerek yanına da arzuladığı türden kişilerin gönderilmesiyle ilgili bir çalışma yürütüldüğüne işaret eder. Özellikle de medyada daha evvel “Öcalan için bir villa hazırlanıyor” yolunda haberler çıktığı göz önünde bulundurulursa. Eğer böyleyse bunu da temel nitelikte bir mutabakat maddesi saymakta yanlışlık yoktur. “Bir toplumsal mutabakat metninde kişisel isteklerin ne yeri olabilir?” diye sormayınız; oluyor. Peru’daki Maocu Aydınlık Yol örgütünün karizmatik lideri Abimael Guzman’ı hatırlayınız. Guzman, arkadaşlarına silah bırakma çağrısı yaptıktan bir süre sonra, örgütün iki numarası olduğu söylenen ve kendisiyle aynı cezaevinde tutuklu bulunan Elena Iparraguirre’le evlenmesine izin verilmesini talep etti. Bu istek, biraz sağa sola çekiştirildikten sonra kabul edildi ve Guzman cezaevinde evlendi. Hem de 75 yaşındayken. Karizmatik liderlerin kişisel arzu ve ihtirasları, bazen bir davanın ilkesel taleplerinin önüne geçebiliyor. Yeter ki bu liderlerin doğduğu evlerin bahçesindeki toprağı yiyerek kutsanmaya çalışan topluluklar bulunsun. *** Guzman’ın öyküsünü bir kenara bırakıp, geçen soruda dile getirilen mutabakatın içeriğinde neleri destekleyip neleri desteklemediğim sorusuna dönelim. Yazılarımı izleyenlerin dikkatini çektiğini sanıyorum; bunların baskın özelliği, olup biteni anlamaya ve analiz etmeye çalışmalarıdır. Bunun ötesine geçmemeye çalışırım ve böyle davrandığım için eleştirildiğim çok olmuştur. Ne var ki elinizdeki yazının devamında, ele aldığım konunun karakteri gereği her zamanki tarzdan biraz ayrılmak zorunda kalacağım. Bu notu yazma gereği duydum; çünkü bir olayı anlamaya, analiz etmeye veya izah etmeye çalışmak ile o olay karşısında politik bir tavır inşa etmek, farklı iki iştir. Birincisinde daha çok toplumsal olayları açıklamak amacıyla oluşturulmuş aletleri kullanırsınız, ikincisinde ise siyaset felsefenizi oluşturan ilkeler, ahlaki duruşunuz ve ideolojik tercihleriniz belirgin rol oynar. Birincisinde izah etmeyi, ikincisinde etkilemeyi öne alırsınız. Ben de yazının devamında rotayı kaçınılmaz olarak biraz ikinci tarafa doğru kıracağım. Alışık olmayan okurların anlayışına sığınıyorum. Sözünü ettiğim perspektiften baktığımda, yukarıdaki maddelerden sadece ilk ikisinde desteklemeye değer kızılbaş - sayfa 26 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bazı şeyler görüyorum. Diğer maddelerin barışla ilgisi yoktur. Paketin ana hedefi ile paketi kuşatan ruh ise barışa değil bölgesel bir savaşa meyillidir. İsterseniz madde madde gidelim. Birinci maddede dile getirilen silahların susması halini destekliyorum. Savaşan tarafların anlaşmazlıklarını çözebilmek için ateş etmeye ara verip konuşmaya çalışmaları, savaşa tercih edilmesi gereken bir durumdur. Ne var ki silahların susması ile silahların Türkiye’yi terk etmesi aynı şeyler değildir. Dolayısıyla mutabakatın, desteklenmeyi en fazla hak eden maddesinde bile sorunlar olduğunu eklemek zorundayım. Evet, silahların susması desteklenmelidir. Fakat silahlı militanların ülkeyi terk etmeleri, Türk devletinin Suriye denkleminde tuttuğu yerle ilgili bir hazırlık faaliyeti olduğu için ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulmalıydı. Çünkü devletin bu yöndeki isteği, içerdeki barışla değil, dışardaki Yeni-Osmanlıcı yayılmayla ilgili bir husustur. Devletin oynadığı oyunun kuralları çerçevesinde yapılacak bir analiz sonucunda, dışarı çıkmanın Kürtlerin ve Kürt hareketinin lehine bir durum olduğu anlaşılırsa çıkılır, değilse sadece silahları susturmakla yetinilirdi. Ne yazık ki “Başkanım, uluslararası durum çok lehimize görünüyor, ama isteğinize uyuyoruz,” cümlesi dışında bir değerlendirme duymadık. Anlaşılan o ki, Selahattin Eyyubi olma rüyası görenler Öcalan’dan ibaret değilmiş! Suriye denklemini yönlendirebilecek kabiliyete sahip büyük güçlerden en az biri nezdinde resmi bir tanınma ve destek elde etmeden Türkiye’deki askeri pozisyonunu sıfırlamanın nasıl parlak bir askeri taktik olduğunu bilmiyorum, ama bunun bildiğimiz mantık kurallarıyla bağdaşmadığını biliyorum. Nitekim Barzani yönetimi de bu karar karşısında bir şaşkınlık ifade etti. Hikmet Fidan ve ekibinin bu noktadaki başarısına şapka çıkarmak gererkiyor. İkinci maddede demokratikleşme yönünde atılacak adımlardan söz ediliyor. Prensip olarak bunu da desteklerim. Ancak bu adımların neler olduğu somut biçimde ifade edilmediği için bu desteğin, birinci maddedeki gibi bir destek olması düşünülemez. Çün- kü açığa çıktığı kadarıyla, yeni bir anayasayı da içeren bu “demokratikleşme” paketi, Kürt kimliğini tanıyan ve grup hakları kavramını kabullenen bir anlayışla hazırlanmamıştır. Yeni paket, söylem itibarıyla, muhtemelen Habermas’ın “devlet vatandaşlığı ulusu” tanımına yaslanacaktır. Ancak pratikte Habermasçı cumhuriyetçilik lafzının öngördüğü demokratikleşmenin bile yakınından geçmeyecektir. Demokratikleşme paketinin, kıymeti kendinden menkul, Türk usulü bir başkanlık sistemine eklenmeye çalışılması, bunun kanıtlarından biridir. Habermasçı lafız, bu pakette, daha çok Bosna’dan Kerkük’e kadar uzanması öngörülen Yeni-Osmanlıcı genişlemenin önünde çoktandır engel olmaya başlayan devletin eski (Kemalist) etnik ilkesini sulandırmak amacıyla kullanılacaktır. Bu yanıyla söz konusu girişim, eski cumhuriyeti yeni bir kılıfla devam ettirmekten başka bir anlam taşımıyor. Turgut Özal da 1990’ların başlarında Güney Kürdistan’ı yutmaya niyetlendiğinde, işe içeride Kürtçenin kullanımıyla ilgili 12 Eylülün koyduğu yasağı kaldırarak başlamıştı. Yani devletin bu işi planlama tarzında değişmiş bir şey yok. (Habermasçı cumhuriyetçiliğin Kürt sorununun çözümü bakımından ne gibi imkânlar sunabileceği ise ayrı bir tartışma konusudur. Bu mesele bazı Kürt yazarların inanmaya meylettikleri gibi pürüzsüz değildir. İlgilenen okurlar, bir giriş yazısı olarak Uğur Kara’nın Birikim dergisinin 289-290 numaralı bileşik sayısında yer alan “Kürt Meselesine Çözüm Süreci: Anayasal Vatandaşlık mı, Özyönetim mi?” başlıklı yazısına bakabilirler.) MİT-Öcalan mutabakatının bunun dışındaki maddelerine gelince, benim durduğum noktadan bakıldığında, bunlar, Türk devletinin Yeni-Osmanlıcı temellerde yayılma çabalarının ifadeleri olarak görünüyor. Yeni-Osmanlıcı yayılmacılık bölgesel savaşlar olmadan gerçekleşemeyeceği için de bu mutabakat, barıştan ziyade savaşa dönük duruyor. Programın Kürtler için öngördüğü şey bir başka problemli noktadır. Çünkü bu programın Kürtler için öngördüğü modern bir Hamidiye sistemidir. TC Osmanlıya dönüşürken, Kürtlerin de Hamidiye günlerine dönmesi öngörülmüştür. Buradaki mantıki tutarlılığa bir diyeceğim yok. Ancak Haydaran Aşireti reisi Kör Hüseyin Paşa’yı özleyen ve Hamidiye sisteminden büyük bir Kürt ulusu çıkarmayı düşleyen Kürtlere söylenecek bir çift sözüm var: size uğurlar olsun, sadece sonunuz onunki gibi olmasın. Benim, şahsen Hamidiye taraklarında bezim olmaz. Kürt gençlerinin birkaç kuşaktır modern bir Hamidiye sistemi kuralım diye mücadele ettiklerine de inanmıyorum. Hamidiyeci bir sistem, Kemalist bir sistemden de beterdir. Bunu dedim diye beni barış düşmanlığıyla, Kemalistlikle ya da Alevicilikle suçlayacaklar çıkacaktır. Nitekim en azından bir tanesi kişisel hesaplaşmalarla ilgili görünen bazı ön atışlar yapıldı bile. Ama bu atışlar, hareketteki Hamidiyeci damarın nerelere kadar uzanabileceğini göstermek dışında fazla anlam ifade etmiyor. Şafi Kürtlerle Hanifi Türkleri Sünni bir imparatorluğa taze kan oluştursunlar diye birleştirmeyi öneren kendi liderinin MİT’le kotardığı proje hakkında tek söz etmeden Dersimlileri Kemalizm hayranı, bu projeye itiraz eden solcuları da Ergenekoncu olmakla suçlamak, eski dünyanın terimleriyle konuşmaktır. O dünyayı mezara gömdüğümüzü üç yıl evvel yazmıştım. Mezardaki sözlerden umulan yardım imdada yetişmeyecektir. Türk devletini Ortadoğu’da büyütmenin karşılığında bir Hamidiye beyliği kapmak şeklinde tarif edilebilecek yeni stratejiden barış çıkacağına inanan Kürtler için söylenebilecek şey şudur: Mevcut savaşta, iki taraftan yılda toplam olarak 1000 ila 2000 kişi kaybetmekteydik. Fakat yeni programda belirlenmiş hedefler uğruna mücadeleye başladığımızda, pogromlardan ve belki de soykırımlardan bahsetmeye başlayacağız. Bunu anlamak için günümüz Suriyesi’ne on dakika göz atmak yeterlidir. Bunun neresi akan kanı durdurmak oluyor? Hayır, bunun barışla filan bir ilgisi yoktur. PKK savaşı bitirmek istiyorsa bitirsin. Destekleyen destekler, desteklemeyen eleştirir ve becerebilirse kızılbaş - sayfa 27 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kendisi yeni bir savaş örgütler. Benim sorun ettiğim, PKK’nin silahlarıyla birlikte Türk devletinin yeni Ortadoğu stratejisine tabi olma girişimini barış diye propaganda etmesidir. PKK, düne kadar birçok kez İranlı mollalarla, Saddam’la ve Hafız’la aynı mevzileri paylaştı. Bu tür işbirliklerinin Kürtler tarafından fazla sorun edilmemesinin asıl nedeni, PKK’nin adı geçen güçlerden aldığı desteği asıl düşmanım dediği Türkiye’ye karşı mücadelede kullanmasıydı. Tıpkı Barzani ve Talabani’nin Saddam yönetimine karşı Türkiye, İran ve Suriye ile gerçekleştirdiği işbirliklerinin büyük sorun edilmemesi gibi. Ama PKK’nin bugün yapmayı prensipte kabullendiği şey, bunlardan farklı bir şey. PKK bu kez, asıl düşmanım dediği devletin yayılma planının bir parçası olarak bölgesel savaşa dahil olabileceği sinyalini veriyor. Bu, oldukça farklı bir durum ve eskinin terimleriyle değerlendirilemez. PKK içinden ve dışından bazıları böyle bir bölgesel savaştan bize de bir devlet düşer diye düşünüyor olabilirler. Açık söylüyorum: İstemez, kalsın! Çünkü bölgesel savaşlarla oluşacak bir devlet, soykırımların çocuğu olacaktır. Yeni bir Yugoslavya’ya gerek yok. Yaşadığımız bölge hızlı bir altüst oluşun konusudur. Bu süreç, kim ne derse desin ve kim ne yaparsa yapsın Türkiye’yi de kapsayacaktır. Devletin Yeni-Osmanlıcı hamleleri, bu süreci bir süre sağa sola bükebilir; ama son kertede hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz. Bu, işin doğasından gelen bir şey. Siz, Libya’dan başlayarak eskinin devletlerini kıtır kıtır doğrayarak ilerleyen bir sürecin sıra Türkiye’ye geldiğinde birden tersine dönüp onu büyüteceğini mi sanıyorsunuz? Boş hayaller bunlar. Böylesine çalkantılı bir süreci YeniOsmanlılara tetikçilik yaparak karşılamak, hapisteki birisine çıkmazdan kurtulmanın biricik yolu gibi görünebilir. Özellikle de altı ay öncesine kadar örgüt üzerindeki etkisi de azalma eğilimi gösteriyorken. Ama Kürtlerin genel pozisyonu düşünüldüğünde bu tutum kesinlikle rasyonel bir hareket çizgisi olmadığı açıktır. Kürtler, başkaca hiçbir şey yapmadan, sadece kendi iç bütünlüklerini sağlamaya yönelik adımlarla takviye etmek şartıyla kendi mevcut pozisyonlarını korumayı başarsalar, bu kadarı bile Yeni-Osmanlılara tetikçilik yapma seçeneğinin sunabileceğinden çok daha başarılı ve şerefli sonuçlar elde etmelerine yeter. Birçok açıdan buna benzer bir strateji Suriye Kürdistanı’nda uygulandı, sonuçları görüyorsunuz. Barzani bile bir süre sonra stratejinin doğruluğunu pratikte teslim etmek durumunda kaldı. Bir diğer uygulanışı AKP-Ergenekon çatışması döneminde Türkiye’de takınılan tavırdı. Bu bağımsız tavrın hareketi ne kadar güçlendirdiğini herhalde kimse inkâr edemez. Bu stratejilerden ne zarar gördük ki Yeni-Osmanlıların savaş arabasına eklenmeye karar verdik? Bütün bu boyutlarıyla bir arada düşünüldüğünde yapılmakta olan şeyi barış olarak tanımlamak imkânsızlaşmaktadır. Benim barış denilen şeye karşı tavrımı belirleyen işte buradaki yalandır. İstiyorsanız silahlarınızı susturabilirsiniz, bunun için yalan söylemeniz gerekmiyor. Doğruluk ve haklılık, bir direniş hareketinin temel sermayesidir. Yeni-Osmanlılara tetikçilik yaparsanız ikisini de yitirirsiniz. *** Özetlersem, Kürtleri veya Kürt hareketini, Sünni İslam kardeşliği bayrağı altında devletin Yeni-Osmanlıcı yayılmacı stratejisinde bir koçbaşına dönüştürme eylemine itiraz ettiğim için adım “barış düşmanı”na çıkacaksa bunu şerefle kabul ederim. Toplumun ezici çoğunluğunun barışın büyüsüne kapılmış olmasını anlıyorum. Otuz yıl savaşla boğuşmuş bir toplumun normal reaksiyonudur bu. Fakat toplum böyle bir büyüye kapılarak YeniOsmanlıcı stratejiye ilişkin en basit gerçekleri dahi göremiyor diye onlara yalan söyleyecek halim de yok. Bunun yerine –eğer o sonucu verecekse- tecrit olmayı yeğlerim. Korkulacak bir şey yok, duvar eğri değilse yıkılmaz. Her devrin adamı olmak dışında hiçbir özellikleri olmayan bazı okuryazarların barış adı altında ortalığı velveleye vermelerine aldırmayın. Hakkaniyetli ve tarafların onurunu çiğnemeyen bir çözüme yaslanmadığı müddetçe silahları susturmak barış anlamına gelmeyecektir. İşimiz bu gerçeği anlatmak olmalıdır, barış adına maval okumak değil. 2013-05-11 kızılbaş - sayfa 28 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 SOYKIRIMI, ALET EDİLEN KÜRTLER VE TARİHSEL MUHASEBE ETİĞİ -1 Geçenlerde Ezîz ê Cewo (Aziz Mamoyan) isimli yazarın 1897 Xanasor olayı hakkında yaptığı tahrifatı deşifre eden bir makale yazmıştım [1]. Onun ve Xerzi isimli fikirdaşının öncesiyle birlikte 1915’e dair tarih yorumlarını ayrı olarak eleştireceğimi belirtmiştim. Bu arada Cewo’nun cevabı geldi [2]. Yaptığı tahrifatı inkar edemezken yine de kaçamak şekilde savunmaya ve haksız zeminde baskın gelmeye çalışıyordu. Asıl konuya geçmeden buna tekrar değinmek zorundayım. Cewo’nun Cevabı ve Tekrar Xanasor Tartışmasına Dair Ortaya çıkan durum tamamen önceki yazımda belirttiğim gibi. Yani yazar referans verdiği Ermenice kaynakta Mazrik aşiretinin genel nüfusu olarak belirtilen 40 bin rakamını o eylemde öldürülen aşiret mensuplarının sayısı gibi göstermiş ve bu hilesinin açığa çıkması halinde diğer Ermenice metinlerde geçen “aşiretin imha edildiği”ne dair ajitatif sözleri öne sürerek durumu idare edebileceğini düşünmüştür. İkinci yazısında kendini savunmasını buna dayandırıyor zaten. Yaptığı izahat şöyle: “Xanasor Ovası’nda Mazrîk Kürt Aşireti’nin, Ermeni fedaileri tarafından imha edildiklerini okuyunca (bu eyleme katılanlar bizzat kendileri rapor vermişlerdir), doğrusu kaç kişi olduklarını merak ettik. Bir başka Ermeni kaynağında baktık ki, 40.000 kişi imiş. Bu sayı bizden kaynaklanmamıştır, bunu bizzat Ermeniler yazmışlardır. Eğer bu doğruysa da onlarındır, yalansa da! Bilinenler bunlardır. Biz de bunları makalemizde yazdık”. Evet, Cewo burada önceki hilesini daha ince bir şekilde sürdürmekten başka birşey yapmıyor. Muğlak ifadeler kullanarak o kaynaktaki 40.000 rakamını Xanasor’un nüfusu gibi yansıtıyor. Bütün aşiret yalnızca Xanasor’da yaşıyormuş ve bir çırpıda hepsi katledilmiş gibi bir imaj veriyor. Halbuki aynı kaynaklar olayın geçtiği yaz ortası Xanasor düzündeki yerleşimin 250 nın verdiği bilançoyu aktarayım. Şöyle deniyor: Hovsep Hayreni yada 300 çadır olduğunu belirtmekte. Altını çizerek tekrar ediyorum: 40 bin rakamının sözü edilen olayla ve olay yeriyle ilgisi yok. Geçen yazımda o rakamın geçtiği cümlenin aslını Türkçeye çevirip nasıl bir tahrifata uğratıldığını göstermiştim. Orada önceki yıl Van katliamına karışan Mazrik aşiretinin toplam nüfusundan söz ediliyordu, Xanasor’daki nüfustan değil. Kaynağın linkini de vermiştim, isteyen ayrı bir tercüman yardımıyla kontrol edebilir. Cewo’nun ikinci yazısında yapması gereken şey, ortaya konulan gerçekliği kabul ederek, yanıltmış olduğu okuyuculardan özür dilemekti. Ama kendisi bu asgari dürüstlüğü göstermediği gibi, “şayet Ermenice bilmeyen biri sorsaydı.., okuduğunu anlamamıştır derdik” şeklinde bir pişkinlikle beni yalancı çıkartmak istemiş. Ardından “ölülerin sayısını tartışmak yakışmaz” gibi bir ahlak dersi de verdikten sonra “İster 40.000’den az olsun, ister bazı bilançoların bir yerinde geçtiği gibi, sadece aşiretin erkekleri öldürülmüş ve bu sayı 10.000 olmuş olsun (her ne kadar akıllardan uzak bir ihtimal olsa da!). İster daha da az olsun! Ne demek bu, az mı? O zaman onların katli haklı mı olacak?” diye soruyor. Gerçekten vicdani davranmayan ve işi bezirgân pazarlığına döken kim? Ben Xanasor isimli yerleşimin kaç hanelik olduğunu gösterip mantıki düşündürme dışında, yaşayan ve ölenler üzerine sayı tahmini yapmaktan bile kaçınmıştım. Ama madem kendisi ısrar ediyor, bu arada rastladığım Türkçeye çevrilmiş bir Rus askeri kaynağı- “1897 yılı Haziran ve Temmuz ayları Van’da çok heyecanlı geçti. 22 Temmuz 1897 tarihinde bir Ermeni komitacısı (kastedilen fedai grubudur) Van’ın Başkale ilçesinin doğusunda bulunan Selmas (Salmast) civarındaki Merziki (Mazrik) aşiret başkanının bulunduğu köye baskın düzenlediler. Aşiret başkanı olan Şeref beyin kendisi de yaralandı. Köyde bulunan insanlardan kadın erkek olmak üzere 150 kişi öldürüldü.” [3] Parantezler bana ait. Burada ismi geçmeyen köy Xanasor oluyor. Aynı kitapta olaydan 4-5 yıl sonra (1901-1902 yılları itibariyle) Van ve Bitlis vilayetlerinde Hamidiye aşiret alaylarına ait bilgiler de veriliyor. Buna göre 20 nolu alay, ki Şeref Bey kumandasında Merziki aşiretinden oluşuyor, üç bölük halinde 372 süvariye sahipmiş. [4] Yine aynı kaynak sözkonusu aşiretin meskun olduğu Ağbak/Elbak (bugünkü Başkale) kazasının 148 köyünde üç ayrı aşiretin yaşadığını yazıyor. Buna göre ortalama bir aşirete 50 köy düşer. Kazadaki Kürtlerin toplam nüfusu 2708 hane gösterilmiş (10’ar kişiden 27 bin olsun diyelim). En büyük köy 70 haneyi geçmiyor. Xanesor isimli iki ayrı köyden birinin 8, birinin 29 hane olduğu yazılı [5]. Ermenice kaynakların 250-300 çadır şeklinde bahsettiği yerleşim, yaz dönemi yaylacılar tarafından kurulan büyük bir oba olabilir. Mazrik aşiretinin 40 bin kişiden oluştuğu doğru olsa bile bu nüfusun onlarca köy ve yayla yerlerinde dağınık yaşadıklarını düşünmek gerek. Bir tek Xanasor’a yapılan baskınla öyle onbinlerin, hatta binlerin katledilmiş olamayacağı açıktır. Olaydan sonraki yıllarda bu aşirete ait Hamidiye alayı da var olmaya devam etmiştir. Ama Cewo gene de istiyorsa Taşnakların “Mazrik aşireti imha edildi” lafına sımsıkı sarılarak en üst sınırdan ölü bilançosu yarıştırmayı sürdürebilir. Cevabındaki çeşitli vurgularıyla benim o tarz bir eylemi savunduğumu ve kurban sayısı az olan katliam önem- kızılbaş - sayfa 29 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sizdir demeye getirdiğimi ima etmiş. Öyle bir anlayış gütmediğim yazdıklarımla ortada. Devrimci eylem çizgisinden saparak masum insanlara zarar verilmesini hem o dönem, hem bugün, hem Taşnak fedaileri, hem PKK gerillaları açısından tutarlı şekilde eleştirmiştim. Şaibeli Xanasor eyleminin halen övgüyle anılmasını kınayan tarihçi Stepan Boğosyan’a hak vermiştim. Cewo’nun Boğosyan’ı kendi görüşüne dayanak yapması ve beni onunla karşıtlık içinde göstermesi hiç dürüst bir yansıtma değil. Kendisi o saldırıya zemin oluşturan Hamidiye alaylarının kıyıcı rollerini yok sayarak dönemin Ermeni ulusal hareketini asıl saldırgan pozisyonda tanıtıyordu. Buna ilişkin itirazımı dikkatten kaçırmaya çalışmış. Baştan sona yazdıklarımı anlamazlıktan gelmiş. Tekrardan kendi önceki makalesinin neredeyse bütün paragraflarını aktarmış. Oysa eleştirime cevap vermek istiyorduysa onun içeriğine bakarak tartışması beklenirdi. Gerçekler kimin hoşuna gitmiyor, tarihi çarpıtan ve kafa bulandırmaya çalışan kimdir, yazılanların karşılıklı değerlendirmesi üzerinden bunu artık okuyucuya bırakıyorum. 40 binlik katliam yalanını içeren iki makalenin ortak amacı, tarihteki Kürt-Ermeni geriliminin esas sorumluluğunu Ermeni tarafına mal etmek, karşılıklı çatışma tezlerinin altını doldurmak, Ermeni soykırımını önemsizleştirmek ve orada kullanılan Kürtleri “birkaç hain”den ibaret gösterip toplumsal geçmişini basitçe temize çıkartmaktı. Yazdıklarından hareketle bu noktalara değinmek istiyorum. Soykırımda Kullanılan Kürtlerin İradesi ve Sorumluluğu Hiç Yok Muydu? Cewo soykırım suçunun ancak devletler tarafından işlenebileceğini belirterek “devlet statüsünde olmayan milletler ve dinsel topluluklar arasında vuku bulan çatışmalar için (soykırım kavramının) kullanılamayacağı”nı söylüyor. Biz de “soykırımını yapan Kürtlerdir” demiyoruz. Fakat düzenleyici ve asli fail olan devletin yanında, suça iştirak eden/ettirilen sivil grupların ikincil rolünden söz ediyoruz. Yazar ise kategorik olarak böyle bir şeyi dışlayıp “topluluklar arası çatışma”dan dem vuruyor. 1915’te Ermeniler ile Kürtler arasında karşılıklı yaygın çatışmalar oluyormuş da bunlar Kürtlerin soykırıma katıldıklarına yoruluyormuş gibi... Hatırlanacağı üzere Türk inkârcıları da tek taraflı bir şey olmadığını, “karşılıklı boğazlaşma” yada “mukatele” yaşandığını ileri sürmekteler. Oysa gerçek olan Türk hükümetinin Ermeni meselesinden köklü şekilde kurtulmak üzere savaş ortamını fırsat bilerek Ermeni ulusunu imhaya yönelmesi ve bunu ülke genelinde organize etmesidir. Bunun araçları olarak resmi kolluk kuvvetleri ve Teşkilatı Mahsusa çeteleri yanında Kürt aşiretlerinin milis gücünden geniş ölçüde yararlanmış oldukları da sır değil. Yöre yöre soykırım tanıklıkları içinde isimleri ve somut fiilleriyle anılan çok sayıda örnek var. Ermeni tanık ve yabancı gözlemciler bir yana, kendi babalarından ve dedelerinden dinledikleri çok çarpıcı yığınla öyküyü anlatan, yazıya döken vicdan sahibi Kürtler de var. Cewo gibi inkarcılar bu olguların soykırıma katılım ve hatta alet olma şeklinde bile tanımlanmasına ateş püskürüyor. “Bir şekilde bu olayların içine çekilen insanlar ve dinsel topluluklar bu olayların ortağı olarak adlandırılamazlar” diyor. Yani demek istediği; soykırım gibi bir suçun bütün sorumluluğu yalnızca devlete ait olabilir, toplumsal kesimlerin suç ortaklığından asla bahsedilemez! Bunu desteklemek için de şöyle bir mazeret ileri sürüyor: “Bu olaylara karışanların büyük bir bölümü korkutularak, tehdit edilerek, kendilerinin ve yakınlarının hayatlarını koruyabilmek maksadıyla karıştılar, ama suçlu iktidar ile işbirliğine giren bazı kesimlerin kendi halklarına karşı olan tavırları da aynı şekilde insanlık dışı olmuştur.” Nedense başkalarına yaparken çok masumane, ancak kendi halkına da yapınca insanlık dışı oluyor. Sanki eline hançer verilen her Kürdün kafasına da silah dayanmış, ya öldürür yada ölürsün denilmiş. Maddi teşviklerle harekete geçirilme, katliam karşılığı ödüllendirilme, serbest yağma talan, dinsel fanatizm ve ilkel güdüler sözkonusu değilmiş... “Kürtlerin soykırıma katıldığı” şeklinde genellemeci ifadeler de sorunlu olmakla birlikte, açılımı yapılınca anlaşıldığı gibi kastedilen bütün Kürt toplumu değil, gerçekten iştirak et- miş önemli bir bölümüdür. Koruyucu davrananların hakkını teslim etmek kaydıyla, soykırım sürecinde Türk devletiyle suç ortaklığı yapmış Kürt toplum liderlerinin sorumluluğunu dile getirmek yanlış değil, objektif bir muhasebe gereğidir. Asıl sorumluluğun İttihat-Terakki hükümeti ve devlet aygıtına ait olduğunu kim inkâr edebilir? Bunun tartışmasız olduğu bir genel değerlendirmede katılımcı Kürt liderlere yüklenen sorumluluğun ikinci dereceden olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Devletin yanında toplumsal sorumluluğu paylaşan Türk, Çerkez, Laz, Arap ve sair sivil gruplar, yer yer bunlardan karışık oluşturulan çete veya milisler de olmasına rağmen, yardımcı olarak neden sadece Kürtlerin rolünden söz ediliyor diye sorulabilir. Böyle bir itiraz çok yersiz de sayılmaz. Sivil grupların sorumluluğunu inkar etmek yerine, farklı ağırlıklarla da olsa toplumsal yüzleşmeyi suça bulaşmış her kesimden beklemek gerekir. Nitekim son zamanlar Çerkezlerin rolüne dair değerlendirmeler de okunabiliyor. Kürtlerin yalnız olmadığı doğrudur. Ama sivil saldırganlık kapsamında en çok onlardan sözedilmesinin toplumsal hafıza ve yazılı kaynaklarda ciddi dayanakları var. Bu durum, tehcir yollarının da geçtiği geniş bir alanda Kürtlerin hem daha yoğun, hem de özerk denebilecek şekilde katliam ve soygun için seferber edilmiş olmalarıyla açıklanabilir. Özerk hareket, yani kısmen kendi başına saldırı insiyatifi pek çok yerde gözlemlenmiştir. Aşiret yöneticilerine fiilen tanınan bu serbestliğin devlet güçlerine binen yükü hafifletmek kadar, sonunda inkâr edilemeyecek katliamların suçunu Kürtlerin üstüne atma niyetiyle de ilgili olduğu açıktır. Kurbanların gözünde Kürtleri çağrıştıran ve kabaca onlara maledilen bazı saldırıların başka sivil gruplara ait olması da mümkündür. Ama yapılan tanıklıklarda Kürtlere atfedilen şeyler o kadar çok ki, bir kısmı öyle olsa bile onların ismini çıkaracak kadar bir saldırı yoğunluğunun olduğu inkâr edilemez. Bunun önde gelen itici etkeni ise Ermenilerin malına-mülküne konma arzusu ve talana özellikle yol verilmesi olmuştur. Yoksa Türk yöneticilerinin “buralar Moskof’un eline geçecek, Er- kızılbaş - sayfa 30 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 menistan yapılacak, siz kırmazsanız onlar sizi kıracak” yollu körüklemeleri masum insanlara karşı o kadar vahşeti mobilize etmeye yetmezdi. Şüphesiz bu da etkendir. Dinsel fanatizm ve cihad çağrıları da rol oynamıştır. Abdülhamit zamanından beri çıkarlarını Osmanlı’yla ittifakta gören, daha önce Hamidiye alaylarında örgütlü olarak benzer roller oynayan önemli bir kesim vardı ki, bunlar zaten final aşamasında da işbirliğine gönüllü olmuşlardır. 1895-96 saldırılarına direniş gösteren, tek tük de olsa misilleme yapan, toprak gaspları ve benzeri sonucu komşu Kürt köyleriyle davalı olan kimi yörelerdeki Ermenilere 1915’te bu husumetlerin de hıncıyla vahşi saldırılar yapılmış, bazı Ermeni köylerini tehcir etmeye bile gerek kalmadan komşu köyler ve aşiret güçleri gönüllü taşeron gibi imha işini üstlenmiştir. Kürt beylerinin son dönem otonomi türünden resmi bir statüye sahip olmadıkları doğrudur. Ama bu durum yerel planda fiili bir ağırlıkları olmadığı anlamına gelmiyor. Osmanlı hakimiyetine girdikleri Yavuz Selim döneminde Batı Ermenistan ve Kürdistan’da elde ettikleri otonom yetkiler yaklaşık 300 yıl sürmüştü. 19. yüzyılın ilk yarısında II. Mahmut’un merkezileşme hareketiyle bu statü sarsılmış ve Tanzimatla resmen de kaldırılmış olmasına rağmen nüfuzlu beylerin fiili etkinliği devam ediyordu. O dönem bağımsızlık eğilimi taşıyan Bedirxan Bey’in ayaklanması büyük bir askeri seferle bastırılarak Kürtlerin imparatorluktan kopma ihtimali önlenmiş oldu. Daha sonra gelişmekte olan Ermeni ulusal hareketine karşı ihtiyaç duyulunca, Abdülhamit tarafından ittifak tazelenen Kürt beylerine yerel konumlarını tekrar güçlendirme imkânı tanındı. Daha birinci kırımdan önce toprak gaspları ve türlü çeşit zorbalıkla Ermeni köylülerini bezdirip göçe zorluyorlardı. Bu zeminde gelişen direnişleri ve reform taleplerini bastırmanın da mızrak başı durumuna gelmişlerdi. Hamidiye alaylarında rütbeler verilen, yerel idarelerde önemli mevkilere getirilen liderleri, bugünkü korucu aşiret reisleriyle kıyaslanmayacak düzeyde itibar görmekteydi. Yani verili durumda resmi bir statüden yoksun olmalarına rağmen, Ermeni sorunu halledildikten sonra onu da elde edecekleri umuduyla Kürtlüğü temsilen fiili ittifak halindelerdi. Bunu günümüzün Kürt siyasetinde öne çıkanlar, en başta Abdullah Öcalan “tarihteki Türk-Kürt ittifakları” diye savunmakta ve en son M. Kemal’le sürdürülürken Lozan sonrası bitirilen o ittifakı yeni toplumsal güçleriyle tekrar sağlamaya çalışmaktalar. Dolayısıyla o günkü Kürt toplum liderlerinin siyasi iradeleri olmadığını ileri sürmek makul bir itiraz değil. Kendi bölgelerindeki etkin konumları ile Kürt yığınlarını da ayartarak Ermeni ve Süryanileri kırıp maddi zenginliklerini gaspeden, kendilerine tanınmış serbestlik içinde daha fazlasını elde etmek üzere şevkle insiyatif gösteren aşiret reisleri, şeyhler, ağalar ve ğulam başları tabii ki iradi bir suç ortaklığı içindelerdi. Cewo bundaki bilinç unsurunu gözardı ettirmek için cahilliğe vurgu yapıyor: “okuyamadıkları ve bu sebeble aydınlanamadıklarından, organize hareket etmekten yoksun ve cahildiler, ve bu yüzden başkalarının elinde silah olma durumunu yaşadılar, Osmanlı Devleti tarafından provokasyonlarla oyuna getirildiler” diyor. Cahillik belki körü körüne kullanılmayı kolaylaştıran bir faktördür, ama içlerinde tahsilli olarak İttihatçı kulüplerine kayıtlı liderler bulunduğu gibi, okumamış olanların kendilerine oynatılan rolü hiç idrak edemez olduklarını düşünmek de yanlıştır. Bunun karşıtı olarak, en yoğun örneği Kızılbaş kültürüyle Dersim’de görülen, ama Sunni Müslüman bölgelerde de yer yer rastlanan koruma-kurtarma pratikleri vardı. Bunlar da okul yüzü görmemiş olduklarına göre, demek ki asıl faktör vicdandı. Devlet tarafından teşvik edilenin aksine duruş göstermek, dahası cezalandırılma riskini göze alarak vicdani davranmak herkesin harcı değildi. Bir aşiretin yada köyün toplu kucak açtığı durumlarda bunu sağlayan da yine oradaki yönetici şahsiyetlerin eğilimleri oluyordu. Akıma karşı durma dirayetini gösteren Kürtler, devletin kıyıcı milis anlamında en fazla kendilerine rol biçmesi nedeniyle diyebiliriz ki, başka tehcir bölgelerinde komşularını saklayan Türklere ve diğer unsurlara göre daha zorlu ve onurlu bir rol oynamışlardır. Kürt halkının 1915 muhasebesi tabii ki bu onurlu tarafını da kapsayacaktır. Tablonun ağırlıklı bölümü kullanılma ve suç ortaklığı olduğundan dolayı Kürt toplumu adına gösterilmesi beklenen samimi yüzleşme ve özür, aynı zamanda yüz ağartıcı bölümüyle gurur duymaya engel değil. Bunun hakkını teslim edecek olan ise herşeyden önce o değerli dostluğun anılarına sahip ve dedelerinin minnet duygularını bilen Ermenilerdir. Yazılı Ermenice tanıklıklar içinden kırım öyküleri yanında sığınma, korunma ve kurtuluş anılarını da derleyen biri olarak diyebilirim ki, dürüst bir muhasebe bu olumlu tarafın çok daha iyi hissedilmesini de sağlayacaktır. Hangi etnik gruptan olursa olsun, ne yaptığının farkında olarak insanlık suçlarına iştirak eden sivil unsurlar, sıradan kişiler de toplumsal sorumluluğun parçası sayılır. Ama somut bir ilişkisi olmadığı halde, devletin dayattığı askerlik hizmeti veya memurluklarda bulunduğundan dolayı hiç kimse otomatikman öyle bir suçun vebalini paylaşmış olmaz. Cewo soruyor: “Ermeni soykırımı zamanında Osmanlı imparatorluğu kurumlarında, bu insanlık dışı sisteme hizmet eden Ermeni halkının üyeleri yok muydu, Ermeniler Osmanlı ordusunda askerlik yapmış (bazıları rütbe ve mevkiler de elde etmiş) değil mi?..” Evet ama ne ilgisi var? Bunlar soykırım fiilinden bağımsız ve her zaman olabilecek konumlardır. Mukayese edilecek şeyler değil. Bir kısım mevki sahipleri de dahil o süreçte tüm Ermeniler canice hedeflendi. Çanakkale’de vatan hizmeti yaptığını zanneden Ermeni subayı yada doktoru, o sırada kendi ailesinin tehcir edildiğinden bihaberdi. Amele taburunda taş kırdırılan Ermeni askeri de iki gün sonra kuytu bir vadide katledileceğini bilmiyordu. Buna karşılık tehcir bölgelerinde insan kasaplığı yapan veya talanla iştigal eden kişiler ne yaptığını biliyordu. Şahsi sorumluluk açısından eğer izan sahibiyseniz, verilen görev gereği bir tehcir kafilesini yürüten, fakat elinden geldiğince insani davranış göstermeye çalışan jandarma çavuşunun hakkını da teslim edebilirsiniz. Sorun insanların nerede bulunduğuyla değil, hangi koşullarda nasıl davrandığıyla ilgilidir. Bunu doğru değerlendirmek kaydıyla, tabii ki Ermeni soykırımının toplumsal sorumluluğunu paylaşan Ermeniler de gösterebiliriz. kızılbaş - sayfa 31 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İlk elden tutuklanan aydınları ihbar etmiş kişiler, vb... Ama yazarın “her milletten hainler olabilir, Kürtlerden neden olmasın?” vurgusuyla başlayıp, “Hainler ve suçlular kendi halklarından değildir” diye bitirdiği mantık yürütme neyi anlatmış oluyor? Sonuçta böyle bir yaklaşım, Kürtlerin o süreçteki ağırlıklı rolüne dair tartışmada işi her zaman her milletten olabilecek kadar “hainler”in rolüyle geçiştirmek ve daha önemlisi kimler suçortaklığı etmişse Kürt halkı dışında değerlendirip onun toplumsal geçmişini basitçe temize çıkartmaktır. Hainlerin, canilerin belli bir halka yada ulusa ait sayılamayacağı mantığıyla bakarsak, o kimlikle anılan topluluğu salt masumlardan ve kahramanlardan oluşan kutsal bir varlığa dönüştürmüş oluruz. Bu da özünde “ecdadıma laf söyletmem” diye yırtınan Türk politikacılarının kutsal kimlik tahayyülünden farklı birşey değildir. Bu mantıkta birleşenlerden bir kısmının ataları devletli, bir kısmınınki devletsiz olsa ne fark eder? Sonuçta suçlu olanları kendi kimliğinden yalıtmak mümkünse devletli olanları da, hatta devletin kendisini de yalıtırsınız, olur biter. Hiç bir ulusal topluluğun da tarih muhasebesine gerek kalmaz. Yaşasın suçluların kimliksizliği!.. Oysa tarihteki olumlu rolleriyle hatırlanan insanlar gibi, olumsuz örnekler de kimliklerinden ayrı düşünülemez. Bunu söylemek ile kimliğin kendisini damgalamak arasında fark var. Kimlikleri aşağılamak, mensuplarını topyekün kötülemek özenle kaçınılması gereken bir şeydir. Bir ulusal topluluğun kritik bir süreçte ağır basan rolüne ilişkin olumsuzlama ise aynı şey değil. İnkara gelmeyen insanlık suçları ve bunlar sayesinde elde edilmiş çıkarların yaygınlığı, herkesin dedesini aynı kefeye koymak anlamına gelmeyen kollektif bir sorumluluk doğurur. Bunun karşısında “sonraki kuşaklar öncekilerin yaptıklarından sorumlu tutulamaz” diye kayıtsızlığı savunmak o utancı sürdürmeye hizmet eder. Gelecekte onurlu bir konum, ancak ve ancak geçmişin lanetli rollerini mahkum etmekle kazanılabilir. Soykırım sürecindeki kurtarıcı örneklerle gurur duymanın tutarlı birşey olması da o hesaplaşmanın hakkıyla yapılmasına bağlıdır. Hangi Yaklaşım Halkların Samimi Dostluk ve Barışına Katkı Yapar Gerçekten? Soykırım ve Kürtlerin rolü tartışmaları Kürt aydınları arasında daha çok “Evet soykırım oldu ama bunu Türk devleti organize etti, suça bulaşan Kürtler karar alıcı değillerdi; bazı tetikçilerden dolayı Kürt ulusu adına sorumluluk kabul etmek doğru değildir” şeklinde bir savunma hattı üzerinden karşılanmakta. Ama bunun yanında “en iyi savunma saldırıdır” mantığıyla Türk inkarcılarına özenen suçlayıcı bir çizginin de geliştiği görülüyor. Bu doğrultuda yazanlar “Ermeni çete ve örgütleri de dönem dönem Kürtleri katletti; dış güçlerin kışkırtmasıyla karşılıklı çatışmalar yaşandı, olan bitende Ermenilerin de büyük sorumluluğu var” demekten tutalım, onları öncelikli saldırgan ve daha büyük suçlu ilan etmeye kadar vardırıyorlar. Kürtler ile Ermeniler arasında yaşananları böylece bulandırıp en hafifiyle eşitlemekten başka, devletin o süreçteki yönelimini de her iki halka karşı dengeli göstermeye çalışarak “1915’te yalnız Ermeni ve Süryaniler değil, Kürtler de kırım ve tehcire uğratıldı” diyorlar. Kitap ve makalelerinde daha önceleri de bu tezi işleyenlere rastlamak mümkün. Bunlardan bazılarını (Jwaideh, Torî vb.) geçen yılki bir yazısında Garbis Altınoğlu eleştirmişti.[6] Son zaman Cewo ile Xerzî’nin yorumları benzer şekilde. Sorunun tarihsel evrimine dair görüşlerini sonraki başlıklarda ele almak üzere 1915’e nasıl baktıklarını görelim. Cewo bunu şöyle özetliyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nda soykırım politikası sadece Ermenilere değil, Kürtlere de uygulanmıştır. Elbette ki o zaman katledilmiş Kürtlerin fotoğraflarını çekecek veya olayları detaylarıyla yazacak olan kimseler yoktu (...) Evet, o zaman yaşananların hepsinin toplamı bir trajedidir. Ama o trajediyi sadece Ermeniler değil, Osmanlı İmparatorluğunun tüm halkları yaşamıştır. Bütün halklar eziyet görmüş ve bu insanlık dışı siyaset sebebiyle büyük darbeler yemişlerdir.” Böyle dümdüz eşitledikten sonra Ermenilerin soykırıma uğramış olmasının hiç bir özelliği olamaz elbet. Aynı dönem Süryanilerin, daha geç Pontus Rumlarının ve son olarak da Dersimlilerin soykırıma uğratıldığı gerçeğini ayrı tutarak söylemek gerekirse, yazarın özelde Kürtleri ve genelde eziyet gören herkesi içine katarak yaptığı tasvir tam anlamıyla soykırım kavramını sulandırmaktır. 1915’de yaşanan durum bütün halkların paylaştığı ortak bir trajediyse, neden yalnız Hristiyan halkların kökü kurumuştur?.. İşte eşitlemeci bayların unuttuğu küçük ayrıntı!.. Bu yorumcuların hepsinden daha eski ve hepsinin az çok gıdasını aldığı bir de Dr. Nuri Dersimi örneği var ki, o Kürtlerin yalnız devlet tarafından değil, hatta daha fazlasıyla “Rus ordularına öncülük eden Ermeniler tarafından” kırıldığını ileri sürmüştür. Onun “Hatıratım” isimli kitabının “Ermeni Meselesi” başlıklı bölümü 1915 soykırım tarihini tam anlamıyla tepe takla eden bir muhtevaya sahiptir. Kürt siyasi çevreleri içinde halen oldukça itibar edilen bir tarihsel figür olması nedeniyle, Dersimi’nin bu konuda çizdiği tabloyu daha ilerde özel bir başlık altında irdelemeyi gerekli görüyorum. Soruna bu yorumcular gibi yaklaşanlar, Kürt halkının geçmişle doğru dürüst yüzleşmesi yolundaki dostane çağrıları ona düşmanlık gibi görme ve gösterme durumundalar. 1915’den 1923’e kadar Hristiyan halkların kanlı tasfiyesini sürdüren Türk-Kürt ittifakını bugün bile savunuyor olmak, geçmişte suç ortaklığı yapanları “birkaç hain”den ibaret sayarak reddetmiş görünmenin tutarsızlığını açıkça ele veriyor. Tutarlı Kürt demokratlarının tarih muhasebesi özellikle dönemin işbirliği siyasetini kapsamalı, kadim komşuları olan halkların köklerini kazıyan süreçteki kendi liderlerinin devlete yardımcı rollerini ve bununla sağladıkları kirli çıkar ve avantajları sorgulamalıdır. Cumhuriyet tarihinde Kürtlerin uğradıkları baskı, zulüm, katliam ve mağduriyetlerin eleştirisini açık alınla yapmak ve önceki haksızlıkların mağduru halklarla samimi dostluk geliştirmek bu temelde olabilir. Cewo gibilerin bu tür önermeleri “soykırımda Kürtlerin suçlanması” şeklinde niteleyip Kürt ve Ermeni halklarının dostluğuna hizmet etmediğini söylerken, şişirilmiş rakamlarla karşı kızılbaş - sayfa 32 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 suçlamalar yapmaktan geri durmamaları ve buna rağmen halklar arasında asıl dostluk ve birlik isteyenin kendileri olduğunu söylemeleri ayrı bir tutarsızlık örneği. Cewo baştan sona misilleme havasındaki yazısını sonunda şöyle bağlıyor: “Bugün, bu acı ve kederli tarih, halklarımız arasında nefreti tırmandırma amaçlı kullanılmamalıdır. Tekrardan Kürtleri ve Ermenileri karşı karşıya getirmek isteyen bazı güçlerin oyununa gelmemek adına tarihten dersler çıkarmalıyız. Yüzyıllarca beraber yaşamışız, şimdiden sonra da komşu olacağız, bu yüzden halklarımızın barış, huzur ve dostluk içinde yaşamaları için herşeyi yapmalıyız. Kürtler ve Ermenilerin çelişki ve çatışmalara ihtiyacı yoktur. Gücümüz birleşmede, uzlaşmada ve dostlukta saklıdır”. Bu şekilde istenen tabii ki açıkyürekli bir yakınlaşma değil. Yüzyıllarca beraber yaşanılan alanlarda bugün Ermeni halkının esamesi bile okunmazken, sanki Kürtler gibi yerli yerinde duruyor ve komşuluğu sürdürme imkanı varmış gibi dizilen bu sözler, adalet ve rehabilitasyon olmaksızın tarihsel hafızadan sıyrılma telkini yanında buram buram inkarcılık kokuyor. Hele bir de “nefreti tırmandırma amaçlı kullanılmamalı” dediği tarihten hileli karşı salvolar yapma çabasını düşünürsek en sondaki “güzel” temennilerinin kulakları okşama gücü bile olmuyor. 9 Mayıs 2013 [1] http://www.gelawej.net/ index.php/hovsep-hayreni/8861-2013-02-26-01-06-23.html [2] http://www.mezopotamya.gen.tr/ srove-yorum/ezz-cewonun-hovsephayreniye-cevabi-h1753.html [3] Mayevsriy V. T., 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı, Kürt-Ermeni İlişkileri, Sipan Yayıncılık, 1997, s. 162. [4] Mayevsriy V. T., age, s. 198 [5] Mayevsriy V. T., age, s. 273-277 [6] www.koxuz.net/anasayfa/2012/08/01/kurt-ulusal-hareketi-vegecmisle-yuzlesmenin-dayanilmazagirligi-4/ 24-25 nisan 2010'da ankarada düzenlediğimiz 1915 konferansın belgelerinin tamamını yayınladık, konferansta olduğu gibi kitabın da hiçbir türk, kürd, ermeni, süryani,... dost(!) yayının yada aydının dikkatini(!) çekmediği görülüyor. kitaba dair kimsenin iki satır olsun yazmaması ilginç. konferansta olduğu gibi dost(!) lar kitabı da yok sayıyorlardersaadette düzenlenmeyen bir konferans olduğundan herhalde-. Adolf Hitler, 22 Ağustos 1939 günü, askeri kurmaylarına Polonya ile ilgili kısa vadeli planlarını anlatıyordu özel çadırında: "Biz gücümüzü hızımızdan ve acımasızlığundan alıyoruz. Cengiz Han milyonlarca kadın ve çocuğun ölümüne yol açtı, planlı bir şekilde ve büyük bir mutlulukta... Tarih, onun şahsında sadece bir devlet kurucusunu görüyor. Güçsüz bir Batı Avrupa medeniyetinin benim hakkımda ne diyeceği umurumda bile olmaz. Polonya mevcut nüfusundan arındırılacak ve buraya Almanlar yerleştirilecek. Küçük devletler beni korkutamaz. Kemal'in ölümünden beri Türkiye aptallar ve yarım akıllılar tarafından idare ediliyor..." (Arka Kapak) Şahan Natalie; Ermeni jenosidinin üzerinden bir kaç yıl geçmişken, Türk devletinin gelecek planlarını açıklamak niyetiyle kaleme almış olduğu iki metin; "Ankara'dan Bakü'ye Türkçülük" ile "Biz ve Türkler" Ermenice olarak yayımlandı. İkinci baskısı İngilizce olarak, 1931'de Boston'da, üçüncü baskısı 1992'de Erivan'da İngilizce yapıldı. Şimdi de bu baskısı gecikmiş ve Türkçe olarak İstanbul'da yapıldı. Etiketler: Biz Ermeniler ve Türkler Şahan Natalie 9789759010720 Peri Yayınları Nihal Aktan kızılbaş - sayfa 33 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fail-i meçhul aydın kırımı olarak 24 Nisan Prof. Dr. Taner Akçam "Her büyük kitlesel katliam bazı semboller üzerinden anılır. Kamboçya denince ölüm tarlaları; Holocaust (Yahudi Soykırımı) denilince Auschwitz başta olmak üzere toplama kampları akla gelir. Ermeni soykırımında 24 Nisan ve Der-Zor çölü böyle iki ayrı sembole denk düşer. Ermeni soykırımının en ayırt edici özelliklerinden birisi onun bir "aydın kırımı" olarak başlamasıdır, dersem abartmış olmam. Bu özelliği ile diğer kitlesel katliamlardan biraz ayrılır da. 24 Nisan'ın sembol seçilmesinin bir nedeni de budur. Aslında daha önce de başlamış olmakla birlikte Ermeni aydın ve kanaat önderlerine yönelik büyük tutuklamalar 24 Nisan 1915'de başlamış ve daha sonra dalga dalga devam etmiştir. Hemen her il ve ilçede tutuklanan aydınlar işkencelerden geçirilmiş, kimi mahkeme kararı ile kimi herhangi bir mahkeme kararı olmadan, ölüme mahkum edilmiş, şehir ve kasaba merkezlerinde idam edilmişlerdir. "Aydın kırımının" bir başka ayırıcı özelliği de onun bir kitlesel faili meçhuller olarak yaşanmasıdır... 24 Nisan'da tutuklanan Ermeni aydınlar, yüzyılımızda ülkemizde ilk kitlesel faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerdir. Örneğin, İstanbul'da tutuklanıp, daha sonra Ayaş ve Çankırı'ya gönderilen 200 civarındaki aydın, kimi zaman tek tek, kimi zaman gruplar halinde buralardan alınıp yollarda öldürülmüşlerdir. Yola çıkarılma gerekçeleri de ilginçtir; Kayseri veya Diyarbakır Divan-ı Harbi Örfilerinde yargılanmak; başka şehirlerde yerleşmelerine izin verilmesi veya affa uğramış olmaları nedeniyle serbest bırakılmak gibi... Doktor Rupen Sevag Çilingiryan ve Daniel Varoujan örneklerinde olduğu gibi, katillerin yakalandığı ender durumlar dışında, bu aydınların çoğunun kimler tarafından nerede öldürüldükleri meçhul kalmıştır. Diyarbakır yollarında imha edilen Taşnak lider Agnouni ve arkadaşları örneğinde olduğu gibi, haklarında "Rusya'ya firar ettikleri" gibi notlar düşülenler de olmuştur. 24 Nisan aydın kırımının bir dizi faili meçhuller olarak yaşanmasının bir sonucu da, bu gerçekliğin günümüzde kolayca inkar edilebilmesidir. Kendilerini tarihçi olarak ilan eden bazı devlet görevlileri, yazdıkları makalelerde çarşaf çarşaf, Osmanlı arşivlerindeki bu belgeleri kullanarak, Ermeni aydınlarının imha edilmedikleri, ya af edildikleri ya da firar ettikleri ve nereye gittiklerinin bilinmediği gibi iddialara yer vermişlerdir. Yukarda kısaca değindiğim hususun bizlere 1990 sonrası faili meçhullerini ve bunların nasıl aynı metotlarla inkar edildiğini hatırlattığını biliyorum. Gerçekten de 1990 sonrası yaşanan faili-meçhuller ile 24 Nisan sonrası yaşananlar arasındaki paralellik çok düşündürücüdür. 1990 sonrası yaşadıklarımız belki de veya aslında 1915 sonrası yaşadıklarımızla yüzleşmemiş olmamızın ödenmiş fiyatıdır. Soykırımdan sağ kurtulan Ermeniler, kendilerine yönelik bu büyük imhayı düşünmeye, anlamaya ve protesto etmeye çok geç başlamışlardır. İlk bilinen kitlesel gösteriler 1965 ve sonrasıdır. Bu gecikmenin nedenlerinden birisi de Ermeni soykırımının bir aydın kırımı olarak yaşanmasıdır. Holocaust'ta, Yahudi aydınların önemli bir kısmı Almanya'yı vaktinde terk etme şansları olmuştu ve bu nedenle yaşananlara kısa sürede tepki verebilmişlerdi. Ermenilerin, kendi aydınlarını yetiştirebilmeleri ise bir kaç kuşak almıştır. Torosyan tartışmaları nedeniyle 1945 ve sonrası Amerikan Diyasporasının iki önemli dergisi Mirror Spectator ve Heirenik dergilerini tararken, karşılaştığım bir haber türü çok dikkatimi çekmişti. Üniversitelerde okuyan veya mezun olan öğrenciler tanıtılıyor ve onlardan övgü ile söz ediliyordu. Üniversite okuma veya bitirmenin haber olma değeri taşıması şaşırtıcı gelebilir ama bunu ancak yaşanan "aydın kırımı" ile açıklayabiliriz. Ermeniler sanki yeniden doğuyorlardı. Bu ilan ve haberlerle, 24 Nisan'da aydınlarımızı yok ettiniz ama biz bitmedik, buradayız, yeniden aydınlarımızı yetiştiriyoruz, der gibiydiler. 24 Nisan'ın belki sadece bir "aydın kırımı" olarak anılması değil, bir halkın kendi aydınlarını yeniden yetiştirmesinin sembolü olarak da anılması daha doğru olur galiba... Aklımda "zahid bizi tan eyleme" türküsü dizeleri... "Sayılmayız parmağ ile Tükenmeyiz kırmağ ile". Bu 24 Nisan'da da alanları bu inatla doldurmak gerekiyor. Kaynak: marksist.org kızılbaş - sayfa 34 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kemal Derviş: Öcalan'a artık 'hain' denilmemeli sinde yardımcı olabilecekse yardımcı olsun," ifadelerini kullandı. CHP'NİN SÜREÇTEKİ TAVRINA ELEŞTİRİ Eski Devlet Bakanı Derviş, ayrıca CHP'nin çözüm sürecindeki tavrını da eleştirdi... Eski Devlet Bakanı-Ekonomist Kemal Derviş, CNN TÜRK'te Taha Akyol'un konuğu oldu. Çözüm süreci hakkında düşüncelerini paylaşan Derviş çarpıcı açıklamalarda bulundu. "BU ÖNERİYİ GETİRENE 'VATAN HAİNİ' DENMEMELİ" Çözüm sürecinde iki temel noktanın olduğunu belirten Derviş, "Biri şiddetin olmaması ikincisi ise herkesin özgürce fikrini söyleyebilmesi ve öneri getirebilmesidir. Bu öneriyi getirene 'vatan haini' denmemeli. Her türlü öneri demokratik bir çerçevede tartışılma- CHP'nin çözüm sürecine karşı tavrını da eleştiren Derviş, "Ben isterdim ki bu işi CHP yapsın" dedi. lı. Herkesin amacı aynı bu ülkede barış içinde yaşamak," dedi. "BARIŞ, NETİCEDE DÜŞMANLA YAPILIR" Barışın her neticede "düşmanla" yapıldığını kaydeden Derviş, "Hep geriye gidersek işin içinden çıkamayız. Ben insanların değişebileceği kanısındayım. Bugünkü Öcalan, 20 yıl önceki Öcalan değildir belki de. Her insan deneyimlerinden öğrenebilir. Kendisi şiddete karşıysa ve şiddetin sona erme- SİLAH BIRAKMA KONUSU Türkiye'nin artık güçlendiğini ve her şeyi tartışabileceğini söyleyerek devam eden Derviş, PKK'nin silah bırakması konusunda ise, "PKK'nın ne zaman silah bırakacağı konusundaki belirsizlik rahatsız edici. Bu konuda ayrıntılara girmek benim için zor. Silah oldukça tehlike devam ediyor, ama şu andaki görüntü bile sevindirici. Çünkü son haftalarda olay yok çekilme var," şeklinde konuştu. Kaynak demokrathaber.net Bülent Arınç; "Öcalan beni kullanın dedi, biz de kullanıyoruz.." Arınç: "Can havli ile 'Beni kullanın', diyen Öcalan'dan istifade edilebilir diye düşündük, doğru da yaptık" Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, çözüm süreciyle ilgili olarak, "Kenya'dan getirildiği zaman can havliyle 'Ben size hizmet edebilirim, siz de beni kullanın' diyen bir adamdan acaba istifade etmek mümkün müdür diye düşündük, ayıp etmedik doğru yaptık. Akıllı olan da bunu yapar zaten" dedi. Arınç, MÜSİAD İzmir Şubesi'nin düzenlediği toplantıda çözüm sürecinin detaylarını anlattı. "İSTİFADE EDERKEN DOĞRUYU YAPTIK" Öcalan'ın 13-14 yıldır hapiste olduğunu, örgüte sempatisi olanların, elinde silah olanların ve yerel unsarların bu kişiyi lider olarak tanıdığını, 'Öcalan'ın iradesi bizim de irademizdir' diyerek yüzbinlerce kişinin kağıt imzaladığını anlatan Arınç, şöyle konuştu: "Bunun bize bir şey hatırlatması lazım. Hatta ilk yakalandığı Kenya'dan getirildiği zaman can havliyle 'Ben size hizmet edebilirim, siz de beni kullanın' diyen bir adamdan acaba istifade etmek mümkün müdür diye düşündük, ayıp etmedik doğ- ru yaptık. Akıllı olan da bunu yapar zaten. O, orada duracak örgütü yönetecek, vahşetler devam edecek. Peki aksi mümkün mü? Aksi mümkün olacaksa bundan istifade etmemek ne kadar doğru, bu kanaate geldik ve Milli İstihbarat Teşkilatı... Bütün dünyada, bütün ülkelerde olduğu gibi servis olarak, gizli servisler olarak Öcalan'la irtibat kurmak ve kendisinin örgütle ilişkisini olumlu bir noktaya getirebilmek imkanı var mı diye düşünüldü, var olduğu görüldü. Temaslar devam etti. Milletvekilleri, BDP'liler devreye girdi, mesajlar gidip gelmeye başladı. 5 ay içinde çok olumlu beklediğimiz bir noktaya geldik." "ÇÖZÜLSÜN" DİYENLER ÇOĞUNLUKTA "Bu iş eskisi gibi devam etsin" diyenlerin olabileceğini ancak "Bu iş bir şekilde çözülsün diyenlerin çok büyük çoğun- luk" olduğunu vurgulayan Arınç, şunları söyledi: "Bütün şehit cenazelerinde iki şeyi duydum. Birincisi 'Bunu yapan hainlere cezalarını verin', ikincisi 'Ne yapın ne yapın bundan sonra kan dökülmesin, anneler ağlamasın, başka acılar olmasın'. Ama şunu duymadım. 'Benim oğlum öldü, bütün askerler ölsün, bütün gençler ölsün, herkes yok olsun, benim başıma düşen ateş herkesin başına düşsün.' Hiçbir şehit yakını bunu söylemedi. Bu Türk milletinin asaletindendir. Cezalarını verme konusunda hükümet, devlet, emniyet, kolluk kuvvetleri herşeyi yaptı. Kimisi etkisiz hale getirildi, kimi yakalandı, kimi teslim oldu. Yapılabilen yapıldı, ama iş bitmedi. İkincisini yapmamız lazım. Bu iş nasıl çözülecekse o yolda da hepimizin gayretli olması lazım." http://www.serbesti.net/?id=3071 kızılbaş - sayfa 35 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İSLAM BAYRAĞI ALTINDA BARIŞ BİR MASAL Dr. Hüseyin Demirtaş Kürt Sorununda çözüm sürecini, süreci başlatanların kimliğinden bağımsız olarak genelde olumlu buluyorum. Çünkü bu aşamaya taraflar kendi iradelerinden çok, ülkemizde ve bölgede ortaya çıkan gelişmeler sonucunda mecbur olmuşlardır. Akan kanın durması ve barışa yeniden bir şans verilmesi adına ilkesel olarak, barışın yanında saf tutmak gerekiyor. Ancak bu aşamadan sonra “Bu süreç barışı ve demokrasiyi getirecek mi?” soruları karşısında büyük kuşkularımın bulunduğunu eklemeden geçemem. Zira Kürtlerle Türklerin barışmasını, İslam ortak paydası ve bayrağı altında gerçekleştirmeyi Öcalan 21 Mart’ta okuttuğu Newroz konuşmasıyla, AKP Hükümeti ise sayısız kere ilan etmiş durumda. Oysa İslam’ın ve özellikle Sünniliğin Kürtler ve Türkleri bir arada tutmada ortak payda olamayacağı, aslında Osmanlı’nın 1830’larda Kürt Beylerinin özerk statüsüne son vermesiyle çoktan belli oldu. O tarihten bugüne meydana gelen PKK dâhil onlarca Kürt ayaklanması ve rahatsızlığının esas nedeni, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında yapılan ittifakı saymazsak, burada gizlidir. Kısaca Kürtler ve Türklerin 1071 Malazgirt’ten bu yana İslam bayrağı altında barış ve kardeşlik içinde yaşadığı varsayımı, bir masal olmaktan öteye geçemez. O halde tarafların bu tarihsel gerçekliğe rağmen, İslam kardeşliğine yoğun vurgusunun sebepleri neler olabilir? Bence her iki tarafta, İslam’ın uzun vadede birlikte yaşam için ortak payda olamayacağının farkındalar. Ancak AKP ile onun dominant olduğu devlet ve sistem, İslamcı yönelişi nedeniyle, Türkiye gerçeğini bile bile, “ben yaptım oldu” iddiasıyla zoraki de olsa İslam’ı Türkiye’de herkesin ortak zemini olarak inşa etme niyetinde görünüyor. Burası anlaşılır. Öte taraftan Kürt Hareketi ve özellikle Öcalan’ın bu olguya yaklaşımını ise ilkesel olmaktan çok taktiksel ve konjonktürel olarak ele almak eğilimindeyim. Ne de olsa karşısında İslamcı ve Ortadoğu’da Sünnilik temelinde bir ittifaka kendini adamış bir hükümet var. Nitekim Öcalan’ın zaman zaman hareketinin ana çizgi ve ilkelerinin aksine davrandığını 1998’de yakalanmasından sonra Kemalist mesajlar vermesi örneğinden çok iyi biliyoruz. Veya öyle olmasını ummak istiyoruz. Yoksa gerek Öcalan’a gerekse de Hükümet’e, özelde Kürtler genelde ise bütün Türkiye toplumu temelinde Sünniliğin ve İslam’ın ortak payda olamayacağı ve barış ortamı getirmeyeceği gerçeğini birileri hatırlatacaktır. Bu birileri sadece bin yıllık İslam bayrağı altında çok acı çekmiş, sayısız katliama uğramış Aleviler olmayacaktır. Artık aynı zamanda Kürt Hareketi ve Kürt halkı içinde zaten başından beri var olan ve halen çok güçlü bir biçimde temsil edilen seküler, laik ve sol damar vardır. Ek olarak genel Türkiye toplumu içindeki çarpık laiklik uygulamalarına rağmen ortaya çıkmış din-dışı saiklerle hareket eden, laik ve modern kesimlerin de din temelli bir Türk-Kürt ittifakına karşı çıkacakları kesindir. Ayrıca Öcalan bilmiyorsa bilmelidir ki, İslam bayrağı altında yaratılacak bir ittifak, gerçek anlamda bir barışı sağlayamayacaktır. Çünkü sonuçta Kürtlerin en azından yüzde 30’u Alevi’dir. Kürt halkı arasında Kürt Aleviler yanında adı geçen seküler kesimler de, buna PKK’nın ana gövdesi de dâhil, İslam bayrağı altından çok laiklik, eşit yurttaşlık ve demokratik bir Türkiye inşa edilmesini istemektedir. Zira Türkiye toplumunun dokusu, Türküyle, Kürdüyle ve diğer etnisiteleriyle 500 yıl önceki gibi din ve mezhep temelli bir ittifakı kaldıramayacaktır. Bu yapay ve zoraki temel bir yerde mutlaka dağılmaya mahkûmdur. DERTLERİ KÜRTLERİ YATIŞTIRMAK Bu anlamda da Alevilerin sürece bakışı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Aleviler amasız, fakatsız bir barışın, eşitliğin ve kardeşliğin yanında olmalıdırlar. Nitekim büyük oranda öyledir. Alevilerde sürece yönelik var olan kuşkularsa tarafların - özellikle AKP Hükümeti’nin - izah etmeye çalıştığımız Türkiye gerçeğine aykırı samimiyetsiz yaklaşım ve uygulamalarından kaynaklanmaktadır. İşin gerçeği AKP’nin derdi Türkiye’de akan kanın durması, eşit yurttaşlık, hukuk ve laiklik temelinde bir ortamın inşa edilmesi değildir. Öyle olsaydı, hapishaneler düşünce suçlularıyla, gazetecilerle dolu olmazdı. Her hak arayanın üzerine polis panzerleriyle, tazyikli suyla ve biber gazıyla hücum edilmezdi. 1 Mayıs’ı kutlamak sorun olmazdı. Bunların dertleri; bir süre de olsa Kürtleri yatıştırarak, Suriye’ye, Irak’a müdahil olarak, ABD ve İsrail’in peşinde altemperyal emeller peşinde koşmaktır. İran’a karşı, Katar, Suudi Arabistan ve Bahreyn ile birlikte Sünni ittifakı yaratıp, Ortadoğu’da bir güç oluşturarak, ortaya çıkacak devasa rantlardan azami şekilde yararlanmaktır. Her ne olursa olsun, bu realiteye ve tarafların çok samimi görünmeyen tutumlarına rağmen barışın yanında olunmalıdır. Zira bir noktadan sonra, sürecin asıl belirleyicileri, daha ileri taşıyacak dinamikleri hükümet ve PKK değil, Türk ve Kürt halkı olacaktır. Kurulacak bir barışın asıl inşa edicileri silahlı güçler arasından değil, sivil toplumdan çıkacaktır. Bu bağlamda silahların susması sonrası, Aleviler dâhil herkes aralarında eşitlik yurttaşlık, hukuk ve laiklik temelinde bir ittifakla sürecin yakından takipçisi ve müdahili olmalıdır. Tarafların bu ortak ilke ve temellere aykırı uygulamalara imza atmalarını engelleyici inisiyatifler oluşturulmalıdır. Evet, her şeye rağmen barışa bir şans verilmeli. Tarafların niyetlerinden ve samimiyetinden bağımsız olarak sürecin karşısında değil içinde yer alarak her iki tarafın da fahiş hatalar yapmasına izin verilmemelidir. Süreç ancak böyle bir yaklaşımla, biz Alevilerin ve diğer müttefik güçlerin istediği yönde şekillenebilir. Kısaca sürecin pasif bir izleyicisi ve müzmin bir karşıtı olmaktan çok, aktif bir müdahili olmak, taraflar üzerinde baskı unsuru olabilmek alınacak en akılcı ve gerçekçi bir tutum gibi görünüyor. kızılbaş - sayfa 36 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İsmail süreç gelişir. Meclis’te konuşulabilir, tartışılır. Beşikçi - Bu süreçte kan duracak mı? Ayrıca, siz öteden beri federasyonu savunuyorsunuz. Bu konuda bir öngörünüz var mı? İle Sürece İlişkin Röportaj Abdullah Öcalan’ın “akil insanlar” komisyonunda yer almasını önerdiği sosyolog İsmail Beşikçi, “görüşmeleri Öcalan’ın yapmasının yanlış olduğunu, BDP’nin sürecin aktörü olması, mektup getirip götürmekle yetinmemesi gerektiğini” söyledi. Öcalan’ın söyleminin iktidarla örtüştüğünü vurgulayan Beşikçi, “Öcalan’ın inkârcı, asimilasyoncu, ırkçı, sömürgeci, Türk İslam sentezi anlayışı sloganlarına sarılması devleti rahatlatabilir ama Kürtlere bir hak, özgürlük getirmez. İslam kardeşliği Kürtleri oyalama, kandırma sloganıdır” eleştirilerini dile getirdi. Beşikçi, Öcalan’ın “Mandelalaştığı” saptamalarına da karşı çıkarken “Mandela cezaevindeyken, Afrika Ulusal Konseyi ile görüşün, dedi. Öcalan da BDP’yi göstermeli” dedi. Cumhuriyet gazetesinden Türey Köse' ye konuşan Beşikçi, Öcalan'ın Nevruz mesajlarını eleştirdi. Türey Köse'nin sunum yazısı ve söyleşisi şöyle: “Sarı Hoca” olarak anılan İsmail Beşikçi, yaşamını Kürtlerin varlığını kanıtlamak için mücadeleye adamış. Üstelik kendisi Kürt de değil. İsmail Beşikçi Vakfı internet sitesinde “Türk ve Hanefi bir ailenin çocuğu” olduğunun altı çiziliyor. 1962 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bölümü’nden mezun olmuş. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü’nde çalışmaya başlamış. Ancak ihbarlar üzerine soruşturma açılmış ve üniversitedeki görevine son verilmiş. Daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde göreve başlamış. Sonrasında, hayatının 17 yılından fazla süresini hapishanelerde geçirmiş. Öcalan’ın “akil insanlar” arasında yer almasını istediği Beşikçi, “Yazılı basında birkaç yerde adımı gördüm” diyor, ancak henüz iktidar tarafından arayan olmamış. Kürt sözcüğünü Kürd olarak kullanan ve doğru söyleyişin bu olduğunu ifade eden Beşikçi, sorularımıza şu yanıtları verdi: Çözüm için bazı ilkeler var - Akil İnsanlar Komisyonu’nun işlevi ne olur, Başbakan’ın seçmesi doğru mu? - Bu komisyonun işlevi, tarafların buna verdikleri anlama göre değişir. Kürd sorununda çözüm elbette önemlidir. Bunu temel bazı ilkeleri vardır. Kürdlerin kendi kendilerini yönetmesi, kendi geleceklerini belirleme hakkı, anadilinde yani Kürd dilinde mecburi eğitim temel ilkelerdir. Başbakan’ın düşündüğü, bu gelişmeleri sağlayacak ortamın oluşmasına tıkaç olacak bir komisyondur. Bunun için üyelerini bile kendisi seçmek istemektedir. Barış için, Akil Adamlar Komisyonu’ndan önce, Türkiye’de, barışın oluşmasını sağlayacak bir ortama gerek vardır. Başbakan, Filistinliler konusunda ne gibi haklar ve özgürlükler düşünüyorsa, Kürdler için de bunları düşünebilmelidir. Eğer düşünmüyorsa, bunun neden böyle olduğu sorgulanmalıdır. - İktidar çekilme sürecinde Meclis’in devreye girmesini istemiyor. Meclis’i devreye sokmadan, “akil insanlar” vs. sonuç almak mümkün mü? - İktidar için önemli olan gerillaların geri çekilmesidir. Kürdler için önemli olan ise Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan, Kürd milleti olmaktan doğan haklarıdır. Öcalan’ın bunları dile getirmemesi yanlıştır. Bazı kazanımlar olması gerekir. O kazanımlara göre Neden kan akıyor? Bunun temel nedeni, Kürdlerin Kürd toplumu olmaktan doğan haklarının gasp edilmesidir. Bu hakların kazanılması da önemlidir. Kürdler en azından federasyonu savunmalıdır. BDP’nin, Avrupa’daki Kürd siyasetçilerin, KCK yöneticilerinin, Kandil’deki PKK komutanlarının, Abdullah Öcalan’ın bizzat kendisinin, neden bunları savunmadıkları dikkate değer bir konudur. Ortadoğu’da Kürdler çok büyük bir nüfusa sahip, en az 40 milyon. Ayrı bir devlet gündemdedir. Kopukluk derinleşiyor - Erdoğan’ı barış konusunda samimi buluyor musunuz? Silahların susmasının karşılığı Erdoğan’ın başkanlığı mı olacak? - Barış konusunda Başbakan Erdoğan’ın ve Kürdlerin beklentileri çok farklıdır. Başbakan, barıştan, gerillaların sınır dışına çekilmelerini anlamaktadır. Başbakan’a göre başka da bir sorun yoktur. Kürdler ise Kürdlerin haklarının ve özgürlüklerinin kazanıldığı bir ortamı düşünmektedir. Başkanlık, Başbakan için önemli bir hedeftir. Ama Kürdlere bir hak vermeden veya en azını vererek bu işi kotarmaya çalışmaktadır. Başbakan’ın düşündüğü başkanlık değil ama ABD’ de uygulanan başkanlık sistemi üzerinde konuşulabilir. ABD’deki sistem ile Başbakan’ın istediği sistem çok farklı. Orada Başkan’ı denetleyen kurumlar var. - Umutlu musunuz? Bir sosyolog olarak toplumdaki bu kutuplaşma konusunda ne düşünüyorsunuz? - Umutluyum diyemiyorum. Türk toplumu ile Kürdler arasındaki kopukluk sürüyor, derinleşiyor. Kopukluğu sağlayan devlet. ‘İslam kardeşliği, kandırmacası’ kızılbaş - sayfa 37 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 - Öcalan’ın Nevruz mesajlarını nasıl değerlendirdiniz? “İslam kardeşliği” ve “Misakımilli” vurguları tartışma yarattı. Siz bu eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz? - “Bin yıllık İslam kardeşliği”, “Çanakkale’de birlikte savaştık”, “Cumhuriyeti omuz omuza mücadele ederek kurduk” “Alevi-Sünni İslam kardeştir” “İslam Birliği”, “Misakımilli” gibi sloganlar, inkârcı, asimilasyoncu, ırkçı, sömürgeci, Türk devletinin, Türk-İslam Sentezi anlayışının sloganlarıdır. Öcalan’ın bu sloganlara sarılması devleti rahatlatabilir ama Kürdlere bir hak, özgürlük getirmez. “İslam kardeşliği”, Kürdleri kandıran, oyalayan bir slogandır. İttihat ve Terakki’den beri Türk egemenleri Kürdlere karşı hep bu sloganı kullanmışlardır. Cumhuriyet dönemi bunu daha ince politikalarla uygulamıştır. Öcalan, Kürdlerin haklarını ve özgürlüklerini hiç gündeme getirmeden, “Misakımilli”den söz etmektedir. Bu, devletin gizlemeye çalıştığı bir arzudur. Devletin, Türk egemenlerinin bu arzusunu Öcalan ifade etmektedir. Ama yaşama geçmesi artık mümkün değildir. Siyasal bakımdan eşitlik olmadan kardeşlik olmaz. “İslam kardeşliği” Kürdleri her zaman kandırmıştır. Ama, “İslam kardeşliği” sloganına kanmayan Müslüman halklar da vardır. İbrahim Sediyani’nin, “Kürdleri kandıran ama Bengal halkını kandıramayan ‘İslam Kardeşliği’” yazısı dikkate değer bir yazıdır. - Öcalan’ın AKP iktidarının söylemiyle örtüşen, “neo-Osmanlı” mesajlar verdiği eleştirileri hakkında ne düşünüyorsunuz? - Burada AKP söylemiyle bir örtüşme vardır. 2 Şubat 2013’te Diyarbakır’da, Demokratik Toplum Kongresi Alevilik sorunu konusunda bir sempozyum düzenlemişti. Bu sempozyum daha başlamadan, DTK, “Alevilik İslamdır, Şiiliktir…” diye 12 sayfalık bir bildiri yayımlamıştı. Bu da AKP politikaları ve anlayışıyla örtüşmenin bir göstergesiydi. Araplar, Farslar ve Türkler, İslamı her zaman kendi milli çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. T24 İsmail Beşikci ve kitapları Diyarbakır'da Yakın Doğu Halklarının Yaşadıkları'nı anlatacak… İsmail Beşikci ve kitapları Diyarbakır'da İsmail Beşikci Vakfı Yayınları 4. Diyarbakır Tüyap kitap fuarına İsmail Beşikci’nin yeniden basılan 16 kitabıyla katılıyor. Vakıf 17 Mayıs Cuma günü 18:00’da, 2 numaralı TÜYAP Konferans Salonu’nda İsmail Beşikci’yi okurlarıyla da buluşturacak. Beşikci, “Yakın Doğu Halklarının Yaşadıkları” konulu bir söyleşi gerçekleştirecek. Panelden sonra okurların soru ve cevaplarını yanıtladıktan sonra kitapları imzalayacak. (Kadir Kaçan / Demokrat Haber) İsmail Beşikci Vakfı Yayınları’ndan yeniden basılan Beşikci kitapları: Bilim Yöntemi, Mecburi İskan, Türk Tarih Tezi ‘Gübeş Dil Teorisi’’ ve Kürt Sorunu, Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı ‘’33 Kurşun’’, Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi, Cumhuriyet Halk Fırkası Programı(1931) ve Kürt Sorunu, Cumhuriyet Halk Fırkası Tüzüğü ve Kürt Sorunu, Kürdistan’da Emperyalist Bölüşüm 1915-1925, Devlet arası Sömürge ve Kürdistan, Unesco’ya Mektup, Rejimin Niteliği ve Kürtler, Devlet ve Kürtler, Kürt Aydını Üzerine Düşünceler, ’Hayali Kürdistan’ın Dirilişi, Orta doğuda Devlet Terörü, Bilim-Resmi İdeoloji, Devlet Demokrasi ve Kürt Sorunu. kızılbaş - sayfa 38 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 (aktaran) Deniz Kara Πόντιες Η Κύπρος ζητά με ψήφισμα την αναγνώριση της Γενοκτονιάς των Ποντίων από όλες τις χώρες και τους διεθνείς οργανισμούς. Με αφορμή της τέλεσης του μνημόσυνου της Γενοκτονίας του Ποντιακού Ελληνισμού στην Πάφο, η Οργανωτική Επιτροπή Ποντίων Πάφου με σχετική ανακοίνωση της, αναφέρεται σε ψήφισμα που θα επιδώσουν τα Ποντιακά Σωματεία της Κύπρου για την επέτειο μνήμης θυμάτων γενοκτονίας του ποντιακού ελληνισμού 1916-1923. Σύμφωνα με το ψήφισμα τα ποντιακά σωματεία της Κύπρου, εκ μέρους των Ελλήνων Ποντίων που ζουν και εργάζονται στην Κύπρο, εκφράζουν για άλλη μια φορά τον αποτροπιασμό τους για το ειδεχθές έγκλημα που διέπραξαν οι Νεότουρκοι υπό την ηγεσία του Μουσταφά Κεμάλ, του Τοπάλ Οσμάν και άλλων Τούρκων ηγετών του κράτους ή των συμμοριών από το 1916 μέχρι το 1923. 353.000 Πόντιοι προστίθεται στην ανακοίνωση, κάθε ηλικίας σε πόλεις και χωριά, βρήκαν φρικτό θάνατο στα σπίτια τους, στους δρόμους, στις φυλακές και στις εξορίες με μεθόδους που επανέλαβε αργότερα η ναζιστική Γερμανία. Το έγκλημα αναγνωρίστηκε από την Ελλάδα και την Κύπρο και καθιερώθηκε ως μέρα μνήμης της Γενοκτονίας του Ποντιακού Ελληνισμού η 19η Μαΐου. Τα ποντιακά σωματεία της Κύπρου ζητούν να αναγνωρισθεί η Γενοκτονία των Ποντίων από όλες τις χώρες και τους διεθνείς οργανισμούς. Στην ανακοίνωση διαβεβαιώνεται επίσης ότι πρόθεση των Ελλήνων Ποντίων που ζουν κι εργάζονται στην Κύπρο δεν είναι να καλλιεργήσουν το μίσος ανάμεσα στους λαούς και ότι το αίτημα τους δεν συνιστά πράξη εθνικής εκδίκησης. Απλά προσθέτουν στην ανακοίνωση τους, επιθυμία τους είναι να πληροφορηθούν οι σύγχρονοι το έγκλημα της Γενοκτονίας των Ποντίων, για να μην επαναληφθεί ποτέ ξανά, - όπως ανέφεραν - να μην θρηνήσουμε ποτά πια θύματα, ξεριζωμούς και προσφυγιά και να μην έχουμε άλλες αλησμόνητες πατρίδες. Μέσω του ψηφίσματος τους τα ποντικά σωματεία της Κύπρου οι Έλληνες Πόντιοι που ζουν και εργάζονται στην Κύπρο - καλούν τέλος την πολιτισμένη ανθρωπότητα να απαιτήσει από την Τουρκία να αναγνωρίσει την Γενοκτονία που διεπράχθη σε βάρος των Ποντίων, οι οποίοι για τρεις χιλιάδες χρόνια συμβιώνουν ειρηνικά με όλους τους λαούς της περιοχής. Το ετήσιο μνημόσυνο της Γενοκτονίας του Ποντιακού Ελληνισμού διοργανώνουν η Ιερά Μητρόπολη Πάφου και οι Σύνδεσμοι Ελληνοποντίων Πάφου την ερχόμενη Κυριακή 19 Μαΐου, στον ιερό ναό Αγίων Αναργύρων στην Κάτω Πάφο. Του μνημόσυνου θα προστεί ο Επίσκοπος Αρσινόης κ Νεκτάριος, ενώ επιμνημόσυνο λόγο θα εκφωνήσει ο πρόεδρος της Βουλής των αντιπροσώπων Γιαννάκης Ομήρου. ΠΗΓΗ: http://www.pontos-news.gr/ — με ΟΜΟΓΕΝΕΙΑΚΑ ΝΕΑ kızılbaş - sayfa 39 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lerinin ne getirip ne götürdügü gözler önündeyken A. Haydar Kanlı Bir Kavram Bin KIRIM - 4 Türk-Kürt İslam Kardeşligine fit olmaları insanlık adına çok acı bir durum. Bu durumun literatürdekitam karşılığı teslimiyettir. Genelde Kürt hareketi bir kez daha sınıfta kalmıştır. Umudumuz; bu sürecin yeni ve sancılı sonuclarının gelecege daha yararlı yeni çıkışlara gebe olmasındadır. BARIŞ; Kelimenin etimolojik kökenine ilişkin saglıklı bir kaynağa ulaşamadım maalesef. İçinde bulundugum koşullar buna elvermediginden okurun anlayışına sığınıyorum. İnsanlık tarihi boyunca belkide en çok söylenen kavramdır BARIŞ. ve fakat hiç bir zaman da gerçek anlamında hayat bulamamıştır. “Kıbrıs Barış Harekati“ örnegindeoldugu gibi çoğunlukla bir savaşın ve o savaş içinde yüzbinlerin katledilmesinin örtülü adıdır BARIŞ. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyen Kemal´in dilinde ise; KIRIM, ASİMLASYON ve TALANIN örtüştürülmesine yarayan bir kavramdır BARIŞ. Elbette ki Dünyadan da bir çok rnek verilebilir bu kavramın içi boşaltılmışlık haline. Geçen yy. ın başından bu yana yaşananları izleyenlerin yakından bildigi gibi İttihati Terakinin başlattığı ve Kemal´in sürdürdügü kırım, asililasyon ve talanlar üzerine inşa edilen UlusDevlet, Talan edilmiş Ermeni-Rum mal-mülkleri ile zenginleşmiş, sürüleştirilmiş kitlelerin ucuz emek gücü üzerinden nemalanmış ve semirmiştir. İmha ve Terör ile susturulmuş kitllerin sessizligine Barış denmiştir. Ve bu sloganı en dogru algılayanlardan Hitler Dünya´da barışa soyunmuştur. Neredeyse tüm Avrupayı ayakları altına alan ve giderek Dünyanın tek egemeni olmaya çalışan Hitler´in başaramadığını ise ABD uygulayagelmektedir hala. Yakın tarihte Irak, Afganistan örneklerinde görüldügü gibi O, Okyanuslar ötesine de dogrudan ve engelsiz müdahale edebilmektedir. Tabiatım geregi sözü uzatmaktanhazzetmem, beni yakından tanıyanlar bilir bunu. Gelinen aşamada üzerinde dogupkismende şekillendigim topraklarda da dillere pelesenk edilmiş Barış. Üstelik Türk-Kürt İslam Kardesliginde ifadesini bulan bir barıştan sözedilir olmuştur. Bilindigi gibi gecen yy. ın başında da Türk-Kürt İslam Kardeşligi ile kurulmuştu Türkiye Cumhuriyeti adlı Ulus Devlet. Osmanlının başlattığı Ermeni, Süryani, Pontus Rum kırımlarını Pontus sürecinden itibaren devralan Kemal ve Kuvayi Milliyesi (teskilati Mahsusa) Pontus Rumlarını kırdıktan sonra sürece şehr koyan Koçgiriyi hedef tahtasına oturttu ve iki kolorduyla imha ettikten sonrabirde kendi elcegizleriyle madalya verdi yaveri Topal Osman´a. Devamla önce Agri-Zilan kırımı sonra Dersim Tertelesiyle tamamladı “Yurtta Sulh”u (!). Kürtlerin 30 yıla yayılan mücadele- Mazlumlukta burnundan kıl aldırmayan Kürtler (en azından PKK ve uzantıları) ise bugün hala elertutar bir yüzleşme yaşamadılar yakın tarihleriyle. İslam Kardesliginin Anadolunun kadim halklarına faturası ölüm talan ve asimilasyondur. Dün böyleydi bugün de böyle ve yarin da böyle olacaktır. Kocgiri Ruhunun bugünkü sezgileriyle dünümüzde yaşananların yarinlarimizi karartmaması adına şerh koyuyoruz Türk-Kürt İslam Kardeşligine (nami diger ÜmmetDevlete) çünkü Ümmet de tıpkı millet gibi ötekileştiren, yok sayan, yok edendir. Olacaksa bir barış; Bu o topraklar üzerinde yaşayan tüm Halkların ortak paydada bulustugu Ümmet ve Milletler üstü bir gerçekten demokratik yapılanmayla olmalıdır. Tarihi boyunca her Ümmet ve Millet Devletin zulmünden nasibini faz lasiyla almış Aleviler başta olmak üzere, toplumun tüm ezilen kesimlerinin, farklı etnik kökenden gelen tüm diger azınlıkların sürece tam ve sansürsüz katılımıyla olmalı. Dileyen tüm halkların ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı saklı kalmak koşuluyla sürec baştan başlatılmalıdır. “Baris“ gerçek anlamını ancak ve yalnızca insanlar ve sınıflar arası farkların ortadan kalktığı koşullarda bulur ... Mayıs 2013 / Almanya kızılbaş - sayfa 40 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ümit Kurt olarak Ermeni varlığının – bir yokluk haline çevrilmesi üzerine kurulmuştur. 'Varlık ve yokluk kıskacında Ermeniler...' ABD'deki Clark Üniversitesi Tarih bölümünde 'Holocaust ve Soykırım Çalışmaları' programında Prof. Dr. Taner Akçam'ın öğrencisi olan ve 'Antep Ermenileri' üzerine doktora çalışmalarını yürüten Ümit Kurt, 18 Mayıs 2013 Cumartesi günü, Saat: 14.00'de, Taxim Hill Otel'de bir konferans verecek. Küresel, Yerel (KÜYEREL) Düşünce Platformu'nun düzenlediği geleneksel Konferanslar dizisine katılacak olan Kurt söyleşinde; "Varlık ve Yokluk Kıskacında Ermeniler: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek" konusunu işleyecek. Geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları tarafından yayınlanan 'Kanunların Ruhu (Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek)' başlıklı kitabı da Taner Akçam'la birlikte yazan Ümit Kurt Sesonline.net Genel Yayın Yönetmeni Yalçın Ergündoğan'ın yaptığı röportajda sorulara verdiği yanıtlarda şöyle demişti: "Araştırmalarımız sırasında beni oldukça sarsan bir diğer belge ise 2 Temmuz 1924’de çıkartılan 663 sayılı Seyr ü Sefer Talimatnamesi ve Pasaport Kanunları olmuştu. Gerek Seyr ü Sefer Talimatnamesi ve daha sonra bu talimatnamede yapılan muhtelif değişikliklerin gerekse Pasaport Kanunlarının en önemli amacı Ermenilerin Türkiye’ye girmelerine ve ülke içinde özgürce seyahatlerine engel olmaktı..." [» Ümit Kurt: 'Türkiye'de yalan hakikate, hakikat de bir rejime dönüştürüldü' (Yalçın Ergündoğan'ın röportajı-21 Kasım 2012] // [» Yalçın Ergündoğan Taner Akçam'la 'Kanunların Ruhu' adlı yeni kitabı üzerine konuştu: "Yüz kızartıcı bir suç işleyen devlet yıllarca bizlerle alay etmiş"] "Siyasi irade, Ermenilerin mallarına el koymak ve Anadolu topraklarında bir daha Ermeni varlığının yeşermesine müsaade etmemek politikası izlemekteydi. Kanun ve kararnameler de buna uygun olarak çıkartılmaktaydı. İşte bizim 'Kanunların Ruhu' dediğimiz şeyden kastımız tam da budur..." "Esasında çıkış noktam soykırım gibi sosyal, politik, ekonomik, ve kültürel boyutları olan kitlesel katliamların ve etnik temizlik olaylarının toplumsal destek, meşruiyet ve rıza mekanizmaları olmadan gerçekleşemeyeceği fikri idi. Gerek Yahudi Soykırımı, gerekse Ermeni Soykırımı ekseninde baktığımızda bu toplumsal örüntünün her daim dinamik olan varlığını görüyoruz. Antep özelinde de bunun bu şekilde vuku bulduğu argümanı üzerinde hareket ettim. Ve şu ana kadar eriştiğim ve gelecek 1,5-2 yıl içerisinde daha da detaylandıracağım ve olgunlaştıracağım belgeler ışığında ilk elden şunu söyleyebilirim: Antep Ermenilerinin tehciri ve katliamı Antep’deki yerel elitlerin ciddi desteği sayesinde gerçekleşti. Bu yerel elitler İttihatçıların merkezden aldığı kararları uygulama işini Ermenilerin taşınır ve taşınmaz mallarının kendilerine verileceği vaadi ve motivasyonuyla titizlikle yerine getirdiler." EMVAL-İ METRUKEKANUNLARI Emval-i Metruke Kanunları, “normal ve sıradan” görülen ve öyle algılanan kanunlardır. Bu nitelikleri itibarıyla varlıkları hiç bir zaman sorgulanmamıştır. Onların “doğal sayılması” tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca Ermeni soykırımının niçin yok sayıldığının da cevabıdır. Çünkü bu “normallik”, yok sayma ile eş anlamlıdır. Türkiye, bir varlığın –genel olarak Hristiyan özel Cumhuriyet, Hıristiyanların varlığının yokluk haline getirilmesi yani bir varlığın yokluk üzerine inşa edilmesidir. Ülkemizde ‘Ermeni sorunu’ olarak adlandırılan konunun esas olarak ulusal güvenlik sorunu olarak ele alınmasının nedeni budur. Konuyu hatırlatma veya üzerine açık tartışmaya çağrı bile ulusal varlığa ve ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak algılanır. Bunun nedeni çok basittir; kendi varlığımızı, diğerinin yokluğu üzerine kurduğumuz için, bu varlık üzerine her konuşma bize ürküntü ve korku vermektedir. Ülkemizde Ermeni sorunu üzerine konuşmanın ana zorluğu bu varlık–yokluk ikileminde yatar. Hıristiyan–Ermeni varlığını yok etmeyi kurumsallaştırmak ise bir çok başka şeyin yanında, esas olarak Emval–i Metruke Kanunları ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunlar soykırımın yapısal unsurudurlar ve Cumhuriyet dönemi hukuk sisteminin esasa ilişkin unsurlarından birisidir. Bu nedenle Cumhuriyetin, soykırımı kendi yapısal temeli haline getirmiş bir rejim olduğundan söz ediyoruz. Bu da, bir hukuk sistemi olarak Cumhuriyet ile soykırım arasındaki ilişkiye yeni bir gözle bakmamız gerektiğini bize hatırlatmaktadır. Emval-i Metruke kanunları 1915 Ermeni soykırımının ve bugünkü hukuk sisteminin yapısal bir unsurudur ve bu kanunlara göre Ermenilerin malları üzerindeki haklarını hala korumaya devam ettikleridir. İlgili kanun ve yönetmeliklerin büyük bir çoğunluğu Cumhuriyet döneminde çıkartılmıştır. Cumhuriyet ve onun hukuk sistemi, bir anlamda Ermeni kültürel, sosyal ve ekonomik zenginliğine el konulması, Ermeni varlığının ortadan kaldırılması gerçekliği üzerine inşa edilmiştir... *** KONFERANS: Ümit Kurt / Clark Üniversitesi (ABD) Tarih: 18 Mayıs 2013 Cumartesi Saat: 14:00- 18:00 Yer: Taxim Hill Otel, İstanbul KÜYEREL'den bildirildiğine göre, konferans herkesin katılımına açık. kızılbaş - sayfa 41 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SERPÊKHATÎ, BÎRANÎN Û NÊRÎNÊN ÊZDIYEKÎ JI HERÊMA ÇÊLKIYAN Keko, navê te çiye, tû kengî ji dêbavê xwe ra çêbuyî û ji kîjan Gundî yî? navên bav û kalikên xwe da xwanê, berê gundê Baminimê, yê ku li bakurê Kurdistanê û di nav herêma bajarê Nisêbînê de ye, yê bav û papîrên min bû. Lê divê bê gotin ku, Suryanî(File) jî di gelek van gundên mîna Kefnas, Baminim, Afşê û hwd, jî jiyane û di gelek gundan de vêga hêjî gelek şûnwarên kevn û bi taybetî jî kavilên dêrên dîrokî hene. - Navê min Hesen Oba ye, ez di sala 1946 de li gundê Mişawilê, yê ku di herêma qeza Nisêbînê de ye, ji diya xwe Henîfa û bavê xwe Muro re çêbûme. Keko, tû ji malbeta kîjan Mirîdayî , navê qebîla û xwedanê binemala we çiye? -Ez ji malbata Hutiyê mirîd, yê ku xwedanê wî Şêxubekrî û ji eşîra Baminimî ya me. Bav û bapîrên min (Daremalbavana min:Ez Hesen kurê Muro , Hiseyn, Hutî, Muro, Hûtî, Homo, Şihab, Pol Paşa, Hûtî) tevan, her yekê di wextê xwe de li herêma Tor Abdînê, ya ku gundê me Baminimê tê de bû ye jiyan e. Pêşiyên me digotin, di wextekî de pêşiyên me Baminmî , Evşî, Kîwexî û Mihokiyan tev bihevûdinê re di gundê Bahnimin/ Behniminî - Behminmî de diman û hingê navê eşîra wan Kelkî-Kelikan bû. Wekî dinê jî, hinga ku kurdên Bisilman hatine ketine gundê Baminimê pêve, Êzdiyên Baminmî, Evşî, Kîwexî û Mihokiyan ji gund derketine. Her yekê çuye ev gundê Evşî, Kîwexî û Mihoka avakirine û navê eşîra wan jî buye Evşî, Kîwexî û Mihokiyanî. Wekî dinê jî, hinga ku mîrê Bota hatiye gundê me Baminimê, hingê bapîrê min Şihabê kurê Pol Paşa, serokê gundê Baminimê bû ye. Min di kitabeke ku ji aliyê Dengê Êzîdiyan ve û bi navê “Mêrxasên Êzdiyan- di sala 2011 de hatiye weşandin û di rûpel: 156-167 “de bahsa serpêkhatî û rewşa jiyana bapîrê xwe Şihabê kurê Pol Paşa kiriye. Keko, tû kengî û bikî re zewiciyî? K e m a l To l a n gundê Mişawilê bû, hingê Êzdî di li kîjan herêm û gundan de hebûn? - Tê bîra min gava ez heft/heşt salî bûm(1958), hingê mala Saloxênê kurê Serhan gundê Mişawilê firotine Kartwêniyan. Lê em Baminimî, dûre jî tevî 20-30 malên misilmanên Kartwênî re di gundê Mişawilê de man. Di peyra hinga şer(bihevçûn)ek di navbêna Êzdiyên ji eşîra Baminimî û bisilmanên ku ji Kartwênê hatine derdikeve, mêrekî Kartwênî giran birîndar dibe, hingê bavê min dêje Baminimiyan, ezê vî birîndarî bivim li gundê Kartwênê teslîmî xwediyên wî bikim û bêjime wan, gava tiştek bi vî birîndarê we hat, hingê hûn min cizabikin. Hûn Baminimî jî, ji gundê xwe Mişawilê dernekevin û bi tu deveran ve koçber nebin. Heta bavê min wî mêrkê Kartwênî dibe teslîmî xwediyên wî dike û tê, dibîne ku Baminimiyan jî ji gundê xwe Mişawilê bazdane, hinekê çûne gundên Qulika, Mizîzex, Fisqînê ûhwd. Mala bavê min di gundê Mişawilê de dimîne bitenê. Bavê min jî di pey van buyeran re mala me tîne gundê Qulikan(pêşî ev gundê Êzdiyên ji eşîra Dasikiyan bû). Hingê gundê Qulikan jî di bin destên bisilmanan de bû û heta ez di sala 1985 de hatime Almaniya jî, mala me li gundê Qulikan bû. - Ez di sala 1966 de bi Fexriya keçapa xwe re zewicî me. Keko, tû dikarî ji kerema xwe ra, niha bahsa hinek buyer û zilma ku Dewletê û kevneperestên Kurdên bisilman li me Êzdiyan kirine bikî? Keko tê bîra te, wexta mala we li - Weke ku min berî niha jî got û bi 10 Mînak: Di nav evayiyekî wê yê kevnde 366 mezel(oda) hene. Fermanê şerê Bagokê: Bavê min Muhro digote min, ez di wextê vî şerê Bagokê (yê sala 1910-?) de 3-4 salî bûme. Lê kalikê te Hiseynê Hutî, buyera şerê Bagokê ji min ra weha digot, “Di nav şerê Bagokê de gelek Êzdiyên ji eşîra mihoka, efşiya, kivexiyan ûhwd. hebûn. Piştî vî şerê Bagokê, hikumeta tirkiyê bi alîkariya hinek sofî û axalerên bisilmanan, fermana me Êzdiyên ku di herêma çiyayê Bagokê de hebûn derxistin. Gelek Êzdiyên li derdora çiyayê Bagokê de hebûn kuştin û em kesên ku ji ber ferman mabûn jî di cîhekî de anînine cem hev û gotin, gereke hûn jî ji vê herêmê derkevin. Dûre bavkalikê te Hiseynê Hutî dêje gundiyên Êzdiyan, ma emê ji virê bazdin, emê bikurve herin, ez va tevî merivê xwe diçim dikevime çiyayê asê û ezê li dijî leşkerên dijminan bi mêranî şerbikim. Di pey vê biryara Hiseynê Hutî de, gelek Êzdiyên dinê jî çûn di çiya de li dijî dewletê berxwedan. Di nav zargotina me û li ser berxwedana Êzdiyên ku ketibûne çiyayê Bagokê, ev kilam dihate gotin: Kutikê li milê Hiseyînê Hûtî xweş qumaşe Êrîşa Romê ye pêşîn gihîşte mala Pol Paşe, Hûseyînê Hûtî gazîkire refên Êzîdiya yedigote:„ Ha bavim, de dest bavêjine Tivinga ye, Guhbidine dengê kewê gozel, ev roj roja namûsê ye, kızılbaş - sayfa 42 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nehêlin „Roma Reş“ bikeve cî û warê me Êzîdiya ne. Dûre gava leşkerên dewletê û sofiyan dîna xwe danê, ku ew nikarin di nav wan çiyên asê de, bi me Êzdiyan re şerbikin, ewan em hîştin di halê xwe de. Piştî demekê zilamên hikumetê hatin gotine me, werin va afû derketiye, kî çeka di destê xwe de bîne teslîmî me bike, em ceza nadinê û tiştekî pê nakin. Em cardinê hatin vegeriyane gundên xwe.” *********** Li goriya ku min bihîstiye, gava dewleta tirk di herêma me de bi alîkariya serokeşîrên Kurdên bisilman, amê min Hutî, yê ku bisilmanetî qebulnedikir, di gundê me Baminimê de kuştine û pêve, mala me hatiyê gundê Mişawilê. Li Mişawilê jî axalerên bisilmanan cardinê giliyê bavê min Muro kirine û lewma jî esker(leşker) an her gav êrîşî ser Mişawilê kirine. Rojekê hinga bavê min diçe Mizîzexê, leşker dikevine rêya wî û wî teslîm digrin. Dûre bavê min Muro, bê îfade û mahkemekirinê dixine nezaretê. Hinga Sihîdê Nicma”Mecel, xalê Derwêş û Davud Nicma ” li bajarê Nisêbînê dibihîze ku, leşkeran li ser giliyê axayên bisilmanan Muro(bavê min), bê îfade û mahkemekirinê xistine nezaretê, ew camêr diçe dêje qaymaqamê Nisêbînê, Muro yê Hiseyin zilamê mine, tu sucê wî tûne û divê tû wî ji nezaretê berdî. Di peyra bavê min (di sala 1942? de) ji nezaretê têye berdan , dûre ew yeksêr diçe yazîxana Sihîd û Sihîd dêje bavê min, niha min te ji yuzbaşiyê eskeriyê sitandî, tû vêga yekser here Mişawilê û êvarê tevî zarokên xwe bireve, here binya xetê(suriyê). Bavê min weke ku Sihîd gotibuyê dike û (di sala 1942?) diçe li Suriyê(bin xetê) digihîje mala Haco Axa. Ez hingê hêja ne hatibûme dinê. Dibêjin, wê şeva ku bavê min ji gund reviya ye şûnde, roja dinê serê sibê esker cardinê tê davêje ser gundê Mişawilê hemû qîz, xort, zilam û jinên Mişawilê li bênderê dicivînin û dêjine wan ka Muro yê Hiseyin kî ji we ye? - Gundî jî dêjin, Muro yê Hiseyin çawa doh gihîşte malê, rahîşte çeplê jin û zarokên xwe, çuye bin xetê. Bavê min digot, “hinga ez çûm li Suriyê gihîştime mala Haco, hingê Hesenê kurê Haco li Suriyê bi rayên Kurdan bûbû parlementerê Suriyê. Dûre dewleta Firansa gote Hesenê Haco, eger hûn Kurd neçin wan gundên Tirkiyê, yên nêzîkî sînorên Suriyê ne talan nekin û li dijî dewleta tirtkiyê şer nekin, em we cardinê nefîbikin. Mala Haco hatin ketine çiyayê Bagokê û gotine mala Çelebî, Saloxên û gelek axalerên din , divê hûn jî werin bi me ra rabin, em li dijî hikumeta tirkiyê şerbikin. Wexta ku dewleta tirkiyê ev banga mala Haco bihîstin, rabûn gelek ji wan axa û begên ku di deverê de dixwastin bi mala Haco re alîkarîbikin girtin û ew kirine hepsê. Di pey ra hinek kes, diçine nav çiyayê Bagokê û dêjine mala Haco, hikumeta tirkiyê bi pîlanê servegirtina we hisiyayen, gelek ji axa û begên di deverê me de girtin û ew kirine hepsê. Hinga mala Haco mane bi tenê, ewan jî nikarîbûn bi tenê li dijî hikumeta tirkiyê şerbikin, ew mecbûrdibin vedigerine Suriyê. Dema ku hikumeta Feransa bihîstin, mala Haco axa li dijî tirkiyê şernekirine û vegeriyane cîhê xwe, ew jî ban Hesenê Haco dikin û dêjinê, me mercên xwe ji te re gotibû. Wekî ku te bi dewleta tirkiyê re şer nekiriyê, divê em te nefî Şamê bikin. Ez jî bi Hesenê Haco re çûme Şamê. Piştî demeke me li Şamê qediya û pêve, em cardinê vegeriyan hatine cîhê xwe.” Gava bavê min ji suriyê vedgere, ew tê dikeve gundê Mişawilê. Heta vê dawiyê, min dît ku 3-4 malên bisilmanan di Baminimê de hebûn, lê niha tû kes ji bisilman û êzdîiyan tê de nemane. Baminimê niha tev kavil û xirabeye. Dûre gote min, ma Hesen tû çiyî? - Min jî rast got, min got ez Êzîdî me. Dûre dîsa ji min pirsî, ma tû Mihemed Pêxember nasdikî? - Min got, belê ez dizanim Mihemed Pêxember kiye. Gava min wisa got, ewî dîsa got, de wekî tû Mihemed Pêxember nasdikî, tû yê rojekê werî ser dînê Mihemed Pêxember. Bi van peyva min xwe ji wê neheqiya ku ewan li Lahdo û Polis dikirin, xilazkir û dûre tu kesî newêrabû ji min ra xeberan bide. Min gelek caran didît ku leşker û serleşkeran digote, Lahdo û Polis , heta ku hûn şahdetiya xwe li ser bisilmanetiyê ne nin, emê timî bi we bikufirn û bêjine hûn jî (ew peyva ku em Êzdî jê acisin)………. Lahdo û Polis timî bi gelek sihetan li ser piyekî disekinandin û ciza didane wan.” Keko, tû dizanî ev buyera 37 Êzdiyên gundê Kîwexê ku di şikeftekê de hatine kuştin, kengî qewimiye û sedemê wê çibune? - Li goriya ku min bihîstiye, kuştina van 37 Êzdiyên ji gundê Kîwexê, ji ber dûbendî û nakokiyên ku dinavbêna dû axayên Kurdên bisilman de hebûne qewimiye........... Keko, tû çuyî dibistanê û te xizmeta leşkeriya tirkiyê di kîjan salê de kiriye, gava tû hatî Almaniya yê tû çend salî buyî û çewa hatî Almanya yê ? - Di wextê zarokatiya min de dibistan di herêma me de tûne bûn. Min di sala 1966 – 1968 de xizmeta leşkeriya tirkiyê kir. Ez cara pêşîn di sala 1979 de û vê cara dawî jî di 1985 de hatime Almaniya yê. ********** Keko, tû çima û ji ber çê hatî Almanya? Min got, ez li gundê Mişawilê çêbûme. Gava ez di sala 1966 de çûme xizmeta leşkeriya tirkan kir, hingê sê zilamên Fileh jî(navê diduya Lahdo bû û yê yekî jî Polis bû) li ba min bûn. Gava serleşkerê(çawîşê) me navê Lahdo û Polis bihîst, ewî gote wan, hûn kafir û ne bisilman in. - Di wan salên 1985 de hikumet/ eskeriya tirkan, tu rihetî ji me hemî gundiyên ku di herêma Nisêbînê de bûn, nehîştibû. Her dihatin, di avîtine ser malên me gundiyan û digotin, “divê hûn van gundan derkevin, valebikin, birevin ji xwe ra herine deverinî dinê....”. Min jî rahîşte çeplên kızılbaş - sayfa 43 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 12 zarokên xwe û em di rêya şebekê de hatine Almaniya yê. Keko, gava tû hatî Almanya, hingê te dixwast çend salan û pêve vegerî welat? - Min qet bawer nedikir ku ezê ewqas zêde li virê bimînin. Min hingê lave ji Xwedê dikir û digot, Rebî tû bikî ku em çendsalan li vêderê bimînin, bihêle qene em heqê mesref û deynên xwe deynin..... Ez qet ne difikirîm ku emê ewqas sal li virê bimînin û bivine hemwelatiê Alman jî. Keko, gava tû hatî Almanya, te di destpêkê çi zahmetî dîtin û mayî heyîrî? - Zahmetiya min a mezin, ne zanîna ziman bû û li ser bîrûbaweriya min tu tahdeyî li min nebuye. Keko, çi ji jiyana welat a xweş têye bîra te û te herî zahf bêriya çî welat kiriye? - Ez gelekî li ser wan hestiyên bav û kalepîrên difikirim û min zahf bêriya wê axê kiriye. Ez bêriya wê tifaq ku me li wirê hevûdinê digirt dikim. Her çiqas li vêderê dahdeyî û zilma olî li me ne be jî, ez xerîb dihesibînim. Min bêriya welatê xwe kiriye. Keko, li gor dîdina te, tu yê heta çiqasî li vî welatê Almaniya bimînî anjî tû dixwazî rojekê bi temamî vegerî welatê xwe? - Min hêjî hemwelatiya Alman heqnekiriye. Ya ku ezê bi tamamî vegerim jî, ne di destên min tenê de ye. Lê min dixwast ku ez bikaribim carnan herime welat û bêm. Keko, eva serê çend sala qet û neçuyî gundê xwe û tû bêriya gundê xwe nakî? - Ez eva 26 salan qet neçûme welat û min gelekî bêriya ku ez biçime ser tirba miriyên xwe kiriye. Keko., mesele tû niha vegerî welatê xwe, tû çi dixwazî li welatê te hebe û tû çi dixwazî bikî? -Ez dixw azim weke berê, çend malên bira û pismamên di gunde li derdora min hebina û em bikaribin tevî cînarên xwe di aşîtî û azadiyê de bijîn. Em li ser kok û eşîra xwe jiyanê bidomînin. Ama , ev jî zahmetin....... Keko, weke ku ez dibînim, tû ji welat bêtir li Almanya jiyan dikî, li goriya dîtina te kîjan welat ji te ra xweşe li almanya weke welatê xwe dihesibînî? - Ez almaniya yê qet weke welatê xwe na hesibînim, lê ji welatê min gelekî xweştir e. Keko, tû bawerdikî gava meriv li xerîbiyê be, meriv zêdetir nexweṣ dibe ? - Raste, xerîbî tev dibe nexweşî . Keko, tû ji zarokên xwe memnûnî, ew li te dipirsin, bi ser te ve diçin û tên? hatî, ew jin hingê taca serê mêre. Ezdî naxwazin ku hetîketî bikeve nava jin û mêr. Keko, li goriya dîtina te, çima heta vêga sed û hedên Êzdiyatiyê ne hatine nivîsandin? - Bi dîtina min, ev kêmasiya rihanî û mîrê şêxa ye. Divabû ew ji vî babetî ra zêde xwedî derketina, ewan dikarîbû xwandin û nivîsandinê di nav me de xurtir bikin. Ew tirsa ku hinek oldarên me digotin, ku Êzdî bixwînin wê ji dînê xwe derkevin, ne rast bû. Xwandin û nivîsandin ji me Êzdiyan re ne guhne ye. Keko, te çend salên di qomîta rêvebirya Mala Êzdiyan ya Oldenburgê de karkir û erka te çibû? Keko, nêrîna te li ser wan kesên ku bi almanan(xerîban) re zewicîne çiye? - Piştî ku me avayê Mala Êzdiyan ya Oldenburgê avakir û pêve, ez di sala 1996 de weke endamê rêvebirya Mala Êzdiyan ya Oldenburgê hatime hilbijartin û min heta sala 2008 an xizmeta karê şîretkarî, şêwirdarî û civakî dikir. Min piştî hinek nesaxiya xwe, dev ji karê endametiya qomîta rêvebiryê berda. Lê, ez niha jî fedayê Mala Êzîdiyan ya Oldenburgê me û tiştê ku bikeve aliyê min, ez texsîr nakim... - Ez qet baş nabînim, urf û adetên me û alman qet nabin weke hevûdinê. Ji xwe em dibînin, kî ji xerîban ku bi alman re zewiciye, ew piştî çend salên dinê dîsa pojman buye û dev ji hevûdinê berdane. Keko, li gorî te ev perçebûna di nava endamên civata ruhanî, dîndar, rewşenbîr û ciwanên civaka Êzdiyan de çêbuye ji kurê tê û çima ew nikaren bihevûdinê ra tevgereke civaka Êzdîtiyê bidamezirînin? Keko, şîretên ku tû li zilam û jinên di nav malê de lihevûdinê nakin çine? - Perçebûn ji me re ne tiştkî qence û em bi vê kêmasiyê nagihêjine tu deveran. Gava em bihev re yekbin , wê gotina mjî li ba xelqê zêdetir perebike û emê jî bivine qewmiyeteke ku winda ne be. Gereke em bi xebera her xelqî nekin û ji koka xwe ra xwedî derkevin. Wekî bav-kalên me bi hezarên salan ve û di bin hemî zilm û zorê de çanda ola xwe parastine, em dikarin di rihetiyê, demoqrasî û azadiya ewrupa de, hîn ji wan jî zêdetir li hevûdinê xwedî derkevin. - Mala Xwedê ava û siheta zarokên min jî gelekî xweş be. Heta niha tu astengî di navbêna me de çênebûne. Her kes ji me bi kêrî xwe tê...... - Pêşiyên me timî digotin, kesî ku bê kêmasî be tûne. Di pêşgotineke dinê de jî tê gotin, wextê ku sîha sibê li ser te ne sekine, ya êvarê jî zor e. Vêca, gava jin anjî zilamek ji mala xwe acisdibe, bila vê pirsê ji xwe bipirse, gelo hêjaye ez ji bo kêmasiyên piçûk hêlîna xwe xirabikim? Keko,tû dikarî ji me ra bêjî, ka Êzdî di nava şîn, şahî, mal û baweriya xwe de çiqas qîmetê didine jinê? - Em Êzdî dêjin, gava zilamê malê ne li mal be û mêvanekî malê bê, ku kevaniya malê hurmetê bide wî mîvanê Keko, tû ji van endam, rêvebirên mal û komelên Êzdiyan yên ku vêga xizmetê dikin raziyî? - Min neçuye li xebat û karên mal û komelên Êzdiyan ne şopandiye. Ez kızılbaş - sayfa 44 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bawerim, ewan qet tiştek jî ne kiribin, bi hindikayê çend Êzdî gihandine hevûdin û li goriya derfetên xwe kardikin. Keko, nêrîna te li ser pêşeroja Êzîdiyên li xerîbiyê çawa ye? - Ez dibêjim, pêşeroja Êzdiyan wê baş be. Niha gelek ciwanên me dixînin û bûne xwediyê gelek meslek û şuxlên baş. Hêvîdarim ku em Êzdî hêjî civata xwe bi pêşbixînin , zêdetir li qewmiyeta xwe re xwedî derkevin û tifaqa xwe mestirbikin. Em bizanibin ol jî bi hêza qewmiyetê tê xwedîkirin. Kekê Hesen, ez pir kêfxweṣ û dilṣadbûm ku te wextê xwe da min û birayê Mecîd Kurdo û em li mala te bûne mêvan, te dilê xwe ji me ra vekir û min karîbû van pirsen xwe ji te bikim. Vêca tû dikarî di dawiyê de, bahsa daxwaziyên xwe yên ku min nikarîbû anjî min ne anîne ser ziman bikî?. - Ez jî dibêjim, mala te ava be ku tû hewqas zahmet didî xwe û giringiyê didî xwedîkirina vê çande, civak û qewmiyeta me. Hêvîdarim ku hinek pismam û zarokên min jî karibin ji van gotin û serpêkhatiyên min nasnama xwe bêtir nasbikin, li ol û çanda xwe re jî xwedîderkevin. Xwedê vê ritbe û mekteba te hêjî mestir bike… Her wisa gelek spas ji bo alîkariya birayê Mecîd Kurdo jî. Mecîd Kurdo -, Kek Kemal ez zahf dilxweş bûm ku tû van bîranîn, serpêkhatiyan, çîrok, rewşa jiyan civaka me a li gundan, gelek urf û adetên me li ser singa rûspiyên me û bi zimanê me tomardikî. Ev arşîva te wê ji bo pêşerojê dewlemende û xwezî mal-komelên me jî ev xizmeta te ji xwe ra bikirina mînak. Siheta te xweş 27.03.13 alevi-kürt halkının ve melek-i tavus’un başına gelenler müslim korkmaz (Ben din söylemlerini siyasette refarans alınmasını sevmem. Dini duygularım da o oranda pek güçlü degildir. Ama insanoğlunun terimler ve lakaplardan hareket ederek varlıkların degerlerini nasıl ters yüz ettiklerini belirtmek bakımından bu yazıyı yazma geregi duydum) 1-Melek-i Tavus, bir melek midir? - Evet. (Adem ve Ademoğulları tarafindan Şeytan lakabı takılarak kötülüklerin başı olarak gösterildi) 2- Adem bir melek midir? - Evet. (Ademoğulları tarafindan iyiliklerin başı ve Ademoğullarının atası ilan edildi) 3- Kürdler Mezopotomya'nın kadim halklarından mıdır? Aleviler, en köklü, eşitlikci, insani ve demokratik inanca dayanan çok eski bir inanç kaynağından geliyorlar mı? - Evet! (Arap ve Türk İslam alemi tarafindan Kuyruklu Yaratıklar, katli vacip ve terorist olarak tanıtıldılar) 4- Türkler, Orta Asya'yı çöle çevirdikten sonra, göçebe olarak gelip, Anadolu'yu Mezopotamya'yı, Kuzey Afrika'yı ve Balkan ülkelerini istila ettiler mi? -Evet (Tüm Dünya bunları Barbar Türkler olarak tanıdı) Bu kötülüklere ragmen, yukardaki tesbitleri tarihsel, bilimsel ve sosyolojik olarak ele alacak olursak, Melek-i Tavus'un herhangi bir kötülügünü bilimsel olarak tesbit eden olmuş mudur? Herhangi bir delil sunabiliyor muyuz? Hayir... (Elmayı Havva'ya yedirttigi söylenir. Öyle bile olsa burda bir zor ve baskı söz konusu degildir). Oysa Adem ve Ademoğullarının yalandan tutun, diktatörlük, soykırım, hırsızlık, sömürü ve tecavüze kadar varan kabarık gibi kabarik bir suç dosyası mevcuttur. Alevilere yapılan aşağılayıcı iftiralar ve Kürdlerin Kuyruklu, terorist oldugu söylemleri, ayakları yere degmeyen, bilimsel hiçbir degeri olmayan büyük bir yalan degil midir? -Evet.... Oysa, Orta Asya göçmenleri ve Balkan Devşirmeleri olan Türkler, soykırıma ugrattıkları Ermeni, Süryani, Pontus, Kürd-Alevi vs… halk- ların katilleridir. Barbarlık ve Soykırımcı yaftaları, naletli bir madalya olarak tescil edilmiş ve boyunlarında hala asılı durmaktadır. Bu Barbarlar gibi, Arapların da, cihat yoluyla katlettikleri nice Alevi Kızılbaş–Kürt katliamları mevcuttur. Kılıç yoluyla, zorla müslümanlaştırmanın failleri oldugu ortadadır. Melek-i Tavus’un hile ve tertip sonucu kötülüklerin kaynagi oldugu yalanını ARAPLAR yaydı. GELELİM ESAS MESELEMİZE: Melek-i Tavus, İçerisinde çeşitli gazlar bulunduran bir ateş topundan oluşmuştur. Bu ateş topundaki hidrojen ve oksijen gazlarının birleşiminden, su meydana gelir. Yine bu ateş topunda sıcaklık vardır. Sıcaklığın tersi olan sogukluk da olduğuna göre, çevresinde oluşan atmosferde hava da vardır. Bu ateş topunun dış kısmının soguyup sönmesi sonucu toprak oluşur. Topraktan oluşan tüm canlılar, evrim gecirerek bu günkü hallerine ulaştılar. Demek ki, su, hava ve toprağın kaynagı ateştir. Eski dinlerde, güneşe ve ateşe tapmanın nedeni budur. Özellikle Aleviler bu gün hala ateşi kutsal olarak görürler. Şimdi gelelim yapılan haksızlığın kaynağına. a- Melek-i Tavus ateştir, Adem ise ateşin küllerinden oluşan topraktır. Adem topraktan oluşmuştur. Adem'in üstünlügünü, kendisini peyda eden güce (ateşe) karşı kim uydurdu? cevap: Ademoğulları uydurdu. b- Türklerin, Kürdlerin büyük kardeşi, Kürdlerin ise Türklerin hizmetli küçük kardeşi oldugu yalanını kimler uydurdu? Bu kardeşliğin bilimsel ve biyolojik bir verisi de yoktur. Bunu savunanlar büyük bir yalan söylemiyorlar mı? Adem'in Melek-i Tavus'a üstünlügü yalanını uyduran Ademoğulları, bu yalan alışkanlıklarını, ezilen halklar üzerinde de uygularken eskiden oldugu gibi, şimdi de bu lakaplar üzerinden yapıyorlar. Sonuc olarak Kürdler ve Türkler kardeştir diyenler, Kürd Halki'na karşı büyük bir yalan söylüyorlardır. kızılbaş - sayfa 45 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Değerli dostlar, saygı değer konuklar; Recep Maraşlı Öncelikle beni toplantıya davet eden ve sizlere hitap etme fırsatı veren arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Ermeni toplumuyla ilişkilerimizin daha çok 24 Nisan Soykırım Anma günü üzerinde yoğunlaşması, beni her zaman bir parça hüzünlendirmiştir. Ama sonradan düşündüm ki 24 Nisan’lar Ermeni toplumu için geçmişe ağıt yakma değil; bitirildiği sanılan noktan kendini yeniden var etme, küllerinden yeniden doğuş mücadelesini sembolize ediyor. Yalnızca tarihin büyük acılarını paylaşmak, kurbanların anısı önünde diz çökmek değil, mazlum ve mağdur toplumun adalet arayışına sahip çıkmak, Ermeni halkının kendini yeniden inşasına saygımın bir ifadesi olarak da aranızda olmak benim için bir onur vesilesidir. Benim baba tarafım Erzurum/ Narman’lı Türk bir aileden; annem ise Bitlis / Mutki’li bir Kürt aileden geliyor. Her iki taraftan da fail toplumlarla bağlarım var demek ki… Her iki kent ve kasaba da tarihsel Ermenistan’ın en eski yerleşim yerleriydi. Ne acıdır ki soykırım buralarda tekbir Ermeni varlığı bile bırakmadı. Soykırım, Osmanlı İmparatorluğunun elde kalan son topraklarını tamamen Türk yurdu yapmak, çok uluslu, çok kültürlü, çok inançlı bir yapıyı Türk ulus-devleti haline getirmek için İttihat-Terakki tarafından planlandı, sevk ve idare edildi. Teşkilat-ı Mahsusa, Jandarma ve Hamidiye Alayları bu kırımın vurucu güçleriydi. Fakat şuna inanıyorum ki eğer Türk, Kürt, Çerkes ve birlikte yaşanan Müslüman halkla- toplantılarda karşılaştığım iki önemli soru grubu vardı. Birisi mağdur Ermeni, Asuri, Süryanı toplumun insanları, ailelerinin doğup büyüdükleri kasaba ve kentler hakkında özel sorular soruyorlardı. Aile veya akrabalarının akıbetlerini merak ediyorlardı.. Benzer sorular; fail toplumlardan Türkler ve Kürt izleyicilerden geliyordu: Onlar da kendi kent, kasaba ve yörelerinde soykırıma kimlerin, hangi aşiretlerin katıldığını, olayların nasıl geliştiğinin merak ediyorlardı. rın aktif katılımı ve desteği olmasaydı, soykırım bu denli etkili ve yıkıcı olamazdı. Karşı koymayı hiç bahsetmiyorum bile. Sadece bu suça bulaşmamış olsalardı bile yıkım bu denli boyutlu olmayabilirdi. Nedense soykırımda toplumsal sorumluluk üzerinde çok fazla durulmamıştır. Oysa bu çok önemli; Yönetici zümreler, egemen sınıf ve etnik gruplar istediği anda bu toplumları komşusunun gırtlağına yapışacak bir ruh hali ve kültürel gibi hazır bir yapı buluyorlarsa soykırımcı zihniyet her zaman kendine üreyecek bir kaynak bulacak demektir. Faşizmin kendisine kitle tabanı bulabildiği oranda aktif bir tehlike olması gibidir. Bu yüzden on yıl önce bazı dostlarla şöyle bir kampanya başlattık: “Baba, dede!.. Soykırımda neredeydin?” Komşularını boğazlayıp, mallarına, mülklerine el konulmasında sen de katıldın mı? Sen de yetim çocukları, kız ve kadınların paylaşımına katıldın mı? Yoksa sadece seyretmekle mi yetindin? Yoksa perdeni örtüp, yorganı başına çektiğin için olup biteni hiç duymadın mı? Belki de kurbanlara yardım elini uzatmış çok nadir insanlardan birisindir. Ama hangisi? Hepimiz önce kendi ailemizden, aşiretimizden, köyümüzden obamızdan başlayarak bunu sorgulayalım dedik. Üzülerek söyleyeyim ki bu çabamız belki bizim eksik ve yetersizliğimizden dolayı fazla yankı bulmadı. 2007 yılında yayınlanan “Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı” kitabımın tanıtımı için Almanya’nın ve Avrupa’nın birçok kentinde tanıtım toplantıları yaptık. Bu Bu tür sorular, e-mailler,Telefonlar, özel görüşmelerde de en çok soruldu, konuşuldu. Bu sorgulamanın, ilginin çok olumlu bir gelişme olduğunu ve önemli bir değişim dinamizmi taşıdığını düşünüyorum. Soykırım mağduru toplumlar arasında çok sayıda kendi kimliklerini arayan, köklerini sorgulayan insanlar var. Evlilikler veya evlat edinmeler, zorla alıkoymalar neticesinde Kürt veya Türk aileleri içinde yaşamış, karışmış ama bu acıyı da bir biçimde içinde taşımış kuşaklar var. Bunlar bu kimlikleriyle yüzleşmek, onu çözümlemek istiyorlar. Nihayet fail toplumlardan insanlar kendi atalarının, dedelerinin soykırımdaki rollerini özel olarak merak ediyorlar, araştırmak istiyorlar. Bu arayıştaki insanların empati kurmaya daha yatkın, yaraları sarmaya istekli iyi yürekli kişiler olduğuna tanık oldum. Olumsuz giden pek çok şeyin yanı sıra bunlar geleceğe daha umutlu bakmamızı, iyimser olmamızı sağlayan gelişmeler. Değerli Dostlar, değerli konuklar; Ben yıllarca sosyalist idealler için çalıştım. Yıllarca Kürt ulusal demokratik hareketinin içinde mücadele ettim. Uzunca yıllar da Türkiye’de hapiste yattım. Yıllarca basın, yayın, gazetecilik araştırma dünyasının içinde bulundum. İçinde bulunduğum bu ortamlarda noksanlığını en çok yaşadığım, kötü sonuçlarına tanık olduğum en önemli şey; Türk resmi tarihi ve resmi ideolojisinin ürettiği yalanların bellek silme işleminin, çok büyük bir tahribat yaratmış olduğudur. Ülkemizin, halkla- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rımızın yakın tarihleri bile bilinmiyor; resmi ideolojinin ürettiği yalanlar maalesef oldukça egemen; bu da doğru bir politika ve tutarlı bir duruş gösterilmesini engelliyor. Şuna inanıyorum ki, Ermeni tarihi bilinmeden ne Kürt tarihi anlaşılabilir, ne de Türk tarihi yazılabilir. Bu medeniyetler beşiği coğrafyanın Hıristiyan halkların uğradığı büyük soykırım ve onun yıkıcı sonuçları göz ardı edilerek, ne geçmiş anlaşılabilir ne de gelecek yaratılabilir. Bu nedenle toplumumuzun sosyalistlerine, aydınlarına, bilim insanlarına büyük görevler düşüyor. Özel durumumdan dolayı Kürt ulusal hareketinin sorumluluğuna da bilhassa değinmek istiyorum. Kürt halkının gerçekten özgürleşip ulusal haklarına kavuşması, Osmanlı Merkezi despotik imparatorlukla kurulmuş olan ve özünde gayri Müslim halklar üzerinde egemenlik sürdürmek üzere yapılan tarihsel ittifaktan kopuşulmasına bağlı. Bu ittifak ki Sultan Abdülhamit’le pogromlar düzenleyen Hamidiye Alaylarına, İttihat-Terakki ile soykırım işbirliğine; Mustafa Kemal’le de antiRum ve anti-Ermeni temelde “Türk milli mücadelesi”ne katılmaları sonucunu doğurmuştur. Bu işbirliği Kürtlerin kendisi için de kölelik ve sömürge boyunduruğundan başka bir sonuç vermedi… Zamanın ve mücadelenin öğretici olması gerekirdi. Ne var ki şimdi görü- yoruz ki çelişkili ve kendini inkâr eder biçimde yeniden “İslam İttifakı”na göndermeler yapan, 1920’lere dönülmesinden, Misak-ı Milli’yi ihya etmekten bahseden kör bir noktaya dönülüyor. Bunun bir barış yolu olmayacağı açıktır. Tarih boyunca yıkım getirmiş bir işbirliğinin güncellenmesi ne barışa ne de çözüme hizmet etmez. Eğer gerçekten barış istiyorsak Kürt ulusal hareketi öncelikle 1915 soykırımının mağduru olan halklarla helalleşmeli, kucaklaşmalı. Sorumluluk almalı, kendine görev bilmeli. Bizim Kürt egemen sınıflarının, işbirlikçi zümrelerinin ve onların peşine takılan kitlelerin bıraktığı kötü bir mirasım söz konusudur. Bu miras reddedilip terk edilmeden barış da özgürlük de mümkün olmayacaktır. Soruna bu yanıyla da bakınca, yani toplumsal sorumluluklar, inanç, kültür ve ahlaki değerler bakımınmdan sorguladığımızda bu cografyayı harabeye, büyük bir kitle mezarlığına çeviren soykırım suçu karşısında, biz fail toplumlara mensup insanlar olarak sadece “özür”ün yeterli olmadığını; daha büyük sorumluluklar ve görevlerle yüklenmemiz gerektiği sonucunu çıkarıyorum. Ermeni, Asuri/Süryani, Rum toplumlarının adalet arayışlarına ortak olmak; geleceği yeniden ve adilce inşa etme mücadelesi; bizim bu toplumlara fazladan vereceğimiz bir şey değildir. Tam tersine kendi insanlığımızı bulmamız için bir yoldur. Bu duygularla soykırım kurbanlarının aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Tarihin en köklü ve ileri medeniyetlerinin kurucusu olmuş, kültürler yaratmış, üretken, sanatkar, ama soykırım, sürgün ve zulümlerin mağduru da olmuş bir milletin evlatları olarak da sizleri saygıyla selamlıyorum. Fail toplumlara mensup olmanın, böyle bir zilleti yaşamış olmanın üzüntüsü ve utancını hissederek ve sadece “özür” dileyerek değil, ama aynı zamanda “adalet arayışı, geleceğin birlikte ve insanca yeniden inşası mücadelesi “ için de kendini bir gönüllü, bir borçlu hisseden kardeşiniz olarak kabul etmenizi rica ediyorum. Selam ve saygılar sunuyorum, sağlıcakla kalın… 24.Nisan.2013 Şeyh Bedreddin’in kayıp kitabı ''Annesi bir Rum prensesiydi Şeyh Bedreddin’in. Yıllar sonra Rumca hitap etmişti Sakız’ın Hıristiyan ahalisine...'' Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Lamekan unutulmuş Rumca nefeslere bir ağıt niteliğinde. İSTANBUL - Yunan dili ve kültürü içerisinde bir İslam dünyası pek çoğumuza inanılmaz görünecektir. Oysa Osmanlı döneminde Giritte yaşayan Müslümanlar Rum dilinde bir İslam dünyası yaratmış. Akdenize yakışır geçişkenliklere etkileşimlere açık bir İslam. Ne yazık ki çıkıp geldikleri Anadolu’da hor görülmüş Giritli mübadillerin dili. Sonuçta geri çekilmiş türküler, maniler, nefesler mekansız kalmış! Ne Yunanistan’da ne Türkiye’de kimselere yar olamamış. Murat Küçük’ün geçtiğimiz günlerde yayınlanan ilk romanı Lamekan unutulmuş Rumca nefeslere bir ağıt! Osmanlı İmparatorluğu zamanında Girit’te yaratılmış Rumca nefesler, mübadeleden sonra Anadolu’da sürdürmüş yolculuğunu. Sürdürmüş sürdürmesine ama “Vatandaş Türkçe Konuş” diye diye erittiğimiz azınlık kültürleri gibi bu müstesna varoluş da çekilmiş kabuğuna. Hanelerde gizli gizli söylenmiş ve giderek söylenmez olmuş! kızılbaş - sayfa 47 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kato dağında operasyon değil, cenaze töreni vardı 14 yıl önce Belçika’da ölen Süryani Cemil Yaramış’ın cenazesi, vasiyeti üzerine Kato dağında defnedildi. Yaramış’ın yaşadığı Cevizağacı köyü, yaklaşık 25 önce, çatışmalar nedeniyle boşaltılmıştı. Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesine bağlı, Süryanilerin yaşadığı Cevizağacı köyünden yıllar önce çatışmalar nedeniyle ayrılmak zorunda kalan Cemil Yaramış, Belçika’da 14 yıl önce yaşamını yitirdi. Ölmeden önce cenazesinin Kato dağında toprağa verilmesini isteyen Yaramış’ın bu vasiyeti, bölgedeki çatışmalar nedeniyle yerine getirilemedi. ‘Çözüm süreci’ ve silahların susmasının ardından Yaramış’ın cenazesi, Belçika’daki mezarından alınıp, getirildiği Kato dağında Süryani âdetlerine göre toprağa verildi. Beytüşşebap’ın Kato dağında bulunan ve Süryanilerin yaşadığı Cevizağacı köyü, yaklaşık 25 önce, boşaltılmıştı. Boşaltılan köyde yaşayanların büyük bölümü Avrupa ülkelerine yerleşti. Cevizağacı köyünden Belçika’ya yerleşen Cemil Yaramış, 14 yıl önce, yakalandığı bir hastalık nedeniyle 39 yaşında öldü. Yaramış, cenazesinin terk etmek zorunda kaldığı köyünün bulunduğu Kato dağına gömülmesini vasiyet etti. Ancak bölgede yaşanan çatışmalar nedeniyle Yaramış’ın cenazesi Beytüşşebap’a getirilemeyince Belçika’da toprağa verildi. Türkiye ‘de yaşanan ‘çözüm süreci’ ve bölgede silahların susup, PKK’lıların geri çekilmeye başlaması üzerine, yakınları Yaramış’ın vasiyetini yerine getirip cenazesinin Kato dağında toprağa verilmesini kararlaştırdı. Yaramış’ın cenazesini, oğlu Şenol Yaramış ile bazı yakınları Belçika’dan uçakla Türkiye’ye getirdi. Beytüşşebap’a getirilen Yaramış için vasiyet ettiği Kato dağında ikinci bir cenaze töreni düzenlendi. Kato dağı eteklerine kadar araçla götürülen Yaramış’ın cenazesi daha sonra omuzlarda taşınıp, gömüleceği yere götürüldü. Yaramış için Kato dağında düzenlenen cenaze törene Beytüşşebap Belediye Başkanı BDP’li Yusuf Temel, BDP İlçe Başkanı Abdulkerim Ataman, Mardin’in Midyat lçesinde görev yapan Süryani papaz İshak Ergun ile yaklaşık 40 kişi katıldı. Yaramış, Kato dağında dualar eşliğinde vasiyet ettiği yerde toprağa verildi. İsteği 14 yıl aradan sonra yerine getirilen Cemil Yaramış’ın oğlu Şenol Yaramış, babasının vasiyetini yerine getirdikleri için mutlu olduğunu söyledi. Yaramış, “Babam rahatsızlığı nedeniyle 14 önce vefat etti. Ölmeden önce terk etmek zorunda kaldığı Kato dağına gömülmesini vasiyet etmişti. Ancak biz vasiyeti bugüne kadar yerine getirememiştik. Şimdi bölgeye huzurun gelmesi nedeniyle cenazesini getirip vasiyet ettiği yerde toprağa verdik. Burada bize yardımcı olan herkese teşekkür ediyorum” dedi. (EE) (DHA) Asur Soykırımı Unutulan Bir Holocaust Gabriele Yonan Asurlar ve korkunç kan akıtmalarla sayıları azalan ve bütün dünyaya dagılan bu Hıristiyan halkın yaşama sorunlarıyla ilgilenen okurlar için çoktan beri bir kavram haline geldi. Bu önünüzdeki çalışmasinda yazar, özgürlük ve bagımsızlık için cesaretle mücadele eden bu halkın, en korkunç bir biçimde kökünü kazıma çabalarını yerli ve Batılı görgü tanıklarına başvurarak belgeliyor. Bugün "soykırım" kavramı, sözcük dagarcığımızın kopmaz bir parçası oldu. Bazı okurlar hergün benzeri ölçüde insan hakları zedelenmeleri gözümüzün önünde dururken, bizim neden "unutulmuş" bir soykırımla ugraştığımızı merak ederek sorabilirler. Eger biz unutulmaması gerekeni unutacak olursak, gelecekte de buna benzer veya daha berbat olaylarla karşılaşabiliriz. Çiçero söyle demişti: "Historia... est magistra vitae" (Tarih yaşamın ögretmenidir.) Bunun gerçekten de dogru olmasına karşın, insanlık tarihten çok az sey ögrenmiştir. Çünkü tarih sık sık tahrif edilmekte ve pek çabuk unutulmaktadır. kızılbaş - sayfa 48 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Serhat Halis’e Haydar Karataş sordu ne de kimi başkaca çevrelerin yaptığı biçimiyle, belgelerin devlet belgeleri olmasından hareketle, kökünden yanlı ve gerçeği yansıtmadığı gibi sakat bir düşünceye kapıldık. ‘Dersim tartışmaları; “suyun öte yakasındakilerin” çizmiş olduğu teorik sınırlar içerisine hapsedilerek yürütülmeye çalışılıyor’ …Oysa Dersim tarihi detaylı olarak incelenirse görülecektir ki, Dersim’de buluşan kavimlerin tamamı ortak bir kültürel formasyona sahip(burada bölgenin otokton halkı olarak Ermeniler’i-ki büyük bir kısmı zamanla Kızılbaş komün geleneğine kaymıştır- de bu ortaklık içerisinde kısmen değerlendirmek gerekir) ve zaten bu ortak kültürel formları nedeniyle ‘’uygarlık’’ toplumları tarafından baskılanmış olmaları nedeniyle Dersim’de buluşmuşlardır. Dersim, farklılıkları kabullenemeyen İslam toplumlarının baskılaması ve dışlaması sonucu bir araya gelerek Dersim adasına sıkışmış Kızılbaş komün gelenekli tek bir kültürel dokuyu ifade eden; Türkçe, Kırdaşca ve Serhat Halis kimdir: 1981 yılında Dersim’de doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini ailesinin memuriyet hayatı sebebiyle Türkiye’nin çeşitli illerinde t atamladı. 2001 yılında İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümüne kayıt yaptırdı, ancak politik faliyetleri nedeniyle okuldan atıldı. Daha sonra çıkan öğrenci affıyla yeniden üniversiteye dönen Halis, çeşitli kitap, dergi ve gazetelerde makaleleri yayınlandı. Haydar Karataş Dersimce konuşan bütünün adıdır. Bahsettiğim gibi, halklar bağlamında bir renklilik, kültürel ve sosyal alanlardaki farklılığa işaret eder. Ancak Dersim’de ister Türkçe, ister Kırdaşca, isterse de Dersimce konuşsun, toplumun tamamı tek bir kültürel dokuya sahiptir ve ortak tarihi süreçten geçerek ortak bir ruhi şekillenme yaşamıştır…” Serhat Bey, Dersim ile ilgili arşivlerin bir kısmı açıldı ve gün olmuyor ki, Dersim ile ilgili bir belge basına yansımasın. Sizler de İstanbul merkezli Kırmancıya Belek’e dergisini çıkarıyorsunuz, bu tartışmalar Dersim eksenli çıkan dergileri nasıl etkiledi? Evet, devletin hakim sınıfları arasındaki erk çekişmesi, bir anlamıyla ‘’birbirilerinin yorganının ucundan açarak pisliklerini gösterme’’ tehdidi yarışına döndü. Dersim soykırımı da birbirilerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökme yarışının bir ürünü olarak, daha geniş çevrelerin de ilgisini çekecek biçimde gündem oldu. Bunun bir yansıması olarak Dersim’e ilişkin birçok yazılı belge peyderpey gün yüzüne çıkmaya başladı. Biz, elimize geçtiği kadarıyla, ortayaçıkan bu belgeleri detaylı bir analize kalkıştık ve gördük ki; kimi belgeler gerçekliği yansıtmayacak kadar öznel yargılarla yazılmış, kimileri ise nesnel durumu olduğu gibi ortaya döken bir muhtevaya sahip. Bu anlamıyla yayınlanan belgeleri; ne kimi çevrelerin yaptığı biçimiyle temel bir kaynak olarak değerlendirme hatasına düştük ve bu belgelere ‘tapındık’, Açılan arşivlere ideolojik yaklaşıldı, nesnel yansıma yapmadı Dersim neşriyatı Gün yüzüne çıkan belgelerin Dersim eksenli çıkan dergiler üzerinde niteliksel bir farklılık yaratacak etkisinin olmadığını gözlemledik. Zira Dersim eksenli çıkan neşriyatların tamamı bir siyasal ve ulusal mantaliteye ve hedefe sahiptir. Dersim eksenli neşriyatların hemen hepsi Dersim’de kendi ön gördükleri bir ulusal bilinç yaratma çabasındadırlar ve ister Kürt, ister Zaza, ister Ermeni, ister Dersimi(Kırmancs) kimliği dayatmasında bulunsun, karakteri itibariyle milliyetçi (burada hemen Kırmanciya Beleke dergisinin hiçbir milliyetçi güdüye sahip olmadığını belirtmek gerekir)niteliktedirler. Bu durumdan kaynaklı olarak Dersim eksenli çıkan dergi ve/veya gazete çevreleri, kendi politik çıkarlarıyla örtüşen belgeleri cımbızla çekip almakta ve bu belgeleri veri olarak değerlendirmektedir. Kendi politik çıkarlarına uygun olmayan belgeleri ise ya görmezden gelmekte ya da nesnel olmadığı gerekçesiyle karalama girişiminde bulunmaktadırlar. Bu anlamıyla gün yüzüne çıkmaya devam eden Dersim belgelerinin, Dersim eksenli yayın çevrelerinde kayda değer, niteliksel bir etkisi olmamıştır. Bize, Kırmanciye Belek’ı dergisini çıkarma öyküsünü anlatır mısınız? Böyle bir dergiyi çıkarmaya sizi iten neydi? Kırmanciya Beleke dergisinin çıkarılmasına, 2008 senesinde sosyoloji, arkeoloji, antropoloji vb. alanlarda eğitim görmüş ya da bu alanlara ilişkin bir bilinçsel faaliyet sürecinden bir şekilde geçmiş, içlerinde Dersimli olan kızılbaş - sayfa 49 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve olmayan bir grup genç insanın bir araya gelmesiyle karar verildi ve akabinde ilk sayımız 2009 senesinde çıktı. olmanın değil, dayanılan ideolojik temelin nesnel gerçekliğe uygun düşmemesinin olumsuzlanması gerekir. Dergi çıkarma kararı alan arkadaşların tamamı, özelde Dersim’e genelde ise komün gelenekli diğer tüm toplumlara ilişkin bir fikriyata ve birikime sahipti. Özelde Dersim’e genelde ise komün gelenekli diğer tüm toplumlara ilişkin bilgi kirliliğinin had saf haya ulaştığı bir dönemde, bunlara ilişkin söyleyecek sözü olan kadrolar olarak bizler de, bu birikimin bir şekilde kitleye ulaştırılmasının en doğru yol olduğunun bilincine vardık. Bu, bizim tarihe karşı olan sorumluluğumuzun bir yansımasıydı. Böylesi bir sürecin sonucu olarak ise kitleye ulaşmanın yönteminin, elimizdeki maddi ve manevi tüm olanaklar değerlendirildiğinde dergi formunda bir neşriyat olduğunda karar kıldık. Evet, ülkemizdeki Marksist aydınlanma ilk filizleniş döneminden itibaren ulus eksenli bir muhtevaya sahiptir. Kapitalist dönemin dini olarak ulusçuluk, tüm halkları afyonlama niteliğine sahip bir karakterdedir, ancak Marksizm adına hareket etmiş politik öznelerin bu afyonun tılsımlı etkisine girmiş olması hem şaşılası bir durum, hem de doğru analiz edilmesi gereken önemli bir husustur. Marksizm adına hareket eden politik öznelerin ulus paradigması üzerine kurulu dünya görüşünden kendilerini bir türlü koparamayışının nedenlerini; ‘’ulusların kendi kaderini tayin hakkı’’ ve ‘’ezilen ulus milliyetçiliğinin meşruluğu’’ gibi konjonktürel duruma uyarlanmış kimi taktiksel yaklaşımların, teorize edilerek birer ilke haline getirilmesi sorunsalına kadar götürmek mümkündür. Marksizm adına hareket edenlerin ulus paradigması girdabındaki ikinci sorunsalı ise, ulusu ve ulusçuluğu diyalektik ve tarihsel maddeci yaklaşımla yani bilim(Marksizm)le değil de, hakim sınıfların(burjuvazi) tanımladığı kıstaslarla tanımlama hatasına düşmüş olmalarıdır. Burjuvazinin ulus tanımındaki temel ölçütlerinin tamamı, yazılı bir geleneğe sahip, sınıf ilişkilerinde belirli bir aşamaya ulaşmış ‘’uygarlık’’ toplumlarına ilişkindir. Bu ‘’uygarlık’’ toplumlarına ilişkin ulus tanımı, Kızılbaşlar gibi ‘’uygarlık’’ dışı kalmış kimi komün gelenekli toplumları tanımlamak için yeterli değildir. Bugün Dersim’de yaşanan ulus karmaşasının altında yatan en ana neden de budur. Burjuvazinin yapmış olduğu; ulusu dile ve soya göre tanımlama(ki bu uygarlık toplumlarının tamamı için dahi geçerli bir tanımlama değildir) hastalığını, Marksizm adına hareket etmiş özneler olduğu gibi kabullenmiş ve bu eksenden ulusu tanımlamaya çalışmışlardır. Ülkemiz Marksist hareketi açısından Hikmet Kıvılcımlı diyalektik ve tarihi maddecilik yöntemine sadık kalarak uygarlık toplumları ve uygarlık toplumları olarak adlandırılan toplumlarla benzer ekonomik ve sosyal dayanaklara sahip olmayan komün gelenekli toplumları birbirinden ayırarak Ulus tanımı Kızılbaşlar gibi uygarlık dışı kalmış komünal toplumları tanımaya yeterli gözükmüyor Dersim’de aşırı denebilecek bir politik ortam var, herkesin bir örgütü, çevresi bulunuyor, Türkiye ve Kürdistan Markist aydınlanması da genelde ulus eksenli, ama sizin derginiz çoğulculuğu çağırıştırıyor, ismi adeta etnik tanımlamaları redder nitelikte; renkli kırmanciye (Dersim) derken, bu bilinçli bir tercih mi? Böylesine ideolojik kamplara bölünmüş bir ortamda nereye hitap ediyorsunuz, yazdıklarınızın etkisi ne, övgüsü ne? Biz açıkçası toplumsal hayata ilişkin her türlü tavrın ideolojik olduğunu düşünüyoruz. İdeoloji dışında kalma tavrı bile özünde ideolojik bir tavırdır. Bu anlamıyla biz de ideolojik bir zemine dayanıyoruz ve elbette ki biz de bir ideolojik tarafız. Burada post modern yaklaşımların birey/kitle bilincini bulandırmak için ideolojik yaklaşımları kötülemesi ve ideoloji dışı bir yaklaşım sergilemenin daha nesnel olduğu gibi bir ‘’görünmez ideolojik dayatma’’da bulunmasının da esasen hâkim sınıfların çıkarına işleyen bir ideolojik propaganda olduğunu düşünüyoruz. Bu anlamıyla ideolojik bir temele dayalı çözümleme yapmaya çalışan ender örneklerdendir. Kırmanciya Adası; Dersim “…Dersim bu zor(un)lu süreçlerin bir ürünü olarak Kırmanncsların (Türkçe, Dersimce ve Kırdaşça konuşan Kızılbaşlar) ülkesi manasında; Kırmanciye kültünü/olgusunu yaratmıştır. Burada sınıflı toplumlara göre belirlenmiş olan, ulusu ve etnisiteyi belirleyici kılan en önemli kıstas olan lisanın hiçbir belirleyiciliği yoktur…” Dergimizin adının çoğulculuğu çağrıştırıyor olduğundan bahsettiniz. Bu sıkça karşılaştığımız bir durum. Ancak burada bizim Kırmanciya Beleke’den anladığımızla, okuyucunun anladığı arasında bir fark olduğunu belirtmek gerekir. İnsanlar, daha fazla renkliliği esas alan bir Dersim tanımlaması olarak algılama eğilimindeler bu ismi. Ancak beleke: nokta, puan, benek, noktacık, ada, adacık manasında bir sözcük. Biz de Krımanciya Beleke dendiğinde (Dersim’in kendi tarihi ve sosyal gerçekliğine uygun olarak da), sözcüğün karşılığı olan; nokta, puan, benek, ada tanımını referans alıp, Kırmanciya Beleke’yi etrafı kuşatılmış bir ada olarak tanımlıyoruz. Yani kimilerinin ifade ettiği biçimiyle rengârenk Dersim’den ziyade, kendisine bir yaşam havzası olarak, çevreden soyutlanmış bir ada muhtevasına tekabül eden bir Dersim manasında, ‘’Kırmanciye adası’’ olarak tanımlamanın daha doğru olduğu kanısındayız. Zaten sözcüğün formel yapısı da bu söylediğimizi doğrular nitelikte. Zira bahsedildiği biçimiyle alacalı(bulacalı) Dersim manasına gelen tümce; Kırmanciya Belekın biçiminde olmalıdır. Belekın; birçok noktadan, benekten oluşan, alacalı manasındadır. Ancak belek; o noktalardan, beneklerden, adacıklardan sadece birine işaret eder. Bu anlamıyla bu ismi alacalı bulacalılıktan daha ziyade, çevreden soyutlanmış bir nokta, ada biçiminde tanımlamanın doğruluğuna inanıyoruz. Bundan hareketle diyebiliriz ki, sormuş olduğunuz soruda da kendisini hissettiren etnik ve ulusal olanı burjuvaca tanımlama alışkanlıklarına ters bir yerde duruyoruz. Za- kızılbaş - sayfa 50 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ten Dersim de kimilerinin iddia ettiği gibi çok renkli bir coğrafya değildir. Bilakis Kırmanciye’nin kapalı kaldığı yıllar boyunca homojenliği temel yapı taşı olmuştur. Burada ulusu olduğu gibi, etnisiteyi de farklı tanımlıyor olmamızdan kaynaklı bir anlaşmazlık açığa çıkıyor. Siz ve dahi Dersim tarihini büyük renklilikler barındıran bir tarih olarak değerlendiren diğer özneler, bu renkliliği farklı etnilerin varlığına dayandırıyor ve etnisiteyi de dile ve gene göre tanımlıyorsunuz. Oysa komün gelenekli toplumlarda ve dahi uygarlık toplumlarının birçoğunda etnisite dile göre tanımlanmaz. Etnisite, birçok farklı genetikten gelen kavimlerin ortak yaşam havzası içerisinde buluşarak, yazılı metne ihtiyaç duymadan oluşturdukları bir gönüllü birlikteliktir. Bu anlamıyla Dersim’de çok renklilikten bahsetmek ve bu renkliliği farklı dillerin konuşuluyor olmasına dayandırmak ve bu dillerin farklılığından hareketle farklı etnisitelerin varlığından bahsetmek hem epistomolojik ve metodolojik olarak yanlış, hem de Dersim’in tarihi, sosyal ve nesnel gerçekliklerine ters bir durumdur. Toplumsal bir formasyonda renklilikten bahsetmek, o formasyonun içinde kültürel ve sosyal olarak farklı başka toplumsal yapılardan bahsetmek demektir. Oysa Dersim tarihi detaylı olarak incelenirse görülecektir ki, Dersim’de buluşan kavimlerin tamamı ortak bir kültürel formasyona sahip(burada bölgenin otokton halkı olarak Ermeniler’iki büyük bir kısmı zamanla Kızılbaş komün geleneğine kaymıştır- de bu ortaklık içerisinde kısmen değerlendirmek gerekir) ve zaten bu ortak kültürel formları nedeniyle ‘’uygarlık’’ toplumları tarafından baskılanmış olmaları sonucunda Dersim’de buluşmuşlardır. Dersim, farklılıkları kabullenemeyen İslam toplumlarının baskılaması ve dışlaması sonucu bir araya gelerek Dersim adasına sıkışmış Kızılbaş komün gelenekli tek bir kültürel dokuyu ifade eden; Türkçe, Kırdaşca ve Dersimce konuşan bütünün adıdır. Bahsettiğim gibi, halklar bağlamında bir renklilik, kültürel ve sosyal alanlardaki farklılığa işaret eder. Ancak Dersim’de ister Türkçe, ister Kırdaşca, isterse de Dersimce konuşsun, toplumun tamamı tek bir kültürel dokuya sahiptir ve ortak tarihi süreçten geçerek ortak bir ruhi şekillenme yaşamıştır. Bir sosyal katman, tarihin ona sunduğu tüm zorluklardan (ki bu zorluklar Dersimin Kızılbaş komün gelenekli yapısından kaynaklı olarak, katliamlarla ‘süslüdür’) beraber geçerek; olay, olgu ve süreçler karşısında ortak toplumsal refleks gösteriyor ise ve ortak bir ruhi şekillenmeye sahipse, o toplumda kültürel ve etnik bir farklılık/renklilik aramamak gerekir. Dersim bu zor(un)lu süreçlerin bir ürünü olarak Kırmanncsların (Türkçe, Dersimce ve Kırdaşça konuşan Kızılbaşlar) ülkesi manasında; Kırmanciye kültünü/olgusunu yaratmıştır. Burada sınıflı toplumlara göre belirlenmiş, ulusu ve etnisiteyi belirleyici kılan en önemli kıstas olan lisanın hiçbir belirleyiciliği yoktur. Dünyanın hemen her yerinde, sınıflı toplumlar için öngörülen toplumsal yasalar, komün gelenekli toplumlara uymamaktadır. Kırmanciye Belek’nın 1. Sayısında da bunu vurguluyorsunuz. Dersim, bir ‘kültür ve inanç bütününü kapsamaktadır’ diyorsunuz, Ancak 1970’ler sonrası Dersim’de ulusal bilinçlenme de yaşandı, PKK hareketi, sosyalist gruplar, onlar ulusal tanımlamalarla toplumları tanımlıyor, bir sıkıntı yaşanmadı mı? ilk sayı çıkarken açıkçası biz kitleye, komün gelenekli toplumları, sınıf gelenekli toplumlar için kurgulanmış sosyal yasalarla tanımlamanın imkansızlığını belirtmekten ziyade, başka bir yol izledik. Zira sınıf ilişkileri ağında yetişmiş ve bilime ve bilinçsel faaliyet sürecine ilişkin kalıplaşmış yöntem ve ‘bilgi’ prangalarıyla hareket eden bir kitleye/özneye bunu açıklamanın zor olduğunun bilincindeydik. Kaldı ki Marksizm adına hareket ettiği iddiasında olan ve diyalektik düşünceyi geliştirerek zihinlerinde bir bilinçsel faaliyet sürecinin nesnel temellerini atmış olmasını umduğumuz cenah bile, diyalektik ve tarihsel maddecilikle değil; mekanikçi, indirgemeci, statik bir metafizik maddecilikle düşünüyor. Tüm bu koşullarda bizler, Dersim meselesi bağlamında, komün gelenekli toplumların sosyal yasalarının farklılığından ziyade, sınıflı top- lum için kurgulanmış yasaların ve ulus paradigmasının kıstaslarıyla Dersim sorunsalına yaklaştık ve bu paradigmanın kıstaslarıyla dahi Dersim’in bu paradigma sahiplerinin iddia ettikleri gibi; Kürt, Türk ve de Zaza olarak adlandırılamayacağını ifade etmeye çalıştık. Dersim kültürüne, tarihine ve folklorüne ilişkin tüm burjuva ulus algısı kıstaslarının yetersiz olduğunu açıklamaya çalıştık. İlk sayımızda ve şimdiye kadarki 4 sayımızın tamamında bunun çabasını güttük. Bundan sonraki adım olarak ise, komün gelenekli toplumların, toplumsal yasalarını belirlemek, incelemek, öğrenmek ve araştırmak gibi bir sürecin içerisine girdik. Tüm bu koşullarda biz, bu meseleye ilişkin; Marksizm’in bilimsel yönteminin nasıl olması gerektiğini açıklama gayreti içerisinde olacağız. 1970’ler öncesi Dersim’i ile bizim tanımlaya geldiğimiz Dersim arasındaki benzerlikte şöylesi bir diyalektik ilişki var; biz Dersim’i tanımlarken daha ziyade onun Kızılbaş-Komün gelenekli yapısını referans alıyoruz. Dersim ise 1970’ler öncesi yani 1960’larda esas olarak sınıflı toplum gelenekleriyle, kapitalizmle, bu toplumun düşünce algısı ile karşılaştı. “…Biz Dersim Kırmanc kimliği derken tıpkı 1970’ler öncesinde Dersimlilerin tanımladığı biçimiyle Dersimli Kızılbaş toplumunu adlandırıyoruz. Ancak etnisiteyi ve ulusu dile ve gene göre tanımlayan burjuvaca yaklaşımlar Dersim’deki mevcut komün gelenekli toplumsal bütünlüğü Türk, Kürt, Zaza, Ermeni diyerek nesnel gerçekliğinden kaydırmaya çabalamışlardır…” Bu süreçten sonra Dersim’e Dersim içinden yapılan tanımlamalar sınıf gelenekli uygarlık toplumu algısını aşamadı. Bu durum ise Dersim toplumunu doğru analiz edemeyen ve her biri Dersim’in küçük bir parçasını yakalayarak bir açıklama getirmeye çalışan envayi çeşit burjuvaca pozitivist algının bir sonucuydu. Dersim de dâhil sınıflı toplum geleneklerinin belirli bir aşamasında bulunan toplumsal yapılarla karşılaşan tüm komün gelenekli toplumların hızla çözülmesinin en mühim nedenlerinden biri de budur zaten. kızılbaş - sayfa 51 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Biz Dersim Kırmancs kimliği derken tıpkı 1970’ler öncesinde Dersimlilerin tanımladığı biçimiyle Dersimli Kızılbaş toplumunu adlandırıyoruz. Ancak etnisiteyi ve ulusu dile ve gene göre tanımlayan burjuvaca yaklaşımlar Dersim’deki mevcut komün gelenekli toplumsal bütünlüğü Türk, Kürt, Zaza, Ermeni diyerek nesnel gerçekliğinden kaydırmaya çabalamışlardır. Ulusal kimlik konusunda belirttiğim gibi dili temel referans almak bilimsel bir yaklaşım değildir. Hele de Dersim gibi Kızılbaş-komün gelenekli toplumlarda dil, toplumu bir araya getiren temel bir ayraç olmamıştır. Halk, etnisite, ulus toplumun bir arada yaşayarak ortak değerler üretmesi üzerine kurulu bir sürecin sonucu ise kimilerinin iddia ettiği gibi Dersim, ne Denizli ve Muğla’daki Türklerle ortak bir değer yaratacak tarihi birliktelik oluşturmuştur, ne kimilerinin iddia ettiği gibi Palu, Bingöl, Siverek, Diyarbakır’da yaşayan Zazalarla ortak bir değer yaratacak bir tarihi birliktelik yaşamıştır, ne de kimilerinin iddia ettiği gibi Hakkari, Mardin, Siirt, Diyarbakır’daki Kürtlerle ortak değerler yaratacak bir tarihi birliktelik yaşamıştır. Görülüyor ki birlikte yaşama olgusu ve bunun sonucu olarak etnisite, halk, ulus oluşumları, dile göre belirlenemeyebiliyor. Ve her toplumsal yapının kendine özgü bir halklaşma süreci yaşadığı gerçeği açığa çıkıyor. Hem ulus paradigması üzerine kurulu burjuva pozitivist yaklaşımların hem de 70’ler sonrası Dersim’de hâkim olmaya başlayan Marksizm adına hareket etmiş olan politik özne ve çevrelerin 70’ler öncesi Dersimin’den farklı bir toplumsal yapı üzerine kurulu hatalı analizleri bu hatalı ulus paradigması algısından kaynaklıdır. Burda hemen belirtmek gerekir ki, Marksizm adına hareket etmiş olanların burjuvaca hatalı yaklaşımlarının Marksizm (diyalektik ve tarihsel maddecilik)den kaynaklı olmadığını açıklama sorunuyla karşı karşıyayız. Marksizm adına hareket etmişlerin, bu meseleye ilişkin yanlış bir zihniyete sahip olmaları ve bunun ürünü olarak, yanlış yöntemler uygulamaları halk üzerinde yoğun tahrifat ve tahribat yaratarak, kitlenin yanlış bir yönelim olarak Marksizm’e karşı bir tavır sergilemesini yaratmaktadır. Son yıllarda gittikçe yüksek sesle duyulur oldu: ulus eksenli tanımlamanın Dersim’in kültürel, inanç ve tarihsel birlikteliğine zarar verdi diye? ulusal Kurtuluş hareketleri büyüdükçe farklı kimliklerle bir sorun mu yaşıyorlar, yoksa sizin de belirttiğiniz gibi ulus paradigmasının bir sonucu mu? Ulus paradigmasının ve mevcut yanlış eksen üzerine kurulu ulus tanımının Dersim’in kendi kültürel yapısına ve tarihsel gerçekliğine zarar verdiğine dair hiçbir şüphe taşımadığımı az evvel ifade etmiştim. Belirttiğiniz iki husus da doğrudur. Hem ulusal kurtuluş hareketleri büyüdükçe içindeki milliyetçi güdüleri gereği renkliliklerle ve farklılıklarla bir sorun yaşıyor ve farklılıkları eritme çabası içerisine giriyor hem de az evvel belirttiğim gibi ulus tanımı, hatalı bir zemine dayanmaktadır. Nitekim Kürt ulusal hareketinin ulusu dile göre tanımlama eğilimi, tüm dilbilimsel kanıtların Kürtçe ve Dersimcenin iki ayrı dil olduğunu ortaya koymasına rağmen, Dersimcenin Kürtçenin bir lehçesi olduğu iddiasını dayatmaktadır. Oysa Kürt ulusal hareketi, ulusu daha nesnel bir zeminde tanımlamış olsaydı Dersimlilerin Kürt olduğunu kanıtlamak için dil bütünlüğünden ziyade başka bütünlükler arayabilirdi. “…Dersim tartışmaları dipsiz kuyu…” Dersim’de Kürt ulusal bilincinin gelişmesi sanırım 1960′lara kadar gider, şimdilerde yeni bir ulus bilinci devreye girdi Zaza, bu iki uluslaşmayı sizin bahsini ettiğiniz Dersim Kızılbaş komünal toplumu nasıl kabul görüyor? Heretik-ezoterik diğer tüm toplumlarda olduğu gibi, benzer özelliklere sahip Kızılbaş toplumlarda da, dil; uluslaşma için temel bir ayraç görevi görmez. Bu anlamıyla Dersim içerisinde farklı dillere sahip kavimlerin tamamı ezoterik-heretik-Kızılbaş yapılarından kaynaklı aynı milletleşme/halklaşma sürecini yaşamışlardır. Egemenlerin bize dayattığı bir dil, bir millettir safsatasının Dersim gibi ezoterik/heretik/ Kızılbaş/komün gelenekli toplumlarda hiçbir nesnel-bilimsel geçerliliği yoktur. Bundan kaynaklıdır ki; Dersimli Kızılşbaşlar kendilerini tarih boyunca Zaza biçiminde tanımlamamışlardır. Bu tanımlamaların tamamı egemen pozitivist algı ve egemen zihin ve ideolojik aygıtının ürünü olan düşünceler tarafından Dersim’e zorla giydirilmeye çalışılan kılıflardır-adlandırmalardır. Derginize gelmek istiyorum, nasıl gidiyor, bir dergi çıkarmanın zorluğu nedir? Bunun finansal boyutu var, yazarlarla ilişki kurmak vs, gibi dünya kadar işi, bunca emek verdikten sonra onu bir okuyucu kitlesine ulaştarmak da önemli, devam ediyor musunuz onu sorayım? Nasıl bir deneyim elde ettiniz? Öncelikle şunu hemen belirtmek gerekir ki, dergi, üretiminden dağıtımına, maddi kaynaklarından yazılarına kolektif bir emeğin ürünüdür. Dergi, kolektif bir çalışmanın ürünü olarak Sorun Yayınları Kolektifi’nin ideolojik ve kurumsal varoluşunun bir parçası olarak yayın hayatına başladı. Bu süreçte sıkça karşılaştığımız sorunların en büyüğü iletişim halinde olduğumuz kimi Dersimli yazar ve aydın çevresinin dergiye yazı yazma sözü vermiş olmasına rağmen bu sözü yerine getirmemiş olmalarıdır. Başka bir sorundan daha bahsetmek gerekirse kapitalist kitap ve yayın dağıtım ağının sadece Kırmanciya Beleke değil Sanat Cephesi Dergisi, teorik inceleme, araştırma, eleştiri dergisi olarak Sorun Polemik gibi kolektifimizin çıkarmış olduğu yayınları keyfi ve bilinçli nedenlerle dağıtmıyor olması ve cezaevlerine dahi sokulmaması dağıtım noktasında kimi sıkıntılar yaşamamıza neden oldu ancak bunu da kolektif çabalarla aşmanın gayreti içerisindeyiz. Dersim’de süregiden tartışmaların bir yansıması olarak Munzur Festivallerinde dergimizin stand açma başvurularının hepsi incik-boncuk standlarının arasında yer vermeyle neticelendi ve hiçbir panel, söyleşi vb. etkinlik yapma talebimiz olumlu karşılanmadı. Bununla beraber Dersim’de eli az çok kalem tutan yarım aydın ukalalığının gündelik hakaret, karalama vb. saldırılarına maruz kalmak tüm Dersim çevreleri için olduğu kızılbaş - sayfa 52 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gibi bizim için de kaçınılmaz bir süreçti. 5. Sayısının hazırlığı içerisinde olduğumuz Kırmanciya Beleke Dergisi, Ekim ayı içerisinde çıkacaktır. Bu vesileyle değer verdiğimiz pek çok yazarla ilişki kurmaya çalışıyoruz, yeni yazarlarla buluşmak niyetindeyiz… Böyle bir dergini çalışması içinde yer almanın sıkıntısından sorayım, süre giden Dersim tartışmalarında eksik olan nedir? süregiden Dersim tartışmaları baştan kaybetmeye mahkûm ve sonuç alıcı olmayacak olan bir niteliğe sahiptir. Böylesi bir tartışma havzasında bir eksiklikten bahsetmektense eksik yönlerinin var olduğunu bize hissettirecek gerçek manada bir tartışmanın olup olmadığını sorgulamak daha doğru olacaktır. Çünkü tartışmanın kendisi yanlış bir zeminden kaynaklanmakta ve yanlış bir mecrada akmaktadır. Dersim tartışmaları dipsiz kuyuya atılmış bir taşın dibe vardığında çıkaracağı yankıyı bekleme durumuna benzemektedir. Bu ise sonsuz bir bekleyişe ve sonu olmayan bir tartışma sürecine işaret eder. Bu anlamıyla Dersim tartışmalarında eksik giden bir yan yoktur, Dersim tartışmaları temelinden yanlıştır. Tartışma bir çelişki ve sorunun varlığıyla ilişkilidir. Dersim tartışmaları ise Dersim’e ilişkin bir sorunun ve çelişkinin olduğunu gösterir. Dersim’e ilişkin sorun ve çelişkiler ise “suyun öte yakasındakiler” tarafından yaratılmıştır. İşte tam da bu noktada Dersim tartışmalarının yanlışlığı açığa çıkmaktadır. Çünkü Dersim tartışmaları “suyun öte yakasındakilerin” çizmiş olduğu teorik sınırlar içerisine hapsedilerek yürütülmeye çalışılıyor. Sorunu yaratan algı ile sorunu çözmeye çalışmak bir eksiklik değil, sonuç alıcı olmayan bir yanlışlıktır. Kaynak:http://www.dersimdersim.com Düzenlediğimiz Panele ilgi duyan herkesi davet ediyoruz. Tüm Kızılbaş dostlarımızı dayanışmaya çağırıyoruz kızılbaş - sayfa 53 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Zulmün Defteri Açılmalıdı Sait Çiya Dersimliler en azından son 20 yıldır 37-38 soykırımının açığa çıkartılması, anlaşılması, yargılanmasının mücadelesini veriyorlar. Halkımızın sözlü hafızasında yaşatılan Soykırımı belgelemek için önemli çalışmalar yapıldı. Toplantılar, konferanslar, tartışmalar düzenlendi. Ne varki Türk aydınları bu konuya çok fazla ilgi göstermediler. Dersim onlar için bir nevi tabuydu. Kürt aydınları ise en iyisinden kendi lehlerine propaganda yapmakla yetindiler. Hükümet ve geleneksel devlet arasındaki çelişki Dersim Soykırımı´nın gündeme gelmesini hızlandırdı. Uzun dönem yok sayılan Dersim gerçegi görülmeye başlandı. Gazetelerde günlerce Dersim tartışıldı. Başbakan Dersim Katliamı tespitinde bulundu. Yapılanların savunulamayacağını söyledi. Şüphesiz bu çok önemli bir gelişmedir. Ama her sözün bir anlamı vardır. Tespitlerin sonuçları olmalıdır. Atılması gereken adımlar olmalıdır. Acılarımız günlük politikadaki çekişmelerde güç kazanmak için kullanılmamalıdır. Hükümet faşit kanadın (CHP, MHP, Ordu ve ötekilerin) dediklerine, yoluna karşıysa yarım yamalak adımlarla, şov politikalarıyla yetinmemeli, demokratik açılımın içini doldurmalıdır. Dersim´de Ne Oldu? Ne olmadı ki! Ne kadar yazsak, ne kadar anlatsak azdır. 40 binle 70 bin arasında insan katledildi. Gerçek sayı ne kadardır bilinmiyor. Köylerimiz, tarlalarımız, ormanlarımız yakıldı. Onbinlerce insan aç-susuz korku içinde sürgün yollarına düştü. Tüfekten kurtulan çocuklar kurda-kuşa yem oldu. Ya da Türklere hizmetçi oldular. Zorla evlendirildiler. Derilmemış gül Dersim, yaşlı bir Dersimlinin deyimiyle Merdenistan(Ölümülkesi) oldu. Tarihimiz, aklımız, izanımız değişti. Bunun için halkımız tarihi ikiye ayırdı. Tarih anlatılırken 38´den önce, 38´den sonra denildi. Soykırımdan sonra doğanlar da kırımdan payını aldılar. Her yerde, her derede, her tepede ölüm karşımıza çıktı. Acının hikayeleriyle büyüdük.. Korkuyla büyütüldük… Soykırımı yapanların çocukları, torunları hiç babalarına, dedelerine sordular mı? Dersim´de ne oldu? Dersim neden Tunceli oldu? Sormadılar. Bilenler sustu. Anılarını yazanlar, „bu dönemi anlatamam“ dediler. Neden Dersim? Dersim Soykırımı´nın nedeni nedir? Eğer çok kısa, çok genel bir cevap vermek gerekirse, neden farklı olmaktır. Bende başka bir soru sorayım. Hitler neden Yahudileri, Çingeneleri soykırımdan geçirdi? Alman olmamak faşistler için yeterliydi. Türk rejimi de ırk temeli üzerine kurulmuştu. Türk olmamak, olmak istememek, farklılığını korumak suçtur. Mahmut Esat Bozkurt ne demişti ” Biz açıkça milliyetçiyiz. Milliyetçilik bizi birleştiren tek nedendir. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların hiç bir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz. Vatana hizmet etmek isteyenler her şeyden önce Türk ve Tükçü olmalarını istiyoruz.” 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet Gazetesi‘nde de ‘...saf Türk olmayan hiç kimsenin bu ülkede hiçbir hakkı yoktur; onlar sadece ve sadece hizmetçi ve köle olma hakkına sahiptirler. Bu gerçeği dost, düşman, herkes dağlar bile bilmek zorundadır‘ demişti. Dersim Soykırımı´nın nedeni budur. Türk olmamak, köle olmayı kabul etmemek. Açığa Çıkmış Gizli Belgelerde Ne Denilmişti? T.C Dahiliye Vekaleti Jandarma Umum Kumandanlığı 55058 sayılı gizli ve zata mahsustur ibareli Dersim adlı çalışması var. Girişte belirtigine göre „Kayıt altında yüz tane basılmıştır.“ Bu çalışma muhtemelen 1931- 32´de yapılmış. Dersim´in tarihini, dinini, dilini, sosyal yapısını, coğrafyasını, askeri gücünü kendine göre incelemişler. Dersimin nasıl denetim altına alınabileceğinin yollarını aramışlar. Çalışmada farklı raporlar var. Çalışmanın kendisi Dersim´e yönelik büyük bir hareketin hazırlığının yapıldığını gösteriyor. Devlet bir nevi Dersim masası kuruyor. Araştırıyor. Raporlar hazırlatıyor. Raporlardan birisi 2/2/1926 tarihli Mülkiye Müfettişi Hamdi Beye ait. Rapor´da söylenenlerden bir parça: kızılbaş - sayfa 54 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 „…Dersim, hükümeti Cümhuriye için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kat´i bir ameliye yapmak… selameti memleket namına farzı ayındir.“ (Dersim, sf.199) Mülkiye Müfettişı Soykırım sırasında görevdemiydi bilmem ama, yapılacakları o günden belirtmiş. Rapordan bir başka bölüm: „Silah toplamak, her türlü vesaiti mukavemet ve müdafaadan tecrit etmek, bunun için en müsait olan mayıs ve haziran zarfında sevk edilecek kahir bir kuvvei askeriye ile yekdigerlerile temasları kaybetmeyecek bir surette bir ihata ve tarama hareketi yapmak, görecekleri tazyik üzerine dağlara cekilecek müsellah halkıda kara ve hava kuvvetleri ile tazyik etmek, harekata dikkat edilecek en mühim esas sadakat ve harekete iştirak ve hizmet tekliflerine kat´iyen itimat ve emniyet etmemek, tedibatı umuma teşmil etmek. Hizmete şitap arzuları hiledir, asılda birdirler.“ (Dersim, sf.200) Bu rapor dahi soykırım hazırlığının belgesidir. Tüm Dersim hedef seçilmistir. Soykırım yıllarında işbirliği yapanlar, tarafsız kalanlar neden öldürüldüler sorusunun da cevabıdır. Birinci Umum Müfettiş Ibrahim Tali´de Dersim´le yakından ilgileniyor. 21/12/ 1931 tarihli raporunda yapılacak hareketi inceliyor. Ibrahim Tali´ye göre, „Oraya giren kuvvet her işi bitirip öyle çıkmalıdır.“ (Dersim, sf.212) İbrahim Tali su kaynaklarının, kurak bölgelerin, zahire ve sair iaşe maddelerinin, maşaraların, arazinin, ormanların, „firarilerin lehine yarayacak“ her şeyin araştırılıp bilinmesini istiyor. Devlet 1931 yılında büyük bir kareket yapmak istiyor. Ancak Sason ve Mutki hareketini daha önemli görüyor, hatta başarısızlıga uğrayabileceklerini düşündükleri için hareketi erteliyor. (Dersim, sf.215) Kitapta başka raporlar da var. Halis Paşa´nın, Şükrü Kaya´nın, Fevzi Çakmak´ın raporları birbirini tamamlıyor. Hemen hepsi Dersim´e köklü bir hareket yapılmasını istiyor. Hepsi sürgünü savunuyor. Tedip ve tenkil istiyor. Türklüğün yerleştirilmesi gerektiğini söylüyor. Fevzi Çakmak “Dersim´in sömürge statüsünde“ yönetilmesini istiyor. Dersim´in katillerinden İsmet İnönü de raporlar hazırlıyor. 1935´de Atatürk´e sunulan rapordan bir parça: „1935 ve 1936’da yollar, karakollar yapılacaktır. 1937 ilk baharına kadar hazır olursa mürettep ve seferber 2. Fırka kuvvet ilbaylığın emrine 1937 ilk baharında verilecektir. Süratle bütün Dersim silahtan tecrit olunacak. İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği icraat da yapılacaktır. Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin saf hası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir. (Saygı Öztürk’ün yazdığı “İsmet Paşa’ nın Kürt Raporu” kitabından) İnönü´nün dediği gibi hareket 1937´nin baharında başladı. İnönü´nün belirtiği, “İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği icraat “ yerine getirildi. Bütün bu rapor ve hazırlıkların sonucunda 1935-36 da Tunceli Kanunu çıkartıldı. Raporlar da gösteriyor, isyan Türk Genel Kurmayının çıkardığı bir yalandır. Soykırım uzun yıllar içinde askeri, hukuki ve siyasi olarak hazırlanmıştır. Soykırımla Türkleştirme tamamlanmak istenmiştir. Zulmün Defteri Açılmalıdır Artık geriye dönülemez. Recep Tayip Erdoğan dediklerinin arkasındaysa Dersim´i demokratik açılıma dahil etmelidir. Her şeyden önce gizli belgeler, kararlar açıklanmalıdır. Soykırım suçtur. Erdoğan katliam diyor. Katliam da suçtur. Katliamı yapanlar yargılanmalıdır. Hükümet bu işte samimi ise Meclis´te bir Dersim araştırması açmalıdır. Dersimlilerden özür dilenmelidir. Tunceli Kanunu´nun hedefi ve sonucu olan dilimiz ve kültürümüz üzerindeki yasaklar kaldırılmalıdır. Soykırımı ve sonuçlarını inceleyecek, çözüm önerileri hazırlayacak Dersimlilerin de dahil olduğu bir komisyon oluşturulmalıdır. Hükümet bunu yapabilir mi? Ya da yapmak istiyor mu? Bu yönde kesin bir iradenin oluştuğuna inanmıyorum. Kısmi adımlar ve şovla işi geçiştirmek istiyorlar. Mameki Belediyesi de Demokratik Açılım Yapmalıdır Mameki (Tunceli) Belediyesi de bir açılım yapmalıdır. Dersim´in katili Abdullah Alpdoğan´ın ismi Mameki´de bir mahelleye verilmiştir. Bu ismi değiştirmek belediyenin elindedir. Belediye bu ismi hemen değiştirmelidir. Yerleşim yerlerini eski isimleri kullanılmalıdır. Hepsinden önemlisi demokratik açılımı biz kendimiz yapmalıyız. Dilimizi konuşmalı, kültürümüzü yaşatmalıyız. Soykırımı savunanlara destek vermemeliyiz. Kaynak: http://www.piyaportal.de/index.php/ yazilar/27-sait-ciya/179-zulmuendefteri-aclmaldr kızılbaş - sayfa 55 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Reyhanlı Dönemecinde Suriye Krizi ve Gerici Türk-Kürt Bağlaşması 11 Mayıs'ta Rihaniye'de (=Reyhanlı) meydana gelen ve elliden fazla insanın ölümüne ve yüzden fazla insanın yaralanmasına yol açan patlamalar Türkiye'de küçük-ölçekli bir siyasal deprem etkisi yaptı. Bu olayın ardından Reyhanlı'da patlamaya, ülkenin değişik yerlerinde yapılan protesto gösterilerine ve genel olarak bu konuyla ilgili her türlü haber ve yoruma bir çeşit sansür getiren AKP hükümeti, çok geçmeden olayın sorumlusunu da ilan etti: Suriye hükümeti, onun istihbarat örgütü Muhaberat ve onlara Türkiye'de yardımcı olanlar. Yetkililere göre bu sonuncular, eskiden Acilciler diye anılan, ama aslında çoktandır artık varolmayan bir örgütün bazı elemanlarıydı. Bu arada onlar, olayın sorumluluğunu üzerine atmaya çalıştıkları Acilciler'i “Marksist Alevi bir örgüt” olarak tanımlamak suretiyle Alevi halka düşmanlıklarını ve AleviSünni gerilimini tırmandırma planlarını da ele verdiler. Roboski'de, aradan 500 gün geçmesine rağmen ve devletin olağan işleyişi içinde gerçekleştirilen bir hava bombardımanında öldürülen 34 Kürt gencinin katillerini sözümona bulamayan sicili kirli Türk gericilerinin Reyhanlı'daki patlamalardan sözümona kimin sorumlu olduğunu bir kaç saat içinde ortaya çıkarmasından ve aslında bu işin arkasında belki de kendilerinin olduğundan kuşkulanmamız için bir dizi neden var. MİT'nın Reyhanlı'da meydana gelen saldırıyı birkaç gün öncesinden haber aldığı ve bu bilgiyi Türk Silahlı Kuvvetleri'ne aktarmasına rağmen patlamaların önlenmemesi bunlardan sadece biri. Son haftalarda ortaya çıkan veriler ilk bakışta, Suriye'ye karşı sürdürülmekte olan örtülü savaşın bir açık savaşa dönüşme olasılığının arttığı izlenimini veriyor. Mart ayında CIA'nın Suriye'deki gerici asilere silah desteğini arttıracağını açıklaması ve Arap Birliği'nin Suriye'nin bu örgütteki koltuğunu “muhalifler”in Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu adlı üst kuruluna vermesi, Nisan ayında ABD Başkanı Barack Obama'nın İsrail ziyareti sırasında Başbakan Benyamin Netanyahu'nun Mavi Mar- Garbis Altınoğlu mara katliamından ötürü Türkiye'den özür dilemesi ve Türkiye-İsrail işbirliğinin yeniden canlandırılması, Nisan ayının sonlarında İsrail'in, Esad rejiminin asilere karşı kimyasal silah kullandığı yolundaki inandırıcılıktan yoksun yaygarası, gene İsrail'in 3 ve 5 Mayıs'ta Suriye'deki bazı hedefleri her türlü uluslararası hukuk kuralını çiğneyerek ağır bir biçimde bombalaması, hemen ardından 6 Mayıs'ta Türk ordusunun Suriye sınırına yakın bölgelerde beklenmedik bir askeri tatbikata girişmesi (1), Suudi Arabistan, Katar, Türkiye, Fransa, Britanya tarafından da desteklenen ve ABD içindeki neocon (=yeni muhafazakar) olarak bilinen neo-faşistlerin de içinde olduğu bir kampın Şam'a karşı yürütülen örtülü savaşın açık savaşa dönüştürülmesi yolundaki çağrılarını yoğunlaştırması bunun ilk akla gelen örnekleri. Aslında bütün bunların bir güçlülük değil, tam tersine bir güçsüzlük belirtisi olduğunun altını çizmek gerekiyor. Suriye ordusunun, halkı canından bezdiren silahlı asiler karşısında elde ettiği son taktiksel zaferler, Baas rejiminin, ülkenin bütünüyle çökmesini ve kaosa sürüklenmesini istemeyen Suriye halkının giderek daha geniş katmanlarının desteğini alması, Hizbullah'ın Suriye ordusunun bazı operasyonlarına destek veriyor olması, en azından Hizbullah, İran ile Rusya'nın kararlı bir biçimde Suriye'nin yanında durduklarını göstermeleri, emperyalist savaş kışkırtıcılarının kampında gözle görülür bir umutsuzluk ve karamsarlığa yol açmaktadır. Bütün bunlara, Suriye'de doğrudan bir askeri operasyona girmenin bedelini ödeyemeyecek durumda olan ve Temmuz 2012'de gerçekleştirilen Cenevre Konferansı süre- cini canlandırmaya razı olan ABD'nin, 7 Mayıs'ta, Mayıs sonu ya da Haziran ayında Rusya ile “Suriye sorunu”nun barışçı yoldan çözümü amacıyla yeni bir uluslararası konferans toplamak için anlaşmış olması, bu en gerici kampın mensuplarını daha gözükara ve saldırgan eylemlere yöneltmektedir. Bu bağlamda Başbakan R. T. Erdoğan'ın 9 Mayıs'ta ABD'nin NBC kanalına verdiği mülakatta, ABD'nin Suriye'ye yapacağı bir kara operasyonunu destekleyeceği yolundaki açıklamasını unutmamak gerekiyor. (Erdoğan daha sonra, tepkileri azaltmak için bir düzeltme yaptı ve sadece bir “uçuşa yasak bölge”yi destekleyeceğini söylediğini belirtti.) Reyhanlı patlamalarının, işte bu jeopolitik arkaplanı dikkate alarak değerlendirilmesi gerekiyor. Olaya bir de şu açıdan yaklaşalım: Böyle bir eylemi yapmak/ yaptırmak; 26 aydır bir dizi bölge ülkesinin yanısıra ABD, İsrail, Fransa ve Britanya vb. tarafından desteklenen silahlı asilere karşı çarpışmakta olan, ağır ekonomik yaptırımlara tabi tutulan, son aylarda silahlı muhalefete karşı kimyasal silah kullanmakla suçlanan, geçtiğimiz günlerde İsrail'in -Suriye'yi misilleme yapmaya kışkırtmayı amaçlayan- yoğun hava bombardımanlarına hedef olan ve ABD/ NATO güçlerinin işgal tehdidiyle yüzyüze olan bir ülkeye ne yarar sağlayacaktır? Hiçbir şey! Tam tersine, böyle bir eyleme girişmek, Suriye'ye cepheyi genişletmek isteyen ve bu ülkeye karşı saldırmak için fırsat kollayan emperyalist korsanların ve İsrail'in işine yarardı. Aynı husus Siyonistlerin, Baas rejiminin silahlı asilere karşı kimyasal silah kullandığı yolundaki savları için de geçerlidir; muhalif gruplara karşı savaşmak için yeterli ateş gücü, silah ve donatıma fazlasıyla sahip olan Baas rejiminin, kimyasal silah kullanmak suretiyle uluslararası kamuoyunu kendi aleyhine çevirmesi ve böylelikle düşmanlarının elini güçlendirmesi ve Suriye'ye askeri müdahale için yaygara yapmakta olan çevrelerin işini kolaylaştırması beklenemez. Ama böylesi provokatif eylemlerin; başta İsrail gelmek üzere Baas rejimini yıkmak ve Suriye'yi par- kızılbaş - sayfa 56 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çalamak ve çökertmek için uğraşan ve aralarında Türkiye'nin de bulunduğu gerici bölge devletlerinin işine yarayacağı gözönüne alındığında Reyhanlı patlamalarının bu güçlerin ve/ ya da onların bilinçli ya da bilinçsiz aleti ortağı konumunda bulunan terörist grupların işi olması olasılığının çok daha yüksek olduğu anlaşılır. Kabaca son 1.5 yıldır emperyalist ağababalarının Suriye'ye saldırması için neredeyse her hafta çağrı yapan ve Suriye'ye karşı savaş lobisinin başını çeken Türk gericilerinin bu kıyımın, doğrudan olmasa da dolaylı sorumlularından biri olduğu açıktır. Bu alçakça saldırının arkasında CIA, MI6 ve MOSSAD gibi istihbarat servisleriyle Türk istihbaratının ortak bir operasyonu olduğu hemen hemen kesindir. Peki, acaba bu trajik olay, büyük çoğunluğu itibariyle, üzerine ölü toprağı serpilmiş görünümü veren Türk emekçi yığınlarının siyasal uyanışı için bir vesile olacak mı? Ya da bu olay, anti-emperyalist, hatta savaş-karşıtı reflekslerini yitirmiş ve şaşılası bir kayıtsızlık batağına gömülmüş olan devrimci ve demokratik güçlerin neofaşist ABD ve ortaklarına karşı harekete geçmesini sağlayacak mı? Bunun böyle olmasını umuyorum. Umuyorum; çünkü Suriye'deki örtülü savaşın, neredeyse başından beri doğrudan bir tarafı olan Türkiye, AKP iktidarı tarafından adım adım, -ABD ve İsrail'in çıkarları uğruna- açık bir emperyalist savaşa sürüklenmektedir. Suriye ve İran'daki ulusal burjuva rejimlerin yıkılmasını, bu ülkelerin başına işbirlikçi kliklerin geçirilmesini ve/ ya da bu ülkelerin parçalanmasını amaçlayan böyle bir savaşa girmesinin Türkiye ve Türkiye halkları açısından bir dizi olumsuz sonuçları olacaktır. Bir yandan, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının sahip oldukları sınırlı mevzileri yitirmesine, siyasal gericiliğin daha da güçlenmesine ve büyük insani ve maddi kayıplara, bir yandan da Ortadoğu'da emperyalist-Siyonist kampın -geçici de olsa- üstünlük kazanmasına ve/ ya da İran'a karşı planlanan ve daha da büyük savaşların kapısını aralamasına yol açacağı kesin olan böylesi bir savaşa karşı çıkmak, günün en önemli ve asla ertelenemez bir devrimci görevidir. Türkiye'nin böyle bir savaşa girerek güç yitirmesinin, Türkiye ve Suriye Kürtleri'nin daha özgür fuz ve hegemonya alanları içine alma yolundaki yeni-Osmanlıcı hayallerini ele vermektedir. Başbakan Erdoğan ve son iki yıldır vaktinin çoğunu Esad rejimini izole etmeye, yıpratmaya ve devirmeye adamış gözüken Dışişleri Bakanı Davutoğlu, bu emperyal hevesleri gizlemeye gerek de duymamaktadırlar. Davutoğlu geçen yılın başlarında Kayseri'de yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. bir statü edinmeleri için görece uygun objektif koşullar sağlayacağını düşünenler ve dolayısıyla böyle bir savaşı “yararlı” görenler olabilir elbet. Ancak bunun ahlaki olmadığı gibi akılcı bir yaklaşım da olmadığı açıktır; kendi halklarının özgürleşmesi için başka halkların savaş cehennemine atılmalarını kabul edilebilir bulanlar ya da böylesi bir pragmatizmi içlerine sindirenlerin ödülü, kendi halklarının köleliğinin başka biçimlerde ve belki de başka efendilerin boyunduruğu altında sürmesinden başka bir şey olmayacaktır. Türk gericilerinin uzun süredir, “Esad'ın zulmüne karşı” sözde haklı savaşımlarını destekleme görüntüsü altında, Suriye'deki terörist grupları, eğittikleri, besledikleri, silahlandırdıkları, bu grupların askeri ve sivil yöneticilerini Türkiye'de barındırdıkları, başka ülkelerden gelen silahları, diğer askeri malzemeyi ve savaşçıları ortak sınırdan bu ülkeye gönderdikleri, Türkiye-Suriye sınırının denetimini bir çok yerde bu silahlı gruplara teslim ettikleri ve kuzey bölgesini Türkiye topraklarına katmayı kurdukları Suriye'ye karşı BM ya da NATO şemsiyesi altında askeri bir saldırı düzenlenmesini sağlamak için aylardır fazla mesai yaptıkları biliniyor. Onların, uluslararası burjuva hukukunu da ayaklar altına alma anlamına gelen bu saldırgan tutumları, Türkiye'yi Ortadoğu'da “lider” devlet konumuna yükseltme ve komşu ülkelerin Kürt nüfusunu, hatta daha fazlasını kendi nü- “Bu, zorunlu tarihi bir görevdir.” (“Kaybettiğimiz topraklarda buluşacağız”, İHA, 21 Ocak 2012) Başbakan R. T. Erdoğan ise Eylül 2012'de AKP Genel Merkezi'nde katıldığı genişletilmiş grup toplantısında yaptığı ve Kürt ulusal hareketine karşı çok ağır suçlamalarda bulunduğu konuşması sırasında bu konuda şunları söylemişti: “CHP yarın Şam'a gidecek yüz bulamayacak göreceksiniz ama inşallah biz en kısa zamanda Şam'a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi'nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi'nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi'nin, İbn-i Arabi'nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi'nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu'nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz.” (“Erdoğan'dan önemli mesajlar”, Hürriyet, 5 Eylül 2012) Aslında Ortadoğu ve Balkanlar’ı hala Osmanlı İmparatorluğu’nun birer eyaleti gibi algılayan Başbakan Erdoğan'ın daha önceleri de böylesi açıklamaları olduğu biliniyor. Örneğin o, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından yaptığı ilk konuşmada, bu seçim zaferiyle İstanbul kadar Bosna’nın, İzmir kadar Beyrut’un, Ankara kadar Şam’ın, Diyarbakır kadar Ramallah’ın da kazandığını söylemiş ve 7 Ağustos 2011’de yaptığı bir konuşmada ise Türkiye’nin Suriye’nin iç işlerine müdahalesini, şöyle bir sömürgeci mantıkla meşrulaştırmaya kalkışmıştı: “Çünkü biz Suriye konusunu bir dış kızılbaş - sayfa 57 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mesele olarak, bir dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Çünkü bizim Suriye ile 850 kilometre sınırımız var, akrabalık, tarih, kültür bağlarımız var. Dolayısıyla burada olanlar, bitenler bizim asla seyirci kalmamıza fırsat vermez. Tam aksine oradaki sesleri duymak zorundayız, duyuyoruz ve tabii ki gereğini de yapmak durumundayız.” Ama ava giderken avlanmak da var. Türk gericilerinin “büyük Türkiye” hayalleri ve bu doğrultudaki girişimlerinin bir siyasal bumerang gibi dönüp kendilerini vurması olasılığı hiç de düşük değildir. 400 yıldan bu yana Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış olan Ortadoğu halklarının, asla yeni ve ikinci bir Osmanlı boyunduruğu altında yaşamayı kabul etmeyecekleri açıktır. * * * Ne yazık ki, Türkiye'nin -eski halinin gölgesi durumundaki- devrimci güçleri uzun süredir, “kendi” burjuvazilerinin Ortadoğu'de gerici ve yayılmacı bir savaşa boylu boyunca girmesi tehlikesinin farkında değilmişçesine davranmakta ve merkezi önem taşıyan bu göreve uygun bir taktiksel yönelim sergilemenin çok uzağında durmaktadırlar. Oysa Marksizm ve enternasyonalizm, tutarlı devrimcilerin gerici ya da emperyalist bir savaşa karşı kesin ve uzlaşmaz bir tavır almasını, hatta böylesi bir savaşı, emperyal bir politika izleyen “kendi” burjuvazisine karşı bir devrimci savaşa dönüştürmesini, en azından bu yönde propaganda ve ajitasyon yapmasını buyurur. Ne var ki, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa Türkiye devrimci hareketi çoktandır anti-emperyalist görevlerini unutmuş ve anti-emperyalizm bayrağını TKP ve hatta “İşçi” Partisi gibi gruplara terketmiş ve böylelikle 1968 kuşağı devrimcilerinin ve 1960'ların sonunda kurulan üç ana devrimci örgütün mirasına ihanet etmiştir. Türkiye devrimci hareketinin kalıntılarının, başını ABD, İsrail ve NATO'nun çektiği neo-faşist emperyalist kampın Ortadoğu halklarına karşı yürüttüğü savaşa yüzeysel bir biçimde de olsa karşı çıktıklarını yadsıyamayız elbet. Ancak onların propaganda, ajitasyon ve eylemlerinde milyonlarca insanın kanına giren ve barışın ve dünya halklarının bir numaralı düşmanı olan ABD ile onun ortaklarının sergilenmesi ve kitlelerin işte bu barış düşmanlarına karşı seferber edilmesi çok önemsiz bir yer tutmaktadır. Bu devrimci güçlerin önemli bir bölümünün; geçtiğimiz ay ABD işgalinin 10. yıldönümünü “kutlayan” Irak'ta yaşanan büyük felaket karşısında duyarsız kalmaları, Türk askerinin de içinde yar aldığı Afganistan işgalini neredeyse ağızlarına almamaları, Libya'daki AB ve ABD destekli gerici ayaklanmayı ilk başta alkışlamaları ve Suriye'nin çok yönlü bir çökertme operasyonuna tabi tutulmasını önemsememeleri ve savaş kışkırtıcılarının savaş alevinin İran'a da sıçratmak için fırsat kolladıklarını adeta görmezden gelmeleri, işte bu devrimci-olmayan yaklaşımın göstergeleridir. Bazı istisnaların bir yana bırakılması kaydıyla, bu hareketin ana gövdesi barış savaşımını ya da savaş karşıtlığını, neredeyse bütünüyle, Kürt ulusal hareketini “destekleme” ve onunla “dayanışma içinde olma”ya indirgemiştir. Geçmişteki sol Kemalizmin ve inceltilmiş Türk milliyetçiliğinin tersyüz edilmiş hali ya da mekaniksel karşıtı olan bu tutum, gerçek bir enternasyonalizmden çok, Kürt ulusal hareketinin peşinden sürüklenme, ona tabi olma ve hatta ona yaslanarak politika yapma ve ayakta kalma çabası olarak tanımlanabilir. (Bu tarzın ürünü olan Halkların Demokratik Kongresi'nin de, tıpkı Birleşik Devrimci Güçler Platformu benzeri öncelleri gibi çökmeye ve dağılmaya mahkum olmasının en önemli nedenlerinden biri de budur.) Bu tutumun sahipleri her şeyden önce Kürt ulusal hareketine hak ettiğinden daha fazla bir önem biçmekte, onu ve onun stratejik ve taktiksel oportünizmini eleştirmekten kaçınmaktadırlar. Onlar Kürt ulusal hareketinin, Ortadoğu ölçeğindeki siyasal çatışma ve savaşımın, önemli olmakla birlikte sadece bir parçası olduğunu görememektedirler; onlar bu hareketin çıkarlarıyla Ortadoğu bölgesi işçi sınıfı ve halklarının çıkarları arasındaki uyum ve uyumsuzlukları irdelemeye, Ortadoğu'daki gerçek güç denge ve ilişkilerini saptamaya ve kendi strateji ve taktiklerini böylesi bir irdeleme/ saptama temeline oturtmamaktadırlar. Tabii onlar, talep ve hedefleri bakımından hayli geri bir nitelik taşıyan Kürt ulusal hareketinin son çözümlemede burjuva bir sınıfsal nitelik taşıdığını, yani mülksahibi sınıfların çıkarlarını savunduğunu da görmezden gelmekte ya da kavramamaktadırlar. Bu yaklaşım sahiplerinin, Kürt ulusal hareketinin, başını AKP'nin çektiği Türk gericiliğiyle uzlaşma ve böylelikle Kürt halkının çıkarlarına da ihanet etme noktasına geldiği bugün bile, Radikal yazarı Arzu Yılmaz'ın deyişiyle “çağdaş İdris-i Bitlisi” A. Öcalan'ın “stratejik dehası”nı övüp göklere çıkarmaları, hiç de şaşırtıcı değildir. (2) Bu tutumun en çarpıcı örneklerinden birini sergileyen Demir Küçükaydın geçenlerde şu satırları yazabilmişti: “Öcalan stratejik hedeflere bağlılıkla taktik esnekliği en iyi birleştiren, tam da bu nedenle kendisini kullanmaya kalkanları her zaman kullanmış bulunan zeki ve vizyon sahibi bir politikacıdır. “Suriye’nin elinde esirken (....) Ortadoğu’nun en büyük gerilla hareketini örgütledi. “Türkiye’nin elinde bir adada esirken Türkiye’nin en büyük demokratik parti ve hareketini örgütledi. “Şimdi, Ortadoğu’nun en büyük demokratik hareketini örgütleyip en büyük devletinin başına geçmeye adaydır.” (“Yeni Bir Döneme Girilirken – Öngörüler ve Görevler”, 20 Mart 2013) Demir de içinde olmak üzere böyle bir rota tutturanların ne Türkiye işçi ve emekçilerine, ne Kürt ulusal hareketine ve ne de kendilerine bir hayrı olmayacağı ve hatta ilk tökezlemesinde tutumlarını 180 derece değiştirebileceklerini ve Kürt halkının meşru taleplerinin karşısında yer alabileceklerini söylemek bir kehanet sayılmamalıdır. Onların daha şimdiden A. Öcalan'ın “ulusların yazgılarını belirleme HAKKI”nı, yani Kürt ulusuyla Türk ulusunun eşit haklara sahip olduğunu reddetmesine ve devletin ağzıyla “bin yıllık Hristiyan öf kesi”nden söz etmesine alıştıklarını ve bu yaşamsal konularda herhangi bir itiraz sesi yükseltmediklerini görüyoruz. (3) Peki, ezilen ve aşağılanan Kürt halkının asıl gereksinimi; çevresine alkışçılar, dalkavuklar ve sahte dostlar toplamak mıdır? Hayır; Kürt halkının asıl gereksinimi, Türkiye'nin büyük kentlerinde oluşturulması gereken ve bu hareketle edimsel bir dayanışma içinde olacak olan gerçek bir devrimci işçi-emekçi hareketidir. Bu devrimci görevin ye- kızılbaş - sayfa 58 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rine getirilmesinin zorluğu asla, Kürt ulusal hareketine ve onun önderliğine ölçüsüz övgüler düzülerek ve onun Türk gericiliğiyle uzlaşma planlarını onaylayarak ve alkışlayarak giderilemez. Bu bağlamda, İslami temelde TürkKürt bağlaşmasını savunan A. Öcalan'ın izinden giden BDP Eşbaşkanı Selahattin'ın Reyhanlı'daki patlamalardan sonra 12 Mayıs'ta yaptığı açıklamada, “Türkiye'de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket etmek zorundayız” demesi, şaşırtıcı olmamakla birlikte bu hatalı yolda ısrarın yeni bir göstergesi olmuştur. Eğer Kürt ulusal hareketi, bırakalım Ortadoğu halklarına model ve öncü olma savını, onlarla iyi ilişkiler içinde olmak istiyorsa şu iki noktaya çok, ama çok dikkat etmelidir: 1) Bu hareket; yüzyıllardır Ortadoğu halklarını (ve elbette Balkanlar ve Anadolu halklarını da) kendi kılıçlı, kırbaçlı, darağaçlı boyunduruğu altında yaşatmış olan Osmanlı-Türk gericiliğinin devamı olan Türk gericiliğinin küçük ortağı, onun vurucu gücü olmaktan ve böyle bir görünüm vermekten kesinlikle uzak durmalıdır. 2) Bu hareket; ABD, İsrail, Fransa, Britanya, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi emperyalist ve gerici devletlerin desteklediği Özgür Suriye Ordusu, El Nusra Cephesi gibi örgütlerle ortak hareket etmekten vazgeçmeli ve Suriye halkına karşı canavarca eylemler gerçekleştiren bu teröristlerle aynı fotoğraf karesinde asla ve kata yer almamalıdır. Bu hususlara dikkat etmediği taktirde Kürt ulusal hareketi Ortadoğu ve dünya işçi sınıfı ve halkları katında sahip olduğu sempati ve saygınlığı hızla yitirebilir. Sözlerime Nuray Mert'in 29 Ocak 2013 tarih ve “Varlıkları Türk Varlığına Armağan Olsun!” başlıklı yazısında yer alan ve içeriğine katıldığım bir saptamasıyla son vermek istiyorum: “Dünyaya ‘insanı yaşat ki DEVLET YAŞASIN’ gözüyle bakanların, Kürt meselesinin çözümüne de, ‘Türkiye büyüsün, güçlensin diye Kürtler ile barışalım’ şeklinde bakmaları şaşırtıcı değil. Sonu barış olsun da nasıl olursa olsun diyebilirsiniz, diyebiliriz. İşte asıl mesele burada, bir kere, Türkiye büyüsün güçlensin diye tenezzülen girişilen işten barış çıkmaz. İkincisi, Türkler ile Kürtlerin demokratik bir gelecek uf ku ile barışması başka şey, birlikte bölgesel karanlık hesaplar içine girmek için el sıkışmaları başka şey. “Bu türden bir barış, ne Türkiye’de ne de Irak Kürt Federe Bölgesinde demokratik bir gelecek değil, ekonomik zenginlik ve siyasal nüfuz hesapları adına bir pazarlık demektir. Türkiye’deki Kürt siyasal hareketi’nin ufku, daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir gelecek ile belirlenmiştir, bunu görmemek bu hareketi başarısız tasfiye hamlesinden başka bir sonuç vermez. Dahası, alınmak istenen sonuç, ekonomik zenginleşmeye karşın daha da otoriterleşen bir Türkiye ile onun küçük Kürt havarileri modelinden başka bir şey olamaz. “Diğer taraftan böyle bir hesap, hali hazırda bölgesinde yalnızlaşan Türkiye’nin Kürtleri de kendi yalnızlığı yanına çekmekten, orta ve uzun vadede ise bölgedeki diğer aktörler ile karşı karşıya getirip kendine mahkum etmesi sonucu verir, kimseye hayrı dokunmaz. Oysa Türklerin de, Kürtlerin de kendi güç hesapları içinde boğulmak yerine, bölgesel aktörler ile barışcıl ve uzun vadeli gelecek tasarlamaya girişmeleri herkes için daha hayırlı olur.” DİPNOTLAR (1) Emekli general Türker Ertürk, burjuva basınında hemen hemen hiç yer almayan bu askeri tatbikat konusunda şu bilgiyi veriyordu: “Türkiye geçtiğimiz Pazartesi (6 Mayıs) İncirlik/ Adana merkezli 10 gün süreli bir tatbikat başlattı. Tatbikatın hedefi Suriye ve bu ülkedeki gelişmeler/beklentiler. Tatbikatta askerin hazırlık durumu ile seferde ve savaşta bakanlıklar, devlet kurumları ve Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki koordinasyon ve işbirliği hususlarının deneneceği belirtiliyor. “Bu tatbikat Türk Silahlı Kuvvetleri’nin planlı faaliyetlerinden değil. Belli ki böyle bir tatbikatın yapılması isteği ABD’den gelmiş. Tatbikatın sevk ve idare edildiği merkezin Suriye sınırına yaklaşık 100 km mesafede bulunan ABD üssünün bulunduğu yerde teşkil edilmesi gerçekten manidar.” (“Bu tatbikat neyin nesi?”, İlk Kurşun, 11 Mayıs 2013, boldlar yazarın) (2) A. Öcalan’ın bugün söyledikleri, 1999'da yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinden sonra yapılan yargılaması sırasında söyledikleriyle ve daha sonra yazıp çizdikleriyle çakışmaktadır. Buna rağmen pek çok devrimci grup, çevre ve kişi; Alpaslan'ı, Yavuz Sultan Selim'i, Mustafa Kemal'in ve hatta II. Abdülhamit'i ve onların politikalarını, izlenmesi gereken örnekler olarak gösteren bu bayın söylediklerinin ne anlama geldiğini inatla görmezden gelmeye devam etmektedir. Örneğin Öcalan, 28 Aralık 2007’de şöyle diyordu: “Bunların Yavuz kadar da mı, M. Kemal kadar da mı, Abdülhamit kadar da mı akılları yok, onlara da mı bakmıyorlar? Yavuz Sultan Selim Ortadoğu'ya 1517'de Kürtlerle anlaşarak açıldı. M. Kemal 1920'lerde bağımsızlığın Kürtlerle ittifaktan geçtiğini gördü. O dönem Kürtler ve Türkler eşit durumdaydı. Kürt-Türk ilişkilerinde böylesi bir yaklaşımın sorunu çözeceğini, büyük kazandıracağını görmek gerekiyor. Aslında Anadolu'ya Türklerin girişinde Alparslan Silvan'da Mervani Kürt Devleti'nin kalıntıları olan Kürt aşiretleriyle buluşarak, Ahlat'a gelerek Türkmenlerin bir kısmını yanına alarak Malazgirt'te Türklerin Anadolu'ya girişini sağlamıştır. Hatta Osmanlı'nın son dönemlerinde Abdülhamit, Osma-nlı'nın dağılmaması için Kürtlere yaslanmak istemiştir. O dönem Hamidiye Alayları kuruldu, Abdülhamit de Kürtlere yaslanmak istedi, ilişkinin özü budur. Şimdi yeniden Kürt-Türk ilişkilerini bu bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor.” (A. Öcalan, “Hemen bir ‘Akil Adamlar Komisyonu’ Kurulmalıdır”) (3) A. Öcalan, 28 Şubat 2013'de, Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan'dan oluşan BDP heyetiyle yaptığı söyleşide şöyle demişti: “Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öf kesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar.... “Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir.” 14-15 Mayıs 2013 kızılbaş - sayfa 59 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ahmet Türk biyolojik dedesi adına mı özür diledi? 1908’DEN 1915’E… SOYKIRIMIN GÜNÜMÜZE UZANAN KÖKLERİ 1908’e bu coğrafyanın kadim halkları büyük umutlarla bakıp desteklemişlerdir. Ancak bu umut bir yanılsamadır. Hürriyet, Musavvat, Uhuvvet diyerek iktidarı kolaylıkla alan Jöntürk hareketinin omurgasını oluşturan bürokratik burjuvazi kısa zamanda maskesini çıkararak gerçek yüzünü ortaya çıkarmakta tereddüt etmez. Burada unutmamamız gereken Soykırım faillerinden Jöntürkler siyasi organizasyonları İttihat ve Terakki Cemiyetinin Türkçülük temelinde örgütlendiğidir. Ajandalarının en önemli maddelerinden biri etnik homojenliğin sağlanmasıdır. Soykırımın diğer faillerinin (Almanların, Türk-Kürt Müslüman eşrafın, bu unsurların fakir halklarının, Hamidiye alaylarının, … ) saiklerinin bu Jöntürklerin ajandası ile kesişme derecesi de Soykırıma ortaklığın derecesini ve Soykırımdan nemalanmayı belirleyecektir. Bu aynı zamanda bir rehin alınmışlıktır. Bu ortaklık ve nemalanma bugün coğrafyamızın özgürlüğüne en önemli engellerden biridir. Bu coğrafyanın tarihi 1915’te donmuştur. Gerek Ahmet Rıza’dan Mizancı Murat’a gerekse de Dr. Nazım’a kadar ‘Millet-i Osmaniye’ terkibinin açık karşılığı Türk’tür. Mizancı Murat, “Dostumuzun birbirinden başka zannetmek hatasında bulunduğu Türklük, Osmanlıcılık ve Müslümanlık adına duada kusur etmeyiz” sözleriyle üçünü bir arada düşündüğünü ifade eder. Osmanlıcılık ve İslamcılık, Türk olmaktan gurur duyan bir Osmanlıcılık ve İslamcılıktır. Türkçülüğün henüz siyasi olarak tam gelişmediği dönemlerde bile Türkler kendilerini Osmanlının egemen unsuru sayarken diğer unsurların kendilerine itaat etmesini savunur ve bunu açıkça ifade ederler. Abdülhamid’den Yeni Osmanlılara ve jöntürklere kadar bu zihniyet değiş- sından kan gölüne çevrilerek Osmanlı coğrafyasının kadim halkları tarihsel topraklarından kazınacaktır. Osmanlı parlamentosundaki Rum milletvekilleri tarafından daha 1910’da hükümete sunulan muhtıranın girişi bir umut kırıklığını ifade etmesinin yanında Jöntürk yönetiminin maskesinin düşmesini ifade eder: Sait Çetinoğlu mez. Osmanlıcılık ve İslamcılıktan da kasıt Türkçülüktür. Hürriyet, musavvat ve uhuvvet sloganı çok kısa zamanda Türkler için hürriyet ve musavvat’a diğer unsurlar için disiplin’e dönüşür. Bu bakımdan yukarıda söylediğimiz gibi, 1908 bir aldatmacadır. Anayasal reform sözleri sorunu geleceğe yayarak çürütmeye yönelerek, ajandalarının en önemli maddelerini ortaya koyarlar. Etnik temizlik konusunda Jöntürklerin 1908 öncesi Balkanlarda ve özellikle Makedonya bölgesindeki eylemleri de bu konuda açık ipucudur. Grenebeli Bekir Fikri ve Enver’in amcası Halil (Kut) Paşa’nın anıları bu açıdan öğreticidir. Talat ve diğerleri de bu konuda açıktırlar; Jöntürk yöneticilerinin en önemlilerinden olan Jöntürklerin ideologu, örgütleyicisi ve eylemcilerinden Dr. Nazım tarafından daha 1908 Ağustos’unda İzmir’de Yunanistanlı gazeteciye, coğrafyanın kadim halklarının kazınmasına ilişkin ajandasını pervasızca açıklayarak olacakların bir kronolojisini verir.[1] Nitekim olaylar, Dr. Nazım’ın çizdiği çerçevede gerçekleşecek ve Osmanlı coğrafyası Müslüman-Türklerin dışındaki unsurlar açı- “Maalesef, hemen Anayasa’nın ilanından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’undaki diğer uluslara yönelik en içten ve en kardeşçe duygular içinde olmamaktan kaynaklanan sayısız olay, Rumların umutlarını kırmaya yardım etti ve etmektedir…“ Anayasa’nın ilk iki yılı boyunca Rum unsurunun açık bir şekilde zararına olan Jön-Türkler’in yaptıklarının güncel bir anlatısı olan Rum vekillerin bu muhtırasının sonuç bölümünde Rum unsurların maruz kaldığı muameleyi özetlemektedir: “…Bütün bu davranışlar, Rum ulusal bilincinde bir kanaati kesinleştirmektedir; Rum halkı köleleşmiş bir halk olarak görülmektedir, kimin daha aşağı bir pozisyonda tutulacağı Hükümetin dahili politikasının amaçlarından biridir; tam da istibdat rejimi altındaki gibi, bu politika, Rum halkındaki güven eksikliğini ve onun gelişmesini engelleme eğilimini devam ettiriyor. Şimdi her zamankinden daha fazla, Rumlar’ı, “ulusal” Türkleştirme politikasına maruz bırakmak için Anayasa’daki “Osmanlı Milleti” terimini kullanmaya yönelik bir eğilim var.” 1907 jöntürk birlik kongresinde prens Sabahattin, o güne kadar Hıristiyanların bu coğrafyada tutunabilmesini Avrupa’nın korkusuna bağlar, bu korku savaş ortamında ortadan kalktığın- kızılbaş - sayfa 60 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 da Jöntürk zihniyeti zincirinden boşalarak bu coğrafyanın kadim halkları soykırıma uğrayacaklardır. Aslında ilk prova Kilikya’da yapılarak, jöntürkler daha iktidarlarının başında iktidarlarını tehdit edebilecek unsurlara karşı kanlı gözdağı vermekten çekinmezler; Kilikya katliamını kısaca özetlersek bu katliamın bir Soykırım provası olduğu kolayca anlaşılmaktadır; 1909 Nisanında Kilikya’da vuku bulan katliamlar bir anlamda olacakların da habercisidir. Yerel ittihatçıların yönetiminde birincisi gerçekleşen katliamların ardından, olayların yatıştırılması için ittihad yönetimince gönderilen Dedeağaç taburu ve yerel ittihadçıların işbirliğiyle ikincisi gerçekleşen katliamlarda 25-30 bin Kilikyalı Ermeni’nin öldürülmesi ve mallarının yağmalanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu bakımdan Kilikya 1909 bir anlamda gelecekteki soykırımın bir provasıdır. Burada 1894-96 katliamlarında olduğu gibi Ermeni erkek nüfus hedef alınarak katledilmiştir ki bu, 1915 Soykırımında Ermeni halkın korunmasız kalmasındaki önemli etkenlerden biridir. Aydın mebusu Emmanuel Emmanueilidis Kilikya olaylarını açıklarken İttihatçı etkenini vurgular: “Burada değinmemiz gerekli olan konu: Jöntürkler merkezde katliam için emir vermemiş olsalar bile, yerel Jöntürkler olaylarda büyük çapta yer almışlar ve eski Türklerle [eski yönetim kalıntıları ile] birlikte Ermenilere karşı ortaklaşa bir parti teşkil etmişlerdir.” Üzülür gibi yaptılar, düzeltmeler vaat ettiler ama manen müteessir kalmadılar ve Ermeni de, Ermeni Ülkelerinde yabancı olarak yaşamaya devam ederken, çalışmasıyla terden ıslatmış doğduğu yerini, servetini, toprak ve meyvelerini ilk gelen yağmacının elinde görecekti. Emmanueilidis’in sözleri bir gerçeğe işaret etmektedir. Olacaklar çok erken fark edilerek dikkat çekilmiştir. Emmanuilidis 1908’in aldatmacı yüzünü ve sorunların za- mana yayılarak çürütülmesi yanında gözdağı eylemlerinin de altını çizer. 1909’dan itibaren bu coğrafyanın kadim halklarına karşı cihad başlar. Kilikya olayları jöntürklerin iktidara gelişine çok yakın bir tarihte gerçekleşir. Jöntürkler Makedonya kökenli olduklarından başlangıçta Anadolu’da güçleri ve örgütleri de yoktur. Kısa zamanda Hıristiyan unsurların yardımı ile Anadolu’da güçlenen Jöntürkler, bu unsurları ihtiyaçları kalmadığında yok etmekten çekinmeyeceklerdir. Özellikle, Selanik’te Ekim 1911’de Cemiyet tarafından alınan kararlar sonrasında Türk ve Müslüman olmayan unsurlara karşı baskı politikası sistematik bir hal alarak resmi bir programa bağlanacaktır. Alınan kararlar ibret vericidir. Bu kararlar Osmanlı coğrafyasının kadim halkları açısından sonun başlangıcıdır: “İmparatorluğun varlığı, Jön-Türk Cemiyetine ve bütün muhalefetin yok edilmesine bağlıdır… “ JönTürkler muhalefet ile birlikte gelecekte muhalif olabilecekler ile sindiremeyecekleri unsurları da yok etmeye karar vermiş ve hemen uygulamaya geçilmiştir. Gelecekte cumhurbaşkanı olacak olan Mahmut Celal (Bayar) Bursa’da çalıştığı bankadan istifa ettirilerek İzmir İTC katibi mes’ulü olarak görevlendirilerek Helen unsurlara karşı savaş örgütlenir. Bu ekibin içinde gelecekteki soykırımlarda aktör olacak Kuşçubaşı Eşref, Kaymakam Pertev Bey [General Demirhan], mutasarrıflar Mahzar Müfit [Kansu], Dr. Reşit, İbrahim Bedreddin … gibi kişiler yer alacaktır. Kilikya’dan sonra Savaş öncesi soykırımın bir provası da Ege bölgesinde gerçekleştirilir. Gerek Kuşçubası Eşref gerek Celal Bayar uygulanan boykot, sindirme, sabotaj ve öldürme politikalarının başarısından söz ederek bu politika sonucu 1 milyon Helen’in tarihsel topraklarından kazındığını itiraf ederler. Aydın mebusu Emmanuel Emmanueilidis uygulanan bu resmi politikayı vatandaşlara karşı kutsal savaş olarak nitelendirir: “Rumlara karşı ilk darbe, savaştan önce vurulmuştu. 1914 senesinin ilk yarısında, 250.000 Rum kovularak varlıklarına el kondu ve bu şekilde Trakya ile İzmir bölgesinin Türkleşmesi için ilk adım atıldı. Ama bu yeterli değildi. Bu hareketin en az 10 yıllık bir süreci olmalıydı. Bu süre zarfında etnik temizlik programı ısrarla uygulanacaktı ve zaman zaman duruma göre, baskı da eşlik edecekti. Sonunda Helenizm, büyük şehirlerde toplatılıp kısıtlanarak, önemsiz bir azınlığı teşkil edecekti. Kalanlar için, hükümetin alacağı idari ve ekonomik tedbirler kâfi olacaktı. Zenginler Enver’in sarfettiği söylenen cümlesine göre fakir, fakirler dilenci ve hepsi birden zengin fakir, Türklerin köle ve hizmetçileri olacaktı.” 1913 ve 1915 sanayi sayımlarında Hıristiyan burjuvazinin gücünü görmek zor değildir. Bu zenginlik Jöntürk bürokratik burjuvazisinin gözlerini kamaştırmaktadır. Balkan savaşı bahane edilerek Ege bölgesindeki Rumlara baskı, tehdit ve cinayetlerle kadim topraklarından sökülme operasyonuna geçilir. Bunun için yerel Müslüman halkın hazırlanması gerekir. Jöntürkler Anadolu’ya çeteleriyle birlikte gelmişlerdir, hem yerel Müslüman halkı kışkırtacak propagandistleri, hem de baskıları gerçekleştirecek, cinayetleri işleyecek kadro sıkıntıları yoktur. Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis Hıristiyanlara karşı oluşan atmosferi şu sözleriyle nakleder: “1913 senesinin son çeyreğinde, İstanbul’u ziyaret eden birisi, yollarda yeni elbiseli, kadife pantolonlu ve kafalarına siyah kalpak giyen, garip insanlara rastlardı. Ancak sonradan anlaşıldı ki bunlar meşhur fedailerdi. Yani Hıristiyanlara karşı alınan kararları uygulamak için, İstanbul ve diğer illerde Jöntürkler tarafından kurulan orduydu. Bir taraftan uygulama gücü hazırlanırken, diğer taraftan, yapılmakta olan uygun bir propaganda ile, halk yaklaşmakta olan darbeye hazırlanı- kızılbaş - sayfa 61 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yordu. Gazetecilik halkın düşüncelerini tahrik ediyordu ve dağıtılan çeşitli günlük gazeteler, Rumlara karşı sönmez Türk nefretini kışkırtmayı hedef alıyordu. Bu yayınların neticesi, Rumlar memlekette var oldukça, Türklerin fakir kalacakları, Müslümanların şeref ve hayatlarının emin olmayacağı ve Devletin de çeşitli tehlikelere maruz kalacağıydı. Balkan hükümdarlarının at üstünde kadın ve çocuk cesetleriyle Türk bayrağının üzerine bastıklarını gösteren fotoğraflar yayımlanıyordu. Üzücü haritalar basılarak, elden giden iller siyah renkle gösterilip okulların duvarlarına asılarak, altlarına intikam kelimesi yazılıyordu ve Bulgaristan’a ilhak edilen bölge bile yas rengi siyahla kaplıydı ve bunun da hesabını Hellenizmin ödemesi gerekiyordu. İntikam ve nefret melekleri gibi, yurdun her tarafına konuşmacı ve propagandacılar gönderildi. Bunlardan en fazla laik olanı Ömer Naci İzmir’e gönderildi. Anti Hıristiyan nefreti kısa bir zamanda düşünülemeyecek bir seviyeye geldi.” Emmanuilidis’in kısaca özetlediği Hıristiyan karşıtı atmosferle birlikte Ege Rumlarının büyük bölümü tarihsel topraklarından sökülerek mülklerine yerel İttihatçı eşraf tarafından el konulur. Osmanlı Mebusu Emmanuilidis, Ermeni Soykırımını şu sözlerle ifade eder. Ermeni felaketi bütün Türkiye’yi kapsadı. Her şehir, köy, köşe, Ermeni mukimlerinden yoksun kaldı. Yalnız İstanbul, İzmir ve Halep muaf bırakıldı. Bu oradaki Ermenilerin zarar görmedikleri anlamına gelmedi, çünkü İstanbul’da sürgün konvoyuna dâhil edilmeleri için, yüzlerce Ermeni tutuklanmıştı. İzmir’de Ermeniler azdı. Oradaki asıl tehlike kalabalık Rumlardan gelmekteydi ve elbette sıra Rumlara da geleceği zaman, oradaki Ermenilerin de icabına bakılacaktı. Bu kanlı plan büyük ölçüde 1922 yılında tamamlanacaktır. Konsolos Horton da 1922 İzmir’inde olanları şu sözleriyle özetler. Ermeniler’i yok etmek ve boş zamanlarda da Rumlar’la ilgilenmek üzere belli bir plan var gibiydi, Horton’un gözlemi Emmanuilis’in sözleri ile uyuştuğu gibi diğer gözlemcilerin yargıları ile örtüşmektedir. Altın vuruş İzmir sokaklarında 1922 Eylül’ünde tamamlanır. Bu konuda Türkçe’de tek derli toplu çalışma Majorie Housepian Dobkin’in geçen yıl yayınlanan 1922 İzmir’i, Bir Kentin yıkılması adlı çalışmasıdır. Majorie Housepian Dobkin’in, incelemesi 1922 yılı İzmir’ine odaklanmasına karşın geniş Osmanlı coğrafyasındaki Hıristiyan unsurlarının dalga dalga saldırılarla sistemli bir şekilde yok edilmesi ve kadim topraklarından kazınma tarihinin bir özetidir. O sadece 1922 İzmir’ini resmetmez o günleri naklettiği gibi, sonrasındaki olayları çeşitli kaynaklardan aktararak okuyucularla paylaşır. Bu bakımdan Türk kamuoyu İzmir katliamından yeni haberdar olmaktadır. İzmir katliamı da 1915 Soykırımın bir parçası olduğu gibi inkarın da bir parçasıdır. Yıllarca üstü özenle örtülen yakın tarihin karanlık noktalarından biridir. 1922 sonrasında kalabilenlerin tarihsel topraklarından kazınmasına ilişkin politikalar hız kesmeksizin devam eder: Mübadele adı altında kalanların tarihsel topraklarından zorla sökülmesi, II. Savaş yıllarında Amele taburlarının yeniden tesis edilmesi, Varlık vergisi adı altında gaspın yasalaştırılarak ekonomik ve kültürel jenocid’in sürdürülmesi, her şeyleri elinden alınan kadim halkların toplama kamplarında tecriti, 5-7 Eylül pogromu, 1964 Sürgünü… Soykırımın en önemli sonuçlarından biri nüfusun homojenleşmesiyle birlikte ekonominin “Türk”leşmesi ile zenginlik Müslüman-Türk kesimine geçer. Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Pontosluların birikimlerine ve mallarının üzerine konmayan neredeyse kimse yoktur. Jöntürklerin meclis başkanı ve hariciye vekili, Kemalist dönemde de mebus tayin edilen Halil Menteşe’nin anılarındaki bu Soykırım işine katılmayan pek azdır yargısı önemli bir gerçeğe parmak basmaktadır. Birkaç yıl önce milli savunma Bakanı soykırımı aynı kelimelerle kutsar. Bugün Türk ve Müslüman ser- mayesi bu el konmalar üzerine yükselmiştir. Hangi zenginliğin üstünü kazısanız altında Ermeni, Rum, Süryani ve Pontos zenginliğinin gaspına rast gelmeniz şaşırtıcı olmayacaktır. Türk sermayesi itici gücünü 1915 soykırımından almıştır. 1915 sonrasındaki paylaşımlar ve devamında 1922 sonrasındaki tahsisler bu konudaki tek kaynaktır. 1920’li yılların ulusal gazeteleri ve dönemin kararnameleri bu konudaki örneklerle doludur. Ayrı bir gerçeklik de Ermeni ve Rum zenginliği yanında bu halkların gen havuzuna el konulmasıdır. 1915 sonrası dahiliye nezaretinin mürür tezkerelerinin (bir çeşit iç pasaport) incelenmesi el koymanın boyutları ile ilgili fikir verecektir. Ayrıca kurucu kadro tamamen jöntürk kadrosudur. İttihad’ın B kadrosudur. Bunların çoğunluğu da soykırım faillerinden oluşmaktadır. Bu coğrafyanın kadim halklarını bir şekilde kadim coğrafyalarından kazıyıp buharlaştıran bu kadro soykırım kurbanlarının birikimi üzerinde yükselip burjuvaziye dönüşmüştür. Soykırımda el konulup yastık altında duran birikimler Özal sonrasında Anadolu kaplanları adı altında islami sermaye olarak ortaya çıkan günümüzün ayrı bir gerçekliğidir. Bu gerçeklik aynı zamanda inkarın en önemli parçası ve gerekçesi olarak önümüzde durmaktadır. Bu aynı zamanda kurbanla alay edilerek Soykırımın başka bir yolla devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum sadece liberal ve islami burjuvazi ile de sınırlı değildir: Hasan Cemal dedesi Cemal Paşa’nın 1915’te durduğu yeri son kitabı “1915: Ermeni Soykırımı” başlıklı çalışması ile cesaretle açıklamıştır. Ahmet Türk de cesaretle dedesinin 1915 Soykırımı sırasındaki eylemlerini açıklayan cesaretli kişilerden biridir. Ancak açıklama yapması gerekenler sadece Hasan Cemal ve Ahmet Türk ile sınırlı değildir: Siyasi parti yöneticileri, yazarlar gibi kalburüstü kesimde biyolojik dedelerinin 1915’te nerede durduklarını açıklamalıdırlar. Bu konuda Patrik Zaven’in 1915 Soykırımının aktörleri kızılbaş - sayfa 62 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 (Exterminators) listesi kendileri için ipucudur. unutulmamalıdır. Gereken sadece birazcık cesarettir o kadar… Bu coğrafyanın kadim halklarının maruz kaldığı insanlığa karşı suç işlenmesinin bir karşılığı olması gerekir ki; bu bedel ödenmeden barışma söz konusu değildir. Buradan Soykırımın bedelinin istendiği, kan bedelinin istendiği sonucu çıkarılmamalıdır. İnsanlığın acılarını karşılayacak herhangi bir bedel henüz keşfedilmemiştir. Cesaretin olmadığını tabii ki biliyorum. Ancak oynamak da yakışıksız, zihin açıcı olmak babında birkaç soruya cevap var mıdır: 1. HDK eş bakanı (nedense eşitliğe(!) rağmen erkekler başkan kadınlar “eş başkan” olur) Yavuz Önen’in dedesinin 1915’teki, Babasının 1942’deki konumu neydi? Bu konuda bir şey söylemek ister mi? Atalarının bu konumlarından dolayı edinilmiş gayrimeşru bir şeyler varsa bunları sahiplerine iade etmek gibi bir inceliğini gösterme cesareti var mı? 2. Süryanilerden özür dileyerek tapuları “Süryani cemaatine” iade seansları düzenleyen Berzan Boti dedesinin el koyduğu malları resmen sonuçlanıp iade işlemi tapu kayıtlarına geçti mi? Kısaca sonucu izledi mi? 3. Ermenilerden Süryanilerden Ezidilerden özür dileyen Ahmet Türk biyolojik dedesi Hüseyin Kanco adına mı özür diledi yoksa anlamsız soyut dedeler yani “Hamidiyeler” adına mı özür diledi? Kasr-ı Kanco’nun mülkiyetine sahip olmaya dair de bir şeyler söylemek ister mi? Atılacak ilk adım Soykırım kurbanlarının acılarını hafifletebilecek samimi olarak atılan bir adım olmalıdır ki, bu yükümlülük da kurbanlara düşmez, bu adım kurbanların atacağı bir adım değildir. Bu adımı Soykırım failinin atması bir insanlık borcu olarak hala üzerlerinde durmaktadır. Sözümüz ve çağrımız, özellikle biyolojik dedeleri Soykırımdan nemalanıp kendileri bu birikim üzerinde oturarak bugün özgürlükten bahseden batı’dan ve doğu’dan eşitlikçilik iddiasındaki siyasetçi ve yazarlaradır. Bunun aynı zamanda tarihin 1915’teki donmuşluğundan, bir rehin alınmışlıktan kurtulmanın ve gerçek özgürlüğe doğru hareketin anahtarı olduğu Kültür ürünleriniz tanıtımı için: [email protected] kızılbaş - sayfa 63 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 68 kuşagının saygın önderlerinden komünist ve kızılbaş evladı ibrahim kaypakkaya’ın işkencede katedilişinin 40. yılında saygıyla anıyorum. sakine polat