- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
Mayıs 2013- Sayı 26
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
Ahmet
Türk biyolojik
dedesi adına
mı özür
diledi?
“yavuz
hırsız siyaseti?”
Hovsep
Hayreni
1915
Soykırımı
alet edilen
Kürtler
ve tarihsel
muhasebe etiği
Cemil
Gündoğan
Barış
Sürecinin
Nesini
Destekliyorum?
K. Kılıçtaroğl’unun
Röportajı
Çağlayangil:
Ordu Dersim
Kürtlerini
kesti, fare gibi
zehirledi!
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 mayıs 2013 sayı: 26
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ... Sakine Polat
Sayfa 06 - KEMAL KILIÇTAROGLUNUN RÖPORTAJI ...
Sayfa 09 - Dersim Katliamını Atatürk Planladı ... Ahmet Altan
Sayfa 11 - KADINLARI KURŞUNA DİZMEDİLER, TECAVÜZ
ETTİLER
Sayfa 13 - Biz bu katili iyi tanıyoruz ... Erdal Yıldırım
Sayfa 15 - Tunceli’de bulunan kemikler kime ait? ...
Sayfa 16 - 101 yaşında ölen Diyarbakırlı er Eskeri’nin Dersim
Katliamında asker olarak bulunduğu zamana ilişkin
anlattığı anıları kan dondurdu ...
Sayfa 17 - DERSİM TERTELESİ ADALET ARAYIŞINDA
YÜZEGELEN BİR ICEBERG’İN SU YÜZÜNDE
GÖRÜNEN PARÇASIDIR! ... Sarkis HATSPANIAN
Sayfa 19 - Baba İlyas’la Baba İshak neden isyan etti? ... AYŞE HÜR
Sayfa 23 - CHP, MEDENİYET VE DERSİM. ... Davut Kurun
Sayfa 25 - Barış Sürecinin Nesini Destekliyorum? - 2 ...
Cemil Gündoğan
Sayfa 28 - 1915 SOYKIRIMI, ALET EDİLEN KÜRTLER
VE TARİHSEL MUHASEBE ETİĞİ -1 ...
Hovsep Hayreni
Sayfa 33 - Fail-i meçhul aydın kırımı olarak 24 Nisan ...
Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 34 - Kemal Derviş: Öcalan’a artık ‘hain’ denilmemeli
Sayfa 34 - “Öcalan beni kullanın dedi, biz de kullanıyoruz..” ...
Bülent Arınç
Sayfa 35 - İSLAM BAYRAĞI ALTINDA BARIŞ BİR MASAL ...
Dr. Hüseyin Demirtaş
Sayfa 36 - İsmail Beşikçi İle Sürece İlişkin Röportaj
Sayfa 38 - Πόντιες
Sayfa 39 - Bir Kavram Bin KIRIM - 4 ... A. Haydar Kanlı
Sayfa 40 - ‘Varlık ve yokluk kıskacında Ermeniler.’ ... Ümit Kurt
Sayfa 41 - SERPÊKHATÎ, BÎRANÎN Û NÊRÎNÊN ÊZDIYEKÎ
JI HERÊMA ÇÊLKIYAN ... Kemal Tolon
Sayfa 44 - alevi-kürt halkının ve melek-i tavus’un başına gelenler
müslim korkmaz
Sayfa 45 - Değerli dostlar, saygı değer konuklar; ... Recep Maraşlı
Sayfa 47 - Kato dağında operasyon değil, cenaze töreni vardı
Sayfa 48 - Serhat Halis’e Haydar Karataş sordu
Sayfa 53 - Zulmün Defteri Açılmalıdı ... Sait Çiya
Sayfa 55 - Reyhanlı Dönemecinde Suriye Krizi ve Gerici
Türk-Kürt Bağlaşması ... Garbis Altınoğlu
Sayfa 59 - Ahmet Türk biyolojik dedesi adına mı özür diledi?
1908’DEN 1915’E… SOYKIRIMIN GÜNÜMÜZE
UZANAN KÖKLERİ ... Sait Çetinoğlu
PANEL
Dünden bugüne
‘“Kızılbaş Siyaseti’’
Katliamlar.Asimilasyon.
İlişkiler
02 Haziran 2013 Pazar günü saat
12 00 – 18 00 saatleri arasında
İstanbul’da Yüz Çiçek Açsın
Kültür Merkezi.
Mahmutşevketpaşa Mah.
Mithatpaşa Cad. No: 3/3
Okmeydanı/istanbul, Türkiye
Tel: 0 212 250 4993
Dünden bugüne katliamlar,
asimilasyon, devlet siyaseti
ve barış süreci;
Dr. İsmail Beşikçi - Yazar
Kürtler ve Kızılbaşlar; Demir
Çelik - BDP Milletvekili
Ermeniler ve Kızılbaşlar; Pakrat
Estukyan - Yazar (AGOS)
Rumlar ve Kızılbaşlar;
Sait Çetinoğlu- Yazar
Süryaniler ve Kızılbaşlar;
Ferit Altınsu-Yazar
Kızılbaşlar; Ali Ülger - Kızılbaş
Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Kolaylaştırıcı;
Hatice Çevik - Gazeteci
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
Türk Kürt İslam birliğinin uazkyakın tarihte kanlı örnekleri vardır.
Kızılbaşlar bunu bilirler.
ile
Her aklıselim Kızılbaş bu ittifakın
dışında kalmalıdır...
görmek
Sakine Polat
Hızla değişen gündeme yetişmek
oldukça zorlaşıyor.
- Türk - Kürt İslam kardeşliğinde
ittifak.
- Antakya’daki kanlı katliam.
- T.C. nin yeni anayasa hazırlıkları.
Türk - Kürt İslam birliği zemininde PKK’ın yeni yönelimiyle oluşan
ciddi bir huzursuzluk ile yeni arayışlar yeni fikirlerin oluşturulmasını da gündeme getirmeye başladı...
Yeni dönem Kürt milli siyasal hayatında var olan Kızılbaşları çok ciddi
bir tercih ile yüz yüze getirmiştir.
MİT - A. Öcalan ittifakıyla oluşturulan yeni konsept daha yayınlanmadan ilk açıklama Öcalan’dan yapıldı “süreci bozan düşmanımdır”
tehdidinden sonra ittifak tepeden
adım adım örülmeye başlanırken,
sürece diğer aktörlerin girmesi ve
katkı sunmasının olanakları ortadan kaldırılmıştır. Yeni siyaseti
eleştirmek açıktan yasaklandı! düşman ilan edildi! İttifakın istediği
biat ortamının oluşturulmasının bir
geleceksizliği ifade ettiği, oluşturulan bu biat ortamının demokrasi
ile herhangi bir yakınlığı ifade etmediği anlaşılmalıdır.
Öcalan - Mit ittifakın temel metni
Kürt milletinden gizlenmiştir. Yapılan siyaset çok sınırlı bilgi belge
kırıntılarıyla işletiliyor... Sürecin
olabildiğince şeffaf işletilmesi son
derece önemli olduğu anlaşılmalıdır. Kürtlerin sürece dahil olmalarının önü açılmalı, tartışma ve katkı
sunmalarının kanalları açılmalıdır.
Bu aynı zamanda bir tutsak ile yapılan görüşmeleri kısmen de olsa dengeleyecektir. Kısaca bu asimetrik
gidişattan huzursuz olanların açık
ve cesur bir yaklaşım ile kendilerini
ifade etmelerinin yolu üretilmelidir.
Burada tarafların unutmaması gereken çok önemli bir nokta vardır:
14 Ağustos 1984’ün birgün öncesinde (13 Ağustos 1984’te) silahlar
yoktu ama barış da yoktu! Silahların susmasını ve gerillanın çekilişi
ile barış ayrı ayrı şeylerdir.
Ayrıca kendisiyle yüzleşmeden, eskinin tekrarıyla yenilenmenin ve
demokratikleşmenin mümkün olmayacağı kanısındayız.
Dönem dönem PKK dan ayrılmalar
kopmalar olagelmiştir. Bu ayrılmaların kopmaların başarısızlığının
iki ana nedeni olduğu düşünüyoruz:
1. PKK’ ya düşmanlık eksenli siyaset işletme.
2. PKK’yı tekrarlama siyasetleri.
Her ikisi de başarısız olmuştur...
PKK hoşumuza gider ya da gitmez.
Var olan mevcutta kendi geleceğini kendi siyasal hayatını belirleme
hakkını kullanmıştır.
PKK - MİT - ÖCALAN ittifakı,
Kürt milli mücadelesini Türki devlet siyasete bağlamıştır.
Birkaç ay önce Diyarbakır da yapılan Alevi Sempozyumunda da
Aleviliği Kızılbaşlığı Müslümanlaştırma siyaseti işletildi yazılı dökümanları vardır. Bunlar ön hazırlık siyasetidir.
CHP’in başlattığı ama bitiremediği
Türkleştirme ile Müslümanlaştırma
siyasetini bu dönemde AKP + BDP
ittifakıyla ile bu siyaset yeniden işletilmeye başlanmıştır!....
***
Antakya’daki katliam denemeleri
kanımca direkt suriyeyi işgal projesi değildir. Burada, içerideki ipleri
muhkem tutup aba altından sopa
gösterme siyasetidir.
İttihatçı siyaset tarihinin her döneminde, ecnebi kanadı altında saldırgan siyaset yürütmüştür. Bunu
yaparken de yerli halklara karşı
da çok açık soykırım ve katliamlar
yapmıştır. Ermeni, Süryani, Êzidi,
Pontus, Kızılbaş Koçgiri, Dersim,
Maraş, Çorum, GOP ve Madımak
kırım ve katliamları bu devlet siyasetinin sonuçlarıdır... Önce yaptıranı sonra da yapanlar fark edilmelidir...
***
T.C. nın yeni anayasası, mazlumların yerli ve de farklı halkların kültürlerin ortak çıkarlarını temsil etmeyecektir.
AKP’in temsil ettiği islami kesim
ile CHP’in temsil ettiği militarist
kesimlerin uzlaştıkları paydalarda
bir anayasa çıkabilir. Bu durumda
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kırıntılar da BDP’ye postayla bir
pakette gönderilebilinir.
Bu yeni anayasa sürecinde Alevi
- Bektaşi kesimlerini kimler tarafından ve nasıl temsil edildiklerine
bakalım; Alevi-Bektaşi dernek vakıf federasyon ne varsa CHP ümmetindedirler. Diğer küçük bir kesim de BDP ümmetindeler. Her iki
kesim de kendi öz örgütlenmelerinden yoksun olma noktasında ayniyetlikleri var. Hal böyle olunca kim
hak hukuk için mücadele edecek?
Kelin ilacı olsaydı misali!...
CHP’de bulunarak Alevilerin-Bektaşilerin hak hukuk elde etmeleri
kesinlikle mümkün olmaz. Çünkü
CHP’nin IRKÇI FAŞİZAN KURAMI buna müsaade edemez. Ne zaman ki Aleviler-Bektaşiler CHP’yi
batırıp terk ederler ve kendileriyle
yüzleşerek kendi yollarına kendi
işlerine sahip çıkan siyaset işletir
kendilerine vekil olurlar ise hak hukuk için mücadeleden söz eder hale
geliriz.....
BDP’in müslüman(!) kızılbaşlarının
milli talepleri için BDP bulunmalarını bir noktaya kadar anlaşılır. Gelinen süreçte PKK ve diğer örgütlenmelerinin de ÖCALAN+MİT
İslam kardeşliği/birliği siyasetiyle
lağv edildiğine göre?....
BDP ile Alevi-Kızılbaşların hak hukuk elde etmeleri akla pek uygun
değildir.
İşin özcesi; biz Alevi - Kızılbaşlar
olarak kendi ekonomik demokratik
çıkarlarımız için hak hukuk için artık ona buna marabalıktan feragat
edip birazda kendimiz olalım, kendimiz için çalışalım. Akla en uygun
olan hak yolumuzu hayata aktarıp
kendimize vekil olmayı başarmalıyız!. Neden bizim (ALEVİ-KIZILBAŞLARIN) demokrat bir partimiz yok? bunu kendimize sormanın
da zamanı gelip geçmiyor mu?!...
***
Bilgi paylaşım çağına girdik. Artık
uzak yakın yoktur. İsteyen istediği
bilgiye ulaşması anlık oldu. Az bir
zamanda bir kaç yılda çok önemli
çok hayırlı işler başarıla bilinir. Bir
günlük Gazetemize, bir televizyona, bilgi belge arşiv merkezine ulaşabiliriz. Çok ciddi bir yayınevine,
Kitapevlerine, Hastaneye, Üniveristeye, ciddi işletme sektörlerinde
başarılara imza atabiliriz. Kısacası
siyasal örgütlenmemiz ile demokratik bir rızaşehrini inşa edebiliriz. Bunların olması için kendimiz
olmalıyız. Bunları ırkçı, inkarcı,
işbirlikçi ve asimilasyoncu siyasetlerden uzaklaşarak başarabiliriz.
***
Kızılbaş Dergisinin Ermeni siyaseti
yaptığı, Ermeni olduğu anti propagandalarıyla karşılaşıyoruz. Özellikle de alevicilik yapanlarda, bir
kısım “sol”cularda ve Türk Kürt İslam birlikçilerinde. Bunların hepsinin ortak geçmişleri, ortak siyasetleri var ve anlaşılır bir durumdur.
Örnekleyelim;
Hamidiye Aleylarındaki osmanlı
emrinde askerlik yapan paşa olan
Kürtlerin torunları var. TKP kurucusu Mustafa Suphi Paşa 1915 te
1919 da 1920 nerdeydi ne iş yapıyordu?
Maraş neden Kahramanmaraş oldu?
Şanlı Urfa neden Şanlıurfa oldu?
Antep neden Gaziantep oldu?
Yakın tarihi sorgulamak kendimizle ile yüzleşmek beni Ermeni yapıyorsa evet Ermeniyim!..
Milli Kurtuluş hikayeleri kime karşı ne için yapılmış?
Yerli halkların kesilmesi, sürülmesi milli kurtuluş tarihiymiş ha!
CHP’in MHP’in Türk Kürt islami
ittifakçılığı ile Türk “sol”cularının
ortak dayanışmalarını bu ortak inkar siyasetinde görmek gerekir.
Evet; bir kez daha tekrarlıyorum.
Ermeni meselesinde samimi insani
ve demokratik davranmayanlar hiç
bir özgül ve ortak toplumsal sorunu
çözmeleri mümkün olamaz.
Bulunduğumuz coğrafyanın demokratikleşmesinin ana eşiği Ermeni Soykırımının kabulünden ve
gereğinin yapılmasıyla başlar.
Peşinden 1919 pontus + 1920 Koçgiri + 1925 Şeyh Said + 1938 Dersim + 1978 Maraş + 1980 Çorum +
GOP + Madımak + Reyhanlı.......
Katliamlarda, soykırımlarında, sürgünlerde hayatları gasp edilenlerin
eza-ceza acı çekenlerin, yerlerini
yurtlarını kaybedenlerin, mallarının mülkleri gasp edilenlerin,
mezarları sökülüp altın dişleri sökülenlerin, tüm acılarını kendi acılarımızdır onların önünde başımız
yerdedir.
***
02.06.2013 Tarihinde İstanbul’da
bir Panel düzenliyoruz. Kamuoyuna açık. Demokratik olmasına da
özen göstereceğiz. İlgi duyan herkesi misafir etmek isteriz.
Tüm gönüllü abonelerimizin hayırlı dilekleri ile desteklerini bekliyoruz.
can cana
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KEMAL KILIÇTAROGLUNUN
RÖPORTAJI
Çağlayangil: Ordu Dersim Kürtlerini kesti, fare gibi zehirledi!
Dersim katliamını tanıklığa başvurarak ortaya koyan en önemli çalışmalardan birisi, kendisi de Dersimli olan Kemal Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu, 1986
yılında, Dersim olayları sırasında Malatya Emniyet Müdürü olan eski Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Vekili
İhsan Sabri Çağlayangil ile görüştü.
Çağlayangil'in Yalova'daki evine giden
Kılıçdaroğlu, bu konu üzerinde çalışan
bir arkadaşına vermek üzere ses kaydı yaptı. Ses kayıtlarına göre, Dersim
katliamından önce Malatya Emniyet
Müdürü olarak Dersim'e giden ve Kürt
aşiretleriyle bazı görüşmelere katılan
Çağlayangil, Kılıçdaroğlu'na, "Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli
gaz kullandı. Mağaraların kapısının
içerisinden bunları fare gibi zehirledi.
Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi
de köye ve Dersim’e girdi" diyor.
Kılıçdaroğlu, Hürriyet gazetesi yazarlarından Faruk Bildirici'ye, Dersim
araştırmasını şöyle anlatmıştı:
“Bu konuyu (Dersim’i) araştırma gereği duydum. Lise yıllarından başlayarak
yerel tarih konusunda ciddi bir merakım vardı. Tarih Vakfı’nın, dokümanlarını, kaynaklarını toplamaya çalıştım. Canlı kişilerle konuştum. Tarihçi
Cemal Kutay ile görüştüm. O dönemde
Başbakan olan Celal Bayar’ın konuyu
çok iyi bildiğini söyledi. ‘Ben randevu alacağım, gelirsiniz beraber gideriz’ dedi. Cemal Kutay randevu alınca
beni çağırdı, gittim. 1986’ydı sanırım.
Kutay’a güzel de bir badem ezmesi almıştım. Dedi ki, ‘Celal Bayar hasta,
görüşme şansımız olmayacak.’ Ben de
içimden kızdım. ‘Herhalde beni atlattı’ dedim. Otobüsle Ankara’ya dönerken yolda haberleri açtı şoför. Celal
Bayar’ın hastaneye kaldırıldığını söyledi. Sonra Celal Bayar taburcu olmadan vefat etti ve o görüşme hiç olmadı.
O görüşme olsaydı belki çok şey öğrenecektim.
İhsan Sabri Çağlayangil ile görüşmemi
Çağlayangil: Var. Onda tarihi izahat
var. Ve Dersim hakkında en iyi, en resmi tetkik de odur. Ben Malatya Emniyet Müdürüyken Kürt meselesine merak sardım. (…)
İki ayrı rapor yazdım o devirde bakanlığına verdim. Raporların birer nüshası bende fakat ‘ara bul’ derseniz, bu
evrak-ı perişanın içinde imkânı yok
bulamam.
İhsan Sabri Çağlayangil
https://www.facebook.com/photo.php?v
=125681297626800&set=vb.5391966927
75486&type=2&theater
sağlayan bir yeminli mali müşavir arkadaşımdı. Onun ricası üzerine randevuyu Cavit Çağlar aldı. Çağlayangil’in
Yalova’daki evinde buluştuk. Bir arkadaşın radyo teybiyle gitmiştim. O
konuştu, banda aldım. O döneme ait
güzel bilgiler verdi. O yaşta müthiş bir
hafızası vardı. Ben o bütün bilgileri,
bendeki dokümanları araştırma yapan
güvendiğim bir arkadaşıma devrettim.”
Bu açıklama üzerine harekete geçen gazeteci Soner Yalçın, Kılıçdaroğlu'ndan
Çağlayangil ile yaptığı görüşmenin ses
kaydını aldı ve 22 Ağustoks 2010'da
Hürriyet'te yayımladı.
İşte Kılıçdaroğlu'nun kaydettiği görüşmede, devletteki son görevi, 12 Eylül
1980 darbesinden önce "Cumhurbaşkanı Vekilliği" olan Çağlayangil'in
Dersim katliamı konusunda anlattıkları:
Çağlayangil: Dersim hakkında en güzel kitabı hizmete mahsus olmak kaydıyla ve 100 nüsha basılmak şartıyla
Kazım Orbay yazmıştır, Jandarma Genel Komutanı iken.
Kılıçdaroğlu: Kitabı gördüm efendim.
Türk Tarih Kurumu’nun kütüphanesinde var.
İki büyük siyaset Cumhuriyet’te zaman zaman hâkim olmuş ve çarpışmıştır. Birincisi, bunlara şiddet yoluyla,
baskı yoluyla hâkim olmak.
İkincisi kültür yoluyla hâkim olmak.
Kültür yoluyla hakim olmak siyasetinin müdafii Avni Doğan gibi dördüncü
umum müfettişliği yapmış, o havalide
uzun müddet valilik ve müfettişi umumilik yapmış, Kürtleri tanımış kimselerdi.
Fakat Türk siyasetine Fevzi Çakmak’ın
mutaassıp görüşü hâkimdi. Fevzi Çakmak Doğu’ya yol yapmanın, Doğu’da
mektep açmanın, Kürtleri elit hale
getirmenin, oraya medeniyet sokmanın aleyhindeydi. ‘Bunlar uyanırlarsa
istiklal fikrine kapılırlar ve vatanımız
bölünür’ diyordu. (…)
Dersim’i merak
Dersim’i gezdim.
ettiğim
zaman
Kılıçdaroğlu: Hangi yıldı efendim?
Çağlayangil: 1936–37. (O dönem)
Dersim’e Jandarma giremiyor. Dersim’e
tahsildar giremiyor. Dersim’de ağa nüfuzu hakim. Dersim’de hükümet yok.
Dersim’de Türkiye Cumhuriyeti otoritesi yok.
E otorite olmayınca o boşluğu ağa
doldurmuş. Bir yandan hükümranlık
Cumhuriyet’te; bir yandan otorite Kürt
ağasında. Bu çelişki Dersim’in mukadder hayatını yaşıyor. (…)
Bunun sonucu o tarihte de Dersim’de
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
harekat cereyan etti..
Harekat da şöyle başlamıştı:
Fırat üzerinde Şeytan Köprüsü denen
bir yer vardır. Onun başında karakol
vardır. O şeytan köprüsünden geçilince Dersim’e geçilmiş olur. O karakolda
İsmail Hakkı isminde bir yedek subay
komutasında 33 jandarma eri nöbet
tutuyor. Orası Dersim’in kapısı. Seyit
Rıza bir gece kuvvetleriyle basıyor.
İsmail Hakkı Bey’i ve 33 jandarmayı
da şehit ediyor. Onun üzerine Abdullah Alpdoğan Paşa, Kastamonulu; ona
emir veriliyor. ‘Bütün ordu iştirak etsin bu Dersim’i temizleyin’ diyorlar.
Dersim hareketi böylece başlamış oldu.
Dersim’de ilk harekat Galatalı Şevket
Bey tarafından yapılmıştır. Galatalı Şevket Bey bir albay. Mersin’deki
Kürtlerin Kürtçe şarkılarında hala Galatalı Şevket Bey’in yaptığı mezalimin,
öldürdüğü kimselerin ağıtları ve destanları yaşar. Hala söylerler. (…)
Kılıçdaroğlu: Abdullah Paşa o ara
Elazığ’da.
Çağlayangil: Elazığ’da. Ben de Malatya Emniyet Müdürüyüm. Haliyle otomobile bindik Elazığ’a gittik. Abdullah
Paşa bizi misafir etti. Harekat başlayalı 1-2 ay olmuştu. Abdullah Paşa dedi
ki ‘bu kefereyi kıstırdım; ekinlerini
yaktım uçakla. Mağaralara iltica ettiler. Fakat dağlık arazi karargâh-ı
Munzur’da’ dedi. ‘Bu dağları tuttular.
Bu dağları bir mavzerli alay tutabilir.
Öyle geçitler var’ dedi.
(…) ‘Bir kadın var’ dedi ‘bunların içinde.’ Kadının resmini de gösterdi ‘o
kadar nişancı ki’ dedi; Karakolda kapı
aralığından jandarmayı vurmuş. ‘Çok
zorluk çekiyorum’ dedi. ‘Bunlara haber gönderdim. Bunların 15 kişi aşiret
başı liderleri var. Bunları bize teslim
edin hareketi durduracağım dedim.’
Mehil istemişler. ‘Yarın bu mehil bitiyor. Madem merak ediyorsunuz beraber gidelim, cevap getirecek Kürtler”
dedi.
Biz ertesi gün 2 otomobil ve koruyucu manga, bir de taze ekmek çuvallara
doldurulmuş bir kafile halinde hareket
ettik. Bir yerde yanlışlıkla ateş yedik.
O badireyi geçtik bir acayip yere vardık.
Abdullah Paşa ‘inmeyin arabadan,
bizden evvel insinler’ dedi. Sonradan
Paşa olan Şevket Bey (anlaşılmıyor)
onlar falan indiler. Bir yar var, bayağı
derin. Kürtlerle yapılan anlaşma gereğince iki taraf da o aşağıya silahsız
inmesi lazım. Abdullah Paşa, Vali, ben
ineceğiz. Abdullah Paşa haber yolladı.
‘Biz üç kişi ineceğiz. Yabancı değildir,
biri Malatya Emniyet Müdürü’dür, biri
Malatya Valisi’dir. Çekinmesinler.’
Biraz bekledik tercüman geldi. Ona
izah edildi vaziyet. Sonradan 15-20
kişi geldi. Kürt bunlar. Bende fotoğrafları var. Bunlar garip adamlardı. Uzun
boylu, insan güzeli, göğüslerinden kıllar sarkmış, kumral, koyu kumral kişilerdi. Heybetli adamlardı.
Abdullah Paşa psikolojik hareket etti.
‘Ekmekleri dağıtın’ dedi. Karşı taraf
aç. Muhasarada. Bunlara fırından yeni
çıkmış ekmekleri dağıttılar. Herkese
birer ekmek verildi. Yarısını yediler
yarısını koyunlarına koydular.
Abdullah Paşa uygun bir konuşma yaptı. Dedi ki, ‘Siz Demenan aşiretisiniz.
Ben Kastamonuluyum. Taşköprülü-
yüm. Niçin Kastamonu’ya Kastamonu
demişler bilir misiniz? Kastamonu bir
dere içindedir. İki tarafı yardır. Bir tarafa bir aşiret yerleşmiş, bir tarafa bir
aşiret yerleşmiş. Bir tarafa Kast aşireti yerleşmiş, bir tarafa Tuman aşireti
yerleşmiş. Kast-Tuman demişler. Ben
Tuman aşiretindenim. Tuman zamanla
Demenan olmuş. Ben sizin aşiretinizin cedlerindenim. Birbirimizle akrabayız. Sizi iğfal eden, başlarınızdaki
size isimlerini verdiğim adamlardır.
Bunlar ortadan kalkarsa arada bir itilaf kalmaz. Birbirimizle iyi geçiniriz.
Umarım ki iyi haber getirdiniz’ dedi.
İsmini hatırlamadığım (bir süre ses kesik) Kürtçe anlattı, tercüman bize tercüme etti. Adam diyor ki, ‘beyanatınız
bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimlerden üçü hariç bunları size teslime
karar verdik.
Abdullah Paşa üç kişinin kim olduğunu sordu. İçlerinde biri bu iyi nişancı
kadın. İki kişi de başka adam var.
Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna
edilmesine razı olamayacaklarını, üç
kişinin de tesliminin gerektiğini beyan
etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebini sordu. Kürt, büyük bir samimiyetle dedi ki; ‘bir kadının bir kocası olur.
Siz bir hareket yapıyorsunuz burada,
bu hareket gelir geçer. Buralar yine
Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize
zulmeder bu ağalar. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz bütün Dersim’e hâkim
olsanız, oraya devlet otoritesi girse,
zaten biz ağaya kul olmayız. Ama siz
yoksunuz. Bizim daimi muhatabımız
ağa olduğu için ve kudret de onda olduğu için, bunlar da en büyük olduğu
için sizin değil onların dediğini yapmaya mecburuz.’
Abdullah Paşa şimdiye kadar bu işin
böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’in
de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı, ağaların lafına kapılmamasını,
meseleyi tekrar tezekkür etmelerini
söyledi. Bunlar kabul etmediler.
Sonra biz geri döndük, yeni mehil
istendi. Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler, mağaralara iltica
etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden
yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.
Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası
da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve
Dersim’e girdi.
Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz.
Jandarma da girer, siz de girebilirsiniz.
(…) Abdullah Paşa ile olan tetkiklerimi bitirmiş, Ankara’da göreve başlamıştım.
Kılıçdaroğlu: 1938’de mi 37’de mi?
Çağlayangil: 37’de. Yani o tarihten
3–4 ay geçmişti. (İçişleri Bakanı)
Şükrü Kaya çağırdı dedi ki Atatürk
Singeç köprüsünü açmaya gidecek,
Elazığ’a da uğrayacak, Seyit Rıza ile
ilgili mahkeme bitmiş fakat karar tebliğ edilmemiş. Elazığ’da 6 bin Kürt
toplanmış, Atatürk’ün seyahatini duymuşlar. Atatürk’ten Seyit Rıza’nın affı
için şefaat isteyecekler. Yanına sivil
adamlarını al git, Atatürk gelmeden
önce mahkeme kararı uygulansın da
Kürtlerin Atatürk’e müracaatları ve ricası olmasın’ dedi. Ben 3–5 sivil polis
aldım yanıma gittim. (devamında ses
bozuk) Cellât, Çingene buldular infaz
için. ‘15 kâğıt isterim. Üç-dört de …
(anlaşılmadı)… isterim’ dedi. Hapishaneye gittik. Yedi idam mahkûmu vardı.
İçinde Seyit Rıza ve oğlu da var. Biz
Elazığ emniyet müdürü İbrahim ile Seyit Rıza’yı aldık.
İmam, dini telkin yapmak istedi Seyit
Rıza kabul etmedi. Jandarma karakolunun önünde bir meydan vardı orda
asılacaklardı. Oraya götürdük. Savcı
bir yafta yapıştırdı. ‘Vasiyetin var mı’
dedi.’ Kırk lira param var onu oğluma
verin’ dedi. Hâlbuki oğlu da asılacak
farkında değil (anlaşılmadı.) ‘Başka
vasiyetim’ yok dedi. Beyaz gömlekle
çıktı sehpaya; bomboş meydana- sanki insan doluymuş gibi hitap etti: ‘Biz
evlad-ı kerbelayız. Bi hatayız. Ayıptır.
Zulümdür. Cinayettir” (anlaşılmadı.)
(…) O şekilde Seyit Rıza artık bitti,
kapandı. Yani Dersim’deki liderler bu
şekilde bertaraf edildi. Diğer öbür liderler de Dersim harekâtında hayatlarını kaybettiler. Kürtler üzerinde ağalığa başlayacak, yeni liderlik yapacak
kimse kalmadı.
(Bundan sonra ses tamamen kayıp.)
Koçgiri direnişi kahramanımız Aliser’in kesik başı
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Atatürk’ten başka “sorumlusu” olabilir mi?
Yoksa buna itiraz etmiyorlar da
Dersimde bir “katliam” olduğunun
söylenmesine mi itiraz ediyorlar?
“Dersim’de katliam olmadı” mı diyorlar?
Orada binlerce adamın öldürülmesinin adı ne CHP’lilere göre?
CHP'yi karıştıran dersim tartışmasına
Ahmet Altan da katıldı. Altan katliam olarak nitelendirdiği olaylardan
devlet ve Atatürk'ün sorumlu olduğunu belirterek, üstü kapalı bir şekilde
'Katil Atatürk' dedi.
CHP'de, Hüseyin Aygün'ün “Dersim
Katliamı’nın sorumlusu devlet ve
CHP’dir. Atatürk de bu olaylardan
haberdardır” şeklindeki sözleriyle
başlayan tartışma sürüyor. Aygün'ün
sözleri sonrasında CHP karışırken,
kamuoyundan da farklı sesler yükseliyor.
Konuyla ilgili en aykırı ses ise Taraf
yazarı Ahmet Altan'dan geldi. Altan "Ülkenin hâkim-i mutlakı olan
Atatürk’ün “haberdar” olmaması zaten söz konusu değil ama Atatürk sadece “haberdar” değildi, bu katliam
için bizzat emir veren, planları yapan
adamdı." diyerek, yeni bir tartışmanın
fitilini ateşledi.
Yaşanan olaylardan devleti ve
Atatürk'ü sorumlu tutan Altani bu
sözleriyle üstü kapalı bir şekilde 'katil
Atatürk' dedi.
İşte Ahmet Altan'ın çok tartışılacak o
yazısı...
CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin
Aygün, “Dersim Katliamı’nın sorumlusu devlet ve CHP’dir. Atatürk de bu
olaylardan haberdardır” deyince ana
muhalefet partisinde kıyamet koptu.
Bazı milletvekilleri Aygün’e karşı
ayaklandı.
Parti yönetimi Aygün’ün savunmasını
istedi.
Bu konuda yapılan açıklamaları
okudum ama ne CHP yönetiminin, ne
de CHP’li milletvekillerinin Aygün’e
niye itiraz ettiğini anlayabildim.
Aygün’ün yalan söylediğini mi düşünüyorlar?
1937’de gerçekleşen Dersim
Katliamı’nın sorumlusu olarak devleti
ve CHP’yi görmüyorlar mı?
Dersim Katliamı’nı devlet yapmadı
mı?
CHP yönetimi ve milletvekilleri,
Dersim Katliamı’nın sorumlusunun
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden
başka biri olduğunu düşünüyorlarsa,
söylesinler.
O katliamı devletten başka kim yaptı?
O tarihte devletin tek sahibi de CHP
değil miydi?
Türkiye’de devletten ve devletin sahibi
olan CHP’den başka bir güç mü vardı?
Öldürülmediğini mi iddia ediyorlar?
Girsinler internete o katliamın korkunç görüntülerini rahatça bulurlar.
Zaten çok uzağa gitmeye gerek yok.
Dersim konusunu dile getiren eski
CHP Milletvekili Onur Öymen’di,
Kürtlere karşı sertleşme politikasını
savunurken Atatürk’ün Dersim’de
yaptıklarını örnek göstermişti.
İsterlerse biraz daha yakına gelsinler.
Dersim Katliamı’yla ilgili sözleri için
“savunma” isteyen partilerinin bugünkü başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na
doğru yaklaşsınlar.
Ona İhsan Sabri Çağlayangil ile Dersim konusunda neler konuştuklarını
sorsunlar.
O konuşmanın kayıtlarını bulsunlar.
Yoksa Atatürk kısmına mı itiraz
ediyorlar?
Çağlayangil’in tarihe geçen, “İnsanları mağaralarda fareler gibi öldürdük”
sözünün altını çizsinler.
Bence Aygün kibarca söylemiş,
“Atatürk de bu olaylardan haberdardı”
derken.
Binlerce insanın “mağaralarda fareler
gibi öldürülmesinin” katliamdan daha
başka bir ismi varsa onu söylesinler.
Ülkenin hâkim-i mutlakı olan
Atatürk’ün “haberdar” olmaması
zaten söz konusu değil ama Atatürk
sadece “haberdar” değildi, bu katliam
için bizzat emir veren, planları yapan
adamdı.
Trabzon’daki müzeye giderlerse
Atatürk’ün üstünde çalıştığı harekât
planını da orada görürüler, Atatürk
harita üstünde birliklerin gideceği
yerleri belirlemişti.
Askerlerin kesilmiş kafaları ellerinde
tutan resimlerine baksınlar.
Bunun neresine itiraz ediyorlar?
Dersim Katliamı’nın devlet, CHP ve
Sonra kamuoyuna Aygün’ün sözlerine
niye itiraz ettiklerini anlatsınlar.
Dersim’de yaşananlar hakkında biraz
bilgisi ve bir nebze vicdanı olan hiç
kimse Aygün’ün sözlerine itiraz
edemez.
İnsanları yakarak, bombalayarak,
idam ederek, kafalarını keserek öldürdüler Dersim’de, sonra da utanmadan
bunun konuşulmasını yasak ettiler.
Hâlâ gerçekleri susturmaya çalışıyorlar.
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tabii, bu ülkede Dersimlileri bombalayan Sabiha Gökçen’in adı bir havaalanına veriliyorsa sadece CHP değil
bütün partiler utansınlar.
Kürtlerin katilinin adını taşıyan bir
havaalanından Kürtleri yolculuk etmeye zorlayan bu devlet utansın.
O havaalanının adı bir gün değişecek.
Sivil halkın üstüne bomba atan birinin
adı havaalanına verilemez çünkü.
Bu devlet Kürtleri böyle delirtiyor
işte, öldürüyor, öldürdüğünün söylenmesini yasaklıyor, öldürdüğü söylendiğinde pişkince reddediyor, katilin
adını havaalanına veriyor, sonra da
“biz kardeşiz” diyor.
Kardeş olduğumuza hiç inanmıyorum
ama eğer kardeşsek de Habil’le Kabil
gibi kardeşiz, kardeşlerden biri diğerini öldürdü, defalarca öldürdü.
Sonra da “yoo, öldürmedik” diye
gözlerinin içine baka baka alay etti,
“öldürdünüz” diyeni cezalandırdı.
Hâlâ da cezalandırıyor.
Belki de Aygün’ü, Dersim Katliamı’nı
en yakından bilen insanlardan birinin
yönettiği partiden atacaklar.
Dersim’de katliam olmamış mı olacak
o zaman?
Yoo, sadece başta Kılıçdaroğlu olmak
üzer bütün CHP gerçekleri saklamış,
olayları çarpıtmış, yalan söylemiş
olacak.
Benim onlara söyleyecek bir sözüm
yok.
Ama sanırım Seyit Rıza’nın
Kılıçdaroğlu’na bir sözü olacak:
“Ayıptır, zulümdür, cinayettir.”
Bu söz, Aygün’den savunma isteyen
Kılıçdaroğlu’na hayatı boyunca yeter.
Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir
icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir
bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan
kanun, diğer katliamların “Jenosid
olmadığı” anlamına gelmez.
Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin
tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp
atmak” için kanunlar hazırladılar.
Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler.
Kara ve hava harekâtı planladılar.
Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk
yetiştirme yurtlarına yerleştirerek
kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek
için program hazırlayıp uyguladılar
Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50
bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60
bini toplu katledildi, telef edildi. 20
-30 bin insan sürgüne gönderildi.
Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen,
olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür.
İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi,
1977 yılında hazırlamış olması, ilk
kez “Dersim jenosidi” kavramı ile
tanımlaması dikkate değerdir.
“Jenosit/soykırım”
kavramının
1990’lardan sonra, Kürd ve Türk
çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada geciktiğimizi ve devletin resmi
ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği çok muazzam lehine kullanarak
bilgi kirliliği ve yanılsamalar yarattığı, mağdurları bile kendi “portresi”
haline getirip, politikasına araç ettiğini gözlemlemekteyiz.
“Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan
okumasını göstermesi bakımından da
son derece önemli bir olgudur. Öte
yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının
araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin,
Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu,
bilimsel düşünce sürecine darbeler
vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki
dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir.
Araştırmada, kanunla ilgili meclis
görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının,
Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl
algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir.
Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar),
yerel(otokton) halkları yok etmeye
koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki,
özel olarak da Dersim'deki jenosid
uygulamaları, çeşitli kaynaklardan
yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır.
Kritik edilmesi dileğiyle!
İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla...
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
90 yaşındaki Yumoş Bakıray
KADINLARI
KURŞUNA
DİZMEDİLER,
TECAVÜZ ETTİLER
1937 yılında Turişmek köyü Robaik
mezrasında, ailemle yaşıyordum. 15
yaşındaydım daha. Askerler katliamdan önce gelip köydeki evlerde bulunan
bıçaklarımızı bile toplayınca babalarımız, dedelerimiz şüphelendi aslında.
Askerler katırlarla aylarca bölgeye sevkiyat yaptılar, çadırlar kurdular, silahlar getirdiler. Katliam gününde bizim
köydeki insanları başka bir köye götürdüler. Biz kaçtık, ormana saklandık.
Oradan seyrediyorduk korkuyla. Çevredeki köylerden toplananları ilk önce
kadın ve erkek olarak iki ayrı gruba
ayırdılar. O anı hayatım boyunca hiç
unutmadım. Kalabalığın önüne kurulu
silahlar vardı. Askerler erkekleri o silahlarla taradılar. O an yükselen çığlık
ve yakarışlar, şu an bile kulağımda.
Anlatırken kalın çerçeveli gözlüklerinin altından gözyaşları akıyor Yumoş
Nene’nin. “Neneceğim biraz dinlen
istersen” deyince, “Yok oğul, anlatalım ki bir daha kıyamasınlar kimseye”
dedi ve devam etti:
İnsan vicdanının kabul edemeyeceği
bir sahneydi benim için. Gece kâbus
görmeme neden olan olay o an oldu.
Askerleri kadınların içine saldılar. Etraf sarılıydı ve çoğu bir birine iple bağlanmıştı. Kadınlara tecavüz ettiler ve
çığlıklar içinde süngüler ile öldürdüler.
Ortalık tam bir cehenneme dönmüştü.
Saklandığımız yerde ağlıyor, korkuyor
ve çığlımızı içimize gömüyorduk. Aynı
şey bizimde başımıza gelebilirdi. Kaçtık, ormanın derinliklerinde saklandık.
Askerler daha sonra köyleri ateşe verdi. Askerler gittikten sonra saklandığımız yerden çıkıp köye indik. Cesetler
yerdeydi hala. Her yer kan gölüne dönmüştü. Her taraf komşumuz, akrabalarımız ve tanıdıklarımızın cesetleri ile
doluydu. Sonra tekrar ormanlık alana
çekildik. Aylarca ormanda saklandık
hiç inmedik. Gündüz mağaralarda
saklanıyorduk, gece köylerimize gelip
başıboş olan hayvanları sağıp süt alıp
tekrar mağaralara geri gidiyorduk. Kadınlar çocukları ile birlikte mağaralara
saklanıyordu. Bir bebek ağlamaya başladı. Yanındakiler kadına ‘çocuğu sustur, yerlerimizi öğrenirlerse gelip bizi
de öldürürler’ dedi. Kadın emzirdiği
çocuğunu göğsüne ağlayarak bastırdı
sesi çıkmasın diye. Asker gittiğinde
çocuk boğulmuştu.
KÖYÜ ÇIĞLIKLAR SARDI
Katliamın bir diğer yaşayan tanığı 83
yaşındaki Hüseyin Gül. İzlerini hala
vücudunda taşıdığı katliam sırasında
10 yaşındaymış Hüseyin Dede: Anlatırken o günleri yeniden yaşıyor:
Askerler bizi Hopik’te topladı. İple kollarımızı birbirine bağladılar. Önümüze
makineli tüfekleri koydular ve taramaya başladılar. Kadın çığlıkları ortalığı
kaplamıştı. Ağzımdan ve vücudumun
başka yerlerinden vuruldum. Bir cesedin altında kaldım ve ölü numarası
yaptım, hiç kıpırdamadım. Yaklaşık
10 asker ölenleri kontrole geldi. Süngü batırıyordular.Koluma süngü isabet edince ah dedim. Canlı olduğumu
anlayınca bacağımdan tutup sürükledi
ve tepeden aşağı attılar, Munzur’a attılar beni. Askerler sudayken de ateş
etti ama vuramadı. Bir baktım Munzur
kıpkırmızı, kan akıyor. Suların üzerin
cesetler yüzüyor. Boğulmak üzereyken
yanımdan geçen bir cesede tutundum.
Onunla birlikte epey sürüklendim. Bir
yerde ayaklarımın taşa değdiğini hissedince çırpındım sudan çıktım. Aylarca dağlarda köy köy dolandım.
_____________
Keçileri Bombalayan Pilota Madalya
Takıldı..
CHP, ilginç bir parti. CHP’liler de! Bir
yandan bir mezhep ekseninde kadrolaşmaya soyunuyorlar. Diğer yandan
o mezhep mensuplarının yoğun olarak
bulunduğu bir ilimize yönelik kanlı
baskınları örtbas etmeye çalışıyorlar.
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sadece CHP’liler değil. Kendilerine
yönelik kanlı baskınlar düzenlenen
Dersimlilerin tavırları da ilginç. Kendi cellatlarını, bağırlarına basıyorlar.
Kendi yorumlarımızla işi subjektif
değerlendirmelere götürmeyelim. Yapı
Kredi Yayınları’ndan 1998’de çıkan
bir kitaptan alıntılarla olayı aktaralım.
Kitap, Cumhuriyet’in 75. yılı anısına, Halit Kıvanç’ın Sabiha Gökçen ile
yaptığı ve 1950’li yıllarda gazetelerde
yayınlanan röportajlardan oluşuyor.
Kitabın ismi de “Bulutlarla yarışan kadın.” CHP’liler itiraz ediyorlar, “Dersim olaylarında şu şu kişilerin bir kusurları yoktur” diyorlar ya. Atatürk’ün
manevi evladı ile yapılan röportajdan,
olayın gerçek yönünü öğrenelim. Önce
Halit Kıvanç’ın yorumu:
Hafızanıza müracaat ederseniz, genç
kızın yola Ata’nın tabancası ile çıktığını hatırlarsınız. Bu tabanca, Sabiha Gökçen’in şu anda da titizlikle
muhafaza ettiği kıymetli hediyelerin
başında geliyor. Zira Ata, genç kızın
esas tabancasının ağır olduğunu bildiğinden, ona daha hafif olan SmithWesson’unu vermeyi doğru bulmuştu.
Bu aynı zamanda, ‘Sana güveniyorum.
İcap ederse işte seni koruyacak silah’
demek isteyişi gibi, mutena bir manası
da vardı. Atatürk’ün tabancaları çoktu.
Uzun müddet kullandığı esas tabanca,
bu Gökçen’e Dersim’e giderken verdiği
idi.
Demek ki ne imiş? Sabiha Gökçen,
Dersim’i bombalamaya gitmeden önce,
Atatürk’ten çok önemli bir hediye almış: “Atatürk’ün en uzun süre taşıdığı
silahı.” Aynı röportajdan, şimdi de direkt Sabiha Gökçen’in anlatımını aktaralım:
Alay kumandanı bizi toplamış ve ‘tabancalarınızı unutmayın’ demişti. Ben
de Ata’nın verdiği tabancayı elimle
şöyle bir yokladım. ‘Canlı ne görürseniz ateş edin’ emrini almıştık. Asilerin
gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk.
Olayın bire bir içindeki kişi anlatıyor;
1937’de yaşanan Dersim bombardımanını.Emir aynen bu: “Canlı ne görürseniz, ateş edin.” Ve bizzat failin ağzından itiraf: “Asilerin gıdası olan keçileri
dahi ateşe tutuyorduk.” Kıvanç’ın ara
notları ile, manevi evladın anlatımları
devam ediyor:
Gökçen bir an güldü: Gariptir, dedi.
Tavuk kesilirken bakamam. Fakat tayyareye binince, hele böyle askeri vazife alınca, bu histen sıyrılıyordum.
Gene de öyledir. Tavuk kesilmesini
seyre bile tahammül edemem.
Tavuk dahi kesemeyen manevi evlat,
“canlı ne görürse, bombalıyor!” Ben
iddia etmiyorum, kendisi itiraf ediyor. “İlk kadın tayyarecimiz Sabiha
Gökçen” başlıklı aynı röportajın devamında bir ara başlık: “Dersim başarısı
madalya ile taltif ediliyor.” Ara başlığın altında yazılanlar, anamuhalefet
partisinin bugün karışmasına sebep
olan “Dersim olaylarından Atatürk de
haberdardır” merkezli iddiaların ne
kadar doğru olduğunu ispatlıyor:
Sabiha Gökçen, Dersim harekatında
muvaffakiyetle vazife görmüştü. Bir
ay süren harekat sırasında bazan pilot olarak tayyareyi kullanıyor, bazan
râsıt olarak vazife görüyor, bazan bomba atıyor, bazan keşif yapıyordu. Âsiler
bir kadın tayyarecinin kendilerine
bomba attığını öğrenmişlerdi. Hele
bir kadın tarafından ateşe tutulmak,
onlara çok ağır geliyordu. Ah bu kızı
ellerine geçirselerdi. Bunun içindir ki
Atatürk ileriyi görmüş ve ‘Çarpışacağın insanların eline esir düşersen, sana
çok fena muamele ederler’ demişti."
“Aleviler, Kerbela’da katledilen 72 kişiyi
unutmadılar, ama Dersim’de katledilen
72,000 bin kişiyi unutmak üzereler.”
Sosyolok Dr. İsmail Beşikçi
4 MAYIS; DERSİM
ALEVİ KATLİAMININ
YILDÖNÜMÜ!!!
GEÇMİÇ GELECEĞİN
AYNASIDIR. YAVUZİDRİSİ BİTLİSİ İTTİFAKI, BUGÜN BDP-YENİ
OSMANLICI SÜNNİ
İTTİFAK DERSİMDE
NEDEN ALEVİLERE
KATLİAM UYGULANDIĞINI ANLATMAYA
YETER SANIRIM!
“Dersim’in inancı, ikrarı
hedef alınmıştır.”
38 Kerbela’dan beri gelen
bir süreçtir desek yanlış
bir şey söylemiş olmayız.
O yüzden 38, inanç üzerine kuruludur.
“Anadolu’da herkes Dersimlilerin katledilmesinde hemfikir olmuştur.
Dersim katledilirken
Diyarbakır’da yürüyüş
olmamıştır, Hakkâri’de
de Mardin’de, Kars’ta da
başka yerde de...” “Kimse; Lazlar da Kürtler de
başka çevreler de ‘Allah
kurtarsın’ demedi.” diyor.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Erdal Yıldırım
AKP hükümeti geçtiğimiz yıllarda bir
yandan toplumsal barış konusunda,
çeşitli etnisite ve inançlarla ilgili bir
dizi sözde “açılım” ve “çalıştay” düzenleyip durdu. Bugünde bir yandan
“barış” diye yollara düşüyor, diğer
yandan bu topraklarda toplumsal barışın sağlanmaması için tarihte kötü
rol oynamış kimi kişileri cilalayıp
kamuoyuna bilge, kahraman vb. gibi
şirin gösteriyor, birçoğunun adlarını
çeşitli tesislere, cadde ve sokaklara,
okullara vererek yeni travmalar yaşanmasına önayak oluyor ve bu konuda adeta özel bir çaba harcıyor.
Bunlardan birisi de Topal Osman’dır.
Onunla ilgili çekilen film bugün vizyona girdi ve gösterimlere başladı..
Filmin adı: “Atatürk’ün Fedaisi Topal
Osman – Cumhuriyete Giden Yol“
Topal Osman ile ilgilisadece film çekilmekle de kalınmamış, biraz sonra
anlatacağım gibi yaşamınınbüyük
bölümünde çetecilik, gasp, dolandırıcılık, tecavüz ve katliam sanığı gibi
özellikleri olan bu çapulcunun heykeli
de Giresun’a dikilmiştir.
1883 doğumlu Topal Osman, İttihat
ve Terakki’nin tetikçilerinden, sayısız Pontuslu kadına, kıza tecavüz
eden, mallarını mülklerini gasp eden,
birçoğunu öldüren, 1921’de yüzlerce
Koçgirili’nin (1) katledilmesinde ve
mallarına el konulmasına kumanda
eden ve de Türkiye Komünist Partisi
(TKP) kurucusu Mustafa Suphi’yle 15
yoldaşının(2) Karadeniz’de boğularak
hunharca katledilmesinde başrolü oynamış bir piyondur Topal Osman.
AKP’nin bu konudaki tek örneği sadece Topal Osman da değildir. AKP
tarihsel süreç içerisinde Alevi ve
Kızılbaşların katledilmesinde başrol
oynayan Yavuz Sultan Selim’i, Kuyucu Murat’ı, Yavuz’a yardım edip
Kızılbaşların katlinde başrol oynayan
İdris-i Bitlisi’yi, Alevilerin canlarının,
namuslarının ve öldürülmelerinin helal olduğu, öldürenlerin cennete gideceği şeklinde fetva veren Ebu Suud’u
ve benzeri birçok kişiyi öne çıkartmıştır. Bizzat Başbakan R.T.Erdoğan
mitinglerinde,toplantılarında bu kişileri övüyor, bu kişilere saygı ve sadakatini belirtiyor.
Evet, şimdi de Topal Osman filmi gösterimde…
Ama biraz bakalım, buTopal Osman
kimdir? Nasıl bir fedaidir? Tarihteki
misyonu nedir? Neler yapmıştır da
adına film çekilmiş, Giresun’a heykeli dikilmiştir? Filmin galasına kimler
katılmıştır?
Topal Osman, Balkan Savaşında yaralanıp “topal” olduğunu ileri sürmüş
ve bu sahteciliği sebebiyle Osmanlı
ordusundan atılmıştır. 1. Paylaşım
Savaşı sırasında ordudan aldığı buğdayları yine sahte mazbatalarla orduya satan; Belediye Başkanlığı yaptığı
sırada özellikle Rumların arazilerin
tapularını çeşitli oyunlarla kendisine
ve akrabalarına pay etmiştir. Pontus
köylerinde kadınlara tecavüz eden,
mallarına, ziynet eşyalarına el koyan;
Koçgiri katliamında yakıp yıktıkları,
yağmaladıkları köylerde elde ettikleri
ziynet eşyalarını, mal davar ve koyunları gasp eden bir hırsız ve dolandırıcıdır Topal Osman.
Topal Osman, Mustafa Kemal tarafından önce Ermeni katliamlarında
kullanılmış, sonra da TBMM’nin korunmasıyla “Giresun Gönüllü Maiyet
Müfrezesi” adıyla görevlendirilmiştir.
1921 yılında yine Mustafa Kemal’in
emriyle oluşturduğu iki alayla Koçgiri Bölgesinde bir dizi katliam, köylerin yakılıp yıkılması, yağma, talan
ve tecavüzlerde bulunmuş bir çapulcu
katildir.
Topal Osman bu hizmetleri karşılığında Mustafa Kemal tarafından Yarbay
rütbesi, İstiklal Madalyası ve Muhafız Alayı Komutanlığıyla ödüllendirilmiştir.
Topal Osman çeşitli suikast ve olaylarda kullanılmıştır. Bu suikastlardan birisi de Trabzon milletvekili Ali
Şükrü Beyin öldürülmesidir. Yıllarca
Papazın Bağı denilen yerde yaşayan
Topal Osman, Ali Şükrü Bey cinayetinden sonra, tarihteki birçok maşa
gibi efendileri tarafından kullanılıp
bir tarafa atılmak üzere 2 Nisan 1923
tarihinde kafasına sayısız kurşun sıkılarak öldürülmüş bir tetikçidir.
Ancak Mecliste katilin yakalanıp Ulus
Meydanında idam edilmesi kararıyla
Çankaya yakınlarına gömülen Topal
Osman’ın cesedi mezardan çıkarılmış
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve Meclis'in kapısında ayağından asılmıştır. (Daha sonra, Giresun’a heykeli dikilmiştir ve halen oradadır.)
1921 Martında Sakallı Nurettin Paşa
ile birlikte Koçgiri’de Kızıldağı, Beydağı ve Kösedağı ve Kızılırmak’ı
kana bulayan, insanların gizlenmesini önlemek için mağaraları, meşe
ağaçlarıyla kaplı ormanları, tarlaları
ateşe veren, Kürt,Kızılbaş Alevileri
katleden bu katille ilgili yapılan filmin galasına başta AKP, MHP’liler
ve Tansu Çiller katılmışlardır.
Koçgiri Aşiretlerinin inanç önderlerinden Cogi Baba’nın, yiğit evlatları
Haydar Bey, Filik Ali,Kızıltepeli Rıfat, Karamanlı Nuri, Güzel Ağa ve
hem Koçgiri’nin, hem Dersimin yiğit
hewalleri Alişer ile Zarife’nin ardıllarına düşen, katliamcı Topal Osman’ı
ve bu filmi her platformda teşhir etmeli, filmle birlikte, Topal Osman’ın
Giresun’daki heykelinin de kaldırılması için kamuoyu yaratmaya çalışmalıdır .
Koçgiri - Mamo Baran 430 sayfa - 13,5 cm X 19,5 cm
Memleket fiyatı 15,00 tl. posta ücreti dahil.
Avrupa fiyatı 15,00 € posta ücreti dahil
sipariş için [email protected]
Koçgiri katliamını unutmamak, unutturmamak, tarihimize, kültürümüze
ve inancımıza sahip çıkmak zorundayız.
Katliamları unutmak tarihimize, kültürümüze, aslımıza ihanet etmektir.
Notlar:
1-) Koçgiri Bölgesi: Kemah, Refahiye,
İmranlı, Zara, Hafik, Suşehri,Kuruçay
coğrafyasının ortak ismi
2-)Mustafa Suphi ve 15’ler: Mustafa
Suphi , Ethem Nejat, Aşçıoğlu Bahaeddin ( Muallim ),Kasım Hulusi,
Kıralioğlu Maksut, Hilmioğlu İsmail
Hakkı (Doktor), Ahmetoğlu Hayrettin
(Nefer), Hakkı BinAhmet Ali, Emin
Şefik (Mühendis), Tevfik Bin Ahmet
(Tayyare Yüzbaşısı), Kazım Bin Ali
(İhtiyat Zabiti), HatipoğluMehmet,
Hacı Nustafaoğlu Mehmet, Cemil
Nazmi Bin İbrahim, Maria (Meryem
- Mustafa Suphi2nin eşi)
3-)Koçgiri Aşiretleri : Perwizian, Balan, Laçinan, Resulan, Sefikian,Saran,
Cafikan, Qalilian, Mıstıkan, İban, Zeriqian, Gerniyan, Çarekiyan, Rıçikan,
Kureyşan
“YASAK MINTIKANIN ÇOCUKLARI -SULTAN- “
İnsanoğlu zulmün ağasıdır. Bu kadar kan, ölüm ancak insanoğlunun hırsıdır.
Herkes yerinde yurdunda yaşarken onlar kendi topraklarında bu hakkı bulamadılar. Ağır makinalı silahların uğultusunda gencecik kızlar, gelinler kendilerini
uçurumlardan salarak bedenlerini dağa taşa kurda kuşa yem ettiler. Koparıldılar paramparça edildiler. Dünyanın günahı buradan çıkıyordu sanki, sıraya
koyup süngülediler kurşuna dizdiler. Anneler; sesi duyulmasın, bari diğer çocukları kurtulsun diye bebelerini boğarak savaşın içinde yaşamaya tutundular.
Acımasızca öldürdüler, bedenleri silahlardan küçük çocukları süngü uçlarında
sallayıp taşlara vurarak parçaladılar. Hamile kadınlara akıl almayacak acılar
çektirerek tecavüz ettiler. Sağ kalanları esir aldılar, adını bir kez bile duymadıkları ve bilmedikleri yerlere sürgüne yolladılar. Anlamadıkları bir dilde adlandırıldılar "muhacir, şaki, beyaz donlu, eşkiya" Sürgün yollarında kurbanlık
koyunlar gibi telef oldular; kaybolanlar, intihar edenler, bir daha asla haber
alınamayanlar…Sultan; hiçbir dile sığmadı sığınamadı. Yedi kişilik bir aileydi,
terteleden sürgüne devam eden on beş yıllık yolculuktan geri döndüklerinde
sadece üç kişi kalmışlardı. “Bu bir yasak mıntıka öyküsüdür”
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tunceli'de
bulunan
kemikler
kime ait?
Tunceli'de bugüne kadar askeri yasak
bölge olan ve terör olayları nedeniyle
gidilemeyen Leç Deresi Vadisi içinde
bulunan Hasan Kamer Mağarası'nda
insanlara ait olduğu ileri sürülen kemikler bulundu.
Tunceli'de bulunan kemikler kime ait?
TUNCELİ - Olaylar sırasında yakınlarını kaybeden Hıdır Çiçek, mağarada
kazı yapılması için Cumhuriyet Başsavcılığı 'na suç duyurusunda bulunacaklarını belirterek, "Savcılığa gideceğiz ve buradaki kemikler üzerinde
DNA tespiti isteyeceğiz. Kaç kişi öldürülmüş tespit edilsin, akrabalarımızın
kemikleri buradan alınarak köylerimize götürülsün istiyoruz" dedi.
Tunceli'de 1937-38 yıllarında yaşanan
Dersim olayları sırasında öldürüldükleri belirtilen kişilere ait kemiklerin
bulunduğu iddia edildi. Yıllarca yaşanan terör olayları nedeniyle girilemeyen merkeze bağlı derinliği 1500 olan
Leç Deresi Vadisi içinde sarp kayalıklar içinde bulunan mağaraların en büyüğü olduğu belirtilen Hasan Kamer
Mağarası'nda insan kemikleri bulunduğu ileri sürüldü.
Bölgedeki Çıralı Köyü'nde yaşayan 50
yaşındaki Hıdır Çiçek, bugüne kadar
yasak bölge olan mağarada bulunan
kemiklerin Dersim olayları sırasında
köylerinden kaçıp sığındıkları mağarada öldürülen insanlara ait olduğunu söyledi. Bu zamana kadar bölgeye
gitmenin çok zor olduğunu ve çözüm
süreci ve silahların susmasıyla birlikte
mağaraların bulunduğu alana gidildiğini belirten Çiçek, 1938 yılında çok
sayıda yakın akrabasını kaybettiğini
söyledi.
Hıdır Çiçek, babası Kamer Çiçek'in
olay sırasında Leç Deresi Mevkii'nde
saklanarak ölümden kurtulduğunu
kendilerine anlattığını belirterek, "Babam başından geçenleri bizlere anlattı.
Ölümden kurtulmuş ve gittiği mağarada öldürülen 400-500 kişiden bazılarının cesetlerini çıkararak gömmüş.
Mağaranın yerini bize tarif etmiş ve
mutlaka bir gün gitmemizi istemişti"
dedi.Hıdır Çiçek, bir grup gazeteci ile
zorlu bir yolculuktan sonra gittiği mağarada çok sayıda kemiklerin bulunduğu görüldü. Yıllarca hayvanların da
barındığı belirtilen mağarada bulunan
kemiklerin parçalanmış olduğu belirtildi. Mağarada ayrıca olaylardan kaçanların yanlarında tahılları öğütmek
için getirdikleri küçük öğütme araçları, derelerden su taşımak için kullanılan tenekeler bulundu.
Mağarada ayrıca üretim tarihi 1935
yılını gönderen baş kovanların olduğu da görüldü.Mağaradaki kemiklerin
Dersim olayları sırasında öldürülen insanlara ait olduğunu savunan Hıdır Çiçek, "Olaylar sırasında burada 3 yada 4
ayrı mağarada insanlar aylarca gizlenmeyi başardı. Büyük askeri harekat sırasında yüzlerce kişi öldürüldü. Bizim
akrabaların da yaşadığı çevre köylerde
binlerce insan köylerinden kaçarak bu
mağaralara sığında. Babam ve amcam
ile diğer akrabalar çocukları ile birlikte bu mağaralara gelmişti. Amcam
ve diğer birçok akrabam 400 yada 500
kişi bu mağarada kalmış, babam daha
yukarı mağarada kalmış. Bu mağara
içindeki iki yaşlı kadın susayan çocuklarına su almak için dere tabanına
indikleri sırada askerler tarafından gö-
rülüyor ve mağaranın yeri tespit ediliyor" dedi.
Babası Kamer Çiçek'in olayları kendilerine anlattığını belirten Hıdır Çiçek,
"Babamın anlattığına göre. askerler
mağaralara önceden top atışı yapmış
ve daha sonra geldiklerinde taramışlar. Mağara içinde hiç kimse kurtulamamış. Askerlerin bölgeyi terk etmesinden günler sonra, mağaraya giren
babam ve diğer yakınları cesetlerin
tamamının parçalandığını ve çürüdüğünü bazı yakınlarının cenazelerini
çıkarabildiklerini ama büyük çoğunluğunun mağara içinde kaldığını söyledi.
Babam ölmeden önce mağaranın yerini bizlere hep tarif ediyordu. Ancak
bölge yıllarca askeri yasak bölge idi ve
son yıllarda da yoğun çatışmalar nedeniyle bölgeye girmek imkansızdı. Bugün ortam düzeldi ve yasaklar kalktı,
geldik atamalarımızın dedelerimizin
kemiklerini gördük. Büyük bir vahşet
yaşanmış tam anlamıyla burada katliam yapılmış" dedi.
DNA TESTİ VE KAZI YAPILMASINI İSTEYECEĞİZ
Hıdır Çiçek, kemiklerin bulunduğu mağarada kaç kişinin öldürüldüğü ve akrabalarının tespiti için kazı
yapılması konusunda Cumhuriyet
Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunacağını söyledi. Çiçek, "Savcılığa gideceğiz ve buradaki kemikler üzerinde
DNA tespiti isteyeceğiz. Kaç kişi öldürülmüş tespit edilsin, akrabalarımızın
kemikleri buradan alınarak köylerimize götürülsün istiyoruz. Bu vahşet karşısında dehşet anları yaşıyorum" dedi.
(dha)
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
101 yaşında ölen
Diyarbakırlı er
Eskeri'nin Dersim
Katliamında asker
olarak bulunduğu
zamana ilişkin
anlattığı anıları
kan dondurdu...
"Kadın, çocuk herkesi diri diri yaktık.
Allah, Muhammed’in ümmetini bir
daha bu hale düşürmesin."
Dersim olaylarının yaşandığı dönem
2. Tabur, 9. Bölük’te görev yapan 101
yaşındaki Diyarbakırlı erlerden Eskeri
Akyol, 74 yıl sonra “Kara Vagon” belgeselinde Dersim’de yaşanan korkunç
olayları anlattı. Diyarbakır’ın Dicle ilçesi Altay köyünde iki kız ve iki erkek
babası olan Eskerî Akyol ömrü boyunca Dersimde yaşanan vahşetin acı izlerini yüreğinde taşıdı.
‘Dersim Tenkil Harekâtı’ katliamın
74. yıldönümü olan 5 Mayıs’ta Bilgi
Üniversitesi’nde yönetmenliğini Özgür
Fındık’ın yaptığı “Kara Vagon” adlı
belgeselde anlatılacak. Hasan Saltık
arşivinden ilk defa yayınlanan fotoğrafların da yer aldığı belgeselde katliamın biri elden tanıkları konuşuyor.
Katliam sırasında asker olan Eskeri
Akyol şahit olduğu vahşeti anlatırken
o anı tekrar yaşıyormuşçasına “Allah
Muhammed’in ümmetini bir daha bu
hale düşürmesin !..” diyor.
İşte katliamın son tanıklarından Eskeri Akyol’un yaşadıkları: “Biz Diyarbakır’dan yedi gün, yedi gece yürüyerek gittik Dersim’e gittikten sonra bizi
Ali Boğazı’na verdiler. Gittiğimizde
evler yakılıyordu. Askerler ulaştıkları evleri içindekilerle birlikte gazyağı
döküp yakıyorlardı. Komutanımızın
adı Ethem Atalay’dı. Elazığlı olduğunu
söylüyorlardı.”
Öyle yaşlı benim gibi insanlar...
“... Kaçanların bir kısmı derelere, mağaralara sığınmışlardı. Daha dirençli
olanlar, (Munzur) nehirden karşıya
geçiyorlardı. Askerler öyle yetişir yetişmez ateşe veriyorlardı mağaraları.
Sonra gittiğimizde/baktığımızda, öyle
çoğu yaşlı benim gibi. Getirip üst üste
yığıyordu askerler ve üzerlerine gazyağı döküp ateşliyorlardı. Öyle canlı
canlı... Kadın, çoluk - çocukları da yakıyorlardı...”
Kutu Deresi’ni ceset kokusu sardı
“Dersimliler çok öldürüldüler! Kutu
deresinden ceset kokusundan durulamıyordu.İnsanları öldürüp atmışlardı.
Öylesine felaket görülmemiştir. Maalesef kötü askerler çoktu. Onlar kadın,
çoluk-çocuk ayrımı yapmazlardı. Kadınları götürüp kötülükler yapıyorlardı. Allah, Muhammed’in ümmetini bu
hale düşürmesin. Aynı bizim gibi Zazaydılar. Kurmançlar da vardı. Dersim
köylülerinden de askerler vardı yanımızda. Biz aynı milletin çocukları idik
ve birbirimizle savaşıyorduk.
Öldürdükleri kadınların altınlarını da
alıyorlardı
Askerler evleri yaktığında, kimi kadınlar başlarını pencereden dışarı sarkıttıklarından, ölürken boyunlarında
altınları ile öylecene kalıyorlardı. Piranlı Hecık’ın torunu, Husey’nin oğlu
Mısfa ile Dersim’de birlikte askerdik.
O (Mısfa), onbaşıydı. Biri daha vardı, adı: Hem’ın oğlu Zubey’ di, Akrag
Köyü’ndendi. Meğer bu ikisi daha ön-
ceden tanışıyorlarmış. Baktım bu ikisi
benden saklayarak suda bişeyler yıkıyorlar/oğuşturuyorlar.
Dedim:” Ağa o nedir?”
Dedi:” Hopekli bişey yoktur..”
Onlar gittikten sonra bir ara fırsat
bulup torbalarına baktığımda, meğer
ki altınlarmış. Beşi bir yerde, beşi bir
yerde, ortasında da bir nuska vardı. On
tane idi. Sonra dedim: “(Mısfa) bu altınları ne yapacaksın?
Dedi:” Götürüp karıma takacağım.”
Dedim:” Ne yaparsan yap, ama bunu
yapma!..”
Dedi:” Valla takarım.” Daha yeni evli
idi (...). Sonra da götürüp karısına takmış... Tanık olanlar, yemin ediyorlardı;
diyorlardı: “Altınları karısının boyna
takar takmaz, karısını bir titreme tutmuş ve ölmüş...” (...)
370 köylü elleri bağlı ölüme yürüdü
Kara Vagon belgeselinde ilk kez Hasan
Saltık arşivinden yayınlanan bazı fotoğraflarda yer alıyor. Dersim tenkim
harekatı sırasında ‘asilere’ yardım ve
yataklık yaptıkları gerekçesiyle Xeç
(Demirkapı) Köyünden toplanarak elleri bağlanan köylüler Beyaz Dağ’a götürülerek infaz edildiler.
Yazar Emirali Yağan’ın Xeç köyü katliamı ile ilgili hazırladığı çalışmada yer
alan bilgilere göre sadece Demirkapı
Köyü’nden 370 kişi topluca öldürüldü..
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DERSİM TERTELESİ ADALET ARAYIŞINDA
YÜZEGELEN BİR ICEBERG’İN SU YÜZÜNDE
GÖRÜNEN PARÇASIDIR!
Ermeni Soykırımı sırasında tarihte ‘erken Dersimliler’ adlandırılan
ve 'proto-Ermeni' olarak tanımlanan
Dersimli Kırmanc Alevi Zaza aşiretlerden bazılarının soydaşları Dersim
Ermenilerini Osmanlı hükümetine
teslim etmeyi reddetmiş olduklarıyla, Ermeni kaynaklarına göre 20.000
ile 36.000 arası insanımızı vahşi katliamlardan kurtardıkları bilinen bir
gerçektir. Baytar M. Nuri Dersimi'nin
anılarında da belirtilmiş olan bu gerçeğe göre binlerce savunmasız Ermeni ailesinin ölüm kervanlarından
güvenli olarak kaçması sağlanmış
ve 1915'te çevre vilayetler de dahil
olmak üzere 30.000'den fazla Ermeni Dersim'e sığınmıştır. Bu insanlardan bir kısmının Erzınga (Erzincan)
üzerinden Rusya Çarlığı sınırlarını
geçebildiği bilinirken, çoğunun kendilerini kurtaran ‘erken Dersimli’
soydaşlarının da daha eski zamanlarda yaptıkları gibi davranıp, fiziki
korkunç bir imhadan korunup ‘tercihlerini’ Alevi Kızılbaş Zaza kimliğinden yana kullanarak, varlıklarını bu
yolla korumaya çalışmış oldukları da
tarihsel reddedilmez bir gerçekliktir.
«T.C.» henüz dört yaşındayken, 1927
yılında yapılan nüfus sayımında din
ve milliyet istatistikleri de yapılmıştır. Bu sayımın resmi sonuçlarına
göre «T.C.»’de yaşayan Alevilerin
sayıları o gün itibarıyla 13,5 milyonluk nüfusun neredeyse üçte birine,
yani 4,5 milyon kişiye istina ederken,
Hristiyan dinine mensup, anadili Ermeniceyi konuşmaya muktedir Ermenilerin sayısı takriben 140.000 olarak
kayda geçmiştir. 1915-1923 yılları
arasında vuku bulan soykırımdan
mucizeyle kurtulabilmiş ve soykırımın bir başka saf hasının mağduriyetini yaşamaya da mecbur edilen, yani
kimlik değişimi vahşetine uğratılarak
zorla müslümanlaştırılmış 350 binden fazla Ermeni kadın, kız ve erkek
S a r k i s H AT S PA N I A N
çocukların bu sayıda resmedilmediği
açıktır.
Ancak bu sayıya, ‘gönüllü’ olarak
Alevi Kızılbaş Zaza kimliği ardında
gizlenebilmiş, Sebastia (Sivas), Malatya, Erzınga (Erzincan), Bürakın
(Bingöl), Kharberd (Elazığ), Adıyaman, Maraş, Tigranakert (Diyarbakır), Muş ve en fazla da Dersim’de yaşayagelen yüzbinlerce Ermeni insanı
da pek ‘tabii’ dahil değildir.
1920-1926 yılları arasında Koçgiri,
1927-1930 arasında da Ararat (Ağrı)
isyanlarının gerçekleşmesinde Ermenilerin parmağının bulunduğu iddiasının pek yaygınlaşmış olması temelinde, kan ve ateşle işgal edilmiş Batı
Ermenistan topraklarının asıl sahiplerine yüzyıllardan beri zaten hiç dinmemiş olan bir azgınlıkla saldırarak,
kutsal olarak kabul ettikleri ‘Ermeniliğin kökünü kurutma’ görevlerine
sadık kalarak, etnik temizliğe devam
etme paranoyasıyla yatıp-uyanan
neo-ittihatçı Kemalist güçler, Ararat (Ağrı) isyanının örgütlenmesinde
en kilit adam olarak bilinen, ZİLAN
BEY takma adını kullanan saygın
kişinin aslında Khınuslu (Hınıs) Ardaşes MURADYAN adlı Ermeni bir
devrimci olduğunu öğrendikten sonra, tüm bölgeye yolladıkları binlerce
‘gizli müfettiş’ aracılığıyla görülmemiş bir Ermeni avına koyulup, iz sür-
meye başladıkları da bilinmelidir.
Ankara hükümetinin gizli emriyle
‘gizli raporlar’ hazırlamak amacıyla bölgeye didinerek, her metrekaresini tarayan devletin bu aylıkçı
memurları, 1937-1938’de Dersim’de
gerçekleştirilen kanlı katliamlardan
çok yıllar önce, kadim Ermenistan
tarihinde kartal yuvası olarak adlandırılan Dzopk Eyaletini çevreleyen
bu genişçe bölgede, en başta ‘bittabi’ Ermeniler olmak üzere, özellikle
‘proto-Ermeni’ Kırmanclar ve geriye
kalan tüm Alevi Kızılbaş Zazaları da
en ince ayrıntılarına kadar not ederek
fişlemişlerdi.
Kilikia’nın ruhani merkezi Ermeni
Sis (Kozan) şehrinde doğma-büyüme, 1989 yılında Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı'na tayin
edilmesinden kısa süre sonra, 1990
Aralık sonu kurumun Genel Müdür
Yardımcılığına getirilmesi ertesinde, Osmanlı Arşivi'nin otomasyonunu başlatan Yusuf Halaçoğlu’nun, 21
Eylül 1993'de Türk Tarih Kurumu
Başkanlığına getirildiğinde yaptığı
sarsıcı açıklamaların yukarıdaki anlatımın temellendirilmesi anlamında pek ciddi bir öneme sahip olduğu
tartışılmazdır. Değişik etnik ve inanç
kimlikleri ardına saklanarak ‘GİZLİ
ERMENİ’ olarak yaşamını sürdürmeye zorlanmış yüzbinlerce soydaşımızın varlığı hakkında «T.C.» devleti
tarihinde ilk defaya mahsus olmak
üzere, onun oldukça üst düzey temsilcilerinden birisinin ağzından bu acı
gerçeğin «Ülkemizde 500 bin “kripto
Ermeni” var» diye itiraf edilmesini
bilmeyen yoktur, eminim.
Ancak asıl acaip olan şey, Y.Halaçoğlu
bu gerçeği söylediğinde onu “kafatasçılıkla” suçlayıp, yargısız infaza tabi
tutanların tepkisini anlamanın oldukça zor olmasının yanında, ondan
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yıllar sonra «T.C.» Genelkurmayı’nın
Meclis’e gönderdiği Dersim Katliamı belgelerinden, bölgede katledilen
ve sürgün edilen Ermeniler ile nüfuz
sahibi aşiretlerin tek tek fişlendiği ortaya çıktıktan sonraki suskunluğunun
da bir o kadar anlaşılmaz olduğudur.
Genelkurmay Başkanlığı’nın 19371938 Dersim Katliamı’nı araştırmak
üzere TBMM Dilekçe Komisyonu bünyesinde kurulan Dersim Alt
Komisyonu’na, gönderdiği belgeler
arasında, bölgedeki aşiretler ile Ermenilerin fişlendiğine ilişkin raporlar
da yer aldı. Bu resmi raporlar sayesinde, sürgün edilenlerin listesindeki Ermenilerin de ayrıca özel olarak
fişlenmiş olduğu gerçeğinden haberdar olduk. Sürgün edilenlerin kimler
olduğu, etnik aidiyeti ve nereye sürüldükleri hakkında pek detaylı bilgilerin de yukarıda bahsi edilen o ‘gizli
müfettişler’ tarafından yazılmış olduğu sonradan ortaya çıktı.
Tüm bu belgelerden birçoğunun altında Mustafa Kemal (Atatürk) ile İsmet
İnönü’nün imzalarının bulunması oldukça dikkat çekiciydi. Belgeler arasında, bölgedeki Ermeniler hakkında
hazırlanmış bir çok rapor yer alıyordu; Ermenilerin hangi köylerde ikamet ettikleri tek tek tesbit edilerek
raporlara detaylı bir şekilde yazılmış,
kaydedilmişti. Bu böyle olduğu halde, resmi belgeler arasında yer alan
Dersim’den sürgün edilen 14 bin 410
kişi hakkında bilgilerin yer aldığı listedeki Ermenilerin “konuştuğu dil”
hanesine her nedense “Ermenice” yazılmamış olması çok ilginçti. Önemli
ayrıntılar barındıran bu listede, sürgün edilenler hakkında kişisel bilgilerin yanısıra, bu kişilerin aslen nereli
olup, nerelerden hangi yerlere sürgün
edildikleri de yazılıydı.
Belgelerde, Dersim aşiretleri için de
pek detaylı raporların hazırlandığı
görüldü. Asıl problem olarak 6-7 aşiretin görüldüğü belirtilen bu raporlarda, bu aşiretlerin nüfusları, etnik
dokuları, birbirleriyle olan ilişkileri,
hangi aşiretin hangi dili konuştuğu,
aşiret yapıları, aşiretlerin coğrafi sı-
nırları, aşiretlerin nerelerde, ne kadar
etkin olduğu ve bu etkinliğin nerelere
kadar uzandığı, aşiretlerin kaç silahlı
adama sahip olduğu şeklinde ayrıntılı krokiler çıkarıldığı öğrenilmiş
olsa bile, ‘erken Dersimliler’ olarak
adlandırılan ve 'proto-Ermeni' oldukları tarihin gelmiş-geçmiş tüm sağır
sultanlarınca dahi bilinen, yörenin
en kadim ve otokton halkı Kırmancların etnik dokularına dair “TOP
SECRET” bilgilerin “Raison d’Etat”
temelinde MGK yasağını geç(e)memesi nedeniyle «T.C.» devletinin gizli-saklı kasalarında yedi başlı dev ve
ejderhaların koruması altında görülmedik bir özenle saklandığını olur da
bilmeyenler olabilir diye, bu gerçeği
Nasrettin Hoca’nın öğüdüne uyarak,
bilenlerin bilmeyenlere, duyanların
da duymayanlara anlatmasının zamanı gelmiş gibi görülüyor sanıyorum.
Uluslararası hukuk gereğince, “insanlığa karşı işlenmiş zaman aşımı
tanımayan tek suç”-un yüzyılı 2015’e
2 yıl kala, 1937-1938 yıllarında
Dersim’de vuku bulan kelimelerle anlatılamaz vahşetin, 1894-1923 yılları
arasında Ermeni ulusuna karşı gerçekleştirilen kanlı soykırımın devamı
olduğu doğrusunun yüksek sesle ifade edilerek tartışılmasının fazlasıyla
gerekli olduğuna inanmam, Dersim
Tertelesi’nin adalet arayışında yüzegelen bir iceberg’in su yüzünde görünen parçası olması nedeniyledir !
Üç çeyrek yüzyıldan bu yana çünkü,
her 24 nisan’dan 4 Mayıs’a yüreğimizin derinliklerinde taşıdığımız tarif
edilemez bu acıyı ‘bir biz biliriz, bir
de ağzı var dili yok’ Ermenistan tarihi !
Dersim’de 1915-1923 arası Ermenilere yapılan vahşete Zazaca (İlk
Soykırım) anlamına gelen TERTELE VIREN, 1937-1938 vahşetine ise
(Sonraki Soykırım) anlamına gelen
TERTELE PEEN denmesi bile “ACIYI BAL EYLEYEN” bu iki kardeş
halkın tarihsel kader birliğini simgeliyor kuşkusuz!
Dersim’in mağdur ve mazlum insanlarının dillerinde TERTELE VIREN
ve PEEN olarak ifade edilen felaketlerde vahşice imha edilen ve sürgünlere maruz bırakılan onbinlerce
masum insanımızın acısı önünde saygıyla eğiliyor ve “BİR DAHA ASLA”
diyorum.
Yerevan, 4.mayıs.2013
DOĞU ERMENİSTAN
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Baba
İlyas’la
Baba
İshak
neden
isyan
etti?
AYŞE HÜR
Ahmet Yaşar Ocak’a göre Baba İlyas,
İsmaili Şiiliğinin etkisini taşıyan, henüz kökleşmemiş İslami cila altında,
eski Türk inançlarıyla (özellikle Şamanizm) karışık fikir telkin eden bağdaştırmacı bir Türkmen şeyhi idi.
de “Babai isyanları bu ülkede resmi
tarihte en az incelenen olaydır. Baba
İshak da biliyorsunuz Adıyamanlıdır.
Bir tek Ahmet Yaşar Ocak’ın Babailerle ilgili bir tek çalışması var” diye
cevap vermiş.
Her ne kadar zabıtların gerçeği yansıtmadığı ileri sürülse de, bu cümleleri
bahane ederek, Ahmet Yaşar Ocak’ın
Babailer İsyanı, Aleviliğin Tarihsel
Altyapısı (Dergâh Yayınları, 4. Baskı, 2009) adlı gerçekten çok önemli
eserinden yararlanarak yaptığım özeti
sizlerle paylaşmak istedim. Özetin yetersizliklerini ve (varsa) hatalarını kitabı okuyarak giderebileceğinizi umuyorum.
Kalenderi dervişlerini dua ederken
gösteren gravür (sağda)
Moğol akınları ve göçler
1240’ta meydana gelen ‘Babai İsyan-
ları’nın mahiyetini anlamak için biraz
geriden başlayacağım. 1211’de Rum
(Anadolu) Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümü üzerine
oğulları I. İzzeddin Keykavus ve I.
Alaaddin Keykubad arasındaki iktidar mücadelesi ülkenin toplumsal dokusuna ve ekonomik durumuna çok
zarar vermişti. 1220’de I. Alaaddin
Keykubat’ın tahta çıkmasıyla düzen
sağlanmış görünüyordu ancak kötü
günler yakındı.
1219’da başlayan Moğol akınları yüzünden Asya’dan yola çıkan boyların
büyük bölümü Anadolu’ya akıyordu.
Ardından Karahıtaylar ve Harezmşahlar çatışması sırasında harap olan Fergana şehirlerinin ahalisi Anadolu’ya
geldi. Bunları Harezmşahlılar tarafından yıkılan Büyük Selçuklu
Devleti’nin ahalisi, bunları Moğolların
yıktığı Harezmşahlıların ahalisi izledi. Sayıları hiçbir zaman kesin olarak
bilinemeyen ancak 2 milyon civarında
olduğu tahmin edilen yeni gelenler, sorun çıkarmamaları için küçük gruplar
halinde Bizans ahalisinin boşalttığı
bozkıra iskân edildi.
Konar-göçerlerle y
erleşiklerin ilişkisi
Bir grup konar-göçeri gösteren çizim. (Siyah Kalem, 15. yüzyıl, Topkapı Sarayı Kütüphanesi)
Baba İlyas’la Baba İshak neden isyan
etti? : Bir grup konar-göçeri gösteren
çizim. (Siyah Kalem, 15. yüzyıl, Topkapı Sarayı Kütüphanesi)
Bu haftaki yazının esin kaynağı Namık Durukan tarafından Milliyet’te
yayımlanan ‘İmralı Zabıtları’. Tartışmalı zabıtları okuyanlar fark etmiştir,
Abdullah Öcalan, 2015’e hazırlanan
Ermenilerden bahsettikten sonra Sırrı
Süreyya Önder’e “Sen Adıyaman’dan
bilirsin. Aslında Türkmenlerin tarihine daha çok yoğunlaşmanız lazım.
Babai isyanları çok önemlidir. Bu bir
Selçuklu ayrışmasıdır. Kurmançiler de
Türkmenler de sınıf olarak en altta kalanlardır. Solcular, tarihi milliyetçilere
bıraktılar” demiş, Sırrı Süreyya Önder
Ancak yeni gelenlerle yine sayıları
tam olarak bilinmeyen yerli ahalinin
(1071’den itibaren kademeli olarak
Anadolu’ya gelenlerin ve Bizans bakiyelerinin) ilişkileri sancılı oldu. Yeni
gelenlerin hayvancılıkla uğraşmaları, hayvanları için otlak ararken yerli
ahalinin ekili arazilerine zarar vermeleri, kendi aralarındaki mera anlaşmazlıkları, geçimlerini sağlamak için
şehirlere yaptıkları yağma akınları
Anadolu’daki yerleşik toplumsal düzeni tehdit etti. Bu grupların, merkez
tarafından, devletin yerleştirdikleri
yerlerde kalmadıkları, devlete vergi ve
asker vermedikleri, devletin istediği
hizmetleri ağırdan aldıkları ya da hiç
yapmadıkları gibi suçlamalarla karşılandıklarını da tahmin edebilirsiniz.
Konar-göçer Türkmenlerle yerleşiklerin hayat tarzları arasındaki farklar
da sorun oldu. Şehirliler konar-göçerleri aşağılıyorlar, hatta hasımları olarak görüyorlardı. Dönemin müellifleri
konar-göçerler için ‘etrak-ı bi idrak’
(akılsız Türkler), ‘etrak-ı mütegallibe’ (zorba Türkler), ‘etrak-ı na pak’
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
(pis Türkler), ‘etrak-ı havaric’ (dinsiz
Türkler) gibi terimler kullanıyordu.
(Yazar belirtmemiş ama muhtemelen
Kürdistan bölgesindeki konar-göçerleri nitelemek için de bu tamlamaların
‘ekrad’lı olan şekilleri kullanılıyordu.)
Medrese İslamı-Halk İslamı
Yerleşikler de konar-göçerler de Müslüman olmakla birlikte İslam anlayışları farklıydı. Şehirliler medreselerde
işlenen ve öğretilen kitabi esaslara dayalı İslam anlayışına (Sünnilik, özellikle de Hanefi kolu) sahipken çoğu
okuma-yazma bilmeyen, sade ama son
derece zor hayat şartlarında yaşayan
konar-göçerler karmaşık ve anlaması
zor kitabi İslam yerine İranlı ve Türk
sufiler tarafından geliştirilen geleneksel hurafelerle karışık, tasavvufun basitleştirilmiş kurallara dayanan, mistik
İslam inancını (Vahdet-i Vücutçuluk,
Suhrevilik, Kübrevilik, Melamilikten
doğan Kalenderilik, Yesevilik, Haydarilik, Vefailik, Dailik gibi) benimsemişlerdi.
Merkezin hetedoroks akımlar için kullandığı terimlerle söylersek ‘Batıniler’
veya ‘Rafiziler’ Allah’ın insan suretinde tecelli etmesine (antropomorfizm), ruhun öldükten sonra bir başka
bedende yeniden doğmasına (reenkarnasyon), ruhun sağken bir biçimden bir
biçime veya bir kalıptan bir kalıba geçmesine (don değiştirme), zor dönemlerde Mehdi’nin geleceğine (mesiyanizm),
evliyalara ve hurafelere inanıyorlardı.
Bu akımlar için, eski Türk geleneklerinde de olan, kadın-erkek toplu olarak icra edilen müzikli ve rakslı dini
ayinler önemliydi. İslam’ın ortodoks
yorumunun mu heterodoks yorumunun mu daha yaygın olduğunu bilmek
kolay değil ama birkaç örnek fikir verebilir. Örneğin Zekeriya Muhammed
Kazvini’nin (ö. 1283) Âsârü’l-Bilâd
adlı eserine göre halkının çoğunluğu
Türkmen olan Sivas şehir merkezinde
camiler boştu. Halk, dini ihmal ediyor
ve içki içiyordu. Niğdeli Kadı Ahmet,
1340’ta tamamladığı el Veledu’ş-Şefik
adlı ansiklopedik eserinde daha da ileri giderek, Niğde ve Ulukışla civarında
yaşayan Gökbörüoğulları, Turgutoğulları, İlminoğulları gibi Türkmen boylarının İslam’la hiç alakalarının olmadığını (mülhid) yazacaktı. Yazara göre
bu boylar Mazdek inançlarını taşıyor
ve sonsuz bir cinsel serbestlik uyguluyorlardı.
Zalim bir sultan ve veziri
Tarihe geri dönersek, 1237’de tahta çıkan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in isyan
etmesinden korkarak kendisine sığınmış Harezmşahlı Kayır Han’ı Zamantı
Kalesi’ne hapsetmesi, Kayır Han’ın burada ölmesi üzerine devletin Harezmşahlı tebaaları isyan ettiler. İsyancılar
Orta Anadolu’yu yağmalayarak Malatya havalisine kadar geldiler. Bunlara
katılan 70 bin kadar Türkmen gücüyle
yağma hareketi Urfa, Harran ve Suruç
bölgelerine kadar yayıldı. Bunlar olurken, Sultan, Gürcü karısının etkisiyle
kendini sefahate vermişti. Devlet işlerini veziri Saadeddin Köpek’e bırakmıştı. Köpek, yüksek mevkileri para
karşılığında ona buna peşkeş çekiyordu. Bu otorite boşluğunda mültezimler
ağır vergilerle ve zulmederek halkı
eziyorlardı.
İşte böylesi bir ortamda, kaynaklarda
‘Baba İshak İsyanı’,‘Baba İlyas İsyanı’,
‘Baba Resul İsyanı’ ya da ‘Babailer İsyanı’ diye geçen büyük halk hareketi
patlak verdi.
İsyanı birinci elden anlatan dört kişi
var. Bunlar Selçuklu sultanlarına
hizmet eden Fars asıllı İbn-i Bibi (ö.
1284), Şam’da Eyyübilerden Melik
Muazzam’ın yakını, br Türk kölenin
oğlu, vak’anüvis Sibt İbnu’l-Cevzi (ö.
1257), Süryani vak’anüvis Bar Habraeus veya Arapların verdiği isimle
Ebu’l-Farac (ö. 1286) ve isyanın bastırılmasına katılan paralı Frank birlikleriyle Anadolu’ya gelen Dominiken
misyoneri Simon de Saint Quentin (ö.
1248’den sonra). İkincil kaynak olarak
Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin
(ö. 1360’tan sonra) verdiği bilgiler de
çok değerli.
Olayın kahramanları kim?
İbn-i Bibi’ye göre, Kefersudlu (bugünkü Adıyaman civarında) Baba İshak
adlı biri, bir gün yaşadığı yerden ayrılmış, bir süre sonra Amasya’da ortaya
çıkmış ve kendini ‘resul’ (peygamber)
ilan etmişti.
Sibt’ü-l Cevzi’ye göre İlyas adlı zat,
nebilik (idda’a an-nubuvva) iddiasıyla
isyan etmişti ama kendine ‘Veliyullah’
diyordu.
Bar Habraeus’a göre Amasya civarında ‘Baba’ diye anılan bir zat kendine
resul dedirtiyordu. Müridi Şeyh İshak’ı
da görüşlerini yaysın diye Hısn-ı
Mansur’a (Adıyaman’a) göndermişti.
İsyanı en ayrıntılı anlatan Saint
Quentin’e göre ise Amasya civarında
‘Baba’ namlı biri (heterodoks İslami
akımlarda dini liderlere ‘baba’, ‘dede’,
‘abdal’ gibi adlar verilirdi), ormanda
gezerken Tanrı’nın meleği bir köylü
suretinde kendisine görünmüş, köylü
ormandan bir kurdun kapmış olduğu
oğlunu kurtarmasını ondan rica etmişti. Baba kurdu yakalayıp öldürmüş, oğlanı kurtararak köylüye teslim etmişti. Bunun üzerine köylü bu hizmetine
karşılık kendisinden bir dilekte bulunmasını, dileğinin mutlaka yerine getirileceğini bildirmişti. ‘Baba’ sultan olmak istediğini söyleyince köylü gerçek
kimliğini açıklamış, Tanrı’nın habercisi olduğunu, ‘Baba’nın Tanrı’dan melek
vasıtasıyla aldığı haberleri halkına ilan
etmesini emretmişti. Quentin’e göre,
‘Baba’ ‘paperroissole’ (Baba Resul) olmuş ve bu ilahi misyon gereği bir süre
sonra sultana isyan etmişti.
Elvan Çelebi’ye göre de isyan yeri
Amasya idi; ancak Baba İlyas hiçbir
zaman resullük iddiasında bulunmamıştı. İsyanının nedeni Sultan’ın bir
vergi memurunun kendisine yaptığı
haksızlık ve hakaretti. İsyanı örgütlemek için Hacı Mihman, Bağdın Hacı,
Şeyh Osman ve Ayna Dolana adlı
dört halifesini Rum diyarına (Anadolu), İshak-ı Şami adlı bir halifesini de
Şam’a göndermişti.
Dikkat edileceği gibi bu kaynaklardan
ilkine göre isyanın lideri Adıyamanlı Baba İshak’tı ama bu zat nedense
memleketinden ayrılıp Amasya’da isyan etmişti. İkincisine göre isyan lideri
Amasyalı ‘İlyas’ adlı biriydi. Üçüncüsüne ve dördüncüsüne göre ‘Baba’ unvanlı biriydi. Bu iki kaynak da İshak
adlı ikinci ‘Baba’dan habersiz görünüyordu. Elvan Çelebi ise Baba İlyas’tan
ve İshak-ı Şam’dan bahsediyor. Bugüne dek İbn-i Bibi’nin anlatımı esas
alınarak yapılan tekrarlar yüzünden isyanın liderinin Baba İshak olduğu sanılıyordu. Ahmet Yaşar Ocak bu anlatılardaki eksik parçaları tamamlayarak
hareketin manevi lideri Baba İlyas ile
eylemsel lideri Baba İshak adlı iki ayrı
figürün olduğunu ortaya koydu.
Karizmatik mistik Baba İlyas
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ahmet Yaşar Ocak’tan yararlanarak bu
iki şahsiyet hakkındaki kısıtlı bilgileri
özetleyelim: Baba İlyas, Amasya bölgesinde yaşayan bir münzeviydi. Karın
tokluğuna çalışır, çok az yemek yerdi.
Yazdığı muskalarla hastaları iyileştirir, geçimsiz çiftlerin arasını bulurdu.
Gösterdiği mucizeler ve kerametler
yüzünden halk onu çok severdi. Elvan
Çelebi’ye göre müritleri onu Hızır ile
özdeş görürlerdi.
Bu anlatılardaki eksik ve çelişkili parçaları tamamlayarak, düzelterek hareketin manevi lideri Baba İlyas ile eylemsel lideri Baba İshak adlı iki ayrı
figürün olduğunu ortaya koyan Ahmet
Yaşar Ocak’a göre Baba İlyas, İsmaili
Şiiliğinin etkisini taşıyan, henüz kökleşmemiş İslami cila altında, eski Türk
inançlarıyla (özellikle Şamanizm) karışık fikir telkin eden bağdaştırmacı
bir Türkmen şeyhi idi. Yazara göre
Baba İlyas kesinlikle bir sahtekâr değildi. “O Bağdat’ta 850 yılında korkunç işkenceler altında yavaş yavaş
ölümü tatmasına rağmen davasından
vazgeçmeyecek kadar insanüstü bir
direnç gösteren Babek el Hurremi gibi
misyonunun ve kendi kimliğinin gerçekliğine derinden inanmış, güçlü bir
mistik ve karizmatik bir kişiliğe sahipti.”
İsyanın savaşçı lideri Baba İshak ise
(bugünkü Adıyaman yakınlarındaki)
Samsat Kalesi’ne bağlı Kefersud bölgesinde yaşayan bir zaviye sahibi idi.
Hokkabazlık ve sihirbazlık sanatında
çok ilerlemişti. Bunlarla cahil Türkmenleri etkiliyordu.
Bir iddiaya göre ihtida etmiş bir Rum
olan Baba İshak, Baba İlyas’a intisap
etmeden önce İran’da bulunmuş bir
İsmaili ‘dâî’sinden Batıniliğin esaslarını öğrenmişti. Böylece Hıristiyanlık, Mazdekçilik ve Müslümanlıktan
oluşan karma bir inanç sistemi geliştirmişti. Bu da muhtemelen Kürtler
ve gayrimüslimler arasında etkili olmasını sağlamıştı. (Rus araştırmacı
Gordalevski, Baba İlyas ile Baba İshak
arasındaki ilişkiyi, 1416 veya 1420’de
Çelebi Mehmet’e karşı isyan eden Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin ile
müritleri Torlak Kemal ve Börklüce
Mustafa arasındaki ilişkiye benzetir.
Bilindiği gibi Torlak Kemal Yahudilikten Müslümanlığa geçmişti. Börklüce
Mustafa ise Müslümanlık, Yahudilik
ve Hıristiyanlık karışımı bir doktrinin
propagandasını yapmıştı.)
Kaynaklara göre Sultan ve maiyeti sefih ve zalim olduğu için Baba İlyas’ın,
çevresindeki sade köylüleri ‘Resulullah’ olduğuna inandırması ve harekete
geçirmesi zor olmamıştı. İkna faaliyetleri sırasında elde edilecek mal ve
ganimetlerin isyana katılanlar arasında
ortaklaşa pay edileceği, isyana katılmayanların ise öldürüleceği söyleniyordu. Baba İlyas’ın halifeleri Amasya, Tokat, Çorum, Sivas ve Yozgat
havalisi ile Adıyaman, Maraş, Malatya
ve Elbistan bölgelerinde propaganda
ve örgütleme çalışmaları yapıyorlardı.
Kendilerine Vefaiye, Kalenderiye, Yeseviye, Haydariye gibi heterodoks tarikatlar da yardımcı oluyorlardı.
İsyan başlıyor
Sonunda beklenen gün geldi. Elvan
Çelebi’nin düştüğü ebced hesabına
göre isyan 10 Muharrem 637 (12 Ağustos 1239) Çarşamba günü başlamıştı.
Halbuki günümüzdeki hassas hesaplara göre o gün çarşamba değil cuma
idi. Modern araştırmacılardan Irène
Beldiceanu’ya göre Elvan Çelebi’nin
verdiği tarih bir harf hatası yüzünden
yanlış okunmuştu. Doğru okumaya
göre isyan 10 Muharrem 638 (1 Ağustos 1240) başlamıştı. Ahmet Yaşar
Ocak’a göre o günün çarşambaya rastlaması Beldiceanu’nun iddiasını destekler nitelikteydi.
İbn-i Bibi’nin deyimiyle o gün ‘karıncalar ve eşekarıları’ gibi her bir köşeden çıkarak evvela içinde yaşadıkları
köyleri yakarak, yıkarak ilerleyen
Baba İshak’ın ordusu (ki aralarında
Türkmenler, Kürtler gibi Müslüman
gruplar ve gayrimüslimler de vardı)
önce Kefersud’u işgal etmiş, sonra
Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Gerger
ve Kâhta’yı ele geçirmiş, ardından
her yeri yağmalayarak, yakarak
Malatya’ya doğru ilerlemişti. İsyancılar, Baba İlyas’ın peygamberliğine
inanmayan herkesi öldürüyorlardı.
İbn-i Bibi’nin saray mensubu olduğunu hatırlayınca bu anlatıların abartılı
olduğunu tahmin edebiliriz, nitekim
Saint Quentin’e göre, Baba İshak’ın
ordusu 3 bin kişiden fazla değildi. Bu
boyutta bir ordunun böyle bir hasar
vermesi zor görünüyor. Ancak yine
de Malatya Valisi Muzaffeddin Ali-
şir bu orduyu durdurmakta başarısız
olmuştu. Bu da isyancıları iyice cesaretlendirmişti. (Bu arada belirtelim,
Alişir’in ordusunda da Türkler, Kürtler, Gürcüler gibi değişik etnisiteden
askerler vardı.)
Bunlar olurken Amasya’da olan Baba
İlyas, Elvan Çelebi’ye göre Baba
İshak’a Amasya’ya değil Canik tarafına yönelmesini söylemişti. (Ahmet Yaşar Ocak’a göre bunun nedeni Selçuklu
ordularının Baba İshak’ı takip ederken
Amasya’ya gelmesinin kendisini tehlikeye düşürmesinden endişe etmesi
veya isyanın zamanlamasını doğru
bulmaması ya da isyandan pişman olması olabilirdi.) Ancak Baba İshak bu
emri dinlemeyecek, hatta haberi getiren elçileri de öldürecek ve Amasya’ya
yönelecekti.
Baba İlyas’ın ‘göğe yükselmesi’
Baba İshak’ın orduları, Sivas önlerinde Selçuklu kuvvetlerini yenince hem
kendilerine güvenleri artmış hem de
Çepniler, Karamanlılar gibi o ana kadar
olayla ilgisi olmayan Türkmen boyları
isyancılara katılmıştı. Öyle ki, isyancılar Amasya’ya geldiklerinde Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhusrev
Konya’yı terk ederek Kubadabad’a
kaçmıştı. Ama bir yandan da bir orduyu Amasya’ya göndermişti.
Amasya Kalesi’nde Baba İshak’ı bekleyen Baba İlyas, Saint Quentin’e göre
müritlerini hiçbir şeyden korkmadan
çarpışmaları için teşvik etmekteydi.
Ama sekiz kişinin ölmesi üzerine diğerleri büyük endişe ve üzüntüye kapılmışlar ve Baba Resul’a sormuşlardı: “Neden bizi ve ötekileri aldattın?”
Baba İlyas’ın cevabı “Yarın hepinizin
huzurunda Tanrı ile konuşacağım ve
neden bu talihsizliğin başımıza geldiğini soracağım” olmuştu.
Ancak Amasya’daki savaş Selçukluların galibiyeti ile bitti. İbn-i Bibi’ye
göre Baba İlyas yakalandı, idam edildi ve surlardan aşağı sallandırıldı. Bar
Habraeus’a göre Baba İlyas pusuya düşürüldü ve öldürüldü. Saint Quentin’e
göre kürek kemiklerinin arasından
ölümcül bir yara aldı ve müritlerinin
bu durumu görmemesi için bir mağaraya saklandı. Saint Quntin’e göre bu
gözden kayboluş çok işe yaradı, müritleri onun meleklerin yardımını temin
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
etmek için Tanrı katına gittiğini sandılar. Bir asırdan fazla bir zaman sonra
bu hikâye Elvan Çelebi’nin kaleminden
şu şekle dönüştü: “Baba İlyas yakalanıp Amasya Kalesi’nde bir zindana kapatıldı. Onunla aynı hücrede bir keşiş
de kalıyordu. Baba İlyas bu hücrede
tam 40 gün kaldı, keşişi Müslüman etti
ve 40. gün hücrenin duvarları yarıldı.
Baba İlyas’ın Boz Atı ortaya çıktı. Atına binen şeyh, Müslüman olan keşişe
bu dünyadaki hayatının artık sona erdiğini söyleyerek göğe doğru havalandı ve kayboldu.”
Malya Ovası’ndaki kader savaşı
Baba İlyas’ın öldürüldüğü ya da kaybolduğu haberleri Baba İshak’ın birliklerine ulaştığında, isyancılar buna
inanmak istemediler ve ‘Baba Resulullah! Baba Resulullah!’ diye haykırarak
Selçuklulara karşı daha bir azimle saldırıya geçtiler. Taraflar arasındaki nihai karşılaşma 1240 yılının kasım ayının henüz bilmediğimiz bir gününde,
Kırşehir’in hemen kuzeydoğusunda
bulunan Malya Ovası’nda (bugün Malya Çölü deniyor) yaşandı. Kaynaklara
göre Baba İshak’ın ordusu 3 ile 6 bin
arasında, Selçuklu ordusu 12 bin ile 60
bin arasındaydı. 300 ya da bin kişi kadar da paralı Frank askeri vardı.
Ahmet Yaşar Ocak’a göre bu karşılaşma mükemmel silahlı ve donanımlı
Romalı lejyoner taburlarına, perişan
kılıklı, derme çatma silahlarla, başıbozuk şekilde karşı koymaya çalışan
Spartaküs’ün kuvvetlerinin karşılaşmasına benziyordu. Başlangıçta Selçuklu askerleri Baba İlyas’ın mucize
ve kerametlerine dair rivayetlerin etkisiyle saldırıya geçmek istemediler
ama sonunda Spartaküs’ün ordusunun
başına gelen Baba İshak’ın ordusunun
da başına geldi. Frankların zırhlarına
çarpan ilkel ok ve mızraklar kırılırken,
Saint Quentin’e göre Selçuklu ordularını daha önce 12 kez yenen isyancılar
ilk kendilerine güvenlerini kaybettiler.
İbn-i Bibi’ye göre Türkmenlerin büyük
kısmı (4 bin kadarı) kadınlar ve çocuklar hariç olmak üzere kılıçtan geçirildiler. Bunlar arasında Baba İlyas’ın gözüpek komutanı Baba İshak da vardı.
Sultan elde ettiği ganimetleri askerleri
arasında paylaştırdı. Frank askerlerine
üç bin altın dağıttı.
İsyana
katılanlardan
kurtulabilen-
ler Orta, Batı ve Kuzey Anadolu’nun
muhtelif bölgelerine sığındılar. Bu
yerler sadece dağlar, köyler değildi.
Nitekim I. Beldiceanu’nun ortaya çıkardığı 1487 tarihli bir belgeye göre,
Hüdavendigâr (Bursa) Livası’na bağlık
Göynük’teki yedi mahalleden ikisinin
adı ‘Mahalle-i Babailer’ idi. Yazara
göre 1400’lerin başındaki Şeyh Bedreddin İsyanı’ndan arta kalanlar da buraya yerleştirilmişti.
İsyanın niteliği neydi?
İsyanı ‘köylü ayaklanması’ olarak niteleyen Marksist tarihçilere de, isyanı
hetedoroks İslam’ın ortodoks İslam’a
tepkisi olarak niteleyenlere de katılmayan Ahmet Yaşar Ocak’a göre Müslim,
gayrimüslim köylülerin de katılmasına
rağmen, isyan esas olarak zalim, müstebit ve yabancılarla (İranlılar) takviye
edilmiş Selçuklu yönetimine çeşitli nedenlerle tepki duyan konar-göçer yahut
yarı-göçebe Türkmenlerin başlattığı
‘mesiyanik’ (Mehdici) bir ihtilaldi.
Ahmet Yaşar Ocak’a göre bugün inanıldığı gibi Baba İlyas’ın ‘Babailer’
adlı bir tarikat kurduğuna dair hiçbir
somut kanıt yok. Babailik terimini birincil kaynaklardan sadece İbn-i Bibi
kullanmıştı. Onun amacı da ‘Baba’
unvanlı iki kişinin ardından gidenleri
tanımlamaktı. Babai terimini dini anlamda ilk kullanan 15. yüzyıl yazarı
Taşköprülüzade idi. Baba İlyas’a atfedilen Halvetname adlı risale de bu
yüzyılda kaleme alınmışa benziyordu.
Yani Babailik, dini değil sosyal, siyasi
bir terimdi. Yazara göre Babailer açıkça belirtmeseler de Konya’yı zapt ederek iktidarı ele geçirmeyi de hedeflemiş olabilirlerdi. Bu gerçekleşmemişti
ama isyan Rum (Anadolu) Selçuklu
Devleti’nin sonunu hazırlamıştı. Çünkü bu isyan sayesinde dış görünüşteki
cilaya rağmen devletin gerçekte ne kadar zayıf olduğu ortaya çıkmış, daha
3-5 yıl önce Selçuklulara saldırmaya
cesaret edemeyen Moğol orduları 1243
yılından itibaren Anadolu’yu istilaya
başlamışlardı...
Ek Okuma: Simon De Saint Quentin,
Bir Keşişin Anılarında Tatarlar ve
Anadolu, Çeviren: Erendiz Özbayoğlu,
DAKTAV, 2006
Kaynak:
http://www.radikal.com.tr
Nazım Hikmet ve Kürtler
İttihatçı- Kemalist İdeolojiden Kurtulmamış Sosyal Şoven TKP'nin Üyesi Bir Şair
Hüseyin Can / Peri Yayınları
Egemen ulusun egemenleri, başka
başka halkların varlığını kendine
feda ederken suskun kaldın.
Diğer halkların jenoside uğratılmasına seyirci kaldın.
Kürt ulusunun yok sayılmasına, yok
edilmesine, trajedi derecesinde uzun
sürece yayılan ve uygulanan soykırımını görmezden geldin.
Egemen ve hakimiyet kurmak isteyen
Kuvayilere metiyeler dizdin, onların
atlarına, paşalarının çakmak çakmak gözlerine hayranlığını dizelerinde işledin...
Koçgiride, Zilanda, Dersimde, Piranda, Paluda, Geliye Sapoda ve
daha evvelinde Haputta, Sivasta,
Adanada, Trabzon, Samsun, Rizede ya da Hakkaride, Mardinde, Erzurumda, Vanda vs. Oluk oluk her
karışında akan kan ve gözyaşlarına
kalemin ve ellerin tutuk kaldı, dillendirmedin.
Eğer dillendirseydin, bugün Onur
Öymenler de çıkıp Dersimde, Piranda anaların gözyaşlarına bu kadar
seslice bakmayın! deme cürretini
göstermezdi. Katliama maruz klan
sürgün ailenin çocuğu kılıçdaroğlu
gibileri de ona avukat olmazdı!
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
CHP,
Davut Kurun
M E DE N İ Y ET
VE
DERSİM.
Gülsüm Bilgehan Toker, İsmet İnönü’nün torunu ve Metin Toker’in kızıdır.
Halen CHP de miletvekili ve dedesinin
mirascısı ve CHP nin sahibidir. Yani
türkçü ve ırkçı çizginin temsilcilerindendir. CHP nin ve TC nin değişimine
demokratikleşmesine karşı direnen,
Kürdistandaki sömürgeci varlığını
sürdürmek için katliamlar öngören çizginin temsilcilerindendir. Yani Aygün
ve Tanrıverdi gibi Kürtleri yanına alarak ırkçı çizgilerini cilalamaya çalışan
CHP nin gerçek sahiplerindendir. Bunların derdi, Kürdistanda tarumar edilen
türk ırkçılığının barajlarından boşalan
hakikatlerin, kürdistan demokrasisinin
önünü nerede nasıl keseceklerinin hesabıdır. Fazla konuşmazlar, çünkü her
konuştukça pislikleri ortaya saçılıyor.
Zaman zaman mecburiyetten konuşunca kitlelerin tepkisi karşısında tekrar bir dönem suskunluğa gömülürler.
Geçenlerde Gülsüm Bilgehan Toker de
konuştu.
“Ortaçağ döneminde yaşıyan Tuncelilerin operasyonlarla en eğitimli ve demokrasiye inan insanlar haline getirildiğini görmek gerekir.demek ki silahlı
operasyona mecbur kalmışlar” dedi.
Bu köleci ticareti yapan, klasik sömürgeci görüşlerilerine karşı tepkiler
büyüyünce, Gülsüm.B. Toker ikinci
bir açıklama ile “maksadını aşan sözler ettim. Silahla bastırma ile uygarlık
götürme düşüncesi dünya görüşümle
bağdaşmıyor.” Devam ediyor Gülsüm
hanım. “bence sonuca bakmak gerekiyor.Sonuçta Tunceli bölgesi en görgülü
en egitimli demokrasiye inanan insanlardan oluşuyor. Mesela sürgünlerden
bahs ediliyor. O sürgünlerde çok iyi
yetişmiş genç kızlar var.Belki o bölgelerde ortaçağ şartlarında kalsalardı o
aileleri kuramazlardı.”
Bu bayanın özürü kabahatinden büyüktür.
Tezlerimizi koymadan önce bu bayanın
çarpıttığı noktaları masaya yatiralim.
Ortacağ şartlarında yaşıyan kimdi. Bayanın Tunceli dediği kürdistanın Dersim bölgesi eskiden beri okuryazarı
olan medeni ve bir çok dili dini kültürü
bir arada yaşatan bir bölge idi. 1872-88
yıllarına ait Devlet salnamelerine göre
Dersimde Pülümür,Çemişgezek, Mazgirt ve Pertek kayıtlarına göre Dersimde 7 rüştiye 23 Mektep vardır. Merkez
olan Hozat, Çarşancak Peri kayıtlarını
da eklersek 12 Rüstiye 50 mektep ortaya çıkar. Bunların dışında Ermenilerin
mekteplerini kaç rüştiyesinin olduğunu bilemiyoruz, maarif salnamesinden
8 iptidaiyesinde(ilkokul) kız ve erkek
1050 ögrenci olduğu kaydı var. Kilisenin açtığı okullar bunun dışındadır.
Bunun yanında sayılarını bilmediğimiz subyan mektepleri ve 7 medrese
eğitim vermektedir. (Dersim tarihi ,
Ali Kaya.s.356) bunların yanında ingilizlerin ve ABD nin osmanlı devletinde açıtığı avrupai eğitim verek okullarda vardı. ABD nin açtığı 436 okulun
14 tanesi Harput Malatya ve Dersimde
idi. Dersimde ingilizce eğitim veren bu
okulların kaç tanesinin Dersimde olduğunu bilemiyoruz ancak misyonerler
anılarında Hozat, Mazgirt ve Perideki
ingilizce eğitim veren okullardan bahsetmektedirler. Bu okullarda ingilizce
ögrenip ABD ye giden binlerce Dersimli var. Bunların bir kısmı geri dönerken bir kısmı hala Detroit ve Chicago da getolar halinde yaşamaktadırlar.
İttihat Teraki ve Kemalist iktidar döneminden okullar kapandı ve eğitim hızla düştü. Abdullah Alpdoğan’nın 1936
yılana ait raporunda 21 ilkokuldan
bahsediliyor. Soykirimdan sonra ki
döneme ilişkin rakamları bulamadım,
ancak devlet karakolların bulunduğu
il, ilçe ve nahiyelere ilkokul yapmayı
hedefliyen politikası vardı. Bu hedef
bütüyle gerçekleştiğini kabul etsek bile
18 okuldan bahsedilebilir. Bunlardan
bazıları yatılı okullardı, yani türkçü
yetiştirme merkezleri idi.1964 kadar, il
merkezinde küçük iki katlı bir bina ögleden evel ilkokul, ögleden sonra orta
okul olarak kulanılirdı. Lise ve Orta
okul binasının inşaası 1964 yılıdır. Buradan çıkardığımız sonuç şu. İttihatçı
ve kemalist diktası altında dersim,
ekonomik olduğu kadar eğitim olarak
çok geriledi. Rakamlar gösteriyor ki
, 1960 larda bile eğitim ve ekonomik
alanda, 1900 lerin gerisine düşmüştür.
İlerleme yada yerinde sayma değil, bir
gerileme sözkonusudur.
Kaldı ki türk okullarında, egitim müfredatında, demokrasi çağdaş degerler
adına hiç bir şey yoktur, aksine bu
degerlerin inkarı, türk ırkçılğı faşizm
ögretiliyor, kemalizm öyle bir nesil
yetiştir di ki, dünyada ve bölgemizde
yaşıyan gelişmeye, demokratik degerlere, degişime düşman, halklara kütürlere dillere düşman, Avrupanın en
geriçi ırkçı faşist degerlerini benimsiyen, taklitçi, zırtaboz, darbeci, militarist bir nesil. Gülsüm hanim bunları
demokrasi olarak sunmaya çalışıyor.
Okuma yazma medeniyetin demokrasinin bir ölçütü degildir. Okuma yazma
bilmeyen bir kürt kadınının bile kemalist ekolün profesöründen daha demokrat daha medeni, daha saygılı, daha
görgülü ve hüşgörülü, olabileceğine
binlerce örnek verebilirim. Demokrasi aynı zamanda bir yaşam kültürüdür,
okuma yazma ile fakirlik yada zenginlikli ilgisi yoktur.
Diyeceğimiz şu ki; Dersim 1938 öncesinde ortaçağ karanlığında yaşamıyordu, aksine Balkanlar hariç osmanlı
sınırları içinde o zamanda aydın, yenilige açık, hoşgörülü ve okuma-yazma
bakımında anadoludan daha ileri durumda idi. Kemalistler Dersimi Ortaçağ karanlığından kurtarmadılar, ortaçağ karanlığına gömdüler. Demokrasi
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve medeniyeti Kürdistanda katlettiler.
Turk ulusçuluğunun temsilcileri, halkı, diger ulusların ilkel, ortaçağ karanlığında yaşıyan mahluklar olduğuna inadandırarak kendi üstünlüğünü,
kendilerine medeniyet , uygarlık ve demokrasi misyonunu yüklemeye çalışıyor. Ama gerçekler bunun tam tersidir.
Güneş balçıkla sıvanamaz.
Fransız Devriminin 1800 lerden itibaren osmanlı sınırları içinde etkisini
gösterirken, buna ilk yanıt dersimden
geldi. Sultanların Tarnrının temsilcileri olmadığını,kadın erkek, zengin
fakir, yöneten ve yönetilenlerin eşit
ve özgür doğduğunu, eşitlik kardeşlik
ve özgürlük ilkelerini savunurken, istanbul uleması “ bunlar şeytanın atına
binmiş fesat denizine dalmiş, kadın
erkek, sultan ile kulun eşit olduğunu
iddia eden münafıklardır” diyerek,
öldürülmeleri için fetva vermiştir ve
2.Mahmut Dersimde katliamlar yaparak, ellerindeki topaklarını gaspetmiştir. II.Abdülhamidin istibdadına karşı
ilk ögütlemenin başını Kürtler ve Arnavutlar çekmiştir. İmparatorluk içindeki bütün etnik ve dini toplumların
temsil edildiği bir meclisin seçilmesini
ve sultanın mutlak iktidarından meşruti iktadara geçilmesi için, Dersimli
Abdullah Cevdet Cenevrede 1889 da
İttihad-ı Osmanmiye örgütünü kurdu.
İ.Sukitinin katılması ile örgütlenme
büyüdü daha sonra İttihat Teraki adını alan bu örgütlenmeyi, türkler askeri darbeyle ele geçirip ırkçı turancı
bir yönetim kurunca Abdullah Cevdet
ayrılarak Hürriyetperver Fırkası kurar
Kürdistanın muhtariyeti için mücadele
eder. Kürt Teali cemiyetine üye olur.
Kemalistler, siyasi çalışmasını yasaklar ve ömür boyu İstanbulda gözhapsinde tutulur.
Kürtler medeniyeti savunurken, Türkler, milli marşlarında da belirtildigi
gibi “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” olarak görüyor ve medeniyete demokrasiye kılıç sallıyorlardı.
Gülsüm Hanımın sahip cıktığı CHP
Dersime hangi medeniyeti getirmiştir.
Kılıç medeniyetini mi?
Yine Demokrasi ve hukuk mücadelesini Türkiyenin gündemine ilk sokan
kişi, Dersim Nazimiyeli Lütfi Fikrinin
başına gelmeyen kalmadı. Türklere ilk
modern hukuku ögreten, şeria hukukuna karşı pozitif hukuk mücadelesi
veren, yine Tükiyede demokrat avukatları örgütliyerek ilk Baroyu istanbulda kuran Lütfi Fikri, birde aylık
hukuk dergisi çıkararak, hukun üstünlüğünü, herkesin hukuk karşısınde eşit
olduğu ilkesini, kişi hak ve özgürlüklerini ve kişi hakları konusunda ciddi bir
mücadele vermiştir. Gerek ittihatçılar
gerekse kemalistler Lütfi Fikri nin bu
demokrasi ve hukuk mücadelesini susturmak için, sürgün , hapis , tehdit ve
işkence gibi her yolu denediler. Ömrü
zindanlarda geçen bu fikir adamı, bir
ara gönüllü olarak Dersime kaymakam
olarak atanır. Onun kaymakamlık döneminde Dersim barış içinde canlı bir
dönem geçirir.
Dedesinin ve CHP nin mirascısı Gülsüm hanımın söylediğinin tersine, medeniyeti, demokrasiyi hukuku, Kürdistan halkı savundu, Türk hükümetleri
işgal katliam ile halkların topraklarını
zenginliklerini gaspetti, Dersim katliamın gerekçesinde de belirtildiği gibi,
Kürdistanda asker ve vergi istiyorlardı. Bugün AB kapılarında dilendikleri değerleri, demokrasi, hukukun
üstünlüğü,kişi hakları, din ve vicdan
özgürlügü ,düşünce ve örgütlenme özgürlüğü vb gibi değerleri Kürdistanda
katlettiler.80 yıl sonra içinde düştükleri kuyudan çıkamayan bir türk başbakanı bu gerçeği görerek itiraf etti, “AB
yolu Dıyarbakırdan geçer” dedi. Ama
80 yılda oluşturdukları suç örgütünü dönüştürmenin, ve günahlarından
arındirmanin öyle çok da kolay olmadığını görup sustu.
Türk ırkçılarının yalan söylemelerine
kızmıyorum, onların mesleğidir, ama
bizi bu yalanlara kanacak kadar aptal
sanmalarına kızıyor ve küfür etmesini
becerebilseydim en galizini bunlara
ederdim,
Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan
kaçar.
Güneş yanlız da olsa etrafa ışık saçar
Üzülme doğruların kaderidir yanlızlık
Kargalar sürüyle kartallar yanlız uçar.
Ömer Hayam
"Hüseyin Can, bu kitabıyla, yitip gitmiş
ilk göçmen işçi kuşağı yaşatıyor, ölümsüzleştiriyor çünkü onların sorulmamış
hesabını
gündemde tutuyor, belleklere, vicdanlara kazıyor, işçi sınıfına, giderek, büyük
insanlığın saşmaz adaletine havale ediyor. O hesap, yeryüzünden sömürü, baskı, aşağılama kalkınca kesilmiş olacak
ancak.
O 'lanetliler' o zaman 'güneşin sofrası'nda
yeryüzüne misafir olacaklar, gerçekten
ölümsüzleşecekler..."
-Haluk GergerHüseyin Can bu kitabında, İsviçre'de
yaşayan ve çeşitli alanlarda çalışan 71
Türkiyeli kişi, kurum ve kuruluş temsilcileri ile konuşmuş, uzmanların bilgisine
başvurarak, ülkemizden İsviçre'ye doğru olan göçü, göçmenleri ve mültecileri
kapsamlı bir şekilde araştırmıştır. Çalışma aynı zamanda; İsviçre'de yaşayan
Türkiyeli göçmenlerin, ruhî şekillenişini, toplumdaki yerini, yaşam biçimlerini
ve mevcut sorunlarını, sayısını, politika
ve ticaretteki performanslarını, istatistik
verilerle sunmaktadır.
Böylesi profesyonel bir çalışmanın,
İsviçre'de yaşayan Türkiyeliler arasında
bir ilk olması ve tek kaynak teşkil etmesinden dolayı, bu kitap referans veriler
içermektedir.
Yazarın bu çalışmasını anlamlı kılan,
hem gurbetçilerimizi ayrıntılı araştırması ve konuşturması hem de milliyetini,
cinsiyetini, dinîni, dilini, siyasal görüşünü gözetmeksizin, çok çeşitli alanlardaki
göçmen ve mültecilerin ortak konularla
ilgili görüşlerine başvurmasıdır. Görüşlerine başvurulan kişilerin, kitaba önsöz
yazan araştırmacı yazar Haluk Gerger
dışında tümü Türkiyeli göçmenler ve
mültecilerden oluşmaktadır.
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Barış Sürecinin Nesini Destekliyorum? -2
Bir önceki yazıda MIT-Öcalan mutabakatıyla ilgili biçimsel eleştirileri ele
almış, bunların en azından bir kısmının aslında içeriğe dair eleştiriler olduğunu belirtmiştim. Elimde olmayan
nedenlerle yazının ikinci bölümü kaleme almak bugüne kaldı.
Mutabakatın içeriğiyle ilgili olarak
altı çizilmesi gereken öncelikli husus,
devletin bazı birimleri dışında kimsenin bu mutabakatın içeriğini tam
olarak bilememesidir. Görüntülere bakılırsa bunlara bir ölçüye kadar PKK
yöneticileri de dahildir.
Bu durum barış sürecinin içeriğiyle
ilgili değerlendirme yapmayı zorlaştırıyor. Böyle olmakla birlikte, sürecin
içeriği konusunda tümüyle bilgisiz
de sayılmayız. Öncelikle devletin, bu
mutabakatın bizim bilmemizi istediği
bölümleriyle ilgili açıklamaları var.
Bunlar sadece Başbakan ve yandaşları tarafından ifade edilmiyor. PKK
cephesinden yapılan açıklamalarda
da bu tür unsurlar görmek mümkün.
Öcalan’ın Newroz konuşması böyle bir
belgeydi örneğin. İkinci olarak, tarafların kendi pozisyonlarını güçlendirmek amacıyla kamuoyuna doğrudan
aktardığı veya sızdırdığı haberler ve
veriler var. Son olarak sürecin ruhundan ve işleyişinden çıkan pratik veriler mevcut. Bu tür kaynaklardan şu
ana kadar elde ettiğim verileri alt alta
yazıp tekrarları ayıkladıktan sonra
mutabakatın temel maddeleriyle ilgili
elimde şöyle bir liste kaldı:
1) PKK Türkiye’de silahlı mücadele
döneminin bittiği ilan edecek ve silahlı güçlerini en kısa sürede dışarı çıkaracak.
2) Hükümet bunun karşılığında demokratikleşme başlığı altında Kürt
sorununda rahatlamaya yönelik bazı
anayasal ve yasal düzenlemeler yapacak. Ancak bu düzenlemeler kesinlikle etnik referanslardan arındırılmış bir
tarzda ve grup hakları prensibinden
uzak biçimlerde ve zeminlerde gerçekleştirilecek.
3) Bu aşamayı takiben -uluslararası koşullar da elveriyorsa- PKK si-
Cemil Gündoğan
lahları terk edecek. Fakat uluslararası koşullar gerektirdiğinde PKK,
Suriye’de, İran’da ve gerekirse Güney
Kürdistan’da silahlı mücadeleye devam edebilir (Bu mücadelenin hedefleri için 5. maddeye bakınız).
4) Silahların terk edilmesiyle birlikte
PKK yöneticilerinin Türkiye’deki normal vatandaşlar gibi siyaset yapmalarının önünü açacak yasal düzenlemeler yapılacak.
5) Bütün bunlar, özellikle de 3. Maddede sıralanan hususlar, Misak-ı
Milli’nin Sünni İslam kardeşliği esasına dayalı olarak güncelleştirilmesi
hedefine bağlanmış olarak gerçekleştirilecek.
Açık kaynaklardan izlendiği kadarıyla
MİT-Öcalan mutabakatının ana maddeleri bunlardır.
Kaçırdığım başka maddeler de olabilir
mi?
Elbette. Mesela Başbakanın birkaç
gün evvel, ortada çok özel bir sebep
yokken Öcalan’ın cezaevindeki diğer mahkumlardan rahatsız olduğunu
söylemesi, yukarıda sayılmayan bir
mutabakat maddesine işaret edebilir.
Çünkü bu tür bir açıklama, Öcalan’ın,
İmralı’da uygun bir eve nakledilerek
yanına da arzuladığı türden kişilerin
gönderilmesiyle ilgili bir çalışma yürütüldüğüne işaret eder. Özellikle de
medyada daha evvel “Öcalan için bir
villa hazırlanıyor” yolunda haberler
çıktığı göz önünde bulundurulursa.
Eğer böyleyse bunu da temel nitelikte
bir mutabakat maddesi saymakta yanlışlık yoktur.
“Bir toplumsal mutabakat metninde
kişisel isteklerin ne yeri olabilir?” diye
sormayınız; oluyor. Peru’daki Maocu
Aydınlık Yol örgütünün karizmatik
lideri Abimael Guzman’ı hatırlayınız.
Guzman, arkadaşlarına silah bırakma
çağrısı yaptıktan bir süre sonra, örgütün iki numarası olduğu söylenen
ve kendisiyle aynı cezaevinde tutuklu
bulunan Elena Iparraguirre’le evlenmesine izin verilmesini talep etti. Bu
istek, biraz sağa sola çekiştirildikten
sonra kabul edildi ve Guzman cezaevinde evlendi. Hem de 75 yaşındayken. Karizmatik liderlerin kişisel
arzu ve ihtirasları, bazen bir davanın
ilkesel taleplerinin önüne geçebiliyor.
Yeter ki bu liderlerin doğduğu evlerin
bahçesindeki toprağı yiyerek kutsanmaya çalışan topluluklar bulunsun.
***
Guzman’ın öyküsünü bir kenara bırakıp, geçen soruda dile getirilen mutabakatın içeriğinde neleri destekleyip
neleri desteklemediğim sorusuna dönelim. Yazılarımı izleyenlerin dikkatini çektiğini sanıyorum; bunların
baskın özelliği, olup biteni anlamaya
ve analiz etmeye çalışmalarıdır. Bunun ötesine geçmemeye çalışırım ve
böyle davrandığım için eleştirildiğim
çok olmuştur. Ne var ki elinizdeki yazının devamında, ele aldığım konunun
karakteri gereği her zamanki tarzdan
biraz ayrılmak zorunda kalacağım.
Bu notu yazma gereği duydum; çünkü bir olayı anlamaya, analiz etmeye
veya izah etmeye çalışmak ile o olay
karşısında politik bir tavır inşa etmek,
farklı iki iştir. Birincisinde daha çok
toplumsal olayları açıklamak amacıyla oluşturulmuş aletleri kullanırsınız, ikincisinde ise siyaset felsefenizi
oluşturan ilkeler, ahlaki duruşunuz ve
ideolojik tercihleriniz belirgin rol oynar. Birincisinde izah etmeyi, ikincisinde etkilemeyi öne alırsınız. Ben de
yazının devamında rotayı kaçınılmaz
olarak biraz ikinci tarafa doğru kıracağım. Alışık olmayan okurların anlayışına sığınıyorum.
Sözünü ettiğim perspektiften baktığımda, yukarıdaki maddelerden sadece ilk ikisinde desteklemeye değer
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bazı şeyler görüyorum. Diğer maddelerin barışla ilgisi yoktur. Paketin ana
hedefi ile paketi kuşatan ruh ise barışa
değil bölgesel bir savaşa meyillidir. İsterseniz madde madde gidelim.
Birinci maddede dile getirilen silahların susması halini destekliyorum.
Savaşan tarafların anlaşmazlıklarını
çözebilmek için ateş etmeye ara verip
konuşmaya çalışmaları, savaşa tercih
edilmesi gereken bir durumdur.
Ne var ki silahların susması ile silahların Türkiye’yi terk etmesi aynı
şeyler değildir. Dolayısıyla mutabakatın, desteklenmeyi en fazla hak eden
maddesinde bile sorunlar olduğunu
eklemek zorundayım. Evet, silahların
susması desteklenmelidir. Fakat silahlı militanların ülkeyi terk etmeleri,
Türk devletinin Suriye denkleminde
tuttuğu yerle ilgili bir hazırlık faaliyeti olduğu için ayrı bir değerlendirmeye
tabi tutulmalıydı. Çünkü devletin bu
yöndeki isteği, içerdeki barışla değil,
dışardaki Yeni-Osmanlıcı yayılmayla
ilgili bir husustur. Devletin oynadığı oyunun kuralları çerçevesinde yapılacak bir analiz sonucunda, dışarı
çıkmanın Kürtlerin ve Kürt hareketinin lehine bir durum olduğu anlaşılırsa çıkılır, değilse sadece silahları
susturmakla yetinilirdi. Ne yazık ki
“Başkanım, uluslararası durum çok
lehimize görünüyor, ama isteğinize
uyuyoruz,” cümlesi dışında bir değerlendirme duymadık. Anlaşılan o ki,
Selahattin Eyyubi olma rüyası görenler Öcalan’dan ibaret değilmiş!
Suriye denklemini yönlendirebilecek
kabiliyete sahip büyük güçlerden en
az biri nezdinde resmi bir tanınma
ve destek elde etmeden Türkiye’deki
askeri pozisyonunu sıfırlamanın nasıl parlak bir askeri taktik olduğunu
bilmiyorum, ama bunun bildiğimiz
mantık kurallarıyla bağdaşmadığını
biliyorum. Nitekim Barzani yönetimi
de bu karar karşısında bir şaşkınlık
ifade etti. Hikmet Fidan ve ekibinin bu
noktadaki başarısına şapka çıkarmak
gererkiyor.
İkinci maddede demokratikleşme yönünde atılacak adımlardan söz ediliyor. Prensip olarak bunu da desteklerim. Ancak bu adımların neler olduğu
somut biçimde ifade edilmediği için
bu desteğin, birinci maddedeki gibi
bir destek olması düşünülemez. Çün-
kü açığa çıktığı kadarıyla, yeni bir
anayasayı da içeren bu “demokratikleşme” paketi, Kürt kimliğini tanıyan
ve grup hakları kavramını kabullenen
bir anlayışla hazırlanmamıştır. Yeni
paket, söylem itibarıyla, muhtemelen Habermas’ın “devlet vatandaşlığı
ulusu” tanımına yaslanacaktır. Ancak
pratikte Habermasçı cumhuriyetçilik
lafzının öngördüğü demokratikleşmenin bile yakınından geçmeyecektir.
Demokratikleşme paketinin, kıymeti kendinden menkul, Türk usulü bir
başkanlık sistemine eklenmeye çalışılması, bunun kanıtlarından biridir.
Habermasçı lafız, bu pakette, daha
çok Bosna’dan Kerkük’e kadar uzanması öngörülen Yeni-Osmanlıcı genişlemenin önünde çoktandır engel olmaya başlayan devletin eski (Kemalist)
etnik ilkesini sulandırmak amacıyla
kullanılacaktır. Bu yanıyla söz konusu
girişim, eski cumhuriyeti yeni bir kılıfla devam ettirmekten başka bir anlam taşımıyor. Turgut Özal da 1990’ların başlarında Güney Kürdistan’ı
yutmaya niyetlendiğinde, işe içeride
Kürtçenin kullanımıyla ilgili 12 Eylülün koyduğu yasağı kaldırarak başlamıştı. Yani devletin bu işi planlama
tarzında değişmiş bir şey yok. (Habermasçı cumhuriyetçiliğin Kürt sorununun çözümü bakımından ne gibi
imkânlar sunabileceği ise ayrı bir tartışma konusudur. Bu mesele bazı Kürt
yazarların inanmaya meylettikleri gibi
pürüzsüz değildir. İlgilenen okurlar,
bir giriş yazısı olarak Uğur Kara’nın
Birikim dergisinin 289-290 numaralı
bileşik sayısında yer alan “Kürt Meselesine Çözüm Süreci: Anayasal Vatandaşlık mı, Özyönetim mi?” başlıklı
yazısına bakabilirler.)
MİT-Öcalan mutabakatının bunun dışındaki maddelerine gelince, benim
durduğum noktadan bakıldığında,
bunlar, Türk devletinin Yeni-Osmanlıcı temellerde yayılma çabalarının
ifadeleri olarak görünüyor. Yeni-Osmanlıcı yayılmacılık bölgesel savaşlar
olmadan gerçekleşemeyeceği için de
bu mutabakat, barıştan ziyade savaşa
dönük duruyor.
Programın Kürtler için öngördüğü şey
bir başka problemli noktadır. Çünkü
bu programın Kürtler için öngördüğü
modern bir Hamidiye sistemidir. TC
Osmanlıya dönüşürken, Kürtlerin de
Hamidiye günlerine dönmesi öngörülmüştür.
Buradaki mantıki tutarlılığa bir diyeceğim yok. Ancak Haydaran Aşireti
reisi Kör Hüseyin Paşa’yı özleyen ve
Hamidiye sisteminden büyük bir Kürt
ulusu çıkarmayı düşleyen Kürtlere
söylenecek bir çift sözüm var: size
uğurlar olsun, sadece sonunuz onunki
gibi olmasın.
Benim, şahsen Hamidiye taraklarında
bezim olmaz. Kürt gençlerinin birkaç
kuşaktır modern bir Hamidiye sistemi
kuralım diye mücadele ettiklerine de
inanmıyorum. Hamidiyeci bir sistem,
Kemalist bir sistemden de beterdir.
Bunu dedim diye beni barış düşmanlığıyla, Kemalistlikle ya da Alevicilikle
suçlayacaklar çıkacaktır. Nitekim en
azından bir tanesi kişisel hesaplaşmalarla ilgili görünen bazı ön atışlar yapıldı bile. Ama bu atışlar, hareketteki
Hamidiyeci damarın nerelere kadar
uzanabileceğini göstermek dışında
fazla anlam ifade etmiyor. Şafi Kürtlerle Hanifi Türkleri Sünni bir imparatorluğa taze kan oluştursunlar diye
birleştirmeyi öneren kendi liderinin
MİT’le kotardığı proje hakkında tek
söz etmeden Dersimlileri Kemalizm
hayranı, bu projeye itiraz eden solcuları da Ergenekoncu olmakla suçlamak,
eski dünyanın terimleriyle konuşmaktır. O dünyayı mezara gömdüğümüzü
üç yıl evvel yazmıştım. Mezardaki
sözlerden umulan yardım imdada yetişmeyecektir.
Türk devletini Ortadoğu’da büyütmenin karşılığında bir Hamidiye beyliği
kapmak şeklinde tarif edilebilecek
yeni stratejiden barış çıkacağına inanan Kürtler için söylenebilecek şey şudur: Mevcut savaşta, iki taraftan yılda
toplam olarak 1000 ila 2000 kişi kaybetmekteydik. Fakat yeni programda
belirlenmiş hedefler uğruna mücadeleye başladığımızda, pogromlardan ve
belki de soykırımlardan bahsetmeye
başlayacağız. Bunu anlamak için günümüz Suriyesi’ne on dakika göz atmak yeterlidir. Bunun neresi akan kanı
durdurmak oluyor?
Hayır, bunun barışla filan bir ilgisi
yoktur. PKK savaşı bitirmek istiyorsa
bitirsin. Destekleyen destekler, desteklemeyen eleştirir ve becerebilirse
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kendisi yeni bir savaş örgütler. Benim
sorun ettiğim, PKK’nin silahlarıyla
birlikte Türk devletinin yeni Ortadoğu
stratejisine tabi olma girişimini barış
diye propaganda etmesidir.
PKK, düne kadar birçok kez İranlı
mollalarla, Saddam’la ve Hafız’la aynı
mevzileri paylaştı. Bu tür işbirliklerinin Kürtler tarafından fazla sorun
edilmemesinin asıl nedeni, PKK’nin
adı geçen güçlerden aldığı desteği asıl
düşmanım dediği Türkiye’ye karşı
mücadelede kullanmasıydı. Tıpkı Barzani ve Talabani’nin Saddam yönetimine karşı Türkiye, İran ve Suriye ile
gerçekleştirdiği işbirliklerinin büyük
sorun edilmemesi gibi. Ama PKK’nin
bugün yapmayı prensipte kabullendiği
şey, bunlardan farklı bir şey. PKK bu
kez, asıl düşmanım dediği devletin yayılma planının bir parçası olarak bölgesel savaşa dahil olabileceği sinyalini
veriyor. Bu, oldukça farklı bir durum
ve eskinin terimleriyle değerlendirilemez.
PKK içinden ve dışından bazıları böyle bir bölgesel savaştan bize de bir
devlet düşer diye düşünüyor olabilirler. Açık söylüyorum: İstemez, kalsın!
Çünkü bölgesel savaşlarla oluşacak bir
devlet, soykırımların çocuğu olacaktır. Yeni bir Yugoslavya’ya gerek yok.
Yaşadığımız bölge hızlı bir altüst
oluşun konusudur. Bu süreç, kim ne
derse desin ve kim ne yaparsa yapsın
Türkiye’yi de kapsayacaktır. Devletin
Yeni-Osmanlıcı hamleleri, bu süreci
bir süre sağa sola bükebilir; ama son
kertede hızlandırmaktan başka bir işe
yaramaz. Bu, işin doğasından gelen bir
şey. Siz, Libya’dan başlayarak eskinin
devletlerini kıtır kıtır doğrayarak ilerleyen bir sürecin sıra Türkiye’ye geldiğinde birden tersine dönüp onu büyüteceğini mi sanıyorsunuz?
Boş hayaller bunlar.
Böylesine çalkantılı bir süreci YeniOsmanlılara tetikçilik yaparak karşılamak, hapisteki birisine çıkmazdan
kurtulmanın biricik yolu gibi görünebilir. Özellikle de altı ay öncesine kadar örgüt üzerindeki etkisi de azalma
eğilimi gösteriyorken. Ama Kürtlerin
genel pozisyonu düşünüldüğünde bu
tutum kesinlikle rasyonel bir hareket çizgisi olmadığı açıktır. Kürtler,
başkaca hiçbir şey yapmadan, sadece kendi iç bütünlüklerini sağlamaya yönelik adımlarla takviye etmek
şartıyla kendi mevcut pozisyonlarını
korumayı başarsalar, bu kadarı bile
Yeni-Osmanlılara tetikçilik yapma seçeneğinin sunabileceğinden çok daha
başarılı ve şerefli sonuçlar elde etmelerine yeter. Birçok açıdan buna benzer bir strateji Suriye Kürdistanı’nda
uygulandı, sonuçları görüyorsunuz.
Barzani bile bir süre sonra stratejinin
doğruluğunu pratikte teslim etmek
durumunda kaldı. Bir diğer uygulanışı
AKP-Ergenekon çatışması döneminde
Türkiye’de takınılan tavırdı. Bu bağımsız tavrın hareketi ne kadar güçlendirdiğini herhalde kimse inkâr edemez. Bu stratejilerden ne zarar gördük
ki Yeni-Osmanlıların savaş arabasına
eklenmeye karar verdik?
Bütün bu boyutlarıyla bir arada düşünüldüğünde yapılmakta olan şeyi
barış olarak tanımlamak imkânsızlaşmaktadır. Benim barış denilen şeye
karşı tavrımı belirleyen işte buradaki yalandır. İstiyorsanız silahlarınızı susturabilirsiniz, bunun için yalan
söylemeniz gerekmiyor. Doğruluk ve
haklılık, bir direniş hareketinin temel
sermayesidir. Yeni-Osmanlılara tetikçilik yaparsanız ikisini de yitirirsiniz.
***
Özetlersem, Kürtleri veya Kürt hareketini, Sünni İslam kardeşliği bayrağı
altında devletin Yeni-Osmanlıcı yayılmacı stratejisinde bir koçbaşına dönüştürme eylemine itiraz ettiğim için
adım “barış düşmanı”na çıkacaksa
bunu şerefle kabul ederim. Toplumun
ezici çoğunluğunun barışın büyüsüne
kapılmış olmasını anlıyorum. Otuz
yıl savaşla boğuşmuş bir toplumun
normal reaksiyonudur bu. Fakat toplum böyle bir büyüye kapılarak YeniOsmanlıcı stratejiye ilişkin en basit
gerçekleri dahi göremiyor diye onlara
yalan söyleyecek halim de yok. Bunun
yerine –eğer o sonucu verecekse- tecrit olmayı yeğlerim. Korkulacak bir
şey yok, duvar eğri değilse yıkılmaz.
Her devrin adamı olmak dışında hiçbir
özellikleri olmayan bazı okuryazarların barış adı altında ortalığı velveleye
vermelerine aldırmayın. Hakkaniyetli
ve tarafların onurunu çiğnemeyen bir
çözüme yaslanmadığı müddetçe silahları susturmak barış anlamına gelmeyecektir. İşimiz bu gerçeği anlatmak
olmalıdır, barış adına maval okumak
değil. 2013-05-11
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 SOYKIRIMI, ALET EDİLEN KÜRTLER VE
TARİHSEL MUHASEBE ETİĞİ -1
Geçenlerde Ezîz ê Cewo (Aziz Mamoyan) isimli yazarın 1897 Xanasor olayı
hakkında yaptığı tahrifatı deşifre eden
bir makale yazmıştım [1]. Onun ve
Xerzi isimli fikirdaşının öncesiyle birlikte 1915’e dair tarih yorumlarını ayrı
olarak eleştireceğimi belirtmiştim. Bu
arada Cewo’nun cevabı geldi [2]. Yaptığı tahrifatı inkar edemezken yine de
kaçamak şekilde savunmaya ve haksız
zeminde baskın gelmeye çalışıyordu.
Asıl konuya geçmeden buna tekrar değinmek zorundayım.
Cewo’nun Cevabı ve Tekrar Xanasor
Tartışmasına Dair
Ortaya çıkan durum tamamen önceki
yazımda belirttiğim gibi. Yani yazar
referans verdiği Ermenice kaynakta
Mazrik aşiretinin genel nüfusu olarak
belirtilen 40 bin rakamını o eylemde
öldürülen aşiret mensuplarının sayısı
gibi göstermiş ve bu hilesinin açığa
çıkması halinde diğer Ermenice metinlerde geçen “aşiretin imha edildiği”ne
dair ajitatif sözleri öne sürerek durumu idare edebileceğini düşünmüştür.
İkinci yazısında kendini savunmasını
buna dayandırıyor zaten. Yaptığı izahat şöyle:
“Xanasor Ovası’nda Mazrîk Kürt
Aşireti’nin, Ermeni fedaileri tarafından imha edildiklerini okuyunca (bu
eyleme katılanlar bizzat kendileri rapor vermişlerdir), doğrusu kaç kişi
olduklarını merak ettik. Bir başka Ermeni kaynağında baktık ki, 40.000 kişi
imiş. Bu sayı bizden kaynaklanmamıştır, bunu bizzat Ermeniler yazmışlardır. Eğer bu doğruysa da onlarındır,
yalansa da! Bilinenler bunlardır. Biz
de bunları makalemizde yazdık”.
Evet, Cewo burada önceki hilesini
daha ince bir şekilde sürdürmekten
başka birşey yapmıyor. Muğlak ifadeler kullanarak o kaynaktaki 40.000 rakamını Xanasor’un nüfusu gibi yansıtıyor. Bütün aşiret yalnızca Xanasor’da
yaşıyormuş ve bir çırpıda hepsi katledilmiş gibi bir imaj veriyor. Halbuki
aynı kaynaklar olayın geçtiği yaz ortası Xanasor düzündeki yerleşimin 250
nın verdiği bilançoyu aktarayım. Şöyle
deniyor:
Hovsep Hayreni
yada 300 çadır olduğunu belirtmekte.
Altını çizerek tekrar ediyorum: 40 bin
rakamının sözü edilen olayla ve olay
yeriyle ilgisi yok. Geçen yazımda o
rakamın geçtiği cümlenin aslını Türkçeye çevirip nasıl bir tahrifata uğratıldığını göstermiştim. Orada önceki yıl
Van katliamına karışan Mazrik aşiretinin toplam nüfusundan söz ediliyordu,
Xanasor’daki nüfustan değil. Kaynağın linkini de vermiştim, isteyen ayrı
bir tercüman yardımıyla kontrol edebilir. Cewo’nun ikinci yazısında yapması
gereken şey, ortaya konulan gerçekliği
kabul ederek, yanıltmış olduğu okuyuculardan özür dilemekti. Ama kendisi bu asgari dürüstlüğü göstermediği
gibi, “şayet Ermenice bilmeyen biri
sorsaydı.., okuduğunu anlamamıştır
derdik” şeklinde bir pişkinlikle beni
yalancı çıkartmak istemiş.
Ardından “ölülerin sayısını tartışmak
yakışmaz” gibi bir ahlak dersi de verdikten sonra “İster 40.000’den az olsun, ister bazı bilançoların bir yerinde
geçtiği gibi, sadece aşiretin erkekleri
öldürülmüş ve bu sayı 10.000 olmuş
olsun (her ne kadar akıllardan uzak
bir ihtimal olsa da!). İster daha da az
olsun! Ne demek bu, az mı? O zaman
onların katli haklı mı olacak?” diye soruyor. Gerçekten vicdani davranmayan
ve işi bezirgân pazarlığına döken kim?
Ben Xanasor isimli yerleşimin kaç hanelik olduğunu gösterip mantıki düşündürme dışında, yaşayan ve ölenler
üzerine sayı tahmini yapmaktan bile
kaçınmıştım. Ama madem kendisi ısrar ediyor, bu arada rastladığım Türkçeye çevrilmiş bir Rus askeri kaynağı-
“1897 yılı Haziran ve Temmuz ayları
Van’da çok heyecanlı geçti. 22 Temmuz 1897 tarihinde bir Ermeni komitacısı (kastedilen fedai grubudur) Van’ın
Başkale ilçesinin doğusunda bulunan
Selmas (Salmast) civarındaki Merziki
(Mazrik) aşiret başkanının bulunduğu köye baskın düzenlediler. Aşiret
başkanı olan Şeref beyin kendisi de
yaralandı. Köyde bulunan insanlardan
kadın erkek olmak üzere 150 kişi öldürüldü.” [3] Parantezler bana ait. Burada
ismi geçmeyen köy Xanasor oluyor.
Aynı kitapta olaydan 4-5 yıl sonra
(1901-1902 yılları itibariyle) Van ve
Bitlis vilayetlerinde Hamidiye aşiret
alaylarına ait bilgiler de veriliyor. Buna
göre 20 nolu alay, ki Şeref Bey kumandasında Merziki aşiretinden oluşuyor,
üç bölük halinde 372 süvariye sahipmiş. [4] Yine aynı kaynak sözkonusu
aşiretin meskun olduğu Ağbak/Elbak
(bugünkü Başkale) kazasının 148 köyünde üç ayrı aşiretin yaşadığını yazıyor. Buna göre ortalama bir aşirete 50
köy düşer. Kazadaki Kürtlerin toplam
nüfusu 2708 hane gösterilmiş (10’ar kişiden 27 bin olsun diyelim). En büyük
köy 70 haneyi geçmiyor. Xanesor isimli iki ayrı köyden birinin 8, birinin 29
hane olduğu yazılı [5]. Ermenice kaynakların 250-300 çadır şeklinde bahsettiği yerleşim, yaz dönemi yaylacılar
tarafından kurulan büyük bir oba olabilir. Mazrik aşiretinin 40 bin kişiden
oluştuğu doğru olsa bile bu nüfusun
onlarca köy ve yayla yerlerinde dağınık yaşadıklarını düşünmek gerek. Bir
tek Xanasor’a yapılan baskınla öyle
onbinlerin, hatta binlerin katledilmiş
olamayacağı açıktır. Olaydan sonraki
yıllarda bu aşirete ait Hamidiye alayı
da var olmaya devam etmiştir. Ama
Cewo gene de istiyorsa Taşnakların
“Mazrik aşireti imha edildi” lafına
sımsıkı sarılarak en üst sınırdan ölü bilançosu yarıştırmayı sürdürebilir.
Cevabındaki çeşitli vurgularıyla benim o tarz bir eylemi savunduğumu ve
kurban sayısı az olan katliam önem-
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sizdir demeye getirdiğimi ima etmiş.
Öyle bir anlayış gütmediğim yazdıklarımla ortada. Devrimci eylem çizgisinden saparak masum insanlara zarar
verilmesini hem o dönem, hem bugün,
hem Taşnak fedaileri, hem PKK gerillaları açısından tutarlı şekilde eleştirmiştim. Şaibeli Xanasor eyleminin
halen övgüyle anılmasını kınayan tarihçi Stepan Boğosyan’a hak vermiştim. Cewo’nun Boğosyan’ı kendi görüşüne dayanak yapması ve beni onunla
karşıtlık içinde göstermesi hiç dürüst
bir yansıtma değil. Kendisi o saldırıya
zemin oluşturan Hamidiye alaylarının
kıyıcı rollerini yok sayarak dönemin
Ermeni ulusal hareketini asıl saldırgan
pozisyonda tanıtıyordu. Buna ilişkin
itirazımı dikkatten kaçırmaya çalışmış. Baştan sona yazdıklarımı anlamazlıktan gelmiş. Tekrardan kendi
önceki makalesinin neredeyse bütün
paragraflarını aktarmış. Oysa eleştirime cevap vermek istiyorduysa onun
içeriğine bakarak tartışması beklenirdi. Gerçekler kimin hoşuna gitmiyor,
tarihi çarpıtan ve kafa bulandırmaya
çalışan kimdir, yazılanların karşılıklı
değerlendirmesi üzerinden bunu artık
okuyucuya bırakıyorum.
40 binlik katliam yalanını içeren iki
makalenin ortak amacı, tarihteki
Kürt-Ermeni geriliminin esas sorumluluğunu Ermeni tarafına mal etmek,
karşılıklı çatışma tezlerinin altını doldurmak, Ermeni soykırımını önemsizleştirmek ve orada kullanılan Kürtleri
“birkaç hain”den ibaret gösterip toplumsal geçmişini basitçe temize çıkartmaktı. Yazdıklarından hareketle
bu noktalara değinmek istiyorum.
Soykırımda Kullanılan Kürtlerin
İradesi ve Sorumluluğu Hiç Yok
Muydu?
Cewo soykırım suçunun ancak devletler tarafından işlenebileceğini belirterek “devlet statüsünde olmayan milletler ve dinsel topluluklar arasında vuku
bulan çatışmalar için (soykırım kavramının) kullanılamayacağı”nı söylüyor.
Biz de “soykırımını yapan Kürtlerdir”
demiyoruz. Fakat düzenleyici ve asli
fail olan devletin yanında, suça iştirak
eden/ettirilen sivil grupların ikincil
rolünden söz ediyoruz. Yazar ise kategorik olarak böyle bir şeyi dışlayıp
“topluluklar arası çatışma”dan dem
vuruyor. 1915’te Ermeniler ile Kürtler
arasında karşılıklı yaygın çatışmalar
oluyormuş da bunlar Kürtlerin soykırıma katıldıklarına yoruluyormuş gibi...
Hatırlanacağı üzere Türk inkârcıları
da tek taraflı bir şey olmadığını, “karşılıklı boğazlaşma” yada “mukatele”
yaşandığını ileri sürmekteler. Oysa
gerçek olan Türk hükümetinin Ermeni meselesinden köklü şekilde kurtulmak üzere savaş ortamını fırsat bilerek
Ermeni ulusunu imhaya yönelmesi ve
bunu ülke genelinde organize etmesidir. Bunun araçları olarak resmi kolluk
kuvvetleri ve Teşkilatı Mahsusa çeteleri yanında Kürt aşiretlerinin milis
gücünden geniş ölçüde yararlanmış
oldukları da sır değil. Yöre yöre soykırım tanıklıkları içinde isimleri ve somut fiilleriyle anılan çok sayıda örnek
var. Ermeni tanık ve yabancı gözlemciler bir yana, kendi babalarından ve
dedelerinden dinledikleri çok çarpıcı
yığınla öyküyü anlatan, yazıya döken
vicdan sahibi Kürtler de var. Cewo
gibi inkarcılar bu olguların soykırıma katılım ve hatta alet olma şeklinde
bile tanımlanmasına ateş püskürüyor.
“Bir şekilde bu olayların içine çekilen
insanlar ve dinsel topluluklar bu olayların ortağı olarak adlandırılamazlar”
diyor. Yani demek istediği; soykırım
gibi bir suçun bütün sorumluluğu
yalnızca devlete ait olabilir, toplumsal kesimlerin suç ortaklığından asla
bahsedilemez! Bunu desteklemek için
de şöyle bir mazeret ileri sürüyor: “Bu
olaylara karışanların büyük bir bölümü
korkutularak, tehdit edilerek, kendilerinin ve yakınlarının hayatlarını koruyabilmek maksadıyla karıştılar, ama
suçlu iktidar ile işbirliğine giren bazı
kesimlerin kendi halklarına karşı olan
tavırları da aynı şekilde insanlık dışı
olmuştur.” Nedense başkalarına yaparken çok masumane, ancak kendi halkına da yapınca insanlık dışı oluyor.
Sanki eline hançer verilen her Kürdün
kafasına da silah dayanmış, ya öldürür
yada ölürsün denilmiş. Maddi teşviklerle harekete geçirilme, katliam karşılığı ödüllendirilme, serbest yağma
talan, dinsel fanatizm ve ilkel güdüler
sözkonusu değilmiş...
“Kürtlerin soykırıma katıldığı” şeklinde genellemeci ifadeler de sorunlu olmakla birlikte, açılımı yapılınca
anlaşıldığı gibi kastedilen bütün Kürt
toplumu değil, gerçekten iştirak et-
miş önemli bir bölümüdür. Koruyucu
davrananların hakkını teslim etmek
kaydıyla, soykırım sürecinde Türk
devletiyle suç ortaklığı yapmış Kürt
toplum liderlerinin sorumluluğunu
dile getirmek yanlış değil, objektif bir
muhasebe gereğidir. Asıl sorumluluğun İttihat-Terakki hükümeti ve devlet
aygıtına ait olduğunu kim inkâr edebilir? Bunun tartışmasız olduğu bir genel
değerlendirmede katılımcı Kürt liderlere yüklenen sorumluluğun ikinci dereceden olduğunu anlamak zor olmasa
gerek.
Devletin yanında toplumsal sorumluluğu paylaşan Türk, Çerkez, Laz, Arap
ve sair sivil gruplar, yer yer bunlardan
karışık oluşturulan çete veya milisler
de olmasına rağmen, yardımcı olarak
neden sadece Kürtlerin rolünden söz
ediliyor diye sorulabilir. Böyle bir itiraz çok yersiz de sayılmaz. Sivil grupların sorumluluğunu inkar etmek yerine, farklı ağırlıklarla da olsa toplumsal
yüzleşmeyi suça bulaşmış her kesimden beklemek gerekir. Nitekim son zamanlar Çerkezlerin rolüne dair değerlendirmeler de okunabiliyor. Kürtlerin
yalnız olmadığı doğrudur. Ama sivil
saldırganlık kapsamında en çok onlardan sözedilmesinin toplumsal hafıza
ve yazılı kaynaklarda ciddi dayanakları var. Bu durum, tehcir yollarının da
geçtiği geniş bir alanda Kürtlerin hem
daha yoğun, hem de özerk denebilecek
şekilde katliam ve soygun için seferber
edilmiş olmalarıyla açıklanabilir.
Özerk hareket, yani kısmen kendi başına saldırı insiyatifi pek çok yerde
gözlemlenmiştir. Aşiret yöneticilerine fiilen tanınan bu serbestliğin devlet güçlerine binen yükü hafifletmek
kadar, sonunda inkâr edilemeyecek
katliamların suçunu Kürtlerin üstüne
atma niyetiyle de ilgili olduğu açıktır.
Kurbanların gözünde Kürtleri çağrıştıran ve kabaca onlara maledilen bazı
saldırıların başka sivil gruplara ait olması da mümkündür. Ama yapılan tanıklıklarda Kürtlere atfedilen şeyler o
kadar çok ki, bir kısmı öyle olsa bile
onların ismini çıkaracak kadar bir saldırı yoğunluğunun olduğu inkâr edilemez. Bunun önde gelen itici etkeni ise
Ermenilerin malına-mülküne konma
arzusu ve talana özellikle yol verilmesi
olmuştur. Yoksa Türk yöneticilerinin
“buralar Moskof’un eline geçecek, Er-
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
menistan yapılacak, siz kırmazsanız
onlar sizi kıracak” yollu körüklemeleri
masum insanlara karşı o kadar vahşeti
mobilize etmeye yetmezdi. Şüphesiz
bu da etkendir. Dinsel fanatizm ve cihad çağrıları da rol oynamıştır. Abdülhamit zamanından beri çıkarlarını
Osmanlı’yla ittifakta gören, daha önce
Hamidiye alaylarında örgütlü olarak
benzer roller oynayan önemli bir kesim
vardı ki, bunlar zaten final aşamasında da işbirliğine gönüllü olmuşlardır.
1895-96 saldırılarına direniş gösteren,
tek tük de olsa misilleme yapan, toprak
gaspları ve benzeri sonucu komşu Kürt
köyleriyle davalı olan kimi yörelerdeki
Ermenilere 1915’te bu husumetlerin de
hıncıyla vahşi saldırılar yapılmış, bazı
Ermeni köylerini tehcir etmeye bile
gerek kalmadan komşu köyler ve aşiret
güçleri gönüllü taşeron gibi imha işini
üstlenmiştir.
Kürt beylerinin son dönem otonomi
türünden resmi bir statüye sahip olmadıkları doğrudur. Ama bu durum yerel
planda fiili bir ağırlıkları olmadığı anlamına gelmiyor. Osmanlı hakimiyetine girdikleri Yavuz Selim döneminde
Batı Ermenistan ve Kürdistan’da elde
ettikleri otonom yetkiler yaklaşık 300
yıl sürmüştü. 19. yüzyılın ilk yarısında II. Mahmut’un merkezileşme hareketiyle bu statü sarsılmış ve Tanzimatla resmen de kaldırılmış olmasına
rağmen nüfuzlu beylerin fiili etkinliği
devam ediyordu. O dönem bağımsızlık eğilimi taşıyan Bedirxan Bey’in
ayaklanması büyük bir askeri seferle
bastırılarak Kürtlerin imparatorluktan
kopma ihtimali önlenmiş oldu. Daha
sonra gelişmekte olan Ermeni ulusal
hareketine karşı ihtiyaç duyulunca,
Abdülhamit tarafından ittifak tazelenen Kürt beylerine yerel konumlarını
tekrar güçlendirme imkânı tanındı.
Daha birinci kırımdan önce toprak
gaspları ve türlü çeşit zorbalıkla Ermeni köylülerini bezdirip göçe zorluyorlardı. Bu zeminde gelişen direnişleri ve reform taleplerini bastırmanın
da mızrak başı durumuna gelmişlerdi.
Hamidiye alaylarında rütbeler verilen,
yerel idarelerde önemli mevkilere getirilen liderleri, bugünkü korucu aşiret
reisleriyle kıyaslanmayacak düzeyde
itibar görmekteydi. Yani verili durumda resmi bir statüden yoksun olmalarına rağmen, Ermeni sorunu halledildikten sonra onu da elde edecekleri
umuduyla Kürtlüğü temsilen fiili ittifak halindelerdi. Bunu günümüzün
Kürt siyasetinde öne çıkanlar, en başta
Abdullah Öcalan “tarihteki Türk-Kürt
ittifakları” diye savunmakta ve en son
M. Kemal’le sürdürülürken Lozan sonrası bitirilen o ittifakı yeni toplumsal
güçleriyle tekrar sağlamaya çalışmaktalar. Dolayısıyla o günkü Kürt toplum
liderlerinin siyasi iradeleri olmadığını
ileri sürmek makul bir itiraz değil.
Kendi bölgelerindeki etkin konumları ile Kürt yığınlarını da ayartarak
Ermeni ve Süryanileri kırıp maddi
zenginliklerini gaspeden, kendilerine
tanınmış serbestlik içinde daha fazlasını elde etmek üzere şevkle insiyatif
gösteren aşiret reisleri, şeyhler, ağalar
ve ğulam başları tabii ki iradi bir suç
ortaklığı içindelerdi. Cewo bundaki
bilinç unsurunu gözardı ettirmek için
cahilliğe vurgu yapıyor: “okuyamadıkları ve bu sebeble aydınlanamadıklarından, organize hareket etmekten
yoksun ve cahildiler, ve bu yüzden başkalarının elinde silah olma durumunu
yaşadılar, Osmanlı Devleti tarafından
provokasyonlarla oyuna getirildiler”
diyor. Cahillik belki körü körüne kullanılmayı kolaylaştıran bir faktördür,
ama içlerinde tahsilli olarak İttihatçı
kulüplerine kayıtlı liderler bulunduğu
gibi, okumamış olanların kendilerine
oynatılan rolü hiç idrak edemez olduklarını düşünmek de yanlıştır.
Bunun karşıtı olarak, en yoğun örneği
Kızılbaş kültürüyle Dersim’de görülen, ama Sunni Müslüman bölgelerde
de yer yer rastlanan koruma-kurtarma
pratikleri vardı. Bunlar da okul yüzü
görmemiş olduklarına göre, demek
ki asıl faktör vicdandı. Devlet tarafından teşvik edilenin aksine duruş
göstermek, dahası cezalandırılma riskini göze alarak vicdani davranmak
herkesin harcı değildi. Bir aşiretin
yada köyün toplu kucak açtığı durumlarda bunu sağlayan da yine oradaki yönetici şahsiyetlerin eğilimleri
oluyordu. Akıma karşı durma dirayetini gösteren Kürtler, devletin kıyıcı
milis anlamında en fazla kendilerine
rol biçmesi nedeniyle diyebiliriz ki,
başka tehcir bölgelerinde komşularını
saklayan Türklere ve diğer unsurlara
göre daha zorlu ve onurlu bir rol oynamışlardır. Kürt halkının 1915 muhasebesi tabii ki bu onurlu tarafını da
kapsayacaktır. Tablonun ağırlıklı bölümü kullanılma ve suç ortaklığı olduğundan dolayı Kürt toplumu adına
gösterilmesi beklenen samimi yüzleşme ve özür, aynı zamanda yüz ağartıcı
bölümüyle gurur duymaya engel değil.
Bunun hakkını teslim edecek olan ise
herşeyden önce o değerli dostluğun
anılarına sahip ve dedelerinin minnet
duygularını bilen Ermenilerdir. Yazılı Ermenice tanıklıklar içinden kırım
öyküleri yanında sığınma, korunma ve
kurtuluş anılarını da derleyen biri olarak diyebilirim ki, dürüst bir muhasebe
bu olumlu tarafın çok daha iyi hissedilmesini de sağlayacaktır.
Hangi etnik gruptan olursa olsun, ne
yaptığının farkında olarak insanlık
suçlarına iştirak eden sivil unsurlar,
sıradan kişiler de toplumsal sorumluluğun parçası sayılır. Ama somut bir
ilişkisi olmadığı halde, devletin dayattığı askerlik hizmeti veya memurluklarda bulunduğundan dolayı hiç kimse
otomatikman öyle bir suçun vebalini
paylaşmış olmaz. Cewo soruyor: “Ermeni soykırımı zamanında Osmanlı
imparatorluğu kurumlarında, bu insanlık dışı sisteme hizmet eden Ermeni
halkının üyeleri yok muydu, Ermeniler
Osmanlı ordusunda askerlik yapmış
(bazıları rütbe ve mevkiler de elde etmiş) değil mi?..” Evet ama ne ilgisi var?
Bunlar soykırım fiilinden bağımsız ve
her zaman olabilecek konumlardır.
Mukayese edilecek şeyler değil. Bir
kısım mevki sahipleri de dahil o süreçte tüm Ermeniler canice hedeflendi.
Çanakkale’de vatan hizmeti yaptığını
zanneden Ermeni subayı yada doktoru, o sırada kendi ailesinin tehcir edildiğinden bihaberdi. Amele taburunda
taş kırdırılan Ermeni askeri de iki gün
sonra kuytu bir vadide katledileceğini
bilmiyordu. Buna karşılık tehcir bölgelerinde insan kasaplığı yapan veya
talanla iştigal eden kişiler ne yaptığını
biliyordu. Şahsi sorumluluk açısından
eğer izan sahibiyseniz, verilen görev
gereği bir tehcir kafilesini yürüten, fakat elinden geldiğince insani davranış
göstermeye çalışan jandarma çavuşunun hakkını da teslim edebilirsiniz.
Sorun insanların nerede bulunduğuyla
değil, hangi koşullarda nasıl davrandığıyla ilgilidir. Bunu doğru değerlendirmek kaydıyla, tabii ki Ermeni soykırımının toplumsal sorumluluğunu
paylaşan Ermeniler de gösterebiliriz.
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İlk elden tutuklanan aydınları ihbar etmiş kişiler, vb...
Ama yazarın “her milletten hainler
olabilir, Kürtlerden neden olmasın?”
vurgusuyla başlayıp, “Hainler ve suçlular kendi halklarından değildir” diye
bitirdiği mantık yürütme neyi anlatmış
oluyor? Sonuçta böyle bir yaklaşım,
Kürtlerin o süreçteki ağırlıklı rolüne dair tartışmada işi her zaman her
milletten olabilecek kadar “hainler”in
rolüyle geçiştirmek ve daha önemlisi
kimler suçortaklığı etmişse Kürt halkı
dışında değerlendirip onun toplumsal
geçmişini basitçe temize çıkartmaktır. Hainlerin, canilerin belli bir halka
yada ulusa ait sayılamayacağı mantığıyla bakarsak, o kimlikle anılan
topluluğu salt masumlardan ve kahramanlardan oluşan kutsal bir varlığa dönüştürmüş oluruz. Bu da özünde “ecdadıma laf söyletmem” diye yırtınan
Türk politikacılarının kutsal kimlik
tahayyülünden farklı birşey değildir.
Bu mantıkta birleşenlerden bir kısmının ataları devletli, bir kısmınınki devletsiz olsa ne fark eder? Sonuçta suçlu
olanları kendi kimliğinden yalıtmak
mümkünse devletli olanları da, hatta
devletin kendisini de yalıtırsınız, olur
biter. Hiç bir ulusal topluluğun da tarih
muhasebesine gerek kalmaz. Yaşasın
suçluların kimliksizliği!..
Oysa tarihteki olumlu rolleriyle hatırlanan insanlar gibi, olumsuz örnekler
de kimliklerinden ayrı düşünülemez.
Bunu söylemek ile kimliğin kendisini
damgalamak arasında fark var. Kimlikleri aşağılamak, mensuplarını topyekün kötülemek özenle kaçınılması
gereken bir şeydir. Bir ulusal topluluğun kritik bir süreçte ağır basan rolüne
ilişkin olumsuzlama ise aynı şey değil. İnkara gelmeyen insanlık suçları
ve bunlar sayesinde elde edilmiş çıkarların yaygınlığı, herkesin dedesini
aynı kefeye koymak anlamına gelmeyen kollektif bir sorumluluk doğurur.
Bunun karşısında “sonraki kuşaklar
öncekilerin yaptıklarından sorumlu
tutulamaz” diye kayıtsızlığı savunmak o utancı sürdürmeye hizmet eder.
Gelecekte onurlu bir konum, ancak ve
ancak geçmişin lanetli rollerini mahkum etmekle kazanılabilir. Soykırım
sürecindeki kurtarıcı örneklerle gurur
duymanın tutarlı birşey olması da o
hesaplaşmanın hakkıyla yapılmasına
bağlıdır.
Hangi Yaklaşım Halkların Samimi
Dostluk ve Barışına Katkı Yapar
Gerçekten?
Soykırım ve Kürtlerin rolü tartışmaları Kürt aydınları arasında daha çok
“Evet soykırım oldu ama bunu Türk
devleti organize etti, suça bulaşan
Kürtler karar alıcı değillerdi; bazı tetikçilerden dolayı Kürt ulusu adına sorumluluk kabul etmek doğru değildir”
şeklinde bir savunma hattı üzerinden
karşılanmakta. Ama bunun yanında
“en iyi savunma saldırıdır” mantığıyla Türk inkarcılarına özenen suçlayıcı bir çizginin de geliştiği görülüyor.
Bu doğrultuda yazanlar “Ermeni çete
ve örgütleri de dönem dönem Kürtleri katletti; dış güçlerin kışkırtmasıyla
karşılıklı çatışmalar yaşandı, olan bitende Ermenilerin de büyük sorumluluğu var” demekten tutalım, onları öncelikli saldırgan ve daha büyük suçlu
ilan etmeye kadar vardırıyorlar. Kürtler ile Ermeniler arasında yaşananları
böylece bulandırıp en hafifiyle eşitlemekten başka, devletin o süreçteki yönelimini de her iki halka karşı dengeli
göstermeye çalışarak “1915’te yalnız
Ermeni ve Süryaniler değil, Kürtler de
kırım ve tehcire uğratıldı” diyorlar. Kitap ve makalelerinde daha önceleri de
bu tezi işleyenlere rastlamak mümkün.
Bunlardan bazılarını (Jwaideh, Torî
vb.) geçen yılki bir yazısında Garbis
Altınoğlu eleştirmişti.[6] Son zaman
Cewo ile Xerzî’nin yorumları benzer
şekilde. Sorunun tarihsel evrimine
dair görüşlerini sonraki başlıklarda ele
almak üzere 1915’e nasıl baktıklarını
görelim. Cewo bunu şöyle özetliyor:
“Osmanlı İmparatorluğu’nda soykırım
politikası sadece Ermenilere değil,
Kürtlere de uygulanmıştır. Elbette ki
o zaman katledilmiş Kürtlerin fotoğraflarını çekecek veya olayları detaylarıyla yazacak olan kimseler yoktu (...)
Evet, o zaman yaşananların hepsinin
toplamı bir trajedidir. Ama o trajediyi
sadece Ermeniler değil, Osmanlı İmparatorluğunun tüm halkları yaşamıştır. Bütün halklar eziyet görmüş ve bu
insanlık dışı siyaset sebebiyle büyük
darbeler yemişlerdir.”
Böyle dümdüz eşitledikten sonra Ermenilerin soykırıma uğramış olmasının hiç bir özelliği olamaz elbet. Aynı
dönem Süryanilerin, daha geç Pontus
Rumlarının ve son olarak da Dersimlilerin soykırıma uğratıldığı gerçeğini
ayrı tutarak söylemek gerekirse, yazarın özelde Kürtleri ve genelde eziyet gören herkesi içine katarak yaptığı
tasvir tam anlamıyla soykırım kavramını sulandırmaktır. 1915’de yaşanan
durum bütün halkların paylaştığı ortak
bir trajediyse, neden yalnız Hristiyan
halkların kökü kurumuştur?.. İşte eşitlemeci bayların unuttuğu küçük ayrıntı!..
Bu yorumcuların hepsinden daha eski
ve hepsinin az çok gıdasını aldığı bir
de Dr. Nuri Dersimi örneği var ki, o
Kürtlerin yalnız devlet tarafından değil, hatta daha fazlasıyla “Rus ordularına öncülük eden Ermeniler tarafından” kırıldığını ileri sürmüştür. Onun
“Hatıratım” isimli kitabının “Ermeni
Meselesi” başlıklı bölümü 1915 soykırım tarihini tam anlamıyla tepe takla eden bir muhtevaya sahiptir. Kürt
siyasi çevreleri içinde halen oldukça
itibar edilen bir tarihsel figür olması
nedeniyle, Dersimi’nin bu konuda çizdiği tabloyu daha ilerde özel bir başlık
altında irdelemeyi gerekli görüyorum.
Soruna bu yorumcular gibi yaklaşanlar, Kürt halkının geçmişle doğru dürüst yüzleşmesi yolundaki dostane
çağrıları ona düşmanlık gibi görme
ve gösterme durumundalar. 1915’den
1923’e kadar Hristiyan halkların kanlı
tasfiyesini sürdüren Türk-Kürt ittifakını bugün bile savunuyor olmak, geçmişte suç ortaklığı yapanları “birkaç
hain”den ibaret sayarak reddetmiş görünmenin tutarsızlığını açıkça ele veriyor. Tutarlı Kürt demokratlarının tarih
muhasebesi özellikle dönemin işbirliği
siyasetini kapsamalı, kadim komşuları
olan halkların köklerini kazıyan süreçteki kendi liderlerinin devlete yardımcı
rollerini ve bununla sağladıkları kirli
çıkar ve avantajları sorgulamalıdır.
Cumhuriyet tarihinde Kürtlerin uğradıkları baskı, zulüm, katliam ve mağduriyetlerin eleştirisini açık alınla yapmak ve önceki haksızlıkların mağduru
halklarla samimi dostluk geliştirmek
bu temelde olabilir.
Cewo gibilerin bu tür önermeleri “soykırımda Kürtlerin suçlanması” şeklinde niteleyip Kürt ve Ermeni halklarının dostluğuna hizmet etmediğini
söylerken, şişirilmiş rakamlarla karşı
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
suçlamalar yapmaktan geri durmamaları ve buna rağmen halklar arasında
asıl dostluk ve birlik isteyenin kendileri olduğunu söylemeleri ayrı bir
tutarsızlık örneği. Cewo baştan sona
misilleme havasındaki yazısını sonunda şöyle bağlıyor: “Bugün, bu acı
ve kederli tarih, halklarımız arasında
nefreti tırmandırma amaçlı kullanılmamalıdır. Tekrardan Kürtleri ve Ermenileri karşı karşıya getirmek isteyen
bazı güçlerin oyununa gelmemek adına tarihten dersler çıkarmalıyız. Yüzyıllarca beraber yaşamışız, şimdiden
sonra da komşu olacağız, bu yüzden
halklarımızın barış, huzur ve dostluk
içinde yaşamaları için herşeyi yapmalıyız. Kürtler ve Ermenilerin çelişki ve
çatışmalara ihtiyacı yoktur. Gücümüz
birleşmede, uzlaşmada ve dostlukta
saklıdır”.
Bu şekilde istenen tabii ki açıkyürekli
bir yakınlaşma değil. Yüzyıllarca beraber yaşanılan alanlarda bugün Ermeni halkının esamesi bile okunmazken,
sanki Kürtler gibi yerli yerinde duruyor ve komşuluğu sürdürme imkanı
varmış gibi dizilen bu sözler, adalet
ve rehabilitasyon olmaksızın tarihsel
hafızadan sıyrılma telkini yanında buram buram inkarcılık kokuyor. Hele
bir de “nefreti tırmandırma amaçlı
kullanılmamalı” dediği tarihten hileli
karşı salvolar yapma çabasını düşünürsek en sondaki “güzel” temennilerinin
kulakları okşama gücü bile olmuyor.
9 Mayıs 2013
[1] http://www.gelawej.net/
index.php/hovsep-hayreni/8861-2013-02-26-01-06-23.html
[2] http://www.mezopotamya.gen.tr/
srove-yorum/ezz-cewonun-hovsephayreniye-cevabi-h1753.html
[3] Mayevsriy V. T., 19. Yüzyılda
Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı,
Kürt-Ermeni İlişkileri, Sipan Yayıncılık, 1997, s. 162.
[4] Mayevsriy V. T., age, s. 198
[5] Mayevsriy V. T., age, s. 273-277
[6] www.koxuz.net/anasayfa/2012/08/01/kurt-ulusal-hareketi-vegecmisle-yuzlesmenin-dayanilmazagirligi-4/
24-25 nisan 2010'da ankarada
düzenlediğimiz 1915 konferansın belgelerinin tamamını
yayınladık, konferansta olduğu gibi kitabın da hiçbir
türk, kürd, ermeni, süryani,...
dost(!) yayının yada aydının
dikkatini(!) çekmediği görülüyor. kitaba dair kimsenin iki
satır olsun yazmaması ilginç.
konferansta olduğu gibi dost(!)
lar kitabı da yok sayıyorlardersaadette düzenlenmeyen
bir konferans olduğundan
herhalde-.
Adolf Hitler, 22 Ağustos 1939 günü,
askeri kurmaylarına Polonya ile ilgili kısa vadeli planlarını anlatıyordu
özel çadırında:
"Biz gücümüzü hızımızdan ve acımasızlığundan alıyoruz. Cengiz Han
milyonlarca kadın ve çocuğun ölümüne yol açtı, planlı bir şekilde ve büyük
bir mutlulukta... Tarih, onun şahsında
sadece bir devlet kurucusunu görüyor. Güçsüz bir Batı Avrupa medeniyetinin benim hakkımda ne diyeceği
umurumda bile olmaz. Polonya mevcut nüfusundan arındırılacak ve buraya Almanlar yerleştirilecek. Küçük
devletler beni korkutamaz. Kemal'in
ölümünden beri Türkiye aptallar ve
yarım akıllılar tarafından idare ediliyor..."
(Arka Kapak)
Şahan Natalie; Ermeni jenosidinin
üzerinden bir kaç yıl geçmişken, Türk
devletinin gelecek planlarını açıklamak niyetiyle kaleme almış olduğu
iki metin; "Ankara'dan Bakü'ye Türkçülük" ile "Biz ve Türkler" Ermenice olarak yayımlandı. İkinci baskısı
İngilizce olarak, 1931'de Boston'da,
üçüncü baskısı 1992'de Erivan'da İngilizce yapıldı. Şimdi de bu baskısı
gecikmiş ve Türkçe olarak İstanbul'da
yapıldı.
Etiketler:
Biz Ermeniler ve Türkler
Şahan Natalie 9789759010720
Peri Yayınları Nihal Aktan
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Fail-i meçhul
aydın kırımı
olarak 24 Nisan
Prof. Dr. Taner Akçam
"Her büyük kitlesel katliam bazı semboller üzerinden anılır. Kamboçya
denince ölüm tarlaları; Holocaust (Yahudi Soykırımı) denilince Auschwitz
başta olmak üzere toplama kampları
akla gelir. Ermeni soykırımında 24 Nisan ve Der-Zor çölü böyle iki ayrı sembole denk düşer. Ermeni soykırımının
en ayırt edici özelliklerinden birisi
onun bir "aydın kırımı" olarak başlamasıdır, dersem abartmış olmam. Bu
özelliği ile diğer kitlesel katliamlardan
biraz ayrılır da. 24 Nisan'ın sembol seçilmesinin bir nedeni de budur.
Aslında daha önce de başlamış olmakla birlikte Ermeni aydın ve kanaat önderlerine yönelik büyük tutuklamalar
24 Nisan 1915'de başlamış ve daha
sonra dalga dalga devam etmiştir.
Hemen her il ve ilçede tutuklanan aydınlar işkencelerden geçirilmiş, kimi
mahkeme kararı ile kimi herhangi bir
mahkeme kararı olmadan, ölüme mahkum edilmiş, şehir ve kasaba merkezlerinde idam edilmişlerdir.
"Aydın kırımının" bir başka ayırıcı özelliği de onun bir kitlesel faili
meçhuller olarak yaşanmasıdır... 24
Nisan'da tutuklanan Ermeni aydınlar,
yüzyılımızda ülkemizde ilk kitlesel
faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerdir. Örneğin, İstanbul'da tutuklanıp, daha sonra Ayaş ve Çankırı'ya
gönderilen 200 civarındaki aydın,
kimi zaman tek tek, kimi zaman gruplar halinde buralardan alınıp yollarda öldürülmüşlerdir. Yola çıkarılma
gerekçeleri de ilginçtir; Kayseri veya
Diyarbakır Divan-ı Harbi Örfilerinde
yargılanmak; başka şehirlerde yerleşmelerine izin verilmesi veya affa
uğramış olmaları nedeniyle serbest bırakılmak gibi... Doktor Rupen Sevag
Çilingiryan ve Daniel Varoujan örneklerinde olduğu gibi, katillerin yakalandığı ender durumlar dışında, bu
aydınların çoğunun kimler tarafından
nerede öldürüldükleri meçhul kalmıştır. Diyarbakır yollarında imha edilen
Taşnak lider Agnouni ve arkadaşları örneğinde olduğu gibi, haklarında
"Rusya'ya firar ettikleri" gibi notlar
düşülenler de olmuştur.
24 Nisan aydın kırımının bir dizi faili meçhuller olarak yaşanmasının bir
sonucu da, bu gerçekliğin günümüzde
kolayca inkar edilebilmesidir. Kendilerini tarihçi olarak ilan eden bazı
devlet görevlileri, yazdıkları makalelerde çarşaf çarşaf, Osmanlı arşivlerindeki bu belgeleri kullanarak, Ermeni aydınlarının imha edilmedikleri,
ya af edildikleri ya da firar ettikleri ve
nereye gittiklerinin bilinmediği gibi
iddialara yer vermişlerdir.
Yukarda kısaca değindiğim hususun
bizlere 1990 sonrası faili meçhullerini
ve bunların nasıl aynı metotlarla inkar edildiğini hatırlattığını biliyorum.
Gerçekten de 1990 sonrası yaşanan
faili-meçhuller ile 24 Nisan sonrası
yaşananlar arasındaki paralellik çok
düşündürücüdür. 1990 sonrası yaşadıklarımız belki de veya aslında 1915
sonrası yaşadıklarımızla yüzleşmemiş
olmamızın ödenmiş fiyatıdır.
Soykırımdan sağ kurtulan Ermeniler,
kendilerine yönelik bu büyük imhayı düşünmeye, anlamaya ve protesto etmeye çok geç başlamışlardır.
İlk bilinen kitlesel gösteriler 1965 ve
sonrasıdır. Bu gecikmenin nedenlerinden birisi de Ermeni soykırımının
bir aydın kırımı olarak yaşanmasıdır.
Holocaust'ta, Yahudi aydınların önemli bir kısmı Almanya'yı vaktinde terk
etme şansları olmuştu ve bu nedenle
yaşananlara kısa sürede tepki verebilmişlerdi. Ermenilerin, kendi aydınlarını yetiştirebilmeleri ise bir kaç kuşak almıştır.
Torosyan tartışmaları nedeniyle 1945
ve sonrası Amerikan Diyasporasının
iki önemli dergisi Mirror Spectator ve
Heirenik dergilerini tararken, karşılaştığım bir haber türü çok dikkatimi
çekmişti. Üniversitelerde okuyan veya
mezun olan öğrenciler tanıtılıyor ve
onlardan övgü ile söz ediliyordu. Üniversite okuma veya bitirmenin haber
olma değeri taşıması şaşırtıcı gelebilir
ama bunu ancak yaşanan "aydın kırımı" ile açıklayabiliriz. Ermeniler sanki yeniden doğuyorlardı. Bu ilan ve
haberlerle, 24 Nisan'da aydınlarımızı
yok ettiniz ama biz bitmedik, buradayız, yeniden aydınlarımızı yetiştiriyoruz, der gibiydiler.
24 Nisan'ın belki sadece bir "aydın kırımı" olarak anılması değil, bir halkın
kendi aydınlarını yeniden yetiştirmesinin sembolü olarak da anılması daha
doğru olur galiba... Aklımda "zahid
bizi tan eyleme" türküsü dizeleri...
"Sayılmayız parmağ ile Tükenmeyiz
kırmağ ile". Bu 24 Nisan'da da alanları
bu inatla doldurmak gerekiyor.
Kaynak:
marksist.org
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kemal Derviş: Öcalan'a
artık 'hain' denilmemeli
sinde yardımcı olabilecekse yardımcı
olsun," ifadelerini kullandı.
CHP'NİN SÜREÇTEKİ TAVRINA
ELEŞTİRİ
Eski Devlet Bakanı Derviş, ayrıca
CHP'nin çözüm sürecindeki tavrını da
eleştirdi...
Eski Devlet Bakanı-Ekonomist Kemal
Derviş, CNN TÜRK'te Taha Akyol'un
konuğu oldu. Çözüm süreci hakkında
düşüncelerini paylaşan Derviş çarpıcı
açıklamalarda bulundu.
"BU ÖNERİYİ GETİRENE 'VATAN
HAİNİ' DENMEMELİ"
Çözüm sürecinde iki temel noktanın
olduğunu belirten Derviş, "Biri şiddetin olmaması ikincisi ise herkesin özgürce fikrini söyleyebilmesi ve öneri
getirebilmesidir. Bu öneriyi getirene
'vatan haini' denmemeli. Her türlü öneri demokratik bir çerçevede tartışılma-
CHP'nin çözüm sürecine karşı tavrını
da eleştiren Derviş, "Ben isterdim ki
bu işi CHP yapsın" dedi.
lı. Herkesin amacı aynı bu ülkede barış
içinde yaşamak," dedi.
"BARIŞ, NETİCEDE DÜŞMANLA
YAPILIR"
Barışın her neticede "düşmanla" yapıldığını kaydeden Derviş, "Hep geriye
gidersek işin içinden çıkamayız. Ben
insanların değişebileceği kanısındayım. Bugünkü Öcalan, 20 yıl önceki
Öcalan değildir belki de. Her insan
deneyimlerinden öğrenebilir. Kendisi
şiddete karşıysa ve şiddetin sona erme-
SİLAH BIRAKMA KONUSU
Türkiye'nin artık güçlendiğini ve her
şeyi tartışabileceğini söyleyerek devam eden Derviş, PKK'nin silah bırakması konusunda ise, "PKK'nın ne
zaman silah bırakacağı konusundaki
belirsizlik rahatsız edici. Bu konuda
ayrıntılara girmek benim için zor. Silah oldukça tehlike devam ediyor, ama
şu andaki görüntü bile sevindirici.
Çünkü son haftalarda olay yok çekilme var," şeklinde konuştu.
Kaynak demokrathaber.net
Bülent Arınç;
"Öcalan beni kullanın dedi,
biz de kullanıyoruz.."
Arınç: "Can havli ile 'Beni kullanın', diyen Öcalan'dan istifade edilebilir diye
düşündük, doğru da yaptık"
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, çözüm süreciyle ilgili olarak, "Kenya'dan
getirildiği zaman can havliyle 'Ben size
hizmet edebilirim, siz de beni kullanın'
diyen bir adamdan acaba istifade etmek
mümkün müdür diye düşündük, ayıp etmedik doğru yaptık. Akıllı olan da bunu
yapar zaten" dedi.
Arınç, MÜSİAD İzmir Şubesi'nin düzenlediği toplantıda çözüm sürecinin detaylarını anlattı.
"İSTİFADE
EDERKEN DOĞRUYU YAPTIK"
Öcalan'ın 13-14 yıldır hapiste olduğunu,
örgüte sempatisi olanların, elinde silah
olanların ve yerel unsarların bu kişiyi
lider olarak tanıdığını, 'Öcalan'ın iradesi
bizim de irademizdir' diyerek yüzbinlerce kişinin kağıt imzaladığını anlatan
Arınç, şöyle konuştu:
"Bunun bize bir şey hatırlatması lazım.
Hatta ilk yakalandığı Kenya'dan getirildiği zaman can havliyle 'Ben size hizmet
edebilirim, siz de beni kullanın' diyen bir
adamdan acaba istifade etmek mümkün
müdür diye düşündük, ayıp etmedik doğ-
ru yaptık. Akıllı olan da bunu yapar zaten. O, orada duracak örgütü yönetecek,
vahşetler devam edecek. Peki aksi mümkün mü? Aksi mümkün olacaksa bundan istifade etmemek ne kadar doğru, bu
kanaate geldik ve Milli İstihbarat Teşkilatı... Bütün dünyada, bütün ülkelerde
olduğu gibi servis olarak, gizli servisler olarak Öcalan'la irtibat kurmak ve
kendisinin örgütle ilişkisini olumlu bir
noktaya getirebilmek imkanı var mı diye
düşünüldü, var olduğu görüldü. Temaslar devam etti. Milletvekilleri, BDP'liler
devreye girdi, mesajlar gidip gelmeye
başladı. 5 ay içinde çok olumlu beklediğimiz bir noktaya geldik."
"ÇÖZÜLSÜN"
DİYENLER ÇOĞUNLUKTA
"Bu iş eskisi gibi devam etsin" diyenlerin olabileceğini ancak "Bu iş bir şekilde
çözülsün diyenlerin çok büyük çoğun-
luk" olduğunu vurgulayan Arınç, şunları
söyledi:
"Bütün şehit cenazelerinde iki şeyi
duydum. Birincisi 'Bunu yapan hainlere
cezalarını verin', ikincisi 'Ne yapın ne
yapın bundan sonra kan dökülmesin, anneler ağlamasın, başka acılar olmasın'.
Ama şunu duymadım. 'Benim oğlum
öldü, bütün askerler ölsün, bütün gençler ölsün, herkes yok olsun, benim başıma düşen ateş herkesin başına düşsün.'
Hiçbir şehit yakını bunu söylemedi. Bu
Türk milletinin asaletindendir. Cezalarını verme konusunda hükümet, devlet, emniyet, kolluk kuvvetleri herşeyi
yaptı. Kimisi etkisiz hale getirildi, kimi
yakalandı, kimi teslim oldu. Yapılabilen
yapıldı, ama iş bitmedi. İkincisini yapmamız lazım. Bu iş nasıl çözülecekse o
yolda da hepimizin gayretli olması lazım."
http://www.serbesti.net/?id=3071
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İSLAM
BAYRAĞI
ALTINDA
BARIŞ BİR
MASAL
Dr. Hüseyin Demirtaş
Kürt Sorununda çözüm sürecini, süreci başlatanların kimliğinden bağımsız olarak genelde olumlu buluyorum.
Çünkü bu aşamaya taraflar kendi iradelerinden çok, ülkemizde ve bölgede ortaya çıkan gelişmeler sonucunda
mecbur olmuşlardır. Akan kanın durması ve barışa yeniden bir şans verilmesi adına ilkesel olarak, barışın yanında saf tutmak gerekiyor.
Ancak bu aşamadan sonra “Bu süreç barışı ve demokrasiyi getirecek mi?” soruları karşısında büyük kuşkularımın
bulunduğunu eklemeden geçemem.
Zira Kürtlerle Türklerin barışmasını,
İslam ortak paydası ve bayrağı altında gerçekleştirmeyi Öcalan 21 Mart’ta
okuttuğu Newroz konuşmasıyla, AKP
Hükümeti ise sayısız kere ilan etmiş
durumda. Oysa İslam’ın ve özellikle
Sünniliğin Kürtler ve Türkleri bir arada tutmada ortak payda olamayacağı,
aslında Osmanlı’nın 1830’larda Kürt
Beylerinin özerk statüsüne son vermesiyle çoktan belli oldu. O tarihten bugüne meydana gelen PKK dâhil onlarca Kürt ayaklanması ve rahatsızlığının
esas nedeni, Kurtuluş Savaşı öncesi ve
sırasında yapılan ittifakı saymazsak,
burada gizlidir.
Kısaca Kürtler ve Türklerin 1071
Malazgirt’ten bu yana İslam bayrağı
altında barış ve kardeşlik içinde yaşadığı varsayımı, bir masal olmaktan
öteye geçemez. O halde tarafların bu
tarihsel gerçekliğe rağmen, İslam kardeşliğine yoğun vurgusunun sebepleri
neler olabilir? Bence her iki tarafta,
İslam’ın uzun vadede birlikte yaşam
için ortak payda olamayacağının farkındalar. Ancak AKP ile onun dominant olduğu devlet ve sistem, İslamcı
yönelişi nedeniyle, Türkiye gerçeğini
bile bile, “ben yaptım oldu” iddiasıyla
zoraki de olsa İslam’ı Türkiye’de herkesin ortak zemini olarak inşa etme
niyetinde görünüyor. Burası anlaşılır.
Öte taraftan Kürt Hareketi ve özellikle Öcalan’ın bu olguya yaklaşımını ise
ilkesel olmaktan çok taktiksel ve konjonktürel olarak ele almak eğilimindeyim. Ne de olsa karşısında İslamcı ve
Ortadoğu’da Sünnilik temelinde bir
ittifaka kendini adamış bir hükümet
var. Nitekim Öcalan’ın zaman zaman
hareketinin ana çizgi ve ilkelerinin aksine davrandığını 1998’de yakalanmasından sonra Kemalist mesajlar vermesi örneğinden çok iyi biliyoruz. Veya
öyle olmasını ummak istiyoruz. Yoksa
gerek Öcalan’a gerekse de Hükümet’e,
özelde Kürtler genelde ise bütün Türkiye toplumu temelinde Sünniliğin ve
İslam’ın ortak payda olamayacağı ve
barış ortamı getirmeyeceği gerçeğini
birileri hatırlatacaktır. Bu birileri sadece bin yıllık İslam bayrağı altında
çok acı çekmiş, sayısız katliama uğramış Aleviler olmayacaktır.
Artık aynı zamanda Kürt Hareketi ve
Kürt halkı içinde zaten başından beri
var olan ve halen çok güçlü bir biçimde
temsil edilen seküler, laik ve sol damar
vardır. Ek olarak genel Türkiye toplumu içindeki çarpık laiklik uygulamalarına rağmen ortaya çıkmış din-dışı
saiklerle hareket eden, laik ve modern
kesimlerin de din temelli bir Türk-Kürt
ittifakına karşı çıkacakları kesindir.
Ayrıca Öcalan bilmiyorsa bilmelidir
ki, İslam bayrağı altında yaratılacak
bir ittifak, gerçek anlamda bir barışı sağlayamayacaktır. Çünkü sonuçta Kürtlerin en azından yüzde 30’u
Alevi’dir. Kürt halkı arasında Kürt
Aleviler yanında adı geçen seküler kesimler de, buna PKK’nın ana gövdesi
de dâhil, İslam bayrağı altından çok laiklik, eşit yurttaşlık ve demokratik bir
Türkiye inşa edilmesini istemektedir.
Zira Türkiye toplumunun dokusu, Türküyle, Kürdüyle ve diğer etnisiteleriyle
500 yıl önceki gibi din ve mezhep temelli bir ittifakı kaldıramayacaktır. Bu
yapay ve zoraki temel bir yerde mutlaka dağılmaya mahkûmdur.
DERTLERİ KÜRTLERİ YATIŞTIRMAK
Bu anlamda da Alevilerin sürece bakışı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.
Aleviler amasız, fakatsız bir barışın,
eşitliğin ve kardeşliğin yanında olmalıdırlar. Nitekim büyük oranda öyledir. Alevilerde sürece yönelik var olan
kuşkularsa tarafların - özellikle AKP
Hükümeti’nin - izah etmeye çalıştığımız Türkiye gerçeğine aykırı samimiyetsiz yaklaşım ve uygulamalarından kaynaklanmaktadır. İşin gerçeği
AKP’nin derdi Türkiye’de akan kanın
durması, eşit yurttaşlık, hukuk ve laiklik temelinde bir ortamın inşa edilmesi değildir. Öyle olsaydı, hapishaneler düşünce suçlularıyla, gazetecilerle
dolu olmazdı. Her hak arayanın üzerine polis panzerleriyle, tazyikli suyla
ve biber gazıyla hücum edilmezdi. 1
Mayıs’ı kutlamak sorun olmazdı. Bunların dertleri; bir süre de olsa Kürtleri
yatıştırarak, Suriye’ye, Irak’a müdahil
olarak, ABD ve İsrail’in peşinde altemperyal emeller peşinde koşmaktır.
İran’a karşı, Katar, Suudi Arabistan ve
Bahreyn ile birlikte Sünni ittifakı yaratıp, Ortadoğu’da bir güç oluşturarak,
ortaya çıkacak devasa rantlardan azami şekilde yararlanmaktır.
Her ne olursa olsun, bu realiteye ve
tarafların çok samimi görünmeyen
tutumlarına rağmen barışın yanında
olunmalıdır. Zira bir noktadan sonra,
sürecin asıl belirleyicileri, daha ileri taşıyacak dinamikleri hükümet ve
PKK değil, Türk ve Kürt halkı olacaktır. Kurulacak bir barışın asıl inşa
edicileri silahlı güçler arasından değil,
sivil toplumdan çıkacaktır. Bu bağlamda silahların susması sonrası, Aleviler
dâhil herkes aralarında eşitlik yurttaşlık, hukuk ve laiklik temelinde bir
ittifakla sürecin yakından takipçisi ve
müdahili olmalıdır. Tarafların bu ortak
ilke ve temellere aykırı uygulamalara
imza atmalarını engelleyici inisiyatifler oluşturulmalıdır.
Evet, her şeye rağmen barışa bir şans
verilmeli. Tarafların niyetlerinden ve
samimiyetinden bağımsız olarak sürecin karşısında değil içinde yer alarak
her iki tarafın da fahiş hatalar yapmasına izin verilmemelidir. Süreç ancak
böyle bir yaklaşımla, biz Alevilerin ve
diğer müttefik güçlerin istediği yönde
şekillenebilir. Kısaca sürecin pasif bir
izleyicisi ve müzmin bir karşıtı olmaktan çok, aktif bir müdahili olmak, taraflar üzerinde baskı unsuru olabilmek
alınacak en akılcı ve gerçekçi bir tutum gibi görünüyor.
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İsmail
süreç gelişir. Meclis’te konuşulabilir,
tartışılır.
Beşikçi
- Bu süreçte kan duracak mı? Ayrıca,
siz öteden beri federasyonu savunuyorsunuz. Bu konuda bir öngörünüz
var mı?
İle Sürece
İlişkin Röportaj
Abdullah Öcalan’ın “akil insanlar”
komisyonunda yer almasını önerdiği
sosyolog İsmail Beşikçi, “görüşmeleri
Öcalan’ın yapmasının yanlış olduğunu, BDP’nin sürecin aktörü olması,
mektup getirip götürmekle yetinmemesi gerektiğini” söyledi. Öcalan’ın
söyleminin iktidarla örtüştüğünü vurgulayan Beşikçi, “Öcalan’ın inkârcı,
asimilasyoncu, ırkçı, sömürgeci, Türk
İslam sentezi anlayışı sloganlarına
sarılması devleti rahatlatabilir ama
Kürtlere bir hak, özgürlük getirmez.
İslam kardeşliği Kürtleri oyalama,
kandırma sloganıdır” eleştirilerini
dile getirdi. Beşikçi, Öcalan’ın “Mandelalaştığı” saptamalarına da karşı
çıkarken “Mandela cezaevindeyken,
Afrika Ulusal Konseyi ile görüşün,
dedi. Öcalan da BDP’yi göstermeli”
dedi.
Cumhuriyet gazetesinden Türey Köse'
ye konuşan Beşikçi, Öcalan'ın Nevruz
mesajlarını eleştirdi. Türey Köse'nin
sunum yazısı ve söyleşisi şöyle:
“Sarı Hoca” olarak anılan İsmail Beşikçi, yaşamını Kürtlerin varlığını
kanıtlamak için mücadeleye adamış.
Üstelik kendisi Kürt de değil. İsmail
Beşikçi Vakfı internet sitesinde “Türk
ve Hanefi bir ailenin çocuğu” olduğunun altı çiziliyor. 1962 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari
Bölümü’nden mezun olmuş. Atatürk
Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü’nde
çalışmaya başlamış. Ancak ihbarlar
üzerine soruşturma açılmış ve üniversitedeki görevine son verilmiş. Daha
sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde göreve başlamış.
Sonrasında, hayatının 17 yılından fazla süresini hapishanelerde geçirmiş.
Öcalan’ın “akil insanlar” arasında
yer almasını istediği Beşikçi, “Yazılı
basında birkaç yerde adımı gördüm”
diyor, ancak henüz iktidar tarafından arayan olmamış. Kürt sözcüğünü
Kürd olarak kullanan ve doğru söyleyişin bu olduğunu ifade eden Beşikçi,
sorularımıza şu yanıtları verdi:
Çözüm için bazı ilkeler var
- Akil İnsanlar Komisyonu’nun işlevi
ne olur, Başbakan’ın seçmesi doğru
mu?
- Bu komisyonun işlevi, tarafların
buna verdikleri anlama göre değişir. Kürd sorununda çözüm elbette
önemlidir. Bunu temel bazı ilkeleri
vardır. Kürdlerin kendi kendilerini
yönetmesi, kendi geleceklerini belirleme hakkı, anadilinde yani Kürd dilinde mecburi eğitim temel ilkelerdir.
Başbakan’ın düşündüğü, bu gelişmeleri sağlayacak ortamın oluşmasına
tıkaç olacak bir komisyondur. Bunun
için üyelerini bile kendisi seçmek istemektedir. Barış için, Akil Adamlar
Komisyonu’ndan önce, Türkiye’de,
barışın oluşmasını sağlayacak bir
ortama gerek vardır. Başbakan, Filistinliler konusunda ne gibi haklar
ve özgürlükler düşünüyorsa, Kürdler
için de bunları düşünebilmelidir. Eğer
düşünmüyorsa, bunun neden böyle olduğu sorgulanmalıdır.
- İktidar çekilme sürecinde Meclis’in
devreye girmesini istemiyor. Meclis’i
devreye sokmadan, “akil insanlar”
vs. sonuç almak mümkün mü?
- İktidar için önemli olan gerillaların
geri çekilmesidir. Kürdler için önemli
olan ise Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan, Kürd milleti olmaktan doğan
haklarıdır. Öcalan’ın bunları dile getirmemesi yanlıştır. Bazı kazanımlar
olması gerekir. O kazanımlara göre
Neden kan akıyor? Bunun temel nedeni, Kürdlerin Kürd toplumu olmaktan
doğan haklarının gasp edilmesidir.
Bu hakların kazanılması da önemlidir. Kürdler en azından federasyonu
savunmalıdır. BDP’nin, Avrupa’daki
Kürd siyasetçilerin, KCK yöneticilerinin, Kandil’deki PKK komutanlarının, Abdullah Öcalan’ın bizzat
kendisinin, neden bunları savunmadıkları dikkate değer bir konudur.
Ortadoğu’da Kürdler çok büyük bir
nüfusa sahip, en az 40 milyon. Ayrı
bir devlet gündemdedir.
Kopukluk derinleşiyor
- Erdoğan’ı barış konusunda samimi
buluyor musunuz? Silahların susmasının karşılığı Erdoğan’ın başkanlığı
mı olacak?
- Barış konusunda Başbakan Erdoğan’ın ve Kürdlerin beklentileri çok
farklıdır. Başbakan, barıştan, gerillaların sınır dışına çekilmelerini anlamaktadır. Başbakan’a göre başka da
bir sorun yoktur. Kürdler ise Kürdlerin haklarının ve özgürlüklerinin kazanıldığı bir ortamı düşünmektedir.
Başkanlık, Başbakan için önemli bir
hedeftir. Ama Kürdlere bir hak vermeden veya en azını vererek bu işi kotarmaya çalışmaktadır. Başbakan’ın
düşündüğü başkanlık değil ama ABD’
de uygulanan başkanlık sistemi üzerinde konuşulabilir. ABD’deki sistem
ile Başbakan’ın istediği sistem çok
farklı. Orada Başkan’ı denetleyen kurumlar var.
- Umutlu musunuz? Bir sosyolog olarak toplumdaki bu kutuplaşma konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Umutluyum diyemiyorum. Türk toplumu ile Kürdler arasındaki kopukluk
sürüyor, derinleşiyor. Kopukluğu sağlayan devlet.
‘İslam kardeşliği, kandırmacası’
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
- Öcalan’ın Nevruz mesajlarını nasıl
değerlendirdiniz? “İslam kardeşliği”
ve “Misakımilli” vurguları tartışma
yarattı. Siz bu eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz?
- “Bin yıllık İslam kardeşliği”, “Çanakkale’de birlikte savaştık”, “Cumhuriyeti omuz omuza mücadele ederek kurduk” “Alevi-Sünni İslam
kardeştir” “İslam Birliği”, “Misakımilli” gibi sloganlar, inkârcı, asimilasyoncu, ırkçı, sömürgeci, Türk
devletinin, Türk-İslam Sentezi anlayışının sloganlarıdır. Öcalan’ın bu
sloganlara sarılması devleti rahatlatabilir ama Kürdlere bir hak, özgürlük
getirmez. “İslam kardeşliği”, Kürdleri
kandıran, oyalayan bir slogandır. İttihat ve Terakki’den beri Türk egemenleri Kürdlere karşı hep bu sloganı
kullanmışlardır. Cumhuriyet dönemi
bunu daha ince politikalarla uygulamıştır. Öcalan, Kürdlerin haklarını
ve özgürlüklerini hiç gündeme getirmeden, “Misakımilli”den söz etmektedir. Bu, devletin gizlemeye çalıştığı
bir arzudur. Devletin, Türk egemenlerinin bu arzusunu Öcalan ifade etmektedir. Ama yaşama geçmesi artık
mümkün değildir. Siyasal bakımdan
eşitlik olmadan kardeşlik olmaz. “İslam kardeşliği” Kürdleri her zaman
kandırmıştır. Ama, “İslam kardeşliği”
sloganına kanmayan Müslüman halklar da vardır. İbrahim Sediyani’nin,
“Kürdleri kandıran ama Bengal halkını kandıramayan ‘İslam Kardeşliği’”
yazısı dikkate değer bir yazıdır.
- Öcalan’ın AKP iktidarının söylemiyle örtüşen, “neo-Osmanlı” mesajlar verdiği eleştirileri hakkında ne
düşünüyorsunuz?
- Burada AKP söylemiyle bir örtüşme
vardır. 2 Şubat 2013’te Diyarbakır’da,
Demokratik Toplum Kongresi Alevilik sorunu konusunda bir sempozyum
düzenlemişti. Bu sempozyum daha
başlamadan, DTK, “Alevilik İslamdır,
Şiiliktir…” diye 12 sayfalık bir bildiri
yayımlamıştı. Bu da AKP politikaları
ve anlayışıyla örtüşmenin bir göstergesiydi. Araplar, Farslar ve Türkler,
İslamı her zaman kendi milli çıkarları
doğrultusunda kullanmışlardır.
T24
İsmail Beşikci ve kitapları Diyarbakır'da
Yakın Doğu Halklarının Yaşadıkları'nı anlatacak…
İsmail Beşikci ve kitapları Diyarbakır'da
İsmail Beşikci Vakfı Yayınları 4. Diyarbakır Tüyap kitap
fuarına İsmail Beşikci’nin yeniden basılan 16 kitabıyla katılıyor.
Vakıf 17 Mayıs Cuma günü 18:00’da, 2 numaralı TÜYAP Konferans Salonu’nda İsmail Beşikci’yi okurlarıyla da buluşturacak.
Beşikci, “Yakın Doğu Halklarının Yaşadıkları” konulu bir
söyleşi gerçekleştirecek.
Panelden sonra okurların soru ve cevaplarını yanıtladıktan
sonra kitapları imzalayacak. (Kadir Kaçan / Demokrat Haber)
İsmail Beşikci Vakfı Yayınları’ndan yeniden basılan Beşikci
kitapları:
Bilim Yöntemi,
Mecburi İskan,
Türk Tarih Tezi ‘Gübeş Dil Teorisi’’ ve Kürt Sorunu,
Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı ‘’33 Kurşun’’,
Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi,
Cumhuriyet Halk Fırkası Programı(1931) ve Kürt Sorunu,
Cumhuriyet Halk Fırkası Tüzüğü ve Kürt Sorunu,
Kürdistan’da Emperyalist Bölüşüm 1915-1925,
Devlet arası Sömürge ve Kürdistan,
Unesco’ya Mektup,
Rejimin Niteliği ve Kürtler,
Devlet ve Kürtler,
Kürt Aydını Üzerine Düşünceler,
’Hayali Kürdistan’ın Dirilişi,
Orta doğuda Devlet Terörü,
Bilim-Resmi İdeoloji,
Devlet Demokrasi ve Kürt Sorunu.
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
(aktaran) Deniz Kara
Πόντιες
Η Κύπρος ζητά με ψήφισμα την
αναγνώριση της Γενοκτονιάς των
Ποντίων από όλες τις χώρες και τους
διεθνείς οργανισμούς.
Με αφορμή της τέλεσης του
μνημόσυνου της Γενοκτονίας του
Ποντιακού Ελληνισμού στην Πάφο,
η Οργανωτική Επιτροπή Ποντίων
Πάφου με σχετική ανακοίνωση της,
αναφέρεται σε ψήφισμα που θα
επιδώσουν τα Ποντιακά Σωματεία
της Κύπρου για την επέτειο μνήμης
θυμάτων γενοκτονίας του ποντιακού
ελληνισμού 1916-1923.
Σύμφωνα με το ψήφισμα τα ποντιακά
σωματεία της Κύπρου, εκ μέρους
των Ελλήνων Ποντίων που ζουν και
εργάζονται στην Κύπρο, εκφράζουν
για άλλη μια φορά τον αποτροπιασμό
τους για το ειδεχθές έγκλημα που
διέπραξαν οι Νεότουρκοι υπό την
ηγεσία του Μουσταφά Κεμάλ, του
Τοπάλ Οσμάν και άλλων Τούρκων
ηγετών του κράτους ή των συμμοριών
από το 1916 μέχρι το 1923.
353.000 Πόντιοι προστίθεται στην
ανακοίνωση, κάθε ηλικίας σε πόλεις
και χωριά, βρήκαν φρικτό θάνατο
στα σπίτια τους, στους δρόμους, στις
φυλακές και στις εξορίες με μεθόδους
που επανέλαβε αργότερα η ναζιστική
Γερμανία.
Το έγκλημα αναγνωρίστηκε από
την Ελλάδα και την Κύπρο και
καθιερώθηκε ως μέρα μνήμης
της Γενοκτονίας του Ποντιακού
Ελληνισμού η 19η Μαΐου. Τα
ποντιακά σωματεία της Κύπρου
ζητούν να αναγνωρισθεί η
Γενοκτονία των Ποντίων από όλες τις
χώρες και τους διεθνείς οργανισμούς.
Στην ανακοίνωση διαβεβαιώνεται
επίσης ότι πρόθεση των Ελλήνων
Ποντίων που ζουν κι εργάζονται στην
Κύπρο δεν είναι να καλλιεργήσουν το
μίσος ανάμεσα στους λαούς και ότι
το αίτημα τους δεν συνιστά πράξη
εθνικής εκδίκησης.
Απλά προσθέτουν στην ανακοίνωση
τους, επιθυμία τους είναι να
πληροφορηθούν οι σύγχρονοι το
έγκλημα της Γενοκτονίας των
Ποντίων, για να μην επαναληφθεί
ποτέ ξανά, - όπως ανέφεραν - να
μην θρηνήσουμε ποτά πια θύματα,
ξεριζωμούς και προσφυγιά και να μην
έχουμε άλλες αλησμόνητες πατρίδες.
Μέσω του ψηφίσματος τους τα
ποντικά σωματεία της Κύπρου οι Έλληνες Πόντιοι που ζουν και
εργάζονται στην Κύπρο - καλούν
τέλος την πολιτισμένη ανθρωπότητα
να απαιτήσει από την Τουρκία να
αναγνωρίσει την Γενοκτονία που
διεπράχθη σε βάρος των Ποντίων,
οι οποίοι για τρεις χιλιάδες χρόνια
συμβιώνουν ειρηνικά με όλους τους
λαούς της περιοχής.
Το ετήσιο μνημόσυνο της
Γενοκτονίας του Ποντιακού
Ελληνισμού διοργανώνουν η
Ιερά Μητρόπολη Πάφου και οι
Σύνδεσμοι Ελληνοποντίων Πάφου
την ερχόμενη Κυριακή 19 Μαΐου,
στον ιερό ναό Αγίων Αναργύρων
στην Κάτω Πάφο. Του μνημόσυνου
θα προστεί ο Επίσκοπος Αρσινόης κ
Νεκτάριος, ενώ επιμνημόσυνο λόγο
θα εκφωνήσει ο πρόεδρος της Βουλής
των αντιπροσώπων Γιαννάκης
Ομήρου.
ΠΗΓΗ: http://www.pontos-news.gr/
— με ΟΜΟΓΕΝΕΙΑΚΑ ΝΕΑ
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lerinin ne getirip ne götürdügü gözler önündeyken
A. Haydar Kanlı
Bir
Kavram
Bin
KIRIM - 4
Türk-Kürt İslam Kardeşligine fit
olmaları insanlık adına çok acı bir
durum. Bu durumun literatürdekitam karşılığı teslimiyettir.
Genelde Kürt hareketi bir kez daha
sınıfta kalmıştır. Umudumuz; bu
sürecin yeni ve sancılı sonuclarının
gelecege daha yararlı yeni çıkışlara
gebe olmasındadır.
BARIŞ;
Kelimenin
etimolojik
kökenine ilişkin saglıklı bir kaynağa
ulaşamadım maalesef. İçinde bulundugum koşullar buna elvermediginden okurun anlayışına sığınıyorum.
İnsanlık tarihi boyunca belkide en
çok söylenen kavramdır BARIŞ. ve
fakat hiç bir zaman da gerçek
anlamında hayat bulamamıştır.
“Kıbrıs Barış Harekati“ örnegindeoldugu gibi çoğunlukla bir savaşın
ve o savaş içinde yüzbinlerin katledilmesinin örtülü adıdır BARIŞ.
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyen Kemal´in dilinde ise; KIRIM,
ASİMLASYON ve TALANIN örtüştürülmesine yarayan bir kavramdır BARIŞ.
Elbette ki Dünyadan da bir çok
rnek verilebilir bu kavramın içi
boşaltılmışlık haline. Geçen yy. ın
başından bu yana yaşananları izleyenlerin yakından bildigi gibi İttihati Terakinin başlattığı ve Kemal´in
sürdürdügü kırım, asililasyon ve
talanlar üzerine inşa edilen UlusDevlet, Talan edilmiş Ermeni-Rum
mal-mülkleri ile zenginleşmiş,
sürüleştirilmiş kitlelerin ucuz
emek gücü üzerinden nemalanmış
ve semirmiştir. İmha ve Terör ile
susturulmuş kitllerin sessizligine
Barış denmiştir. Ve bu sloganı en
dogru algılayanlardan Hitler Dünya´da barışa soyunmuştur.
Neredeyse tüm Avrupayı ayakları
altına alan ve giderek Dünyanın tek
egemeni olmaya çalışan Hitler´in
başaramadığını ise ABD uygulayagelmektedir hala. Yakın tarihte Irak, Afganistan örneklerinde
görüldügü gibi O, Okyanuslar ötesine de dogrudan ve engelsiz müdahale edebilmektedir.
Tabiatım geregi sözü uzatmaktanhazzetmem, beni yakından tanıyanlar bilir bunu.
Gelinen aşamada üzerinde dogupkismende şekillendigim topraklarda da dillere pelesenk edilmiş
Barış.
Üstelik Türk-Kürt İslam Kardesliginde ifadesini bulan bir barıştan
sözedilir olmuştur.
Bilindigi gibi gecen yy. ın başında
da Türk-Kürt İslam Kardeşligi ile
kurulmuştu Türkiye Cumhuriyeti
adlı Ulus Devlet.
Osmanlının başlattığı Ermeni, Süryani, Pontus Rum kırımlarını Pontus sürecinden itibaren devralan
Kemal ve Kuvayi Milliyesi (teskilati Mahsusa) Pontus Rumlarını kırdıktan sonra sürece şehr koyan
Koçgiriyi hedef tahtasına oturttu ve
iki kolorduyla imha ettikten sonrabirde kendi elcegizleriyle madalya
verdi yaveri Topal Osman´a. Devamla önce Agri-Zilan kırımı sonra
Dersim Tertelesiyle tamamladı
“Yurtta Sulh”u (!).
Kürtlerin 30 yıla yayılan mücadele-
Mazlumlukta burnundan kıl aldırmayan Kürtler (en azından PKK ve
uzantıları) ise bugün hala elertutar bir yüzleşme yaşamadılar yakın
tarihleriyle. İslam Kardesliginin
Anadolunun kadim halklarına
faturası ölüm talan ve asimilasyondur. Dün böyleydi bugün de böyle
ve yarin da böyle olacaktır.
Kocgiri Ruhunun bugünkü sezgileriyle dünümüzde yaşananların
yarinlarimizi karartmaması adına
şerh koyuyoruz Türk-Kürt İslam
Kardeşligine (nami diger ÜmmetDevlete) çünkü Ümmet de tıpkı
millet gibi ötekileştiren, yok sayan,
yok edendir. Olacaksa bir barış;
Bu o topraklar üzerinde yaşayan
tüm Halkların ortak paydada bulustugu Ümmet ve Milletler üstü bir
gerçekten demokratik yapılanmayla
olmalıdır.
Tarihi boyunca her Ümmet ve Millet Devletin zulmünden nasibini faz
lasiyla almış Aleviler başta olmak
üzere, toplumun tüm ezilen kesimlerinin, farklı etnik kökenden gelen
tüm diger azınlıkların sürece tam
ve sansürsüz katılımıyla olmalı.
Dileyen tüm halkların ayrılıp ayrı
devlet kurma hakkı saklı kalmak
koşuluyla sürec baştan başlatılmalıdır. “Baris“ gerçek anlamını ancak
ve yalnızca insanlar ve sınıflar
arası farkların ortadan kalktığı
koşullarda bulur ...
Mayıs 2013 / Almanya
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ümit Kurt
olarak Ermeni varlığının – bir yokluk
haline çevrilmesi üzerine kurulmuştur.
'Varlık
ve yokluk
kıskacında
Ermeniler...'
ABD'deki Clark Üniversitesi Tarih bölümünde 'Holocaust ve Soykırım Çalışmaları' programında Prof. Dr. Taner
Akçam'ın öğrencisi olan ve 'Antep Ermenileri' üzerine doktora çalışmalarını yürüten Ümit Kurt, 18 Mayıs 2013
Cumartesi günü, Saat: 14.00'de, Taxim
Hill Otel'de bir konferans verecek.
Küresel, Yerel (KÜYEREL) Düşünce
Platformu'nun düzenlediği geleneksel
Konferanslar dizisine katılacak olan
Kurt söyleşinde; "Varlık ve Yokluk
Kıskacında Ermeniler: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek" konusunu işleyecek. Geçtiğimiz
aylarda İletişim Yayınları tarafından
yayınlanan 'Kanunların Ruhu (Emval-i
Metruke Kanunlarında Soykırımın
İzini Sürmek)' başlıklı kitabı da Taner Akçam'la birlikte yazan Ümit Kurt
Sesonline.net Genel Yayın Yönetmeni
Yalçın Ergündoğan'ın yaptığı röportajda sorulara verdiği yanıtlarda şöyle
demişti: "Araştırmalarımız sırasında
beni oldukça sarsan bir diğer belge ise
2 Temmuz 1924’de çıkartılan 663 sayılı Seyr ü Sefer Talimatnamesi ve Pasaport Kanunları olmuştu. Gerek Seyr ü
Sefer Talimatnamesi ve daha sonra bu
talimatnamede yapılan muhtelif değişikliklerin gerekse Pasaport Kanunlarının en önemli amacı Ermenilerin
Türkiye’ye girmelerine ve ülke içinde
özgürce seyahatlerine engel olmaktı..."
[» Ümit Kurt: 'Türkiye'de yalan hakikate, hakikat de bir rejime dönüştürüldü' (Yalçın Ergündoğan'ın röportajı-21
Kasım 2012] // [» Yalçın Ergündoğan
Taner Akçam'la 'Kanunların Ruhu' adlı
yeni kitabı üzerine konuştu: "Yüz kızartıcı bir suç işleyen devlet yıllarca
bizlerle alay etmiş"]
"Siyasi irade, Ermenilerin mallarına el
koymak ve Anadolu topraklarında bir
daha Ermeni varlığının yeşermesine
müsaade etmemek politikası izlemekteydi. Kanun ve kararnameler de buna
uygun olarak çıkartılmaktaydı. İşte bizim 'Kanunların Ruhu' dediğimiz şeyden kastımız tam da budur..."
"Esasında çıkış noktam soykırım gibi
sosyal, politik, ekonomik, ve kültürel
boyutları olan kitlesel katliamların ve
etnik temizlik olaylarının toplumsal
destek, meşruiyet ve rıza mekanizmaları olmadan gerçekleşemeyeceği fikri
idi. Gerek Yahudi Soykırımı, gerekse
Ermeni Soykırımı ekseninde baktığımızda bu toplumsal örüntünün her
daim dinamik olan varlığını görüyoruz. Antep özelinde de bunun bu şekilde vuku bulduğu argümanı üzerinde
hareket ettim. Ve şu ana kadar eriştiğim ve gelecek 1,5-2 yıl içerisinde
daha da detaylandıracağım ve olgunlaştıracağım belgeler ışığında ilk elden
şunu söyleyebilirim: Antep Ermenilerinin tehciri ve katliamı Antep’deki yerel elitlerin ciddi desteği sayesinde gerçekleşti. Bu yerel elitler İttihatçıların
merkezden aldığı kararları uygulama
işini Ermenilerin taşınır ve taşınmaz
mallarının kendilerine verileceği vaadi ve motivasyonuyla titizlikle yerine
getirdiler."
EMVAL-İ METRUKEKANUNLARI
Emval-i Metruke Kanunları, “normal
ve sıradan” görülen ve öyle algılanan
kanunlardır. Bu nitelikleri itibarıyla
varlıkları hiç bir zaman sorgulanmamıştır. Onların “doğal sayılması” tüm
bir Cumhuriyet tarihi boyunca Ermeni
soykırımının niçin yok sayıldığının da
cevabıdır. Çünkü bu “normallik”, yok
sayma ile eş anlamlıdır. Türkiye, bir
varlığın –genel olarak Hristiyan özel
Cumhuriyet, Hıristiyanların varlığının
yokluk haline getirilmesi yani bir varlığın yokluk üzerine inşa edilmesidir.
Ülkemizde ‘Ermeni sorunu’ olarak adlandırılan konunun esas olarak ulusal
güvenlik sorunu olarak ele alınmasının nedeni budur. Konuyu hatırlatma
veya üzerine açık tartışmaya çağrı bile
ulusal varlığa ve ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak algılanır. Bunun
nedeni çok basittir; kendi varlığımızı,
diğerinin yokluğu üzerine kurduğumuz için, bu varlık üzerine her konuşma bize ürküntü ve korku vermektedir.
Ülkemizde Ermeni sorunu üzerine konuşmanın ana zorluğu bu varlık–yokluk ikileminde yatar.
Hıristiyan–Ermeni varlığını yok etmeyi kurumsallaştırmak ise bir çok başka şeyin yanında, esas olarak Emval–i
Metruke Kanunları ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunlar soykırımın yapısal
unsurudurlar ve Cumhuriyet dönemi
hukuk sisteminin esasa ilişkin unsurlarından birisidir. Bu nedenle Cumhuriyetin, soykırımı kendi yapısal temeli
haline getirmiş bir rejim olduğundan
söz ediyoruz. Bu da, bir hukuk sistemi
olarak Cumhuriyet ile soykırım arasındaki ilişkiye yeni bir gözle bakmamız
gerektiğini bize hatırlatmaktadır.
Emval-i Metruke kanunları 1915 Ermeni soykırımının ve bugünkü hukuk
sisteminin yapısal bir unsurudur ve
bu kanunlara göre Ermenilerin malları üzerindeki haklarını hala korumaya devam ettikleridir. İlgili kanun ve
yönetmeliklerin büyük bir çoğunluğu
Cumhuriyet döneminde çıkartılmıştır.
Cumhuriyet ve onun hukuk sistemi,
bir anlamda Ermeni kültürel, sosyal ve
ekonomik zenginliğine el konulması,
Ermeni varlığının ortadan kaldırılması
gerçekliği üzerine inşa edilmiştir...
***
KONFERANS:
Ümit Kurt / Clark Üniversitesi (ABD)
Tarih: 18 Mayıs 2013 Cumartesi
Saat: 14:00- 18:00
Yer: Taxim Hill Otel, İstanbul
KÜYEREL'den bildirildiğine göre,
konferans herkesin katılımına açık.
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SERPÊKHATÎ, BÎRANÎN Û NÊRÎNÊN
ÊZDIYEKÎ JI HERÊMA ÇÊLKIYAN
Keko, navê te çiye, tû kengî ji dêbavê xwe ra çêbuyî û ji kîjan Gundî
yî?
navên bav û kalikên xwe da xwanê,
berê gundê Baminimê, yê ku li bakurê
Kurdistanê û di nav herêma bajarê
Nisêbînê de ye, yê bav û papîrên min
bû. Lê divê bê gotin ku, Suryanî(File)
jî di gelek van gundên mîna Kefnas,
Baminim, Afşê û hwd, jî jiyane û
di gelek gundan de vêga hêjî gelek
şûnwarên kevn û bi taybetî jî kavilên
dêrên dîrokî hene.
- Navê min Hesen Oba ye, ez di sala
1946 de li gundê Mişawilê, yê ku
di herêma qeza Nisêbînê de ye, ji
diya xwe Henîfa û bavê xwe Muro re
çêbûme.
Keko, tû ji malbeta kîjan Mirîdayî ,
navê qebîla û xwedanê binemala we
çiye?
-Ez ji malbata Hutiyê mirîd, yê ku
xwedanê wî Şêxubekrî û ji eşîra
Baminimî ya me. Bav û bapîrên
min (Daremalbavana min:Ez Hesen
kurê Muro , Hiseyn, Hutî, Muro,
Hûtî, Homo, Şihab, Pol Paşa, Hûtî)
tevan, her yekê di wextê xwe de li
herêma Tor Abdînê, ya ku gundê me
Baminimê tê de bû ye jiyan e. Pêşiyên
me digotin, di wextekî de pêşiyên me
Baminmî , Evşî, Kîwexî û Mihokiyan
tev bihevûdinê re di gundê Bahnimin/
Behniminî - Behminmî de diman û
hingê navê eşîra wan Kelkî-Kelikan
bû.
Wekî dinê jî, hinga ku kurdên Bisilman hatine ketine gundê Baminimê
pêve, Êzdiyên Baminmî, Evşî, Kîwexî
û Mihokiyan ji gund derketine. Her
yekê çuye ev gundê Evşî, Kîwexî û
Mihoka avakirine û navê eşîra wan jî
buye Evşî, Kîwexî û Mihokiyanî.
Wekî dinê jî, hinga ku mîrê Bota
hatiye gundê me Baminimê, hingê
bapîrê min Şihabê kurê Pol Paşa,
serokê gundê Baminimê bû ye. Min di
kitabeke ku ji aliyê Dengê Êzîdiyan ve
û bi navê “Mêrxasên Êzdiyan- di sala
2011 de hatiye weşandin û di rûpel:
156-167 “de bahsa serpêkhatî û rewşa
jiyana bapîrê xwe Şihabê kurê Pol
Paşa kiriye.
Keko, tû kengî û bikî re zewiciyî?
K e m a l To l a n
gundê Mişawilê bû, hingê Êzdî di li
kîjan herêm û gundan de hebûn?
- Tê bîra min gava ez heft/heşt salî
bûm(1958), hingê mala Saloxênê
kurê Serhan gundê Mişawilê firotine Kartwêniyan. Lê em Baminimî,
dûre jî tevî 20-30 malên misilmanên
Kartwênî re di gundê Mişawilê de
man. Di peyra hinga şer(bihevçûn)ek
di navbêna Êzdiyên ji eşîra Baminimî
û bisilmanên ku ji Kartwênê hatine
derdikeve, mêrekî Kartwênî giran
birîndar dibe, hingê bavê min dêje
Baminimiyan, ezê vî birîndarî bivim
li gundê Kartwênê teslîmî xwediyên
wî bikim û bêjime wan, gava tiştek
bi vî birîndarê we hat, hingê hûn min
cizabikin. Hûn Baminimî jî, ji gundê
xwe Mişawilê dernekevin û bi tu
deveran ve koçber nebin. Heta bavê
min wî mêrkê Kartwênî dibe teslîmî
xwediyên wî dike û tê, dibîne ku Baminimiyan jî ji gundê xwe Mişawilê
bazdane, hinekê çûne gundên Qulika,
Mizîzex, Fisqînê ûhwd. Mala bavê
min di gundê Mişawilê de dimîne
bitenê. Bavê min jî di pey van buyeran
re mala me tîne gundê Qulikan(pêşî
ev gundê Êzdiyên ji eşîra Dasikiyan
bû). Hingê gundê Qulikan jî di bin
destên bisilmanan de bû û heta ez di
sala 1985 de hatime Almaniya jî, mala
me li gundê Qulikan bû.
- Ez di sala 1966 de bi Fexriya keçapa
xwe re zewicî me.
Keko, tû dikarî ji kerema xwe ra,
niha bahsa hinek buyer û zilma ku
Dewletê û kevneperestên Kurdên
bisilman li me Êzdiyan kirine bikî?
Keko tê bîra te, wexta mala we li
- Weke ku min berî niha jî got û bi 10
Mînak: Di nav evayiyekî wê yê kevnde 366 mezel(oda) hene.
Fermanê şerê Bagokê:
Bavê min Muhro digote min, ez di
wextê vî şerê Bagokê (yê sala 1910-?)
de 3-4 salî bûme. Lê kalikê te Hiseynê
Hutî, buyera şerê Bagokê ji min ra
weha digot, “Di nav şerê Bagokê de
gelek Êzdiyên ji eşîra mihoka, efşiya,
kivexiyan ûhwd. hebûn.
Piştî vî şerê Bagokê, hikumeta tirkiyê
bi alîkariya hinek sofî û axalerên
bisilmanan, fermana me Êzdiyên ku
di herêma çiyayê Bagokê de hebûn
derxistin. Gelek Êzdiyên li derdora
çiyayê Bagokê de hebûn kuştin û em
kesên ku ji ber ferman mabûn jî di
cîhekî de anînine cem hev û gotin,
gereke hûn jî ji vê herêmê derkevin.
Dûre bavkalikê te Hiseynê Hutî dêje
gundiyên Êzdiyan, ma emê ji virê
bazdin, emê bikurve herin, ez va tevî
merivê xwe diçim dikevime çiyayê
asê û ezê li dijî leşkerên dijminan bi
mêranî şerbikim. Di pey vê biryara
Hiseynê Hutî de, gelek Êzdiyên dinê
jî çûn di çiya de li dijî dewletê berxwedan.
Di nav zargotina me û li ser berxwedana Êzdiyên ku ketibûne çiyayê
Bagokê, ev kilam dihate gotin:
Kutikê li milê Hiseyînê Hûtî xweş
qumaşe
Êrîşa Romê ye pêşîn gihîşte mala Pol
Paşe, Hûseyînê Hûtî gazîkire refên
Êzîdiya yedigote:„ Ha bavim, de dest
bavêjine Tivinga ye, Guhbidine dengê
kewê gozel, ev roj roja namûsê ye,
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nehêlin „Roma Reş“ bikeve cî û warê
me Êzîdiya ne. Dûre gava leşkerên
dewletê û sofiyan dîna xwe danê, ku
ew nikarin di nav wan çiyên asê de,
bi me Êzdiyan re şerbikin, ewan em
hîştin di halê xwe de. Piştî demekê
zilamên hikumetê hatin gotine me,
werin va afû derketiye, kî çeka di
destê xwe de bîne teslîmî me bike,
em ceza nadinê û tiştekî pê nakin.
Em cardinê hatin vegeriyane gundên
xwe.”
***********
Li goriya ku min bihîstiye, gava dewleta tirk di herêma me de bi alîkariya
serokeşîrên Kurdên bisilman, amê
min Hutî, yê ku bisilmanetî qebulnedikir, di gundê me Baminimê de
kuştine û pêve, mala me hatiyê gundê
Mişawilê. Li Mişawilê jî axalerên
bisilmanan cardinê giliyê bavê min
Muro kirine û lewma jî esker(leşker)
an her gav êrîşî ser Mişawilê kirine.
Rojekê hinga bavê min diçe Mizîzexê,
leşker dikevine rêya wî û wî teslîm
digrin. Dûre bavê min Muro, bê îfade
û mahkemekirinê dixine nezaretê.
Hinga Sihîdê Nicma”Mecel, xalê
Derwêş û Davud Nicma ” li bajarê
Nisêbînê dibihîze ku, leşkeran li ser
giliyê axayên bisilmanan Muro(bavê
min), bê îfade û mahkemekirinê
xistine nezaretê, ew camêr diçe
dêje qaymaqamê Nisêbînê, Muro
yê Hiseyin zilamê mine, tu sucê wî
tûne û divê tû wî ji nezaretê berdî. Di
peyra bavê min (di sala 1942? de) ji
nezaretê têye berdan , dûre ew yeksêr
diçe yazîxana Sihîd û Sihîd dêje bavê
min, niha min te ji yuzbaşiyê eskeriyê
sitandî, tû vêga yekser here Mişawilê
û êvarê tevî zarokên xwe bireve, here
binya xetê(suriyê). Bavê min weke ku
Sihîd gotibuyê dike û (di sala 1942?)
diçe li Suriyê(bin xetê) digihîje mala
Haco Axa. Ez hingê hêja ne hatibûme
dinê.
Dibêjin, wê şeva ku bavê min ji gund
reviya ye şûnde, roja dinê serê sibê
esker cardinê tê davêje ser gundê
Mişawilê hemû qîz, xort, zilam û
jinên Mişawilê li bênderê dicivînin
û dêjine wan ka Muro yê Hiseyin kî
ji we ye?
- Gundî jî dêjin, Muro yê Hiseyin
çawa doh gihîşte malê, rahîşte çeplê
jin û zarokên xwe, çuye bin xetê.
Bavê min digot, “hinga ez çûm li
Suriyê gihîştime mala Haco, hingê
Hesenê kurê Haco li Suriyê bi rayên
Kurdan bûbû parlementerê Suriyê.
Dûre dewleta Firansa gote Hesenê
Haco, eger hûn Kurd neçin wan
gundên Tirkiyê, yên nêzîkî sînorên
Suriyê ne talan nekin û li dijî dewleta tirtkiyê şer nekin, em we cardinê
nefîbikin.
Mala Haco hatin ketine çiyayê Bagokê
û gotine mala Çelebî, Saloxên û gelek
axalerên din , divê hûn jî werin bi me
ra rabin, em li dijî hikumeta tirkiyê
şerbikin. Wexta ku dewleta tirkiyê ev
banga mala Haco bihîstin, rabûn gelek
ji wan axa û begên ku di deverê de
dixwastin bi mala Haco re alîkarîbikin
girtin û ew kirine hepsê.
Di pey ra hinek kes, diçine nav çiyayê
Bagokê û dêjine mala Haco, hikumeta
tirkiyê bi pîlanê servegirtina we hisiyayen, gelek ji axa û begên di deverê
me de girtin û ew kirine hepsê.
Hinga mala Haco mane bi tenê, ewan
jî nikarîbûn bi tenê li dijî hikumeta
tirkiyê şerbikin, ew mecbûrdibin vedigerine Suriyê.
Dema ku hikumeta Feransa bihîstin,
mala Haco axa li dijî tirkiyê şernekirine û vegeriyane cîhê xwe, ew jî
ban Hesenê Haco dikin û dêjinê, me
mercên xwe ji te re gotibû. Wekî ku te
bi dewleta tirkiyê re şer nekiriyê, divê
em te nefî Şamê bikin. Ez jî bi Hesenê
Haco re çûme Şamê. Piştî demeke me
li Şamê qediya û pêve, em cardinê
vegeriyan hatine cîhê xwe.”
Gava bavê min ji suriyê vedgere, ew
tê dikeve gundê Mişawilê. Heta vê
dawiyê, min dît ku 3-4 malên bisilmanan di Baminimê de hebûn, lê niha
tû kes ji bisilman û êzdîiyan tê de
nemane. Baminimê niha tev kavil û
xirabeye.
Dûre gote min, ma Hesen tû çiyî?
- Min jî rast got, min got ez Êzîdî me.
Dûre dîsa ji min pirsî, ma tû Mihemed
Pêxember nasdikî?
- Min got, belê ez dizanim Mihemed
Pêxember kiye.
Gava min wisa got, ewî dîsa got, de
wekî tû Mihemed Pêxember nasdikî,
tû yê rojekê werî ser dînê Mihemed
Pêxember.
Bi van peyva min xwe ji wê neheqiya
ku ewan li Lahdo û Polis dikirin, xilazkir û dûre tu kesî newêrabû ji min
ra xeberan bide. Min gelek caran didît
ku leşker û serleşkeran digote, Lahdo
û Polis , heta ku hûn şahdetiya xwe li
ser bisilmanetiyê ne nin, emê timî bi
we bikufirn û bêjine hûn jî (ew peyva
ku em Êzdî jê acisin)………. Lahdo û
Polis timî bi gelek sihetan li ser piyekî
disekinandin û ciza didane wan.”
Keko, tû dizanî ev buyera 37
Êzdiyên gundê Kîwexê ku di
şikeftekê de hatine kuştin, kengî
qewimiye û sedemê wê çibune?
- Li goriya ku min bihîstiye, kuştina
van 37 Êzdiyên ji gundê Kîwexê, ji ber
dûbendî û nakokiyên ku dinavbêna dû
axayên Kurdên bisilman de hebûne
qewimiye...........
Keko, tû çuyî dibistanê û te xizmeta leşkeriya tirkiyê di kîjan salê de
kiriye, gava tû hatî Almaniya yê tû
çend salî buyî û çewa hatî Almanya
yê ?
- Di wextê zarokatiya min de dibistan
di herêma me de tûne bûn. Min di
sala 1966 – 1968 de xizmeta leşkeriya
tirkiyê kir. Ez cara pêşîn di sala 1979
de û vê cara dawî jî di 1985 de hatime
Almaniya yê.
**********
Keko, tû çima û ji ber çê hatî Almanya?
Min got, ez li gundê Mişawilê
çêbûme. Gava ez di sala 1966 de
çûme xizmeta leşkeriya tirkan kir,
hingê sê zilamên Fileh jî(navê diduya Lahdo bû û yê yekî jî Polis bû) li
ba min bûn. Gava serleşkerê(çawîşê)
me navê Lahdo û Polis bihîst, ewî
gote wan, hûn kafir û ne bisilman in.
- Di wan salên 1985 de hikumet/
eskeriya tirkan, tu rihetî ji me hemî
gundiyên ku di herêma Nisêbînê de
bûn, nehîştibû. Her dihatin, di avîtine
ser malên me gundiyan û digotin,
“divê hûn van gundan derkevin,
valebikin, birevin ji xwe ra herine
deverinî dinê....”. Min jî rahîşte çeplên
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
12 zarokên xwe û em di rêya şebekê
de hatine Almaniya yê.
Keko, gava tû hatî Almanya, hingê
te dixwast çend salan û pêve vegerî
welat?
- Min qet bawer nedikir ku ezê ewqas
zêde li virê bimînin. Min hingê lave
ji Xwedê dikir û digot, Rebî tû bikî
ku em çendsalan li vêderê bimînin,
bihêle qene em heqê mesref û deynên
xwe deynin..... Ez qet ne difikirîm ku
emê ewqas sal li virê bimînin û bivine
hemwelatiê Alman jî.
Keko, gava tû hatî Almanya, te di
destpêkê çi zahmetî dîtin û mayî
heyîrî?
- Zahmetiya min a mezin, ne zanîna
ziman bû û li ser bîrûbaweriya min tu
tahdeyî li min nebuye.
Keko, çi ji jiyana welat a xweş têye
bîra te û te herî zahf bêriya çî welat
kiriye?
- Ez gelekî li ser wan hestiyên bav û
kalepîrên difikirim û min zahf bêriya
wê axê kiriye. Ez bêriya wê tifaq ku
me li wirê hevûdinê digirt dikim. Her
çiqas li vêderê dahdeyî û zilma olî li
me ne be jî, ez xerîb dihesibînim. Min
bêriya welatê xwe kiriye.
Keko, li gor dîdina te, tu yê heta
çiqasî li vî welatê Almaniya bimînî
anjî tû dixwazî rojekê bi temamî
vegerî welatê xwe?
- Min hêjî hemwelatiya Alman heqnekiriye. Ya ku ezê bi tamamî vegerim
jî, ne di destên min tenê de ye. Lê
min dixwast ku ez bikaribim carnan
herime welat û bêm.
Keko, eva serê çend sala qet û
neçuyî gundê xwe û tû bêriya gundê
xwe nakî?
- Ez eva 26 salan qet neçûme welat
û min gelekî bêriya ku ez biçime ser
tirba miriyên xwe kiriye.
Keko., mesele tû niha vegerî welatê
xwe, tû çi dixwazî li welatê te hebe û
tû çi dixwazî bikî?
-Ez dixw azim weke berê, çend
malên bira û pismamên di gunde li
derdora min hebina û em bikaribin
tevî cînarên xwe di aşîtî û azadiyê de
bijîn. Em li ser kok û eşîra xwe jiyanê
bidomînin. Ama , ev jî zahmetin.......
Keko, weke ku ez dibînim, tû ji
welat bêtir li Almanya jiyan dikî, li
goriya dîtina te kîjan welat ji te ra
xweşe li almanya weke welatê xwe
dihesibînî?
- Ez almaniya yê qet weke welatê xwe
na hesibînim, lê ji welatê min gelekî
xweştir e.
Keko, tû bawerdikî gava meriv li
xerîbiyê be, meriv zêdetir nexweṣ
dibe ?
- Raste, xerîbî tev dibe nexweşî .
Keko, tû ji zarokên xwe memnûnî,
ew li te dipirsin, bi ser te ve diçin û
tên?
hatî, ew jin hingê taca serê mêre. Ezdî
naxwazin ku hetîketî bikeve nava jin
û mêr.
Keko, li goriya dîtina te, çima heta
vêga sed û hedên Êzdiyatiyê ne
hatine nivîsandin?
- Bi dîtina min, ev kêmasiya rihanî û
mîrê şêxa ye. Divabû ew ji vî babetî ra
zêde xwedî derketina, ewan dikarîbû
xwandin û nivîsandinê di nav me de
xurtir bikin. Ew tirsa ku hinek oldarên
me digotin, ku Êzdî bixwînin wê ji
dînê xwe derkevin, ne rast bû. Xwandin û nivîsandin ji me Êzdiyan re ne
guhne ye.
Keko, te çend salên di qomîta
rêvebirya Mala Êzdiyan ya
Oldenburgê de karkir û erka te
çibû?
Keko, nêrîna te li ser wan kesên ku
bi almanan(xerîban) re zewicîne
çiye?
- Piştî ku me avayê Mala Êzdiyan ya
Oldenburgê avakir û pêve, ez di sala
1996 de weke endamê rêvebirya Mala
Êzdiyan ya Oldenburgê hatime hilbijartin û min heta sala 2008 an xizmeta
karê şîretkarî, şêwirdarî û civakî dikir.
Min piştî hinek nesaxiya xwe, dev
ji karê endametiya qomîta rêvebiryê
berda. Lê, ez niha jî fedayê Mala
Êzîdiyan ya Oldenburgê me û tiştê ku
bikeve aliyê min, ez texsîr nakim...
- Ez qet baş nabînim, urf û adetên me
û alman qet nabin weke hevûdinê.
Ji xwe em dibînin, kî ji xerîban ku
bi alman re zewiciye, ew piştî çend
salên dinê dîsa pojman buye û dev ji
hevûdinê berdane.
Keko, li gorî te ev perçebûna di
nava endamên civata ruhanî,
dîndar, rewşenbîr û ciwanên civaka
Êzdiyan de çêbuye ji kurê tê û çima
ew nikaren bihevûdinê ra tevgereke
civaka Êzdîtiyê bidamezirînin?
Keko, şîretên ku tû li zilam û jinên
di nav malê de lihevûdinê nakin
çine?
- Perçebûn ji me re ne tiştkî qence
û em bi vê kêmasiyê nagihêjine tu
deveran. Gava em bihev re yekbin , wê
gotina mjî li ba xelqê zêdetir perebike
û emê jî bivine qewmiyeteke ku winda
ne be. Gereke em bi xebera her xelqî
nekin û ji koka xwe ra xwedî derkevin. Wekî bav-kalên me bi hezarên
salan ve û di bin hemî zilm û zorê de
çanda ola xwe parastine, em dikarin di
rihetiyê, demoqrasî û azadiya ewrupa
de, hîn ji wan jî zêdetir li hevûdinê
xwedî derkevin.
- Mala Xwedê ava û siheta zarokên
min jî gelekî xweş be. Heta niha tu
astengî di navbêna me de çênebûne.
Her kes ji me bi kêrî xwe tê......
- Pêşiyên me timî digotin, kesî ku bê
kêmasî be tûne. Di pêşgotineke dinê
de jî tê gotin, wextê ku sîha sibê li ser
te ne sekine, ya êvarê jî zor e. Vêca,
gava jin anjî zilamek ji mala xwe acisdibe, bila vê pirsê ji xwe bipirse, gelo
hêjaye ez ji bo kêmasiyên piçûk hêlîna
xwe xirabikim?
Keko,tû dikarî ji me ra bêjî, ka Êzdî
di nava şîn, şahî, mal û baweriya
xwe de çiqas qîmetê didine jinê?
- Em Êzdî dêjin, gava zilamê malê ne
li mal be û mêvanekî malê bê, ku kevaniya malê hurmetê bide wî mîvanê
Keko, tû ji van endam, rêvebirên
mal û komelên Êzdiyan yên ku vêga
xizmetê dikin raziyî?
- Min neçuye li xebat û karên mal û
komelên Êzdiyan ne şopandiye. Ez
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bawerim, ewan qet tiştek jî ne kiribin,
bi hindikayê çend Êzdî gihandine
hevûdin û li goriya derfetên xwe
kardikin.
Keko, nêrîna te li ser pêşeroja
Êzîdiyên li xerîbiyê çawa ye?
- Ez dibêjim, pêşeroja Êzdiyan wê baş
be. Niha gelek ciwanên me dixînin û
bûne xwediyê gelek meslek û şuxlên
baş. Hêvîdarim ku em Êzdî hêjî civata
xwe bi pêşbixînin , zêdetir li qewmiyeta xwe re xwedî derkevin û tifaqa
xwe mestirbikin. Em bizanibin ol jî bi
hêza qewmiyetê tê xwedîkirin.
Kekê Hesen, ez pir kêfxweṣ û
dilṣadbûm ku te wextê xwe da min
û birayê Mecîd Kurdo û em li mala
te bûne mêvan, te dilê xwe ji me ra
vekir û min karîbû van pirsen xwe
ji te bikim. Vêca tû dikarî di dawiyê
de, bahsa daxwaziyên xwe yên ku
min nikarîbû anjî min ne anîne ser
ziman bikî?.
- Ez jî dibêjim, mala te ava be ku tû
hewqas zahmet didî xwe û giringiyê
didî xwedîkirina vê çande, civak û
qewmiyeta me. Hêvîdarim ku hinek
pismam û zarokên min jî karibin ji van
gotin û serpêkhatiyên min nasnama
xwe bêtir nasbikin, li ol û çanda xwe
re jî xwedîderkevin.
Xwedê vê ritbe û mekteba te hêjî mestir bike…
Her wisa gelek spas ji bo alîkariya
birayê Mecîd Kurdo jî.
Mecîd Kurdo -, Kek Kemal ez zahf
dilxweş bûm ku tû van bîranîn,
serpêkhatiyan, çîrok, rewşa jiyan
civaka me a li gundan, gelek urf û
adetên me li ser singa rûspiyên me û
bi zimanê me tomardikî. Ev arşîva te
wê ji bo pêşerojê dewlemende û xwezî
mal-komelên me jî ev xizmeta te ji
xwe ra bikirina mînak. Siheta te xweş
27.03.13
alevi-kürt halkının ve melek-i
tavus’un başına gelenler
müslim korkmaz
(Ben din söylemlerini siyasette refarans alınmasını sevmem. Dini duygularım da o oranda pek güçlü degildir.
Ama insanoğlunun terimler ve lakaplardan hareket ederek varlıkların degerlerini nasıl ters yüz ettiklerini belirtmek bakımından bu yazıyı yazma
geregi duydum)
1-Melek-i Tavus, bir melek midir?
- Evet. (Adem ve Ademoğulları tarafindan Şeytan lakabı takılarak kötülüklerin başı olarak gösterildi)
2- Adem bir melek midir?
- Evet. (Ademoğulları tarafindan iyiliklerin başı ve Ademoğullarının atası ilan edildi)
3- Kürdler Mezopotomya'nın kadim
halklarından mıdır? Aleviler, en köklü, eşitlikci, insani ve demokratik inanca dayanan çok eski bir inanç kaynağından geliyorlar mı?
- Evet! (Arap ve Türk İslam alemi tarafindan Kuyruklu Yaratıklar, katli
vacip ve terorist olarak tanıtıldılar)
4- Türkler, Orta Asya'yı çöle çevirdikten sonra, göçebe olarak gelip,
Anadolu'yu Mezopotamya'yı, Kuzey
Afrika'yı ve Balkan ülkelerini istila
ettiler mi?
-Evet (Tüm Dünya bunları Barbar
Türkler olarak tanıdı)
Bu kötülüklere ragmen, yukardaki
tesbitleri tarihsel, bilimsel ve sosyolojik olarak ele alacak olursak, Melek-i
Tavus'un herhangi bir kötülügünü bilimsel olarak tesbit eden olmuş mudur? Herhangi bir delil sunabiliyor
muyuz? Hayir... (Elmayı Havva'ya
yedirttigi söylenir. Öyle bile olsa burda bir zor ve baskı söz konusu degildir). Oysa Adem ve Ademoğullarının
yalandan tutun, diktatörlük, soykırım, hırsızlık, sömürü ve tecavüze
kadar varan kabarık gibi kabarik bir
suç dosyası mevcuttur.
Alevilere yapılan aşağılayıcı iftiralar
ve Kürdlerin Kuyruklu, terorist oldugu söylemleri, ayakları yere degmeyen, bilimsel hiçbir degeri olmayan
büyük bir yalan degil midir?
-Evet.... Oysa, Orta Asya göçmenleri
ve Balkan Devşirmeleri olan Türkler,
soykırıma ugrattıkları Ermeni, Süryani, Pontus, Kürd-Alevi vs… halk-
ların katilleridir. Barbarlık ve Soykırımcı yaftaları, naletli bir madalya
olarak tescil edilmiş ve boyunlarında
hala asılı durmaktadır. Bu Barbarlar
gibi, Arapların da, cihat yoluyla katlettikleri nice Alevi Kızılbaş–Kürt
katliamları mevcuttur. Kılıç yoluyla,
zorla müslümanlaştırmanın failleri
oldugu ortadadır. Melek-i Tavus’un
hile ve tertip sonucu kötülüklerin
kaynagi oldugu yalanını ARAPLAR
yaydı.
GELELİM ESAS MESELEMİZE:
Melek-i Tavus, İçerisinde çeşitli gazlar bulunduran bir ateş topundan oluşmuştur. Bu ateş topundaki hidrojen ve
oksijen gazlarının birleşiminden, su
meydana gelir. Yine bu ateş topunda
sıcaklık vardır. Sıcaklığın tersi olan
sogukluk da olduğuna göre, çevresinde oluşan atmosferde hava da vardır.
Bu ateş topunun dış kısmının soguyup sönmesi sonucu toprak oluşur.
Topraktan oluşan tüm canlılar, evrim
gecirerek bu günkü hallerine ulaştılar. Demek ki, su, hava ve toprağın
kaynagı ateştir. Eski dinlerde, güneşe ve ateşe tapmanın nedeni budur.
Özellikle Aleviler bu gün hala ateşi
kutsal olarak görürler.
Şimdi gelelim yapılan haksızlığın
kaynağına.
a- Melek-i Tavus ateştir, Adem ise
ateşin küllerinden oluşan topraktır.
Adem topraktan oluşmuştur. Adem'in
üstünlügünü, kendisini peyda eden
güce (ateşe) karşı kim uydurdu? cevap: Ademoğulları uydurdu.
b- Türklerin, Kürdlerin büyük kardeşi, Kürdlerin ise Türklerin hizmetli
küçük kardeşi oldugu yalanını kimler
uydurdu? Bu kardeşliğin bilimsel ve
biyolojik bir verisi de yoktur. Bunu
savunanlar büyük bir yalan söylemiyorlar mı?
Adem'in Melek-i Tavus'a üstünlügü
yalanını uyduran Ademoğulları, bu
yalan alışkanlıklarını, ezilen halklar
üzerinde de uygularken eskiden oldugu gibi, şimdi de bu lakaplar üzerinden yapıyorlar.
Sonuc olarak Kürdler ve Türkler kardeştir diyenler, Kürd Halki'na karşı
büyük bir yalan söylüyorlardır.
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Değerli
dostlar,
saygı
değer
konuklar;
Recep Maraşlı
Öncelikle beni toplantıya davet eden
ve sizlere hitap etme fırsatı veren arkadaşlara çok teşekkür ediyorum.
Ermeni toplumuyla ilişkilerimizin
daha çok 24 Nisan Soykırım Anma
günü üzerinde yoğunlaşması, beni
her zaman bir parça hüzünlendirmiştir. Ama sonradan düşündüm ki 24
Nisan’lar Ermeni toplumu için geçmişe ağıt yakma değil; bitirildiği sanılan
noktan kendini yeniden var etme, küllerinden yeniden doğuş mücadelesini
sembolize ediyor.
Yalnızca tarihin büyük acılarını paylaşmak, kurbanların anısı önünde diz
çökmek değil, mazlum ve mağdur toplumun adalet arayışına sahip çıkmak,
Ermeni halkının kendini yeniden inşasına saygımın bir ifadesi olarak da
aranızda olmak benim için bir onur
vesilesidir.
Benim baba tarafım Erzurum/
Narman’lı Türk bir aileden; annem ise
Bitlis / Mutki’li bir Kürt aileden geliyor. Her iki taraftan da fail toplumlarla
bağlarım var demek ki… Her iki kent
ve kasaba da tarihsel Ermenistan’ın en
eski yerleşim yerleriydi. Ne acıdır ki
soykırım buralarda tekbir Ermeni varlığı bile bırakmadı.
Soykırım, Osmanlı İmparatorluğunun
elde kalan son topraklarını tamamen
Türk yurdu yapmak, çok uluslu, çok
kültürlü, çok inançlı bir yapıyı Türk
ulus-devleti haline getirmek için İttihat-Terakki tarafından planlandı, sevk
ve idare edildi. Teşkilat-ı Mahsusa,
Jandarma ve Hamidiye Alayları bu
kırımın vurucu güçleriydi. Fakat şuna
inanıyorum ki eğer Türk, Kürt, Çerkes
ve birlikte yaşanan Müslüman halkla-
toplantılarda karşılaştığım iki önemli
soru grubu vardı. Birisi mağdur Ermeni, Asuri, Süryanı toplumun insanları,
ailelerinin doğup büyüdükleri kasaba
ve kentler hakkında özel sorular soruyorlardı. Aile veya akrabalarının akıbetlerini merak ediyorlardı.. Benzer
sorular; fail toplumlardan Türkler ve
Kürt izleyicilerden geliyordu: Onlar
da kendi kent, kasaba ve yörelerinde
soykırıma kimlerin, hangi aşiretlerin
katıldığını, olayların nasıl geliştiğinin
merak ediyorlardı.
rın aktif katılımı ve desteği olmasaydı, soykırım bu denli etkili ve yıkıcı
olamazdı. Karşı koymayı hiç bahsetmiyorum bile. Sadece bu suça bulaşmamış olsalardı bile yıkım bu denli
boyutlu olmayabilirdi.
Nedense soykırımda toplumsal sorumluluk üzerinde çok fazla durulmamıştır. Oysa bu çok önemli; Yönetici
zümreler, egemen sınıf ve etnik gruplar istediği anda bu toplumları komşusunun gırtlağına yapışacak bir ruh hali
ve kültürel gibi hazır bir yapı buluyorlarsa soykırımcı zihniyet her zaman
kendine üreyecek bir kaynak bulacak
demektir. Faşizmin kendisine kitle tabanı bulabildiği oranda aktif bir tehlike olması gibidir.
Bu yüzden on yıl önce bazı dostlarla
şöyle bir kampanya başlattık:
“Baba, dede!.. Soykırımda neredeydin?” Komşularını boğazlayıp, mallarına, mülklerine el konulmasında sen
de katıldın mı? Sen de yetim çocukları,
kız ve kadınların paylaşımına katıldın
mı? Yoksa sadece seyretmekle mi yetindin? Yoksa perdeni örtüp, yorganı başına çektiğin için olup biteni hiç
duymadın mı? Belki de kurbanlara
yardım elini uzatmış çok nadir insanlardan birisindir. Ama hangisi?
Hepimiz önce kendi ailemizden, aşiretimizden, köyümüzden obamızdan
başlayarak bunu sorgulayalım dedik.
Üzülerek söyleyeyim ki bu çabamız
belki bizim eksik ve yetersizliğimizden dolayı fazla yankı bulmadı.
2007 yılında yayınlanan “Ermeni
Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915
Soykırımı” kitabımın tanıtımı için
Almanya’nın ve Avrupa’nın birçok
kentinde tanıtım toplantıları yaptık. Bu
Bu tür sorular, e-mailler,Telefonlar,
özel görüşmelerde de en çok soruldu,
konuşuldu.
Bu sorgulamanın, ilginin çok olumlu bir gelişme olduğunu ve önemli bir
değişim dinamizmi taşıdığını düşünüyorum. Soykırım mağduru toplumlar
arasında çok sayıda kendi kimliklerini
arayan, köklerini sorgulayan insanlar
var. Evlilikler veya evlat edinmeler,
zorla alıkoymalar neticesinde Kürt
veya Türk aileleri içinde yaşamış, karışmış ama bu acıyı da bir biçimde
içinde taşımış kuşaklar var. Bunlar bu
kimlikleriyle yüzleşmek, onu çözümlemek istiyorlar.
Nihayet fail toplumlardan insanlar kendi atalarının, dedelerinin soykırımdaki
rollerini özel olarak merak ediyorlar,
araştırmak istiyorlar. Bu arayıştaki insanların empati kurmaya daha yatkın,
yaraları sarmaya istekli iyi yürekli kişiler olduğuna tanık oldum.
Olumsuz giden pek çok şeyin yanı sıra
bunlar geleceğe daha umutlu bakmamızı, iyimser olmamızı sağlayan gelişmeler.
Değerli Dostlar, değerli konuklar;
Ben yıllarca sosyalist idealler için çalıştım. Yıllarca Kürt ulusal demokratik hareketinin içinde mücadele ettim.
Uzunca yıllar da Türkiye’de hapiste
yattım. Yıllarca basın, yayın, gazetecilik araştırma dünyasının içinde bulundum.
İçinde bulunduğum bu ortamlarda
noksanlığını en çok yaşadığım, kötü
sonuçlarına tanık olduğum en önemli
şey; Türk resmi tarihi ve resmi ideolojisinin ürettiği yalanların bellek silme
işleminin, çok büyük bir tahribat yaratmış olduğudur. Ülkemizin, halkla-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rımızın yakın tarihleri bile bilinmiyor;
resmi ideolojinin ürettiği yalanlar maalesef oldukça egemen; bu da doğru bir
politika ve tutarlı bir duruş gösterilmesini engelliyor.
Şuna inanıyorum ki, Ermeni tarihi bilinmeden ne Kürt tarihi anlaşılabilir,
ne de Türk tarihi yazılabilir. Bu medeniyetler beşiği coğrafyanın Hıristiyan
halkların uğradığı büyük soykırım ve
onun yıkıcı sonuçları göz ardı edilerek,
ne geçmiş anlaşılabilir ne de gelecek
yaratılabilir.
Bu nedenle toplumumuzun sosyalistlerine, aydınlarına, bilim insanlarına
büyük görevler düşüyor.
Özel durumumdan dolayı Kürt ulusal
hareketinin sorumluluğuna da bilhassa değinmek istiyorum. Kürt halkının
gerçekten özgürleşip ulusal haklarına
kavuşması, Osmanlı Merkezi despotik imparatorlukla kurulmuş olan ve
özünde gayri Müslim halklar üzerinde
egemenlik sürdürmek üzere yapılan
tarihsel ittifaktan kopuşulmasına bağlı. Bu ittifak ki Sultan Abdülhamit’le
pogromlar düzenleyen Hamidiye Alaylarına, İttihat-Terakki ile soykırım
işbirliğine; Mustafa Kemal’le de antiRum ve anti-Ermeni temelde “Türk
milli mücadelesi”ne katılmaları sonucunu doğurmuştur. Bu işbirliği Kürtlerin kendisi için de kölelik ve sömürge
boyunduruğundan başka bir sonuç vermedi…
Zamanın ve mücadelenin öğretici olması gerekirdi. Ne var ki şimdi görü-
yoruz ki çelişkili ve kendini inkâr eder
biçimde yeniden “İslam İttifakı”na
göndermeler yapan, 1920’lere dönülmesinden, Misak-ı Milli’yi ihya etmekten bahseden kör bir noktaya dönülüyor. Bunun bir barış yolu olmayacağı
açıktır. Tarih boyunca yıkım getirmiş
bir işbirliğinin güncellenmesi ne barışa ne de çözüme hizmet etmez.
Eğer gerçekten barış istiyorsak Kürt
ulusal hareketi öncelikle 1915 soykırımının mağduru olan halklarla helalleşmeli, kucaklaşmalı. Sorumluluk almalı, kendine görev bilmeli. Bizim Kürt
egemen sınıflarının, işbirlikçi zümrelerinin ve onların peşine takılan kitlelerin bıraktığı kötü bir mirasım söz
konusudur. Bu miras reddedilip terk
edilmeden barış da özgürlük de mümkün olmayacaktır.
Soruna bu yanıyla da bakınca, yani
toplumsal sorumluluklar, inanç, kültür ve ahlaki değerler bakımınmdan
sorguladığımızda bu cografyayı harabeye, büyük bir kitle mezarlığına
çeviren soykırım suçu karşısında, biz
fail toplumlara mensup insanlar olarak
sadece “özür”ün yeterli olmadığını;
daha büyük sorumluluklar ve görevlerle yüklenmemiz gerektiği sonucunu
çıkarıyorum.
Ermeni, Asuri/Süryani, Rum toplumlarının adalet arayışlarına ortak olmak; geleceği yeniden ve adilce inşa
etme mücadelesi; bizim bu toplumlara
fazladan vereceğimiz bir şey değildir.
Tam tersine kendi insanlığımızı bulmamız için bir yoldur.
Bu duygularla soykırım kurbanlarının
aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Tarihin en köklü ve ileri medeniyetlerinin kurucusu olmuş, kültürler
yaratmış, üretken, sanatkar, ama soykırım, sürgün ve zulümlerin mağduru
da olmuş bir milletin evlatları olarak
da sizleri saygıyla selamlıyorum. Fail
toplumlara mensup olmanın, böyle bir
zilleti yaşamış olmanın üzüntüsü ve
utancını hissederek ve sadece “özür”
dileyerek değil, ama aynı zamanda
“adalet arayışı, geleceğin birlikte ve
insanca yeniden inşası mücadelesi “
için de kendini bir gönüllü, bir borçlu
hisseden kardeşiniz olarak kabul etmenizi rica ediyorum.
Selam ve saygılar sunuyorum, sağlıcakla kalın…
24.Nisan.2013
Şeyh Bedreddin’in
kayıp kitabı
''Annesi bir Rum prensesiydi Şeyh
Bedreddin’in. Yıllar sonra Rumca
hitap etmişti Sakız’ın Hıristiyan
ahalisine...'' Geçtiğimiz günlerde
yayımlanan Lamekan unutulmuş
Rumca nefeslere bir ağıt niteliğinde.
İSTANBUL - Yunan dili ve kültürü içerisinde bir İslam dünyası pek
çoğumuza inanılmaz görünecektir.
Oysa Osmanlı döneminde Giritte
yaşayan Müslümanlar Rum dilinde
bir İslam dünyası yaratmış. Akdenize yakışır geçişkenliklere etkileşimlere açık bir İslam.
Ne yazık ki çıkıp geldikleri Anadolu’da hor görülmüş Giritli mübadillerin dili. Sonuçta geri çekilmiş
türküler, maniler, nefesler mekansız kalmış! Ne Yunanistan’da ne
Türkiye’de kimselere yar olamamış.
Murat Küçük’ün geçtiğimiz günlerde yayınlanan ilk romanı Lamekan
unutulmuş Rumca nefeslere bir ağıt!
Osmanlı İmparatorluğu zamanında
Girit’te yaratılmış Rumca nefesler, mübadeleden sonra Anadolu’da
sürdürmüş yolculuğunu. Sürdürmüş sürdürmesine ama “Vatandaş
Türkçe Konuş” diye diye erittiğimiz
azınlık kültürleri gibi bu müstesna
varoluş da çekilmiş kabuğuna. Hanelerde gizli gizli söylenmiş ve giderek söylenmez olmuş!
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kato
dağında
operasyon
değil, cenaze
töreni vardı
14 yıl önce Belçika’da ölen Süryani
Cemil Yaramış’ın cenazesi, vasiyeti
üzerine Kato dağında defnedildi.
Yaramış’ın yaşadığı Cevizağacı köyü,
yaklaşık 25 önce, çatışmalar nedeniyle boşaltılmıştı.
Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesine bağlı,
Süryanilerin yaşadığı Cevizağacı
köyünden yıllar önce çatışmalar
nedeniyle ayrılmak zorunda kalan
Cemil Yaramış, Belçika’da 14 yıl önce
yaşamını yitirdi. Ölmeden önce cenazesinin Kato dağında toprağa verilmesini isteyen Yaramış’ın bu vasiyeti,
bölgedeki çatışmalar nedeniyle yerine
getirilemedi.
‘Çözüm süreci’ ve silahların susmasının ardından Yaramış’ın cenazesi,
Belçika’daki mezarından alınıp,
getirildiği Kato dağında Süryani
âdetlerine göre toprağa verildi.
Beytüşşebap’ın Kato dağında bulunan ve Süryanilerin yaşadığı Cevizağacı köyü, yaklaşık 25 önce, boşaltılmıştı. Boşaltılan köyde yaşayanların
büyük bölümü Avrupa ülkelerine yerleşti. Cevizağacı köyünden Belçika’ya
yerleşen Cemil Yaramış, 14 yıl önce,
yakalandığı bir hastalık nedeniyle 39
yaşında öldü. Yaramış, cenazesinin
terk etmek zorunda kaldığı köyünün
bulunduğu Kato dağına gömülmesini
vasiyet etti.
Ancak bölgede yaşanan çatışmalar nedeniyle Yaramış’ın cenazesi
Beytüşşebap’a getirilemeyince
Belçika’da toprağa verildi. Türkiye
‘de yaşanan ‘çözüm süreci’ ve bölgede silahların susup, PKK’lıların geri
çekilmeye başlaması üzerine, yakınları Yaramış’ın vasiyetini yerine getirip cenazesinin Kato dağında toprağa
verilmesini kararlaştırdı.
Yaramış’ın cenazesini, oğlu Şenol Yaramış ile bazı yakınları
Belçika’dan uçakla Türkiye’ye getirdi.
Beytüşşebap’a getirilen Yaramış için
vasiyet ettiği Kato dağında ikinci bir
cenaze töreni düzenlendi.
Kato dağı eteklerine kadar araçla
götürülen Yaramış’ın cenazesi daha
sonra omuzlarda taşınıp, gömüleceği
yere götürüldü. Yaramış için Kato
dağında düzenlenen cenaze törene
Beytüşşebap Belediye Başkanı BDP’li
Yusuf Temel, BDP İlçe Başkanı Abdulkerim Ataman, Mardin’in Midyat
lçesinde görev yapan Süryani papaz
İshak Ergun ile yaklaşık 40 kişi
katıldı. Yaramış, Kato dağında dualar
eşliğinde vasiyet ettiği yerde toprağa
verildi.
İsteği 14 yıl aradan sonra yerine
getirilen Cemil Yaramış’ın oğlu Şenol
Yaramış, babasının vasiyetini yerine getirdikleri için mutlu olduğunu
söyledi. Yaramış, “Babam rahatsızlığı
nedeniyle 14 önce vefat etti. Ölmeden
önce terk etmek zorunda kaldığı Kato
dağına gömülmesini vasiyet etmişti. Ancak biz vasiyeti bugüne kadar
yerine getirememiştik. Şimdi bölgeye
huzurun gelmesi nedeniyle cenazesini
getirip vasiyet ettiği yerde toprağa
verdik. Burada bize yardımcı olan
herkese teşekkür ediyorum” dedi.
(EE)
(DHA)
Asur Soykırımı Unutulan Bir Holocaust
Gabriele Yonan Asurlar ve korkunç kan akıtmalarla sayıları azalan ve bütün dünyaya dagılan bu Hıristiyan halkın yaşama sorunlarıyla ilgilenen okurlar için çoktan beri bir kavram haline geldi. Bu
önünüzdeki çalışmasinda yazar, özgürlük ve bagımsızlık için cesaretle mücadele eden bu halkın, en
korkunç bir biçimde kökünü kazıma çabalarını yerli ve Batılı görgü tanıklarına başvurarak belgeliyor.
Bugün "soykırım" kavramı, sözcük dagarcığımızın kopmaz bir parçası oldu. Bazı okurlar hergün benzeri ölçüde insan hakları zedelenmeleri gözümüzün önünde dururken, bizim neden "unutulmuş" bir
soykırımla ugraştığımızı merak ederek sorabilirler. Eger biz unutulmaması gerekeni unutacak olursak,
gelecekte de buna benzer veya daha berbat olaylarla karşılaşabiliriz. Çiçero söyle demişti: "Historia...
est magistra vitae" (Tarih yaşamın ögretmenidir.) Bunun gerçekten de dogru olmasına karşın, insanlık
tarihten çok az sey ögrenmiştir. Çünkü tarih sık sık tahrif edilmekte ve pek çabuk unutulmaktadır.
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Serhat Halis’e
Haydar Karataş sordu
ne de kimi başkaca çevrelerin yaptığı
biçimiyle, belgelerin devlet belgeleri
olmasından hareketle, kökünden yanlı
ve gerçeği yansıtmadığı gibi sakat bir
düşünceye kapıldık.
‘Dersim tartışmaları; “suyun öte yakasındakilerin” çizmiş olduğu teorik
sınırlar içerisine hapsedilerek yürütülmeye çalışılıyor’
…Oysa Dersim tarihi detaylı olarak incelenirse görülecektir ki,
Dersim’de buluşan kavimlerin tamamı ortak bir kültürel formasyona
sahip(burada bölgenin otokton halkı
olarak Ermeniler’i-ki büyük bir kısmı
zamanla Kızılbaş komün geleneğine
kaymıştır- de bu ortaklık içerisinde kısmen değerlendirmek gerekir)
ve zaten bu ortak kültürel formları
nedeniyle ‘’uygarlık’’ toplumları tarafından baskılanmış olmaları nedeniyle Dersim’de buluşmuşlardır.
Dersim, farklılıkları kabullenemeyen
İslam toplumlarının baskılaması ve
dışlaması sonucu bir araya gelerek
Dersim adasına sıkışmış Kızılbaş komün gelenekli tek bir kültürel dokuyu ifade eden; Türkçe, Kırdaşca ve
Serhat Halis kimdir:
1981 yılında Dersim’de doğdu.
İlk, orta ve lise eğitimini ailesinin memuriyet hayatı sebebiyle
Türkiye’nin çeşitli illerinde t
atamladı. 2001 yılında İstanbul
Üniversitesi Arkeoloji bölümüne
kayıt yaptırdı, ancak
politik faliyetleri nedeniyle
okuldan atıldı. Daha sonra çıkan
öğrenci affıyla yeniden
üniversiteye dönen Halis, çeşitli
kitap, dergi ve gazetelerde
makaleleri yayınlandı.
Haydar Karataş
Dersimce konuşan bütünün adıdır.
Bahsettiğim gibi, halklar bağlamında
bir renklilik, kültürel ve sosyal alanlardaki farklılığa işaret eder. Ancak
Dersim’de ister Türkçe, ister Kırdaşca, isterse de Dersimce konuşsun,
toplumun tamamı tek bir kültürel dokuya sahiptir ve ortak tarihi süreçten
geçerek ortak bir ruhi şekillenme yaşamıştır…”
Serhat Bey, Dersim ile ilgili arşivlerin bir kısmı açıldı ve gün olmuyor
ki, Dersim ile ilgili bir belge basına
yansımasın. Sizler de İstanbul merkezli Kırmancıya Belek’e dergisini çıkarıyorsunuz, bu tartışmalar Dersim
eksenli çıkan dergileri nasıl etkiledi?
Evet, devletin hakim sınıfları arasındaki erk çekişmesi, bir anlamıyla ‘’birbirilerinin yorganının ucundan açarak
pisliklerini gösterme’’ tehdidi yarışına
döndü. Dersim soykırımı da birbirilerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökme
yarışının bir ürünü olarak, daha geniş
çevrelerin de ilgisini çekecek biçimde
gündem oldu. Bunun bir yansıması
olarak Dersim’e ilişkin birçok yazılı
belge peyderpey gün yüzüne çıkmaya
başladı. Biz, elimize geçtiği kadarıyla, ortayaçıkan bu belgeleri detaylı bir
analize kalkıştık ve gördük ki; kimi
belgeler gerçekliği yansıtmayacak kadar öznel yargılarla yazılmış, kimileri
ise nesnel durumu olduğu gibi ortaya
döken bir muhtevaya sahip. Bu anlamıyla yayınlanan belgeleri; ne kimi
çevrelerin yaptığı biçimiyle temel bir
kaynak olarak değerlendirme hatasına düştük ve bu belgelere ‘tapındık’,
Açılan arşivlere ideolojik yaklaşıldı,
nesnel yansıma yapmadı Dersim neşriyatı
Gün yüzüne çıkan belgelerin Dersim
eksenli çıkan dergiler üzerinde niteliksel bir farklılık yaratacak etkisinin
olmadığını gözlemledik. Zira Dersim
eksenli çıkan neşriyatların tamamı bir
siyasal ve ulusal mantaliteye ve hedefe
sahiptir. Dersim eksenli neşriyatların
hemen hepsi Dersim’de kendi ön gördükleri bir ulusal bilinç yaratma çabasındadırlar ve ister Kürt, ister Zaza,
ister Ermeni, ister Dersimi(Kırmancs)
kimliği dayatmasında bulunsun, karakteri itibariyle milliyetçi (burada
hemen Kırmanciya Beleke dergisinin
hiçbir milliyetçi güdüye sahip olmadığını belirtmek gerekir)niteliktedirler. Bu durumdan kaynaklı olarak
Dersim eksenli çıkan dergi ve/veya
gazete çevreleri, kendi politik çıkarlarıyla örtüşen belgeleri cımbızla çekip
almakta ve bu belgeleri veri olarak
değerlendirmektedir. Kendi politik çıkarlarına uygun olmayan belgeleri ise
ya görmezden gelmekte ya da nesnel
olmadığı gerekçesiyle karalama girişiminde bulunmaktadırlar. Bu anlamıyla
gün yüzüne çıkmaya devam eden Dersim belgelerinin, Dersim eksenli yayın
çevrelerinde kayda değer, niteliksel bir
etkisi olmamıştır.
Bize, Kırmanciye Belek’ı dergisini
çıkarma öyküsünü anlatır mısınız?
Böyle bir dergiyi çıkarmaya sizi iten
neydi?
Kırmanciya Beleke dergisinin çıkarılmasına, 2008 senesinde sosyoloji,
arkeoloji, antropoloji vb. alanlarda
eğitim görmüş ya da bu alanlara ilişkin bir bilinçsel faaliyet sürecinden bir
şekilde geçmiş, içlerinde Dersimli olan
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve olmayan bir grup genç insanın bir
araya gelmesiyle karar verildi ve akabinde ilk sayımız 2009 senesinde çıktı.
olmanın değil, dayanılan ideolojik temelin nesnel gerçekliğe uygun düşmemesinin olumsuzlanması gerekir.
Dergi çıkarma kararı alan arkadaşların
tamamı, özelde Dersim’e genelde ise
komün gelenekli diğer tüm toplumlara
ilişkin bir fikriyata ve birikime sahipti. Özelde Dersim’e genelde ise komün
gelenekli diğer tüm toplumlara ilişkin
bilgi kirliliğinin had saf haya ulaştığı
bir dönemde, bunlara ilişkin söyleyecek sözü olan kadrolar olarak bizler
de, bu birikimin bir şekilde kitleye
ulaştırılmasının en doğru yol olduğunun bilincine vardık. Bu, bizim tarihe
karşı olan sorumluluğumuzun bir yansımasıydı. Böylesi bir sürecin sonucu
olarak ise kitleye ulaşmanın yönteminin, elimizdeki maddi ve manevi tüm
olanaklar değerlendirildiğinde dergi
formunda bir neşriyat olduğunda karar
kıldık.
Evet, ülkemizdeki Marksist aydınlanma ilk filizleniş döneminden itibaren
ulus eksenli bir muhtevaya sahiptir.
Kapitalist dönemin dini olarak ulusçuluk, tüm halkları afyonlama niteliğine sahip bir karakterdedir, ancak
Marksizm adına hareket etmiş politik
öznelerin bu afyonun tılsımlı etkisine
girmiş olması hem şaşılası bir durum,
hem de doğru analiz edilmesi gereken
önemli bir husustur. Marksizm adına hareket eden politik öznelerin ulus
paradigması üzerine kurulu dünya
görüşünden kendilerini bir türlü koparamayışının nedenlerini; ‘’ulusların
kendi kaderini tayin hakkı’’ ve ‘’ezilen
ulus milliyetçiliğinin meşruluğu’’ gibi
konjonktürel duruma uyarlanmış kimi
taktiksel yaklaşımların, teorize edilerek birer ilke haline getirilmesi sorunsalına kadar götürmek mümkündür.
Marksizm adına hareket edenlerin ulus
paradigması girdabındaki ikinci sorunsalı ise, ulusu ve ulusçuluğu diyalektik
ve tarihsel maddeci yaklaşımla yani
bilim(Marksizm)le değil de, hakim
sınıfların(burjuvazi) tanımladığı kıstaslarla tanımlama hatasına düşmüş olmalarıdır. Burjuvazinin ulus tanımındaki temel ölçütlerinin tamamı, yazılı
bir geleneğe sahip, sınıf ilişkilerinde
belirli bir aşamaya ulaşmış ‘’uygarlık’’
toplumlarına ilişkindir. Bu ‘’uygarlık’’
toplumlarına ilişkin ulus tanımı, Kızılbaşlar gibi ‘’uygarlık’’ dışı kalmış
kimi komün gelenekli toplumları tanımlamak için yeterli değildir. Bugün
Dersim’de yaşanan ulus karmaşasının
altında yatan en ana neden de budur.
Burjuvazinin yapmış olduğu; ulusu
dile ve soya göre tanımlama(ki bu uygarlık toplumlarının tamamı için dahi
geçerli bir tanımlama değildir) hastalığını, Marksizm adına hareket etmiş
özneler olduğu gibi kabullenmiş ve bu
eksenden ulusu tanımlamaya çalışmışlardır. Ülkemiz Marksist hareketi açısından Hikmet Kıvılcımlı diyalektik
ve tarihi maddecilik yöntemine sadık
kalarak uygarlık toplumları ve uygarlık toplumları olarak adlandırılan toplumlarla benzer ekonomik ve sosyal
dayanaklara sahip olmayan komün gelenekli toplumları birbirinden ayırarak
Ulus tanımı Kızılbaşlar gibi uygarlık dışı kalmış komünal toplumları
tanımaya yeterli gözükmüyor
Dersim’de aşırı denebilecek bir politik ortam var, herkesin bir örgütü,
çevresi bulunuyor, Türkiye ve Kürdistan Markist aydınlanması da genelde ulus eksenli, ama sizin derginiz çoğulculuğu çağırıştırıyor, ismi
adeta etnik tanımlamaları redder
nitelikte; renkli kırmanciye (Dersim) derken, bu bilinçli bir tercih
mi? Böylesine ideolojik kamplara
bölünmüş bir ortamda nereye hitap
ediyorsunuz, yazdıklarınızın etkisi
ne, övgüsü ne?
Biz açıkçası toplumsal hayata ilişkin
her türlü tavrın ideolojik olduğunu
düşünüyoruz. İdeoloji dışında kalma
tavrı bile özünde ideolojik bir tavırdır.
Bu anlamıyla biz de ideolojik bir zemine dayanıyoruz ve elbette ki biz de bir
ideolojik tarafız. Burada post modern
yaklaşımların birey/kitle bilincini bulandırmak için ideolojik yaklaşımları
kötülemesi ve ideoloji dışı bir yaklaşım
sergilemenin daha nesnel olduğu gibi
bir ‘’görünmez ideolojik dayatma’’da
bulunmasının da esasen hâkim sınıfların çıkarına işleyen bir ideolojik propaganda olduğunu düşünüyoruz. Bu
anlamıyla ideolojik bir temele dayalı
çözümleme yapmaya çalışan ender örneklerdendir.
Kırmanciya Adası; Dersim
“…Dersim bu zor(un)lu süreçlerin
bir ürünü olarak Kırmanncsların
(Türkçe, Dersimce ve Kırdaşça konuşan Kızılbaşlar) ülkesi manasında; Kırmanciye kültünü/olgusunu
yaratmıştır. Burada sınıflı toplumlara göre belirlenmiş olan, ulusu ve
etnisiteyi belirleyici kılan en önemli
kıstas olan lisanın hiçbir belirleyiciliği yoktur…”
Dergimizin adının çoğulculuğu çağrıştırıyor olduğundan bahsettiniz. Bu
sıkça karşılaştığımız bir durum. Ancak
burada bizim Kırmanciya Beleke’den
anladığımızla, okuyucunun anladığı
arasında bir fark olduğunu belirtmek
gerekir. İnsanlar, daha fazla renkliliği esas alan bir Dersim tanımlaması
olarak algılama eğilimindeler bu ismi.
Ancak beleke: nokta, puan, benek,
noktacık, ada, adacık manasında bir
sözcük. Biz de Krımanciya Beleke
dendiğinde (Dersim’in kendi tarihi ve
sosyal gerçekliğine uygun olarak da),
sözcüğün karşılığı olan; nokta, puan,
benek, ada tanımını referans alıp, Kırmanciya Beleke’yi etrafı kuşatılmış bir
ada olarak tanımlıyoruz. Yani kimilerinin ifade ettiği biçimiyle rengârenk
Dersim’den ziyade, kendisine bir yaşam havzası olarak, çevreden soyutlanmış bir ada muhtevasına tekabül
eden bir Dersim manasında, ‘’Kırmanciye adası’’ olarak tanımlamanın daha
doğru olduğu kanısındayız. Zaten sözcüğün formel yapısı da bu söylediğimizi doğrular nitelikte. Zira bahsedildiği biçimiyle alacalı(bulacalı) Dersim
manasına gelen tümce; Kırmanciya
Belekın biçiminde olmalıdır. Belekın;
birçok noktadan, benekten oluşan, alacalı manasındadır. Ancak belek; o noktalardan, beneklerden, adacıklardan
sadece birine işaret eder. Bu anlamıyla
bu ismi alacalı bulacalılıktan daha ziyade, çevreden soyutlanmış bir nokta,
ada biçiminde tanımlamanın doğruluğuna inanıyoruz. Bundan hareketle diyebiliriz ki, sormuş olduğunuz soruda
da kendisini hissettiren etnik ve ulusal
olanı burjuvaca tanımlama alışkanlıklarına ters bir yerde duruyoruz. Za-
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ten Dersim de kimilerinin iddia ettiği
gibi çok renkli bir coğrafya değildir.
Bilakis Kırmanciye’nin kapalı kaldığı yıllar boyunca homojenliği temel
yapı taşı olmuştur. Burada ulusu olduğu gibi, etnisiteyi de farklı tanımlıyor
olmamızdan kaynaklı bir anlaşmazlık
açığa çıkıyor. Siz ve dahi Dersim tarihini büyük renklilikler barındıran bir
tarih olarak değerlendiren diğer özneler, bu renkliliği farklı etnilerin varlığına dayandırıyor ve etnisiteyi de dile
ve gene göre tanımlıyorsunuz. Oysa
komün gelenekli toplumlarda ve dahi
uygarlık toplumlarının birçoğunda etnisite dile göre tanımlanmaz. Etnisite,
birçok farklı genetikten gelen kavimlerin ortak yaşam havzası içerisinde
buluşarak, yazılı metne ihtiyaç duymadan oluşturdukları bir gönüllü birlikteliktir. Bu anlamıyla Dersim’de çok
renklilikten bahsetmek ve bu renkliliği farklı dillerin konuşuluyor olmasına
dayandırmak ve bu dillerin farklılığından hareketle farklı etnisitelerin varlığından bahsetmek hem epistomolojik
ve metodolojik olarak yanlış, hem de
Dersim’in tarihi, sosyal ve nesnel gerçekliklerine ters bir durumdur. Toplumsal bir formasyonda renklilikten
bahsetmek, o formasyonun içinde kültürel ve sosyal olarak farklı başka toplumsal yapılardan bahsetmek demektir. Oysa Dersim tarihi detaylı olarak
incelenirse görülecektir ki, Dersim’de
buluşan kavimlerin tamamı ortak bir
kültürel formasyona sahip(burada bölgenin otokton halkı olarak Ermeniler’iki büyük bir kısmı zamanla Kızılbaş
komün geleneğine kaymıştır- de bu
ortaklık içerisinde kısmen değerlendirmek gerekir) ve zaten bu ortak
kültürel formları nedeniyle ‘’uygarlık’’ toplumları tarafından baskılanmış olmaları sonucunda Dersim’de
buluşmuşlardır. Dersim, farklılıkları
kabullenemeyen İslam toplumlarının
baskılaması ve dışlaması sonucu bir
araya gelerek Dersim adasına sıkışmış
Kızılbaş komün gelenekli tek bir kültürel dokuyu ifade eden; Türkçe, Kırdaşca ve Dersimce konuşan bütünün
adıdır. Bahsettiğim gibi, halklar bağlamında bir renklilik, kültürel ve sosyal alanlardaki farklılığa işaret eder.
Ancak Dersim’de ister Türkçe, ister
Kırdaşca, isterse de Dersimce konuşsun, toplumun tamamı tek bir kültürel
dokuya sahiptir ve ortak tarihi süreçten geçerek ortak bir ruhi şekillenme
yaşamıştır. Bir sosyal katman, tarihin
ona sunduğu tüm zorluklardan (ki bu
zorluklar Dersimin Kızılbaş komün
gelenekli yapısından kaynaklı olarak,
katliamlarla ‘süslüdür’) beraber geçerek; olay, olgu ve süreçler karşısında
ortak toplumsal refleks gösteriyor ise
ve ortak bir ruhi şekillenmeye sahipse, o toplumda kültürel ve etnik bir
farklılık/renklilik aramamak gerekir.
Dersim bu zor(un)lu süreçlerin bir
ürünü olarak Kırmanncsların (Türkçe,
Dersimce ve Kırdaşça konuşan Kızılbaşlar) ülkesi manasında; Kırmanciye
kültünü/olgusunu yaratmıştır. Burada
sınıflı toplumlara göre belirlenmiş,
ulusu ve etnisiteyi belirleyici kılan en
önemli kıstas olan lisanın hiçbir belirleyiciliği yoktur. Dünyanın hemen her
yerinde, sınıflı toplumlar için öngörülen toplumsal yasalar, komün gelenekli
toplumlara uymamaktadır.
Kırmanciye Belek’nın 1. Sayısında da bunu vurguluyorsunuz. Dersim, bir ‘kültür ve inanç bütününü
kapsamaktadır’ diyorsunuz, Ancak
1970’ler sonrası Dersim’de ulusal bilinçlenme de yaşandı, PKK hareketi,
sosyalist gruplar, onlar ulusal tanımlamalarla toplumları tanımlıyor,
bir sıkıntı yaşanmadı mı?
ilk sayı çıkarken açıkçası biz kitleye,
komün gelenekli toplumları, sınıf gelenekli toplumlar için kurgulanmış
sosyal yasalarla tanımlamanın imkansızlığını belirtmekten ziyade, başka bir
yol izledik. Zira sınıf ilişkileri ağında
yetişmiş ve bilime ve bilinçsel faaliyet
sürecine ilişkin kalıplaşmış yöntem
ve ‘bilgi’ prangalarıyla hareket eden
bir kitleye/özneye bunu açıklamanın
zor olduğunun bilincindeydik. Kaldı
ki Marksizm adına hareket ettiği iddiasında olan ve diyalektik düşünceyi
geliştirerek zihinlerinde bir bilinçsel
faaliyet sürecinin nesnel temellerini atmış olmasını umduğumuz cenah
bile, diyalektik ve tarihsel maddecilikle değil; mekanikçi, indirgemeci,
statik bir metafizik maddecilikle düşünüyor. Tüm bu koşullarda bizler,
Dersim meselesi bağlamında, komün
gelenekli toplumların sosyal yasalarının farklılığından ziyade, sınıflı top-
lum için kurgulanmış yasaların ve ulus
paradigmasının kıstaslarıyla Dersim
sorunsalına yaklaştık ve bu paradigmanın kıstaslarıyla dahi Dersim’in bu
paradigma sahiplerinin iddia ettikleri gibi; Kürt, Türk ve de Zaza olarak
adlandırılamayacağını ifade etmeye
çalıştık. Dersim kültürüne, tarihine
ve folklorüne ilişkin tüm burjuva ulus
algısı kıstaslarının yetersiz olduğunu
açıklamaya çalıştık. İlk sayımızda ve
şimdiye kadarki 4 sayımızın tamamında bunun çabasını güttük. Bundan
sonraki adım olarak ise, komün gelenekli toplumların, toplumsal yasalarını belirlemek, incelemek, öğrenmek
ve araştırmak gibi bir sürecin içerisine girdik. Tüm bu koşullarda biz, bu
meseleye ilişkin; Marksizm’in bilimsel
yönteminin nasıl olması gerektiğini
açıklama gayreti içerisinde olacağız.
1970’ler öncesi Dersim’i ile bizim tanımlaya geldiğimiz Dersim arasındaki
benzerlikte şöylesi bir diyalektik ilişki
var; biz Dersim’i tanımlarken daha ziyade onun Kızılbaş-Komün gelenekli
yapısını referans alıyoruz. Dersim ise
1970’ler öncesi yani 1960’larda esas
olarak sınıflı toplum gelenekleriyle,
kapitalizmle, bu toplumun düşünce algısı ile karşılaştı.
“…Biz Dersim Kırmanc kimliği derken tıpkı 1970’ler öncesinde
Dersimlilerin tanımladığı biçimiyle
Dersimli Kızılbaş toplumunu adlandırıyoruz. Ancak etnisiteyi ve
ulusu dile ve gene göre tanımlayan
burjuvaca yaklaşımlar Dersim’deki
mevcut komün gelenekli toplumsal
bütünlüğü Türk, Kürt, Zaza, Ermeni diyerek nesnel gerçekliğinden
kaydırmaya çabalamışlardır…”
Bu süreçten sonra Dersim’e Dersim
içinden yapılan tanımlamalar sınıf
gelenekli uygarlık toplumu algısını
aşamadı. Bu durum ise Dersim toplumunu doğru analiz edemeyen ve her
biri Dersim’in küçük bir parçasını yakalayarak bir açıklama getirmeye çalışan envayi çeşit burjuvaca pozitivist
algının bir sonucuydu. Dersim de dâhil
sınıflı toplum geleneklerinin belirli bir
aşamasında bulunan toplumsal yapılarla karşılaşan tüm komün gelenekli
toplumların hızla çözülmesinin en mühim nedenlerinden biri de budur zaten.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Biz Dersim Kırmancs kimliği derken
tıpkı 1970’ler öncesinde Dersimlilerin
tanımladığı biçimiyle Dersimli Kızılbaş toplumunu adlandırıyoruz. Ancak
etnisiteyi ve ulusu dile ve gene göre
tanımlayan burjuvaca yaklaşımlar
Dersim’deki mevcut komün gelenekli
toplumsal bütünlüğü Türk, Kürt, Zaza,
Ermeni diyerek nesnel gerçekliğinden kaydırmaya çabalamışlardır. Ulusal kimlik konusunda belirttiğim gibi
dili temel referans almak bilimsel bir
yaklaşım değildir. Hele de Dersim gibi
Kızılbaş-komün gelenekli toplumlarda
dil, toplumu bir araya getiren temel bir
ayraç olmamıştır. Halk, etnisite, ulus
toplumun bir arada yaşayarak ortak
değerler üretmesi üzerine kurulu bir
sürecin sonucu ise kimilerinin iddia
ettiği gibi Dersim, ne Denizli ve Muğla’daki Türklerle ortak bir değer yaratacak tarihi birliktelik oluşturmuştur,
ne kimilerinin iddia ettiği gibi Palu,
Bingöl, Siverek, Diyarbakır’da yaşayan Zazalarla ortak bir değer yaratacak
bir tarihi birliktelik yaşamıştır, ne de
kimilerinin iddia ettiği gibi Hakkari,
Mardin, Siirt, Diyarbakır’daki Kürtlerle ortak değerler yaratacak bir tarihi birliktelik yaşamıştır. Görülüyor ki
birlikte yaşama olgusu ve bunun sonucu olarak etnisite, halk, ulus oluşumları, dile göre belirlenemeyebiliyor. Ve
her toplumsal yapının kendine özgü
bir halklaşma süreci yaşadığı gerçeği
açığa çıkıyor. Hem ulus paradigması üzerine kurulu burjuva pozitivist
yaklaşımların hem de 70’ler sonrası Dersim’de hâkim olmaya başlayan
Marksizm adına hareket etmiş olan
politik özne ve çevrelerin 70’ler öncesi
Dersimin’den farklı bir toplumsal yapı
üzerine kurulu hatalı analizleri bu hatalı ulus paradigması algısından kaynaklıdır. Burda hemen belirtmek gerekir ki, Marksizm adına hareket etmiş
olanların burjuvaca hatalı yaklaşımlarının Marksizm (diyalektik ve tarihsel
maddecilik)den kaynaklı olmadığını
açıklama sorunuyla karşı karşıyayız.
Marksizm adına hareket etmişlerin, bu
meseleye ilişkin yanlış bir zihniyete
sahip olmaları ve bunun ürünü olarak,
yanlış yöntemler uygulamaları halk
üzerinde yoğun tahrifat ve tahribat
yaratarak, kitlenin yanlış bir yönelim
olarak Marksizm’e karşı bir tavır sergilemesini yaratmaktadır.
Son yıllarda gittikçe yüksek sesle
duyulur oldu: ulus eksenli tanımlamanın Dersim’in kültürel, inanç ve
tarihsel birlikteliğine zarar verdi
diye? ulusal Kurtuluş hareketleri
büyüdükçe farklı kimliklerle bir sorun mu yaşıyorlar, yoksa sizin de belirttiğiniz gibi ulus paradigmasının
bir sonucu mu?
Ulus paradigmasının ve mevcut yanlış
eksen üzerine kurulu ulus tanımının
Dersim’in kendi kültürel yapısına ve
tarihsel gerçekliğine zarar verdiğine
dair hiçbir şüphe taşımadığımı az evvel ifade etmiştim. Belirttiğiniz iki husus da doğrudur. Hem ulusal kurtuluş
hareketleri büyüdükçe içindeki milliyetçi güdüleri gereği renkliliklerle ve
farklılıklarla bir sorun yaşıyor ve farklılıkları eritme çabası içerisine giriyor
hem de az evvel belirttiğim gibi ulus
tanımı, hatalı bir zemine dayanmaktadır. Nitekim Kürt ulusal hareketinin
ulusu dile göre tanımlama eğilimi,
tüm dilbilimsel kanıtların Kürtçe ve
Dersimcenin iki ayrı dil olduğunu ortaya koymasına rağmen, Dersimcenin
Kürtçenin bir lehçesi olduğu iddiasını
dayatmaktadır. Oysa Kürt ulusal hareketi, ulusu daha nesnel bir zeminde
tanımlamış olsaydı Dersimlilerin Kürt
olduğunu kanıtlamak için dil bütünlüğünden ziyade başka bütünlükler arayabilirdi.
“…Dersim tartışmaları dipsiz
kuyu…”
Dersim’de Kürt ulusal bilincinin gelişmesi sanırım 1960′lara kadar gider, şimdilerde yeni bir ulus bilinci
devreye girdi Zaza, bu iki uluslaşmayı sizin bahsini ettiğiniz Dersim
Kızılbaş komünal toplumu nasıl kabul görüyor?
Heretik-ezoterik diğer tüm toplumlarda olduğu gibi, benzer özelliklere sahip
Kızılbaş toplumlarda da, dil; uluslaşma için temel bir ayraç görevi görmez.
Bu anlamıyla Dersim içerisinde farklı
dillere sahip kavimlerin tamamı ezoterik-heretik-Kızılbaş
yapılarından
kaynaklı aynı milletleşme/halklaşma
sürecini yaşamışlardır. Egemenlerin
bize dayattığı bir dil, bir millettir safsatasının Dersim gibi ezoterik/heretik/
Kızılbaş/komün gelenekli toplumlarda
hiçbir nesnel-bilimsel geçerliliği yoktur. Bundan kaynaklıdır ki; Dersimli
Kızılşbaşlar kendilerini tarih boyunca
Zaza biçiminde tanımlamamışlardır.
Bu tanımlamaların tamamı egemen
pozitivist algı ve egemen zihin ve ideolojik aygıtının ürünü olan düşünceler
tarafından Dersim’e zorla giydirilmeye
çalışılan kılıflardır-adlandırmalardır.
Derginize gelmek istiyorum, nasıl
gidiyor, bir dergi çıkarmanın zorluğu nedir? Bunun finansal boyutu
var, yazarlarla ilişki kurmak vs, gibi
dünya kadar işi, bunca emek verdikten sonra onu bir okuyucu kitlesine
ulaştarmak da önemli, devam ediyor
musunuz onu sorayım? Nasıl bir deneyim elde ettiniz?
Öncelikle şunu hemen belirtmek gerekir ki, dergi, üretiminden dağıtımına, maddi kaynaklarından yazılarına
kolektif bir emeğin ürünüdür. Dergi,
kolektif bir çalışmanın ürünü olarak
Sorun Yayınları Kolektifi’nin ideolojik
ve kurumsal varoluşunun bir parçası
olarak yayın hayatına başladı. Bu süreçte sıkça karşılaştığımız sorunların
en büyüğü iletişim halinde olduğumuz
kimi Dersimli yazar ve aydın çevresinin dergiye yazı yazma sözü vermiş
olmasına rağmen bu sözü yerine getirmemiş olmalarıdır. Başka bir sorundan
daha bahsetmek gerekirse kapitalist
kitap ve yayın dağıtım ağının sadece
Kırmanciya Beleke değil Sanat Cephesi Dergisi, teorik inceleme, araştırma,
eleştiri dergisi olarak Sorun Polemik
gibi kolektifimizin çıkarmış olduğu
yayınları keyfi ve bilinçli nedenlerle dağıtmıyor olması ve cezaevlerine
dahi sokulmaması dağıtım noktasında
kimi sıkıntılar yaşamamıza neden oldu
ancak bunu da kolektif çabalarla aşmanın gayreti içerisindeyiz. Dersim’de
süregiden tartışmaların bir yansıması
olarak Munzur Festivallerinde dergimizin stand açma başvurularının hepsi
incik-boncuk standlarının arasında yer
vermeyle neticelendi ve hiçbir panel,
söyleşi vb. etkinlik yapma talebimiz
olumlu karşılanmadı. Bununla beraber
Dersim’de eli az çok kalem tutan yarım
aydın ukalalığının gündelik hakaret,
karalama vb. saldırılarına maruz kalmak tüm Dersim çevreleri için olduğu
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gibi bizim için de kaçınılmaz bir süreçti. 5. Sayısının hazırlığı içerisinde
olduğumuz Kırmanciya Beleke Dergisi, Ekim ayı içerisinde çıkacaktır. Bu
vesileyle değer verdiğimiz pek çok yazarla ilişki kurmaya çalışıyoruz, yeni
yazarlarla buluşmak niyetindeyiz…
Böyle bir dergini çalışması içinde
yer almanın sıkıntısından sorayım,
süre giden Dersim tartışmalarında
eksik olan nedir?
süregiden Dersim tartışmaları baştan
kaybetmeye mahkûm ve sonuç alıcı
olmayacak olan bir niteliğe sahiptir.
Böylesi bir tartışma havzasında bir
eksiklikten bahsetmektense eksik yönlerinin var olduğunu bize hissettirecek
gerçek manada bir tartışmanın olup
olmadığını sorgulamak daha doğru
olacaktır. Çünkü tartışmanın kendisi
yanlış bir zeminden kaynaklanmakta ve yanlış bir mecrada akmaktadır.
Dersim tartışmaları dipsiz kuyuya
atılmış bir taşın dibe vardığında çıkaracağı yankıyı bekleme durumuna benzemektedir. Bu ise sonsuz bir
bekleyişe ve sonu olmayan bir tartışma sürecine işaret eder. Bu anlamıyla
Dersim tartışmalarında eksik giden bir
yan yoktur, Dersim tartışmaları temelinden yanlıştır. Tartışma bir çelişki ve
sorunun varlığıyla ilişkilidir. Dersim
tartışmaları ise Dersim’e ilişkin bir sorunun ve çelişkinin olduğunu gösterir.
Dersim’e ilişkin sorun ve çelişkiler ise
“suyun öte yakasındakiler” tarafından
yaratılmıştır. İşte tam da bu noktada
Dersim tartışmalarının yanlışlığı açığa çıkmaktadır. Çünkü Dersim tartışmaları “suyun öte yakasındakilerin”
çizmiş olduğu teorik sınırlar içerisine
hapsedilerek yürütülmeye çalışılıyor.
Sorunu yaratan algı ile sorunu çözmeye çalışmak bir eksiklik değil, sonuç
alıcı olmayan bir yanlışlıktır.
Kaynak:http://www.dersimdersim.com
Düzenlediğimiz Panele ilgi duyan
herkesi davet ediyoruz.
Tüm Kızılbaş dostlarımızı dayanışmaya
çağırıyoruz
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Zulmün
Defteri
Açılmalıdı
Sait Çiya
Dersimliler en azından son 20 yıldır
37-38 soykırımının açığa çıkartılması,
anlaşılması, yargılanmasının mücadelesini veriyorlar. Halkımızın sözlü
hafızasında yaşatılan Soykırımı belgelemek için önemli çalışmalar yapıldı.
Toplantılar, konferanslar, tartışmalar
düzenlendi.
Ne varki Türk aydınları bu konuya
çok fazla ilgi göstermediler. Dersim
onlar için bir nevi tabuydu. Kürt aydınları ise en iyisinden kendi lehlerine
propaganda yapmakla yetindiler.
Hükümet ve geleneksel devlet arasındaki çelişki Dersim Soykırımı´nın
gündeme gelmesini hızlandırdı. Uzun
dönem yok sayılan Dersim gerçegi
görülmeye başlandı. Gazetelerde
günlerce Dersim tartışıldı. Başbakan
Dersim Katliamı tespitinde bulundu.
Yapılanların savunulamayacağını
söyledi. Şüphesiz bu çok önemli bir
gelişmedir. Ama her sözün bir anlamı
vardır. Tespitlerin sonuçları olmalıdır.
Atılması gereken adımlar olmalıdır.
Acılarımız günlük politikadaki çekişmelerde güç kazanmak için kullanılmamalıdır.
Hükümet faşit kanadın (CHP, MHP,
Ordu ve ötekilerin) dediklerine, yoluna karşıysa yarım yamalak adımlarla,
şov politikalarıyla yetinmemeli, demokratik açılımın içini doldurmalıdır.
Dersim´de Ne Oldu?
Ne olmadı ki!
Ne kadar yazsak, ne kadar anlatsak
azdır.
40 binle 70 bin arasında insan katledildi. Gerçek sayı ne kadardır
bilinmiyor. Köylerimiz, tarlalarımız,
ormanlarımız yakıldı. Onbinlerce
insan aç-susuz korku içinde sürgün
yollarına düştü. Tüfekten kurtulan
çocuklar kurda-kuşa yem oldu. Ya
da Türklere hizmetçi oldular. Zorla
evlendirildiler. Derilmemış gül Dersim, yaşlı bir Dersimlinin deyimiyle
Merdenistan(Ölümülkesi) oldu.
Tarihimiz, aklımız, izanımız değişti.
Bunun için halkımız tarihi ikiye
ayırdı. Tarih anlatılırken 38´den önce,
38´den sonra denildi.
Soykırımdan sonra doğanlar da kırımdan payını aldılar. Her yerde, her
derede, her tepede ölüm karşımıza
çıktı. Acının hikayeleriyle büyüdük..
Korkuyla büyütüldük…
Soykırımı yapanların çocukları,
torunları hiç babalarına, dedelerine
sordular mı?
Dersim´de ne oldu?
Dersim neden Tunceli oldu?
Sormadılar.
Bilenler sustu. Anılarını yazanlar, „bu
dönemi anlatamam“ dediler.
Neden Dersim?
Dersim Soykırımı´nın nedeni nedir?
Eğer çok kısa, çok genel bir cevap
vermek gerekirse, neden farklı olmaktır.
Bende başka bir soru sorayım. Hitler
neden Yahudileri, Çingeneleri soykırımdan geçirdi?
Alman olmamak faşistler için yeterliydi.
Türk rejimi de ırk temeli üzerine
kurulmuştu.
Türk olmamak, olmak istememek,
farklılığını korumak suçtur.
Mahmut Esat Bozkurt ne demişti ”
Biz açıkça milliyetçiyiz. Milliyetçilik
bizi birleştiren tek nedendir. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların
hiç bir etkisi yoktur. Her ne pahasına
olursa olsun, ülkemizde yaşayanları
Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz.
Vatana hizmet etmek isteyenler her
şeyden önce Türk ve Tükçü olmalarını
istiyoruz.”
19 Eylül 1930 tarihli Milliyet
Gazetesi‘nde de ‘...saf Türk olmayan hiç kimsenin bu ülkede hiçbir
hakkı yoktur; onlar sadece ve sadece hizmetçi ve köle olma hakkına
sahiptirler. Bu gerçeği dost, düşman,
herkes dağlar bile bilmek zorundadır‘
demişti.
Dersim Soykırımı´nın nedeni budur.
Türk olmamak, köle olmayı kabul
etmemek.
Açığa Çıkmış Gizli Belgelerde Ne
Denilmişti?
T.C Dahiliye Vekaleti Jandarma
Umum Kumandanlığı 55058 sayılı
gizli ve zata mahsustur ibareli Dersim
adlı çalışması var. Girişte belirtigine
göre „Kayıt altında yüz tane basılmıştır.“
Bu çalışma muhtemelen 1931- 32´de
yapılmış. Dersim´in tarihini, dinini,
dilini, sosyal yapısını, coğrafyasını,
askeri gücünü kendine göre incelemişler. Dersimin nasıl denetim altına
alınabileceğinin yollarını aramışlar.
Çalışmada farklı raporlar var.
Çalışmanın kendisi Dersim´e yönelik
büyük bir hareketin hazırlığının yapıldığını gösteriyor.
Devlet bir nevi Dersim masası kuruyor. Araştırıyor. Raporlar hazırlatıyor.
Raporlardan birisi 2/2/1926 tarihli
Mülkiye Müfettişi Hamdi Beye ait.
Rapor´da söylenenlerden bir parça:
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
„…Dersim, hükümeti Cümhuriye için
bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kat´i
bir ameliye yapmak… selameti memleket namına farzı ayındir.“ (Dersim,
sf.199)
Mülkiye Müfettişı Soykırım sırasında
görevdemiydi bilmem ama, yapılacakları o günden belirtmiş. Rapordan bir
başka bölüm:
„Silah toplamak, her türlü vesaiti mukavemet ve müdafaadan tecrit etmek,
bunun için en müsait olan mayıs ve
haziran zarfında sevk edilecek kahir
bir kuvvei askeriye ile yekdigerlerile
temasları kaybetmeyecek bir surette
bir ihata ve tarama hareketi yapmak,
görecekleri tazyik üzerine dağlara
cekilecek müsellah halkıda kara ve
hava kuvvetleri ile tazyik etmek, harekata dikkat edilecek en mühim esas
sadakat ve harekete iştirak ve hizmet
tekliflerine kat´iyen itimat ve emniyet etmemek, tedibatı umuma teşmil
etmek. Hizmete şitap arzuları hiledir,
asılda birdirler.“ (Dersim, sf.200)
Bu rapor dahi soykırım hazırlığının
belgesidir. Tüm Dersim hedef seçilmistir. Soykırım yıllarında işbirliği
yapanlar, tarafsız kalanlar neden öldürüldüler sorusunun da cevabıdır.
Birinci Umum Müfettiş Ibrahim
Tali´de Dersim´le yakından ilgileniyor. 21/12/ 1931 tarihli raporunda
yapılacak hareketi inceliyor. Ibrahim
Tali´ye göre, „Oraya giren kuvvet her
işi bitirip öyle çıkmalıdır.“ (Dersim,
sf.212)
İbrahim Tali su kaynaklarının, kurak
bölgelerin, zahire ve sair iaşe maddelerinin, maşaraların, arazinin,
ormanların, „firarilerin lehine yarayacak“ her şeyin araştırılıp bilinmesini
istiyor.
Devlet 1931 yılında büyük bir kareket
yapmak istiyor. Ancak Sason ve Mutki
hareketini daha önemli görüyor, hatta
başarısızlıga uğrayabileceklerini
düşündükleri için hareketi erteliyor.
(Dersim, sf.215)
Kitapta başka raporlar da var. Halis Paşa´nın, Şükrü Kaya´nın, Fevzi
Çakmak´ın raporları birbirini tamamlıyor. Hemen hepsi Dersim´e köklü
bir hareket yapılmasını istiyor. Hepsi
sürgünü savunuyor. Tedip ve tenkil
istiyor. Türklüğün yerleştirilmesi
gerektiğini söylüyor.
Fevzi Çakmak “Dersim´in sömürge
statüsünde“ yönetilmesini istiyor.
Dersim´in katillerinden İsmet İnönü
de raporlar hazırlıyor.
1935´de Atatürk´e sunulan rapordan
bir parça:
„1935 ve 1936’da yollar, karakollar
yapılacaktır. 1937 ilk baharına kadar
hazır olursa mürettep ve seferber 2.
Fırka kuvvet ilbaylığın emrine 1937
ilk baharında verilecektir. Süratle
bütün Dersim silahtan tecrit olunacak.
İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur
ettiği, hükümete bildirdiği icraat da
yapılacaktır.
Bundan sonra Dersim’e verilecek
şeklin saf hası başlayacaktır. Bütün bu
tasavvurlar gizlidir.
(Saygı Öztürk’ün yazdığı “İsmet Paşa’
nın Kürt Raporu” kitabından)
İnönü´nün dediği gibi hareket 1937´nin
baharında başladı. İnönü´nün belirtiği,
“İlbaylığın o zamana kadar tetkiki
neticesinde kuvvetle yapılmasını
tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği
icraat “ yerine getirildi.
Bütün bu rapor ve hazırlıkların sonucunda 1935-36 da Tunceli Kanunu
çıkartıldı.
Raporlar da gösteriyor, isyan Türk Genel Kurmayının çıkardığı bir yalandır.
Soykırım uzun yıllar içinde askeri,
hukuki ve siyasi olarak hazırlanmıştır.
Soykırımla Türkleştirme tamamlanmak istenmiştir.
Zulmün Defteri Açılmalıdır
Artık geriye dönülemez.
Recep Tayip Erdoğan dediklerinin
arkasındaysa Dersim´i demokratik
açılıma dahil etmelidir.
Her şeyden önce gizli belgeler, kararlar açıklanmalıdır.
Soykırım suçtur. Erdoğan katliam
diyor. Katliam da suçtur. Katliamı
yapanlar yargılanmalıdır. Hükümet bu
işte samimi ise Meclis´te bir Dersim
araştırması açmalıdır. Dersimlilerden
özür dilenmelidir.
Tunceli Kanunu´nun hedefi ve sonucu
olan dilimiz ve kültürümüz üzerindeki yasaklar kaldırılmalıdır.
Soykırımı ve sonuçlarını inceleyecek,
çözüm önerileri hazırlayacak Dersimlilerin de dahil olduğu bir komisyon
oluşturulmalıdır.
Hükümet bunu yapabilir mi?
Ya da yapmak istiyor mu?
Bu yönde kesin bir iradenin oluştuğuna inanmıyorum. Kısmi adımlar ve
şovla işi geçiştirmek istiyorlar.
Mameki Belediyesi de Demokratik
Açılım Yapmalıdır
Mameki (Tunceli) Belediyesi de bir
açılım yapmalıdır.
Dersim´in katili Abdullah Alpdoğan´ın
ismi Mameki´de bir mahelleye verilmiştir.
Bu ismi değiştirmek belediyenin
elindedir.
Belediye bu ismi hemen değiştirmelidir.
Yerleşim yerlerini eski isimleri kullanılmalıdır.
Hepsinden önemlisi demokratik açılımı biz kendimiz yapmalıyız.
Dilimizi konuşmalı, kültürümüzü
yaşatmalıyız.
Soykırımı savunanlara destek vermemeliyiz.
Kaynak:
http://www.piyaportal.de/index.php/
yazilar/27-sait-ciya/179-zulmuendefteri-aclmaldr
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Reyhanlı Dönemecinde
Suriye Krizi ve Gerici Türk-Kürt Bağlaşması
11 Mayıs'ta Rihaniye'de (=Reyhanlı)
meydana gelen ve elliden fazla insanın ölümüne ve yüzden fazla insanın
yaralanmasına yol açan patlamalar
Türkiye'de küçük-ölçekli bir siyasal
deprem etkisi yaptı. Bu olayın ardından Reyhanlı'da patlamaya, ülkenin
değişik yerlerinde yapılan protesto
gösterilerine ve genel olarak bu konuyla ilgili her türlü haber ve yoruma
bir çeşit sansür getiren AKP hükümeti, çok geçmeden olayın sorumlusunu
da ilan etti: Suriye hükümeti, onun
istihbarat örgütü Muhaberat ve onlara
Türkiye'de yardımcı olanlar. Yetkililere göre bu sonuncular, eskiden Acilciler diye anılan, ama aslında çoktandır artık varolmayan bir örgütün bazı
elemanlarıydı. Bu arada onlar, olayın
sorumluluğunu üzerine atmaya çalıştıkları Acilciler'i “Marksist Alevi bir
örgüt” olarak tanımlamak suretiyle
Alevi halka düşmanlıklarını ve AleviSünni gerilimini tırmandırma planlarını da ele verdiler. Roboski'de, aradan
500 gün geçmesine rağmen ve devletin
olağan işleyişi içinde gerçekleştirilen
bir hava bombardımanında öldürülen
34 Kürt gencinin katillerini sözümona
bulamayan sicili kirli Türk gericilerinin Reyhanlı'daki patlamalardan sözümona kimin sorumlu olduğunu bir
kaç saat içinde ortaya çıkarmasından
ve aslında bu işin arkasında belki de
kendilerinin olduğundan kuşkulanmamız için bir dizi neden var. MİT'nın
Reyhanlı'da meydana gelen saldırıyı
birkaç gün öncesinden haber aldığı ve
bu bilgiyi Türk Silahlı Kuvvetleri'ne
aktarmasına rağmen patlamaların önlenmemesi bunlardan sadece biri.
Son haftalarda ortaya çıkan veriler ilk
bakışta, Suriye'ye karşı sürdürülmekte olan örtülü savaşın bir açık savaşa
dönüşme olasılığının arttığı izlenimini veriyor. Mart ayında CIA'nın
Suriye'deki gerici asilere silah desteğini arttıracağını açıklaması ve Arap
Birliği'nin Suriye'nin bu örgütteki koltuğunu “muhalifler”in Suriye Muhalif
ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu
adlı üst kuruluna vermesi, Nisan ayında ABD Başkanı Barack Obama'nın
İsrail ziyareti sırasında Başbakan
Benyamin Netanyahu'nun Mavi Mar-
Garbis Altınoğlu
mara katliamından ötürü Türkiye'den
özür dilemesi ve Türkiye-İsrail işbirliğinin yeniden canlandırılması, Nisan ayının sonlarında İsrail'in, Esad
rejiminin asilere karşı kimyasal silah
kullandığı yolundaki inandırıcılıktan
yoksun yaygarası, gene İsrail'in 3 ve
5 Mayıs'ta Suriye'deki bazı hedefleri
her türlü uluslararası hukuk kuralını
çiğneyerek ağır bir biçimde bombalaması, hemen ardından 6 Mayıs'ta Türk
ordusunun Suriye sınırına yakın bölgelerde beklenmedik bir askeri tatbikata
girişmesi (1), Suudi Arabistan, Katar,
Türkiye, Fransa, Britanya tarafından
da desteklenen ve ABD içindeki neocon (=yeni muhafazakar) olarak bilinen neo-faşistlerin de içinde olduğu bir
kampın Şam'a karşı yürütülen örtülü
savaşın açık savaşa dönüştürülmesi
yolundaki çağrılarını yoğunlaştırması
bunun ilk akla gelen örnekleri. Aslında bütün bunların bir güçlülük değil,
tam tersine bir güçsüzlük belirtisi olduğunun altını çizmek gerekiyor. Suriye ordusunun, halkı canından bezdiren silahlı asiler karşısında elde ettiği
son taktiksel zaferler, Baas rejiminin,
ülkenin bütünüyle çökmesini ve kaosa sürüklenmesini istemeyen Suriye
halkının giderek daha geniş katmanlarının desteğini alması, Hizbullah'ın
Suriye ordusunun bazı operasyonlarına destek veriyor olması, en azından
Hizbullah, İran ile Rusya'nın kararlı
bir biçimde Suriye'nin yanında durduklarını göstermeleri, emperyalist
savaş kışkırtıcılarının kampında gözle
görülür bir umutsuzluk ve karamsarlığa yol açmaktadır. Bütün bunlara,
Suriye'de doğrudan bir askeri operasyona girmenin bedelini ödeyemeyecek
durumda olan ve Temmuz 2012'de gerçekleştirilen Cenevre Konferansı süre-
cini canlandırmaya razı olan ABD'nin,
7 Mayıs'ta, Mayıs sonu ya da Haziran
ayında Rusya ile “Suriye sorunu”nun
barışçı yoldan çözümü amacıyla yeni
bir uluslararası konferans toplamak
için anlaşmış olması, bu en gerici kampın mensuplarını daha gözükara ve saldırgan eylemlere yöneltmektedir. Bu
bağlamda Başbakan R. T. Erdoğan'ın
9 Mayıs'ta ABD'nin NBC kanalına
verdiği mülakatta, ABD'nin Suriye'ye
yapacağı bir kara operasyonunu destekleyeceği yolundaki açıklamasını
unutmamak gerekiyor. (Erdoğan daha
sonra, tepkileri azaltmak için bir düzeltme yaptı ve sadece bir “uçuşa yasak bölge”yi destekleyeceğini söylediğini belirtti.) Reyhanlı patlamalarının,
işte bu jeopolitik arkaplanı dikkate alarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Olaya bir de şu açıdan yaklaşalım:
Böyle bir eylemi yapmak/ yaptırmak;
26 aydır bir dizi bölge ülkesinin yanısıra ABD, İsrail, Fransa ve Britanya vb. tarafından desteklenen silahlı
asilere karşı çarpışmakta olan, ağır
ekonomik yaptırımlara tabi tutulan,
son aylarda silahlı muhalefete karşı
kimyasal silah kullanmakla suçlanan,
geçtiğimiz günlerde İsrail'in -Suriye'yi
misilleme yapmaya kışkırtmayı amaçlayan- yoğun hava bombardımanlarına
hedef olan ve ABD/ NATO güçlerinin
işgal tehdidiyle yüzyüze olan bir ülkeye ne yarar sağlayacaktır? Hiçbir şey!
Tam tersine, böyle bir eyleme girişmek, Suriye'ye cepheyi genişletmek isteyen ve bu ülkeye karşı saldırmak için
fırsat kollayan emperyalist korsanların
ve İsrail'in işine yarardı. Aynı husus
Siyonistlerin, Baas rejiminin silahlı
asilere karşı kimyasal silah kullandığı yolundaki savları için de geçerlidir;
muhalif gruplara karşı savaşmak için
yeterli ateş gücü, silah ve donatıma
fazlasıyla sahip olan Baas rejiminin,
kimyasal silah kullanmak suretiyle
uluslararası kamuoyunu kendi aleyhine çevirmesi ve böylelikle düşmanlarının elini güçlendirmesi ve Suriye'ye
askeri müdahale için yaygara yapmakta olan çevrelerin işini kolaylaştırması
beklenemez. Ama böylesi provokatif
eylemlerin; başta İsrail gelmek üzere
Baas rejimini yıkmak ve Suriye'yi par-
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çalamak ve çökertmek için uğraşan ve
aralarında Türkiye'nin de bulunduğu
gerici bölge devletlerinin işine yarayacağı gözönüne alındığında Reyhanlı
patlamalarının bu güçlerin ve/ ya da
onların bilinçli ya da bilinçsiz aleti ortağı konumunda bulunan terörist grupların işi olması olasılığının çok daha
yüksek olduğu anlaşılır. Kabaca son
1.5 yıldır emperyalist ağababalarının
Suriye'ye saldırması için neredeyse her
hafta çağrı yapan ve Suriye'ye karşı
savaş lobisinin başını çeken Türk gericilerinin bu kıyımın, doğrudan olmasa
da dolaylı sorumlularından biri olduğu
açıktır. Bu alçakça saldırının arkasında CIA, MI6 ve MOSSAD gibi istihbarat servisleriyle Türk istihbaratının
ortak bir operasyonu olduğu hemen
hemen kesindir.
Peki, acaba bu trajik olay, büyük çoğunluğu itibariyle, üzerine ölü toprağı
serpilmiş görünümü veren Türk emekçi yığınlarının siyasal uyanışı için
bir vesile olacak mı? Ya da bu olay,
anti-emperyalist, hatta savaş-karşıtı reflekslerini yitirmiş ve şaşılası bir
kayıtsızlık batağına gömülmüş olan
devrimci ve demokratik güçlerin neofaşist ABD ve ortaklarına karşı harekete geçmesini sağlayacak mı? Bunun
böyle olmasını umuyorum. Umuyorum; çünkü Suriye'deki örtülü savaşın,
neredeyse başından beri doğrudan bir
tarafı olan Türkiye, AKP iktidarı tarafından adım adım, -ABD ve İsrail'in
çıkarları uğruna- açık bir emperyalist
savaşa sürüklenmektedir. Suriye ve
İran'daki ulusal burjuva rejimlerin yıkılmasını, bu ülkelerin başına işbirlikçi kliklerin geçirilmesini ve/ ya da bu
ülkelerin parçalanmasını amaçlayan
böyle bir savaşa girmesinin Türkiye
ve Türkiye halkları açısından bir dizi
olumsuz sonuçları olacaktır. Bir yandan, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı
ve halklarının sahip oldukları sınırlı
mevzileri yitirmesine, siyasal gericiliğin daha da güçlenmesine ve büyük
insani ve maddi kayıplara, bir yandan
da Ortadoğu'da emperyalist-Siyonist
kampın -geçici de olsa- üstünlük kazanmasına ve/ ya da İran'a karşı planlanan ve daha da büyük savaşların kapısını aralamasına yol açacağı kesin olan
böylesi bir savaşa karşı çıkmak, günün
en önemli ve asla ertelenemez bir devrimci görevidir. Türkiye'nin böyle bir
savaşa girerek güç yitirmesinin, Türkiye ve Suriye Kürtleri'nin daha özgür
fuz ve hegemonya alanları içine alma
yolundaki yeni-Osmanlıcı hayallerini
ele vermektedir. Başbakan Erdoğan
ve son iki yıldır vaktinin çoğunu Esad
rejimini izole etmeye, yıpratmaya ve
devirmeye adamış gözüken Dışişleri
Bakanı Davutoğlu, bu emperyal hevesleri gizlemeye gerek de duymamaktadırlar. Davutoğlu geçen yılın başlarında Kayseri'de yaptığı bir konuşmada
şöyle demişti:
“1911 ile 1923 yılları arasında nereleri
kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o
topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız.
bir statü edinmeleri için görece uygun
objektif koşullar sağlayacağını düşünenler ve dolayısıyla böyle bir savaşı
“yararlı” görenler olabilir elbet. Ancak
bunun ahlaki olmadığı gibi akılcı bir
yaklaşım da olmadığı açıktır; kendi
halklarının özgürleşmesi için başka
halkların savaş cehennemine atılmalarını kabul edilebilir bulanlar ya da
böylesi bir pragmatizmi içlerine sindirenlerin ödülü, kendi halklarının köleliğinin başka biçimlerde ve belki de
başka efendilerin boyunduruğu altında
sürmesinden başka bir şey olmayacaktır.
Türk gericilerinin uzun süredir,
“Esad'ın zulmüne karşı” sözde haklı
savaşımlarını destekleme görüntüsü
altında, Suriye'deki terörist grupları,
eğittikleri, besledikleri, silahlandırdıkları, bu grupların askeri ve sivil
yöneticilerini Türkiye'de barındırdıkları, başka ülkelerden gelen silahları,
diğer askeri malzemeyi ve savaşçıları
ortak sınırdan bu ülkeye gönderdikleri, Türkiye-Suriye sınırının denetimini bir çok yerde bu silahlı gruplara
teslim ettikleri ve kuzey bölgesini
Türkiye topraklarına katmayı kurdukları Suriye'ye karşı BM ya da NATO
şemsiyesi altında askeri bir saldırı düzenlenmesini sağlamak için aylardır
fazla mesai yaptıkları biliniyor. Onların, uluslararası burjuva hukukunu
da ayaklar altına alma anlamına gelen bu saldırgan tutumları, Türkiye'yi
Ortadoğu'da “lider” devlet konumuna
yükseltme ve komşu ülkelerin Kürt nüfusunu, hatta daha fazlasını kendi nü-
“Bu, zorunlu tarihi bir görevdir.”
(“Kaybettiğimiz topraklarda buluşacağız”, İHA, 21 Ocak 2012)
Başbakan R. T. Erdoğan ise Eylül
2012'de AKP Genel Merkezi'nde katıldığı genişletilmiş grup toplantısında
yaptığı ve Kürt ulusal hareketine karşı
çok ağır suçlamalarda bulunduğu konuşması sırasında bu konuda şunları
söylemişti:
“CHP yarın Şam'a gidecek yüz bulamayacak göreceksiniz ama inşallah
biz en kısa zamanda Şam'a gidecek,
oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın.
İnşallah Selahaddin Eyyubi'nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi
Camisi'nde namazımızı da kılacağız.
Bilali Habeşi'nin, İbn-i Arabi'nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi'nde,
Hicaz Demiryolu İstasyonu'nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz.”
(“Erdoğan'dan önemli mesajlar”, Hürriyet, 5 Eylül 2012)
Aslında Ortadoğu ve Balkanlar’ı hala
Osmanlı İmparatorluğu’nun birer eyaleti gibi algılayan Başbakan Erdoğan'ın
daha önceleri de böylesi açıklamaları
olduğu biliniyor. Örneğin o, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından
yaptığı ilk konuşmada, bu seçim zaferiyle İstanbul kadar Bosna’nın, İzmir kadar Beyrut’un, Ankara kadar
Şam’ın, Diyarbakır kadar Ramallah’ın
da kazandığını söylemiş ve 7 Ağustos 2011’de yaptığı bir konuşmada ise
Türkiye’nin Suriye’nin iç işlerine müdahalesini, şöyle bir sömürgeci mantıkla meşrulaştırmaya kalkışmıştı:
“Çünkü biz Suriye konusunu bir dış
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
mesele olarak, bir dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç
meselemizdir. Çünkü bizim Suriye ile
850 kilometre sınırımız var, akrabalık,
tarih, kültür bağlarımız var. Dolayısıyla burada olanlar, bitenler bizim asla
seyirci kalmamıza fırsat vermez. Tam
aksine oradaki sesleri duymak zorundayız, duyuyoruz ve tabii ki gereğini
de yapmak durumundayız.” Ama ava
giderken avlanmak da var. Türk gericilerinin “büyük Türkiye” hayalleri ve
bu doğrultudaki girişimlerinin bir siyasal bumerang gibi dönüp kendilerini
vurması olasılığı hiç de düşük değildir.
400 yıldan bu yana Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış olan Ortadoğu
halklarının, asla yeni ve ikinci bir Osmanlı boyunduruğu altında yaşamayı
kabul etmeyecekleri açıktır.
* * *
Ne yazık ki, Türkiye'nin -eski halinin
gölgesi durumundaki- devrimci güçleri uzun süredir, “kendi” burjuvazilerinin Ortadoğu'de gerici ve yayılmacı bir savaşa boylu boyunca girmesi
tehlikesinin farkında değilmişçesine
davranmakta ve merkezi önem taşıyan
bu göreve uygun bir taktiksel yönelim
sergilemenin çok uzağında durmaktadırlar. Oysa Marksizm ve enternasyonalizm, tutarlı devrimcilerin gerici ya
da emperyalist bir savaşa karşı kesin
ve uzlaşmaz bir tavır almasını, hatta
böylesi bir savaşı, emperyal bir politika izleyen “kendi” burjuvazisine karşı
bir devrimci savaşa dönüştürmesini,
en azından bu yönde propaganda ve
ajitasyon yapmasını buyurur. Ne var
ki, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa
Türkiye devrimci hareketi çoktandır
anti-emperyalist görevlerini unutmuş
ve anti-emperyalizm bayrağını TKP
ve hatta “İşçi” Partisi gibi gruplara
terketmiş ve böylelikle 1968 kuşağı
devrimcilerinin ve 1960'ların sonunda
kurulan üç ana devrimci örgütün mirasına ihanet etmiştir.
Türkiye devrimci hareketinin kalıntılarının, başını ABD, İsrail ve NATO'nun çektiği neo-faşist emperyalist
kampın Ortadoğu halklarına karşı yürüttüğü savaşa yüzeysel bir biçimde
de olsa karşı çıktıklarını yadsıyamayız elbet. Ancak onların propaganda,
ajitasyon ve eylemlerinde milyonlarca insanın kanına giren ve barışın ve
dünya halklarının bir numaralı düşmanı olan ABD ile onun ortaklarının
sergilenmesi ve kitlelerin işte bu barış
düşmanlarına karşı seferber edilmesi
çok önemsiz bir yer tutmaktadır. Bu
devrimci güçlerin önemli bir bölümünün; geçtiğimiz ay ABD işgalinin 10.
yıldönümünü “kutlayan” Irak'ta yaşanan büyük felaket karşısında duyarsız
kalmaları, Türk askerinin de içinde yar
aldığı Afganistan işgalini neredeyse
ağızlarına almamaları, Libya'daki AB
ve ABD destekli gerici ayaklanmayı
ilk başta alkışlamaları ve Suriye'nin
çok yönlü bir çökertme operasyonuna
tabi tutulmasını önemsememeleri ve
savaş kışkırtıcılarının savaş alevinin
İran'a da sıçratmak için fırsat kolladıklarını adeta görmezden gelmeleri, işte
bu devrimci-olmayan yaklaşımın göstergeleridir.
Bazı istisnaların bir yana bırakılması
kaydıyla, bu hareketin ana gövdesi barış savaşımını ya da savaş karşıtlığını,
neredeyse bütünüyle, Kürt ulusal hareketini “destekleme” ve onunla “dayanışma içinde olma”ya indirgemiştir.
Geçmişteki sol Kemalizmin ve inceltilmiş Türk milliyetçiliğinin tersyüz
edilmiş hali ya da mekaniksel karşıtı
olan bu tutum, gerçek bir enternasyonalizmden çok, Kürt ulusal hareketinin
peşinden sürüklenme, ona tabi olma ve
hatta ona yaslanarak politika yapma ve
ayakta kalma çabası olarak tanımlanabilir. (Bu tarzın ürünü olan Halkların Demokratik Kongresi'nin de, tıpkı
Birleşik Devrimci Güçler Platformu
benzeri öncelleri gibi çökmeye ve dağılmaya mahkum olmasının en önemli
nedenlerinden biri de budur.) Bu tutumun sahipleri her şeyden önce Kürt
ulusal hareketine hak ettiğinden daha
fazla bir önem biçmekte, onu ve onun
stratejik ve taktiksel oportünizmini
eleştirmekten kaçınmaktadırlar. Onlar Kürt ulusal hareketinin, Ortadoğu
ölçeğindeki siyasal çatışma ve savaşımın, önemli olmakla birlikte sadece
bir parçası olduğunu görememektedirler; onlar bu hareketin çıkarlarıyla Ortadoğu bölgesi işçi sınıfı ve halklarının
çıkarları arasındaki uyum ve uyumsuzlukları irdelemeye, Ortadoğu'daki
gerçek güç denge ve ilişkilerini saptamaya ve kendi strateji ve taktiklerini
böylesi bir irdeleme/ saptama temeline
oturtmamaktadırlar. Tabii onlar, talep
ve hedefleri bakımından hayli geri bir
nitelik taşıyan Kürt ulusal hareketinin
son çözümlemede burjuva bir sınıfsal
nitelik taşıdığını, yani mülksahibi sınıfların çıkarlarını savunduğunu da
görmezden gelmekte ya da kavramamaktadırlar. Bu yaklaşım sahiplerinin, Kürt ulusal hareketinin, başını
AKP'nin çektiği Türk gericiliğiyle uzlaşma ve böylelikle Kürt halkının çıkarlarına da ihanet etme noktasına geldiği bugün bile, Radikal yazarı Arzu
Yılmaz'ın deyişiyle “çağdaş İdris-i Bitlisi” A. Öcalan'ın “stratejik dehası”nı
övüp göklere çıkarmaları, hiç de şaşırtıcı değildir. (2) Bu tutumun en çarpıcı
örneklerinden birini sergileyen Demir
Küçükaydın geçenlerde şu satırları yazabilmişti:
“Öcalan stratejik hedeflere bağlılıkla
taktik esnekliği en iyi birleştiren, tam
da bu nedenle kendisini kullanmaya
kalkanları her zaman kullanmış bulunan zeki ve vizyon sahibi bir politikacıdır.
“Suriye’nin elinde esirken (....) Ortadoğu’nun en büyük gerilla hareketini
örgütledi.
“Türkiye’nin elinde bir adada esirken
Türkiye’nin en büyük demokratik parti
ve hareketini örgütledi.
“Şimdi, Ortadoğu’nun en büyük demokratik hareketini örgütleyip en
büyük devletinin başına geçmeye
adaydır.” (“Yeni Bir Döneme Girilirken – Öngörüler ve Görevler”, 20
Mart 2013) Demir de içinde olmak
üzere böyle bir rota tutturanların ne
Türkiye işçi ve emekçilerine, ne Kürt
ulusal hareketine ve ne de kendilerine
bir hayrı olmayacağı ve hatta ilk tökezlemesinde tutumlarını 180 derece
değiştirebileceklerini ve Kürt halkının
meşru taleplerinin karşısında yer alabileceklerini söylemek bir kehanet sayılmamalıdır. Onların daha şimdiden
A. Öcalan'ın “ulusların yazgılarını belirleme HAKKI”nı, yani Kürt ulusuyla
Türk ulusunun eşit haklara sahip olduğunu reddetmesine ve devletin ağzıyla
“bin yıllık Hristiyan öf kesi”nden söz
etmesine alıştıklarını ve bu yaşamsal
konularda herhangi bir itiraz sesi yükseltmediklerini görüyoruz. (3) Peki,
ezilen ve aşağılanan Kürt halkının
asıl gereksinimi; çevresine alkışçılar,
dalkavuklar ve sahte dostlar toplamak
mıdır? Hayır; Kürt halkının asıl gereksinimi, Türkiye'nin büyük kentlerinde
oluşturulması gereken ve bu hareketle
edimsel bir dayanışma içinde olacak
olan gerçek bir devrimci işçi-emekçi
hareketidir. Bu devrimci görevin ye-
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rine getirilmesinin zorluğu asla, Kürt
ulusal hareketine ve onun önderliğine
ölçüsüz övgüler düzülerek ve onun
Türk gericiliğiyle uzlaşma planlarını
onaylayarak ve alkışlayarak giderilemez.
Bu bağlamda, İslami temelde TürkKürt bağlaşmasını savunan A. Öcalan'ın izinden giden BDP Eşbaşkanı
Selahattin'ın Reyhanlı'daki patlamalardan sonra 12 Mayıs'ta yaptığı açıklamada,
“Türkiye'de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan
saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik
içerisinde hareket etmek zorundayız”
demesi, şaşırtıcı olmamakla birlikte bu
hatalı yolda ısrarın yeni bir göstergesi olmuştur. Eğer Kürt ulusal hareketi,
bırakalım Ortadoğu halklarına model
ve öncü olma savını, onlarla iyi ilişkiler içinde olmak istiyorsa şu iki noktaya çok, ama çok dikkat etmelidir:
1) Bu hareket; yüzyıllardır Ortadoğu halklarını (ve elbette Balkanlar ve
Anadolu halklarını da) kendi kılıçlı,
kırbaçlı, darağaçlı boyunduruğu altında yaşatmış olan Osmanlı-Türk gericiliğinin devamı olan Türk gericiliğinin
küçük ortağı, onun vurucu gücü olmaktan ve böyle bir görünüm vermekten kesinlikle uzak durmalıdır.
2) Bu hareket; ABD, İsrail, Fransa, Britanya, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar
gibi emperyalist ve gerici devletlerin
desteklediği Özgür Suriye Ordusu, El
Nusra Cephesi gibi örgütlerle ortak
hareket etmekten vazgeçmeli ve Suriye halkına karşı canavarca eylemler
gerçekleştiren bu teröristlerle aynı fotoğraf karesinde asla ve kata yer almamalıdır. Bu hususlara dikkat etmediği
taktirde Kürt ulusal hareketi Ortadoğu
ve dünya işçi sınıfı ve halkları katında
sahip olduğu sempati ve saygınlığı hızla yitirebilir.
Sözlerime Nuray Mert'in 29 Ocak 2013
tarih ve “Varlıkları Türk Varlığına Armağan Olsun!” başlıklı yazısında yer
alan ve içeriğine katıldığım bir saptamasıyla son vermek istiyorum:
“Dünyaya ‘insanı yaşat ki DEVLET
YAŞASIN’ gözüyle bakanların, Kürt
meselesinin çözümüne de, ‘Türkiye
büyüsün, güçlensin diye Kürtler ile
barışalım’ şeklinde bakmaları şaşırtıcı
değil. Sonu barış olsun da nasıl olursa
olsun diyebilirsiniz, diyebiliriz. İşte
asıl mesele burada, bir kere, Türkiye
büyüsün güçlensin diye tenezzülen
girişilen işten barış çıkmaz. İkincisi,
Türkler ile Kürtlerin demokratik bir
gelecek uf ku ile barışması başka şey,
birlikte bölgesel karanlık hesaplar içine girmek için el sıkışmaları başka şey.
“Bu türden bir barış, ne Türkiye’de ne
de Irak Kürt Federe Bölgesinde demokratik bir gelecek değil, ekonomik
zenginlik ve siyasal nüfuz hesapları
adına bir pazarlık demektir. Türkiye’deki Kürt siyasal hareketi’nin ufku,
daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir gelecek ile belirlenmiştir, bunu görmemek
bu hareketi başarısız tasfiye hamlesinden başka bir sonuç vermez. Dahası,
alınmak istenen sonuç, ekonomik zenginleşmeye karşın daha da otoriterleşen bir Türkiye ile onun küçük Kürt
havarileri modelinden başka bir şey
olamaz.
“Diğer taraftan böyle bir hesap,
hali hazırda bölgesinde yalnızlaşan
Türkiye’nin Kürtleri de kendi yalnızlığı yanına çekmekten, orta ve uzun
vadede ise bölgedeki diğer aktörler ile
karşı karşıya getirip kendine mahkum
etmesi sonucu verir, kimseye hayrı dokunmaz. Oysa Türklerin de, Kürtlerin
de kendi güç hesapları içinde boğulmak yerine, bölgesel aktörler ile barışcıl ve uzun vadeli gelecek tasarlamaya
girişmeleri herkes için daha hayırlı
olur.”
DİPNOTLAR
(1) Emekli general Türker Ertürk, burjuva
basınında hemen hemen hiç yer almayan
bu askeri tatbikat konusunda şu bilgiyi
veriyordu:
“Türkiye geçtiğimiz Pazartesi (6 Mayıs)
İncirlik/ Adana merkezli 10 gün süreli bir
tatbikat başlattı. Tatbikatın hedefi Suriye
ve bu ülkedeki gelişmeler/beklentiler. Tatbikatta askerin hazırlık durumu ile seferde
ve savaşta bakanlıklar, devlet kurumları
ve Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki
koordinasyon ve işbirliği hususlarının
deneneceği belirtiliyor.
“Bu tatbikat Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
planlı faaliyetlerinden değil. Belli ki böyle
bir tatbikatın yapılması isteği ABD’den
gelmiş. Tatbikatın sevk ve idare edildiği
merkezin Suriye sınırına yaklaşık 100
km mesafede bulunan ABD üssünün
bulunduğu yerde teşkil edilmesi gerçekten
manidar.” (“Bu tatbikat neyin nesi?”, İlk
Kurşun, 11 Mayıs 2013, boldlar yazarın)
(2) A. Öcalan’ın bugün söyledikleri,
1999'da yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinden sonra yapılan yargılaması sırasında söyledikleriyle ve daha sonra yazıp
çizdikleriyle çakışmaktadır. Buna rağmen
pek çok devrimci grup, çevre ve kişi;
Alpaslan'ı, Yavuz Sultan Selim'i, Mustafa Kemal'in ve hatta II. Abdülhamit'i ve
onların politikalarını, izlenmesi gereken örnekler olarak gösteren bu bayın
söylediklerinin ne anlama geldiğini inatla
görmezden gelmeye devam etmektedir.
Örneğin Öcalan, 28 Aralık 2007’de şöyle
diyordu:
“Bunların Yavuz kadar da mı, M. Kemal
kadar da mı, Abdülhamit kadar da mı
akılları yok, onlara da mı bakmıyorlar?
Yavuz Sultan Selim Ortadoğu'ya 1517'de
Kürtlerle anlaşarak açıldı. M. Kemal
1920'lerde bağımsızlığın Kürtlerle ittifaktan geçtiğini gördü. O dönem Kürtler
ve Türkler eşit durumdaydı. Kürt-Türk
ilişkilerinde böylesi bir yaklaşımın sorunu çözeceğini, büyük kazandıracağını
görmek gerekiyor. Aslında Anadolu'ya
Türklerin girişinde Alparslan Silvan'da
Mervani Kürt Devleti'nin kalıntıları
olan Kürt aşiretleriyle buluşarak, Ahlat'a
gelerek Türkmenlerin bir kısmını yanına
alarak Malazgirt'te Türklerin Anadolu'ya
girişini sağlamıştır. Hatta Osmanlı'nın son
dönemlerinde Abdülhamit, Osma-nlı'nın
dağılmaması için Kürtlere yaslanmak istemiştir. O dönem Hamidiye Alayları kuruldu, Abdülhamit de Kürtlere yaslanmak
istedi, ilişkinin özü budur. Şimdi yeniden
Kürt-Türk ilişkilerini bu bakış açısıyla
değerlendirmek gerekiyor.” (A. Öcalan,
“Hemen bir ‘Akil Adamlar Komisyonu’
Kurulmalıdır”)
(3) A. Öcalan, 28 Şubat 2013'de, Pervin
Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan
Tan'dan oluşan BDP heyetiyle yaptığı
söyleşide şöyle demişti:
“Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık
bir Hıristiyanlık öf kesi var. Rum, Ermeni,
Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar....
“Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır.
Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa
Kemal de başta yer verdi. Devreye giren
İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı
oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin
yıllık bir gelenektir.”
14-15 Mayıs 2013
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ahmet Türk biyolojik dedesi adına mı özür diledi?
1908’DEN 1915’E… SOYKIRIMIN
GÜNÜMÜZE UZANAN KÖKLERİ
1908’e bu coğrafyanın kadim halkları
büyük umutlarla bakıp desteklemişlerdir. Ancak bu umut bir yanılsamadır.
Hürriyet, Musavvat, Uhuvvet diyerek
iktidarı kolaylıkla alan Jöntürk hareketinin omurgasını oluşturan bürokratik burjuvazi kısa zamanda maskesini çıkararak gerçek yüzünü ortaya
çıkarmakta tereddüt etmez. Burada
unutmamamız gereken Soykırım faillerinden Jöntürkler siyasi organizasyonları İttihat ve Terakki Cemiyetinin
Türkçülük temelinde örgütlendiğidir.
Ajandalarının en önemli maddelerinden biri etnik homojenliğin sağlanmasıdır. Soykırımın diğer faillerinin
(Almanların, Türk-Kürt Müslüman eşrafın, bu unsurların fakir halklarının,
Hamidiye alaylarının, … ) saiklerinin
bu Jöntürklerin ajandası ile kesişme
derecesi de Soykırıma ortaklığın derecesini ve Soykırımdan nemalanmayı belirleyecektir. Bu aynı zamanda
bir rehin alınmışlıktır. Bu ortaklık
ve nemalanma bugün coğrafyamızın
özgürlüğüne en önemli engellerden
biridir. Bu coğrafyanın tarihi 1915’te
donmuştur.
Gerek Ahmet Rıza’dan Mizancı Murat’a gerekse de Dr. Nazım’a kadar
‘Millet-i Osmaniye’ terkibinin açık
karşılığı Türk’tür. Mizancı Murat,
“Dostumuzun birbirinden başka zannetmek hatasında bulunduğu Türklük,
Osmanlıcılık ve Müslümanlık adına
duada kusur etmeyiz” sözleriyle üçünü bir arada düşündüğünü ifade eder.
Osmanlıcılık ve İslamcılık, Türk olmaktan gurur duyan bir Osmanlıcılık
ve İslamcılıktır. Türkçülüğün henüz
siyasi olarak tam gelişmediği dönemlerde bile Türkler kendilerini Osmanlının egemen unsuru sayarken diğer
unsurların kendilerine itaat etmesini
savunur ve bunu açıkça ifade ederler.
Abdülhamid’den Yeni Osmanlılara ve
jöntürklere kadar bu zihniyet değiş-
sından kan gölüne çevrilerek Osmanlı
coğrafyasının kadim halkları tarihsel
topraklarından kazınacaktır.
Osmanlı parlamentosundaki Rum milletvekilleri tarafından daha 1910’da
hükümete sunulan muhtıranın girişi
bir umut kırıklığını ifade etmesinin
yanında Jöntürk yönetiminin maskesinin düşmesini ifade eder:
Sait Çetinoğlu
mez.
Osmanlıcılık ve İslamcılıktan da kasıt Türkçülüktür. Hürriyet, musavvat
ve uhuvvet sloganı çok kısa zamanda
Türkler için hürriyet ve musavvat’a
diğer unsurlar için disiplin’e dönüşür.
Bu bakımdan yukarıda söylediğimiz
gibi, 1908 bir aldatmacadır. Anayasal
reform sözleri sorunu geleceğe yayarak çürütmeye yönelerek, ajandalarının en önemli maddelerini ortaya
koyarlar. Etnik temizlik konusunda
Jöntürklerin 1908 öncesi Balkanlarda
ve özellikle Makedonya bölgesindeki
eylemleri de bu konuda açık ipucudur. Grenebeli Bekir Fikri ve Enver’in
amcası Halil (Kut) Paşa’nın anıları bu
açıdan öğreticidir. Talat ve diğerleri de
bu konuda açıktırlar;
Jöntürk yöneticilerinin en önemlilerinden olan Jöntürklerin ideologu,
örgütleyicisi ve eylemcilerinden Dr.
Nazım tarafından daha 1908 Ağustos’unda İzmir’de Yunanistanlı gazeteciye, coğrafyanın kadim halklarının
kazınmasına ilişkin ajandasını pervasızca açıklayarak olacakların bir kronolojisini verir.[1] Nitekim olaylar, Dr.
Nazım’ın çizdiği çerçevede gerçekleşecek ve Osmanlı coğrafyası Müslüman-Türklerin dışındaki unsurlar açı-
“Maalesef, hemen Anayasa’nın ilanından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’undaki diğer uluslara yönelik en içten ve
en kardeşçe duygular içinde olmamaktan kaynaklanan sayısız olay, Rumların umutlarını kırmaya yardım etti ve
etmektedir…“
Anayasa’nın ilk iki yılı boyunca Rum
unsurunun açık bir şekilde zararına
olan Jön-Türkler’in yaptıklarının güncel bir anlatısı olan Rum vekillerin bu
muhtırasının sonuç bölümünde Rum
unsurların maruz kaldığı muameleyi
özetlemektedir:
“…Bütün bu davranışlar, Rum ulusal
bilincinde bir kanaati kesinleştirmektedir; Rum halkı köleleşmiş bir halk
olarak görülmektedir, kimin daha aşağı bir pozisyonda tutulacağı Hükümetin dahili politikasının amaçlarından
biridir; tam da istibdat rejimi altındaki
gibi, bu politika, Rum halkındaki güven eksikliğini ve onun gelişmesini
engelleme eğilimini devam ettiriyor.
Şimdi her zamankinden daha fazla,
Rumlar’ı, “ulusal” Türkleştirme politikasına maruz bırakmak için Anayasa’daki “Osmanlı Milleti” terimini
kullanmaya yönelik bir eğilim var.”
1907 jöntürk birlik kongresinde prens
Sabahattin, o güne kadar Hıristiyanların bu coğrafyada tutunabilmesini
Avrupa’nın korkusuna bağlar, bu korku savaş ortamında ortadan kalktığın-
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
da Jöntürk zihniyeti zincirinden boşalarak bu coğrafyanın kadim halkları
soykırıma uğrayacaklardır.
Aslında ilk prova Kilikya’da yapılarak,
jöntürkler daha iktidarlarının başında
iktidarlarını tehdit edebilecek unsurlara karşı kanlı gözdağı vermekten çekinmezler; Kilikya katliamını kısaca
özetlersek bu katliamın bir Soykırım
provası olduğu kolayca anlaşılmaktadır; 1909 Nisanında Kilikya’da vuku
bulan katliamlar bir anlamda olacakların da habercisidir. Yerel ittihatçıların yönetiminde birincisi gerçekleşen
katliamların ardından, olayların yatıştırılması için ittihad yönetimince
gönderilen Dedeağaç taburu ve yerel ittihadçıların işbirliğiyle ikincisi
gerçekleşen katliamlarda 25-30 bin
Kilikyalı Ermeni’nin öldürülmesi ve
mallarının yağmalanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu bakımdan Kilikya 1909
bir anlamda gelecekteki soykırımın
bir provasıdır. Burada 1894-96 katliamlarında olduğu gibi Ermeni erkek
nüfus hedef alınarak katledilmiştir ki
bu, 1915 Soykırımında Ermeni halkın
korunmasız kalmasındaki önemli etkenlerden biridir.
Aydın mebusu Emmanuel Emmanueilidis Kilikya olaylarını açıklarken İttihatçı etkenini vurgular:
“Burada değinmemiz gerekli olan
konu: Jöntürkler merkezde katliam
için emir vermemiş olsalar bile, yerel
Jöntürkler olaylarda büyük çapta yer
almışlar ve eski Türklerle [eski yönetim kalıntıları ile] birlikte Ermenilere
karşı ortaklaşa bir parti teşkil etmişlerdir.”
Üzülür gibi yaptılar, düzeltmeler vaat
ettiler ama manen müteessir kalmadılar ve Ermeni de, Ermeni Ülkelerinde yabancı olarak yaşamaya devam
ederken, çalışmasıyla terden ıslatmış
doğduğu yerini, servetini, toprak ve
meyvelerini ilk gelen yağmacının
elinde görecekti. Emmanueilidis’in
sözleri bir gerçeğe işaret etmektedir.
Olacaklar çok erken fark edilerek dikkat çekilmiştir. Emmanuilidis 1908’in
aldatmacı yüzünü ve sorunların za-
mana yayılarak çürütülmesi yanında
gözdağı eylemlerinin de altını çizer.
1909’dan itibaren bu coğrafyanın kadim halklarına karşı cihad başlar.
Kilikya olayları jöntürklerin iktidara
gelişine çok yakın bir tarihte gerçekleşir. Jöntürkler Makedonya kökenli
olduklarından başlangıçta Anadolu’da
güçleri ve örgütleri de yoktur. Kısa zamanda Hıristiyan unsurların yardımı
ile Anadolu’da güçlenen Jöntürkler, bu
unsurları ihtiyaçları kalmadığında yok
etmekten çekinmeyeceklerdir.
Özellikle, Selanik’te Ekim 1911’de Cemiyet tarafından alınan kararlar sonrasında Türk ve Müslüman olmayan
unsurlara karşı baskı politikası sistematik bir hal alarak resmi bir programa bağlanacaktır. Alınan kararlar
ibret vericidir. Bu kararlar Osmanlı
coğrafyasının kadim halkları açısından sonun başlangıcıdır:
“İmparatorluğun varlığı, Jön-Türk
Cemiyetine ve bütün muhalefetin yok
edilmesine bağlıdır… “
JönTürkler muhalefet ile birlikte gelecekte muhalif olabilecekler ile sindiremeyecekleri unsurları da yok etmeye
karar vermiş ve hemen uygulamaya
geçilmiştir. Gelecekte cumhurbaşkanı olacak olan Mahmut Celal (Bayar)
Bursa’da çalıştığı bankadan istifa
ettirilerek İzmir İTC katibi mes’ulü
olarak görevlendirilerek Helen unsurlara karşı savaş örgütlenir. Bu ekibin
içinde gelecekteki soykırımlarda aktör olacak Kuşçubaşı Eşref, Kaymakam Pertev Bey [General Demirhan],
mutasarrıflar Mahzar Müfit [Kansu],
Dr. Reşit, İbrahim Bedreddin … gibi
kişiler yer alacaktır. Kilikya’dan sonra
Savaş öncesi soykırımın bir provası da
Ege bölgesinde gerçekleştirilir. Gerek
Kuşçubası Eşref gerek Celal Bayar uygulanan boykot, sindirme, sabotaj ve
öldürme politikalarının başarısından
söz ederek bu politika sonucu 1 milyon Helen’in tarihsel topraklarından
kazındığını itiraf ederler.
Aydın mebusu Emmanuel Emmanueilidis uygulanan bu resmi politikayı
vatandaşlara karşı kutsal savaş olarak
nitelendirir:
“Rumlara karşı ilk darbe, savaştan
önce vurulmuştu. 1914 senesinin ilk
yarısında, 250.000 Rum kovularak
varlıklarına el kondu ve bu şekilde
Trakya ile İzmir bölgesinin Türkleşmesi için ilk adım atıldı. Ama bu yeterli değildi. Bu hareketin en az 10 yıllık
bir süreci olmalıydı. Bu süre zarfında
etnik temizlik programı ısrarla uygulanacaktı ve zaman zaman duruma
göre, baskı da eşlik edecekti. Sonunda
Helenizm, büyük şehirlerde toplatılıp
kısıtlanarak, önemsiz bir azınlığı teşkil edecekti. Kalanlar için, hükümetin
alacağı idari ve ekonomik tedbirler
kâfi olacaktı. Zenginler Enver’in sarfettiği söylenen cümlesine göre fakir,
fakirler dilenci ve hepsi birden zengin
fakir, Türklerin köle ve hizmetçileri
olacaktı.”
1913 ve 1915 sanayi sayımlarında Hıristiyan burjuvazinin gücünü görmek
zor değildir. Bu zenginlik Jöntürk
bürokratik burjuvazisinin gözlerini
kamaştırmaktadır. Balkan savaşı bahane edilerek Ege bölgesindeki Rumlara baskı, tehdit ve cinayetlerle kadim
topraklarından sökülme operasyonuna
geçilir. Bunun için yerel Müslüman
halkın hazırlanması gerekir. Jöntürkler Anadolu’ya çeteleriyle birlikte gelmişlerdir, hem yerel Müslüman halkı
kışkırtacak propagandistleri, hem de
baskıları gerçekleştirecek, cinayetleri
işleyecek kadro sıkıntıları yoktur.
Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis Hıristiyanlara karşı oluşan atmosferi şu sözleriyle nakleder: “1913
senesinin son çeyreğinde, İstanbul’u
ziyaret eden birisi, yollarda yeni elbiseli, kadife pantolonlu ve kafalarına
siyah kalpak giyen, garip insanlara
rastlardı. Ancak sonradan anlaşıldı ki
bunlar meşhur fedailerdi. Yani Hıristiyanlara karşı alınan kararları uygulamak için, İstanbul ve diğer illerde
Jöntürkler tarafından kurulan orduydu. Bir taraftan uygulama gücü hazırlanırken, diğer taraftan, yapılmakta
olan uygun bir propaganda ile, halk
yaklaşmakta olan darbeye hazırlanı-
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yordu. Gazetecilik halkın düşüncelerini tahrik ediyordu ve dağıtılan çeşitli
günlük gazeteler, Rumlara karşı sönmez Türk nefretini kışkırtmayı hedef
alıyordu. Bu yayınların neticesi, Rumlar memlekette var oldukça, Türklerin
fakir kalacakları, Müslümanların şeref
ve hayatlarının emin olmayacağı ve
Devletin de çeşitli tehlikelere maruz
kalacağıydı. Balkan hükümdarlarının
at üstünde kadın ve çocuk cesetleriyle
Türk bayrağının üzerine bastıklarını
gösteren fotoğraflar yayımlanıyordu.
Üzücü haritalar basılarak, elden giden
iller siyah renkle gösterilip okulların
duvarlarına asılarak, altlarına intikam
kelimesi yazılıyordu ve Bulgaristan’a
ilhak edilen bölge bile yas rengi siyahla kaplıydı ve bunun da hesabını Hellenizmin ödemesi gerekiyordu. İntikam
ve nefret melekleri gibi, yurdun her
tarafına konuşmacı ve propagandacılar gönderildi. Bunlardan en fazla laik
olanı Ömer Naci İzmir’e gönderildi.
Anti Hıristiyan nefreti kısa bir zamanda düşünülemeyecek bir seviyeye geldi.” Emmanuilidis’in kısaca özetlediği
Hıristiyan karşıtı atmosferle birlikte
Ege Rumlarının büyük bölümü tarihsel topraklarından sökülerek mülklerine yerel İttihatçı eşraf tarafından el
konulur.
Osmanlı Mebusu Emmanuilidis, Ermeni Soykırımını şu sözlerle ifade
eder. Ermeni felaketi bütün Türkiye’yi
kapsadı. Her şehir, köy, köşe, Ermeni
mukimlerinden yoksun kaldı. Yalnız
İstanbul, İzmir ve Halep muaf bırakıldı. Bu oradaki Ermenilerin zarar görmedikleri anlamına gelmedi, çünkü
İstanbul’da sürgün konvoyuna dâhil
edilmeleri için, yüzlerce Ermeni tutuklanmıştı. İzmir’de Ermeniler azdı.
Oradaki asıl tehlike kalabalık Rumlardan gelmekteydi ve elbette sıra Rumlara da geleceği zaman, oradaki Ermenilerin de icabına bakılacaktı.
Bu kanlı plan büyük ölçüde 1922 yılında tamamlanacaktır. Konsolos Horton da 1922 İzmir’inde olanları şu sözleriyle özetler. Ermeniler’i yok etmek
ve boş zamanlarda da Rumlar’la ilgilenmek üzere belli bir plan var gibiydi, Horton’un gözlemi Emmanuilis’in
sözleri ile uyuştuğu gibi diğer gözlemcilerin yargıları ile örtüşmektedir.
Altın vuruş İzmir sokaklarında 1922
Eylül’ünde tamamlanır. Bu konuda
Türkçe’de tek derli toplu çalışma Majorie Housepian Dobkin’in geçen yıl
yayınlanan 1922 İzmir’i, Bir Kentin
yıkılması adlı çalışmasıdır. Majorie
Housepian Dobkin’in, incelemesi 1922
yılı İzmir’ine odaklanmasına karşın
geniş Osmanlı coğrafyasındaki Hıristiyan unsurlarının dalga dalga saldırılarla sistemli bir şekilde yok edilmesi ve kadim topraklarından kazınma
tarihinin bir özetidir. O sadece 1922
İzmir’ini resmetmez o günleri naklettiği gibi, sonrasındaki olayları çeşitli
kaynaklardan aktararak okuyucularla
paylaşır. Bu bakımdan Türk kamuoyu
İzmir katliamından yeni haberdar olmaktadır. İzmir katliamı da 1915 Soykırımın bir parçası olduğu gibi inkarın
da bir parçasıdır. Yıllarca üstü özenle
örtülen yakın tarihin karanlık noktalarından biridir.
1922 sonrasında kalabilenlerin tarihsel topraklarından kazınmasına ilişkin politikalar hız kesmeksizin devam
eder: Mübadele adı altında kalanların
tarihsel topraklarından zorla sökülmesi, II. Savaş yıllarında Amele taburlarının yeniden tesis edilmesi, Varlık
vergisi adı altında gaspın yasalaştırılarak ekonomik ve kültürel jenocid’in
sürdürülmesi, her şeyleri elinden alınan kadim halkların toplama kamplarında tecriti, 5-7 Eylül pogromu, 1964
Sürgünü…
Soykırımın en önemli sonuçlarından
biri nüfusun homojenleşmesiyle birlikte ekonominin “Türk”leşmesi ile
zenginlik Müslüman-Türk kesimine
geçer. Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Pontosluların birikimlerine
ve mallarının üzerine konmayan neredeyse kimse yoktur. Jöntürklerin meclis başkanı ve hariciye vekili, Kemalist
dönemde de mebus tayin edilen Halil
Menteşe’nin anılarındaki bu Soykırım işine katılmayan pek azdır yargısı
önemli bir gerçeğe parmak basmaktadır. Birkaç yıl önce milli savunma
Bakanı soykırımı aynı kelimelerle
kutsar. Bugün Türk ve Müslüman ser-
mayesi bu el konmalar üzerine yükselmiştir. Hangi zenginliğin üstünü kazısanız altında Ermeni, Rum, Süryani
ve Pontos zenginliğinin gaspına rast
gelmeniz şaşırtıcı olmayacaktır. Türk
sermayesi itici gücünü 1915 soykırımından almıştır. 1915 sonrasındaki
paylaşımlar ve devamında 1922 sonrasındaki tahsisler bu konudaki tek
kaynaktır. 1920’li yılların ulusal gazeteleri ve dönemin kararnameleri bu
konudaki örneklerle doludur.
Ayrı bir gerçeklik de Ermeni ve Rum
zenginliği yanında bu halkların gen
havuzuna el konulmasıdır. 1915 sonrası dahiliye nezaretinin mürür tezkerelerinin (bir çeşit iç pasaport) incelenmesi el koymanın boyutları ile ilgili
fikir verecektir.
Ayrıca kurucu kadro tamamen jöntürk
kadrosudur. İttihad’ın B kadrosudur.
Bunların çoğunluğu da soykırım faillerinden oluşmaktadır. Bu coğrafyanın kadim halklarını bir şekilde kadim
coğrafyalarından kazıyıp buharlaştıran bu kadro soykırım kurbanlarının
birikimi üzerinde yükselip burjuvaziye dönüşmüştür. Soykırımda el konulup yastık altında duran birikimler
Özal sonrasında Anadolu kaplanları
adı altında islami sermaye olarak ortaya çıkan günümüzün ayrı bir gerçekliğidir. Bu gerçeklik aynı zamanda
inkarın en önemli parçası ve gerekçesi olarak önümüzde durmaktadır. Bu
aynı zamanda kurbanla alay edilerek
Soykırımın başka bir yolla devam ettirilmesinden başka bir şey değildir.
Bu durum sadece liberal ve islami
burjuvazi ile de sınırlı değildir: Hasan
Cemal dedesi Cemal Paşa’nın 1915’te
durduğu yeri son kitabı “1915: Ermeni
Soykırımı” başlıklı çalışması ile cesaretle açıklamıştır. Ahmet Türk de
cesaretle dedesinin 1915 Soykırımı sırasındaki eylemlerini açıklayan cesaretli kişilerden biridir. Ancak açıklama yapması gerekenler sadece Hasan
Cemal ve Ahmet Türk ile sınırlı değildir: Siyasi parti yöneticileri, yazarlar
gibi kalburüstü kesimde biyolojik dedelerinin 1915’te nerede durduklarını
açıklamalıdırlar. Bu konuda Patrik
Zaven’in 1915 Soykırımının aktörleri
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
(Exterminators) listesi kendileri için
ipucudur.
unutulmamalıdır. Gereken sadece birazcık cesarettir o kadar…
Bu coğrafyanın kadim halklarının
maruz kaldığı insanlığa karşı suç işlenmesinin bir karşılığı olması gerekir
ki; bu bedel ödenmeden barışma söz
konusu değildir. Buradan Soykırımın
bedelinin istendiği, kan bedelinin istendiği sonucu çıkarılmamalıdır. İnsanlığın acılarını karşılayacak herhangi bir bedel henüz keşfedilmemiştir.
Cesaretin olmadığını tabii ki biliyorum.
Ancak oynamak da yakışıksız, zihin
açıcı olmak babında birkaç soruya cevap var mıdır:
1. HDK eş bakanı (nedense eşitliğe(!)
rağmen erkekler başkan kadınlar “eş
başkan” olur) Yavuz Önen’in dedesinin 1915’teki, Babasının 1942’deki
konumu neydi? Bu konuda bir şey söylemek ister mi? Atalarının bu konumlarından dolayı edinilmiş gayrimeşru
bir şeyler varsa bunları sahiplerine
iade etmek gibi bir inceliğini gösterme
cesareti var mı?
2. Süryanilerden özür dileyerek tapuları “Süryani cemaatine” iade seansları düzenleyen Berzan Boti dedesinin
el koyduğu malları resmen sonuçlanıp
iade işlemi tapu kayıtlarına geçti mi?
Kısaca sonucu izledi mi?
3. Ermenilerden Süryanilerden Ezidilerden özür dileyen Ahmet Türk biyolojik dedesi Hüseyin Kanco adına
mı özür diledi yoksa anlamsız soyut
dedeler yani “Hamidiyeler” adına mı
özür diledi? Kasr-ı Kanco’nun mülkiyetine sahip olmaya dair de bir şeyler
söylemek ister mi?
Atılacak ilk adım Soykırım kurbanlarının acılarını hafifletebilecek samimi
olarak atılan bir adım olmalıdır ki, bu
yükümlülük da kurbanlara düşmez,
bu adım kurbanların atacağı bir adım
değildir. Bu adımı Soykırım failinin
atması bir insanlık borcu olarak hala
üzerlerinde durmaktadır. Sözümüz ve
çağrımız, özellikle biyolojik dedeleri Soykırımdan nemalanıp kendileri
bu birikim üzerinde oturarak bugün
özgürlükten bahseden batı’dan ve
doğu’dan eşitlikçilik iddiasındaki siyasetçi ve yazarlaradır.
Bunun aynı zamanda tarihin 1915’teki
donmuşluğundan, bir rehin alınmışlıktan kurtulmanın ve gerçek özgürlüğe doğru hareketin anahtarı olduğu
Kültür ürünleriniz tanıtımı için:
[email protected]
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 25 - mayıs 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
68 kuşagının
saygın önderlerinden
komünist ve kızılbaş evladı
ibrahim kaypakkaya’ın
işkencede katedilişinin
40. yılında saygıyla anıyorum.
sakine polat

Benzer belgeler