NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR

Transkript

NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
NEREDE O ESKİ
RAMAZANLAR
Safa Geldin Mübarek Ramazan
BAKİ SARISAKAL
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
Recep, Şaban, Ramazan, aylarının eski dönemde bir başkalığı ve bir de protokolü
vardı. İstanbul’un ayrıca bir de Hilafet merkezi olması nedeniyle usul ve İslam âdabına fazla
dikkat ve özen gösterilirdi. Ramazan ayında Camilere, minarelerle kandil ve mahyalara çok
önem verilirdi. Sarayından çıkmayan II. Abdülhamid’in Kandil geceleri ve Ramazan geceleri
Yıldız’da ki köşklerinden birine çıkarak dürbünlerle etrafı seyrettiği söylenir ve sık sık onun
ağzından duyanlar şunu söylerlerdi: “ Ben ecdadımın sünnetlerine hürmet ve nezaret
etmeliyim “ dermiş. Sünnet dediği şeylerin içinde Camilerin donanması ve mahyaları
süslenmesi de vardı..
Kandil Teşrifatı: Leyle-i Velâdet ve Regaip ve Miraç ve Berat ve Kadir Kandilleri
gecelerinde sarayda ve akşamla yatsı namazları arasında münazaralı ve münakaşalı bir ders
verilirdi.. Padişah da bu derste bulunurdu ve o geceki kandilin şerafet ve kudsiyetinden bâhis
vaızlar verilirdi. Hamil gecesinin (Leylei Regaip) mübarekliği, Leylei Velâdetin saadeti;
Miraç Gecesi’nde beş vakit namazın farz buyrulduğu; Berat kandili gecesinde hesapların
tasviye ve beraat edildiği birer birer ve tekrar ve hürmetle anılırdı. Âyeti ilâhiyenin irsaline
başlandığı Kadir Gecesi’ne dair de bir sürü dini tafsiller ve tefsirler yapılırdı.
İstanbul’un 7 tepesindeki Cami ve minareleri aydınlatmak usulü Sarı Sultan Selim
(1566 – 1575) zamanında kabul edilmiştir. III. Sultan Murat devrinde de (1575–1595) bu usül
Miraç ve Berat Kandillerinde de uygulanmıştır. I. Sultan Ahmet’te (1613- 1617) Ramazan’ın
her gecesinde minareleri donattırılmıştır ve bunun zamanında mahyalar icat olunmuş, Cami
içlerine avizeler astırılmıştır. Bunlardan başka Tophane’deki ve Sarayburnu’nda bataryalar
alevlerle ortalığı nurlandırırdı. Bu da adet olmuştu. Denizdeki gemilerin baş tarafları
aydınlatılırdı. Direklerden aşağı doğru renkli kandiller asılırdı. Havai fişenkler atılırdı.
Padişahın o tarihlerde kayıkla Sarayburnu’ndan Tophane’ye gelişi ve Kadir Gecesi Alayı
hakiki bir gönül âlemi idi.
Tophane
Üç aylardaki ve Ramazan’da, memleketin ve en ziyade İstanbul’un üç önemli işi
vardı. Bir: İbadet, İki: Aydınlanma, Üç: Eğlence ve bunların üçü içinde zaman vardı, çünkü
Ramazan’da daireler nöbetle çalışırdı ve erken dağılırdı.
İftardan evvel Camilerde namaz kılmağa, mukabele ve vaız dinlemeğe, sergilerden
onu bunu satın almağa, iftardan sonra da eğlenmeğe bol bol müsait saatler halka kolaylık
verirdi. İkinci Sultan Hamid gibi vehimli bir padişah bile Ramazan’da halka tam hürriyet verir
ve bununla öğünürdü. O, yalnız kendi vükelâsının hattâ birbirlerinin iftarına gitmelerine
müsaade etmezdi. Çünkü toplanırlarsa bir fesat çıkarırlar diye korkardı. (Yakınlarına şunları
söylermiş: Herifler beceremedikleri işlerin mesuliyetini bana yüklerler. Kendilerini temize
çıkarmak için ters şeyler yaparlar. Onlara emniyet edilmez. Amcam ve kardeşim etti de ne
oldu malûm!) Yoksa halka dokunmazdı. İftar âlemleri namaz arası Camilerde buluşmak,
hafızları topluca dinlemek, vaizlerin etrafını doldurmak hiçbir engelle karşılaşmazdı. Yalnız
günün ortasında nakzı siyam edenler (Oruç Bozanlar) zabıtanın elinden güç kurtulurlardı.
Veya ekalliyetlerinin lehçesini taklit ederek yakayı sıyırırlardı. Örneğin Rıza Tevfik’in
gençliğinde bunu birkaç kere yapması ve bu konuda başarılı olması gibi!
Bir yaz Ramazanı idi; Bâb-ı âlide Vükelâ Meclisi toplanmıştı, hava da çok sıcaktı.
Sadrazamın emriyle Meclise havale olunan kâğıtlar okunurken Şeyhülislam Efendiyi tatlı bir
uyku bastırdı. O uyuya dursun mühimce bir kâğıdın kıraati hitama ermişti ve Reis, yani
Sadrazam ârâya müracaata başlamıştı. Bittabi sıra uyumakta olan efendi hazretlerine de
gelince Sadrazam yüksek sesle yanında oturan ve uyuyan bu zata eğilerek reyini sormak için
ne buyurulur efendi hazretleri, dedi. Orucun ve uykunun rehavetiyle gözünü açan efendiden
şu cevabı aldı: “ Buzlu bir Limonata “ 1
Ramazan’ın ilk Müjdecisi Receb-i şerifin ilk Cumasına rastlayan Leyle-i Regaip,
son Müjdecisi de Şaban’ın on beşine rastlayan Leyle-i Berat’tır. Bundan başka Şaban’ın on
beşinde minarelere bağlanan mahya ipleri de ramazanın geldiğinin belirtileridir.
Evvela şekerciler gümüş gibi kalaylı bakır reçel küplerini sakız gibi beyaz
örtüleriyle dükkânların önüne dizmişler. Numunelerini de dükkanlarının kapısı yanındaki
camın içine oturtmuşlar. Şurup şişeleri de raflarda, hâsılı Ramazan mahsus satışlarından
dolayı dükkânlarına mükemmel bir çeki düzen vermişlerdir.
Şekerci Dükkânı
1
Semih MÜMTAZ, “ Üç Ayların Hatıraları “, Akşam 4 Temmuz 1949, Sayı: 11038
Fakat Hocapaşa da ki meşhur Şekerci Rafet Efendi merhumun dükkanıyla
yanındaki Hacı Abdullah ve Bahçekapısı’nda ki merhum Hacı Bekir Efendilerin dükkanları
bu kaidenin haricinde olarak yalnız şurupların, reçellerin mükemmel bir listesini
yapıştırmakla yetinirler. Bunlar meydana mal çıkarmak külfetinden kurtulmuşlardır. Çünkü
mallarının nefasetinden dolayı satılacağından emindirler.
Daha sonra bakkallar, hususiyle Balıkpazarı bakkalları, güllaçları, pastırmaları,
sucukları, kurdeleleriyle tezyin ettikleri gibi şehriyeleri, makarnaları da oymalı, yaldızlı
kağıtlarla süsleyip, dükkanların içini ve dışını bunlarla donatırlar. Kuruyemişciler dahi
rezakileri, kaysıları, üryani eriklerini, fıstıkları, cevizleri, bademleri, fındıkları, hep halkın
gözü önüne çıkarırlardı. Ahalide bir alışveriştir gider. Lakin hiç dikkat buyurulduğu var mı
dır? Hani şu köşebaşı üzümcülerinin, üzüm küfesinin yanına kurdukları nar gülleler gibi
saydığım, kuru yemiş satışına başladıkları zaman dahi daha ziyade bir metanetle sarığı yana
alıp sol kolunun dirseğini dizine ve sağ elinin yumruğunu da öbür dizine dayayıp, nar gülleleri
tokurdatarak çalım satışları yok mu? İşte buna bayılırım. Durur durur bakarım. Baktıkça da
gülerim. Çünkü biri gidip de: “ Yahu şu kaysıya ne istiyorsun! “ sualine, nar gülleyi çekerek
ve yerinden asla kımıldamayarak: “ On ikiye olur. “ cevabını vermekle müşterinin “ dokuz
kuruşa olmaz mı? “ sualine de aynı vaziyetle başını yukarı kaldırarak “ Ne söylüyon efendi!
On bir buçuğa bize mal olmuş” cevabını vererek yine keyfine bakarlar.
Müslüman bakkalların her tarafında çoğalmakta olduğu görülmekte ise de
Kadıköy’de henüz iki adetçik, Müslüman bakkal bulunuyor ki bunların biri ve en meşhuru
iskeleye karşı olan Rum Kilisesi arkasında ki sokağın başında fırına karşı bulunan, hasan ve
Muhittin Efendilerin dükkânı. Diğeri de Pazar yolundaki Belediye eczanesinin karşısında
ismini bilmediğim bir muhacirin dükkânıdır. Hıristiyan bakkallar her tarafta dükkânlarını
süsledikleri halde Kadıköy’ün Hıristiyan bakkalları bu ramazaniyelik süsten bihaberdirler.
Lakin Hasan ve Muhiddin Efendilerin dükkânına bakılırsa Ramazanın gelmekte olduğu
anlaşılır. Hasan ve Muhiddin Efendilerin dükkânına gidildiği halde müşteri hem bakkaliyeyi
ve hem de kuruyemişçi dükkânından alacağı şeyleri alır. Böyle muntazam bir dükkânın
köyümüzde bulunuşuna cidden teşekkür olunur. Fazla olarak her keseye göre de malı bulunur.
Biri gelir ucuz mal ister, diğeri gelerek alâ mal ister. Bunlarda orada vardır. O da doğruluktan
yana bunlardan birini geçen sene de arz ve ihbar eylediğim, Filibeli Mustafa ve Şerif
Biraderlerin, eski zabıta caddesinde Feshane muamelatı satan dükkâna bitişik bulunan
bakkaliye mağazasıdır. Lakin bunlar da bakkaliyenin her nevi bulunmaz. Bulunan şeylerde
nefaseti itibariyle hiçbir dükkânda hatta Balıkpazarı’nda bile bulunmaz. Onlarda şundan
ibarettir. Balkan kaşar peyniri, Filibe’nin koyun, inek, manda tereyağlarının hem erinmiş hem
de erinmemiş. İşte Mustafa ve Şerif Biraderlerin sattıkları şeyler bundan ibarettir.
Ramazan’da meşhur Edirne kaymağıyla Filibe’deki kendi haneleri mamulâtı olan sucuklardan
da getirecekler imiş. Hele o balkan peynirini Balıkpazarı’nı bizzat dolaştığım halde bir aynını
bulmadım. Güllacı da Balıkpazarı fırınının karşısındaki Nafıa Hanı’nın kapısında pirinç unu
satan Tatarlardan alırım. Öteden beri bu dükkâna alıştım. Çünkü bunun da malları hem nefis
hem de kendileri doğrudur.
Bunları reklam olmak üzere yazmıyorum. Ramazan harici görecek ihvan-ı dine bir
hizmet maksadıyla arz eyliyorum. Çünkü doğru adamları ve nefis şeyleri sevdiğim gibi
bunları ihvan dinime de arz ve ihbar etmek isterim.
Balıkpazarı ve kitapçılar kapısı bakkallarının bu günlerde hayli yüzü gülüyor.
Çünkü geçen gün gördüğüm iki muhacir arabasının üzerinde neler yok neler. Tenekelerle gaz,
kazavilerle pirinç, torbalarla un ve nişasta, pastırma, sucuk, çuvallarla şeker, sandıklarla
ispermeçet, demet demet güllaç, tenekelerle yağ, kahve, üç dört tane kaba hasır. Aşçılar için
dört-beş hasır iskemle.
Ramazanı şerifin takribine Şehzadebaşı dükkânları da ayrıca birer nişane arz
ederler. Mesela kıraathaneler kâğıtlanır, lambaları tanzim edilir, çayhanelere intizam verilir.
Tiyatrolarda hazırlıklar müşahade olunur. Bu sene Şems Kıraathanesine epeyce çeki düzen
verilmiş ve meşhur Udi Süleyman ince saz takımı da tutulmuştur. Bakalım Ramazan-ı şerifte
hepsinin görür ve gördüklerimi de yazarım. 2
Şehzadebaşı
2
M. SAFAİ “ “Âlem-i Ramazan”, Malumat 17 Teşrinisani 1903, Sayı: 2344
ESKİ İSTANBUL’UN MEŞHUR PİYASA YERİ
DİREKLERARASI
Münif Fehim’in Direklerarası Tablosu
Beyazıt’tan tramvayla Fatih’e giderken sağlı sollu iki yanınıza bakınız. Gözünüze
ilişecek yerleri bundan yarım asır evvelki isimleri ile söyleyeyim.
Meydanda ki havuz yok. Üniversite yazılı mermer levhanın altında eski yazılardan
sülüsün şaheseri, “ Bâb-ı Vâlâyı Seraskeri “ yazılıdır. Sağda köşedeki taş bina, Fuat Paşa
Konağı’dır. Sonra “ Nezaret-i Celile-i Maliye “ oldu. Bu binanın önünden aşağıya inerken,
yarı yıkılmış eski bir tonoz vardır. Sabuncu Hanı.
İstanbul’un imar tarihinde bu köhne hanın yeri pek mühimdir. Çünkü yıllarca
istimlâk edilemediği için yol açılıp genişletilememiş ve dik viraj da, bir hayli tramvay kazaları
olmuştur. .
Fuat Paşa Konağı’nın karşısında şimdi elektrik şirketi şubesinin olduğu yerde dâhil,
tahta baraka ve dükkânlar vardı, kâğıtçılar. Mektep kitapları ve levazımı kırtasiyenin merkezi
orası idi. Kâğıtçılardan sonra köşedeki kuru sebil ile Mürekkepçiler vardı. Kâğıtçılardan biriki köhne baraka kaldı, fakat mürekkepçilerin, hele o bezir mürekkepçilerinin tozu bile
kalmadı. Kapılarında, kamış kalem hevenkleri, likalar asılı içlerinde büyük mermerden
mürekkep havanları dövülen eski mürekkepçilerimiz.
“ Vatman dur!.. “
Vatman yol üzerindeki işarete bakarak arabayı durdurdu. Tam karşıızda
gördüğünüz bina, eski Zeynep Hanım Konağı’dır. Bir zaman Darülhayri âlî oldu.
Tramvay, Sabuncu Hanı’nın önünden kıvrıldı. Caddeye saptı ve Cami önünde
durdu. Veznecilerdeyiz.
Sağınızdaki Cami, Vezneciler Camcı Ali Camisidir. Camiye gelmezden evvel
dükkânlara göz gezdirelim. Utçu Selim, Berber İslam Kardeşler ve eczaneci Hamdi.
Karşı tarafta fesçi, kalıpçı, meşhur muhallebici ve süvari karakolunun bahçe
kapısı, Eczane-i Açıkbaş!
Ara sokağa girmeyelim. Açıkbaş Eczanesi bitişik bizim konak vardı; yanmamış
olmasaydı, buyurun bir acı kahvemizi için derdim.
Ara sokakla caddenin üstünde, hâlâ gördüğünüz türbe, Kuyucu Murat Paşa
Türbesidir. Medrese de yerini ve şeklini değiştirmemiştir.
Bundan yarım asır evvel, İstanbul’un piyasası işte bu Vezneciler durağından
başlar, Saraçhanebaşına kadar uzanır ve Saraçhanebaşından döner. Veznecilerde tekrar
tornistan ederdi.
Camcı Ali Camisine bitişik, arsaya hor bakmayınız. Orada Ramazanlarda ve Kışın
Kavuklu Hamdi’nin Zuhuri kolu oynardı. Orta oyununun hatırası için bir taş dikilmesi lazım
gelse, bu arsadan münasibi bulunmaz.
Münif Fehim’in Bir Tablosu Kavuklu Hamdi ile Pişekâr Küçük İsmail
Fakat sinemacılarda bu ortaoyununa kaptırmazlar sanırım; çünkü İstanbul’da, birkaç
yıl evvelîsi sinema ilk defa, bu arsada bir çadır içinde oynamıştır. Elektrik yoktu. Lüks
lambası söndürüp yakması güç ve hayli vakte bağlı olduğu için, siyah astar kaplanmış büyük
bir küfeye konulup kaldırılırdı.
Bu arsada, zaman zaman pehlivan güreşleri olur ve at cambazları da çadırlarını
buraya kurarlardı.
Tramvayımız, Veznecilerden kalktı ve sebilin önünde durdu; inelim. Sağda,
İstanbul tarafında apartman ismi ile anılan meşhur Letafet Apartmanını geçince Direklerarası
başlar. Sebil hala olduğu gibi durmaktadır. Fakat karşısındaki Osman Baba Türbesi’nin
nereye naklolunduğunu – eğer pek meraklı iseniz- Evkaftan sorabilirsiniz.
Şimdi, sağda ve solda gördüğünüz hep biri birine benzer “ Akaret Dükkânların “
önlerinde, dükkânların boylarınca, kemerler ve kemerleri tutan sütunlar vardı. İşte direkler
arasının “direkleri “
Şimdiki Ferah Tiyatrosunun yerinde, büyük bir salaş vardı: “ Osmanlı Dram
Kumpanyası İdarei Manak “ ve sağlı sollu, tulûat tiyatroları yine, renk renk “ Kartelâ “ lar,
davullu zurnalı çıngırakları ile caddeye şan verirler:
“ Abdürrezzakı uzhûke ahlâk “tan “ Kel Hasan “, Paşazede Şevki “ ve” Peruz “
rahmetliden başka, şimdi tuluat sahnelerinde gördüğümüz sanatkâr “ Şamram “ dahi, her dem
taze ve şantözlerimizin isimleri ve resimleri.
Şehzadebaşı’ndan Vefa’ya Uzanan Dede Efendi Caddesi ve Köşede İbrahim Paşa Sebili
Osman Baba Türbesi’nin arkasındaki meşhur binayı gördünüz mü? Meşhur
Feyziye Kıraathanesi Ramazanlarda, kış gecelerinde orada Kukla oynatılırdı. Meşrutiyet’in
ilanında “ Heveskâran Heyeti “ tiyatro oynadılar. İbnirrefik Ahmet Nuri, Muvahhit, Rafet
merhumlarla, Şadi’yi ve Nurettin Şefkati’yi ben orada seyrettim.
Kemerlerin gölgesine sığınmış dükkânlara bakalım, Kahve, Berber, Çayhane,
Berber, Kahve, Berber, Çayhane, Berber.
Berber dükkânları; mevsimi göre, kapılarında kamışlı, boncuklu, renk renk
perdeler. Tavanda kanarya, flürye, iskete kafesleri asılı… Duvarda, torba içinde ud… Yahut
küçük bir masa üzerinde bir keman kutusu.
O Zamanki berberler, umumiyetle muşikinastılar, ya ud, keman çalarlar yahut el
şakakta gazel söylerlerdi.
Çayhanelerin ve berberlerin genç, yaşlı, gedikli müşterileri vardı. Pencere önünde
otururlar, “ Alâ meleünnas harfendazlık “ ta bulunmuş olmamak için; karşıdan karşıya
birbirlerine laf atarlardı.
Ramazan gelince, Direklerarası bir mahşer olurdu. Öğleden sonra akşam iftar
topuna doğru ve yarım saat, bir saat ara verdikten sonra teravi vakti caddenin en civcivli
zamanıydı. Başta hasırlı şapkalı fes, elde gümüş baston, gözde gözlük, “ Hatta şarkısı da
vardı: Elde baston, gözde gözlük, şimdi modası! “ beyler caddeye dökülürlerdi.
Babalarımızla alay etmeyelim. Eskiyi hasretle ananlara imrenmeyin, acıyın.
Körlerini öldürmemek için söylerler. Kalın, yüksek bahçe duvarları, sık kafesler arkasında bir
esir hayatı yaşayan kadını, senenin ancak muayyen zamanlarında görebilirlerdi.
Ve sadece görebilirlerdi. O kadar. Yaklaşamazlardı ki.
Nasıl yaklaşsınlar… Paşafendinin, beyefendinin, eski redingotuna vücudunu
uyduramamış, fes kulaklarına kadar geçmiş konak ağası, elinde işkembe fener, önden
yürüyor! Küçük hanımların yanı başında da, masallardaki bir dudağı yerde bir dudağı gökte
zebaninin minyatürü, gözcü mama dadı var. Caddede, onun adı. Gündüz feneridir!.
“ Hüdanekerde (Allah göstermesin) muhadderatı İslamiye ye (Müslüman kadın ve
kızlara) taarruz ihtimali “ endişesiyle “ tedabiri inzibatiye cümlesinden “ olarak zaptiye
çavuşu, caddede arayıcı fişeği gibi dolaşıyor. Camiden mi çıkmış, piyasaya mı çıkmış, yoksa
kontrole mi çıkmış, vebali boynuna! Hemen her adımda lâtasının (Osmanlılarda ilmiye
sınıfının giydiği üstlük türü. Yakası kalkıkça, iç göğüslerde cepleri olan, ağır kumaştan
yapılan, cübbeye benzeyen, yakasından çapraz bulunan bir çeşit pardösü) eteklerini uçurarak
sağa sola seğirten yobazlarda “ hasbi kâhya “lardır.
Bakan göze yasak olurmu? Kalbe kilit vurulur mu? Veznecilerden Direklerarasına
inen Direklerarasından Şahzadeye akan sıkışık halk seli, binbir kayda, “tedabiri inzibatiyeye“,
“ hasbi kahya “ lara rağmen, gizli açık ahlar, oflar; göz süzmeler; gülüşmeler, kaş göz
işaretleri ile anlaşılır, sevişirlerdi.3
3
Mahmut YESARİ, “ Direklerarası “, Yedigün 2Eylül 1936, Sayı: 182
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
Ramazan’ın birçok anlamı vardır. Bazı rivayetlere göre Araplar, ayların eski
isimlerini koyarlarken, ramazan ayı çok sıcak bir zamana tesadüf ettiği için çok sıcak
anlamına gelen (Ramza) kelimesinin delaletiyle bu aya Ramazan denilmiştir. Ramazan Arabî
ayların dokuzuncusudur. Bazıları da (Ramazan) kelimesi Cenabı Hakkın güzel isimlerinden
biri olduğu için bu aya da o mukaddes ismin verildiği ifade edilmektedir.
Araplar, Ramazan kelimesini; bu ay çok sıcak bir mevsime rast geldiğinden dolayı,
bu ayda oruç tutanların bütün günahları yanıp, mahvolacağını beyan etmekle beraber; aynı
zamanda bu kelimeyi (bütün günahları izale eden) diye de tefsir ediyorlar.
Bu tanımlamaların hangisi doğru olursa olsun, gerçek olan bir şey varsa Ramazan
ayı büyük bir kudsiyete haizdir. Onun için Türkler bu aya “ Mübarak Ay “ ve “ Onbir Ayın
Bir Sultanı “ adını vermişlerdir.
Bu ay, birçok nedenlerden dolayı kutsal sayılmıştır. Tarihi rivayetlere nazaran bu
sebeplerden bazıları şunlardan ibarettir.
Cenabı hak tarafından İbrahim Peygambere suhuf, ( Allah’ın, dört kutsal kitaptan
başka Vahiy meleği Cebrail vasıtasıyla bazı peygamberlere gönderdiği sahifelere suhuf denir
Adem Peygambere 10, Şit Peygambere 50, idris peygambere 30, İbrahim Peygambere ise 10
suhuf verilmiştir.) denilen ilâhi emirler bu ayın ilk gecesi gönderilmiştir. Tevrat bu ayın ilk
altıncı gecesi, İncil yine bu ayın on üçüncü gecesi gönderildiği gibi, Kur’an-ı Kerim’de
Hicreti seniyenin ikinci senesinde bu ayın yirmi dördüncü gecesinde gönderilmeye
başlamıştır. Resulü Ekrem efendimizle ilk mülâkat, bu ayda vuku bulmuştur. Oruç bu ay
içinde farz olunmuştur.
Resulullah efendimiz tarafından bu ay, tâat ve ibadata, hayr ve hasanata
hasrolunmuştur ve tarafı nebeviden:
(Yarab! Recep ve Şaban aylarını sen bize mübarek kıl ve bizi Ramazana sen
yetiştir.)
Buyrulmuştur. İşte bu sebeplerden dolayı bu mübarek ay, diğer aylardan daha
faydalı tutulmuştur.
Sevinçlere, hazırlıklara sağ ve salim kavuşmak neşesine rağmen, Ramazan öteki
aylar gibi gelmez, muhakkak ki şer’i bir mahkeme yoluyla gelirdi.
Bugün Şaban’ın son günü olduğunu bildiğimiz halde, ertesi günü Ramazan’ın 1’i
olduğuna hükmedemez. Oruç tutamazdık. Niyetlenmek4 için muhakkak Hilal-ı Ramazan‘ın
görülmesi şarttı ve müşahedeyi ispat etmek için de bir takım formüllere ve muhakkak iki
adamın şahadetine ihtiyaç vardı. Yüzlerce yıl sonra olacak semavî ve feleki hâdiseleri günü
ile, saati ile, hattâ dakika ve saniyesi ile tayin edecek kadar terakki etmiş olan rasad ilminden,
kozmografyadan istifadeye lüzum görülmez. Ramazan’ın ilk günü iki çapaklı gözün
şahitliğiyle tespit ve ilan edilirdi.
Tespit ve ilan işine şer’i bir şekil vermek, şer’i bir formül bulmak gerektiği için
sahte din uleması bakınız ne gülünç, garip bir formül bulmuşlar ve büyük dinimiz adına
yapılan bu sahtekârlık bir bid’ati seyyie (aslı dîne dayanmadığı halde dînî bir çerçeve içinde
sunulan yeni yaklaşımlar ve yeni âdetlerdir) halinde asırlarca devam etmiş, Ramazan bu
suretle tespit ve ilan edilmiştir.
4
Niyetlenmek: Ağız çalkalamakla “ yarın oruç tutmağa niyet ettim” demekle olurdu. Bazıları da şöyle
niyetlenirdi:
Ekmek yedim kuruca,
Su içtim duruca,
Niyet ettim bu akşam,
Yarınki oruca!”
Bu formül şu şekildedir:
Güya hilâli tarassut (gözetlemek) veya görmüş olan iki adam, koşa koşa, şer’i
mahkemeye gelir. Başka bir adam da o zamana kadar yüzünü görmediği ve dünyevi hiçbir
münasebeti bulunmayan bir adam aleyhine üç-beş kuruşluk bir alacak davası açar. Sahte
borçlu, borcunu inkâr etmez. Fakat bunu Ramazan ayının birinde ödeyeceğini söylediği için,
daha Ramazan gelmeden dava açmağa hakkı olmadığını iddia eder. Onun bu iddiası varid
görülmez. Çünkü Hilâli Ramazanı gören iki şahit vardır.
Kadı, üç beş kuruş borcun tahsiline karar verirken, Ramazanın geldiğine dair de
bir ilâm yazar ve işte Müslümanlar böyle sahte bir borç davasıyla Ramazan’a kavuşurlardı.
Mahkemede, Ramazan ayının (yani mehtabın) görüldüğü iki şahitle tespit edilince,
Müftülük Ramazanı ilan eder, herkes – ilan geç vakit yapılsa bile – hemen oruca hazırlanırdı.
Hatta bazen Çatalca, Silivri, İzmit gibi yerlerde görülen hilâlin İstanbul’a haber verilmesi
sahura yakın mümkün olur, halk davullarla uykudan uyandırılıp, ertesi günü Ramazan olduğu
bildirilirdi. Hilali gören şahitlere ikramiye de verirlerdi.
Kur’an-ı Kerim’de şeriat ve vicdanları cidden utandıracak böyle bir şekil olmadığı
muhakkaktır. Yine eminim ki” Zamanı Saadet “ ve “ Hülefayı Raşidin “ devrinde Ramazan
böyle sahtekârlıkla tesbit ve ilan edilmemiştir. Her şeye bir kulp bulmayı âdeta bir hastalık
derecesine ulaştıran bazı fıkıhçılar, bilhassa dini, menfaatlerine alet etmek isteyen bir takım
kimseler böyle bir şey uydurmuşlardır.
Ramazan’ın ilk gününü belirlemek takvime tabi değildi. Şaban ayı sona erdikten
sonra, sema da (hilâl) görünür görünmez, derhal Ramazan ilan edilirdi. Ancak Şaban ayının
başladığı günden itibaren otuz günü ikmal edilmesi şart ittihaz edilmişti. Bu yüzden birçok
karışıklar husule gelirdi.
Mesela yüksek yerlerdeki memleketlerde hilâl, dağlarla ihata edilmiş
memleketlerden daha önce göründüğü için Ramazanın ilk günü ve gecesi de bazen tahalüf
ederdi. Bazen de hava bulutlarla kapalı olur; hilâl görünmezdi. O zaman, geçen ayının otuz
güne iblâğ edilmesi lazım gelir.
Hilâl-ı Ramazan’ı her yerde ve aynı günde görmek mümkün olmadığından fecî ve
gülünç kargaşalar olmuştur. Mesela Ramazan’ın 29’unda İzmit’e giden bir yolcu, halkın orada
Bayram safasıyla meşgul ve Bilecik’te Teravih Namazı kılmakla olduğunu görmüştür.
Ramazanın ilan edilmesi işiyle ilgilenen, bu işin peşinde koşan adamlar vardı.
Bunlar, Şaban ayının son gününde yüksek yerlere çıkarlar; hilâli görmeye çalışırlar ve görür
görmez memleketin kadısına koşarlar, hilâli gördüklerini yemin ile temin ederek bahşiş
alırlardı. Lakin bu adamların doğru sözlü, namaz kılıp oruç tutan, işret ve zina gibi dini
memnuiyetlerle ülfet ve ünsiyeti olmayan ehli iffet güruhundan olmaları şarttı.
Şaban ayının son gününe “ yevmi şek “ derlerdi. Bu, (şüphe günü) demekti.
Ramazan muhbirleri, o günü beklerler ve o gün gelir gelmez, faaliyete geçerlerdi. Halkın
ekserisi bunları bildiği için, şek gününde bunların vaziyetlerine intizar ederlerdi.
Vaktiyle Cerrahpaşa Camisi’nin bir imamı varmış. Bu zat şek gününün
mütehassıslarındanmış. Hilâlin ne zaman ve ne taraftan doğacağını çok iyi hesaplarmış.
Bunun için hilâli bekler, görür görmez derhal Mesihaf Dairesine koşarak bahşisi alırmış.
O tarihte, Ramazanı dört gözle bekleyenler, bu zatı gözetlerler mi. Onun
kunduralarını koynuna sokarak koşa koşa gittiğini görünce:
— Bizim imam, hilâli gördü diye derhal birbirlerine ramazanı tebrik ederlermiş. 5
5
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “ , Akın 25 Mayıs 1952
Ramazan ayı yaklaştığı zaman, bütün İslam beldelerinde, kıymetli bir misafir
geliyormuş gibi bir hazırlık başlar,
Din 11 ayın bir sultanı yüzü suyu hürmetine mabetlere, çeki düzen vererek
hazırlarken, en büyük camilerden en küçük mescitlere kadar içleri kâmilen silinip süpürülerek
temizlenirdi. Kandiller yıkanarak fitilleri değiştirilir. Padişahlar tarafından yaptırılan Selatin
Camilerin minarelerinde mahya ipleri hazırlanır. Mahya kurmak için lazım olan kandillerin
noksanları tamamlanır.
Eski Türk evinde, ramazan bir yıldır hasreti çekilen canan gibi karşılanırdı. Ramazan
yalnız dini almakla kalmayan, aynı zamanda içtimaî hayatla da yakın alakası bulunan bir
hadise idi.
Yine Ramazana bir-iki ay kala evde bir temizlik başlardı. Tahtaları camları, taş
kısımlarıyla ev baştan aşağı gıcır gıcır silinir, eskiler tamir olur ya da yenilenirdi. Odalar,
sofalar misafir kabul edebilecek bir hale getirilirdi.
Ramazana bir hafta kala, bu faaliyet evlerde daha bâriz bir şekilde başlar.
Kadınlar, evin bütün eşyalarını kaldırırlar.
Kaplar kalaya verilir ve temizledikten sonra tekrar yerlerine koyarlar. Sofra
takımlarını yıkarlar. Eksik olan şeyleri tamamlarlar. Nihayet Ramazana iki gün kala
hamamlara giderek yıkanırlar. Artık hem kendilerini hem de evleri tertemiz olarak Ramazanı
karşılarlar.
Her aile ramazanı dört gözle beklerdi. Çünkü Ramazan ayından manen mağfiret,
maddeten de bereket umardı. Ona göre Ramazanı şanına lâyık bir şekilde karşılamak
gerekirdi.
Evin efendisi kesenin ağzını açar, evin kadını kolları sıvardı. Nadide yemeklere
karşı iştah ramazana saklanırdı.
Daha üç ayların eşiğinde iken evleri bir telaş alırdı. Reçeller kaynatılır, turşular
kurulur, makarnalar, erişteler, kuskuslar kesilir tarhanalar dökülür, erzak ambarında
eksiklikler tamamlanırdı. Kazeri ile Mısır pirinci Halep ve Trabzon yağları, rafine kepazeliği
henüz icat edilmediğinden mis gibi zeytin kokan altın sarısı torba zeytinyağları, bir torba has
un, koni biçiminde şeker kelleleri, bir tekerlek kaşar, bir ufak teneke yağlı Edirne teleme
peyniri, birkaç demet güllaç, hoşaflık üzüm, erik, kokulu Şam kaysısı. Sütlaç için sagudane,
çeşitli baharat, kimyon, tarçın, zencefil, kangallarla sucuk, tahta tahta Kayseri pastırması,
mevsimine göre kuru Amasya bamyası dizileri, hurma vesaire.
Pek tertipli evlerde, iftar açmak için bir sürahi de zemzem suyu bulundurulurdu.
Zengin konaklarında teravi namazını kaldırmak üzere hususî imam tutulur,
mutfakta ramazanlık aşçılarla takviye edilirlerdi.
Eskiden orta halli ailelerin evlerinde bile kiler denilen küçük birer erzak depoları
vardı. Vaziyetleri müsait olanlar, bir aylık yiyeceklerini toptan alırlardı. Yarım okka pirinç,
bir okka fasulye, hatta iki kilo yağ almayı ayıp sayarlardı. Bakkallardan ancak fakir halliler
alışveriş ederlerdi. Onun için Ramazan ayı yaklaşır yaklaşmaz, bakkal dükkânlarında da bir
faaliyet başlardı. Bilhassa mahalle aralarındaki bakkallar, dükkânlarında bazı değişiklikler
yaparlardı. Ramazan için toptancılardan aldıkları pirinç, fasulye, mercimek, nohut gibi erzak
çuvallarını muntazam bir suretle sıralarlar; yağlı pastırmalarla sucuk kangallarını gözlere hoş
görünecek surette asarlar; yeni yağ tenekelerini açarlar; kaşar tekerleklerini camekânlara
yerleştirirler; beyaz peynir, zeytin, salça kavanozlarını bunların etrafına dizerler; rengarenk
parlak kağıtlara sarılmış olan güllaçları da en göze çarpacak bir yere asarak bu iaşe
maddelerinin meşherine yeni ve cazip bir manzara verirlerdi. Hatta gerek kendilerinin ve
gerek çıraklarının on bir ay su yüzü görmemiş olan önlüklerini bile yıkayıp temizlerlerdi.
Recep ayının başında, duası kadir günü Camide yapılmak üzere, ev halkından
bazıları hatim sürmeğe başlarlardı.
Hali vakti müsait olanlar, sesi güzel ve ahvalinin her bakımdan mazbutluğu biline
hafız efendiler tutup, Camilerde, ölmüşlerinin canı için mukabele okuttururlardı.
İftar sofraları her evde, kendine göre bir alemdi. Ev kadını bu sofraya pek büyük
özen gösterir onun bir gelin sofrası kadar özenli ve süslü olmasına dikkat ederdi. İftarlıklar:
Reçeller, zeytinler, peynirle, pastırma, sucuk, turşu, hurma gibi şeyler ufak tabaklar içinde
dizilir mini mini kadehlere birer yudum zemzem doldurulur, Susamlı susamsız kazan yağlı
simitler, yumurtalı, çörek otlu pide dilimleri, temiz peşkirlerin katları arasına yerleştirilir. Aile
reisi tiryaki ise yalnız onun oturacağı yere bir sigara tablası konur ve bu güzel sofra üzerine
sinek falan konmasın diye boydan boya bir bir de örtü örtülürdü.
Misafirperverliği en güzel geleneklerden biri sayıp da yaşatan Türk ev sahibi o
makbul hasletini ramazanda daha çok belli ederdi. İftar sofrası herkese açıktı ve pişen
yemeklerde, davetsiz misafirin payı hesaba katılırdı. Yalnız bu misafir erkekse selâmlıkta,
kadınsa haremde ayrıca ağırlanır, evin efendisi veyahut ta hanımı onun uğruna sofrasını o
günlük bırakıp misafir yanına gider, saygı gösterirdi.
Ramazanda insanların oburluğu artardı. Onbir ayın bir sultanı şerefine yapılan bu
oburluk israftı, amma israf sayılmazdı “Bereketi içindir!” derlerdi.
İftar sofrasında; Mutlaka bir çorba. Peşinden yağda pişmiş bazen soğanlı, bazen
kıymalı veya pastırmalı yumurta, sonra bir et ve tavuk yemeği, biri sade diğeri zeytinyağlı iki
türlü sebze, börek; yine biri hafif; mesela mahallebi, sütlaç, pelte cinsinden öteki ağır
gözleme, sarığıburma, samsa, kadıngöbeği yahut da kaymaklı Tokaloğlu kaysısı nevinden iki
türlü de tatlı ve o vaktin mideleri buna dayanırdı. Çünkü yenen şeylerin hepsi de saftı.
Allahtan korkan müstahsil hile katıp ta tüketiciyi aldatmayı ve zehirlemeyi günah sayar ve
öyle bir günahı işlemektense az fakat helâl kazanmayı tercih ederdi.
Ramazan gecelerinin bir de sahur faslı vardı. Bekçinin davulu sahur vaktinin
geldiğini mahalleye verirdi. Evlerde oruç tutanlar – yedi yaşından yukarıdakiler – sahur
sofrasının etrafında halka olurlardı. Söğüş et veya tavuk, bazen soğuk kuru köfte, uzum
müddet tok tutsun diye simit makarnası, (Ramazanın vazgeçilmezlerinden. Özellikle sahur
için hazırlanan enfes bir yemek. Bursa'da eskilerden kalma bir garnitür olarak da anılır ama
tadına doyulmayasıdır. Hamurdan hazırlanan galeta şeklindeki sert ve kalın makarnalar uzun
halkalar halinde ipe dizilip kurutulur ve öyle satılır. Sahur için geceden parça parça bölünür
makarnalar ve bildiğin makarna gibi pişirilir ardından üzerine tereyağ ve kıymalı sos dökülür,
sonra tepsiye dökülür ve afiyetle yenilir. Günümüzde yapan hatta bilen bile kalmadı) güllaç
veyahut ta hoşaf.
Bu nimetleri ihsan buyuran Cenabı Hakka hamdederek sofradan kaldırılır. Son bir
fincan kahve ile son sigara içilir, ağız çalkalanır, niyetler tazelenir, gençler yataklarına
kavuşur, yaşlılar minder üzerinde, içten Kur’an okuyarak önce imsak topunu sonra da sabah
ezanını beklerlerdi.6
6
Ercüment Ekrem TALU, “ Tasvir 12 Temmuz 1948, Sayı: 1060
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
Çocuklarda Ramazana neşe içinde hazırlanırlardı. Minarelere mahya ipleri
gerilmeye başladığını görür görmez bütün çocuklarda bir heyecan başlardı. Çünkü Abitlerin
ve Salihlerin ibadet hisleri kadar, bunlarında mübarek aydan aldıkları bir nasip vardı. Önce,
Ramazana iki-üç gün kala, kalınca bir telin ucuna bağladıkları bezleri petrol içine koyarlar; bu
suretle meşalelerini hazırlarlar ve Ramazanın ilk akşamı o meşaleyi yakarak Ramazanı
davulla ilan eden mahalle bekçisinin peşine takılırlar:
“ Hekkam başı yağlı pilav.
Ala Ala heyy!... “ Diye bağırarak bütün mahalleyi dolaşırlardı.
Sonra, akşam namazı ile yatsı namazı arasında salâtin Camilerine dolarak orada
koşarlar, sıçrarlar, muhtelif oyunlar oynarlardı. Hem aile erkânı ve hem de Cami hademeleri
çocukların bu oyunlarına karşı müsamahada bulunurlardı.
İkindi okunup müezzin minareden indikten biraz sonra, sübyan mektepleri, merkez
rüştiyeleri paydos olur. Azat olan çocuklar sokak içlerinde, yangın viranelerinde, cami
avlularında oyunlarına girişirlerdi.
Bunların türlü türlüsü var. Hatırımıza gelenleri sayalım ve aklımızda kaldığı kadar
anlatalım:
— Kaydırak: içlerinde en sadesi ve kolayı idi. İrice ve yayvanca birer taş edinip,
geriden nişanlayıp öndekine bindirmek ve (Aldıramıç: kaldıramıç, kırk üç, kırk dört.) diye
çabucak sayarak sayıyı doldurmak.
— Çelik Çomak’da çomak, kol boyunda bir değnek; çelik daha incesi, kısası iki ucı
sivri yontulmuşu. Öteki gibi bunda da en önce oyunun kaç yüz bir de biteceği kararlaştırılır.
Sonra sırayı alacak birinci, ikinci, üçüncüve nihayete kalan ebe tayin edilir.
Bu da taş tutmakla, tek mi, çift mi ile, yahut tabiri üzere verilip, yani ileride ki
çizgiye taşlar atılıp tam üstüne kondurmak, yamacına yaklaştırmak, uzaklarda kalmak itibarı
ile anlaşılır.
Ebe karşıki yerinde alesta vaziyeti alınca, çelik bir taş ütüne, bir başı kalkık olmak
üzere yatırılır. Çomağı vurup biraz havalanır havalanmaz tekrar kuvvetle yapıştırıp fırlat
ileriye.
Ebe önleyip çeldi mi âlâ; Çelmedi m, çeliğin düştüğü yerden kalktığı taşa kadar ki
mesafeyi çomak boyu ile arşınlamak ve sayı hanesine kaydetmek.
— Ceviz Oyunu: Bu oyun çeşitliydi. Mesela birinde yere bir daire çizilir, beş-altı
adım ötesine de bir çizgi. Gene sıra muayyen ve kısmetli olan rahat ve kârlı.
Dairenin ortasında 10–15 cevizi yan yana dizecek, gerisine oturup bacaklarını sekiz
rakamvari açacak… Sağa, sola aksayan, boşa giden cevizler onun, vurulup dışarı çıkanlar da
vuranın.
Ceviz oyunun bir başka çeşidinde talihli gene yerde, bacakları ayrık, önünde üç
ceviz, üstüne cevizden bir kule.
Etrafa (okso) gidenler kemafissabık yerdekinin malı, bir atışta deviren ise turnayı
gözünden vurdu, haydi o makama.
— Meteliğe Kafa Atmak: Bu ceviz oyununda oturuş aynı vaziyet, yalnız bacaklar
arasına toprağa uzunca bir karfiçe çivisi çakılmış, üstüne de bir onluk konmuş. Cevizi beyni
bâlâsına indirebilen onluğu cebledi ve yeri hakladı. İndiremeyenin ki de yandı.
— Zıpzıp: Küçüklerine bilye, içi menevişlilerine (cicili) gibi adlar o vakitler yok.
Büyükçelerinin kurşundan olanlarına (gülle), billurlarına (gazoz) denilmekte. O zaman ki
gazoz şişelerine tıpalık eden yuvarlaklar.
— Çinko, Minko, Trikso: Düğmelerle oynanırdı. Sırttaki entarinin ve hırkanın
göğsüne, mintanın yakasına ve kollarına, pantolonun kemerine el atıp, bur bu, kopar gitsin.
Şu şekilde oynanırdı: yere bir dört köşe çizilecek, ortasında da ufak bir çukur.
Düğmeler çizgilerin kenarından çink, minko, trikso diye fiskelene fiskelene, birbirlerine
değmeksizin., tam üçte çukuru boylayacaklar. Birinden biri beceremedi mi, peşindekinin ilk
hamlede ona çarptırması ve yutması caiz. En sona kalan da bir üfleyişte çukurdan
fırlatabildiklerini kabullendi gitti.
— Tek mi, Çift mi: Leblebi, Çitlenbik, Abdülleziz’le oynanırdı. (Tek ola, veya çift
ola bana gele) diyenlerden, kestiren avuçlar, kestiremeyen de kaç tane ise cebinden o kadarını
sayardı. (Yazı mı, tuğra mı) da da onluk havaya boca; bilen enseledi. Bilemeyen söküldü
onluğu.
— Kızak kayma: Karakış gelip lapa lapa kocakarı lokması yağdıktan sonra ortalık
don’a vurdu mu alay alay kızak kayma başlardı.
Yıkık dökük tahta havalelerden söküp söküp, çatıp çatıp kızak yaparla, üstüne
çökerek yukarıdan aşağıya vızır vızır kayarlardı.
— Kartopu Oyunu ve karı tepeleme yığıp asolan yapmak. Göz yerlerine kömür,
başından aşağıya da bir kova su. Gece ayazı yedi mi, ertesi sabaha kazık. Hava yumuşayıp
eriyinceye kadar yerli yerinde
El ayak ortadan çekilir çekilmez, suret mahlûk resimlerine tepesi atan sofulardan,
bahçe tirpitinini, mutfak küreğini kapıp aslancağızı künfeyekûn edenlerde çok.
Bahar Oyunları:
— Uçurtma: Küçükler gazete parçalarından yaptıkları (Şeytan Uçurtması) na yorgan
tiresi bağlayıp uçururlar. Yetişkinler kollarını sıvayarak, ölçüp biçip altı köşelisini,
armudiyesini, çemberlisini kurarlar. Yumakta 20, 30 kulaç ip, yallah göğe.
Uçurtma deyip de geçme, daha ne marifetleri var? Terazisi yanpiri getirenlerden
sağa sola başvuranlar, kuyruğu kısa tutulanlardan çarhı felek gibi dönenler. Değirmi değirmi
kesilmiş renkli kâğıtları ipe salanlar. Arka arkaya yukarı yollayanlar.
Sonra uçurtma muharebesi. Faraza ta nereden bir tanesi yükselmiş. Kıvırcık, ebrüli,
boydan boya kuyruklu, para tutan konak küçük beylerinden birinin.
Rüzgârın esişini kollar kollamaz, fırlayanlar hazır. Çapraza alıp var kuvvetleri ile ipe
asıldılar mı, lâhza da kıvırcakcağız esir olup çıktı.
— Salâ: Bir mahallenin çocuklarından bir ikisi, iki üç sınır ötede ki mahallilere
omuz, momuz vurur. Siftah, yakalara yapışıp gözü göze dikerler:
— Size gösteririz!
— Biz size gösteririz!
Dörtnala, haydi sivrilmiş ağabeylerin
yanı.
— Salâ, salâ! Diye yaygaralarla
fesleri, ceketleri kunduraları atıp, ceplere taşları
doldurup o canibe seğirten seğirtene. Gelsin
karşılıklı
veriştirmeler.
Kimisi
kale
bedenlerinde, kimisi ağaç, yıkık baca
arkalarında mevzi almış, yani enikonu cenk.
Kenara, bucağa büzülüp oğunanlar.
Yüzü gözü yara bere içinde kalanlar, kafası
Takım Açma Oyunu
lifan narı gibi yarılanlar. Mağluplar kirişi kırmada, galipler de yuhalarla takipte.
— Takım Açmak: Mart dokuzu çıkıp, çaylakların sesi duyulunca, onbeş –on altı
yaşlarındakilerin en önemli oyunu takım açmaktı.
Bir gaz veya mum sandığı ele geçirdiler m, yakın bostanlardan da iki fasulye sırığı
bulup yanlarına çaktılar mı tulumba hazır.
Hemen omuzlayıp naralar ata ata tabanları yağlarlardı. Sakalı çoktan ağartmış,
tesbihi sallandırmış efendi amcalardan, hatta bastonlu bastonlu veya paşa avniyeli
kırantalardan gene duran durana; dikkat kesilip keyifli keyifli mütalâa yürüten yürütene:
“ Mavi mintanlının kurt dingilisi yaman “
“ Başı mendil sarılı genç fos, çabuk şişiyor. “
“ Şu paytak ekstra fenerci olacak! “
Kendini tutamayıp bir yandan da öğütler:
“ Delikanlı, başını sandığın tarafına, sola yık. “
“ Ağzını kapa, burnundan soluk al evlat “
“ Omzunu açığa çeksene be çocuk!... “ 7
7
Sermet Muhtar ALUS, “ Mahalle Çocuklarının Oyunu “,
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
İslâmiyet’in erkân ve adabına çok hürmetkâr olan Türkler, bütün tarih boyunca
Ramazan ayına çok saygı göstermişler. Hattâ Osmanlılar devrinde, devletin merasim ve
teşrifatında bu aya mahsus bazı usuller vazetmişlerdir.
Nitekim Dördüncü Sultan Murat devrine ait bir münşeat (Münşeat, Divan
Edebiyatında nesir yazarlarının yazdıkları yazılara ve bu yazıların toplandığı mecmualara
denir.) kitabında bu merasimden bahsedildikten sonra:
(İşte, kanun budur ki, zikrolunmuştur. Lânet ona kim, bu kâideyii tebdil ve tağyir
eyliye)
Denilmektedir.
Bu merasimin başında Ramazan Tebriği gelirdi. Saraylardan, en ücra kulübelere
kadar her yerde, Ramazan ayının ilk gecesi, birbirini tebrik etmek adetti. Bilhassa, saraylarda
devlet erkânı arasında bu usule son derecede ehemmiyet verilirdi.
Sadrazam ile vezirle, ramazan’ın ilk gecesi saraya gidip Padişahı tebrik ederlerdi ve
aynı zamanda, başta yeniçeri olmak üzere ocak ağaları da tebrik için sadrazamın konağına
gelirlerdi. Bu merasimin ifası için, Ramazan'dan iki gün evvel, Sadrazam tarafından
başyazıcıya, resmen şu emir verilirdi:
(Yarın Ocak halkına tembih eyle. Divân esvapları ile kapıya gelsinler.)
Yazıcıbaşı, Sadrazam’ın bu emrine, derhal icap edenlere tebliğ ederdi. Emri
alanlar, derhal divan elbiselerini giyerek toplanırlardı ve teşrifat mucibince, şu sıra ile
sadrazamın huzuruna çıkarlardı:
Kapı Kethüdaları –yaya başılar –Deveci Ağalar, Başçavuş, Ocak İmamı, Dört
Haseki Ağalar, Turnacıbaşı, Sansuncubaşı, Zağarcıbaşı, Dört Solakbaşı, Kul Kethüdası,
İstanbul Ağası, Anadolu ve Rumeli Ağaları, Fodla Kâtibi, Yeniçeri Kâtibi, Sekbanbaşı, Yaya
Bölükbaşılar.
Kanun mucibince merasim şu şekilde icra edilirdi:
Baş Bölükbaşı Ağanın sağ ve solunda, ikinci bölükbaşı eteklerini tutarlar ve küçük
ve orta çavuşu kırmızı kırmızı dolamalarıyla8 ağanın önünde yürürler ve orta çavuş ağanın
sedeflkâri değneğini götürüp değneğini götürüp ve saadetlü ağa hazretleri selimi 9 ile ve dört
tüfekçiler kırmızı dolamalarıyla, ikisi sağında ve ikisi solunda yürürler. Baş mehter ve orta
mehter ağanın yanında, tüfekçiler önünde yürürler. Baş mehter ve orta mehter ağanın yanında,
tüfekçiler önünde yürürler. Bu minval üzere veziriazam hazretlerinin sarayına vardıklarında
muhzur ağa sorgucu ile ağaya karşı gelir. Eteğine girer. 10 Saraya vardıklarında cümlesi
atlarından inip yine yukarıda zikr ve tertip olunduğu üzere cümlesi el öperler. Biraz
oturduktan sonra, derece sırası ile çıkarlar. Yalnız Yeniçeri Ağası ile Kul Kethüdası,
Başçavuşu ve Kethüda Yeri Sadrazamın yanında kalırlar. Gizli bir söyleyecekleri varsa
Veziriazama anlatırlar. Sonra Yeniçeri Ağası Sadrazamın elini öpüp dışarı çıkar.
Yeniçeri Ağası dışarı çıkınca atına biner, Bölükbaşılar önünde yaya yürürler.
Veziriazam tebrik edildikten sonra derece silsilesi ile ikinci, üçüncü, dördüncü ve
yedinci vezire giderler. Tebrik vazifesini ifa ederler.
Bu merasim bitince Ağa Kapısı’na dönerler. Süleymaniye Camisi’nin köşesine
gelince, Kethüda Yeri atından iner. Yeniçeri Ağası’nın sağ eteğine girer. Kapıya kadar böyle
gelirler. Kapıdan girince sair ağalar saf teşkil ederek dururlar. Kul Kethüdası ile Başçavuş,
atlarından inerler. Ağanın koltuğuna girip atından indirirler.
Yeniçeri Ağası etrafına selam verir. Odasına girer. Kul Kethüdası da Başçavuşu da
beraber girerler. Ağanın yanında biraz otururlar. Ondan sonra elini öperek dışarı çıkarlar.
8
Elbiselerin üstüne giyilen sırma işlemeli cübbe
Merasime mahsus bir nevi kavuk
10
Eteğine girmek=Eteğini tutmak.
9
İstanbul’un fethinden itibaren şehirde Ramazan ayları daima parlak geçerdi. Fakat
Ramazan geceleri en ziyade, Üçüncü Ahmet devrinde daha parlak geçmeye başladı. Lale
Devri’nin meşhur veziri İbrahim Paşa, Çırağan Âlemleri kadar, Ramazan safhalarına da
ehemmiyet vermişti. Ramazan gecelerinde minareler arasına mahya kurmayı o düşünmüş ve o
emretmişti.
1722 yılına kadar mahya kuran Camiler sınırlıydı. Ancak Süleymaniye,
Sultanahmet, Yeni Cami, Üsküdar’da Gülnûş Sultan Camii minarelerine mahya kurulurdu.
Semanın karanlıklarına irtisam eden rengârenk kandiller, halkın pek hoşuna giderdi.
Yalnız erkeklerin değil, kadınlarında mahya seyrine çıkmaları adetti.
Halkın bu rağbeti Nevşehirli İbrahim Paşa’nın nazarı dikkatini çekmişti. Kadınların
ve çocukların mahya seyretmek için yorgunluğa katlanmalarını reva görmemişti. Bunun
üzerine Ayasofya, Fatih, Beyazıd, Sultanselim, Şehzade, Eyüp, Üsküdar’da Mihribah Sultan
Camilerinde de mahyalar kurulması için emir verdi.
Ayasofya Camisi
Padişah Üçüncü Sultan Ahmet’te vezirinin fikrine iştirak etti. Derhal bir ferman ile
İbrahim Paşa’nın emrini teyid eyledi. (Cevâmii mezkûrenin havalisi, envarı kanadili nûr feşan
ile, leylei kadirden nişan) verdi.
Kandillerin parlak nurları, halkı derhal etrafına topladı. Camilere devam edenlerin
miktarı fevkalâde arttı. Bu hadise halkın ibadette bile hissini tenvir edecek bir ziya aradığını
ispat eden bir delil yarattı.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın en ikballi devrinde, Ramazan ayı Sonbahar’a
tesadüf etmişti. Lale ve Çırağan zevkleri ile mest olan sadrazam, ramazan gecelerinin
ibadetini de sarayının bahçesinde mehtap sefaları ile birleştirdi. Hatta bir Ramazan da sevgili
zevcesi Fatma Sultan’ın kızamığa tutulması bile zevkperest vezirin neşeşini kıramadı.
Padişaha:
(Lalelerin temaşası, şevketlü hünkâra lâyık) olduğuna dair mektuplar yolladı. 11
11
Ziya ŞAKİR, “Tarihte Ramazan”, Son Posta 10 Ağustos 1945
LALE DEVRİ’NDE RAMAZANLAR VE ŞAİR NEDİM
İstanbul, hemen hemen bütün taşralıların hasretini çektiği en güzel mevsimini
yaşıyor. Nedim’in İstanbul’u:
Altında mı, üstünde midir cenneti alâ
Elhak bu ne hâlat bu ne hoş abü havadır.
Diye tasvir ettiği bir mevsimi. Lale, Gül bahçeleri arasında dolaşan herkes gam ve
kederi unutup hayatı tozpembe görmekte, müheyya meclislerde ayş-ü nuş âlemleri sabahları
bulmaktadır. Hayfa ki!.. Müftülüğün bu tebliği bu âlemlere son veriyor. Yarın Ramazan’dır.
Nedim bu tebliğ karşısında şaşkına dönmüştür. Bir türlü inanmak istememektedir.
Paspan verdi kudumiyle cevap eyleyene
Ramazan geldi mi aya! Diyerek istifham
Bilemem bende ki sahitte mi, takvimde ki,
Hele bir kizb var, ortada budur sadık kelâm.
Tebliğ, yalnız Nedim’i değil, onun gibi birçoklarını da hayretle bırakmıştır.
Ehli keyfin birisi der ki behey Sultanım,
Aydın ay belli hesap olmadı, Şaban tamam.
Fakat olan olmuştur hükmü kazaya boyun eğmek gerek:
Olacak oldu hemen çare ne şimden sonra
Edelim hükmi kaza destine teslimi zaman
Günler geçmekte, Nedim Ramazan adabına mugayir birçok itiyatlarını terk
edebilmek için çırpınmaktadır:
Neler çeker Ramazan içre iydedek göresin,
Nedim terk-i meyi huşkvar edinceye dek.
Nedim, onsuz yaşayamayacağını zannedip hattâ mahzeni olması için can attığı
şarabı biraz unutur gibi olmuştur. Fakat karşısında sâkiyi görünce burnunun kemikleri sızlayıp
derin derin iç çekmektedir:
Bir taraftan dahi ey muğbeçe sen de görünüp
Bize dert olma mübarek Ramazan ayında.
Artık bayram yakındır; daha düne kadar ayın on dördü gibi karşısında duran
sevgilisi bile oruç tesiri eriyip beli hilâl gibi bükülmüştür:
Şöyle bitap olmuş ol mehpare –tab ruzeden
Farkolunmaz kameti humı-gurrei yekruzeden
Yok mu bir lûtfun Nedimi zarına iyd üstüdür.
Defteri hicranı Sultanım hesap etmez misin
Diyerek Ramazan’dan iyice bıktığını ihsas ettirip bir taraftan da bayram
proğramını hazırlayarak teselli bulmaya çalışmaktadır:
Kıla erbabı dili abı hayata siyrap
Erişip Hızır gibi ah mübarek bayram
İbtida iyd gün icrayı merasimle geçip
Gecesi dahi olup maslahatı hab tamam
Çün ikinci gün olan böylece ahdeylemişim
Ki ne sabr eyleyeyim ol gün ne dernekü aram
Varayım haki tarabnakine yüzler süreyim.
Bir gün olsun alayım bari felekten bir kâm
Bir münasipçe refik ile girsek kayığa
Şevkle kullanırız gayrı bizimdir eyyam. 12
12
Hadi KOÇDEMİR, “ Ramazan’da Nedim “ , Salon 15 Temmuz 1948, Sayı: 18
MİNARE VE KANDİL
Minareler İslam beldelerinin en şerefli ziyneti ve hem de o beldelerin
alâmetifarikasıdır. Bir seyyah hiç bilmediği bir memlekete gitse Allahın birliğini ikrar ve
tasdik ederken kaldırılan parmaklar gibi semaya doğru yükselen minareleri görür görmez:
— Burası ehli İslam beldesidir.
Diye, derhal hükmünü verebilir.
Resulüllah Efendimiz Mekke’den Medine’ye teşrif ve Hicret buyurduktan sonra
Mescid-i şerifi yaptırırken minare inşa ettirmemişti. Çünkü namaz vakitlerinde Müslümanları
mescid-i şerife davet etmek için henüz bir usül ittihaz edilmemişti. Ancak vuku bulan davet
üzerine resülü ekrem efendimizin huzurunda toplanan Meşveret Meclisi’nde ezan şekli kabul
edildikten sonra müezzinlerin okuyacakları ezan sedalarının uzaklara kadar aksedebilmesi
için, gerek mescid-i şerife ve gerekse Medine’de ki mescidlere bir minare yapılmasına karar
verildi.
Muhtelif rivayetlere rağmen ilk minarenin nerede yapıldığı kesin belli değildir.
Ancak mescid-i şerifin inşasından biraz sonra Medine’de yapılan dört mescidden birinde
yapılmış olması hakkındaki rivayet, diğerlerinden kuvvetlidir.
Minarenin (Üçüncü Halife Hazreti Osman) tarafından ihdas edildiği de bu rivayetler
cümlesindendir. Hatta bu rivayeti ileri sürenler tarafından Halifenin ancak Cuma günleri ezan
okunmak üzere minare yaptırdığını da iddia etmekle beraber, ilk defa olarak Cuma ezanını
(İbad bin Sâmit) isminde bir zata okuttuğu ve hatta kendisininde bizzat ezan okuduğu beyan
edilmektedir.
Minareler, İslam beldelerinin ulviyetini gösteren en zarif dini abidelerdir.
Onun için Camileri, bilhassa selatin camileri yapan mimarlar, minarelerinde
zerafetine ahenk ve tenasibetine ehemmiyet vermişlerdir.
Süleymaniye ve Sultanahmet Camileri minarelerinin inşa tarzındaki ahenk, birer
sanat bediasıdır. Aynı zamanda Süleymaniye Camisinin minarelerindeki on, ve Sultanahmet
cami minarelerindeki ondört şerefe de bu Camilerin bânileri olan Sultan Süleyman’ın onuncu
ve Sultan Ahmet’inde ondördüncü padişah olduklarının ifadesidir.
Süleymaniye Camisi
Beş, dört ve hatta üç asır evvel yapılan minareler biraz kalın olmakla beraber,son
iki asır zarfında yapılmış olan minareler daha ince ve daha zariftir.
Aksaray’da ki Valde Camisi ile Tophane’de ki Nasreddin Camisinin Ortaköy ve
Dolmabahçe Camilerinin minareleri, cidden zarif birer zarif sanat bediasıdır.
Minarenin nur kelimesi ile münasebeti nazarı dikkate alınırsa, bunların hem ezan
sesini halka duyurmak ve hem de mübarek gecelerde kandil yakılmak için yapılmış olmalarını
kabul etmek lazım gelir.
Eski Ramazanlarda Mahya Yazıları
Erkekler: Valde Hanım, hiddetlenme dur. Bir dakika bizi dinle. Bak mahyada
“Maşallah“ yazısı var. Biz de onu yüksek sesle okudukta onun için (Onbir ayın
Sultanına Maşallah) dedik!
Minarelerde kandil ne zaman yakılmaya başlamıştır? Bu hususta da bir hayli ihtilâf
vardır. Fakat tarihi delillerden anlaşılıyor ki Ramazan-ı şerifin birinci gecesinden Ramazan
Bayramı’nın birinci gecesine kadar minarelerde kandil yakmak adeti Birinci Sultan Ahmet
devrinde 1019 tarihinde başlamıştır.
Bu vaziyet Üçüncü Sultan Ahmet Devrine kadar devam etmiştir. Fakat Osmanlı
harici İslam beldelerinde Bayram geceleri de kandil yakmak adet olduğu nazarı dikkate
alınarak, Sultan Ahmet’in Veziri azamı ve Sevgili damadı Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından
Bayram Geceleri de minarelerde kandil yakılması için emir verilmiştir.
İlk zamanlarda yalnız Ramazan ve Bayram gecelerine mahsus olan bu adet kısa bir
müddet sonra, Resülü ekrem efendimizin dünyaya gelmiş oldukları gece ve daha sonraları ise
Miraç, Reğayip ve Berat kandillerinin gecelerine de teşmil edilmiştir.
O tarihlere kadar devlet ricali ile saray erkânı ve şehrin zenginleri ve ileri gelen
tüccarları sadece Padişahların Culûs ve Velâdet günlerine tesadüf eden gecelerde, içlerinde
zeytinyağı ile beraber rengârenk sular bulunan kandiller, fenerler ve fanuslar asmak suretiyle
evlerini donatırlar. Servetlerinin derecelerine göre evlerinin ve konaklarının önlerine yine
fenerler ve kandiller asılı olan Tak’lar kurarlardı. Yalnız, minarelerde kandil yakılmazdı.
Lakin resülullah efendimizin dünyaya teşrif buyurdukları günlere tesadüf eden gecelerde,
minarelerde kandil yakılması adeti usülü ihdas edildikten sonra, yalnız o gecenin şerefine
olmak üzere hem minarelerde kandiller yakılmış ve hem de evler eskisi gibi donatılmıştı.
İkinci Sultan Mahmut devrinde ve 1251 tarihinde, hükümet tarafından yarı resmi
olarak bir beyanname neşredilmişti. Bu beyannamede; Mevlüd-ü resulüpenahiye tesadüf eden
gün ve gecelerde beş vakitte birer nöbet top atılacağı zikredildikten sonra önce, istekli
olanların yalnız evlerini değil, dükkânlarını da donatarak tıpkı culûs ve velâdet gecelerinde
olduğu gibi umumi şekilde bir donanma yapılmasına ruhsat verilmişti.
Kış geceleri minarelerde kandil yakmak pek kolay bir iş değildi. Çünkü şiddetli
ceryanlara maruz olan minarelerin tepelerinde, küçücük bir meşale ile kandil yakmak, ancak
bir ihtisas işi idi. Bunun içinde maharet sahibi kandilciler istihdam edilirdi.
Yalnız Sultanahmet Camisi’nin minarelerinde altı yüze yakın kandil vardı. Akşam
ezanı ile kandilleri yakmaya başlayan kandilciler, serdettikleri maharet sayesinde, bunları
yatsı ezanına kadar yakmaya muvaffak olurlardı.
Ramazan ayı yaklaşmaya başladığı zaman, Vakıflar İdaresi tarafından Camilere
tulumlarla zeytinyağı gönderilirdi. Bunlar büyük Camilerin yağhanelerinde depo edilirdi.
Cami kayyumları tarafından kandiller yıkanır, şamandıra denilen kandiller hazırlanırdı.
İbriklere konulan yağlar, kandillere konulduktan sonra bir meşale ile yakılırdı.
Bunlar, cidden çok güç ve oyalayıcı işlerdi. Bereket versin de elektrik bu işlerle
uğraşanların imdatlarına yetişti. 13
13
Ziya ŞAKİR, “Ramazan Sohbetleri “ , Akın 6 Haziran 1952
MAHYALAR
Ramazan’ın İstanbul gecelerini süsleyen bir özelliği de kuşkusuz mahyaların
kurulmasıdır. Mahyalar Camilerin gündüzleri İstanbul’un siluetinde oynadıkları bediî role
geceleri de, titrek ışıkları ile yeni bir kıymet ilave ederler. İstanbul’un çehresine ramazanı
hatırlatan bir güzellik bir değişiklik verirler.
Mahyacılık başlı başına bir sanat, hem de memleketimizden başka hiçbir yerde ne
düşünülmüş, ne de yapılmış olduğundan tam manası ile bir Türk sanatıdır. Milli bir sanattır.
Minareleri aydınlatmak usulü Mevlüt ve Regaip gecelerinde ve II. Selimin devrinde
başlamıştır. Senenin bu iki gecesinde Sâlatin Camilerinin imamları sıra ile saraya davet olunur
ve yatsı namazından sonra vaız da bulunurlardı. Bu vaızları Padişahta dinlerdi.
III. Murat Devrinde ve 1577 yılında Koç Mustafa Paşa Dergâhı Şeyhi Necmeddin
Hasan Efendi, dergâhını kandillerle donattı ve bu yılı takiben de Mevlüt ve Regaip
gecelerinden başka Berat ve Miraç gecelerinde de kandil yakmak usulden oldu.
Birinci Ahmet zamanında başladığı, Üçüncü Ahmet zamanında geliştiği söylenir
Ramazan'ın birinci gecesinden bayram gecesine kadar İstanbul minarelerinin
kandillerle donatılması 1610 tarihinde ve I. Ahmet devrindedir. Mahya da bu tarihte icat
edilmiştir.
Fatih Camisi müezzinlerinden ve meşahiri hattatinden Hafız Kenevi namında bir zat
gayet ustaca yapılmış süslü bir çevre işleyip I. Sultan Ahmet'e takdim eylemiş ve çevredeki
müressemat Padişah tarafından pek ziyade beğenilmekle âdâbı diniyeye muvafık olmak üzere
bu nevi müressematın Ramazan gecelerinde minareler arasında iraesi ferman edilmiş, Sultan
Ahmet Camisinin inşa tarihi olan 1617'de mahyanın burada da icadı müyesser olmuştur.
. Ali Rıza Beyin “ on üçüncü asrı hicride ramazan adetleri” başlıklı yazılarının
ilkinde verdiği bilgiye göre:
“ Leyle-i Ramazan-ı şerifte mahya kurulmak cevami-i selatinden Sultan Süleyman,
Sultan Ahmet, Valde Sultan ve Üsküdar’da kezalik Valde Sultan Camilerine mahsus ve
münhasır iken Sultan Ahmedi Salis ahdi saltanatında Damat İbrahim Paşa’nın tensibi ile
Ayasofya, Fatih, Beyazıd, Sultan Selim, Şehzade ve Eyüp Camilerinde dahi mahya yapılması
irade olunmuştur ve her sene ramazanı şerif takarrübünde canibi evkaftan cevamii şerifeye
kandil yağları ve bal mumları tevziatına iptidar olunur ve şehri mezkûre on beş gün kala yani
Berat Kandili’nin ertesi günü selâtin minarelerine mahya ipleri kurulmaya başlar. “
Valde Camisi
İlk önce iki minarenin arasına birbirlerine bağlı halkalar geçirilmiş kalın bir halat
veya tel gerilir. Bu halatın altında karşı minaredeki büyücek bir halkaya geçirildikten sonra
uçları birbirine bağlanmış ince bir yedek halat daha vardır. Üst kısmı gerili halata nispetle
daha gevşek alt kısım ise büsbütün gevşek duran bir ince halatın bağlı yerinde de küçük bir
kanca vardır. Bu kanca gerili halatın ilk halkasına geçirilir. Yedek halatın alt kısmı öne
çekildikçe üst kısmı halkaları ileriye öteki minareye doğru yürütülür.
Yazılacak yazı veya yapılacak şekil evvelce murabbah bir kağıda yazılmış veya
resmedilmiştir. Murabbalar sayesinde kandillerin yerleri tespit olunarak yukarıdan aşağı
düşen kandiller, boşluk nispetleri de muhafaza edilmek suretiyle, bir ipe yapılan ve ve
kağıttaki murabbalara tekabül eden düğümlere dizilir. Yedek halat çekildikçe ilerleyen
halkalar, üstü kapaklı küçük tahta birer kutu içinde bulunan, kandillerin asılı bulunan bu
düğümlü ipleri de birer birer yürütürler. Böylece yazı ve resim kaç halkaya göre yazılmışsa o
kadar halka ve kandil asılı düğümlü ip iki minarenin arasını doldurur. Yazı veya şekil vücuda
getirilmiş olur. Kandillerin kutuları onların kırılmasına mani olmak, kapaklarda sönmelerini
temin etmek içindir.
Üçüncü Ahmet zamanında “ Zülfikar “ı resmeden bir mahya hakkında o sıralarda
vak'anüvis bulunup sonraları Şeyhülİslam olan Küçük Çelebizade Asım Efendi şu kıtayı
söylemiştir:
Bu şebi ferhundede mahiyeden
Şehzadede
Seyredenler resmi tiği Zülfikarı
Haydari
Dediler mahyayi devlet sadrı âsa
Menkıbet
Eyledi âvize çarhda tiği nusret
Cevheri.
Camilere, Ramazanların on beşine kadar (Merhaba ya Şehri Ramazan), (Sefa
geldin yâ şehri Ramazan) gibi ibarelerle mahyalar kurulur. On beşinden sonra da Zülfikar,
gemi vesaire gibi münasip resimler tertip olunurdu. Bu resimler muhtelif ışıklarla ve çok
sanatkarane bir şeklide yapılırdı.
Mahyaların, hariçte kurulamayacak kadar yağmurlu ve rüzgarlı günlerde,
Camilerin içinde de kurulduğu vaki idi. Evvelce bilhassa Ramazan’ın muayyen gecelerinde
mesela Ayasofya Camiinde mahya kurmak mutad idi. Kubbenin mihraba bakan ön kısmına
yakın bir yere ipler gerilir, biraz evvel tarif ettiğim şekilde mahya kurulurdu.
Mahyalarda evvelceleri hep dini ibareler yazılır ve muhtelif resimler yapılırdı.
Meşhur hattatların yazılarının da aynen kullanıldığı vâki idi. Sonraları vecizelerden istifade
edildi. Hilalı Ahmer ve Tayyare Cemiyetleri mahyalara mevzu teşkil ettiler. Bu gün de latin
harfleriyle kurulan mahyalar umumi olarak içtimai hayatımızı ilgilendiren vecizelerden
istifade etmektedirler. 14
Mahyacılık dünyanın en güç ve en tehlikeli işlerindendir. Bir mahyacı eğer bir
kazaya kurban gitmezse, mutlak ciğer hastalıklarından can verir. Bir kış ramazanı tasavvur
ediniz. İstanbul’da hiç eksik olmayan lodos şiddetle esiyor ve yüksek minarenin tepesinde
yüksek bir kasırga tesiri husule getiriyor. Hatta orda ne varsa savurmak istiyor. Böyle bir
fırtına da, minarenin o daracık şerefesinde durmak, orada bulunan yüzlerce kandilin tahta
kovanlarını rüzgârın müthiş hücumlarına karşı korumak ve o baş döndürücü uğultu içinde
mahya kurmak, kolay iş değildir…
Önce, minarelerin üst şerifelerinden yekdiğerine kalın bir halat gerilir. Halatın bir
ucuna boncuk denilen şimşirden yapılmış halka geçirilir.
14
Selim Nuzhet GERÇEK, “ Mahyalara Dair “ , Tasvir-i Efkâr 19 Eylül 1942, Sayı: 5180–823
Birer arşın aralıklarla ince bir ipe dizilmiş bu boncukların altlarında ufak birer
kanca vardır. Boncukların sayısı iki minare arasındaki mesafeye göre 30–40–50 metre uzatılır
veya kısaltılır.
İki minare arasına bir ip daha serilir. Buna da yedek denilir. Bu ip iki kattır. Bir ucu
karşıki minarenin şerefesine bağlanmış olan makaradan geçtikten sonra, tekrar öteki ucun
bulunduğu şerifeye bağlanmıştır. Yani ipin her iki ucu aynı şerife de bağlıdır.
Bu ipin vazifesi, üzerine bağlanan kandilleri ileri sürmek ve geri çekmektir. İşte
boncuklar bu ipe geçirilir. Boncuklara bağlanmış olan kandillerde bu vasıta ile boşluğa
salıverilir. İcabına göre, yine o ip vasıtasıyla ileri ve geri çekilir.
Bunların hepsine Bocurgat takımı denilirdi. Bu takımı bir zamanlar Süleymaniye
mahyacıbaşılığında bulunan Abdüllatif isminde bir zat ıslah etmiştir.
Mahya ipleri ve halkaları bu suretle hazırlandıktan sonra, mahyanın düzenine
geçirilir. Mahyacılık için biraz resim ve yazı da bilmek gerekir. Önce üzerinde dört köşe
çizgiler bulunan bir kâğıtta, kurulacak mahyanın plânları tertip edilir. Mesela: Eski yazılarla
(Ata) kelimesi yazılacaksa bu kelimenin ilk harfi olan elif için mahyanın büyüklüğüne veya
küçüklüğüne göre üç veyahut beş metre uzunluğunda bir ipe, sıra ile kandiller dizilmek icap
ettiğinden bunların yerleri, o dört köşe çizgiler bulunan kâğıtta noktalarla tespit edilir. Bu
suretle eski yazıların (elif) harbi belirir.
İkinci ipte T harfinin ucu vardır. Bunun içinde ikinci ipe iki kandil koymak
lazımdır. Üçüncü ve dördüncü iplere, birer kandil koymak kâfidir. Beşinci ip yine (elif) dir.
Buna da birinci elifte ne kadar kandil varsa, o kadar kandil konulduğu takdirde – eski yazı ile(Ata) kelimesi meydana çıkıverir.
Eski yazı sağdan sola yazıldığı için yazı inkılâbından önceki kelimenin sol harfleri
belirirdi. Birçok meraklılar, mahya kurulurken minarelerin görüldükleri yere toplanarak
yazılan kelimenin tamamlanmasını beklerlerdi.
Mahya kurulacak olan kandiller birer tahta kutu içine konulur. Yarısı bu tahta kutu
içinde kalan kandillerin, ancak kutu dışında kalan kısmından ifade olunur. Fakat bu kandiller,
hem içinde bulunan yağlar ve sular, hem de kendilerini muhafaza eden kutular dolayısıyla bir
hayli ağırlaştığı için, bunları sevk ve idare etmek pek zordur.
Fırtınalı havalarda mahya kandilleri fena halde sallanırlar. Birer kutu muhafaza
içinde bulunmakla beraber, birbirlerine çarpar ve kırılırlar. Böyle sert rüzgârlı gecelerde
mahyacılar, çok büyük tehlikeler geçirirler. Hatta bazıları ipi çekmek için bütün kuvvetlerini
sarf ederken, minareden düşüp ölürler. Onun için böyle havalarda mahyacılar – haklı olarak –
çok korkarlar. Adeta mahya kurmamak için bahaneler ararlar.
Eski mahyacıların oldukça zengin bir mahya defterleri vardı. Bunda ramazanın
otuzuncu gecesinde kurulacak olan mahyalar (merhaba) kelimesinden, Ramazan ayının binip
de gittiğini temsil eden kayığa kadar, bütün plânlarıyla sıralanmıştı. Bu defterler daima
babadan oğula miras kalırdı. Hatta maddi ihtiyaca maruz kalan mahyacılar bunları gözden
çıkarmak mecburiyetinde kalırlarsa, oldukça büyük paralar mukabilinde, yine meslektaşlarına
satarlardı.
Bazı mahir mahyacılar, renkli kandillerle de mahya kurarlardı. Ramazan ayının on
beşinden sonra şekiller yapmaya başladıkları mesela bir gül resmi yaparlar; bunun çiçek
kısmını kırmızı ve yapraklarını da yeşile boyarlardı.
Kandillere renk vermek zor bir iş değildi. Bunun yegâne sırrı, kandillerin içindeki
zeytinyağının altında bulunan su kısmına, lazım olan renkte boyalar karıştırmaktan ibaretti.
Elektrikle beraber mahyacılıkta ilerleme kaydetmiştir. Birçok külfetli ve masraflı
olan kandiller yerini artık elektrik ampulleri almıştır. Fakat mahyanın kurulma şeklinde hiçbir
şey değişmemiştir. 15
15
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “ , Akın 6 Haziran 1952
Bir de Büyük Camilerde kandil uçurtmaları vardı. (Bu uçurtmaların iplerinin bir
ucunu minarelerin şerefelerine, diğer ucunu da havlunun şerifeye muhazi bir mahalline iki-üç
zırâ yüksekliğinde bağlanıp, uçurtmacı Teravihten sonra kandil uçurtmaya başlar, Seyirciler
Cami avlusunda toplanarak uçurtmacı da o sırada kandil ipini avluya bağlı olduğu yere kadar
saldırır, seyirciler kandil kutusunun bir tarafına şeker, kurabiye gibi şeyler koyup uçurtmacıya
hediye gönderirlerdi.
Büyük Camilerde Ramazan gecelerinde dahili ışıklar da yakılır ve buralara dahili
mahyalarda kurulurdu.
Yalnız bütün İslam memleketlerinde bayram geceleri türlü şenlikler ve
donanmalar yapılırken İstanbul minareleri bu gecelerde karanlık bırakılırdı. Bu usulde
Nevşehirli İbrahim Paşa devrinde terk edilerek II. Mahmut devrinde ve 1335 yılından itibaren
Mevlit gecelerinde minarelerle beraber evlerde ve dükkânların önleri kandillerle donatılmaya
ve şehirde beşer nöbet top atılmaya başlanıldı.
1852 yılı Ramazanını İstanbul’da geçirmiş olan bir Amerikalı Kadir Gecesinde
şehrin ve Boğaziçi'nin ışıklar altında kaldığı efsanevi manzarayı şöyle anlatmaktadır:
" Sarayburnu ışıklarla donanmıştı. Burada ki ve Tophanedeki bataryalar hususi bir
tertibatla alev neşrediyorlardı. Minarelere mahyalar kurulmuştu. Bir mahyanın üzerinde
(Padişahım çok yaşa) ibareleri okunuyordu. Limandaki gemilerin baş tarafları hususi bir
şekilde aydınlatılmıştı. Direklerden aşağıya doğru renkli fenerler sallanıyordu.
Denizde yüzlerce kayık vardı ve kayıklar kâh karanlıkta kalıyor, kâh karanlıkta
kalıyor, kâh birdenbire Tophane'den ve Sarayburnu'ndan gelen kuvvetli ışık huzmeleriyle
aydınlanıyordu. Bizde bir kayıkla denize açıldık. Camilerin, gemilerin silueti gayet muhteşem
bir şekilde görünüyordu.
Bu esnada bir top atışıyla Sultanın saraydan çıktığı ilan edildi. Bu ateşe gemilerin
bataryaları cevap verdiler ve topların aksi sadaları Haliç ve Üsküdar kıyılarını doldurdu.
Mütemadi top atışlarıyla beraber gemilerin güvertelerinden ve Sarayburnu ile
Tophane'den göklere doğru sayısız ve renk renk havai fişekler yükselmeye başladı.
Sultan bu Kadir Gecesi'nde mutat olan Ayasofya'ya değil Tophane Camisine
gidiyordu. Onaltı Hamlacı tarafından çekilen muhteşem saltanat kayığı, suları hızla yararak
yakınımızdan gelip geçti. Tophane Camisi ve Meydan altın ve gül rengi ışıklarla masallardaki
gibi aydınlanmıştı. Cami adeta nurdan yapılmışa benziyordu.
Sultanın kayığının baş tarafı altın yaldızlı ve büyük bir kavis halinde idi.
Arkasında parıltılar içinde bir tahtı andıran köşkü vardı. Bu köşkün altında Sultanlar,
Sadrazamın gölgelerini seçtik. Saltanat kayığını yirmi dört kişilik bir kayık takip ediyor ve
Hamlacılar kürekleri ayakta çekiyorlardı.
Sultan Camiye girdiği vakit toplar durdu. Ateşler parlaklığını kaybetti. Fakat
donanmanın ışık şenliği devam ediyordu. Sultanın ibadeti bir saat kadar sürdü. Biz
kayığımızla Boğaziçi’ne açıldık. Türk firegatları Asya'nın karanlık dağları önünde renk renk
ışıklarda heybetle yatıyorlardı.
İstanbul Ramazanlarında şehirde dükkânlar, kahveler sahura kadar açık tutulur,
halk sokakları doldurur, evlerin ve dükkânların önleri kandiller; fanuslar, resimlerle süslü
kağıt fenerlerle donatılırdı.
Bu yarı aydınlıkta ve biraz hayal içinde, dünya ya ve ahirete ait iyi hislerle dolu
sâf gönüller kendilerini mesut ve bahtiyar sayarlardı. 16
16
Haluk Y. ŞAHSUVAROĞLU, “ İftarlar “, Tasvir 18 Ağustos 1946, Sayı:
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
Yarım asır evvel, İstanbul’un yaz ramazanlarına doyum olmazdı. O sıcak mevsimde
gündüzler bir hayli güçlükle geçerdi. Hatta çok sıcak günlerde, oruçlular arasında susuzluktan
düşüp bayılanlar bile eksik değildi. Fakat akşam serinliği başlar başlamaz; vaziyet derhal
değişirdi. Boğazdan gelen tatlı meltemler, bütün günü hararetin şiddeti ile boğazı kuruyan ve
hatta dudakları çatlayan oruçlulara, derhal yeni bir kuvvet ve kudret, yeni bir zindelik verirdi.
İkindi vakti olur olmaz, akşam hazırlıklarının arasında başka bir faaliyet daha
başlardı. O da su soğutmaktı. O vakitler henüz buz fabrikaları olmadığı için, su soğutma
işlerini karlıklar yapardı ve bu maksatladır ki, hemen her evde bir-iki karlık vardı.
O devirde kar’ı sucular satarlardı. Her sucu dükkânının arkasında büyük bir kar
deposu vardı. Bu depo hiçbir zaman boş kalmazdı. Onun için o devrin kar satanları
müşterilere nazlanmazlardı.
İstanbul’a kar, Keşiş Dağı’ndan gelirdi. Keşiş Dağındaki kar kuyularında toplanmış
olan karlar, Bursa’da ikamet eden Buzcu Beyler adında bir aileye verilmişti. Padişahlar
tarafından ferman ile verilmiş olan bu imtiyaz, saltanat devrinin son günlerine kadar devam
etti. Saraya lazım olan karları da bu buzcu beyleri katırlarla Mudanya’ya indirirler, oradan da
İstanbul’a gönderirlerdi.
Şehremaneti İstanbul’un karsız kalmamasına çok dikkat ederdi. Bilhassa yaz
ramazanlarında, bu yöne bir kat daha önem verilirdi. İstanbul halkı iki şeyden sıkıntı çekerdi.
Biri kar, diğeri de ekmekti.
İkindi vaktinden, akşam ezanına kadar karlıklarda soğutulmuş olan sular. İftara
birkaç dakika kala bardaklara boşaltılarak sofraların üzerine dizilirdi. Sofranın etrafına
toplanarak selâti selâm çeken ve büyük bir heyecan ile top atılmasını bekleyen oruçluların, o
buğulanmış bardakların içindeki sulara gözlerini dikerek oruç bozmak için sabırsızlanmaları
görülecek şeylerdendi.
İftar sofrasından kalkanlar, derhal sokaklara fırlarlardı. Oturdukları mahallelerin
civarındaki serin kahvelere can atarlardı. Koca bir günün sıcağı içinde bunalanlar, o serin
yerlerde geniş bir nefes alırlardı.
İstanbul’un çeşitli yerlerinde, edata yoğunlaşmış kahveler vardı. Fatih
Meydanı’ndaki kahvelerle, Beyazıt Meydanı’nın kahveleri dolup dolup boşalırdı.
Bu meydanlardan en çok rağbet gören yer, Ayasofya Meydanı ile tramvay yolu
üzerindeki Millet Bahçesi idi. Ayasofya Meydanı, karşılıklı iki sıra atkestanesi ağaçlarından
ibaretti. Akşam ezanından evvel sulanmaya başlayan bu ağaçların altı hem oturanları
serinletir, hem de hafif bir toprak kokusu ile insanın içine uhrevi bir zevk verirdi.
İftardan sonra yatsı ezanları okununcaya kadar, ağaçların altındaki sıra kahveler
tamamıyla dolardı. Oturacak yer kalmazdı. Ayasofya ve Sultanahmet minarelerinden ezan
sesleri duyulur duyulmaz, halk camilere gittiği için çabucak boşalırdı. Lakin teraviden sonra
tekrar bir hücum başlar, muhtelif halk zümreleriyle dolardı.
Bugünkü Sultanahmet Parkı’nın tramvay yolu üzerindeki cephesinde Millet
Bahçesi denilen bir gazino vardı. Bu gazinonun müşteriler iki sınıfa ayrılmıştı. Bir sınıfı, o
büyük çınar ve atkestanesi ağaçları altında yalnız serinlemek için otururlardı. Diğer bir zümre
daha vardır ki, etrafı çimentodan kaskatlarla çevrilmiş olan gazinonun içinde dama, satranç,
tavla ve kağıt gibi oyunlar oynarlardı.
Buradaki dama ve satranç oyuncularının piri İsmet İnönü’nün pederi Reşit Bey’di.
Yaz, kış arkasındaki kürkü çıkarmayan bu zata Çerkes Reşit Bey derlerdi…
Sahurdan sonra Divanyolu’nda büyük bir izdiham başlardı. Yaya kaldırımı
dolduran erkek ve kadın kalabalığı Divanyolu caddesinin ortalarına kadar taşardı.
Divanyolu
Bu insan akını, Beyazıt’a doğru çıktıkça artardı ve nihayet Direklerarasına
dayandığı zaman büyük bir insan anaforu halini alırdı.
Şehzadebaşı
Direklerarasındaki kahveler ve çayhaneler, sandalyelerini dışarıya çıkarırlardı.
Otomobil ve tramvay tehlikesi olmadığı için yalnız yaya kaldırımlarını değil, bütün caddeyi
doldururlardı. Herkes şen ve neşeliydi. Bu hali görenler kendi kendilerine:
— Acaba şu halkın hiç gamı kasaveti yok mu?
Diye sorarlardı. Bu sualin cevabı hazırdı. O devirde halk kanaatkârdı. Çoluğunun
çocuğunun günlük nafakasını çıkaranlar yan gelip, zevkine bakardı.
Yaz Ramazanlarında muhallebici dükkânlarında da büyük bir kalabalık göze
çarpardı:
— Hararet söndürüyor. Buz gibi.
Diye bardaklarını şakırdata şakırdata şerbetçilerde halk arsında dolaşırlardı.
Kısası yaz Ramazanları pek neşeli geçerdi. Bilhassa Boğaziçi sayfiyelerinde
bulunanlar, yalılardaki iftarlarının parlaklığı ile adeta birbirleriyle rekabetlere girişirlerdi.
Kış ramazanları da pek fena geçmezdi. Yağmurlu ve karlı günlerde halk akşamı
Camilerde ederlerdi. Günler kısa olduğu için, yaz günlerinin oruçları kadar sıkıntı
çekmezlerdi.
Ekseriya, evlerde toplanırlardı. Sahur zamanına kadar ya Hamzanâme, uhud çengi,
Kerbelâ şehitleri ve saire gibi kahramanlık menkıbelerini ihtiva eden kitaplar okurlardı.
Veyahut Tura, Peçiç, Filcan gibi zararsız oyunlar oynarlardı.
Ramazanın ne günleri ve ne de geceleri, bu günkü gibi büyük bir kayıtsızlıkla
geçmezdi. Oruç tutulsun, tutulmasın; büyük ve küçük herkes onbir ayın bir sultanı olan bu
mübarek aydan bol bol istifade ederdi. 17
Ramazan Gecelerinde Şehzadebaşı Piyasası
17
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “, Akın 10 Haziran 1952
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
Eski Ramazanlarda, şehrin manzarası birdenbire değişirdi. Gece hayatı olmayan
şehrimizde birdenbire bir hayat ve hareket belirirdi.
Akşam Namazı ile Yatsı Namazı arasında vakit gayet sakin geçerdi. Lâkin Yatsı ve
Teravi Namazları kılındıktan sonra, artık büyük caddeler ve bilhassa Ayasofya ile
Şehzadebaşı caddesinin son noktasına kadar her taraf adeta bir insan mahşeri haline gelirdi.
Teravi Namazından çıkanlar, kahvehanelere, çayhanelere dağılırlardı. Bir taraftan
kahve ve çay içerken, diğer taraftan da tatlı tatlı muhabbetlere koyulurlardı. Hele mahalle
kahvehanelerinde sahurlara kadar oturanlar da vardı.
Caddelerdeki esnaflar, umumiyetle dükkânlarının içine parlak ışıklı lambalar,
fenerler asarlardı. Bu suretle caddelerin ışıklarını arttırırlardı. Birçok kahvelerde, dükkanlarını
rengarenk fenerler ve kağıttan yapılmış zincirlerle donatırlardı.
Diğer günlerde erkenden yataklarına giren komşularıyla uyumazlardı. Ellerinde
fenerler olduğu halde, dostlarını ve ahbaplarını dolaşırlar, ancak sahur yemeklerini yedikten
sonra dolaşırlardı.
1263 senesinde hükümet tarafından bir beyanname neşredilmişti. Bu beyannamede
istekli olanların caddelerdeki dükkânlarının önünde tenvirat yapmalarının hükümetçe hoş
görüleceği ilan edilmişti. Bundan maksat da belediyenin lâyıkıyla aydınlatamadığı sokakları
ışık temininden ibaretti.
Caddelerin hava gazı ile tenviri 1856 yılında ihdas edilmişti. O tarihte henüz
yapılmış olan Dolmabahçe Gazhanesinden, ilk defa olarak Beyoğlu caddelerine ışık
verilmişti. İstanbul ve Üsküdar caddeleri petrol lambalı fenerlerle tenvir edilirdi. Her lambaya
belediye tarafından senede iki yirmi iki buçuk kuruş fiyat konmuştu. Bu para o fenerlerin
bulunduğu semtler halkından mahalle imamları marifetiyle tahsil edilerek tenvirat işini
deruhte etmiş olan …. Teslim olunurdu.
Ramazanın üçüncü ve dördüncü akşamlarından itibaren davulcular çıkmaya
başlardı. Bunlar, kendilerinin uydurdukları bir takım basmakalıp beyitler söyleyip davulu
çalarak evlerden para toplarlardı.
İlk geceler:
Besmeleyle çıktım yola
Selam verdim, sağa sola
Benim devletli efendim;
Ramazan mübarek ola.
Diye beyitler söylemeye başlarlardı. Pencerelere üşüşen kadınları ve çocukları
görünce şımarırlar, saçma sapan bir takım şeyler söylemeye başlarlardı. Bunlardan kadınlar ve
çocuklar çok hoşlanırlardı. Ve hele:
Halayıklar, halayıklar
Ocak başında sayıklar.
Davulun sesini duyunca
Pirincin taşını ayıklar.
Beytine bayılırlardı. Camiler hakikaten nura boyanırdı. Kandillerin ışıkları
pencerelerden dışarıya taşardı. Teravi namazından çıkanlar, Caminin önünde durarak büyük
bir merak ile minarelerde kurulmuş olan mahyaları temaşaya koyulurlardı.
Şehrin en kalabalık muhiti Şehzadebaşı idi. Şimdi şekli ve çehresi tamamıyla
değişmiş olan dükkânların önü, direklere istinad etmiş olan revaklardan mürekkepti. Onun
için buraya, direkler arası adı verilmişti.
Caddedeki dükkânların ekserisini kahveler ve çayhaneler teşkil ederdi. Yaz
Mevsimine tesadüf eden Ramazanlarda bu dükkânların içleri dolar taşar, hatta caddenin iki
tarafına bir hayli yer işgal edilirdi. Halk bu daracık yoldan, güçlükle geçerdi.
Ramazan gecelerine mahsus olmak üzere, bu vaziyete Belediye tarafından da
müsamaha gösterilirdi.
Tiyatrolar da direkler arasına sıralanmıştı. Bugün şehir Tiyatrosu adını verdiğimiz
belli başlı tiyatroya mukabil o tarihlerde bir hayli tiyatrolarımız vardı. Bunlar, halkı memnun
etmeye çalışırlardı.
Şehzadebaşı Yeni Ferah Tiyatrosunda “ Maşuk Efendi “
Oyunu El İlanı
En başta, Abdürrazak’ın tiyatrosu gelirdi. Adi bir
salaştan ibaret olan bu tiyatro da komik rolleri oynayan bir halk
sanatkârı, en çok söylenen bir artistti.
Ondan sonra Kel Hasan gelirdi. Bu tiyatronun
müdavimleri de, en basit halk tabakasından ibaretti.
Bunların karşısında Manakyan’ın idare ettiği Dram
Tiyatrosu vardı. Buna da, ciddi oyunlardan hoşlananlar dolardı.
Bazen At cambazı denilen Sirklerde gelirdi. Bunlar da
bir hayli müşteri celbederlerdi.
Oynadıkları oyunların mahiyetleri neden ibaret olursa
olsun, bunlar kâmilen dolardı. Çünkü seyircilerin pek çoklarını
cezbeden bir kuvvet vardı ki o da kantoculardı.
Kantocular, hem dansöz ve hem şantözlerden ibaretti.
(Gran Kasa) denilen bir zilli davul, bir trampet, bir klârnet, bir de
trombondan ibaret olan bir çalgı takımının ahengine uyarak hem de
kantolar söylerlerdi. Bunlar ekseriya açık saçık şarkılar söylerlerdi
ve hantal vücutlarını sarsa sarsa oynadıkları oyunlarla kendilerini
mühimce bir zümreye beğendirirlerdi.
Kel Hasan Efendi
Bu arada Karagözler, Meddahlar ve Hokkabazlar da bir hayli müşteri celbederlerdi.
Karagöze gidenlerin mühim bir kısmı çocuklar olmakla beraber bunların arasında görülen
yaşlı yaşlı adamlarda az değildi.
Meşhur Hokkabaz Portakaloğlu
Otuz gece bütün eğlencelerle değişen şehrin çehresi daha Şeker Bayramı’nın birinci
gününden itibaren derhal değişiverirdi. Ramazan sona erer ermez, gece hayatı da sona erer,
şehir yine eski sessizliğine dönerdi. 18
18
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “ , Akın 26 Mayıs 1952
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
Ramazan bir taraftan ibadet ve oruç ayı olmakla beraber, diğer taraftan da nefis,
yemekler yenilen ve leziz şerbetler içilen mübarek bir aydır.
Hali vakti yerinde olanlar, Ramazan ayında kesenin ağzını açarlardı. Hatta orta
halliler bile iftar sofralarını beş-altı çeşit yemekle donatırlardı.
Orta halliler şu taraf dursun, hatta fakir evlerinde bile, ramazan aylarında bir feyiz ve
bereket hüküm sürmeye başlardı.
Kazanç ve geçim, bugünkü gibi zor değildi. En mütevazı kazanç sahipleri bile,
canlarının istediklerini temin edebilirlerdi. Esasen Ramazan ayına birkaç gün kala belediye
tarafından gıda maddelerinin fiyatlarına da bir narh beyannamesi neşredilirdi. Esnaf, bugünkü
gibi insafsız ve muhtekir değildi. Asma altının en büyük tüccarlarından mahalle bakkallarına
kadar hemen hepsi aza kanaat ederlerdi. Karaborsa adı henüz işitilmemişti. Onun için eski
ramazanlarda en fakir aileler bile ağız tadıyla yer ve içerlerdi.
Ramazan yiyecekleri içinde en çok önem verilen madde reçeldi. Birçok ev
kadınları mevsimine göre vişne, çilek, kaysı, şeftali, ayva, ahududu, elma, armut, salep,
karpuz kabuğu, kiraz, erik ve saire meyvelerden reçeller pişirirlerdi. Bunlara yine vişne, çilek,
nar gibi yemişlerden şuruplarda ilave ederlerdi.
Bir iftar sofrasında velev ki bir türlü dahi olsun, reçel bulunması şarttı. Onun için
evlerinde bu reçelleri, şurupları hazırlamaya muktedir olamayanlar, şekercilerden satın
alırlardı.
Reçellerden sonra çorbalara önem verilirdi. Hemen her sofrada çorba bulundurmak
hiç değişmeyen bir adetti. Ramazanlarda en çok, terbiyeli çorbalarla, şehriye çorbası içilirdi.
Lakin en çok sevilen ve içilen işkembe çorbası idi. Bu çorba her sanat ve zümreye mensup
halk tarafından çok içilirdi. Bu çorbanın pişirilmesi bir hayli güç olduğu için hariçten tedarik
edilirdi. İftar vaktine doğru işkembeci dükkânları, arı kovanı gibi işlerlerdi.
Eski Ramazanlarda en fazla faaliyet yufkacı ve tatlıcı dükkânlarında hüküm
sürerdi. Yufkacılar, böreklik veya baklavalık yufkalardan başka, tel kadayıfı ve yassı kadayıfı
da imal ederlerdi. Fakat yufkacılardan alınan yufkalar kalın olduğu için, bunlarla yapılan
börek ve baklavalar hemen hemen fakir evlerine münhasır gibiydi. Bilhassa zengin
konaklarında bunlara rağbet gösterilmezdi. Erkek aşçılardan başka birçok ev kadınları, gayet
ince yufka açarlardı. Hatta bunların arasında kırk kat hamurdan baklava yapanlar bile vardı.
Ramazan börekleri, pek ağır olmazdı. Kibar konaklarında çalışan erkek aşçılar,
iftar sofraları için puf böreği, fincan böreği, sigara böreği gibi hafif börekler yaparlardı ve
bunları da büyük bir dikkat ve itina ile az yağda kızartırlardı.
Baklavaların da hafif olanları tercih edilirdi. Ramazan baklavaları ekseriya
fındıklı, bademli ve şamfıstıklı baklavalardan ibaretti. Büyük sofralarda baklava bulunmasına
rağmen, üzerine fındık veyahut şamfıstığı dökülmüş ve yassı kadayıfı, tel kadayıflı veyahut
şamfıstığı dökülmüş ve yassı kadayıfı, tel kadayıfı veyahut lalanga sarığıburma, hanımgöbeği,
şeyhilslam parmağı ve saire gibi bir tatlı daha ilavesi adetti.
Ekmek kadayıfını, hemen umumiyetle muhallebiciler yapıp satarlardı. İki kat olan
kadayıfın arasına, bol kaymak koyarlardı.
Sıhhatlerine özen gösterenler, sütlü tatlıları tercih ederlerdi. Bilhassa evlerde
yapılan vanilyalı muhallebilerle sütlaçlar, sofranın en makbul yemeklerini teşkil ederdi.
Ecdadımız sebze yemeklerini sevmezlerdi. Hatta etsiz sebze yemezlerdi. Bunun
için iftar sofralarında başlıca yemek daima et’ti. Kebap, köfte, pirzola gibi tamamıyla etten
ibaret olan bu yemekleri mevsimine göre etli sebzeler takip ederdi.
Eski devirlerde, zeytinyağı’da az tüketilirdi. Zeytinyağı ancak patlıcan dolması,
yalancı dolma, yer elması gibi yemeklerle muhtelif salatalara girerdi.
Lokanta Camekânları ve Ezeli Oruçlular
— Vay Canına Biz Yemeyeli Ne Yemekler İcat Edilmiş
Yalnız zenginlerin değil, orta hallilerin sofralarında bile etli yaprak dolmasının
bulunması hemen hemen adet hükmüne girmişti. Lakin bu dolmaları gayet küçük ve gayet
muntazam sarılmış olmasına dikkat edilirdi. Sultan Hamid’in meşhur Şehremini Rıdvan
Paşa’nın bir aşçısı vardı ki, bunun fındık büyüklüğünü geçmeyen dolmaları kendisine büyük
bir şöhret temin etmişti. Rıdvan Paşa bu aşçısına yalnız bu marifetinden dolayı ayda tam
ondört altın lira verirdi.
Ramazanda Çarşı Pazar
Ramazan sofralarında güllaç bulundurulması da hiç şaşmayan bir adetti. Güllaç
münhasıran İstanbul’a mahsus bir yiyecekti. Edirnekapı civarındaki mahallelerde nişastadan
imal edilirdi. İncecik bir jelatin tabakasını andıran güllaç, evvela gülsuyunda ıslatıldıktan
sonra küçük parçalara ayrılarak içlerine dökülü fındık, ceviz, şamfıstığı veyahut kaymak
yerleştirilirdi. Sonra üzerine süt dökülerek birkaç saat olduğu gibi terk edilirdi. Güllaç
yenilmesinin kolaylığı, çok nefis olması ve bilhassa mideye dokunmaması itibariyle her yaşta
bulunanlara hoş gelirdi.
İftar sofralarında, en makbul mevki alanlar, turşularla salatalardı. Turşuların lahana
ve biberden başlayarak, kavuna ve karpuz kabuklarına kadar birçok nevileri vardı. Bilhassa
boğazına düşkün olanlar, turşuya da fazla rağbette bulunurlardı.
Yeşil salataya pek o kadar kıymet verilmezdi. İftar sofralarına konulan salatalar,
mevsimine göre hıyar, haşlanmış semizotu, rokka, tere, kırmızı ve siyah turup ile yumurta
salataları idi. Bunların üzerleri siyah ve yeşil zeytinlerle süslemek adetti.
Kış mevsimlerinde, fasulyeden mercimekten, kuru bakladan ezmeler yaparlardı.
Muhtelif şekillerdeki kalıplara döküldükten sonra tabağa alınan bu ezmeler de pek çok rağbet
kazanırlardı.
Yemeklerden sonra evvela bir kahve içmek, hemen her evde değişmeyen bir adetti.
Kahve tiryakileri, bazen üst üste iki veya üç fincan kahve içerlerdi. Fakat en makbul olan
Ramazan içecekleri şuruplardı. Ekseriya iftardan sonra içilen şurupların kendine mahsus
birçok zevki vardı. Bu şurupların en nefisini, evlerde kadınlar kaynatırlardı. 19
19
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “ , Akın 7 Haziran 1952
RAMAZAN YEMEKLERİ
ÇİÇEK SUYU ŞURUBU
Evlerimizde kullanılan şuruplar hemen pek mahdut denecek raddededir. Ba husus
her şurubun hanede yapılması biraz zahmete ve alet ve edavatın ziyadeliğine, bir de şurubun
cinsine göre masrafa muhtaçtır. Biz ramazanın gelmesi nedeniyle her hanede yapılabilecek
şurup ve reçellerden bahsedeceğimizden gerek içmesi, gerek kokusu, gerek vücuda olan
menfaati ile hakikaten en iyi şuruplardan biri olan Çiçeksuyu Şurubunu tavsiye edeceğiz.
Çiçeksuyu şurubu içilince kalbe vücuda bir ferahlık, tazelik gelir. İmalata gelince gayet kolay,
gayet masrafsızdır. Hatta ateş vesaire bile kullanılmaz.
Bunun için beşyüz gram halis çiçek suyu imali bir şişe içine konarak biraz şeker
ilave etmeli ve şişenin ağzı kapatılarak çalkalanmalı. Bir süzgeç kâğıdından süzülmeli, tekrar
şişelere konarak saklanmalı. İcap ettikçe afiyetle içmeli.. Gül şurubu dahi aynı şekilde
yapılır.20
BADEM ŞURUBU
İyi bir badem şurubu yapmak için aşağıdaki miktarları ne kadar şurup yapmak arzu
edilirse ona göre ziyadeleştirilmeli veya azaltılmalıdır. İşte badem şurubu ölçüsü şudur:
Badem 250 dirhem (Okkanın 400'de 1'ine eşit olan, 3,148 gramlık eski bir ağırlık
ölçüsü; İstanbul için bir dirhem 3,207 gr olarak tespit edilmiştir), acı badem 75 dirhem,
portakal çiçeği suyu 125 dirhem, iyi su 800 dirhem, şeker 500 dirhem.
Bunlardan suyu iki kıyye ve şekeri bir kıyye yüz dirhem diye yazmaya mecbur
oluşumuz hesapta şaşırmamak içindir.
Evvela kırılmış bademleri kaynar su içine atıp haşladıktan sonra iç kabuklarını
soymalı. Bir hevenk içine koyup beş yüz dirhem şekerden üç yüz elli dirhemini toz olarak
buna ilave etmeli. Elli dirhem suyu dahi yavaş yavaş damlatmalı. Bademleri macun haline
gelinceye kadar hevenkte döğmeli Bademlerin iyice dövülmesine ve pek ziyade karışmasına
vakit lazımdır. Sonra bu macunu bir büyük kase içinde bulunan 750 dirhem su ile iyice
karıştırmalı, bir ince ve sık tülbendi eski bir elek üzerine gerip süzmeli. Tülbent üzerinde
kalan posalar, iyice bitinceye kadar süzmek gerekir. Sonra buna şekerin kalanı ilave edilip
kaynatmalı. Koyulaştıktan sonra indirip soğuttuktan sonra portakal suyunu da karıştırmalı ve
bade şişelere doldurulmalıdır.
İhtar: Portakal çiçeği suyu her eczahanede bulunur.
AĞAÇ KAVUNU REÇELİ
Gayet taze ve büyük ağaç kavununun kabuklarını iyice soymalı. Çekirdek
mahallindeki ekşi yerlerini çıkararak, tavla pulu şeklinde doğramalı. Güzelce yumuşayıncaya
kadar pişirmeli. Ateşten indirip suyunu dökerek taneleri bir tabağa koymalı. Diğer taraftan iki
kıyye (okka) 21 şekeri, yarım kıyye su içine kestirip ağaç kavunları üstüne ilave etmeli. On
dakika kadar kaynatıp ateşten indirmeli. Sonra üzerine üç adet limonun suyunu ilave ederek
soğuyunca kavanozlara taksim etmeli.
20
İkdam 9 Şubat 1895, Sayı: 201
Kıyye: Yaklaşık 1,3 kg. ağırlık
ölçüsü birimi. 1 okka (kıyye) = 400 dirhem = 1282,945 gr
(1280 gr) • 6 kıyye = 1 batman = 7544 kg
21
AMBERBARİS ŞURUBU 22
Amberbarisi alarak çekirdeklerini kırmak şartıyla ezmeli. Bir astar ianesiyle
sıkmalı ve suyunu alıp bir kıyyesine iki kıyye şeker ilave ederek karıştırmalı. Tamamıyla
şeker eridikten sonra temiz bir tencereye konulup kaynatılmalı. Kabarıncaya kadar ateşte
bırakılmalı. Kabarmaya başlayınca ateşten indirip keselere koymalı. Soğuduktan sonra
üzerlerinde görülen köpükleri kaşıkla alarak şişelere koymalı ve üzerlerine konulacak
mantardan hava girmemesi için mantarı balmumu ile kapatmalı.
TERBİYELİ ŞEHRİYE ÇORBASI
Münasip miktarda şehriye alıp iyice kaynamakta olan adi suyun içine atmalı Altı yedi
dakika durduktan sonra indirip süzerek, gayet güzel kaynamış, etleri köpükleri alınmış et suyu
suyun içine atmalı ve biraz maydanoz ilave etmeli. Bir kaseye bir yumurta kırmalı, yarım
kahve kaşığı tuz ilave ederek iyice çalkalamalı, üzerine yarım limon sıkmalı.. Bir kaşık yoğurt
koymalı. Bu şekilde yapılan terbiyeyi yavaş yavaş çorbaya karıştırmalı.
İhtar: Terbiyenin çorba yanacağı sırada yapılıp karıştırılması icap eder.
BEZELYELİ YUMURTA
Yüz gram kuru bezelye tanelerini ziyadece haşlayıp, epeyce yumuşadıktan sonra
tahta kaşık suretiyle ezmeli Bir kâse içine onbeş yumurtayı kırıp, iyice çalkalamalı, iyice
karıştırdıktan sonra içine bir avuç kadar pirinç unu ilave etmeli ve tekrar karıştırmalı. Birazda
maydanoz ile karabiber ve tuz koymalı. Bezelye ezmesi ile karıştırıp ateşte tava içinde
kızdırılmış olan tereyağının içine dökmeli. Yapışmamak şartıyla tava sallaya sallaya iki tarafı
da epeyce kızardıktan ve yağı tamamen içtikten sonra ateşten indirmeli ve sıcak sıcak
yemelidir. Bu yumurta gayet nefis ve lezzetli olur. 23
SU BÖREĞİ
Yarım kıyye una altı yumurta kırıp güzelce yoğurmalı. Sonra bu hamuru altı parça
etmeli. Beherini tepsiye göre açmalı. Bunların dördünü tava içinde kaynayan suya atıp otuz
saniye kadar durduktan sonra çıkarıp acı suya atmalı. Daha sonra süzgeç ile süzmeli. Tepsi
yağlanıp kaynatılmayarak ayrılmış olan iki yufkadan birini altına, diğerini üstüne koymalı,
arasına haşlanmış yufkaları da yerleştirmeli. Biraz peynir, maydanoz veya kıyma koymalı ve
kızartmalı. Altüst etmeli. İki tarafı da iyice kızardıktan sonra indirilip yenmeli. 24
GÜLLAÇ TATLISI
Yedi adet güllaç yaprağını bir sıcak tepside epiyce kurutarak oğulmalı. Bade
bunun içerisine altı adet yumurta kırıp iyice çalkalamalı, hamur haline gelmekte kızgın yağ
içerisine kaşık ile dökmeli. Biraz kızardıkta ılık ve kıvamlı tatlının içerisine atmalı. Bir dakika
sonra çıkarıp tabaklara koymalı, mükemmel bir tatlı olur. 25
Amberbaris (kadıntuzluğu) : Yabani, çalı şeklinde, sarıçiçekli bir ağaçtır. Kökü acıdır. Yaprakları ve
yemişi tatlıdır.
23
İkdam 28 Şubat 1890, Sayı: 211
24
İkdam 3 Mart 1890, Sayı: 214
25
İkdam 4 Mart 1890, Sayı: 215
22
NEFİS REVANİ
Evvela yirmi adet yumurtanın ak ile sarısını ayrı ayrı büyücek keselere koymalı,
sonra yumurta saplısı ile iyice köpürtmeli. Ak ile sarıyı birbirine karıştırmalı. Bunları tekrara
köpürterek ve içerisine yüz dirhem irmik koyarak iyice çalkalamalı.
Daha sonra bir tepsinin içerisine dibine yapışmayacak kadar yağ koyup kızdırmalı.
Sonra yumurtalı irmiği tepsi içine koyup, fırına göndermeli. İyice kızardığında kestirilmiş
tatlısı üzerine dökülüp soğutulmalı ve muntazaman kesilerek tabaklara koyulmalıdır. 26
BALIK KÖFTESİ
Kefal, lüfer, kılınç, kalkan, palamut, torik, uskumru, balıklarından yapılır. Mevsim
itibariyle bizim burada tarif edeceğimiz Uskumru balığı köftesidir. Yirmi kadar uskumru
balığının en irilerinden seçip almalı. Başlarını ve kuyruklarını kesip içini temizleyerek su
içerisinde söğüş haline gelinceye kadar kaynatılmalı. Sonra süzerek sudan çıkarıp üzerlerinin
derilerini ve kılçıklarını ayıklayarak bir havana koymalı. Tuz ve baharatını koymalı. Biraz da
kuş üzümü fıstık ilave eylemeli. Bunları iyice ezmeli Diğer bir kapta da dört yumurtayı bir
parça mayide tuzla çalkalayarak balık ezmesiyle karıştırmalı. Daha sonra köfte şeklinde
parçalara taksim ederek ona batırıp tavada kızmış tereyağında kızartmalı.
İhtar: Bu köftede asla balık kokusu kalmayacağı gibi yemesi de gayet nefis ve
lezzetlidir. 27
PİRİNÇ LOKMASI
Yüz dirhem pirinci lapa gibi epeyce pişirmeli. Pirinçler su içinde hamur haline
gelmeli. Daha sonra altı adet yumurta kırıp adi lokma hamuru haline gelinceye kadar iyice
çalkalamalı. Güzelce mayalandıkta tava içinde kızdırılmış halis sadeyağın içine kaşık ile
lokma gibi döküp güzelce kızartmalı ve çıkarıp tatlı içine atmalı. Soğudukta tabaklara
konulup servis yapılmalıdır. Bu lokma fevkalade nefis ve lezzetlidir.
HALEP KÖFTESİ
Bir kıyye kıvırcık eti-koyunun damarsız olan kaba taraflarından yani but tarafındaalınıp iyice yıkadıktan sonra gayet ince kıymalı bir suretteki adeta macun haline getirmeli. Bir
miktar tuz, maydanoz, biber, iki yumurta, bayat fırıncala içi ilave edip epiyce karıştırmalı.
İçine de iki baş soğan suyu katarak bir tarafa çekmeli. İki ufak baş soğan çentilip bir tarafa
almalı. Sonra bir kaşık miktarı sadeyağ içinde bir avuç fıstığı penbeleşinceye kadar
kavurduktan sonra tavadan alarak çentelenmiş soğanı tavaya atmalı. Yarım kahve fincanı
miktarında pirinç ve bundan az miktarda karakuş üzümü yıkanıp fıstıkla beraber tekrara
tavaya atılmalı. Sonra bir kepçe miktarı et suyunu dahi tavaya atıp, pirinç pişinceye kadar
kaynadıktan sonra indirilip soğutmalı. Ufak bir kâse ile su alıp bu su ile pişirenler ellerini –
etin yapışmaması için- ıslatarak ondan bir miktar alarak avuç ortası kadar yapmalı. Evvelce
hazırlanmış olan fıstıklı içten kâfi miktarda ortasına koyduktan sonra lokma şekline getirmeli.
Harlı ateş üzerinde ve bol yağ içinde kızartmalı.
26
27
İkdam 5 Mart 1890, Sayı: 216
İkdam 6 Şubat 1890, Sayı: 212
Ramazan’da Alış Veriş
KAYMAKLI ELMASİYE
Evvela bir kıyye şerbet- her ne şurubundan olursa olsun- içine 25 dirhem “ jelâtin “
elmasiye tutkalı karıştırmalı. Sonra ateş üzerine koyup bu tutkal eriyinceye kadar ateşte
tutmalı, iyice eriyipte özel yapılmış kalıpların ağzına kadar bu şerbetten dökmeli. Bir müddet
bırakılır ise soğuyup donar. İyice donunca üzerine kaymağı yapmalı, daha üzerine sıcak
bulunan diğer şerbetten dökmeli. Bu da iyice donduktan sonra kalıplardan çıkarılıp tabaklara
koymalı Mükemmel bir kaymaklı elmasiye tatlısı olur.
PATATES KÖFTESİ
Yatım kıyye patatesi soyup haşlamalı, Ateşten indirip iyice ezmeli Sonra içerisine
dört adet yumurta ve biraz adi tuz ilavesiyle karıştırıp hamur haline getirmeli. Sonra adi köfte
gibi ufak ufak yuvarlamalı. İçerisine biraz kıyma şile fıstık üzümü koymalı. Kızgın yağda
kızartılarak tabaklara koyup servis edilmelidir.
RAMAZAN DAVULCULARI
İstanbul’da her mahalle bekçisinin büyük bir davulu vardı. Bayramlarla, ramazanın
ilk akşamı bu davulu bizzat bekçiler çalarlardı. Onun için mahalle bekçileri, davul çalmaya da
mecbur kalırlardı. Bunu usta bir davulcudan öğrenmek icabederdi. Çünkü davulcunun, her
sokakta bir ahenk ile tokmak kullanması adetti. Mesela bir sokakta; Dangır, dangır da,
dangırı, dangırı) Diye çalınan davulun, sokak değişir değişmez: Dangırı, dangırı-dangırı
dangır) Diye ahenk değişmesi usuldendi.
Sahur davullarını ekseriya mahallenin gençleri çalardı. Mamafih bu amatör
davulcuların arasında bazı yaşlı yaşlı ve hatta oldukça mevki sahibi olanlarda vardı. Bunlar,
gecelik entarisinin üzerine giydikleri dikişli hırkaların ve hatta kıymetli kürklerin üstüne koca
davulun kayışını sol omuzlarına takarlar, çala çala bütün mahalleyi dolaşırlardı.
Ramazan davulculuğunun bir zümresi daha vardı ki bunların teraviden sonra
boyunlarına davulu takarlar, ellerine birer fener alırlar; semt semt mahalle mahalle mahalle,
sokak sokak, dolaşarak evlerin önünde dururlar; bazen de eskiden şundan bundan duydukları
beyitleri söyleyerek Ramazan bahşisi toplarlardı.
Bu davulcuların söyledikleri, hece vezninde kıtalardan oluşuyordu. Asıl maharet bu
kıta münasip şekillerde birbirlerinin arkasından sıralayarak söylemekti. Mesela: Herhangi bir
kapının önünde durulup da fener kapının önüne konulduğu zaman ilk defa olarak:
Davulu taktım, çıktım yola.
Selam verdim, sağa sola.
A benim devletli beyim,
Ramazanın mübarek ola.
Kıtasını söylemek adetti. Ondan sonra, artık önünde durulan evin şekline ve haline
göre kıtalar söylenirdi.
Eğer ev, hali vakti yerinde bir adamın evine benziyorsa, fazlaca bahşis koparmak
için:
Davulumun ipi kaytan,
Kalmadı sırtımda mintan,
Ver efendim, bahşişimi,
Sırtıma alayım mintan.
Kabilinden bir kıta ile bolca bahşiş isterlerdi. Davulcunun davul sesini işiten ev
halkı, pencerelere koşarlardı. Kadınlar, lambaları söndürerek kafeslerin arkasına toplanırlardı.
Bahşişi kolay kolay atmazlardı. Onbeş kıta dinledikten ve artık davulcunun da, yorulduğuna
kanaat getirdikten sonra verecekleri parayı kâğıda sararlar, ellerini kafesin altından sokarak
kapının önünde duran fenerin dibine fırlatırlardı... 28
28
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “ , Akın 1 Haziran 1952
ESKİ SAHURLAR
Sahur; ortalığın aydınlanmaya başladığı sabah vaktinden türemeymiş. Anlamı
Ramazan’da oruç tutmak için gün doğmadan evvel yenen temcid yemeği demekmiş.
Sahurun vakti saati Ramazan’ın tesadüf ettiği mevsime göre değişir. Kış mevsimi
ise; gece yarısını epeyce geçince, ezani saatle sekiz buçuk, dokuz suları, Yaz mevsimi ise altı,
altı buçuk suları davullar çıkardı.
Bekçi babalar kumbetleri boyuna takmışlar, sokak sokak, mahalle mahalle
dolaşırlar. Cumba, pencere camları zıngır zıngır zıngırdar. Sokak üstü ve yer katı odalarında
beşikteki, salıncakta ki sübyanlar vıyaklamaları tutturur. Dudakları ile püfür püfür kürek
çeken hanım nineler, her gece olaganken yine boş bulunup, yüreği ağzında salavatlarla uyanır;
baş parmağını daldırarak kendi kendine damağını kaldırır. Deliksiz uykudaki efendibabalar
mübarek ayı unutmuş sersem sepet gözlerini açıp: (Munkir Nekir mi çıktı? Ruzu kıyamet mi
geldi?) diye yataklarından fırlar.
Sahur yemekleri muayyen hiç şaşmaz, değişmez. Söğüş, yaş veya kuru sebze,
makarna yahut pilav, hoşaf yahut pestil ezmesi.
Çorba kesinlikle bulundurulmaz. Çünkü mideyi kırbaya çevirir. İştahı tıkar. Söğüş
koyunun gerdanından, kemikli tarafından olmayacak; lop et olacak vegayet az miktar tuza
dokundurulacak. Evet, biraz yavanca gider, fakat yarını var. Bütün gün, akşama kadar (deşti
kerbelâ) dakilere mi dönülsün?
Yine bu sebeple kızartma, kuru köfte, pastırma, sucuk, yalancı dolma gibi tuz biber
kumkumalarından şimdiki tansiyonları fersah fersah geride bırakacak derece kaçılırdı. Keza
pırasa, lahana, bakla, patlıcan kabilinden yaş sebzelere; fasulye, börülce, nohut gibilere miskal
kadar tuz serpilir, salça malça asla konmazdı.
Makarna, ya bildiğimiz Frengistanın ki veya o niyete yerli erişte, ya da simit
denileni idi. Simir makarnanın en ağızlara lâyıkını Şehzadebaşı>’nda, İbrahim Paşa Hamamı
larşısında, Hayriye Tüccarı İsmail Efendi’nin şeddadi taş konağı altındaki meşhur Rum fırıncı
satardı. Ta Çapa’dan, Etyemez’den, hattâ Nişantaşı’ndaki konaklardan aldıran aldırana.
Gevrek mi gevrek; kıtır kıtır yerken ağızda dağılır. Et suyunda haşladın mı şişer,
pembeleşir, yumuşaklaşır, tetimatına gelince kıyma mıyma sakın ha. Peynir konacak, fakat
onunda yolu var. Peynirin beyazı olacak; bir kavanoz suda saatlerce duracak; suyu tekrar
tekrar tazelenecek. Lor peyniri kıvamını alacak.
Pilava artık pilav demeyelim de sade suya çorbanın dibinde kalan pirinç kümesi,
kuskusa ise hamur yumağı diyelim.
Hoşaf dediğimiz adı üstünde; hoş ab, yani hoş su. Hoşafın hafifi makbul. Üzüm,
erik, kayısı, gibi kuru yemişlerden pişirilirdi. Şekeri bol balına boca, Komposto bozuntusu
şekline sokma tarafına gidilmez. Önce iç bayıltıp ardından gönül bulandırıp daha ardından
barsaklar; birbirine mi katam?
Sahur sofrasından kalkılınca gelsin kahveler; tiryakilerde, biri birinden yaka yaka
sigaraları tellendirmeler. Tokluktan çeneleri açacak, dilleri oynatacak babayiğiti gösterde
dereden tepeden tutturup biraz hoşbeş etsin.
Derken efendim Beyazıt Yangın Kulesi’nin altından Tophane-i Amire
Meydanı’ndan, Selimiye Kışlası önünden, Haliç’ten ve Utarid Karakol Gemisi’nden imsâk
topu atılır. Kış Ramazanlarında ezanî saatle, sabaha karşı oniki, yarım yani beşe çeyrek kala,
beşi çeyrek geçe; Yaz Ramazanlarında altı buçuk- yedi yani ikiyi beş, iki buçuğu beş geçe
raddelerinde.
Derhal haydi musluklara, testilere, maşrapalara. Suyu avuçlara doldurup tekrar
tekrar mazmaz ve istinşaktan, gırtlakta gargaradan sonra besmele çekilerek oruca niyet
edilirdi.
Artık yatacak olan döşeğine girip yorganı, battaniyeyi çeker; yazları cibinlik
arasından, denize balıklama dalar gibi, içeri pırnav eder. Pek sofu sulehalar, oldu olacak
kırıldı nacak, biraz daha beklerler; minarelere kulaklarını dikerler. Sabah esselâtlarını
duyunca, dört rekât namazı kılıp yatağa girerler.
Öğlelere kadar horul horul uyku ve lâkin mütemadiyen bir yandan öbür yana
dönüş; başı, kolu, bacağı oradan oraya atış. Boğazdan deruna tıkılanlar bir türlü
hazmedilemiyor. Korkulu rüyaların, ağırlık basmaların, avaz avaz sayıklamaların gûnası.
Ertesi gün:
— Hayırdır inşallah, bu gece âlemi menamda fevkalhad sarp bir uçurumdan aşağı
yuvarlandım. Zifiri karanlık bir bir denizde ufacık sandaldayken, apansızın fırtına kopması ile
alabora olup dibe gittim. Ayı desem boz değil, kaplan desem alaca değil, arslan desem yelesi
yok. Velhasıl müthiş bir canavar üzerime saldırıp tam beni parçalayacağı ara gözümü açtım’..
diyerek, gelecek kazayı, belayı savmak için, başından okka okka ekmek çevirip, köpeklere
doğrayanlar; dilencilere sadaka dağıtanlar; civardaki öksüzleri, yetimleri birer, ikişer kuruşla
sevindirenler.
İftarı Bekleyenler
Konaklarda ekti, yanaşma, çanak yalayıcı takımından açıkgözler tümen tümendi.
Sahurda en karnı açlara parmak ısırtacak derece yemekleri tıkınırlar, kalkar kalkmazda kaşla
göz arasında sırra kadem basarlardı.
Sabah sabah önlerinde kahve; parmaklarında sigara ötüp dururlar:
— Dün gece, siniden kalkınca öyle bir gevşeklik çöktü ki dalmış uyuya kalmışım.
Ne topu duyabildim, ne de niyetlendim. Rabbim günahımı af eyliye.
Büyüklüğe yeltenen, oruca pek özenen çocuklara öğleye kadar tutturulur. Buna
Merdiven orucu denirdi. 29
29
Sermed Muhtar ALUS, “ Eski Sahurlar ”, Tasviri Efkâr 29 Eylül 1943, Sayı: 5528–1171
ORUÇ
Oruç İslam’ın şartlarındandır. Sözlük anlamı (imsak-perhiz) demektir. Her şartında
ve her esasında büyük bir hikmet bulunan mübarek dinimiz ehli İslam’a orucu farz etmekle
hem yaradanımız olan Cenabı Hakka karşı ibadet ve hem de sıhhatimiz üzerinde çok iyi bir
tesir yapacağı muhakkak olan iki büyük faydayı birleştirmiştir.
(Küllü amelin) ayeti kerimesinde, orucun mana ve maksadı pek sarihtir. Bu ayetin
misalen manası: (Adem oğullarının her fiili ve ameli kendilerine aittir. Ancak ‘Oruç ‘
benimdir. Onun sevabını ben veririm) demektedir.
Yememek, içmemek, nefsin arzu ve ihtiyaçlarına karşı sakınmak. Cenabı Hakka
yaklaşmak demektir. Nitekim bu bakımdan diğer dinlerde orucu kabul etmişler ve bunun
ahkâmına riayet etmişlerdir.
Oruçtan maksat, sadece aç ve susuz kalmak durmak demektir. Orucun icap ettirdiği
imsak ve perhize maddeten ve manen riayet etmek demektir. Yani nefsine hâkim olarak
kendisini her türlü fenalıktan esirgemektir.
Oruç çok eskidir, İnsanların ilk dini olan Hazreti İbrahim’im dininde mevcut olduğu
gibi Hazreti Musa’nın ve hazreti İsa’nın dinlerine de girmiştir. Oruç, İslamiyet’e Hicret
senesinin ikinci senesi farz olmuştur ve ramazan ayında tutulan oruç içinde Resülüllah
Efendimizin emir buyurdukları, veçhile (Ramazan’ın başında hilâli gördüğümüz zaman da
oruç tutunuz. Şevval ayı içinde hilâli gördüğünüz zaman da orucu bozunuz) bir had
konulmuştur.
Oruç, muhtelif dinlerde muhtelif şekillerde tutulur. İslamiyet’te ise, İmsak vaktinden
başlayan oruç, akşam ezanı vakti bozulur. Bu müddet zarfında yemekten, içmekten sakınılır.
On üç asır evvel, mübarek dinimize esas olarak konulmuş olan bu şart ilmin ve
fennin son derecede terakki etmiş olduğu bu asırda da tamamıyla kabul edilmektedir. (İmsak
ve perhiz) bugünkü tıp aleminde de tedavinin esasını teşkil etmektedir. On bir ay yiyecek ile
doldurulmuş olan midenin bir ay istirahat etmesi, hiç şüphesiz ki başlı başına bir tedavidir.
Resülüllah efendimiz Ramazan ayından başka ayların birkaç gününde de oruç
tutarlardı ve bu suretle de orucu teşvik buyurmuşlardı.
Bunlardan biri, Aşure Orucu idi ki bu da Muharrem ayının 10’uncu gününe tesadüf
ederdi. Aşureden maksat Arapça’da on rakamını ifade eden (aşer) kelimesi idi. Yani ayın
onuncu günü tutulan oruç demekti.
İslamiyet’ten önceki Cahiliye Devrinde Aşure Orucu tutmak Kureyş Kabilesi
arasında eski bir adetti. Resülüllah Efendimizde bu kabiledendi. Eski adet ve ananelerin
iyisine ve hayırlısına riayetkâr olan Resülü ekrem efendimiz bu maksat ile Aşure Orucunu
tutmayı adet edinmişti.
Bazı din âlimleri Ramazan Orucundan evvel, Aşure Orucu farz edilmişti. Ramazan
orucunun farz olunmasından sonra Aşure Orucu ‘nesh‘ edildi (Kur’an-ı Kerimde kimi ayetin
yürürlükten kaldırılmasına neshetmek denir. Kur’an da ki ayetler zamanla peyderpey
indirildiğinden, daha sonra nazil olan ayet öncekini kaldırmıştır.) derler. Bazıları da
Ramazan’dan evvel hiçbir oruç farz olunmadı. Aşure orucu eski bir adet ve ananeden ibarettir
diye iddia ederler. Bu iddiaların hangisi doğru olursa olsun, muhakkak olan bir şey vardır ki:
Peygamberimiz Ramazan Orucu tutmakla beraber, o günlerde de oruç tutmaya önem
vermişlerdir.
Muharrem ayının onuncu günü yani, Aşûrâ Orucu bir gün, Zilhicce ayının başından
itibaren dokuz gün; Çarşamba, Perşembe, Cuma günleri olmak üzere her aydan üç gün .
Ayların on üçüncü, on dördüncü ve on beşinci günlerine tesadüf eden (Eyyâm-ı
Beyz) denilen günler. (Eyyam-ı Beyz ‘Ak gün‘ demekti.
Araplar, yıldızların çoğaldığı ve çölleri aydınlattığı Arabi aylarının 13,14 ve
15’nci gecelerin ertesi günlerine bu ismi vermişlerdir)
Oruç, ibadetle mükellef olan her Müslüman’a farzdır. Bu da; kitap, sünnet ve
icmâl ümmet ile sabit olup bundan yalnız çocuklar ve deliler muaftır.
Nezirler (Adak) ve Kefaretler için tutulacak oruçlar vaciptir. Bunlardan başka
tutulacak oruçlar nâfile addedilir.
Oruç tutulurken niyet şarttır. Yani sahur yemeğini yedikten ve imsak zamanını
bekledikten sonra, ağzı çalkalayarak: “ Yarabbi! Niyet etti, senin rızai şerifin için, ayrınki
orucu “ Demek lazımdır.
Orucu bozan şeyler şunlardır: Ne kadar az olursa olsun bir şeyi bilerek yemek.
Sigara içmek ve enfiye çekmek. Gerek karı ve koca arasında gerekse başkalarıyla tenessül fiili
ve hareketler icra etmek. Gerek karı koca arasında gerek başkalarıyla, şehveti gıcıklayacak bir
şekilde öpüşmek. Kendi fiil ve hareketi ile şehvetini tahrik ederek, cunubluğa sebebiyet
vermek.
Eski Devirlerde Ramazanda Oruç Yiyenleri Zabıta Baskın Yaparak, Yakalar,
Haklarında Ağır Takibat Yaparlar ve Hatta Falakaya Bile Yatırırlardı.
Komiser: Hem Mübarek Günde Naksisiyam, Hem de Meşrubatı Küûliye İstimaline
Cüret Ha. Yürü Bakalım Beyoğlu Mutasarrıflığına
Masadaki (Ecnebi taklidi yaparak): Ben Frenk, Ben Ecnebi Teba! Siz Ne İstiyor
Benden?
Diğer Komiser: Fettah Efendi Bırakalım Bunu, Baksana Herif Ecnebi Ayol. İslam değil,
Ramazan Günü Gizli Yemek Yiyorlar Diye Yanlış Jurnal Vermişler. Hem Ecnebilerin
Böyle Yemek Yerken Rahatını Bozmak Doğru Değil, Başımız Belaya Girer.
Ağzını, burnunu yıkarken boğazına su kaçırdıktan veyahut yemeğin tadına
bakarken yanlışlık ve dikkatsizlikle bir miktar yuttuktan sonra orucunun bozulduğuna
hükmederek yemeye ve içmeye devam etmek. İmsak vaktini geçirdiği halde yemek yemek.
İftar vaktine dikkat etmeyerek vaktinden evvel yiyip içmek. Başkaları tarafından
bir cebir, bir tazyik görse bile, orucu bozan fiil ve hareketleri yapmak, Orucu bozacağı için
kaza lazım gelir. Tıpkı oruç gibi kaza da farzdır. Mutlaka farza riayet olunmalıdır.
Lohusalar, aybaşı gören kadınlar, oruç tutamayacak kadar takatten düşmüş
ihtiyarlar, oruç zamanları ilaç almaya mecbur olan hastalar oruçtan muaftır. Ancak bunların
fidye vermeleri lazımdır.
Askerler oruç tutup tutmamakta serbesttirler. Ancak terhis edildikten sonra kaç
gün oruç tutmamışlarsa, o kadar gün oruç tutarak kaza ederler. 30
Hani bir meşhur fıkra vardır: oruç yerken yakayı ele veren Bektaşi Dedesine:
— Günah değil mi erenler? Mübarek ramazan işte uçup gidiyor! Demişler de,
Hazret, sigara dumanından ağıza yakın kısmı sararmış, uzun tahta sakalını sıvazlaya
sıvazlaya:
— Mübarek ramazan gelir, uçar gider, yine gelir, yine gider. Fakat ben bir kere
uçup gidersem bir daha gelemem, cevabını vermiş. İşte o fıkrada olduğu gibi mübarek şehri
gufran yılda bir, yine geliyor amma nerede o eski Ramazanlar.
Ahmet Rasim eski ramazanları şöyle anlatıyor:
“ Ramazan denildi mi, oruç, iftar, teravih; sahur, hatıra gelmemek mümkün mü?
Fakat arada mahya, davul meraklılarını da unutmamak lâzımdır. Onların da kendilerine göre
eğlenceleri vardır. Hattâ Camilerde gecesi gecesine kaydederek bu sene tatbik ile uğraşacak
olanlar da nadir değildir.
Davula gelince, ipi ister kırmızı olsun, ister mor, ondan maksud ‘düm tekâ tek’
tarzında bir ses çıkarmak olduğundan bekçilerin zekâvet (zekâsı) derecelerine göre, bu
ahenkte bir nevi ıttırat (birbirini izleme) bulunabilir. Yalnız mahalle beylerinin eline
geçmemeli!.. Geçerse aşçıbaşıya, ayvaza, mama dadıya, ihtiyar sütnineye, pehlivan
mütekaitlerine, yazın Büyükdere Bendler safasına doyamayan hovarda kırıntılarına, Bulgurlu,
Dudullu, Kartal köy düğünlerine alışık sefahat âlemine orta oyunu seyircilerine, Kel Hasan’a,
Kanbur Mehmede, Komik Arife, İbişe, Tuhaf Arife göbek attırmak işten bile sayılmaz.
Ramazan denilince sade şu saydıklarım hatırlanmaz. Çakmakçıların çöreğini,
Beyazıt sergisini, Hacı Babanın hardaliyeli Hindistan turşusunu, Mığırın uskumru dolmasını,
Aşçı Dedenin un çorbasını, Hacı Bekir’in reçelini, Fevziye Kıraathanesini, Unkapanı ve
Çukurçeşmenin davullu zurnalı kahvelerini velhasıl iftar topuna varıncaya kadar ne varsa
hepsini yâd etmemek kaabil değildir.
Oruç! Vay!.. Oruçlular arasında katmerli olanlar da vardır. Bâhusus bıçak
siliminden bugüne zimmet devretmiş olanların yanına bile varılmaz. Hepsinin sinirleri tutar,
Göz şaşı, ağız ekşi, tütünsüz kalış yok mu? İnsana iftar topunu Maşallahlarla istikbal ettirir.
Havalar böyle rutubetli kalıp da kaldırımlar böyle bozuk, yağlı gibi vıcık vıcık
kaygan olursa akşamüstü turfandayı kesen kesenedir. Araba zifosu aman düşmeyeyim duvara
tutunurken sol bacağının burkulup kıç üstüne oturuş – olur a, küçük beylerden birinin de
göreceği tutar – dalya bir!.. Diye nâra atması kıyak manzaralardandır.
Zannıma kalırsa hava yağmurlu, karlı oldukça çarşı içi piyasası ilerler; Direklerarası
çayhaneleri dolar, boşalmaz. Beyazıt Meydanı’ndan geçilmez. Aksaray’a doğru yaya inilmez,
Şahzebaşı’nda baştanbaşa gezilmez; güzel seyrine çıkan beyler üzülmez, endam arz etmeğe
özenen güzeller yorulmaz; geçen seneden beri ezber edilen mazmunlar sarf edilip tükenmez,
mübarek Ramazan’dan biraz sokaklar temizlense diye Belediye söz söylenmez. Bahçesine
giden caddenin, yerinden çıkarılıp bir aydan beri yığın yığın duran taşları düzelmez.
30
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “ Akın 30 Mayıs 1953
İftar Sofrası
Ramazan ayında Müslümanlar akşam ezanını işittikleri zaman oruçlarını
bozuyorlardı. Fakat bazı büyük şehirlerde ezan sesinin duyamadıkları için, vaktinde oruçlarını
bozamıyorlardı. Ancak şehrin en büyük camisinin minarelerinde kandiller yakılmak suretiyle
ezanın okunduğunu halka haber veriyorlardı.
İstanbul’un zaptından ve Süleymaniye Camisinin yapılmasından sonra da bu usule
riayet edildi. İftar vakti yaklaşınca minarelerin kandilcileri muvakkithane’den verilecek işareti
beklerlerdi ve bu işaret verilir verilmez, derhal kandilleri yakmaya başlayarak, iftar vaktini
ilan ederlerdi. Bir müddet de bu usul uygulandı. Lakin bu da maksadı temin etmedi. İftar
vaktinin top atılmak suretiyle ilanına karar verildi.
Bazı rivayetlere nazaran bu karar daha fatih devrinde verilmiş ve uygulanmıştı.
Fakat bazılarının rivayetlerine göre iftar vaktinin top atılmak suretiyle ilanı Dördüncü Sultan
Murat zamanında ihdas edildi.
Bu rivayetlerin hangisi doğru olursa olsun; şurası bir hakikattir ki, Sultan Murat,
Bağdat zaferini kazandıktan sonra, son gülleyi atan topu İstanbul’a getirmiş, Topkapı
Sarayı’nın alt katında bir daireye bir daireye yerleştirmişti. Bu top, daima dolu
bulundurulurdu ve yalnız senede bir kere Şaban ayının son günü çıkarılıp ateşlenerek, bu
suretle Ramazan-ı Şerif ilan olunurdu. Daha sonraları iftar topları, biri Beyazıt Meydanı’nda
şimdi İstanbul Üniversitesi olan Harbiye Nezareti’nin önündeki meydanda, diğeri Selimiye
Kışlası’nda, Üçüncüsü de Üsküdar ile Beylerbeyi arasında Nakkaş Karakolu yanında olmak
üzere üç yerde mantelli yedi buçukluk toplarla kuru sıkı atılırdı. 31
31
Ziya ŞAKİR, “Ramazan Sohbetleri “ Akın 3 Haziran 1952
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
Eski ramazanlarda en önem verilen şeylerden biri de iftarlardı. İftardaki hakiki
maksat aç ve muhtaç fukarayı doyurmaktı. İslamiyet’in en hayırlı vazifelerinden biri de hayır
ve hasenat yapmak, ihtiyaç erbabına yardımda bulunmaktı. (Resülüllah Efendimiz ) Mescidi
şerifin bir tarafında üstü sundurmalı bir sundurma yaptırmıştı. Bu sofa da maişetini teminden
aciz olan ashabı kiram yaşarlardı. Resulü ekrem efendimiz bunları yedirirler, içirirler,
kendilerine azami derecede yardımda bulunurlardı.
Eski İslam hükümdarları ve zenginleri de kurmuş oldukları Cami ve Medrese gibi
dini abideler arasında imaretler yaptırmışlardı. Pişirilen yemekler her gün fakirlere dağıtılırdı.
Hâl ve vakti bu kadar büyük mikyasta hayır ve hasenata müsait olmayanlarda, Ramazan
aylarında iftar sofrası kurarlar, fakirleri akşam yemeklerine çağırırlardı.
Bu adet gitgide şekil değiştirmiş, adeta yarı resmi bir ziyafet şekline girmişti.
Padişah ve sultan saraylarından, vükela ve zengin konaklarından, orta halli ve hatta mütevazi
kimselerin evlerine kadar iftar sofrası kurmak bir usul ve adet hükmünü iktisap etmiştir.
Çok eski zamanlarda iftara davet edilenler sadece fakirlere münhasır kaldığı halde,
gitgide iftar davetlilerinin hudutları genişlemiş, Padişah saraylarında, devlet erkânının
konaklarında da iftar ziyafetleri başlamıştı.
II. Mahmut Yeniçeri Ocağını kaldırdıktan sonra; bilhassa kıyafetlerde ve ev
hayatında batıya dönülmüş, batı eşyası ve batı kıyafeti revaç bulmaya başlamıştı. Tanzimat
döneminde de daha geniş bir sahaya yayıldı. Yalnız kıyafet ve ev eşyasında kalmayan bu
hareketin yaşama tarzımıza ve batı adetlerimize tesiri oldu. Fakat alafranga sofra usulünün
yayılmasına rağmen 19 asrın sonlarına kadar iftar sofraları kısmen geleneğimize uygun olarak
kurulmakta devam etti.
Bizde ilk çatal bıçak kullanan hükümdar II. Mahmut'tur Padişaha altın ve murassa
çatal takımını Hüsrev Paşa takdim etmiş ve o devrin vükelâsı da ilk defa çatal bıçak takımını
1828–1829 Harbinin sonunda İstanbul'a gelip bir balo veren Boln’de Gemisi'nde görüp
kullanmaya mecbur olmuşlardı. Yine II. Mahmut döneminde sultan düğünlerinde ve bazı
yabancı prenslerin verdiği ziyafetlerde alafranga büfeler tertip edilmeye başlanılmış ve bu hal
diğer hanedan saraylarına ve vükelâ konaklarına da yayılmıştı.
İftar sofraları, yerde kurulurdu. Ortaya büyük bir sini konur, sinin üstü, kenarları
tırtıllı, oymalı beyaz bir örtü ile örtülürdü: Sinin ortasında ekseriya mustatil veya yuvarlak bir
tepsi bulunurdu. Bu tepsinin içine bir tatlı, bir tuzlu olmak üzere iftariyelikler dizilirdi. Mesela
bir vişne reçeli yanına bir peynir, bir kaysı reçelinin yanına sucuk, hurma, frenk üzüm, ünnab,
balık yumurtası olur ve bu küçük tabakların arasına da simitler, çörekler, pideler,
yerleştirilirdi. Bu tepsi içindekilerle iftar edildikten sonra sonra tepsi kalkar, sinini orta yerine
bir nihal konulur ve çorbadan itibaren yemekler gelmeye başlardı.
Türk evlerinde yüksek bir zevk, zenginlik ve ferahlık vardı ve ramazanlarda kapılar
büyük bir cömertlikle muhtaç olanlara da açılırdı.
Orta hallilerin evlerine de dostları, ahbapları, hısım ve akrabayı davet etmek adeti
baş göstermişti.
İftar sofralarının diğer zamanlarda verilen ziyafet sofralarından başlıca farkı,
yemekten önce yenilen bazı şeyler ki, Ramazan’a mahsus şeylerdi. İftar sofralarında
yemekten evvel sofrada hurma, zeytin, peynir, pastırma, sucuk, reçel, pide ve saire gibi şeyler
bulundurmak adetti. Hatta bazı kibar konaklarında, balık yumurtası, siyah havyar, gibi şeyler
bile iftarlık arasına girerdi.
İftar sofrasındaki yemeklerde sair zamanlarda yenilen yemeklerden bir hayli farklı
idi.
Yerde Sini Üzerinde İftar Sofrası
Mesela iftarlıktan sonra, her hangi bir çorba içmek, pastırma, yumurta yemek ve
sofrada kaç tatlı bulunursa bulunsun misafirlere mutlaka kaymakla veyahut fındıkla güllaç
ikram etmek hiç değişmeyen adetlerdendi.
Büyük konaklarda iftar sofrasında bulunan yemekler şunlardan oluşuyordu: (çorba,
şiş veyahut ızgara kebabı, yumurtalı pastırma, bir sulu et, bir etli sebze, mevsimine göre
dolma, zeytinyağlı bir sebze, güllaç, börek, pilav, tatlı, meyve)ü
Bu yemek listesi kati değildi. Bunlara, daha birçokları da ilave edilirdi. Orta
hallilerin sofralarında da mutlaka, çorba, et, yumurtalı pastırma, etli sebze, güllaç, börek tatlı
ve mevsimine göre meyve bulunurdu.
Bazı ailelerde oruçlarını ya zemzem ya da Mekke ve Medine’den gelmiş olan
hurmalarla bozarlardı. Hatta bazı iftar davetlileri oruçlarını bozar bozmaz akşam namazlarını
kılarlar, ondan sonra iftar sofrasına otururlardı.
İftara davet edilmiş olanlar, yemeklerini yedikten sonra kahvelerini içerler, derhal
dağılıp giderlerdi. Büyük konaklarda, iftardan ve akşam namazını cemaatle kıldıktan sonra,
selamlık dairesinde yatsı namazı vaktini beklemek ve cemaatle teravi namazını kıldıktan
sonra, konak sahibine teşekkürlerle veda ederek ziyafete hitam vermek adetti.
Zengin konaklarında iftar zamanı yemek için müracaat edenlere kapılar açıktı.
İftara gelen kim olursa olsun, reddolunmazdı.
İftara gelenler sanatlarına ve derecelerine göre sofralara otururlardı ve yemekten
sonra giderken, diş kirası denilen bir miktar para veyahut münasip birer hediye alırlardı.
Saraylarda, yemekten sonra misafirler Baş Ağa’nın odasına uğrarlardı. Diş kiralarını oradan
alırlardı. Diğer konaklarda ise ya konak sahibi veyahut konak kâhyası tarafından verilirdi.
Bu diş kirası, bazen latife şekillerine girerlerdi. Ev sahibi, eski bakır paralardan
tedarik eder, bunları kâğıtlara sararak misafirler giderken, usullacık ellerine sıkıştırırlardı.
Bunu alanlar, gayet tabi olarak bir heyecana kapılırlardı. Evden çıkıp bir müddet
gittikten sonra bir sokak fenerinin altında dururlar; artık son haddi bulmuş olan heyecan ile
ceplerindeki kâğıdı çıkarıp açarlar ve içinde hiçbir işe yaramaz olan bakır paraları görünce
iftar sahibine türlü şöyler söylemeye başlarlardı.
Sultan Hamit devrinde teşrifat sırasıyla Yıldız Sarayına iftara davet edilenlere
birer maaş nispetinde diş kirası vermek usuldendi, Sultan Sarayındaki davetlere gidenler de,
sanat ve derecelerine göre muhtelif kıymette cigara ağızlığı, tabaka, saat, yüzük ve saire gibi
hediyelerle taltif edilirlerdi. Kadınlara para vermek adet değildi. Onlara mutlaka hediyeler
verilirdi.
Bir Ramazan akşamı, Bektaşi babalarından birisi, zengin konaklarından birine
iftara gelmişti. Diş kirasını alanlar dağılmışlardı. Yalnız bir Bektaşi babası ile birde softa
kıyafetli bir adam kalmıştı. Konak sahibi, bu iki misafirle biraz vakit geçirmek istemiş, evvela
softaya:
— Efendi! Siz ne ile geçinirsiniz?
— Efendim! Dainiz, fukarai
sâbirindenim. Kanaat sahibiyim. Ne bulursam
onunla geçinirim. Demiş.
Konak sahibi başını Bektaşi
babasına çevirmiş:
— Baba erenler siz nasıl
geçinirsiniz? Demiş.
Baba erenler hiç düşünmeden
cevap vermiş:
— Fakiriniz, tütünün âlâsını
severim, Akşamdan akşama rakı içerim. Eğer
mangırım, müsait olur da elime esrar
geçirebilirsem, onu da çekerim. Ondan sonra,
hakkı erenlere şükrederim.
Konuşma bitmiş, sıra diş kirasına
gelmişti. Konak sahibi kâhyasını çağırarak şu
emri vermiş:
— Şu efendiye beş mecidiye ver.
Şu babaya da beş altın.
Softa fena halde hiddetlenmi
— Be efendi! Ben, âbit ve salih
Bir Bektaşi Babası
bir adamım. Benim gibi bir adama beş mecidiye verdiğin halde, şu zındık herife beş lira
vermeye vicdanın nasıl razı oluyor. Demiş.
Konak sahibi tatlı tatlı gülmüş:
— Sen kanaat sahibi bir adamsın. Az şey ile de kanaat eder; nasıl olsa geçinirsin.
Hâlbuki baba erenlerin masrafı çok. Onun için beş altın verdim. Diye cevap vermiş. 32
32
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “ , Akın 28 Mayıs 1952
RAMAZAN FIKRALARI
Bektaşi’nin birine:
— Ramazan’ı nasıl çıkardın?
Diye sormuşlar. Gülümseyerek cevap vermiş:
— Otuz kişi olduk bir günde çıkardık.
***
Sofunun biri Ramazan’da Camide, kadınlara düzgün hakkında vaaz ediyormuş;
düzgün sürmek şöyle mekruhtur, böyle fenadır, mezmumdur, felandır, filandır, deyip
duruyormuş.
Cemaatten biri kalkmış:
— Be hoca! Demiş. Bunları sen ne yüzle söylüyorsun? Senin karın bir gün bile
sürmesiz, düzgünsüz gezmez!
Hoca gülümseyerek cevap vermiş:
— Evet hakkınız var. Var amma, yaraşır hasbaya!
***
Minarelerden dizi dizi kandiller sarkmağa başlamıştı. Mahyacılar, onbir ay mahpus
kalan marifetlerini gösteriyorlar. Suya nakış yapar gibi havaya yazı yazmaya, resim çizmeğe
çalışıyorlardı. Kandiller dizi dizi sarkıyor, sağa yükseliyor, sola kayıyor, titreşiyor, uçuşuyor
ve sanki gökten damlarken minare boğumlarına takılı kalmış yıldız pırlantaları gibi insana
esrarlı bir heyecan veriyordu.
Hacı Bektaş kullarından Derviş Mehmet, kahvenin önünde oturmuş seyrediyordu.
Bir aralık Camiden çıkan bir yobaz yanına sokuldu, tezyif dolu bir gözle süzerek sordu:
— Mahya kuruluşunu seyrediyorsun? Oruç tutmazsın, alnın secde-i rahmana
kapanmaz. Ramazanı yalnız mahya seyretmek için gelsin diye beklersin?
Derviş Mehmet tebessümle cevap vermiş:
— Ramazanı ramazan diye severim. Ali’yi, Ali diye sevdiğim gibi.
— Fakat biz sizin gibi değiliz. İsterim ki her gün Ramazan olsun, her gün oruç
tutalım.
— Öyle amma, ramazan gider gitmez de arkasından bayram edersiniz. Bir adam
sevdiği gidince üzülür, matem tutar. Benim hiç bayram yaptığımı gördünüz mü? Biz ikisini de
hoş hörenlerdeniz.
***
Yaz’a rastlayan bir Ramazan gecesiydi. Afyonkeşlerden biri, köy kahvesinde
oturmuş, ahbaplarıyla yarenlik etmiş, kahvesini içmiş, arada birkaç parça da afyon yutmuştu:
Sahura yakın kahveden çıkıp uyukluya uyukluya evine giderken çubuğunun ateşi
söner. Bir iki adım ötede ateş böceklerini görünce seslendi:
— Yahu! Fenerli baba! Fenerli baba! Müsaade buyurda çubuğumu yakayım!
***
Sultan Eyüp’ün veziri Karakuş, her sene Ramazan ayında fukaraya sadaka
verirmiş. Bir sene yine ayırdığı sadakayı dağıttıktan sonra bir kadın gelmiş:
— Kocam öldü, demiş. Kefen alacak param yok.
Karakuş cevap vermiş:
— Bu Ramazanda ki sadakam tamam oldu. Gelecek sene inşallah sana bir kefen
alırım.
***
İkinci Mahmut, Yeniçeri sevmediği için Bektaşilere de candan düşman kesilmişti.
Adamları, Bektaşilerin Ramazan ayında oruç tutmadıklarını, iftar zamanı demlendiklerini,
kafalarını tütsüleyip cem ayinleri yaptıklarını verirler.
İkinci Mahmut, iftar zamanı rakı içildiği söylenen Bektaşi tekkesini basar.
Padişahın gelmekte olduğunu pencereden gören Bektaşilerden her biri bir tarafa savuşur.
Fakat çok yaşlı bir baba yerinden kalkamadığı için kaçamayarak tekkede kalır: Padişah ona
sorar:
— Canlar nerede? İhtiyar Bektaşi cevap verir:
— Sultanımızı görünce, ortada can mı kalır Padişahım?
***
Cahilin biri Ramazan’da oruç tutuyor, fakat namaz kılmıyormuş. Arkadaşlarından
biri:
— Boşuna oruç tutmak, sevap temin etmez demiş. Namaz da kılmak lazım.
— Öyle amma ben namaz kılmasını bilmem!
— Bunda bilmeyecek bir eşya yok. İmam ne yaparsa sen de onu yaparsın, olur biter.
Adamcağız camiye gitmiş. İmamın ne yaptığını görebilmek için tam arkasında yer
almış. Tesadüfen arkasında da kukuletalı bir adam namaza durmuş. Rükûa varmışlar,
kukuletanın sivrisi cahilin arkasına dokunmuş. Cahil bunu namazın icabı sanarak kendisi de
öndeki imamın arkasına dokunmuş. Abdesti bozulan imam, hiddetlenerek arkasına dönerek
adama bir tokat atmış. Bunu da namazın icabı sanan adam, hemen arkasına dönmüş
kukuletalıya bir şamar sallayarak:
— Haydi, demiş. Sen de arkandakine.
***
Kerimi adında bir şair, Ramazanlarda Fatih Camisi’nin avlusunda sergi açarmış.
Nüktedan, zarif ve hoş sohbet bir adam olduğu için devrin ricali sergiye gelir, şiirden, tarihten
konuşurlar, nükteler, fıkralar söylerlermiş. Kerimi’nin edebiyatla da ilgisi varmış. Şiir yazdığı
gibi gayet ustaca ölüm tarihleri düşürürmüş.
Bir Ramazan günü, onun şöhretini duyanlardan biri gelerek bir ölüm tarihi
ısmarlamış. Adamcağız on gün sırtı sıra gelmiş, bir türlü tarihi alamamış. Nihayet sabrı
tükenmiş.
— Be adam, demiş. Söyleyeceğin topu topu bir tarih, ölüye cennete sokup işin
içinden çıkacaksın. Bunu bu kadar uzatmanın manası ne? Bari yapamayacağım de de
başkasına yalvarayım. Mezartaşı yaptıracağım.
Kerimi gayet masumane cevap vermiş:
— Canım demiş. Ne yapayım, uğraşıyorum. Bir türlü herifi cennete sokamıyorum.
Zorla değil ya, girmiyor!..
***
Keçecizade Fuat Paşa, bir Ramazan daveti yapmıştı. Vükelâdan başka devrin ricali
de iftar sofrasında yer almıştı. Devrin şairlerinden Ayıntaplı Hasırcızade Sadi Efendi de
davetliler arasında idi. Bir arlık Hasırcızade Fuat Paşa’nın parmağındaki yüzüğü göstererek
sordu:
— Paşam affedersiniz amma merak ettim, yüzüğün taşı ne cins?
— Elmas!
— Size yılda kaç para kazandırır?
— Hiç! Bir para bile kazandırmaz.
— Benim ecdat yadigarı bir çift taşım var. Yılda tam elli altın kazandırır.
— Nasıl bir taş bu?
— Değirmen taşı!
***
Bir Bektaşi Babası
Bir Ramazan günü, Bektaşi babalarından Derviş Remzi’ye sormuşlar:
— Ramazan’da insan açlığa dayanamaz, bayılacak bir hale gelirse ne yapmalı?
Baba Erenler şu cevabı vermiş:
— Sahurda dayanabilirsem tutarım, dayanamazsam yutarım’ Diye niyet etmeli!
***
Şair Fitnat Hanım, Haşmet’e:
— İki gün sonra Ramazan geliyor, oruçluyuz. Demiş.
Haşmet cevap vermiş:
— Ben geçen sene onu yedim di. Bu yıl gelmez! 33
33
Tasvir 1 Temmuz 1949, Sayı: 1363
TERAVİ
Ne zaman Ramazan adı altında akla derhal teravi gelir. Çünkü Resulüllah
efendimiz (Cenabıhak size Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de size teravih namazını sünnet
kıldım.)
Buyurarak teravi namazı tebdil ve ümmetlerini bu namaza teşvik etmişlerdir. Hicret
senesinin ikinci senesi Recep ayına gelinceye kadar ehli İslam namaz kıldıkları zaman
Kudüs’e tevcih ederlerdi. Hâlbuki muhacirin denilen fedakâr zümre daima vatan hasreti
çekerler ve İslamiyet uğranda terk ettikleri Mekke şehrini hatırlayarak gizli bir teessür
hissederlerdi. Bunun üzerine Fevelle âyet-i kerimesi nuzûl etti ve İslamların kabilesi Kudüs’te
ki Mescid-i Aksa’ya, Mekkede’ki Kabe-i Aliyya’ya çevrildi.
Recep ayında vuku bulan bu mukaddes hadiseyi, Şaban ayında bir diğeri takip etti.
O ayda da, ehli İslama Ramazan ayında Oruç tutmanın farz olduğuna dair Resülüllah
efendimize bir tebliğ edildi.
Yine Hicret’in ikinci senesinde İslamiyetin âti ve istikbalinin müzahir olacağı
inkişafı müjdeleyen Bedir zaferi vukua geldi. Bizzat Resülüllah efendimizin emir ve
kumandasında bulunan bulunan küçük bir İslam ordusu, kendisine birkaç kat faik olan
düşmanlarıyla Bedr mevkiinde yapmış olduğu ilk harekette büyük bir zafer ihraz etmiş ve bu
muhaberede en büyük İslam düşmanlarından Ebucehil, Ulbe, Sibe, Velid bin Ulbe gibi
Kureyş kabilesinin en namdar reisleri ve en mühim şahısları katledilmişti. Bu İslamiyet’in
kıyamete kadar baki kalacağına en büyük delildi.
Bedir harbi, Ramazan ayının on yedinci günü vuku bulmuştu. Bu parlak zaferi
müteakip Zekât vermek farz, Sadaka-i Fitir vermekte vâcip oldu.
Yine Hicretin ikinci senesinde ehli İslamın zaferleriyle neticelenen bu Ramazan
ayının nihayetinde ilk Bayram Namazı eda edildi. Bu da cenabı hak tarafından ehli İslama
bahşolunan büyük bir nimetti. Yine Hicretin ikinci senesi Zilhacce ayında mesut bir hadise
daha vukua geldi. Bu da Resulüllah efendimizin en sevgili kerimesi Hazreti Fatma ve en
sevgili yeğenlerinden Hazreti Ali ile izdivaçları idi. İşte bu hadiseler arasında Resulüllah
efendimizin teravi namazını sünnet kılmaları, Hicret senesinin feyzi ve mebrûkiyetine en
büyük delil teşkil etti.
Teravi Namazı yalnız Ramazan aylarında kılınır. Yirmi rekâttır. Sekiz rekâtı sünnet,
on iki rekatı müstahab’dır. Bazı rivayetlere nazaran Resülü ekrem efendimiz Teravi Namazını
yalnız olarak kılmışlardır. Ancak Hicretin on dördüncü senesinde bu namaz cemaatle eda
olunmaya başlamıştır ve bu da ikinci Halife Ömer zamanında İslam Ordusunun giriştiği
harplerde kazanmış olduğu muvaffakiyetlere bir şükran nişanesi olmak üzere teravi namazının
cemaatle kılınması hakkında karar verildiği rivayet olunmaktadır.
Teravi Namazının cemaatle kılınmasına karar verildikten sonra Eshabı Kiramın en
eskilerinden olan Ebiy bin Kab erkekler için İbni Haysüme’de kadınlar için İmam tayin
olunmuşlardır.
Teravi Namazı her Camide kılınabilir. İlk zamanlarda erkeklerle kadınların ayrı ayrı
kılmaları, o devrin Camilerinde iki cins için ayrı ayrı yer bulunmadığından ileri gelmiştir.
Hâlbuki asrısaadetten sonra yapılan Camilerin ekserisinde erkeklere ve kadınlara mahsus
olmak üzere ayrı ayrı yerler yapıldığı için her iki cemaat aynı cami ve mescidde birleşmiş;
diğer namazlar gibi teravi namazı kıldırmak için de, bir imam ile yetinmişlerdir.
Bazı imamlar bütün Ramazan ayı müddetince kıldıkları Ramazan ayı müddetince
kıldırdıkları teravi namazlarında Kuran’ı Kerimi başından başlayarak sonuna kadar
hatmederlerdi.
Maamafih şu ciheti de ilave edelim ki şehrimizde bir gece teravi namazında tamam
olarak hatim indiren imamlarda nadir değildi. Fakat asıl makbul olan bir Ramazan’ı şerif
müddetince bir hatim indirmekti.
Çünkü bir gece de indirilen bir hatim ile teravi namazı kılmak saatlerce ayakta
durmaya mutavafıktı ki; buna da mukavemet edebilmek, herkesin harcı değildi.
Teravi namazı oruca faydalıdır ki diğer aylarda namaz kılmayanlar bile Ramazan
aylarında yatsı namazlarına devam ederek teravi namazı kılmaya özenir. Bilhassa güzel sesli
bir imamın arkasında teravi namazı kılmak bambaşka manevi bir zevktir.
Kadınlar Vaizi Güllü Hoca
— Bugünkü vaâz dersimiz: Zelzele nasıl olur. Bakın anlatayım. Dünya Öküzün
boynuzunda durur. Öküz kocalarına asi olan kadınlara kızınca kafasını sallar. İşte
masum dünyamız da bundan ötürü sallanır. İşte zelzelenin nasıl olduğunu anladınız.
Haydi şimdi varın gidin kocalarınızın her hizmetinde kusur etmeyin, ecirlerine nail
olunuz!
Teravi namazı her dört rekât arasında selât-ı selâm getirilerek kılındığı gibi
tevşihler ve ilahiler okunmak suretiyle eda edilir. Selâtin Camilerin bazılarıyla, eskiden bazı
tekkelerde bu yöne bilhassa ehemmiyet verilirdi ve güzel sesli müezzinlerin her dört rekâtta
bir söyledikleri ilahiler, büyük bir vecd ve huşu içinde dinlenirken manevi bir zevk
hissedilirdi.
RAMAZAN
Otuz dört yıl önce bir Ramazan’dı
Kandiller karanlık göğe uzandı.
İstanbul seması ışık dolmuştu.
Top çoktan atılmış, iftar olmuştu.
Evlerden teravi vaktine yakın,
Ahali Camiye etmişti akın.
Sırtında entari, başında bir fes.
Elinde bir tespih, ayağında mes.
Genç, yaşlı erkekler dizildi saf saf.
Fenerli kadınlar, üstlerde çarşaf
Yüzlerde peçeler, birer umacı.
Gelin, büyük hanım, kerime, bacı.
Bir bütün mahalle içeri daldı.
Kadınlar kafesin ardında kaldı.
Öndeki imama herkes uyarak,
Top kandil altında, huşu duyarak,
Namazı sonuna getirecekler.
Tam yirmi rekâtı bitirecekler.
Yatacak, kalkacak hep arka sıra,
Değecek alınlar, eller hasıra,
Epeyce sürecek bu sücut, kuut,
Ramazan ayında hani Arnavut,
Bir gece nasılsa Camiye girmiş,
En fazla beş rekât namaz bilirmiş,
Bakmış ki; Bitmiyor bu gece fasıl,
Secdeye varıyor imam muttasıl,
Çevirmiş kapıya doğru başını,
Çağırmış bekleyen arkadaşını
Bağırıp, demiş ki:
— Hey, bre Mestan;
Bu imam uzattı namazı kasdan!
Sen git. Kalacağım daha burada,
Mademki bindirdi işi inada.
Camide, bu çetin huyun sahibi
İnatçı adamın dediği gibi,
Bu gece ibadet bitmeyecek tez.
İsabet. Bu yemek kolay erimez;
Tatlıyı, tuzluyu öğütmüş dişler,
İftarda fil gibi yemek yemişler. 34
Bu cihete, bilhassa Padişahlara namaz kıldıran imamlarla müezzinlere önem
verirlerdi. Hatta bunlar içinde bestekâr olanlar, teravi namazlarında padişahı memnun
edebilmek için yeni yeni ilahiler bestelerlerdi.
En büyük musiki üstatlarımızdan meşhur Dede Efendi bu hususa çok dikkat
ederdi. Oldukça yüksek bir musikişinas olan Sultan Mahmut’u memnun etmek için yeni
ilahiler bestelemeye çok önem verirdi. Hatta bir defasında adeta bir sanat mucizesi
göstermişti. Şöyle ki Sultan Mahmut’un Başimamı Zeynelabidin Efendi idi. Bu zat vakıa bir
34
Necdet RÜŞTÜ, “ Savaşta Ganimet “, Karikatür, Sayı: 103
musikişinas değildi. Ancak teravi namazlarında müezzinler hangi makamdan bir ilahi
okurlarsa derhal o makamdan Kur’an-ı Kerim’e devam edebilirdi. Fakat bazen Dede Efendi
oyunları yapıyor, imam efendiyi şaşırtıyorlardı. Bu da imamın pek gücüne gidiyordu.
Bir gece teraviden sonra Sultan Mahmut, İmamını huzura çağırarak iltifat etti.
Zeynelabidin Efendi bu fırsattan istifade ederek:
— Efendimiz! Müezzinbaşı kulunuz, bazen muziplikler yapıyor. Beni fena halde
bunaltıyor. Dedi.
Sultan Mahmut gülümseyerek:
— Sade o sana yapacak değil a, sen de ona yap. Diye cevap verdi.
Ertesi akşam teravi namazlaşırken, Zeynelabidin Efendi Kur’an-ı Kerimi öyle bir
kararda bıraktı ki, eğer müezzin başı başka birisi olsaydı, hiç şüphesiz ki okunacak ilahide bir
hayli sıkıntı çekerdi. Fakat Dede Efendi bir sanat harikası gösterdi. O anda ferahfeza
makamından bestelediği ilahisini okuyarak ve diğer müezzinleri de kendi okuyuşuna
uydurarak İmam Zeynelabidin Efendiyi mahcup etti.35
35
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “ Akın 29 Mayıs 1952
TİRYAKİLİK
Ramazanın canlandırdığı ve günün konusu yaptığı hususlardan biride tiryakiliktir.
Bütün oruç tutanlar açlıktan, hattâ yaz Ramazanlarında bile, susuzluktan şikayet etmemekte
müttefiktirler. Fakat siğara ve kahve mahrumiyeti, bunların tiryakisi olan oruçluları yaz olsun,
kış olsun oldukça sarsardı…
Kahve için tiryakiler:
“ Fukara çorbası, sulâha gıdası benim ve görmez misiniz ki bir bir kişi ziyafet eylese
nice et’amei mütenevvia ile it’am ve nice eşribei gûna gûn ikram eylese itmamında benim bir
fincan kahvem olmasa ikramı tamam olmaz. Şimdi cümle cihan kavminin itibarı ve rağbeti
banadır. Benim için âli kahvehaneler bünyad olunur. Zîkıymet fağturi fincanlarla sakiler
yârânı bâ safaya kahve verdiği demde hissedilen keyif cümlenizin keyfiyatına galiptir.“
diyerek sözlerini bağlıyorlar.
Kahveye destan bile yazılmış:
“ Hak Taalâ başka vermiş lezzeti kahve sana
Ehli diller çok ederler rağbeti kahve sana
Sende birkaç madde vardır, içene verir safa
Gam kasavet kalmaz asla kim içerse daima
Hazmi taam etmek için seni halketmiş Huda
Eylerim ben canü dilden izzetyi kahve sana
İçerim ben terkedemem seni asla bir zaman
Olmasaydın çekerdim hasreti kayve sana “
Kahve için yazılmış manzum bilmecelerde var:
“ Ol nedir kim bir güzel esmer civan
Rahatı ruhü hayat efzayı can
Anın için meylediperbabı dil
İyşü nuş eyler anında her zaman “
Kimin olduğunu tespit edemediğim bir kıta da tütünle ilgili şöyle deniliyor:
“ Duhan’ı tecrübe kıldım zarardır külli insana
Gönül âyinesin pâs etmeğe zulmet nedir câna
Göze akla zarardır hem bâis olurmuş afâcana
Bu mekri eyledi küffar bilin kim Âli Osman’a “
Şahin Giray buna bir kıta ile cevap vermiş:
“ Meni dûd içtiğim çün tanı teşniğ kılma ey zahit
Ne anlarsın fezayi cilvepirayı muradımdan
Yatur rubahı gam peygulei yarı derununda
Tütün yaktım ani çıkam deyu genci fuadımdan “
Odalarını sigara kokutmamak bahanesi ile sigara içilmesini istemeyenler çoktur.
Evlere elektrik girmeden evvel bir sigara tiryakisi bu yüzden katlandığı mahrumiyeti hazme
uğraşırken odadaki lamba tümeye başlayınca kendisini tutamayarak düşüncesini yüksek sesle
söyleyivermiş: Mesut lamba, senin büyük fitilin tütüyor, ama ben küçük bir sigara
tüttüremiyorum. 36
36
Selim Nüzhet GERÇEK, “ Tirkakilik Bahsi “, Tasviri Efkâr 25 Eylül 1942, Sayı: 5186-829
RAMAZAN FIKRALARI
Eskiler Ramazan’da ilk olarak aranılan şeyin vakti hoş geçirmek olduğunu söylerler.
Bir tarafta ibadetler ile ruhaniyeti hissederler. Bir tarafta da yemek ve içmekte kendilerine bir
zevk yaratmaya çalışırlar, geceyi ve gündüzü neşe içinde geçirmeye çalışırlardı.
Ramazanlarda remi dairelerin tatil olması ve ancak bazı memurların nöbetle
devamları, mekteplerin öçğleden evvel kapalı olması ve günde ancak bir-iki saat ders
verilmesi hep bu gayeyi temine yarayan ananelerdi.
Ramazan ayı zarfında geceleri sokağa çıkmak, eşi dostu geceleri de ziyaret etmek o
kadar tabiî gelirdi.
Eski Ramazan’larda gündüzleri büyük çoğunlukla Camilerde indirilen hatimlere,
hafızların seslerine veyahut vaiz efendilerin nasihatlerine ayrılırdı. Geceleri ise, oruç bozulur
bozulmaz vücuda sinen rehaveti gidermek için olacak umumiyetle Bektaşilere atfolunan,
çoğunluğu Ramazan ve oruca ait fıkralar anlatılırdı:
***
Bir Ramazan’da Bektaşi’nin birine kaç gün oruç tuttuğunu sorunca şu cevabı almışlar:
— Daha hiç tutamadım. Tuzağı kurdum bekliyorum.
***
Bir mecliste bulunanlardan birine sormuşlar.
— Kaç gün oruç tuttunuz?
— Bir gün.
Soru mecliste bulunan bir başka şahsa yöneltilince:
— Efendi hazretleri benden bir gün fazla tutmuşlar.
***
İki kişi arasında bir konuşma:
— Ramazan’da en çok sevdiğiniz, yediğiniz nedir?
— Oruç
***
Nasrettin Hoca bir yaz ramazanı akşamı elinde küçük bir sepet, su kenarına doğru
gidiyormuş. Yolda bir ahbabına rast gelmiş:
— Uğurlar olsun hocam, nereye böyle?
— Sepete biraz nevale koydum. Dere kenarında iftar edeceğim. Haydi buyurun…
Her ikisi de yola koyulmuşlar. Mescitten ezan sesi duyulur duyulmaz Hoca sepeti
açmış. İki ahbap birer ikişer zeytinle oruçlarını bozmuşlar, Hoca sepetten iki yumurta ile biraz
ekmek çıkararak yoldaşına vermiş. Kendisi de bir tavuk sövüşünü yemeye başlamış. Bunu
hazmedemeyen misafir dayanamayarak hocaya çıkışmış:
— İkram böyle mi olur? A Hocam.
Hoca sezdiği tarize gülerek sormuş:
— Ya ne yapılır?
— Ben olsaydım tavuğu ikram eder, yumurtaları kendim yerdim.
— Öyle ise memnun oldum. İşte ben de gönlünde ki gibi yapmadım mı?
***
Bir gece iki ahbap sohbet ederken davullar çıkmış ertesi günün ramazan olduğunu
ilana başlamışlar. Biri sormuş:
— Ey! Söyle bakalım birader… Hiç oruç kaçırdığın var mı?
— Kaçırdığım yok. Çünkü ben her sene bir gün başından, bir gün sonundan tutarım.
Ortasını kendiliğimden başkasına bırakırım.
- Be mübarek adam!. Bari bir gün de ortasından tut üç olsun. Belki bir sıfıra şefaat
edene rastlarsın, oruçların otuza çıkar.
Biri:
***
Bir Ramazan’ın onbeşinci günü oruç yiyen bir adamın yanına iki kişi yaklaşmış.
— Ramazan geldi. Onbeş günde geçti. Sen hâlâ oruç tutmuyorsun!
Diyerek onu azarlamış. O da ne kadar kaldığını sorunca diğeri cevap vermiş:
— On beş gün daha var.
Oruç yiyende başını sallayarak şu sözlerle mukabele etmiş:
— Bir kula göre Ramazan gelmiş, onbeş gün geçmiş, diğer bir kula göre daha
onbeş gün varmış… Beni ne için azarlıyorsunuz.
***
İki kişi arasında bir konuşma:
— Aylardan en çok sevdiğiniz?
— Ramazan
—Neden?
— Gündüzleri oruçlu yemek parasından kurtulurum. Geceleri de eşe dosta, ekâbire
iftara gider yine yemek parası sarf etmem. Ramazanı sevmeyeyim de ne yapayım?
***
Bir Bektaşi’ye sormuşlar:
— Ramazanı mı seversin, Bayramı mı?
— Ramazanı.
— Ne için?
— Yenir de onun için.
***
Bir zat Ramazan’ın mükellef iftarlarını, bazılarının unutmadıkları, diş kiralarını,
eğlencelerini düşünerek sonuna geliyoruz diye acınır dururmuş. Bektaşi’nin biri
dayanamamış:
— Kimi kandırıyorsun, demiş. Ramazan gider gitmez arkasından bayram yapan sen
değil misin?
- Sen hiç bayram yapmaz mısın?
- A birader!... Bana her gün bayram. 37
37
Selim Nüzhet GERÇEK, “ Fıkralara Dair “ tasviri Efkâr 29 Eylül 1942, Sayı: 5190–833
BEKTAŞİ
Bir gün efendinin biri Küçük Ayasofya Camisinde ikindi namazını kılmış. Çıkmış
gidiyorken Camiden çıkan cemaat arasında bir kişiyi görmüş. Bektaşi olduğunu başındaki
tacıyla, belindeki kemerinden ve sair alametinden anlamış. Bektaşi’nin tuttuğu yola dikkat
ederek biraz takip etmiş. Ta ki babacan bütün bütün yalnız kalınca yanına ulaşarak:
— Babacan! Affedersiniz, bir şey soracağım.
— Buyurun erenler!
— Siz Bektaşi misiniz?
— Evet!
— Demek ki Bektaşilerin işittiğimiz gibi içlerinde Sunnileri de var?
— Hayır, efendim, Sunnileri, Kızılbaşları hepsi birdir.
— Peki, ama hani onlar namaz falan kılmazlarmış ya?
— Hayır, efendim; kılanları da var, kılmayanları da.
— Siz nasıl oldu da kılanlardan oldunuz?
— Alıştım efendim, sonra devam ettim.
— Nasıl ve ne münasebetle alıştınız?
— Huzura kavuşabilmek için?
— Kavuşabildiniz mi bari?
— Hayır, efendim ne gezer?
— Huzura kavuşmak merakı neden di? Bir şey mi söyleyecektiniz?
— Efendim, biraz dünyalık isteyecektim.
— Dünyalığı ne yapacaktınız?
— Birkaç para borcum vardı. O borçlardan kurtulmak isterdim.
— Borcunuz ne kadardı?
— Altmış, yetmiş lira kadar bir şey.
Efendi bu cevap üzerine elini cebine sokar, yüz liralık bir kese çıkarır. “ Erenler
şunu lütfen kabul buyurunuz” der. Bektaşi eyvallah diyerek keseyi alır. Büyük Ayasofya’nın
o büyük kapısına dönerek, kapıya hitaben:
— Yuh ervahına (ruhuna) ! Kalıbından utan. Bir kere kalıbına baksan a! Kırk gün
devam ettim de elime yorgunluktan başka bir şey geçmedi. Şu mübarek küçük Camide
tesadüfen bir ikindi namazı kılar oldukta, bak ne servet gördük. Kalıbın büyük ama içim kof
imiş! 38
38
Mehmet ABDULLAH, “ Ramazan “, Milliyet 1 Mart 1928, Sayı: 738
RAMAZAN GECELERİNDE EV OYUNLARI
— Yüzük Oyunu:
Büyük bir tepside; tabaksız, ters çevrilmiş on beş kahve fincanı ortaya konur. Birer
elebaşının maiyetinde iki parti olunup oyun kaçta bitecek, 101’de mi, 151veya 201 de mi,
kararlaştırılır; taş tutularak tepsiyi bir taraf alırdı.
Köşeye çekilip fincanlarının birine yüzük saklandıktan sonra tepsi getirilir. Karşıkiler
sıra ile yoklarlar.
İlk açışta bulundu mu, el onların, en sona kaldı mı yine onların. Üç, dört, beş
rakamları aleyhlerine kayıt.
Sayısı evvel dolanlar yenilir. Hepsinin alınlarına telveye banılmış yahut bulanmış
fincanları fincanla kara damgalar basılır ve açarlardı kesenin ağzını.
Semt Vefa’ya yakınsa, gece sokağa salınabilecek, büyükçe komşu çocuğu ,
romatizmasız Arap bacı hazırsa meşhur Hacı Biraderlerden bir iki kıye boza.
Ev o canibe uzaksa, yollanacak kimse yoksa (Mırmırık Bozaaam! ) diye geçen
Arnavutlara pencerenin camını vurup seslenme. Beyazıt’a civarlılarda Okçularbaşı’ndan koca
kese kağıdı ile iki kavrulmuş leblebi. Daha sapa, yere tesadüf edenlerde de köşe başındaki
manavdan yazma mendil dolusu dişbademi, kuyu fındığı, keçiboynuzu, iğde, abdülleziz gibi
kuru yemiş harmanı.
— Eşim Eşim Oyunu:
Yüzük Oyunu
Bu oyunda herkes kendine bir eş seçer. Yan yana ikişer ikişer oturulur, halka
olunurdu.
Başlangıçta yine avuca bir şey alınıp veya tek mi, çift mi ye varılı. (Ya şundadır ya
bund, helvacının kızında), (Tek ola, bana gele), sonucu biri ebe olur. Şamdan eline verilirdi.
Arkadaşı ona hitaben:
“ - Eşim eşim, şaşkın eşim. Düşkün eşim, yedi mahalleden sürgün eşim. Sen bu
şamdanı niçin tutuyorsun? “
“ – Ben tutmayayım da kim tutsun? “
“ - Haççaanım tutsun “
Haççanımın eşi lahzada (tutmaz)ı yapıştıracak. Bu esnada başkalarına mesela Ayşe
Hanıma, Nebiye Hanıma, hacer kıza baka baka, hatta parmakla göstererek, yanıltıp (tutmaz)
dedirti mi şamdan derhal ona kavança.. Cevaplar alesta yağdığı müddetçe de evvel ki
zavallının elinde, sorgularda eşinin dilinde berdevam.
— Çalgıcı Oyunu: Bu oyunda yine top olunup bağdaşlar kurulurdu. Herkesin
sünbül, lale, şebboy, karanfil, menekşe gibi bir çiçek ismi ve keman, ud, kanun, tef, davul,
piyano gibi bir çaldığı var.
Elebaşı makamla girişirdi:
“ – Köşkün altından geçerken sümbülü gördüm. O da boynun eğmiş, gıy gıy gıy
gıy, gıygıylasın hey! “
Sümbül sahiden kemani olmuşsa alâ. O anda boynunu yana eğip bir eli ile kemanı
tutuyormuş, öbürü ile yayı çekiyormuş gibi yapmağa mecbur. Udî yahut kanunî ise hapı yuttu.
Yani can noktası isimde değil, sesi taklit edilençalgıda. Gıy gıy keman, zımbır zımbır ud,
tımbır tımbır kanun, caf cafa caf caf te, gümbüre gümbür davul, dan dana dan piyano işareti.
Harekete gelecek, udu çalan boynu eğik, sol bacağı böğrüne alıp mızraplayarak ud,
on parmağı oynatarak kanun, elin tersine vurarak tef, tokmak veriştirircesine davul çalar gibi
yapması şart. Şaşıranlar birer birer oyundan çıktuktan sonra en arkaya kalan galip ve hepsine
emrüküm olurdu.
- Giriş Çıkış Oyunu:
Bu oyunda keza desdeğirmi oturulur. Kumandayı edecek başlardı. Giriş, diyerek
ortaya başparmağını uzatır, çıkış deyip çekerdi. Bunda da dananın kuyruğu ağızdan çıkanda,
parmağın ileri geri gidip gelmesinde değil.
Çıkış der de ankasd uzatır. Giriş dediği halde yerinden hiç kımıldatmaz.
Aldananlar aradan okso!
— Mum Dibi: Mum dibi oyunu da Giriş-Çıkış oyununu andırırdı. İdareci, baş
parmağını öndeki şamdana dikili muma boyna götürüp durur: Mum dibi, Mum ortası, Mum
tepesi!...
İlk önce birkaç kere doğru dürüst hareketten sonra yine aldatmaca. Maksat ağızla
söylenen; parmağın vardığı nokta solda sıfır.
— Uçtuuçtu Oyunu:
“ Uçtuuçtu kuş uçtu, kuş uçtu!”
“ Uçtuuçtu, leylek uçtu! “
O nesne hakikaten uçar takımındansa o anda hep birlikte kollar havaya kalkacak;
aksi takdirde istoper…. Mesela:
“ Uçtuuçtu katır uçtu! “ Bu sefer kımıldanmadığı gibi, dudak kenarı ile:
“ Avanak mıyıp ben… Tereciye teremi satıyorsun” kabilinden tebessüm.
El Üstünde Kimin Eli Var Oyunu
— El El Üstünde Oyunu:
En cefakaş ebelik bu oyundaki ebelikti. Ebe olan hemen dört ayak olup yere
çöker, kanburunu çıkarırdı.
Avuçlar üst üste sırtana konduktan sonra kumandan sorar:
“ El el üstünde kimin eli var? “
“ Falancanın “
Sağlı sollu kaç avuç. En üsttekinin sahibini kestiren kurtulurdu ve kumandanlığı
alırdı. Bilemeyen de okkanın altına giderdi.
“Bilemedin kaldır vur! “ diye olanca kuvveti ile sırtına bir yumruk indirilirdi.
— Balık Kaçtı Oyunu:
Yine halka olunur. Ufak bir bohça veya bir bez burulup balık şekline sokulur.
(Balık kaçtı deliklerden, kovuklardan) larla etek altlarından kaçırılırdı.
Ortadaki ebe kimde olduğunu sezince hemen hamle edip bulacak, yerine o
beceriksizi geçirip çabalamaktan, ter dökmekten kurtulacaktı. 39
— Söndürme Çöpü Oyunu:
39
Sermet Muhtar ALUS, “Eski Günlerde Ramazan Gecelerinde Ev Oyunları “, Akşam 6 Teşrinisani 1939
İçlerinde en eğlencelisi ve keyiflisi (Söndürme Çöpü) Oyunuydu. Bir yanda
süpürge, öbür yanda yanan mum. Söz sahibi süpürgeden bir tel koparıp, mumun alevinde
tutuşturup: “ İp öpü, ip öpü, söndürme çöpü, söylersin türkü! “ diyerek alelacele yanındakine,
o bitişiğindekine o da daha sonrasındaki ne verecek.
Çöp kimin elinde sönerse bir türkü söylemeğe mecbur. İstenilen gazelse gazel,
mani ise mani, vekile sıra devretmek katiyyen kabul edilmez. Araya girmiş hanım nineler,
kem surat kaynanalar bile aşka gelir, (Amed nesimi subhüdem), (Mahestü nemidanem),
(Gelse o şuh meclise) gibi nuh nebilik besteleri ten tenenennilerle, elleri dize vura vura
söylerlerdi.
— Tire Oyunu:
Bu oyunda önce zincirli yahut keçili bir makara feda edilir, kolan kolan sağılıp,
kulaç boyunda koparılıp ikiye bölünür, ortası en emin kişinin parmağında, uçları etraftakilere
tutturulurdu.
Kim kime düşerse yani Tire’nin ucu her kimlerde iseşapur şupur öpüşmeleri şart.
Alaylı tarafı güvende bir tazenin, Kurşuncu Esma Molla’ya, Hıristiyan kadınına bile başını
örten Hacıhanımın, Komşu Bostandaki bahçıvan Todori’nin anasına, siyahî bacının da dokuz
on yaşındaki bir erkek çocuğa rastlayışı (geçende hamama geldi de, babanı da getir diye
kovdular. Kazık kadar herif bu oğlan) diye babalarının tutuşuydu.
Tura Oyunu
EV TOPLANTILARINDA DİL, YAZMA, OKUMA MARİFETLERİ
Ramazanlarda, bilhassa kışın (şebiyeldâ) larında, konaklarda ve küçük evlerde kadın
toplantıları olurken, çeşit çeşit oyunlardan başka dil, yazma, okuma marifetleri de yapılırdı.
Ötekiler gibi, belki daha fazlası ile, bunlarda çok eğlenceli geçer, yarışa girenlerden
muvaffak olanlar (aklıevvel diye) maşallahlarla alkışlanır, beceriksizler kahkahalarla alaya
alınırdı.
Dil marifetleri arasında hayli zorları, üst üste çabuk çabuk tekrarlanması ip
cambazlığına zort çıkaranları kaç tane başlıcalarını sayalım:
(Dal kalkar, Kantar tartar) Üç defa sıralamak nerede, adamakıllı bir kerecik
söyleyebilene ne mutlu. Hemen dil sürçüp kalkarın (karkar), kantarın (kartar), tartarın (taltar)
oluvermesi gibi.
(Şu çıbığı imamelemelimi; imamemeli mi) sözünde şu çıbık söylenirdi ama gel de
alt tarafını tamamla. İmamdan melemekten, melemelikten kurtulabilirsen kurtul.
(Kırk küp, kırkını da kulbu kırık küp) faslından kırklar, kırıklar birbirine karışır.
(Bu köşe kış köşesi, şu kçşe yaz köşesi) nde kışlar (kız, köşeler (köse) olurdu.
(Bir lafı söylemeli amma saçmalamamalı) ya sıra gelince saçmalamakta bile
saçmalanırdı.
Deminden beri elebaşılık eden, karşısındakiler dilleri dışarıda, tükürükler saça saça
kekeleyip dururken ağzı makine gibi işleyenkesik saçlı, bayan tülbentli eski bir çengi veya
hamam ustası gibi gene alıverdi:
(Şu köşeye yün koydum, şu köşeye bal koydu, şu köşeye leş koydum, yünü dittim,
balı yuttum, leşi ittim.)
Yünü didip, balı iten itene; leşi yutan yutana.
(Denize indim, bir avuç kum aldım, ben o kumu yerim, ben o kumu yerim)
tekerlemesinde kum yerine neler yiyenler ortaya çıkar. Etraftan kahkahalar ayyuka çıkardı.
Hayalî şehir Kâtip Salih’in (Karagöz’ün Naibliği) oyunundan kalma bir-iki ağız
tanburası daha vardı: Bunlardan biri:
(Şu karşıda karaağaç; dibi kovuk, kabuğu kalın, eğri büğrü karaağaç kakıdın m,
kurudun mu dibi kovuk, kabuğu kalın, eğri büğrü kara ağaç.)
Diğeri de.
(Çatalcada topal çoban yapıp satar çatal sapan)
Bu ikisi diğerleri kadar güç olmadığından düzgünce kelamlılar ve çocukluğunda
Karagöze çok devamlılar, hiç aksamadan çıtırpıtır söyleyiverirlerdi. 40
40
Sermed Muhtar ALUS, “ Eski Günlerde Ev Toplantılarında Dil, Yazma, Okuma Marifetleri “, Akşam 15
Teşrinisani 1939
GECE TOPLANTILARINDA EL VE BEDEN MARİFETLERİ
Uzun kış geceleri kibarların büyük konaklarında, orta hallilerin konak yavrularındaki
kadın meclislerinde evvelce saydığımız (Yüzük), (Eşim) gibi oyunlar, (Dal kalkar), (Yünü
dittim) kabilinden dil tekerlemeleri savulduktan sonra, arada çevik çalâk tazeler, gençlik
taslayan geçkinler fazlaca ise, onların elebaşılığı ile mutlaka el ve beden marifetlerine sıra
gelirdi.
Bunların başlıcalarını nakledelim:
(İşte burnum, işte kulağım) oyununda sağ elin iki parmağı burnu tutarken, çaprazlama
yanaşan sol elin iki parmağı sağ kulağın memesini yakalayacak.
Hop! Eller yine çapraz şekilde hadi öbür tarafa, yani şimdi de sol parmaklar burunda,
sağdakiler sol kulakta ve (işte burnum, işte kulağım) lar çabuk çabuk, ardarda takip
ettirilecek.
Gelgelelim burnu, kulakları bulabilirsen bul. Alıklaşıp tersleri dönen dönene;
gözlerini, yanaklarını tutan tutana …
Kebapçılık Oyunu: Bunda da sağ el sağ dizin üstünde, güya eti bıçakla kıymalar gibi
ileri geri gidip gelirken, sol el öbür dizde, olduğu yerden santim şaşmaksızın, pirzola çeviriyor
gibi dönüp duracak.
Bunu tecrübeye kalkışanlar da derhal bocalar, ellerinin hareketleri karışır, zırvalıyı
verirlerdi.
Yağ-Bal Oyunu: Bir elin avucu (yağ gibi indi) ile göğsün etrafını aşağı yukarı
sıvazlıya dursun, ötekinin uç uça gelmiş parmakları (bal gibi sindi) diye yüreğin üstünde aynı
noktaya inip kalkması lazım.
En becerikli ve apiko geçinenler, kolları sıvar sıvamaz şaşırırlar, yüzünü gözüne
bulaştırırlardı.
Bu partiye kalkışılınca babaannelerinin, kul cinsi hatunelerin, arap bacıların
derakab ayaklanarak:
- Ayol buna mis gibi tapınma derler. Aman çocuklar kelime-i şahadet getirin,
tövbe ve istifğar edin!.. lerle atılıp mani oluşları da lâhzada.
Yekçeşim Oyunu: Şenlikli ve gülünçlü bir oyundur.
Boy hizasında olması için bir sandalyeye siğara sehbası, onun üstüne bir sehpası,
onun üstüne bir şamdan, şamdandaki mumun tepesine de küçük bir kağıt külah konur. Adı
üstünde, girişecekler tek gözlü; bu sebepten ötürü de gözlerinin biri kalın bir bezle sımsıkı
bağlı.
Oyunun an noktası, altı yedi adım geriden sağ kolu uzatıp, yavaş yavaş yaklaşarak,
ilk fiskede külahı yerinden fırlatmak.
— Allah Allah… Bunu yapamayacak kadarda mı aptal, avanacağız? Diye
atılanları görmeyin. Kimis külahı kaç karış geriden fiskeleme de. Manzarayı seyrederek
akıllarınca us bahası almışlarda muma çarptıkları halde hâlâ parmak oynatamama da; etraftan
da kahkahalar kopmada.
Kafayı duvara dayayıp, üçayak boyu geri çekilip, kollar belin arkasına kenetli
halde iken doğrulma.
Bunu başarabilen mi çıktı, daniskası hazır: İki diz üstü çöküp, gene eller arkaya
bağlı, üç kuruş ileriye konmuş ibriğin tepesini öpme.
Bir başkası: iki kişi bir adım aralıkla karşı karşıya diz çöker, bir bacaklarını elle
yerden kaldırırlar. İkisinde de birer şamdan vardır. Fakat birisi yanmakta, diğeri ise sönüktü.
Sönük mumu yanan mumdan yakmak.
Bir başka oyunda; Bir maden suyu şişesinin üstüne oturup, ayakları yerden kesip,
kibrit çakarak yine eldeki mumu yakmak.
Bir diğer oyunda ise sağlam bir sandalyeyi sırta düşen tarafı yukarı çekmek üzere
yere yatırdıktan ve üstüne çöktükten sonra, arka tahtasının nihayetine konan şişe mantarını
ağızla almak.
Bu silsiledeki frenk oyunları arasında bir de hayli yerlileşmişi vardı ki çok rağbette
ve boyuna oynanırdı. O vakitler iskambil kağıdı hangi evde yok ki. Konakların kahve ve
ocaklarında uşakların, aşçıların, arabacıların bile önünde. Papaz, kız, bacak gibi suretlerin
yüzleri gözleri kazınmış, en büyük günahı giderilmiş olarak, küçük evlerdeki kaba sofuların
bile dizlerinin dibinde.
Paketi de para ile değil, üç onluğa. 52 adetlik tam deste getirilir, yere tepe aşağı
kalıplı bir fes konur, üç dört adım geriden iskambiller teker teker fırlatılırlardı.
Fesin içine en çok atabilen mahir kazanıyordu. Laf değil, gayet zor iştir. Kâğıtlar
havalanıp havalanıp sağa sola, öne arkaya düştükçe düşer. Koca destede üç-dört tane sokan
düdüğü çalardı.
Şunu da ilave edip bitirelim: Büyükçe bir şişeyi ufkî (yatay) tutup, ağzına küçük
bir mantar koyacaksın, üfleyip onu içeri tıkacaksın. Umulduğu kadar kolay mı değil mi
denemesi bedava… 41
RAMAZAN VE BAYRAM İÇİN
Asker ve Sivil
Cümleniz Şimdiden Elbiselerinizi İhzar Ediniz
Süleyman Bey zade Nihat Terzihanesi
Her cins kumaş üzerine pek muhteşem çeşitler celb eylemiştir. Zevki selim üzerine tasis
merakını ancak mezkûr terzihanede tatmin edebilirsiniz.
Bâb-ı âli Caddesinde Meserret Oteli karşısında
Kamer Fotoğrafhanesi Apartmanında. Birinci kat
41
Sermed Muhtar ALUS, “ Eski Günlerde Gece Toplantılarında El ve Beden Marifetleri “ , Akşam 25
Teşrinisani 1939
RAMAZAN MANİLERİ
Davulcuyum Ramazanda,
Yola çıktım ben ezanda
Neşe bulsam sevinirim.
Hem okuyan hem yazanda
****
Davulumu aldım geldim,
Sokalarda çaldım geldim.
Bir arkadaş sütlaç yapmış,
Ben iftarda kaldım geldim.
****
Geliyorum kapılara,
Düştüm çünkü yine dara.
Kimse yok mu çağıracak?
Yarın beni bir iftara.
****
Davulcuyum işte özüm,
Söyleyecek var bir sözüm.
Şu bu lafa kulak vermem,
Kadında yalnız gözüm.
****
Davulumun derisi var,
Güzellerin perisi var.
Eğer güzel isterseniz,
Şimdi ben de serisi var.
****
Beyazıd’da sergi yaptım,
Geçenlerde birbir saydım,
Bir sarışın görüverdim;
Ben esmerden çabuk caydım.
****
Davulumun ipi keten,
Anlaşıldı olan biten;
Seni gördüm pencerede;
Ne güzel yüz ne beyaz ten.
****
Davulumu aldım geldim,
Sokaklarda çaldım geldim,
Bizim terkos kesilince,
Yine susuz kaldım, geldim.
****
Davulumun kaytanı var.
Bu günlerde kim ne arar?
Bozulacak ayı buldu,
Buz çıkaran fabrikalar.
****
Yeni Cami mahya kurdu
Uzaklardan okunurdu.
Karaborsa yerindedir,
Bu işlerde vuran vurdu.
****
Davulumun ipi kaytan,
Sırtımda kalmadı mintan;
Yel üfürd, su götürdü,
Züğürt düştük aman aman
****
Davulumun derdi büyük,
Davul gibi dert de bir yük.
Cebi boştur ne yapacak?
Bugünlerde kaldı güdük.
****
Ay bitiyor, bayram yakın.
Çoluk çocuk akın akın,
Bayramlığa hepsi talip,
Ne olurum bana bakın.
****
Karı der ki şapka lazım,
Almalısın cancağızım..
İskarpinim, robum yoktur;
Diye ağlar, şimdi kızım.
****
Oğlum dersen, o da başka
Kafa tutar, ciddi şaka..
Papuç ister. Esvap ister;
Bu iştede basmaz faka.
****
On bir ayda bir geliyor,
Yıldan yıla pir geliyor.
Gazinoda çalg ıtürkü..
Bir kenara gir geliyor.
****
Gelenler hep cebi dolu,
Aldırmazlar sağı solu,
İstanbul’da yaratılmış
Eğlencenin binbir kolu.
****
Davulumu çaldım dan dan,
Sesi duyuldu uzaklardan,
Sulha yakın geldi dünya;
Bu hercümere yeter aman. 42
42
Son Posta 26 Ağustos 1945, Sayı: 5410
ORUÇ TUTAN AT KARACAAHMET’TE YATIYOR
Karacaahmet türbesinin yakınından geçenler altı direkli muazzam bir türbenin
haşmeti karşında birkaç dakika durmaktan kendilerini alamazlar. Kubbesi altın yaldızlı
sütunları somaki mermerden yapılmış bu mezar kimindir? İçinde hangi fani gömülüdür? Üç
tuğlu bir vezir mi? Kahraman bir başbuğ mu? Eserleri yurdun dört bucağında şöhret salmış bir
sanat adamı mı? Hayır, ne o, ne bu, ne öteki! Bunların hiçbiri bu türbede gömülü değildir.
Burada yatan bir attır. Üçüncü Ahmet’in delice sevdiği atı.
Zaman olmuştur ki, halk burada yatan atın ruhaniyetinden imdat beklemiş, hasta
çocuklar için şifa aramış, yıllarca ve yıllarca buraya koşarak adaklar adamıştır.
Üçüncü Ahmet’in insan mezarları arasında, ölüsüne muazzam bir türbe yaptırdığı
atının, halk arasında evliyalığı ne kadar şayi olmuşsa, belki ondan daha fazla bir kuvvetle
tarihlerimize geçmiş, hatta Emrullah Efendi’nin tamamlamaya ömrü vefa etmediği meşhur
“Muhitulmuaarif“ sayfalarında bile yer almıştır.
Ne kadar yazık ki en şöhretli müverrihlerimiz, atın evliyalığına sarsılmaz bir
imanla inanmışlar, bu bahse dair uzun uzadıya yazılar yazmışlardır. Hatta, bunlardan bazıları,
Üçüncü Ahmet’in atının Ramazanlarda oruç tuttuğuna inanarak, bu bahse dair kitaplarında
sayfalar ayırmışlardır.
Sıkılmayacağınıza inanarak onun “ Oruç tutan at “ la, onun ölüm ve cenaze alayı
ile bilgileri aktarıyorum:
Öğle ezanı okunmuştu. Seyis Osman, Üçüncü Ahmet’in atının içecek suyunu
tazelemek için ahıra girdiği zaman hayretler içinde kaldı.
Gümüş su kovası ağzına kadar dolu idi. Halbuki at, sabahtan öğle vaktine kadar bir
kova su içer, ikindi de doldurulan suyu da yatsı vaktine kadar bitirirdi. Bugün ise bir damla
bile su içmemişti. Acaba hasta mı idi?
Şeytan aklını iğneledi. Fikrine tuhaf düşünceler gelmeğe başladı. Kendi kendine:
— Bugün ramazan’ın biri, dedi. At oruçlu olmasın? Sonra buna kendi de güldü.
— Haydı budala! At ta oruç tutar mı ki! Kendine gel Osman, sapıtıyorsun galiba?
Dedi.
Osman birkaç gün daha atı gözetledikten sonra Baş Ağa’ya işi haber verdi. O da
vaziyeti görünce padişah’a haber verdi. Üçüncü Ahmet bu havadis karşısında şaşırdı, kaldı.
Hemen o akşam ahıra inerek, sevgili atının oruç bozduğunu bizzat gördü.
İnanmadı değil, bunu bir “ mekz ve al “ olmasından şüphelendi. Ertesi günü bu
işle meşgul oldu. Sabahtan akşama kadar ahırdan çıkmadı. Gözü ile gördü ve inandı ki: At
oruç tutuyordu.
Has ahırda bir telaş vardı. Ağalar, seyisler, uşaklar acele acele öteye beriye
koşuyor., her ağızdan bir ses çıkıyordu.
— Rugeni zeyt’e biraz kara biraz karıştırıp içirsek nasıl olur acaba?
— Baş Ağanın odasında “ kırk dükkân tözu “ ile Hindistan cevizi kabuğu olacak.
Onları tez kaynatıp getirin. Sancıya faydası birebirdir.
— Belki nazar almıştır, bir yol üzerlik ve çörek otu tütsüsü yapsak, fayda istihsali
melhuzdur. Nasa faydası olduğu gibi, hayvanata da tesiri olsa gerek.
— Darudan yana ne acele edersiz? Hafız Behram Efendiye bir nefes ettirsek daha
iyi olmaz mı ki? Nefes denilen şey ulemanın himmetleridir. İlâç makul değildir, evvelâ nefes
gerek.
Bütün bu telaşlı konuşmaları Üçüncü Ahmet’in çok sevdiği oruç tutan atın birden
bire hastalanmasından ileri geliyordu.
At sabahleyin tımar edilirken birden bire yıkılmış, ağzından köpükler gelmeğe,
bacakları titremeğe başlamıştı. Alınan bütün tedbirler ve ilaçlar tesirini göstermedi.
Nihayet korku ile padişaha haber verildi: Daha iki gün evvel kıymetli altınlar ve göz
kamaştırıcı incilerle süslü eğerler altında gezen atın hastalığı Padişaha haber verilince:
Üçüncü Ahmet, Baş Ağa’ya:
— Atımın hastalığı geçirilmezse başınızı keserim. Diye tenbih etmişti.
Baş Ağa birçok tereddütlerden sonra, korku ve telaş içinde Üçüncü Ahmet’e
meseleyi anlattı.
— Padişahım başınız sağ olsun, atınız bu mürd oldu! Dedi.
Padişah şaşırdı, bu kara habere bir türlü inanamıyordu. Fersiz gözlerini ağaya
dikerek müteessir bir sesle:
— Ne oldu, nasıl bir sebeple bu hal vaki oldu? Dedi.
Ve daha Ağa söze başlamazdan onu dikkatsizlikle, ona bakmamakla itham ederek,
binlerce küfür savurduktan sonra:
— Yıkıl karşımdan bre godoş, musibet.
Diyerek yanından kovdu. Şimdi Padişah bir köşeye çekilmiş, ağlıyor, gözlerinin
önünde müthiş bir ölüm manzarası kabil değil yerinden kımıldanmıyordu. Nihayet
dayanamadı. Atını son defa görmek için ahıra tekrar indi.
Sevgili at kıymetli örtülerin altında yatıyordu. Ahırın içinde yanan meşalelerin
altında yatan bu at naşı, Padişaha acı gözyaşları döktürüyordu.
Ürkek adımları ile ata doğru ilerledi. Istırap dolu bir sesle:
— Yüzün açın! Dedi. Açtılar.
Meraklı gözleri atın kapalı gözlerine baktı ve sonra birden bire geri dönerek
odasına kapandı.
Tarih, Padişahın o gece sabahlara kadar ağladığını yazıyor.
Üçüncü Ahmet’in sevgili atı debdebeli bir alayla Karacaahmet adem abadının siyah
toprakları altına gömüldü. Ata yapılan cenaze alayı, memleketler fetheden, düşmanlarla göğüs
göğüse boğuşan büyük başbuğlara bile yapılmamıştı. Alaya oğlu tuğlu vezirlerle, sarıkları on,
on beş arşın gelen ulemayı din bile iştirak etmişti.
Bir hafta sonra, Üçüncü Ahmet’in emri ile mezarın üstüne kubbesi altın yaldızlı ve
altı uzun direkli etrafı açık muazzam ve muhteşem bir türbe yapıldı.
Üsküdar’da Karacaahmet’in Koyu Servi Ağaçlarının Gölgesinde Saklı Türbede
Yatan Padişahın Atıdır
Tarihçilerimizin bazıları burada, gömülü olan atı, Üçüncü Ahmet’in atı değil,
Karacaahmet’in atı olduğunu yazarlar. Diğer taraftan da, Emrullah Efendi merhum
(Muhitulmuaarif) adlı kitabında türbede gömülü olan atın Ebüldarda’nın olduğunu söylüyor. 43
43
Münir Süleyman “ Oruç Tutan At Karacaahmet’teki Türbede Yatıyor”, Büyük Gazete 28 İkinci Kanun 1935,
Sayı: 14
AHMET RASİM’İN GÖZÜYLE ESKİ RAMAZANLAR
Bırakın Allah’ı severseniz. Evelleri Ramazan geceleri evde oturmanın da bir zevki
var idi! Köşe penceresine çekilipte mahalle çocuklarını seyretmek, onların bir kestane fişeği
çat patasına, bir arayıcı fısfısına, bir mehtap süzülüşüne gevrek gevrek güldüklerini duymak,
elde fener teraviye seğirten hacı babanın ardı sıra patlattıkları topra, lokma bombayı müteakip
çil yavrusu gibi dağılarak kaçıştıklarını, midye kabuklarına dirhem ve zeytin yağı koyarak
gelenden geçenden:
- Yağ parası, mum parası istediklerini, vermeyenlerin önünü iple kestiklerini temaşa
etmek az mı neşe verirdi?
Şimdi ellerinde üfledikçe şişer, uzanır bir Japon zırzırı, yahut bir tramvaycı düdüğü,
öttür bire öttür! Mahallenin içi içi düdük muayenehanesine dönüyor!
Haniya.
— Heyomala, bizim gemi!
Veya:
— Heyesa, heyesa! Nağmeleriyle ip çekişmeler. Çekişip dururken köhne çamaşır
ipi ne kadar dayanabilir. Kopunca veyahut bir tarafın o yaştaki kurnazlıkla ipin ucunu birden
bire bırakınca sırt üstü düşerler:
—Vay kafam!
- Anneciğim, anneciğim!...
Diye ağlayışlar!. Nerde!..
Haniya, bunların; onluk, onbirlik bağlama takkeli, kısa hırkalı elinde örme tura,
ayağında burnu patlak bağsız lapçın, yemeği yer yemez, yerinden fırlar. Çağırdığı her ismin
ekseriyetle son heceelrinde beş on elif miktarı çeke çeke ne kadar badi badi, paytak, çengel
bacak, pat burun, yer cücesi, şakuli ibik, sıçankuyruğu püskül, limon kabuğu, fes, tuni atkılı,
var ise cümlesini başına toplar. Onlar önde taş toplaya toplaya öteki mahalleye (Sala) ya
götüren, bakkal, manav, aktar, kapatan, müezzin şaşırtan, sokak köşesine çarşaf kurup
karagöz oynatan, gelip geçenden para toplayan, elden fener kapan, meşin tulumba ile gelene
geçene su sıkan, kahve önlerinde naralar attırarak, ala ala heyheyler, (yaman gider) ler, (bizim
mahalle kanlı bıçak, ötekiler hepsi alçak) palavraları ile resmigeçitler yaptıran:
— Trink! Der demez, namazdan dönen tirit babaya:
— Eyvahlar olsun limonata şişesi şikeşte beste.
—Şıngırrrr! Eder etmez (ferah) kadına:
— Gördün mü bir kere! Yine aşağı cam kırıldı!.. Hay elleri kırılsın hınzır piç!
— Zırrrr! Kopar kopmaz imam efendiye:
— Bitik, yine sakanın eşeği meraklandı!
Hırrrr! Teranesini ilk duyan (Gülsüm) hanıma:
— Ayol, köpekler birbirini yiyorlar! Dedirten,
Ardı gelmez:
- Çat! Çat!
İle birden beş-on kapı çaldıran, bütün sekkân merdiven atlatan elebaşılar nerede?
Haydi, bunlar büyüdüler, uslandılar, efendi oldular, bey oldular, diyelim.
Nerde o, ufak davulu boynunda, işkembe feneri arkadaşının elinde yatsıdan sahura
kadar, sokak sokak, semt semt dolaşan, bir kapının önünde şu’rayı zamanenin elhak tenzirinde
muvaffak oldukları tarzda:
“Ramazan geldi daytandı,
Camiler nura boyandı,
İki gözüm geldi yine,
Hasreti ile canım yandı.”
“Sancağını açıp geldi,
Mağferetler saçıp geldi.
Onbir ayın, on birini,
Aralayıp, seçti geldi.”
Der ise üç ev aşağısında:
“ Ramazan bir yeşil direk,
O da mü’minlere gerek.
En sonunda bayram olur.
Çoluk çocuk sevinecek”
Diye bahşisini alan, büyük konaklar önünde İstanbul’u devre çıktığını ilan eden:
“ Methedeyim, methedeyim.
Metni senalar edeyim.
Eğer izniniz olur ise,
Camilere bir gideyim. “
***
“Ayasofya ilk iptidası,
Ol kuruldu ilk binası,
Orada namaz kılanın
Kabul olur her duası”
***
“ Yeni cami kurdu pazar,
Kâtipler ismini yazar.
İndim bahçekapısına
Eyledim, bir kayık pazar. “
***
“ Bindim kayığın içine,
Seccade yaydım kıçına.
Çek kayıkçı pala kürek,
Doğru Eyüp’ün içine. “
***
“ Eyüp’ten çıktım dışarı,
Çocukları pek haşarı.
Enseme bir tokat geldi.
Gözlerim çıktı dışarı. “
Tupsırasında iken kafes altından kâğıda sarılı kuruş düşer düşmez:
“ Gine açıldı çarşılar,
Turfanda çıktı turşukar,
Bu konaktan bahşis aldım,
Sizde deyin ol komşular. “
Kıt’asını bilirtical söyleyen, yokuşun başındaki evin önünde yorulunca:
“ Karakoyun kuzuludur,
Kuyrukları yazılıdır.
Çok bekletme a, efendim,
Ayaklarım sızılıdır. “
Kinayesiyle beş-on para sızdıran, mahalle kahvesi önünde takkesi işlemeli, hırkası
şam, enterisi Halep, ayağında ökçeli fülor, eve gitmek için teravih dönüşünü bekleyen damat
beyi, bir elde tesbih, bir elde fincan görünce: “ Tesbihin ucu mercan, / Bu aylar dertlere
derman, / Efendim, kahve içiyor, / Elinde fağfuri fincan, “
“ Merdane beyim, merdane / Altın saatler gerdane / Benim beyim, benim paşam. /
Şu semt içinde bir tane. “
Bediasıyla koltuklayarak bir dereceye kadar alafıranga (Rine Riche) e mukayyit
davranarak peykede baş aşağı, baş yukarı pinekleyen esbak sakalar kahyası pirsahurde (Demir
Ağa)yı gözüyle işaret ederek:
“ Ne uyursun, ne uyursun,
Bu uykudan ne bulursun,
Al aptestin, kıl namazın,
Doğru cennetin bulursun.”
Dedikten sonra rakip asâbedesti (Bekçi) hakkında umum kahve ahalisine hitaben:
“ Damdan kedi atladı,
Bekçinin ödü patladı.
Elem çekme arkadaşım,
Beyler keseyi yokladı. “
Telmihle attığı taşı gediğine koyan beyitçilerimiz nerede? Bunlarsız geçen Ramazan
gecelerinde ne ahenk, ne turap, ne şiir tasavvur olunur. Kâş!.. Dernıgâristan(Aydede), (Bitarzı
Hükema) mesir ve derdebistanı Davutpaşa (aleyhirahmetülkadir) (Bezbani farisi) üstadı hatir
ağnibih (Apdülbakii Fevzi) udhuke semir çıksa da yerleri boş kalmasa! İnsan hem eğlenir;
hem de edasına baka baka zevklenir. 44
44
Resimli Şark, Şubat 1931, Sayı: 2
RAMAZAN SERGİLERİ
Eski Ramazanlarda, Beyazıt Camisi’nin büyük bir önemi vardı. Ne hükümetten ve
ne de Belediyeden en küçük bir yardım beklemeden İstanbul’un muhtelif esnafları birleşirler
burada bir sergi açarlardı. Bu sergilerin ilki 1876 yılında Mustafa Fazıl Paşa’nın
başkanlığında toplanan bir komisyon tarafından, Sultanahmet Meydanı’nda şimdiki park ile
Caminin avlusu arasında “Sergi-i Umumi-i Osmanî“ adı verilen umumi bir sergi açılmıştı. Bu
serginin açılması için, hükümet kuvvetleri harekete gelmişler; Anadolu, Rumeli, Arabistan,
Irak, Trablusgarp vilayetlerinden bir çok yerli hizmet eserleri getirmişlerdi.
“ Lügat-i Tarihiye ve Coğrafya “ muharriri Rıfat Efendi. Nakdüttevarih başlıklı
kronolojik eserinin 1279 Hicri ve 1876 miladi yılına ait sahifelerinde İstanbul’da Sultanahmet
Meydanı’nda umumi bir sergi açıldığından bahseder. Yedi bin zira arsa üzerine, müstatıl
şekilde yapılarak 30 bin İngiliz lirası sarf olunduğunu ilave eder.
Sultan Aziz’in validesi, bu serginin vücut bulması için, mühimce bir para vermişti.
Hazineyi hassadan ayrılan tahsisat ile serginin mükemmeliyeti temin edilmişti. Bu suretle,
Osmanlı ülkesinde ilk defa kurulan sergide, memleketin başlıca sanat merkezlerinden
getirtilen sanat eserleri teşhir edilmişti.
Bu ilk serginin açılması 1876 yılı Ramazan ayının onuncu gününe tesadüf etmişti. O
senenin bayramına kadar devam sergi, istenilen neticeyi vermişti. Bunun için sergi
kapanırken büyük bir memnuniyet hisseden bu işin müteşebbisleri, her sene Ramazan ayında,
küçük mikyasta bir serginin açılması hakkında karar ittihaz etmişler ve bu kararı da, her sene
yerine getirmişlerdi.
Her sene kurulacak sergi için Beyazıt Camii Avlusu’nun seçilmesi de önemli bir
sebebe dayanıyordu.
Beyazıt Camii Avlusu
Bu Cami, tam İstanbul’un merkezinde idi. Aynı zamanda avlusu da pek genişti. İşte
bu maksatla seçilen Beyazıt Camisinin avlusunda Ramazan sergilerini kurmak artık bir adet
ve teamül hükmüne girdi.
Cami avlusu, usulen Vakıflar Nezaretine aitti. Nezaret, Caminin bânisi olan Sultan
Beyazıt Vakfı namına bundan istifade etti. Avlunun dört tarafındaki revakları ile ortasındaki
kısmı parsellere ayırarak sergiye iştirak edecek olan esnafa, yalnız serginin devam edeceği
Ramazan ayı müddetince kiraya verirdi.
Ramazan günlerine mahsus olan bu serginin hazırlıklarına Mübarek ayın girmesine
bir hafta kala başlanır. Küçücük küçücük barakalar kurulur. İçlerine mallar istif edilir. Arife
topları atılırken hepsi hazır. Artık 30 Ramazan, hele ikindiden sonraları iğne atsan yere
düşmez.
Ahmet Rasim bakınız bu sergiler hakkında ne yazıyor:
“ Gündüzleri ikindiden sonra payi azimet Beyazıt sergisine teveccüh ediyor. Ne
için? İşte burası meçhul. Bir şey almak için mi? Bir dafası kifayet etmez mi ya? Ba husus her
sene gördüğümüz mamulât ve mesnuat. Yine o kokulu baharcılar, sigaralıkçılar, tesbihçiler,
reji şubesi. Öyle ise niçin? Nicesi görenek, Ramazanı şerif gündüzlerine mahsus bir itiyat.”
Beyazıt Sergisi avludaki revakların altında yapılan küçük barakalarda kurulurdu.
Büyücek satışı da dükkanları, Feshane ve Hereke Fabrikaları, mamulâtına ait olanlardı.
Onlardan sonra derhal rejinin açtığı tütün ve sigara dükkanını saymak doğru olur. Bu kısmın
serginin en çok rağbet göreni olduğu “ Ramazanı şerife mahsustur. “ etiketi ile yalnız burada
satılan malların tiryakiler tarafından daima rağbet görmesinden hattâ barakanın bir az
küçüklüğünden olacak, iftara yakın belli başlı nevilerin kâmilen satılmış bulunmasından
anlaşılırdı.
Tesbih Sergisi
Bunların aralarında bulunan ağızlıkçı ve tesbihçi dükkânlarının ise satışları çok
olmazdı. Moda halinde kullanılan Ramazanlık yasemin ağızlıklar burada satılan başlıca
nevilerden biriydi. Tesbihe gelince o zaman kimin evinde bir veya birkaç tesbih bulunmazdı.
Tesbihçi dükkanlarını ziyaret umumiyetle kopan tesbihleri dizdirmek için vâki olurdu.
Burada Buharalı bir porselenci de kalhavi kahve fincanları satardı. Onun gerek
devetüyü renkli, gerek mai beyaz kahve fincanları eskiden pek makbuldü.
Baharat satan bir-iki dükkânı da unutmayalım…
Ortada şadırvanın kenarında gerilmiş tenteler altında bazı yiyecek maddeleri
satılırdı. Pastırma, peynir, zeytin ve saire gibi. Ramazanlarda en çok sürülen gıda
maddelerinden ve bunların bilhassa en iyi cinslerinden, reçeller, baklavalar.
… Fatih Sergisi ise Beyazıt Sergisi’nin küçük bir kopyası idi. Sergiden ve
alışverişten bahsederken, Ramazanlarda dükkanların geceleri de açık kalabildiklerini
kaydetmek doğru olur. Bu dükkanların, açık bulunduklarını ilân etmek için, yaktıkları
fenerler, karanlığı bir derece giderdiğinden, Ramazan geceleri sokaklara bir hususiyet
verirlerdi… 45
Bu sergi pek iptidai bir haldeydi. Hiç bir tüccarı, sanayi ve iktisadi kıymeti haiz
değildi. Sadece, şehrin her köşesindeki esnafın mallarını buraya naklederek göz alıcı bir
surette teşhir etmelerinden ve kalabalıktan istifade ederek bir hayli alışverişe imkan
bulmalarından ibaretti. Maamafih bu arada kıymetli bazı sanat müesseselerinin vücuda
getirdiği eserlerde teşhir edilirdi. Bunların başlıcası: Hereke Fabrikası mamulâtından olan son
derece de nefis iplikli kumaşlar ve kıymetli halılarla; müessislerinin ekserisi Boşnaklardan
mürekkep olan Karamürsel Yünlü Mensucat Fabrikasının abaları ve kumaşları idi.
Sergideki yerli sanayi işleri, hemen hemen bu iki müessesenin mallarını inhisar
ederdi. Diğer teşhir edilen emtia halkın muhtelif ihtiyaçlarını temin eden şeylerden ibaretti.
Serginin başlıca methali olan Beyazıt kapısından girildiği zaman, en evvel
tesbihçilere tesadüf edilir. Bunların cemekânlarında teşhir ettikleri rengârenk tesbihler, cidden
nazarı dikkati çekecek derece cazipti.
Bu tespihler (Armudi, tam yuvarlak, uçlu, yuvarlak, yarım beyzî, yumurta biçimi)
diye şekillerine göre nevilere ayrılırlardı ve sonra da cinslerine göre (nake, som, öd, pelesenk,
kuka, gül, tırnak, hayâ, süt taşı, kehlibar) namını alırlardı. Bu meyanda sedeften, mercandan,
hatta, inciden bile yapılmış tespihler vardı.
Tespihler, biri otuz üçlü, diğeri de doksan dokuzluk olmak üzere iki nevi idi. Otuz
üçlük tesbihler, hemen hemen münhasıran kehlibardan ve necef denilen camdan imal
edilirledi.
Tesbih dizmek oldukça mühim bir sanattı. Asıl hüner, tesbihin püsküllerini yapmak
veyahut kamçılarını geçrimekti.
Tesbihçilerin bir kısmı, cıgara ağızlıkları da teşhir ederlerdi. Bu ağızlıklarda,
oldukça mühim bir kıymete haizdi. Bunlara da, artık bugün isimleri bile unutulmuş olan
(budaklı, damaklı, ulak, ulak, parçalı, köşeli, içimi pamuklu, çiçekli, kakmalı, terli, burmalı,
muşuşhaneli, buzlu, yekpare) adları verilirdi. Bu arada alelâde (yasemin, kiraz, abanuz, sarı
kehribar, al kehribar) ağızlıklarına da tesadüf edilirdi.
Serginin hoşa gidecek köşelerinden biri de baharatçılardı. Bu serginin bu köşesini,
hemen umumiyetle Mısır Çarşısı esnafı kurarlardı. Bu sergilerde, Hindistan’dan, Cava’dan ve
Afrikadan gelen muhtelif cins baharatlar satarlardı. Hatta bunların arasında küçük birer
karpuzu andıran parlak kavanozlar içinde, çok müeessir kuvvet macunları da vardı.
Meydana karşı kapıdan girilince sağda İrani Hacı Baba’nın köşesi içinde neler yok.
Baharatın çeşidi, Yenibahar, kırmızıbiber, akbiber, karabiber, kimyon, karanfil, kuru nane,
tarçın, kekik, safran, çörek otu, üzerlik, kına, sübyanların karın ağrılarına, papatya, minnacık,
Hindistan cevizi, limonlu, tarçınlı, naneli, güllü, yayvan, şeffaf, ağıza alınınca fondan gibi erir
şekerler. Bu şekerlerin daha devalıları: Mideyi tashih edenler, tutkunluk veya sürgünlük
verenler, kutu kutu macunlardan hâzmı, kabızı, müleyyini, bedene kuvvet bahşedeni;
Hindistan cevizi lokumları; Acem pilavına mahsus amberbu pirinci, sütlaçlık, sakidane.
45
Selim Nüzhet GERÇEK, “ Ramazan Musahabeleri”, Tasvir-i Efkâr 22 Eylül 1942, Sayı: 5183–826
Kara papaklı, kara sakallı, kara setreli acem baba; yanında kınalı sakallı yardağı;
birinde ses gevrek, tiz perdeden, öbüründe kısık ve baso perdesinden. Gayet vekarlı vekarlı,
gözleri süze süze, İsfahan’dan makam tuttururlar. Alışveriş esnasında bile kesmek yok:
- Kokkulu bahar, kokkulu bahar!...
Karşılarında Buharalı Tesbihçi Köse, Yanından salâvatla geçilir. Oruç keyfinde
olduğu için her an kaşları çatık bir Allahlık. Biraz sokulsan, dükkanı, tezgahı altüst ettin diye
çemkirir.
Sola sap, Türkçesi (İnhisarı Duhanı Devleti Âliye-i Osmaniye) nam Rejinin
barakası. Raflarında Ramazaniyelik paketler: Zivana tarafları som yaldızlı, Beyaz-siyak Yaka,
Göbek sigaraları; altı kuruşa ekstra, ekstralar.
Reji İdaresi kısmı, Serginin önemli yerlerinden birisiydi. O tarihte de tütün ve
tünbeki, bugünkü gibi inhisar altında idi. Arada bir fark varsa bugünkü hükümet inhisarına
mukabil, o günkü inhisar, bir Fransız şirketine verilmişti.
Şunu da ilave etmek lazımdır ki o devirdeki tütün ve sigaralar, bugünkülere nazaran
cidden nefisti. Reji İdaresi Ramazan’a mahsus diye çıkardığı tütün ve sigaraların nefasetlerine
bir kat daha ehemmiyet verilirdi.
O devrin tütün ve sigaralarıyla bugünkü neviler arasında büyük bir fark vardı. Reji
sigaralarını (Talon, Yaka, Bohça, Bafra, Zıvanalı Bafra, Ekistra, Yetmişlik, Kalın) nevilerine
ayrılmıştı.
Tütünlerde, kağıt paketlerde 30 paralıktan başlarlardı. Mukavva kutular içinde de
(yetmişlik tatlı sert, yüzlük, yüzlük) nevilerinden başlayarak, beş kuruşluk kutulara kadar
gayet dikkatli kıyılmış, nefis tütünlerde vardı. Bunlar kokuları ve cazip renkleriyle tütün
tiryakilerinin iştahlarını kabartırlardı.
Dalkavuk ve bedavacı güruhundan olan bazı kimseler, bu tütün ve sigaraların
satıldıkları Reji Şirketinin önünde dolaşırlardı. Oradan geçen zengince birine tesadüf eder
etmez, derhal onun yanına yaklaşırlar, kandiller, temennahlar, ederek, kulaklarına hoşa
gidecek şeyler mırıldanırlar; onlara mutlaka bir paket tütün veya sigara aldırarak ceplerine
atarlardı. Böylece Ramazan’da içecekleri tütün ve sigaralar beleşten çıkarırlardı.
Ötesinde Matbaa-i Osmaniye’nin şubesi. Camekânında yaldızlı mushaflar, en’am-ı
şerifler, mabeyinci Dağıstanlı Emin Beyin kilişeleriAlmanya’da yaptırılmış. İstanbul’da renkli
renkli pek nefis surette basılmış, (Musavvar Tarihi Ümem) ve ( Musavavr Tarihi Hayvanat)
nam iki kitabı yanında Mektebi Sanayi Mamulâtı. Oymalı oymalı 15 ve 16’ıncı Lui stili
masalar, etejerler, dolaplar, demir eşyadan torna tezgâhları, burgular, matkaplar. Tersane de
inşaatı yirmi yıl sürmüş Hamidiye fırkateyni hümayununun yine bura yapısı, (Hey betnüma)
Kruvazörünün, Şahini derya torpido geçerinin tahtadan modelleri, içlerindeki efradı
görmeyin, boyları bacanın yarısına kadar.
Onun yanında Feshane-i âmire mamulâtı. Yatak battaniyeleri, abalar, fesler. Bu
abalar gayet revaçta idi. Erbain soğukları girer girmez İstanbul’da enflüenza salgını belirir,
adnlı şanlı menhus grip herkesi paçavraya çevirirdi. Canını fazla seven zenginler bu abalardan
cibinlik vari obalar kurar, karyolalarını içine sokar, karakış gecelerini orada geçirirlerdi.
Feshanenin yaptığı feslere kibar takımdan kimsecikler yanaşmaz; Avusturya fabrikalarının ki
baştacı. Hele mantarlılar ve Şlik markalılar türedikten sonra bunlara göz ucu çevirenler bile
bulunmazdı.
Bitişiğinde Hereke Fabrikası mamulâtı; döşemelik, perdelik, pırıl pırıl ipekliler,
envai nakışlarla bezeli masa örtüleri, seccadeler, kilimler.
Köşeyi dön, Karamürsel Fabrakasının şubesi. Kostümlük, pardesülük, paltoluk,
pantolonluk, kumaşların türlüsü mevcut. Rağbet edenlere gelince kesesi yufka, kalemlerde
bir-iki yüz kuruş maaşlı veya mülâzemeten kâtip efendiler, büyük konaklarda kâhya,
vekilharç, başağa gibi efendi kılıklı ağavat.
Mektebi Sanayi, Feshane-i Âmire, Hereke fabrikası salaşlarında koltuklar dizili,
önlerine seccadeler serili. Saçlı sakallı, rütbeli emvkili ekâbir, bilhassa Yıldız mensupları
Tanrının günü oralarda ahkâmüküm mabeyinciler, musahibi şehriyâri zenciler, esvabcı,
seccadeci, kitapçı, şamdancı, ibriktarbaşı gibiler. Daire-i askeriye rüesası paşalar; nezaretlerde
mevki sahibi beyefendiler. Ellerinde 33’lük kehriba veya mercan tesbihlerle, oruç (edaleti)
takınmış yüzlerle gelsin saatlerce mola.
… Beri yana dönülünce yine bir iki Özbek tesbihçi, baharat satan Mısır çarşılı
kulübeleri sırada bulunur. Umumi Kütüphane karşısında ki kapıdan çıkılırken, Mühürcü
Hüsnü efendiciğin bir kerevet ve sandıktan ibaret köşeceğine rastlanırdı. Habeşi tende, 20
paraya bile gayet derli toplu hatla mühür kazar, bereket versini basar bir adamcağızdı.
Hakkâklar içine dal; aşağı yukarı eşi olan Yümilere, Danslara, Avnilere başvur,
Külüstür mühürleri kazımağa hiç yanaşmazlar; gümüşlerine mecidiye, necef taşlılarına lirayı
isterlerdi. 46
Serginin en cazip köşeşini itriyatçılar teşkil ederdi. Bunların cemekânlarında,
muhtelif cins ve nevilerde şişelere doldurulmuş, olan (Binbir çiçek, Gül, Tefarik, hanımeli,
Zanbak, Yasemin, Sünbül, Süsen, Akasya, Şebboy, Anber, Folva, Şemimiyâr, Menekşe,
Leylâk, Manolya, Helvotran, İlkbahar Demeti) kokuları, daha uzaktan burunlara, aksederek
ruhlara safa ve zevklere cilâ verirdi. 47
Bir kış Ramazanında Beyazıt Sergisini Ahmet Rasim Bey şöyle anlatıyor:
“ Beyazıt sergisini ziyaret edenler arasında:
— Şuraya geldik, bari boş dönmeyelim!
Diyenler az değildir. Fakat dönmeden dönmeye fark olduğunu söyleyenlerde ender
değildir. Mesela bir yasemin sigara ağızlığı alacaksınız. Bayağı günlerde iki kuruşa veyahut
yüzüğe verilen o güdük sigaralıklar, şu zamanda çeyrektir. Özenerek, dikkatlice muayene
ederek, Ortaköy’ün son fidanı mahsulü olduğuna dair kavi teminat alarak bir tane beğenipte
tam çeyreği vereceğiniz sırada kulağınızın dibinden bir ses:
— Yo… k, biz de isteriz.
Deyiverir. Dönüp baktınız mı? İki aşina sima mütebessim, beşû, iltifata
mukabeleye müheyya. Tabiidir ki insan nezakete mağlup olarak diyor ki:
— Aman efendim, ne değeri var? İstediğiniz kadar.
— Değeri olmayan şey istenilir mi? Bahusus efendimizin ihsanı olan şey kıymetçe
dûn olsa bile nişâne-i iltifatınız olduğu cihetle.
— Aman efendim, inayet buyurun.
Deyip kendi elinizle birer tane daha seçip birer birer takdim ediyorsunuz ve iki
arkadaşınızı bilenlerden biri daha o sırada yaklaşmış bulunuyor. Derhal pasa parola…
Ağızlıkçı da fermâ etmiş, Halince lâtife perdaz olmak ister bir vaziyette. Fakat üçüncü de işi
bildiği için söze karışarak:
— Vallahi kıskanırım, hem de fena gücenirim.
— Ne emrettiniz de yapmadım efendim.
— Estağfurullah. Emir değil, bendenizin âtıfetinizin esirgendiğini görmek elbet
giran gelir.
Malum a, bir tane daha seçilir, mecidiye elden düşer, yola düzülürsünüz. Artık
dinleyin: öksürük için, göğüs için, mide için, kana kuvvet için, Hindistan’ın, İran’ın, Turan’ın,
Arabistan’ın baharatlarıyla yapılmış macunları. Geçin, turşucuları atlayın, Bir basamak
atlayın, karşınıza Reji şubesi gelir. Gelir ama ne gelir. Kulağa ikinci bir fısıltı daha:
— Canım ayıp olur?
— Neden ayıp olsun?
46
47
Sermet Muhtar ALUS , “ Ramazan Muhasebeleri “ , Tasvir-i Efkâr 18 Eylül 1943, Sayı: 5517–1160
Ziya ŞAKİR, “ Ramazan Sohbetleri “,
Bu söz, bu yarı istirham edâsı yavaş yavaş size de sirayet eder. Doğrudur a.
Sigaralığı al, tütününü verme. Abes, hem de küçüklük. Aldırmamak, daha abes. Aldırıp
savmak bir mecidiyeden daha kaçmak gibi ufak bir zül. Bunun iyisi katlanmak. Fakat bir kere
de utandırmak lazım a. Derhal sağ elinizi portmoneye atıp yürümeli. İtişe, kakışa
muhacimlerin safını yırta deşe Rejinin kulübesine varmalı. Bir yarım lira atarak:
— Dört paket gayrı maktu zıvanasız! Demeli, almalı; Cami kapısından fırlar
fırlamaz, birer birer dağıtmalı. Öyle ya, dünya bu. Bahusus hem ziyaret, hem ticaret diye asıl
bu gibi sıhhati mevsuk olan şeylere denir.
Lop yani beleş meselesi ötedenberi meşhurdur. Hattâ hakkında çeşitli hikâyeler
vardır:
Hele şu türlüsü pek hoşuma gider:
Efendinin biri iftara davet edilir. Yolda yürürken sağına bakar ki biri de kendisiyle
beraber geliyor. Merak eder sorar:
— Siz kimsiniz?
— Dalkavuğum efendim!
Aldırmaz. Fakat sonunda biri daha peyda olur. Zavallı efendi şaşalar. Ona da
sorar:
— Siz kimsiniz?
— Bendeniz de dalkavuğum efendim.
Biçare bütün bütün şaşalar. O aralık bir üçüncü daha zuhur eder. Ona da sorar:
Herif der ki:
— Ev sahibi beni tanır efendim.
Asıl davetli olan bu cevap üzerine biraz ferahlanır. Velhasıl davet mahalline
gelirler. Ev sahibi birin yerine dört geldiğini görünce tedariksizliğinden dolayı hem utanır,
hem kızarır. Oruç haliyle derki:
— Bu efendi kimdir?
— Dalkavukmuş…
— Pekâlâ. Bu efendi?
— O da…
Artık hiddeti coşar, mübarek günde, akşamüzeri kendisiyle eğlenir gibi, bilmediği
bir takımadamla gelsin, bu olamaz. Fevkâlade bir hiddetle üçüncü için.
— Ya bu edepsiz?
Deyince üçüncüsü, asıl davetliye hitaben:
- Size ev sahibi benim kim olduğumu bilir, demedim mi? yi bastırır. “ 48
48
Tasvir 1 Temmuz 1949, Sayı: 1363
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
Karşılıklı hediye vermek hakkında hadis olduğundan, sünneti şerif sayılır.
Müstahsen, yani herkesin beğendiği makbul bir hareket görülürdü. Bizim çocukluğumuzda el
açıklığı ve cömertlik davası güden rical, kübera bu hususa riayetten geri kalmazlardı. Bu
ziyade ramazan ayında iftara gelen ahbapları yemeği müteakip diş kirası diye yadigâr
kabilinden münasip bir hediye sunulurdu.
Verenin mevkiine, verileninde hatırlılığına göre emsela altın saat, altın suyuna
batırılmış gümüş sigara tabakası, kehribar imameli yasemin ağızlık, 33’lük mercan tespih
yahut; tekke de derviş, mahallede imam, karşıki camide müezzin, civardaki mektepde kalfa,
emektar taya, sütnine, çırak çıkarılmış halayık kocası gibilere de sarı lira, yarım lira, çeyrek
lira avuca sıkıştırılır. Onlar da Allah uzun ömürler versin’i basıp ele eteğe varır, memnun
memnun caddeyi tutardı.
Daha önceki payeye yüksek zevata hayli paha da ağır şeyler peşkeş çekilmiş.
Faraza Hafız Osman hattına yazılmış mushaf, fırdolayı zümrütlerle, incilerle bezenmiş çocuk;
çepe çevre elmasla kuşatılmış mineli enfiye kutusu; fildişinden, altın saplı arka kaşıyacak
vesaire.
Bol bol diş kirası bahşetmekle meşhur olanların biri de Rumeli Kazaskerlerinden,
Fetva Emini Mehmet Nuri Efendiydi. Memuriyetinin mühimliği dolayısı ile hünkârca gayet
çekinilenlerden, mimlilerdendi. Zira herhangi bir fetvanın altına (Elcevap; olur) u yazıp
(ketebehülfakir) le beraber imzasını bastı mı ortalığı duman attırdı gitti. Horhor yokuşundaki
konağına hoş beş için kimse gidemez velâkin Ramazan girince konağın selamlığı hacı, hoca,
softalarla dolar, hepsi beşi bir aradayı, iki buçukluk altını cebe atar; yani cerrar takıma gün
doğardı.
Mısırlı Prenses Zeynep Hanım’ın Veznecilerdeki konağı Şeddadi Konağı da
(birkaç yıl evvel yanan Fen Fakültesinin bulunduğu bina) iftarları ile ve diş kiraları ile meşhur
mu meşhur.
Büyük babamın aziz ahbaplarından biri naklederdi: Bir Ramazan, ağabeyisi ile
beraber Aksaray’ın araba piyasasından dönüyorlarmış. Hasan Paşa Karakolu’nun yanından
sapmışlar, Süleymaniye’de ki evlerine gidecekler. Kupalar, faytonlar kalabalıktan sıkışık mı
sıkışık, ileri sökemiyor. Tam Zeynep Hanım Konağı selamlık kapısı önündeler; ezan topuna
da beş dakika var.
Bir anda harem ağaları ve uşaklar seğirtmiş:
— Buyurun beyefendiler! Kerem edin koltuklarınıza girelim!
İftara geldiklerini sanıyorlar. Hatunun zevci Arapkirli Yusuf Kamil Paşa 1876
yılında vefat etmiş. Fakat konağın debdebesi, tantanası yine devam ediyor. Rahmetlinin
hakine hürmeten Ramazanlarda yine selamlık bölümünün kapıları gelene açık.
İki birader birbirlerine bakışıyorlar. Girseler mi, girmeseler mi? Hiç ayak
basmadıkları yer, içeride kâhya mahya, vekilharç mekilharç efendilerden ne tanıdıkları var, ne
bildikleri.
Uzatmayalım, şüphe uyandırmaktansa arabadan inmişler. Harem ağalarının
koltuklarında, son derece muhteşem bir salona çıkmışlar. İki üç dakika geçmeden bir
gümbürtü, iftar topu. Bir daha buyurun buyurunlar üzerine birkaç misafirle birlikte sofraya
oturmuşlar.
Elmastraş avizelerden, fanuslu şamdanlardan, gümüş kristal takımlardan gözler
kamaşma da. Sonra ne yemekler, ne yemekle: kaç türlü çorba, et, börek, hamur tatlısı, pilav,
hoşaf, meyve, kuş sütünden başka her şey mevcut. Arkasından, kahve, şerbet. Malum a
iftardan sonra fazla oturulmaz. Bunlarda kalkmaya hazırlanırlarken, gayet kerli ferli bir kâhya
efendi, güğsünü kavuştura kavuştura geliyor:
— Teşrif mi efendim? Emir sizin! Diyerek, beyleri sofaya çıkarınca ikisinin de
ceplerine usulcacık bir şey sokuyor. (Devletle, izzü şerefle) lerle selametleniyor.
Sokakta ceplerindekilere bir de baksınlar ki kırmızı atlastan torbacıklar içinde, 50
adet çil çil lira; yani diş kirası.
Ramazan’ın onbeşi oldu mu , o günden itibaren erkek, kadın , çoluk çocuk ve
sübyanlarda yanlarında Hırkaişerif Camiine ziyarete giderlerdi. Caminin dış avlusunda,
önündeki meydanımsı yerde beş kuruşa, yüz paraya, büyüklü küçüklü salabura’lar satarlardı.
Camdan uzun saplı, nihayeti kaz yumurtası veya daha iricesi kadar söbümsü
şekildeydiler. İçlerinde renk renk boya, Süs diye alınır, duvardaki çivilere perde çengellere
asılır, ertesi Ramazana kadar saklayanlar olurdu…49
Hırkai Şerif Camisi
49
“ Sermet Muhtar ALUS, “ Eski Ramazanlardan Birkaç Hatıra ”, Son Posta 18 Ağustos 1945, Sayı: 5402
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR
O eski günleri görenler bilirler; Şaban’ın onbeşi oldu mu, Selâtin Camilerin
minareleri arasına mahya kurulacak ipleri gererler, bu yılda onbir ayın bir sultanı geliyor diye
büyük, küçük hep sevinirlerdi.
Mahyaya ilk gecesinden (Ya Ramazan), (Safa Geldin), (Merhaba) larla siftah edilir,
on beşine kadar hep yazı yazılır, sonra da resimler yapılırdı. Mahyacı ve yanaşmaları en usta
olan Cami Süleymaniye ile Fatih. Hele bu ikisi yarışa çıktı mı Fetih süresinin baş
tarafı,(Duaüssultan, Sebebülgufran), (Padişahım Çok Yaşa) gibi cümleler bile dizer, halka aşk
olsun dedirtirlerdi.
Emektarlarımızdan Aramıdıl kalfanın damadı Hafız Muharrem Efendi Mahmutpaşa
yokuşunda, hücre kadar dükkancığın içinde tarak, kaşık yapıp satar, Ramazanlarda da
Süleymaniye Camisinde mahyacılık ederdi.
Mahyalardan en güç kurulanı “ Padişahım Çok Yaşa “ mahyası idi. Bir mahyacı bu
güçlüğü şöyle analtıyor: “ Bu güçlük mahyanın uzunluğundan, on dört harfli olmasından
değil, Az çok zor ise de yine de bir çırpıda çıkar. Güçlük başka yerinde o (çok) kelimesi yok
mu, adamın kuyruğunu tava sapına çevirebilir. Hava bu, rüzgarlıca ise kandillerden “Çim”in
kıvrık yerindekilerle alttakilerden ikisi ya sönüverirse kıyamet koptu demek. Bunun için
caminin ön cephesindeki kopyanın üstünde içimizden birimiz, gözleri dört açarak bekleyip
dururuz. Dediğim vukua gelirse düzeltemezsin, ihtiyat kandillerden üç-beşini oraya
süremezsin; çünkü ortada tehlikeyi savup yakayı kurtarmanın öaresi hemen bütün mahyayı
çarçabuk çekmek, o kadar duruşu ile iktifa etmektir. “
… Eski Ramazanların davulla girdiği, davulla çıktığı beyit söyleyicilerinin kapı
kapı davulla dolaştığı, sahur vaktinin davulla bildirildiği malûm.
O dönemde davulların sesi sonrakiler gibi pat pat çıkmaz, gök gürültüsünden
nişan verircesine gümbür gümbür gümbürder, sokak üstündeki camları zangır zangır
zangırtatır, beşikteki çocukları viyak viyak viyakaltır., kadınlar iki üç yaşındaki sübyanların
damaklarını kaldırır. Korku damarlarını basarlardı.
Kolay kolay arkası alınmaz saatlerce sürer, bir türlü bitip tükenmezdi. “
Temcide kalkın, temcide kalkın “ temposunu tutturarak, aşk ve şevkle çalan çoştukça coşan
bekçiler çoktu. Davul çalış, davul türküsü gibi gibi solda sıfır şeylerden değil. Usul ve erkânı
var Kolun, bileğin idmanlı olması da şart. Mahallede kabaca erkek çocuklar, oy delikanlılar
can atarlar:
— Bekçi baba, bekçi dayı şuncağızı beş dakika boynuma asayım da gürleteyim!
diye yalvarır, yakarırlardı.
… Sahura kalkış bir âlemdi. Çok kimseler, o saate kadar oturur, sahuru yeyip
yatarlardı. Konaklarda, evlerde yemekler hiç değişmez: Söğüş, kuru köfte, düdük makarnası,
simit makarnası, pilav; kuskus, erişte, hoşaf (kuru erik, kayısı, üzüm) hararet verip susatmasın
diye et, pilav; makarna, gibilere belli belirsiz tuz, bunların tokmağı olan hoşafa gayet az şeker
katılırdı.
Oruç tutmayanlar foyasını hiç meydana vurmaz. Tepsidekilerin yenilmiş sanılsın
diye de ahretliği çağırıp gizlice sömürtürler ya da pencereden viranede ki kuçu kuçulara
atarlar; sofraya oturanlarda yer gibi yaparlardı. Öyle ya, ibadette mahfi, kabahat ta. 50
50
Sermet Muhtar ALUS, “ Eski Ramazanlar “ , Son posta 25 Ağustos 1945, Sayı: 5409
ESKİ RAMAZANLARDAN BİR ANI
Eski zamanlarda Ramazan fevkalade hazırlıklar, ihtişamlarla karşılanırdı.
Birçokları bir senede kazandıklarını bir ayda harcarlardı. Bunun için “On bir ay kazan, bir ay
ye“ denilmiştir. Fakat fukara ve ulema Ramazan’da kazandıklarını bir yıl yerlerdi.
Ramazan gelince medreseler kapanır, fakir softalar seyahate çıkarlardı. Çünkü
ramazan akşamları bütün rical konaklarında cemaatle namaz ve teravi kılmak mutad idi.
Bilhassa sesi güzel hocalar en kibar konaklarında yer bulur, bir ay imamet ya da müezzinlik
eder, yer içer, bayramdan sonra cebi dolu dönerdi.
Veli Efendi, Osmanlı tarihinin pek maruf ricalindendir. İstanbul’da bir kütüphane
yaptırmış, Hâlâ ismiyle anılan meşhur Veli Efendi Çayırı kenarına su getirtmiş bir de çeşme
inşa ettirmişti. Üçüncü Sultan Mustafa zamanında iki defa Şeyhülislam olmuştu. Lâkin onun
bu kadar dillere destan olan şöhreti bu mazhariyetinden değil, fakat Karun gibi
zenginliğinden, fevkalade semahatından ve bilhassa tuhaflıklarından ileri gelmiştir.
Veli Efendi, zamanında rakibi bulunmayan bir zengin olduğu halde hoppa
denilebilecek kadar laubali, mütevazı, zevke, eğlenceye düşkün bir adamdı. Etrafındakilere
muziplikler ederek eğlenmekten pek zevk alırdı. Birçok tuhaf fıkralara, dillere destan
olmuştu.
Zamanın en büyük zengini, cömertliği ile meşhur olduğu için Veli Efendi’nin
Konağına Ramazan hocası olmaya, bütün zarif ulema zarif atardı. Ramazanlarda Veli
Efendi’nin konağında türlü türlü eğlenceler tertip edilirdi.
Efendi hazretleri kaba saba adamlardan hoşlanmazdı. Konağa alınacak en adi uşağı
bile kendi görür, Hal ve şanı hoşuna gidenleri kabul ederdi.
Veli Efendi’nin bu şöhreti zarif hocalara, Anadolu içlerine kadar duyulmuştu.
Kasabada fakir mahalle imamı, sevimli çehresi, güzel sesi ile tanınırdı. Kendi gibi
fakir bir kız sevmiş evlenmişti. Fakat kazancı idaresine kifayet edemiyordu. Evi de pek
haraptı. Bu baba ocağını tamir ettirmek için çareler düşünürken zevcesi hamile kalmıştı.
Şimdi birde lohusalık masraflarını düşünmek lazım geliyordu. Bu dertlerini anlatırken, biri
ona akıl öğretti: İşte Ramazan geliyordu. İstanbul’a gitmeli, Veli Efendi’nin Konağına
Ramazan Hocası olmalıydı. Kendisini Veli Efendiye sevdirebilirse alacağı ihsanlar bütün
dertlerine derman olurdu.
Hoca bu fikri ihtiyar validesine ve sevgili Fatma’sına açtı. Onlarda muvafık
gördüler. Fakat İstanbul’a gidebilmek için yol masrafı ve ailenin bir buçuk aylık nafakasını
tedarik lazımdı. Bunun da çaresini buldu. Evi rehin ederek bir tefeciden üç ay vade ile aldı.
Hoca, ramazan’dan birkaç gün evvel, İstanbul’a Veli Efendi’nin Konağına erişti.
Onu da Efendi Hazretlerinin huzuruna çıkardılar. Tebessümleri, sadadil tavrıyla halini anlattı.
Buraya gelebilmek için evini rehine koyduğunu bile söylemekten çekinmedi. Hocanın sözleri
efendi hazretlerinin hoşuna gitti. İmametle konakta alıkonuldu. Derhal üstü başı tanzim, bir de
oda tahsis olundu.
Hoca bu muazzam ve mükellef konakta, muntazam bir oda da yerleştiği zaman
bütün emelinin husule bulduğuna kanaat etti. Bu saadetleri sevgili zevcesine de duyurmak
istedi. Kendisi beceremiyordu. Mektup yazdırmak için bir adam aradı. Konaktaki kâtip
efendiyi sağlık verdiler. Bila teklif müracaatla derdini açtı. Konakta mazhar olduğu
hürmetleri, rahatı, saadeti mübalağalarla bir masal gibi tasvir ediyor, avdetinde eve ümit
ettiklerinden büyük bir servet götürebileceğini söylüyordu.
Kâtip Efendi mektubu yazacağını vaat etti ve bu tuhaf hadiseyi akşam efendi
hazretlerine nakletti. Veli Efendi gülerek:
— Aman şu çocuğa bir oyun oynayalım. Yazacağın mektubu bana getir. Dedi.
Hocanın mektubu yazılmış, emin bir vasıta ile serian memlekete gönderileceği
vaat edilmişti. Birkaç gün sonra memleketten cevap geldi. Hocaya tevdi edildi.
Karısı hocanın saadetinden, ümitlerinden memnun oluyor, ihtiyar validenin
hastalandığından, kendisinin ızdırap içinde yapa yalnız kaldığından şikâyet ediyor ve süratle
avdet etmesini, mümkünse biraz para göndermesini yazıyordu. Karısına biraz para
göndermek!.. Bunu Hoca da arzu ediyordu. Anasının bakılması, sevgili Fatma’sının da
bayramı ricat içinde geçirmesi çarelerini düşündü. Efendi hazretlerine bir şey söylemeye
cesaret edemedi. Fakat Kethüda efendiye açıldı. Derdini söyledi. Karısı memlekette büyük bir
fakirlik içinde idi. Validesi hastalanmıştı. Eve gönderilmek üzere, kendisine ihsan olunacak
paradan bir miktarının şimdiden verilmesi mümkün değil mi idi?
Kethüda evvela:
— Bakalım. Düşünelim. Demiş. Kendisine epeyce umut vermişti. Fakat ertesi
günü akşamı ekşi bir çehre ile bunun mümkün olamayacağını söyledi. Bu usule adeta
muhalifti. Efendi hazretlerine arz olunamazdı.
Bayramda usul ve emsaline uygun olarak para verilecekti. Karısının istediği parayı
o zaman kendisi gönderdi. Zaten bayrama bir hafta kalmıştı. İsticalde mani var mıydı?
Zavallı hoca, mahcup ve nadim sustu bekledi.
İşte bayram gelmişti. Bütün hocaların, müezzinlerin paraları tevzi olundu. Hepsi
ümitlerinin üstünde para alarak gitmişlerdi. Yalnız bizim hoca bekliyordu. Ona hiçbir şey
verilmemişti. Kethüda Efendiye sokuldu, sordu. Acaba kendisi unutulmuş muydu?
— Hayır, Efendi hazretlerinin sana hususi bir teveccühü var, hocam. Zannederim
sana fevkalade bir şey yapmak isteniyor. Sabret. Cevabını aldı ve savuştu.
Günler haftalar geçiyor kendinse hiçbir para zuhur etmiyordu. Karısına yazdığı
mektuplarda, efendi hazretlerinin hususi teveccühlerinin anlatarak, sabır tavsiye ediyordu.
Lâkin karısından birbirini müteakip aldıkları mektuplar, zehir zemberek şüpheli sözlerle dolu
idi. Bu inanılacak şey değildi. Acaba aldığı paraları İstanbul’da sefahat âlemlerinde mi
yiyordu. Hâlbuki zavallı kadın hasta validesiyle uğraşıyor, ıstırap içinde bekliyordu. Borç
alınan paranın vadesi gelmiş, Tefeci evi sattırmak için mahkemeye müracaat etmişti. Acele
gelmezse evde satılacak, kendileri sokağa atılacaklardı.
Hoca bu felaketlerden fevkalade müteessir oldu. Bilhassa ev meseleleri onu
dehşetlerle düşündürdü. Derdini anlatmak için Kethüda Efendiye, Kâtip Efendiye müracaat
etti. Hepsi omuz silkiyor. Acz gösteriyorlardı. Nihayet Efendi hazretlerine müracaatla derdini
açtı. Velinimet acaba bu işi küstahlık mı addetmişti. Efendi cevap vermedi. Ertesi gün
Kethüda Efendi, hocanın eline parasını verirken ekşi bir çehre ile:
— Hata ettin, Efendi hazretlerini gücendirdin. Sana bunu münasip gördü ve seni
bir daha görmek istemiyor. Bugün konaktan çıkıp gitmelisin. Dedi.
Hoca konaktan pek müteessir çıktı. Adeta küfür ediyordu. Kendisine verilen para,
İstanbul’a gelmek için ödünç aldığı ve sarf ettiği kadar ehemmiyetsiz bir şeydi. Bunu da şimdi
avdet ederken sarf edecekti. Borç nasıl ödenecek Lohusalık masrafları nereden verilecekti. Ya
alacaklılar evi de sattırmışlarsa!... Acaba zavallı Fatma ne halde idi.
Endişelerle dolu bir halde kasabaya vasıl oldu. Eve koştu. Kapıyı yabancı bir kadın
açmıştı. Sualine karşılık:
— İmam Efendinin haremi buradan çıktı. Evi biz satın aldık. Dedi.
Hoca, hayretinden orada düşüp bayılacak bir hale geldi. Nihayet ev satılmıştı ha.
Acaba ihtiyar anacığı, sevimli Fatma’sı ne olmuştu? Üzüntülü bir sesle sordu. Kadın:
— Yeni Cami karşısında pembe boyalı eve taşındılar. Diyordu.
Yeni Cami karşısındaki pembe boyalı evi bilirdi. Bunu bir İstanbullu yaptırmıştı.
Kuş kafesi gibi küçük, zarif, bütün kasabada meşhur bir evdi. Ailesi ne münasebetle bu eve
gitmişti. Oradan hayretlerle, endişelerle ayrıldı.
İşte Yeni Cami karşısında pembe boyalı evin kapısını tereddütlerle çalıyordu.
Kapıyı karısının akrabasından Öksüz Safiye açtı ve hocayı görünce fevkalade bir sevinçle
müjde yetiştirmek için:
koştu.
— Eniştem geldi. Diye bağırarak ve merdivenleri ikişer ikişer atlayarak yukarı
Hoca vaziyeti anlamıyordu. Kıza bir şey sormaya, bir haber almaya muvaffak
olamamıştı. Kapı önünde dururken karısıyla validesi göründü. Sevgili Fatma’sı karnı
burnunda, güçlükle yürüyor, ihtiyar valide onu takip ederek zorlukla merdivenlerden inmeye
çalışıyor, tebessümler saçıyorlardı.
Hoca hayretle soruyordu. Bu ev kimindi? Buraya ne münasebetle gelmişlerdi?
Anasının hastalığı nasıl olmuştu? Fatma heyecanla anlatıyordu:
— Anan hiçbir vakit hasta olmadı. İşte görmüyor musun, maşallah gül gibidir. Bu
hastalığı nereden çıkardı? Canım sana mektuplarımızda yazdık ya. Yoksa mektubumuzu
almadın mı? Sen buraya efendi hazretlerini bir mahsus memur gönderdiğini, bize istediğimiz
kadar para vereceğini, kasabada en beğendiğimiz evin satın alınacağını yazdık.
Memurda geldi Ben zaten pek beğendiğim bu evi istedim. Derhal alındı. Düşündü.
Bizim viran kulübe satıldı, borçlar ödendi, Şimdi elhamdülillah kilerimiz dolu. Lohusalık için
her şeyimiz hazır. Paramızda var. Bu Veli Efendi seni ne kadar sevmiş. Ne mübarek adammış.
Hoca hayretle dinliyor ve düşünüyordu. Demek kendisinin yazdığı mektuplar
değiştirilmiş, güya karısından geliyor diye kendisine de düzme mektuplar veriliyormuş. Veli
Efendi Ona da bir oyun etmiş Fakat şimdi bu oyundan hiç müteessir değildi. Çektiği eziyetleri
mesut tebessümlerle anlatıyordu:
— Zararı yok, gelecek Ramazan’da İnşallah yine Veli Efendi’nin konağına
gideceğim. İsterse böyle başka oyunlarda tertip etsin, göreyim. Diyordu. 51
51
Türk Hayatı 15 Mart 1925, Sayı: 2
TİYATROLAR
Ramazan ayı hiç şüphesiz ki ibadet ve mağfiret ayıdır. Buna rağmen bir sınıf vardır
ki on bir ay çekmiş olduğu sıkıntıları bu ayda çıkarır.
Mutfaklarının bacakları örümcek tutmuş olanlar bu ay zarfında faaliyete geçerler.
Nefis yemekler pişirirler. On bir ay zarfında faaliyete geçerler, Nefis yemekler pişirirler. On
bir ay zarfında ancak bir veyahut iki türlü yemek yiyenler bu ay içinde muhtelif yemekler
yerler. Hatta on bir ay evlerinin köşesinden çıkmayanlar bile bu ay, inzivayı terk ederek
Camilere giderler, vaiz ve hafız dinlerler, sergiyi gezerler, Direklerarasına giderek araba
piyasasını temaşa ederler; bir kısmı da Ramazan’a mahsus olan eğlencelerden istifade etmek
isterler.
Yakın vakitlere kadar İstanbul ölü bir şehirdi. Beyoğlu müstesna olmak üzere
İstanbul ve Üsküdar yakınlarında yaşayan halk, akşam olup da ortalık kararır kararmaz,
evlerinin tenha ve sessiz köşelerine çekilmek mecburiyetini hissederlerdi. Kahveler kapanırdı.
Sokaklarda kimseler kalmazdı. Yalnız Bekçilerin sopa sesleri işitilir ve mahalle köpekleri
birbirlerine havlarlardı.
Fakat Ramazan ayı, şehrin çehresini ve hayatını derhal değiştirirdi. İstanbul’a
canlılık neşe ve şetaret getirirdi. Yedi yaşından yetmiş yaşına kadar herkes kendisinde, bu
yeni hayatın zevk ve eğlencelerinden istifade etmek ihtiyacını hissederdi.
Bu zevk ve eğlencelerde taşkın değildi. Ekserisi basit ve masum şeylerden ibaretti.
Bir kısım halk kahvelerde ve gazinolarda vakit geçirirlerken, bir kısmı da Karagözlere ve
tiyatrolara giderlerdi.
O devirlerde tiyatro medeni bir ihtiyaç değil, ancak birkaç saati gülmekle
geçirmeye mahsus bir eğlence mahalli idi.
Beyoğlu müstesna olmak üzere İstanbul ciheti halkı, on bir aylarını ancak
evleriyle mahalle kahvelerinde geçirirlerdi. Tiyatroların yüzlerini bile görmezlerdi. Ancak
Ramazan’dan Ramazan’a direkler arasındaki tiyatrolara giderlerdi; bir veya birkaç defa oyun
seyrettikten sonra, artık koca bir yıl, onun lakırdısı ile geçinilirdi.
Şehzadebaşı
İSTANBUL’DA TİYATRO MEKTEBİ
Tiyatro Mektebi İttihaz Olunmak Üzere Bu kere Şehir Emanetince İsticar Kılınan
Şehzadebaşındaki Letafet Apartmanı
Yandaki Küçük Resim İse: Tiyatro Mektebi Teşkilatını yapmak Üzere Paris’ten
Celbine Karar Verilen Odefon Tiyatrosu Sabık Müdürü Meşhur Anton 52
52
Tasviri Efkâr 25 Mayıs 1914, Sayı: 1089
Tiyatro eski bir şey değildi. Ancak geçen asırda. Sultan Aziz’in emriyle ilk tiyatro
binası Dolmabahçe’de şimdi stadyumun bulunduğu binanın Maçka Caddesi üzerindeki köşede
inşa edilmişti.
Fakat bu tiyatro, Padişah ile saray ve devlet erkânına mahsus idi. Halk bundan
istifade edemezdi. Ancak Beyoğlu’nda Naum’un Tiyatrosu ve onu müteakip Konkordiya ve
Avrupa Tiyatroları açıldıktan sonra halk, sahne yüzü görebildi…
Ramazan aylarında Şehzadebaşı’nda Direklerarası denilen o daracık saha adeta bir
tiyatrolar caddesi haline gelirdi ve bu tiyatroların hepside ahşap binalardan ibaretti. Caddenin
Şehzadebaşı yönüne doğru gidiş istikametinde, sol tarafından itibaren tiyatrolar başlardı. En
başta Abdi Efendi’nin Tiyatrosu vardı Bir aralık Abdi Efendi, daha aşağıdaki bir binaya
geçmiş; eski sahnesini Şevki Efendiye terk etmişti.
Bundan sonra Kel Hasan Efendi’nin tiyatrosu gelirdi. Caddenin karşı tarafındaki
binada meşhur Manakyan Efendi oyunlarını verirdi.
… Bu dört sahnenin cazibesi halkı sinesine çekerdi. Manakyan Efendi’nin Dram
Kumpanyası müstesna olmak üzere üç sahnede oynana oyunlar, genellikle tuluat’tan ibaretti.
Tuluat hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan gelişigüzel sözlerle oynana oyun demekti.
Bu oyunların hepsi gülünçlü mevzulardan ibaretti. Bunlara aktörlerin giyinişleri ve
kıyafetleri de inzimam edince, on bir ay evlerine kapanıp kalmış olan halkım-n bu oyunlara
rağbet göstermesi en tabi bir keyfiyetti.
Memleketin en meşhur komikleri ve halka kendini sevdirmiş olan aktörleri,
hemen hemen bu sahnelerde yetişmişlerdi. Komiklerin en başında Abdürrezzak denilen Abdi
Efendi gelirdi. Onu Kel Hasan takip ederdi. Orta Oyunlarında Kavuklu denilen şahsı temsil
eden Hamdi Efendi ile Şevki, üçüncü ve dördüncü sınıf komiklerdendi.
Bunlar, hemen hepsi de – mesleklerine göre – sanatkâr addedilebilirdi. Hatta
Avrupa sahnelerine çıkmış olsalar bile hepsi de ayrı ayrı sükse almak kabiliyetindelerdi.
Fakat bu cihet ilave edelim ki hepsi de cahildi ve onlarda Avrupa kültürü görmüş olsalardı,
hiç şüphe yok ki beynelmilel tiyatro aleminde, onlara da birer yer verilirdi. Hâlbuki bu taihsiz
adamlar, oyunculuğu kendilerine iş güç edinmişler, beş-on para kazanıp gezinebilmek için en
sefil ve gülünç kıyafetlere girmişler, o elim şartlar altında kendilerine göre bir isim ve şöhret
yaparak isimlerini bugünlere kadar sürükleyebilmişlerdir.
Manakyan Efendi böyle değildi. O, az çok okuyup yazmış ve biraz da kültür
sahibi idi. İlme ehemmiyet veren bir muhitte yetişmişti. Avrupa tiyatrolarında ki artist denilen
meslek erbabının nasıl çalıştığını işitmiş, bilenlerden tahkik etmişti ve sonra da kendi zihniyet
ve kabiliyetinde olanlarla birleşerek memleketimizde ilk defa olarak sanat esasına dayanan bir
sahne kurmak muvaffakiyetini göstermişti.
Manakyan Efendi başlı başına bir firma sahibi idi. Arkadaşlarının çoğu
Ermenilerden oluşuyordu. Fakat Osmanlılığını hiçbir zaman unutmamış olan bu zat,
Türklerden yetenek sahibi olanlara da yer vermiş, kendisi büyük bir sanat hocası olmadığı
halde kurmuş olduğu sahnede, bir hayli sanatkâr yetiştirmişti. 53
.
53
Ziya ŞAKİR, “ Tiyatrolar “, Akın 15 Haziran 1952
DİREKLERARASINDA RAMAZAN EĞLENCELERİ
Şehzadebaşı’nda Veznecilerde
Gülünçhane Tiyatrosu
(Abdürrezzak Efendi Zir İdaresine)
Ramazan-ı Şerifin 8 Cuma gecesi
saat iki buçukta
Fraklı Nameler
-yahutKayseri Köy Düğünü
Milli Dram 4 Perde Çoban Balatı 1 Perde
***
(Şehzadebaşı’nda Veznecilerde Vaki)
(Osmanlı Tiyatrosu)
-
Minak Efendi MarifetiyleRamazanı Şerifin 7nci Perşembe Günü
Akşamı yani Cuma gecesi saat 3’de
“ Fevkalade Labiyat “
(Fazilet Mağlup Olur mu?)
İbreti Amiz Dram 5 Fasıl 9 Perde
Müellifleri
Burjuvu Omasun
Efendi54
54
Tarik 10 Haziran 1886, Sayı: 294
Mütercimi
Minak
Şehzadebaşı’nda vaki Veznecilerde
Gülünçhane Tiyatrosu
( Abdürrezzak Efendi Zir İdaresinde)
Ramazanı şerifin 10’uncu Pazar gecesi
Saat iki buçukta
Talihsiz Kızcağız
–yahutMerdane Kavuşmak
Milli Dram 4 Perde
***
Şehzadebaşı’nda Veznecilerde Vaki
(Osmanlı Tiyatrosu)
-
Misak Efendi Marifetiyle –
Ramazanı şerifin 8’nci Cuma Günü Akşamı
Yani Cumartesi Gecesi Saat 3’de
(Otello- yahut- “Vededik’in Fermanı “)
Facia 5 Perde
(Madam Yatıyor) Komedi 1 Perde 55
(Şehzadebaşı Vezecilerde Vaki )
(Osmanlı Tiyatrosu)
-
Misak Efendi Marifetiyle –
Ramazanı şerifin
9’ncu Cumartesi günü akşamı
Yani Pazar gecesi saat üçe çeyrek kalarak
Beda olunacaktır
- Fazilet Mağlup Olur mu Dram 9 Perde 56
55
56
Tarik 11 Haziran 1886, Sayı: 795
Tarik 12 Haziran 1886, sayı: 796
ŞehzadeBaşı’nda Veznecilerde Vaki “
(Gülünçhane Tiyatrosu)
Abdi Efendi İdaresinde
Ramazan-ı şerifin 15’nci Cuma gecesi saat iki buçukta
(Berlin’de Üç Meserret) Gülünçlü Oyun Perde 3
Gülünçlü Komedi Perde 1 57
Şehzadebaşı
57
Tarik 17 Haziran 1886, Sayı: 809
(Şehzadebaşı’nda Veznecilerde Vaki)
(Osmanlı Tiyatrosu)
-
Misak Efendi Marifetiyle –
Ramazanı şerifin
16’nci Cumartesi günü Akşamı
Yani Pazar gecesi saat üçe çeyrek kalarak
Beda olunacaktır
“ Birinci Defa Olarak “
(Peçeli Kadın)
Yahut
— Muhabbet madarana aşka galebe eder
mi? İbreti amiz dram 9 perde 58
Dümbüllü İsmail Efendi Kumpanyası
58
Tarik 19 haziran 1886, Sayı: 803
Temaşana-i Osmani Kumpanyası
Ramazanı şerifin yirmi dördüncü Pazar gecesi Şehzadebaşı’nda vaki Mehmet Efendi’nin
Kıraathanesinin itsalinde bulunan bahçede icra-i labiyet eylemektedir. Ammeye nail olmuş
olan Küçük İsmail Efendi’nin zir idaresinde bulunan tiyatro da Afife nam dram pek şaşalı ve
metanetin suretle icra olunacağından teşrife rağbet buyuracakların Tahsin takdirini kazanmak
için her türlü fedakârlığa teşebbüs edilmiş olmagla beyan ve ilana ibtidar olunmuştur. 59
59
Tarik 25 Haziran 1886, Sayı: 809
DİREKLERARASI İLE DİVAN YOLU BELEDİYE BAHÇESİ
Seyyar Muhabirimizden
İzdihamdan gözüm yıldığı için artık bu seferki gezintimde Beyazıt Camii şerifinin
havalisine ayak atmağa cesaret edemedim. Hemen Kaşıkçılar Kapısı tarafındaki kapıdan
ikindi namazını eda için giriyordum. Oracıkta namazı eda ettim. İsabet olmuş. İlmiş gibi
hareket etmişim. Zira namazdan sonra Üsküdar’da Kaptan Paşa Cami-i şerifinin imamı hafız
Nazif Efendi meğer orada mukabele-i şerif tilavet ediyorlar imiş. Orada hasıl ettiğim neşeyi
asla tarif edemem. İşte Kur’an-ı Kerim böyle okunur. Aferin Hafız Nafiz Efendi. İkindiye
müteakip Camii şerifin iki tarafında daha nasıl hafızlar olduğunu anlamak üzere olduğum
yerden kalkıp başka cihetlere gidemedim. Bitinceye kadar bu hafız huş edayı dinledim.
Vaktaki saat on bire geldi. Mahfel hümayun altında okuyan rüsumat kitabesinin
Hafız (Ş…. ) Efendiyi dinlemeye gittim. Sonra ezana yirmi kala kalktım. Hakikaten güzel
okuyor. Bu da bittikten sonra ezana yirmi kala kalktım. Avdet ederken Cami-i şerif derununu
ücretsiz bir kahvehane şekline koyan öbek öbek lafazanları, ba husus acemileri görerek
mateessüf oldum. Malumdur ki Camii şerif derunu ibadet ve tilavete ve bundan madud olan
Hafız ve vaaz dinlemeğe mahsus olduğundan bu suretle caka çalmak abestir. Bunların menbaı
kime ait ise lütfen bir an evvel icrasını diyaneti İslamiye namına rica ederim.
Cami-i şeriften çıkıp da Veznecilere geldiğim sırada ezana da tamam bir çeyrek
var idi. O saatte oradan geçmek akşamları Bahçekapı ve Eminönü’nden geçmekten daha zor.
Araba! Araba! Araba! Bir silsilei ceryan ki ardı arkası kesilmek kabil değil. Hane sahipleri
müdavin akın akın arabalarla ve süratle gidiyorlar idi. Ömer Kemal ‘in Tuhafiye Mağazasının
önünden karşıya geçmek icap etti. Ne mümkün! Arabalar hep birbiri peşinden geliyor.
Yarım dakikalık bir fasıla yok ki karşıya geçeyim. O sıra da meşhur Aşçı Dede’nin
Direklerarasında Alli Çavuş’un kıraathanesinde tertip ettiği iftar masalarına kavuştum. Hemen
bir çeyrek bekledim de ondan sonra karşıya geçebildi. Aşçı Dede’nin yemeklerini hem nefis,
hem ucuz buldum. Ama garsonları fena! Top patlayıncaya kadar ne ise ne herkes sessizce
bekliyor. Fakat top patlayınca garsonların hepsi birden şaşırıveriyor Bunların bu hailini bilen
bazıları çorba ile beraber sair yemekleri de ısmarlıyor… Yemekte su içmedim, su yerine dört
barak şurubu birbiri peşinden yuvarladım.
Direklerarasının ta başında bulunan bu süslü şerbetçi sergisini gören bir kere
geliyor. “ Şerbetçi Yaver Buradadır “ levhasını görünce, zaten Yeni Cami sebilinin önünden
alışmış oldukları şerbetini içmeden gitmiyorlar. Hakikaten hoş yapıyor.
Veznecilerdeki Küçük Cami Şerifinde teraviyi eda ettikten sonra Direklerarasında
aşağı yukarı dolaşırken saatte iki buçuk’a gelmiş idi. O sırada hoş sohbet arkadaşlardan birine
tesadüf ettim. Bu zat musiki müntesiplerinden olduğundan meşhur keman muallimi Zafirikiyi
hiçbir kıraathane de görmediğimden bahisle nerede bulunduğunu sordum. “ Dükkanı şurada
Şems Kıraathanesinin karşısındadır. Fakat bu sene de hiçbir kıraathane de değil Osmanlı
Tiyatrosunda çalıyor. “ cevabını alınca:
— Öyle ise gidelim. Üçe kadarını dinler, sonra da başka mahalle gideriz. Refikim
buna muvafakat etmeyerek dedi k:
— Dün gece gittim. Hem öyle üçe kadar değil. Oyun bitinceye kadar dinledim.
Halada kulaklarımda bu meşhur kemanın sedası bakidir. Bu gece de meşhur zurnacı
Yokamiyi dinleyeceğim. O da şurada Fevziye Kıraathanesinin karşısındaki kahvededir.
— Vakıa Yakomi’nin zurnasına bayılırım. Ama oraya gidemem, Sen beni gel,
Osmanlı Tiyatrosunda bul.
— Neden oraya gidemiyorsun. Adi bir kahve olduğundan mı?
— Değil ben başka bir vakit giderim. Bu akşam Zafiraki’yi dinlemek istiyorum.
Deyip ayrıldık. Ben Osmanlı Tiyatrosuna gittim. O da Yakomi’ye gitti. Ben gider
gitmez Zafiri’de geldi. Beni görünce bir hicazkâr taksim döşendi. Artık ne kadar mahareti
varsa sarf etti. Bendeki keyfi de sormayın Bu kemanenin kadrini kıraathanecilerimiz nasılsa
takdir edemiyorlar. Onlar bir Memduh ile Tatyos’u öğrenmişler. Vakıa bunlarda güzel
kemanelerimizdendir. Fakat yine Zafiriki derecesine çıkamayacakları gibi keman çekmek
usulünce de yine Zafiraki’nin derecesine vasıl olamazlar. Doğrusu budur. Bunu bütün musiki
üstatları tasdik ederler.
Ne hacet bir gece Memdüh, bir gece de Zafiraki çalsın iş anlaşılır. O koca Osmanlı
Tiyatrosu’nun her tarafına kemanının sadasını bülbül gibi aks ettirirdi. Ondan küçük olan
diğer tiyatrolarda da saz var. Var ama duyabilene aşk olsun, Gürültü, harıltıdan sazın
anlaşılması mümkün değil. Osmanlı Tiyatrosunun perde açılmzdan evvel ve perde
aralarındaki gürültüsü ise onlardan daha ziyade Bu halde zafiriki herkese kemanını işittiriyor.
Herkesi memnun eyliyordu. Gece vapurunun vakti oyunu seyretmeğe müsait olmadığı için
Üçte oradan kalktım. Biraz sonra arkadaşımda gelip beni kapıda buldu. O da Yakumi’yi şöyle
anlatıyor. İdi:
“ Yakumi’nin çalmakta olduğu allı morlu, beyazlı sarılı, kağıtlarla donatılmış
kahvesine girip de Yakumi’yi bir aşinalık ederek bir kıyıya oturduktan sonra koca Yakumi
bana gülümseyerek o kahveye mahsus temaşalarla bir aşinalık savurdu. Müşteri, daha erken
olduğu için, biraz tenhaca idi. Sonradan adım atamayacak derecede doldu. Herkes
kalabalıktan, birbirine yapışık idi. Görmeli, orasını bir görmeli, idin. Saat üçe çeyrek kala
Yakumi zurnasını akord eder gibi ta, ta, ta diye öttürdü. Osmanlı Tiyatrosunda perde açılmış
gibi tıssss. Öte de hiç ses yok. Yakumiden sonra fasıla başladılar. Ondan sonra arada bir
mükemmel bir zurna taksimleri, hicazlar, o hüsüyniler, o saba’lar, neler de neler ! Sanki
kemani Memduh’la müsabakaya çıkmış zannolunur idi. Garsonlarda sanki çifttelli oynayacak
gibi bel kırarak servis yapıyorlardı. Orada bizim gibi adamlara kahveciler, garsonlar,
“Tenzilen efendilerde kahvemize geliyorlar“ diye daha ziyade bir ikramda bulundukları gibi
daima semai çaldıran ora müşterileri de kendilerinin misafiri addıyla bizim için çalınan
taksimleri hoş görerek, semailerini yarım saat tehir ediyorlardı. Hovardalık bu! Şaka değil,
ikram edecekler.
Arkadaşımın sözü burada gelince keserek nereye gideceğimizi sual ettim:
— Gelin hasan Efendi’nin kumpanyasına gidelim, Hem senin en ziyade takdir
ettiğin Amelya’da orada.
Deyince, ben:
— Deme, nasıl olmuş da o meşhur artisti bu sene tiyatrosuna alabilmiş? Hem
şimdi Osmanlı tiyatrosundan kalkıp da, Hasan Efendiye gitmek abes olmaz mı ya. Vapurun
müsadesi olsa gider idik.
- Canım kantoları, büyük Amelya Hanımın kantosunu dinler kalkarız.. Bizi oraya
mıhlayamazlar!
— Vakıa Amelya Hanımın en büyük şöhreti, en büyük artistliği kantodadır. Hatta
hiçbir tiyatroda bunun kadar sanatlı kanto okuyabilecek bir şantöz yoktur. Şimdi garip şey
değil mi? Hasan Efendi bunu bu ana kadar tiyatrosuna almaması için Osmanlı şiveli
olmadığını bahane ediyor idi !!! Hâlbuki Şevki Efendi’nin Tiyatrosunda Angele var. Onun
kadar da kanto söyleyemiyor. Onu niye tutuyorlar, demiş idim de Hasan Efendi bana: “ O
kıvraktır, satışı vardır, Amelya heykel gibi durur. “ cevabını vermiş idi. Bu sene almış, galiba
Küçük Amelya Hanımın Konkordiya Tiyatrosuna gitmesinden dolayı buna muhtaç
kalmasından dolayı buna muhtaç kalmasından olmalı. Bana kalırsa bu fakir artisti yaza da
kumpanyasından atmamalı. Zira şantözlükteki maharetiyle mevcut aktirstlerin içinde bir
tanedir. Gelelim kadirşinaslık meselesine hasan Efendi daha hiçbir sahne de icrai labiyet
edemez. iken sanatındaki şöhretiyle bütün tiyatroyu dolduran bir şantözün bugün yine kendi
derecesine çıkmak hiçbir artistin haddi olamadığı bir iktidarı gösterir iken sahneden hariçte
bırakılması kadar naşinaslık olacağı tabidir. İnşallah Hasan Efendi böyle hem sanatkar, hem
fakir bir şantözü bundan böyle de kumpanyasından hariçte bırakmaz zannederim.
— İnşallah, fakat bu gece oraya gidecek miyiz? Fikrin nedir?
— Onu başka bir geceye bırakılmakta bu gece Divanyolu’ndaki Belediye
Bahçesi’nde Hayali Şair Ömer Efendi’ye gidelim. Ramazan geleli daha Şair Ömer Efendiyi
görmedim.
— Peki, öyle olsun. Bir şartla ki ben Şems Kıraathanesine gidip Memduh’un
takımını dinleyeceğim. Sen de Hayali’den sonra sen de oraya gelirsin.
Kararıyla ayrılıp, ben Divanyolu’ndaki Belediye Bahçesi’nde bulunan
kıraathaneye gittim. Oyun yeni başlamıştı. Hacivat perde de idi. Karagöz oyununu böyle
edibane icra eden olursa en sevdiğim bir oyundur. O gece pek ziyade mahzuz oldum. Mugayir
edip hiçbir cümleyi değil, hatta hiçbir kelimeye bile tesadüf etmedim. Edibane tarifane
sözlerle müezzin bir hayal Gerçi perdenin önü Ramazan olması münasebetiyle çocuklarla
dolu.
İçeriye girerken alınan üç buçuk kuruşa mukabil altmış paralık hayal gibi saat beşe
çeyrek kala hitam buluşunun, abes olmasıdır. Bunun altı buçukta, hiç değilse altı da hitam
bulması lazımdır. Gerçi buna hiçbir hayalci dayanamaz, cevabı veriliyorsa da, üç kişilik bir
saz takımıyla perde aralarında icra-i ahenk olunduğu takdirde altı buçuğu da pek ala bulur. O
halde katip Salih Efendi gibi büyüklerden beş kuruş, küçüklerden yüz para alınırsa o
kıraathane için pek ala idare eder. Hatta bizim Kadıköy İskelesinde icrai labiyet eden bir
hayalden yüz para alındığı halde böyle bir takım çalgı ve kemençeci akrabası olmak üzere
mevcut idi. Bunu çocuklar istemiyormuş diye şimdi çalgısız icrai labiyata devam olunuyor.
Akrabası tabi şimdi boştadır.
Hayal bendinden sonra vapurumuza daha hayli müddet var. Bahusus arkadaşta
bekleyecek. Hemen oradan bir arabaya atlayıp doğru Veznecilerdeki Şems Kıraathanesine
geldim. Kıraathane müstecirinden vaki olan ricamızın kabul olunduğunu gördüm. Artık kahve
ocağındaki pişiricinin ensesinden doğru boynun asılı olan kirli bez kaldırılıp ayrıca bir tarafa
temiz bir bez asılmış, fincanlar şimdi, etekle kurulanıyor. Kahve ile getirilen bir bardak suda
iyi suya tahvil edilmiş, bu yoldaki ihtarımıza müstecir gücenecek zannetmiştim. Ama insaflı
imiş, pek memnun olmuş. Hatta bilhassa teşekkürde etti. Laf anlayan adama canım kurban!
Zaten bizde o hatırı rica suretinde ve hem de halisane etmiştik. Bunun kabul ve icrasından
dolayı bende müstecire teşekkür ederim.
Fakat fasıllar yine eskisi gibi. Beste semai bazı fasıllarda var, bazılarında yok. Bu
bizim musikimize bu kaide de diyemeyip “ ahali-i beste “ semai istemiyorlar, oynak, fıkırdak
şarkılar isteniyor. “ deniyor. Ben de derim ki Memduh Efendi’nin takımından başka bu gün
piyasamızda mükemmel bir fasıl takımı yoktur. Bir kemani Zakiraki var, o zavallı da tektir.
Başında kimsesi yok!
İcra edecek olsalar, beste semai sevenler memnun olurlar. Fıkırdak şarkı
isteyenlerde, mesela beste, semaiden sonra en ağır şarkılar okunarak nihayetinde hiç olmazsa
üç adet köçek şarkısı okunur. Her faslın köçekleri de mecmualarda bulunmaktadır. Erbabı-ı
iktidar onları şöhret olmak üzere yapmamışlar. Okunsun diye yapmışlar. O gece icra olunan
karcığar faslının bile köçeklerinden bir tane olsun okunmamıştır. Hâlbuki fıkırdak şarkı
isteyenler işte bu köçekleri memnuniyetle dinlerler… 60
60
Malumat 4 Kânunusani 1902, Sayı: 1669
ESKİ RAMAZANLARDA KARAGÖZ
Eski Ramazanlar bilhassa biz çocuklar için eğlence ve temaşa mevsimi anlamına
gelirdi. Büyüklerimize bakarak birkaç gün oruç tuttuk mu Karagöz’e gitmeyi hak ettik
demekti.
Teravi namazından sonra lalamız yahut ağabeyimiz elimizden tutarak tıpış tıpış
Kragöz oynatılan kahvehanenin veya gazinonun yolu tutulurdu. Renk renk uçurtma
kağıtlarından yapılmış askılar ve yine rengarenk kağıt fenerlerle süslü kapının önüne
yerleştirilmiş masanın başına kurulmuş kahvahene sahibi veya kalfasına giriş ücretini toka
eder., kapının şöyle göze çarpar bir yanına asılmış mor ve kırmızı mürekkeplerle yazılı,
Karagöz ve Hacivat resimli, ilandan o akşam hangi oyunun oynanacağını anlar, içeriye
dalardık.
Büyükler nispeten arka taraflara yerleşirler, biz çocuklar ise ta ön sıra iskemle ve
sıralarda yer almaya can atar, gözlerimizi perdedeki “ Gösterme” ye diker, oyunun
başlamasını beklerdik.
Bu bekleme devresini de boş geçirmez, kahveci çıraklarının avaz avaz haykırarak
sattıkları mevsimine göre, kabak çekirdeği, fıstık, portakal, gazoz, pestil gibi ağız
eğlencelerinden bol bol faydalanırdık. Bir tek metelik mukabilinde bir avuç fıstık, bir şişe
gazoz ve bir portakal tedarik edebilen o bereket ve ucuzluk günlerinde beş kuruşla hem sahura
kadar Karagöz seyretmek, hem de patlayıncaya kadar yemiş tıkınmak mümkün olurdu.
Oyuna başlamak için teraviden çıkacak cemaatten hayli meraklısı mahalleliyi
bekleyen Karagözcünün bu ağır davranışı uzayacak olursa biz küçükler hep bir ağızdan ve
muntazam bir tempoyla ayak ve el patırtıları uydurarak:
— Başlayacak mı, başlayalım mı? Nakaratını tekrarlar ve kahvehanede yanan
büyük tavan lambasının ışığı kısılıp perdenin şeması yakılınca da oyunun başlamak üzere
olduğunu anlar, derhal susardık.
Kalabalık semtlerde müşterisi bol kahvelerde Karagöz faslı başlamadan evvel
hokkabaz’da oynardı ama biz çocuklar hokkabaz oyunlarından ziyade, Karagözün perde de
arz-ı endam edip Hacivat Çelebi ile sohbete başlamasını dört gözle beklerlerdik.
Nihayet, ucuna sigara kâğıdı bağlanmış bir kağıt parçasından başka bir şey olmayan
(nareke) nin vızıltılı sesine karışan tefin: “ cif taftaf, cif taf “ larıyla (Gösterme) perdeden
kalkar, semai başlar ve çok geçmeden de Hacivat’ta perdeden görünürdü:
On kere demedim mi sana sevme dokuz yar
Sekize vefa yok dediler, yedide zinhar.
Altı ile beş, dört ile hiç başa çıkılmaz.
Üçün ikisini terk ede gör, tâ kala bir yar.
Biz çocuklar, hele o kaçgöç devrinde, dokuz yar sevmenin ne demek olduğunu
pek anlamaz. Hacivat çelebi’nin sevgiyi tek yâre inhisar ettirmesindeki hikmeti ise hiç
kavrayamazsak da bu sivri külahlı, keçi sakallı, yeşil elbiseli, kısa pantolonlu lâkırdı küpünün
biraz sonra Karagöz’den yiyeceği tokatları düşünerek, manasını anlayamadığımız o çetrefil
lafları sabırla dinler, Karagözcüyü kızdırmamak için ses çıkaramazdık.
Semaiden sonra Hacivat:
- Uf, Hay Hak!... Diyerek perde gazelini okumaya başlardı:
Mesiretgâh-ı ehli aşka sinem gibi bağ olmaz.
Böyledir ahval-i âlem, çeşm-i binaya yasağ olmaz.
Geliverse şu köşe-i perdeden Karagöz bendeniz.
Her ne kadar sürçü lisan ederse affede efendilerimiz.
Perdemi zannetmeyin bezden, hisse alın bu sözden
Perdeyi kaldırın gözden, kemâlattır perdemiz.
Perde kurdum, şem’a yaktım gösterem zıllü hayal
Ehli hal olan anlar bu zilli, olmayana bilmek muhal.
Şeyh Küşteri pirimiz, eylemiş böyle hayal
Ehl-i irfâne daim şûlelenir perdemiz.
Karagöz
Hacivat’ın eğile doğrula, ayınları çatlatarak, bazı heceleri uzatarak okuduğu bu
perde tekerlemesinden sonra:
- “ Huzur-ü –hâzırân, cemiyet-i irfan , vakt-i safay-ı merdân, dinsizdir, münafıktır,
münkirdir, biedebtir şeytan, şeytanın dizsizliğine, rahman’ın birliğine “ mukaddemesiyle
padişaha da duayı unutmaz:
Nâdânlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz
Divânelerin hemdemi divâne gerektir.
Beyti, müeddâsınca eli yüzü uygun, eflazı düzgün, muhabbeti tatlı bir yâr-ı
kafadarım olsa geliverse şu dört köşe beyaz meydane, o söylese ben dinlesem, haddim
olmayarak ben söylesem o dinlese, bizleri temaşa eden ihvân da safayâb olsalar. Diyelim ki
bu gece de Mevlâ işimizi rast getire! Yâr bana bir eğlence !... “ nakaratıyla taksim yapmağa
başlar ve bu sözleri söylerken de yavaş yavaş perdenin Karagöz’ün çıkacağı tarafa sokulur.
Fakat “ Meded “lerin ardı arkası kesilmeyince nihayet karagöz’ün sabrı tükenir., perdenin
köşesinden Hacivat’ın üstüne atlayarak gırtlağına sarılır. Asıl kıyamette işte o vakit kopardı.
DİREKLERARASINDA RAMAZAN HAZIRLIKLARI
Ramazan-ı şerifin geldiği bakkal ile şekerciler ve esnaf sairenin tedarikinden
anlaşılırdı. Geçen seneden beri vakit tulupta Şehzadebaşına çıkamamış idim. Evvelce gece
gittik. Veznecilere çıkılınca manzara değişiyor. Oradaki dükkanlar hep açık. Eshabı tezyinat
ve tanzimat ile meşgul, Sol taraf köşesindeki aşçı bile tencerelerini gümüş gibi kalaylatmış,
sıraya dizmiş, masasındaki muşambasını değiştirmiş, Aşçının gözlerinin parıltısından
Ramazanı ip ile çektiği belli!..
Eski İstanbul Seyyar Satıcıları
Karşı tarafta Japon muamelat satan Avni Beyi mağazanın kapısından (Merhaba)
dedik. İçeriye girip bu sene mevkii teşhir ve furuhata vaz’ edeceği emtianın letafetini gözden
geçirmemi teklif etti.
“ Ramazanı şerif için doğrudan doğruya Japonya’dan getirttiğim zarif mamulat,
hakikaten temaşaya layıktır. Hem de ucuzdur. “
Sözlerini ilave eyledi, Yanımda üç yavru bulunduğundan bahs ile başka vakit
temaşaya geleceğimi söyleyerek yürüdük. Şems Kıraathanesi içi kalabalık idi. Şair bizi
görünce, yanımıza geldi. Malum a! Bu zat hem şairdir ve hem de zarif bir hayal bazdır.
Sözleri haz ile dinlenir. Kendisiyle hayalice konuştuk. Ramazanı şerifte Hamdi Efendi ile
birleşip Direklerarasında orta oyunu oynayacağını anlattı. Şair Ömer Efendi’nin zenneye
çıktığı ve o kıyafeti kendisine cidden yakıştırmakla beraber Hamdi Efendi ile karşı karşıya
geçipte muhavereye giriştiği vakit insanın gülmekten bayılacağı geldiği muhtaç tarif değildir.
Hokkabaz, Kukla, Hayal Sanatçıları
Hayali Yorgancı Mehmet ve Ortağı Şefik Safi
Hem Ömer Efendinin bu kumpanyaya orta oyunu oynamakta, taklit kesmekte en
ziyade haiz adamların dahil olduğunu ve meydan temaşaya konulacak labiyanın en muntecib
oyunlardan bulunduğunu da söylüyor ki şu hale nazaran bir takım okuyucuların kısık
sesleriyle (Kanto) namına ve zennesiz, hezyan alud sözleri ve açık saçık kılık ile sahne
üzerinde okumaktan başka orta oyunundan hemen de hiçbir fark bulunamayan Kel Hasan
Efendi’nin Tiyatrosu’ndan ziyade bu orta oyunu kumpanyasının rağbet kazanacağı
melhuzdur, diyebileceğim.
Şair önce hayali pek güzel oynadı. Defaat ile el çırparak alkışlandı. Hele
Karagözün küp başında söylediği beyit pek zarifane düştü. Oynadığı sözlerde düşüklük yok.
Yalnız Karagöz lisanından dermiyan eylediği (taklit deruniye) dersat değil. Mamafiye bu
cümle Karagözün saçmaları sırasında sarf olunduğundan su götürür. Şairin hayalini bundan
iki sene evvel temaşa etmiştim. O vakit zihnen bir kıyas yapıp taklit itibarıyla bizim şairi,
Katip Salih Efendi’den aşağı bulamadım, evvelki geceki temaşada şairin noksanlarını ikmal
eylediğini anladım. Hulasa, Hayali Şair Ömer herhalde takdire değer bir sanatkârdır
diyebilirim. Oyun saat beş buçuğa kadar devam etti ve pek güzel eğlendik Cenabı hak
cümleye afiyet ihsan buyursun, 61
61
Malumat 16 Teşrinisani 1903, Sayı: 2343
MEDDAH
Meddah deyip geçmeyiniz Bu iş şarkta başlı başına bir sanattı. Hem de ne ince, ne
nazik, ne mesuliyetli bir sanat.
Meddahlığın bir mazisi ve tarihi vardır. Türklerin ilk meddahları ozanlardı. Çakur
denilen ucu püsküllü büyük sazlarını boyunlarına takarak diyar diyar dolaşan ozanlar,
başlarına toplanan halka sazlı, sözlü hikâyeler ve kahramanlık menkıbelerini anlatırlar;
gazlarının ve lisanlarının kudret ve kuvveti nispetinde nam kazanırlardı.
Türkler İslamiyeti kabul edipte tasavvuf cereyanları başladığı zaman Ozanlık bir
istihale geçirdi. Ozanların söyledikleri hikâye ve menkıbelerin mevzuları değişti. Eski
(Bayındır) ve (Dedekorkut) hikâyelerine mukabil ozanların naklettikleri mevzular, İslam
kahramanlarının menkibelerine intikal etti. (Tanrının İslamını, Ali) (Hazreti Hamza), (Hallâcı
Mansureti Hamza), (Hallacı Mansur’un Maceraları) ozanlara bitmez tükenmez bir menkibe
hazinesi verdi. Hayaller genişledi, mevzular alabildiğine değişti. Tahta kılıçlarla kâfirlere
karşı savaşan, maiyetindeki bir avuç mürid ile düşman ordularını perişan eyleyen, üç beş
kahraman ile kaleleri alan, nam ve şanının şarktan, garba kadar duyuran Alplerin hikâyeleri,
kahramanlığa ve kahramanlara meftun olan Türk halkına pek cazip gelmişti. Bunlar,
Avrupalıların şövalye hikâye ve menkıbelerinden farklı değildi. Nitekim bunlar, halk
edebiyatına girmiş (Hamzaname), (Kankalesi), (Battal Gazi) gibi eserlerin vücude gelmesine
sebebiyet vermişti.
Asırlar geçtikçe ve halkın zihniyeti değiştikçe, istihsaleler de birbirini takip etti.
Sazlı ozanlar, mevkilerini sazsız hikâyelere terk ederek kendileri Saz şairleri ve âşıklık
mezhebine geçmişlerdi. İşte o zaman taklitli hikâyeler söyleyen yeni bir sanatkâr zümresi
yetişmişti ki bunlara meddah adı verilmişti.
Meddahlar söyleyecekleri hikâyelerin mevzularını hayattan alırlardı. Asıl sanat
naklettikleri hikâyede adı geçen şahsiyetleri, onların lisan ve hareketlerini taklit ederek
canlandırmaktı. Bu itibarla bir meddahın her şeyden evvel insanların lisan farklarını gayet iyi
bilmesi ve hatta hayvanların sada ve hareketlerini de gayet iyi taklit etmesi lazımdır. Mesela
Sarayda geçmiş olan bir vakıayı nakleden meddahlar; bir Çerkes cariyeyi, bir Arap harem
ağasını ve hatta bir papağanı, kendi dilleriyle konuştururlar. Yahut bir çarşı alemini tasvir
ederken orada toplanmış olan Kastamonulu, Sivaslı, Kayserili ve saire köylülere, kendi
lehçeleriyle muhavereler tertip ettirerek, bu muhtelif insan halitasını hayallerde yaşatırlardı.
Meddahlar ekseriya büyük kahvelerde çalışırlardı. Bir köşede, yüksek bir koltuğa
otururlardı. Ellerine bir baston alırlar, Boyunlarına büyücek bir mendil takarlardı. Bastonu,
kapı çalmak, at koşturmak ve saire gibi işlerde kullandıkları gibi, insan ve hayvan taklitleri
yapacakları zaman seslerini değiştirmek için mendilin ucunu ağızlarına tutarlardı.
Meddahlığın çok ince usul ve adabı vardı. Söze daima:
—Hak dostum hak!
Diye başlarlardı ve sonra:
— Geçmiş zamanı naklediyorum. İslam isime, semt semte, memleket memlekete
benzer. Kimseye şahsi bir arz ve ivazımız yoktur. Mahfuzen bir hikâye naklediyoruz.
Naklettiğimiz hikâyede şayet bir benzerlik olursa, hiç kimse üzerine alınmasın.
Diye bir de başlangıç yaparlar; ondan sonra hikâyelerini söylemeye koyulurlardı.
Hikâyeler, uzun sürerdi. Bazen Teravi namazından sonra başlayan bir hikâye, sahur vaktine
kadar devam ederdi. Bu müddet zarfında söz bulup söylemek taklitler ve taklitli şarkılarla
dinleyenlerle eğlendirip vakit geçirmek kolay iş değildi.
Bizde ilk Meddah kimdir? Bunu bilmiyoruz. Ancak bazı eski ve yaşlı meddahların
rivayetlerine nazaran, geçen asrın meddahlarından birkaç isim tespit edebiliyoruz.
On dört yaşında tahta çıkmış olan Birinci Sultan Ahmet, Karagöz Oyunu gibi,
Meddahı da çok severmiş. Ekseriya Küçük Hoca isminde bir meddahı saraya getirterek, kafes
arkasında oturur, bu adamın söylediği taklitli hikâyeleri dinlemekten haz edermiş.
Sultan İbrahim Devrinde, Hacı Osman diye bir meddah yetişmiş; bu zat, ekseriya
yaz geceleri Çemberlitaş’ta ki Vezirhanı’nın geniş avlusunda meddahlık edermiş ve söylediği
gülünç hikâyelerle, büyük bir maharetle yaptığı insan ve hayvan taklitleriyle, dinleyenleri
kırıp geçirirmiş.
Garip değil mi? Çok ciddi bir hükümdar olmasına ve şiddetli hareketleriyle bütün
İstanbul halkını korku ve dehşet içinde bırakmasına rağmen Dördüncü Sultan Murat’ta
meddahı pek severmiş. Aygır Nuri isminde bir meddahı dinler, kahkahalarla gülermiş.
Üçüncü Sultan Selim’de ara da sırada meddaha rağbet edermiş. Tahtakale’de bir
hanın avlusunda söylediği hikâyelerle halkın ruhunu cezp etmiş olan Yobaz Ahmet ismindeki
meddahı saraya getirtmiş.
Son devirlerde meddahlık sanatı bir kat daha incelmiş ve cidden mahir meddahlar
yetişmiştir. Meddah İsmet, Meddah Şükrü, Acem Ali, Aşık Efendi, Meddah Tahsin, bu
isimlerden bazılarıdır.
Bugün meddahlık ortadan silinmiş gibidir. Diyebiliriz ki meddahların sonuncusu
Surûri’dir. Onun vefatı ile bu sanatta hemen hemen kaybolup gitmiştir.
Meddah Surûri, bu işin cidden ehli idi. Ayasofya civarında, İshak Paşa
mahallesinde dünyaya gelmişti. Bir pehlivan gibi iri bir vücuda mâlikti. Hatta askerlik çağı
geldiği zaman süvari sınıfına ayrılarak Edirne’ye gönderilmişti. Oradaki asker deposunda
kendisine göre ne elbise ve ne de çizme bulunmadığı için, ona hususi suretle elbise ve çizme
yaptırmak icabetmişti.
Surûri, yalnız meddah koltuğuna oturduğu zaman değil ahbapları ve arkadaşlarıyla
görüştüğü zamanda hoş ve zarif esprili sözleriyle muhataplarını cezp ederdi. Onu dinleyenler,
o kaba saba vücutlu adamın zarafetine hayret ederlerdi. 62
62
Ziya ŞAKİR, “ Meddah “ , Akın 19 Haziran 1952
KANTOLAR VE KANTOCULAR
Yarım asır evvel artist tabiri pek o kadar istimal edilmezdi. Sahneye çıkanların
hemen hepsine Oyuncu. Bu oyuncuların erkeklerine aktör, kadınlarına da Akteris derlerdi.
Akteristler de iki sınıfa ayrılmışlardı. Birisi sahnede piyes veyahut tulûat
oynayanlar, öteki de kantoculardı.
Kanto, raksa uygun gelecek surette bestelenmiş olan hafif şarkılara derlerdi. Bu
bestelerin alafranga mı, alaturka mı olduğu kestirilemezdi. Yalnız şarkıların sözleri açık saçık
ve ekseriya manasız kelimeliden; besteleri de şen, şuh, raksan, hoplatıcı ve zıplatıcı
nağmelerden mürekkepti.
Kantoların çalınması, söylenmesi ve oynanması bir takım usullere tabiydi.
Kantonun Gran Kasa denilen üstü zilli bir davul, ile bir klarnet, bir boru, bir trampet, bir
veyahut iki kemandan merekkep bir orkestrası vardı.ki, bu hiç değişmezdi.
Bu garip orkestrayı kimin icat ettiği bilinmiyor. Hususiyetlerine bakılırsa, herhalde
bizim yerli sanatkârlar tarafından tertip edilmiş olduğuna hükmedebilirdi. Şu hakikati de
söylemek lazımdır ki bu acayip orkestra; cazband takımı gibi mat, kaba ve kuru gürültüden
ibaret değildi. Bilhassa kantoların kıvrak ve raksan ahengini, bütün incelikleriyle ve bütün
hassasiyetiyle ifade ederdi.
Kantolar alelade, basit ve hatta biraz da müstehcen halk şarkılarından ibaret
olmamakla beraber, gayet oynak, nağmeli bestelerden mürekkepti.
Kantocular, oynayacakları ve söyleyecekleri kantoya göre elbiseler giyerlerdi.
Renk renk parlak pullarla işlenmiş olan bu elbiseler gayet kısa etekli idi. Eteklerinin uçlarına
küçücük kurşun parçaları dikilmiş olduğu için, en küçük bir hareketle bu etekler açılır, bütün
baldır ve bacaklar meydana çıkıverirdi.
Kantocuların en fettani, en işvebazı Pûruz Hanım isminde bir Ermeni dilberi idi. O
tarihlerde 45 ve hatta 50 yaşını ferah ferah geçmiş olduğu halde, kantoya çıktığı zaman
seyircileri kırıp geçirirdi.
Pûruz Hanım, bugünkü görüşlerle çirkin sayılabilecek derece de şişmandı. Fakat o
devirde şişmanlar çok makbul olduğu için her sınıftan birçok düşkünleri vardı. Topçu
çavuşlarından, ayak esnaflarından, kalem efendilerinden hatta sarığını çıkarıp koltuğunun
altına saklayan eski cübbeli medrese talebelerinden karmakarışık bir güruh sahnenin önündeki
sandalyeleri kapışırlar; Pûruz Hanım sahneye çıktığı zaman, bir hayli taşkınlıklarda
bulunurlardı.
Pûruz Hanım, insafsız bir cellât kadar gaddardı. Kendisine düşkün olanların içinde
paralıca bir adam bulunduğunu sezdi mi ona derhal pençesini takardı. Soyup soğana
çevirdikten sonra da bir tekme atar; artık onun yüzüne bakmazdı.
Bu bayağı Ermeni dilberinin bütün hayatı, korkunç maceralarla geçmişti. Birçok
defalar bıçak yemişti. Eğer onun yerinde bir başka kadın olsaydı, hiç şüphesiz ki sahneyi terk
ederdi. Fakat Pûruz Hanım kan döktükçe düşmanlarının paralarıyla beraber, kanlarını,
irinlerini emmiş, aşağı yukarı altmış yaşına kadar, sahnede lop lop etlerini dalgalandıra
dalgalandıra sebat etmişti.
Kantocuların en meşhurlarından biri de, Küçük Amelya idi. Adının başındaki
küçük kelimesine rağmen, o da kırk- kırkbeşlikti. Gemici elbisesi giyip de:
Haydi, tayfalar; gemi yalpalar.
İçelim şarap, olalım harap
Diye gemici kantosuna çıkmaz mıydı, sahnede keklik gibi sekerdi. O devrin alkış
tarzları da pek garipti. El çırpmaktan ziyade bağırıp, çağırmaya, hatta iki ellerini ağzın
kenarlarına dayıyarak garip sesler çıkarmaya ehemmiyet verilirdi. Aynı zamanda sahneye at
nalı gibi mecidiyelerden tutunuz da, limon kabuğu hatta çürük yumurta atmak bile hoş
görülen şeylerdendi.
O devrin son senelerine doğru Suriye’den iki kantocu gelmişti. Biri Ferha Mari,
diğeri de Gemelâ isminde idi. Bu iki kantocu güzel olmadıkları gibi, Sesleri de o kadar parlak
değildi. Lâkin o kadar kıvrak oyunları vardı ki, çarçabuk etraflarında, düşkünlerden mürekkep
olmak üzere geniş bir hâle peyda oluvermişti.
Bunlar, Rum ve Ermeni kantocular gibi aşüfte ve fettan şeyler değillerdi. Lâkin
raks ederlerken o derece ince hareketler gösterirlerdi ki; tiyatronun içini ahü eninlere gark
ederlerdi.
Eski kantocuların, meşhurlarından Büyük Ameliya’nın, dilsiz bir aşığı vardı.
Ameliya sahneye çıktığı zaman aşka gelerek oturduğu yerde zıpzıp sıçrardı. Birçokları onun
bu halini görünce gülerler, bazıları da ona acırlardı.
Kantocular bir hayli aşk maceralarının da kahramanı olurlardı. Meselâ Pûruz
Hanım, Büyük İsmail Efendi’yi sahne hayatına bağlamıştı. Büyük Virjini ‘de Hakkı Efendi
isminde ağırbaşlı, saçlı sakallı bir tekke şeyhini, dergâhının postundan ayırarak çekip sahneye
almıştı. Bu Hakkı Efendi, Aksaray’da Yüksek Kaldırım Mahallesi’nin imamı ve oradaki Rüfai
Dergâhının da şeyhi idi. Her nasılsa Virjini’yi sevmişti. Varını yoğunu ona yedirdikten sonra
Virjini ile aynı çatı altında bulunabilmek için, aktörlüğü ihtiyar etmiş, sevgilisinin çalıştığı
Küçük İsmail Efendi’nin Kumpanyasına girmişti. 63
Kantocu
63
Ziya ŞAKİR, “ Kantolar ve Kantocular “ , Akın 21 Haziran 1952
NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR
Sahura kadar oturmaktan, günün geç vaktine kadar uyumaktan dolayı mutadını
şaşıranlar, bayram Namazına yetişemezsek diye, daha gecenin zifiri karanlığında
yataklarından fırlarlardı.
Bayram Namazı’nın usül ve erkânı sayılırken, tanıdık bir hoca efendi şöyle kısa
kesmişti: İki salla, bir bağla, üç salla bir yat.
Burada salladan anlatılmak istenen, tekbir alarak elleri kulağa götürürken kolları
kaldırmak. Bağla ise divan durmak. Yat’da secdeye varmak.
… Adı üstünde, şeker bayramı: Keşanelerde gümüş tepsilerle getirilirdi. Fağfuri
kâselerin kiminde dişsiz harcı lâti lokum, fıstık ezmesi; kimin de dişli harcı badem, kiminde
alafranga harcı fondan, çikolata, meyve şekerlemesi.
Konak yavrularında yalnız iki türlü: Lâti lokum ve badem; küçük evlerde ise de
tabakta elvan.
Her gidilen yerde, selamünaleyküm deyince dayanır. Bir tanecik olsun almak şart.
Kapı kapı dolaşa dolaşa, akşama kadar yenir. Ağız çirişçi çanağına döner. Şeker illeti rejimine
boyun eğmiş, glüten ekmeğine yatmış, çarnaşar perhizi bozmuşlarda gelsin bardak bardak su,
mide kırba gümbürder. 64
İlk günü, sabah sabah her tarafta gümbür gümbür davullar gümbürder: Mahallenin
bekçileri, çöpçüleri semtin tulumbacıları kapıya damlarlar. Yazma mendilleri, keseye göre
uçlarını düğümlenmiş ayrım lira, mecidiye, çeyrekler hazır. Hemen verilir.
Davulcular Bayram Kutlamasında
64
Tasvir-i Efkâr 1 Birinci teşrin 1943, Sayı: 5530–1173
O zaman ki bekçilerle şimdikiler arasında çok farklar var. O zaman ki bekçinin
elinde ucu demirli, kalın, uzun bir sopa vardı ki bu sopa, geceleri mahallelere tebelleş olacak
hırsız, hayırsız, biçimsiz, uğursuz, soysuz, serseri, cani, katil, gibi heriflere karşı bekçi
babanın biricik silahı idi. Ağırlığı en az beş okka gelen bu uzun ve kapkalın sopayı, bekçi
babanın kaldırıpta herifin başına indirmesi, hani, aşağı yukarı bir gülle kaldırma işinden pek
kolay değildi. Neyse, eski bayramlarda sabahleyin kapınıza,ilk önce, bekçi baba elindeki bir
sopa ile damlardı. O zaman bayram sabahları kapı kapı dolaşan bekçilerin çoğu, yanalrında
manici ve davulcudan başka, bir de birer de sırıkçı yamak gezdirirlerdi ki bu sırıkçının
vazifesi evlerden bekçiye bayram hediyesi olarak verilen çeşit çeşit, renk renk basma pazen,
lâhoraki parçalar ile çevreleri, mendilleri, yemenileri bu upuzun sırığın ucuna takarak onları
omuzlarında taşırlardı. O vakitler bekçi ile birlikte bayram kutlamak için kapı kapı dolaşan
manici ve davulcular Ayvansaray’ın, Sulukule’nin, Üsküdar’ın en meşhur ve sesi güzel
manicileri ile davulcuları idi. Tabiî, bunların ardı sır, kız, oğlan, karma karışık, alaca bulaca
giyinmiş ve mahallesine göre on beş, yirmi, otuz, kırk, hattâ elli çocukta sokak aokak, kapı
kapı kendilerini takip ederlerdi.
Bunların arkasından kırmızı ceketli, elleri harbalı yangın köşlüler, köşlülerden
sonra salkım saçak tulumbacılar ortaya dökülürdü. Tulumbacılar ellerinde baskı kolları, sarı
pirinç borular, fenerler ve çalgılarla dolaşırlardı. Bu çalgılar ya bir zurna, ya bir klarnetle,
çiftenaradan ibaretti, yahut külüstür bir incesaz takımıydı.
Daha sonra sakalar, çöpçüler kapıları çalarlardı ki bunlar hâlâ aynı tertip devam
etmektedirler. Bu saydıklarımdan başka eski bayramlarda bayramı kutlamak için kapılara
gelenler arasında şunlarda vardı:
Bakkal çırakları, sütçüler ve sütçü yamakları, bazı mektep bevyapları (kapıcıları),
daire, kalem papuççuları, bazı mezcuplar, kendi tabirleri ile memleket garipleri, ilâhi ve
kaside okuyan kadın, erkek dilenciler ve saire…
İkinci Fasıl:
Çat kapı komşu çocukları…
— Öpeyim Amca!
— Al yüz para!
— Öpeyim hanım teyze!
— Al bir mendil!
— Öpeyim Dayı Bey!
— Al altmış para!
— Öpeyim Amca Bey!
— Al bir çevre!
Eğer şeker bayramı ise tabiî her gelen çocuk bir miktar da şeker lüplendikten
sonra üçüncü fasıl başlardı.
Üçüncü Fasıl:
Hısım, akraba, eş, dost, daire, fabrika, mağaza müstahdemleri ve eski emektar
bacı kalfanın kızı, sütninenin gelini ile başlayan bu üçüncü fasıl ekseriya bayramın ilk
gününde bitmez, ikinci, üçüncü günlerini de bulurdu. Onun için eskiden biraz varlıklı ve
hısımı akrabası, eşi dostu, maiyeti, bilmem nesi çokça olan aileler için bayram tam manasıyla
bir gaile olurdu.
Her semtin kendine mahsus bir bayram yeri mevcutsa da en meşhurları üç taneydi:
Kadırgadaki Cinci Meydanı, Fatih Meydanı bir de ikisi arasında mola ve hareket noktası olan
Beyazıt Meydanı…
Mübarek Bayrama Mahsus Adetlerimizden:
Sabahleyin Sokak Kapısının Önünde Davul Zurna İle Bayram Hediyesi Almağa
Gelenler
Bayram Sabahının Ne Kadar Neşeli Bir Gürültüsü Vardır Değil mi?
Namazdan Çıkıldıktan Sonra Davul, Zurna Sesleriyle
Tulumbacıların Gelerek Hediye İstemeleri
Birbirini Müteakip Bekçinin, Sakanın, Çöpçünün, Kapıyı Çalmaları Senenin İki
Bayramına Mahsus Adetlerimizdendir.
Evin Çocukları Bayram Gecesi Erken Yatarak Sabahleyin Erken kalkarlar.
Hemen Giyinerek Konuyu, Komşuya El Öpmeğe Giderlerdi.
Ne Tuhaftır Değil mi?
Bayram Sabahı Evlerimizin Sokak Kapıları Hemen Daima Aralık Bulunur, Kapanmaz.
Çünkü Ya Kendi Çocukları Yahudda Konu, Komşu Çocukları Girip Çıkarlar.
Kapının Çalınmasından, Açık Durmasından Bahsederken Unutmadan Şunu da
Söyleyelim ki Kurban Bayramında Çeşit Çeşit Çarşaflı, Yeldirmeli Baş Örtülü Dilenci
Kadınlarıyla Türlü Türlü Dilenci Erkeklerin Gelip Et İstemelerine Nihayet Yoktur.
Fakat Bütün Bu Gürültüler Bayramın Birinci Gününe Mahsustur.
Binaen Aliye Bayramı Sevdiğimiz Gibi
Onunla Beraber Gelen Bu Gürültüleri de
Hoş Görmeliyiz.
Yukarıda ki Resimde
Bayram Sabahında Bir Kapı Önünü Göstermektedir
Eski Bayramlarda Çocuklar Nasıl Eğlenirlerdi?
Şimdi ki bayramlarda da hâlâ eski tertip ve eski biçimde eğlenen çocuklar varsa da
eskiden hemen hemen bütün çocukların eğlencesi salt şehrin şurasına, burasına kurulan
bayram yerlerindeki eğlencelere inhisar ederdi.
Anasından, babasından, teyzesinden, dayısından, yengesinden amcasından,
ablasından, ağabeyisinden, komşulardan sızdırabildiği çil kuruşcukları cebine dolduran kız,
oğlan çocuk soluğu bu bayram yerlerinde alırdı.
Meselâ, ahrçlığını doğrultup ta sabahleyin erkenden soluğu bayram yerinde alan bir
oğlan çocuk onu şöyle geçirirdi:
Bayram yerine girerken köşebaşını kesmiş olan gezgin mahallebiciden bir tabak
pekmezli mahalle yer. Biraz yürür, bir şişirme düdük olur. Biraz daha ilerler., cebine on
paralık sakız leblebisi doldurur. Meydanın tam ortasına gelince salıncakçı hemen onu
kucaklayınca salıncağa bindirir. O şimdi salıncakta bir yanda darbuka, zilli maşa ile sallanır,
bir yandan da şişirme düdüğünü şişirip şişirip öttürür, bir yandan da sakız leblbisini yer. Biraz
sonra salıncaktan inince onu macuncu karşılar.
— Haydi, ver on paralıkta ondan!
Değneğin ucuna takıla alaca macunu emerek kendisine yeni bir eğlence arayan
çocuğu bu sefer de tenteli yük arabacısı yakalayınca arabaya atar. Bir çeyrek sonra arabanın
sarsıntısı ile karnını acıkmış sanan oğlancık soluğu köftecinin tablasında yer alır. O daha
köftenin son lokmasını çiğnerken koltuğundaki kavanoz ile turşucu karşısına dikilir:
— Haniya limon suyu ile!
— Ver beş paralıkta ondan!
Arkasından haydi atlıkarıncaya… Şimdi dön baba, dönelim! Derken mide
bulanmaya başlar.
Haydi, bulantıyı bastırmak için köşe de çift bardağı on paraya boyalı limonata satan
herife. Bir, bir daha iki bardak sözüm yabana limonata… Artık mide döner mi davula…
Şimdi de bu çok dolgun ve yan bulantılı mide ile doğru hokkabazın çadırına. Hokkabazdan
çıkınca külüstür bir eşeğe atlayıp:
—Deyyyye! Çuuuş!
Bayram Eğlencelerinden -Dönme Dolap Aşağı yukarı bir voli. Bir defa gidiş gelişle pek bir şey anlaşılamayınca ikinci bir
voli daha. Fakat bu defa siyahi arkadaşları ile yarış etmek şartı ile.
— Ha babam ha, ha karakaçan ha!
Eşeğin üstünde, yarı yolda bir sendeleme, arkasından bir çığlık:
— Ay kafam, ay belim, ay kolum.
Bereket versin ki ayağı, topuğuna kadar geçirdiği özengide takılı kalmıştır. 65
65
Osman Cemal KAYGILI “ Son Posta 25 Şubat 1937, Sayı: 2358

Benzer belgeler