HAYAT KİTABI- Eduardo Punset
Transkript
HAYAT KİTABI- Eduardo Punset
HAYAT KİTABI- Eduardo Punset (02 Ağustos 2010) Mind, Life and Uniıverse/ Conversations with Great Scientists of Our Time GİRİŞ VE TEŞEKKÜR-Lynn Margulis Kariyerlerinin zirvesindeki büyük bilimcilerle yapılmış söyleşilerden oluşan kitabımız, okurların bilimsel gerçekleri, ünlü insanların özel hayatlarına ilişkin dedikodulardan çok daha fazla istediği varsayımı üzerine kurulmuştur. Araştırmacılardan önemli sorular üzerine anlaşılır açıklamalar talep ettik. Biz, okuryazar halk, gerçek bilgi araştırmacılarından bilgi almak istiyoruz. Neden? Çünkü özel insanlar oldukları için onlara güvenebiliriz, sadece bir bakımdan özel olduklarını bilsek bile. Bilmedikleri konulara veya iyice anlamadıkları “olgular”a dair bir vaatte bulunmaya özen gösteren bu kişiler, yani Punset’in görüştüğü insanlar harika birer iletişimciler. Otuz altı kısa söyleşi, birbiriyle alakalı konulardan oluşan dokuz bölüm içine yerleştirerek derdest ettik. Doğa sırlarını kıskançlıkla korur. Kendi alanı dışına azıcık dahi çıkan her uzman tökezleme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bizim işimiz her konuyu bağlam içinde sunmak ve tespitlerin güvenirliği konusunda destek sağlamak. Buradaki tutkulu katılımcılar kendi kendilerine sordukları büyük sorular bağlamında hakiki bilimsel araştırmanın sınırlı doğasını açığa vuruyorlar. Evren nasıl bir şeydir? Yaşam nedir? Yaşam nasıl başladı ve evrildi ve ölüm nedir aslında? İnsan zihni, zihnin fiziksel ve sosyal muhitini ne kadar iyi algılıyor? Okur konuşmacıların kendi dürüst araştırmalarına biraz tuhafça (!) adanmış olduklarını muhakkak fark edecektir. Bilim bize kolay, evrensel cevaplar veremez, ama araştırmalar büyük soruları cevaplamak bakımından tüm insanlara güvenilir bir yaklaşımın yolunu açabilir. İNSAN PRİMATLAR Dünya üzerinde şimdiye kadar yaşanmış olan ve paleontolojik kayıtları yaklaşık 4 milyar yıl geriye giden tüm türlerin muhtemelen yüzde 99,9’u yokolmuştur. 3 milyon yıl öncesinden bugüne kadar uzanan çok yakın bir geçmişe ait 20 fosil insan türünün tamamı bu çeteleye dahil gibi görünüyor, Homo erectus, Homo habilis, Homo neandertalensis, Homo ergaster vs. Yeryüzünden sonsuza dek silinenler arasında, sadece biz Homo sapiens’ler muazzam kaldık. Dünya’da Zeki Yaşam Nicholas Mackintosh ile Söyleşi (Nicholas Mackintosh, Cambridge Üniversitesi’nde Deneysel Psikoloji Onursal Profesörü’dür. Mackintosh hem hayvanların hemde insanların biliş süreçlerinde, arasıra besbelli paylaştığımız “yüksek zekâ” denen karakteristik yapıların bulunduğunu gösterdi.) Bir araştırma psikologu olan Nicholas Mackintosh geçenlerde İngiltere, Cambridge üniversites,’nden emekliye ayrıldı. Eduardo Punset: Haycanların makine gibi olmadıklarını söylüyorum ve diyorsun ki, aslında öğrenme süreçleri çok karmaşık ve bunlar bazen insanın öğrenmesini de belirleyen prensiplerle çalışıyor. Nicholas Mackintosh: İnsan hayvanın öğrenimini. www.altinicizdiklerim.com 1 E.P. Hayvanların içgüdüyle öğrendiğini savunan bilimciler ve öğrenmenin tedrici bir süreç olduğuna inananlar şeklinde bir ayırım yapıyorsun. Hayvan davranışını nasıl yorumluyorsun? N.M. John Watson ve davranış uzmanlarınca ortaya konan prensiplere dayanarak, hayvanların pek az refleks veya temel içgüdüyle doğduklarına inanıyorum. Belli bir davranışı tedricen öğreniyorlar. Çocuklar diğer hayvanlardan da az içgüdü ve refleksle doğuyor. Öğrenmenin hep basit olduğunu düşünmüştük, ama kanaatimce, öğrenme süreçlerinin tüm hayvanlarda Watson ve B.F.Skinner’ın o zamana kadar hayal ettiğinden çok daha karmaşık olduğunu anlamak zorundayız. E.P. “Zekâ araştırmaları”nda eski tabular hâkim. Okul çağı çocukları (beyaz, siyah ve Asyalılar) arasında yapılan bir deney, Asyalı öğrencilerin beyazlardan daha zeki, beyazlarında siyahlardan daha zeki olduğu sonucuna vardı. Sen bir psikolog olarak ırk farklılıklarını değil, sadece ortak karakteristikleri tahlil ettin. Peki, bu çalışma hakkında ne düşünüyorsun? N.M. Öncelikle şunu söyleyeyim: ölçülen diğer biliş süreçlerine (yani zeka testleri veya katyanı ya da IQ testlerine) kıyasla, farklı etnik gruplar arasında öğrenme ve ezberleme süreçleri çok daha az değişkenlik gösteriyor. Çeşitli zeka katsayıları arasında, öğrenme süreçleri arasındakinden daha fazla farklılık var.. Farklı etnik grupları zekâ testlerine tabi tutarsan, genel anlamda –en azından Birleşik devletler’de- siyahlar çoğu beyazdan ve beyazlarda Asyalılardan daha düşük puan alır. Ama basit öğrenme testleri üç grubun benzer bir şekilde öğrendiğini gösterir. E.P. Bir “zekâ genetiği” varmı? N.M. Evet, kesinlikle. Zekâ testlerinden elde edilen farklı sonuçlar nedeniyle, insan zekanın genetik olarak kodlanıp kodlanmadığını sorabilir. Bu düşünce epey bir ihtilaf yaratıyor, ama siyahlarla beyazlar arasındaki sonuç farklılığının genetik olmadığına inanıyorum ben. Beyazlarla Asyalılar arasındaki farklılığın genetik olduğu gösterildi! Bu farklılık tüm bir zekâ katsayısına (IQ) değil de, daha ziyade, uzamsal görüntüleme becerilerini, uzamda şekilleri algılama yeteneğini ölçen belli bir kaç parametreye işaret ediyor. Test, mesela, ekseni etrafında döndürülen bir şeklin algılanmasını veya bir nesnenin pek çok değişik açıdan tespitini ölçüyor. Doğu Asyalılar beyazlardan çok daha yüksek puan alıyorlar; beyaz aileler Asyalı çocukları ufak yaşlarda(altı aylıkken) evlat edinmiş olsalar bile, onlar yine de beyaz çocuklardan daha iyi sonuç elde ediyor. Bu farkın kökende genetik olma ihtimali var. E.P. Hayvan davranışına geri dönersek, güvercinlerin güneşi pusula olarak kullanması müthiş bir şey bence. Araştırma psikologlarının dediğine göre, güneşi pusula olarak kullanmak dönüş yolunu bulmak için yeterli değil. “Yeterli değil” ile aslında neyi kastesiyorlar? Göründüğü kadarıyla bu arılar için de geçerli. N.M. Güvercinler kuzeye, güneye, doğuya ya da batıya yönelmek amacıyla vücut saatlerini ayarlamak için güneş yönünü kullanırlar. Gözünü bağladığımı ve seni pusulayla 60 kilometre ötede bıraktığımı hayal et. Hangi yönde olduğunu bilmiyorsan, Barselona’ya dönüş yolunu nasıl bılacaksın? Güneyde olduğunu biliyorsan, pusula güneyi bulmana yardım eder, ama yönü bilmiyorsan, bir pusulan olasa bile nasıl döneceğini bilemezsin. Ama bir güvercini alıp yaşadığı yerden 130 kilometre ötede, önceden hiç bulunmadığı bir yerde salarsan, iki veya üç dakikalık uçuştan sonra dönüş yolunu bulup oraya yönelir. Bu becerinin tecrübe ve eğitime dayandığına iananıyorlar, çok genç kuşların nasıl geri döneceklerini bilmeyişleri de bundan kaynaklanıyor, çünkü bir pusuluları olsa bile, henüz haritalarını çizmiş değiller. Güvercin, birçok kuş gibi, uzun mesafelerde güçlü bir yön bulma becerisine sahiptir, ama bu öyle bir uzmanlık becerisi ki, zekâyla ilgili olmadığı düşüncesine meylediyoruz. Pek çok hayvan dünya üzerinde yön bulma becerisine sahip. Bir karınca yuvasını terkedip zikzaklarla ilerleyebilir, biraz yiyecek bulur ve düz bir çizgiyle geri dönebilir. Uzun bir zikzak yoluyla geldiği halde, direkt dönüş yolunu bilir. Stresli Şempanzeler www.altinicizdiklerim.com 2 Robert Sapolsky ile Söyleşi (Robert Sapolsky, John A. ve Cynthia Fery Gunn Biyoloji Bilimleri Profesörü ve Stanford Tıp Fakültesi’nde Nöroloji Bilimleri Profesörü’dür.) E.P. Bir stres tetikliyiciye aşırı tepki vermek gibi bri tehlike var mı? Bu kadar yanlış iş yapılmasının böyle bir açıklaması olabilir mi? R.S. Stres ve zorluklar karşısında insan hemen “Bırakıyorum, uğraşamam. Yapacak bir şey yok, umut yok....” diyorsa, bu majör depresyondur. Bu kişiler tamamen buyun eğer ve denemeye yanaşmazlar. Stres oluşunca, aynı anda on yedi farklı şey yaparak bununla başetmeye çabalarlar. Sonuç ne olursa olsun çabalamayı bırakmazlar. Sürekli bir psikolojik acil durum halinde tekrar tekrar aynı şekilde davranırlar, stres tetikleyici yokken bile. İnsanın sosyal yaşamının en perişan kimi manzaralarını izah açısından bir başka kritik hususu da şu: biz dâhil hayvanların en stres azaltıcı faaliyetlerinden biri bir başkasını perişan etmektir. Saldırganlığımızı başkalarına yöneltmektir. Pek çoğumuz ülserlerden, yaşadığımız stresi başkalarına aktararak korunuruz. E.P. Bence senin en büyük katkılarından birine güzel bir örnek bu: hayal gücünün kudreti. Nerdeyse hastalanıyorum ve bunun nedeni beynimin bir yerinde bir şeyler olması. R.S. Çok azımız çiçek hastalığından, sıtmadan veya sarıhummadan öleceğiz. Bizi “Batılılaşmış” hastalıklar öldürüyor. Vücut yetmiş veya seksen yılda yavaşça çöküyor: şeker, yüksek tansiyon, kanser. Şu sıralar tüm tıp alanında herşeyden önemli bir tek cümle varsa, bence o da şudur: vücudunun işleyişini sen doğrudan etkiliyorsan, evet, düşüncesiyle, hatırayla ve duyguyla. Bu şarbon veya çiçek hastalığından kurtulmada söz konusu değil, ama vücudun şeker ve kalp hastalığıyla başa çıkmasında kesinlikle söz konusu. Bizim gibi zeki sosyal primatlarda düşünce, duygu ve vücudumuzun çalışma ve tepkime biçimini dramatik olarak değiştirebilme yeteneği, hangimizin sağlıklı kalıp, hangimizin hastalanacağı hususunda belirleyicidir! Oturup “Tanrım, öleceğim!” ya da “Tanrım, elektrik faturamı ödemeyi unuttum!” diye düşünürsen, başına gelen şey, tam da normal bir memeli olarak ihtiyaç duyduğun şeydir: bir aciliyet hissi. Bir etobur seni yemeye çalışıyorsa ya da açsan ve bir geyik avındaysan ya da hayatını kurtarmak için savanın ötesine kaçıyorsan, vücuduna onlar harikadır! Stres hormonları salgılarsın. Bunlar damarlarına enerji sağlar. Kasların daha iyi çalışır, kalp atışın ve de kan basıncın hızlanır. Tüm uzun vadeli fizyoloji kesintiye uğrar: ergenliğin ya da rahim cidarlarını kalınlaştırmanın sırası değildir. Ön korteks bizi cinai davranıştan uzak tutar. Misafirlerle akşam yemeğindesin, yemeği bitirmiyorlar. “Sizi domuzlar, sizi nankörler, nasıl bitiremezsiniz?” demek istiyorsun. Ama demiyorsun. Neden? Çünkü ön korteks gelişimini tümüyle tamamlamamış olması şaşırtıcı değil. Yirmi ila yirmi beş yaşlarına gelene kadar insanlarda tam gelişim gerçekleşmez. Beyinde ne olduğuna bakalım: uyuduğunda, beyindeki temel metabolik değerlerin, enerji değerlerin düşer. Derin, düşükdalga uykusuna girersin. Uyuduktan doksan dakika sonraysa birinci rüya evresine geçersin. Olan nedir? Beyninn bazı bölümleri, duyu işlemeyleilgili bölümleri daha aktif değil, uyanıkken olduğundan da daha aktif hale gelir. Rüya görürsün, görsel ve işitsel şeyler. Ön korteks dışında, bölgenin geri kalanı hiç değişmez. Ön kortekste metabolizma yavaşlar. Rüya görürken sıfıra iner. Aniden boşlukta dagalandığını görürsün rüyanda.... Belki Salvador Dali’nin ön korteksi yoktu ya da resim yaparken onu devre dışı bırakıyordu. Sürrealizm dünyanın lineer özelliklerinin kıstlamasından kurtulmakla ilgili. Saatler erimez. Rüya görürken aynı bağımsızlığın, mantıktan, dsiplinden bağımsızlığın tadını çıakrırsın. Bu yüzden rüyalar rüya gibidir, çünkü ön korteksin çalışmayı bırakır. Nerdeyse İnsan Jane Goodall ile Söyleşi (Jane Goodall, vahşi doğadaki, esasen Tanzanya’nın Gombe Deresi Milli Parkı’ndaki 45 yıllık şempanze çalışmasıyla ünlüdür.) www.altinicizdiklerim.com 3 J.G. Bugün şempanzelerle insanlar arasında benzer bir davranış buluyorsak, aynısı muhtemelen Taş Devri’ndeki ortak atamızda da vardı. Onun teorosi böyleydi. Antropoloji kitapları şempanzelerden çoğunlukla “ilkel insan”ın davranış modelleri diye söz eder. E.P. Bazı primatologlar hayvanat bahçesinde şempanzelerin analık içgüdüsünü araştırdılar. Ve bunun şempanzede içgüdüsel olmadığını buldular. Esaret altındayken çocuklarına nasıl bakacaklarını öğrenmeleri gerekiyordu. Bu doğru mu? J.G. Evet doğru. Analık davranışı o kadar içgüdüsel değil. Şempanzeler onu annelerinden ya da diğer dişilerden öğreniyorlar. Genelde, iyi bir annesi olan bir şempanze, annesinin bebeğe nasıl davrandığını izlemekle kalmıyor, annenin bir sonraki bebeğine de bakabiliyor. Bu ikinci bebeğe annelik yapıyor ve kendi annesi kadar iyi bir anne olamyı öğreniyor. Ama eğer özensiz, katı, ilgisiz ve oyuna pek yanaşmayan bir annesi varsa, genç şempanzede büyüyünce aynı annesi veya üvey annesi gibi daha düşüncesiz, daha bencil, daha ilgisiz oluyor. E.P. Çok takdir ettiğin büyük üstat Louis Leakey’yi hatırlayalım. Ona Şempanzelerin alet kullandığını söylediğinde, daha önce alıntıladığın gibi, “şimdi aletleri ve insanları yeniden tanımlamalı ya da şempanzeleri insan kabul etmeliyiz” demişti. Çıkarılacak temel ders ne? J.G. Çıkardığım en önemli dersi, nihayetinde bizi hayvanlar âleminin geri kalanından ayıran bir sınır çizgisi bulunmayışı. Gezegende kişilikleri, düşünceleri –en önemlisi- duyguları olan yegâne varlıklar biz değiliz. Bunu bir kez kabullenebilirsek, o zaman bu gezegeni nasıl kullanıp hırpaladığımızı da gözden geçirmeye başlarız. Başka birçok sıradan hayvan da düşünüp hissediyor. Afrika’da daha yüz yıl önce bir milyondular, şimdiye sadce 150.000. Bu yüzden öğrencilerimle yürüttüğüm araştırmayı bırakıp, mecburen Afrika’daki sorunlara dikkat çekmek için seferber oldum. Ormanlar yok oluyor; vahşi hayvanlar ticari çıkarlar uğruna öldürülüyor –yabani hayvan eti ticareti nedeniyle. Bu nedenle bizden daha temkinli yeni bir genç kuşağın çıkmasını şiddetle arzuluyorum. Dünya çapında doksandan fazla ülkeyi kapsayan enstitü programımız bu bilimsel gerçeklere dayanıyor. Karıncalar, Arılar ve Termitler Gibi, Ama Değişik Edward O Wilson İle Söyleşi (Edward O.Wilson, Harvard Üniversitesi’nde organizma ve Evrim Biyolojisi Bölümü’nde Pellegrino Entomoloji Araştırması(Onursal) Profesörü’dür.) Yıkıcı meteor biziz. Bireysel çıkarlarımızdan asla tümüyle vazgeçemiyoruz; bu yüzden karıncalar gibi bir süper organizma değiliz. E.O.W. Dünya yüzeyinin yüzde 1,4’ü tüm türlerin yüzde 40’ını barındırıyor! Bu yerleri tam olarak belirler ve korursaki o zaman Dünya üzerindeki tüm bitkilerle hayvanların yüzde 40’ını veya fazlasını korumuş oluruz. Buna geri kalan işlenmemiş ana toprak alanlarını da eklersek, yani tropikal orman, savan, Amazon ve havzası, Yeni Gine ve Afrika’daki Kongo havzasından oluşan devasa alanları Dünya yüzeyinin yüzde 1,4’ünü kaplayan yaklaşık yirmi beş sıcak noktaya eklersek –ki bu ölçekte düşünmeliyiz- sıcak noktaların tamamını ve türlerin yüzde 40’ını koruma maliyeti tahminen yirmi beş milyar doları buluyor. Yapılabilir. Yapmamız lazım! Bir süper organizmanın aslında ne olduğunu da biliyorum. Karınca kolonisi bir süper organizmadır. Müthişler, özellikle bazı türler. Harika yaratıklar. Kimi çok karmaşık davranışlar sergiliyorlar ve topluluk üyeleri bu şekilde iş birliği yapıyor. Koloniler on ila yirmi çeşit kimyasal işaret kullanıyor ve yeni bileşenler üretiyor. Karıncalar Dünya üzerindeki en savaşkan yaratıklardır. Şöyle söyleyeyeyim: karıncalara nükleer silah versek, haftasında dünyayı havaya uçururlardı. Karıncalarla insanları karşılaştırırsak... E.P. Ya insanlar? www.altinicizdiklerim.com 4 E.O.W. Karıncalar geç Kretase döneminde ortaya çıkmaya başladılar. (65-138 milyon yıl önce). Bu dinazorların çağıydı. Sadece ilk karıncaların değil, elli ya da altmış milyon yıl önceki karıncaların da fosillerini bulduk. Bu uzun bir zaman, ama karıncalar hep aynı. Fazla değişiklik olmamış. Başlangıçta ciddi bir evrim olduysa da, son elli milyon yılda değişmemiş karıncalar. Aynı kodlar, aynı modeller... Her bir gün, 1 ila 10 katirilyon arası karınca hayattadır! Ve düşün ki, bir karınca da bir insanın milyonda biri ağırlığında. Dünyadaki tüm karıncaların ağırlıyla insanlaın ağırlığı aşağı yukarı aynı. Ama karınca beyninin büyüklüğü insanınkinin ancak milyonda biri kadar. Karıncaları takdir etmeliyiz, özellikle de minicik beyinleriyle neler başardıklarına hesaba katınca. Beyinlerini çıkarıp incelesen, göremezsin bile; toz zerresi gibidir. Ama inanılmaz şeyler başardılar ve bunu son elli milyon yılda çok az değişerek yaptılar. E.P. Hücreye müdahale ettiğimiz gibi beyne de müdahale edebilme, beynin iç potansiyeline nüfuz edebilme bağlamında, makineyle beyni kaynaştırmak mümkün mü? Biliyorsun artık biyolojik kontrol çağına giriyoruz. Bu yolla çevremizi değitirip darboğazdan kurtulurduk… E.O.W. Beyni en gelişmiş işlemcilerle eşleyip birleştireceğimiz düşüncesi, bilimciler ve teknolojik gelecek üzerine düşünenler arasında popüler. Bir makina yardımıyla duygu ve duyguların simülasyonunu çıkarmamız lazım. Bir gün –bireyliği kaybetmeden-çok üstün bir zekânın geliştirileceği, bunun da çok yüksek işlem yeteneğiyle eşleşmiş bir insan beyni olacağını düşünmekten hoşlanıyoruz. Gelecekte bu olabilir belki. Güzellik Ölçülebilir mi? Victor Johnston ile Söyleşi (Victor Johnston, Las cruces, New Mexico Eyalet Üniversitesi’nde Psikoloji Onursal Profesörü’dür.) Vücudun çeşitli bölümlerinde ölçümler yaparsak bir insanın ne kadar asimetrik olduğunu görebiliriz. Bağışıklık sisteminin bütün türlerde bulunan oldukça hassas bir göstergesidir bu. Asimetri ne kadar azsa bağışıklık sistemi o kadar iyidir. Bu yüzden hepimiz daha simetri insanları tercih ediyoruz, onları daha güzel buluyoruz. Bilimin ve yaşamın tarihinde çoğu kez olduğu gibi, en önemli kişi en iyi bilinen değildir. Bu spesifik alanda pek çok bilimci bile kendi disiplinin kurucusunu bilmez. Einstein’ın 1905’de formüle ettiği E=mc2 denklemi sayesinde, kütlenin Güneş içinde enerjiye dönüştüğü ve bunun da Dünya’daki yaşama enerji sağladığı keşfedildi. Dünya yörüngesinin Milankovitch döngüleri, atmosferdeki CO2 seviye ölçümlerini anlamamıza ve şu anki CO2 yoğunluğunun son üçyüz yıldakine kıyasla yükseldiğini görmemize yaradı. Dirac’ın anti madde üzerine düşünceleri pozitron emisyon tomografisi (PET) tekniklerine yolaçtı. Einstein yeni uzay-zaman geometrisi formüle ederken, saat ritimlerinin çekim kuvvetine bağlı olduğu ve dolayısıyla üst kattaki insanların zemin kattakilerden daha yavaş yaşlandığını keşfetti. Gerçek şu ki, iki isanın bir Pazartesi sabahı arabada giderken birbirlerini görüp âşık olması, bir kültürel kapris ya da seksizmden ziyade, beyne işaretlenmiş temel bir içgüdünün tezahürüdür. Güzelliği nasıl algıladığımız ve bazı yüzlerin neden herkese çekici geldiği üzerine konuşacak en doğru insan herhalde New Mexico Üniversitesi’nde biyopsikolog olan Victor Johnston’dır. Victor Johnston: Tabiatımızın temel bir öğesi: genelde kadınlarla erkekler karşı cinsi çekici bulurlar ve bu hayatın başlangıcında beynimize kazınmıştır. Eduardo Punset: Nasıl İşliyor? Ne tür işaretlere bakıyoruz? www.altinicizdiklerim.com 5 V.J. Karşı cinsteki çekici karekteristiklere bakıyoruz. Erkekler düşük testesteron –erkeklik hormonu- seviyesi gösteren yüzlerden hoşlanıyor. Çekici bir kadın yüzünün, düşük bir testosteron seviyesine işaret eden dar bir alt çenesi vardır ve kadınlık hormonu estrojeni gösteren dolgun dudakları. Yüksek estrojen ve düşük testosteron seviyeleri doğurganlığın işaretleridir. Yüksek bir doğurganlık seviyesinin belirtisi olan bu hormonal işaretlere sahip bir yüz erkeklere çekici gelir. E.P. Göğüsle kalça arasındaki 0.66 oranı gibi, Milo Venüs’üyle uyuşan bir başka doğurganlık işareti, değil mi? V.J. Evet. E.P. Neden uzun, sağlıklı saçlar bir başka doğurganlık göstergesidir? V.J. Sır “sağlıklı” kelimesinde. Sağlık doğurganlık için elzemdir. Bir insanın iyi üremesi için sağlıklı olması lazım; çekici bir cildi ve sağlıklı saçları olmalı. Bu özellikler her iki cinsiyet içinde çekicidir. Erkek beyinlerini cezbeden şey temelde kadınların yüzleridir; kadınlar için de aynı durum sözkonusu. Hormonlar sadece beyin gelişimini değil, vücut gelişimini de etkiliyor. Çalışmalar şunu gösteriyor: güzellik insanın kolay iş bulmasında veya insanların bizimle ilgili kararlarında etkili oluyor. Çekici insanlara karşı bariz bir hoşgörü var. Mahkemelerde daha çekici insanlar daha kısa hapis cezaları alıyorlar. Veya sıklıkla masum bulunuyorlar. Güzlelik kadro alımlarında da epey etkili oluyor; iyi görünümlü insanlar daha kolay iş buluyor. Adil değil, ama gerçek bu. Avcı-toplayıcı toplumda şeker seviyorsan olgun meyve yiyip çok sağlıklı bir şekilde beslenmiş olurdun. Bugün şeker, şeker rafinerilerinde, kendisini barındıran gıdadan arındırılıyor. Hala şeker arayışındayız, ama artık bizi öldürüyor. Güzellikte olan da bunun benzeri: Hala güzellik arayışındayız, ama artık ihtiyacımız yok, çünkü ilaçlar doğurganlığı artırabiliyor, doğum kontrol hapları ve güzellikle alakasız birçok başka müdahale doğurganlığı manipüle edebiliyor. Ve erkeklerle kadınlar arasında temel bir fark var: hormonal etkiler nedeniyle beyin yapısında bir fark meydana geliyor. İnsanı büyüleyen şey, bu hormonal değişimlerin ilerki hayatta eş seçimimizi etkilemesi. Sanırım araştırmamızda yapmaya çalıştığımız şey bunun nedenini kavramak ve çekiciliği etkileyen hormonal sinyalleri tespit etmekti -ki bunlar uzak geçmişte rahimde gerçekleşen fizyolojik bir fonksiyonun ürünüdürler. Her kültürün kendi güzellik prototipi var. İncelenen tüm kültürlerde tanık olduğumuz şey, tüm tarih boyunca insanların daha çekici görünmek için görünüşlerini değiştirmeye çalışması. Gerçekte olduğumuzdan daha çekici görünmek için görünüşümüzle hep oynadık! Uzun zamandır Tabiat Ana'yı kandırıyoruz. Kısacası, artık doğanın doğurganlığa işaret etmesine ihtiyacımız yok. Yüz, geçmişte doğurganlığın bir göstergesiydi; şimdi yüz ve vücut göstergeleri o kadar gerekli değil, çünkü doğurganlığı ilaçlarla kolayca manipüle edebiliyoruz. E.P. Bana çok enteresan gelen bir başka faktör de simetrinin bir güzellik göstergesi oluşu. Simetrinin doğurganlıkla ne alakası var? Ama bizi cezbettiği kanıtlandı işte. V.J. Önemli olan simetri değil, asimetrinin derecesi, niteliği. Farklı vücut bölgelerinin, mesela kollar, bacaklar ve yüzün, sağ ve sol yanlarını ölçersek, bir insanın ne kadar asimetrik olduğunu görürüz. Simetri tüm türlerde bağışıklık sisteminin çok hassas bir göstergesidir. Sanki mükemmel bir bağışıklık sistemiyle doğuyoruz ve simetri gelişim sürecinde virüslere, bakterilere ve parazitlere maruz kalıyor. Biyolojik bir plan: simetri kaybolmuşsa, bu belki de bağışıklık sisteminin bozulduğuna bir işarettir. Onun için daha simetrik insanları tercih ederiz, çünkü bu bağışıklık sisteminin niteliğini gösterir. Ve mesela bir erkeğin yüzündeki geniş bir alt çene gibi hormonal göstergeler, az salınımlı bir asimetriye karşılık gelir. Bir başka deyişle, geniş alt çeneli erkekler daha simetriktir ve iyi bağışıklık sistemlerine sahiptirler. Çekici olmalarının bir sebebi budur. MUTLULUK BİLİMİ www.altinicizdiklerim.com 6 Daniel Gilbert ile Söyleşi (Daniel Gilbert, Harvard Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü ve Toplumsal Biliş ve Duygu Laboratuarı yöneticisidir.) E.P. En çok nelerin üzerinde duruyorsun? Demek istediğim, mutluluk hakkında bilgi toplamakla ünlüsün ve "içlerindeki gözlemlenemeyecek bir şey"i görmekle, hatta ölçmekle. O şeye "şok abartısı" (impact bias) diyorsun? Sevgi, şefkat veya mutluluğa dair öngörüde bulunmaya çalıştıklarında insanların hep yanılmaları durumu. Daha fazlasını bekliyorlar, büyütüyorlar. Neden oluyor bu? Ya da nasıl? D.G.Evet. İnsanların dikkate değer, enteresan bir özelliği de, çoğunlukla aynı hatayı iki kez yapmaları. Ve ardından üçüncü kez yapmaları. Ve ardından dördüncü kez yapmaları. Ama hataya düşmemek, sandığın kadar da basit bir şey değil, çünkü hatadan kaçmabilmek için insanın o hatayı yaptığını, itiraf etmesi lazım. Araştırmalarımıza göre, insanlar ne kadar mutlu olacaklarına dair yanlış tahminler yapıyorlar, ama aynı zamanda ne kadar mutlu olduklarına ilişkin hatıraları da gerçeği yansıtmıyor. İnsanların "geleceğe bakışları", yani geleceğe ilişkin öngörüleri ve "geçmişe bakışları", yani geçmişe ilişkin hatıraları çoğunlukla gayet uyumludur. Tek mesele, ikisinin de gerçek içi tecrübelerine uymaması. Sana bir örnek vereyim: Seçimden önce seçmenlere, adayları kaybederse ne hissedeceklerini sorarsan, "Berbat olurum, bir ay kendime gelemem!" derler. Seçimden bir ay sonraki gerçek duygularını tahlil edinceyse bir şeyleri olmadığını görürsün. İkinci bir ay daha geçince seçimden bir ay sonraki duygularını nasıl hatırlıyorlardır acaba: "Berbattı!". Yani -psikolojide dediğimiz gibi- hatayı görmezden gelebilirsin, çünkü bizler "kendini-silicileriz" ve hata yaptığımızı farketmiyoruz. D.G. İnsanların mutlu olmak istemesi, mutluluğu araması ve bulamayınca imal etmesi Aristotales'ten beri mutluluk üzerine düşünen herkesin dile getirdiği bir gerçektir. Bu yeni farkedilen bir şey değil. İçinde bulunduğumuz dünyadan hoşnut olmak amacıyla, bu dünyaya bakış açırnızı fevkalade başarılı bir şekilde değiştirebiliyoruz. Dolayısıyla bir adaya karşı oy verirken, "Üçkâğıtçı, hırsız, aptal, yalancı. ..” diye düşünürsün. Ama kazanınca, "Doğru, onu pek sevmem ama muhtemelen yine de mevcutlar içinde en iyilerinden biri" dersin. Bizi -Shakespeare'in dediği- "zalim talihin mancınığı ve okları"ndan koruyan bir psikolojik bağışıklık sistemi var, ama farkında değiliz. Kendi duygusal davranışlarımızı öngörmede hepimiz yanlışlar yapıyoruz. Geleceğe doğru yapayalnız ilerlediğimize inanmamızın sebebi kısmen bu. Beyinlerimizde her birimizin bir müttefiki, bir dostu, bir yardımcısı var. Gelecekte başımıza kötü bir şey gelirse, beynimizdeki bu yardımcı o kötü şeye rağmen iyi olmamızı sağlar. E.P. Dediğine göre, o zaman beynin varoluş sebebi bizi mutlu etmek değil. Beyin... bir dakika, kendi sözlerini aktarayım: "Beyin bizi derli toplu tutmak için var", tam şimdi dediğin gibi. Fazla heyecanlanmayalım veya üzülmeyelim diye beynin bize ayar çektiği doğru mu ... ? Çalışma şekli bu mu? D.G. Sanırım evet; bilimcilerin mutluluk gibi duygular hakkında bildiklerini doğruca özetledin. Duygularla yaşıyoruz, hep mutlu olmak istiyoruz. Duygulanmızın ne işe yaradığını, memelilerde ne anlama geldiğini düşünelim. Mesela beynimizin en ilkel bölümlerince kontrol edildiklerini biliyoruz, diğer tüm memelilerle paylaştığımız bölümlerince. Ve eğer insan sürekli mutluysa, normale hiç dönmüyorsa, o zaman duygular neyin yararlı olup neyin olmadığını doğru algılamıyor demektir. Sürekli tek bir duyguyu yaşayamayız; duygular evrilip dalgalanırlar, bir pusulanın iğnesi gibi. E.P. Mutluluk -ısrar etmek gibi olmasın- duyguyla ortaya çıkan bir şey değil mi aslında? Tüm duygular gibi mutluluk da geçici. Demek istediğim, ebedi mutluluk yok. Söylediğin bu mu? D.G. Ama ebedi mutsuzluk da yok. "Psikolojik bağışıklık sistemi"ni laboratuar deneylerinde gösterdik. Psikolojik bağışıklık sisteminin paradokslarından biri, fiziksel bağışıklık sistemi gibi, tetiklenmesi için kritik bir ızdırap seviyesinin, ciddi bir meselenin gerekmesi. Bu demek ki, gerçek bir 7 www.altinicizdiklerim.com dram yaşadığımızda, bizi gerçekten üzen, yaralayan ve özsaygımızı veya mutluluğumuzu tehlikeye sokan olaylar yaşadığımızda harekete geçiyor psikolojik bağışıklık sistemi. Boşanma, bir ebeveynin kaybı ve iş kaybı insanın hayatta başına gelebilecek çok büyük hadiselerdir. Ve bunlar olduktan sonra süratle psikolojik bağışıklık sistemi harekete geçirilir. Ve bu da kişinin mutluluğu yeniden yakalamasına yardım eder. Küçük dramlar bu psikolojik bağışıklık sistemini harekete geçirecek kadar güçlü değildir. Dolayısıyla sadece birazcık üzerler, ama birazcık üzmeye devam ederler. Belki de daha iyi şöyle söylenebilir: insanlar çok küçük dramları rasyonalize etmez. Ama büyükler, mesela karımın beni terketmesi, sistemi harekete geçirir. Sistem harekete geçirilince şöyle derim: "Aslında hiç bana göre değildi zaten, zaten o olmadanda mutluyum." Ayakkabı bağını koparınca "Onsuz daha iyiyim" demezsin. "Hay aksi, yeni bağ lazım, sabahtan beri ayakkabı ayağımdan çıkıyor" dersin. Yani küçük rahatsızlıklar, büyük sorunlara nazaran, insanlarda daha uzun süreli sıkıntılara yolaçıyor. Hastalık da iyi bir örnektir. Evlilik bizi geri dönüşü olmayan bir yola soktuğu için, yön değiştirmenin zorlaştığı bir duruma soktuğu için. Biriyle sadece çıktığında, o kişi ne zaman hoşlanmadığın bir şey yapsa, kendi kendine "Belki de bu ilişkiyi kesmeliyim, belki de başka biriyle çıkmayı düşünmeliyim" dersin. Ama karın ya da kocan hoşlanmadığın bir şey yapınca, "E, bu da onun kusuru işte" ya da "bu kötü şey oldu ama o da böyle biri işte, boşver" dersin. Psikolojik bağışıklık sisteminin çalışmasıdır bu, bir insanın davranışını farklı bir şekilde görmene yardım eder, çünkü saplanıp kalmışsındır. On yıllık araştırmada, insanların ne kadar mutlu olacaklarını öngörmeye çalışırken yaptığı bir takım hataları gösterdik. Doğal olarak şu soru akla geliyor: "İnsanların bu hatalardan kaçınmak için yapabileceği bir şey var mı?" Cevap açık. Geleceğini zihinsel olarak modellemek yerine, niçin düşündüğün geleceği gerçekten yaşamış birini bulmuyorsun? Bir dizi deneyle gösterdiğimiz üzere, insanlar kendi mutluluklarına dair öngörülerini, benzer şeyler yaşamış başka insanların tecrübelerine dayandırdıklarında çok daha isabetli oluyorlar. E.P. Bir reklâm broşürünü temel aldıklarında değil! D.G. Kendi kendilerine geleceği hayal etmeye çalıştıklarında değil, Ama dediğin gibi, bu bilgiyi istemiyor insanlar. Çalışmalarımızda görüyoruz: bilgi daha doğru öngörülerde bulunmalarına yardım edecek, ama seçenek sunarsan, daima kendi kendilerine geleceği hayal etmeyi tercih ediyorlar. Neden? Çünkü insanlarda biricik olduklarına dair bir yanılsaması var. Hepimizde var. Çünkü "Zihinsel iç yaşantımı biliyorum. Senin sözlerini duyuyorum, yüzünü görüyorum, ne yaptığını görüyorum... Ama kendi düşüncelerimi ve duygularımı biliyorum". Ve sonuç olarak "Kendimi diğer insanlara kıyasla çok biricik hissediyorum. Kendimi diğer insanlardan farklı hissediyorum, çünkü kendi hakkımda böylesine ayrıcalıklı şahsi bilgilere sahibim. Çünkü diğerlerine göre kendimi çok farklı, çok biricik hissediyorum. Tecrübelerinin bana pek bir şey söyleyebileceğine inanmıyorum". Sanırım insanları doğru bilgiyi kullanmaktan alıkoyan şey bu biriciklik yanılsaması. E.P. Eminim izleyicilerimizin de beklediği asıl soruya geldi sıra. Ya servet? Mutluluğu garantileyen bir yol olarak servet, para arayışı? D.G. "Mutluluk parayla satın alınır mı?" sorusunun çok popüler iki cevabı var, evet ve hayır. Ruhani önderlerimiz "Hayır" diyor, cevabı bildikleri varsayılanlar, televizyona çıkanlarsa, "Evet". Her iki cevap da yanlış, fazla basit. Seni yoksulluktan orta sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınır. Ama orta sınıftan üst sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınmaz. Bu cevaplar üzerinde biraz duralım. Mutluluğun parayla satın alınamayacağını söylemek abestir. Meksika Şehri'ne gidip, çöp yığınları arasında yaşayan insanları görür de, birazcık parayla hayatlarının iyileştirileceğini anlamazsan, büyük bir yanılsama içindesin demektir. Rahibin veya hahamın veya filozofun, "mutluluk yoksullukla ilgili değil" diye seni ikna etmeye çalışabilir. İnsanların hayatlarını değiştirdiğinde, onlara emniyet sağladığında, onlara yiyecek verdiğinde, onlara barınak verdiğinde, insanların "başıma ne gelecek?" diye endişelenmesine gerek www.altinicizdiklerim.com 8 kalmadığında, hava durumu yüzünden endişelenmesine gerek kalmadığında, tıbbi bakım için endişelenmesine gerek kalmadığında, para epey büyük bir fark yaratır. Ama biz-ki bu çalışma büyük oranda iktisatçılara dayanıyor, psikologlara değil parayla mutluluk arasında bir bağıntı görüyoruz. Belli bir refah düzeyinde doygunluk oluyor. Amerikan doları bazında bu refah düzeyi, 2004'de, muhtemelen elli bin doları bulan bir yıllık gelir demek. Yani şöyle dersem belki daha kolayanlaşılır: kazandığın ilk elli bin dolarla epey mutluluk satın alınır. Ama ilaveten kazanılan milyonlarca dolarla mutluluk satın alacağa benzemiyorsun. Servetin göze çarpan birkaç laneti var. Biri şu: eğer çoğu insan gibiysen, elli bin dolardan fazla para kazanınca, muhtemelen mutluluğundaki artışın tadını çıkarmayı umarsın, yanlış mı? "Elli milyon kazandım, öyleyse yüz kat daha, bin kat daha mutlu olmalıyım", öyle değil mi? Daha çok parayla daha mutlu olamayınca, epey hayal kırıklığı yaşar insanlar. Hayat genelde böyledir. Biliyorsun, bir kadeh şarap kendini iyi hissetmeni sağlar, iki kadeh şarap kendini harika hissetmeni sağlar, ama yüz kadeh şarap yüz kat daha iyi hissetmeni sağlamaz. Hayır, kendini kötü hissedersin. Yani servetin lanetlerin den biri hayal kırıklığıdır. Servetin başka lanetleri de var tabii. Piyango kazananlarla ilgili incelemeler yapıldı; aniden milyonlarca doları kucağında bulan bu insanlar genellikle mutlu olmuyor. Sorun kısmen parayı nasıl harcayacaklarını bilmemelerinden kaynaklanıyor. Yani para insanı bir yere kadar mutlu edebilir, ama insanlar onu pek akıllıca harcamıyorlar. Psikologların önerdiği şekilde harcamaya yanaşmıyorlar, en mutlu olacakları şekilde. Kaygı Yeryüzündeki tüm yaşamın gelişip vücut bulmak için daima uygun bir madde ve enerji akışına ihtiyacı olmuştur. Yaşam için harcanabilir bir enerji kaynağı gereklidir. Canlı varlıkların sürekli bir akışa ihtiyacı var; hepimizin kimyasal elementler halinde maddeye ihtiyacı var: karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve sülfür. Susama ve açlık olarak hissedilen durumlar, yani su yokluğu ve karbon bileşimlerinin yetersizliği, her zaman madde ve enerji akışındaki aksaklıkların aşikâr ve acil sinyalleridir. Enerji ve madde akışındaki kesinti veya hatta zamanlama düzensizliği mutlaka strese yol açan evrensel olgulardır. Biz "yorumcu memeliler"iz: bu ihtiyaçların akışı sekteye uğrarsa, kısıtlanırsa veya ciddi tehditler algılarsak, stres yaşarız. Ve ne olursa olsun şunu unutmayın: strese kapılabilen varlıklar dünyasının, bu biyolojik dünyanın sadece minik bir parçasını temsil ediyor insanlar. Dolayısıyla, Eduardo Punset bu uzmanlara ve bilimcilere kendisini ilgilendiren kaygı ve bilinç çalışmaları hakkında sorular sorarken, lütfen bunları şüphecilikle okuyun. Kimse Patron Değil Daniel Dennett ile Söyleşi (Daniel Dennett, Tufts Üniversitesi, Bilişsel Çalışmalar Merkezi'nde yöneticidir) Şempanzelerle insanlar kendilerini aynada tanıyabilen yegâne hayvanlar. Kişisel bilinci olanlar belki de sadece bunlar. Belki bir de yunuslar ki onlar balık değil memelidir. Peki, evrim tarihinde nerede ve ne zaman ortaya çıktı kişisel bilinç? Bilinci tarif etmeye çalışırken, ruhu mu resmediyoruz? Dennett gibi en indirgemeci bilimciler bilinç konusunda ihtiyatlı bir tutum takınırken, Deepak Chopra gibi zihnin kudretini en yılmaz şekilde savunanlar da doğayı anlamada izlenecek yöntemi din değil, bilim olarak işaret ediyor. Bilim camiası ruhun varlığını inkar edince kopan gürültü beklenmedik bir şey değil. İndirgemecilik karşıtlarının feryadı, özgür iradenin bulunmadığı bir var oluşa ilişkin derin korkularından kaynaklanıyor. Eduarda Punset: Demek bu makinenin, yani vücudumuzun bir ruhu yok? www.altinicizdiklerim.com 9 Daniel Dennett: Aynen öyle, bir ruhu [spirit] yok. E.P. Ne de bir can [saul]. Da.D. Can olabilir. Ruha gelince, insan vücudunu ele alalım, ne buluyoruz? Birkaç milyar farklı hücre, canlı hücre, nöronlar -her türden hücre yani. Ama hücrelerden hiçbiri kim olduğumuzu ne bilir, ne de umursar. E.P. Bilinç ne demek? Yani herşey nasıl başladı? Da.D. Benim bilgilerime göre, bilinci anlamanın yolu evrimcinin sorusunu sormaktan geçiyor: neden? Bilinç geleceği kestirebilelim ve öngörü sahibi ola bilelim diye var, böylece plan yapıp hayatta daha iyi bir yol çizebiliriz. Bilinç, daha doğru bir deyişle, şu anda gerçekleşmeyen şeyleri beynin resmetme gücüdür, geçmiş ve gelecektekileri. Bilincimiz o güçtür, fiziksel dünyanın kendini resmetme kapasitesidir. E.P. Peki hangi genler bilgiyi bir beyinden ötekine taşıyor? Da.D. Onlara mem [meme] diyoruz. E.P.Mem? Da.D. Evet, Richard Dawkins'in ortaya attığı bir terim; memlerin genler gibi olduğunu söylüyor; kültürü aktaran ve kopyalayan birimler. Mesela kuş yuvası yapmak veya yeraltı yuvası kazmak için kullanılan yöntemleri düşün. Şempanzelerin değnekle terrnit yakalayabildikleri keşfedildi, ağaç gövdesinden su çıkarıp içmek için sünger de kullanıyorlar. İnsanlarınkine kıyasla kültürel aktarının bir alt biçimi, ama yine de var. Mesela, insan kültürünün etkisinden uzak ıssız bir adada büyüseydik, bir şempanzeden o kadar da farklı olmazdık. Aritmetiği, dili, aşçılığı veya tarımı kim icat edecekti? Bu yetenekler, tamamıyla insana özgü bu beceriler, kültürel aktarım yoluyla edinilmiştir ve zihnimizi oluşturan şey de bu. Insanlığı şöyle bir göz önüne getirirsen, zihinlerinin sadece beyinlerinde değil, kütüphanede, bilgisayarlarda, arkadaşlarda ve ömürleri boyunca edinilen, düşünmek için kullanılan tüm araçlarda bulunduğunu görürsün. Bir insan bu araçlar olmasa, epey savunmasız hale gelir. Da.D. Beynin en temel kabiliyetlerini bile anlamış değiliz aslında, mesela çarpım yapma, yürüme veya bir kediyi bir kaseden ayırma kabiliyetini. Bu sorular kolay cevaplanmayabilir, ama zihnin gizemli güçleri olduğu şeklindeki yaklaşımın işe yarayacağına inanmıyorum. Zamanla beynin işlevlerini normal biyolojik kavramlarla açıklayabileceğimize inanıyorum. E.P. Evreni gözlemleyip bilgi edinmeye çalışıyoruz, peki duyularımız nereden geliyor? Da.D. Herşeyden önce, unutma ki, bu tip soruları ortaya atan tek tür biziz. Kediler ve köpekler oturup ne hayatın anlamı üzerine tefekküre dalıyorlar, ne de yeryüzündeki pozisyonlarına kafa yoruyorlar. Durumları anlamlı, çünkü evrim tarihlerine ve kendi tecrübelerine dayalı bir duyumları var. Bir köpek belli bir görsel durumun tehlike anlamına geldiğini bilir, mesela kendisine bir kez sopayla vurmuş olan bir adamı farkettiğinde. Duyumu buradan geliyor. Köpeğin beyni, bu duyumu hafızadan süzüp belli durumlara uygulayabilmek üzere tasarlanmış. Bizim beyinlerimiz de aynı şekilde işliyor, ama biz dil becerimiz sayesinde olaylar üzerine düşünebiliyor ve biyolojik yapımızdan gelen duyumlar üzerine anlam katmanları oluşturabiliyoruz. E.P. Sezginin rolü ne öyleyse? Einstein, başka hiçbir şeyin işe yaramadığı durumlarda, keşiflerin derin bir sezgiden doğduğunu söylemişti. Da.D. Doğru, ama sezgi ne? Aklımıza parlak bir fikir geldiğinde ve onu sezgiyle bulduğumuzu söylediğimizde, aslında o fikri nasıl bulduğumuzu bilmediğimizi itiraf ediyoruz. Bir başka deyişle, beyinde birbirleriyle yarışıp fikirler öne süren nöronlarımız sayesinde gerçekleştiğini söylüyoruz. Bazı insanların beyinleri yeni fikirler üretmede diğerlerininkinden daha iyi, muhtemelen www.altinicizdiklerim.com 10 geliştirdikleri düşünme alışkanlığı sayesinde. Aslında kendilerine farklı düşünmeyi öğretiyorlar, ama bunda sıradışı bir şey yok. E.P. Bilinç hakkında ne söylenebilir? Sen çok ünlü bir uzmansın ve bilinç kavramı üzerine epey kafa yordun, yine de seni indirgemeci olmakla suçluyorlar. Da.D. Bilinç konusunda sanırım büyük ilerleme kaydettik. Onu yapı elemanlarına ayırıyoruz. Böylelikle, bilincin bütün bu elemanlardan oluştuğunu ve dereceleri bulunduğunu anlarken, müthiş ve gizemli bir şey olduğu yolundaki yaklaşıma da tedricen açıklık getiriyoruz. Bakterileri inceleyince, bilinç diye bir şeyleri bulunmadığını, bir bakterinin sadece minik bir robot olduğunu görüyoruz. Beyin hücreleri de aynı tabii, çünkü onlar da minik birer robot. Bir ağaca bakınca, onun bilinçli olmadığına inanabiliriz. Ama canlı; bir bilinci olmayabilir, ama hassas: etrafındaki dünyayı ayırdediyor ve çok soğuk ya da sıcak olup olmadığını, yeteri kadar su ya da rüzgâr bulunup bulunmadığını ölçüyor. E.P. Bazı biyologlar "bakterilerin bilinci var mı, yok mu?" diye düşünüyorlar. Bakterilerin, bilinçliymişcesine, manyetik akımları takiple hareket etmeleri hayret verici. Da.D. Aslında, hareketin hızı çok önemli. David Attenborough bitkilerin gizli yaşamı üzerine, The Private Life of Plants ["Bitkilerin Özel Yaşamı"] adlı şu harika televizyon dizisini yaparken, bitkilerin büyümesinin nasıl hızlandığım gösteren harika sahneler çekmişti. Asmaların nasıl büyüdüğünü, kıvrıldığını ve ağaçlara dolandığını gösteriyordu. E.P. Bilinçli olarak? Da.D. Bitkiler sanki bilinçliymiş gibi görünüyordu. Ama sadece tepki süresi yüzünden böyle bir etki oluşuyor. Bir insanı bir ağacın büyüme hızına çeksek, epey donuklaşırdı. Bu kişinin hiç de bilinçli olmadığını düşünürdün, bir robot gibi. Robotların bilinçli olmadıklannı düşünürüz, çünkü aptal görünürler, "BEN-BİR-RO-BO-TUM" gibi şeyler söylerler. Ama Yıldız Savaşları'ndaki C3PO ve R262 gibi robotlar bilinçli görünüyordu, çünkü bizim tempomuzda, düzgün hareket ediyorlardı. E.P. Sana iki soru sormak istiyorum: Birincisi, beynin olup biteni yorumlaması için bu eşzamanlılık mutlaka gerekli mi? Ve ikincisi, fabrikada, yani bedende bir patron olmadığını anladığımıza göre, bu ışıkla, bu görsel imaj girişiyle, sesin buluştuğu bir nokta var mı? Da.D. Sinyallerin buluştuğu birden fazla nokta var. Pek çok nokta var ve bu buluşmalar farklı zamanlarda gerçekleşiyor. Sinyal gelişinin önem arzettiği bir beyin bölgesi olmadığını anlamamız lazım. Uyarımların "artık hepimiz burada olduğumuza göre, bitiş çizgisini geçtik ve burada bilinç bölgesindeyiz" diye uyum içinde davrandığı bir yer yok. İki, on veya iki bin nokta olabilir. Ve bir olayın ışık bilgisi beynin bir bölümüne ses bilgisi uyarımlarından önce ulaşır. Uyarımlar başka bir bölümeyse farklı bir düzende ulaşır. Beyin tüm uyarımları organize edebilir, yeniden düzenleyebilir, işleyebilir; ama kandırılması mümkündür. "Burası bilinç; son merci burası" diyen bir resmi makam alanı yok. Dolayısıyla, bilinçli algılamada önce hangi sürecin gerçekleştiği şeklindeki soru, cevabı olmayan, yanlış bir sorudur. E.P. Beyin gözlerine odadaki bir resme bakmasını söylerken, ayak parmağına da kıpırdamasını söyleyince ne oluyor? Beyinle ayak parmağı arasındaki mesafe, beyinle gözler arasındaki mesafeden daha büyük, dolayısıyla zamanlama şaşabilir. Beyin ikisini biraraya getirmeyi nasıl başarıyor? Da.D. Beynin, bu "uyarım" problemine bir çözüm bulmak için çok zamanı oldu bütün bir evrim süresi. Ve buldu. Beyin motor sinyaller göndererek hareketi başlatırken, beklenti süreleri de belirliyor. Belli bir süre sonra kimi sonuçlar bekleniyor. Mesela, Boston'dan Kalifomiya'daki birine mektup yollarsan, cevabı ertesi gün beklernezsin, ama hafta sonunda beklersin. Beyin çok çabuk www.altinicizdiklerim.com 11 gelen sinyallerle kandırılabilir ve bu, kendi dahili beklenti süreleri yüzünden beyin için anormal bir durum yaratır. Nihayetinde, eşzamanlılık açısından beyni şaşırtmanın tek yolu, beklentilerini boşa çıkarıp iptal etmektir. Olaylar, beynin beklediği şekilde gerçekleştiği sürece, herşey yolunda demektir. Karanlığa Kapatılmış Rodolfa Llinas ile Söyleşi (Rodolfo Llinas, New York Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Fizyoloji ve Nöroloji bölüm başkanı ve Thomas ve Suzanne Murphy Nöroloji Profesörü'dür.) Bazı insanlara göre beyin evrendeki en mükemmel organ, diğerlerine göreyse çapraşık, gelişigüzel bir evrimin tesadüfî bir yan ürünü. Artık zihnin sıkıca beyne demirlenmiş olduğunu biliyoruz. E.P. Sadece ihtiyaç duyanlarda beyin olduğunu söylüyorsun. Bitkilerde sinir sistemi yok. R.L. Doğru. İnsanlar beynin birdenbire ortaya çıktığını sanıyor. Bu doğru değil. Bu hale gelmesi 650 milyon yıl sürdü. Süreç şöyleydi: iki milyar yılı aşkın bir süre boyunca mikroskopik düzeyde kalan tek hücreli organizmalar bir şirket, yani bir hayvan oluşturdular, çünkü böylece büyük avantajlar sağlayacaklardı. Sonra, daha büyük şeylerle etkileşime girebilecek bir sistem yaratıldı. Ve böylece birbirine taban tabana zıt iki hayat felsefesi doğdu. Bir yanda bitkilerin felsefesi var; bizim gibi dolaşım sistemleri olan canlı varlıklar, ürüyor ve ölüyorlar. Ama hareketsizler. Bilfiil hareket etmiyorlar. Yangın çıkınca ağaçlar kaçıp gitmez, ama ağaçlardaki maymunlar kaçar. Hareketsizliğin felsefesidir bu: Hareket etmeden sağ kalmanın asgari gereğini yerine getiririm. Diğer yanda da diğer felsefe var, hareketinki. Ama hareket edebilmek için sinir sistemine muhtaçsın. Sinir sistemi bu yüzden ortaya çıktı, hareket etme ihtiyacı yüzünden türedi. E.P. Beyin aslında bu hareket eden canlı organizmalarla ortaya çıktı? R.L. Evet, kasti hareket kabiliyetine sahip organizrnalarla. Bir yere gitmek veya bir pozisyon almak istiyorum. Mesela ağaçlar rüzgârla ya da güneşin pozisyonunu değiştirmesiyle hareket eder, ama hayvanlar dış dünyada hareket etmek zorunda ve dolayısıyla neye yaklaştıkları veya neden uzaklaştıklarına dair, çok ilkel de olsa, bir imgeye muhtaçlar. Kendilerini yiyecek bir insanın veya hayvanın ağzına doğru gidiyor olabilirler mesela. Dolayısıyla, içerde basit bile olsa bir dış dünya imgen yoksa hareket çok tehlikelidir. İşin püf noktası bu. R.L. "Gol!" diye bağırıp masaya vurduğumda, ağzını ses çıkarırken, aynı anda kolum da hareket edip masaya enerji aktarıyor. Tek bir anda işlevsel bir durum yaratılmış oluyor. Parçaları ardı ardına sıralayamam. O an beynin içini gözlemlesen, aynı anda "Gol!" diyen milyonlarca hücre görürsün, stadyumdaki seyirciler gibi. Kafanın içinde aynı anda harekete geçen milyonlarca hücre düşün. E.P. Bilinç. Yaşamın bir sistem olduğunu söylüyorsun. R.L. Evet, bir mitokondriyum veya bir hücre kendi başına canlı değildir, yaşam diye tanımladığımız vasıflara sahip olan şey sistemdir. Bisikletin prensibidir bu. Bisikletin ruhu sistemindedir, lastikte veya gidonda değil. E.P. Ama bu sistemin faaliyetlerinin yüzde 90'ı otomatik. Ya gerisi? R.L. Biz insanlar beyinsel hayvanlarız. Tek başına sağkalım yeteneğinden yoksun olarak, çıplak olarak doğuyoruz. Ölürken de aşağı yukarı cenin biçimindeyiz. Hep çocuk gibiyiz. Hayvanlar âlemi içinde gücümüzü ölçersek, sıfırın altında olduğunu görürüz. Tavuklar nerdeyse bizden daha hızlı koşuyor. Hemen hemen bütün hayvanlar bizi koşuda geçer. Yüksek fiziksel güç yerine sorunları hareket etmeden düşünüp çözmek için karşılıklı etkileşime dayalı yeni bir sistem geliştirdik. Beynin içinde pek çok muhtemel çözüm ele alınır ve en iyisi uygulamaya konur. Sinir sisteminin böyle bir www.altinicizdiklerim.com 12 kabiliyeti var, ama düşünmek zorunda kalmadan soluyabilmesi, sindirebilmesi veya hareket edebilmesi lazım. Bunu otomatik, bitkisel beyin hallediyor. Ve yeri beyin sapıyla hipotalamustur. Diğeri, bilinci yaratansa, kortekstir. E.P. Ve o en yenisi, en son gelişeni. R.L. İki büyük sistem var: biri daha ilkel, tutkularınki; acı, her tür tutku, kıskançlık, tembellik, şehvet, açlık ve duygular. Bu müzakereye açık değil. Birini ya seversin ya da sevmezsin, bir şey sana ya zevk veriyordur, ya da vermiyordur-sürüngendeki gibi. Gerçeklikle müzakere sadece ikinci sistemde mümkündür, neokortekste, ama o da tamamen tutkuların boyunduruğu altındadır. Korkuyla Diyalog Joseph Ledoux ile Söyleşi (Joseph Ledoux, New York Üniversitesi'nde Nöroloji ve Psikoloji Profesörüve Henry ve Luc Moses Bilim Profesörü'dür.) Joseph Ledoux: Bilinçle herşeyi kontrol edebileceğimizi düşünmek işimize geliyor, ama beyin kolaylıkla bilinç dışı davranış da sergileyebiliyor. Aksi halde, her adımımızı veya her nefesimizi hesaplamaktan başka bir şey yapamazdık. Bilinç dışı süreçler hayatlarımızın temel unsurudur. Bazıları önemsiz görünür, mesela soluma ya da yürüme. Mesela konuşurken, cümle kurmak için özneyle yüklemi nasıl sıralayacağımızı düşünmeyiz, otomatikman yapı veririz, çünkü beynimiz hazırdır. Duygulara gelince, onları bilinç dışıyla düzenlediğimize inanmak daha zor geliyor, ama gerçekte soluma veya yürüme gibi, onlar da bilinç dışının bir parçasıdır. E.P. Hep amigdalanın önemini vurguluyorsun. Duygularımızı kontrol ettiği anlaşılan amigdala beynin hangi bölümünde? Bir başka deyişle, amigdala duygular veya tutkular aracılığıyla beynimizi kontrol ediyor, ama beynin amigdala üzerindeki kontrolüyse bir gıdımdan öteye geçemiyor. Feci, değil mi? J.L. Evet, doğru. Amigdala duygularla ilişkili, mesela korkuyla. İşlevi tehlike uyarımlarını tespit etmek. Bir ayı saldırırsa, amigdalan tehlikeyi tespit edip bir tepki üretir; kafa yormana gerek kalmadan, tehlikeye tepki verirsin. New York'ta caddede yürüyorsun ve bir otobüs seni ezmek üzere, amigdalan tepki verir ve yoldan çekilirsin. Otobüs geçip gider ve ancak o zaman bir tehlike atlattığını farkedersin. Yıllar önce Atlanta Olimpiyat Oyunları'nda bomba patlamıştı; CNN kaydında görüldüğü gibi, insanlar o anda tepki vermedi. Hareketsiz kaldılar, sonra, birkaç saniye geçince kaçmaya başladılar, herkes o zaman tepki verip kaçıştı. Daima bir ilk tepkimiz var ve sonra duygusal tepkiden bilinçli tepkiye geçeriz. Duygularımızı kontrol edemiyor değiliz, ilk tepkimizi kontrol edemiyoruz. Başarısız olduğumuz yer burası. İlk tepkimiz üzerinde pek az kontrolümüz var, ama sonraki kontrolün temelinde de o var. Dolayısıyla, duygusal davranırken durumu kontrol ediyoruz. Durumu kontrol etmedeki yeterliğimiz tartışılabilir, ama daima belli bir kontrolümuz var. E.P. Biyolojik gelecekte, strese duyarlı olan hipokampüsün rolü tedricen azalırken, tutkularla duyguların kaynağı olan amigdalanınkiyse gittikçe artabilir gibime geliyor. Zamanla amigdala daha güçlü ve hipokampüs daha zayıf hale gelebilir mi? J.L. Herşeyden önce şunu belirtmemde fayda var: hipokampüs bilincin merkezi değil; belli bazı hatıraları bilincimize ulaştırır ama -bilince erişimi amigdaladan daha direkt gibi görünse debizzat bilinci temsil etmez. Soruna cevaben diyebilirim ki, gelecekte insan beyninin evrimi, gerilim nedeniyle hipokampüsün tedrici büzülmesi ve amigdalanın büyümesi şeklinde olabilir. Aslında evrimsel bakış açısına göre herşey mümkün. Ve şu an, beynimizin nereye yöneleceğini bilmek zor, çünkü hızlı bir değişim evresindeyiz. Beynin değişebilmesi için uzun bir süre lazım. Primatların evrim seyrinde, amigdalayla beyin korteksi arasında bağlantılar kurulduğu anlaşılıyor. İyimser tahminler arnigdala ve korteksin birbiriyle savaşmayı bırakıp bir dengeyi yakalayacağı yörıünde. www.altinicizdiklerim.com 13 Gelecekte insan beyninde ne duygular bilince hükmedecek, ne de bilinç duygulara. Duygularla bilinç birlikte çalışacak. Kahreden Üzüntü Kenneth Kendler ile Söyleşi Tehlikeli bir dünyada ideal olan, ılımlı bir endişe seviyesidir. Kenneth Kendler Lewis Wolpert depresyonun ciddi bir hastalık olduğu düşüncesine en büyük katkıyı yapan bilimcilerden biriyse, Kenneth Kendler da endişe ve depresyonun biyolojik ve genetik sebeplerini en iyi teşhis eden bilimcidir. Bu ikiz bela modern şehir insanlarının sağlığı karşısındaki en büyük tehditler arasında yer alıyor. Eduardo Punset: Kenneth, endişe göründüğü kadarıyla evrimsel bir özkaynak. Tehlike veya şiddet tehdidi karşısında tepki vermemize yardım ediyor. Peki, ama neden öğrencilerim sınavarifesinde hala kırk bin yıl önce bir kaplan veya aslan yüzünden duyacakları aynı endişeyi duyuyorlar? Kenneth Kendler: Senin de gayet doğru bir şekilde belirttiğin gibi dünya çok tehlikeli bir yer. Hayvanlar tehlike potansiyeli olan bir uyarıcıyla karşılaştıklarında endişe veya korkuya tepki veriyorlardı. Beynin alıcıları etrafımızdaki uyarıcılara veya tehlikelere duyarlıdır, bu sayede tehlikeye karşı önceden hazırlıklı hale geliriz. Ama tehlikeye aşırı kafa yormak da çok fazla zaman ve enerji tüketir. Sağkalım aleyhine işler. Evrimde ne oldu? Genler bireyleri belli endişe seviyelerine uyarlayacak şekilde gelişti ve tehlikeli bir dünyada ılımlı bir endişe seviyemiz olması idealdir. Tehlikeye rağmen endişelenmemek evrimsel anlamda pek akıllıca sayılmaz tabii. E.P. Belli ki, genlerimiz bizi kırk bin yıl önce yaşadığımız çevreye iyi hazırlamış. Kırk bin yıl öncesinin tehditleriyle savaşmak için iyi hazırlanmışız, ama tehditlerin değiştiği modern koşullar için bayağı kötü yetiştirilmişiz. K.K. Kesinlikle. Bu alanda çalışanlarımız açısından hayret verici bir durum. İnsanlar niçin örümceklerden, yılanlardan, sıçanlardan veya şimşekten korkup doktora görünür de, beri yanda çocuklara gerçekten zarar veren silahlar, arabalar veya elektrikli cihazlar konusunda kimsenin irrasyonel bir korkusu yoktur? İnsanlar evrim sırasında tehlikeli olan uyarıcılardan korkmaya programlanmış gibi görünüyor. Evrim, silahlar veya elektrikli cihazların günümüzde yılan veya örümceklerden daha tehlikeli olduğunu hesaba katacak zaman bulamadı. E.P. Fizikçi olan bir konuşmacının dediği gibi, boyutlarımız uygun değil]. Biz insanlar galaksileri görmek için fazla küçük ve atomların, moleküllerin ve hücrelerin minicik gerçek âlemini görmek içinse fazla büyüğüz. Bu minik yaşam sence önemliydi. Deneye çok değer veriyorsun, öyle ki, psikiyatrinin bile biyokimyasal bir temeli olduğuna inanıyorsun. K.K. Zihin beyin ilişkisiyle ilgili sorun gerçekten harika. Bir psikiyatrist olarak sanırım zihinle beden arasındaki bağlantıyı anlamak bakımından en ayrıcalıklı bir konumdayım. Zihin beden ilişkisini kurmaya çalışan tıp disiplini psikiyatridir. Tipik bir klinik durumu ele alalım: depresyondan muzdarip olan genç bir kadına bakıyorum. Kendini nasıl hissettiği ve sorunlu baba kız ilişkisinden kaynaklanan evlilik problemleri üzerine konuşuyoruz. Zihinsel dünyasıyla, kimliğiyle ilgili derin meseleler üzerine konuşuyoruz, ama görüşme sırasında benim bu hattan çıkmam da lazım, onun nörolojik sisteminde ne olup bittiğini, sisteminin hipokampüsü ve amigdalayı nasıl etkilediğini ve reseptörleri düzenlemek için ona doğru ilaç dozu verip vermediğimi düşünmem lazım. Sonra yine hattan çıkıp, tekrar zihin dünyasına dönmem gerekiyor. Yani biz psikiyatristler günlük çalışmamızda hep zihinle beyin arasındaki bu çapraşık ilişki üzerine kafa yorarız. İnsanın temel bir özelliği var, biz hikâyeler anlatan hayvanlarız. Kendi hikâyelerimizi anlamaya ihtiyacımız var. www.altinicizdiklerim.com 14 Davul Vuruşları Steven Strogatz ile Söyleşi (Steven Strogatz, Cornell Üniversitesi’nde Teorik ve Uygulamalı Mekanik Profesörü’dür.) “Faz geçişleri yaratan kendinden yönetim sistemleri" gibi muammalı ifadelerin ardında şu konulara ilişkin bir arayış vardır: aynı büroda çalışan bir grup kadının adet dönemlerindeki eşzamanlılık eğiliminin sebebi, aniden kanserlenmeye karar veren bir hücrenin geçirdiği şok, Borsa'nın çöküşü, beyinde bilincin ortaya çıkması, kalp hücrelerinin eşzamanlı atışı veya çok Uzun süre buzlukta kalan votka moleküllerinin buz biçiminde kenetlenip şişe ağzından bardağa dökülmeyı reddetmesi. Strogatz bu bilmeceleri basit bir dille cevaplamaya çalışıyor, uzmanları hüsrana uğratma pahasına. E.P. Sync: The Emerging Science of Spontaneous Order ["Eşzamanlılık: Kendiliğinden Düzenin Yükselen Bilimi"] adlı kitabında birkaç kez değindiğin bir mucizeden sözedelim, Tayland'ın ateş böceklerinden. Hepsi aynı anda, aynı saniyede aniden ışık saçan yüzlerce ateş böceği var orada, ama nasıl iletişim kurduklarını bilmiyoruz. Yoksa bu bir cinsel yarış meselesi mi, erkekler ilk ışığı saçarak dişilere sürpriz mi yapmaya çalışıyor? Bunu nasıl hep birden yapa biliyorlar? S.S. Evet, sanırım bu nispeten iyi anlaşılan birkaç durumdan biri. Bu muhteşem doğa olayına katılanlar yalnızca erkek ateş böcekleri. Tayland'da, denize dökülen nehirlerin kenarlarında gerçekleşiyor; ağaç yapraklarındaki binlerce erkek ateş böceği, gece güneş batınca güneşle yarışmayı bırakıp birbirlerini görmeye başlıyorlar. Başlangıçta kesinlikle bir düzen yok; rastgele ışık saçıyorlar, koordine olmadan, aynen Birleşik Devletler'de bir etkinlik sonunda tezahürat yapan izleyiciler gibi. Başlangıçta biraz dağınıktırlar, sonra ikili, üçlü veya dörtlü gruplar halinde ışık saçmaya başlarlar ve hemen değil- bir saat sonra bir millik nehir kıyısı ağaçlardan aynı anda ışık saçan bu böceklerle kaplanır. E.P. İçimizde bulunan bir başka büyüleyici şey de biyolojik saat, aşağı yukarı aynı saatte uyanmamızı veya uyumamızı sağlayan şu gündevirsel [circadian] refleksler. Bu günlük döngülerin yeri beyin mi, yoksa hücreler mi? S.S. Harika bir soru. Hepimizin bildiği günlük döngülerimiz var. Çalar saat kullanmadan her gün aynı saatte uyanabiliyoruz, çünkü vücuttaki bir şey bize saati haber veriyor. Mesele, onun nerede olduğu? Bana sorarsan, vücudun her bir hücresinde. Her hücrenin yirmi dört saat boyunca etrafımızdaki dünyayla uyumunu sağlayan biyokimyasal döngüleri var. Dediğin gibi bir ana saat var, beyin, yeri çok ilginç. Dış dünyayla, yaşamla temas halinde olan iki gözürnüz var. Gözlerin içinde de, beyne bağlanan ve bu bağlanııyı yapmak için biraraya gelmiş optik sinirler var. Bu kavşakta, iki sinirin biraraya geldiği yerde, binlerce hücrelik bir grup var, beynin derinlerinde, hipotalamusta ve bu hücrelere suprakiazmatik çekirdek deniyor. Bu kelimenin etimolojisi şöyle: "üst" demek olan Latince supra'dan ve chiasma'dan, yani optik sinir lerin kesiştiği yer olan optik çaprazlaşmadan geliyor. Her hücre, yapı taşlarıyla birlikte Petri kabı benzeri bir şeyde tutulan küçük bir elektronik saat gibidir ve her hücrenin yirmi dört saatlik bir döngüde yükselip alçalan bir voltaj ritmi vardır. Beynin veya bedenin geri kalanına ihtiyaçları yoktur. Bunlar kafamızın içindeki küçük saatlerdir. Beyinde biyolojik saatin işlemesi yüzünden. Hepimiz yaşamışızdır, uzunca bir süre uykusuz kalınca, ortalık ağarmaya başladığında biz de uyanmaya başlarız, ışığı göremesek bile. Mesela bilgisayarla çalışan biriysen ve bir işi bitirmek için bir gece ayakta kalırsan, içeri dolmaya başlayan ışığı görmeye gerek kalmadan, uyandığını hissedersin, sanki ikinci bir siestadan uyanıyormuş gibi. Bu ikinci siesta biyolojimizden kaynaklanıyor ve vücut uyanmaya başladığında olan bir şey. Kortizol denen bir hormon var, böbrek üstü bezesince salgılanıyor, vücudun stres hormonu. Bizi günlük faaliyetlere, mücadeleiere hazırlar. Vücut ısısı asgariden yukarıya doğru çıkar, vücudun birçok işlevi devreye girer ve vücut uyanmaya başlar. www.altinicizdiklerim.com 15 Gece çalışan insanlar için büyük bir sorun, çünkü bu insanlar işten sonra eve gittiklerinde uyumak zorundalar, bunu yapacakları başka bir vakitleri yok, ama trafik veya çocukların gürültüsünden veya odaya giren ışık yüzünden çoğunlukla yapamazlar. Uyumalarını bu faktörlerin engellediği kabul edilir, ama ideal koşullarda bile beden o vakit uyuyamaz. Farklı zaman dilimleri arasında seyahet eden ve jet yorgunluğundan muzdarip olan insanlara değişik bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Her insan farklı şekilde hisseder: bazı insanlar jet yorgunluğundan hiç çekmediklerini, çünkü uçakta uyuduklarını ve yolculuğu dinlenmiş halde bitirdiklerini söylerler. Bu insanlar jet yorgunluğunu bir uyku eksikliği olgusu sanıyor, ama bu doğru değil, Jet yorgunluğu, vücudun gündevirsel ritim düzenleyicisi, yani dâhili saati bir önceki zaman diliminde kalınca gerçekleşen şeydir. Birleşik Devletler'den İspanya'ya gidersem, zombi kuşağının mesela bir toplantının ortasında bir şey yaparken devreye girer ve bu bir sorundur. Jet yorgunluğu dediğimiz şey bu. E.P. Bir başka mucize: bir odaya kapatılan beş veya altı kadının aynı anda adet görecekleri doğru mu? İnanılmaz bir şey; bir kadın nasıl diğerleriyle iletişim kuruyor? Kimyasal maddeler yoluyla mı, yoksa zihin yoluyla mı? Kadınlara eşzamanlı adet gördüren şey ne? S.S. Testler kimyasal madde yoluyla olduğunu gösteriyor, ama henüz belirlenmiş değil, muhtemelen terdeki bir kimyasal madde. Bu testler 1970'lerin sonlarında yürütülen bir çalışmadan geliyor. Genoveva adında bir kadın, her yaz tatilinde üniversiteden eve döndüğünde kız kardeşlerinin kendi adet dönemine eşzamanlandığını farketti. Durumu inceleyen doktorların görüşüne göre bunun sebebi, kokusuydu diyenem, çünkü hiçbir koku yaymıyordu, ama ürettiği bir kimyasaldı, bu kız kardeşlerine aktarılıyordu. Bunu göstermek üzere koltukaltlarına ucu pamuklu çöp çubuklar koydular, bu terli çubukları her gün alıp alkole batırdılar ve alkolle karıştırdılar. Buna "Genoveva esansı" dediler, parfümmüş gibi. Sonra "Genoveva esansı"ndan küçük örnekler alıp bunu, binlerce mil uzakta yaşayan, onu tanımayan, onunla hiç temas etmemiş kadınların üst dudaklarının üzerine; burun altına koydular. Kadınlar ter salgısında bulunan kimyasal maddelerin kokusunu alabiliyorlardı. Ve inanılmaz olan şu ki, birkaç ay içinde adet dönemleri mükemmelen eşzamanlı hale geldi, onunla hiç karşılaşmadan. Hayatta verdiğim önemli kararlar kalbine güvenmenin daha iyi olduğunu öğretti bana. Romantik bir fikir, ama epey işe yarıyor. Kalbimiz veya midemizle verdiğimiz kararlar hep daha doğrudur nedense. Belki de bunun nedeni, o kararları verirken, daha fazla bir..., doğru kelimeyi bulamıyorum. Sanırım herkes bunun doğru olduğunu bilir, karar verirken kalbimizi dinlemeliyiz, çünkü o gereken tüm bilgiye sahiptir. Bir fikirden vazgeçme olasılığını değerlendirirken veya avantajlarla dezavantajları tartarken ya da her iki tarafta da mantıklı gerekçeler varken, en doğrusunu genelde kalp bilir. Bilmiyorum. Bilim için bir başka iyi soru bu. Karar verirken kalp ve mide neden beyinden daha iyidir? İlk eklem bacaklıların dört yüz milyon yılı aşkın bir süre önce Paleozoik dönemde ortaya çıktığını öğrendiğimizden beri, muhtemelen herkesin mırıldandığı bu kadim soru bir başka soruyu getiriyor, tüm düşüncenin kaynağı olan daha önceki bir soruyu: "Beyinlerimize güvenebilir miyiz? Hücreler uyumlu çalışıyor mu?" Diğer türlerde hücreler kimi komşu hücrelere güvenilmeyeceğini keşfeder. Hayvan dokularında bazı hücreler uzlaşmayı bozarlar. Ansızın ve uyarmadan veya belli bir sebep bulunmaksınız kendi başlarına hareket etmeye başlarlar. Dokunun titreşim ve ritmini ihlal ederler. Ve Alfredo Tiemblo gibi seçkin fizikçiler şu gizemi çözmek epeyce kafa yormuşlardır: atomlardan oluşan bu evren neden kökeni üzerine düşünmek, amacım irdelemek ya da sırf saçmalığına işaret etmek için beyne ihtiyaç duydu? Eduardo Punset: Üzerinde yaşadığımız bu dünyayı doğru algılamaktan daha önemli bir şey var mı bilmiyorum. Algılama işini nasıl yapıyoruz? www.altinicizdiklerim.com 16 Richard Gregory: Tamamen haklısın. Beyin pek çok tahminde bulunur ve gözler aracılığıyla küçük imgeler elde eder, ama bu yeterli değildir. Gözle edinilen imgeler bakılan nesnelere hiç de tekabül etmez. Birbirinin aynı değildirler. Bir masaya bakınca onun sert ve sağlam olduğunu hissederiz. Üzerine rahatlıkla bir şeyler koyabileceğimiz çıkarsamasını yaparız. Gözün posta pulu büyüklüğündeki bir imgesine dayanarak gerçek bir nesne hayal eder beyin. Küçük bir imgeden yola çıkarak dünyanın gerçekliğine dair bir duyuma varabilmemiz müthiş bir şey. Bu her zaman gerçekleşmiyor tabii. Daha fazla araştırma yapılmalı. E.P. Bana tanınmış New York'lu bir nörofizyoloğu, Rodolfo Llinas'ı hatırlattın. Diyor ki, kabukluların aksine, bizim iskeletimiz ve beynimiz içte, etimizse dışta. Beyin tamamen kaplanmış, karanlıkta; senin gibi Llinas da beyni, çok az ve çok muğlâk bilgi aldığı için, dışarıda olup bitenin sadık bir yorumcusu olarak görmüyor. R.Gr. Tümüyle katılıyorum. Demin renklere gönderme yaptın. Renklere bakacak olursak, mesela büromdaki halının kırmızı olduğunu görüyoruz, demek ki, beyinde kırmızı rengi üretecek şekilde gözü uyaran bir ışık dalgaboyuna sahip. Görüş ve beyin olmasaydı, evrende renk olmazdı. Renk beyinde yaratılıyor ve nesneye psikolojik olarak yansıtılıyor. Bu sayede kırmızıyı yeşilden, siyahı beyazdan ayırdediyoruz. Hepsi beyinde, dış dünyada değil. Ressamlarla yaşanan bir başka büyük ihtilaf konusu da, beyin milyonlarca yıldır, görüş varolduğundan beri biliyor olsa da, daha geçenlerde -Rönesans 'ta- keşfedilen perspektiftir. Bir nesnenin bizden uzaklığı iki katına çıkınca, imgenin gözdeki büyüklüğü yarıya düşer. Bu yüzden tren rayları gibi paralel doğrular uzakta kesişir. Floransa katedralinin kubbesini yapan büyük mimar Filippo Brunelleschi'ye gelene kadar ressamların perspektifi keşfetmemiş olması hayret verici. Çizgilerin kesişmesinin derinlik ve perspektif verdiğine ilk dikkat çeken oydu. Bunu kendi tasarımlarına uyguladı ve o zamandan beri neredeyse bütün ressamlar bu tekniği kullanmışlardır. Ama Brunelleschi'den önce insanlar perspektifi bilmiyordu, beyin beş yüz milyon yıldır kullandığı halde. E.P. Varolmayan şeyler bile görebiliriz, değil mi? R.Gr. Tabii. Delil olmaksızın, çok az bilgiden hareketle hipotezler yaratırız, bilimdeki gibi. Birkaç gözlemden büyük bir evren modeli oluştururuz veya çevremizdeki nesnelerin bir modelini oluştururuz. Bu hipotez üreticisi bazan hiç yoktan bir fantazi yaratır, yanlış hipotezler üreten şizofreniklerde olduğu gibi. E.P. Yani algılamak sadece görmek değil, denemek de aynı zamanda, halüsinasyon gören bir beyinde bile! R.Gr. Algıların kontrollü halüsinasyonlar olduğunu düşünüyorum. Göz ve duyulardan onları kontrol edecek kadar malumat geliyor, ama normalde duyu sinyallerinin kontrolü altında olan şey yaratıcı bir fantazi, yaratıcı bir kurmaca süreci. E.P. Beynin sürekli uyarımdan kaçınmaya yönelik bazı stratejileri var gibi görünüyor. Mesela giyiniyoruz. Bütün gün giyinik haldeyiz, ama bunun neredeyse hiç farkında olmuyoruz, değil mi? R.Gr. Evet, aynen öyle. Buna adaptasyon deniyor; kanıksama işi periferik sinirlerde başlıyor. Dediğin gibi, elbiselerini bir kez giydikten sonra artık onları pek farketmezsin, çünkü aksi halde beyin sürekli önemsiz enformasyon bombardımanı altmda kalırdı. Önemli bir değişiklik olunca, beynin hipotezlerini güncellerımesi gerekir. Devamlı duyduğumuz bir saat sesini bir süre sonra duymaz hale geliriz, saat başı vuruşlarını bile duymayız, çünkü önemli değildirler. Vuruşların olacağını biliriz, artık ilgilenilmesi gereken yeni bir şeyin duyurusu değildir bunlar. E.P. Son bir soru. Eşyanın görüntüsü ve algısı üzerine derinlemesine düşünmeyi bilfiil başlatan kişisin. Bu konudaki bunca yıllık gözlem, araştırma, düşünme ve yazmadan sonra, tüm algının bir yanılsama olduğu kanaatinde misin? Yoksa artık dış dünya, evren aşağı yukarı beyin tarafından üretilen şey gibi mi geliyor sana? www.altinicizdiklerim.com 17 R.Gr. Çok ilginç bir soru. Sanırım evet, dışarıda gerçekten bir evren var. Herşeyin bir rüya olduğunu söylemek saçma. Herşey bir rüya olsaydı, rüya kelimesini kaybederdik. Kelimelerin anlamlı olması için gerçeklikte karşıtları da olmalı. Herşeyin bir yanılsama olduğunu söylersen, yanılsama kelimesi yokolur, anlamını yitirir. Mesele şu: Bir şeyin gerçek ya da yanılsama olduğunu söylerken dayandığımız referans ne kadar doğru? Algının akla uygun bir fizik, bir "mutfak fiziği" kullandığını düşünüyorum. Kuantum mekaniği veya izafiyet teorisindeyse fizik tamamen farklı bir gerçeklik tanırlar. Algının gerçekliği akla uygun bir fiziktir -dokunmanın, nesneleri, mesela yiyecek maddelerini elle tutmanın fiziği. Tehlikeler, gıdalar, dostlarımız, tüm bunlar dünyayı algılamayı gerektiriyor -bunlar algı için tek gerçekliktir. E.P. Diyorsun ki, beynin varoluş sebebi hakikati bulmak değil, sağ kalmak. R.Gr. Evet. Ev yapımında veya mutfak aletleri imalatında kolektif çalışabilmek için toplumsal mutabakat gereklidir. Bizim de sağ kalmak için yerleşik fikirlere ihtiyacımız var. Sosyal inançlar eşgüdümlü, kararlaştırılmış eylemleri yürütmemizi sağlıyor. Bunların mutlak bir hakikatle hiç alakası yok. Öğrenmek için Rüya Nicholas Humphrey ile Söyleşi (Nicholas Humphrey, Londra İktisat Fakültesi, Doğa ve Sosyal Bilimler Felsefesi Merkezi'nde fakülte Profesörü) Rüyalara belli bir gerçeklik ve gerçekliğe de rüya hüviyeti kazandıran, hakikaten ilgi çekici ilk bulgu şuydu: bir gerçekliği algılarken de hayal ederken de aynı nöron grubu harekete geçiriliyordu. Beyin rüyada gördüğümüz imgelerle uyanıkken algıladığımız gerçeklik arasında bir ayırım yapmıyor anlaşılan. İkinci uyarı işareti, sinir bilimcilerin "duru rüyalar" üzerine gerçekleştirdikleri ve rüyalarda geçen zamanın gerçek zaman olduğunu belirten deneylerinden geliyor. Rüyalar sıkışıp yoğunlaşmış değiller. Ölçülebilir zamanda geçiyorlar. Rüyalarla algı dünyası arasında o kadar benzerlik var ki, onları "çöp DNA" diyerek görmezden gelmek imkânsız. Belki de bilim, uyanıklık, rüyasız uyku ve rüya şeklinde üç evre sınıflandıran Hindu düşüncesini doğruluyor. Bunların hepsi bilinçte aynı süreç olarak görülüyorlar. Eduardo Punset: Göründüğü kadarıyla, ömrümüzün ortalama üç yılını, uykuyla değil, rüyayla geçiriyoruz. Bu zaman kaybı mı; yoksa rüyanın bir işlevi mi var? Nicholas Humphrey: Tüm bu süre hiçbir amaca hizmet etmeden geçse çok garip olurdu. Sanırım rüya evrimsel mirasımızın bir parçası olarak çok önemli bir psikolojik ve biyolojik işlev görüyor. Şurası aşağı yukarı kesin: insanlarda diğer hayvanlarda olduğundan daha önemli bir yer tutuyor. Diğer hayvanlar küçük rüyalar görebilirler, ama bunları o sıradışı, hikâye benzeri anlatı rüyaları olduklarından şüpheliyim. E.P. Yani, köpeğim kanepede uykuya dalıp havladığında, aslında hikâyeler düşlemiyor? N.H. Belki avlanmaya ya da bir kediyi kovalamaya dair bir duygu hissediyor, ama insan rüyaları gibi bir şey değil bu, altı yaşında bir çocuğunki gibi bile değil. Rüyalarımızda kurduğumuz hikâyeler aracılığıyla alışıyoruz masallara. İlk rüyalarımız basittir: çocuk rüyalarındaki birçok kahraman diğer hayvanlardır, insanlar çok karmaşık görünür, tavşanlar, kediler, köpekler ve kaplanlarınsa basit duyguları vardır. Böylelikle çocuklar aktif bir organizmanın, korku, umut, ferahlık veya acı gibi duygular hissetmenin nasıl bir şey olduğuna dair fikirler geliştirirler. Sanırım rüyaların ana işlevi, tam olarak, duygularımızı sınamaktır, onları sıradışı sosyal durumlara çekip zihnimizin nasıl çalıştığını, belki hiç yaşamadığımız, ama gerçekleşebilecek tuhaf durumlara nasıl tepki vereceğimizi öğrenmektir. Rüya sırasında gerçekleşen hızlı göz hareketi (REM) gibi fizyolojik işaretler, rüyanın hakiki bir tecrübe olduğu anlamına gelmez. Çocuk birazcık büyüyene kadar REM gerçekleşmez. İki yaşında bir çocuğu söz konusu beyin dalgaları gerçekleşirken uyandırıp, ona ne rüya gördüğünü veya www.altinicizdiklerim.com 18 düşündüğünü sorsak, basit cevaplar verecek, korktuğunu veya dondurma yediği için çok mutlu olduğunu söyleyecektir. Çocuk dört yaşına geldiğinde rüyası anlatı şeklini alır, dramatik olabilen ve uykudan uyandırabilen bir hikâye. "Annemi kaybettim, nereye gideceğimi bilmiyordum, onu bulduğumda bir mağaranın içindeydi; babamı arıyordum, baktım, uçurumdan düşmüş; çok korktum. Koştum, koştum, koştum ve sonunda uyandım." Bu tür bir hikâye ki çoğunlukla çok daha kapsamlıdır, çocuğa kaybı, tehlikeyi ve endişeyi öğretir. Çocuk büyüdükçe, rüyalar gittikçe daha kapsamlı hale gelir. Âşık olmayı, sevdiği birini kaybetmeyi, ihaneti tecrübe eder. Rüyalar kanalıyla, bir oyun şeklinde de olsa, gerçek hayatı öğreniriz. Oyun derken tiyatro oyununu kastediyorum. Hamlet'ten ihanetin, ensestin, nefretin ve intikamın nasıl bir şey olduğunu öğreniriz. Oyunlar her gece rüya aracılığıyla içimizde sahnelenenlerin benzeri anlatılardır. E.P. "Öngörü rüyaları" konusunda ne düşünüyorsun? Rüyalar gerçekleşecek şeyleri öngörmek için kullanılabiliyor. Söylediklerinden başka bir işlevi var mı rüyaların? N.H. İnsanlar gelecekleriyle ilgili bazı şeyleri rüyalarda arayıp bulacaklardır, bu muhtemelen kaçınılmaz. Biz insanlar çok batıl inançlıyız. Geleceğe ilişkin her tür bilgi kaynağının peşindeyiz. Geleceği öngörmek bize sıradışı bir avantaj sağlardı. İnsanlar, insanlık tarihinin başlangıcından beri, tüm çağlarda, hem dış dünyada, hem de rüyalarda geleceğe ilişkin işaretler aradılar. Rüyalar, Freud ve Jung'un çalışmalarında da görüldüğü üzere, fevkalade sıradışı ve fevkalade yoruma açık şeyler. Sonsuz sayıda yoruma yol açan semboller, renkler ve biçimler içeriyorlar. Hayal gücümüzle geleceğe uyan hikâyeler kurabiliriz. Bir rüyayı inceleyip onun mutlaka bir gelecek kehaneti içerdiğine inanabilirsin. Bu bir yanılsama sanırım, doğa dışı yetenek değil, tüm öngörü yanılsamasında olduğu gibi. Ama bu şeylere inanmamızın şaşırtıcı bir yanı yok, çünkü onlara inanmak istiyoruz. Biz insanlar ürkek yaratıklarız, geleceğimizi bilme ihtiyacı duyuyoruz. E.P. Bilinçli rüyalar hakkında ne düşünüyorsun, rüya görürken rüya gördüğünün farkında olmak hakkında, yarı uyku, "duru rüya" hakkında? N.H. Evet, duru rüya. Hiç duru rüya görmedim, dolayısıyla bu konudaki bütün bilgim başkalarının tecrübelerine dayanıyor. Bütün rüyalar bilinçlidir: rüyadaki duygularımızı onları yaşamışız gibi anlatırız. Ama "duru rüya", rüya görenin rüya gördüğünü bildiği sıradışı bir rüya tipi. Kişi rüyayı kontrol edebiliyor ve rüya boyunca kendi yolunu çizebiliyor. Buradan hareketle dendiki, madem normal rüyalar gerçekliği keşfetmemizi sağlayacak bir rolü öğrenip oynamamıza yardım ediyor, o zaman duru rüyalar daha da iyi, çünkü duru rüyada bir anlatı kurabilir ve kendini belirli bir hikâye içine koyabilirsin, olayları bizzat kontrol ettiğin bir bilgisayar oyunu oynuyormuşcasına. Gizli Kod Sydney Brenner ile Söyleşi (2002) Nobel Tıp ödüllü Sydney Brenner, Salk enstitüsü’nde Seçkin Profesör’dür. E.P. Senin gibi Nobel Ödül'lü insanları inceleyenler, Nobel kazananlar arasında veya hatta bilimde genellikle iki tip bilimci olduğunu söylüyor. Pek çok şeyi araştıran vizyon sahibi kişiler ve tek bir konuda gittikçe daha derine dalan "matkapçılar". Ama çalışmaların üzerine bir şeyler okuyunca, seni kategorize etmekte çok zorlandım ben. Ne düşünüyorsun? S.B. Isaiah Berlin'in harika bir denemesi var, "Kirpi ile Tilki" ("The Hedgehog and the Fox"), aşağı yukarı benzer bir Yunan meseline dayanıyor. Kirpi tek bir şeyi çok iyi bilir, tilkiyse herşeyden biraz bilir. Bana kirpi mi, yoksa tilki mi olduğumu soruyorlar. Hiçbiri olmadığıma karar verdim. Ben daha ziyade bir ahtapotum. Herşey hakkında herşeyi bilmek istiyorum, dolayısıyla sekiz kollu bir ahtapot gibi birçok şeye sarılıyorum. www.altinicizdiklerim.com 19 E.P. Beyin ve sinir sisteminin geri kalanı hakkında on yıl öncesinden daha fazla şey biliniyor mu sence? Ve de daha öncesinden? İçeride kapalı bir halde, ışık olmadan ve sadece kodlarla nasıl çalışıyor? S.B. Beyin evrilen en karmaşık biyolojik sistem ve insan beyni de beyinler içinde en karmaşık olanı. İnsanlarınkiyle -en azından karmaşıklıkta- boy ölçüşebilecek tek beyin ahtapot beyni. Bir omurgasız hayvan için ahtapot beyni son derece karmaşıktır. Ahtapotlar bana ilginç geliyor; beynin nispeten bağımsız ikinci evrimini görmek için şimdi ahtapotlar üzerine çalışmayı planlıyorum. S.B. Ahtapotlar muhtemelen fare kadar zeki, ama insanlar kadar zeki değil. Soruna dönersem: sinir sistemiyle hep ilgiliydim, ama yıllarca hep fazla çetrefil olduğunu düşünmüştüm. Dolayısıyla temel moleküler biyoloji prensiplerinin artık tamamlandığına kanaat getirince, Francis Crick de ben de sinir sistemiyle uğraşmak istedik, ama çok farklı yollara yöneldik. doğrudan insan beynine yöneldi. E.P. Ve bilince. S.B. Evet. Hayatını "bilinç" gibi meselelere kafa yorarak geçirdi. Ben çok daha basit bir yaklaşımda karar kıldım. C. elegans ile başladım. Beyninde sadece üç yüz hücre var. Ama yine de tüm sinir hücrelerinin bağlantılarını gösteren bir "bağlantı şeması" oluşturmamız uzun zaman aldı. Bu çok ilginç bir problem. E.P. Redes'de, Fish: Our Ancestors ["Balıklar: Atalarımız") başlıklı bir TV programı yapmıştık. Kirpi balığı ailesinden fugu ve Japon balon balığı üzerine de çalıştın sen. Hatalıysam düzelt: bu ata balık insanlarla aşağı yukarı aynı sayıda gene sahip, ama büyük bir fark var; bizim genlerimizden biri altmış bin bazlık bir uzunluğa sahip, balıktaki uzunluksa ancak beş veya altı bin. Yani bu balığın bir genini alıp onun ne işe yaradığını bulabilirsen, belki de insan genom dizilimine harcanan zamanı kısaltabilirdin. Sen de öyle yaptın. Evrimsel genetiğin geleceği bu mu? S.B. Kısmen. E.P. Açıkla lütfen. S.B. Başka herhangi bir balık da seçilebilirdi. 0, büyüklüğü yüzünden seçildi. İnsan genomunu dizinleyeceklerdi, ama ben haklıydım: teknoloji böyle büyük bir problem için henüz uygun değildi. Teknolojik bir ilerleme gerekliydi. Nihayet dizinleme yüzlerce makineyle "fabrikalar"da yapıldı. Fugu balığı genomuna "iskonto genomu" diyorum ben. Tüm bunlar doğrulandı. Fugu balığının DNA'sl daha az olduğu için, onu incelemek çok daha kolaydı. Öngördüğümüz üzere, balık dizinlemesi, insan genomunu yorumlamaktaki büyük yararlılığını kanıtladı. O zaman kimse bunu desteklemedi tabii. Korkarım bu, Stalinist diye nitelediğirn türden bir organizasyonun doğasında var; her önüne gelen bilimin nasıl ve kimlerce yapılması gerektiğine, neye izin verilip neye verilmeyeceğine hükmeder, alternatifleri desteklemeyen bir sıfır-sapma politikası uygulanır. Neyse, sonuçta çok şükür desteklenmesini sağladık ve balık dizilimi gerçekleşti. S.B. Balık genomu çalışması çok faydalıydı. Bir araçtır. En çetin entelektüel problem şu: dizilimler sayesinde geçmişi yeniden yaratabilir miyiz? Genomlar kayıtlı tarih demek, ama onları nasıl okuyacağımızı öğrenmemiz lazım. E.P. Balıktan insana nasıl evrildiğimizi anlamak için? S.B. Aynen öyle. Bir zamanlar annenin rahmindeyken küçük bir balıktın. Solungaçların ve herşeyin vardı. On dokuzuncu yüzyıldan Ernest Haeckel'in çok ünlü bir sözü vardır: "Bireyevrim [ontogeny) türevrimi tekrarlar." Ernbriyo gelişiminde, insan olmadan önce, küçük bir balıkken küçük bir kurbağa oldun. www.altinicizdiklerim.com 20 E.P. Kalıtım-çevre tartışmasına girmeni istemiyorum ve girmeyeceğini de biliyorum, ama genler hakkında bildiğiri bunca şeyle, bu bakış açısından durumu nasıl görüyorsun? Genlerin rolü açısından çıkarımın ne? S.B. Sanırım bir bebeğin genlerden yapıldığını söylemek doğru; gerçekten öyle oluyor. Zihinsel hastalığın genetik bir kökeni olduğunu da biliyoruz. Ama diğer yandan insanlarda çevrenin müthiş bir rol oynadığını da biliyoruz. Tek başına "eşcinsellik" veya "kriminal davranış" geni diye bir şey olamaz. Durum çok karmaşık. İnsanlar davranışa bire bir yansıyacak genleri olsun istiyor. Şu örneği hep veririm. Bir meslektaşım bana obesite genini, insanları şişman yapan geni bulduğunu söylemişti. Cevabımı merak ediyor musun? "Hayır, ben o geni çok uzun zaman önce buldum" dedim. "Hangi gendi o?" diye sordu. "Ağzı açan gen" dedim. Tabii ağzı açan bir gen olduğunu söylemek gülünç. Neredeyse eşcinsellik veya obesite için bir gen olduğunu söylemekle aynı. Bunların hepsi karmaşık gelişimsel süreçlerdir. Onları söndürebilir veya her seferinde bir gen yoluyla dumura uğratabilirsin, ama bir dumurun pek çok sebebi vardır. Canlı bir varlıkta bütün genlerin işler vaziyette olması gerekir. S.B. Çoğu bilimci aslında bilimci olmak yerine yönetici oluyor, en azından benim sahamda böyle. Bu hale gelmeyen birkaçı var hala. E.P. Bir seferinde de "Üst katta canavarlar, alt katta ahmaklar" demiştin. S.B. Gelecekte insanların gençken araştırarak başlayacakları birçok işi olacak. Sonra bunları değiştirip başka bir şey üzerine çalışabilirler. Bazı İnsanlar elli yaşına gelince bir hobi, bir rekreasyon olarak laboratuarda bilim yapmak için, bize para bile ödeyecekler bence. Golf oynamayı ya da insanların, önemli işlerden emekliye ayrılanların yaptığı diğer şeyleri düşününce, bu bana daha ilginç geliyor. İnsan Genomunun Ötesinde William Haseltine ile Söyleşi (William Haseltine, Scripps Araştırma Enstitüsü'nde profesördür ve Haseltine Associates Ltd.'in Başkanı'dır.) Eduardo Punset: Genomu dizinleme işini başarınca, yaşamın sırrını keşfettiğimizi düşündük. O zaman sen ve başkaları çıkıp, bu önemli olsa da, şimdi proteinler hakkında bir şeyler öğrenmemiz gerektiğini söylediniz. Proteinler çok daha az durağanlar, daha değişken, karmaşık ve çok sayıda oldukları için çok daha hareketliler. William Haseltine: ikisini de hissediyorum. İnsan genomu insanlığın harika bir kazanımı; şimdi hepimizin paylaştığı bir bilgi. Sadece güncel bir model değil, geçmişimizi açıklama ihtimali de var. Tarihi, 3.5–4 milyar yıl geriye giderek oldukça ayrıntılı biçimde çözümleyebiliriz. DNA'mız canlı bir fosil. Senin de benim de içimizde bulunan ve artık okuyup bilgisiyarlara depoladığımız bu DNA, dönüşüp değişerek yaklaşık 4 milyar yıldır varolan bir metin. DNA ölümsüz bir moleküldür, kesintiye uğramaksızın hep varolmuştur. Bu müthiş bir hadise. Yaşamın özü çoğalma kabiliyetidir. Altı kayalık, üstü çimen, ağaç ve çiçekle kaplanmış güzel bir kırsal alan, bir manzara gördüğümüzde, kayanın kalıcı, ağaçlarınsa geçici olduğunu düşünebiliriz. Ama bu yanlış. Kaya zamanla aşınır, yaşamsa yokolmaz. Yaşam 3,5 milyar yılı aşkın bir süredir varolageldi, kayalar bu kadar dayanmaz. Öyleyse hayal kırıklığı bunun neresinde? İnsanın aşağı yukarı tüm sağlık sorunları bir gün çözülecek, artık bunu biliyoruz. Bu bilgiye sahip olmadan önce böyle konuşamazdık. E.P. İnsan hastalığı tam olarak ne öyleyse? DNA'daki bir kusur mu? Protein sentezi mekanizmasında? Yaşlanma mı, ne? www.altinicizdiklerim.com 21 W.H. İki veya üç temel hastalık kategorisi enfeksiyondan kaynaklanıyor. Bir başka organizmanın genleri bizimkilerle etkileşime geçip onların işleyişini tahrip edince gerçekleşiyor. Hücrelerin, dokuların ölümüne ve organ işlevlerinin bozulmasına yolaçıyor. İkinci kategori içsel: kendi bedenimizde bir şeyler yanlış gidiyor, herhangi bir dış zorlama olmaksızın. Genelde kalıtımla geçen bir şey. Üçüncü kategori yaş. Bugün yaş kavramını yeniden tanımlıyoruz: belli bir dereceye kadar tedavi edilebilir bir dizi hastalıktan oluşuyor yaşlılık. E.P. Hastalık, travma veya yaşlanmaya karşı savaşta insanlar önce bitkileri kullandı, sonra (genelde bitkilerden) kimyasal maddeler elde ettiler ya da yaptılar. Şimdi kendi vücut kimyamızı kullanacağız. W.H. Mantıki bir gidişat. Unutma, sırf bitkiler değil, tahta bacak veya yapma diş gibi mekanik destekler de kullanılıyor. Yeni tıp yalnızca insanın uzuvlarıyla sınırlı kalmayacak, maddi dünyayla bir kaynaşma da olacak ki bunu iki büyük devrime borçluyuz. Birinden zaten söz ettik, biyolojik devrimden, ama malzeme biliminde de bir devrim var, nanoteknolojik devrim. Mesela önceden kullandığımız süyekler*( Kırık kemik sarıııada kullanılan rahra.-çn) yerine, artık nanoteknoloji kullanacağız. Peki, bu uzun vadede mi gerçekleşecek? Hayır, çünkü daha şimdiden, şuralarındaki nano-implantlar1a görmeleri sağlanan veya bir TV ekranında düşünce gücüyle imleci hareket ettirebilmeleri için beyinlerine nano-implantlar konan insanlar var. Geleceğin rejeneratif tıbbı, gördüğüm kadarıyla, gerektiğinde nano-malzemeyle bütünleşebilen insan bileşenleri -genleri, proteinleri ve hücreleri- kullanacak. Ralph Holloway Kolombiya Üniversitesi'nde paleo-antropoloji ve fiziksel antropoloji profesörü ve beynin evrimiyle primat davranışı konularında uzman. Barselona'nın gotik bölgesi Barrio Gotico'nun uç kısmındaki katedrale bakan Colon [Columbus) Oteli'ninlobisinde söyleşiye katıldı. Philip V. Tobias: Neandertallerin konuşabildiğinden eminim. Oldukça gelişkin bir kültürleri ve bunun aktarımı için de dile ihtiyaçları vardı. Çenelerinin anatomosi bizimkinden biraz farklıydı, ama bugün bazı Homo sapiens'lerin de onlarınki gibi çeneleri var. Ralph Holloway: Ben de Neandertallerin epeyce konuştuğunu düşünüyorum. Kendilerini bizimki gibi ifade edip etmediklerini bilmiyoruz. Anatomileri beni şaşırtıyor: kafatasının kaidesi, gırtlağın (tahmini) inişi ve uzunluğu. Eduando Punset: Torunum Miranda bir hafta önce doğdu. P.T. Tebrikler! E.P. Gırtlağını, insana özgü sayılan bu organı incelemeye çalıştım; yeni doğmuş bir bebekte gırtlağın gerçekten de emerken solumaya izin verecek şekilde çok yukarıda olup olmadığını görmek istemiştim. Gırtlak birkaç ay sonra daha aşağı çekiliyor ve titreşim için yer açılıyor. İnsanların boğulan yegâne hayvanlar olduğu sanılıyor. İnsandaki ses aygıtının karmaşıklığı dil için gerekli mi, şart mı? P. T. Biz insanlar dillerimizle değil, beyinlerimizle konuşuruz. Arada köklü bir fark var. Biz beynimizle konuşuyoruz. Gırtlak, boğaz, dudaklar, dil -konuşma anatomisinin organları- beynin emirlerini yerine getiren uygulayıcılardır sadece. Yani beynimizle konuşuyoruz. E.P. Yeteri kadar büyükse. P.T. Bu da diğer bir mesele, belki sen cevaplamak istersin Ralph. Konuşmaya yol açan şey beynin büyüklüğü müydü? R.Ho. Kuşkuluyum. Konuşma yeteneğinin gelişiminde sanırım beyin korteksiyle kimi altkorteks parçalarının organizasyonu daha önemli. Doktoramı bitirince mikrosefali üzerine çalışmıştım. www.altinicizdiklerim.com 22 Ve gördüğüm şey gerçekten enteresandı. Şimdi söylediğim şeyi tanıtlıyordu. Mikrosefali, çok küçük bir kafa oluşumuna yol açan bir çekinik araz. Bunun için genin çift dozda olması gerekiyor. Yüz ve vücudun geri kalanı normal gelişiyor, ama beyin erkenden, fetüste gelişimini durduruyor. Kişi çok küçük, bazan maymunlarınkinden bile küçük bir beyinle doğuyor. Mikrosefalikler, bazıları, konuşup anlaşabilir, ama hayatta kalanlar zihnen son derece geridir. Ama yine de konuşabilirler. Antropolojideki bir teoriye göre, insanın normal dil gelişimi için 650 santimetre küp beyin kütlesi gerekli. Normal büyüklüğe ulaşamasa bile konuşmayı sağlayacak şekilde organize edilebiliyor beyin. E.P. Beynin iki yarım küredeki farklılığı, dilin bir tarafa konumlanması ve insangillerde sağaklığın baskınlığı, bunlar ne zaman oldu? İki milyon yıl önce mi? R.Ho. Evet, iki milyon yıl önce. Çince ve İngilizce konuşanların beyin modellerine manyetik titreşim teknikleri uygulanarak yapılan bir araştırmanın özetini okudum. Dört test yapıyorlar (tam olarak hatırlamıyorum), tonlama, sentaks, fiil ve isim yapısının algılanışıyla ilgili. Çiniinin beyin bölgelerindeki aydınlanma İngilizinkinden daha fazla, çünkü dillerinde daha fazla tonlama kullanıyorlar. Çinliler bu beyin modeliyle doğmuyor, ama dillerinin gelişimiyle beynin belli bölümleri büyüyor. Çevre beyin yapısını etkiliyor ve beyin yapısı da çevreyi. İnsanların hepsi kendi kültürünün dilini aynı dönemde öğrenir. Dilin oluşumunda genetik bir bileşen bulunduğuna şüphe yok. E.P. Madem insanlar sentaksı çok genç yaşta dillerine katıyor, o zaman bir şempanze de söz dizimi yapabilir mi? P.T. Dilin genetik bir kökeni var. Doğumdan kısa bir süre sonra dil becerilerinin ortaya çıkmasında belirleyici olan şey beyin; bazı yetenekleri kalıtsal olarak alıyor ki bunlar kimi zaman çok özel yeteneklerdirGenler Beethoven'ın müziğiyle ritmik blues arasında bir ayrım yapamasa bile, bir insanın müziğe daha duyarlı olmasında belirleyici rol oynayabilirler. Müzikalite, matematiksel deha veya bazı ciddi hastalık türleri bazı ailelerde yaygın. Bazı insanlarda deha ve şizofreni biraradadır. Yakın geçmişin iki Nobel Ödülü sahibi şizofreniktir. Einstein'ın oğlu şizofrenik. Evrimsel bir perspektifle bakarsak, yüz elli bin yıl öncesine veya daha gerilere giden bir şizofreni geni, psikotik davranış yerine, müzikalite, deha, liderlik ve dindarlık şeklinde tezahür etmş olabilir mi? Dindarlık kültürel evrimin başlarında çok önemli bir rol oynadı. P.T. Bitkilerde gerekmediği için beyin bulunmadığı yollu bu ifadene katılmıyorum, bu katıksız ilahiyat veya eski Lamarck'çı söylem. "Biz memelilere bir beyin lazım ve bu yüzden de beynimiz var" şeklindeki yaklaşım bilim de, inançtır. Korkarım bu savı kabul edemeyeceğim Ralph. E.P. Öyleyse insanoğlu bir kez daha, "Bizi diğer tüm hayvanlardan ayıran şey tam olarak ne?" diye düşünmek zorunda kalacak. P.T. Neden insanların eşsiz olduğuna inanmak zorundayız? El Dorado arayışı gibi bir şey bu ve bana Charles Darwin'in Türlerin Kökeni yayınlandıktan bir yıl sonra, 1860'da, İngiltere'de çıkan tartışmaları hatırlatıyor. On dokuzuncu yüzyıl İngiltere'sinin meşhur bir karşılaştırmalı anatorni uzmanı olan Sir Richard Owen pek çok kadavra açtı, ama Darwin'in bazı görüşlerini reddetti, küfür saydı. Owen "Maymunlardan gelmemiz imkânsız, çünkü eşsiz bir beynimiz var" dedi. "Nasıl eşsiz?" diye sordular. Cevabı şöyleydi: "Büyük hipokampüs veya hipokampüs majörden başka, hipokampüs minör denen bir şeye daha sahip. Ve hiçbir şempanze, goril ya da orangutanın hipokampüs minörü yok." Bunun üzerine şempanze, goril ve orangutan beyinlerini açmaya girişmiş olan Thomas Henry Huxley de çıkıp bayağı kaba bir şekilde "Bak, işte maymunların hipokampüs minörü" dedi. Böylece insan beyninin biricikliği iddiası çürütülmüş oldu. Sir Richard Owen'ın prestiji de azalmaya başladı. E.P. Hipokampüs yüzünden. P.T. Hipokampüs minör ve dolayısıyla da insan beyninin eşsiz olmadığı yolundaki sarsıcı keşif yüzünden. Owen için korkunç, kabul edilmez bir beyandı bu. www.altinicizdiklerim.com 23 E.P. Ralph, peki insanın ayırıcı özelliği ne, eğer böyle bir şey varsa tabii? Ralph, sen beyni ve beynin kökenini inceledin; iki milyon yıllık bir tarihi var beynin. Sence beyin, bir araç olarak, insangilleri daha iyi bir yerlere taşıyabilir mi? R.Ho. Şahsen ben kötümserim. Şöyle düşünüyorum: Hemen hemen tüm memeliIerin ve diğer hayvanların evrimine ilişkin jeolojik verileri incelediğimizde göreceğimiz şey, cins diye adlandırdığımız bir morfolojik modele uyum kapasitesidir. Biz Homo'yuz, primatlardan gelsek de primat değiliz. Bu durum yaklaşık altı milyon yıldır böyle. Diğer hayvanların hepsinde paleontolojik veriler yaklaşık beş ila on milyon yıl geriye gidiyor. İnsanlarsa, bir cins olarak, ancak altı milyon yıldır varlar. Evrimsel başarı sağlamak, gelecekte sağ kalmak için, yani sırf aşağı yukarı tüm memeli türlerinin şu an bulunduğu noktaya gelebilmek için, en azından üç milyon yıl daha gerekiyor. Bu şekilde bir üç milyon yıl daha geçirebileceğimizi pek düşünemiyorum. Annenizden Gelen Ölümsüzlük Douglas Wallace ile Söyleşi (Douglas Wallace, Irvine, Kaliforniya Üniversitesi’nde Donald Bren Moleküler Genbilim Profesörü ve Moleküler/Mitokondriyal Tıp ve Genbilim Merkezi yöneticisidir.) Hücrelerin enerji üreteci anneden geçer, babadan değil. Douglas Wallece Douglas Wallace: Mitokondriya insanın öteki hücreleridir. Her hücre içinde hayati önem taşıyan, bakteri menşeyli bir koloni var, yani hücre enerjisinin üreteçleri olan mitokondriya. Vücudun geri kalan tüm enerjisini onlar sağlar. Şu an ayağında yaklaşık on üzeri on yedi adet mitokondriya bulunuyor. Eduardo Punset: Peki bu mitokondriya nereden geliyor? D.W. Mitokondriyanın çok ilginç bir kökeni var. Başlangıçta, yaklaşık iki milyar yıl önce serbest bakteriydiler. Sonra bizim hücrelerimizin de kaynağı olan hücrelerle kuşatılıp, onların içinde yaşamaya başladılar. D.W. Mitokondriyanın en müthiş yanı, hücre sitoplâzmasında, çekirdek dışında yaşadıkları için, kalıtsal olarak çekirdek genleri gibi geçmeyişleri. Sitoplâzma yoluyla geçerler. Muhteşem insan yumurtasının yaklaşık yüz bin mitokondriya barındıran büyük bir sitoplâzması vardır. Sperminkiyse yalnızca birkaç tane barındırır. Dolayısıyla döllenmede tüm mitokondriya anneden gelir, yani hücrelerin enerji üreteçleri annenden geçer, babandan değil. E.P. Enerji anneden. D.W. Hiç kuşku yok. Feminist hareket yanlış değildi. E.P. Mitokondriya tüm bunları yaptığına göre, sağlığımız için çok önemli olmalı. D.W. Tabii. Mitokondriya, Barselona’nın şehir enerjisini üreten elektrik santralleri gibidir. İnsanlar Barselona’nın merkezinde, ama enerjinin kullanılabilmesi için enerji santralleri uç bölgelerde, kırsal alanda kuruludur. Kömür, nükleer enerji veya hidroelektrik şebekeleri şehre elektrik sağlar. Ama enerji ve elektrik üreten şeyler yakıt yakarken is yapar, kömürle enerji üretilen yerlerde olduğu gibi. Mitokondriyada da aynısı olur. Her hücrede yüzlerce mitokondriya bulunur ve her biri hücre için bir parça enerji üretir. Bu işlem sırasında “is”, yani oksijen radikalleri açığa çıkarırlar. Oksijen radikallerini muhakkak duymuşsundurE.P. Serbest radikaller. D.W. Serbest radikal denen bu şeyler sağlık açısından sakıncalıdır. Serbest radikaller enerji santralındaki is gibidir. Zaman içinde mitokondriya tarafından salınırlar ve DNA’yı tahrip ederler. www.altinicizdiklerim.com 24 Enerji üretim işlemindeki mitonkondriyanın tüm DNA’sı tahrip olunca hücre ölür, çünkü mitokondriya DNA’sı onarım yapamaz. D.W. Mitokondriyanın aslında bir başka ilginç özelliği daha var. Enerji ve toksik atık üretiminin yanısıra, hastalandığında kendi kendine ve hücreye imha emri veren bir kendini imha özelliği bulunuyor. İnsanda her an pek çok hasarlı mitokondriya vardır ve bu tüm hücrenin ölümüyle sonuçlanır. Yaşlanmayla birlikte mitokondriya hasarı olan hücre sayısı artar. Apoptosis gerçekleşir ve hücreler ölür. Sonunda dokunun işlevini sürdürebilmesi için geriye çok az hücre kalır. Yaşlanmanın Kaçınılmazlığı? Tom Kirkwood ile Söyleşi (Tıp Profesörü Tom Kirkwood, Newcastle Üniversitesi Yaşlanma ve Sağlık Enstitüsü’nda ve Yaşlanma ve Beslenme entegre Sistemler Biyolojisi Merkezi7nde Yönetici’dir.) İlk büyük mit, insanın ölmeye programlandığı yolundaki kesin yargıdır. Fiziksel ve zihinsel sağlık her şeyden önce bu safsatanın sökülüp atılmasını gerektiriyor, ama tazelenmeyi araştıran bilim camiasında bile yaygın kabul gören bir şey bu. Birçok bilimci hala yaşlanmayı düzenleyen dahili saati bulmak için uğraşıyor. Birleşik Krallık, Newcastle Üniversitesi’nde gerontolojist olan Tom Kirkwood yaşlanmanın genetiği ve evrimi konusunda önde gelen bir uzman. Programlı ölüm teorisinin de yılmaz bir muhalifi. Ona göre yaşlılık, ömür boyu hücre ve dokularda meydana gelen tahribatların bir sonucu aslında. Tom Kirkwood: Yaşam süresini ölçüp, süre dolunca yaşama son veren bir saat üzerine epey tartışma yapıldı, ama yaşlanmayı anlamanın önemli adımlarından biri aslında bir ölüm programı olmadığını keşfetmekti. Ölmekte olan birinin vücudunu incelersek, tüm hücre ve organların vücudu canlı tutmaya çalıştığını görürüz. Yaşamı yöneten program asla ölüme teslim olmuyor. Eduardo Punset: Bazı hücreler vücut öldükten sonra da sağkalım mücadelesini sürdürüyor. T.K. Evet. Çünkü ölüm haberinin vücuda yayılması zaman alır. Vücut öldükten dakikalar veya saatler sonra bile bazı hücreler hala canlıdır. Hayatımız kısmen genlerimizle belirleniyor. İşlevlerinden biri sağkalımı gerçekleştirmek. Beden, harikulade sağkalım programına rağmen yaşlanır ve ölür, çünkü ilelebet yaşayamaz. E.P. Yani mitleri akıldan çıkarırsak, hayatla ilgili biyolojik bir sınırlama yok. T.K. İnsan hayatıyla ilgili biyolojik bir sınırlama olduğu fikri büyük bir safsatadır. Yaşlandıkça, uzun süre hayatta kalmanın giderek zorlaştığı doğru. Ama bu, bir mil dünya koşu rekoru gibi: aşılamaz mutlak bir süre yok. Uzun zaman kimse bir mili dört dakikanın altında koşamadı, ama 1950’lerde bu başarıldı. Ve yaşam süresinde bir mutlak sınır olmayışı da, bir program olmayışıyla bağlantılı. İnsan uzun ömür rekoru yüz yirmi iki yıl beş ay. Kırılması biraz zaman alacak, çünkü kimse bu yaşa yaklaşmıyor, ama er ya da geç kırılacak. E.P. Neden bazı türler ölmez veya ölümsüz gibiyken, diğerleri daha çabuk ölüyor? Neden böyle büyük bir fark var? T.K. İnsanın ömür süresi en fazla yüz yıl, diğer yanda fare üç, köpek on beş ve kediyse yirmi beş yıl yaşıyor. Bu farklılıkların sebebi, evrimsel biyolojiyle alakalı, çok ilginç ve çetin bir bilimsel araştırma konusudur. E.P. Ama neden tatlı su polipi ya da deniz şakayığı gibi türler adeta ölümsüz? www.altinicizdiklerim.com 25 T.K. Bir organizmada iki tip hücre vardır. Biri, vücudun yeni nesilleri yaratan üreme hücreleriE.P. Kök hücreler, değil mi? T.K. Aynen, kök hücreler. Diğeriyse beyni, kalbi, böbreği, deriyi oluşturan, gelecek nesillere gen aktarmayan hücreler. Bu kullanıp atılan hücrelere soma [gövde] deniyor. Yaşlanma, basit vücut aksamının, yani somanın bir özelliği. Kök hücreler müthiştir. Babanın bir spermi annenin bir yumurtasıyla birleşince, yeni vücudun ilk hücresi oluşur. Ve bölünmeye başlar. Ama anneyle babanın sperm ve yumurtası nasıl ortaya çıktı diye sorup, zamanda geriye gidersek, varacağımız yer. E.P. Üç milyar yıl öncesidirT.K. Aynen, üç milyar yıl öncesi. Yani biz biyolojik bir mucizeyiz, çünkü üç milyar yıldır süren kesintisiz bir hücre bölünme zincirinin ürünüyüz. Öyleyse üreme hücreleri-kök hücrelerölümsüz demektir. Bir nesilden diğerine aktarılıyorlar. Ve bu üreme hücreleri yaşlanmamayı başarıyor. Tatlı su polipi veya denizşakayığı gibi organizmalar ölümsüz gibidir, çünkü aslında organizmanın tamamı köksel. Tatlı su polipinden bir parça kesip bir bardak temiz suya koyarsan, bu parça büyüyerek yeni bir tatlı su polipi olur, çünkü kök hücreler organizmanın tamamına yayılmış durumdadır. Ne var ki, insan hücrelerinin çok azı köksel. Bir parça deriyi bir tas su içine koysan, yeni bir insan oluşturamazsın, çünkü deri hücreleri somatiktir. Yaşlanma somanın bir özelliğidir. E.P. Sen ölümsüz hücrelerden, insan vücudundaki kök hücrelerden söz ederken aklıma geldi: fizikçilere göre atomlar ölümsüz ve vücudumuzun yüzde 99’unu oluşturuyorlar. Çelişki şu: ölümsüz hücrelerden ve neredeyse ölümsüz atomlardan oluştuğumuz halde, ölüme mahkûmuz. Esasen geçici veya kullanıp atılan soma nedeniyle yaşlandığımıza inanıyorsun? Bundan kastın ne? Araştırmalarına bakarsak, genleri çok zeki varlıklar olarak görüyor gibisin; kar-zarar analizi yaparak, hayatın desteklenmesi veya uzatılması için enerji sarf edip etmeyeceklerine karar veriyorlar. Teorine göre yaşlanma bu kararda gizli, destek eksikliğinden kaynaklanıyor. T.K. Tabii. Şunun altını çizmek istiyorum: genler düşünmez, ama bazen biz bir bilinç atfediyoruz onlara, hâlbuki böyle bir şeye sahip değiller. Genler kararlar vermez. Mutasyonlar ve şans sayesinde daha iyi stratejilere sahip olan genler, topluluk içindeki farklı gen formları arasına sokulurlar. Yine de bazen genlerden, sanki düşünebilirlermiş, sanki farkındaymışlar gibi söz etmek daha elverişli oluyor. Büyüme süreci ilerlerken hatalar yapılır. Bir hücre ne zaman bölünse, kopyalama hataları olur. Ve yaşamın her anında, sırf sıcak bir organizmada oluşan titreşimler nedeniyle, protein hasarı meydana gelir. E.P. Her hücrenin her gün on bin darbe aldığını yazmıştın. İnanılmaz bir şey, on bin darbe! T.K. Evet, milyon kere milyon hücremiz var. Vücuttaki bu hücrelerin hepsi her gün DNA’larına on bin kadar darbe alır. Asıl mesele şu: hücreler her gün o kadar hata ve darbeye maruz kalıyorsa, bir hafta yaşamamız bile şans eseri demektir. Bir haftadan fazla yaşayabiliyoruz, çünkü hasar belirleyip onarmaya çalışan harika bir DNA onarım sistemimiz var. Dolayısıyla bir hücrenin DNA’sına aldığın 10,000 darbeden 9,997’si yarın onarılmış olacak. Ama bu cömertlikten kaynaklanmıyor. Genler bakım onarım işlemleri için ne kadar enerji harcayacaklarına karar vermek zorundalar. Çünkü özetlersek enerji ve kaynak yatırımı gerektiren başka işler var, mesela bebek yapmak. Genlerin gelecek nesillere yönelik kopyalar üretmesi esastır. Bir organizma vücudu idame ettirmek için ne kadar harcama yapacağına karar vermek zorundadır. İnsanların asıl dünyası çok farklıdır, her zaman şimdiki gibi değildi. Evrim sonucu çok zeki olduk, uzun süre yaşıyoruz, yırtıcı hayvanlarca parçalanıp ölmüyoruz ve bugün Batı’da enfeksiyon hastalıklarından ölen kimse yok gibi. Ama iki yüzyıl önce hayat farklıydı. İnsanlar genç www.altinicizdiklerim.com 26 yaşta ölüyordu, ortalama ömür süresi otuz veya otuz beş yıldan fazla değildi. Hayat süresi yaklaşık otuz yılsa, genler vücudu idame ettirmek için ne kadar kaynak ayırır sanıyorsun? E.P. Çok az. Hayat çabucak sona ereceği için. T.K. Çok az. O kadar kısa bir hayat için mükemmel bir vücut gerekli değil, enerji israfıdır. Bizim açımızdan üzücü ama genler vücudu kullanıp atılan soma olarak görüyorlar. Yeni doğumlarla yeni neslin devamı garanti altına alındığı an, yaşlanmaya başlarız. Artık çoğaldıktan sonra genlerin vücudu idame ettirmek için kaynak ayırması lüks olur, israftır. Vücudumuzdaki organlar sınırlı bir hücre bakım onarımı görecek şekilde evrildik biz. Bazı hücreler ömrümüz boyunca bölünmez, özellikle de, yüz yıldan fazla yaşayabilen beyin hücreleri. Bunu biliyoruz, çünkü yüz yıldan fazla yaşayan, aklı yerinde insanlar oldu. Bu vakalarda beyin hücrelerinin desteğe ihtiyacı vardır ve sıra dışı onarım işlemleri gerçekleşir. Belki de hasar gördükleri için proteinlerde bir farklılaşma meydana gelir. Hücrelerde zararlı proteinleri yok etmek ve DNA’yı onarmak için atık boşaltım sistemleri bulunur. Hücreler bölünmese bile DNA hasarı devam eder, dolayısıyla bölünen bir hücre mi, yoksa çocukluğumuzdan beri bölünmemiş bir hücremi olduğunun önemi yok, hücrelerin sağlıklarını bir süreliğine koruyacak bir bakım sistemlerine ihtiyacı var. Ama maalesef bir süreliğine, sonsuza kadar değil; biz yaşlandıkça beyin hücreleri de işlevlerini kaybetmeye başlar. E.P. Bu tehditlere ortalama bir erkek ve kadının bakış açısından eğilelim. İlk tehdit mutasyon. Hücreler radyasyon nedeniyle mutasyon geçiriyor ve bazen hatalı bir sonuç ortaya çıkıyor ve kendilerini onaramıyorlar. Öyleyse ilk büyük tehdit mutasyon. T.K. Kanserde olan bu. Yaşlandıkça kanser riski artar ve çoğu kanserin nedeni mutasyonlardır. Hücrelerin kendilerini kopyalarken yarattığı mutasyonlarla hataların kaynağını biliyoruz. E.P. İkinci tehdit, yaygın adıyla, serbest radikaller, hücre aleyhine çalışan tahripkar yaratıklar. Bu serbest radikallerin zoru ne? T.K. Serbest radikaller dostumuz oksijenin karanlık yüzüdür. Vücut oksijeni ağzından soluyarak alır ve bu kana aktarılır, kan da onu vücuttaki her hücreye taşır. Bir kez hücreye geldikten sonra içeri nüfuz etmesi küçük organellerle, mitokondriyayla sağlanır. Bunlar hücre içindeki kapsüllerdir ve aslında hücrenin enerji açığa çıkarmak için oksijen yaktığı yer de buralardır. Yani bu oksijen, hücre içindeki enerji üretiminin temel bir unsurudur. Ama evde enerji üreteyim diye şöminede oksijen kullanırsan, ne olur biliyorsun. Ateşin çoğu şömine içinde kalır, ama arada bir parlayıp dışarı yayılabileceği için tehlikelidir. İşte vücut hücrelerinde olan da budur: oksijenin çoğu güvenli bir şekilde kullanılır, mitokondriya içinde, ama hesaplamalara göre oksijen moleküllerinin yüzde 2 veya 3’ü, işlemin yürütüldüğü doğru kimyasal kanalların dışına kaçar ve… E.P. Ve felaket yaratır. T.K. Ve felaket yaratır, çünkü oksijen tepkimeye çok açık bir gazdır. Oksijenin metal araba aksamanı nasıl paslandırdığı veya açık havada kalan yağa ne yaptığı malum. Oksijen çok zararlıdır ve hücrelerde epey hasar yaratabilir. Oksijenden kaynaklanan serbest radikaller buldukları ilk şeye saldırırlar ve buldukları ilk şey DNA ise DNA’yı tahrip ederler. Zarsa, zarı tahrip ederler. Proteinse, onu yok ederler. Ve bu hayatının her dakikasında yaşadığın bir şey. E.P. Telafileri neler? T.K. Yaşlılığa gecikmeden karşı koyabilmek ve ileri yaşa iyi bir durumda gelme ihtimalini arttırabilmek için yaşlanmada ne olup bittiğini anlamak şart. Yaşlanma sorununu çözmenin iki yolu var. Sebebi zaman içinde üstüste eklenen hücre hasarlarıysa, biz de hasardan korunmaya çalışabiliriz. Diğer yol da onarım işlemlerini iyileştirmeye çalışmak. Aslında ikisini de yapabiliriz. www.altinicizdiklerim.com 27 E.P. Tütün konusuna girmeden, şunu söyle: sıçanların kalori alımını yüzde 30 azaltıp daha uzun yaşamalarını sağlayan deneyler neyi gösterdi? İnsanlara uygulanabilir mi bu? T.K. O günü hiç de dört gözle beklemiyorum, gıda alımını yüzde 30 azaltmak zorunda kalmayı. İnsanlarda işe yarayıp yaramayacağı henüz kesinleşmiş değil. Ama sıçanlarda yarıyor. Yaşam Bir Hatadır Kenneth H. Nealson ile Söyleşi (Nealson, NASA’nın Kaliforniya, Pasadena’daki Jet Propulsion Laboratuarında öğretmenlik yaptığı sırada ilk Astrobiyoloji Grubu’nu kuran kişidir. Görevi, yaşamın varlığına ve hiç bilinmeyen (Dünya ve Dünya dışı) diğer yaşam formlarına ilişkin genel tespit yöntemleri geliştirmekti. Aslen mikrobiyolog olan Nealson disiplinler arası bir araştırma grubuna liderlik ediyor ve Los Angeles, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde eğitim veriyor.) Nealson’ın grubuna verilen iş, yani uzayda yaşam tespitine yönelik bir klavuz oluşturma uğraşı, yaşamın kimyasal izlerini araştırmaya yol açtı. Kesin olan tek şey, yaşamın enerji kullanımı ve madde katılımıyla sürdüğü. Devamlı bir güneş enerjisi veya kimyasal enerji akışı gerekli, çünkü böylelikle oluşan hücreler sayesinde muhafaza edilebilir ve etkileşime giren kimyasallardan kompleks karışımlar yapılabilir ki bu da akış, gelişim demektir. Evrenin düzensizlik ve soğuma doğrultusundaki gidişatı canlı sistemlerde lokal olarak engelleniyor. Nealson’ın dediği gibi, “Bu gezegende yaşıyor olmamalıydık, tesadüfen böyle bir şey olması tüm kimya kurallarına aykırı.” K.N. Gezegenin içinde bulunduğu ortam göz önüne alınınca, bu yerde bu koşullarda varolmaması gereken bir kimyasal hadise. Olmaması gereken kimyasallar var. Yaşam enerjiyi alıp kimyasal maddelerle bir yapı yaratma işidir daima ve bu onu kayadaki şeyden farklı kılıyor. Ve aslında, Dünya üzerindeki yaşama bakarsan, yaşam olan her yerde karbon, fosfor, sülfür, nitrojen ve birkaç diğer metalin de belli oranlarda bulunduğunu görürsün. Yaşam yoksa bu elementler de yoktur. Kesinlikle söz konusu oranlarda değillerdir. E.P. Yaşamın varolmaması gereken şeylerden yapıldığını mı söylüyorsun? K.N. Yaşam bir hata! Varolmaması gerekirdi. Standart kimyasal denklemlere göre asla varolmaması gerekirdi, çünkü çok karmaşık. Çok fazla enerji gerektiriyor-sürekli bir enerji girdisi, akışı. Yapılandırılmış enerji akışı, belli miktarda enerji akışı sağlayacak kaynaklar, yaşamın idamesi için mutlak bir gerekliliktir. Bir başka deyişle, yaşam gibi bir şeyi veya ondan arda kalan bu kayayı meydana getirmek için, burada düşük entropi enerjisi olmuş olmalı. Yaşamı hiçbir kimyasal işlemle rasgele oluşturamayız. Şunu anlamamız lazım: termodinamik ve yapılanma arası bir şey arıyoruz. E.P. Ken, bilim kurgu diyeceksin ama Dünya üzerindeki insanlar için tehdit oluşturabilecek bir yaşam formu getirme tehlikesi var mı? Veya diğer hayvanlar için böyle bir tehlike var mı? Bu ihtimali hiç düşündün mü? K.N. Evet. Bunu hep akılda tutuyoruz. Sürekli bunun üzerine düşünüp konuşuyoruz. Bilim camiası uzaydan gelen hiçbir organizmanın Dünya’da tutunamayacağına kani. Ama bunun imkânsız olduğunu kanıtlayamayız. Dolayısıyla insan virüsleri gibi çok tehlikeli parçacıkları araştırma laboratuarlarına nasıl paketleyip gönderdiklerini öğrenmek için, Hastalık Kontrol Merkezleri’yle çok yakın bir temas halinde çalışıyoruz. Uzaydan getirdiğimiz örneklerde de aynı yöntemleri kullanıyoruz; korktuğumuz için değil, hiçbir tehdit olmadığını kanıtlayamadığımız için. Ay’a veya Mars’a her uzay aracı gönderişimizde çok sıkı bir kontrol uyguluyoruz. Yüzeyleri temizleyip sterilize ediyoruz, ama riski asla tamamen yok edemeyeceğimiz tecrübesiyle sabit, hastaneye gidip bulaşıcı hastalık kapmamızda olduğu gibi. Dolayısıyla, Mars yüzeyi Dünya’dan gelen www.altinicizdiklerim.com 28 bakterilerin yaşaması için hiç uygun değil diye umuyoruz. Giden olursa sağ kalabilir, ama gelişememesi lazım. Su yok, çok soğuk ve hiç gıda da yok. Sporların birkaç yıl sağ kalabileceğini düşünebiliriz, ama gelişemeyeceklerdir, derin dondurucumuzdaki pek çok spor gibi. Daha ılıman bir gezegene gitselerdi... E.P. Hangisi mesela? K.N. Mesela Jüpiter’in ayları-Europa, Callisto ve Ganymede. Birbirlerinden çok farklılar, ama hepsinde eriyik su var. E.P. Emin misin? K.N. Europa’daki buzun yirmi veya otuz kilometre altında bir okyanus olduğundan aşağı yukarı eminim. Böyle bir durumda bizim Dünya bakterilerinin bu okyanusa gidişini önleme meselesi ortaya çıkardı. Bir gezegende su varsa ciddi değişimler meydana gelir. Evrim ve Amaç Stephen Jay Gould ile Söyleşi (Stephen Jay Gould (1943–2002) Harvard Üniversitesi’nde paleontolojistti; muhtemelen en çok Niles Eldredge ile birlikte geliştirdiği kesintili denge teorisiyle tanınmaktadır.) E.P. Profesör Gould, ilk eklem bacaklıların ortaya çıkışı, sizce dört milyon yıl önce ilk insanımsıların ortaya çıkışı kadar önemli miydi? S.J.G. Tabii, eklem bacaklılar daha önemli, çünkü açık farkla en yaygın hayvansal yaşam formudurlar. Bugün, çoğu balık olmak üzere, sayıları muhtemelen kırk bini geçmeyen omurgalı türü ve dört binin üzerinde bir memeli türü yaşıyor, diğer yandaysa milyonlarca böcek türü var. Pek çok hayvan türü henüz belirlenmemiş durumda. Hiç şüphesiz, sayısal anlamda bugün baskın hayvansal yaşam formu eklem bacaklılardır ve biz yitip gittikten sonra da onlar hala burada olacaklar. Biz bir nükleer felaketle kendimizi yok edebiliriz, ama böcek çeşitliliği bundan ciddi biçimde etkilenmez. Eklem bacaklılar çağındayız hala. E.P. Bakterilerin bizden önce burada olduğuna ve bizi gömeceklerine dikkat çekiyorsunuz. Paris Üniversitesi’nden bir arkadaşım, genetik uzmanı Miroslav Radman on beş yıl bakterileri inceledi ve dediğine göre, insanlara kıyasla avantajları, belirsiz bir gelecekle karşı karşıya kaldıklarında daha hızlı mutasyon geçirebilmeleriymiş. Bugün değişim taraftarı pek yok, belki sadece bazı akademik çevrelerde var. S.J.G. Ama bizim değişimimiz kültürel değişimin bir sonucu, her tür biyolojik evrimden çok daha hızlı. Biyolojik evrim öyle yavaş ve öngörülemez ki bizi darmadağın ediyor. İnsanoğlunun teknolojik ilerlemesiyse çok etkileyici ve de katiyen öngörülemez bir şey. Son iki yüz yılda tüm gezegeni yok etmenin, anında iletişimin, gezegenden havalanmanın vs. Yöntemlerini geliştirdik. Artık çok daha fazla şey yapabiliyoruz. E.P. Biz insanların yaptığı yanlış değerlendirmelere veya varsayımlara sık sık atıfta bulundunuz. İnsanlar veya gezegenle ilgili en büyük yanlış anlama ne sizce? S.J.G. Kabaca söylersek, sanırım iki büyük yanlış anlama var. En kötüsü-ki tarih boyunca bunu yaptık-aslında tüm insanların birbirine çok benzediğini görmemek. Modern insan sadece iki yüz bin yıl yaşında. Ve şimdi insanlar arasındaki genetik farklılıkları tahlil edebildiğimiz için bunu tanıtlayabiliyoruz; farklı ırklar arasında deri ve saç gibi dış karakteristikler bakımından farklılıklar bulunsa da, çok benzer olduğumuz aşikâr. İnsan ırkları denen şeyler arasında küçük genetik farklılıklar var, ama önyargılarımızın esiri olma hatasına düşüp, bu farklılıklara dayanarak kendi grubumuzu ötekilerden üstün ilan etmemeliyiz. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının ve soykırımın hazin hikayesidir bu, ahlak ve biyolojinin çarpıtılması üzerinden yürür. Diğer büyük hatamız, kendimizi Dünya’nın efendisi sayıp geleceğine karar verme hakkına sahip olduğumuza inanmak. Ve bunu 29 www.altinicizdiklerim.com yapma gücümüz var diye de, diğer organizmalar, diğer türler veya çevre için yarattığımız sorunları umursamıyoruz. Çok tehlikeli sonuçlar doğurabilecek trajik bir hata bu. Daha alçak gönüllü olmamız lazım, tüm insanların tek bir tür olduğunu ve sandığımız kadar güçlü olmadığımızı anlamamız lazım; o zaman her şey mutlaka daha iyi olacaktır. E.P. Zamana jeolojik bir perspektifle mi bakmalıyız? S.J.G. Mutlaka. Benim bilimimin insanlığa kattığı en önemli kavramdır. Dünya en az dört milyar yıl yaşında, binlerce yıl yaşında falan değil. İki veya üç yüz yıl öncesine kadar, Batı’da, şuna inanılıyordu: Dünya en fazla dört veya beş bin yıl yaşındaydı ve ilk günler hariç, tüm Dünya tarihinin odak noktası insandı. Bu fikirler bizi daha da kibirli yaptı, sanki Dünya sırf bizim için yapılmış ve tarih de insanlığın tarihiymiş gibi. Şimdi Dünya’nın binlerce değil, milyonlarca yıl yaşında olduğunu ve insanlık tarihinin de bu devasa kozmik zaman periyodu sonundaki bir saniyenin ancak son parçası olduğunu anlıyoruz. Dünya’nın bizim için yapılmadığını ve sadece şanslı bir kaza eseri burada bulunan misafirler olduğumuzu anlamamız lazım. Belki bu yaklaşım bizi daha saygılı ve daha fazla insan yapar. E.P. Jeolojik zaman perspektifinden bakınca, yeni büyük yok oluşlara dair bir işaret görünüyor mu? S.J.G. Dünya üzerindeki 550 milyon yıllık hayvan yaşamında beş büyük yok oluş gerçekleştiğini biliyoruz. Bir başka deyişle, yaklaşık her yüz milyon yılda bir yok oluş gerçekleşiyorçok sık değil. Tabii Dünya üzerinde insanlar gibi, iyi ya da kötü, kendine özgü bir bilinç ve bunca güç sahibi olan bir başka tür hiç yaşamadı. Yaşam alanlarını değiştirdiğimiz için pek çok tür yok oldu ve öyle çok tür de yok olmakta ki, insanoğlu yüzünden büyük bir yok oluş gerçekleşiyor olabilir. Bunun gerçekleşmesini engellemek için daha zeki olmamız gerekiyor. Zamanın söyleyeceği bir şey, ama büyük bir yok oluş asla yaşamın tümden yok oluşu anlamına gelmemiştir. Hayat sürüyor ve biz buradayız. Dinozorlar altmış beş milyon yıl önce ölüp tükenmeseydi, şimdi buz burada olmazdık, çünkü bir başka önemli, harici olgu ortaya çıkana kadar yüz binlerce yıl tüm küçük memelilere dinozorlar hükmedecekti. Gerçek şu ki, dinozorların yok oluşu küçük memelilerin evrilmesine imkân tanıdı. Ve biz bu yüzden buradayız. Ölülerin Kodu Richard Dawkins ile Söyleşi (Richard Dawkins ve Stephen Jay Gould bilimi popüler hale getirmede yirminci yüzyılın ve hatta yirmi birincinin önde gelen isimleridir. Bilimsel ilerlemeye büyük katkı yaptıkları ve ayrıca bilimi halka yakınlaştırdıkları halde, Dawkins büyük ihtimal asla Nobel Ödülü almayacak. Nobel Ödülleri, karşı konulmaz bir entelektüel merakla esinlenmiş vizyon sahibi bilincilerden ziyade, kendilerine “matkapçı” diyen bilimcilerin keşiflerine veriliyor sadece. Richard Dawkins de, Stephen Jay Gould da ilk kategoride yer alıyor.) Dawkins, yani Darwinci fikirlerin popülerleştiricisi şöyle diyor: “Yaşamak için ölülerin kodunu kullanıyoruz, yani atalarımızın genlerini”. Richard Dawkins: Sinir lifleri sırf analog kodlarla çalışmıyor; bilakis teorik hesaplamalar dijital kodlar olmadan çalışmayacaklarını gösteriyor. Sinir sinyalleri bir makineli tüfekten gelen atışlar gibidir. Güçlü bir mesajla zayıf bir mesaj arasındaki fark sinyallerin yoğunluğuyla değil, frekansıyla ilgilidir. Tüm yaşam harika makinelerden oluşan bir silsiledir. Her canlı varlık kendi DNA’sını işletebilen bir makinedir ve her hayvan bunu farklı şekilde yapar. Bazı hayvanlar ağaçlarda, bazıları denizde, bazıları da yeraltında yaşar, bazıları uçar, bazıları da kazar, ama aslında hepsi aynı şeyi www.altinicizdiklerim.com 30 yapıyor: sağ kalmaya, yani genlerini geleceğe aktarmaya çalışıyorlar. Hayvanların varolmasını sağlayan talimatlar genler tarafından kodlanıyor. Bu, evrensel tasavvurun harika bir unsuru; talimatların ayrıntıları her durumda farklı. Köstebek yeri kazıp solucanları yemeye hazırdır, kartalın genleriyse nasıl uçulacağı ve av yakalanacağı talimatını verir. Ama her durumda aslolan bizzat talimatların sağ kalımıdır. E.P. Genler hakkındaki bir iki ifadeni alıntılamak istiyorum. Yazdıklarına göre, genler “uzak bir geçmişin kodlu bir tasviri”, “bir sağkalım klavuzu” ve “ölülerin genetik kitabı”. Bence bu müthiş. R.D. Bu Darwinci bir çıkarsama. Genler geçmiş bir zamanın sağ kalım klavuzu gibidirler, çünkü bu genlerin doğal seçilimle başa çıkması geçmişte gerçekleşti. Bugün nasıl sağ kalınacağını biliyoruz ve genlerine kodlanan geçmiş bugünden çok farklı değilse her hayvan sağ kalabilir. Hayvanlar sağ kalmayı başarıyor, çünkü ataları sağ kaldı. E.P. Peki insanlara ne olacak? Sağ kalabilecek miyiz? R.D. İnsanlar açısından işler-genel olarak-şaşırtıcı biçimde iyi gidiyor. Bazı insanların kendilerini yabancı bir çevrede hissetmeleri yüzünden birçok zihinsel hastalık ve yabancılaşma yaşandığı doğru, ama türümüzün bu gayri-tabii çevredeki yaşamı genellikle tolere edebilmesi bir biyolog olarak bana etkileyici geliyor. İnsanın tarihini anlamak için tüm evrim teorisini unutup sıfırdan başlamak gerekir. Taş Devri’nde Afrika’da yaşayan hayvan fazla değişmedi, ama kültürel bilginin etkisiyle gelişiyor. Yani ölülerin en yeni kitabı-kültür kitabı-gelişiyor, ama genetik ve kültürel bilginin çatışmaya girip girmeyeceğini bilmiyorum. Bugün, tıpkı altmış beş milyon yıl önceki göktaşının dinozorları ortadan kaldırması misali, dünyayı yok edebilecek silahlara sahibiz! Bu bombalarla yaşam geleceğimizin ayrılmaz bir parçası. Evrimin Amacı Dorion Sagan ile Söyleşi (Dorion Sagan üretken bir bilim yazarıdır.) Eduardo Punset: Dorion, Eric D. Schneider’la birlikte yazdığı kitabında “yaşamın amacı”nın gradyanları kırmak olduğunu ileri sürüyorsun ve gradyanları da “bir aralığa yayılan farklar” diye tanımlıyorsun. Dorion Sagan: Teşekkür ederim, Eduardo. Yaşamın amacının bir gradyanı kırmak olduğu yolundaki düşünce, Copernic’in evrenin merkezinde olmadığımız yolundaki büyük kavrayışına eş, çığır açıcı bir gelişmedir bence. Gradyan, evet, bir aralığa yayılan farklılaşmadır. İkinci termodinamik yasasının özü uzun zaman sadece “düzensizlikte artış” olarak düşünülse de, öyle değildir. Bunu kısmen, ikinci yasa tüm evrende geçerli olduğu için biliyoruz; yaşam gibi son derece örgütlü sistemlerle doludur evren. Enerjinin güçlü bir yayılma eğilimi gösterdiğini söylersek, ikinci yasayı daha doğru-ve basit-bir biçimde karakterize etmiş oluruz. Enerji delokalize olur; bir yerdeki yoğunlaşmadan dağılmaya doğru hareket eder. İkinci yasanın özü budur, basitçe düzensizlik diye yorumlanan entropinin artışı değil. Yaşamın işlevinin, doğal yoldan meydana gelen diğer kompleks sistemlerdeki gibi, entropi veya atomik kaos üretmek olduğuna ilişkin yeni ve sağlam deliller var. Bu sistemler enerji yayarken tasarımsı şekillerini koruyor ve maddeyi devindiriyorlar. Doğal işlevleri veya amaçları bu. E.P. “Yaşamın amacı” derken neyi kastettiğini ve bunun termodinamikle alakasını açıkla lütfen. Termodinamiğin bir fizik bilimi olduğunu sanıyordum, ama sen biyolojiyle ilişkisini ima ediyorsun. Ne demek istediğini açıklar mısın lütfen? www.altinicizdiklerim.com 31 D.S. Haklısın. Termodinamik bir fizik bilimidir. Ama artık yaşamın fiziksel bir hadise olduğunu görüyoruz, sırf genler ve proteinler şeklindeki kimyasal terkibi bakımından değil, enerji akışı bölgelerinde maddenin devinimi gibi enerjitik işlemler bakımından da. “Yaşamın amacı” tabii hassas bir ifade. Bilimin teleolojiye, yani amaç araştırmasına tatbikinde büyük bir sorun var: amaç sorgulamaları çıkış noktaları itibariyle bilim dışıdır. Böyle olması da çok anlaşılır bir şey. Rönesans öncesi dünya görüşü tüm evreni insanların katıldığı, amaç menşeyli bir yer olarak görüyordu. Bilimsel devrimse amaçlı insanlarla cansız, mekanik olarak işleyen doğa arasında keskin bir ayrım yarattı. Bilim insan zihnindeki amaç eğilimini tanrılara, ruhlara veya öznel-bilinç dışı doğa güçlerine atfetme konusunda ihtiyatlı davranarak büyük kazanımlar sağladı. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki, modern bilim özel olmadığımızı, bir kapris eseri değilsek de, şaşırtıcı güzellikte, kurallı bir maddi evrenin parçası olduğumuzu anlamak bakımından sayısız zaferlerle doludur. Copernicus bizi evrenin merkezinden attı, ama fikirleri önce bilim dışı bulunarak hakir görülmüştü. Bruno kazığa bağlanıp yakıldı ve Galileo da bizi yaradılışın coğrafi merkezinden dışlayan kibirsiz bir pozisyonu savunacak kadar kibirli olduğu için ev hapsine mahkûm edildi. Peşinden kimyacılar yaşamsal özün özel bir şey olmadığını buldular. Organik bir kimyasal olan üre inorganik bileşenlerden sentezlenebiliyordu. Astrofizikçiler uzayın derinliklerinde karbon, oksijen, hidrojen, formik asit ve alkol buldular. Alabama sosyetesinden, bir senatör kızı ve hazır cevap bir parti müdavimi olan Tallulah Bankhead’in nüktesiyle söylersek, “Çiğnenmiş balçık kadar safım”. Biz de saf ya da özel değiliz, içinde bulunduğumuz kozmik koşulların yaratılarıyız. Özel bir yerde yaşamadığımız ve sıra dışı elementlerden yapılmadığımıza göre, içinde yer aldığımız işleyiş de müthiş derecede eşsiz değil demektir. Termodinamik bize şunu gösteriyor: enerjinin bulunduğu bölgelerde doğal olarak gelişen diğer madde devindirici sistemler gibi, biz de aynı entropi-üretim işlevine sahibiz. Yaşam, genetik mimarisiyle, yani kimyasal olarak kendini kopyalama kapasitesiyle eş tutuldu, buna indirgendi, ama bu yeteneği esasen enerjitik işlevi yanında ikincildir. Yaşamın işlevi, bir hortumun işlevi gibi, bir gradyanı azaltmaktır. Bu daha yüksek bir metafizik amacı geçersiz kılmıyor, ama şu çarpıcı gerçeği gözlerimizin önüne seriyor: yaşamın fiziki varlık sebebine dair tutarlı bir maddeci izah nihayet bulunmuş durumda. E:P. Ya evrim? Onun bir amacı var mı? D.S. Devindiren, enerji kullanan yaşamın bir işlevi olduğu termodinamikle açığa çıktığına göre, artık evrimin bir istikameti olduğunu da görebiliriz. Evet, adaptasyon ve genetik determinizm konularında anlaşamayan Stephen Jay Gould ve Richard Dawkins gibi evrimciler, evrimin esasen rast gele olduğunda mutabıklar. Ama bu Ortodoks duruşun yanlışlığını gösteren deliller var ve sayıları giderek artıyor. Yaşam zamanla okyanuslardan karaya ve havaya yayıldı ve artık giderek uzaya yayılıyor. Kimyasal elementlerin sayısı ve Dünya yüzeyindeki biyolojik deverana katkıları arttı. Bu şaşırtıcı değil, çünkü tüm termodinamik sistemler, bir enerji kaynağı olduğu sürece gelişebildikleri kadar gelişirler ve bunu yaparken maddeyi devindirirler. Başka evrimsel eğilimler var. Tür sayısı, beş temel kitlesel yok oluşa rağmen, her seferinde sıçrama yapıp daha yüksek bir rakama ulaştı. Biyosferde depolanan ve yaşamın düzenli olarak kullandığı enerji birikimi arttı. Solunum verimliliği, oksijenden elde edilen enerji miktarı arttı. Jeolojik zaman süresince yaşamın zekâsı, algı kapasitesi ve duyarlığı da arttı ki bunların hepsi yeni enerji kaynakları bulup devreye sokmak ve onlara ulaşımı sağlayan araçları korumak için kullanılabilir. Ölü ya da Diri? Canlı sistemlerin hepsi pek çok parçadan oluşur. Sürekli bir enerji ve gıda maddesi akışıyla idame olurlar. “Alice Harikalar Diyarında”nın Beyaz Kraliçe’sinden mealen aktarırsak, yaşam “bulunduğun yerde kalmak için koşmak”tır. Yaşamın canlı hücrelerce bir arada sergilenen özellikleri şunlar: en azından moleküler düzeyde hareket, çeşitli çevre faktörlerine (yani mekanik ve kimyasal uyarıma) karşı duyarlılık ve büyüyüp çoğalma eğilimi. Mutlak 00K (-273oC) her tür hareketi durdurduğu için, yaşamsal özellikler bazen bu donma altı eşiğinde korunabiliyor. Bu durumlarda yaşamı muhafaza eden şey donma-erime işkencesinden geçen hücredir. Amiplerden Farklı www.altinicizdiklerim.com 32 John Bonner ile Söyleşi Önemli olan iletişim yeteneğidir, iletişimin nasıl yapıldığı değil. Bu tüm organizmalar için geçerlidir. (John Bonner) (John Bonner, Princeton Üniversitesi’nde George Moffett Onursal Biyoloji Profesörü’dür.) Eduardo Punset: Son kırk yıldır bu odada dersler veriyorsun. Öğrencilerine hiç insanla sosyalamip zekâsı arasındaki farkları açıkladın mı-bizimle bütün bu yıllar boyunca incelediğin minik, sosyal, küf benzeri yaratıklar arasındaki farkı? John Bonner: Doğrusunu istersen, bu farkı sınıfta hiç açıklamadım. Amiplerden insanlara kadar bütün hayvanların zekâsıyla ilgiliyim ve biyolojiye başladığımdan beri sosyal amiplerle çalışıyorum. İnsanlar sırf amip oldukları için onları aptal sanıyor. Aslında çok zeki olabiliyorlar. Birincisi, amipler bağımsız olmaktan ziyade gruplar halinde yaşar. İnanılmaz bir katilikle ışık kaynağına yönelirler. Çok zayıf bir ışık kaynağına yönelebilirler. Minnacık bir ışık yoğunluğu onları çekmeye yeter. Isıya fazlasıyla duyarlılar. Dolayısıyla, bana göre, zekâyla davranıyorlar, ama ancak bir grup olarak. Tek amip olarak böyle hareket edemiyorlar, ama yüz bin veya bir milyon amip bir araya gelip aşağı yukarı bir milimetrelik bir uzunluk oluşturduklarında, gerçekten de çok zekiler ve çevre uyarımlarına cevap veriyorlar. Işığı arama davranışının ortaya çıkması bu sosyal kapasiteyi kullanmalarından kaynaklanıyor. Tek başına hiçbir amip bunu yapamaz, ama bir grup olarak yapabiliyorlar. E.P. Sence aynı kural insanlar için de geçerli mi? Kolektif halde, bireyler halindekinden daha zeki olduğumuzu düşünüyor musun? J.B. Düşünüyorum, böyle basit iddialar öne sürmek çok bilimsel olmasa da. Meselenin özü şu ki, büyük beyinler küçüklerden daha iyi çalışıyor, yani bazı bakımlardan benzerlik var. E.P. Denir ki, diğer hayvanlara kıyasla insanların en büyük avantalarından biri, evrimin belli bir anında, diğer kişinin ne düşündüğünü tahmin etme yeteneği geliştirmiş olmasıdır. Yani başka birinin ne düşündüğünü tahmin etmek, onun reaksiyonunu kısmen öngörmek demektir ve böylece de kendini savunmaya hazırlanmak veya diğerine yardım etmek veya bir şekilde durumu maniple etmek gündeme gelir. Bu doğru mu sence? Hayvanlarda da böyle mi? J.B. Doğru bence ve diğer hayvanlarda da böyledir. Sanırım iki köpek-ki benim de köpeklerim olmuştu-birbirlerinin davranışından, diğerinin ne düşündüğünü gayet iyi anlıyor. Davranışı öngörebiliyorlar. Benim anlayışıma göre, hem insan hem de hayvan zekâsı daima bir sosyal çerçevede ele alınmalı. İnsan zekâsı yalıtılmış bir şey değildir. Daha ziyade insanlar arası iletişim ve diyalogun ürünüdür ve bu durumun diğer hayvanlar için de tamamen aynı olduğuna inanıyorum. E.P. Bir davranışın bir zekâ ürünü olup olmadığını nasıl belirleyebiliriz? J.B. Eski bir arkadaşım, biyolog Donald Griffin, “Hayvanlar eylemlerinin bilincinde değil mi; bunu nereden biliyoruz?” diye sorarak, bilincin sadece insanoğluna özgü olup olmadığı yolundaki büyük soruya yeni bir boyut getirdi. Verdiği birkaç örnek insana şu soruyu sorduruyordu: yoksa bizimkinden farklı da olsa, hayvanlarda sahiden bir çeşit kendini fark etme melekesi var mı? E.P. O zaman, kültür de mi bir devamlılık? J.B. Evet, kültürü bir devamlılık olarak tanımlıyorum, ama birçok antropologun yaptığı gibi, sırf insanları kapsayacak şekilde değil. Kültürü, davranış veya diyalog yoluyla bilginin bir bireyden diğerine aktarımı şeklinde tanımlıyorsak, ele aldığımız bu tanım öylesine basittir ki, insanoğlunu kapsadığı kadar daha aşağı hayvanları da mükemmelen kapsar. www.altinicizdiklerim.com 33 Ama bu tanım kültür antropologlarını öfkelendiriyor, çünkü kültür teriminin kendilerine ait olduğuna ve benim gibi biyologların bunu sorgulama hakkı olmadığına inanıyorlar. Kültürü, uygarlık ve sırf insanlara atıfta bulunan diğer kavramlar bağlamında tanımlıyorlar. Enginden Minnacığa Bilim görünen evreni, tümünü inceler ve çok defa görünmeyen, kara-madde evreninin muazzamlığınıysa çıkarsamak zorunda kalır. Bilimsel inceleme konuları bir kadının sınırlı derisi veya bir futbol güruhunun deliliğinden çok ötelere uzanır. Bilimciler maddenin en küçük parçacıklarını ve yaşamın kökenini ve de gelecekte nasıl bir hal alabileceğini anlamaya çalışır. Gitgide küçülen ve bizim yerimize işlerimizi yapacak olan makinelerin icadı bugün en fazla konuşulan şey. “Nanoteknoloji” ne anlama geliyor? Latincede nano (İtalyancada ennao) “minik” veya “çok küçük” demek. Biz bir merdiven üzerindeyiz. Kendimizi tek bir yere konuşlandırmaya alışkınız-üç boyutlu bir kürenin (ekvatora göre) kuzeyinde, (Greenwich Birleşik Krallık meridyenine göre) batısında ve yerden bir metre yukarısındaki bir noktaya. Ama Einstein bize, merdivendeki bu keyifli yerin, sadece statik Dünya yüzeyindeki sabit noktaları baz aldığını söyledi. Tam bir konuşlanma için bir başka boyuta ihtiyacımız olduğunu gösterdi. Dördüncü boyutu eklememiz lazımdı: zamanı. Yani burada 400 kuzey, 650 batı, yerden bir metre yukarıdaki basamağımdayım ve tarih 1 Ocak 2007. Büyük paleontolog Stephen Jay Gould-Harvard üniversitesi’nde, köhne koltuğuyla yarı hurdalık, yarı laboratuar olan ofisinde-daha büyük ve daha mükemmel bir şeye doğru ilerlemediğimizi söylemişti. Ve gezegendeki en bilge ve titiz astrobiyologlardan biri olan Ken Nealson “yaşam bir hatadır” derken, sanırım her ikisi de demin işaret ettiğim paradoksun meşru etkisi altındalar. İzole bir sistemin kendiliğinden evrimi daima entropisindeki bir artışa karşılık gelir. Entropi kelimesini 1850’de Clausius bir sistemin düzensizlik derecesini tarif etmek için kullanmıştı. Yani termodinamiğin ikinci yasası izole sistemlerin düzensizlik eğilimi gösterdiğini söylüyor. Canlı organizmalar ve dolayısıyla insanlar, evrendeki diğer her şey gibi, kararsız dinamik denge sistemleri olduklarından, yani entropileri arttığından, çözülme, bozulma, daha düzensiz hale gelme ve kaybolma eğilimi gösterirler. Yaşam, yaşamın idamesi, sürekli bir enerji akışına dayanan homeostasis [içdenge] olgusunda görüldüğü gibi, bir entropi azalmasına karşılık geliyor. Açık veya kesintisiz sistemlerden oluşan bir olgudur yaşam ve bu sistemler ya gıda maddelerini ve ham maddeleri ya da çevreden aldıkları serbest enerjiyi harcayıp bozunmuş biçimde iade ederek iç entropilerini azaltabilirler. Termodinamiğin ikinci yasası tüm sistemleri bozulmaya, çözülmeye, eskimeye ve ölüme mahkûm ediyor. Kaldırımlar çatlar, evler eskir, çeviriden yapılan çeviriler orijinal anlamları farklılaştırır ve yıldızlar göz kırparak yitip gider. Brian Swimme ve Thomas Berry, evrenin evrimini daha gerçekçi bir şekilde görmemize imkân tanıyan bir kozmo-genetik ilke ortaya koydular, onu ikinci termodinamik yasasının bir tamamlayıcısı olarak nitelendiriyorlar. İlke düzenin oluşumuna, karmaşıklıkta ve dolayısıyla da bilgide artışa değiniyor. Buna göre, termodinamiğin ikinci yasası istatistikî bir olgu, dolayısıyla belli bazı koşullarda düzensizlikteki artış geri döndürülebilir. İletişim veya enformasyon teorisinde entropi, bir mesajın belirsizliğini ölçen bir sayıdır. Mutlak kesinlik olduğunda entropi sıfırdır. Fiziksel bir nesneye enformasyon yüklediğimizde, yaptığımız şey, o nesnenin sistemini oluşturan elementleri özel bir şekilde düzenlemektir. Biyolojik ve ekonomik sistemler izole sistemler değildir, her ikisi de güneş ısısını alır. Öyleyse, yaydıklarından daha çok enerji aldıkları sürece, ekonomik ve biyolojik sistemler www.altinicizdiklerim.com 34 entropilerini azaltabilirler. Sade dille söylersek, güneşten kullanılabilir ışık enerjisi alındığı sürece, biyokütle ve de dünyanın brüt milli hâsılası artabilir. Sağlıklı bir canlı varlık, bir şirket veya çufçuflayan bir lokomotifin düşük bir entropiye sahip oldukları söylenebilir; enformasyon barındırırlar. Bireyin, işin veya makinenin bileşenlerinde düzensizlik artarsa, bunların entropileri de artar. Belli bir eşik, belli bir entropi seviyesi var ve bunun ötesinde canlı varlık ölüyor, şirket iflas ediyor ve makinenin çalışması duruyor. Canlı varlıklar, şirketler veya makineler izole sistemler değil. Düzensizliği gidermek, yani entropiyi azaltmak için diğer sistemlerce sağlanan enerjiyi kullanabilirler. Fakat böyle bir çabanın maliyeti öyle devasa ki, Ken Nealson gibi, “yaşam bir hatadır” demek yanlış olmaz. Tecrübeyle biliyoruz ki, bu müdahale imkânının bir sınırı var. Henüz ilelebet yaşayan veya işleyen bir canlı varlık, şirket veya makine görmedik. Tüm bir sistem olarak başlangıcından bugüne kadar gelen yaşamın kendisi dışında. Atom İçin Çok Büyük, Yıldız İçin Çok Minik Sheldon Lee Glashow ile Söyleşi (Sheldon Lee Glashow, Nobel Fizik Ödülü sahibidir (1979) ve Boston Üniversitesinde Metcalf Matematik ve Fizik Profesörü’dür.) Sheldon Lee Glashow: İki uçtan bir arada söz ediyoruz: bir yanda evren ve diğerinde en küçük parçacıklar. Ama parçacıkların incelenmesi, gördük ki, bir bütün olarak alındığında evrenle çok alakalı. Pratikte, büyükle küçük aynı kurallar dizisini izliyor. Temel fizik her yerde geçerlidir, büyüklükten bağımsızdır. Eduardo Punset: O zaman sen iki ayrı fizik olduğunu düşünmüyorsun-büyük uçta kozmoloji ve küçüğünde parçacık fiziği olduğunu. S.L.G. Hayır, iki isim var: tüm evreni inceleyen kozmoloji ve çok küçüğü inceleyen parçacık fiziği. Ama birbirleriyle alakalılar, hep alakalı olmuşlardır. E.P. Neden parçacıkların hepsi aynı? Seni hayrete düşüren ikinci mesele de yaratma ve yok etme. S.L.G. Democritus’un görüşünün sonu bu; bildiğin gibi, evrenin ebedi atomlardan oluştuğunu ilk kez ileri süren kişiydi. Artık atomların ebedi olmadığını biliyoruz. Enerji veya işlemlemeyle yaratılabilir, yapılabilir ve yok edilebilirler. Einstein’ın izafiyet teorileriyle Heisenberg ve Schroedinger’in kuantum mekaniği fikirleri bir araya getirilince, temel parçacıkları yaratma ve yok etme imkânı doğdu. Ve bu yapılıyor! E.P. Atomlara ilişkin bilgimizdeki bu devrim dört güce ilişkin bilgimizi de etkiliyor mu? Nasıl ve neden ayrıştıklarını biliyor muyuz? S.L.G. Şunu biliyoruz veya bildiğimizi sanıyoruz: etkileşimler bir zamanlar bir aradaydı. Elektromanyetik güç ile zayıf nükleer etkileşim kesinlikle bir aradaydı. Peki, onları hangi mekanizma ayırdı? Onları farklılaştıran şey ne? Yirmi birinci yüzyılın başında bunu cevaplamamız gerekecekCenevre’de Avrupa parçacık fiziği laboratuarında yürütülen deneyler sayesinde. Yeni parçacık hızlandırıcı özellikle de “beşinci etkileşim” dediğimiz şeyi bulmak için tasarlandı, elektrik ve manyetizmi ayıran ve kütle üreten şeyin ne olduğunu öğrenmek için. Başta kafa yorduğumuz meseleye dönelim: parçacıkların neden kütlesi var? Başlangıçta belli ki hiç bir şeyin kütlesi yoktu, her şey fotonlar gibiydi, kütlesiz parçacıklar. Sonradan kütle edindiler. Protonlarla elektronların, evrenin başlangıcında edindikleri kütleleri var. Bilmek istiyoruz: bu elementler neden, nasıl ve nerede kütle edindiler? Bilmiyorum. E.P. Belki geleceğe göz atmak daha kolaydır. www.altinicizdiklerim.com 35 S.L.G. Evet, geçmişe göre daha kolay cevaplayacağımız bir soru. Artık biliyoruz ki, Dünya üzerinde birkaç bin milyon yıl daha huzur içinde yaşabilsek bile, Güneş patlayınca veya Ay Dünya’yla çarpışınca felaketler olacak. Ay Güneş’ten uzaklaşıyor, ama Ay bir gün gelecek Miami üzerinde hareketsiz kalacak. Şunu gözünde canlandır: Miami’de sürekli dolunay var. Ve aniden yakınlaşıyor, patlayıp milyonlarca yanan parçaya ayrılıyor! Belki o günün gelmesi bin milyonlarca yıl sürecek, ama bunu öngörmek zor değil. Geçmiş benim için daha az ilginç, çünkü zaten oldu. Nasıl olduğunu bilmek tarihi ilgilendiren bir mesele. Biyolojide yaşamın ve hayvanların kökenini öğreniyoruz. Yaşamın gezegen tarihinde çok uzak bir geçmişte başladığını biliyoruz. E.P. Madde ortaya çıktığında. S.L.G. Doğru. Birkaç milyar yıl sürdü, ama sonra hızla serpildi. Dünya oluştuğunda evren hâlihazırda yaklaşık on milyar yaşındaydı, çok yaşlıydı. Evrenin ilk evreleri hakkında bir şeyler biliyoruz. Atomların ne zaman oluştuğunu biliyoruz. Atomların ilk oluşumunu tarif etmek için linguistik açıdan berbat bir terim kullanıyoruz, tekrar-birleşim [recombination]. Tekrar-bileşim? Hayır, ilk kez birleşiyorlardı. E.P. Çekirdek, kuarklar ve elektronlar mı? S.L.G. Çekirdek, kuarklar ve elektronlar. Bu bir atomdur. Evren henüz üç yüz bin yaşındayken birleştiler. E.P. Ve ışık ilk kez o zaman belirdi? S.L.G. Evet. O kati andan önce evren karanlık bir yerdi. Aniden bu harika evren ortaya çıktı! E.P. O anı görmeyi isterdim... S.L.G. İsteyeceğini sanmam. Sıcaklık muhtemelen güneş yüzeyindekiyle aynıydı. Orada olunacak en iyi zaman değildi. O an aslında bir “yer” yoktu. Olunacak bir yapı veya yer yoktu. Hiç gezegen yoktu, ne bir yıldız, ne bir yapı; sadece ışık. Baştanbaşa tüm evren aynıydı. Yakın tarihli deneyler, evrenin nasıl yanan, tektip, homojen bir yerden Dünya gezegeni gibi ilginç şeylerle dolu yapılandırılmış, çok soğuk bir hacme dönüştüğünü açıklıyor. Olan bu! E:P.’in yorumu: Her yaratıcı projenin bir duyguyla başladığı doğruysa-ki bu sıradan fikri kabullenmek bilim camiasının yıllarını aldı-fizikçilerde ağır basan duygu da baş dönmesine yakın bir şeydir: maddenin ilk evrelerinin keşfi noktasında alesta bekliyorlar. Baş dönmeleri herkesi etkiliyor. Kışın buz ve sulu kar içinde, Cenevre’deki CERN kampüsü civarında yürürken bu duyguyu genç bir İspanyol bilimcide gördüm. Valencia Parçacık Fiziği Enstitüsünde araştırmacı olan Miguel Angel Sanches, yakın tarihli teorik fiziğin büyük hipotezlerinden birine değindi-ekstra boyutların varlığına. Biz insanlar dört boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, üç mekân boyutu ve Einstein’in izafiyet teorisiyle eklediği zaman boyutu. Normal dünyamız dört boyuttaki hareketler şeklinde tanımlanabilir. Ama evrene hükmeden dört gücü açıklamaya çalıştığımızda, dört normal boyutun-x, y, z mekân ve zaman boyutlarının-yeterli olmadığı görülüyor. Miguel Angel, başka birçok fizikçi gibi, ekstra boyutların varlığını kabul ediyor, göremediğimiz ama matematiksel anlamda gerekli olan boyutları. Bunlar prensipte doğa güçlerinin birliğini teyit ediyorlar. İlave boyutlar dört gücü, tek bir gücün farklı ölçeklerdeki tezahürleri şeklinde anlamamızı sağlıyor. Ekstra Boyutlar Lisa Randall ile Söyleşi www.altinicizdiklerim.com 36 (Lisa Randall, Harvard Üniversitesinde Fizik Profesörü’dür.) Eduardo Punset: Harvard Üniversitesi gibi bir yerde daimi bir fakülte üyesi olarak istihdam edilen büyük kadın fizikçilerin ilklerindensin, değil mi? Lisa Randall: Hayır, birkaç kadın var. İlk olduğumu söylemek istemem. E.P. Bugün alt katta beklerken karlar içinde kitabın Warped Passages’ı [“Eğik Pasajlar”] okudum ve çok zevk aldım; kar şimdikinden çok daha şiddetli yağıyordu. Eski bir Harvard profesörü geldi, kitabı gördü ve “Çok iyidir” dedi. Ve izninle, onlara önce yeni boyutlar işini açıklamaya çalışacağım. Harika kitabında diyorsun ki, fizik maddenin farklı ölçeklerini veya evrendeki farklı veya daha büyük uzunlukları araştırır. Fizikte daha ileri araştırmalar yapılsa yeni boyutlar keşfedebileceğimizi söylüyorsun. Sana bunu söyleten ne? L.R. Sorun güzel. Sanırım gerçekten daha fazla boyut olabilir ve onları bulabiliriz. Ekstra boyutlar olabilir de, olmayabilir de ve daima görünmez kalabilirler. Parçacık fizikçileri olarak sadece üç uzamsal boyut bağlamında pek anlayamadığımız şeyler. Uzama ekstra boyutları eklersek bazı matematiksel tanımlamalar gerçekten gayet güzel yerine oturuyor. Çalışma arkadaşım ve ben, eğik [warped] geometriyi bulduk, yani farklı yerlerdeki farklı çekim kuvvetlerini, çok farklı yerlerdeki çok farklı ölçekleri. Eğik uzay-zaman ile gerçekten de kimi ölçülebilir olguları açıklamaya yardım edebileceğimizi gördük. Ekstra boyutlar gördüğümüz olguları açıklıyorsa, o zaman mesela önümüzdeki birkaç yıl içinde bunları CERN’ün büyük Hadron çarpıştırıcısıyla (LCH) keşfetme umudumuz var demektir. Orada yapılacak şey şu: Protonları aşırı derecede yüksek enerjilere hızlandıracaklar ve bu kadar yüksek enerjilerde çarpışma öyle çok enerji yaratacak ki, ağır parçacıklar, yani büyük kütleli parçacıklar (E=mc2), bize ekstra boyutların izlerini verebilecek hale getirilecekler. Bunlar ekstra boyutlarda gezinen parçacıklar olabilir ve fazladan enerjileri bulunabilir ki bu da bize ekstra boyutlar nedeniyle fazladan kütle şeklinde görünür. Fikir şu: eğer ekstra boyutlar dünyamızdaki olguları gerçekten açıklıyorsa, onları keşfetme şansımız var demektir. E.P. Diyorsun ki, İsviçre’de büyük Hadron çarpıştırıcıyla (LHC) standart dört boyut dışından gelme parçacıklara ilişkin deliller bulabiliriz. L.R. Müthiş bir şey! Doğru. Ekstra boyutlarda gezinen bütün parçacıkları bulacak değiliz, ama gerçek olgularla bağlantılıysalar, bazı kütlelerin tespitinden hareketle, çekim gücünü ölçtüğümüzü çıkarsarız! Eğer tespit ettiğimiz şey çekimin zayıflığıyla bağlantılıysa, o zaman diğer boyutları doğrudan teşhis edebilmemiz gerekir. Çok heyecan verici! Ekstra boyutlar dünyamızdaki olguları gerçekten açıklıyorsa, o zaman bu durumun gelecek açısından deneysel yansımaları olacak demektir. Teorilerimiz ekstra boyutlara ilişkin delilleri görmemizin yolunu açacak! Bücürlerin Manipülasyonu Nicolas Garcia ile Söyleşi (Fizikçi Nicolas Garcia Madrid’de Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde çalışıyor.) Eduardo Punset: Nicolas, eğer Dünya dışında yaşam bulursak, uzayda robotlarla da karşılaşacak mıyız? Nicolas Garcia: Aramamıza gerek yok, eğer varlarsa, onlar bizi ziyaret eder. Evrende başka bir yerde yaşam varsa, bu bizimki gibi olmak zorunda değil. Yaşam yumuşak materyaller kullanıyor. Bizimkinden daha kompleks ve zeki yaşam formları belki daha büyük mesafeleri çok daha az zamanda katedebiliyordur. Mevcut olasılıklarla kıyaslandığında Dünya gezegeninin teknolojik gelişimi çok sınırlı bir düzeyde. 37 www.altinicizdiklerim.com E.P. Veri ve hafıza konusundaki mesele ne? N.G. Görüntüleri kaydedecek bir hafızanın icadı gerekli. Daha fazla hafızam olsaydı, onun bir kısmını görüntülerin interaktif analizi için kullanır ve çıkarsamalar yapardım. Minik alanlara çok fazla bilgi depolamamız lazım. Benzer sorunlarla uzay yolculuğunda karşılaştık. Eski lambalar ve on dokuzuncu yüzyıl teknolojisiyle aya gidebilir miydik? Enformasyon cihazlarının minyatürleştirilmesi gerekliydi. Transistör icat edildi; bu büyük bir devrimdi. Teknolojilerin entegrasyonu gerekli. E.P. Bir sonraki adım nanoteknoloji? N.G. Tabii. Bu yolda ilerliyoruz. Silikon teknolojisi bir mikronun çeyreği düzeyinde (0,00000025 m), ama atomik boyuta indirilebilirdi. Bir atomu bir hafıza biti yapabilseydik, devasa hafızalarımız olabilirdi-bir santimetre karede on ila on beş kuvvetinde, birin peşine on beş sıfır. E.P. Bu hafızayı, diyorsun, gözlem ve depolama için kullanırım ve bir bölümünü de insan bedeninin şu an verdiğinden daha iyi kararlar vermek için seferber ederim. N.G. İnsan bedeninin bir terabitlik hafızası var, on üzeri on iki [1012]. Ama nanohafıza bin kat daha büyük olsaydıE.P. İnsan daha iyi kararlar verebilirdiN.G. Bu ayrıntılı çalışmalar gerektiriyor, ama veri mevcut. İnsan bedeni, veriyi kaydedip analiz eden bir sensör gibi davranıyor. E.P. Üç yüz yıl sonra zeki bir makine tarafından kovalanacağını, yakalanacağını düşünüyor musun? N.G. İnsan mükemmel bir hayvandır, bu doğru, ama maymun ya da başka bir memeliden daha mükemmel değil-kararlar veren bir hayvan olsa da (Margulis ve Asikainen, 2008). Belki de bir adam veya kadının en muhteşem yanı güzel bir roman yazabilmesidir. Robotlar Don Quixote, Madam Bovary veya Suç ve Ceza gibi romanlar yazabilir mi bilmiyorum. Ama büyük bir başarıyla başka şeyler yapacaklar sanırım. Neden olmasın? Benim köyümde derler ki: “Dokunabildiğin şey görebildiğin şeyden daha yakındır.” Atomlar bir süre önce görselleştirildi. Yeni teknolojilerin gelişimiyle de, yani tünel-etkili veya atomgüçlü mikroskoplar gibi yakın alan mikroskoplarıyla, atomlara dokunabilir olduk. Kör alfabesi kullanan biri gibi dokunarak belirliyoruz onları. E.P. Yaşam için kusur lazım. Atomlar hangi hızda hareket ediyor? N.G. Atmosferde atomlar saniyede 1,500 metre hızla hareket eder. Ama burada konuştuğumuz bağlamda, her nanosaniyede (0,000000000001 saniye) bir sıçrama yaparlar. Atomların bir yüzey üzerindeki hareket hızı saniyenin milyarlarca birine karşılık gelir. E.P. Bu gerçekten yaşamın özü mü? N.G. Yaşamın özü, bazı yerlerin, kusurların bulunarak atomlar tarafından yeni yapılar meydana getirilebilmesi olabilir. Biz bu yapıların zeki olmalarını, nanorobotlar olmalarını istiyoruz. Ve Bill Joy’a göre gelecekte bizim yerimizi onlar alacaklar. Uzay Paramparça, Zaman Hükümsüz Paul Davies ile Söyleşi (Paul Davies, Macquarie Üniversitesi, Avustralya Astrobiyoloji Merkezi’nde Doğa Felsefesi Profesörü’dür.) 38 www.altinicizdiklerim.com Gerçek şu ki, zamanda yolculuğa zihnen uzayda yolculuktan daha hazırız. Ve uluslararası düzeyde bir fizikçi olan Avustralyalı Paul Davies de hayatının çoğunu zaman makinesi tasarlamaya adamış biridir. Paul Davies: Zamanda yolculuğu, bir dereceye kadar, gerçekleştiririz, ama yalnızca geleceğe gideriz, geçmişe asla gidemeyiz. Geçmişe yolculuktaki zorluk hala çok ileri bir teknoloji gerektirmesi. Zamanı evrensel ve mutlak, her yerde herkes için aynı gören Newton’cu yaklaşımda kati bir değişim anlamına geliyordu. Einstein farklı yönde hareket ediyorsak ötekinin zamanıyla benimkinin farklı olabileceğini söyledi. E.P. Paul, hatalıysam düzelt, ışığınkine yakın bir hızda yolculuk edebilseydik, yüz ışık yılı uzaklıktaki bir yıldıza on yılda gidebilirdik; bu oldukça insani bir zaman dilimi, doğru mu? P.D. Doğru. Şu zaman eğme [warp] veya zaman genişlemesi [dilation] yoluyla çok uzun mesafeleri nispeten kısa zamanda katedebilirsin. En yüksek hızda seyreden nesneleri gözlemlemek yeter, mesela aşağı yukarı ışık hızındaki kozmik ışınları. Yüksek enerjili kozmik ışınlar galaksinin tamamını dakikalar içinde katedebilir-kendi referans sistemleriyle ölçüldüğünde-ama bu Dünya7dan gözlemleyen bizlere yüz bin yıl sürüyor gibi görünür. Böylelikle, yüksek hızda zaman eğme etkisiyle, yüz bin yıllık bir yolculuk gerçekte sadece birkaç dakika sürer. E.P. Zaman sanki düzgünce akıyormuş gibi, bugünü, geçmişi ve geleceği ayrıştırıyoruz, ama senin demene göre zaman geçmişten bugüne ve geleceğe akmıyor olabilir. Bu düşünceyi terk etmemiz mi lazım? Demek istediğim, bilimciler zamanın akışına ve belki ölüm veya doğum endişesine son mu verecek? P.D. Einstein bir arkadaşına yazdığı mektupta, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki ayrımın yalnızca bir yanılsama olduğunu, ama çok kalıcı bir yanılsama olduğunu söylemişti. Biz fizikçilerin geçmiş, bugün ve geleceği, gerçekte varolmayan, insan zihninin kurguları olarak gördüğünü belirtiyordu. Ve bugün ile gelecek, zaman eğme etkilerinin bir sonucu olarak sorgulanabilirdi. Einstein’ın izafiyet teorisi şu önemli mesajı verir: bir uzay gemisinde yolculuk edebiliyor, Dünyaya dönüyor ve ikizlerin artık ikiz olmadıklarını görüyorsam, bu durumda “İkizim şimdi ne yapıyor?” türünden sorular anlamsız hale gelir. Bir rokette çok hızlı yolculuk ediyorsam, benim zamanımla senin zamanın artık senkronize değildir ve ortak bir “şimdi” veya şu an yoktur. Ve bu sav aynı zamanda olma kavramı için de geçerlidir. Einstein bunu 1905’teki makalesinde formüle etti ve fizikçiler de o günden beri zaman kavramını, bugün, geçmiş ve geleceğe bölünmüşlük yerine, bir bütünlük içinde alırlar. Epey yaygın olan timescape veya landscape terimlerini kullanmayı seviyorum. Fizikçiler tüm zamanı-bugün, geçmiş veya gelecek olmaksızın-insandan önce kurulmuş gibi düşünürler. Yalnız bunun insan hayatı bıkımından bir anlamı yok, çünkü burada veya şimdi diyebilmek gerekiyor. Ama şu an Mars’ta ne olup bittiğine ilişkin bir soru muğlâk kalır, çünkü Mars’taki o olay gözlemcinin referans sistemine bağlıdır. Daha büyük mesafelere gidersek, çok uzak bir galakside şu an ne olduğunu sorarsak, böyle bir durumda “şu an”ın tanımı, oturuyor veya yürüyor oluşumuza bağlı olarak, zaman eğme etkisi yüzünden binlerce yıllık bir değişkenlik gösterebilir. Dolayısıyla, gözlemcinin zamandaki hareketinden kaynaklanan etkileri hesaba katarsak, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki bu belirgin bölünme kaybolur. E.P. Harika kitabın How to Build a Time Machine [“Zaman Makinesi Nasıl Yapılır”] zaman makinesi yapmak için kesinlikle elzem olan üç şeyi sıralıyor: çarpıştırıcı, patlatıcı ve ayrıştırıcı. Biraz açıklayabilir misin lütfen? P.D. Sözünü ettiğim zaman makinesinin temel unsuru uzaydaki solucan delikleri. Açıklamaya çalışacağım, çünkü pek çok insan kara delik kavramına aşina değil. Bir kara deliğe girebilirsin, ama çıkamazsın; hiçliğe doğru tek yönlü bir yolculuk gibi. Solucan deliğinin kara delik gibi olması lazım, ama girişle birlikte bir çıkışı da bulunacaktır: bir ucundan bakıp diğer ucunu görebilirsin. Sydney’de 39 www.altinicizdiklerim.com çalışma odamda bir solucan deliği olsaydı ve ben içine atlasaydım, şehrin bir başka bölümünden değil de, galaksinin diğer tarafından çıkardım. Bilim kurguda solucan deliğine yıldız geçidi de deniyor bazan. Carl Sagan solucan deliğini Temas (Contact) adlı romanıyla meşhur etmişti; girişi Japonya’da, çıkışı Vega yıldızı yakınında olan bir solucan deliği vardı romanda. Dolayısıyla zaman makinesi yapma önerimdeki ilk adım bir solucan deliği bulmak. Ama bu kolay değil. Ya uzayda solucan deliği diye bir şey yok ya da biz henüz onları bulamadık. Dahası, eğer varlarsa da çok küçük olacaklar, bir atom çekirdeğinin on üzeri eksi yirmisi (10-20) civarında. Bir solucan deliği bir atomun yanında minnacık kalacaktır; kesinlikle bir insan için yeterli büyüklükte olmayacaktır! Solucan deliklerinin fiziği hakkında hiçbir şey bilmediğimiz için, çok zor bir işle karşı karşıyayız. Küçük yarıklara ulaşmanın bir yolunu bulmamız ve bir solucan deliğinin kontrolünü ele geçirip onu genişletmemiz lazım. İlk adım parçacık çarpıştırıcı kullanmak-atomik alt-parçacıkları ışığınkine yakın bir hızda döndürüp çarpıştıran devasa hızlandırıcılar. Epeyce bir enerjiyle bunu yapabilsek, küçük solucan delikleri yaratabilirdik. İsviçre’de büyük bir çarpıştırıcı inşa ediliyor. Büyük hadron çarpıştırıcı (LHC) diye biliniyor ve beş veya altı yılda hazır olacak. Çekime ilişkin bazı egzotik teoriler doğruysa, bu makine içinde mikroskobik solucan delikleri yaratılabilir. Atomdan daha küçük olacakları için onları zaman makinesi amacıyla kullanamayız, ama böylece solucan deliklerinin varlığı kesinleşmiş hale gelecek. Zamanda yolculuk etmek için bir solucan deliğini insan boyutuna genişletmemiz gerekir. Yani bu iki teknolojiyi bir araya getirirsek-küçük solucan delikleri yaratmak üzere atom altı parçacıkları çarpıştırır ve sonra onları negatif enerjiyle büyütürsek-zaman makinesi yapma yolundaki ilk iki adımı atmış oluruz. E.P. Paul, doğa kendiliğinden bir solucan deliği yaratabilir mi? Gelecekte bir solucan deliği ortaya çıkabilir mi? P.D. Mümkün. Solucan deliği kendi enerjisini de yaratabilir. Kendi kendine de genişleyebilir. Ve o zaman bir başka mesele ortaya çıkar: solucan deliğinin fazla büyümesini engellemek. Bu egzotik işlem doğada zaten gerçekleşmiş olabilir, mesela büyük patlamadan hemen sonra, evren yaratıldığında. Egzotik kuantum etkileri uzayda solucan delikleri yaratmış olabilir, ama biz bulamadık. Astronomlar solucan deliklerinin izlerini arıyor, ama neye benzeyeceklerini hayal etmek zor. Bazı astronomik çalışmalarla, kara deliklerin varlığını tespit ettiğimiz gibi solucan deliklerini de bulabiliriz belki. E.P. Sen yaşamın Dünya’da değil, Mars’ta başladığı ihtimalini öne sürüyorsun. Senin yaklaşımına göre, bir meteorun mars’tan kopardığı bir kaya içindeki canlı bir organizma Dünya’ya indi. Ama neden bakterilerin Mars’tan kopan bir kayayla Dünya’ya geldiğini düşünüyorsun da, tersini düşünmüyorsun? P.D. Yaşamı ortaya çıkaran kimyasal işlemleri bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz: yaşam önce Mars’ta ortaya çıktı ve sonra Dünya’ya geldi. Neden? Çünkü Mars Dünya’dan çok önce yaşama hazırdı, yaklaşık 4,5 milyar yıl önce. Daha küçük bir gezegen olan Mars daha hızlı soğudu. Bu sırada Dünya hala çok sıcaktı ve gezegenler devasa gök taşları ve kuyruklu yıldızların bombardımanı altındaydı. E.P. Son bir soru, sohbetimiz boyunca hep gündeme geldi: yaşamla kuantum bilgi işlem arasındaki ilişki? Kuanta ve zaman yolculuğu? P.D. Tüm bu soruları birbirine bağlayan şey “bilgi”dir. Sanırım yaşam, doğru kimyasal maddelerin doğru bir karışımıyla ortaya çıkmıyor. Canlı bir hücre sihirli bir formülden ibaret değil, bir bilgi işleme ve cevaplama sistemidir. Bence yaşamın sırrı bilgiyi anlamakta gizli. Kuantum işlemleme sayesinde bilginin doğasına ilişkin kavrayışımız son on yılda bir dönüşüm geçirdi. Bilimciler, konuştuğumuz gibi, kuantum fiziğinin garip yasalarını kullanarak kuantum düzeyindeki bilgiyi depolamaya ve işlemeye çalışıyorlar. www.altinicizdiklerim.com 40 Fizikçiler yüzyıllardır maddeyi fiziksel teorilerin temeli olarak düşündüler. Şimdiyse ivme kazanmış bir başka hareket var ve bu bilgiyi asal, maddeyi de onun doğru kavranışıyla ortaya çıkan bir şey olarak görüyor. Bu kestirim şimdi biraz abartılı gelebilir, ama böyle düşünen başkaları da var. Kara delik ve solucan deliği terimlerini ortaya atan fizikçi John Archibald Wheeler da herşeyin temelinin bilgi olduğuna inanıyor. Wheeler bunu harika, gayet şiirsel bir biçimde ifade etmişti, “bitten cisme” demişti. 1,000 bitin 1 bayta karşılık geldiği, bilgi bitlerini kastediyor. Fiziksel nesnelerin bilgi bitlerinden geldiği kuşkusunu taşıyor. Bilgiyle madde arasındaki bu bağlantı işlemi üzerine kuşkular var, ama şimdilik sadece spekülasyon yapabiliyoruz, çünkü henüz tam olarak anlamış değiliz. KAYNAKÇA HAYAT KİTABI- Eduardo Punset Mind, Life and Uniıverse/ Conversations with Great Scientists of Our Time Çeviri:Burak Bengi 1.Baskı: Nisan 2010-NTV yayınları www.altinicizdiklerim.com 41