HAYAT KİTABI- Eduardo Punset

Transkript

HAYAT KİTABI- Eduardo Punset
HAYAT KİTABI- Eduardo Punset (02 Ağustos 2010)
Mind, Life and Uniıverse/ Conversations with Great Scientists of Our Time
GİRİŞ VE TEŞEKKÜR-Lynn Margulis
Kariyerlerinin zirvesindeki büyük bilimcilerle yapılmış söyleşilerden oluşan kitabımız,
okurların bilimsel gerçekleri, ünlü insanların özel hayatlarına ilişkin dedikodulardan çok daha fazla
istediği varsayımı üzerine kurulmuştur. Araştırmacılardan önemli sorular üzerine anlaşılır açıklamalar
talep ettik.
Biz, okuryazar halk, gerçek bilgi araştırmacılarından bilgi almak istiyoruz. Neden? Çünkü
özel insanlar oldukları için onlara güvenebiliriz, sadece bir bakımdan özel olduklarını bilsek bile.
Bilmedikleri konulara veya iyice anlamadıkları “olgular”a dair bir vaatte bulunmaya özen
gösteren bu kişiler, yani Punset’in görüştüğü insanlar harika birer iletişimciler.
Otuz altı kısa söyleşi, birbiriyle alakalı konulardan oluşan dokuz bölüm içine yerleştirerek
derdest ettik.
Doğa sırlarını kıskançlıkla korur. Kendi alanı dışına azıcık dahi çıkan her uzman tökezleme
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bizim işimiz her konuyu bağlam içinde sunmak ve tespitlerin güvenirliği
konusunda destek sağlamak.
Buradaki tutkulu katılımcılar kendi kendilerine sordukları büyük sorular bağlamında hakiki
bilimsel araştırmanın sınırlı doğasını açığa vuruyorlar. Evren nasıl bir şeydir? Yaşam nedir? Yaşam
nasıl başladı ve evrildi ve ölüm nedir aslında? İnsan zihni, zihnin fiziksel ve sosyal muhitini ne kadar
iyi algılıyor? Okur konuşmacıların kendi dürüst araştırmalarına biraz tuhafça (!) adanmış olduklarını
muhakkak fark edecektir.
Bilim bize kolay, evrensel cevaplar veremez, ama araştırmalar büyük soruları cevaplamak
bakımından tüm insanlara güvenilir bir yaklaşımın yolunu açabilir.
İNSAN PRİMATLAR
Dünya üzerinde şimdiye kadar yaşanmış olan ve paleontolojik kayıtları yaklaşık 4 milyar yıl
geriye giden tüm türlerin muhtemelen yüzde 99,9’u yokolmuştur.
3 milyon yıl öncesinden bugüne kadar uzanan çok yakın bir geçmişe ait 20 fosil insan türünün
tamamı bu çeteleye dahil gibi görünüyor, Homo erectus, Homo habilis, Homo neandertalensis, Homo
ergaster vs. Yeryüzünden sonsuza dek silinenler arasında, sadece biz Homo sapiens’ler muazzam
kaldık.
Dünya’da Zeki Yaşam
Nicholas Mackintosh ile Söyleşi
(Nicholas Mackintosh, Cambridge Üniversitesi’nde Deneysel Psikoloji Onursal Profesörü’dür.
Mackintosh hem hayvanların hemde insanların biliş süreçlerinde, arasıra besbelli paylaştığımız
“yüksek zekâ” denen karakteristik yapıların bulunduğunu gösterdi.)
Bir araştırma psikologu olan Nicholas Mackintosh geçenlerde İngiltere, Cambridge
üniversites,’nden emekliye ayrıldı.
Eduardo Punset: Haycanların makine gibi olmadıklarını söylüyorum ve diyorsun ki, aslında
öğrenme süreçleri çok karmaşık ve bunlar bazen insanın öğrenmesini de belirleyen prensiplerle
çalışıyor.
Nicholas Mackintosh: İnsan hayvanın öğrenimini.
www.altinicizdiklerim.com
1
E.P. Hayvanların içgüdüyle öğrendiğini savunan bilimciler ve öğrenmenin tedrici bir süreç
olduğuna inananlar şeklinde bir ayırım yapıyorsun. Hayvan davranışını nasıl yorumluyorsun?
N.M. John Watson ve davranış uzmanlarınca ortaya konan prensiplere dayanarak, hayvanların
pek az refleks veya temel içgüdüyle doğduklarına inanıyorum. Belli bir davranışı tedricen
öğreniyorlar. Çocuklar diğer hayvanlardan da az içgüdü ve refleksle doğuyor. Öğrenmenin hep basit
olduğunu düşünmüştük, ama kanaatimce, öğrenme süreçlerinin tüm hayvanlarda Watson ve
B.F.Skinner’ın o zamana kadar hayal ettiğinden çok daha karmaşık olduğunu anlamak zorundayız.
E.P. “Zekâ araştırmaları”nda eski tabular hâkim. Okul çağı çocukları (beyaz, siyah ve
Asyalılar) arasında yapılan bir deney, Asyalı öğrencilerin beyazlardan daha zeki, beyazlarında
siyahlardan daha zeki olduğu sonucuna vardı. Sen bir psikolog olarak ırk farklılıklarını değil, sadece
ortak karakteristikleri tahlil ettin. Peki, bu çalışma hakkında ne düşünüyorsun?
N.M. Öncelikle şunu söyleyeyim: ölçülen diğer biliş süreçlerine (yani zeka testleri veya
katyanı ya da IQ testlerine) kıyasla, farklı etnik gruplar arasında öğrenme ve ezberleme süreçleri çok
daha az değişkenlik gösteriyor. Çeşitli zeka katsayıları arasında, öğrenme süreçleri arasındakinden
daha fazla farklılık var.. Farklı etnik grupları zekâ testlerine tabi tutarsan, genel anlamda –en azından
Birleşik devletler’de- siyahlar çoğu beyazdan ve beyazlarda Asyalılardan daha düşük puan alır. Ama
basit öğrenme testleri üç grubun benzer bir şekilde öğrendiğini gösterir.
E.P. Bir “zekâ genetiği” varmı?
N.M. Evet, kesinlikle. Zekâ testlerinden elde edilen farklı sonuçlar nedeniyle, insan zekanın
genetik olarak kodlanıp kodlanmadığını sorabilir. Bu düşünce epey bir ihtilaf yaratıyor, ama
siyahlarla beyazlar arasındaki sonuç farklılığının genetik olmadığına inanıyorum ben. Beyazlarla
Asyalılar arasındaki farklılığın genetik olduğu gösterildi! Bu farklılık tüm bir zekâ katsayısına (IQ)
değil de, daha ziyade, uzamsal görüntüleme becerilerini, uzamda şekilleri algılama yeteneğini ölçen
belli bir kaç parametreye işaret ediyor. Test, mesela, ekseni etrafında döndürülen bir şeklin
algılanmasını veya bir nesnenin pek çok değişik açıdan tespitini ölçüyor. Doğu Asyalılar beyazlardan
çok daha yüksek puan alıyorlar; beyaz aileler Asyalı çocukları ufak yaşlarda(altı aylıkken) evlat
edinmiş olsalar bile, onlar yine de beyaz çocuklardan daha iyi sonuç elde ediyor. Bu farkın kökende
genetik olma ihtimali var.
E.P. Hayvan davranışına geri dönersek, güvercinlerin güneşi pusula olarak kullanması müthiş
bir şey bence. Araştırma psikologlarının dediğine göre, güneşi pusula olarak kullanmak dönüş yolunu
bulmak için yeterli değil. “Yeterli değil” ile aslında neyi kastesiyorlar? Göründüğü kadarıyla bu arılar
için de geçerli.
N.M. Güvercinler kuzeye, güneye, doğuya ya da batıya yönelmek amacıyla vücut saatlerini
ayarlamak için güneş yönünü kullanırlar. Gözünü bağladığımı ve seni pusulayla 60 kilometre ötede
bıraktığımı hayal et. Hangi yönde olduğunu bilmiyorsan, Barselona’ya dönüş yolunu nasıl bılacaksın?
Güneyde olduğunu biliyorsan, pusula güneyi bulmana yardım eder, ama yönü bilmiyorsan, bir
pusulan olasa bile nasıl döneceğini bilemezsin. Ama bir güvercini alıp yaşadığı yerden 130 kilometre
ötede, önceden hiç bulunmadığı bir yerde salarsan, iki veya üç dakikalık uçuştan sonra dönüş yolunu
bulup oraya yönelir. Bu becerinin tecrübe ve eğitime dayandığına iananıyorlar, çok genç kuşların
nasıl geri döneceklerini bilmeyişleri de bundan kaynaklanıyor, çünkü bir pusuluları olsa bile, henüz
haritalarını çizmiş değiller. Güvercin, birçok kuş gibi, uzun mesafelerde güçlü bir yön bulma
becerisine sahiptir, ama bu öyle bir uzmanlık becerisi ki, zekâyla ilgili olmadığı düşüncesine
meylediyoruz. Pek çok hayvan dünya üzerinde yön bulma becerisine sahip. Bir karınca yuvasını
terkedip zikzaklarla ilerleyebilir, biraz yiyecek bulur ve düz bir çizgiyle geri dönebilir. Uzun bir
zikzak yoluyla geldiği halde, direkt dönüş yolunu bilir.
Stresli Şempanzeler
www.altinicizdiklerim.com
2
Robert Sapolsky ile Söyleşi
(Robert Sapolsky, John A. ve Cynthia Fery Gunn Biyoloji Bilimleri Profesörü ve Stanford Tıp Fakültesi’nde
Nöroloji Bilimleri Profesörü’dür.)
E.P. Bir stres tetikliyiciye aşırı tepki vermek gibi bri tehlike var mı? Bu kadar yanlış iş
yapılmasının böyle bir açıklaması olabilir mi?
R.S. Stres ve zorluklar karşısında insan hemen “Bırakıyorum, uğraşamam. Yapacak bir şey
yok, umut yok....” diyorsa, bu majör depresyondur. Bu kişiler tamamen buyun eğer ve denemeye
yanaşmazlar. Stres oluşunca, aynı anda on yedi farklı şey yaparak bununla başetmeye çabalarlar.
Sonuç ne olursa olsun çabalamayı bırakmazlar. Sürekli bir psikolojik acil durum halinde tekrar tekrar
aynı şekilde davranırlar, stres tetikleyici yokken bile. İnsanın sosyal yaşamının en perişan kimi
manzaralarını izah açısından bir başka kritik hususu da şu: biz dâhil hayvanların en stres azaltıcı
faaliyetlerinden biri bir başkasını perişan etmektir. Saldırganlığımızı başkalarına yöneltmektir. Pek
çoğumuz ülserlerden, yaşadığımız stresi başkalarına aktararak korunuruz.
E.P. Bence senin en büyük katkılarından birine güzel bir örnek bu: hayal gücünün kudreti.
Nerdeyse hastalanıyorum ve bunun nedeni beynimin bir yerinde bir şeyler olması.
R.S. Çok azımız çiçek hastalığından, sıtmadan veya sarıhummadan öleceğiz. Bizi
“Batılılaşmış” hastalıklar öldürüyor. Vücut yetmiş veya seksen yılda yavaşça çöküyor: şeker, yüksek
tansiyon, kanser. Şu sıralar tüm tıp alanında herşeyden önemli bir tek cümle varsa, bence o da şudur:
vücudunun işleyişini sen doğrudan etkiliyorsan, evet, düşüncesiyle, hatırayla ve duyguyla. Bu şarbon
veya çiçek hastalığından kurtulmada söz konusu değil, ama vücudun şeker ve kalp hastalığıyla başa
çıkmasında kesinlikle söz konusu. Bizim gibi zeki sosyal primatlarda düşünce, duygu ve
vücudumuzun çalışma ve tepkime biçimini dramatik olarak değiştirebilme yeteneği, hangimizin
sağlıklı kalıp, hangimizin hastalanacağı hususunda belirleyicidir! Oturup “Tanrım, öleceğim!” ya da
“Tanrım, elektrik faturamı ödemeyi unuttum!” diye düşünürsen, başına gelen şey, tam da normal bir
memeli olarak ihtiyaç duyduğun şeydir: bir aciliyet hissi.
Bir etobur seni yemeye çalışıyorsa ya da açsan ve bir geyik avındaysan ya da hayatını
kurtarmak için savanın ötesine kaçıyorsan, vücuduna onlar harikadır! Stres hormonları salgılarsın.
Bunlar damarlarına enerji sağlar. Kasların daha iyi çalışır, kalp atışın ve de kan basıncın hızlanır.
Tüm uzun vadeli fizyoloji kesintiye uğrar: ergenliğin ya da rahim cidarlarını kalınlaştırmanın sırası
değildir. Ön korteks bizi cinai davranıştan uzak tutar. Misafirlerle akşam yemeğindesin, yemeği
bitirmiyorlar. “Sizi domuzlar, sizi nankörler, nasıl bitiremezsiniz?” demek istiyorsun. Ama
demiyorsun. Neden? Çünkü ön korteks gelişimini tümüyle tamamlamamış olması şaşırtıcı değil.
Yirmi ila yirmi beş yaşlarına gelene kadar insanlarda tam gelişim gerçekleşmez. Beyinde ne olduğuna
bakalım: uyuduğunda, beyindeki temel metabolik değerlerin, enerji değerlerin düşer. Derin, düşükdalga uykusuna girersin. Uyuduktan doksan dakika sonraysa birinci rüya evresine geçersin. Olan
nedir? Beyninn bazı bölümleri, duyu işlemeyleilgili bölümleri daha aktif değil, uyanıkken
olduğundan da daha aktif hale gelir. Rüya görürsün, görsel ve işitsel şeyler. Ön korteks dışında,
bölgenin geri kalanı hiç değişmez. Ön kortekste metabolizma yavaşlar. Rüya görürken sıfıra iner.
Aniden boşlukta dagalandığını görürsün rüyanda....
Belki Salvador Dali’nin ön korteksi yoktu ya da resim yaparken onu devre dışı bırakıyordu.
Sürrealizm dünyanın lineer özelliklerinin kıstlamasından kurtulmakla ilgili. Saatler erimez. Rüya
görürken aynı bağımsızlığın, mantıktan, dsiplinden bağımsızlığın tadını çıakrırsın. Bu yüzden rüyalar
rüya gibidir, çünkü ön korteksin çalışmayı bırakır.
Nerdeyse İnsan
Jane Goodall ile Söyleşi
(Jane Goodall, vahşi doğadaki, esasen Tanzanya’nın Gombe Deresi Milli Parkı’ndaki 45 yıllık şempanze
çalışmasıyla ünlüdür.)
www.altinicizdiklerim.com
3
J.G. Bugün şempanzelerle insanlar arasında benzer bir davranış buluyorsak, aynısı
muhtemelen Taş Devri’ndeki ortak atamızda da vardı. Onun teorosi böyleydi. Antropoloji kitapları
şempanzelerden çoğunlukla “ilkel insan”ın davranış modelleri diye söz eder.
E.P. Bazı primatologlar hayvanat bahçesinde şempanzelerin analık içgüdüsünü araştırdılar.
Ve bunun şempanzede içgüdüsel olmadığını buldular. Esaret altındayken çocuklarına nasıl
bakacaklarını öğrenmeleri gerekiyordu. Bu doğru mu?
J.G. Evet doğru. Analık davranışı o kadar içgüdüsel değil. Şempanzeler onu annelerinden ya
da diğer dişilerden öğreniyorlar. Genelde, iyi bir annesi olan bir şempanze, annesinin bebeğe nasıl
davrandığını izlemekle kalmıyor, annenin bir sonraki bebeğine de bakabiliyor. Bu ikinci bebeğe
annelik yapıyor ve kendi annesi kadar iyi bir anne olamyı öğreniyor. Ama eğer özensiz, katı, ilgisiz
ve oyuna pek yanaşmayan bir annesi varsa, genç şempanzede büyüyünce aynı annesi veya üvey
annesi gibi daha düşüncesiz, daha bencil, daha ilgisiz oluyor.
E.P. Çok takdir ettiğin büyük üstat Louis Leakey’yi hatırlayalım. Ona Şempanzelerin alet
kullandığını söylediğinde, daha önce alıntıladığın gibi, “şimdi aletleri ve insanları yeniden
tanımlamalı ya da şempanzeleri insan kabul etmeliyiz” demişti. Çıkarılacak temel ders ne?
J.G. Çıkardığım en önemli dersi, nihayetinde bizi hayvanlar âleminin geri kalanından ayıran
bir sınır çizgisi bulunmayışı. Gezegende kişilikleri, düşünceleri –en önemlisi- duyguları olan yegâne
varlıklar biz değiliz.
Bunu bir kez kabullenebilirsek, o zaman bu gezegeni nasıl kullanıp hırpaladığımızı da gözden
geçirmeye başlarız. Başka birçok sıradan hayvan da düşünüp hissediyor. Afrika’da daha yüz yıl önce
bir milyondular, şimdiye sadce 150.000. Bu yüzden öğrencilerimle yürüttüğüm araştırmayı bırakıp,
mecburen Afrika’daki sorunlara dikkat çekmek için seferber oldum. Ormanlar yok oluyor; vahşi
hayvanlar ticari çıkarlar uğruna öldürülüyor –yabani hayvan eti ticareti nedeniyle. Bu nedenle bizden
daha temkinli yeni bir genç kuşağın çıkmasını şiddetle arzuluyorum. Dünya çapında doksandan fazla
ülkeyi kapsayan enstitü programımız bu bilimsel gerçeklere dayanıyor.
Karıncalar, Arılar ve Termitler Gibi, Ama Değişik
Edward O Wilson İle Söyleşi
(Edward O.Wilson, Harvard Üniversitesi’nde organizma ve Evrim Biyolojisi Bölümü’nde Pellegrino Entomoloji
Araştırması(Onursal) Profesörü’dür.)
Yıkıcı meteor biziz. Bireysel çıkarlarımızdan asla tümüyle vazgeçemiyoruz; bu yüzden
karıncalar gibi bir süper organizma değiliz.
E.O.W. Dünya yüzeyinin yüzde 1,4’ü tüm türlerin yüzde 40’ını barındırıyor! Bu yerleri tam
olarak belirler ve korursaki o zaman Dünya üzerindeki tüm bitkilerle hayvanların yüzde 40’ını veya
fazlasını korumuş oluruz. Buna geri kalan işlenmemiş ana toprak alanlarını da eklersek, yani tropikal
orman, savan, Amazon ve havzası, Yeni Gine ve Afrika’daki Kongo havzasından oluşan devasa
alanları Dünya yüzeyinin yüzde 1,4’ünü kaplayan yaklaşık yirmi beş sıcak noktaya eklersek –ki bu
ölçekte düşünmeliyiz- sıcak noktaların tamamını ve türlerin yüzde 40’ını koruma maliyeti tahminen
yirmi beş milyar doları buluyor. Yapılabilir. Yapmamız lazım!
Bir süper organizmanın aslında ne olduğunu da biliyorum. Karınca kolonisi bir süper
organizmadır. Müthişler, özellikle bazı türler. Harika yaratıklar. Kimi çok karmaşık davranışlar
sergiliyorlar ve topluluk üyeleri bu şekilde iş birliği yapıyor. Koloniler on ila yirmi çeşit kimyasal
işaret kullanıyor ve yeni bileşenler üretiyor. Karıncalar Dünya üzerindeki en savaşkan yaratıklardır.
Şöyle söyleyeyeyim: karıncalara nükleer silah versek, haftasında dünyayı havaya uçururlardı.
Karıncalarla insanları karşılaştırırsak...
E.P. Ya insanlar?
www.altinicizdiklerim.com
4
E.O.W. Karıncalar geç Kretase döneminde ortaya çıkmaya başladılar. (65-138 milyon yıl
önce). Bu dinazorların çağıydı. Sadece ilk karıncaların değil, elli ya da altmış milyon yıl önceki
karıncaların da fosillerini bulduk. Bu uzun bir zaman, ama karıncalar hep aynı. Fazla değişiklik
olmamış. Başlangıçta ciddi bir evrim olduysa da, son elli milyon yılda değişmemiş karıncalar. Aynı
kodlar, aynı modeller...
Her bir gün, 1 ila 10 katirilyon arası karınca hayattadır! Ve düşün ki, bir karınca da bir insanın
milyonda biri ağırlığında. Dünyadaki tüm karıncaların ağırlıyla insanlaın ağırlığı aşağı yukarı aynı.
Ama karınca beyninin büyüklüğü insanınkinin ancak milyonda biri kadar. Karıncaları takdir
etmeliyiz, özellikle de minicik beyinleriyle neler başardıklarına hesaba katınca. Beyinlerini çıkarıp
incelesen, göremezsin bile; toz zerresi gibidir. Ama inanılmaz şeyler başardılar ve bunu son elli
milyon yılda çok az değişerek yaptılar.
E.P. Hücreye müdahale ettiğimiz gibi beyne de müdahale edebilme, beynin iç potansiyeline
nüfuz edebilme bağlamında, makineyle beyni kaynaştırmak mümkün mü? Biliyorsun artık biyolojik
kontrol çağına giriyoruz. Bu yolla çevremizi değitirip darboğazdan kurtulurduk…
E.O.W. Beyni en gelişmiş işlemcilerle eşleyip birleştireceğimiz düşüncesi, bilimciler ve
teknolojik gelecek üzerine düşünenler arasında popüler. Bir makina yardımıyla duygu ve duyguların
simülasyonunu çıkarmamız lazım. Bir gün –bireyliği kaybetmeden-çok üstün bir zekânın
geliştirileceği, bunun da çok yüksek işlem yeteneğiyle eşleşmiş bir insan beyni olacağını
düşünmekten hoşlanıyoruz. Gelecekte bu olabilir belki.
Güzellik Ölçülebilir mi?
Victor Johnston ile Söyleşi
(Victor Johnston, Las cruces, New Mexico Eyalet Üniversitesi’nde Psikoloji Onursal Profesörü’dür.)
Vücudun çeşitli bölümlerinde ölçümler yaparsak bir insanın ne kadar asimetrik olduğunu
görebiliriz. Bağışıklık sisteminin bütün türlerde bulunan oldukça hassas bir göstergesidir bu.
Asimetri ne kadar azsa bağışıklık sistemi o kadar iyidir. Bu yüzden hepimiz daha simetri
insanları tercih ediyoruz, onları daha güzel buluyoruz.
Bilimin ve yaşamın tarihinde çoğu kez olduğu gibi, en önemli kişi en iyi bilinen değildir. Bu
spesifik alanda pek çok bilimci bile kendi disiplinin kurucusunu bilmez. Einstein’ın 1905’de formüle
ettiği E=mc2 denklemi sayesinde, kütlenin Güneş içinde enerjiye dönüştüğü ve bunun da Dünya’daki
yaşama enerji sağladığı keşfedildi.
Dünya yörüngesinin Milankovitch döngüleri, atmosferdeki CO2 seviye ölçümlerini
anlamamıza ve şu anki CO2 yoğunluğunun son üçyüz yıldakine kıyasla yükseldiğini görmemize
yaradı.
Dirac’ın anti madde üzerine düşünceleri pozitron emisyon tomografisi (PET) tekniklerine
yolaçtı. Einstein yeni uzay-zaman geometrisi formüle ederken, saat ritimlerinin çekim kuvvetine bağlı
olduğu ve dolayısıyla üst kattaki insanların zemin kattakilerden daha yavaş yaşlandığını keşfetti.
Gerçek şu ki, iki isanın bir Pazartesi sabahı arabada giderken birbirlerini görüp âşık olması,
bir kültürel kapris ya da seksizmden ziyade, beyne işaretlenmiş temel bir içgüdünün tezahürüdür.
Güzelliği nasıl algıladığımız ve bazı yüzlerin neden herkese çekici geldiği üzerine konuşacak
en doğru insan herhalde New Mexico Üniversitesi’nde biyopsikolog olan Victor Johnston’dır.
Victor Johnston: Tabiatımızın temel bir öğesi: genelde kadınlarla erkekler karşı cinsi çekici
bulurlar ve bu hayatın başlangıcında beynimize kazınmıştır.
Eduardo Punset: Nasıl İşliyor? Ne tür işaretlere bakıyoruz?
www.altinicizdiklerim.com
5
V.J. Karşı cinsteki çekici karekteristiklere bakıyoruz. Erkekler düşük testesteron –erkeklik
hormonu- seviyesi gösteren yüzlerden hoşlanıyor. Çekici bir kadın yüzünün, düşük bir testosteron
seviyesine işaret eden dar bir alt çenesi vardır ve kadınlık hormonu estrojeni gösteren dolgun
dudakları. Yüksek estrojen ve düşük testosteron seviyeleri doğurganlığın işaretleridir. Yüksek bir
doğurganlık seviyesinin belirtisi olan bu hormonal işaretlere sahip bir yüz erkeklere çekici gelir.
E.P. Göğüsle kalça arasındaki 0.66 oranı gibi, Milo Venüs’üyle uyuşan bir başka doğurganlık
işareti, değil mi?
V.J. Evet.
E.P. Neden uzun, sağlıklı saçlar bir başka doğurganlık göstergesidir?
V.J. Sır “sağlıklı” kelimesinde. Sağlık doğurganlık için elzemdir. Bir insanın iyi üremesi için
sağlıklı olması lazım; çekici bir cildi ve sağlıklı saçları olmalı. Bu özellikler her iki cinsiyet içinde
çekicidir.
Erkek beyinlerini cezbeden şey temelde kadınların yüzleridir; kadınlar için de aynı durum
sözkonusu. Hormonlar sadece beyin gelişimini değil, vücut gelişimini de etkiliyor. Çalışmalar şunu
gösteriyor: güzellik insanın kolay iş bulmasında veya insanların bizimle ilgili kararlarında etkili
oluyor. Çekici insanlara karşı bariz bir hoşgörü var. Mahkemelerde daha çekici insanlar daha kısa
hapis cezaları alıyorlar. Veya sıklıkla masum bulunuyorlar. Güzlelik kadro alımlarında da epey etkili
oluyor; iyi görünümlü insanlar daha kolay iş buluyor. Adil değil, ama gerçek bu.
Avcı-toplayıcı toplumda şeker seviyorsan olgun meyve yiyip çok sağlıklı bir şekilde
beslenmiş olurdun. Bugün şeker, şeker rafinerilerinde, kendisini barındıran gıdadan arındırılıyor.
Hala şeker arayışındayız, ama artık bizi öldürüyor. Güzellikte olan da bunun benzeri: Hala güzellik
arayışındayız, ama artık ihtiyacımız yok, çünkü ilaçlar doğurganlığı artırabiliyor, doğum kontrol
hapları ve güzellikle alakasız birçok başka müdahale doğurganlığı manipüle edebiliyor. Ve erkeklerle
kadınlar arasında temel bir fark var: hormonal etkiler nedeniyle beyin yapısında bir fark meydana
geliyor. İnsanı büyüleyen şey, bu hormonal değişimlerin ilerki hayatta eş seçimimizi etkilemesi.
Sanırım araştırmamızda yapmaya çalıştığımız şey bunun nedenini kavramak ve çekiciliği etkileyen
hormonal sinyalleri tespit etmekti -ki bunlar uzak geçmişte rahimde gerçekleşen fizyolojik bir
fonksiyonun ürünüdürler. Her kültürün kendi güzellik prototipi var.
İncelenen tüm kültürlerde tanık olduğumuz şey, tüm tarih boyunca insanların daha çekici
görünmek için görünüşlerini değiştirmeye çalışması. Gerçekte olduğumuzdan daha çekici görünmek
için görünüşümüzle hep oynadık! Uzun zamandır Tabiat Ana'yı kandırıyoruz. Kısacası, artık doğanın
doğurganlığa işaret etmesine ihtiyacımız yok. Yüz, geçmişte doğurganlığın bir göstergesiydi; şimdi
yüz ve vücut göstergeleri o kadar gerekli değil, çünkü doğurganlığı ilaçlarla kolayca manipüle
edebiliyoruz.
E.P. Bana çok enteresan gelen bir başka faktör de simetrinin bir güzellik göstergesi oluşu.
Simetrinin doğurganlıkla ne alakası var? Ama bizi cezbettiği kanıtlandı işte.
V.J. Önemli olan simetri değil, asimetrinin derecesi, niteliği. Farklı vücut bölgelerinin, mesela
kollar, bacaklar ve yüzün, sağ ve sol yanlarını ölçersek, bir insanın ne kadar asimetrik olduğunu
görürüz. Simetri tüm türlerde bağışıklık sisteminin çok hassas bir göstergesidir. Sanki mükemmel bir
bağışıklık sistemiyle doğuyoruz ve simetri gelişim sürecinde virüslere, bakterilere ve parazitlere
maruz kalıyor. Biyolojik bir plan: simetri kaybolmuşsa, bu belki de bağışıklık sisteminin
bozulduğuna bir işarettir. Onun için daha simetrik insanları tercih ederiz, çünkü bu bağışıklık
sisteminin niteliğini gösterir. Ve mesela bir erkeğin yüzündeki geniş bir alt çene gibi hormonal
göstergeler, az salınımlı bir asimetriye karşılık gelir. Bir başka deyişle, geniş alt çeneli erkekler daha
simetriktir ve iyi bağışıklık sistemlerine sahiptirler. Çekici olmalarının bir sebebi budur.
MUTLULUK BİLİMİ
www.altinicizdiklerim.com
6
Daniel Gilbert ile Söyleşi
(Daniel Gilbert, Harvard Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü ve Toplumsal Biliş ve Duygu
Laboratuarı yöneticisidir.)
E.P. En çok nelerin üzerinde duruyorsun? Demek istediğim, mutluluk hakkında bilgi
toplamakla ünlüsün ve "içlerindeki gözlemlenemeyecek bir şey"i görmekle, hatta ölçmekle. O şeye
"şok abartısı" (impact bias) diyorsun? Sevgi, şefkat veya mutluluğa dair öngörüde bulunmaya
çalıştıklarında insanların hep yanılmaları durumu. Daha fazlasını bekliyorlar, büyütüyorlar. Neden
oluyor bu? Ya da nasıl?
D.G.Evet. İnsanların dikkate değer, enteresan bir özelliği de, çoğunlukla aynı hatayı iki kez
yapmaları. Ve ardından üçüncü kez yapmaları. Ve ardından dördüncü kez yapmaları. Ama hataya
düşmemek, sandığın kadar da basit bir şey değil, çünkü hatadan kaçmabilmek için insanın o hatayı
yaptığını, itiraf etmesi lazım. Araştırmalarımıza göre, insanlar ne kadar mutlu olacaklarına dair yanlış
tahminler yapıyorlar, ama aynı zamanda ne kadar mutlu olduklarına ilişkin hatıraları da gerçeği
yansıtmıyor. İnsanların "geleceğe bakışları", yani geleceğe ilişkin öngörüleri ve "geçmişe bakışları",
yani geçmişe ilişkin hatıraları çoğunlukla gayet uyumludur. Tek mesele, ikisinin de gerçek içi
tecrübelerine uymaması. Sana bir örnek vereyim: Seçimden önce seçmenlere, adayları kaybederse ne
hissedeceklerini sorarsan, "Berbat olurum, bir ay kendime gelemem!" derler. Seçimden bir ay sonraki
gerçek duygularını tahlil edinceyse bir şeyleri olmadığını görürsün. İkinci bir ay daha geçince
seçimden bir ay sonraki duygularını nasıl hatırlıyorlardır acaba: "Berbattı!". Yani -psikolojide
dediğimiz gibi- hatayı görmezden gelebilirsin, çünkü bizler "kendini-silicileriz" ve hata yaptığımızı
farketmiyoruz.
D.G. İnsanların mutlu olmak istemesi, mutluluğu araması ve bulamayınca imal etmesi
Aristotales'ten beri mutluluk üzerine düşünen herkesin dile getirdiği bir gerçektir. Bu yeni farkedilen
bir şey değil. İçinde bulunduğumuz dünyadan hoşnut olmak amacıyla, bu dünyaya bakış açırnızı
fevkalade başarılı bir şekilde değiştirebiliyoruz. Dolayısıyla bir adaya karşı oy verirken, "Üçkâğıtçı,
hırsız, aptal, yalancı. ..” diye düşünürsün. Ama kazanınca, "Doğru, onu pek sevmem ama
muhtemelen yine de mevcutlar içinde en iyilerinden biri" dersin. Bizi -Shakespeare'in dediği- "zalim
talihin mancınığı ve okları"ndan koruyan bir psikolojik bağışıklık sistemi var, ama farkında değiliz.
Kendi duygusal davranışlarımızı öngörmede hepimiz yanlışlar yapıyoruz. Geleceğe doğru yapayalnız
ilerlediğimize inanmamızın sebebi kısmen bu. Beyinlerimizde her birimizin bir müttefiki, bir dostu,
bir yardımcısı var. Gelecekte başımıza kötü bir şey gelirse, beynimizdeki bu yardımcı o kötü şeye
rağmen iyi olmamızı sağlar.
E.P. Dediğine göre, o zaman beynin varoluş sebebi bizi mutlu etmek değil. Beyin... bir
dakika, kendi sözlerini aktarayım: "Beyin bizi derli toplu tutmak için var", tam şimdi dediğin gibi.
Fazla heyecanlanmayalım veya üzülmeyelim diye beynin bize ayar çektiği doğru mu ... ? Çalışma
şekli bu mu?
D.G. Sanırım evet; bilimcilerin mutluluk gibi duygular hakkında bildiklerini doğruca
özetledin. Duygularla yaşıyoruz, hep mutlu olmak istiyoruz. Duygulanmızın ne işe yaradığını,
memelilerde ne anlama geldiğini düşünelim. Mesela beynimizin en ilkel bölümlerince kontrol
edildiklerini biliyoruz, diğer tüm memelilerle paylaştığımız bölümlerince.
Ve eğer insan sürekli mutluysa, normale hiç dönmüyorsa, o zaman duygular neyin yararlı olup
neyin olmadığını doğru algılamıyor demektir. Sürekli tek bir duyguyu yaşayamayız; duygular evrilip
dalgalanırlar, bir pusulanın iğnesi gibi.
E.P. Mutluluk -ısrar etmek gibi olmasın- duyguyla ortaya çıkan bir şey değil mi aslında? Tüm
duygular gibi mutluluk da geçici. Demek istediğim, ebedi mutluluk yok. Söylediğin bu mu?
D.G. Ama ebedi mutsuzluk da yok. "Psikolojik bağışıklık sistemi"ni laboratuar deneylerinde
gösterdik. Psikolojik bağışıklık sisteminin paradokslarından biri, fiziksel bağışıklık sistemi gibi,
tetiklenmesi için kritik bir ızdırap seviyesinin, ciddi bir meselenin gerekmesi. Bu demek ki, gerçek bir
7
www.altinicizdiklerim.com
dram yaşadığımızda, bizi gerçekten üzen, yaralayan ve özsaygımızı veya mutluluğumuzu tehlikeye
sokan olaylar yaşadığımızda harekete geçiyor psikolojik bağışıklık sistemi. Boşanma, bir ebeveynin
kaybı ve iş kaybı insanın hayatta başına gelebilecek çok büyük hadiselerdir. Ve bunlar olduktan sonra
süratle psikolojik bağışıklık sistemi harekete geçirilir. Ve bu da kişinin mutluluğu yeniden
yakalamasına yardım eder. Küçük dramlar bu psikolojik bağışıklık sistemini harekete geçirecek kadar
güçlü değildir. Dolayısıyla sadece birazcık üzerler, ama birazcık üzmeye devam ederler. Belki de
daha iyi şöyle söylenebilir: insanlar çok küçük dramları rasyonalize etmez. Ama büyükler, mesela
karımın beni terketmesi, sistemi harekete geçirir. Sistem harekete geçirilince şöyle derim: "Aslında
hiç bana göre değildi zaten, zaten o olmadanda mutluyum." Ayakkabı bağını koparınca "Onsuz daha
iyiyim" demezsin. "Hay aksi, yeni bağ lazım, sabahtan beri ayakkabı ayağımdan çıkıyor" dersin. Yani
küçük rahatsızlıklar, büyük sorunlara nazaran, insanlarda daha uzun süreli sıkıntılara yolaçıyor.
Hastalık da iyi bir örnektir.
Evlilik bizi geri dönüşü olmayan bir yola soktuğu için, yön değiştirmenin zorlaştığı bir
duruma soktuğu için. Biriyle sadece çıktığında, o kişi ne zaman hoşlanmadığın bir şey yapsa, kendi
kendine "Belki de bu ilişkiyi kesmeliyim, belki de başka biriyle çıkmayı düşünmeliyim" dersin. Ama
karın ya da kocan hoşlanmadığın bir şey yapınca, "E, bu da onun kusuru işte" ya da "bu kötü şey oldu
ama o da böyle biri işte, boşver" dersin. Psikolojik bağışıklık sisteminin çalışmasıdır bu, bir insanın
davranışını farklı bir şekilde görmene yardım eder, çünkü saplanıp kalmışsındır.
On yıllık araştırmada, insanların ne kadar mutlu olacaklarını öngörmeye çalışırken yaptığı bir
takım hataları gösterdik. Doğal olarak şu soru akla geliyor: "İnsanların bu hatalardan kaçınmak için
yapabileceği bir şey var mı?" Cevap açık. Geleceğini zihinsel olarak modellemek yerine, niçin
düşündüğün geleceği gerçekten yaşamış birini bulmuyorsun? Bir dizi deneyle gösterdiğimiz üzere,
insanlar kendi mutluluklarına dair öngörülerini, benzer şeyler yaşamış başka insanların tecrübelerine
dayandırdıklarında çok daha isabetli oluyorlar.
E.P. Bir reklâm broşürünü temel aldıklarında değil!
D.G. Kendi kendilerine geleceği hayal etmeye çalıştıklarında değil, Ama dediğin gibi, bu
bilgiyi istemiyor insanlar. Çalışmalarımızda görüyoruz: bilgi daha doğru öngörülerde bulunmalarına
yardım edecek, ama seçenek sunarsan, daima kendi kendilerine geleceği hayal etmeyi tercih
ediyorlar. Neden? Çünkü insanlarda biricik olduklarına dair bir yanılsaması var. Hepimizde var.
Çünkü "Zihinsel iç yaşantımı biliyorum. Senin sözlerini duyuyorum, yüzünü görüyorum, ne yaptığını
görüyorum... Ama kendi düşüncelerimi ve duygularımı biliyorum". Ve sonuç olarak "Kendimi diğer
insanlara kıyasla çok biricik hissediyorum. Kendimi diğer insanlardan farklı hissediyorum, çünkü
kendi hakkımda böylesine ayrıcalıklı şahsi bilgilere sahibim. Çünkü diğerlerine göre kendimi çok
farklı, çok biricik hissediyorum. Tecrübelerinin bana pek bir şey söyleyebileceğine inanmıyorum".
Sanırım insanları doğru bilgiyi kullanmaktan alıkoyan şey bu biriciklik yanılsaması.
E.P. Eminim izleyicilerimizin de beklediği asıl soruya geldi sıra. Ya servet? Mutluluğu
garantileyen bir yol olarak servet, para arayışı?
D.G. "Mutluluk parayla satın alınır mı?" sorusunun çok popüler iki cevabı var, evet ve hayır.
Ruhani önderlerimiz "Hayır" diyor, cevabı bildikleri varsayılanlar, televizyona çıkanlarsa, "Evet".
Her iki cevap da yanlış, fazla basit.
Seni yoksulluktan orta sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınır. Ama orta sınıftan üst
sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınmaz. Bu cevaplar üzerinde biraz duralım. Mutluluğun
parayla satın alınamayacağını söylemek abestir. Meksika Şehri'ne gidip, çöp yığınları arasında
yaşayan insanları görür de, birazcık parayla hayatlarının iyileştirileceğini anlamazsan, büyük bir
yanılsama içindesin demektir.
Rahibin veya hahamın veya filozofun, "mutluluk yoksullukla ilgili değil" diye seni ikna
etmeye çalışabilir. İnsanların hayatlarını değiştirdiğinde, onlara emniyet sağladığında, onlara yiyecek
verdiğinde, onlara barınak verdiğinde, insanların "başıma ne gelecek?" diye endişelenmesine gerek
www.altinicizdiklerim.com
8
kalmadığında, hava durumu yüzünden endişelenmesine gerek kalmadığında, tıbbi bakım için
endişelenmesine gerek kalmadığında, para epey büyük bir fark yaratır. Ama biz-ki bu çalışma büyük
oranda iktisatçılara dayanıyor, psikologlara değil parayla mutluluk arasında bir bağıntı görüyoruz.
Belli bir refah düzeyinde doygunluk oluyor. Amerikan doları bazında bu refah düzeyi, 2004'de,
muhtemelen elli bin doları bulan bir yıllık gelir demek. Yani şöyle dersem belki daha kolayanlaşılır:
kazandığın ilk elli bin dolarla epey mutluluk satın alınır. Ama ilaveten kazanılan milyonlarca dolarla
mutluluk satın alacağa benzemiyorsun.
Servetin göze çarpan birkaç laneti var. Biri şu: eğer çoğu insan gibiysen, elli bin dolardan
fazla para kazanınca, muhtemelen mutluluğundaki artışın tadını çıkarmayı umarsın, yanlış mı?
"Elli milyon kazandım, öyleyse yüz kat daha, bin kat daha mutlu olmalıyım", öyle değil mi?
Daha çok parayla daha mutlu olamayınca, epey hayal kırıklığı yaşar insanlar. Hayat genelde böyledir.
Biliyorsun, bir kadeh şarap kendini iyi hissetmeni sağlar, iki kadeh şarap kendini harika hissetmeni
sağlar, ama yüz kadeh şarap yüz kat daha iyi hissetmeni sağlamaz. Hayır, kendini kötü hissedersin.
Yani servetin lanetlerin­ den biri hayal kırıklığıdır. Servetin başka lanetleri de var tabii. Piyango
kazananlarla ilgili incelemeler yapıldı; aniden milyonlarca doları kucağında bulan bu insanlar
genellikle mutlu olmuyor. Sorun kısmen parayı nasıl harcayacaklarını bilmemelerinden
kaynaklanıyor. Yani para insanı bir yere kadar mutlu edebilir, ama insanlar onu pek akıllıca
harcamıyorlar. Psikologların önerdiği şekilde harcamaya yanaşmıyorlar, en mutlu olacakları şekilde.
Kaygı
Yeryüzündeki tüm yaşamın gelişip vücut bulmak için daima uygun bir madde ve enerji
akışına ihtiyacı olmuştur. Yaşam için harcanabilir bir enerji kaynağı gereklidir. Canlı varlıkların
sürekli bir akışa ihtiyacı var; hepimizin kimyasal elementler halinde maddeye ihtiyacı var: karbon,
hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve sülfür. Susama ve açlık olarak hissedilen durumlar, yani su
yokluğu ve karbon bileşimlerinin yetersizliği, her zaman madde ve enerji akışındaki aksaklıkların
aşikâr ve acil sinyalleridir.
Enerji ve madde akışındaki kesinti veya hatta zamanlama düzensizliği mutlaka strese yol açan
evrensel olgulardır. Biz "yorumcu memeliler"iz: bu ihtiyaçların akışı sekteye uğrarsa, kısıtlanırsa
veya ciddi tehditler algılarsak, stres yaşarız. Ve ne olursa olsun şunu unutmayın: strese kapılabilen
varlıklar dünyasının, bu biyolojik dünyanın sadece minik bir parçasını temsil ediyor insanlar.
Dolayısıyla, Eduardo Punset bu uzmanlara ve bilimcilere kendisini ilgilendiren kaygı ve bilinç
çalışmaları hakkında sorular sorarken, lütfen bunları şüphecilikle okuyun.
Kimse Patron Değil
Daniel Dennett ile Söyleşi
(Daniel Dennett, Tufts Üniversitesi, Bilişsel Çalışmalar Merkezi'nde yöneticidir)
Şempanzelerle insanlar kendilerini aynada tanıyabilen yegâne hayvanlar. Kişisel bilinci
olanlar belki de sadece bunlar. Belki bir de yunuslar ki onlar balık değil memelidir. Peki, evrim
tarihinde nerede ve ne zaman ortaya çıktı kişisel bilinç? Bilinci tarif etmeye çalışırken, ruhu mu
resmediyoruz?
Dennett gibi en indirgemeci bilimciler bilinç konusunda ihtiyatlı bir tutum takınırken, Deepak
Chopra gibi zihnin kudretini en yılmaz şekilde savunanlar da doğayı anlamada izlenecek yöntemi din
değil, bilim olarak işaret ediyor.
Bilim camiası ruhun varlığını inkar edince kopan gürültü beklenmedik bir şey değil.
İndirgemecilik karşıtlarının feryadı, özgür iradenin bulunmadığı bir var oluşa ilişkin derin
korkularından kaynaklanıyor.
Eduarda Punset: Demek bu makinenin, yani vücudumuzun bir ruhu yok?
www.altinicizdiklerim.com
9
Daniel Dennett: Aynen öyle, bir ruhu [spirit] yok.
E.P. Ne de bir can [saul].
Da.D. Can olabilir. Ruha gelince, insan vücudunu ele alalım, ne buluyoruz? Birkaç milyar
farklı hücre, canlı hücre, nöronlar -her türden hücre yani. Ama hücrelerden hiçbiri kim olduğumuzu
ne bilir, ne de umursar.
E.P. Bilinç ne demek? Yani herşey nasıl başladı?
Da.D. Benim bilgilerime göre, bilinci anlamanın yolu evrimcinin sorusunu sormaktan
geçiyor: neden? Bilinç geleceği kestirebilelim ve öngörü sahibi ola bilelim diye var, böylece plan
yapıp hayatta daha iyi bir yol çizebiliriz. Bilinç, daha doğru bir deyişle, şu anda gerçekleşmeyen
şeyleri beynin resmetme gücüdür, geçmiş ve gelecektekileri. Bilincimiz o güçtür, fiziksel dünyanın
kendini resmetme kapasitesidir.
E.P. Peki hangi genler bilgiyi bir beyinden ötekine taşıyor?
Da.D. Onlara mem [meme] diyoruz.
E.P.Mem?
Da.D. Evet, Richard Dawkins'in ortaya attığı bir terim; memlerin genler gibi olduğunu
söylüyor; kültürü aktaran ve kopyalayan birimler. Mesela kuş yuvası yapmak veya yeraltı yuvası
kazmak için kullanılan yöntemleri düşün. Şempanzelerin değnekle terrnit yakalayabildikleri
keşfedildi, ağaç gövdesinden su çıkarıp içmek için sünger de kullanıyorlar. İnsanlarınkine kıyasla
kültürel aktarının bir alt biçimi, ama yine de var. Mesela, insan kültürünün etkisinden uzak ıssız bir
adada büyüseydik, bir şempanzeden o kadar da farklı olmazdık. Aritmetiği, dili, aşçılığı veya tarımı
kim icat edecekti? Bu yetenekler, tamamıyla insana özgü bu beceriler, kültürel aktarım yoluyla
edinilmiştir ve zihnimizi oluşturan şey de bu. Insanlığı şöyle bir göz önüne getirirsen, zihinlerinin
sadece beyinlerinde değil, kütüphanede, bilgisayarlarda, arkadaşlarda ve ömürleri boyunca edinilen,
düşünmek için kullanılan tüm araçlarda bulunduğunu görürsün. Bir insan bu araçlar olmasa, epey
savunmasız hale gelir.
Da.D. Beynin en temel kabiliyetlerini bile anlamış değiliz aslında, mesela çarpım yapma,
yürüme veya bir kediyi bir kaseden ayırma kabiliyetini. Bu sorular kolay cevaplanmayabilir, ama
zihnin gizemli güçleri olduğu şeklindeki yaklaşımın işe yarayacağına inanmıyorum. Zamanla beynin
işlevlerini normal biyolojik kavramlarla açıklayabileceğimize inanıyorum.
E.P. Evreni gözlemleyip bilgi edinmeye çalışıyoruz, peki duyularımız nereden geliyor?
Da.D. Herşeyden önce, unutma ki, bu tip soruları ortaya atan tek tür biziz. Kediler ve
köpekler oturup ne hayatın anlamı üzerine tefekküre dalıyorlar, ne de yeryüzündeki pozisyonlarına
kafa yoruyorlar. Durumları anlamlı, çünkü evrim tarihlerine ve kendi tecrübelerine dayalı bir
duyumları var. Bir köpek belli bir görsel durumun tehlike anlamına geldiğini bilir, mesela kendisine
bir kez sopayla vurmuş olan bir adamı farkettiğinde. Duyumu buradan geliyor. Köpeğin beyni, bu
duyumu hafızadan süzüp belli durumlara uygulayabilmek üzere tasarlanmış. Bizim beyinlerimiz de
aynı şekilde işliyor, ama biz dil becerimiz sayesinde olaylar üzerine düşünebiliyor ve biyolojik
yapımızdan gelen duyumlar üzerine anlam katmanları oluşturabiliyoruz.
E.P. Sezginin rolü ne öyleyse? Einstein, başka hiçbir şeyin işe yaramadığı durumlarda,
keşiflerin derin bir sezgiden doğduğunu söylemişti.
Da.D. Doğru, ama sezgi ne? Aklımıza parlak bir fikir geldiğinde ve onu sezgiyle
bulduğumuzu söylediğimizde, aslında o fikri nasıl bulduğumuzu bilmediğimizi itiraf ediyoruz. Bir
başka deyişle, beyinde birbirleriyle yarışıp fikirler öne süren nöronlarımız sayesinde gerçekleştiğini
söylüyoruz. Bazı insanların beyinleri yeni fikirler üretmede diğerlerininkinden daha iyi, muhtemelen
www.altinicizdiklerim.com
10
geliştirdikleri düşünme alışkanlığı sayesinde. Aslında kendilerine farklı düşünmeyi öğretiyorlar, ama
bunda sıradışı bir şey yok.
E.P. Bilinç hakkında ne söylenebilir? Sen çok ünlü bir uzmansın ve bilinç kavramı üzerine
epey kafa yordun, yine de seni indirgemeci olmakla suçluyorlar.
Da.D. Bilinç konusunda sanırım büyük ilerleme kaydettik. Onu yapı elemanlarına ayırıyoruz.
Böylelikle, bilincin bütün bu elemanlardan oluştuğunu ve dereceleri bulunduğunu anlarken, müthiş ve
gizemli bir şey olduğu yolundaki yaklaşıma da tedricen açıklık getiriyoruz. Bakterileri inceleyince,
bilinç diye bir şeyleri bulunmadığını, bir bakterinin sadece minik bir robot olduğunu görüyoruz.
Beyin hücreleri de aynı tabii, çünkü onlar da minik birer robot. Bir ağaca bakınca, onun bilinçli
olmadığına inanabiliriz.
Ama canlı; bir bilinci olmayabilir, ama hassas: etrafındaki dünyayı ayırdediyor ve çok soğuk
ya da sıcak olup olmadığını, yeteri kadar su ya da rüzgâr bulunup bulunmadığını ölçüyor.
E.P. Bazı biyologlar "bakterilerin bilinci var mı, yok mu?" diye düşünüyorlar. Bakterilerin,
bilinçliymişcesine, manyetik akımları takiple hareket etmeleri hayret verici.
Da.D. Aslında, hareketin hızı çok önemli. David Attenborough bitkilerin gizli yaşamı üzerine,
The Private Life of Plants ["Bitkilerin Özel Yaşamı"] adlı şu harika televizyon dizisini yaparken,
bitkilerin büyümesinin nasıl hızlandığım gösteren harika sahneler çekmişti. Asmaların nasıl
büyüdüğünü, kıvrıldığını ve ağaçlara dolandığını gösteriyordu.
E.P. Bilinçli olarak?
Da.D. Bitkiler sanki bilinçliymiş gibi görünüyordu. Ama sadece tepki süresi yüzünden böyle
bir etki oluşuyor. Bir insanı bir ağacın büyüme hızına çeksek, epey donuklaşırdı. Bu kişinin hiç de
bilinçli olmadığını düşünürdün, bir robot gibi. Robotların bilinçli olmadıklannı düşünürüz, çünkü
aptal görünürler, "BEN-BİR-RO-BO-TUM" gibi şeyler söylerler. Ama Yıldız Savaşları'ndaki C3PO
ve R262 gibi robotlar bilinçli görünüyordu, çünkü bizim tempomuzda, düzgün hareket ediyorlardı.
E.P. Sana iki soru sormak istiyorum:
Birincisi, beynin olup biteni yorumlaması için bu eşzamanlılık mutlaka gerekli mi?
Ve ikincisi, fabrikada, yani bedende bir patron olmadığını anladığımıza göre, bu ışıkla, bu
görsel imaj girişiyle, sesin buluştuğu bir nokta var mı?
Da.D. Sinyallerin buluştuğu birden fazla nokta var. Pek çok nokta var ve bu buluşmalar farklı
zamanlarda gerçekleşiyor. Sinyal gelişinin önem arzettiği bir beyin bölgesi olmadığını anlamamız
lazım. Uyarımların "artık hepimiz burada olduğumuza göre, bitiş çizgisini geçtik ve burada bilinç
bölgesindeyiz" diye uyum içinde davrandığı bir yer yok. İki, on veya iki bin nokta olabilir. Ve bir
olayın ışık bilgisi beynin bir bölümüne ses bilgisi uyarımlarından önce ulaşır. Uyarımlar başka bir
bölümeyse farklı bir düzende ulaşır. Beyin tüm uyarımları organize edebilir, yeniden düzenleyebilir,
işleyebilir; ama kandırılması mümkündür. "Burası bilinç; son merci burası" diyen bir resmi makam
alanı yok. Dolayısıyla, bilinçli algılamada önce hangi sürecin gerçekleştiği şeklindeki soru, cevabı
olmayan, yanlış bir sorudur.
E.P. Beyin gözlerine odadaki bir resme bakmasını söylerken, ayak parmağına da
kıpırdamasını söyleyince ne oluyor? Beyinle ayak parmağı arasındaki mesafe, beyinle gözler
arasındaki mesafeden daha büyük, dolayısıyla zamanlama şaşabilir. Beyin ikisini biraraya getirmeyi
nasıl başarıyor?
Da.D. Beynin, bu "uyarım" problemine bir çözüm bulmak için çok zamanı oldu bütün bir
evrim süresi. Ve buldu. Beyin motor sinyaller göndererek hareketi başlatırken, beklenti süreleri de
belirliyor. Belli bir süre sonra kimi sonuçlar bekleniyor. Mesela, Boston'dan Kalifomiya'daki birine
mektup yollarsan, cevabı ertesi gün beklernezsin, ama hafta sonunda beklersin. Beyin çok çabuk
www.altinicizdiklerim.com
11
gelen sinyallerle kandırılabilir ve bu, kendi dahili beklenti süreleri yüzünden beyin için anormal bir
durum yaratır. Nihayetinde, eşzamanlılık açısından beyni şaşırtmanın tek yolu, beklentilerini boşa
çıkarıp iptal etmektir. Olaylar, beynin beklediği şekilde gerçekleştiği sürece, herşey yolunda
demektir.
Karanlığa Kapatılmış
Rodolfa Llinas ile Söyleşi
(Rodolfo Llinas, New York Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Fizyoloji ve Nöroloji bölüm başkanı ve Thomas ve
Suzanne Murphy Nöroloji Profesörü'dür.)
Bazı insanlara göre beyin evrendeki en mükemmel organ, diğerlerine göreyse çapraşık,
gelişigüzel bir evrimin tesadüfî bir yan ürünü. Artık zihnin sıkıca beyne demirlenmiş olduğunu
biliyoruz.
E.P. Sadece ihtiyaç duyanlarda beyin olduğunu söylüyorsun. Bitkilerde sinir sistemi yok.
R.L. Doğru. İnsanlar beynin birdenbire ortaya çıktığını sanıyor. Bu doğru değil. Bu hale
gelmesi 650 milyon yıl sürdü. Süreç şöyleydi: iki milyar yılı aşkın bir süre boyunca mikroskopik
düzeyde kalan tek hücreli organizmalar bir şirket, yani bir hayvan oluşturdular, çünkü böylece büyük
avantajlar sağlayacaklardı. Sonra, daha büyük şeylerle etkileşime girebilecek bir sistem yaratıldı. Ve
böylece birbirine taban tabana zıt iki hayat felsefesi doğdu.
Bir yanda bitkilerin felsefesi var; bizim gibi dolaşım sistemleri olan canlı varlıklar, ürüyor ve
ölüyorlar. Ama hareketsizler. Bilfiil hareket etmiyorlar. Yangın çıkınca ağaçlar kaçıp gitmez, ama
ağaçlardaki maymunlar kaçar. Hareketsizliğin felsefesidir bu: Hareket etmeden sağ kalmanın asgari
gereğini yerine getiririm. Diğer yanda da diğer felsefe var, hareketinki. Ama hareket edebilmek için
sinir sistemine muhtaçsın. Sinir sistemi bu yüzden ortaya çıktı, hareket etme ihtiyacı yüzünden türedi.
E.P. Beyin aslında bu hareket eden canlı organizmalarla ortaya çıktı?
R.L. Evet, kasti hareket kabiliyetine sahip organizrnalarla. Bir yere gitmek veya bir pozisyon
almak istiyorum. Mesela ağaçlar rüzgârla ya da güneşin pozisyonunu değiştirmesiyle hareket eder,
ama hayvanlar dış dünyada hareket etmek zorunda ve dolayısıyla neye yaklaştıkları veya neden
uzaklaştıklarına dair, çok ilkel de olsa, bir imgeye muhtaçlar. Kendilerini yiyecek bir insanın veya
hayvanın ağzına doğru gidiyor olabilirler mesela. Dolayısıyla, içerde basit bile olsa bir dış dünya
imgen yoksa hareket çok tehlikelidir. İşin püf noktası bu.
R.L. "Gol!" diye bağırıp masaya vurduğumda, ağzını ses çıkarırken, aynı anda kolum da
hareket edip masaya enerji aktarıyor. Tek bir anda işlevsel bir durum yaratılmış oluyor. Parçaları ardı
ardına sıralayamam. O an beynin içini gözlemlesen, aynı anda "Gol!" diyen milyonlarca hücre
görürsün, stadyumdaki seyirciler gibi. Kafanın içinde aynı anda harekete geçen milyonlarca hücre
düşün.
E.P. Bilinç. Yaşamın bir sistem olduğunu söylüyorsun.
R.L. Evet, bir mitokondriyum veya bir hücre kendi başına canlı değildir, yaşam diye
tanımladığımız vasıflara sahip olan şey sistemdir. Bisikletin prensibidir bu. Bisikletin ruhu
sistemindedir, lastikte veya gidonda değil.
E.P. Ama bu sistemin faaliyetlerinin yüzde 90'ı otomatik. Ya gerisi?
R.L. Biz insanlar beyinsel hayvanlarız. Tek başına sağkalım yeteneğinden yoksun olarak,
çıplak olarak doğuyoruz. Ölürken de aşağı yukarı cenin biçimindeyiz. Hep çocuk gibiyiz. Hayvanlar
âlemi içinde gücümüzü ölçersek, sıfırın altında olduğunu görürüz. Tavuklar nerdeyse bizden daha
hızlı koşuyor. Hemen hemen bütün hayvanlar bizi koşuda geçer. Yüksek fiziksel güç yerine sorunları
hareket etmeden düşünüp çözmek için karşılıklı etkileşime dayalı yeni bir sistem geliştirdik. Beynin
içinde pek çok muhtemel çözüm ele alınır ve en iyisi uygulamaya konur. Sinir sisteminin böyle bir
www.altinicizdiklerim.com
12
kabiliyeti var, ama düşünmek zorunda kalmadan soluyabilmesi, sindirebilmesi veya hareket
edebilmesi lazım. Bunu otomatik, bitkisel beyin hallediyor. Ve yeri beyin sapıyla hipotalamustur.
Diğeri, bilinci yaratansa, kortekstir.
E.P. Ve o en yenisi, en son gelişeni.
R.L. İki büyük sistem var: biri daha ilkel, tutkularınki; acı, her tür tutku, kıskançlık, tembellik,
şehvet, açlık ve duygular. Bu müzakereye açık değil. Birini ya seversin ya da sevmezsin, bir şey sana
ya zevk veriyordur, ya da vermiyordur-sürüngendeki gibi. Gerçeklikle müzakere sadece ikinci
sistemde mümkündür, neokortekste, ama o da tamamen tutkuların boyunduruğu altındadır.
Korkuyla Diyalog
Joseph Ledoux ile Söyleşi
(Joseph Ledoux, New York Üniversitesi'nde Nöroloji ve Psikoloji Profesörüve Henry ve Luc Moses Bilim
Profesörü'dür.)
Joseph Ledoux: Bilinçle herşeyi kontrol edebileceğimizi düşünmek işimize geliyor, ama
beyin kolaylıkla bilinç dışı davranış da sergileyebiliyor. Aksi halde, her adımımızı veya her
nefesimizi hesaplamaktan başka bir şey yapamazdık. Bilinç dışı süreçler hayatlarımızın temel
unsurudur. Bazıları önemsiz görünür, mesela soluma ya da yürüme. Mesela konuşurken, cümle
kurmak için özneyle yüklemi nasıl sıralayacağımızı düşünmeyiz, otomatikman yapı veririz, çünkü
beynimiz hazırdır. Duygulara gelince, onları bilinç dışıyla düzenlediğimize inanmak daha zor geliyor,
ama gerçekte soluma veya yürüme gibi, onlar da bilinç dışının bir parçasıdır.
E.P. Hep amigdalanın önemini vurguluyorsun. Duygularımızı kontrol ettiği anlaşılan
amigdala beynin hangi bölümünde? Bir başka deyişle, amigdala duygular veya tutkular aracılığıyla
beynimizi kontrol ediyor, ama beynin amigdala üzerindeki kontrolüyse bir gıdımdan öteye
geçemiyor. Feci, değil mi?
J.L. Evet, doğru. Amigdala duygularla ilişkili, mesela korkuyla. İşlevi tehlike uyarımlarını
tespit etmek. Bir ayı saldırırsa, amigdalan tehlikeyi tespit edip bir tepki üretir; kafa yormana gerek
kalmadan, tehlikeye tepki verirsin. New York'ta caddede yürüyorsun ve bir otobüs seni ezmek üzere,
amigdalan tepki verir ve yoldan çekilirsin. Otobüs geçip gider ve ancak o zaman bir tehlike atlattığını
farkedersin.
Yıllar önce Atlanta Olimpiyat Oyunları'nda bomba patlamıştı; CNN kaydında görüldüğü gibi,
insanlar o anda tepki vermedi. Hareketsiz kaldılar, sonra, birkaç saniye geçince kaçmaya başladılar,
herkes o zaman tepki verip kaçıştı. Daima bir ilk tepkimiz var ve sonra duygusal tepkiden bilinçli
tepkiye geçeriz. Duygularımızı kontrol edemiyor değiliz, ilk tepkimizi kontrol edemiyoruz. Başarısız
olduğumuz yer burası. İlk tepkimiz üzerinde pek az kontrolümüz var, ama sonraki kontrolün
temelinde de o var. Dolayısıyla, duygusal davranırken durumu kontrol ediyoruz. Durumu kontrol
etmedeki yeterliğimiz tartışılabilir, ama daima belli bir kontrolümuz var.
E.P. Biyolojik gelecekte, strese duyarlı olan hipokampüsün rolü tedricen azalırken, tutkularla
duyguların kaynağı olan amigdalanınkiyse gittikçe artabilir gibime geliyor. Zamanla amigdala daha
güçlü ve hipokampüs daha zayıf hale gelebilir mi?
J.L. Herşeyden önce şunu belirtmemde fayda var: hipokampüs bilincin merkezi değil; belli
bazı hatıraları bilincimize ulaştırır ama -bilince erişimi amigdaladan daha direkt gibi görünse debizzat bilinci temsil etmez. Soruna cevaben diyebilirim ki, gelecekte insan beyninin evrimi, gerilim
nedeniyle hipokampüsün tedrici büzülmesi ve amigdalanın büyümesi şeklinde olabilir. Aslında
evrimsel bakış açısına göre herşey mümkün. Ve şu an, beynimizin nereye yöneleceğini bilmek zor,
çünkü hızlı bir değişim evresindeyiz. Beynin değişebilmesi için uzun bir süre lazım. Primatların
evrim seyrinde, amigdalayla beyin korteksi arasında bağlantılar kurulduğu anlaşılıyor. İyimser
tahminler arnigdala ve korteksin birbiriyle savaşmayı bırakıp bir dengeyi yakalayacağı yörıünde.
www.altinicizdiklerim.com
13
Gelecekte insan beyninde ne duygular bilince hükmedecek, ne de bilinç duygulara. Duygularla bilinç
birlikte çalışacak.
Kahreden Üzüntü
Kenneth Kendler ile Söyleşi
Tehlikeli bir dünyada ideal olan, ılımlı bir endişe seviyesidir. Kenneth Kendler
Lewis Wolpert depresyonun ciddi bir hastalık olduğu düşüncesine en büyük katkıyı yapan
bilimcilerden biriyse, Kenneth Kendler da endişe ve depresyonun biyolojik ve genetik sebeplerini en
iyi teşhis eden bilimcidir. Bu ikiz bela modern şehir insanlarının sağlığı karşısındaki en büyük
tehditler arasında yer alıyor.
Eduardo Punset: Kenneth, endişe göründüğü kadarıyla evrimsel bir özkaynak. Tehlike veya
şiddet tehdidi karşısında tepki vermemize yardım ediyor. Peki, ama neden öğrencilerim
sınavarifesinde hala kırk bin yıl önce bir kaplan veya aslan yüzünden duyacakları aynı endişeyi
duyuyorlar?
Kenneth Kendler: Senin de gayet doğru bir şekilde belirttiğin gibi dünya çok tehlikeli bir
yer. Hayvanlar tehlike potansiyeli olan bir uyarıcıyla karşılaştıklarında endişe veya korkuya tepki
veriyorlardı. Beynin alıcıları etrafımızdaki uyarıcılara veya tehlikelere duyarlıdır, bu sayede tehlikeye
karşı önceden hazırlıklı hale geliriz. Ama tehlikeye aşırı kafa yormak da çok fazla zaman ve enerji
tüketir. Sağkalım aleyhine işler. Evrimde ne oldu? Genler bireyleri belli endişe seviyelerine
uyarlayacak şekilde gelişti ve tehlikeli bir dünyada ılımlı bir endişe seviyemiz olması idealdir.
Tehlikeye rağmen endişelenmemek evrimsel anlamda pek akıllıca sayılmaz tabii.
E.P. Belli ki, genlerimiz bizi kırk bin yıl önce yaşadığımız çevreye iyi hazırlamış. Kırk bin yıl
öncesinin tehditleriyle savaşmak için iyi hazırlanmışız, ama tehditlerin değiştiği modern koşullar için
bayağı kötü yetiştirilmişiz.
K.K. Kesinlikle. Bu alanda çalışanlarımız açısından hayret verici bir durum. İnsanlar niçin
örümceklerden, yılanlardan, sıçanlardan veya şimşekten korkup doktora görünür de, beri yanda
çocuklara gerçekten zarar veren silahlar, arabalar veya elektrikli cihazlar konusunda kimsenin
irrasyonel bir korkusu yoktur?
İnsanlar evrim sırasında tehlikeli olan uyarıcılardan korkmaya programlanmış gibi görünüyor.
Evrim, silahlar veya elektrikli cihazların günümüzde yılan veya örümceklerden daha tehlikeli
olduğunu hesaba katacak zaman bulamadı.
E.P. Fizikçi olan bir konuşmacının dediği gibi, boyutlarımız uygun değil]. Biz insanlar
galaksileri görmek için fazla küçük ve atomların, moleküllerin ve hücrelerin minicik gerçek âlemini
görmek içinse fazla büyüğüz. Bu minik yaşam sence önemliydi. Deneye çok değer veriyorsun, öyle
ki, psikiyatrinin bile biyokimyasal bir temeli olduğuna inanıyorsun.
K.K. Zihin beyin ilişkisiyle ilgili sorun gerçekten harika. Bir psikiyatrist olarak sanırım
zihinle beden arasındaki bağlantıyı anlamak bakımından en ayrıcalıklı bir konumdayım. Zihin beden
ilişkisini kurmaya çalışan tıp disiplini psikiyatridir. Tipik bir klinik durumu ele alalım: depresyondan
muzdarip olan genç bir kadına bakıyorum. Kendini nasıl hissettiği ve sorunlu baba kız ilişkisinden
kaynaklanan evlilik problemleri üzerine konuşuyoruz. Zihinsel dünyasıyla, kimliğiyle ilgili derin
meseleler üzerine konuşuyoruz, ama görüşme sırasında benim bu hattan çıkmam da lazım, onun
nörolojik sisteminde ne olup bittiğini, sisteminin hipokampüsü ve amigdalayı nasıl etkilediğini ve
reseptörleri düzenlemek için ona doğru ilaç dozu verip vermediğimi düşünmem lazım. Sonra yine
hattan çıkıp, tekrar zihin dünyasına dönmem gerekiyor. Yani biz psikiyatristler günlük çalışmamızda
hep zihinle beyin arasındaki bu çapraşık ilişki üzerine kafa yorarız.
İnsanın temel bir özelliği var, biz hikâyeler anlatan hayvanlarız. Kendi hikâyelerimizi
anlamaya ihtiyacımız var.
www.altinicizdiklerim.com
14
Davul Vuruşları
Steven Strogatz ile Söyleşi
(Steven Strogatz, Cornell Üniversitesi’nde Teorik ve Uygulamalı Mekanik Profesörü’dür.)
“Faz geçişleri yaratan kendinden yönetim sistemleri" gibi muammalı ifadelerin ardında şu
konulara ilişkin bir arayış vardır: aynı büroda çalışan bir grup kadının adet dönemlerindeki
eşzamanlılık eğiliminin sebebi, aniden kanserlenmeye karar veren bir hücrenin geçirdiği şok,
Borsa'nın çöküşü, beyinde bilincin ortaya çıkması, kalp hücrelerinin eşzamanlı atışı veya çok Uzun
süre buzlukta kalan votka moleküllerinin buz biçiminde kenetlenip şişe ağzından bardağa dökülmeyı
reddetmesi. Strogatz bu bilmeceleri basit bir dille cevaplamaya çalışıyor, uzmanları hüsrana uğratma
pahasına.
E.P. Sync: The Emerging Science of Spontaneous Order ["Eşzamanlılık: Kendiliğinden
Düzenin Yükselen Bilimi"] adlı kitabında birkaç kez değindiğin bir mucizeden sözedelim, Tayland'ın
ateş böceklerinden. Hepsi aynı anda, aynı saniyede aniden ışık saçan yüzlerce ateş böceği var orada,
ama nasıl iletişim kurduklarını bilmiyoruz. Yoksa bu bir cinsel yarış meselesi mi, erkekler ilk ışığı
saçarak dişilere sürpriz mi yapmaya çalışıyor? Bunu nasıl hep birden yapa biliyorlar?
S.S. Evet, sanırım bu nispeten iyi anlaşılan birkaç durumdan biri. Bu muhteşem doğa olayına
katılanlar yalnızca erkek ateş böcekleri. Tayland'da, denize dökülen nehirlerin kenarlarında
gerçekleşiyor; ağaç yapraklarındaki binlerce erkek ateş böceği, gece güneş batınca güneşle yarışmayı
bırakıp birbirlerini görmeye başlıyorlar. Başlangıçta kesinlikle bir düzen yok; rastgele ışık saçıyorlar,
koordine olmadan, aynen Birleşik Devletler'de bir etkinlik sonunda tezahürat yapan izleyiciler gibi.
Başlangıçta biraz dağınıktırlar, sonra ikili, üçlü veya dörtlü gruplar halinde ışık saçmaya başlarlar ve hemen değil- bir saat sonra bir millik nehir kıyısı ağaçlardan aynı anda ışık saçan bu böceklerle
kaplanır.
E.P. İçimizde bulunan bir başka büyüleyici şey de biyolojik saat, aşağı yukarı aynı saatte
uyanmamızı veya uyumamızı sağlayan şu gündevirsel [circadian] refleksler. Bu günlük döngülerin
yeri beyin mi, yoksa hücreler mi?
S.S. Harika bir soru. Hepimizin bildiği günlük döngülerimiz var. Çalar saat kullanmadan her
gün aynı saatte uyanabiliyoruz, çünkü vücuttaki bir şey bize saati haber veriyor. Mesele, onun nerede
olduğu? Bana sorarsan, vücudun her bir hücresinde. Her hücrenin yirmi dört saat boyunca
etrafımızdaki dünyayla uyumunu sağlayan biyokimyasal döngüleri var. Dediğin gibi bir ana saat var,
beyin, yeri çok ilginç. Dış dünyayla, yaşamla temas halinde olan iki gözürnüz var. Gözlerin içinde de,
beyne bağlanan ve bu bağlanııyı yapmak için biraraya gelmiş optik sinirler var.
Bu kavşakta, iki sinirin biraraya geldiği yerde, binlerce hücrelik bir grup var, beynin
derinlerinde, hipotalamusta ve bu hücrelere suprakiazmatik çekirdek deniyor.
Bu kelimenin etimolojisi şöyle: "üst" demek olan Latince supra'dan ve chiasma'dan, yani
optik sinir lerin kesiştiği yer olan optik çaprazlaşmadan geliyor. Her hücre, yapı taşlarıyla birlikte
Petri kabı benzeri bir şeyde tutulan küçük bir elektronik saat gibidir ve her hücrenin yirmi dört saatlik
bir döngüde yükselip alçalan bir voltaj ritmi vardır. Beynin veya bedenin geri kalanına ihtiyaçları
yoktur. Bunlar kafamızın içindeki küçük saatlerdir.
Beyinde biyolojik saatin işlemesi yüzünden. Hepimiz yaşamışızdır, uzunca bir süre uykusuz
kalınca, ortalık ağarmaya başladığında biz de uyanmaya başlarız, ışığı göremesek bile. Mesela
bilgisayarla çalışan biriysen ve bir işi bitirmek için bir gece ayakta kalırsan, içeri dolmaya başlayan
ışığı görmeye gerek kalmadan, uyandığını hissedersin, sanki ikinci bir siestadan uyanıyormuş gibi.
Bu ikinci siesta biyolojimizden kaynaklanıyor ve vücut uyanmaya başladığında olan bir şey. Kortizol
denen bir hormon var, böbrek üstü bezesince salgılanıyor, vücudun stres hormonu. Bizi günlük
faaliyetlere, mücadeleiere hazırlar. Vücut ısısı asgariden yukarıya doğru çıkar, vücudun birçok işlevi
devreye girer ve vücut uyanmaya başlar.
www.altinicizdiklerim.com
15
Gece çalışan insanlar için büyük bir sorun, çünkü bu insanlar işten sonra eve gittiklerinde
uyumak zorundalar, bunu yapacakları başka bir vakitleri yok, ama trafik veya çocukların
gürültüsünden veya odaya giren ışık yüzünden çoğunlukla yapamazlar. Uyumalarını bu faktörlerin
engellediği kabul edilir, ama ideal koşullarda bile beden o vakit uyuyamaz. Farklı zaman dilimleri
arasında seyahet eden ve jet yorgunluğundan muzdarip olan insanlara değişik bir tavsiyede bulunmak
istiyorum. Her insan farklı şekilde hisseder: bazı insanlar jet yorgunluğundan hiç çekmediklerini,
çünkü uçakta uyuduklarını ve yolculuğu dinlenmiş halde bitirdiklerini söylerler. Bu insanlar jet
yorgunluğunu bir uyku eksikliği olgusu sanıyor, ama bu doğru değil, Jet yorgunluğu, vücudun
gündevirsel ritim düzenleyicisi, yani dâhili saati bir önceki zaman diliminde kalınca gerçekleşen
şeydir. Birleşik Devletler'den İspanya'ya gidersem, zombi kuşağının mesela bir toplantının ortasında
bir şey yaparken devreye girer ve bu bir sorundur. Jet yorgunluğu dediğimiz şey bu.
E.P. Bir başka mucize: bir odaya kapatılan beş veya altı kadının aynı anda adet görecekleri
doğru mu? İnanılmaz bir şey; bir kadın nasıl diğerleriyle iletişim kuruyor? Kimyasal maddeler
yoluyla mı, yoksa zihin yoluyla mı? Kadınlara eşzamanlı adet gördüren şey ne?
S.S. Testler kimyasal madde yoluyla olduğunu gösteriyor, ama henüz belirlenmiş değil,
muhtemelen terdeki bir kimyasal madde. Bu testler 1970'lerin sonlarında yürütülen bir çalışmadan
geliyor. Genoveva adında bir kadın, her yaz tatilinde üniversiteden eve döndüğünde kız kardeşlerinin
kendi adet dönemine eşzamanlandığını farketti. Durumu inceleyen doktorların görüşüne göre bunun
sebebi, kokusuydu diyenem, çünkü hiçbir koku yaymıyordu, ama ürettiği bir kimyasaldı, bu kız
kardeşlerine aktarılıyordu. Bunu göstermek üzere koltukaltlarına ucu pamuklu çöp çubuklar koydular,
bu terli çubukları her gün alıp alkole batırdılar ve alkolle karıştırdılar. Buna "Genoveva esansı"
dediler, parfümmüş gibi. Sonra "Genoveva esansı"ndan küçük örnekler alıp bunu, binlerce mil uzakta
yaşayan, onu tanımayan, onunla hiç temas etmemiş kadınların üst dudaklarının üzerine; burun altına
koydular. Kadınlar ter salgısında bulunan kimyasal maddelerin kokusunu alabiliyorlardı. Ve
inanılmaz olan şu ki, birkaç ay içinde adet dönemleri mükemmelen eşzamanlı hale geldi, onunla hiç
karşılaşmadan.
Hayatta verdiğim önemli kararlar kalbine güvenmenin daha iyi olduğunu öğretti bana.
Romantik bir fikir, ama epey işe yarıyor. Kalbimiz veya midemizle verdiğimiz kararlar hep daha
doğrudur nedense. Belki de bunun nedeni, o kararları verirken, daha fazla bir..., doğru kelimeyi
bulamıyorum. Sanırım herkes bunun doğru olduğunu bilir, karar verirken kalbimizi dinlemeliyiz,
çünkü o gereken tüm bilgiye sahiptir. Bir fikirden vazgeçme olasılığını değerlendirirken veya
avantajlarla dezavantajları tartarken ya da her iki tarafta da mantıklı gerekçeler varken, en doğrusunu
genelde kalp bilir. Bilmiyorum. Bilim için bir başka iyi soru bu. Karar verirken kalp ve mide neden
beyinden daha iyidir?
İlk eklem bacaklıların dört yüz milyon yılı aşkın bir süre önce Paleozoik dönemde ortaya
çıktığını öğrendiğimizden beri, muhtemelen herkesin mırıldandığı bu kadim soru bir başka soruyu
getiriyor, tüm düşüncenin kaynağı olan daha önceki bir soruyu:
"Beyinlerimize güvenebilir miyiz? Hücreler uyumlu çalışıyor mu?" Diğer türlerde hücreler
kimi komşu hücrelere güvenilmeyeceğini keşfeder.
Hayvan dokularında bazı hücreler uzlaşmayı bozarlar. Ansızın ve uyarmadan veya belli bir
sebep bulunmaksınız kendi başlarına hareket etmeye başlarlar. Dokunun titreşim ve ritmini ihlal
ederler.
Ve Alfredo Tiemblo gibi seçkin fizikçiler şu gizemi çözmek epeyce kafa yormuşlardır:
atomlardan oluşan bu evren neden kökeni üzerine düşünmek, amacım irdelemek ya da sırf
saçmalığına işaret etmek için beyne ihtiyaç duydu?
Eduardo Punset: Üzerinde yaşadığımız bu dünyayı doğru algılamaktan daha önemli bir şey
var mı bilmiyorum. Algılama işini nasıl yapıyoruz?
www.altinicizdiklerim.com
16
Richard Gregory: Tamamen haklısın. Beyin pek çok tahminde bulunur ve gözler aracılığıyla
küçük imgeler elde eder, ama bu yeterli değildir. Gözle edinilen imgeler bakılan nesnelere hiç de
tekabül etmez. Birbirinin aynı değildirler. Bir masaya bakınca onun sert ve sağlam olduğunu
hissederiz. Üzerine rahatlıkla bir şeyler koyabileceğimiz çıkarsamasını yaparız. Gözün posta pulu
büyüklüğündeki bir imgesine dayanarak gerçek bir nesne hayal eder beyin. Küçük bir imgeden yola
çıkarak dünyanın gerçekliğine dair bir duyuma varabilmemiz müthiş bir şey. Bu her zaman
gerçekleşmiyor tabii. Daha fazla araştırma yapılmalı.
E.P. Bana tanınmış New York'lu bir nörofizyoloğu, Rodolfo Llinas'ı hatırlattın. Diyor ki,
kabukluların aksine, bizim iskeletimiz ve beynimiz içte, etimizse dışta. Beyin tamamen kaplanmış,
karanlıkta; senin gibi Llinas da beyni, çok az ve çok muğlâk bilgi aldığı için, dışarıda olup bitenin
sadık bir yorumcusu olarak görmüyor.
R.Gr. Tümüyle katılıyorum. Demin renklere gönderme yaptın. Renklere bakacak olursak,
mesela büromdaki halının kırmızı olduğunu görüyoruz, demek ki, beyinde kırmızı rengi üretecek
şekilde gözü uyaran bir ışık dalgaboyuna sahip. Görüş ve beyin olmasaydı, evrende renk olmazdı.
Renk beyinde yaratılıyor ve nesneye psikolojik olarak yansıtılıyor. Bu sayede kırmızıyı yeşilden,
siyahı beyazdan ayırdediyoruz. Hepsi beyinde, dış dünyada değil.
Ressamlarla yaşanan bir başka büyük ihtilaf konusu da, beyin milyonlarca yıldır, görüş
varolduğundan beri biliyor olsa da, daha geçenlerde -Rönesans 'ta- keşfedilen perspektiftir. Bir
nesnenin bizden uzaklığı iki katına çıkınca, imgenin gözdeki büyüklüğü yarıya düşer. Bu yüzden tren
rayları gibi paralel doğrular uzakta kesişir. Floransa katedralinin kubbesini yapan büyük mimar
Filippo Brunelleschi'ye gelene kadar ressamların perspektifi keşfetmemiş olması hayret verici.
Çizgilerin kesişmesinin derinlik ve perspektif verdiğine ilk dikkat çeken oydu. Bunu kendi
tasarımlarına uyguladı ve o zamandan beri neredeyse bütün ressamlar bu tekniği kullanmışlardır.
Ama Brunelleschi'den önce insanlar perspektifi bilmiyordu, beyin beş yüz milyon yıldır kullandığı
halde.
E.P. Varolmayan şeyler bile görebiliriz, değil mi?
R.Gr. Tabii. Delil olmaksızın, çok az bilgiden hareketle hipotezler yaratırız, bilimdeki gibi.
Birkaç gözlemden büyük bir evren modeli oluştururuz veya çevremizdeki nesnelerin bir modelini
oluştururuz. Bu hipotez üreticisi bazan hiç yoktan bir fantazi yaratır, yanlış hipotezler üreten
şizofreniklerde olduğu gibi.
E.P. Yani algılamak sadece görmek değil, denemek de aynı zamanda, halüsinasyon gören bir
beyinde bile!
R.Gr. Algıların kontrollü halüsinasyonlar olduğunu düşünüyorum. Göz ve duyulardan onları
kontrol edecek kadar malumat geliyor, ama normalde duyu sinyallerinin kontrolü altında olan şey
yaratıcı bir fantazi, yaratıcı bir kurmaca süreci.
E.P. Beynin sürekli uyarımdan kaçınmaya yönelik bazı stratejileri var gibi görünüyor. Mesela
giyiniyoruz. Bütün gün giyinik haldeyiz, ama bunun neredeyse hiç farkında olmuyoruz, değil mi?
R.Gr. Evet, aynen öyle. Buna adaptasyon deniyor; kanıksama işi periferik sinirlerde başlıyor.
Dediğin gibi, elbiselerini bir kez giydikten sonra artık onları pek farketmezsin, çünkü aksi halde
beyin sürekli önemsiz enformasyon bombardımanı altmda kalırdı. Önemli bir değişiklik olunca,
beynin hipotezlerini güncellerımesi gerekir. Devamlı duyduğumuz bir saat sesini bir süre sonra
duymaz hale geliriz, saat başı vuruşlarını bile duymayız, çünkü önemli değildirler. Vuruşların
olacağını biliriz, artık ilgilenilmesi gereken yeni bir şeyin duyurusu değildir bunlar.
E.P. Son bir soru. Eşyanın görüntüsü ve algısı üzerine derinlemesine düşünmeyi bilfiil
başlatan kişisin. Bu konudaki bunca yıllık gözlem, araştırma, düşünme ve yazmadan sonra, tüm
algının bir yanılsama olduğu kanaatinde misin? Yoksa artık dış dünya, evren aşağı yukarı beyin
tarafından üretilen şey gibi mi geliyor sana?
www.altinicizdiklerim.com
17
R.Gr. Çok ilginç bir soru. Sanırım evet, dışarıda gerçekten bir evren var. Herşeyin bir rüya
olduğunu söylemek saçma. Herşey bir rüya olsaydı, rüya kelimesini kaybederdik. Kelimelerin
anlamlı olması için gerçeklikte karşıtları da olmalı. Herşeyin bir yanılsama olduğunu söylersen,
yanılsama kelimesi yokolur, anlamını yitirir. Mesele şu: Bir şeyin gerçek ya da yanılsama olduğunu
söylerken dayandığımız referans ne kadar doğru? Algının akla uygun bir fizik, bir "mutfak fiziği"
kullandığını düşünüyorum. Kuantum mekaniği veya izafiyet teorisindeyse fizik tamamen farklı bir
gerçeklik tanırlar. Algının gerçekliği akla uygun bir fiziktir -dokunmanın, nesneleri, mesela yiyecek
maddelerini elle tutmanın fiziği. Tehlikeler, gıdalar, dostlarımız, tüm bunlar dünyayı algılamayı
gerektiriyor -bunlar algı için tek gerçekliktir.
E.P. Diyorsun ki, beynin varoluş sebebi hakikati bulmak değil, sağ kalmak.
R.Gr. Evet. Ev yapımında veya mutfak aletleri imalatında kolektif çalışabilmek için
toplumsal mutabakat gereklidir. Bizim de sağ kalmak için yerleşik fikirlere ihtiyacımız var. Sosyal
inançlar eşgüdümlü, kararlaştırılmış eylemleri yürütmemizi sağlıyor. Bunların mutlak bir hakikatle
hiç alakası yok.
Öğrenmek için Rüya
Nicholas Humphrey ile Söyleşi
(Nicholas Humphrey, Londra İktisat Fakültesi, Doğa ve Sosyal Bilimler Felsefesi Merkezi'nde fakülte Profesörü)
Rüyalara belli bir gerçeklik ve gerçekliğe de rüya hüviyeti kazandıran, hakikaten ilgi çekici ilk
bulgu şuydu: bir gerçekliği algılarken de hayal ederken de aynı nöron grubu harekete geçiriliyordu.
Beyin rüyada gördüğümüz imgelerle uyanıkken algıladığımız gerçeklik arasında bir ayırım yapmıyor
anlaşılan. İkinci uyarı işareti, sinir bilimcilerin "duru rüyalar" üzerine gerçekleştirdikleri ve rüyalarda
geçen zamanın gerçek zaman olduğunu belirten deneylerinden geliyor. Rüyalar sıkışıp yoğunlaşmış
değiller. Ölçülebilir zamanda geçiyorlar. Rüyalarla algı dünyası arasında o kadar benzerlik var ki,
onları "çöp DNA" diyerek görmezden gelmek imkânsız. Belki de bilim, uyanıklık, rüyasız uyku ve
rüya şeklinde üç evre sınıflandıran Hindu düşüncesini doğruluyor. Bunların hepsi bilinçte aynı süreç
olarak görülüyorlar.
Eduardo Punset: Göründüğü kadarıyla, ömrümüzün ortalama üç yılını, uykuyla değil,
rüyayla geçiriyoruz. Bu zaman kaybı mı; yoksa rüyanın bir işlevi mi var?
Nicholas Humphrey: Tüm bu süre hiçbir amaca hizmet etmeden geçse çok garip olurdu.
Sanırım rüya evrimsel mirasımızın bir parçası olarak çok önemli bir psikolojik ve biyolojik işlev
görüyor. Şurası aşağı yukarı kesin: insanlarda diğer hayvanlarda olduğundan daha önemli bir yer
tutuyor. Diğer hayvanlar küçük rüyalar görebilirler, ama bunları o sıradışı, hikâye benzeri anlatı
rüyaları olduklarından şüpheliyim.
E.P. Yani, köpeğim kanepede uykuya dalıp havladığında, aslında hikâyeler düşlemiyor?
N.H. Belki avlanmaya ya da bir kediyi kovalamaya dair bir duygu hissediyor, ama insan
rüyaları gibi bir şey değil bu, altı yaşında bir çocuğunki gibi bile değil.
Rüyalarımızda kurduğumuz hikâyeler aracılığıyla alışıyoruz masallara. İlk rüyalarımız
basittir: çocuk rüyalarındaki birçok kahraman diğer hayvanlardır, insanlar çok karmaşık görünür,
tavşanlar, kediler, köpekler ve kaplanlarınsa basit duyguları vardır. Böylelikle çocuklar aktif bir
organizmanın, korku, umut, ferahlık veya acı gibi duygular hissetmenin nasıl bir şey olduğuna dair
fikirler geliştirirler. Sanırım rüyaların ana işlevi, tam olarak, duygularımızı sınamaktır, onları sıradışı
sosyal durumlara çekip zihnimizin nasıl çalıştığını, belki hiç yaşamadığımız, ama gerçekleşebilecek
tuhaf durumlara nasıl tepki vereceğimizi öğrenmektir.
Rüya sırasında gerçekleşen hızlı göz hareketi (REM) gibi fizyolojik işaretler, rüyanın hakiki
bir tecrübe olduğu anlamına gelmez. Çocuk birazcık büyüyene kadar REM gerçekleşmez. İki yaşında
bir çocuğu söz konusu beyin dalgaları gerçekleşirken uyandırıp, ona ne rüya gördüğünü veya
www.altinicizdiklerim.com
18
düşündüğünü sorsak, basit cevaplar verecek, korktuğunu veya dondurma yediği için çok mutlu
olduğunu söyleyecektir.
Çocuk dört yaşına geldiğinde rüyası anlatı şeklini alır, dramatik olabilen ve uykudan
uyandırabilen bir hikâye. "Annemi kaybettim, nereye gideceğimi bilmiyordum, onu bulduğumda bir
mağaranın içindeydi; babamı arıyordum, baktım, uçurumdan düşmüş; çok korktum. Koştum, koştum,
koştum ve sonunda uyandım." Bu tür bir hikâye ki çoğunlukla çok daha kapsamlıdır, çocuğa kaybı,
tehlikeyi ve endişeyi öğretir. Çocuk büyüdükçe, rüyalar gittikçe daha kapsamlı hale gelir. Âşık
olmayı, sevdiği birini kaybetmeyi, ihaneti tecrübe eder. Rüyalar kanalıyla, bir oyun şeklinde de olsa,
gerçek hayatı öğreniriz. Oyun derken tiyatro oyununu kastediyorum. Hamlet'ten ihanetin, ensestin,
nefretin ve intikamın nasıl bir şey olduğunu öğreniriz. Oyunlar her gece rüya aracılığıyla içimizde
sahnelenenlerin benzeri anlatılardır.
E.P. "Öngörü rüyaları" konusunda ne düşünüyorsun? Rüyalar gerçekleşecek şeyleri
öngörmek için kullanılabiliyor. Söylediklerinden başka bir işlevi var mı rüyaların?
N.H. İnsanlar gelecekleriyle ilgili bazı şeyleri rüyalarda arayıp bulacaklardır, bu muhtemelen
kaçınılmaz. Biz insanlar çok batıl inançlıyız. Geleceğe ilişkin her tür bilgi kaynağının peşindeyiz.
Geleceği öngörmek bize sıradışı bir avantaj sağlardı. İnsanlar, insanlık tarihinin başlangıcından beri,
tüm çağlarda, hem dış dünyada, hem de rüyalarda geleceğe ilişkin işaretler aradılar. Rüyalar, Freud
ve Jung'un çalışmalarında da görüldüğü üzere, fevkalade sıradışı ve fevkalade yoruma açık şeyler.
Sonsuz sayıda yoruma yol açan semboller, renkler ve biçimler içeriyorlar. Hayal gücümüzle geleceğe
uyan hikâyeler kurabiliriz. Bir rüyayı inceleyip onun mutlaka bir gelecek kehaneti içerdiğine
inanabilirsin. Bu bir yanılsama sanırım, doğa dışı yetenek değil, tüm öngörü yanılsamasında olduğu
gibi. Ama bu şeylere inanmamızın şaşırtıcı bir yanı yok, çünkü onlara inanmak istiyoruz. Biz insanlar
ürkek yaratıklarız, geleceğimizi bilme ihtiyacı duyuyoruz.
E.P. Bilinçli rüyalar hakkında ne düşünüyorsun, rüya görürken rüya gördüğünün farkında
olmak hakkında, yarı uyku, "duru rüya" hakkında?
N.H. Evet, duru rüya. Hiç duru rüya görmedim, dolayısıyla bu konudaki bütün bilgim
başkalarının tecrübelerine dayanıyor. Bütün rüyalar bilinçlidir: rüyadaki duygularımızı onları
yaşamışız gibi anlatırız. Ama "duru rüya", rüya görenin rüya gördüğünü bildiği sıradışı bir rüya tipi.
Kişi rüyayı kontrol edebiliyor ve rüya boyunca kendi yolunu çizebiliyor. Buradan hareketle dendiki,
madem normal rüyalar gerçekliği keşfetmemizi sağlayacak bir rolü öğrenip oynamamıza yardım
ediyor, o zaman duru rüyalar daha da iyi, çünkü duru rüyada bir anlatı kurabilir ve kendini belirli bir
hikâye içine koyabilirsin, olayları bizzat kontrol ettiğin bir bilgisayar oyunu oynuyormuşcasına.
Gizli Kod
Sydney Brenner ile Söyleşi
(2002) Nobel Tıp ödüllü Sydney Brenner, Salk enstitüsü’nde Seçkin Profesör’dür.
E.P. Senin gibi Nobel Ödül'lü insanları inceleyenler, Nobel kazananlar arasında veya hatta
bilimde genellikle iki tip bilimci olduğunu söylüyor. Pek çok şeyi araştıran vizyon sahibi kişiler ve tek
bir konuda gittikçe daha derine dalan "matkapçılar". Ama çalışmaların üzerine bir şeyler okuyunca,
seni kategorize etmekte çok zorlandım ben. Ne düşünüyorsun?
S.B. Isaiah Berlin'in harika bir denemesi var, "Kirpi ile Tilki" ("The Hedgehog and the Fox"),
aşağı yukarı benzer bir Yunan meseline dayanıyor. Kirpi tek bir şeyi çok iyi bilir, tilkiyse herşeyden
biraz bilir. Bana kirpi mi, yoksa tilki mi olduğumu soruyorlar. Hiçbiri olmadığıma karar verdim. Ben
daha ziyade bir ahtapotum. Herşey hakkında herşeyi bilmek istiyorum, dolayısıyla sekiz kollu bir
ahtapot gibi birçok şeye sarılıyorum.
www.altinicizdiklerim.com
19
E.P. Beyin ve sinir sisteminin geri kalanı hakkında on yıl öncesinden daha fazla şey biliniyor
mu sence? Ve de daha öncesinden? İçeride kapalı bir halde, ışık olmadan ve sadece kodlarla nasıl
çalışıyor?
S.B. Beyin evrilen en karmaşık biyolojik sistem ve insan beyni de beyinler içinde en karmaşık
olanı. İnsanlarınkiyle -en azından karmaşıklıkta- boy ölçüşebilecek tek beyin ahtapot beyni. Bir
omurgasız hayvan için ahtapot beyni son derece karmaşıktır. Ahtapotlar bana ilginç geliyor; beynin
nispeten bağımsız ikinci evrimini görmek için şimdi ahtapotlar üzerine çalışmayı planlıyorum.
S.B. Ahtapotlar muhtemelen fare kadar zeki, ama insanlar kadar zeki değil. Soruna dönersem:
sinir sistemiyle hep ilgiliydim, ama yıllarca hep fazla çetrefil olduğunu düşünmüştüm.
Dolayısıyla temel moleküler biyoloji prensiplerinin artık tamamlandığına kanaat getirince,
Francis Crick de ben de sinir sistemiyle uğraşmak istedik, ama çok farklı yollara yöneldik. doğrudan
insan beynine yöneldi.
E.P. Ve bilince.
S.B. Evet. Hayatını "bilinç" gibi meselelere kafa yorarak geçirdi. Ben çok daha basit bir
yaklaşımda karar kıldım. C. elegans ile başladım. Beyninde sadece üç yüz hücre var. Ama yine de
tüm sinir hücrelerinin bağlantılarını gösteren bir "bağlantı şeması" oluşturmamız uzun zaman aldı. Bu
çok ilginç bir problem.
E.P. Redes'de, Fish: Our Ancestors ["Balıklar: Atalarımız") başlıklı bir TV programı
yapmıştık. Kirpi balığı ailesinden fugu ve Japon balon balığı üzerine de çalıştın sen. Hatalıysam
düzelt: bu ata balık insanlarla aşağı yukarı aynı sayıda gene sahip, ama büyük bir fark var; bizim
genlerimizden biri altmış bin bazlık bir uzunluğa sahip, balıktaki uzunluksa ancak beş veya altı bin.
Yani bu balığın bir genini alıp onun ne işe yaradığını bulabilirsen, belki de insan genom dizilimine
harcanan zamanı kısaltabilirdin. Sen de öyle yaptın. Evrimsel genetiğin geleceği bu mu?
S.B. Kısmen.
E.P. Açıkla lütfen.
S.B. Başka herhangi bir balık da seçilebilirdi. 0, büyüklüğü yüzünden seçildi. İnsan genomunu
dizinleyeceklerdi, ama ben haklıydım: teknoloji böyle büyük bir problem için henüz uygun değildi.
Teknolojik bir ilerleme gerekliydi. Nihayet dizinleme yüzlerce makineyle "fabrikalar"da yapıldı.
Fugu balığı genomuna "iskonto genomu" diyorum ben. Tüm bunlar doğrulandı. Fugu balığının
DNA'sl daha az olduğu için, onu incelemek çok daha kolaydı. Öngördüğümüz üzere, balık
dizinlemesi, insan genomunu yorumlamaktaki büyük yararlılığını kanıtladı. O zaman kimse bunu
desteklemedi tabii. Korkarım bu, Stalinist diye nitelediğirn türden bir organizasyonun doğasında var;
her önüne gelen bilimin nasıl ve kimlerce yapılması gerektiğine, neye izin verilip neye
verilmeyeceğine hükmeder, alternatifleri desteklemeyen bir sıfır-sapma politikası uygulanır. Neyse,
sonuçta çok şükür desteklenmesini sağladık ve balık dizilimi gerçekleşti.
S.B. Balık genomu çalışması çok faydalıydı. Bir araçtır. En çetin entelektüel problem şu:
dizilimler sayesinde geçmişi yeniden yaratabilir miyiz? Genomlar kayıtlı tarih demek, ama onları
nasıl okuyacağımızı öğrenmemiz lazım.
E.P. Balıktan insana nasıl evrildiğimizi anlamak için?
S.B. Aynen öyle. Bir zamanlar annenin rahmindeyken küçük bir balıktın. Solungaçların ve
herşeyin vardı. On dokuzuncu yüzyıldan Ernest Haeckel'in çok ünlü bir sözü vardır: "Bireyevrim
[ontogeny) türevrimi tekrarlar." Ernbriyo gelişiminde, insan olmadan önce, küçük bir balıkken küçük
bir kurbağa oldun.
www.altinicizdiklerim.com
20
E.P. Kalıtım-çevre tartışmasına girmeni istemiyorum ve girmeyeceğini de biliyorum, ama
genler hakkında bildiğiri bunca şeyle, bu bakış açısından durumu nasıl görüyorsun? Genlerin rolü
açısından çıkarımın ne?
S.B. Sanırım bir bebeğin genlerden yapıldığını söylemek doğru; gerçekten öyle oluyor.
Zihinsel hastalığın genetik bir kökeni olduğunu da biliyoruz. Ama diğer yandan insanlarda çevrenin
müthiş bir rol oynadığını da biliyoruz. Tek başına "eşcinsellik" veya "kriminal davranış" geni diye bir
şey olamaz. Durum çok karmaşık. İnsanlar davranışa bire bir yansıyacak genleri olsun istiyor. Şu
örneği hep veririm. Bir meslektaşım bana obesite genini, insanları şişman yapan geni bulduğunu
söylemişti. Cevabımı merak ediyor musun? "Hayır, ben o geni çok uzun zaman önce buldum" dedim.
"Hangi gendi o?" diye sordu. "Ağzı açan gen" dedim. Tabii ağzı açan bir gen olduğunu söylemek
gülünç. Neredeyse eşcinsellik veya obesite için bir gen olduğunu söylemekle aynı. Bunların hepsi
karmaşık gelişimsel süreçlerdir. Onları söndürebilir veya her seferinde bir gen yoluyla dumura
uğratabilirsin, ama bir dumurun pek çok sebebi vardır. Canlı bir varlıkta bütün genlerin işler vaziyette
olması gerekir.
S.B. Çoğu bilimci aslında bilimci olmak yerine yönetici oluyor, en azından benim sahamda
böyle. Bu hale gelmeyen birkaçı var hala.
E.P. Bir seferinde de "Üst katta canavarlar, alt katta ahmaklar" demiştin.
S.B. Gelecekte insanların gençken araştırarak başlayacakları birçok işi olacak. Sonra bunları
değiştirip başka bir şey üzerine çalışabilirler. Bazı İnsanlar elli yaşına gelince bir hobi, bir rekreasyon
olarak laboratuarda bilim yapmak için, bize para bile ödeyecekler bence. Golf oynamayı ya da
insanların, önemli işlerden emekliye ayrılanların yaptığı diğer şeyleri düşününce, bu bana daha ilginç
geliyor.
İnsan Genomunun Ötesinde
William Haseltine ile Söyleşi
(William Haseltine, Scripps Araştırma Enstitüsü'nde profesördür ve Haseltine Associates Ltd.'in Başkanı'dır.)
Eduardo Punset: Genomu dizinleme işini başarınca, yaşamın sırrını keşfettiğimizi düşündük.
O zaman sen ve başkaları çıkıp, bu önemli olsa da, şimdi proteinler hakkında bir şeyler öğrenmemiz
gerektiğini söylediniz. Proteinler çok daha az durağanlar, daha değişken, karmaşık ve çok sayıda
oldukları için çok daha hareketliler.
William Haseltine: ikisini de hissediyorum. İnsan genomu insanlığın harika bir kazanımı;
şimdi hepimizin paylaştığı bir bilgi. Sadece güncel bir model değil, geçmişimizi açıklama ihtimali de
var. Tarihi, 3.5–4 milyar yıl geriye giderek oldukça ayrıntılı biçimde çözümleyebiliriz. DNA'mız
canlı bir fosil. Senin de benim de içimizde bulunan ve artık okuyup bilgisiyarlara depoladığımız bu
DNA, dönüşüp değişerek yaklaşık 4 milyar yıldır varolan bir metin. DNA ölümsüz bir moleküldür,
kesintiye uğramaksızın hep varolmuştur. Bu müthiş bir hadise.
Yaşamın özü çoğalma kabiliyetidir. Altı kayalık, üstü çimen, ağaç ve çiçekle kaplanmış güzel
bir kırsal alan, bir manzara gördüğümüzde, kayanın kalıcı, ağaçlarınsa geçici olduğunu düşünebiliriz.
Ama bu yanlış. Kaya zamanla aşınır, yaşamsa yokolmaz. Yaşam 3,5 milyar yılı aşkın bir süredir
varolageldi, kayalar bu kadar dayanmaz. Öyleyse hayal kırıklığı bunun neresinde? İnsanın aşağı
yukarı tüm sağlık sorunları bir gün çözülecek, artık bunu biliyoruz. Bu bilgiye sahip olmadan önce
böyle konuşamazdık.
E.P. İnsan hastalığı tam olarak ne öyleyse? DNA'daki bir kusur mu? Protein sentezi
mekanizmasında? Yaşlanma mı, ne?
www.altinicizdiklerim.com
21
W.H. İki veya üç temel hastalık kategorisi enfeksiyondan kaynaklanıyor. Bir başka
organizmanın genleri bizimkilerle etkileşime geçip onların işleyişini tahrip edince gerçekleşiyor.
Hücrelerin, dokuların ölümüne ve organ işlevlerinin bozulmasına yolaçıyor.
İkinci kategori içsel: kendi bedenimizde bir şeyler yanlış gidiyor, herhangi bir dış zorlama
olmaksızın. Genelde kalıtımla geçen bir şey.
Üçüncü kategori yaş. Bugün yaş kavramını yeniden tanımlıyoruz: belli bir dereceye kadar
tedavi edilebilir bir dizi hastalıktan oluşuyor yaşlılık.
E.P. Hastalık, travma veya yaşlanmaya karşı savaşta insanlar önce bitkileri kullandı, sonra
(genelde bitkilerden) kimyasal maddeler elde ettiler ya da yaptılar. Şimdi kendi vücut kimyamızı
kullanacağız.
W.H. Mantıki bir gidişat. Unutma, sırf bitkiler değil, tahta bacak veya yapma diş gibi
mekanik destekler de kullanılıyor. Yeni tıp yalnızca insanın uzuvlarıyla sınırlı kalmayacak, maddi
dünyayla bir kaynaşma da olacak ki bunu iki büyük devrime borçluyuz. Birinden zaten söz ettik,
biyolojik devrimden, ama malzeme biliminde de bir devrim var, nanoteknolojik devrim. Mesela
önceden kullandığımız süyekler*( Kırık kemik sarıııada kullanılan rahra.-çn) yerine, artık nanoteknoloji
kullanacağız. Peki, bu uzun vadede mi gerçekleşecek? Hayır, çünkü daha şimdiden, şuralarındaki
nano-implantlar1a görmeleri sağlanan veya bir TV ekranında düşünce gücüyle imleci hareket
ettirebilmeleri için beyinlerine nano-implantlar konan insanlar var. Geleceğin rejeneratif tıbbı,
gördüğüm kadarıyla, gerektiğinde nano-malzemeyle bütünleşebilen insan bileşenleri -genleri,
proteinleri ve hücreleri- kullanacak.
Ralph Holloway Kolombiya Üniversitesi'nde paleo-antropoloji ve fiziksel antropoloji
profesörü ve beynin evrimiyle primat davranışı konularında uzman. Barselona'nın gotik bölgesi
Barrio Gotico'nun uç kısmındaki katedrale bakan Colon [Columbus) Oteli'ninlobisinde söyleşiye
katıldı.
Philip V. Tobias: Neandertallerin konuşabildiğinden eminim. Oldukça gelişkin bir kültürleri
ve bunun aktarımı için de dile ihtiyaçları vardı. Çenelerinin anatomosi bizimkinden biraz farklıydı,
ama bugün bazı Homo sapiens'lerin de onlarınki gibi çeneleri var.
Ralph Holloway: Ben de Neandertallerin epeyce konuştuğunu düşünüyorum. Kendilerini
bizimki gibi ifade edip etmediklerini bilmiyoruz. Anatomileri beni şaşırtıyor: kafatasının kaidesi,
gırtlağın (tahmini) inişi ve uzunluğu.
Eduando Punset: Torunum Miranda bir hafta önce doğdu.
P.T. Tebrikler!
E.P. Gırtlağını, insana özgü sayılan bu organı incelemeye çalıştım; yeni doğmuş bir bebekte
gırtlağın gerçekten de emerken solumaya izin verecek şekilde çok yukarıda olup olmadığını görmek
istemiştim. Gırtlak birkaç ay sonra daha aşağı çekiliyor ve titreşim için yer açılıyor. İnsanların
boğulan yegâne hayvanlar olduğu sanılıyor. İnsandaki ses aygıtının karmaşıklığı dil için gerekli mi,
şart mı?
P. T. Biz insanlar dillerimizle değil, beyinlerimizle konuşuruz. Arada köklü bir fark var. Biz
beynimizle konuşuyoruz. Gırtlak, boğaz, dudaklar, dil -konuşma anatomisinin organları- beynin
emirlerini yerine getiren uygulayıcılardır sadece. Yani beynimizle konuşuyoruz.
E.P. Yeteri kadar büyükse.
P.T. Bu da diğer bir mesele, belki sen cevaplamak istersin Ralph. Konuşmaya yol açan şey
beynin büyüklüğü müydü?
R.Ho. Kuşkuluyum. Konuşma yeteneğinin gelişiminde sanırım beyin korteksiyle kimi altkorteks parçalarının organizasyonu daha önemli. Doktoramı bitirince mikrosefali üzerine çalışmıştım.
www.altinicizdiklerim.com
22
Ve gördüğüm şey gerçekten enteresandı. Şimdi söylediğim şeyi tanıtlıyordu. Mikrosefali, çok küçük
bir kafa oluşumuna yol açan bir çekinik araz. Bunun için genin çift dozda olması gerekiyor. Yüz ve
vücudun geri kalanı normal gelişiyor, ama beyin erkenden, fetüste gelişimini durduruyor. Kişi çok
küçük, bazan maymunlarınkinden bile küçük bir beyinle doğuyor. Mikrosefalikler, bazıları, konuşup
anlaşabilir, ama hayatta kalanlar zihnen son derece geridir. Ama yine de konuşabilirler.
Antropolojideki bir teoriye göre, insanın normal dil gelişimi için 650 santimetre küp beyin kütlesi
gerekli. Normal büyüklüğe ulaşamasa bile konuşmayı sağlayacak şekilde organize edilebiliyor beyin.
E.P. Beynin iki yarım küredeki farklılığı, dilin bir tarafa konumlanması ve insangillerde
sağaklığın baskınlığı, bunlar ne zaman oldu? İki milyon yıl önce mi?
R.Ho. Evet, iki milyon yıl önce. Çince ve İngilizce konuşanların beyin modellerine manyetik
titreşim teknikleri uygulanarak yapılan bir araştırmanın özetini okudum. Dört test yapıyorlar (tam
olarak hatırlamıyorum), tonlama, sentaks, fiil ve isim yapısının algılanışıyla ilgili. Çiniinin beyin
bölgelerindeki aydınlanma İngilizinkinden daha fazla, çünkü dillerinde daha fazla tonlama
kullanıyorlar. Çinliler bu beyin modeliyle doğmuyor, ama dillerinin gelişimiyle beynin belli
bölümleri büyüyor. Çevre beyin yapısını etkiliyor ve beyin yapısı da çevreyi. İnsanların hepsi kendi
kültürünün dilini aynı dönemde öğrenir. Dilin oluşumunda genetik bir bileşen bulunduğuna şüphe
yok.
E.P. Madem insanlar sentaksı çok genç yaşta dillerine katıyor, o zaman bir şempanze de söz
dizimi yapabilir mi?
P.T. Dilin genetik bir kökeni var. Doğumdan kısa bir süre sonra dil becerilerinin ortaya
çıkmasında belirleyici olan şey beyin; bazı yetenekleri kalıtsal olarak alıyor ki bunlar kimi zaman çok
özel yeteneklerdirGenler Beethoven'ın müziğiyle ritmik blues arasında bir ayrım yapamasa bile, bir
insanın müziğe daha duyarlı olmasında belirleyici rol oynayabilirler. Müzikalite, matematiksel deha
veya bazı ciddi hastalık türleri bazı ailelerde yaygın. Bazı insanlarda deha ve şizofreni biraradadır.
Yakın geçmişin iki Nobel Ödülü sahibi şizofreniktir. Einstein'ın oğlu şizofrenik. Evrimsel bir
perspektifle bakarsak, yüz elli bin yıl öncesine veya daha gerilere giden bir şizofreni geni, psikotik
davranış yerine, müzikalite, deha, liderlik ve dindarlık şeklinde tezahür etmş olabilir mi? Dindarlık
kültürel evrimin başlarında çok önemli bir rol oynadı.
P.T. Bitkilerde gerekmediği için beyin bulunmadığı yollu bu ifadene katılmıyorum, bu
katıksız ilahiyat veya eski Lamarck'çı söylem. "Biz memelilere bir beyin lazım ve bu yüzden de
beynimiz var" şeklindeki yaklaşım bilim de, inançtır.
Korkarım bu savı kabul edemeyeceğim Ralph.
E.P. Öyleyse insanoğlu bir kez daha, "Bizi diğer tüm hayvanlardan ayıran şey tam olarak
ne?" diye düşünmek zorunda kalacak.
P.T. Neden insanların eşsiz olduğuna inanmak zorundayız? El Dorado arayışı gibi bir şey bu
ve bana Charles Darwin'in Türlerin Kökeni yayınlandıktan bir yıl sonra, 1860'da, İngiltere'de çıkan
tartışmaları hatırlatıyor. On dokuzuncu yüzyıl İngiltere'sinin meşhur bir karşılaştırmalı anatorni
uzmanı olan Sir Richard Owen pek çok kadavra açtı, ama Darwin'in bazı görüşlerini reddetti, küfür
saydı. Owen "Maymunlardan gelmemiz imkânsız, çünkü eşsiz bir beynimiz var" dedi. "Nasıl eşsiz?"
diye sordular. Cevabı şöyleydi: "Büyük hipokampüs veya hipokampüs majörden başka, hipokampüs
minör denen bir şeye daha sahip. Ve hiçbir şempanze, goril ya da orangutanın hipokampüs minörü
yok." Bunun üzerine şempanze, goril ve orangutan beyinlerini açmaya girişmiş olan Thomas Henry
Huxley de çıkıp bayağı kaba bir şekilde "Bak, işte maymunların hipokampüs minörü" dedi. Böylece
insan beyninin biricikliği iddiası çürütülmüş oldu. Sir Richard Owen'ın prestiji de azalmaya başladı.
E.P. Hipokampüs yüzünden.
P.T. Hipokampüs minör ve dolayısıyla da insan beyninin eşsiz olmadığı yolundaki sarsıcı
keşif yüzünden. Owen için korkunç, kabul edilmez bir beyandı bu.
www.altinicizdiklerim.com
23
E.P. Ralph, peki insanın ayırıcı özelliği ne, eğer böyle bir şey varsa tabii?
Ralph, sen beyni ve beynin kökenini inceledin; iki milyon yıllık bir tarihi var beynin. Sence
beyin, bir araç olarak, insangilleri daha iyi bir yerlere taşıyabilir mi?
R.Ho. Şahsen ben kötümserim. Şöyle düşünüyorum: Hemen hemen tüm memeliIerin ve diğer
hayvanların evrimine ilişkin jeolojik verileri incelediğimizde göreceğimiz şey, cins diye
adlandırdığımız bir morfolojik modele uyum kapasitesidir. Biz Homo'yuz, primatlardan gelsek de
primat değiliz. Bu durum yaklaşık altı milyon yıldır böyle. Diğer hayvanların hepsinde paleontolojik
veriler yaklaşık beş ila on milyon yıl geriye gidiyor. İnsanlarsa, bir cins olarak, ancak altı milyon
yıldır varlar. Evrimsel başarı sağlamak, gelecekte sağ kalmak için, yani sırf aşağı yukarı tüm memeli
türlerinin şu an bulunduğu noktaya gelebilmek için, en azından üç milyon yıl daha gerekiyor. Bu
şekilde bir üç milyon yıl daha geçirebileceğimizi pek düşünemiyorum.
Annenizden Gelen Ölümsüzlük
Douglas Wallace ile Söyleşi
(Douglas Wallace, Irvine, Kaliforniya Üniversitesi’nde Donald Bren Moleküler Genbilim
Profesörü ve Moleküler/Mitokondriyal Tıp ve Genbilim Merkezi yöneticisidir.)
Hücrelerin enerji üreteci anneden geçer, babadan değil. Douglas Wallece
Douglas Wallace: Mitokondriya insanın öteki hücreleridir. Her hücre içinde hayati önem
taşıyan, bakteri menşeyli bir koloni var, yani hücre enerjisinin üreteçleri olan mitokondriya. Vücudun
geri kalan tüm enerjisini onlar sağlar. Şu an ayağında yaklaşık on üzeri on yedi adet mitokondriya
bulunuyor.
Eduardo Punset: Peki bu mitokondriya nereden geliyor?
D.W. Mitokondriyanın çok ilginç bir kökeni var. Başlangıçta, yaklaşık iki milyar yıl önce
serbest bakteriydiler. Sonra bizim hücrelerimizin de kaynağı olan hücrelerle kuşatılıp, onların içinde
yaşamaya başladılar.
D.W. Mitokondriyanın en müthiş yanı, hücre sitoplâzmasında, çekirdek dışında yaşadıkları
için, kalıtsal olarak çekirdek genleri gibi geçmeyişleri. Sitoplâzma yoluyla geçerler. Muhteşem insan
yumurtasının yaklaşık yüz bin mitokondriya barındıran büyük bir sitoplâzması vardır. Sperminkiyse
yalnızca birkaç tane barındırır. Dolayısıyla döllenmede tüm mitokondriya anneden gelir, yani
hücrelerin enerji üreteçleri annenden geçer, babandan değil.
E.P. Enerji anneden.
D.W. Hiç kuşku yok. Feminist hareket yanlış değildi.
E.P. Mitokondriya tüm bunları yaptığına göre, sağlığımız için çok önemli olmalı.
D.W. Tabii. Mitokondriya, Barselona’nın şehir enerjisini üreten elektrik santralleri gibidir.
İnsanlar Barselona’nın merkezinde, ama enerjinin kullanılabilmesi için enerji santralleri uç
bölgelerde, kırsal alanda kuruludur. Kömür, nükleer enerji veya hidroelektrik şebekeleri şehre
elektrik sağlar.
Ama enerji ve elektrik üreten şeyler yakıt yakarken is yapar, kömürle enerji üretilen yerlerde
olduğu gibi. Mitokondriyada da aynısı olur. Her hücrede yüzlerce mitokondriya bulunur ve her biri
hücre için bir parça enerji üretir. Bu işlem sırasında “is”, yani oksijen radikalleri açığa çıkarırlar.
Oksijen radikallerini muhakkak duymuşsundurE.P. Serbest radikaller.
D.W. Serbest radikal denen bu şeyler sağlık açısından sakıncalıdır. Serbest radikaller enerji
santralındaki is gibidir. Zaman içinde mitokondriya tarafından salınırlar ve DNA’yı tahrip ederler.
www.altinicizdiklerim.com
24
Enerji üretim işlemindeki mitonkondriyanın tüm DNA’sı tahrip olunca hücre ölür, çünkü
mitokondriya DNA’sı onarım yapamaz.
D.W. Mitokondriyanın aslında bir başka ilginç özelliği daha var. Enerji ve toksik atık
üretiminin yanısıra, hastalandığında kendi kendine ve hücreye imha emri veren bir kendini imha
özelliği bulunuyor.
İnsanda her an pek çok hasarlı mitokondriya vardır ve bu tüm hücrenin ölümüyle sonuçlanır.
Yaşlanmayla birlikte mitokondriya hasarı olan hücre sayısı artar. Apoptosis gerçekleşir ve hücreler
ölür. Sonunda dokunun işlevini sürdürebilmesi için geriye çok az hücre kalır.
Yaşlanmanın Kaçınılmazlığı?
Tom Kirkwood ile Söyleşi
(Tıp Profesörü Tom Kirkwood, Newcastle Üniversitesi Yaşlanma ve Sağlık Enstitüsü’nda ve
Yaşlanma ve Beslenme entegre Sistemler Biyolojisi Merkezi7nde Yönetici’dir.)
İlk büyük mit, insanın ölmeye programlandığı yolundaki kesin yargıdır. Fiziksel ve zihinsel
sağlık her şeyden önce bu safsatanın sökülüp atılmasını gerektiriyor, ama tazelenmeyi araştıran bilim
camiasında bile yaygın kabul gören bir şey bu. Birçok bilimci hala yaşlanmayı düzenleyen dahili saati
bulmak için uğraşıyor. Birleşik Krallık, Newcastle Üniversitesi’nde gerontolojist olan Tom Kirkwood
yaşlanmanın genetiği ve evrimi konusunda önde gelen bir uzman. Programlı ölüm teorisinin de yılmaz
bir muhalifi. Ona göre yaşlılık, ömür boyu hücre ve dokularda meydana gelen tahribatların bir sonucu
aslında.
Tom Kirkwood: Yaşam süresini ölçüp, süre dolunca yaşama son veren bir saat üzerine epey
tartışma yapıldı, ama yaşlanmayı anlamanın önemli adımlarından biri aslında bir ölüm programı
olmadığını keşfetmekti.
Ölmekte olan birinin vücudunu incelersek, tüm hücre ve organların vücudu canlı tutmaya
çalıştığını görürüz. Yaşamı yöneten program asla ölüme teslim olmuyor.
Eduardo Punset: Bazı hücreler vücut öldükten sonra da sağkalım mücadelesini sürdürüyor.
T.K. Evet. Çünkü ölüm haberinin vücuda yayılması zaman alır. Vücut öldükten dakikalar
veya saatler sonra bile bazı hücreler hala canlıdır.
Hayatımız kısmen genlerimizle belirleniyor. İşlevlerinden biri sağkalımı gerçekleştirmek.
Beden, harikulade sağkalım programına rağmen yaşlanır ve ölür, çünkü ilelebet yaşayamaz.
E.P. Yani mitleri akıldan çıkarırsak, hayatla ilgili biyolojik bir sınırlama yok.
T.K. İnsan hayatıyla ilgili biyolojik bir sınırlama olduğu fikri büyük bir safsatadır.
Yaşlandıkça, uzun süre hayatta kalmanın giderek zorlaştığı doğru. Ama bu, bir mil dünya koşu rekoru
gibi: aşılamaz mutlak bir süre yok. Uzun zaman kimse bir mili dört dakikanın altında koşamadı, ama
1950’lerde bu başarıldı. Ve yaşam süresinde bir mutlak sınır olmayışı da, bir program olmayışıyla
bağlantılı. İnsan uzun ömür rekoru yüz yirmi iki yıl beş ay. Kırılması biraz zaman alacak, çünkü
kimse bu yaşa yaklaşmıyor, ama er ya da geç kırılacak.
E.P. Neden bazı türler ölmez veya ölümsüz gibiyken, diğerleri daha çabuk ölüyor? Neden
böyle büyük bir fark var?
T.K. İnsanın ömür süresi en fazla yüz yıl, diğer yanda fare üç, köpek on beş ve kediyse yirmi
beş yıl yaşıyor. Bu farklılıkların sebebi, evrimsel biyolojiyle alakalı, çok ilginç ve çetin bir bilimsel
araştırma konusudur.
E.P. Ama neden tatlı su polipi ya da deniz şakayığı gibi türler adeta ölümsüz?
www.altinicizdiklerim.com
25
T.K. Bir organizmada iki tip hücre vardır. Biri, vücudun yeni nesilleri yaratan üreme
hücreleriE.P. Kök hücreler, değil mi?
T.K. Aynen, kök hücreler. Diğeriyse beyni, kalbi, böbreği, deriyi oluşturan, gelecek nesillere
gen aktarmayan hücreler. Bu kullanıp atılan hücrelere soma [gövde] deniyor. Yaşlanma, basit vücut
aksamının, yani somanın bir özelliği. Kök hücreler müthiştir. Babanın bir spermi annenin bir
yumurtasıyla birleşince, yeni vücudun ilk hücresi oluşur. Ve bölünmeye başlar. Ama anneyle babanın
sperm ve yumurtası nasıl ortaya çıktı diye sorup, zamanda geriye gidersek, varacağımız yer.
E.P. Üç milyar yıl öncesidirT.K. Aynen, üç milyar yıl öncesi. Yani biz biyolojik bir mucizeyiz, çünkü üç milyar yıldır
süren kesintisiz bir hücre bölünme zincirinin ürünüyüz. Öyleyse üreme hücreleri-kök hücrelerölümsüz demektir. Bir nesilden diğerine aktarılıyorlar. Ve bu üreme hücreleri yaşlanmamayı
başarıyor. Tatlı su polipi veya denizşakayığı gibi organizmalar ölümsüz gibidir, çünkü aslında
organizmanın tamamı köksel. Tatlı su polipinden bir parça kesip bir bardak temiz suya koyarsan, bu
parça büyüyerek yeni bir tatlı su polipi olur, çünkü kök hücreler organizmanın tamamına yayılmış
durumdadır. Ne var ki, insan hücrelerinin çok azı köksel. Bir parça deriyi bir tas su içine koysan, yeni
bir insan oluşturamazsın, çünkü deri hücreleri somatiktir. Yaşlanma somanın bir özelliğidir.
E.P. Sen ölümsüz hücrelerden, insan vücudundaki kök hücrelerden söz ederken aklıma geldi:
fizikçilere göre atomlar ölümsüz ve vücudumuzun yüzde 99’unu oluşturuyorlar. Çelişki şu: ölümsüz
hücrelerden ve neredeyse ölümsüz atomlardan oluştuğumuz halde, ölüme mahkûmuz. Esasen geçici
veya kullanıp atılan soma nedeniyle yaşlandığımıza inanıyorsun? Bundan kastın ne? Araştırmalarına
bakarsak, genleri çok zeki varlıklar olarak görüyor gibisin; kar-zarar analizi yaparak, hayatın
desteklenmesi veya uzatılması için enerji sarf edip etmeyeceklerine karar veriyorlar. Teorine göre
yaşlanma bu kararda gizli, destek eksikliğinden kaynaklanıyor.
T.K. Tabii. Şunun altını çizmek istiyorum: genler düşünmez, ama bazen biz bir bilinç
atfediyoruz onlara, hâlbuki böyle bir şeye sahip değiller. Genler kararlar vermez. Mutasyonlar ve şans
sayesinde daha iyi stratejilere sahip olan genler, topluluk içindeki farklı gen formları arasına
sokulurlar. Yine de bazen genlerden, sanki düşünebilirlermiş, sanki farkındaymışlar gibi söz etmek
daha elverişli oluyor.
Büyüme süreci ilerlerken hatalar yapılır. Bir hücre ne zaman bölünse, kopyalama hataları olur.
Ve yaşamın her anında, sırf sıcak bir organizmada oluşan titreşimler nedeniyle, protein hasarı
meydana gelir.
E.P. Her hücrenin her gün on bin darbe aldığını yazmıştın. İnanılmaz bir şey, on bin darbe!
T.K. Evet, milyon kere milyon hücremiz var. Vücuttaki bu hücrelerin hepsi her gün
DNA’larına on bin kadar darbe alır.
Asıl mesele şu: hücreler her gün o kadar hata ve darbeye maruz kalıyorsa, bir hafta
yaşamamız bile şans eseri demektir. Bir haftadan fazla yaşayabiliyoruz, çünkü hasar belirleyip
onarmaya çalışan harika bir DNA onarım sistemimiz var. Dolayısıyla bir hücrenin DNA’sına aldığın
10,000 darbeden 9,997’si yarın onarılmış olacak. Ama bu cömertlikten kaynaklanmıyor. Genler
bakım onarım işlemleri için ne kadar enerji harcayacaklarına karar vermek zorundalar. Çünkü
özetlersek enerji ve kaynak yatırımı gerektiren başka işler var, mesela bebek yapmak. Genlerin
gelecek nesillere yönelik kopyalar üretmesi esastır.
Bir organizma vücudu idame ettirmek için ne kadar harcama yapacağına karar vermek
zorundadır. İnsanların asıl dünyası çok farklıdır, her zaman şimdiki gibi değildi. Evrim sonucu çok
zeki olduk, uzun süre yaşıyoruz, yırtıcı hayvanlarca parçalanıp ölmüyoruz ve bugün Batı’da
enfeksiyon hastalıklarından ölen kimse yok gibi. Ama iki yüzyıl önce hayat farklıydı. İnsanlar genç
www.altinicizdiklerim.com
26
yaşta ölüyordu, ortalama ömür süresi otuz veya otuz beş yıldan fazla değildi. Hayat süresi yaklaşık
otuz yılsa, genler vücudu idame ettirmek için ne kadar kaynak ayırır sanıyorsun?
E.P. Çok az. Hayat çabucak sona ereceği için.
T.K. Çok az. O kadar kısa bir hayat için mükemmel bir vücut gerekli değil, enerji israfıdır.
Bizim açımızdan üzücü ama genler vücudu kullanıp atılan soma olarak görüyorlar. Yeni doğumlarla
yeni neslin devamı garanti altına alındığı an, yaşlanmaya başlarız. Artık çoğaldıktan sonra genlerin
vücudu idame ettirmek için kaynak ayırması lüks olur, israftır. Vücudumuzdaki organlar sınırlı bir
hücre bakım onarımı görecek şekilde evrildik biz.
Bazı hücreler ömrümüz boyunca bölünmez, özellikle de, yüz yıldan fazla yaşayabilen beyin
hücreleri. Bunu biliyoruz, çünkü yüz yıldan fazla yaşayan, aklı yerinde insanlar oldu. Bu vakalarda
beyin hücrelerinin desteğe ihtiyacı vardır ve sıra dışı onarım işlemleri gerçekleşir. Belki de hasar
gördükleri için proteinlerde bir farklılaşma meydana gelir. Hücrelerde zararlı proteinleri yok etmek ve
DNA’yı onarmak için atık boşaltım sistemleri bulunur. Hücreler bölünmese bile DNA hasarı devam
eder, dolayısıyla bölünen bir hücre mi, yoksa çocukluğumuzdan beri bölünmemiş bir hücremi
olduğunun önemi yok, hücrelerin sağlıklarını bir süreliğine koruyacak bir bakım sistemlerine ihtiyacı
var. Ama maalesef bir süreliğine, sonsuza kadar değil; biz yaşlandıkça beyin hücreleri de işlevlerini
kaybetmeye başlar.
E.P. Bu tehditlere ortalama bir erkek ve kadının bakış açısından eğilelim. İlk tehdit mutasyon.
Hücreler radyasyon nedeniyle mutasyon geçiriyor ve bazen hatalı bir sonuç ortaya çıkıyor ve
kendilerini onaramıyorlar. Öyleyse ilk büyük tehdit mutasyon.
T.K. Kanserde olan bu. Yaşlandıkça kanser riski artar ve çoğu kanserin nedeni
mutasyonlardır. Hücrelerin kendilerini kopyalarken yarattığı mutasyonlarla hataların kaynağını
biliyoruz.
E.P. İkinci tehdit, yaygın adıyla, serbest radikaller, hücre aleyhine çalışan tahripkar yaratıklar.
Bu serbest radikallerin zoru ne?
T.K. Serbest radikaller dostumuz oksijenin karanlık yüzüdür. Vücut oksijeni ağzından
soluyarak alır ve bu kana aktarılır, kan da onu vücuttaki her hücreye taşır. Bir kez hücreye geldikten
sonra içeri nüfuz etmesi küçük organellerle, mitokondriyayla sağlanır. Bunlar hücre içindeki
kapsüllerdir ve aslında hücrenin enerji açığa çıkarmak için oksijen yaktığı yer de buralardır. Yani bu
oksijen, hücre içindeki enerji üretiminin temel bir unsurudur. Ama evde enerji üreteyim diye
şöminede oksijen kullanırsan, ne olur biliyorsun. Ateşin çoğu şömine içinde kalır, ama arada bir
parlayıp dışarı yayılabileceği için tehlikelidir. İşte vücut hücrelerinde olan da budur: oksijenin çoğu
güvenli bir şekilde kullanılır, mitokondriya içinde, ama hesaplamalara göre oksijen moleküllerinin
yüzde 2 veya 3’ü, işlemin yürütüldüğü doğru kimyasal kanalların dışına kaçar ve…
E.P. Ve felaket yaratır.
T.K. Ve felaket yaratır, çünkü oksijen tepkimeye çok açık bir gazdır. Oksijenin metal araba
aksamanı nasıl paslandırdığı veya açık havada kalan yağa ne yaptığı malum. Oksijen çok zararlıdır ve
hücrelerde epey hasar yaratabilir. Oksijenden kaynaklanan serbest radikaller buldukları ilk şeye
saldırırlar ve buldukları ilk şey DNA ise DNA’yı tahrip ederler. Zarsa, zarı tahrip ederler. Proteinse,
onu yok ederler. Ve bu hayatının her dakikasında yaşadığın bir şey.
E.P. Telafileri neler?
T.K. Yaşlılığa gecikmeden karşı koyabilmek ve ileri yaşa iyi bir durumda gelme ihtimalini
arttırabilmek için yaşlanmada ne olup bittiğini anlamak şart. Yaşlanma sorununu çözmenin iki yolu
var. Sebebi zaman içinde üstüste eklenen hücre hasarlarıysa, biz de hasardan korunmaya çalışabiliriz.
Diğer yol da onarım işlemlerini iyileştirmeye çalışmak. Aslında ikisini de yapabiliriz.
www.altinicizdiklerim.com
27
E.P. Tütün konusuna girmeden, şunu söyle: sıçanların kalori alımını yüzde 30 azaltıp daha
uzun yaşamalarını sağlayan deneyler neyi gösterdi? İnsanlara uygulanabilir mi bu?
T.K. O günü hiç de dört gözle beklemiyorum, gıda alımını yüzde 30 azaltmak zorunda
kalmayı. İnsanlarda işe yarayıp yaramayacağı henüz kesinleşmiş değil. Ama sıçanlarda yarıyor.
Yaşam Bir Hatadır
Kenneth H. Nealson ile Söyleşi
(Nealson, NASA’nın Kaliforniya, Pasadena’daki Jet Propulsion Laboratuarında öğretmenlik
yaptığı sırada ilk Astrobiyoloji Grubu’nu kuran kişidir. Görevi, yaşamın varlığına ve hiç bilinmeyen
(Dünya ve Dünya dışı) diğer yaşam formlarına ilişkin genel tespit yöntemleri geliştirmekti. Aslen
mikrobiyolog olan Nealson disiplinler arası bir araştırma grubuna liderlik ediyor ve Los Angeles,
Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde eğitim veriyor.)
Nealson’ın grubuna verilen iş, yani uzayda yaşam tespitine yönelik bir klavuz oluşturma uğraşı,
yaşamın kimyasal izlerini araştırmaya yol açtı.
Kesin olan tek şey, yaşamın enerji kullanımı ve madde katılımıyla sürdüğü. Devamlı bir güneş
enerjisi veya kimyasal enerji akışı gerekli, çünkü böylelikle oluşan hücreler sayesinde muhafaza
edilebilir ve etkileşime giren kimyasallardan kompleks karışımlar yapılabilir ki bu da akış, gelişim
demektir. Evrenin düzensizlik ve soğuma doğrultusundaki gidişatı canlı sistemlerde lokal olarak
engelleniyor. Nealson’ın dediği gibi, “Bu gezegende yaşıyor olmamalıydık, tesadüfen böyle bir şey
olması tüm kimya kurallarına aykırı.”
K.N. Gezegenin içinde bulunduğu ortam göz önüne alınınca, bu yerde bu koşullarda
varolmaması gereken bir kimyasal hadise. Olmaması gereken kimyasallar var. Yaşam enerjiyi alıp
kimyasal maddelerle bir yapı yaratma işidir daima ve bu onu kayadaki şeyden farklı kılıyor. Ve
aslında, Dünya üzerindeki yaşama bakarsan, yaşam olan her yerde karbon, fosfor, sülfür, nitrojen ve
birkaç diğer metalin de belli oranlarda bulunduğunu görürsün. Yaşam yoksa bu elementler de yoktur.
Kesinlikle söz konusu oranlarda değillerdir.
E.P. Yaşamın varolmaması gereken şeylerden yapıldığını mı söylüyorsun?
K.N. Yaşam bir hata! Varolmaması gerekirdi. Standart kimyasal denklemlere göre asla
varolmaması gerekirdi, çünkü çok karmaşık. Çok fazla enerji gerektiriyor-sürekli bir enerji girdisi,
akışı. Yapılandırılmış enerji akışı, belli miktarda enerji akışı sağlayacak kaynaklar, yaşamın idamesi
için mutlak bir gerekliliktir. Bir başka deyişle, yaşam gibi bir şeyi veya ondan arda kalan bu kayayı
meydana getirmek için, burada düşük entropi enerjisi olmuş olmalı. Yaşamı hiçbir kimyasal işlemle
rasgele oluşturamayız. Şunu anlamamız lazım: termodinamik ve yapılanma arası bir şey arıyoruz.
E.P. Ken, bilim kurgu diyeceksin ama Dünya üzerindeki insanlar için tehdit oluşturabilecek
bir yaşam formu getirme tehlikesi var mı? Veya diğer hayvanlar için böyle bir tehlike var mı? Bu
ihtimali hiç düşündün mü?
K.N. Evet. Bunu hep akılda tutuyoruz. Sürekli bunun üzerine düşünüp konuşuyoruz. Bilim
camiası uzaydan gelen hiçbir organizmanın Dünya’da tutunamayacağına kani. Ama bunun imkânsız
olduğunu kanıtlayamayız. Dolayısıyla insan virüsleri gibi çok tehlikeli parçacıkları araştırma
laboratuarlarına nasıl paketleyip gönderdiklerini öğrenmek için, Hastalık Kontrol Merkezleri’yle çok
yakın bir temas halinde çalışıyoruz. Uzaydan getirdiğimiz örneklerde de aynı yöntemleri
kullanıyoruz; korktuğumuz için değil, hiçbir tehdit olmadığını kanıtlayamadığımız için.
Ay’a veya Mars’a her uzay aracı gönderişimizde çok sıkı bir kontrol uyguluyoruz. Yüzeyleri
temizleyip sterilize ediyoruz, ama riski asla tamamen yok edemeyeceğimiz tecrübesiyle sabit,
hastaneye gidip bulaşıcı hastalık kapmamızda olduğu gibi. Dolayısıyla, Mars yüzeyi Dünya’dan gelen
www.altinicizdiklerim.com
28
bakterilerin yaşaması için hiç uygun değil diye umuyoruz. Giden olursa sağ kalabilir, ama
gelişememesi lazım. Su yok, çok soğuk ve hiç gıda da yok. Sporların birkaç yıl sağ kalabileceğini
düşünebiliriz, ama gelişemeyeceklerdir, derin dondurucumuzdaki pek çok spor gibi. Daha ılıman bir
gezegene gitselerdi...
E.P. Hangisi mesela?
K.N. Mesela Jüpiter’in ayları-Europa, Callisto ve Ganymede. Birbirlerinden çok farklılar, ama
hepsinde eriyik su var.
E.P. Emin misin?
K.N. Europa’daki buzun yirmi veya otuz kilometre altında bir okyanus olduğundan aşağı
yukarı eminim. Böyle bir durumda bizim Dünya bakterilerinin bu okyanusa gidişini önleme meselesi
ortaya çıkardı. Bir gezegende su varsa ciddi değişimler meydana gelir.
Evrim ve Amaç
Stephen Jay Gould ile Söyleşi
(Stephen Jay Gould (1943–2002) Harvard Üniversitesi’nde paleontolojistti; muhtemelen en
çok Niles Eldredge ile birlikte geliştirdiği kesintili denge teorisiyle tanınmaktadır.)
E.P. Profesör Gould, ilk eklem bacaklıların ortaya çıkışı, sizce dört milyon yıl önce ilk
insanımsıların ortaya çıkışı kadar önemli miydi?
S.J.G. Tabii, eklem bacaklılar daha önemli, çünkü açık farkla en yaygın hayvansal yaşam
formudurlar. Bugün, çoğu balık olmak üzere, sayıları muhtemelen kırk bini geçmeyen omurgalı türü
ve dört binin üzerinde bir memeli türü yaşıyor, diğer yandaysa milyonlarca böcek türü var. Pek çok
hayvan türü henüz belirlenmemiş durumda.
Hiç şüphesiz, sayısal anlamda bugün baskın hayvansal yaşam formu eklem bacaklılardır ve
biz yitip gittikten sonra da onlar hala burada olacaklar. Biz bir nükleer felaketle kendimizi yok
edebiliriz, ama böcek çeşitliliği bundan ciddi biçimde etkilenmez. Eklem bacaklılar çağındayız hala.
E.P. Bakterilerin bizden önce burada olduğuna ve bizi gömeceklerine dikkat çekiyorsunuz.
Paris Üniversitesi’nden bir arkadaşım, genetik uzmanı Miroslav Radman on beş yıl bakterileri
inceledi ve dediğine göre, insanlara kıyasla avantajları, belirsiz bir gelecekle karşı karşıya
kaldıklarında daha hızlı mutasyon geçirebilmeleriymiş. Bugün değişim taraftarı pek yok, belki sadece
bazı akademik çevrelerde var.
S.J.G. Ama bizim değişimimiz kültürel değişimin bir sonucu, her tür biyolojik evrimden çok
daha hızlı. Biyolojik evrim öyle yavaş ve öngörülemez ki bizi darmadağın ediyor. İnsanoğlunun
teknolojik ilerlemesiyse çok etkileyici ve de katiyen öngörülemez bir şey. Son iki yüz yılda tüm
gezegeni yok etmenin, anında iletişimin, gezegenden havalanmanın vs. Yöntemlerini geliştirdik.
Artık çok daha fazla şey yapabiliyoruz.
E.P. Biz insanların yaptığı yanlış değerlendirmelere veya varsayımlara sık sık atıfta
bulundunuz. İnsanlar veya gezegenle ilgili en büyük yanlış anlama ne sizce?
S.J.G. Kabaca söylersek, sanırım iki büyük yanlış anlama var. En kötüsü-ki tarih boyunca
bunu yaptık-aslında tüm insanların birbirine çok benzediğini görmemek. Modern insan sadece iki yüz
bin yıl yaşında. Ve şimdi insanlar arasındaki genetik farklılıkları tahlil edebildiğimiz için bunu
tanıtlayabiliyoruz; farklı ırklar arasında deri ve saç gibi dış karakteristikler bakımından farklılıklar
bulunsa da, çok benzer olduğumuz aşikâr. İnsan ırkları denen şeyler arasında küçük genetik
farklılıklar var, ama önyargılarımızın esiri olma hatasına düşüp, bu farklılıklara dayanarak kendi
grubumuzu ötekilerden üstün ilan etmemeliyiz. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının ve soykırımın hazin
hikayesidir bu, ahlak ve biyolojinin çarpıtılması üzerinden yürür. Diğer büyük hatamız, kendimizi
Dünya’nın efendisi sayıp geleceğine karar verme hakkına sahip olduğumuza inanmak. Ve bunu
29
www.altinicizdiklerim.com
yapma gücümüz var diye de, diğer organizmalar, diğer türler veya çevre için yarattığımız sorunları
umursamıyoruz. Çok tehlikeli sonuçlar doğurabilecek trajik bir hata bu. Daha alçak gönüllü olmamız
lazım, tüm insanların tek bir tür olduğunu ve sandığımız kadar güçlü olmadığımızı anlamamız lazım;
o zaman her şey mutlaka daha iyi olacaktır.
E.P. Zamana jeolojik bir perspektifle mi bakmalıyız?
S.J.G. Mutlaka. Benim bilimimin insanlığa kattığı en önemli kavramdır. Dünya en az dört
milyar yıl yaşında, binlerce yıl yaşında falan değil. İki veya üç yüz yıl öncesine kadar, Batı’da, şuna
inanılıyordu: Dünya en fazla dört veya beş bin yıl yaşındaydı ve ilk günler hariç, tüm Dünya tarihinin
odak noktası insandı. Bu fikirler bizi daha da kibirli yaptı, sanki Dünya sırf bizim için yapılmış ve
tarih de insanlığın tarihiymiş gibi. Şimdi Dünya’nın binlerce değil, milyonlarca yıl yaşında olduğunu
ve insanlık tarihinin de bu devasa kozmik zaman periyodu sonundaki bir saniyenin ancak son parçası
olduğunu anlıyoruz. Dünya’nın bizim için yapılmadığını ve sadece şanslı bir kaza eseri burada
bulunan misafirler olduğumuzu anlamamız lazım. Belki bu yaklaşım bizi daha saygılı ve daha fazla
insan yapar.
E.P. Jeolojik zaman perspektifinden bakınca, yeni büyük yok oluşlara dair bir işaret
görünüyor mu?
S.J.G. Dünya üzerindeki 550 milyon yıllık hayvan yaşamında beş büyük yok oluş
gerçekleştiğini biliyoruz. Bir başka deyişle, yaklaşık her yüz milyon yılda bir yok oluş gerçekleşiyorçok sık değil. Tabii Dünya üzerinde insanlar gibi, iyi ya da kötü, kendine özgü bir bilinç ve bunca güç
sahibi olan bir başka tür hiç yaşamadı. Yaşam alanlarını değiştirdiğimiz için pek çok tür yok oldu ve
öyle çok tür de yok olmakta ki, insanoğlu yüzünden büyük bir yok oluş gerçekleşiyor olabilir. Bunun
gerçekleşmesini engellemek için daha zeki olmamız gerekiyor. Zamanın söyleyeceği bir şey, ama
büyük bir yok oluş asla yaşamın tümden yok oluşu anlamına gelmemiştir. Hayat sürüyor ve biz
buradayız. Dinozorlar altmış beş milyon yıl önce ölüp tükenmeseydi, şimdi buz burada olmazdık,
çünkü bir başka önemli, harici olgu ortaya çıkana kadar yüz binlerce yıl tüm küçük memelilere
dinozorlar hükmedecekti. Gerçek şu ki, dinozorların yok oluşu küçük memelilerin evrilmesine imkân
tanıdı. Ve biz bu yüzden buradayız.
Ölülerin Kodu
Richard Dawkins ile Söyleşi
(Richard Dawkins ve Stephen Jay Gould bilimi popüler hale getirmede yirminci yüzyılın ve
hatta yirmi birincinin önde gelen isimleridir. Bilimsel ilerlemeye büyük katkı yaptıkları ve ayrıca
bilimi halka yakınlaştırdıkları halde, Dawkins büyük ihtimal asla Nobel Ödülü almayacak. Nobel
Ödülleri, karşı konulmaz bir entelektüel merakla esinlenmiş vizyon sahibi bilincilerden ziyade,
kendilerine “matkapçı” diyen bilimcilerin keşiflerine veriliyor sadece. Richard Dawkins de, Stephen
Jay Gould da ilk kategoride yer alıyor.)
Dawkins, yani Darwinci fikirlerin popülerleştiricisi şöyle diyor: “Yaşamak için ölülerin kodunu
kullanıyoruz, yani atalarımızın genlerini”.
Richard Dawkins: Sinir lifleri sırf analog kodlarla çalışmıyor; bilakis teorik hesaplamalar
dijital kodlar olmadan çalışmayacaklarını gösteriyor. Sinir sinyalleri bir makineli tüfekten gelen
atışlar gibidir. Güçlü bir mesajla zayıf bir mesaj arasındaki fark sinyallerin yoğunluğuyla değil,
frekansıyla ilgilidir.
Tüm yaşam harika makinelerden oluşan bir silsiledir. Her canlı varlık kendi DNA’sını
işletebilen bir makinedir ve her hayvan bunu farklı şekilde yapar. Bazı hayvanlar ağaçlarda, bazıları
denizde, bazıları da yeraltında yaşar, bazıları uçar, bazıları da kazar, ama aslında hepsi aynı şeyi
www.altinicizdiklerim.com
30
yapıyor: sağ kalmaya, yani genlerini geleceğe aktarmaya çalışıyorlar. Hayvanların varolmasını
sağlayan talimatlar genler tarafından kodlanıyor. Bu, evrensel tasavvurun harika bir unsuru;
talimatların ayrıntıları her durumda farklı. Köstebek yeri kazıp solucanları yemeye hazırdır, kartalın
genleriyse nasıl uçulacağı ve av yakalanacağı talimatını verir. Ama her durumda aslolan bizzat
talimatların sağ kalımıdır.
E.P. Genler hakkındaki bir iki ifadeni alıntılamak istiyorum. Yazdıklarına göre, genler “uzak
bir geçmişin kodlu bir tasviri”, “bir sağkalım klavuzu” ve “ölülerin genetik kitabı”. Bence bu
müthiş.
R.D. Bu Darwinci bir çıkarsama. Genler geçmiş bir zamanın sağ kalım klavuzu gibidirler,
çünkü bu genlerin doğal seçilimle başa çıkması geçmişte gerçekleşti. Bugün nasıl sağ kalınacağını
biliyoruz ve genlerine kodlanan geçmiş bugünden çok farklı değilse her hayvan sağ kalabilir.
Hayvanlar sağ kalmayı başarıyor, çünkü ataları sağ kaldı.
E.P. Peki insanlara ne olacak? Sağ kalabilecek miyiz?
R.D. İnsanlar açısından işler-genel olarak-şaşırtıcı biçimde iyi gidiyor. Bazı insanların
kendilerini yabancı bir çevrede hissetmeleri yüzünden birçok zihinsel hastalık ve yabancılaşma
yaşandığı doğru, ama türümüzün bu gayri-tabii çevredeki yaşamı genellikle tolere edebilmesi bir
biyolog olarak bana etkileyici geliyor.
İnsanın tarihini anlamak için tüm evrim teorisini unutup sıfırdan başlamak gerekir. Taş
Devri’nde Afrika’da yaşayan hayvan fazla değişmedi, ama kültürel bilginin etkisiyle gelişiyor. Yani
ölülerin en yeni kitabı-kültür kitabı-gelişiyor, ama genetik ve kültürel bilginin çatışmaya girip
girmeyeceğini bilmiyorum. Bugün, tıpkı altmış beş milyon yıl önceki göktaşının dinozorları ortadan
kaldırması misali, dünyayı yok edebilecek silahlara sahibiz! Bu bombalarla yaşam geleceğimizin
ayrılmaz bir parçası.
Evrimin Amacı
Dorion Sagan ile Söyleşi
(Dorion Sagan üretken bir bilim yazarıdır.)
Eduardo Punset: Dorion, Eric D. Schneider’la birlikte yazdığı kitabında “yaşamın amacı”nın
gradyanları kırmak olduğunu ileri sürüyorsun ve gradyanları da “bir aralığa yayılan farklar” diye
tanımlıyorsun.
Dorion Sagan: Teşekkür ederim, Eduardo. Yaşamın amacının bir gradyanı kırmak olduğu
yolundaki düşünce, Copernic’in evrenin merkezinde olmadığımız yolundaki büyük kavrayışına eş,
çığır açıcı bir gelişmedir bence. Gradyan, evet, bir aralığa yayılan farklılaşmadır.
İkinci termodinamik yasasının özü uzun zaman sadece “düzensizlikte artış” olarak düşünülse
de, öyle değildir.
Bunu kısmen, ikinci yasa tüm evrende geçerli olduğu için biliyoruz; yaşam gibi son derece
örgütlü sistemlerle doludur evren. Enerjinin güçlü bir yayılma eğilimi gösterdiğini söylersek, ikinci
yasayı daha doğru-ve basit-bir biçimde karakterize etmiş oluruz. Enerji delokalize olur; bir yerdeki
yoğunlaşmadan dağılmaya doğru hareket eder. İkinci yasanın özü budur, basitçe düzensizlik diye
yorumlanan entropinin artışı değil. Yaşamın işlevinin, doğal yoldan meydana gelen diğer kompleks
sistemlerdeki gibi, entropi veya atomik kaos üretmek olduğuna ilişkin yeni ve sağlam deliller var. Bu
sistemler enerji yayarken tasarımsı şekillerini koruyor ve maddeyi devindiriyorlar. Doğal işlevleri
veya amaçları bu.
E.P. “Yaşamın amacı” derken neyi kastettiğini ve bunun termodinamikle alakasını açıkla
lütfen. Termodinamiğin bir fizik bilimi olduğunu sanıyordum, ama sen biyolojiyle ilişkisini ima
ediyorsun. Ne demek istediğini açıklar mısın lütfen?
www.altinicizdiklerim.com
31
D.S. Haklısın. Termodinamik bir fizik bilimidir. Ama artık yaşamın fiziksel bir hadise
olduğunu görüyoruz, sırf genler ve proteinler şeklindeki kimyasal terkibi bakımından değil, enerji
akışı bölgelerinde maddenin devinimi gibi enerjitik işlemler bakımından da. “Yaşamın amacı” tabii
hassas bir ifade. Bilimin teleolojiye, yani amaç araştırmasına tatbikinde büyük bir sorun var: amaç
sorgulamaları çıkış noktaları itibariyle bilim dışıdır. Böyle olması da çok anlaşılır bir şey. Rönesans
öncesi dünya görüşü tüm evreni insanların katıldığı, amaç menşeyli bir yer olarak görüyordu.
Bilimsel devrimse amaçlı insanlarla cansız, mekanik olarak işleyen doğa arasında keskin bir ayrım
yarattı. Bilim insan zihnindeki amaç eğilimini tanrılara, ruhlara veya öznel-bilinç dışı doğa güçlerine
atfetme konusunda ihtiyatlı davranarak büyük kazanımlar sağladı. Yalnız şunu da belirtmek gerekir
ki, modern bilim özel olmadığımızı, bir kapris eseri değilsek de, şaşırtıcı güzellikte, kurallı bir maddi
evrenin parçası olduğumuzu anlamak bakımından sayısız zaferlerle doludur. Copernicus bizi evrenin
merkezinden attı, ama fikirleri önce bilim dışı bulunarak hakir görülmüştü. Bruno kazığa bağlanıp
yakıldı ve Galileo da bizi yaradılışın coğrafi merkezinden dışlayan kibirsiz bir pozisyonu savunacak
kadar kibirli olduğu için ev hapsine mahkûm edildi. Peşinden kimyacılar yaşamsal özün özel bir şey
olmadığını buldular. Organik bir kimyasal olan üre inorganik bileşenlerden sentezlenebiliyordu.
Astrofizikçiler uzayın derinliklerinde karbon, oksijen, hidrojen, formik asit ve alkol buldular.
Alabama sosyetesinden, bir senatör kızı ve hazır cevap bir parti müdavimi olan Tallulah Bankhead’in
nüktesiyle söylersek, “Çiğnenmiş balçık kadar safım”. Biz de saf ya da özel değiliz, içinde
bulunduğumuz kozmik koşulların yaratılarıyız. Özel bir yerde yaşamadığımız ve sıra dışı
elementlerden yapılmadığımıza göre, içinde yer aldığımız işleyiş de müthiş derecede eşsiz değil
demektir. Termodinamik bize şunu gösteriyor: enerjinin bulunduğu bölgelerde doğal olarak gelişen
diğer madde devindirici sistemler gibi, biz de aynı entropi-üretim işlevine sahibiz. Yaşam, genetik
mimarisiyle, yani kimyasal olarak kendini kopyalama kapasitesiyle eş tutuldu, buna indirgendi, ama
bu yeteneği esasen enerjitik işlevi yanında ikincildir. Yaşamın işlevi, bir hortumun işlevi gibi, bir
gradyanı azaltmaktır. Bu daha yüksek bir metafizik amacı geçersiz kılmıyor, ama şu çarpıcı gerçeği
gözlerimizin önüne seriyor: yaşamın fiziki varlık sebebine dair tutarlı bir maddeci izah nihayet
bulunmuş durumda.
E:P. Ya evrim? Onun bir amacı var mı?
D.S. Devindiren, enerji kullanan yaşamın bir işlevi olduğu termodinamikle açığa çıktığına
göre, artık evrimin bir istikameti olduğunu da görebiliriz. Evet, adaptasyon ve genetik determinizm
konularında anlaşamayan Stephen Jay Gould ve Richard Dawkins gibi evrimciler, evrimin esasen rast
gele olduğunda mutabıklar. Ama bu Ortodoks duruşun yanlışlığını gösteren deliller var ve sayıları
giderek artıyor. Yaşam zamanla okyanuslardan karaya ve havaya yayıldı ve artık giderek uzaya
yayılıyor. Kimyasal elementlerin sayısı ve Dünya yüzeyindeki biyolojik deverana katkıları arttı. Bu
şaşırtıcı değil, çünkü tüm termodinamik sistemler, bir enerji kaynağı olduğu sürece gelişebildikleri
kadar gelişirler ve bunu yaparken maddeyi devindirirler. Başka evrimsel eğilimler var. Tür sayısı, beş
temel kitlesel yok oluşa rağmen, her seferinde sıçrama yapıp daha yüksek bir rakama ulaştı.
Biyosferde depolanan ve yaşamın düzenli olarak kullandığı enerji birikimi arttı. Solunum verimliliği,
oksijenden elde edilen enerji miktarı arttı. Jeolojik zaman süresince yaşamın zekâsı, algı kapasitesi ve
duyarlığı da arttı ki bunların hepsi yeni enerji kaynakları bulup devreye sokmak ve onlara ulaşımı
sağlayan araçları korumak için kullanılabilir.
Ölü ya da Diri?
Canlı sistemlerin hepsi pek çok parçadan oluşur. Sürekli bir enerji ve gıda maddesi akışıyla
idame olurlar. “Alice Harikalar Diyarında”nın Beyaz Kraliçe’sinden mealen aktarırsak, yaşam
“bulunduğun yerde kalmak için koşmak”tır. Yaşamın canlı hücrelerce bir arada sergilenen özellikleri
şunlar: en azından moleküler düzeyde hareket, çeşitli çevre faktörlerine (yani mekanik ve kimyasal
uyarıma) karşı duyarlılık ve büyüyüp çoğalma eğilimi. Mutlak 00K (-273oC) her tür hareketi
durdurduğu için, yaşamsal özellikler bazen bu donma altı eşiğinde korunabiliyor. Bu durumlarda
yaşamı muhafaza eden şey donma-erime işkencesinden geçen hücredir.
Amiplerden Farklı
www.altinicizdiklerim.com
32
John Bonner ile Söyleşi
Önemli olan iletişim yeteneğidir, iletişimin nasıl yapıldığı değil. Bu tüm organizmalar için
geçerlidir. (John Bonner)
(John Bonner, Princeton Üniversitesi’nde George Moffett Onursal Biyoloji Profesörü’dür.)
Eduardo Punset: Son kırk yıldır bu odada dersler veriyorsun. Öğrencilerine hiç insanla sosyalamip zekâsı arasındaki farkları açıkladın mı-bizimle bütün bu yıllar boyunca incelediğin minik, sosyal,
küf benzeri yaratıklar arasındaki farkı?
John Bonner: Doğrusunu istersen, bu farkı sınıfta hiç açıklamadım. Amiplerden insanlara
kadar bütün hayvanların zekâsıyla ilgiliyim ve biyolojiye başladığımdan beri sosyal amiplerle
çalışıyorum. İnsanlar sırf amip oldukları için onları aptal sanıyor. Aslında çok zeki olabiliyorlar.
Birincisi, amipler bağımsız olmaktan ziyade gruplar halinde yaşar. İnanılmaz bir katilikle ışık
kaynağına yönelirler. Çok zayıf bir ışık kaynağına yönelebilirler. Minnacık bir ışık yoğunluğu onları
çekmeye yeter. Isıya fazlasıyla duyarlılar.
Dolayısıyla, bana göre, zekâyla davranıyorlar, ama ancak bir grup olarak. Tek amip olarak
böyle hareket edemiyorlar, ama yüz bin veya bir milyon amip bir araya gelip aşağı yukarı bir
milimetrelik bir uzunluk oluşturduklarında, gerçekten de çok zekiler ve çevre uyarımlarına cevap
veriyorlar.
Işığı arama davranışının ortaya çıkması bu sosyal kapasiteyi kullanmalarından kaynaklanıyor.
Tek başına hiçbir amip bunu yapamaz, ama bir grup olarak yapabiliyorlar.
E.P. Sence aynı kural insanlar için de geçerli mi? Kolektif halde, bireyler halindekinden daha
zeki olduğumuzu düşünüyor musun?
J.B. Düşünüyorum, böyle basit iddialar öne sürmek çok bilimsel olmasa da. Meselenin özü şu
ki, büyük beyinler küçüklerden daha iyi çalışıyor, yani bazı bakımlardan benzerlik var.
E.P. Denir ki, diğer hayvanlara kıyasla insanların en büyük avantalarından biri, evrimin belli
bir anında, diğer kişinin ne düşündüğünü tahmin etme yeteneği geliştirmiş olmasıdır. Yani başka
birinin ne düşündüğünü tahmin etmek, onun reaksiyonunu kısmen öngörmek demektir ve böylece de
kendini savunmaya hazırlanmak veya diğerine yardım etmek veya bir şekilde durumu maniple etmek
gündeme gelir. Bu doğru mu sence? Hayvanlarda da böyle mi?
J.B. Doğru bence ve diğer hayvanlarda da böyledir. Sanırım iki köpek-ki benim de
köpeklerim olmuştu-birbirlerinin davranışından, diğerinin ne düşündüğünü gayet iyi anlıyor.
Davranışı öngörebiliyorlar. Benim anlayışıma göre, hem insan hem de hayvan zekâsı daima bir sosyal
çerçevede ele alınmalı. İnsan zekâsı yalıtılmış bir şey değildir. Daha ziyade insanlar arası iletişim ve
diyalogun ürünüdür ve bu durumun diğer hayvanlar için de tamamen aynı olduğuna inanıyorum.
E.P. Bir davranışın bir zekâ ürünü olup olmadığını nasıl belirleyebiliriz?
J.B. Eski bir arkadaşım, biyolog Donald Griffin, “Hayvanlar eylemlerinin bilincinde değil mi;
bunu nereden biliyoruz?” diye sorarak, bilincin sadece insanoğluna özgü olup olmadığı yolundaki
büyük soruya yeni bir boyut getirdi. Verdiği birkaç örnek insana şu soruyu sorduruyordu: yoksa
bizimkinden farklı da olsa, hayvanlarda sahiden bir çeşit kendini fark etme melekesi var mı?
E.P. O zaman, kültür de mi bir devamlılık?
J.B. Evet, kültürü bir devamlılık olarak tanımlıyorum, ama birçok antropologun yaptığı gibi,
sırf insanları kapsayacak şekilde değil. Kültürü, davranış veya diyalog yoluyla bilginin bir bireyden
diğerine aktarımı şeklinde tanımlıyorsak, ele aldığımız bu tanım öylesine basittir ki, insanoğlunu
kapsadığı kadar daha aşağı hayvanları da mükemmelen kapsar.
www.altinicizdiklerim.com
33
Ama bu tanım kültür antropologlarını öfkelendiriyor, çünkü kültür teriminin kendilerine ait
olduğuna ve benim gibi biyologların bunu sorgulama hakkı olmadığına inanıyorlar. Kültürü, uygarlık
ve sırf insanlara atıfta bulunan diğer kavramlar bağlamında tanımlıyorlar.
Enginden Minnacığa
Bilim görünen evreni, tümünü inceler ve çok defa görünmeyen, kara-madde evreninin
muazzamlığınıysa çıkarsamak zorunda kalır. Bilimsel inceleme konuları bir kadının sınırlı derisi veya
bir futbol güruhunun deliliğinden çok ötelere uzanır. Bilimciler maddenin en küçük parçacıklarını ve
yaşamın kökenini ve de gelecekte nasıl bir hal alabileceğini anlamaya çalışır.
Gitgide küçülen ve bizim yerimize işlerimizi yapacak olan makinelerin icadı bugün en fazla
konuşulan şey. “Nanoteknoloji” ne anlama geliyor? Latincede nano (İtalyancada ennao) “minik”
veya “çok küçük” demek. Biz bir merdiven üzerindeyiz. Kendimizi tek bir yere konuşlandırmaya
alışkınız-üç boyutlu bir kürenin (ekvatora göre) kuzeyinde, (Greenwich Birleşik Krallık meridyenine
göre) batısında ve yerden bir metre yukarısındaki bir noktaya. Ama Einstein bize, merdivendeki bu
keyifli yerin, sadece statik Dünya yüzeyindeki sabit noktaları baz aldığını söyledi. Tam bir
konuşlanma için bir başka boyuta ihtiyacımız olduğunu gösterdi. Dördüncü boyutu eklememiz
lazımdı: zamanı. Yani burada 400 kuzey, 650 batı, yerden bir metre yukarıdaki basamağımdayım ve
tarih 1 Ocak 2007.
Büyük paleontolog Stephen Jay Gould-Harvard üniversitesi’nde, köhne koltuğuyla yarı
hurdalık, yarı laboratuar olan ofisinde-daha büyük ve daha mükemmel bir şeye doğru
ilerlemediğimizi söylemişti.
Ve gezegendeki en bilge ve titiz astrobiyologlardan biri olan Ken Nealson “yaşam bir
hatadır” derken, sanırım her ikisi de demin işaret ettiğim paradoksun meşru etkisi altındalar. İzole bir
sistemin kendiliğinden evrimi daima entropisindeki bir artışa karşılık gelir.
Entropi kelimesini 1850’de Clausius bir sistemin düzensizlik derecesini tarif etmek için
kullanmıştı. Yani termodinamiğin ikinci yasası izole sistemlerin düzensizlik eğilimi gösterdiğini
söylüyor.
Canlı organizmalar ve dolayısıyla insanlar, evrendeki diğer her şey gibi, kararsız dinamik
denge sistemleri olduklarından, yani entropileri arttığından, çözülme, bozulma, daha düzensiz hale
gelme ve kaybolma eğilimi gösterirler.
Yaşam, yaşamın idamesi, sürekli bir enerji akışına dayanan homeostasis [içdenge] olgusunda
görüldüğü gibi, bir entropi azalmasına karşılık geliyor. Açık veya kesintisiz sistemlerden oluşan bir
olgudur yaşam ve bu sistemler ya gıda maddelerini ve ham maddeleri ya da çevreden aldıkları serbest
enerjiyi harcayıp bozunmuş biçimde iade ederek iç entropilerini azaltabilirler.
Termodinamiğin ikinci yasası tüm sistemleri bozulmaya, çözülmeye, eskimeye ve ölüme
mahkûm ediyor. Kaldırımlar çatlar, evler eskir, çeviriden yapılan çeviriler orijinal anlamları
farklılaştırır ve yıldızlar göz kırparak yitip gider.
Brian Swimme ve Thomas Berry, evrenin evrimini daha gerçekçi bir şekilde görmemize
imkân tanıyan bir kozmo-genetik ilke ortaya koydular, onu ikinci termodinamik yasasının bir
tamamlayıcısı olarak nitelendiriyorlar. İlke düzenin oluşumuna, karmaşıklıkta ve dolayısıyla da
bilgide artışa değiniyor. Buna göre, termodinamiğin ikinci yasası istatistikî bir olgu, dolayısıyla belli
bazı koşullarda düzensizlikteki artış geri döndürülebilir.
İletişim veya enformasyon teorisinde entropi, bir mesajın belirsizliğini ölçen bir sayıdır.
Mutlak kesinlik olduğunda entropi sıfırdır. Fiziksel bir nesneye enformasyon yüklediğimizde,
yaptığımız şey, o nesnenin sistemini oluşturan elementleri özel bir şekilde düzenlemektir.
Biyolojik ve ekonomik sistemler izole sistemler değildir, her ikisi de güneş ısısını alır.
Öyleyse, yaydıklarından daha çok enerji aldıkları sürece, ekonomik ve biyolojik sistemler
www.altinicizdiklerim.com
34
entropilerini azaltabilirler. Sade dille söylersek, güneşten kullanılabilir ışık enerjisi alındığı sürece,
biyokütle ve de dünyanın brüt milli hâsılası artabilir.
Sağlıklı bir canlı varlık, bir şirket veya çufçuflayan bir lokomotifin düşük bir entropiye sahip
oldukları söylenebilir; enformasyon barındırırlar. Bireyin, işin veya makinenin bileşenlerinde
düzensizlik artarsa, bunların entropileri de artar. Belli bir eşik, belli bir entropi seviyesi var ve bunun
ötesinde canlı varlık ölüyor, şirket iflas ediyor ve makinenin çalışması duruyor.
Canlı varlıklar, şirketler veya makineler izole sistemler değil. Düzensizliği gidermek, yani
entropiyi azaltmak için diğer sistemlerce sağlanan enerjiyi kullanabilirler. Fakat böyle bir çabanın
maliyeti öyle devasa ki, Ken Nealson gibi, “yaşam bir hatadır” demek yanlış olmaz. Tecrübeyle
biliyoruz ki, bu müdahale imkânının bir sınırı var. Henüz ilelebet yaşayan veya işleyen bir canlı
varlık, şirket veya makine görmedik. Tüm bir sistem olarak başlangıcından bugüne kadar gelen
yaşamın kendisi dışında.
Atom İçin Çok Büyük, Yıldız İçin Çok Minik
Sheldon Lee Glashow ile Söyleşi
(Sheldon Lee Glashow, Nobel Fizik Ödülü sahibidir (1979) ve Boston Üniversitesinde Metcalf
Matematik ve Fizik Profesörü’dür.)
Sheldon Lee Glashow: İki uçtan bir arada söz ediyoruz: bir yanda evren ve diğerinde en küçük
parçacıklar. Ama parçacıkların incelenmesi, gördük ki, bir bütün olarak alındığında evrenle çok
alakalı. Pratikte, büyükle küçük aynı kurallar dizisini izliyor. Temel fizik her yerde geçerlidir,
büyüklükten bağımsızdır.
Eduardo Punset: O zaman sen iki ayrı fizik olduğunu düşünmüyorsun-büyük uçta kozmoloji
ve küçüğünde parçacık fiziği olduğunu.
S.L.G. Hayır, iki isim var: tüm evreni inceleyen kozmoloji ve çok küçüğü inceleyen parçacık
fiziği. Ama birbirleriyle alakalılar, hep alakalı olmuşlardır.
E.P. Neden parçacıkların hepsi aynı? Seni hayrete düşüren ikinci mesele de yaratma ve yok
etme.
S.L.G. Democritus’un görüşünün sonu bu; bildiğin gibi, evrenin ebedi atomlardan oluştuğunu
ilk kez ileri süren kişiydi. Artık atomların ebedi olmadığını biliyoruz. Enerji veya işlemlemeyle
yaratılabilir, yapılabilir ve yok edilebilirler. Einstein’ın izafiyet teorileriyle Heisenberg ve
Schroedinger’in kuantum mekaniği fikirleri bir araya getirilince, temel parçacıkları yaratma ve yok
etme imkânı doğdu. Ve bu yapılıyor!
E.P. Atomlara ilişkin bilgimizdeki bu devrim dört güce ilişkin bilgimizi de etkiliyor mu?
Nasıl ve neden ayrıştıklarını biliyor muyuz?
S.L.G. Şunu biliyoruz veya bildiğimizi sanıyoruz: etkileşimler bir zamanlar bir aradaydı.
Elektromanyetik güç ile zayıf nükleer etkileşim kesinlikle bir aradaydı. Peki, onları hangi mekanizma
ayırdı? Onları farklılaştıran şey ne? Yirmi birinci yüzyılın başında bunu cevaplamamız gerekecekCenevre’de Avrupa parçacık fiziği laboratuarında yürütülen deneyler sayesinde. Yeni parçacık
hızlandırıcı özellikle de “beşinci etkileşim” dediğimiz şeyi bulmak için tasarlandı, elektrik ve
manyetizmi ayıran ve kütle üreten şeyin ne olduğunu öğrenmek için. Başta kafa yorduğumuz
meseleye dönelim: parçacıkların neden kütlesi var? Başlangıçta belli ki hiç bir şeyin kütlesi yoktu,
her şey fotonlar gibiydi, kütlesiz parçacıklar. Sonradan kütle edindiler. Protonlarla elektronların,
evrenin başlangıcında edindikleri kütleleri var. Bilmek istiyoruz: bu elementler neden, nasıl ve nerede
kütle edindiler? Bilmiyorum.
E.P. Belki geleceğe göz atmak daha kolaydır.
www.altinicizdiklerim.com
35
S.L.G. Evet, geçmişe göre daha kolay cevaplayacağımız bir soru. Artık biliyoruz ki, Dünya
üzerinde birkaç bin milyon yıl daha huzur içinde yaşabilsek bile, Güneş patlayınca veya Ay
Dünya’yla çarpışınca felaketler olacak. Ay Güneş’ten uzaklaşıyor, ama Ay bir gün gelecek Miami
üzerinde hareketsiz kalacak. Şunu gözünde canlandır: Miami’de sürekli dolunay var. Ve aniden
yakınlaşıyor, patlayıp milyonlarca yanan parçaya ayrılıyor!
Belki o günün gelmesi bin milyonlarca yıl sürecek, ama bunu öngörmek zor değil. Geçmiş
benim için daha az ilginç, çünkü zaten oldu. Nasıl olduğunu bilmek tarihi ilgilendiren bir mesele.
Biyolojide yaşamın ve hayvanların kökenini öğreniyoruz. Yaşamın gezegen tarihinde çok uzak bir
geçmişte başladığını biliyoruz.
E.P. Madde ortaya çıktığında.
S.L.G. Doğru. Birkaç milyar yıl sürdü, ama sonra hızla serpildi. Dünya oluştuğunda evren
hâlihazırda yaklaşık on milyar yaşındaydı, çok yaşlıydı. Evrenin ilk evreleri hakkında bir şeyler
biliyoruz. Atomların ne zaman oluştuğunu biliyoruz.
Atomların ilk oluşumunu tarif etmek için linguistik açıdan berbat bir terim kullanıyoruz,
tekrar-birleşim [recombination]. Tekrar-bileşim? Hayır, ilk kez birleşiyorlardı.
E.P. Çekirdek, kuarklar ve elektronlar mı?
S.L.G. Çekirdek, kuarklar ve elektronlar. Bu bir atomdur. Evren henüz üç yüz bin
yaşındayken birleştiler.
E.P. Ve ışık ilk kez o zaman belirdi?
S.L.G. Evet. O kati andan önce evren karanlık bir yerdi. Aniden bu harika evren ortaya çıktı!
E.P. O anı görmeyi isterdim...
S.L.G. İsteyeceğini sanmam. Sıcaklık muhtemelen güneş yüzeyindekiyle aynıydı. Orada
olunacak en iyi zaman değildi. O an aslında bir “yer” yoktu. Olunacak bir yapı veya yer yoktu. Hiç
gezegen yoktu, ne bir yıldız, ne bir yapı; sadece ışık. Baştanbaşa tüm evren aynıydı. Yakın tarihli
deneyler, evrenin nasıl yanan, tektip, homojen bir yerden Dünya gezegeni gibi ilginç şeylerle dolu
yapılandırılmış, çok soğuk bir hacme dönüştüğünü açıklıyor. Olan bu!
E:P.’in yorumu: Her yaratıcı projenin bir duyguyla başladığı doğruysa-ki bu sıradan fikri
kabullenmek bilim camiasının yıllarını aldı-fizikçilerde ağır basan duygu da baş dönmesine yakın bir
şeydir: maddenin ilk evrelerinin keşfi noktasında alesta bekliyorlar. Baş dönmeleri herkesi etkiliyor.
Kışın buz ve sulu kar içinde, Cenevre’deki CERN kampüsü civarında yürürken bu duyguyu genç bir
İspanyol bilimcide gördüm.
Valencia Parçacık Fiziği Enstitüsünde araştırmacı olan Miguel Angel Sanches, yakın tarihli
teorik fiziğin büyük hipotezlerinden birine değindi-ekstra boyutların varlığına.
Biz insanlar dört boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, üç mekân boyutu ve Einstein’in izafiyet
teorisiyle eklediği zaman boyutu. Normal dünyamız dört boyuttaki hareketler şeklinde tanımlanabilir.
Ama evrene hükmeden dört gücü açıklamaya çalıştığımızda, dört normal boyutun-x, y, z mekân ve
zaman boyutlarının-yeterli olmadığı görülüyor.
Miguel Angel, başka birçok fizikçi gibi, ekstra boyutların varlığını kabul ediyor,
göremediğimiz ama matematiksel anlamda gerekli olan boyutları. Bunlar prensipte doğa güçlerinin
birliğini teyit ediyorlar. İlave boyutlar dört gücü, tek bir gücün farklı ölçeklerdeki tezahürleri şeklinde
anlamamızı sağlıyor.
Ekstra Boyutlar
Lisa Randall ile Söyleşi
www.altinicizdiklerim.com
36
(Lisa Randall, Harvard Üniversitesinde Fizik Profesörü’dür.)
Eduardo Punset: Harvard Üniversitesi gibi bir yerde daimi bir fakülte üyesi olarak istihdam
edilen büyük kadın fizikçilerin ilklerindensin, değil mi?
Lisa Randall: Hayır, birkaç kadın var. İlk olduğumu söylemek istemem.
E.P. Bugün alt katta beklerken karlar içinde kitabın Warped Passages’ı [“Eğik Pasajlar”]
okudum ve çok zevk aldım; kar şimdikinden çok daha şiddetli yağıyordu. Eski bir Harvard profesörü
geldi, kitabı gördü ve “Çok iyidir” dedi.
Ve izninle, onlara önce yeni boyutlar işini açıklamaya çalışacağım.
Harika kitabında diyorsun ki, fizik maddenin farklı ölçeklerini veya evrendeki farklı veya
daha büyük uzunlukları araştırır. Fizikte daha ileri araştırmalar yapılsa yeni boyutlar
keşfedebileceğimizi söylüyorsun. Sana bunu söyleten ne?
L.R. Sorun güzel. Sanırım gerçekten daha fazla boyut olabilir ve onları bulabiliriz. Ekstra
boyutlar olabilir de, olmayabilir de ve daima görünmez kalabilirler. Parçacık fizikçileri olarak sadece
üç uzamsal boyut bağlamında pek anlayamadığımız şeyler. Uzama ekstra boyutları eklersek bazı
matematiksel tanımlamalar gerçekten gayet güzel yerine oturuyor. Çalışma arkadaşım ve ben, eğik
[warped] geometriyi bulduk, yani farklı yerlerdeki farklı çekim kuvvetlerini, çok farklı yerlerdeki çok
farklı ölçekleri. Eğik uzay-zaman ile gerçekten de kimi ölçülebilir olguları açıklamaya yardım
edebileceğimizi gördük. Ekstra boyutlar gördüğümüz olguları açıklıyorsa, o zaman mesela
önümüzdeki birkaç yıl içinde bunları CERN’ün büyük Hadron çarpıştırıcısıyla (LCH) keşfetme
umudumuz var demektir.
Orada yapılacak şey şu: Protonları aşırı derecede yüksek enerjilere hızlandıracaklar ve bu
kadar yüksek enerjilerde çarpışma öyle çok enerji yaratacak ki, ağır parçacıklar, yani büyük kütleli
parçacıklar (E=mc2), bize ekstra boyutların izlerini verebilecek hale getirilecekler. Bunlar ekstra
boyutlarda gezinen parçacıklar olabilir ve fazladan enerjileri bulunabilir ki bu da bize ekstra boyutlar
nedeniyle fazladan kütle şeklinde görünür. Fikir şu: eğer ekstra boyutlar dünyamızdaki olguları
gerçekten açıklıyorsa, onları keşfetme şansımız var demektir.
E.P. Diyorsun ki, İsviçre’de büyük Hadron çarpıştırıcıyla (LHC) standart dört boyut dışından
gelme parçacıklara ilişkin deliller bulabiliriz.
L.R. Müthiş bir şey! Doğru. Ekstra boyutlarda gezinen bütün parçacıkları bulacak değiliz,
ama gerçek olgularla bağlantılıysalar, bazı kütlelerin tespitinden hareketle, çekim gücünü
ölçtüğümüzü çıkarsarız! Eğer tespit ettiğimiz şey çekimin zayıflığıyla bağlantılıysa, o zaman diğer
boyutları doğrudan teşhis edebilmemiz gerekir. Çok heyecan verici! Ekstra boyutlar dünyamızdaki
olguları gerçekten açıklıyorsa, o zaman bu durumun gelecek açısından deneysel yansımaları olacak
demektir. Teorilerimiz ekstra boyutlara ilişkin delilleri görmemizin yolunu açacak!
Bücürlerin Manipülasyonu
Nicolas Garcia ile Söyleşi
(Fizikçi Nicolas Garcia Madrid’de Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde
çalışıyor.)
Eduardo Punset: Nicolas, eğer Dünya dışında yaşam bulursak, uzayda robotlarla da
karşılaşacak mıyız?
Nicolas Garcia: Aramamıza gerek yok, eğer varlarsa, onlar bizi ziyaret eder. Evrende başka
bir yerde yaşam varsa, bu bizimki gibi olmak zorunda değil. Yaşam yumuşak materyaller kullanıyor.
Bizimkinden daha kompleks ve zeki yaşam formları belki daha büyük mesafeleri çok daha az
zamanda katedebiliyordur. Mevcut olasılıklarla kıyaslandığında Dünya gezegeninin teknolojik
gelişimi çok sınırlı bir düzeyde.
37
www.altinicizdiklerim.com
E.P. Veri ve hafıza konusundaki mesele ne?
N.G. Görüntüleri kaydedecek bir hafızanın icadı gerekli. Daha fazla hafızam olsaydı, onun bir
kısmını görüntülerin interaktif analizi için kullanır ve çıkarsamalar yapardım. Minik alanlara çok
fazla bilgi depolamamız lazım. Benzer sorunlarla uzay yolculuğunda karşılaştık. Eski lambalar ve on
dokuzuncu yüzyıl teknolojisiyle aya gidebilir miydik? Enformasyon cihazlarının minyatürleştirilmesi
gerekliydi. Transistör icat edildi; bu büyük bir devrimdi. Teknolojilerin entegrasyonu gerekli.
E.P. Bir sonraki adım nanoteknoloji?
N.G. Tabii. Bu yolda ilerliyoruz. Silikon teknolojisi bir mikronun çeyreği düzeyinde
(0,00000025 m), ama atomik boyuta indirilebilirdi. Bir atomu bir hafıza biti yapabilseydik, devasa
hafızalarımız olabilirdi-bir santimetre karede on ila on beş kuvvetinde, birin peşine on beş sıfır.
E.P. Bu hafızayı, diyorsun, gözlem ve depolama için kullanırım ve bir bölümünü de insan
bedeninin şu an verdiğinden daha iyi kararlar vermek için seferber ederim.
N.G. İnsan bedeninin bir terabitlik hafızası var, on üzeri on iki [1012]. Ama nanohafıza bin kat
daha büyük olsaydıE.P. İnsan daha iyi kararlar verebilirdiN.G. Bu ayrıntılı çalışmalar gerektiriyor, ama veri mevcut. İnsan bedeni, veriyi kaydedip
analiz eden bir sensör gibi davranıyor.
E.P. Üç yüz yıl sonra zeki bir makine tarafından kovalanacağını, yakalanacağını düşünüyor
musun?
N.G. İnsan mükemmel bir hayvandır, bu doğru, ama maymun ya da başka bir memeliden
daha mükemmel değil-kararlar veren bir hayvan olsa da (Margulis ve Asikainen, 2008). Belki de bir
adam veya kadının en muhteşem yanı güzel bir roman yazabilmesidir. Robotlar Don Quixote, Madam
Bovary veya Suç ve Ceza gibi romanlar yazabilir mi bilmiyorum. Ama büyük bir başarıyla başka
şeyler yapacaklar sanırım. Neden olmasın?
Benim köyümde derler ki: “Dokunabildiğin şey görebildiğin şeyden daha yakındır.”
Atomlar bir süre önce görselleştirildi. Yeni teknolojilerin gelişimiyle de, yani tünel-etkili veya atomgüçlü mikroskoplar gibi yakın alan mikroskoplarıyla, atomlara dokunabilir olduk. Kör alfabesi
kullanan biri gibi dokunarak belirliyoruz onları.
E.P. Yaşam için kusur lazım. Atomlar hangi hızda hareket ediyor?
N.G. Atmosferde atomlar saniyede 1,500 metre hızla hareket eder. Ama burada
konuştuğumuz bağlamda, her nanosaniyede (0,000000000001 saniye) bir sıçrama yaparlar. Atomların
bir yüzey üzerindeki hareket hızı saniyenin milyarlarca birine karşılık gelir.
E.P. Bu gerçekten yaşamın özü mü?
N.G. Yaşamın özü, bazı yerlerin, kusurların bulunarak atomlar tarafından yeni yapılar
meydana getirilebilmesi olabilir. Biz bu yapıların zeki olmalarını, nanorobotlar olmalarını istiyoruz.
Ve Bill Joy’a göre gelecekte bizim yerimizi onlar alacaklar.
Uzay Paramparça, Zaman Hükümsüz
Paul Davies ile Söyleşi
(Paul Davies, Macquarie Üniversitesi, Avustralya Astrobiyoloji Merkezi’nde Doğa Felsefesi
Profesörü’dür.)
38
www.altinicizdiklerim.com
Gerçek şu ki, zamanda yolculuğa zihnen uzayda yolculuktan daha hazırız. Ve uluslararası
düzeyde bir fizikçi olan Avustralyalı Paul Davies de hayatının çoğunu zaman makinesi tasarlamaya
adamış biridir.
Paul Davies: Zamanda yolculuğu, bir dereceye kadar, gerçekleştiririz, ama yalnızca geleceğe
gideriz, geçmişe asla gidemeyiz. Geçmişe yolculuktaki zorluk hala çok ileri bir teknoloji
gerektirmesi.
Zamanı evrensel ve mutlak, her yerde herkes için aynı gören Newton’cu yaklaşımda kati bir
değişim anlamına geliyordu. Einstein farklı yönde hareket ediyorsak ötekinin zamanıyla benimkinin
farklı olabileceğini söyledi.
E.P. Paul, hatalıysam düzelt, ışığınkine yakın bir hızda yolculuk edebilseydik, yüz ışık yılı
uzaklıktaki bir yıldıza on yılda gidebilirdik; bu oldukça insani bir zaman dilimi, doğru mu?
P.D. Doğru. Şu zaman eğme [warp] veya zaman genişlemesi [dilation] yoluyla çok uzun
mesafeleri nispeten kısa zamanda katedebilirsin. En yüksek hızda seyreden nesneleri gözlemlemek
yeter, mesela aşağı yukarı ışık hızındaki kozmik ışınları. Yüksek enerjili kozmik ışınlar galaksinin
tamamını dakikalar içinde katedebilir-kendi referans sistemleriyle ölçüldüğünde-ama bu Dünya7dan
gözlemleyen bizlere yüz bin yıl sürüyor gibi görünür. Böylelikle, yüksek hızda zaman eğme etkisiyle,
yüz bin yıllık bir yolculuk gerçekte sadece birkaç dakika sürer.
E.P. Zaman sanki düzgünce akıyormuş gibi, bugünü, geçmişi ve geleceği ayrıştırıyoruz, ama
senin demene göre zaman geçmişten bugüne ve geleceğe akmıyor olabilir. Bu düşünceyi terk
etmemiz mi lazım? Demek istediğim, bilimciler zamanın akışına ve belki ölüm veya doğum
endişesine son mu verecek?
P.D. Einstein bir arkadaşına yazdığı mektupta, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki ayrımın
yalnızca bir yanılsama olduğunu, ama çok kalıcı bir yanılsama olduğunu söylemişti. Biz fizikçilerin
geçmiş, bugün ve geleceği, gerçekte varolmayan, insan zihninin kurguları olarak gördüğünü
belirtiyordu. Ve bugün ile gelecek, zaman eğme etkilerinin bir sonucu olarak sorgulanabilirdi.
Einstein’ın izafiyet teorisi şu önemli mesajı verir: bir uzay gemisinde yolculuk edebiliyor, Dünyaya
dönüyor ve ikizlerin artık ikiz olmadıklarını görüyorsam, bu durumda “İkizim şimdi ne yapıyor?”
türünden sorular anlamsız hale gelir. Bir rokette çok hızlı yolculuk ediyorsam, benim zamanımla
senin zamanın artık senkronize değildir ve ortak bir “şimdi” veya şu an yoktur. Ve bu sav aynı
zamanda olma kavramı için de geçerlidir. Einstein bunu 1905’teki makalesinde formüle etti ve
fizikçiler de o günden beri zaman kavramını, bugün, geçmiş ve geleceğe bölünmüşlük yerine, bir
bütünlük içinde alırlar. Epey yaygın olan timescape veya landscape terimlerini kullanmayı
seviyorum. Fizikçiler tüm zamanı-bugün, geçmiş veya gelecek olmaksızın-insandan önce kurulmuş
gibi düşünürler. Yalnız bunun insan hayatı bıkımından bir anlamı yok, çünkü burada veya şimdi
diyebilmek gerekiyor. Ama şu an Mars’ta ne olup bittiğine ilişkin bir soru muğlâk kalır, çünkü
Mars’taki o olay gözlemcinin referans sistemine bağlıdır.
Daha büyük mesafelere gidersek, çok uzak bir galakside şu an ne olduğunu sorarsak, böyle bir
durumda “şu an”ın tanımı, oturuyor veya yürüyor oluşumuza bağlı olarak, zaman eğme etkisi
yüzünden binlerce yıllık bir değişkenlik gösterebilir. Dolayısıyla, gözlemcinin zamandaki
hareketinden kaynaklanan etkileri hesaba katarsak, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki bu belirgin
bölünme kaybolur.
E.P. Harika kitabın How to Build a Time Machine [“Zaman Makinesi Nasıl Yapılır”] zaman
makinesi yapmak için kesinlikle elzem olan üç şeyi sıralıyor: çarpıştırıcı, patlatıcı ve ayrıştırıcı. Biraz
açıklayabilir misin lütfen?
P.D. Sözünü ettiğim zaman makinesinin temel unsuru uzaydaki solucan delikleri. Açıklamaya
çalışacağım, çünkü pek çok insan kara delik kavramına aşina değil. Bir kara deliğe girebilirsin, ama
çıkamazsın; hiçliğe doğru tek yönlü bir yolculuk gibi. Solucan deliğinin kara delik gibi olması lazım,
ama girişle birlikte bir çıkışı da bulunacaktır: bir ucundan bakıp diğer ucunu görebilirsin. Sydney’de
39
www.altinicizdiklerim.com
çalışma odamda bir solucan deliği olsaydı ve ben içine atlasaydım, şehrin bir başka bölümünden değil
de, galaksinin diğer tarafından çıkardım. Bilim kurguda solucan deliğine yıldız geçidi de deniyor
bazan. Carl Sagan solucan deliğini Temas (Contact) adlı romanıyla meşhur etmişti; girişi Japonya’da,
çıkışı Vega yıldızı yakınında olan bir solucan deliği vardı romanda.
Dolayısıyla zaman makinesi yapma önerimdeki ilk adım bir solucan deliği bulmak. Ama bu
kolay değil. Ya uzayda solucan deliği diye bir şey yok ya da biz henüz onları bulamadık. Dahası, eğer
varlarsa da çok küçük olacaklar, bir atom çekirdeğinin on üzeri eksi yirmisi (10-20) civarında. Bir
solucan deliği bir atomun yanında minnacık kalacaktır; kesinlikle bir insan için yeterli büyüklükte
olmayacaktır! Solucan deliklerinin fiziği hakkında hiçbir şey bilmediğimiz için, çok zor bir işle karşı
karşıyayız. Küçük yarıklara ulaşmanın bir yolunu bulmamız ve bir solucan deliğinin kontrolünü ele
geçirip onu genişletmemiz lazım.
İlk adım parçacık çarpıştırıcı kullanmak-atomik alt-parçacıkları ışığınkine yakın bir hızda
döndürüp çarpıştıran devasa hızlandırıcılar. Epeyce bir enerjiyle bunu yapabilsek, küçük solucan
delikleri yaratabilirdik. İsviçre’de büyük bir çarpıştırıcı inşa ediliyor. Büyük hadron çarpıştırıcı
(LHC) diye biliniyor ve beş veya altı yılda hazır olacak. Çekime ilişkin bazı egzotik teoriler
doğruysa, bu makine içinde mikroskobik solucan delikleri yaratılabilir. Atomdan daha küçük
olacakları için onları zaman makinesi amacıyla kullanamayız, ama böylece solucan deliklerinin
varlığı kesinleşmiş hale gelecek. Zamanda yolculuk etmek için bir solucan deliğini insan boyutuna
genişletmemiz gerekir. Yani bu iki teknolojiyi bir araya getirirsek-küçük solucan delikleri yaratmak
üzere atom altı parçacıkları çarpıştırır ve sonra onları negatif enerjiyle büyütürsek-zaman makinesi
yapma yolundaki ilk iki adımı atmış oluruz.
E.P. Paul, doğa kendiliğinden bir solucan deliği yaratabilir mi? Gelecekte bir solucan deliği
ortaya çıkabilir mi?
P.D. Mümkün. Solucan deliği kendi enerjisini de yaratabilir. Kendi kendine de genişleyebilir.
Ve o zaman bir başka mesele ortaya çıkar: solucan deliğinin fazla büyümesini engellemek. Bu
egzotik işlem doğada zaten gerçekleşmiş olabilir, mesela büyük patlamadan hemen sonra, evren
yaratıldığında. Egzotik kuantum etkileri uzayda solucan delikleri yaratmış olabilir, ama biz
bulamadık. Astronomlar solucan deliklerinin izlerini arıyor, ama neye benzeyeceklerini hayal etmek
zor. Bazı astronomik çalışmalarla, kara deliklerin varlığını tespit ettiğimiz gibi solucan deliklerini de
bulabiliriz belki.
E.P. Sen yaşamın Dünya’da değil, Mars’ta başladığı ihtimalini öne sürüyorsun. Senin
yaklaşımına göre, bir meteorun mars’tan kopardığı bir kaya içindeki canlı bir organizma Dünya’ya
indi. Ama neden bakterilerin Mars’tan kopan bir kayayla Dünya’ya geldiğini düşünüyorsun da, tersini
düşünmüyorsun?
P.D. Yaşamı ortaya çıkaran kimyasal işlemleri bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz: yaşam önce
Mars’ta ortaya çıktı ve sonra Dünya’ya geldi. Neden? Çünkü Mars Dünya’dan çok önce yaşama
hazırdı, yaklaşık 4,5 milyar yıl önce. Daha küçük bir gezegen olan Mars daha hızlı soğudu. Bu sırada
Dünya hala çok sıcaktı ve gezegenler devasa gök taşları ve kuyruklu yıldızların bombardımanı
altındaydı.
E.P. Son bir soru, sohbetimiz boyunca hep gündeme geldi: yaşamla kuantum bilgi işlem
arasındaki ilişki? Kuanta ve zaman yolculuğu?
P.D. Tüm bu soruları birbirine bağlayan şey “bilgi”dir. Sanırım yaşam, doğru kimyasal
maddelerin doğru bir karışımıyla ortaya çıkmıyor. Canlı bir hücre sihirli bir formülden ibaret değil,
bir bilgi işleme ve cevaplama sistemidir. Bence yaşamın sırrı bilgiyi anlamakta gizli. Kuantum
işlemleme sayesinde bilginin doğasına ilişkin kavrayışımız son on yılda bir dönüşüm geçirdi.
Bilimciler, konuştuğumuz gibi, kuantum fiziğinin garip yasalarını kullanarak kuantum düzeyindeki
bilgiyi depolamaya ve işlemeye çalışıyorlar.
www.altinicizdiklerim.com
40
Fizikçiler yüzyıllardır maddeyi fiziksel teorilerin temeli olarak düşündüler. Şimdiyse ivme
kazanmış bir başka hareket var ve bu bilgiyi asal, maddeyi de onun doğru kavranışıyla ortaya çıkan bir
şey olarak görüyor. Bu kestirim şimdi biraz abartılı gelebilir, ama böyle düşünen başkaları da var. Kara
delik ve solucan deliği terimlerini ortaya atan fizikçi John Archibald Wheeler da herşeyin temelinin
bilgi olduğuna inanıyor. Wheeler bunu harika, gayet şiirsel bir biçimde ifade etmişti, “bitten cisme”
demişti.
1,000 bitin 1 bayta karşılık geldiği, bilgi bitlerini kastediyor. Fiziksel nesnelerin bilgi
bitlerinden geldiği kuşkusunu taşıyor. Bilgiyle madde arasındaki bu bağlantı işlemi üzerine kuşkular
var, ama şimdilik sadece spekülasyon yapabiliyoruz, çünkü henüz tam olarak anlamış değiliz.
KAYNAKÇA
HAYAT KİTABI- Eduardo Punset
Mind, Life and Uniıverse/ Conversations with Great Scientists of Our Time
Çeviri:Burak Bengi
1.Baskı: Nisan 2010-NTV yayınları
www.altinicizdiklerim.com
41

Benzer belgeler