Köprü Kasım 2012

Transkript

Köprü Kasım 2012
köprü
Kasım 2012
Bosphorus
Chronicle’ın Ekidir.
HABERLER
1
Ergen dertlerinize çare bulmak için
İrem Ablanıza danışınız. > 20. sayfada
“Bir Taşla İki Kuş” röportajları
kapsamında Hardy ve Özdemir
çiftleriyle ilgili merak ettiğiniz her şey
> 14-17. sayfalarda
9. Sınıf öğrencilerinin laptop
hakkındaki görüşlerinden oluşan Özel Hem bir sosyolog hem de bir düşünür olan
Levent Erden’le eğlenceli bir söyleşi. > 6. sayfada
Laptop Dosyamız > 35. sayfada
ROBERT KOLEJ AİLESİNİN YENİ ÜYESİ:
ANTHONY JONES
Şimdi huzurlarınızda sorduğumuz tüm soruları samimiyetle
cevaplayan, birçok insanın vereceği klasik cevaplardan
kaçınarak, samimi cevaplar vermeyi tercih eden Robert
Kolej’in yeni müdürü Anthony Jones. > 10. sayfada
Robert Kolej’deki hangi
öğretmenin özelliklerine
sahipsiniz?
Merak ediyorsanız
“Hangi Öğretmensiniz”
testimizi çözün. > 40.
sayfada
“KIRK YAŞINDA HAYATIMI
DEĞİŞTİRDİM.”
Güler Kamer’in kırk yaşında
üniversiteyi kazanmasıyla başlayan
ve Robert Kolej Türk müdürlüğüne
kadar uzanan başarısı. > 8. sayfada
HEP BERABER ELEŞTİRİYORUZ, KÖPRÜ OLARAK SİZİN SESİNİZ OLUYORUZ. > 40. sayfada
TOKİ Plato’da Toplu Konut İnşaatına
Başladı > 12. sayfada
İkiz olmak herkese göre bir iş değil. Sadece
seçilmiş olanlar ikiz olabilir. > 34. sayfada
EYP KAPATILDI!
Peki, şimdi ne olacak? > 27. sayfada
Burçlara seyahat > 38. sayfada
Kasım 2012
Enerjisiyle koridorları dolduran yeni beden
öğretmenimiz Gregory Pinto ile keyifli bir
Röportaj > 23. sayfada
Alex de Souza Elveda... > 29. sayfada
Robert Kolej Kampüsü’nde yaşam şüphesiz
gündüzlülerin tahmin ettiğinden çok daha
farklı. > 26. sayfada
Köprü
EDİTÖRDEN
2
Hayalim, Hayalimiz
Köprü’ye ilk girdiğimde hazırlıktım,
daha yeniydim bu okulda. Okula geleli
bir ay olmasına rağmen yazımın bir okul
gazetesinde çıkacak olması nedeniyle
çok heyecanlıydım. Her toplantıya büyük
bir hevesle gittim ve her sayıya en az iki
yazı yazmaya gayret ettim. Bazen sıkıcı,
bazen eğlenceli, bazen okuduğunuz ve
bazen de okunmayan yazılar yazdım. Bu
iki senede hem anlatımımı ve fikirlerimi
geliştirdim, her zaman çevremden
gelen yorumları dikkate aldım. Ve 9.
sınıfın sonunda, tekrar haftasında,
Melek Hocam ve Serya Hocam bana
seneye editör olacağımı söylediklerinde
tabiri caizse havalara uçtum. O günden
itibaren hayaller kurmaya başladım,
aklımda bir sürü fikir vardı. Bütün yakın
arkadaşlarıma, dostlarıma danıştım.
Gittiğim topluma hizmet projelerinde
geceleri insanlarla konuştuğum konu
“Köprü”ydü. Köprü’yü nasıl gerçek
bir okul gazetesi yapabilirdik, hem
eğlenceli hem de eleştiren ama ölçülü
yazılar yazabilir miydik ve en önemlisi
kaliteli bir yazar kadrosunu nasıl
oluşturabilirdik? Bütün bu sorular
aklımı kurcaladı bütün yaz boyunca.
Ve Ağustosun başında yazar bulmaya
başladım. Köprü gazetesi eskisi gibi 10
kişi olamazdı, gerçekten renkli bir gazete
çıkarmak istiyorsak, kaliteli, eğlenceli,
bilgili ve istekli yazarlar olmalıydılar.
Kalemleri yaratıcı ve güçlü olmalıydı.
Bir ay boyunca arkadaşlarımı aradım,
konuştum, onlara mesaj attım. Sanırım
çabalarım amacına ulaşmış ki kulüplerin
açıklandığı gün Köprü’nün üye sayısının
45 olduğunu öğrendik. 2 senedir en
fazla 8 kişi olan toplantılarımız, bu
sene 30 kişiyi buldu ve bu değişim hem
Köprü’nün eski üyelerinde hem yeni
üyelerinde büyük bir heyecan başlattı.
Toplantılarımızda herkesten inanılmaz
fikirler geliyordu ve işte o zaman
anladım ki gerçekten de Robert Kolej’in
güçlü, yaratıcı ve eğlenceli kalemleri
artık Köprü’deydi. Ve toplantımızdan
sonra bu kalemler yazılarını yazmaya
başladılar, yazıların teslim tarihinde
ise e-postamda gece 12’de 2 sayfa
okunmamış ileti gördüğüm zaman çok
duygulandım. Çünkü sonunda hayalim
gerçekleşmişti, 45 kişi de birbirinden
güzel yazılar yazmıştı ve bu yazılar
Köprü’yü gerçek bir okul gazetesi
yapacaktı. Ve işte aylardır inşa edilen o
Köprü elinizde, bu gazete yapraklarında
sadece matbaa kokusu yok. Bu gazete
yapraklarında emek, yaratıcılık, grup
çalışması, dayanışma ve hayaller var.
Bu gazete yapraklarında minnettar
olduğum insanların izleri var:
Tasarım Ekibi, her türlü nazımıza
katlandınız. Bu okulda çok az kişinin
bildiği yazı düzenlemeye emek
harcadınız, zamanınızı verdiniz. Köprü
Ailesi size minnettar demeyeceğim,
çünkü bu gazetenin çıkmasında emek
harcayan sizler de bu ailedensiniz. O
yüzden size iyi ki bizlesiniz, iyi ki varsınız
demek istiyorum. Süpersiniz!
Güler Hocam, söyleşi fikrimizi
reddetmeyip bize mükemmel bir
söyleşiyi imkânı tanıdığınız için,
edebiyatçı kişiliğinizle hem yazılarımızı
düzelttiğiniz hem de bize yol
gösterdiğiniz için ve hem edebi hem de
akademik gücü yüksek, öğrencilerine
hem bir öğretmen hem de bir kılavuz
olduğunuz için size teşekkürlerimi
sunuyorum.
Berfin, her zaman ihtiyacım
olduğunda bana yardım eden, desteğini
asla esirgemeyen ama YGS mağduru
editör dostum! Her zaman moral
vermenle ve emeğinle bana destek
olduğun için çok teşekkür ediyorum
Melek Hocam, neredeyse 2 günde bir
sizinle gerek ileti gerek telefon yoluyla
iletişim kurmamdan rahatsız olmayıp,
aksine büyük bir heyecanla Köprü’nün
şekillendirilmesinde yardım ettiğiniz,
yol gösterdiğiniz için size minnettarım.
Sıkıştığımızda bize adınız gibi bir melek
gibi yardım ettiğiniz için çok teşekkür
ederiz
Serya Hocam, geç servis de bile
gazete hakkında benle konuştuğunuz
ve fikirler verdiğiniz, yüzünüzden hiç
eksilemeyen gülümsemenizle ve Köprü
ekibine yaydığınız pozitif enerji için çok
teşekkür ederim. Umarım bu enerjiniz
ve iyi niyetiniz hiçbir zaman yok olmaz.
Ve Köprü yazarları… Yazın kendi
kendime kurduğum ve siz olmasaydınız
gerçekleşemeyecek bu hayalimi
benimseyip, “hayalimiz” yaptığınız için
size çok teşekkür ediyorum. Gün geldi
THP’lerde konuştuk yeni fikirler üzerine,
gün geldi ardı ardına gelen iletilerimden
Yunus Emre
Erdölen
mesajlarımdan usandınız, gün geldi
beraber fikir, yazı ürettik. Ve sonunda
başardık. Robert Kolej’in 150 yıllık
tarihinin en eğlenceli ve okul gazetesi
tanımına en uygun gazetesi olduk.
Hiçbiriniz olumsuz bakmadınız ve
işinizi hiçbir zaman şansa bırakmadınız.
Azimliydiniz, neşeli ve istikrarlıydınız.
Hepinize yürekten teşekkür ederim,
sizin gibi güçlü kalemlerle ve temiz
yüreklerle çalışmak, benim için büyük
bir şanstı. Umarım gelecekte hepiniz,
hepimiz hayatımız boyunca sizin gibi
temiz yürekli ve çalışkan insanlarla
karşılaşırsınız.
Kısacası bu yolda Köprü’ye
desteklerini veren herkese çok teşekkür
ediyorum ve her zaman yanımızda
olmalarını diliyorum. Çünkü samimi
duyguların ve insan ilişkilerinin
giderek azaldığı günlerde, okulumuzun
yoğun temposunu, neşeye, sevgiye,
samimiyete bağlayan bir Köprü niteliği
taşımak kolay değildi, ama imkânsız
da değildi. Ve bu ekip ilk kez bu niteliği
sağladı ve bu son kez olmayacak. İyi
yolculuklar
Değişimin Kendisi Olduk
Üç yıl öncesini hatırlıyorum. Okulu daha
yeni tanımaya başlayan bir dokuzuncu
sınıf öğrencisi olarak hayatım kimya ve
fizik dersleri arasında geçiyordu. Tabii
bir de yirmi dakikalık teneffüslerde
yaptığımız
Köprü
toplantılarını
unutmamak lazım. Çok fazla üyemiz
yoktu. Fakat hepimizin ortak bir
noktası vardı, yazmayı ve yazdıklarımızı
başkalarıyla paylaşma fikrini seviyorduk.
Okul sorunlarından daha çok kültürel
faaliyetlerden bahsediyor, kimi zaman
da küçük bir spor köşesi yapıyorduk.
Sayımız çıktığında ise sayfalarını ilk
karıştıran bizler oluyorduk. O zamanlar
istediğimiz kadar dikkat çekebilmiş
bir öğrenci gazetesi değildik. Fakat en
büyük değişimlerin sebebi olan zaman,
bizleri de değiştirdi.
Bu okul döneminde yepyeni bir ekiple,
yepyeni bir maceraya atılmaya karar
verdik. Artan yazar sayımızla bu yolda
başarılı olacağımıza inandık ve aklınıza
gelemeyecek birçok şeyi bir çatı altında
birleştirdik. Okulumuzun Türkçe
gazetesi olarak siz öğrencilerin sesi
olmayı ve sizlere bu yoğun temponuzun
içinde ihtiyacınız olan enerjiyi vermeyi
amaç edindik. Bir taşta iki kuş
köşemizle sizlere okulumuzda bulunan
evli öğretmenleri tanıtmak istedik. Her
sayı da devamını bulabileceğiniz bu
köşe sizlerde bir bağımlılık yapacak.
Edebiyat, kültür ve müzik sayfalarımızla
sizleri hayatın ritmine bağlı tutmayı
amaçladık. Gurme köşemizle, okul
sonrası gezilerinizi canlandırmaya
karar verdik. Her sayıda devamı olacak
kısa hikayelerimizle heyecanı arttırmak
Köprü
istedik. Yeni gelen idarecilerimiz ve
öğretmenlerle röportajlar yaparak
onları tanımak ve sizlere de tanıtmak
istedik. Spor köşemizle okul ruhunu
canlı tutmak istedik. Yatılı köşemizle,
okulun yatılı öğrencilerinin hayatını
yakından tanıtmaya karar verdik.
En önemlisi eleştiriyorum köşesi ile
okul hakkındaki tüm önerilerinizi
bir köşede topladık. Anonim olarak
yazabileceğiniz bu köşe ile sesinizi tüm
okula duyurabilmeniz mümkün. Tüm
bunların yanı sıra gazetemize biraz da
mizah katalım dedik ve absürd haberler
köşemizle sizleri güldürmeye geldik.
Karikatürlerimizle, burç yorumlarımızla
ve sorularını cevaplamak isteyeceğiniz
öğretmen anketlerimizle heyecanı
bir kat daha arttırdık. Aynı zamanda
öğretmenlerimize de gazetemizde
Kasım 2012
Berfin
Torun
kendilerini ifade edebilmeleri için yer
ayırdık.
Köprü’nün devrim niteliğinde ki bu
büyük değişimi yaşadığı zamanda
Yunus Emre Erdölen ile beraber editör
olmak ve tüm bu sorumlulukları
en az bizler kadar heyecanlı yeni
yazarlarımızla ve enerjileriyle bizi
canlı tutan danışman öğretmenlerimiz
Serya Kayapınar ve Melek Giray
İnce ile paylaşmak beni hala çok
heyecanlandırıyor. En önemlisi ise siz
okuyucularımızın vereceği tepkileri
büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum.
HABERLER
3
Eski Editörden
Merhaba arkadaşlar,
Bu yıl ilk sayıyı çıkarmanın heyecanı
ve kulübün artık resmi bir parçası
olmamanın üzüntüsünü duyuyorum.
Ben okula girdiğim yıl kurulmuştu
Köprü. İsminden tasarımına kadar
her aşamada sürecin bir parçasıydım.
Okuldaki diğer aktivitelerimin yanında
ayrı bir yeri vardı Köprü’nün bende.
Kulüpte sayıca az olmamızdan
dolayı daha fazla sorumluluk vardı
omuzlarımda belki ama karar
aşamalarında söz sahibi olmak yaptığım
işi daha çok benimsememi sağladı
sanırım. Aidiyet hissettiğiniz bir iş için
özveriyle, şevkle çalışırsınız çünkü.
Köprü’deki beş yıllık maceramın
sonunda birçok tecrübe edindim
ama sizlerle en kıymetli olanını
paylaşmak istiyorum: sabrederek
çalışmak. Geçen seneki editör yazımı
okumuş olanlar hatırlar. Biraz buruk
bir yazıyla karşılamıştım sizleri. Yanlış
hatırlamıyorsam on kişiydik geçen
yıl ve bir gazete çıkarmakta çok
zorlanıyorduk. Bir gazetenin sayfa
sayısı dördün katları olmak zorundadır
ve “gazete” görünümünde bir basım
elde etmek için yirmiye yakın yazıya
ihtiyacınız vardır. O yüzden her sayıyı
güçlükle çıkarabiliyorduk. Ben de bu
durumun verdiği üzüntüyü sizlerle
paylaşmıştım.
Kulüpte az kişi olmanın ve haksız
eleştirilere maruz kalmanın getirdiği
bir moral bozukluğu vardı hepimizde,
ama yine de severek yaptığımız işten
vazgeçmedik. Ve bu yıl sabrımızın
meyvelerini
topluyoruz.
Yazar
kadromuzdan da görüldüğü gibi bu yıl
kırk üç kişiyiz ve bu yıl ki editörler Yunus
Emre ve Berfin’in elinde altmışa yakın
yazı var.
Sizlere naçizane tavsiyem ne olursa olsun
severek yaptığınız işten vazgeçmeyin.
Başkalarından ilgi ve takdir görmüyor
diye yarıda bırakmayın. Başlattığınız işe
değer kazandırmak ve onu bir noktaya
Nur
Sevencan
getirmek sizin elinizde. Biz Köprü ailesi
olarak, yoktan bir gazete inşa ettik.
Bütün zorluklarına rağmen bir gelenek
başlattık. İnanıyorum ki, bizden sonra
da bu gelenek devam edecek.
Hepinize dolu dolu bir yıl diliyorum. Bu
yıl benim sizlerle son yılım. Sürç-i lisan
ettiysem affola malum dilin kemiği
yok. Esen kalın…
Zor Mu Kolay Mı?
Düşüncelerimiz sadece bize mi ait?
Sadece ve sadece bize mi, başka
insanların etkisi yok mu hiç? Eğer
cevabınız kesinlikle olumsuzsa pardon
ama, buna inanmıyorum.
Aslında başkalarının etkisi altında
kalmasak, onların düşüncelerini
bilmesek, kendi düşüncelerimize sahip
olabilir miyiz? Mesela ilk insanlar.
Zorluk ve kolaylık kavramlarını bilirler
miydi? Sonuçta yapabildikleri her
şey onlara kolay gelirdi, yapabiliyor
olurlardı. Neyin kötü neyin iyi
olduğunu bilebilirlermiydi? Sadece
yapabildiklerinin en iyisi, onlara en iyi
şey gibi gelirdi belki de. Aslında o bile
değil, eğer bir sonuca varabilseler iyi
olurdu onlar için. Ama şimdi öyle mi?
Artık kavramlar arasında ince bir çizgi
var sanki. İstisna kabul etmeyen,
acımasız bir çizgi. Ya üstündesindir
ya altındasındır onun. Ya iyisindir ya
kötüsündür, ya kolaydır ya da zordur.
Bir de ön yargı diye bir duygu var artık,
insanları etkileyen. Anlamsız ve amaçsız
olan, seni insanların düşüncesinin kölesi
yapan; sana düşüncelerini unutturan,
düşünmene izin vermeyen. Peki, bunlar
doğru mu? Soyut bir çizgiye göre
hareket etmek ve bu anlamsız duyguya
önem vermek. Adalet denebilir mi
buna?
Aslında 9. Sınıfta aynen böyle. Herkes
zor diyor, bizde zor diye başlıyoruz yıla.
En baştan, daha hiç yaşamadan, sırf
başkaları yüzünden, anlamsız bir ön
yargıyla,
yılın zor
olduğuna
inanarak.
Biz bu
yılın kolay
gelmesine
şans bile
vermiyoruz,
kendimizi
bu seçeneğe
kapatıyoruz
resmen.
Bazılarımız
ilk sınavlar
yüzünden
hayallerini
bile
yitiriyor. Bir
de başkaları
Zor Mu Kolay Mı?
sınavın
kolay olduğunu söylerse umutları
kalmıyor hiç, “O benden daha iyi, ben
çok kötüyüm.”gibi anlmasız şeyler
düşünebiliyorlar. Ya da üst sınıflara
soruyoruz yine saçma bir nedenle.
Onlar bu ortalama çok düşük artık
büyük ihtimalle gidemezsin derlerse,
ne kadar garip ki inanıyoruz buna.
Hatta çabalamadan bile vaz geçenler
Kasım 2012
vardır eminim. Bazıları ise 9. Sınıfa
kim zor demiş, çok kolay demeye
başlıyor, sadece ilk sınavdan iyi aldılar
diye. Diğerleri daha karamsarlaşıyor
böylelikle. Diğerlerinin düşüncelerini
dikkate alıyorlar, kendilerininkine
önem vermeyerek sorugusuz sualsiz
onların dediklerine inanarak. Bir
de bu yıl çok ödev var çok işimiz
var diyenlerin aksine geçen yıldan
daha az ödev var diyenler var tabii.
Onlarda hazırlıkta fazla ödev veren
Köprü
Cansu
Bayraktar
öğretmenleri olan kişiler. Ee onların
bunu söylemeleri diğerlerini daha çok
üzmekten, tedirginleştirmekten başka
ne işe yarıyor ki, kendilerini mi tatmin
ediyorlar? Hiç sanmıyorum.
Belki de ilk insanlar gibi olmalıyız
artık. Sadece ve sadece kendi
düşüncelerimize önem vermeye
başlamalıyız. Kolaylık veya zorluk.
Bu kavramların öznel olduğunu, en
doğru şeyi yapmayı öğrenmeliyiz:
kendimizi kimseyle karşılaştırmamayı;
inatla karşılaştırıcaksak da o kişinin
yanlızca kendimiz olması gerektiğini
anlamalıyız. Özellikle hırslı olanlar.
Bu duygu onlara zarar bile verebilir
ki bizim okul hırs konusunda tetikte
bence. Hırslılar: en tehlikeli olanlar.
Belki de bu yüzdendir 9. Sınıfın
zor gelmesi. Buna inandığımız
için. Ön yargı denen o anlamsız
duyguyu yaşadığımız için.Kendimizi
düşüncelerimize kapadığımız yanlızca
başkalarına inandığımız için. Peki ya
o duygu olmasa, her şey daha iyi olsa.
Sonuçta elimizden geleni yaparız o
zaman. Başkalarını dinlemeyiz.
4
SANAT
Müziğin Derinliklerinden
Merhaba, sen her kimsen ki büyük
ihtimalle bir Robertlisin; bizim
yazımızı bulacak kadar şanslı olman
pek umurumuzda olmamakla beraber,
sana asıl söyleyeceğimiz şu: Biz
bu gazetedeki başka kimselere de
benzemeyiz. Kendimiz için yazarız.
Başkası okursa okur, okumazsan okulda
otuza yakın geri dönüşüm kutusu var.
-Maviş Oğlan: Ki kediler okurlardan
daha umurumda.
-Bay Pembe: İkisini de takmıyorum.
Şimdi büyük ihtimalle gözün korktu
ve sayfayı çevireceksin, ama bekle!
Birazdan okuyacakların, sana Justin
Bieber’ın olduğu bir dünyada hâlâ
uğruna savaşacak bir şeyler olduğunu
kanıtlayabilir. Kanıtlamasa bile, en
azından sana bir şeyler katar. Sıkıcı
adamlar da değiliz hani.
-Maviş Oğlan: Ama uyarayım buradan
öğrendiklerinle kız tavlayamazsın.
Benim gibi çekici olman şart. Yoksa
olmaz o iş.
-Bay Pembe: Senin çekiciliğin de
pek umurumda değil, lütfen müziğe
geçelim.
Hâlâ buradaysan müziğe gelebiliriz.
Yıllardır gelmeye çalıştığımız ve
aradığımız müzik, şüphesiz insan
ruhunun dışa vurumunun en doğal
hallerinden biridir. Şiir gibi, kitap
gibi, tiyatro gibi, heykel gibi, müzik
de insanın içindeki basit kelimelerin
dokunamadığı noktalara dokunur ve
sözlerin yetersizliğinde yardımımıza
koşar.
İnsan ruhunun bir meyvesi olan müziğin
günümüze gelene kadar çeşitlenmesi ve
farklı görüş ve anlayışlara sahip kişiler/
gruplar tarafından dallandırılması kadar
doğal bir şey yoktur ve bugün bizler de
olgunun oluştuğu son noktalardan az
çok bahsedeceğiz.
Müziği arayışımızdaki bu yolculukta ilk
bahsedeceğimiz grup Modest Mouse.
Modest Mouse indie müzik yapan
sevilesi, tatlı, şeker, minik bir gruptur.
Her şeyden önce albüm isimlerinin
yaratıcılığıyla bile göze çarparlar ki
“The Fruit That Ate Itself”, “Good News
for People Who Love Bad News” ve
“We Were Dead Before the Ship Even
Sank” bunlardan sadece birkaçıdır. Her
albümüyle yeni bir bakış açısı getiren
bu grup, sesiyle de göze çarpar.
Klasik indie sesini alıp klasik folk sesiyle
karıştırıp bir de bunu başarmak büyük
bir iştir ki bu Modest Mouse’u özel
kılan şeylerden biri. Özgür bir müzik
anlayışıyla kendilerine has bir ton
yaratan Modest Mouse, bu akşam eve
gidince biraz da güzel ve değişik müzik
dinlemek isteyen herkesin bir bakması
gereken gruptur.
-Bay Pembe: Bugün dışarıda dolaşırken
bir anda bastıran yağmur benliğimi
yamulttu. (?)iPod’umun özenle seçtiği
“Float On” beni kapüşonumu çıkarıp
yağmurun altında huzurla ıslanmaya
teşvik etti.
-Maviş Oğlan: Yağmurda ıslanacak
lükse sahip olmayan bir insan olarak,
Modest Mouse’u sever ve takdir ederim.
Öksürüyorum zaten, iyice fenalaştım, bir
de yağmur yeseydim zatürre kaçınılmaz
olurdu herhalde. Çok uzatmadan, “Float
On”un çok etkileyici bir şarkı olduğunu
söyleyeyim, bu muhabbet de şimdilik
bitsin.“The Cure”, alternatif müzik türünün
özel örneklerinden biridir. 1970’lerde
ortaya çıkan ve o zamandan beri inatla
inmeyip kendi çaplarında yeniden
toplanma konserleri yapan ancak
eski haline ulaşamamış bir gruptur.
Zamanında çok iyi olan Cure, etkilerini
yavaş yavaş kaybederek günümüzde
unutulmaya yüz tutmuştur. “Just
Like Heaven”, “Friday I’m in Love”,
“Fascination Street” ve “Lovesong”
gibi şarkılara imza atmışlardır
ki günümüzdeki performansları
düşünülünce bu şarkıların onlara ait
olduğuna inanmak oldukça zordur.
-Bay Pembe: Her Cuma BBM fotoğrafımı
Friday I’m in Love yaptığımı belirtmek
istedim
-Maviş Oğlan: Eğer bugün bir aşk
böceğiysem o da Cure sayesindedir.
The Cure, müziğe duygusal yaklaşımıyla
öne çıkan bir gruptur ve gençliğinde
bol bol aşk acısı çektiğine inandığımız
Robert Smith bu duygularının üstüne
o kadar gitmiştir ki saçı başı, yüzü gözü
sağa sola kaymış ve bu duygularından
şarkılar yazmıştır.
Şimdi değineceğimiz insana sadece
Umutcan
Gölbaşı
Meriç
Demirbaş
müzisyen deyip geçmek tam olarak
sekiz dinde günahtır. Değineceğimiz
insan bir müzik tanrısı, bir dahi, bir ilah,
bir jelibondan bile daha şekerdir. Onu
dinleyerek büyüdük ve şu anki müzik
bilgimizi temel taşlarından biridir.
-Bay Pembe: Mızıka çalmaya 6 yaşında
başlamama neden olan insandır ve
mızıkada “bend” yapmayı bulan bir
dâhidir.
Bob Dylan, 1960’ların sonundan 70’lerin
başına dek gerçekleşen müzikteki
büyük değişimde çok büyük rol almıştır.
Şarkılarında verdiği mesajlar ile
insanlara anlatmak istedikleri, değerli
ve önemlidir. “Everything is Broken”,
“Shelter from the Storm”, “Blown
in the Wind” gibi destansı şarkıları
şiirselliğe farklı bir boyut kazandırır.
Kısacası Bob Dylan bu kısacık paragrafa
sığdıramayacağımız kadar büyüktür ve
eğer hiç dinlemediyseniz kaybettiğiniz
şeyin büyüklüğünü kelimelerle
anlatamayız.
-Maviş Oğlan: Aslında anlatabilirim: Bob
Dylan dinlememiş bir insan vejetaryen
bir hamburger gibidir, yenmez.
Haydi bizden bu kadar bir sonraki sayıya
görüşürüz. Kalın müzikle.
Film Eleştirileri
Resident Evil: Retrubition (Ölümcül
Deney: İntikam)
Puanı: 7.5
Yoğun bir sınav döneminde, eğer
biraz rahatlamak, kafayı dinlemek
isterseniz bu film tam size göre. Hayatın
monotonluğundan iki saatliğine olsa bir
kaçış. Elinizde patlamış mısır, kolunuzda
en sevdiğiniz arkadaşınız kaçırmadan
gidin derim. Biliyorum çoğunuz “DVD
şeklinde alır izleriz.” diye düşünüyor
ama sinemanın atmosferi bir farklı,
özellikle de üç boyutlu olanın.
Önceki filmlerden de bildiğimiz gibi
Alice karakterinde Milla Jovovich
harika bir iş çıkarmış. Özellikle
aksiyon sahnelerinde kendinizi filmin
içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Tabii
ki bunda Milla Jovovich’in etkisi olduğu
kadar üçüncü boyutun inanılmaz
bir profesyonellikte kullanılması da
söylenebilir.
Öncelikle filmin başlangıcının çok etkili
olduğunu söylemem gerek. Dördüncü
filmin son sahneleri geriye sarılarak
çekilmesi ile, daha filmin en başından
aksiyona doyuyorsunuz. Ardından çok
fazla uzatmadan, hemen filmin merkezi
olan Umbrella şirketinin üssüne geçiş
yapılıyor. Yalnız bu seyirciyi yanıltmasın,
ortam bakımından en çeşitli ölümcül
deney filmi.
Aksiyonun hiç bitmediği Ölümcül Deney
filminin serinin en iyi filmlerinden biri
olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Ölümcül Deney’i diğer filmlere göre
ayrı kefeye koymak gerekiyor. Sonuçta
Köprü
oyundan filme çevrim olduğu için ve bir
zombi filmi olduğu için abartılı aksiyon
sahnelerini fazlasıyla görüyoruz.
Filmin son sahnesi için ayrı bir parantez
açmam gerek. Filmi hiç beğenmemiş
olsanız bile (ki bunun çok mümkün
olduğunu zannetmiyorum) son
sahnedeki sürpriz, heyecan ve savaş
sahnesi önceki hiçbir filmde yok ve aynı
zamanda son filmin de ön gösterisi..
Çok fazla filmle ilgili ipucu vermeden son
bir şey eklemek istiyorum. Eğer siz de
benim gibi Ölümcül Deney oyunlarına
hayransınız, ya da sadece eğlenmek
ve korkmak için film arıyorsanız bu
film tam size göre. Özellikle sınav
zamanındaki arkadaşlarımızın biraz da
rahatlaması için bu iki saat kesinlikle
Kasım 2012
Kaan Cemil
Doğusoy
yer de artar bile. Bu ayın kesinlikle en
iyi aksiyon filmlerinden biri Ölümcül
Deney.
Paranormal Activity 4
Puanı
6.5/10
Pazar sabahı ne yapsam, ne yapsam
diye düşünürken en sevdiğim film
serilerinden biri olan Paranormal
Activity’nin gösterime girdiğini
gördüm. Hemen internet’ten biletimi
aldım ve sinemaya gittim.
Ben bu filmim seyircisini ikiye
ayırırım: korkanlar ve korktuğunu
sanat
söylemekten korkanlar. Çünkü bu
filmde korkmamanıza neredeyse imkân
yok (Duygusuz olsanız bile) 4. filmi de
öyleydi. Bolca korkunç sahne vardı,
serinin en korkunç filmi olmaya aday.
Bazıları bu filmi saçma buldular, ama
maalesef söylemeliyim ki, bu filmi
ben de saçma bulmaya başladım.
Mantıksızlık hat safhadaydı. Sonunda
hele, ismi malum kişinin kim
5
olduğunu anlayan bir izleyici olduğunu
zannetmiyorum. Filmden çıkıp “Sensin.”
deseler bile daha saçma olamazdı
herhalde.
Belki çok kötü değildi sonu ama
Paranormal serisinin son filmi olarak
yakışmadı. Keşke üçüncü filmdeki gibi
sürprizi bol, korkusu bol, aksiyonu bol
ve daha uzun bir final olsaymış ama
olmadı.
Genel olarak filmin kurgusu çok Ama sanki gösterimdeki diğer korku
zayıftı. Bunun sebebi de çok belliymiş filmlerine göre eksik kalmış. Karar tabii
meğerse. Yazar arkadaşlar ayrılmışlar, ki de sizin.
sadece biri yazmış. Filmde çok büyük
yara açmış bu olay. Umarım barışırlar
da son bir film daha yaparlar. Bu filmin
yarattığı saçmalığı yine bir tek onlar
düzeltebilirler.
Genel olarak seri için gidilebilecek
bir film, korkacağınızdan da eminim.
gibi Türk sanatçılarla sahneye çıktı.
Bütün geceyi sesim kısılana kadar
bağırıp yerimde zıplayarak geçirmemi
sağladılar. Herkese ama herkese
hayatları boyunca en az bir kez bir jazz
konserine, mümküne Marcus Miller
konserine gitmelerini tavsiye ediyorum.
Kesinlikle pişman olmayacaksınız,
olamazsınız zaten.
8 Eylül gecesi Santralistanbul’da o
kadar çok Robert Kolej öğrencisi vardı ki
gecenin bir bölümünü Robert’in konsere
sponsor olma ihtimali olup olmaması
üzerine düşünerek geçirdik. Bu konser
açık ara farkla en çok eğlendiğim
konserdi. Bunun nedeni müziğin daha
kaliteli olmasından çok, ki müzik
kesinlikle beklentileri karşılıyordu, çok
fazla arkadaşımla ve tanıdığım insanla
beraber orada olmamdı. Bence bir
konseri iyi yapan iki kriter var: müzik
ve ortam. RHCP konserinde ikisi de
oldukça iyiydi. Grup elemanlarının
Türkiye hakkında söyledikleri, yaptıkları
doğaçlamalar ve kalabalığın müthiş
coşkusu sayesinde enerjisi oldukça
yüksek bir konserdi. Gerçi konserin
sonunda üçüncü kategorinin yarısı yerde
oturuyordu ama yine de ellerini sallayıp,
yüksek sesle şarkılara eşlik ederek
heyecanlarını belli ettiler. Konserden
sonra en çok duyduğum şikâyet ise çok
uzun insanlar en önde durduğu için
arkadaki insanların sahneyi görememiş
olmasıydı! Gerçekten de konserdeki boy
ortalaması oldukça yüksekti ve sahneyi
gösteren dev ekranların olmadığı
yerlerde sahneyi görmek neredeyse
imkânsızdı.
Leonard Cohen yaşlandığımda olmak
istediğim biri gibi. 79 yaşında olmasına
rağmen konser gecesi Ülker Sports
Arena’daki en hareketli ve enerjik kişi
oydu. Konser boyunca hiç ama hiç yerine
oturmadı. Ayrıca sahne için hazırlanan
şarkı listesi o kadar başarılıydı ki herkes
konserden yüzünde tatmin olmuş
bir ifadeyle ayrıldı(Bu konudaki ekşi
sözlük yorumlarını okumanızı şiddetle
öneririm, insanların heyecanını daha
iyi anlamış olursunuz). Ertesi sabah
haberlere “İstanbul’dan bir efsane
geçti” başlıkları atılmıştı. Gerçekten
de Leonard Cohen gibi bir efsaneye
İstanbul’da ağırlamış olmak mutluluk
ve onur vericiydi.
Konser geceleri ne kadar muhteşem olsa
da öncesinde arkadaşlarla geçirilmiş bir
gün, konser gecesine mükemmellik
katar. Red Hot Chili Peppers konserinin
olduğu gün, işte tam da böyle bir
gündü. Eğer konser öncesinde tanıdık
insanlara rastlamak istiyorsanız Taksim
gitmek için en doğru mekan. Hem
yemek yemek hem de eğlenmek için
Taksim gibisi yok. Bir de eğer yakın
Konserler
Ertesi günün tatil olduğunu bilerek
geçirilen bir cuma ya da cumartesi
gecesi her koşulda iyi vakit geçirilen
bir gece oluyor. Hele de yanınızda
arkadaşlarınız, etrafınızda sizinle aynı
müzik zevkini sahip havalı insanlar
ve sahnede de bayıldığınız bir grup
ya da şarkıcı olunca o gece tadından
yenmiyor. Çok şanslı bir genç olarak
yazdan beri müzikle iç içe üç konser
gecesi yaşadım. Marcus Miller&Friends,
Red Hot Chili Peppers ve Leonard
Cohen konserlerinin üçü de birbirinden
harikaydı. Her seferinde ertesi sabah
pestilim çıkmış bir şekilde uyanmış
olsam da zerre kadar pişman değilim.
Yine olsa yine yaparım.
Marcus Miller’den bahsetmek gerekirse
öncelikle ne kadar muhteşem bir
jazz müzisyeni olduğunu hatırlatmak
isterim. Konser Harbiye Cemil Topuzlu
Açıkhava Sahnesi’ndeydi ve konser
öncesi yaşanan trafik yüzünden konsere
geç kaldım. Fakat bu biraz işime geldi,
tam Marcus Miller sahneye çıktığı anda
ben de konser alanına girdim. Konser
alanına girerken muhteşem bir müzikle
karşılanmak, Oscar’da kırmızı halıda
yürüyormuşum etkisi yaptı. Beni de
hemencecik konser havasına soktu.
Marcus Miller çok uyumlu ve çok iyi
doğaçlama yapabilen biri. Yanında
Hüsnü Şenlendirici ve Burhan Öcal
Su Mevsim
Küçükakyüz
arkadaşlarınızlaysanız
kendinizi eğlendirmek için değişik
yollar bulabilirsiniz. Hemen bir örnek
vereyim: biz “Konser İnsanı!” oyununu
icat ettik. Sadece iki kişi oynamış olsak
da hem biz hem de etrafımızdakiler çok
eğlendi. Oyunu oynaması oldukça basit:
1. Etrafta gideceğiniz konserle ilgili bir
şey giyen birini tespit edin (Biz RHCP
tişörtlü insanları bulduk.). 2. Öyle birini
görür görmez onu işaret ederek yüksek
sesle “KONSER İNSANI!” diye bağırın.
Evet, bu kadar. İlk önce bağıran puanı
alıyor, fakat burada adil bir hakem
bulmanız gerektiğini belirtem lazım.
Yoksa benim gibi mağdur olabilirsiniz.
Oyuna nasıl tepkiler alacağımızı
bilmeden başladık ama aldığımız
tepkiler genel olarak çok iyiydi. İnsanlar
ya el sallayıp bize seslendiler ya da
umursamadan yollarına devam ettiler.
Eğer kendinize yeterince güveniyorsanız
oynamanızı kesinlikle öneriyorum hem
konser heyecanını artırıyor hem de yeni
insanlarla tanışmanızı sağlıyor.
Bir başka konser bombardımanına
kadar sağlıcakla kalın, sizi seviyorum
kuzular.
15 KASIM’DA XXVI. LISE LIVE’DA SAHNE ALAN
TÜM ARKADAŞLARIMIZI KUTLUYORUZ.
XXVII. LISE LIVE’DA BULUŞMAK DİLEĞİYLE...
Kasım 2012
Köprü
6
röportaj
Levent Erden’le Röportaj
Reklamcı, pazarlamacı, öğretmen,
entellektüel ve belki de çağımızın en
kültürlü şahsiyeti. Sıfatların yetmediği
adam Levent Erden’le yaptığım bu
röportajı umarım siz de benim onunla
konuşmaktan aldığım kadar keyifle
okursunuz.
En içten sevgilerimle
Zeynep Can Aksoy
Merhaba, kendinizi okurlarımıza
tanıtır mısınız lütfen?
Aleykümmerhaba, ben Levent Erden.
Nüfus kağıdı 55 gösterse de ben kendimi
12 ila 16 yaş arasında hissediyorum.
Önce Galatasaray’da sonra da
Boğaziçi’nde okudum, çok genç yaşlarda
çok büyük şirketler yönettim. Sonra da
bir halt olmadım. Bu yaşa gelince de
biriktirdiklerimi harcamaya çalışıyorum.
Para biriktiremediğime göre gerisini
harcıyorum.
Şu an yapmakta olduğunuz
‘İstanbul Kafası’ programından
biraz bahseder misiniz? Bu
programı yapmaya başlamanızdaki
amaç neydi?
Aslında iki yıl önce ‘Şehrin Şifreleri’
adında 13 bölümlük bir programla
başladım. Şehrin Şifreleri bittiğinde
çoğu kanal aynı formatı izleyerek benzer
programlar yaptı ve ben de bunu bir
iltifat olarak kabul edip iki sene sonra
‘İstanbul Kafası’ programını yapma
kararı aldım.
Neden, diye soracaksın. Öncelikle
insanlar bu şehirde yaşıyorlar. Şehir,
hayatın çok önemli bir parçası ancak
kimse bunun farkında değil. Bize sürekli
maddi değeri olduğu varsayılan şeylerin
peşinde koşmamız dayatılıyor. Yani
herkes ev araba, en iyi elektronik eşya
ve en son model telefonu alma peşinde.
İnsanın hayatında tek değerli şey var
bu da tatmin. Bu tatmini sadece maddi
varlıklara yüklüyoruz ve mutsuzluğa
sürükleniyoruz. Halbuki İstanbul’da,
geliri ne olursa olsun, bir aile sadece
20 lira harcayarak inanılmaz bir gün
geçirebilir. Bunun parayla pulla ilgisi
yok.
Hepimize, yani bu şehirde yaşayan 15
milyon kişiye çok büyük bir miras kaldı.
Normalde miraslar kolayca tükenir
ancak bizimkisi ye ye bitmeyen hatta
çoğalabilen bir miras. Sorun kimsenin
kendilerine kalan bu mirastan haberinin
olmaması.
Benim tek dileğim insanların bu
mirastan haberdar olmaları ve onu
yiyebildikleri kadar yemeleri.
Bu programın özel bir hedef kitlesi
yok. Bu şehirde yaşayan ve onun
farkında olmayan özellikle de 1980’ler
sonrasında klasik bir hastalık haline
gelmiş meraksızlıktan muzdarip
insanların bir miktar, hiç olmazsa
yaşadıkları, önünden geçtikleri,
yanında durdukları, içinde oturdukları
mekanlar hakkında bilgi edinmelerini
amaçlıyorum. Ben yıllarca etrafımdaki
her şeyi merak ettim. İstanbul
Kafası’nın başlamasının nedeni de
benim ömrüm boyunca merak ettiğim
şeyleri paylaşmak istemem.
Nasıl başladığını da anlatayım:
Açık hava tiyatrosunun tam karşısında
bir Osmanlı çeşmesi vardır. Orada
böyle bir çeşmenin olmaması gerekir,
çünkü orası 1954’te yapılmıştır.
1954’ten önce orada yerleşim yok,
yani çeşmeye de gerek yok. Ben
oturdum, o çeşme nereden çıktı, diye
debelendim, araştırdım ve en sonunda
buldum. Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı’na
çıkmadan önce bir çınar ağacı vardır,
yol ikiye ayrılır orada. Çınarın öbür
tarafındaki yol sonradan açılmış ve yol
açılırken Beşiktaş’ın iskele meydanında
bir düzenleme yapılmış. Barbaros’un da
türbesi var orada. O türbenin çeşmesini
meydana uymadığı için söküp onu yeni
yapılan Osmanlı karakteri taşımayan bir
yere taşımışlar.
Sonra bu hikâyeden başlayıp, 1954’te
şehir inşa edilirken ve yeni yollar
yapılırken değişen birçok eserin ve
yapının olduğunu araştırdım.
Örneğin; maden fakültesinin karşısına
yaptırılan çeşmenin Tophane’de
olduğunu buldum. Daha sonra
Karaköy’deki camiinin yerinden
kaldırılıp adalara taşınmak istenirken
kaybolduğunu gördüm.
Birçok şeyin yerinin değiştiğini ve şehrin
sakladığı binlerce hikâye olduğunu fark
ettim. Ve ben de bu hikâyelerin peşinde
koşmaya başladım.
Bizde tarih ‘tü kaka’ bir alandır. Çocuğu
tarihten kötü not alan anne bunu çok
önemsemez. Fizik, matematik daha
önemlidir. Tarih onlar için sıkıcıdır, tarih
Köprü
kitapları kötüdür ve taraflıdır.
Üstüne üstlük tarih onlar için Muhteşem
Yüzyıl’ın sonunda, Kanuni’nin ölmesiyle
biter. Osmanlı tarihi burada son bulur.
Sonunda da kötü padişahlar ülkeden
kaçarlar. Halbuki arada atladığımız,
önemsemediğimiz ve yok saydığımız
300 sene var.
Hele son 100 seneyi çok az biliriz. Ancak
ismi birbirine benzeyen ve öğrenciler
tarafından karıştırılan padişahların
kurduğu bu şehirde yaşıyoruz. Bugün
olan biteni çok büyük ölçüde belirleyen
dönem 1826 sonrasıdır. Ülkenin
dünya görüşünü, olaylara yaklaşımını,
çevresiyle olan ilişkilerini, komşularının
yapısını ve gazetelerde okuduğumuz
birçok sorunun başlangıcını belirleyen
dönem 1826-1923 arasıdır. Bunu
öğrenmediğimiz,
araştırmadığımız
ve merak etmediğimiz zaman fazla
bilgisi olmadan fikri olan insanlara
dönüşüyoruz. Biraz daha deşmek, biraz
daha kurcalamak lazım.
Ben bunun için başladım.
Bir programı tamamen Hidivler
üstüne kurdum. Biz bir Hidiv kasrı var,
orada pikniğe gidilir diye biliyoruz.
Ancak İstanbul’daki Hidivler ailerine
ait yapıları ard arda koyduğumuz
zaman 50’den fazla yapı olduğunu
görüyoruz. Büyükada’daki köşklerden
Sait Halim Paşa Yalı’sına, Beyoğlundaki
Mısır Apartmanı’na, Sabancı’nın Atlı
Köşk’üne kadar uzanan Hidiv yapıları
aracılığıyla Mısır’la olan yakın ilişkileri
gözlemlemek mümkün. Bugün
Tahrir Meydanı’nda olanları anlamak
istiyorsan bu ilişkileri, Hidiv ailesini ve
tarihi anlamak lazım. Arap Baharı’nında
da hangi mekanizmaların çalıştığını
ancak bu şekilde anlayabiliriz.
Bunların hepsi benim özel merak
konum. Bu programın ne metin yazarı
var, ne araştırmacısı var. Sadece iki
kameraman ve ben.
Mesela sürekli Lale Devri’nden
bahsederiz. İstanbul’un simgesi hatta
Türkiye’nin simgesi lale olmuştur.
1920’lerden
sonra
adlandırılan
bu dönem sadece 11 senecik. O
zamanlarda olan biten şeylerin kimse
yerini dahi bilmiyor. Hatta Nedim’in
şiirleri okutulur ama Sadabat lafının
ne olduğu bilinmez. Oysaki inanılmaz
güzellikte saraylar, su mekanizmaları
inşa edilmiş o dönemde. Sonra
Kasım 2012
Zeynep Can
Aksoy
Cumhuriyet döneminde bunların hepsi
dinamitlerle patlatılmış.
Herkesin farkında olması lazım bu
hikâyelerin. Şehrin bize anlatacağı nice
öyküler var.
İstanbul’la ilgili böyle bir program
yapabilmek çok büyük bir birikim
gerektiriyor. Bu birikim, ilgi ve bu
aşk nereden geliyor?
Ben
Galatasaray’da
okudum,
Beyoğlu’nun kalbinde. Beyoğlu başlı
başına bir aşk zaten benim için.
Beyoğlu’nda Kallavi Sokak vardır, bu
sokağın adı ‘Galvani’ ailesinden gelir.
Kallavi sokak iki tarafa açılır ve bir yay
çizer ancak deniz görmez.
Kallavi sokakta denizi görmezsin,
güneşi görmezsin ama güneşin batışını
görürsün. Mayıs ayının başında güneş
saat 7’ye doğru batar. Bu sokaktaki
kirli pencereler güneş ışığını yansıtır
ve sokak kıpkırmızı olur. Ve Saint
Antoine Klisesi’nin çanı her çaldığında
o kırmızılık geriye gider. Bu durum
hemen hemen bir hafta sürer. Biz lisede
üç beş arkadaş çan sesiyle kırmızılığın
kayboluşunu izlerdik. Aşk böyle
başlıyor.
Galatasaray postanesi’nin 1916’da işgal
ordularının komuta merkezi olduğunu
öğrendiğin zaman daha da merak
etmeye başlıyorsun. Her sokak adının
bir hikâyesi olduğunu anlıyorsun.
Ben kendimi bildim bileli İstanbul’u
hep merak ettim. Bir şehri merak
edince onun içindeki tarihi de mimariyi
de sosyolojiyi de psikolojiyi de siyaseti
de ekonomiyi ve değişimi de merak
ediyorsun.
Bugünü anlamak istiyorsan zaten merak
da etmelisin. Birkaç haftalık aktüel
bilgiyle tahminlerde bulunmanın,
durum değerlendirmesi yapmanın
doğru olduğuna inanmıyorum.
Hayatım boyunca etrafımda olanları,
bunların köklerini, gerekçelerini ve
çıkış noktalarını merak ettiğim için
buradayım.
Pera Palas’tan İstanbul trafiğine
uzanan çok çeşitli bir program
RÖPORTAJ
7
Levent Erden’le
içeriğiniz var. Robert Kolej
öğrencileriyle de paylaşmak
istediğiniz, herkesi ilgilendirdiğini
düşündüğünüz ilgi çekici bilgiler
var mı?
Herkesi ne kadar ilgilendiriyor
bilmiyorum. Biz bugüne kadar İstanbul
surlarının 1453’te yıkıldığını öğrendik.
Ancak eski yarımadanın dışında
Tophane’den Galata Kulesi’ne, oradan
da Unkapanı Köprü’süne kadar uzanan
bir sur yapısı daha vardı. Bu surlar
1863’te yıkıldı. Neredeyse 400 sene
sonra.
Galata’dan Şişhane’ye doğru uzanan
caddenin adı Büyük Hendek Caddesi’dir.
1860’ta oradaki surlar yıkılıyor ve
hendeklerin içi dolduruluyor, inşaat izni
veriliyor.
İstanbul’u
Paris’deki
gibi
arandismanlara bölüyorlar 6. daire de
Beyoğlu, ilk belediye de orası. Hâlâ
bugün Beyoğlu Belediyesi 6. daireyi
kullanır.
Ayrıca Ceneviz Mimarisinde tüneller
ve iç duvarlar çok yaygın. Bu tüneller
restorasyon
sırasında
betonla
kapatılmış hatta iki tünel daha yeni
kapatıldı. Varolduğu bilinen bu tüneller,
denize kadar uzanıyor.
İstanbul’un içinde apayrı bir şehir vardır.
Tavsiyem şehrin içindeki şehri görmeye
gayret etmektir. Bakıp merak etmek
lazım.
Bundan sonraki projelerinizden ve
programlarınızdan biraz bahseder
misiniz?
Red Kit hakkında bir sergi açıldı
ve onu da programa kattık. Çünkü
Red Kit bir döneme çok damgasını
vurmuştu. Ses Tiyatrosu’nu da işledik,
kimse Beyoğlu’nda Ses Tiyatrosu’nun
olduğu yerde eskiden bir sirk olduğunu
bilmiyordu.
Projelerim
sadece
İstanbul’la alakalı değil açıkçası, hat
sanatından mimariye, tarihe, siyasete,
ekonomiye, sosyolojiye de dokunmaya
çabalıyorum. Benim ilgi duyduğum ya
da yeni ilgi duymaya başladığım her şey
bu programa katılabilir. Ben çok fazla
şeyle ilgileniyorum ve bu programa
da bundan sonra yapacağım projelere
de her şeyi tıkıştıracağım. Açıkçası
programın akışı benim kafama bağlı.
Biraz da sizden, bu kültür
birikiminizden bahsedelim?
Bu aslında birikim değil, sadece merak.
Merak da çok kolay açıkanabilir. Biz
radyo çağı çocuklarıyız. Radyoda
duyduğun şeyi gözünde canlandırmak
zorundasın. Her şey görsel olarak
gelince insanların merakını tetikleyici
unsurlar da ortadan kalkıyor yeni
teknoloji çağında.
Kasım 2012
O zamanlar internet yok, televizyon
yok, sınırlı sayıda kötü basılmış
ansiklopediler var. Öğrenmek sancılı ve
araştırma gerektiriyor. Ben de kendimi
bildim bileli merak ettim.
Bu işin tek kuralı yetinmemek. Bize hep
yetinmek öğretiliyor ve öğütleniliyor
artık. Ben yetinmenin bu içerik
patlamasının bir yan ürünü olduğunun
kanısındayım.
Bir de herkes çok fazla Amerikan kitabı
okuyor, o örneklerle burayı anlamaya
çalışıyorlar. Halbuki burası çok daha
derin bir coğrafya, çok daha fazla
parametre var. Amerikan kaşığıyla
Türk çorbası içilmiyor. Yeni fikirler yeni
teoriler üretmek, yetinmemek lazım.
Türkiyenin, toplumun değişimi
ve
geleceği
hakkındaki
düşüncelerinizi bizimle paylaşır
mısınız?
Öncelikle bu konuyu değerlendirirken
bir şeyi atlamamak lazım. Türkiye’nin
yaş ortalaması 28. Avrupa’da bu rakam
çok daha yüksek. Bu çok önemli bir
fark. Dolayısıyla birilerini örnek alma
durumumuz artık yok. Ortalaması 40
yaş olan bir toplumun davranışlarıyla
ortalaması 28 yaş olan bir toplumun
davranışlarını kıyaslayamazsınız ve
özleştirmezsiniz. Eskiden yaşlılar
tecrübeli, gençler heyecanlı ve
Köprü
tutkuluydu. Şimdi teknolojinin de
ilerlemesiyle gençler hem heyecanlı
hem tecrübeli. Bu da yaşlıları devre dışı
bırakıyor. Bu durum tarihte ancak birkaç
yüzyıl sonra meydana gelebilecek
toplumsal bir değişim. Bunun farkında
olmak ve Türkiye’nin dünyada öncü
bir durumda olduğunu görebilmek
gerekiyor.
Eskiden Türkiye ülkeler sıralamasında
ilk onlara çocuk ölümleri ve trafik
kazalarında giriyordu. Bu durum sosyal
medyadaki kullanım oranıyla Türkiye’nin
dünyada ilk beşe girmesiyle değişiyor.
Bu çok büyük bir fırsat. Bu fırsatı en iyi
şekilde değerlendirmeyi amaçlamalıyız.
Bir anda kartların yeniden dağıtıldığı bir
duruma gelinebilir.
Son olarak bizlere iletmek
istediğiniz mesaj var mı?
Var, merak edin. Merak edin ve
tatmininizin nerede olduğunu düşünün.
Yapmanız gereken ve yapmanız
beklenen şeyleri değil de sizi tatmin
edecek şeyleri yapın. Ve her zaman her
şeyi sorgulayın.
Teşekkürler!
(Lise yıllarında edindiği ‘Mağra’ lakabı
sizce de ona cuk otur muyor mu?)
8
RÖPORTAJ
EN BÜYÜK BAŞARISIZLIK DENEMEMEKTİR
Hazırlık yılımızda Güler Hocamızın
odasına ilk girdiğimizde giriş
koridorundaki kütüphanesi ve şiir
koleksiyonu bizi çok şaşırtmıştı ve
sevindirmişti. Edebiyat ve kitap
sevdalısı bir müdürümüzün olmasının
okulumuz için ne kadar yararlı ve
ilginç bir özellik olduğu gerçeğini fark
etmiştik. İlerleyen senelerde ise her
gördüğünde öğrencileriyle selamlaşan,
bayrak törenlerinde gülümsemesiyle
ve pozitif enerjisiyle haftaya iyi başlayıp
bitirmemizi sağlayan Güler Hoca’yı çok
sevdik. Ama aynı zaman da Robert
Kolej Türk Müdürlüğüne kadar yükselen
başarı hikayesini ve daha bir sürü
şeyi de merak ediyorduk. Her zaman
söylediklerinin arkasında duran ve
engin bir genel kültüre sahip olan Güler
Hoca’yla bu yüzden bir söyleşi yapmaya
karar verdik. Ve işte karşınızda Güler
Hocamızla yaptığımız söyleşimiz.
Defne : Güler Hocam, siz de bir
Amerikan okulundan mezun
oldunuz
(İzmir
Amerikan
Koleji) ve bildiğiniz gibi bütün
Amerikan
okulları
arasında
büyük bir benzerlik var. Ve.. Bizim
okulumuzda da bir sürü etkinlik...
Yoğun bir tempo... sayılamayacak
kadar çok bir sürü etkinlik... Siz
Robert Kolej’de şu anda öğrenci
olsaydınız, nasıl bir öğrenci
olurdunuz, hangi kulüplerde
olurdunuz?
Güler Hoca: Güzel soru. Bir defa kesin
sahnelerde olurdum. Tiyatrolardan
birinde mutlaka görev alırdım. Ben
eski sporcuyum ve kesinlikle büyük
bir zevkle basketbol oynardım, İzmir
Amerikan’da 5 yıl oynadığım gibi.
Ayrıca MUN ve Münazara takımında da
olurdum. İnsanları ikna etmeyi severim
ve tartışmanın bir kavga olmadığını,
konuşmak kadar dinlemenin de bir
erdem olduğunu düşünürüm. Tabii
ki bugünkü aklımla, çünkü ben de
gençken düşüncelerimin ateşli bir
savunucusu olmuşumdur, belki ben
de karşımdakini dinleme konusunda
sınıfta kalmışımdır! İyi bir dinleyici
olmak iletişimin kaçınılmaz gereği..
Ama bugünkü aklımla daha güzel şeyler
yapabilirdim diye düşünüyorum.
Yunus: Sosyal medyayı çok etkin
kullanıyorsunuz. Sizinle bizim
aramızda da bir köprü oluyor ve bu
yüzden size kendimizi daha yakın
hissediyoruz. Hiç kendinize Twitter
gibi başka bir sosyal medya hesabı
açmayı düşündünüz mü?
Güler Hoca: Teşekkür ederim, sağ
olun. Twitter’ım da Linkend’im de
var, ama onları zamanım yetmediği
için Facebook kadar sürekli
kullanamıyorum. Sosyal medyanın
doğru kullanıldığında yararlı bir ortam
olduğuna inanıyorum. Hepinize çok
teşekkür ediyorum, başkalarının
çekindiği gibi hiçbir öğrencim, hiçbir
mezun tarafından sosyal medyada
istismar edilmedim. Evet, bana
uygun gelmeyen sözler olabilir, kendi
aranızda kullandığınız jargon bana
EN BÜYÜK BAŞARISIZLIK
DENEMEMEKTİR-Güler
Hocamızın Mezuniyeti
ters gelebilir. O gibi durumlarda zaten
hiç karışmam, hiçbir yorum yapmam.
Ama eğer kurum ya da kuruma bağlı
kişiler hakkında yalan yanlış ifadeler
ya da size yakışmayacak şekilde üçüncü
kişilere yönelik hakaretler varsa yorum
yapıyorum ve uyarıda bulunuyorum.
Başınızın derde girmesini istemediğim
için, sizleri korumak adına, böyle
durumlar karşısında uyarıyorum küçük
arkadaşlarımı. Sizleri korumak isterim,
çünkü ulu orta atılan bir söz büyür
ve söylediğiniz söz sizi vurursa çok
üzülürüm. Böyle bir şeyin yapılmaması
gerektiğini nazik bir şekilde eleştirdiğim
zaman da, hiçbir zaman olumsuz bir
tepki almadım, almıyorum. Aksine
“Teşekkür ederiz hocam, hemen
siliyoruz” diyerek siliyorlar. Kötü niyet
yok.. Amaç küçük düşürmek, salt
eleştirmek değil. Hal böyle olunca
herkes anlıyor.
Yunus: Geçen sene ben duvarıma
Köprü
Kasım
2012
yarı İngilizce yarı Türkçe bir ileti
yazmıştım. Siz de altına “Nece
konuşuyorsun Yonis?” yazmıştınız.
Sonuçta biz hem Türkçe hem de
İngilizce eğitim gördüğümüz
için, dilimizde de Türkçe, İngilizce
karışmalar oluyor. Bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
Güler Hoca: Ben Türkçe öğretmeni ve
Türk müdür olarak olabildiğince özen
gösteriyorum. Ama bazen ister istemez
oluyor.
Defne: Çünkü bazı şeyleri
İngilizce ya da farklı bir şekilde
öğrendiğimiz için beynimizde o
şekilde kalabiliyor.
Güler Hoca: Evet bazı sözler hoş
olabiliyor. Örneğin kızımın kendince
yarattığı bir sözcük benim de çok
hoşuma gidiyor: “Bu işin olabiletesi ne
kadar mümkün sence?” demişti bana
bir gün. Benim de hoşuma gitmişti.
Ama bu günlük konuşmamız da olur da,
topluluk önünde, bayrak törenlerinde,
resmi konuşma ve yazışmalarda
olmamalı diye düşünüyorum.
Yunus: Hocam biraz geçmişten
söz edelim. Söyleşimizden önce
sizin hakkınızda bir araştırma
yaptık. Ve İzmir Amerikan’dan
mezun olduktan sonra eğitim
hayatınıza ara verdiğinizi, 40
yaşınızdan sonra üniversite
sınavına girdiğinizi ve Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesini
kazanıp
oradan
birincilikle
mezun olduğunuzu öğrendik. Bu
azminizin nedeni nedir? Ve nasıl
bir süreçti açıklayabilir misiniz?
Güler Hoca: Teşekkür ederim, beni
anılarıma götüren, güzel bir soru. Ben
40 yaşında hayatımı değiştirmeye karar
verdim ve bu hikayem belki birkaç
gence de örnek olur, o yüzden fazla
alçakgönüllülük
göstermeyeceğim
bu konuda. Hayatta hiçbir şey için
geç değildir. En büyük başarısızlık da
denememektir.
Herkesin bir ilgi alanı olduğu gibi, benim
de ilgi alanım edebiyat ve şiireydi. O
dönem,-benim İzmir Amerika’ndan
1970’te mezun olduğumu düşünürsekTürkiye’nin genelinde gençlerin çok
politik olduğu ve çok kan dökülen bir
süreçti. Gençler kutuplara ayrılmıştı
ve ideolojilerinden dolayı birbirlerini
acımasızca eleştiriyorlar, sadece
eleştirmekle kalmayıp, sokak kavgaları,
kanlı çatışmalara neden oluyorlardı. Ben
de annesi babası ayrı bir çocuk olarak
Köprü2012
Kasım
Yunus Emre
Erdölen
Defne Aksoy
evde üstüne titrenen tek çocuktum.
Annemin ve dedemin gayretleriyle
özenle yetiştirilmiştim. Yetiştirildiğim
kurumdan aldığım eğitim ve tabiatım
gereği biraz lider ruhlu ve çabucak
bayrağı eline alan bir yapım olduğu için
de annemin kaygıları ve korkuları vardı,
haklı olarak. İstanbul’da dayım ve ailesi
yaşamasına rağmen beni buradaki
Edebiyat Fakültesine yollayamayacağını
söyledi ve “Bugün sen üzül, yarın
ben üzülmeyeyim” dedi. Dolayısıyla
gelemedim. O sırada çocuklarımın
babasıyla ciddi bir arkadaşlığım söz
konusuydu. O da “Ben daha fazla
beklemeden evlenmeyi düşünüyorum”
deyince ben 19,5 yaşındayken evlendik
ve o günün koşullarında evcilik
oynar gibi bir yaşam başladı. Ama
benim edebiyata ve şiire merakım hiç
eksilmedi. Çocuklarımı yetiştirirken de
onlara annemin bana okuduğu kitapları,
manzum yazılmış masalları okudum.
Öyle büyüttüm onları. Okumaya,
zaman zaman da kendi halimce
yazmaya devam ettim. Şiir söyleşileri
olurdu, mesela Salihli Şiir İkindileri
diye bir etkinlik hala daha vardır. Ve
Türkiye’nin yüz akı bir etkinliktir, sadece
Türkiye’den şairler değil, yurtdışından
da sanatçılar, şairler gelirdi. Erkek
egemen bir toplumda eşimi nasıl ikna
ederim de bu etkinliklere katılırım diye
düşünüp kızım Defne’yi de yanıma
alarak gitme çözümünü bularak bir sürü
Salihli Şiir İkindisi etkinliğine katıldım.
O zamanlar İzmirli şair eleştirmen
Mehmet H. Doğan ile birlikte giderdim.
Rahmetli Mehmet H. Doğan çok
saygıdeğer, güvenilen bir sanatçı idi
Benim eşim de onu çok sever ve sayardı.
O yüzden benim onunla gitmeme pek
karşı çıkmazdı. Kendisi bir bakıma
koruyucumdu. İzmir’de Mehmet H.
Doğan, Turgay Gönenç gibi şairler
benim ufkumu açtı. Gönenç sayesinde
dışarıda duran şiir koleksiyonuma
başladım. Şairlerin kendi el yazılarıyla
yazılmış, altmışın üzerinde şiirim vardır.
RÖPORTAJ
Evlatlarıma hanlar, hamamlar, katlar
miras bırakamayacağım, ama benim
için çok anlamlı ve değerli bir mirastır o
dışarıda asılı olan şiirler. Bu koleksiyona
sahip olabilmek için çok emek
harcadım, ama değdi. Bütün şairleri
tanıma fırsatım oldu. Örneğin Sivas’ta
yakılan Behçet Aysan’ı tanıma fırsatım
oldu ki, çok büyük gurur duyuyorum
bundan. Behçet’in de koleksiyonumda
“Bir Beyaz Gemidir Ölüm” şiiri var ve
benim için onun el yazısıyla yazılmış
paha biçilemez bir eserdir. Cemal
Süreyya’nın, Turgut Uyar’ın ve Aziz
Nesin’in eserleri vardır orada. Hep bu
merakım ve ilgim sayesinde onlara
ulaştım. Yazdım, çizdim, peşlerinde
koştum. İlhan Berk’in elinden şiir
almak için eve geç döndüm ve evde bazı
tartışmalara neden oldu bu şiir merakım
ama hiç pişmanlık duymuyorum.
Başarılı bir öğrenci olan oğlum
üniversite sınavına hazırlanıyordu.
Hepimiz heyecanlıydık ve uzun bir
süre her şey onun rahat çalışması için
planlanıyordu. Sınav günü hep birlikte
götürdük Oğuz’u. Çıktığında elinde
yanıtlarını yazdığı bir kağıt parçası
vardı. Ertesi sabah beni uyku tutmadı,
erkenden kalktım ve önce kahvaltıyı
hazırladım, sonra da gazete bayisine
gidip gazeteleri aldım. Gazetenin
birinden Oğuz’un yanıtlarını kontrol
ettim. Sonuçlar çok güzeldi ve Boğaziçi
Ekonomi’yi kazanabilecekti. Ondan
sonra da kendim, “Ben de şu soruları
yanıtlayayım, bakayım!” dedim; merak
ediyordum 1970’den beri ne kadar
aklımda kaldığını. Türkçe sorularının
tamamına yakınını doğru yanıtlama
fırsatını buldum.
Öğretmenlerimi
saygıyla anıyorum, bize verdikleri
eğitim ve öğretim o kadar köklüydü ki
Coğrafya, Felsefe ve Tarih sorularında
da başarılı olmuştum. Tek derdim Fen
ve Matematikle idi. Ben o derslerin
tümünü İngilizce okumuştum ve
kavramları bile anlamıyordum. Kahvaltı
sofrasında Oğuz’u tebrik ettik. Ben
hemen kendi başarımdan bahsettim
onlara... O mutlu aile tablosunda
eşim de dedi ki “ Neden sen de
girmiyorsun üniversite sınavlarına.
Seni Salihli Şiir İkindilerinde, olmadık
şiir etkinliklerinde arayacağımıza Ege
Üniversitesinde olduğunu biliriz” dedi.
Çocuklarım da destekleyince ben de “
Bakın ben bir işe başlarsam, tabiatım
gereği devamını getiririm ve desteğinizi
çekerseniz beni çok üzersiniz” dedim.
Oğuz zaten AFS sınavını da kazanmış
ve Amerika’ya gidecekti: Benim için
de bir fırsat oldu ve ben de o hafta
İzmir Büyük Dershane’ye yazıldım.
Oğlumun yaşıtlarıyla beraber Türkçe,
Sosyal, Matematik ve Fen sınıflarına
girdim. Onların Güler Ablası olarak
notlar tuttum, çok ciddi ve sıkı
çalıştım. Sınavda iyi bir puan alarak
girdim Ege Üniversitesine. Yazın
kayda gittiğimde puanımla Edebiyat
Fakültesinin üstündeki bölümlere de
girebileceğimi söylediler, ama benim
tek idealim ve hedefim olduğundan
kaydımı Edebiyat Fakültesine yaptırdım.
Benimle aynı yaşta hocalarım ve
benden küçük doçentler vardı. Kimine
göre “Hanımefendi”, kimine “Güler
Hanım” ve tüm öğrencilerin de Güler
Ablasıydım, artık. Kız öğrencileri
arabaya toplayıp eve götürürdüm
final haftasında. Oturur plan yapar ve
ona göre derslere çalışırdık. Bazen üç
sınav birden olurdu ertesi güne. Böyle
durumlarda ilk başta Osmanlıca çalışır,
sonra Farsça’ya geçer, gece yarısından
sonra da kalan enerjimizi Eski Türk
Edebiyatı’na harcardık.. Bu sırada da
canım kızım Defne bize yemek hazırlar,
eşim de servis yapardı. Gece bizde
kalırlardı ve sabah da yine arabayla
okula gidip sınavlarımıza girerdik. Sınıf
arkadaşlarımın çoğu bugün çok güzel
konumlardalar ve o sınıfın bir parçası
olmak hepimiz için büyük bir gurur
kaynağı. Örneğin okulumuz edebiyat
öğretmenlerinden Sengül Özdemir
benim sınıf arkadaşımdı. Meslektaşım
olmasından kıvanç duyuyorum. Bugün
halen İzmir Amerikan Koleji’nde iki
sınıf arkadaşımız var. Birisi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölüm Başkanı... Özel
Koç Lisesi’nin bölüm başkanı da sınıf
arkadaşlarımızdan biri. Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi doçentlerinden
Hatice Şirin de bizim sınıftan.
Sınıfımızın başarı tablosu Türkiye’nin de
haklı gururu...
Ben yüksek öğrenimimi bölüm ve
fakülte birincisi olarak bitirdim ve
mezuniyet
konuşmasını
benim
yapmam istenildi. O zaman ben
çocuklara karşı kendimi kötü hissettim,
sanki onların hakkını yiyormuşum gibi
geldi. Hocalara “Ben yapmayayım
gençler yapsın!” dediğim de hocalarım
“Yok yok olmaz.” dediler. Bu senin ilk
üniversite mezuniyetin. Senin hakkın.
Zaten konuşmayı fakülte birincisi
yapar. Sen çekilirsen belki bu hakkı
bir Sosyoloji mezununa kaptıracağız.
Olmaz, bu bizim tarihimizde bir ilk
olduğu için mutlaka sen yapmalısın.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün onuru
Köprü
Kasım
2012
bu.” dediler ve ben de konuşmamı
yaptım. Çok mutluydum kepimi
cübbemi giydim ve çocuklarla beraber
fotoğraflar çekildi. Artık bir üniversite
mezunuydum.. Tam 44 yaşında.
Önce yüksek lisansa başladım, çok
değer verdiğim Hocam ve benim
üniversitede kalmamı isteyen Tunca
Kortantamer ile birlikte. Ama benden
başka dil sınavını geçen öğrenci
olmadığı için, ben öğrencilerin dil
sınavını atlamalarını, yabancı dillerini
geliştirmelerini bekledim. O sırada da
bana “Sana her yerde ihtiyaç var, çünkü
öğretmenlik kabiliyetin yüksek” diyen
Tunca Kortantamer sayesinde İzmir
Amerikan’da öğretmenliğe başladım.
Arkadaşlar dil sınavını aşıp gelemediler
o yıl. Ben de kendi okulumda göreve
başladım. İkinci yılımda yüksek lisans
hala başlayamamıştı ve o sırada da
İzmir Amerika’nın Lise Müdür Yardımcısı
(Lise Dean) istifa etmişti ve okul
müdürü beni istemekteydi o görev için.
Deneyim kazanmak için Amerika’da yaz
eğitimine gittim ve Miami’de kurslara
katılıp kendimi geliştirdim, okulumda
müdür yardımcılığı yapmaya başladım.
Tunca
Kortantamer
lösemiye
yakalanmış, hepimizi çok üzmüştü bu
durum. Ziyaretine öğrencim Fulden ile
birlikte gittik Yıllık Edebiyat Ödevi için
söyleşi yapmayı düşünüyordu Fulden
kendisi ile. Orada hem öğrencimden
hem de hocamdan aldığım övgüler,
hayatımın en anlamlı armağanıydı
benim için. Hala kulaklarımda çınlar o
sözler..
İzmir Amerikan’da dört yıl Müdür
yardımcılığı, ardından üç yıl da
Türk Müdürlük yaptım.
Üçüncü
yılımda , bir gün zorlu bir disiplini
yönetirken Robert Kolej’den bir
telefon bağlandı. O zamanın Öğrenci
İşlerinden Sorumlu Müdür Yardımcısı
telefonda konuşuyordu. “Konuşamam
disiplindeyim” dedim. Aynı gün iki
kez daha aradılar, görüşemedik. Tam
Disiplin konusu karara bağlanmıştı
ki Mrs. Orhon aradı son kez. Benden
önceki Türk Müdürün emekliye
ayrılacağını ve yeni Türk Müdür olarak
beni akıllarından geçirdiklerini ve
Mr. Merchant’ın beni davet etmek
istediğini söyledi. “Onurlandım, ama
ben köklerime çok bağlıyım, İzmir’i ve
okulumu bırakamam” dedim. Konu
evde görüşüldüğünde eşim “Türkiye’nin
en iyi kurumu seni çağırıyor, böyle
bir bağnazlık olmaz, kabul etmelisin”
deyince de uzun uzun düşündüm
ve teklifi sonunda kabul ettim. İşte
Köprü2012
Kasım
9
böyle.. Geldim ve buradayım. Kendi
okulumdan daha çok sizin okulunuza
hizmet ettim, benimsedim ve ikinci
yuvam oldu burası. On yıldır Robert
Kolej’deyim ve 2015’e kadar da
buradayım. 2015’te yaş haddinden
emekli olacağım ve sizin mezuniyetiniz,
benim de mezuniyetim olacak. Umarım
bu okulun öğrencilerine de elimden
gelen desteği göstermiş ve sizlere katkı
da bulunmuşumdur. Benim için çok
büyük bir onur oldu Robert Kolej de bu
görevde olmak.
Yunus: Mr. Chandler’ı özlediniz mi?
Güler Hoca: Mr. Chandler’ı da özlüyorum.
Daha önceden birlikte çalıştığım bütün
müdürleri Mr. Merchant’ı ve İzmir’den
Mr. Heard’ü ve Mr.Frank’i de özlüyorum.
Beraber çalıştığım bütün müdürlerden
çok şey öğrendim.
Defne: YGS ve LYS’deki değişikler
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Güler Hoca : Ne yazık ki sürekli araç
hareket halindeyken lastik değiştiriyor
bizimkiler. Bu çok sıkıcı bir durum.
Büyük haksızlık. Yalnız sadece bize
olan bir şey değil, tüm Türkiye’yi
ilgilendiriyor bu haksızlık. Evet, ekmek
artık aslanın ağzında değil. Aslanın
kursağına indi, midesini geçti, şimdi
de bağırsağında. Sizin için zorlu günler
geldi ve yarış daha da acımasızlaştı.
Daha çok çalışmanız gerekiyor artık.
Yunus:
Okulda
değiştirmek
istediğiniz şeyler nedir?
Güler Hoca: Okulumuza öğretmen ve
öğrencilerin ortak benimseyecekleri
Olumlu Disiplin Anlayışı getirmek... Bir
de daha özgür, bağımsız; öğrencilerin
ilgi, istek ve becerilerine yönelik çağdaş,
ilerici ders programlarını sağlayacak
değişiklikler yapabilmeyi istiyorum.
Defne: Şimdi rolleri değiştirelim,
sizin öğrenciler hakkında merak
ettikleriniz ve sormak istediğiniz
sorular var mıdır?
Güler Hoca: Öğrencilerin Robert
Kolej’de neleri değiştirmek istediklerini
soralım. Bir de Robert Kolej’de
kesinlikle değişmesini istemediğiniz
değer ve ilkelerin neler olduklarını
gerçekten çok merak ediyorum. İkinci
sorum da bu olsun.
Yunus, Defne: Bu güzel söyleşi için
teşekkür ederiz Hocam.
Güler Hoca: Ben Teşekkür ederim. Sağ
olun, var olun.
10
RÖPORTAJ
Robert Kolej Ailesinin Yeni Üyesi: Anthony Jones
Bir öğrenci olarak yeni müdürümüzü
tanımak ve tüm okula tanıtmak kolay
olmasa gerek. Öğrenciler olarak her
zaman idarecilerden biraz çekinmişizdir.
Bu sebeple soracağım sorulara nasıl
yanıtlar alacağım konusunda bazı
kaygılarım vardı. Karşımda nasıl
birisini bulacağımı bilemiyordum fakat
röportajın başlamasıyla beraber rahat
hareket eden ve karşısında ki insanın da
kendine güvenli hissetmesini sağlayan
birini buldum. Şimdi huzurlarınızda
sorduğum tüm soruları samimiyetle
cevaplayan, birçok insanın vereceği
klasik cevaplardan kaçınarak, samimi
cevaplar vermeyi tercih eden Robert
Kolej’in yeni müdürü Anthony Jones.
Klasik bir soruyla röportajımıza
başlayacağız.
Sizi
yakından
tanımak istiyoruz. Robert Kolej’e
yeni geldiniz. Bize kendinizden
bahsedebilir misiniz?
Anthony Jones: Kim olduğumu,
neden burada Robert Kolej’de
olduğumu açıklayacak en önemli
nokta, bulunduğum yer neresi olursa
olsun, orayı kendimin de öğrencisi
olmayı isteyebileceğim bir okula
çevirebilmektir. Çoğu öğretmen
size okullarının çok iyi olmadığını
söyler. Okula geldiğimde çalışanlara
kendi hayatımdan biraz bahsettim
çünkü hayatımdaki olaylar neden bir
öğretmen olduğumu açıklıyor. On
bir yaşına gelene kadar okulla ilgili
iyi bir tecrübem yoktu. Dürüst olmak
gerekirse okul hakkındaki tecrübelerim
korkunçtu. Bazı iyi öğretmenler vardı ve
sisteme karşı direniyorlardı. Fakat sistem
bulunduğumuz şehrin problemleriyle
başa çıkmak için yeterli değildi. Okulum
küçük bir semt okuluydu. Şehrin
tüm problemlerini okulda görmek
mümkündü. Çocukların çoğu bıçaklarla
geziyorlardı. İçinde bulunduğum yer
şiddetli bir toplumdu. Öğretmenlerime
gerçekten üzülüyordum. Çünkü biz
öğrenciler olarak gerçekten kötüydük.
Fakat lise yıllarım bundan tamamen
farklıydı. Hayat koşullarım, babamın
işi dolayısıyla, London’dan Amerika’ya
taşınmamızla beraber değişti. Çok
farklı bir okula gittim. Cesaretlendirici
ve özgür hissettiğim bir ortamı vardı.
Öğretmenlerle ilgili çok olumlu
tecrübelerim oldu. Çok farklı öğrencileri
bir arada bulmak mümkündü; maddi
durumu iyi olan veya olmayan, beyaz
veya siyah, Latin Amerikalı veya Asyalı,
kuzey Amerikalı, Hindistanlı ve daha bir
çoğu. Okul, gelmek isteyen öğrencilerin
hepsini kabul ediyordu, farklılıklara
bakmıyordu. Bu okulun özelliklerinden
birisiydi. Tüm öğrenciler çalışmaları
gerektiğini biliyordu, çalışmayanlara
okuldan ayrılmaları söyleniyordu
Öğrenciler ellerindeki fırsatın ne
kadar özel ve benzersiz olduğunun
farkındaydılar, bunu kaybetmek
istemezlerdi. Anlaşıldığı üzere, lise
hayatım çocukluk yıllarımdan çok
farklıydı. Sonrasında Yale Üniversite’sine
gittim ve zor olmasına rağmen orayı
sevdim. İlk başlarda hoşlanmasam
dahi, bir iki yıl sonra üniversitemi
sevmeyi öğrendim. Üniversiteden
mezun olduktan beş yıl sonrasına kadar
bir öğretmen olmak istediğimi fark
etmedim. Farklı şeyler yaptım. Şimdi
yaptıklarımı sıralamayacağım fakat
öğretmen olmak istediğimin farkına
vardığım gün benim için çok mutlu
bir gündü. Yirmi altı yaşımda bunun
farkına varmıştım ve o zamandan beri
de öğretmenlik yapıyorum.
Türkiye’ye gelmeye nasıl karar
verirdiniz? Neden Robert Kolej’i
seçtiniz?
Anthony Jones: Buraya gelmemde
bir kaç sebep var. Her zaman RK
hakkında farklı yollardan bir çok şey
duydum. Paris, Luxemburg ve İsviçre’de
uluslararası
okullarda
çalıştım.
Uluslararası okullarda çalıştığınız
zaman dünyanın farklı yerlerinde
çalışmış öğretmenlerle tanışabilme
şansına sahipsiniz. Çoğu zaman onlara
nerede çalıştıklarını ve şu ana kadar
öğretmenlik yaptıkların en güzel
yerin neresi olduğunu sorarsınız.
İşte tanıştığım öğretmenlerin birkaçı
aynı şeyi söyledi. Bugüne kadar
öğretmenlik yaptıkları en güzel yer
Robert Kolej’di. Bu yüzden Robert
Kolej’i daha on dört yıl öncesinden
biliyordum. Öğretim yapabileceğim
bir yer ararken, Türkiye’den bir iş teklifi
aldım. Arkadaşlarıma ve çevremdeki
öğretmenlere, Türkiye’den iş teklifi
aldığımı söylediğimde Robert Kolej’den
olup olmadığını söylediler. Teklifin
RC’den olmadığını öğrendiklerinde
ise çok tepki vermediler. RK’nin itibarı
gerçekten çok büyüktü. Bir buçuk yıl
sonrasında ise, bir arkadaşım RK’de bir
müdür aradıklarını söyledi. Yaklaşık
Köprü
Kasım
2012
on dakika boyunca RK’nin ne kadar
itibarlı olduğundan ve ne kadar özel
Berfin Torun
olduğundan, tanıştığım öğretmenlerin
RK ile ilgili güzel düşüncelerinden
bahsettim. Sonunda arkadaşım bana
baktı ve neden başvurmuyorsun dedi?
yurtiçinde dahi sınav sonuçları çok
İşte bu şekilde RK’ye geldim.
önemli.
Robert Kolej öğrencileri hakkında Anthony Jones: Bu gerçekten üzücü
ne
düşünüyorsunuz?
Bizler fakat anlaşılabilir bir şey. Türkiye gibi
hakkındaki gerçek düşünceleriniz üniversiteye girmek isteyen bir çok
öğrencinin olduğu bir ülkede kişisel
nelerdir?
Anthony Jones: Robert Kolej öğrencileri bir sistem meydana getirmek çok
hakkında ki ilk izlenimim çok gülüyor zor. Amerika’da bu mümkün sanırım.
olmaları. Ders aralarında, sınıflarını Fakat sadece belirli sayıda üniversiteler
değiştirirken çok mutlu duruyorlar, için. Bu üniversitelerin görevleri
birbirleriyle zaman geçiriyorlar ve sadece başvuruları incelemek olan
gülüyorlar. Stresli olduklarında dahi danışmanları var. Sınav sorularının
onları bu kadar canlı görmek gerçekten ötesinde olan olayları neden ve nasıl
güzel ve bence bunu başarabilmek çok yaptığınızı açıklamanız gereken sorular
güzel. Bir diğer izlenimim ise RK’de olan soruyorlar ve bunları değerlendiriyorlar.
özel bir şey hakkında. İyi veya kötü, Sizi yakında tanımak istiyorlar. Türk
bir sınavın sonuçlarının kullanılması sisteminin ya da Amerikan sisteminin
eşitlikçidir. Bu oldukça demokratik bunu tam olarak uygulaması mümkün
bir yoldur. Şimdiye kadar kimin olmayabilir. Çoğu Amerikan üniversitesi
başvurduğuna önem veren bir çok de, yaklaşık yüzde yetmiş beşi, sadece
özel okulda çalıştım fakat bunlardan sayıları kullanarak öğrencileri alıyor.
tamamen farklı olarak RK bunun Bu hoş bir şey değil fakat bu sistemi
önemli olmadığını söylüyor. Yani bir değiştirebilmek çok para gerektiriyor.
öğrencinin başarılı olması önemli ama Üniversitelerin bazıları danışmanlarını
maddi durumunun yetersiz veya yeterli dünyanın bir ucundan diğerine
olması, Türkiye’nin doğusundan veya yolluyor. Sadece bu işle uğraşması
batısından gelmesi fark etmiyor. RK’nin için danışmanlar buluyor. Örneğin
bu özelliğini gerçekten çok seviyorum. bugün Illinois Üniversitesi öğrencilerle
İngilizce de buna aynı zamanda konuşmak için buradaydı. Fakat çoğu
meritokrasi diyoruz. Eğer bir okula üniversiteler de bunu yapamıyor.
başvurmak için hak kazandıysanız, Türkiye’de ki sınav sistemi de belki
yazılmak için hakkınız olmalı. Bu gelecekte başka bir şekle girecek,
gerçekten çok özel. Fakat okula kabul değişecek ve geliştirilecek.
ettiğiniz öğrenciler nasıl bir şeyin
parçası olacaklarını da öncesinden Sınav sistemi değiştirilirse bu bizim
bilmeliler. Gördüğüm kadarıyla RK’de için adil olmayacak. Peki ortada
lisenin olimpiği gibi. Yoğun ve bir çok çok stresli dolaşan öğrenciler
olay var. Öğrenciler onlara birbirleriyle görüyor musunuz?
yarışmamalarını söyleyecek olsam dahi Evet ve hayır. Öğrencilerin neden stresli
yarışmaya devam edecekler çünkü olduğunu anlama birkaç sebepten
başarılı olmak fikri RK öğrencilerinin dolayı zor. RK yüzünden mi stresliler,
zihinlerinde,
içgüdülerinde
ve üniversite sınavlarında dolayı mı, yoksa
bedenlerinde. Öğrenciler bu isteğe sevgilileri ilgili mi problemleri mi var?
durdurmak için mücadele etmemeli Bunu bilemezsiniz. Fakat üniversiteye
fakat bu isteklerini iyi sonuçlar elde giriş sisteminin ne kadar stresli
etmek için doğru yollara yönlendirmeli. olduğunu tahmin edebiliyorum. Daha
Açılış töreninde söylediğim gibi, sadece önce de söylediğim gibi bu üzücü. Keşke
sınav notları için eğitiminizi yanlış buna bir çözüm bulabilseydim. Fakat
yönde kullanmayın. Bu sadece bir bunu yapabilmem mümkün değil.
Eğer ileri de bu konuda bir gelişme
başlangıç.
olursa, bunun artık sisteme yeter, diyen
Fakat biliyorsunuz artık neredeyse Türk Üniversitelerinden geleceğine
her şey sınavlara bağlı. Artık inanıyorum. Bu üniversiteler, sınav
Köprü2012
Kasım
RÖPORTAJ
Gerçekten mi?
Anthony Jones: On yıl öncesine kadar
en sevdiğim şehir Paris’ti, yirmi
yıl öncesinde New York’tu, otuz yıl
öncesinde ise Londra’ydı. Belki on
yıl sonrasında favori şehrim İstanbul
olmayacak fakat şu an bulunmak
istediğim yer burası.
sisteminin onlara istedikleri öğrencileri
vermediğini ve sistemi değiştirmeleri
gerektiğini söyleyecekler. Ne yazık ki
bu çok uzun bir zaman alabilir, belki
on yıl, yirmi yıl. Amerika’da bunun
olması bir devir aldı. 1968’de bir çoğu
üniversite insanların mali durumların ve
renklerine göre adil olmayan kabuller
veriyordu. Bu sistemin değişmesi en az
yirmi yıl aldı.
Bu yaz RKANEP ile beraber Sivas’a
gittiniz. Nasıl bir deneyimdi?
Anthony Jones: Gerçekten sevdim.
Orada bulunduğum için çok
mutluydum. Bazı şeyleri okuyabilirsiniz,
veya da görebilirsiniz. Fakat hâlâ
anlayamayabilirsiniz. Düşünüyorum
da bir turist gibi arabayla da üç- dört
hafta boyunca Türkiye’yi dolaşabilirdim
fakat bu şekilde İstanbul’un dışında ki
yaşamı Zara’da geçirdiğim bir haftada
ki gibi anlayamazdım. ( Bu sırada, Sivas
RKANEP’te kendisine hediye edilen
bıçağı da gösterdi. Okulda ki dolabında
bir hatıra olarak saklıyordu.)
kadar yanıltıcı olabileceğini biliyorum.
Paris’e taşındığım zamanı hatırlıyorum.
Taşınmadan önce iki haftalığına
kalmaya gelmiştim ve bu sürede
unutamayacağım üç tatsız olay
yaşadım. Orada yaşadığım sekiz yıl
boyunca, bir haftada yaşadığım bu üç
tatsız olay gibi, bir olayı bir daha hiç
yaşamadım. Bu yüzden bir insanın
içinde bulunduğu toplumu ve kültürü
algılaması ve anlaması uzun bir süre
alır. Çok kitap okudum ve kesinlikle
insanların yaptıkları analizleri de
değerlendirdim fakat bazı şeyleri
daha iyi anlayana kadar genellemeler
yapmayı sevmem.
Şimdi röportajın en eğlenceli
kısımlarından birine geldik.
Soracağım sorulara kısa cevaplar
verebilir misiniz?
Favori şarkıcınız?
Anthony Jones: Fakat bu adil değil.
Sevdiğim bir sürü şarkıcı var.
Mercedes Sosa ve David Bowie.
Favori filminiz?
Türkiye’de Sivas dışında başka Anthony Jones: Yine zor bir soru. “ Lost
in Translation” Son zamanlarda bu film
şehirlere gittiniz mi?
Anthony Jones: Bir hafta Asos’a gittim hakkında düşünüyordum.
fakat o sayılmaz. Paris’te öğretmenlik
yaparken, öğrencilerimi akademik bir Favori yazarınız ve en sevdiğiniz
gezi çerçevesinde buraya getirdim. kitap?
İstanbul’da tarihi yarımadanın olduğu Anthony Jones: Favori yazarım Malcolm
yerleri içeren klasik bir gezi yaptık. Gladwell. On kere okuyabileceğim ve
İstanbul’un tarihini yıllar boyunca okumaktan hiç sıkılmayacağım kitap ise
Muhteşem Gatsby veya Hamlet.
öğrencilerime öğrettim.
Bu şekilde düşünmediğim için sorular
Türk
halkı
hakkında
ne çok zor geliyor bu çocukların arasında
düşünüyorsunuz? Bu konuda seçim yapmak gibi bir şey ve bunu hiç
değişik analizleriniz, izlenimleriniz bir zaman yapmazdım.
var mı?
Anthony Jones: Şu ana kadar hiç
sevmediğim biri olmadı, hepsi de çok
iyiydi. Bu konuda kişisel bir analiz
yapmadım çünkü ilk izlenimlerin ne
Haklısınız fakat insanlar sizi
merak ediyor.
Favori şehriniz?
Anthony Jones: İstanbul
Köprü
Kasım
2012
Favori sporunuz ve favori
sporcunuz?
Anthony Jones: Son zamanlar da
Rugby çünkü takıma yardım ediyorum.
Favori oyuncumu ise muhtemelen
kimse bilmeyecek ama bunu yine de
söyleyeceğim: Gareth Edwards, gerçek
bir büyü.
En sevdiğiniz çizgi film?
Anthony Jones: Favori bir çizgi filmim
yok. Televizyon izlemiyordum çünkü
ailemin televizyon alacak parası yoktu.
Daha sonrasında yatılı okula gittiğimde
ise, sadece Perşembe günleri bir saat
televizyon izlememize izin verdiler.
Bu bir saatte de çizgi film değil, müzik
izliyorduk. Bu yüzden çizgi filmleri
görmeden önce baya büyümüştüm.
En sevdiğiniz ders?
Anthony Jones: Lise 11 yılıma kadar
okulu çok sevmiyordum. Lise 11’de ise
her şey birden değişti. Öğretmenlerim
fikirlerimi sormaya başladı, bir
yetişkinmişim gibi davranmaya
başladılar. Sanırım artık bizler de daha
yetişkin bir şekilde hareket ediyorduk.
Fizik öğretmenim çok iyi olmasa daha
fiziği çok sevdim. Rus edebiyatını da
çok seviyordum. Zihnimi başka bir
dünyaya açmıştı. Sosyal çalışmalarla
ilgili derslerde yapıyorduk. Amerikan
tarihini öğrenmiyorduk, Amerikan
tarihi üzerine münazara yapıyorduk.
Gerçekten güzel bir deneyimdi.
Hiç
unutamadığınız,
sizi
çok etkileyen ve bizimle
paylaşabileceğiniz bir anınız var
mı?
Anthony Jones: Üzücü olan bazı
anılarım var. Acı bazı şeyleri
mutluluktan daha uzun süre
hatırlamamızı sağlar. Büyük ihtimalle
öğrencilere bu konuda konuşurdum.
En güçlü anılarımdan bir tanesi bana
cesareti öğreten öğrencilerimle ilgili.
Cesaret büyüleyici bir problem ve
konu. Cesaretle mi doğarsınız, bunu
sonradan mu geliştirirsiniz, cesaretin
ne anlama geldiğini nasıl bilebilirsiniz?
Köprü2012
Kasım
11
Yirmi dokuz yaşındaydım ve Paris’teki
okulumda topluma hizmet projelerinin
başına gelmem istenmişti. Bu konuda
bir geçmişim yoktu. Kesinlikle bunun
önemine inanıyordum fakat kişisel bir
deneyimim yoktu. Kesinlikle bu konuda
gerekli olan değerlere ve davranışlara
sahiptim. Paris’te çalıştığım bu
okul da müdür bana bu görevi
üstlenmemi söylediğinde gerçekten
çok şokaşırmıştım ama bu bana onur
vermişti. Fakat konuşmaya başladıktan
on dakika sonrasında ise ne yapacağımı
düşünüyordum ve öğrenciler bana tam
anlamıyla ne yapacağımı öğrettiler.
İnanılmaz derecede cesurdular. Tam
anlamıyla ve mecazen beni daha önce
bulunmadığım yerlere götürdüler.
Yaptıkları
şeylerin
tartışılabilir
olduğuna karar verdiler. Örneğin;
eskiden okul öğrencilerinden eski
battaniyeleri ve kıyafetleri toplayıp,
ihtiyacı olanlara veriyordu. Bunlar
toplandıktan sonra, bir organizasyon
aracılığıyla ihtiyacı olanlara verilecek
sanıyordum. Fakat öğrenciler buna
“hayır” dediler. Kendileri bunları ihtiyacı
olanlara dağıtacaklardı ve başardılar
da. Böyle şeyler yapıyorlardı. Okul
şehrin öbür ucunda yapılan engelli
olimpiklerine, zihinsel ve fiziksel engelli
öğrencilerin katıldığı olimpiklere, pazar
günleri üç veya dört öğrenci yolluyordu.
Bu öğrenciler, engelli öğrencilere su
getirmede, yazı yazılması gerektiğinde
yazı işlerinde ve bu tür konularda yardım
ediyorlardı. Öğrenciler bu etkinliği de
kendi okullarında yapmak istediler.
Ben şaşırsam da onlar kararlıydılar.
Söylediğim gibi, cesareti dört veya
beş tane on altı,on yedi yaşlarındaki
çocuktan öğrendim.
Son olarak RK öğrencilerine ve
öğretmenlerine bir tavsiyeniz var
mı?
Anthony Jones: Hayatını tadını en iyi
şekilde çıkarın. Çok özel bir anda ve çok
özel bir yerdeyiz. Robert Kolej’de bu
ülkenin en zeki ve başarılı öğrencileri
ve harika öğretmenlerine sahibiz. Çok
güzel anılarımız ve arkadaşlarımız
olacak ve umarım tüm bunlar çok özel
bir şekilde bir yolda bir araya gelecek.
Bu röportaj için çok teşekkür
ederim. Eğlenceli ve güzel bir
röportajdı.
Anthony Jones: Rica ederim.
HABERLER
12
Absürd Haber Köşesi
Plato’da Toplu Konut İnşaatı!
İstanbul’da ev yapılacak boş arazi
kalmadığı için gözler en güzel Boğaz
manzarasına sahip olan okulumuzun
Plato’suna çevrildi. Önceden okul
zamanında spor aktiviteleri için, yazın
da buğday ekilerek okula ek gelir
sağlanması için kullanılan Plato’yu
TOKİ istimlak etti ve Boğaz Manzaralı
mega gökdelen yapımına başladı. 2+2
ve 4+4+4 tipi dairelerden oluşacak
“Sıkıldık Gökdelen Dikiyoz” adlı projenin
temel atma töreninde Arnavutköy
Muhtarı “Bu gökdelenler şehrin
tarihi dokusunu, Boğaz’ın siluetini ve
Rabırt Golej gibi köklü bir kuruluşun
saygınlığını pekiştirecektir. Keşke bu
teknoloji atalarımızda da olsaydı da
Dolmabahçe olsun, Topkapı olsun hepsi
gökdelen olsaydı. Biz de bir New York,
bir Manhattan olabilirdik. Bundan
sonra her yere bu tür gökdelenler
dikilmeli ki insanımız Dünya’ya bir adım
yukarıdan baksın” dedi. Robert Kolej
Yönetimi ise gökdelende yaşayacaklarla
okul öğrencilerini ayırmak için platoya
olan ulaşımı kesti. “Sıkıldık Gökdelen
Dikiyoz” gökdelen yöneticileri ise okul
bölgesine giren gökdelen sakinlerine
alıkoyma cezası verilmesine karar
verdi. İlerleyen günlerde Robert Kolej
öğrencileri ve “Sıkıldık Gökdelen
Dikiyoz” sakinleri arasında yaşanan
olayları size aktaracağız.
köşe yarattı, böylece Robert Kolejlilerin
ödülleri artık bir sermaye oluşturuyor!
Seçmeli Ders Sayısı Bunalım
Oranını Artırdı
Birçok seçmeli ders imkânı sunan
Robert Kolej, ne seçeceğine karar
veremeyen, zorlanan Robert Kolej
öğrencilerini çıkmaza soktu. Hem
İngilizce hem fen hem sanat hem
matematik dersi, ama aynı zamanda
ilgisini çeken dersleri almak isteyen
öğrenciler bunalıma girdiler. Tartar
Tartmaz adlı öğrenci “ Seçmeli Dersler
güzel hoş ama esas zor kısmı seçmesi.
Çoktan seçmeli olsa işimiz kolay olur,
sonuçta dikkatli çözersek kaydırma da
yapmayız. Ama kutucuk doldurmak
cidden bizi çok zorluyor, özellikle
“A,B,C,D” yerine “1,2,3,4” yazmak zor
geliyor.” diyerek tepkisini belirtti.
10 Sınıf Defteri Monitörlerin
Evlerinde! Tehlikenin Farkında
Mısınız?
Hazırlıktayken herkesin olmak
istediği ama zamanla gönüllü
olan kimse kalmadığı için kurayla
belirlenen monitörler sınıf defterlerini
kaybetmekte veya evlerine götürmekte
ısrarlı. Çoğu monitör defterlerden
kopamadıkları
için
defterleri
çantalarıyla evlerine götürdüklerini ve
Lise Ofis’teki sınıf defteri raflarının boş
kalmasından rahatsız olmadıklarını
Robert Kolej Öğrencileri Ödüle belirtti. Sınıfta defteri unuttuğu için
Doymak Bilmiyor!
izin isteyip dersi bölen öğrencilere karşı
Her türlü yarışmada ödül alan Robert olarak birleşen RC Hocaları “Monitörler
Kolej öğrencileri gerçekten de ödüle Sınıf Defterlerini Boyunlarına Bağlasın”
doymuyorlar. Ödüle aç olan öğrenciler, kampanyası başlattı.
gördükleri her ödülü mideye indiriyorlar.
Robert Kolej Fizik Bölümü bu kadar Dünya’nın En Geniş Ekranları
çok metalin insan sağlığına zararlı Robert Kolejde
olduğunu belirtti. Ama bazı öğrenciler Geçtiğimiz aylarda Robert Kolej’de
En İyi Demir Adam yarışmasını gerçekleşen “Geniş İşlere Geniş Ekranlar”
kazanmak istediklerini, böylece daha Fuarının göz bebeği, Robert Kolej’de
çok ödül alacaklarını belirttiler. Plaket kullanılmaya başlanan dünyanın en
olsun, sertifika olsun, heykelcik olsun, geniş ekranlarıydı. Bu ekranlar Robert
her türlü ödül kapsamındaki cismi yutan Kolej’de televizyon ekranından ziyade
Robert Kolej öğrencileri Ödül Borsasını bilgisayar ekranı olarak kullanılıyorlar.
da hareketlendirdi. Ödül Heykelciği Bu projeyi gerçekleştirmek için Dünya
yapan firmalar “Robert Kolej öğrencileri Bankası’ndan destek aldıklarını
olmasa halimiz ne olurdu, Allah belirten Robert
Kolej Yönetimi,
onlardan razı olsun, ödüle doymuyorlar dünyada bilgisayarlı eğitimin önem
iyi ki de” sözleriyle Robert öğrencilerine kazandığını ve bu konuda çalışmalarını
olan minnettarlıklarını belirttiler. Ayrıca sürdüreceklerini açıkladı. Şimdilik
çoğu gazete, ödül alan Robert Kolejliler enleri 2 metreyi bulan bilgisayarların,
için her sayıda farklı bir haber yapmak birkaç yıl içinde genişliği 8 metre
yerine doğrudan Robert Ödülleri adlı bir olanlarla değiştirilmesi planlanıyor.
Köprü
Böylelikle bir bilgisayar aynı anda 3
farklı öğrenci tarafından kullanılacak,
böylece enerji tasarrufu sağlandığı gibi
sanal dünyanın yalnızlaştırdığı gençler
tekrar sosyal hayata kazandırılacaklar.
Okulda kullanılmayan camlardan
üretilen ekranlar gün içinde öğrenciler
tarafından kullanılırken akşamları ise
ışıklandırma amaçlı kullanılacaklar.
Ekranların çalışması ve temizliği için
harcanan enerjinin karşılanması
için platoya yeni bir elektrik santrali
Kediler İş Başında
kurulması gündemde. Öğrenciler
beden derslerinde platoda dinamoya
bağlı çarklarda koşacaklar ve Robert
Kolej enerjisini bu şekilde üretecek.
Aynı zamanda alıkoyma cezası alan
öğrencilerin de, ceza süresi boyunca
santralde çalıştırılmaları düşünülüyor.
Agresif Ergenlerin Pişti Kavgası
Geçtiğimiz günlerde gerçek bir “çıkışa
gel” olayının yaşandığı haberini almış
bulunmaktayız sevgili okur.Detaylar
biraz karışık olsa da, özetlemek
gerekirse olay şu: Süsüne püsüne
düşkün bir arkadaş, haftada üç kez
pişti olmanın yarattığı sinirle adam
toplayıp dövdürtme yoluna gitmiş.
Geçen salı okul çıkışı agresif ergen
arkadaşın topladığı on kişilik grup, pişti
olduğu şahsı tenhada kıstırmış. Şans
eseri Caroline Reis imdada yetişmiş
de can kaybı olmamış. Ayrıca grubun
bir kısmını Ergen Dertleri Köşesi
yazarlarının oluşturduğu haberleri
de dolaşıyormuş diye bir dedikodu
çıkmış ki katiyen yalandır. İnanmayın,
inandırtmayın sevgili okur. Öptüm
hepinizi teker teker.
Kod Adı Pisi Pisi: Bir Kedi Kuşatması
Robert Kolej’in kedilerinin ünü bizim
mahalleye kadar ulaştı. Mahallemizin
Kasım 2012
sürekli sakinleri Sarman ve Tırmık’ı
okulumuzun
kedileri
hakkında
konuşurken
duydum
geçende:
“Bizim yaşadığımız da hayat mı be?
Kopat ve Pençe Arkadaşları. Robert
Lisesinin yönetimine el koyuyormuş,
biz de bütün gün süt diye yalanıp
miyavlayalım millete. Hey yavrum
hey! Gençliğimde görecektin beni
Tırmık! O sivri pençelerimle genç
kedilere taş çıkarırdım. O ayaklanmayı
da şüphesiz ben yönetirdim zaten…”
Ayaklanma mı? Meğer son zamanlarda,
kedilerimizin nüfusundaki artışın
temel sebebi, okulu ele geçirme
planları için adam toplamakmış. Peki
o bir görünüp bir kaybolan kedilere
ne demeli? Onlar da Arnavutköy Kedi
Heyeti’nin gönderdiği elçilermiş.
Saldırı planı hakkında bilgi almak için
gidip geliyorlarmış. Birkaç gün önce
kedileri takip ederek kendini önemli bir
miyavlama seansının ortasında bulan
muhbirimiz nasıl kaçacağını şaşırmış,
parça pinçik yapmışlar zavallımı. Tommy
Hilfiger marka gömleğinde pençe
izleri vardı. Ortam çok vahşileşmiş.
Bütün bunlar olurken okulumuzun
saygıdeğer hayvan severi Tulu Derbi’yle
konuşmaya çalıştık, ancak sessiz kalma
hakkını kullanarak sorularımızı cevapsız
bıraktı. Söylemeden geçemeyeceğim.
Kendisini her sabah kedilerle derin
muhabbet içinde görüyoruz. Kopat ve
Pençe Arkadaşları kendilerine sağlam
bir yardakçı bulmuş anlaşılan. Çok geç
olmadan bu duruma bir el atılmalı.
ÖNEMLİ NOT: Adını vermek istemeyen
muhabirimizin bize en son attığı mail
şu şekildedir:
“Artık çok geç! Hiçbir şey yapamayız.
Herkesin hemen kaçması gerekiyor.
Tekrar ediyorum. Herkes hemen
kaçmalı. CANINI SEVEN KAÇSIN!
Organize olmuşlar. Orantısız güç
kullanmaktan çekinmiyorlar! Karanlıkta
parlayan yusyuvarlak gözler üzerime
doğru gelirken sizi uyarmayı son
görevim bilirim. Pençelerden sakıMİYAAAV!”
*Bizim okulun kedileri bir çete grup
adlarını Kopat ve Pençe Arkadaşları
koymuşlar. Ele başı Pisi Kopat’mış, hani
o saldırgan kedi var ya bir tane, hah o
işte. Fakat sevgili kara kedimiz Caroline
bu işten hiç hoşlanmamış(Onu çeteye
çağırmamışlar galiba).
HABERLER
13
Tatbikat
Sıraları birbirinden ayırmış, sınıfta 4
sıra arka arkaya oturuyorduk. Hoca,
sınav kâğıtlarını dağıttı. Eee, 9. Sınıfın
ilk edebiyat sınavı… Diğer sınıflardan
farklı olarak, bizim sınıfımız Gould’un
3. Katındaydı. Aslında bayağı şanslıydık.
4 koca kat çıkacağımıza sadece 3 kat
çıkıyorduk edebiyat dersi için.
Sınavın ise gerçekten kolay
olmasını mı bekliyorduk. İlk sayfaya
baktım. Bu sorular bayağı kolaydı.
Rahat rahat yavaşça tüm soruları yanıt
veriyordum. 9. Sınıf zor diyorlardı
da benim için bayağı kolay olacaktı
anlaşılan. İlk sayfa bitti, arka sayfayı
çevirdim. İkinci sayfanın üzerindeki
ilk soruyu okuyordum. Daha doğrusu
okumaya çalışıyordum. Çünkü okunacak
gibi değildi. Burada soru değil, paragraf
yazıyordu. Paragraf bile yetmez,
resmen kitaptı bu. Bu gerçekten
edebiyat yazılısı mıydı yoksa bir kitap
mı? Bu sınavsa benim bugüne kadar
gördüğüm sınavlara ne demeliydi?
Saate baktım. Sınavın bitmesine sadece
15 dakika kalmış. Daha 3 sayfam boş,
ben ne yapacağım? Bu 9. Sınıfa zor, zor
diyorlardı da inanmıyordum. Gerçekten
de öyleymiş.
Birden
bire
hayatımı
kurtaracak bir zil çaldı. Bu okul zili falan
değildi, zaten okul zili olsa hayatımı
kurtarmaz, bitirirdi. Bu yangın alarmının
ta kendisiydi. Sınıftan “Oleeeey!”
şeklinde bağrışmalar ve alkışlar
yükseldi. Nasıl olsa bir tatbikattı. Tüm
sınavı da bu sayede kurtarmıştım. Hoca,
bir yandan bizi susturmakla uğraşıyor,
bir yandan da iptal olmuş sınavın
kâğıtlarını toplamaya çalışıyordu.
Biz ise sevinçten göbek atıyor ve
yangın tatbikatını büyük bir sevinçle
kutluyorduk. Hoca, bizi susturamadı;
en sonunda “Bunu tatbikattan sonra
kutlarsınız. Şimdi sessizlik ve herkes
Maze’e!” diye bağırdı. Herkes büyük
bir mutlulukla beraber dışarı çıktı.
Ben onun mutluluklarına katılmadım.
Doğanın çağrısı vardı. Acilen tuvalete
gitmeliydim. Millet dışarıya çıkıyordu,
ben ise koşarak üst kattaki tuvalete
yetişmeye çalışıyordum.
Yangın alarmı da çalıyordu
çalmasına da, kimse alarmı dikkate
almıyordu. Sınıfça yangın alarmında
göbek bile atmıştık. Gerçi bu artık
kaçıncı yangın alarmıysa… Her birinde
“Yangın var” diye dışarı çıkıyorduk,
sonunda yangın olmadığını görüyor ve
ciddiyetsizliğimizden dolayı azar bile
işitiyorduk. Neyse ki bu sefer şanslı olan
sınıf bizdik; bir sınavı iptal ettirmiştik.
Peki, bundan önceki tatbikatlar? Sen
git İngilizce’den quiz ol sonra da beden
dersinin tam ortasında tatbikat olsun.
Hem de tam softballda ilk kez topa
vurmuşken… Bendeki şans mıdır?
Kırk yılın başında şans yüzüme güldü,
matematik sınavı iptal oldu. Acaba
bundan sonra başıma kötü olarak ne
gelecek? Önce bir tuvalete gideyim
de, sonra düşünürüm bu kısmı. Kesin
geç geldiğim için azar işiteceğim ya da
detention alacağım.
Gould’un merdivenlerinden
yukarı çıktım ve sonunda tuvalete
ulaştım. Bu okulda da haksızlık var, ne
zaman tuvalete ihtiyacım olsa kızlar
tuvaletinin olduğu katta bulunuyorum.
Erkekler tuvaleti için her seferinde ya
bir kat yukarıya ya da bir kat aşağıya
inmem gerekiyor. Neyse ki ben çok
geç olmadan tuvalete ulaştım. Burası
bir garip kokuyordu, farklı bir koku.
Sanki biri önceden okulda sigara içmiş
gibi… Ya da bugünkü öğle yemeğimiz
yanmıştı. Gerçi öyle olsa, yemeğin
kokusu Gould’un üçüncü katına kadar
yükselmezdi, yükselir miydi?
Bir yandan da hava bayağı bir
ısınmıştı, çok sıcaktı. Tuvalet ihtiyacımı
giderdim,
ellerimi
yıkıyordum.
Dışarıdan da bir ışık geliyordu ama bu
ışık farklı bir ışıktı. Sanki biri el feneri
tutuyor tuvalete. Koku da git gide
artmaya başladı. Dayanılmaz yakıcı bir
koku. Hava da sisli miydi ne? Tuvalet de
tamamen sis olmuştu. Şu an tatbikat
olmasa “Yangın var!” diye korkudan
bağırıp çağıracaktım. Ama tatbikat
değilse alarmı niye çalsınlar ki? Hem
böylesine bir okulda yangın nasıl çıkar?
Bir dakika, bunun tatbikat
olup olmadığını söylemediler ki! Ya
gerçek bir yangınsa? Korkuyla hemen
Berk Özgen
kapıyı açtım. Hemen çıkmam lazımdı.
Gould koridorlarına adımımı atar atmaz
yerimde dondum kaldım. Okul, bu sefer
gerçekten yanıyordu. Bu bir tatbikat
değildi! Her taraftan kapkara dumanlar
yükselmişti. Peki ben buradan nasıl
çıkacağım? Hemen merdivenlere
yöneldim. Buradan çıkabilmek tek
umudumdu. Umudumdu… Ama
merdivenlerden iki kat aşağı inince
benim sonum olduğunu fark ettim.
Kütüphane yanıyordu ve her nasıl
olduysa yangın merdivenlere de
sıçramıştı… Ben ne yapacağım şimdi?
Öldüm bittim ben. Daha genceciktim
ne yapacağım şimdi? Hüngür hüngür
ağlamaya başlamıştım.
Atlayabilir miydim ki? Son
umudumdu… Ama arada yükselen
ateşleri nasıl geçecektim? Galiba bu
atlasam bile kül olup gidecektim bu
hayattan. Yangın alarmını ciddiye
almadan tuvalete gitmiştim. Bu bir
tatbikat olmalıydı, ama değildi. Ya bir
kâbussa, ama bir kâbus olsaydı çoktan
uyanmış olurdum. Son nefeslerimi
veriyordum. Son bir mucize olmadıkça
kurtulamazdım artık buradan. Galiba,
hayatım okul merdivenlerinde son
bulacaktı…
Uluslararası Kütüphane Haftası
Robert Kolej, bu yıl yine bir ilki
gerçekleştirdi. Uluslararası Kütüphane
Haftası kapsamında 15-19 Ekim
haftasında okulda çeşitli etkinlikler
düzenlenmeye başlandı. İlk olarak
öğle aralarında yapılan konuşmaları
dinlemek veya konuşma yapmak üzere
kütüphane okuma alanında buluşuldu
ve kitaplardan seçilen bölümler
dinlendi.
Sevilen şiirleri seslice
birilerine okunarak ya da duvarlara
yapıştılarak paylaşıldı. Bütün bu
etkinlikler tüm okulun kutladığı okuma
haftası etkinliklerinin yaygınlaştırılması
için çok güzel çalışmalardı ancak en çok
ilgi çeken etkinlik 19 Ekim Cuma günü
isteyenlerin en sevdiği edebi karakter
gibi giyinebilmeleriydi.
Cuma günü okulda çok büyük bir
çümbüş vardı. Percy Jackson’ından
Katniss Everdeen’ine Peter Pan’inden
Sherlock Holmes’üne yüzlerce karakter
kitaplardan fırlamış ve yerleşkede
dolaşıyorlar, bizimle aynı sıralarda
oturup aynı yemekleri yiyip aynı
dili konuşuyorlardı. Bu karakterler
arasında popülerler olanlar kadar
pek bilinmeyen karakterler de vardı.
Daha önce adını bile duymadığınız
kitapların karakterleriyle de tanışmak
en az yolda yürürken yanınızdan geçen
tanıdık karakterleri tahmin etmek
kadar eğlenceliydi. Bazı öğretmenler de
kendi dil ve kültürlerini tanıtmak adına
büründükleri karakterlerle bu etkinliğin
öğretici yanından faydalanmış oldular.
İnsanları gerçekten kitap okuma
kültürünün içine çeken ve okumaya
teşvik eden bir etkinlik olarak ben
kişisel olarak bu etkinliğin bu hafta için
biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum.
Robert Kolej’de Uluslararası Kütüphane
Kasım 2012
Haftası etkinliklerinin bu yıl ilk kez
gerçekleştirilmesine rağmen çok yüksek
katılım gerçekleşti. Gelecek yıllarda
dal Uluslararası Kütüphane Haftası’nın
bu yıl olduğu gibi çeşitli etkinliklerle
dolu dolu kutlanılmasını umuyorum.
Cuma günü çeşitli sebeplerden ötürü
giyinmemiş öğrencilerden “Ben de bir
kitap sever olarak herkes gibi bir edebi
karakter gibi giyinmek, bu etkinliklerin
bir parçaşı olmak isterdim.” gibi çeşitli
yorumlar duydum. Eğer bu hafta her yıl
bu şekilde kutlanmaya devam edilirse
inanıyorum ki Robert Kolej’de okuma
kültürü yayılmış ve şekillenmiş olur.
Şule
Kahraman
Kitap Kahramanları Teknolojiye
de Hakim
Köprü
RÖPORTAJ
14
Bir Taşla İki Kuş
Ülkem & Jeremy Hardy
Sera Pekel: Öncelikle nasıl
tanıştınız? Tanışmanızın bir
hikayesi var mı?
Ülkem Hardy: Jeremy ve ben, üç
sene önce Işık Okulları’nda birlikte
çalışıyorduk ve masalarımız yan
yanaydı.
Jeremy Hardy: Ve benden zımba
isterdi, ben de ona zımbayı uzatırdım.
Bazen ben bisküvi yerken benden
bisküvi isterdi ve ben de ona bisküviyi
uzatırdım. Daha sonra konuşurduk,
evet, yaklaşık bir seneyi birbirimizi
tanımaya çalışarak geçirdik, tabii ki
bu bir sene profesyonel bir düzeyde, iş
yeri çerçevesi içindeydi. Sene sonunda
birlikte bir konferans için bir atölye
çalışması düzenledik ve bu sayede
çok fazla birlikte çalışmamız gerekti.
Böylece aramızda gittikçe yakınlaşan
bir arkadaşlık oluşmaya başladı. Kısaca
tanışma hikayemiz böyle, değil mi?
ÜH: Evet, böyle.
SP: Bazen, evli öğretmenler birlikte
çalışmanın zor olduğunu söyler.
Bu doğru mu, yoksa bu sadece bir
söylenti mi?
ÜH: Bu öğretmenlerin ne demek
istediğini anlıyorum, yani gerçekten zor
olabilir ama Jeremy ve ben okul zamanı
birbirimizi neredeyse görmüyoruz.
Çünkü, onun ofisi Gould Binası’nda
ve benim ofisim Woods Binası’nda ve
ben genelde hazırlık öğrencilerine
ders verdiğim için benim öğle yemeği
saatim Jeremy’ninkinden çok daha
erken oluyor. Bu yüzden gün içinde çok
fazla görüşemiyoruz.
JH: Yani, bu iki taraflı bir durum.
Öncelikle, ikimiz de öğretmen
olduğumuz için, okuldan sonra
bir şeyler yapmamız gerektiğinde
birbirimizi anlıyoruz. İkimizin de not
vermesi gereken kağıtlar ve hazırlaması
gereken bazı şeyler oluyor ama eğer
ikimizde sürekli bununla zaman
geçirirsek, birlikte geçirebileceğimiz
tüm zamanımızı kaybetmiş oluyoruz.
Bu yüzden, kendimize zaman ayırmak
ve biraz rahatlamak için, zamanımızı
sınırlandırmamız gerekiyor. Benim
ebeveynlerim de aynı okulda çalışan iki
öğretmendi ve onlar her zaman: “Daha
fazla ‘o ile başlayan sözcük’ hakkında
konuşmayalım.” derlerdi. “O ile başlayan
sözcük” bizim ev içinde yasaklı, ayıp bir
kelime gibiydi; ama aslında bu sözcük
“okuldu.” Kısaca, kendimize bazı sınırlar
belirlemeliyiz.
SP:
Ama
sanırım,
okul
meseleleri hakkında aranızda
konuşuyorsunuzdur?
ÜH: Evet, okuldan sonra eve yürüyerek
gidiyoruz. Ve bu yürüyüş, genellikle
okul meseleleri, dersler ve iş hakkında
konuştuğumuz zaman oluyor. Ama eve
vardığımızda, bu konuşma sona eriyor.
JH: Evet, eve yürürken okul hakkında
konuşmak için yaklaşık yarım saatimiz
oluyor. Ancak eve vardığımız an, birden
bu konuşmayı bitiriyoruz. Öğrenciler
hakkında konuşuyor muyuz? Hayır, asla,
tabii ki hayır!
bizim öğretmenimizdi.” diyorlar.
Bunları Jeremy’ye aktarıyorum, ancak
“dedikodu” yapmıyoruz çünkü daha
yeterince öğrenci tanımıyorum(!)
DA: Bildiğimiz kadarıyla siz
(Jeremy Hardy) Belçikalısınız, ve
siz (Ülkem Hardy) Türksünüz. Bu
kültür farklılığı başlığı altında hiç
zorluklarla karşılaştınız mı? Ya da
okulda, kendi aranızda, veyahut
ailelerinizi içeren komik bir anınız
var mı?
ÜH: Ben, aslında Avustralya’da doğdum
ve büyüdüm. O yüzden kendimi klasik
bir Türk olarak tanımlamıyorum, kısaca,
Türkiye’de, ben de birazcık yabancı
sayılırım. Ama, düğünümüzde bazı
ilginç olaylar yaşadık, çünkü düğüne
Defne Aksoy: Ve bizler de Türk, Fransız, İngiliz, birçok aile katıldı.
öğretmenlerimiz hakkında hiç Babam, 38 yıl Avustralya’da yaşamış
konuşmayız.
olmasına rağmen, İngilizce ne de olsa
JH: Hayır, tabii ki konuşmazsınız. onun ikinci dili ve en iyi konuştuğu dil
Yani, öğrencilerde veya olaylarda değil ama Jeremy ve o oturup, gayet
karşılaştığımız zorluklar ve başarılarımız iyi bir biçimde Türkçe konuştular ve
hakkında konuşuruz.
iyi anlaştılar. Zorlandıklarında ben de
ÜH: “Böyle bir şey oldu, bana bazı yardım etmeye çalıştım.
tavsiyelerde bulunur musun?” gibi JH: Annem, Fransız olduğu için, Türk
konuşmalarımız olur. Bence, ikimiz de gelenekleri hakkında bazı endişelere
profesyonel anlamda “Bu durumda sen kapıldı. Ne yapması gerektiğini
ne yapardın?” veya “Bu öğrenciyi yeni bilmiyordu ama gerçekten önem arz
tanımaya başladım ve başıma böyle eden bir sorun çıkmadı. Mesela babam
bir şey geldi, sence bu durumda ne konuşma yapıp yapmamak hakkında
yapmalıyım?” diyebilecek kadar saygı düşünüyordu ama Ülkem’in babası
duyuyoruz
konuşma yapmayı planlamıyordu bile.
JH: Evet mesela, “Onun ayağına basar ÜH: Yani, evet, bazı komik anılarımız
mıydın?”, “Onun kalemini çalar mıydın?” oldu ama çok milliyetli bir çift olmak
(Gülüyorlar.)
hakkında önemli bir olay veya sorunla
karşılaşmadık. Ancak, bir keresinde bir
GT: Mesela ortak öğrencileriniz ve taksi şoförü ile komik bir an yaşamıştık.
onlar hakkındaki anılarınızla ilgili JH: Evet bu gerçekten çok ilginçti.
hiç “dedikodu” yapıyor musunuz?
Şoför benim yabancı, Ülkem’in de
JH: Öğrencilerimiz hakkında dedikodu Türk olduğunu biliyordu ve: “Baban bu
yapmıyoruz, ancak stratejilerimiz duruma ne diyor? Karşı çıktı mı, yoksa
hakkında konuşuyoruz.
sizi destekliyor mu?” gibi sorular sordu.
ÜH: Mesela ortak bir öğrencimiz varsa Çünkü şoförün kızı da Amerikalı bir
ve bu öğrencinin çok zeki olduğunu adamla beraber Hawaii’de yaşıyordu ve
düşünüyorsak ve bu öğrenciyi daha kızı: “Gel ve bizi ziyaret et.” dediğinde ne
çok zorlayacak görevler vermeliysek yapması gerektiğini bilmiyordu.
“Jeremy, bu öğrenci senin sınıfında ÜH: Evet, “Allah Allah, ne yapmalıyım?”
nasıl? Bu konuda neler yapıyorsun? Bu diyordu.
öğrencinin ders olan ilgisini arttırmak
için sence ben ne yapabilirim?” diyorum. SP: Kendi aranızda Türkçe veya
Bazen de, ben okulda yeni olduğum Fransızca konuşuyor musunuz?
için, bazı öğrenciler bana gelip: “Siz ÜH: Ben Fransızca bilmiyorum, tabi ki “Je
Madam Hardy’siniz. Geçen sene eşiniz t’aime”i (Seni seviyorum.) saymazsak.
Köprü
Kasım 2012
Sera Pekel
Gizem Taşkın
Defne Aksoy
Ama bazen Türkçe konuşuyoruz.
JH: Evet, özellikle sinirli olduğunda!
(Gülüyorlar.) Ama, evet çok sıklıkla
olmasa da Türkçe konuşmaya
çalışıyoruz.
Gizem Taşkın: İkinizin de severek
yediği hatta hep paylaştığınız bir
yiyecek var mı?
ÜH: Jeremy çok iyi bir aşçıdır,
söylemeden geçemeyeceğim. Ne
pişirirse pişirsin ortaya güzel sonuçlar
çıkarır. Bilemiyorum, mutfaktayken
birlikte çok iyi çalışıyoruz, birbirimize
yardımcı oluyoruz. Ama her zaman
yediğimiz özel bir yiyecek yok sanırım.
Ancak yemekle deney yapmayı
seviyoruz, yani yeni şeyler denemeyi.
JH: Her sabah mısır gevreği paylaşırız,
ama sanırım bu sayılmaz. Ayrıca pizza
yemeyi de seviyoruz.
ÜH: Evet, pizza yemeyi seviyoruz.
DA&SP&GT: (hep bir ağızdan)
Herkes pizza yemeyi sever!
JH: Bu güzel bir soru.
ÜH: Başka ne seviyoruz?
(Yunus içeri girer)
SP: Bonjour Yunus :)
DA: Örneğin tatlılardan ne
seviyorsunuz?
ÜH: Jeremy sütlaç yemeyi çok seviyor.
Bu yüzden ben sütlaç yaptığımda çok
mutlu oluyor.
SP: Bu belki biraz özel olabilir ama
cevaplamak isterseniz birbirinize
koyduğunuz takma isimler var mı?
ÜH: Aşkım, canım...
JH: Onların hepsini öğrenmem gerekti;
“canım, bir tanem, en sevdiğim” ve
diğer sevgi sözcüklerinin hepsini.
Bazen Ülkem bana Jero diye seslenir.
Avustralya’da bütün sözcüğü söylemek
yerine bazen kelimelerin sonuna “o”
RÖPORTAJ
harfi koyarlar, bu nedenle bana Jero
der. Bunun dışında “bebeğim”i çok
kullanıyoruz.
ÜH: Jeremy yanlış bir şey yaptığında
Türkçe sözcüklerin hepsini aynı anda
kullanır. “Aşkım, bir tanem, canım...
Seni çok seviyorum.” Ama genellikle
birbirimize “bebeğim” diye sesleniriz.
Sanırım bundan başka lakabımız yok.
SP: Türk geleneklerine göre, “kız
istenmesi” gerekir. Siz bu deneyimi
yaşadınız mı?
JH: Hayır, geçen sene şubatta
Avustralya’ya gitmeyi planlıyorduk
ama daha sonra çok pahalı olduğu için
vazgeçtik. Ben zaten evlenme teklif
etmiştim ama yine de babasının onayını
alacaktım. Ama şans olmadı, ve gerçek
anlamda “kız istemedim.” Bu eski ama
güzel bir gelenek, Amerika’da ve bazı
başka kültürlerde de hala yapılıyor.
ÜH: Ama babama sormayı istedik. Onu
arayıp dedim ki: “Gelebiliriz ama uçak
biletleri ve masraflar oldukça pahalı,
yaklaşık yedi bin dolar. Jeremy’nin bunu
yapması senin için gerçekten önemli
mi yoksa sadece ‘Verdim, gitti.’ mi
diyeceksin? Ne düşünüyorsun?” Ve o da:
“Hayır, ben mutlu olmanızı istiyorum.
Parayı düğün için harcayın. Başka şeyler
için endişelenmenize gerek yok.” dedi.
Yani babam gerçekten iyi ve anlayışlıydı.
O klasik bir Türk babası değildir. Bu
yüzden bu durumu dert etmedi.
JH: Ve ben de şanslıydım.
GT: Şuanda ikiniz de MUN
Kulübünde danışman öğretmenlik
yapıyorsunuz. Biz hepimiz de bu
kulübün birer üyesiyiz. MUN’de
sizin ilginizi çeken ve katılmak
istemenizi sağlayan neydi? Bu sene
hangi konferanslara gideceksiniz?
JH: İkimiz de MUN’i seviyoruz çünkü
sınıfta yaptığımızdan çok daha farklı
bir şey. MUN ilgi çekici çünkü güncel
olayları, politikayı, araştırmayı ve
sahneye çıkıp bazı fikirleri sergilemeyi
içeriyor ve bu yönünü çok seviyoruz.
Ayrıca klübün öğrencileri konferanslara
katılmak ve başka ülkelere gitmek
konusunda bu kadar cesaretlendirmesi
de çok hoşumuza gidiyor. Bu sene
Polonya’daki WAWMUN konferasına
gideceğiz ve okuldaki RCIMUN’da
burada olacağız.
ÜH: Konferanslara diğer üç danışman
öğretmenle de iş bölümü yaparak
katılıyoruz çünkü herkesin konferanslara
gitmek için bir şansı olması gerek
ama aynı zamanda her konferansa da
gidemeyiz çünkü okulda olmadığımız
zamanlarda yerimize derse girecek
öğretmen bulmamız zor olabiliyor.
Ayrıca konferanslar tatillere denk
geldiğinde her danışman öğretmenin
dinlenecek ve ailesine ayıracak zamanı
olmasına dikkat ediyoruz.
JH: Siz neden bizi MUN’de istiyorsunuz?
Yunus Erdölen: Örneğin sadece bir
kadın veya erkek öğretmen yerine
ikiniz de gelirseniz bizler için daha
yararlı olabilir.
DA: Ayrıca, neredeyse hepimiz
Mösyö Hardy’yi tanıyoruz ve
konferanslarda daha az tanıdığımız
birindense sizi görmek daha
samimi bir ortam oluşturacaktır.
ÜH: Evet, samimiyet gerçekten önemli.
SP: Umarız ki zamanla Madam
Hardy’yi de daha iyi tanıyacağız.
YE: Biliyorsunuz ki bazı okulların
konferanslarında
Fransızca
komiteler
de
var.
Bizim
okulumuzda da Fransızca komite
açmak gibi bir projeniz var mı?
JH: Hayır, şimdilik yok. Ama bence bu
çok güzel ve üzerinde düşünülmesi
gereken bir fikir, özellikle de Fransızca
3 almış ve kendine Fransızca konusunda
güvenen öğrenciler için. Belki bu sene
değil, ama ilerleyen yıllarda bu fikir
hayata geçirilebilir.
GT: Mösyö Hardy, hangi dilleri
konuşuyorsunuz?
JH: Yedi dil konuşabiliyorum. İngilizce ve
Fransızca’yı doğuştan beri; Flamanca’yı
ortaokuldan beri; Almanca’yı lisedeki
son senemden beri; İtalyanca’yı
İtalya’ya gittiğimden beri, İspanyolca’yı
üniversiteden beri konuşuyorum. Şu
anda da Türkçe öğrenmeye çalışıyorum.
Ayrıca bir süre Japonca ve Arapça
dersleri aldım ancak bu iki dilde de
konuşamıyorum.
SP: Madam Hardy, siz de
Avustralya’da
doğduğunuzu
söylemiştiniz. Sizi Türkiye’de tutan
şey nedir?
ÜH: (Mösyö Hardy’yi işaret ediyor.)
JH: Kayıtlara geçsin diye söylüyorum,
beni işaret etti.
ÜH: (Gülüyor.) Aslında Türkiye’ye sadece
bir seneliğine gelmiştim. Bir sene
burada çalışıp, Avrupa’yı gezecek ve eve
geri dönecektim. Ama Jeremy ve ben
birbirimize aşık olduğumuzda, onun
olduğu yerde olmam gerektiğine karar
verdim. Ancak şimdi Türkiye’nin bizim
Kasım 2012
15
evimiz olduğuna inanıyorum.
Bence bu ülke bize çok uygun
çünkü Jeremy’nin ailesine yakın,
benim aileme de biraz yakın;
yani arada bir mesafedeyiz. Ama
bizi Türkiye’de tutan şey buradaki
yaşama tarzı, kültür ve Boğaz.
İstanbul, yaşamak için çok güzel
bir yer.
JH: Aslında sizi rahatsız edebilecek
birçok şey listeleyebilirsiniz ama
eğer bunları aşmayı başarırsanız,
İstanbul gerçekten harika.
ÜH: Evet, bu nedenleri
görmemezlikten
gelmeye
çalışıyoruz.
Jeremy Hardy & Ülkem Hardy
DA:
Peki,
birbirinize
evlilik hakkında vermek
istediğiniz tavsiyeler var mı?
JH: Aslınca geçen sene hazırladığımız bir
belge var. Tabii ki resmi bir belge değil,
ancak “eğer bu ilişkinin yürümesini
istiyorsak” uymamız gereken kuralları
içeren, kendimiz için hazırladığımız bir
belge. Mesela bu kurallardan biri her
hafta bir randevu gecesi yapmaktı.
ÜH: Eğlenceli bir şeyler, özel bir şeyler...
JH: Evet, mesela dün birlikte dişçiye
gittik. (Gülüyorlar.) Bundan başka,
örneğin,
akşamları
günümüzü
birbirimizle paylaşmak için birbirimize
zaman ayırmak da bu kurallardan biri.
Eve gidip çalışıp uyursanız hayat çok
monotonlaşır. Eve yürüyerek gidiyoruz,
yolda konuşuyoruz, birlikte “Modern
Family” (bir televizyon programı)
seyrediyoruz.
ÜH: İletişim çok önemli. Gün içinde ne
yaptığımız gibi küçük bir şey hakkında
veya “Böyle yapmandan nefret
ediyorum.” gibi önemli şeyler hakkında
birbirimizle konuşabilmek gerçekten
çok önemli.
JH: Ve de tüm duyguların geçerliliği
olduğunu unutmamak gerek. Eğer
birisi kızgınsa, o kişi kızgındır. Eğer birisi
üzgünse, o kişi üzgündür. Duygularımızı
birbirimize aktarabilmek çok önemli ve
tabii ki bir orta nokta bulabilmek.
ÜH: Bilirsiniz, benim içimde bir Türk
kızgınlığı var, Jeremy beni dinleyip beni
sakinleştirmek konusunda çok iyi bir iş
yapıyor. Kısaca tavsiyelerimiz bunlar...
öğretmek o kadar kolaylaşır. Ama ne
yazık ki derste her zaman beş dakikamız
olmuyor.
ÜH: Soru değil ama, vermek istediğim
bir tavsiye var. Ben lisedeyken benim
yapmadığım bir şey, ben fırsatlardan
yeterince yararlanmadım. Mesela bir
müzik kulübü vardı ve “Zaten başarılı
olamam.” diyerek bu gibi fırsatları
değerlendirmedim. Bence bugünkü
çocuklar çok şanslı çünkü çok fazla
seçeneğiniz var. Benim sorum: “İlgi
alanların neler ve bunları hayata
geçirmek için neler yapıyorsun?”
olurdu. Ayrıca bu yolda, aynı zamanda
eğlenmeniz ve keyif almanızı da tavsiye
ederdim.
JH: Bu kesinlikle doğru. Benim ailem,
bir şeylerin parçası olmam için beni
asla zorlamadı. Bana sadece “Ne
yapmak istersin?” diye sorarlardı ama
ben on dört yaşındaydım. Ne yapmak
istediğimi nerden bilebilirdim? Ama
etrafınızdaki şeylerin bir parçası olmak
çok güzel bir şey.
ÜH: Ayrıca bazı şeyleri çok ciddiye
almamak gerek. Keyif almaya bakın.
SP: Bunu bir, hatta iki öğretmenden
duymak gerçekten çok anlamlı.
JH: Tabii ki Robert Kolej Kurallar
Kitapçığı’nın sınırları içerisinde!
ÜH: Kurallara uyun ve iyi öğrenciler
olun(!)
DA&YE&SP&GT:
Bizlerle
konuştuğunuz ve böyle samimi
YE: Şimdi rolleri değiştirelim, sizin cevaplar verdiğiniz için çok
öğrencilere sormak istediğiniz bir teşekkürler.
soru var mı?
ÜH&JH: Bizle röportaj yaptığınız için biz
JH: Benim sorum “5 dakika içinde bana size teşekkür ederiz.
hayat hikayeni anlatır mısın?” olurdu.
Bir öğrenciyi ne kadar tanırsanız,
onlarla bağlantı kurmak ve bir şeyler
Köprü
RÖPORTAJ
16
Bir Taşla İki Kuş
Sengül & Birol Özdemir
Evli öğretmenlerimizle yapacağımız
“Bir Taşla İki Kuş” söyleşi dizisi için ilk
aklımıza gelen adlar, Birol Hocamızla
Sengül Hocamız olmuştu. Derste ve
ders dışında her zaman öğrencilerine
karşı içten davranan, gülümsemeleri
yüzlerinden hiç eksik olmayan,
öğrencileri tarafından çok sevilen çift,
aynı zamanda birbirlerinin iş arkadaşı
ve dostudurlar. Söyleşi teklifimizi kabul
ettiler ve onlarla çok keyifli bir söyleşi
gerçekleştirdik.
Yunus: Öncelikle söyleşi teklifimizi
kabul ettiğiniz için çok teşekkür
ederiz.
Sengül Hanım: Biz teşekkür ederiz.
Yunus:
Evlenmeden
önce
okulumuzda
ikiniz
de
öğretmendiniz ve bu yüzden nasıl
tanıştığınızı çok merak ediyoruz.
Hikâyenizi bizimle paylaşabilir
misiniz?
Birol Bey: Bunu ben yanıtlayayım
isterseniz. Okulumuzda yeni gelen
öğretmenlere eski öğretmenlerin okulu
tanıtma sürecinde danışmanlık yaptığı
bir program vardır. Sengül Hanım için
de okuldaki ilk senesinde danışmanlık
görevi bana verilmişti. Bana “Sengül
Hocanın okula uyum sağlaması için
siz sorumlusunuz” denildi, ben de
görevimi galiba biraz fazlasıyla ciddiye
almışım! Bu süreçte birbirimize ısındık
ve arkadaş olduk.
Sengül Hanım: Düğünümüz de 31 Mart
2010 tarihinde tanıştıktan 9-10 ay sonra
oldu. Birol Bey’in ve benim öğrencilerim
bir araya geldiler, nikâh törenimiz çok
renkli geçti.
Birol Bey: Kütüphanede 24 Kasım
Öğretmenler Günü Kutlaması vardı. Biz
de bu kutlamada evlenme kararımızı
öğretmen arkadaşlarımıza duyurduk.
Ondan sonra da evlenme sürecimiz
başladı.
Yunus: Birol Hoca’yı geçen
sene öğretmenim olduğu için
tanıyorum. Çok sakin ve eğlenceli
birisiniz.
Evdeki
yaşamınız
nasıl? Okul hakkında konuşuyor
musunuz?
Sengül Hanım: Okul hakkında
konuşmamaya çalışıyoruz, çünkü
akşama kadar okuldayız. İki ayrı çalışma
odamız, kütüphanemiz var. Kitapları
koyacak yer bulamıyoruz, çünkü
evlenmemizle birlikte kitaplarımız da
birleşti. Benim odamda daha çok şiir
ve eski Türk edebiyatıyla ilgili yapıtlar
var. Birol Hocanızın odasında da
tarih, felsefe, psikoloji, edebiyat gibi
farklı alanlarda kitaplar yer almakta.
Odalarımıza çekilmeyi ve çalışmayı
seviyoruz.
Birol Bey: Ortak alanımız salon.
Sengül Hanım: Evet, salonda
buluşuyoruz.
Birol Bey: Çoğunlukla edebiyat hakkında
konuşuyoruz. Sengül Hocanızın da
dediği gibi okul hakkında konuşmamayı
tercih ediyoruz, çünkü gün boyu zaten
okulla ilgili kafamız yeterince doluyor.
Sengül Hanım: Ayrıca edebiyatçı
arkadaşlarımızla, benim arkadaşlarımla
ve aynı alanda olduğumuz için
geçmişten tanıdığımız edebiyatçı
arkadaşlarımızla sohbetlerimiz çok
güzeldir. Akşam yemeklerini, edebiyat
sohbetlerini çok seviyoruz, bu sayede
çok güzel ortamlar ortaya çıkıyor.
Birol Bey: Arkadaşlarımızın çoğu
edebiyatçı veya edebiyat öğretmeni
zaten. Böyle olunca konuştuğumuz
konular dönüp dolaşıp yine edebiyata
geliyor.
Sengül Hanım: Film izlemeyi seviyoruz,
onlar hakkında sık sık konuşuyoruz.
Film festivallerini ve tiyatroları takip
etmeye çalışıyoruz. Sakin denebilecek
bir yaşantımız ve herkesin kendisine
ait özel bir dünyası var. O özel dünyayı
bozmamaya gayret ediyoruz.
arkadaşıyız. Zaten odalarımız da altı yıl
boyunca farklıydı. Ben kızlar tuvaletinin
yanındaki odadaydım, Birol Hocanız
da 406 numaralı odadaydı. Şimdi aynı
odadayız ama ben bir köşede Birol
Hocanız bir köşede oturuyor. Bu söyleşi
vesilesiyle bir araya gelmiş olduk.
Birol Bey: Bazen karşılaştığımız oluyor
koridorda. Özellikle Sengül Hocanız
doktora tezini hazırlarken kendini
dünyadan soyutlamıştı. Dört yıl
boyunca odasına kapandı ve çalıştı. Ben
de bu süreçte bazı öykülerimi yazdım.
Sengül Hanım: Edebiyatçılar yalnız
olmayı seviyorlar. Biz de bu özel
alanı bozmamaya gayret ediyoruz.
Hayatımız okumayla geçiyor, ben kitap
okuyorum, hocanız odasında dergi
okuyor. Okuduklarımızı paylaşmak
gerçekten çok hoş oluyor. Bazen
hocanız okuduğum kitabı ya da öyküyü
anlatmamı istiyor, ilginç bulursa kendisi
de okuyor. Sonra da kitap üzerine
sohbet ediyoruz.
Birol Bey: Aslında aynı işi yapıyor
olmanın birçok avantajı var. Birlikte
daha çok zaman geçiyoruz. Tatillerimiz,
gidiş-geliş vakitlerimiz aynı olduğundan
hareket alanımız genişliyor. Diğer
çiftlere kıyasla yaşama dönük şeyleri
daha kolay organize edebiliyoruz.
Yunus: Peki Hocam, bildiğimiz
gibi en son bir öykü kitabınız çıktı.
Önceki derslerimizde öykülerinizi
okuduğumuz için, bu kitap için
gerçekten çok heyecanlıyız. Kitabı
yazma sürecinde Sengül Hocamıza
danıştığınız oldu mu?
Birol Bey: Sengül Hocanız çok iyi
bir okuyucudur ve beğenisine de
güveniyorum.
Sengül Hanım: Sert bir eleştirmenim.
Birol Bey: Bu yüzden kendisine
güveniyorum. Onun düşünceleri ve
eleştirilerini dikkate alıyorum. Yazdığım
çoğu şeyi onunla paylaşıyorum.
Sengül Hanım: Mesela Birol Hocanız
“Söğüt ile Kavak” öyküsünü yazarken
çok güzel bir anımız oldu. Ben erken
uyuyanlardanım, Birol Hocanız da gece
çalışır, hafta sonları geç kalkar.
Birol Bey: Geceyi severim.
Sengül Hoca: Ben de sabah erkenden
kalkıp okurum.
Zeynep: Aynı yerde çalışıyorsunuz
ve dersleriniz farklı olsa da sürekli
birbirinizi görüyorsunuz. Hem işte
hem evde berabersiniz. Bu dengeyi
nasıl kuruyorsunuz?
Sengül Hanım: Öncellikle okulda
birbirimizi çok fazla göremiyoruz. Bazen
bazı şeyleri birbirimizi göremediğimiz
için sonradan paylaşma imkânı
buluyoruz.
Birol Bey: Okulda zaten çok bambaşka
bir dünyaya giriyorsunuz. Sengül
Hanımla birbirimizi göremediğimiz
zamanlar da oluyor. Ders programımızın
ve çalışmalarımızın yoğunluğundan,
zaten çoğu öğretmen birbirini fazla
göremiyor. Okulda iş arkadaşıyız.
Sengül Hanım: Gerçekten iyi bir mesai Zeynep:
Köprü
Öğle
yemeğinde
Kasım 2012
Yunus Emre
Erdölen
Zeynep Can
Aksoy
Burçe
Şahbenderoğlu
buluşuyorsunuz yani.
Sengül Hanım: Evet hafta sonları öğle
vaktinde buluşuyoruz. Birol Hocanız
“Söğüt ile Kavak” öyküsünü geceleyin
yazdığı için sabah masamda buldum
öyküyü ve okuyunca çok beğendim.
Masalarımıza beğendiğimiz şairlere ait
şiirler bırakıyoruz. Bu şiirleri bir deftere
topladık ve çok güzel bir külliyat oldu.
Bir evde iki edebiyatçı olmak hem güzel
hem de zor, çünkü ayrıntıcı insanlarız ve
sözcüklerin arkasındaki dünya üzerine
de düşünüyoruz.
Birol Bey: Aynı sorunları yaşadığımız için
bu sorunları paylaşmamız daha kolay
olabiliyor. Başka meslek gruplarındaki
çiftler aynı sorunları yaşamadığı için bu
sorunlar onlara sıkıcı gelebilir. Tabii ki
bizim için de bazen aynı konuları tekrar
etmek pek hoş olmuyor, kimi zaman
sıkıcı olabiliyor.
Sengül Hanım: Ama tabii ki okul
hakkında hiçbir şekilde konuşmuyoruz
demek yanlış olur. Sınıfta etkilendiğim
bir olayı hocanızla paylaştığım da
oluyor. İnsanlarla ilgili yargılardan
kaçınıyoruz, çünkü bizim bakışımız
yanımızdaki insanı da etkileyebilir.
Zaten hocanız hiçbir şekilde hiç kimse
hakkında konuşmayan biri.
Zeynep:
Öğrencilerinizin
yaramazlıklarını
birbirinizle
paylaşıyorsunuz yani?
Sengül Hanım: Bazen çok komik bir şey
olmuştur, bir şey beni çok üzmüştür,
etkilemiştir o zaman tabii ki paylaşımda
bulunuyoruz.
Birol Bey: Zaten bu tür paylaşımlar
bütün öğretmenler arasında vardır,
bizim öğretmenler odasında da
RÖPORTAJ
de ekmek, gözleme, kek yapmayı
seviyorum.
Birol Bey: Zeytinyağlı ve soğuklarda
Burçe: Ben en çok iyi Sengül Hocanız daha iyi, ben de
öğrencilerinizi ya da ortak ayıptır söylemesi et yemeklerinde fena
öğrencilerinizi birbirinizle paylaşıp değilimdir.
paylaşmadığınızı merak ediyorum.
Böyle durumlar yaşıyor musunuz? Yunus: İkiniz de edebiyatla çok
Birol Bey: Çok iyi bir öğrenci olduğu ilgilisiniz. Birol Hocam siz de
zaman konuşuyoruz tabii ki, mesela sınavlarınızda ve derslerinizde
çoğunlukla
öğrencilerinizi
Yunus’u konuşmuşuzdur.
Sengül Hanım: Yetenekli, kalemi güçlü yaratıcı yazı çalışmaları yapmaya
Gelecekte
olan öğrencileri çoğunlukla birbirimizle yönlendiriyorsunuz.
Kolej
öğrencilerini
paylaşıyoruz, mesela –geçen yılın Robert
cesaretlendirmeye
mezunlarından- Joe çok iyi şiir yazardı. yazmaya
Birol Bey: Aynı öğrenciler farklı yönelik projeleriniz var mı? Mesela
zamanlarda öğrencilerimiz olabiliyor İngilizce bölümü “Yazı Merkez”i
ve bu yüzden de ortak öğrencilerimiz diye bir proje başlattı.
hakkında konuşmak daha anlamlı Birol Bey: Bildiğiniz gibi ben Oda
olabiliyor. Ama daha demin dediğim dergisinin yayın danışmanıyım. O
gibi bütün öğretmenler
kendi grupla bunları yapıyoruz. Her yıl bir
tema seçip o tema etrafında yaratıcı
aralarında iyi öğrencileri konuşurlar.
Sengül Hanım: Hocalarınız sınıftan yazı çalışmaları yapıyoruz. Örneğin
çıkınca heyecan duyuyor. Söz bu seneki temamız “ Sesler, Renkler,
gelimi öğrenciler çok güzel bir yazı Kokular”. Yakında okul duyurularında
hazırlamışsa mutlu oluyoruz, bunu da size duyuracağız. Ve renklerle
birbirimize heyecanla anlatıyoruz, ilgili sizi yazmaya çağıracağız. Her
paylaşıyoruz. Böylece başka bir ay belli bir renk için öykülerinizi ve
öğretmen arkadaşımız da o çalışmadan şiirlerinizi isteyeceğiz. Ayrıca ben
zaten sınıflarımda da yaratıcı yazı
farklı bir şekilde yararlanabiliyor.
Birol Bey: Ama olumsuz fikirleri de öne çalışmalarına yer veriyorum bolca.
çıkartmamaya çalışıyoruz. Birbirimizi İleride talep olursa tabii ki Yaratıcı
iyimserliğe ve olumlu düşünmeye Yazıyla ilgili bir seçmeli ders açılması
çağırıyoruz ve problemleri ön plana söz konusu olabilir. Ve böyle bir dersi
vermekten zevk duyarım. Hocanız daha
çıkartmamaya çalışıyoruz.
Sengül Hanım: Çünkü olumsuz ve çok eleştirel, akademik yazılar, ben de
önyargılı yaklaşırsanız bu öğrencilerle daha çok kurgusal yazılar yazıyorum.
ilişkilerinizi de etkileyebilir. Birbirimize Sengül Hanım: Ben daha çok eski ve yeni
öğrenciler hakkında olumsuz bir şey Türk edebiyatıyla ilgili eleştiri yazıları
söylersek, bakış açımız değişecektir; bu yazıyorum. Yaratıcı yazıyı denedim, ama
bu konuda yetenekli değilim. Zaten
yüzden bundan kaçınıyoruz.
Edebiyat Fakültesine araştırmacı olmak
Yunus: Burçe bana anlatmıştı, için girmiştim. Yüksek lisansımı ve
aynı THP’deyken sizin çok sağlıklı doktora tezimi yaptım, şimdi de öyküyle
beslenmeye dikkat ettiğinizi ve bu alanlarla ilgili yazılar yazmaya
gözlemlemiş. Birbirinizin yemek dergilerde yayımlamaya çalışıyorum.
alışkanlıklarınıza uyum sağlıyor Benim doktora tezimi hocamdan önce
ilk okuyan da Birol Hocanızdır. Çok
musunuz?
Sengül Hanım: Uyum sağlıyoruz, güzel, yapıcı eleştirilerde bulundu.
hocanız daha çok et yemeklerini, ben de Tezimi okuyan eleştiren ilk kişiydi.
daha çok sebze yemeklerini seviyorum. Birol Bey: Aynı şey benim için de
Bu yüzden evde hem et hem de sebze geçerli. Ben de öykülerimin en küçük
içeren yemekler yapıyoruz. Yemek ayrıntılarına kadar onu sıkacak şekilde
alışkanlıklarımızı değiştirdik. Ben de et sorular sorarım, çünkü hocanız çok iyi
bir okuyucudur, eleştirmendir.
yemeye başladım azıcık da olsa.
Birol Bey: Ortada buluşuyoruz. İkimiz de
Şiir Su: Peki sınavları hazırlarken
yemek yapmayı çok seviyoruz.
Sengül Hanım: Balık yapmayı çok birbirinize yardım ettiğiniz,
seviyoruz mesela. Birol Hocanın yaptığı danıştığınız oluyor mu?
yemekleri de çok beğeniyorum. İkimiz Sengül Hanım: Her öğretmenin dersi
de evde yemek yapıyoruz yani. Ben işleyişi ve tarzı farklıdır. Ve bu yüzden
17
böyledir. Güzel bir şey olduğu zaman
herkes bunu arkadaşlarıyla paylaşıyor.
Kasım 2012
Söyleşimiz gibi güzel bir resim
soru sorma modeli de birbirinden
farklıdır.
Birol Bey: Her öğretmenin soru tipi
farklıdır ve bu yüzden birbirimize
karışmıyoruz.
Ama soru dışında
birbirimizle dersin içeriğiyle ilgili
fikirlerimizi veya materyallerimizi
paylaşıyoruz.
Sengül Hanım: Mesela çok güzel bir
makale ya da sunum bulduğum zaman
bunu hocanıza gönderirim.
Birol Bey: Aslında bu paylaşım bütün
öğretmenler arasında geçerlidir.
Bildiğiniz gibi ben paylaşıma açık
bir insanım. Yunus’un da dediği gibi
öykülerimi öğrencilerimle paylaşır
onların fikirlerini alırım; arkadaşlarımla
da... Mesela Mehmet Bey, bölüm
başkanımız öykülerimi inceledi,
eksiklerini söyledi. Daha önce de Adil
İzci yazdıklarımı düzeltmiş, eleştirmişti.
Her zaman paylaşımın güzel bir şey
olduğunu düşünüyorum ve bu çok güzel
bir şekilde yansıyor yaptıklarımıza.
Yunus: Final haftasından sonraki
hafta okuyacağınız bir sürü sınav
kâğıtları oluyor. Bu süreç nasıl
geçiyor?
Sengül Hanım: Bu süreçte gerçekten
eve kapanıyoruz, yemek saatinde
buluşup yemekten sonra okumaya
devam ediyoruz. Bu dönem çok yoğun
geçtiğinden kimseyle buluşmuyoruz.
Dışarıya biraz kendimizi kapatıyor ve
sınavlarımıza yoğunlaşıyoruz.
Birol Bey: Ama sonraki hafta tatilin
başlayacağını bildiğimiz için rahat
geçiyor. Birbirimizin sorunlarını tanıyor
ve yaşıyor olmak da bizi birbirimize
karşı daha anlayışlı yapıyor.
Köprü
Sengül Hanım: Tabii ki günlerce odaya
kapanıp kâğıt okuyorsak işimiz çoksa
“Hadi gezelim” demiyoruz. Çünkü
gerçekten okulumuz hem çok güzel
hem de çok yoğun bir temposu olan bir
okul. İşlerimiz bittikten sonra gezmeye,
eğlenmeye zaman ayırıyoruz.
Yunus: Söyleşimizin sonuna
yaklaşıyoruz
ve
zamanımız
da daralıyor. Bu soruyu her
söyleşimizde soruyoruz, öğrenciler
hakkında merak ettiğiniz sorular
var mı?
Birol Bey: Ben gizli gizli yazan öğrenciler
kimlerdir diye merak ediyorum. Onların
şiirlerini, öykülerini alsak hoş olur,
çünkü yazma potansiyeli olup da bunu
paylaşmakta güçlük çeken öğrenciler
gerçekten var.
Sengül Hanım: Ben de öğrencilerin bu
kadar sosyal etkinliği, çalışmayı nasıl
birleştirip başarıya ulaştıklarını merak
ediyorum. Bu açıdan öğrencilerimize
hayranım, saygı duyuyorum. Size
dışarıdan da çok güzel bakışlar var.
Dün üniversiteden beri tanıdığım
bir öğretmen arkadaşım Giresun’dan
telefon açtı, okulumuzda yapılan
etkinlikleri merak etti. Kulüpleri
anlattığım zaman, etkinliklerin
çeşitliliği karşısında şaşırdı. “Sizin
çocuklar çok farklı ve özel çocuklar.”
dedi. Gerçekten de yaratıcı bir fikirmiş
bu röportaj, teşekkür ederiz!
Yunus, Zeynep, Burçe, Şiir Su: Biz
teşekkür ederiz
Şiir Su Saydam’a katkılarından dolayı
teşekkür ederiz.
YENİ TATLAR
18
Sefarad Mutfağından Yemek Tarifleri
Gurme köşesini duyunca aklıma Kızartmak için:
babaannem hayattayken pişirdiği Sıvı yağ, Yumurta, Un
bayram yemekleri geldi ve bir kısmını
sizinle paylaşmak istedim. Sefarad
mutfağı
İspanyol
Yahudilerine
özgü sebze ağırlıklı ama çocukların
da seveceği türden yemeklerden
oluşur. İlk seçtiğim tarif; hamursuz
bayramı sofralarının olmazsa olmazı,
yani pırasa köftesi. Belki ileride
Aşkenaz mutfağına da gireriz.
Pırasa Köftesi
Malzemeler:
1 kilo pırasa
250 gr. yağsız kıyma
1 yumurta
Tuz, Karabiber
Pırasa Köftesi
Yapılışı:
Pırasaların
ayıklandıktan
boyutlarda kesin ve yıkayın. Ardından
bir tencerede yumuşayana kadar
haşlayın. Haşlanan
pırasaları bir kevgire
alıp
buzdolabında
birkaç saat suyunu
süzülmesi
için
bekletin. Suyu süzülen
pırasalardan avuç içi
büyüklüğünde parçalar
alıp tüm gücünüzle
sıkın ve suyunu
çıkartın, sonra başka
bir kaba koyun.
Haşlanmış ve suyu
sıkılmış pırasaları
çırpıcıdan geçirin. Artık pırasalar köfte
olmaya hazırdır. İçine kıymayı, bir bütün
dış
yapraklarını yumurtayı, biraz tuz ve biraz karabiberi
sonra
3-4cm’lik de ekledikten sonra yoğurun ve köfte
Greti Barokas
şeklini verin. Köftelerin boyutları normal
köfteden daha büyük ama daha ince
olmalıdır (i-phone 5 gibi). Çünkü onlar
kızartılırken hem toplanacaklar hem
de boyut olarak ufalacaklardır. Sıvı yağı
bir yandan kızdırırken, diğer yandan da
köfteleri önce una sonra da çalkalanmış
yumurtaya batırın. Köftelerinizi kızgın
yağda çevirerek kızartın. Son olarak
onları dibine havlu kâğıdı serilmiş bir
tabağa dizin. Pırasa köftelerinizi ister
sıcak ister soğuk olarak yiyebilirsiniz.
Tatar Açılımı
Yıl 2004 civarı. Okulda Türkçe
dersindeyim, Türkçe öğretmenimiz Olga
adında çok sevdiğim ve çok saydığım
genç bir öğretmen. Uzun süreli bir
kararsızlıktan sonra güneş çekilmeye
karar vermiş, soğuk havalar baş
göstermiş, annem de beni kalın kalın
giydirip yollamış okula. Üzerimde en
sevdiğim hırka var (çok hatırlamıyorum;
ama herhalde ya kalplidir ya pembedir
ya da ikisi birden –küçük kızların
sevdiği türden bir şeyler). Nasılsa
derste kelimelerin nasıl oluştuğuna
gelmişiz, biri diyor ki “Neden kaleme
kalem
demişler?
Uydurmuşlar
mı?” Derken yanımdaki arkadaşım
tutuyor en sevdiğim hırkamın kolunu
çekiştiriyor! Bana bir şey söyleyecek,
ona bakmam için yaptı, biliyorum;
ancak sinirleniyorum: “Yapma, kolunu
sozduracaksın!” Herkes kahkahalara
boğuluyor; ama ben anlamıyorum.
“Ne oluyor, neye gülüyorsunuz?” Biri
“Kelime uydurdun, yeni kelime buldun!”
diyor. Olga Öğretmen ise gülmüyor
(zaten sadece 9-10 yaşındakilerin
gülebileceği bir olay), bana bakıyor,
nereli olduğumuzu soruyor.
Tatar Türkçesi her gün
kullandığımız Türkçe’den çok daha
farklı. Bu konuda en otorite sahibi insan
ben değilim, şahsen yüzde elli Tatar
olmak bir yana, kültür öğesi olarak bir
düzine yemek haricinde asimile olmuş,
tek tük birkaç kelime dışında zamanında
anneannem ve dedemin ebeveynlerinin mutfağı hakkında türlü şeyler bilirken
konuşabildiği tek dil olan Tatarca “Dün cantık yedim.” deyince boş
bilmeyen biriyim. Bir de bazen bunun bakmayacak. Bu gaye için kıdemli Tatar
Dilara
tam tersi oluyor, yani evde Tatarca ve evimizin sultanı anneannem Necla
Çankaya
sürekli söylenen kelimeleri Türkçe sanıp Aybet’ten on beş-yirmi adet cantık
Tatarca bilmeyenlere söyleyebiliyorum. tarifini aldım:
Mesela “sozdurmak” kelimesinin “Bir bardak suya bir tatlı kaşığı toz
Türk Dil Kurumu’nun Türk Lehçeleri şeker ve bir tatlı kaşığı maya koyup
Sözlüğü’nde bile yer almayan Tatarca kâseye aktarıyorsun. Karıştıracaksın,
ardından hazırladığın kıymadan köfte
bir kelime olduğunu bahsi geçen köpürecek. Mayalandıktan sonra alıp
büyüklüğünde alıp hamur parçalarının
soğuk okul gününde Olga Öğretmen geniş bir kapta yarım kilo una döküp
ortasına koyuyorsun. Hamurları poğaça
sayesinde öğrendim. “Sozdurmak”, yoğuruyorsun. Kıvamına gelince
gibi kapatıp bol yağlı tepsiye diziyorsun.
Türkçe’de “sündürmek” diye bilinen mayalanmaya bırakıyorsun.
Üstüne de çiçek yağı sürdükten sonra
-ve benim karşılığını bu yazı sayesinde “Bu sırada başka bir kapta hamurun
fırında 170 derecede kızarana kadar
öğrendiğim- eyleme deniyor.
içine koymak için yeteri kadar
pişiriyorsun.”
Okulumuzda göz ardı edilemeyecek ve soğan, kıyma ve karabiberi karıştırıp
İlerleyen sayılarda Tatar Kültürünü,
edilmemesi gereken bir Tatar nüfusu yoğuruyorsun. Hamur kabardıktan
yemeklerini
tanıtmaya
devam
olduğunun farkındayım ve onların da sonra fincan büyüklüğünde parçalara
edeceğim, azır bolun!
benim gibi sorunlar yaşayabileceğini ayırıp poğaça hamuru gibi açıyorsun,
düşünerek kendime sordum: Ben
neden söylediklerimi insanlar
anlasın diye konuşmadan önce
kelimelerimi bir dil filtresinden
geçirmek zorunda kalayım ki?
Neden başkaları bana akşam
yedikleri pizzayı anlatırken zorluk
yaşamıyorlar da ben cantıktan,
köbeteden bahsedince bir şey
anlamıyorlar? İşte bu yüzden, köklü
çözüm olarak okul halkını yavaşça
Tatarlaştırmaya karar verdim.
Tatar Açılımı’nın ilk bölümünde
SAT kelimesi ezberlemeye alışmış
Robert topluluğu sozdurmak
Cantık dışarıdan poğaçaya benzeyebilir; ancak içinde sıcacık bir et yığını var.
nedir öğrenecek, Uzak Doğu
Köprü
Kasım 2012
HABERLER
19
Sonbaharda Aşk
Ağustos ayının sonlarına geldiğimiz
zaman hepimiz aynı acıyı içimizde
hisseder olduk: Okulun açılmasına az
kalmıştı. Bu yetmezmiş gibi bir de en
renkli, en eğlenceli, en sıcak mevsim
olan yaz mevsiminin de sonuna
yaklaşıyorduk. Lafın kısası derdimiz
çoktu.
Okul başladı, havalar soğuyor derken
her şeyin çok kötü gitmediğini fark
ettik. Aslında güzel giden, mutlu
olmamızı sağlayan şeyler de vardı.
Mesela aşk… Kimileri inanır, kimileri
inanmaz. Kimileri keskin kelimelerle
anlam yükler, kimileri yaşamadan
bilemezsin der. Lakin kim bir “aşk”
yaşasa yüzünden o sıcak gülümsemesi
ve hayata olan pozitif bakışı eksik
olmaz. Robert Kolej’de de bu aralar
tam bir aşk mevsimi havası seziliyor. Ne
tarafa doğru yürüseniz yanında sevdiği
insanla gülüp eğlenen, yaşadıklarını
paylaşan çiftler görmeniz mümkün.
Her geçen gün çiftlerin arttığını da
görüyoruz. Benim bilgime göre en
son 10. Sınıflarda 15’in üzerinde şirin
çiftimiz vardı. Belki de 20’ye ulaşmıştır
bilemiyorum artık.
Peki neden bu böyle? Neden
sonbaharda aşk bir başka? Okulun
yeni başlamasından dolayı Derslerimiz
yoğun olmasına rağmen henüz sınavlar
başlamadığı için çok sıkışık bir döenmde
değiliz.. Dersler açısından biraz daha
Robert Kolej’in “baharını” yaşıyoruz
diyebilirim. Bunun yanı sıra havalar
ne çok sıcak ne de çok soğuk. Hâlâ
üstümüzde ince bir kazakla forumda
arkadaşlarımızla
oturabileceğimiz
zamanlardayız. Bir nevi havalar da
bizi olumlu etkiliyor ve bizi aşka itiyor
olabilir. Ya da bilemiyorum… Belki
de bu saydığım nedenlerin hiçbiri
sonbaharda aşkın bir başka olmasında
etkili değil. Aslında çok fazla neden
bulmaya çalıştım nedensiz bir şey olan
aşka.
Robert Kolej’in yıllara tanıklık etmiş
Burçe
Şahbenderoğlu
ağaçlarından yapraklar yerlere dökülüp
kışa hazırlanırken, yeni aşklara ortam
sağlıyor, yeni sevgilere-belki de yıllarca
hatırlanacak şeylere- neden oluyor.
Herman Taucher, Kasımda Aşk Başkadır
demiştir; fakat bilmiyordur ki sonbahar
mevsiminde Robert Kolej’de yaşanan
aşk bambaşkadır.
RC Sokakta Hayvanlara Dokunma!
Okulumuzun en gurur
duyduğu yönlerinden biri de hepinizin
bildiği ve her yıl defalarca yeniden
hatırlatıldığı gibi Topluma Hizmet
Projeleri. Seçenekler ne kadar bol olsa
da içlerinden bir tanesi benim hep
dikkatimi çekmişti: Hayvan Barınağı
THP. Sonuçta burada toplumdan çok
hayvana hizmet projesi yapıyorsunuz,
insan işin içine girince anlıyor. Ben
de bu yıl atıldım bu deliliğe, yolda
kedi severken yanıma gelip, “Hayvanı
sevmeyen insanı hiç sevemez,” diyen
polis amcanın sözünü dinleyerek.
THP’mizin ilk hizmeti 30
Eylül Pazar günü Galatasaray Lisesi
önünden Taksim Meydanı’na yapılan
Hayvanları Koruma Yasasındaki
değişikliğe karşı yürüyüş ile gerçekleşti.
İtiraf etmeliyim ki liderimiz Ezgi beni
bu yürüyüşe çağırdığında ayrıntılardan
ben de haberdar değildim. O koca
kalabalığın içinde tek tek insanları
“Neymiş? Nasıl olacakmış?” diye
sorgularken bir yandan da oldukça
açıklayıcı sayılabilecek pankartların
fotoğraflarını çekmeye uğraştım. Tabii
merak ediyorsanız internet üzerinden
de “5199 Hayvanları Koruma Yasası”
yazarak yasaya ulaşabiliyorsunuz.
Peki, neymiş? Nasıl olacakmış? Şöyle,
ilk önce sahipsiz tüm sokak hayvanları
toplatılacak, hayvan barınaklarına
konulacakmış. Yer yoksa da hazırlanılan
doğal yaşam alanlarına bırakılacakmış.
Doğal yaşam alanı orman oluyor
bu arada. Buraya kadar fena değil.
İnsanın aklına şu geliyor, “Sokakta
açlıktan, hastalıktan ölüp bir de
egzoz soluyacağına ormanda çayırda
koştursun hayvancıklar”. Tabii işin aslı
bu değil, olsa onca insan, hem de her
ilden, sokaklara düşer mi?
İlk önce belirtelim ki hayvan
barınaklarının onca sokak hayvanına
bakacak kapasitesi yok, ellerinde
olana zor yetişiyorlar. Biz daha geçen
hafta İstanbul’un en iyisi diye bilinen
Yedikule Hayvan Barınağına gittik.
Hayvanların durumu iyi görünüyor
ama öyle çoklar ki belki bir hayvana 2
metrekare düşüyor ancak. Çalışan sayısı
ise hiç yeterli değil; biz gittik, saatlerce
gönüllü iş yaptık ama hayvanların belki
ancak onda birine yetişebilmişizdir.
Peki, hayvan barınakları yetersiz, orman
da küçük gelecek değil ya, diyeceksiniz.
Ben de size bir anımdan bahsedeceğim:
Doğma büyüme İstanbullu olarak her
yaz ailemle adalara gideriz. Vapur
seferimizin birinde heyecanla babama
soruvermiştim “Baba, şu iki ada kardeş
mi?” diye. O da anlatmıştı bana,
biri Yassı ada, öteki Sivri ada. Sivri
adayı bilmeyenlerinize daha tanıdık
gelebilecek diğer adıyla Hayırsız ada…
İşte bu adada, demişti babam, köpekler
vardı. Sokak köpekleri. Topladılar şehrin
tüm köpeklerini ve bir adaya terk ettiler.
Onlar da aç kaldı, hastalandı, birbirlerini
yedi ve sonunda öldüler… İşte onca
insan ikinci bir hayırsız ada istemediği
Kasım 2012
için oradaydı. Bu yasa tasarısı doğal
parklarda hayvanlara nasıl bakılacağı
hakkında bir bilgi vermiyor maalesef.
Bir de tabii Madde 2’de geçen şöyle bir
Greti Barokas
Hayvan Barınağı THP grubu
paragraf var;
“Meskende barındırılabilecek ev ve süs
hayvanı tür ve sayısı, barındırılacak
hayvanların
etolojik
ihtiyaçları,
mekânsal şartlar ile çevre ve insan
sağlığı göz önünde bulundurularak
bakanlıkça çıkarılan yönetmelikle
belirlenir.”
Bu ne demek? Devlet evinizde
barındırdığınız, artık ailenizin bir
parçası haline gelmiş hayvanlarınıza
da karışmak istiyor demek. Hayvanı
tehlikeli ya da sizin koşullarınızı yetersiz
görürse elinizden alınabilir demek.
Hem de götürülecekleri yerin koşulları
belirsiz, ihtimaller ise hiç iç açıcı değil.
Köprü
Yasa elbette iyi niyetli, başka koşullar
altında çok işe de yarayabilirdi. Ama
bizim ilk ihtiyacımız olan sokak
hayvanlarının toplatılması değil,
çoğalmalarının engellenmesi. Sokak
hayvanları kısırlaştırılmalı mesela.
Sonra dikkatinizi çekmiştir belki, bu
hayvanların gittikçe daha büyük bir
bölümü cins türlerden oluşuyor. Büyük
hevesle alınan hayvanlar bakım zorluğu
görülünce sokağa terk ediliyor. İnsanlar
bu konularda bilgilendirilmeli. Ayrıca
ülkeye giren çoğu yabancı tür kaçak,
resmen hiç girmiyor görünüyor. İlk önce
bu gibi sorunlara çözüm gelmeli.
HABERLER
20
Ergen Dertleri
Merhaba Merhem Abla,
Sevgili Anonim muz evladım,
Dilimde tüy bitti söylemekten:
Bugünün işini yarına bırakmayın.
Hazırlık yılı adı üstünde sizi Robert
Kolej’e hazırladı, okulu size tanıttı ve
açıkça söylemek gerekirse biraz da SBS
stresinden sonra dinlenmenizi sağladı.
Hep böyle rahat mı devam edecek
sanmıştın? Dokuzuncu sınıf zor yıldır
evladım, kabul ediyorum bunu; ama
iyi tutulmuş bir ajanda hiçbir başarının
önünü kesmez. Ödevlerini yapıp planlı
program olduktan sonra dersler ne
kadar zor olursa olsun yüksek notlar
gelmeye başlar. Açıkçası oturacaksın
çalışacaksın evladım işin ne? Bulaşık
yıkama derdin yok, uğraşman gerek
çoluk çocuğun yok. Tek yapman
gereken planlı olup ders çalışmak
çocuğum. Anladığım kadarıyla sen
zaten iyi bir öğrencisin, matematik
notuna “iyi” diyebilen öğrencilerin soyu
neredeyse tükendi çünkü. Problemin
başarıdan çok yorgunlukmuş gibi
görünüyor. Özellikle matematik ve
fizik yorar insanı. Zor dersler, Merhem
Ablan da az zorlanmamıştı zamanında.
Özellikle fizik dersine çalışırken
gözlerim kapanıverirdi, masanın
başında uyuklardım. Bir süre sonra
kısık sesli müzik dinlemeye başladım
evladım. Bu şimdiki gençlerin dinlediği,
delikanlıların hoplaya zıplaya dans
ettikleri “Gangnam Style” gibi bir
müzik değildi elbette. Daha yumuşak,
dikkatimi fizik sorularına verebileceğim
tipte bir müzikti. Merhem Abla’nın
sana verebileceği ikinci tavsiye ise o
vakit öldürücü, sinsi Bermuda şeytan
üçgeninden ders çalışırken uzak durman
evladım: BBM, Twitter ve Facebook. Kim
kiminle ne yapmış ne etmiş öğrenmek
için saatlerinizi harcıyorsunuz şu
“Facebook” denen sanal dünyada.
Bizim
zamanımızda
sabahtan
İstanbullu olan ve kendini İstanbullu
hisseden herkese!
Vapur düdükleriyle uyanmak,
sahile sıra sıra dizilmiş balıkçılarla
selamlaşmak, buram buram tarih ve
yosun kokan havayı içine çekmek,
içinden deniz geçen şehirde yaşamak
güzel şey.
Bin altı yüz yıl boyunca dört
imparatorluğa başkent olmuş güzeller
güzeli İstanbul 20. yüzyılın sonlarına
doğru sanat festivallerine ev sahipliği
etmeye başlamış. O zamandan
beri İstanbul’da sanat faaliyetleri
2010 Kültür Başkenti olmasıyla da
katlanarak artmış. Ee, bizim nesil de
İstanbul sanatla, sanatçılarla doluyken
büyüme şansını bulmuş nesillerden
biri. Anne karnındayken Michael
Jackson konserine gidenlerimiz bile
var. Robert Kolej’in müzik, resim,
drama, fotoğrafçılık gibi derslerinin
müfredatları kadar başarılı programlara
erişme şansımız olması İstanbul’un bu
sanat dinamiğine ayak uydurmamızı
sağlıyor.
Akbank Caz Festivali’nin okulda
öğrencilerle çalışması olsun, dünyanın
her yerinden, yarıyıl tatilinde bize ders
vermek için profesyonel sanatçıların
gelmesi olsun, Timur Selçuk’un, Erkan
Oğur’un ve daha birçok müzisyenin
okula gelip söyleşiler yapması,
konserler vermesi olsun... Anlayacağınız
okulumuz bu konuda oldukça başarılı.
Peki bu kadarı yeter mi? Bence yetmez.
Bence hep beraber konserlere, sergilere
gidilmeli arkadaşlar! Bu köşe de biraz
bunun için. Konserlerden, sergilerden
haberimiz olsun; zamanımız olursa
gidelim, hatta zaman yaratıp gidelim
diye.
Mesela 2 Kasım’da Türkiye’nin ilk
ve tek Blues festivali olan Efes Pilsen
Blues Festivali başlıyor. 20 farklı şehir
dolaşacak, 24 tane konser verecekler.
Festival bu sene de bizler için çok büyük
müzik adamları getirtiyor yine. Billy
Branch ve grubu The Sons of Blues,
dünyanın en iyi bateristlerinden Cedric
Burnside ve Smokin’ Joe Kubek & Bnois
King gibi isimler Türkiye’yi dolaşacaklar.
Ayrıca Dire Straits’in vokalist-gitaristi
Mark Knopfler da İstanbul’a gelecek.
“Şöyle bir Rock efsanesi dinleyelim.”
diyorsanız, bir tane geliyor! 27 Nisan
2013’te bir gidin, görün derim.
Ya da mesela “Benim işim olmaz öyle
Rock’a Blues’la.” diyenler için bomba
bir konser haberi daha var: 16 Kasım’da
Jennifer Lopez! Yıllardır illa ki bir
yerlerde dinlediğimiz, “Vay be! Ne güzel
kadın.” dediğimiz, çocukluğumuzun
bir parçası olan, hepimizin gizliden
gizliye ya da açık açık sevdiği bu kadın
kesinlikle görülmeli!
Bu sene de müziğe doyacağız
anlaşılan. Konserlerin yanında bir de
TÜYAP var her sene olduğu gibi. 1725 Kasım tarihleri arasında kocaman
ve şahane bir kitap fuarına gitmek
isterseniz, adres belli: TÜYAP Fuar ve
Sevgili ergenler ve içinde gizli bir
yerlerde hala asi, hırçın, aksi bir ergen
barındıran kardeşlerim,
Ergen dertleri deyip geçmeyelim,
geçirtmeyelim. Malumunuz, hayatta
yalnızca bir kere ergen olunuyor.
Bu dönemi birçok insan hatırlamak
istemese de o yılların varlığını
Facebook’ta kişi listesine eklenilen
arkadaşlardan ibaret olarak bilse de
bu dönem herkesçe yaşanıyor. Önemli
olan ise bu sivilceli dönemi sağ salim
bitirmek.
Neden bu köşeyi yazdığıma gelince:
Bir ergenin kulağı sağır edici feryatları
sizi ne kadar rahatsız ediyorsa beni
de bir o kadar üzüyor, yavrularım.
Gözlükleri dolaba kaldırıp doktorunun
ve annesinin tüm itirazlarına rağmen
lens takmaya başlamış ergenlerin kan
çanağı olmuş gözlerinden akan yaşlar
kalbimde derin yaralar açıyor. Ben, yani
Merhem Abla’nız tüm acılarınıza çözüm
bulmak için artık buradayım.
Küçük bir hatırlatma: Annenizin sözünü
dinleyin, saçlarınızı kurutmadan evden
çıkmayın ve en önemlisi de tabağınızda
pirinç tanesi bırakmayın evladım.
Her şey gönlünüzce olsun,
MerhemAbla.
Ben 15 yaşında, 9. sınıfa yeni geçmiş
bir ergenim. Hayatım Akmerkez’de
geçen hazırlık yılından sonra bir türlü
rayına oturmadı. Geçen yıl en büyük
derdim okulda kaybolmamaktı. Bu yıl
ise her şey üst üste geldi. Kısa zamanda
yapmam gereken o kadar çok iş var
ki. Okulda seçtiğim kulüp hayatımın
yarısını kaplamış durumda. Başarılı
olmak için çok çalışmam lazım. Fizik
dersini soracak olursan zaten çok zor.
Matematik sınavından iyi bir sonuç
almıştım şimdi o sınavı dönemin
notları düşük diye tekrar ediyorlar
Merhem Abla. Şimdi tekrar çalışmak
zorundayım. Yapacak çok iş ama çok az
zaman var. Ne olur yardım et!
Rumuz: Anonim muz
İstanbul’da Sanat
Köprü
Kasım 2012
İrem
İlhan
akşama kadar balkonda oturup etrafı
gözleyen dedikoducu teyzeler vardı.
Mahallede ne olmuş ne bitmiş onlardan
sorulurdu. Sizin onlardan farkınız ne
peki Anonim muz çocuğum? Hatta
onlardan fenasınız. Onlar en azından
hayatlarının en özel anlarını sabahtan
akşama kadar el aleme yazmıyorlardı.
Özel hayatınız bile kalmamış sizin.
Zaten ne olursa birbirinize BBM denen
illetten gönderiyorsunuz, beklemek
yok heyecan yok. Uzun lafın kısası güzel
çocuğum problem ders çalışmaman
değil. Ders çalışırken başka birçok işle
meşgul olman. Bünyen bir süre sonra
isyan etmiş haklı olarak. Facebook’ta
geçirdiğin vakti azıcık uyumaya ayırsan
bak ne kadar da iyi hissedeceksin
kendini hâlbuki.
Küçük bir hatırlatma: Annenin babanın
sözünü dinle, yatmadan önce bir bardak
süt iç ve en önemlisi de terli terli soğuk
su içme evladım.
Her şey gönlünce olsun,
Merhem Abla.
Damla Su
Özer
Kongre Merkezi.
İstanbul’da yaşamak zor. Şehrin
kargaşasına, tükenmeyen enerjisine,
bazen saçma sapan hale gelen
dinamiğine ayak uydurmak çetrefilli
iş. Zor olmasına zor; ama vapur
düdükleriyle uyanmak, sahile sıra
sıra dizilmiş balıkçılarla selamlaşmak,
buram buram tarih ve yosun kokan
havayı içine çekmek, içinden deniz
geçen şehirde yaşamak güzel şey.
İstanbul gibi sanatla iç içe bir şehirde
yaşamak gurur verici şey. Ona layık
olmak gerek.
“İstanbul ve Sanat” köşesinde
konser, sergi, fuar haberleri vereceğim.
Beraberce gidelim, eğlenelim diye.
Önümüzdeki sayıda görüşmek üzere!
HABERLER
21
10 Kasım Hakkında
Her zaman; aramızdan
ayrılan kişiye duyulan saygı ve sevginin,
onun bıraktığı mirası yürekten gelen
samimi bir duyguyla korumak olduğunu
düşünmüşümdür. Çünkü insan, hayatını
kaybettiğinde artık maddi açıdan
yeryüzünde değildir; ama kişinin
maneviyatı, bıraktığı miras ve fikirleri
yaşatıldığı sürece var olur. Atatürk 10
Kasım 1938’de hayatını kaybettiği zaman
manevi olarak var olmaya devam etti.
Ama maalesef bugünlerde Atatürk’ün
maneviyatı gittikçe azalıyor, yok edilmeye
çalışılıyor. Çünkü onun bıraktığı mirasa
olan saygımızı, sahip çıkma özelliğimizi
kaybediyoruz.
Benim için Atatürk’ün Cumhuriyet
dışında Türk halkına bıraktığı sekiz büyük
miras vardır. Bunların en önemlilerinden
biri Atatürk İlkeleridir. Cumhuriyetin ilk
yıllarında büyük bir azimle uygulanan
bu ilkeler maalesef günümüzde
geçerliliğini yitirmektedir. Cumhuriyetçilik
ilkesi, günümüzdeki anti-demokratik
uygulamalar sonucu sarsılmaktadır.
Halkçılık, her geçen gün, halk üzerindeki
baskı ve zulümlerin artmasıyla ağır yaralar
almaktadır. Devletçilik; Tekel, Telekom,
Pektim, Tüpraş gibi köklü kurumların
özelleştirilmesiyle bir devlet politikası
olmaktan çıkmaktadır. Devrimcilik,
baskıcı beyinler tarafından içi boşaltılmış
bir kavram haline getirilmiş ve adeta bir
suç gibi tanıtılmış olduğundan, toplum
gözünde algısı değersizleştirilmeye,
kirletilmeye çalışılmıştır. Milliyetçilik,
ülkenin
ekonomisinin
neredeyse
tamamının yabancı sektörün elinde
olmasıyla
anlamını
yitirmektedir.
Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrı olma
ilkesinin ortadan kaldırılmasıyla ve
laikliğin dinsizlik olarak dayatılmasıyla
suç olarak görülmektedir. İşte bu türden
uygulamalar ve itibarsızlaştırma çabaları
yüzünden Atatürk İlkeleri, her geçen gün
yok olmaktadır.
İkinci mirası ise büyük bir emekle
oluşturduğu, kendi elleriyle tohumlar
diktiği Atatürk Orman Çiftliği’dir.
Geçmişte
Atatürk’ün
sıkıntılarını
giderdiği ve doğayla bütünleştiği bu
çiftlik birkaç sene önce bir Suudi şirketine
satıldı. Bu ve benzeri satışlara bazı sivil
toplum kuruluşları dışında kimse sesini
çıkarmadığı için; Atatürk’ün kendi elleriyle
diktiği ağaçlar şu anda Türkiye’ye ait
değildir…
Bir diğer mirası, ilerleyen hastalığı
nedeniyle deniz havası iyi geldiği için son
zamanlarını geçirdiği Savarona yatıdır.
Bu yatta Atatürk, uzun süren bir deniz
yolculuğuna çıkmış, adeta denize veda
etmiştir son günlerinde. Atatürk hayatını
kaybettikten sonra yat başkalarına
kiralanmıştır. Savarona belli bir ücret
karşılığında kiralanıp çeşitli amaçlar için
kullanılmıştır. Geçtiğimiz yıl maalesef
Savarona’ya operasyon düzenlenmiş ve
yatta yasa dışı faaliyetler yürütüldüğü
anlaşılmıştır. Savarona’yı ticarethane
olarak kullananlar ve onu kiraya verenler
Atamızın yatının bir suç merkezi olmasına
neden olmuşlardır. Bu yüzden Savarona da
ülkemizin içine düştüğü duruma benzer
bir şekilde, demir atamadığı güvenli
sulardan çıkmış, tehlikeli akıntılara doğru
sürüklenmektedir.
Dördüncü mirası ise Atatürk’ün
son yıllarında ülkemize katmak için büyük
emekler harcadığı ama ancak Atamız
vefat ettikten sonra ülkemize katılan
Hatay’dır. Atamızın ülkemize katılması
için hasta olduğu zaman bile uğraştığı
Hatay, günümüzde küresel çıkarların ve
derin hesapların merkezi haline gelmiştir.
Çoğu ülkenin kozlarını paylaştığı bir arena
olarak kullanılmakta ve kültürel mozaiği
zamanla bozulmaktadır. Asırlardır 3
semavi dini ve birçok mezhebi barış içinde
yaşatan Hatay’ın huzuru bozulmuştur.
Beşinci mirası, “Birlik ve
Beraberliğimizdir”. İnsanın insana
duyduğu
hoşgörüdür.
Atatürk,
Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde etnik
kimlikler, dinsel farklılıklar demeden, yok
olmuş bir imparatorluğun küllerinden
yepyeni bir “Ulus Devlet” kurmuştu;
ama günümüzde artık komşumuza bile
tahammül edemiyoruz, kendimizden
farklı olanı dışlıyor ve birlik içinde
olamıyoruz. Etnik kimliklerimiz ulusal
kimliğimizden daha önemli olduğu için
ülke bütünlüğümüz tehlike altındadır.
Küresel çıkar gruplarının piyonu olmayı
seçerek; birbirimizle çatışmaya, birilerini
ötekileştirmeye, etiketlemeye başladık.
Şehirleri, semtleri bile siyasi düşüncelerle
özdeşleştirdik, zihinsel bölünmeler
yaşadık. Zamanla birlik ve beraberliğimizi
öylesine kaybettik ki, “Bana dokunmayan
yılan bin yaşasın” demeye başlayan her
yurttaş kendi kabuğuna çekilip “birey”
olma kolaycılığı ile kendi dünyasında
yaşıyor hale geldi. Toplumsal duyarlılıklar
yavaş yavaş yok oldukça, bireycilik
ve bencillik biz şehir insanlarını hızla
tutsak alıp maneviyattan uzaklaştırdı. Ve
maalesef Atatürk’ün oluşturduğu duyarlı
ve bilinçli Türk toplumu yok ediliyor...
Altıncı mirası ise yıllarca erkek egemen
toplumun baskısı altında varlığı
engellenmiş olan ve Atatürk sayesinde
büyük bir gelişme göstermiş olan,
Kadın Haklarıdır. Kadın hakları maalesef
günümüzde geçmişe oranla git gide
azalıyor. Kadını istismar eden ve aile için
Kasım 2012
şiddete neden olanlar suçsuz kalıyorlar.
Atatürk’ün zamanında kadınlara çalışma
imkânları sunulurken günümüzde “Kadın
dediğin evinde oturur, çocuklarına
bakar” ifadesi birçok kesim tarafından
benimsenir hale gelmiştir. Bugün birçok
siyasi partide kadın kotası konularak
pozitif ayrımcılık yapılmaktadır. Ne var ki
Türkiye gerçekten Atatürk’ü ve fikirlerini
benimseseydi hiçbir kurala ve kotaya
gerek olmadan politikacıların yarısının
kadınlardan oluştuğuna tanık olurduk.
Atatürk’ün mücadelesinde mermi ve
yaralı taşıyarak gerektiğinde silahını
eline alıp yiğitçe savaşan Türk kadınının
azmi günümüzde yok sayılmaktadır.
Çeşitli kalıplara sokulmaya çalışan
kadınlarımızı sabah programlarıyla
uyutmaya çalışanlar, kadının toplumdaki
rolünü azaltmak için ellerinden geleni
yapmaktadırlar.
Atatürk’ün bizlere bıraktığı
yedinci miras ise; sanata verdiği değer,
destek ve saygıdır. Cumhuriyetin ilk
yıllarında bizzat Atamızın teşvik ettiği
operalar, danslar düzenlenmiş ve çeşitli
heykeller yapılmıştır. Günümüzde
ise sanatçılara yeterince destek
verilmemekte, sergilerin, tiyatroların
ve operaların takip edilme oranı hızla
azalmaktadır. Yazarlar sansürlenmekte ve
maalesef çoğu yazar da korkudan kendi
kendini sansürlemektedir. Düşüncelerin
suç sayıldığı günümüzde, düşünceleri
ifade etmenin en güzel yolu olan sanat
da kısıtlanmıştır. Sanatçıların bile
kutuplara ayrıldığı bir ülkede sanatın
da değerini ve anlamını yitirmemesi
elde değildir. Çünkü heykellere “ucube”
diyerek iş makineleriyle yıktıranlar
esas ucubenin ülkemize getirmeye
çalıştırdıkları baskıcı rejim olduğunun
farkında değildirler. Atatürk heykel
sanatı hakkında “Aydın ve dindar olan
milletimiz, ilerlemenin sebeplerinden
biri olan heykeltıraşlığı en üst derecede
ilerletecek ve memleketimizin her
köşesinde atalarımızın ve bunlardan
sonra
yetişecek
evlatlarımızın
hatıralarını güzel heykellerle dünyaya
ilan edecektir.” demişti. Atam, maalesef
bu mirasın da yaşatılamamakta ve
ülkende, hatıralarımızı güzel heykellerle
dünyaya ilan edileceğine, heykeller iş
makineleriyle yıkılıyor ve sanata olan
saygımız dünyadaki itibarımızla doğru
orantılı olarak hızla azalıyor...
Sekizinci ve biz Türk gençliği
için en önemli mirası sayılan Gençliğe
Hitabedir. Atatürk’ün biz gençliğe yazdığı
bir nasihat mektubundan öte bir pusula
niteliği taşıyan yol gösterici hitabe.
İşte belki de bu hitabe Atatürk’ün zarar
Köprü
Yunus Emre
Erdölen
görmeden kalan son mirasıdır. Çünkü biz
Türk Gençliği büyük bir tarihin ve zaferin
çocuklarıyız, Türkiye Cumhuriyetini
geleceğe taşıyacak olan kuşaklarız. Evet,
Atatürk’ün çoğu mirasını ve fikirlerini
koruyamadık ve bunda Atatürkçü olmayı
suç olarak algılayanların payı olduğu
kadar, kendine “Atatürkçü” demekten
öte hiçbir şekilde kılını kıpırdatmayan ve
Atatürk ilkelerinden bihaber olanların da
payı büyüktür. Ama ben eminim ki bu
salonda bulunan her öğrenci arkadaşım
gelecekte Atatürk’ün bizlere bıraktığı
mirası en iyi şekilde yaşatacak ve onun
fikir meşalesini eline alıp Çanakkale’den
Artvin’e, İzmir’den Hakkari’ye bütün
Türkiye’yi aydınlatacaktır. On beş, on altı
yaşlarında Topluma Hizmet Projeleriyle
Türkiye’nin dört bir yanında eğitim
veren biz Robert Kolejliler, daha ileri
yaşlarımızda da yine Türkiye’nin dört
bir yanında Atatürk’ün bize bıraktığı bu
ülkeyi kalkındırmak için çabalayacaklar
ve hoşgörüyü, sevgiyi, saygıyı, adaleti bu
ülkeye geri getireceğiz.
Ve bunun için de lise hayatımızda
kendimizi en iyi şekilde geliştirmeliyiz.
Atatürk’ü anlamak için başta Nutuk
olmak üzere birçok kitap okumalıyız,
araştırmalıyız. Ülkemizi, insanımızı
çok iyi tanımalıyız. Farklı fikirlere olan
tahammülümüzü ve hoşgörümüzü
geliştirmeliyiz. Güçlü olmalıyız, iradeli
olmalıyız. Çünkü ülkemizi kaplayan kara
bulutları yok edecek ve güneşin tekrar
açmasını sağlayacak olan araçların
“bilgi”, “insan sevgisi” ve “hoşgörü” olması
gerekiyor. Bu yüzden hepimiz, Atatürk’ün
başlattığı aydınlanma sürecini daha
ileriye taşımak için kendimizi geliştirmeli
ve ülkemizi daha aydınlık ve sevgi dolu
günlere taşımak üzere hazırlanmalıyız.
Ancak bu şekilde Atatürk’ün bizlere
bıraktığı mirası koruyup onun sonsuza
kadar ülkemizi aydınlatmasını sağlayabilir
ve maneviyatının yok olmasını
önleyebiliriz. Ancak böylece küresel
çıkarlar doğrultusunda amansız bir
savaşa sürüklenen ülkemizi ve insanımızı
kurtarabilir ve bu topraklarda sonsuza
kadar demokrasinin, insan haklarının ve
barışın kalıcılığını sağlayabiliriz. Çünkü
Atamızın da dediği gibi,
“Yurtta Barış Dünyada Barış!”
22
HABERLER
Meryem Abla
Kilometlerce uzakta
Sevgili Meryem Abla
Bu yaz Amerika’da bir yaz kampına
gittim, harika deneyimler ve bir
o kadar iyi arkadaşlıklar edindim.
Buna bir de erkek arkadaş dahil. Geri
döndüğümüzden beri birbirimizi
görmedik ama mesajlaşıyoruz ve
Skype’dan görüşüyoruz. Ve bütün bu
zaman boyunca konuşmamızı devam
ettirmek için ona kendimle ilgili ilginç
bilgiler veriyordum. Ona hediyeler bile
yolladım! Yine de bu ilişkiyi devam
ettirebileceğimizi sanmıyorum, çünkü
sohbetlerimiz sıradanlaştı, seyrekleşti.
Benden hoşlandığından bile emin
değilim. Sence ne yapmalıyım? Pes mi
etmeliyim, yoksa bana ilgi göstermesi
için çabalamaya devam mı etmeliyim?
-Anonim
Sevgili Anonim
Sana şimdi beş altın öğüt vereceğim,
eğer bunları uygularsan, senden
kilometrelerce uzakta yaşayıp yedi aydır
göremediğin erkek arkadaşınla gayet
sağlıklı ve romantik bir uzak mesafeli
ilişkin olur!
Öncelikle, ona sadece kendinle ilgili
ilginç detayları anlatma, her detayı
anlat! Hayatının aşkının markette elma
suyu kalmadığı için nasıl portakal
suyu almak zorunda kaldığını, eve
dönerken de takılıp düşünce tırnağını
nasıl kırdığını ya da o gün şampuanını
değiştirdiği için saçının nasıl çok
garip gözüktüğünü duymaktan daha
büyüleyici bir şey yoktur.
İkinci olarak, birbirinizi ziyaret etmeyin.
“Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.”
deyişi hiç de doğru değil. Buluşursanız
kendinizi daha da kötü hissedeceksiniz,
çünkü bir süre sonra eve geri
dönmeniz gerekecek. Hem beraberken
canım-cicimi abartabilirsiniz, bu da
etrafınızdakileri rahatsız edecektir.
Ona kendisini özel hissetmesi için bir
sürü hediye gönder. Mektuplaşmayı
herkes sever, e-posta atmayı artık kimse
özel saymıyor. Sen de erkek arkadaşına
en sevdiğin oyuncak bebek, küçükken
kullandığın battaniye, güzel kokan bir
parfüm hatta birkaç film yollayabilirsin!
Bunlar seni hep hatırlamasını sağlar ve
sen de onu geri kazanırsın.
Güzel hediyeler yollamak yeterli değil!
Onunla ne kadar özel olduğunuz ve
onun seninle olmakla ne kadar şanslı
olduğundan
bahsetmelisin (tabii
ki Skype üzerinden). Seni neden
beğendiğini ona unutturmamalısın,
hatta tanıştığın bir çocuğun senden ne
kadar hoşlandığını bile anlatabilirsin.
Kendinle ilgili şeylerden anlatmaktan
daha ilgi çekici olan tek şey kendinle
övünmektir.
Son olarak, teknolojik iletişimin her
türünün kullanılabileceğini unutma:
Facebook, Twitter, BBM, Youtube,
iMessage, G-chat, ve daha bir sürüsü!
Bunları kullanarak, hem erkek
arkadaşınla her zaman konuşabilirsin
hem de üniversite giriş sınavların,
başvuruların ve notların hakkında
endişelenmene gerek kalmaz!
Uzun ve Zor 12. Sınıf!
Meryem Ablacığım,
Ben 10. sınıftayım ve bu yıl son sınıfları
gördükçe çok endişeleniyorum. Başvuru
formları, tavsiye mektupları ve sınav
sonuçları onlar için öylesine zorlayıcı
bir noktaya geldi ki aralarından bazıları
artık bunu kaldıramamaya başladı.
Şimdi, çoğunun erken kabulleri geldi,
diğerleri de normal kabullerinin
gelmesini bekliyorlar. Benim için
de sonuncu sınıf yaklaşıyor, ve ben
bunca stresi kaldırabilecek miyim
bilmiyorum. Lütfen bana bir tavsiye
ver. Belki de yurtdışında bir üniversiteye
başvurmayıp Türkiye’de kalmalıyım. Ne
düşünüyorsun?
Anonim
Sevgili Anonim,
Bu bahsettiklerini yaşamanın ne kadar
zor olduğunun farkındayım. Ama bunlar
üniversite yolunda karşılaşacağın
zorlukların sadece birkaçı. Açıkçası, bu
gerçekten de hızlı ve sert bir başlangıç,
ama sence de sonunda elde edeceğin
harika eğitim, birkaç uykusuz gece
ve hissedilen endişeye değmez mi?
Her şeyin gümüş bir tepside sana
sunulmasını bekleme. Hayatta, her şeyi
kendin kazanmalısın.
Sonuç olarak, ne zaman hayat sana
acımasız davranıyor diye düşünürsen,
gözlerini kapa (sakın uyuyakalma!) ve
üniversitede ne kadar güzel zamanlar
Köprü
geçireceğini, üniversiteden sonra
hayatının orada aldığın eğitimle ne
kadar harika olacağını düşün. Bu
hayaller sana devam etme gücünü
verecektir.
Bazen, bir insan her şeyi bir yük olarak
görmektense onlardan zevk almalıdır.
Bazı üniversite giriş kompozisyonlarının
(Örneğin; Chicago Üniversitesinin
“Ters psikoloji hakkında yazmayın.”
kompozisyonu), üzerinde çalışmak
çok zevkli ve ilginç olabilir. Hayatının
ne kadar zor olduğunu düşünmek
yerine, Türkiye’deki en iyi liselerden
birinde olduğun için şanslı olduğunu
düşünmelisin. Ayrıca, YGS’ye girecek
son sınıfların da en az yurtdışına baş
vuranlar kadar zorlandıkarını unutma!
Dershane ve test çözerek geçen uzun
saatler gibi zorlukları hafife alma.
Ve, kahve iç. BOL BOL kahve iç.
Haysiyetli ve yüksek notlu bir hoca
Sevgili Meryem Abla,
Ben kendini eğitime adamış bir
öğretmenim ve Robert Kolej’de uzun
bir zamandır çalışıyorum. Prensip
olarak, bugünün standart sınavlarına ve
notlandırmasına inanmıyorum çünkü
bir sınav için çalışıp her şeyi ertesi gün
unutmaktansa, gerçek öğrenmeye
değer veriyorum. Bu yüzden, bir teşvik
amacıyla, öğrencilerimi (özellikle
öğrenmeye değer verenler ve derste
hevesli olanları)her zaman yüksek
notlarla
ödüllendirdim.
Ancak,
öğrencilerimin dersimi sırf yüksek
notlar verdiğim için diğer dersleri
kadar ciddiye almadıklarını yeni
yeni fark etmeye başladım. Bazıları
kalmayacaklarından eminlermiş gibi
davranıyorlar, ne dersi dinlemeye
ne çalışmaya tenezzül ediyorlar. Ne
yapmalıyım? Onlara bir anda kötü
notlar vermeye başlamak istemiyorum,
ama aynı zamanda derslerimin hak
ettikleri değeri görmesini istiyorum.
Sevgili Anonim,
Kendim bir öğrenci olarak, standart sınav
ve notlandırma sistemine inanmayan
hocalara bayılıyorum- bu sadece yüksek
notlar almayı sevdiğimden değil!
Aynı zamanda hem haysiyetli bir hoca
olup hem de öğrencilerinizi mutlu
edebilirsiniz. Yapmanız gereken tek
Kasım 2012
Esin Aşan
Çeviri: Ayşenaz
Toptaş
şey samimi olmak. Eğer hak ettiğiniz
değeri görmediğinizi düşünüyorsanız,
bunu öğrencilerinize anlatabilirsiniz.
Sizi zaten sevdiklerine eminim ve
eğer onlarla dürüstçe konuşursanız
sizi daha da çok sevecekler. Robert
Kolej
öğrencileri
yüzleştiğiniz
zorluğu anlayacak kapasiteye sahip.
Geleceklerini önemsediğinizi, onlara bu
yüzden yüksek notlar verdiğinizi, ancak
sorumsuzca davranıp iyi niyetinizi
suistimal etmemeleri gerektiğini
anlatmalısınız. Eğer bu davranış içten
konuşmanızdan sonra bile değişmezse,
ders notlarını düşürmek zorunda
kalabilirsiniz.
Veya onlara aniden çok düşük notlar
verebilirsiniz, bu onları durduracaktır.
(Umarım benim hocalarımdan biri
değilsinizdir.)
RÖPORTAJ
23
Gregory Pinto ile Söyleşi
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Robert
Kolej bünyesine birçok öğretmen katıldı.
Biz de Köprü olarak belki de okulun en
yeni ve renkli kişiliği olan yeni beden
eğitimi hocamız Gregory Pinto’yla bir
röportaj yaptık. Bu röportajda Gregory
Pinto’nun en çılgın lise anılarından tutun,
neden lisede hiçbir sınava girmediğine;
en sevdiği Türk yemeklerinden, size
önerilerine kadar birçok konuda bilgi
sahibi olmanız mümkün, tek yapmanız
gereken röportajımızı okumak!
Gözde Şentürk ve Berfin Torun
(Köprü): Merhaba, Robert Kolej’e hoş
geldiniz.
P: Teşekkür ederim.
K: Daha önceden de konuştuğumuz
gibi, bugün sizinle hayatınız ve
okula gelişiniz hakkında bir röportaj
yapacağız. Öncelikle bize biraz
kendinizden bahsedebilir misiniz?
Mesela bize biraz yaşadığınız yerden
ve ailenizden bahsedebilir misiniz?
P: Tabii ki. Ben 1984 yılında ABD’de, New
York’ta doğdum. Yani 27 yaşındayım.
Benden dört yaş büyük, grafik tasarımcısı
bir abim var ve hâlâ New York’ta yaşıyor.
Annem ve babam da New York’ta
doğduğundan, New York için ailemin
köklerinin dayandığı şehir diyebilirim.
K: Peki bize biraz da henüz bir lise
öğrencisi olduğunuz zamanlardan
bahsedebilir misiniz?
P: Benim lise yıllarım aslında çok ilginçti,
çünkü ben alternatif okulda eğitim aldım.
Yani okulumda hiç sınav olmadım. Okulda
daha çok geziler ve yazılı çalışmalarla
gelişimimizi görüyorlardı. Aslında
şu an düşünüyorum da birkaç sınav
olmuş olmalıyım. Fakat genel olarak
hatırladığım, okulda yaptığım çalışmaları
sınıfa sunduğum ve sonrasında diğer
arkadaşlarımın çalışmalarını dinleyerek
onlara sorduğum sorular. Yani okulumdan
oldukça memnundum, çok eğlenceliydi.
K: Gittiğiniz okulla ilgili en sevdiğiniz
şey neydi? Mesela en sevdiğiniz ders?
P: Sanırım on birinci sınıfta gördüğüm
İngilizce dersleri. O yıl derslerde tek
yaptığımız şiirleri işlemek ve sonrasında
kendimiz şiir yazmaktı. Benim için çok
eğlenceli ve güzel bir yıl olmuştu.
K:
Lisedeki
derslerinizden
bahsetmişken, üniversiteye de mi
New York’ta gittiniz ve hangi dalda
eğitim gördünüz?
P: Evet New York’ta sosyoloji okudum.
Fakat üniversite ‘de öğrendiğim çoğu
şey daha çok bu konuda nasıl ders
verilebileceği hakkındaydı. Sınıfta
zamanımın çoğu çeşitli yaşlardaki
çocuklara eğitim vererek ve yedek
öğretmen olarak çalışarak geçti. Yani
sınıfta iletişim kurma konusunda oldukça
deneyim sahibi oldum.
K: Bizimle üniversite yıllarınız
boyunca yaptığınız en çılgınca şeyi
paylaşır mısınız? Lise yıllarınızdan da
bir örnek verirseniz çok seviniriz.
P: Bu çok zor bir soru. Ama eğer düşünmem
gerekirse, bu bir gün yaptığımız toplu
yürüyüş olabilir. Ben lisedeyken, okuldaki
kimse okul yönetiminden memnun
değildi. Bu nedenle bir gün bu konuda
topluca düşündük ve bir gün için herkesin
okuldan çıkıp gitmesinde karar kıldık.
Okulda kalmak yerine, yönetimi protesto
etmek için büyük çaplı bir yürüyüş
düzenledik ve hatırlıyorum da, o gün
okulda tek bir kişi bile kalmamıştı. Benim
için oldukça unutulmaz bir deneyimdi.
Üniversitede ise kampüsün ortasındaki
büyük göle durmadan atlayışlarım aklıma
geliyor.
K: Sanıyoruz ki bu sizin Robert
Gregory Pinto
Kolej’deki ilk yılınız değil. Daha
önceden okulun yaz kamplarında
çalıştığınız doğru mu?
P: Evet Robert Kolej yaz kamplarında
yedi yıldır çalışmaktaydım. Bu yaz
yedinci yılımı tamamladım. Hatta şu an
sınıflarımdaki birçok öğrenciyi okulun
yaz kamplarından yardımcı koç olarak
tanıyorum. Onları okul zamanı farklı
yönleriyle tanımak benim için güzel bir
deneyim oluyor. Bu benim İstanbul’a on
üçüncü gelişim.
K: Robert Kolej adını ilk nereden
duydunuz, bu okula gelişiniz nasıl
oldu?
P: Üniversite çalışmalarımı Norton,
Massachusetts’te kurulu olan Wheaton
Üniversitesi’nde tamamladım. Okulumun
yönetim kurulu üyeliği yapan Sukey
Nichols Wagner, Robert Kolej’in de
yönetim kurulu üyeliğini yapmıştı.
Üniversitede kurul üyeliği yaparken,
Robert Kolej’de bir yaz kampı düzenleme
fikrini ileri sürdü ve ben de böylece Robert
Kasım 2012
Kolej adını ilk defa duymuş oldum.
K: O zaman, Robert Kolej’e iş
başvurusunda bulunmaya nasıl karar
verdiniz? Bize biraz bu süreçten
bahsedebilir misiniz?
P: Robert Kolej’e gelmeden önce
çalıştığım lisede beş yıl boyunca
öğretmenlik yapmıştım ve hayatımda
artık bir değişiklik yapmanın zamanı
geldiğini düşündüm ve başvurumu
yaptım. Sonrasında okulun okul dışı
etkinliklerinden sorumlu öğretmeni Joe
Welch, başvurduğum iş için yer açıldığını
söyledi ve işi hala isteyip istemediğimi
sordu, ben de istediğim için gerekli
işlemler yapıldı ve artık buradayım.
K: Robert Kolej yaz kamplarında
yaşadığınız unutulmaz bir anıyı
anlatabilir misiniz?
P: Aslında eğitmenlik yaptığım yedi yılın
yedisi de çok eğlenceli ve unutulmazdı.
Ama özellikle yaz okulları programına
katıldığım ilk yıl benim için unutulmazdı.
O yıl üniversitenin sondan
bir önceki yılını bitirmiştim.
O yıl, hayatımda ilk defa bir
topluluk önünde çıkıp şarkı
söylemiştim. Bu topluluk iki
yüz kişilik bir çocuk grubu
olunca ve ben de bir kız gibi
giyinince ortaya çok gülünç ve
eğlenceli bir tablo çıkmıştı.
K: Türkiye’de şu ana kadar
sadece İstanbul’a mı
gittiniz, yoksa görme şansı
bulduğunuz farklı şehirler
de var mı?
P: Hayır. İstanbul’dan başka
birçok şehir görme şansım oldu aslında.
Şu ana kadar İzmir’i, Antalya’yı, Çeşme’yi,
Fethiye’yi, Kapadokya’yı ve Bodrum’u
gördüm.
K: Hiç Türkiye’nin doğusundaki
şehirlerden birinde bulundunuz mu?
P: Hayır ama gitmeyi çok isterim.
K: En sevdiğiniz Türk yemeği nedir?
P: Bu röportajda bana yöneltilen en zor
soru oldu sanırsam. Ama seçenekleri
daraltmam gerekirse, İzmir’de yediğim
kumru, lahmacun ve pideyi en sevdiklerim
olarak sayabilirim.
K: Peki danışmanlığını yaptığınız
kulüp var mı? Varsa bunlar nelerdir?
P: Bu yıl, Flag futbolun, Fitness
kulübünün ve kızlar basketbol takımının
danışmanlığını yapmaya başladım.
K: Okulda girdiğiniz ilk dersten önce
neler hissettiniz?
P: Derse girmeden önce, her ne kadar daha
önce yaz kampındaki çocuklara eğitim
vermiş olsam da oldukça gergindim.
Çünkü geldiğim yerle burası arasında
Köprü
Berfin Torun
Gözde Şentürk
atletizm ve spor alışkanlıkları ve kültürü
olarak çok büyük farklar var. Ama sonuç
olarak ilk dersimin ve onu takip edenlerin
iyi geçtiğini düşünüyorum.
K: Sizce bu okulun öğrencileri ile ilgili
olumlu ve olumsuz yönler nelerdir?
Elinizde olsa neleri değiştirmek
isterdiniz?
P: Öğrencilerden çok genel olarak spor
alışkanlıklarını değiştirmek isterdim.
Genel olarak öğrencilerin okul içi spor
müsabakalarına daha çok katılmasını ve
arkadaşlarını daha çok desteklemelerini
isterdim. Örneğin okulun spor ikonu
vaşak ve “Lady Bobcats” adında gittikçe
güçlenen bir kız futbol takımımız var
fakat bu konuda farkındalık az. Okulca
spor konusunda daha tutkulu bir tutum
görmek isterdim. Gözlemlediğim olumlu
özelliklerden biri öğrencilerin sahip
olduğu entelektüel zekâ. Öğrenciler
bir sporu sevmemiş olsalar bile dersi
dikkatle takip ediyor ve öğrenene kadar
denemekten çekinmiyor ve bence bu
sporda çok önemli bir özellik.
K: Okuldaki arkadaşlarımızın sizinle
ilgili izlenimlerini aldık ve genel
olarak sorulan soru sizin nasıl bu
kadar enerjik, canlı ve hayat dolu
olduğunuzdu. Örneğin koridorda
hemen hemen herkesle iletişim
içindesiniz.
P: Benim herkesle elimden geldiğince
iletişim halinde olma çabam okulu bir
toplum olarak görmemden geliyor.
Ayrıca bence öğretmenliğin tüm amacı
çalıştığın öğrencilere elinden geldiğince
yardımcı olmak ve onların gelişmesine
çabalamaktır. Diğer işler belirli mesai
saatlerine sahip fakat öğretmen olunca
sabah saat yedide başlayıp, öğrencilerin
sana en son ne zaman ihtiyaç duyarsa o
saate kadar işin devam ediyor.
K: Galatasaray mı Fenerbahçe mi?
P: Tabii ki Galatasaray!
K: Peki öğrencilere iletmek
istediğiniz herhangi bir şey var mı?
P: Öncelikle söylemek istiyorum ki,
yanlarına gelip onlarla konuşmaya
başladığımda şaşırmalarına hiç gerek yok,
çünkü okulda hepimiz aynı ortamdayız ve
bence birbirimizi tanımak için iletişimde
bulunmamız önemli. Öğrencilere iletmek
istediğim son şey bence daha renkli şeyler
giymeleri gerektiği, siyah ve griden başka
renklere de şans verin!
24
HABERLER
Neden Gündüzlüler Yatılı, Yatılılar da Gündüzlü
Olmak İster
Bu aralar çoğu gündüzlü
arkadaşımın ağzından “Keşke ben
de yatılı olsaydım, çok şanslısınız”
cümlelerini duyuyorum. Biz yatılılar
ise genelde gündüzlü olmak isteriz.
Açıkçası ben yatılı olmayı seviyorum
birçok avantajı oluyor ama hiç “Keşke
gündüzlü olsaydım” demediğim de
olmamıştır şimdiye kadar.
Gündüzlülerin yatılı olmak
istemesini normal karşılıyorum
çünkü onların da düşündüğü gibi
okul açısından birçok faydası var.
Öncelikle okul eviniz gibi oluyor, hafta
içi okul vakti olsa bile okul sizinmiş
gibi hissediyorsunuz çünkü okulda
yaşıyorsunuz, bütün zamanınız okulda
geçiyor. Hangi öğrenci istemez ki
okul çıkışı Plato’nun yemyeşil çimleri
arasında uzanıp kafasını dinlemek,
kütüphaneye gidip ders çalışmak,
kampüsün bütün güzelliklerinden
yararlanmak? “Keşke yatılı olsaydım”
diyen arkadaşlarıma sorduğumda
aldığım ilk cevap kampüsün güzelliği ve
okulun kaynaklarından yararlanmakla
ilgili. Hepsi kütüphaneyi, Plato’yu,
Forum’u, Spor Salonu’nu, sanat
atölyesini, müzik odalarını, etüt
sınıflarını ve yeşillik alanları kullanmak
istiyor, ayrıca bu şekilde derslere daha
hakim olabileceklerini düşünüyor.
Yatılı olmak istemelerinin
bir diğer nedeni ise, İstanbul’un trafik
sorunu. Okul çıkışı servisle eve varmaları
ortama iki saat sürüyor, hatta çok uzakta
oturan üç buçuk dört saatte eve ancak
varabilen kişiler var. Yoldaki yorgunluğu
geçtim, eve gidip soluklanayım, yemek
yiyeyim derken akşam oluyor ve gün
boyunca her dersten yığılan ödevleri
yetiştirmeye zaman bulunmuyor. Trafik
böyle olunca sabah beş altı civarında
kalkmaları gerekiyor. Ertesi gün okulda
uyumamak için de erken yatmaları
gerekiyor ve hal böyle olunca yetiştirin
ödevleri yetiştirebilirseniz. Üstüne bir
de okul sonrası kulübünüz varsa ya da
okul sonrası bir etkinlik için geç geç
servislerle dönmek zorunda kaldıysanız
durum gerçekten çok kötü. Yatılı
öğrencilerin yatakhaneye varması ise üç
ile beş dakika arasında değişiyor ve bu
durum da yatılı olmayı çok cazip kılıyor.
Yatılıların bu durumla ilgili
tek sıkıntısı ise yatış saati. Gündüzlü
öğrenciler biliyor mu bilmiyorum ama
maalesef yatılıların bir yatış saati var.
Yani siz ödevi yetiştiremeseniz sabaha
kadar yapmak isteseniz yapabilirsiniz
ama yatılılar en fazla gece yarısına
kadar uyanık kalabilir ve yatılı olanların
en büyük sıkıntılarından biri de
budur bence. Hazırlık sınıflarında bu
kural geçerli olsa da büyük sınıflarda
olmaması bence daha iyi olurdu.
Şöyle ki eğer ödevi yetiştiremezseniz
o saate kadar, sonrasında da
yetiştiremiyorsunuz, sınavınız olsa bile
çalışamıyorsunuz. Bu açıdan gündüzlü
öğrencilerin biraz şanslı olduğunu
düşünüyorum ve benim de gündüzlü
olmak istememin nedenlerinden biri de
bu.
Yatılı olmak dışarıdan çok
eğlenceli gibi görünüyor. Arkadaşlarla
birlikte yaşıyorsunuz, her anınız birlikte
geçiyor, birlikte ders çalışıp, üç öğünü
birlikte yiyorsunuz, beraber maç izleyip
kek yapıyorsunuz. Gündüzlülerin bir
diğer şikayetleri ise; aile. Genel düşünce
şu; yatılıların ailesi uzakta ve onlara
göre çok daha özgürler. İstedikleri yere
gidebilir, istedikleri şeyi yapabilirler,
onlara karışabilecek bir aile yok ve bu
duyguyu ve özgürlüğü tatmak istiyorlar.
Arkadaşlarla birlikte eğlenip, anne
babadan uzak kalmak ve hayatın tadını
çıkarmak. Her birey kendi ayaklarının
üzerinde durabilmeyi öğrenmek ve
kendi ayaklarının üzerinde durmak
ister ve Robert Kolej bunun için çok iyi
bir fırsat ama sadece başka şehirlerden
gelen öğrenciler için. Gündüzlü
öğrenciler de kendi başlarına, aileleri
olmadan, çok fazla kural olmadan
güzel bir şekilde geçirmek istiyorlar bu
dönemlerini.
Bu konu ise yatılıların en çok
yakındığı konu oluyor. Arkadaşlarla
birlikte bir odayı paylaşmak gerçekten
çok eğlenceli olabiliyor ama bir süre
sonra kendi oda ortamını ve kişisel
yaşam alanını özlüyor insan. Çünkü
kendine ait, özel bir odanın olması çok
güzel bir şey ve kendimizi en rahat
hissettiğimiz ortam. Yatılı olunca en az
iki kişiyle daha paylaşıyorsunuz ve bazı
kurallar çerçevesinde yaşamak zorunda
kalıyorsunuz ve bu insanı kısıtlıyor.
Basit bir örnek verecek olursak, yüksek
sesli müzik dinlemeyi seviyor olsanız
bile odada diğer kişiler rahatsız olduğu
için en kısık seste dinlemek zorunda
kalıyorsunuz, çoğu zaman sessiz olmak
zorundasınız. Zaten akşama kadar
okulda olmamıza rağmen akşam da
iki tane etüt oluyor ve bunlar zorunlu
olduğu için uyumak isteseniz ya da
tüm işiniz bitse film izlemek isteseniz
bile izleyemiyorsunuz. Ayrıca ben yatılı
olduğumdan beri televizyon izlemeyi
bıraktım açıkçası. Dediğim gibi toplu bir
alanda yaşıyoruz ve herkesin izlemek
istediği bir şey oluyor ve karmaşa
çıkıyor bu yüzden televizyon bile
izleyemiyorsunuz. Bazı siteler okulun
interneti yüzünden açılmıyor ve dizi de
izleyemiyorsunuz bu yüzden.
Aile konusu ise en hassas
konu. Gündüzlü öğrenciler her ne
kadar
ailelerinden
uzaklaşınca
çok rahatlayacaklarını, istedikleri
her şeyi yapabileceklerini, özgür
olacaklarını düşünseler bile aslında
öyle olmuyor. Özellikle yurda ilk gelinen
Gülbabil
Kökver
zamanlarda ya da derslerinizin yoğun
olduğu zamanlarda en çok ailenizi
arıyorsunuz. Onlarla kurallar içinde
yaşayıp biraz bunalsak da buraya
geldiğimizde en çok onları özlüyoruz
ve yanımızda olmalarını istiyoruz zor
zamanlarımızda. Geldiğiniz ilk hafta
yoğunluktan fark edemiyorsunuz
özlediğinizi ama sonradan hayatın
zorluğuna dayanamıyorsunuz ve
tatilin gelip, eve gideceğiniz günü dört
gözle bekliyorsunuz. Yanınızda olan
ailenizden sıkılmayın çünkü bazen
öyle zamanlar geliyor ki onları çok
özlüyorsunuz, şu an benim özlediğim
gibi, ama maalesef tatil günlerini
beklemekten başka çare kalmıyor.
Bu kadar şeyi anlatmama
rağmen şu an değiştirebileceğimiz bir
şey olmadığını biliyorum. Bu yazımdan
sonra da yatılılar tüm güzellikleriyle
kampüsün tadını çıkarmaya ve aile
özlemi gibi zorluklara dayanmaya
ve gündüzlüler ise aileleriyle birlikte
olup İstanbul trafiğine katlanmaya
devam edecek, ben sadece iki durumu
karşılaştırıp farklı yanlarını göstermek
istedim. Her iki taraftakilere de
sesleniyorum: Yaşamda her şeyin
bir zor tarafı vardır, kendinizinkinin
değerini bilin. Gelecek sayıda görüşmek
dileğiyle, mutlu kalın...
Öğretmenlerimiz de yerleşkenin tadını çıkarıyor: Türk Dili ve Edebiyatı
öğretmenleri güneşli bir ekim günü platodaki bölüm pikniğinde buluştular.
Köprü
Kasım 2012
HABERLER
25
Karatenin Ayak Sesleri
Arkadaşlar herkesin bildiği gibi
okulumuz çok sayıdaki kulüpleriyle de
ünlüdür. Öğrenciler ilgi alanlarına göre
istediklerini seçmekte özgür. Seç, beğen,
al usulü. Dağa tırmanıp cesaret sembolü
olmak isteyenler mi dersiniz, maçlarda
sürekli birinci olup okul gururu olanlar
mı, bir de karateyle dayak yiyenler var
tabii. Evet yanlış okumadınız karate
kulübü ve dayak yiyormuş gibi gözüken
üyeleri. Ben de bu kulübün bir üyesiyim.
Ben küçüklüğümden beri karate
yapıyorum ve geçen sene yatılı öğrenci
olarak geldiğimde karateyi bırakmak
zorunda olduğum için çok üzülmüştüm
ama bir de duydum ki okulda o sene
karate kulübü açılmış. Ve hemen
katıldım. Yani iki senedir okulun karate
kulübündeyim. Arkadaşlarım bunu
duyduğunda, iki çeşit tepki verdiler.
“Aaa gerçekten mi, çok havalı.” ya da “
Hmm, ama ben karateyi anlayamıyorum
neden insanlar böyle bir sporu seçer ki.”
İnsanlar bu iki yargıya genelde kulaktan
duyma bilgilerle ulaşırlar. Ama asla
kimse gerçekten karatenin ne olduğunu
ve neden insanların seçtiğini kesin bir
şekilde bilmez. Mesela benim karateyi
seçmem Jackie Chan filmlerini izleyip
ona bağlanmamla başladı. Anladım ki
bilmeden hayatımı etkileyen çok büyük
ve önemli bir karar vermişim.Şu ana
kadar karateye başlamaktan pişman
olup bu sporu bırakan birini görmedim.
Neden, diye sorarsanız, bu da karatenin
en büyük sırrı derim.
Okulumuzdaki karate kulübü disiplinli bir insan olmasını sağlar.
geçen sene açıldı. En fazla dört ya Yetişkinler için karate çalışmaları stres
da beş kişi gidiyordu. Bir anda nam azaltıcı hareketleriyle bedenin ve
salmaya başlayınca ve kulüp üyelerinin zihnin rahatlamasına yardımcı olur.
bitmez tükenmez çabalarıyla bu sene Dayanıklılık, kas gücü ve bedensel
kulüp sayısını ikiye katladı. Yine fazla kuvvetin azalmasına mani olur.
olmayabilir ama her sene böyle artarsa Karate diğer sporlardan farklı olarak
kulüp çok fazla ilgi görecektir. Kulübün bireyin kendi kendisini geliştirmesine
başkanı ve karateyi öğreten kişi Atilla odaklanmıştır. Mesela karate maçları
Hoca, Türkiye’ye karateyi getiren
ilk kişinin ilk öğrencisidir, bu
yüzden çok önemli bir sporcudur.
Bize her zaman karatenin diğer
hiçbir spora benzemediğini ve çok
yararlı bir spor olduğunu söyler.
Ben ve kulüp arkadaşlarımız
buna sonuna kadar katılıyoruz.
Karatenin genel olarak bilinen Hocamız kusursuz tekme atmayı
en büyük faydası kendini silahsız öğretirken
olarak fiziksel saldırılara karşı
koruyabilmeyi öğretmektir. Fakat
karatenin yararları bunun çok ötesine insanlara şiddet gibi gözükebilir ama
uzanmaktadır.
aslında maçların amacı, kişinin kendi
Karate genç yaştakiler için eksiklerini kapatması ve gerçekte
doğru çalışıldığında vücut duruşunu başkalarına karşı değil kendisine
geliştirir ve vücudu düzgün bir şekle karşı yarıştığının farkına varmasını
sokar. Çünkü vücuttaki bütün kasları sağlayabilmektir. Kazanmak kadar
çalıştıran sadece iki spor vardır ve kaybetmekte öğrenilmelidir çünkü ikisi
bunlardan biri karatedir. Ayrıca karate de aynı ölçüde önemlidir.
insan sağlığına psikolojik ve zihinsel
Karatenin birçok yararını saydık
olarak da katkıda bulunur. Mesela ,tabii ki bunlara insan bir anda sahip
karate insanın bir şeye odaklanmasını olamaz . Bunun için çok sıkı çalışmak
kolaylaştırır ve düşünme sürecine ilişkin gerekiyor. Karate hocamızın anlattığına
becerileri geliştirir. Kişinin kendisine ve göre bir gün jimnastikçiler karate
yaşıtlarına saygı duymasını, sorumluluk salonuna gelmişler ve bizim yaptığımız
hissetmesini, kendine güvenini arttırıp hareketleri yapmaya çalışmışlar, en
Fatma Nur
Yokuş
sonunda pes edip şöyle demişler: “
Bu nasıl bir şey ya, normal bir insan
bunu yapamaz. Kesinlikle sizin işiniz
çok daha zor.” Ve gerçekten öyle,
hatta karate hocamızın anlattığına
göre, o karateyi gençken öğrendiği
zaman, hocaları sopalarla vurarak
çalıştırıyormuş. Adeta kollarından
kanlar çıkıyormuş. Ama korkmayın
okulumuzun karate kulübü öyle bir
öğretme şekli içermiyor. Ama yine de
çok sıkı çalışmak gerekiyor.
Evet arkadaşlar, okuduğunuz gibi
karate benzersiz bir spor ve okulumuz
bu imkanı bize sağlıyor. Bazılarına
dayak yiyormuşuz gibi gelebilir ama
aslında bu bizim gerçek tehlikelere
karşı dayanıklılığımızı arttırıyor. Bazen
karate yaparken bazı öğrencilerin
karate salonunun kapısından bizi
gözetlediğini ve biz bakınca hemen
gittiklerini görüyorum. Bunun yerine
girin içeri, bizi izleyin ve karateyle
ilgili tüm sorularınızı sorun. Ve bir
gün başınız belaya girmeden önce
bizi bulun, siz de karatenin gizemli
dünyasına katılın.
Bir Dakika Beni Dinler Misiniz?
Geleceğinizin bir dakika içinde ne
kadar değişebileceğini düşündünüz
mü? Bir sıcak gülümsemenin ya da
sevimli bir bakışın sizi bulutların üzerine
çıkarabileceğini farkında mısınız?
Hayatınızın yönünü değiştirebilecek
konuşma için sadece bir dakikanız
olsa ne yapardınız? Tüm bu soruların
cevabını öğrenebilmemiz için Genç
Girişimciler
Kulübü
tarafından
hazırlanan Asansör Yarışması çok yararlı
oldu. Bu yarışmayı organize eden Genç
Girişimcilerden Organizasyon takımı bu
aktivitenin gerçekleşmesi için Bingham’ı
ayarlamaktan
okullarla
iletişim
konusuna kadar çok uğraş verdiler.
18 Ekim Perşembe günü Bingham’da
gerçekleşen bu aktivite için okulumuza
içinde Koç ve Darüşşafakanın da
bulunduğu birçok okuldan ziyaretçi
geldi. Gelen her okuldan beşer
öğrenci bu aktivitede birinci olmak
için ellerinden geleni yaptılar. Özyeğin
Üniversitesi’nden
gelen
eğitim
görevlileri izleyici ve katılımcılara
yarışmada kullanabilecekleri birkaç
yol ve yarışmanın amacını anlatan kırk
beş dakikalık bir sunumla aktiviteye
başladılar. Katılan birçok öğrencinin
yapması gereken, asansörde karşılaştığı
büyük bir iş adamını kendi ürününe
olabilmesi için bir dakika içerisinde
ikinci bir randevuyu ikna edebilmekti.
Asansördeki iş adamı yerine geçen bir
Özyeğin Üniversitesi eğitim görevlisini
en iyi ikna edebilen, okulların
Kasım 2012
hepsinden seçilen bir öğretmen,
Özyeğin Üniversitesinden iki eğitim
görevlisi ve okulumuzun deneyimli
kimya öğretmeni, Genç Girişimciler
Kulübü danışmanı Sibel Sebüktekin
kararınca okulumuzun dokuzuncu sınıf
öğrencisi Büşra Yen oldu. Büşra Yen’e
kazanmasına yardımcı olan birkaç taktik
sorduğumda konuştuğu iş adamına onu
çok takdir ettiğini belirterek gururunu
okşadığını söyledi. Aynı zamanda
ürününüz hakkında çoğu iş adamının
isteyebileceği büyük rakamlarda yem
atıp, o ürün için varınızı yoğunuzu
ortaya koyduğunuzu yani kendinizi
işe ne kadar verdiğinizi göstermenin
önemli olduğunu söyledi. O bir dakikalık
etkileyici konuşmadan sonra iletişim
Köprü
Elize
Arslan
için kendi kartvizitinizi sunmanın iş
adamlarını etkileyebileceğini belirtti.
İlk aşamayı geçtikten sonra şimdi
Özyeğin Üniversitesin’deki yarışmalara
katılacak olan Büşra Yen, çok heyecanlı
olduğunu ve bu yarışmada iyi bir sonuç
aldığı için çok mutlu olduğunu söyledi.
Genç Girişimciler Klübü’ne bu eğlenceli
ve eğitici aktiviteyi hazırladığı için
çok teşekkür ediyor, Büşra Yen
arkadaşımıza Özyeğin Üniversitesi’nde
gerçekleşecek olan son tur için
başarılar diliyoruz.
26
HABERLER
Yatakhane Yaşamından Kısa Kısa
Berk Özgen
Orhun Tezel
Bu Bir Photoshop Değil
Robert Kolej kampüsünde yaşam
şüphesiz gündüzlülerin tahmin
ettiğinden çok daha farklıdır. Saat
17.30’da son servisler kalktığında sanki
okulun üstünde bütün gün boyunca
serili duran perde aralanır. Koridorlara
büyük bir sessizlik hâkim olur.
Akşam yemeği ise genel olarak birçok
öğrencinin şikâyetine maruz kalır.
“Yok tuzlu,” “Yok yağlı,” “Buna da et
mi denir,” “Bunun tadı yok” şeklinde
birçok farklı şikayetlerde bulunur
öğrenciler genel olarak. Eee kolay
değil. Tüm gündüzlüler evde yapılmış o
sıcacık ev yemeklerini yerken, insan bir
yaprak sarma ya da annesinin elinden
yapılmış bir kurabiye, keki tabii ki çok
özlüyor. Ancak yemekhanedeki ortam
da bir başkadır… Her akşam tüm
arkadaşlarınla beraber yersin yemeğini.
Yemek sırasındaki o kahkahalar, o neşe,
mutluluk, o güzel anıların yerini de
başka hiçbir şey tutamaz.
Yemekhanede geçen o güzel anıları
odaya dönüş ve bir süre daha boş
vakit takip eder. Ardından da bir
yoklama… Sonra? Sonra yatılı etütleri
gelir. Belki de yatılılığın en sıkıcı
kısmı diyebiliriz. Ödevimiz olsa da
olmasa da bir saat boyunca oturmak,
ders çalışmak. Zaten çalışmayı kim
sever ki? Sabahları Fransızca dersleri
verilen G311, hazırlık öğrencileri için
bir etüt salonuna dönüşür. Kampüste
kalan hocaların eşliğinde etütlerini
yaparlar. Geriye kalan öğrenciler ise
genel olarak odalarında, yatakhaneye
yakın sınıflarda veya ortak salonlarda
etütlerini yaparlar.
Zaman geçtikçe ise koridorlar,
yatılıların evlerinin birer parçası haline
dönüşür. “Okul bizim evimizdir” sözü
gerçeğe döner. Yatakhanede yaşadığın
insanlarla bir aile olursun. Gerek
yemekhanede eğlenceli vakitler, gerek
forumdaki hoş sohbetler gerekse de
platoya yapılan hoş bir yürüyüş ve
eşsiz bir boğaz manzarası… Platoya
yapacağınız bir yürüyüşte bütün
gün boyunca okul kıyafetleri içinde
gördüğünüz öğretmenleri aileleriyle
Plato’da piknik yaparken görürsünüz,
hatta bazen mezunları bile!
Ancak, bu kampüsü İstanbul’daki
birçok kampüsten ayıran bir
özellik de, nüfusunun önemli bir
kısmının
hayvanlar
tarafından
oluşmasıdır. Plato’dayken rahatlıkla
görebilecekleriniz;
papağanlar,
kirpiler, fareler ve en önemlisi:
KEDİLER! Hepinizin de bildiği gibi
okulumuzda birçok kedi yaşamaktadır
ve bir Robert Kolej öğrencisinin bu
okula geldiğinde ilk yapması gereken
şeylerden biri bu kedilerle yaşamayı
öğrenmektir. Eğer yatılıysanız bunu
daha iyi öğrenmelisiniz. Çünkü o
kediler bezen size gerektiğinden
fazla yaklaşabiliyorlar. Resimlerde
gördükleriniz photoshop falan değil,
tamamen gerçek ve sadece kameralarla
kaydedilebilmiş olanlar. Yoksa biz
birinci ağızdan çok kişinin yatağından
kedi çıktığını duyduk. Okulumuzun 2012
mezunlarından Ufuk Serkan Yıldırım,
bir sabah uyandığında karşısında iki
Nadir Bir Anı Kaydediyoruz
Köprü
Kasım 2012
tane dev yeşil göz ve kocaman bir
siyah tüy yumağı görünce bütün oda
arkadaşlarını uyandıracak bir gürültü
çıkarttığından bize bahsetti. Veya
yağmurlu bir günde yatakhanemize
bir kedinin nasıl girdiğini, odamızı ve
masalarımızı nasıl işgal ettiğini de
kendi gözümüzle gördük.
Etütler biter, kediler gider, en sonunda
yatma hazırlıklarına gelir sıra. Genellikle
anne-baba bir aranır, konuşulur
her akşam. Dişler fırçalanır. Eğer o
gece bir maç varsa maç izlenir. Ödev
yetişmemiş ise odalar toplanır ve bunun
karşılığında sınırlı sayıda olmak üzere
00.00’a kadar ders çalışma izni verilir. En
rahat olanlar ise saat 23.00 olduğunda
sıcacık yatağına yatanlardır. İsteyenler
23.30’a kadar kitabını okur, isteyen
sohbete dalar, isteyen ise sohbet yerine
uykuya dalar. Bazı odalar mışıl mışıl,
bazılarından ise
horul horul uyku,
sabah uyanmak
için kurduğumuz
alarmın saatine
kadar
devam
eder ve ardından
yepyeni yorucu bir
gün tekrar başlar.
HABERLER
27
EYP Kapatılmış
Robert Kolej’in biz öğrencilere bu harika
kampüsten sonra sunduğu en büyük
imkân sanırım kulüp olanaklarıdır.
100’ü aşkın kulüp yelpazesi içinden
yüzlerce öğrenci yıllardır kendilerine
en uygun ve cazip görüneni seçti ve
belki de bu kulübe beş yıl devam etti.
Ne de olsa okulumuzdaki her bir kulüp
işini ciddiye alıyor; öyle ki bu kulüplerin
bazıları okul sonrasında sanki bir 9.
sınıf cebir finaline hazırlanıyormuş gibi
çalışmanızı gerektirebiliyor. Ve sanki bu
kadar çalışma yetmezmiş gibi bir de şu
kulüp içinde yükselebilme, yer sahibi
olabilme olayları falan insanı bazen
hayattan soğutuyor. Ama tabii bir de
bunların yanında EYP var! Yani var”dı”;
çünkü ne yazık ki geçen sene bu kulübü
bir seneliğine kapatma daha doğrusu
“dondurma” kararı alındı. Tabii ki sahip
olduğu kulüp sayısıyla övünen bir okul
için bir kulübü hele hele uluslararası
bir kulübü kapatmak kolay olmasa
gerek. Ne de olsa EYP kulübü Avrupa’da
yüzlerce okulda fakat Türkiye’deyse
sadece kısıtlı sayıda okulda bulunan bir
kulüptü.
Haydi lafı açılmışken biraz EYP’nin
ne olduğundan ve belki biraz da
ne olmadığından bahsedelim. EYP
(European Youth Parliament; Türkçe:
Avrupa Gençlik Parlamentosu) ilk kez
1987’de Fransa’da kuruldu ve zaman
içerisinde tüm Avrupa’da popüler
hale gelmeye başladı. Özellikle 2004
senesinde EYP şirketinin geçirdiği
ekonomik krizi atlatmasından sonra
bilmeyiz ama bu kuruluşun Türkiye’de
de faaliyet göstermesini sağlayan okul
“Robert Kolej’dir”! Biz de bu yüzden
EYP’yi okulumuz öğrencilerine sormayı
tercih ettik. Okulumuzun “eski” EYP
üyelerinden Bertuğ Barut EYP’yi:
“Haftanın stresini grup çalışması
civarında yapılan “İstanbul Gençlik
Forumu’na” Robert Kolej ev sahipliği
yapmıştır; ancak daha önce söylediğim
gibi bazı aksilikler yüzünden bu sene bu
forum Koç Lisesi’nde yapılacak. Umarız
ki bundan sonraki senelerde de bu
tüm Avrupa’dan gençlerin katıldığı ve
Burada da tiyatromuzda yapılan Euroconcert aktivitesi dahilinde L11
öğrencisi İpek Kahraman’ın Avrupalı delegelere Hoşgeldiniz niteliğinde
bir şarkı söylediğini görüyoruz.
etkinlikleriyle attığımız ve ciddi
konuları tartışabileceğimiz bir yer”
olarak tanımlarken L10’dan Deniz
Saip ise kulüp için: “Tanımsız” demeyi
tercih ediyor. “Tanımsız” sıfatı ilk önce
insana gereksiz ya da amaçsız gibi
diğer sıfatları çağrıştırıyor olsa da;
bence aynı zamanda eşsiz sıfatını da
çağrıştırmalı. Çünkü çarşamba günleri
kulüp saatlerinde yaptıklarımız belki
de gerçekten eşsizdi. Yeri geldi beraber
Yuva’nın önünde Yuva öğrencilerine
“Bunlar niye bebek oyunları oynuyor”
dedirten oyunlar oynadık,
yeri geldi Fransızca
bilmeyen insanlar olarak
Fransızca Kadın Hakları
Problemini tartıştık, hatta
yeri geldi İlluminati’nin
gerçek olup olmadığı
hakkında araştırmalar
bile yaptık! Bazılarımız
yaptığımız her şeyden
bir şeyler öğrenirken
bazılarımızsa
bu
yaptıklarımızı küçümseyip
bize katılmamayı tercih
EYP’nin Logosu
ettiler ve bu kulübün
daha da popülerleşen ve AB dışında kapatılması için gerekli bahane oldu.
Türkiye ve Gürcistan gibi ülkelerde de
Tabii ki “EYP Türkiye” kuruluşu için
popüler olmaya başlayan bir kuruluş Robert Kolej’in bu kadar büyük bir
haline geldi. Hatta belki birçoğumuz önemi olduğundan her yıl mayıs ayı
Kasım 2012
uluslararası problemlere kayda değer
çözümlerin bulunduğu forum eski
günlerdeki gibi Türkiye’ye EYP’yi getiren
okulda devam eder . Bu forumun
kendisine kattıklarını L10’dan Jülide
Erdem şöyle anlatıyor: “Uluslararası
Forum harika! 250 kelimelik bir açılış
konuşmasını 5 dakikada yazdım ve
bu benim hayatım boyunca yaptığım
ya da yapabileceğim bir şey değil. Bu
Orhun
Tezel
geçmiş; katılamayanlar içinse son
derece kıskandırıcı olmuştu. Çünkü biz
forumdayken sınıf arkadaşlarımız iki
ders üst üste cebir dersi görüyorlardı!
Dört günlük forum aynı zamanda
19 Mayıs’la çakıştı ve uluslararası
delegelerin en çok ilgisini çeken
şeylerden biri de “ulusal” bir gençlik ve
spor bayramına sahip olmamızdı. Sonra
bir de çocuklar için bir bayramımız
olduğunu öğrendiklerinde şaşkınlıkları
iki katına çıktı. Dört günlük bir forum
yağmurlu bir vedayla sona erdi. Herkes
ülkelerine dönüp bir sonraki Mayıs’ı
iple çekerken “kara çarşamba” geldi,
çattı. Herkes yapılacak olan duyuruyu
sabırsızlıkla beklerken, duyurunun “Bir
dahaki sene EYP kulübü olmayacak”
şeklinde olması insanları hayal
kırıklığına uğrattı. Geçen o unutulamaz
günlerden hemen bir hafta sonra
böyle bir karar alınması ilk başta kabul
edilemez geldi haliyle ama zamanla
buna da alışıldı tabii ki.
Peki, sonra ne mi oldu? Şimdilik
değişen bir şey yok ama kulübün eski
üyeleri bu yıl kulüp için gereken gayreti
Burada foruma katılan tüm delegeler, organizatörler ve medya ekibi bir arada Terasta. EYP konferanslarının en önemli özelliklerinden biri de çalışmalara başlamadan önce 1 gün boyunca delegelerin birbirlerini daha iyi tanıyabilmeleri için değişik oyunlar ve
aktiviteler düzenlenmesidir(teambuilding aktiviteleri).
benim konuya hâkim olmamdan ve
arkadaşlarım arasında kendimi sosyal
hissetmemden kaynaklanıyor.”
7. İstanbul Gençlik Forumu
gerçekten herkes için çok zevkli
Köprü
okul yönetimine gösterirlerse gelecek
yıl EYP eskisinden daha canlı, daha
iddialı ve daha etkin bir şekilde geri
dönecek. Tıpkı gazetemizin 2012-2013
sezonu gibi…
YEMEK
28
İstanbul’u İstanbul Yapan Yeme-İçme Mekanları
Festivalleri olsun, kültürü olsun, hemen
her hafta olan konserler olsun, yazı,
kışı, boğaz manzarası olsun- kısacası
ne açıdan bakarsanız bakın hem güzel
hem de zengin bir şehir İstanbul.
Tabii her açıdan böyle dolu dolu bir
birikime sahip olan bir şehrin yemeiçme açısından sönük kalması da pek
mantıklı olmazdı, değil mi? Belki “Antep
mutfağı”, “Karadeniz mutfağı” gibi çok
karakteristik bir “mutfak” sahibi değil;
ancak İstanbul denince akla gelen,
her İstanbullunun en azından bir kere
bulunduğu mekânlar mevcut, ayrıca
sayı olarak da bir hayli fazlalar. İşte
bunlardan bilinen birkaçı:
Şampiyon Kokoreç
Az değil, tam kırk yıldır çalışıyor
“Şampiyon Kokoreç”. İlk olarak
Beyoğlu’nda küçük bir dükkan olarak
işe başlayıp, uzun yıllar tek şube
hizmet verdikten sonra Türkiye’nin
farklı yerlerinde de olmak üzere kırkın
üzerinde şubeye sahipler. İstanbul’da
yaşayıp da Şampiyon Kokoreç’e
uğramamış insan bulmak oldukça zor;
özellikle öğlen vakitlerinde şubelerde
yaşanan yoğunluktan da belli oluyor
ki Şampiyon Kokoreç kırk yıl öncesinde
kazandığı popülariteyi hâlâ korumakta.
İlk defa deneyeceklere bir tavsiye;
kokoreçleri zaten acı hazırlıyorlar,
üstüne bir de karşınızdakiyle iddiaya
girip de masadaki acı biberlerden dörtbeş taneyi içine atıp yemeye çalışmayın,
sonuçları pek de hoş olmuyor.
İnci Profiterol
Bir başka yıllanmış İstanbul klasiği de
tabii ki İnci Profiterol. Yarım asırdan
uzun süredir İstiklâl Caddesi’nde hizmet
vermekte. Günün hangi saati giderseniz
gidin, içerideki insan kalabalığından da
anlayabileceğiniz gibi İnci’de profiterol
yemenin yerini tutacak bir etkinlik
henüz bulunabilmiş değil.
Kızılkayalar Hamburger
Taksim Meydan’daki birbiri yanına
sıra sıra dizilmiş hazır yemek büfeleri
herkesin dikkatini en azından bir kere
çekmiştir. Ancak içlerinde bir tanesi
var ki o hazır yemek yığınından kendini
sıyırmayı başarmakla kalmayıp, yıllar
içinde birçok müdavim de edinmeyi
başarmış. Şüphesiz İstanbul’daki en
güzel ıslak hamburgerleri yapıyor
Kızılkayalar Hamburger. Mekan oldukça
küçük ve oturacak yer bulmakçok
zor; gerçi çoğu kişi hamburgerini alıp
gitmeyi tercih ediyor. Eğer ilk defa
gidiyorsanız, aç gözlü görünmekten
sakınmayın ve en az iki tane alın derim;
çünkü bir taneyle insan yetinmiyor,
yetinemiyor.
Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekercisi
Orada bulunması bile başlı başına
nostaljik bir deneyim olan, İstiklâl’in
yıllanmış mekanlarından bir başkası
Hacı Bekir. Açılış tarihi ise dudak
uçuklatacak türden; 1777. Osmanlı
geleneğinin de bir taşıyıcısı diye
adlandırabileceğimiz Hacı Bekir şeker
almayı düşünmeseniz bile uğranılması
gereken yerlerden..
Bebek Badem Ezmecisi
İstanbul’un sahil şeridinde yer alan
bu mekan, yine Hacı Bekir gibi hem
yıllanmışlığıyla hem de ürünlerinin
lezzetiyle dikkat çekiyor. Eşe dosta
hediye götürmek isteyenlerin uzun
yıllardır ilk tercihi; ancak tek sorunu
biraz uçuk kaçık olan fiyatları.
Abbas Waffle
Mekan yine Bebek sahil… Her ne
kadar waffle’a Türk yemeği demek
biraz zor olsa da Abbas Waffle’ın her
İstanbullunun vazgeçilmezi olduğu
bir gerçek. Hiç aklınızda olmasa bile,
önünden geçerken burnunuza gelen
muhteşem
Nutella/vanilya/erimiş
çikolata kokusu sizi ne yapıyor olursanız
olun yolunuzdan döndürecek cinsten.
Seçenekler arasında kararsız kalırsanız,
hazırlayanlara sorun, tavsiyeleri
denendi, lezzeti kanıtlandı.
Ortaköy Kumpir
Ortaköy’de sahile inerken sıra sıra
kumpircilerin
müşteri
çağırma
uğraşlarını izlemek, o gün moralinizi
ne bozmuş olursa olsun insanı
güldürecek cinsten bir olay. Üstüne bir
de kumpir alırsanız, o gün sizi hiçbir
şey sıkamaz,geremez, üzemez zaten.
Deniz
Şahintürk
Hem şu gerçek unutulmamalı, hayat
en çok kumpirini aldıktan sonra denize
karşı banklardan birinde yer bulabilen
İstanbullu’ya güzel.
J’adore
Baştan uyaralım, kapı önünde kuyruk
beklemeden girmek için çok şanslı
olmanız gerekiyor. Ancak o bekleyişe
kesinlikle değiyor J’adore’da yemek
yemek. Fransız pastanesi gibi döşenmiş
mekân, çeşit çeşit sıcak çikolataları, akla
hayale sığmayan tatlıları ile her çikolata
tutkununun rüyası sayılabilir İstiklal
J’adore. Eğer hâlâ denemediyseniz
mutlaka ilk fırsatta gidin ve bir fondü
yiyin.
Uzun lafın kısası, her açıdan olduğu
gibi yeme-içme açısından da ufkunu
genişletmek için İstanbullunun elinin
altında her olanak mevcut. Yazıyı
noktalamadan önce, bir gerçeğe de
değinmeliyiz ki gerçek İstanbul ruhunu
en iyi yansıtan şeyin boğaza karşı simit
ve çay olduğudur.
Yemekteki Eziyet
Sabah saat altıya on kala kalkıp
kahvaltımı ediyorum ve sonradan okula
gidiyorum. Belirli bir süre geçtikten
sonra karnımın acıktığını fark ediyorum
ve öğle yemeğini büyük bir iple çekmeye
başlıyorum. Ve zil çaldığında herkesin
yaptığı gibi ben de yemekhaneye doğru
koşmaya başlıyorum. Binaları teker teker
geçerek ilerliyorum ama sonradan büyük
bir insan topluluğuyla karşılaşıyorum.
Kimseye haksızlık yapmayayım diye
kuyruğun en arkasına giderken bir de
bakıyorum ki çoktan on dakika geçmiş ve
ben bir adım bile ilerleyememişim. Sonra
önüme bakınca insanların arkadaşlarının
yanına girip bekleme zahmetinden
kurtulmaya çalıştığını yani sıraya
kaynamaya çalıştıklarını fark ediyorum.
Ama yine de aç olduğum aklıma
geliyor ve sabırla bekliyorum. Belirli
bir süre sonra yemekhane ile koridorun
sınırında bulunan geçiti görüyorum ve
sevinmeye başlıyorum, fark etmeden
gülücükler saçmaya başlıyorum. Tepsimi
kendimi doyurabilecek kadar yemekle
dolduruyorum. Büyük bir zevkle sıradan
çıkıyorum ve kendime yer aramaya
doğru ilerliyorum. İlk önce hemen salata
barının önündeki sıralara bakıyorum
ve yer olmadığını fark ediyorum, ama
yine de umudumu kaybetmiyorum.
Sadece bir bölümü dolu diye her yer
dolu olur diye olumsuz bakmıyorum.
Sonra sağıma bakıyorum. Orası da
Köprü
dolu. Tamam, bir tane daha şansım
var değil mi? Sol tarafım boş olabilir
çünkü bir dönem bütün yemekhaneyi
dolduramaz. Bir bakıyorum ki orası
da dolu. Sonra birden gerçekle
yüzleşiyorum: Doğru biz artık Hazırlık
sınıfında değiliz, biz dokuzuz ve bu da
yemekhanede onuncu sınıflarla birlikle
sıkışarak oturacağım anlamına geliyor.
Bekliyorum ama kimse kalkmıyor,
yemek yemenin zevki kaçıyor ve artık
beklemekten doymuş oluyorum. Tadım
kalmıyor ve tepsimdeki yemeklerin
hepsinden birer çatal alarak çabucak
o alandan uzaklaşıyorum. İşte bu
benim her gün yaşadığım şey, bir
umutla gidip hayal kırıklığıyla geri
Kasım 2012
Lal Tüzman
dönmek. Neden mi? Bu kargaşanın
nedeni okulumuzda o kadar yer
varken bizim hâlâ iki dönemi küçücük
bir yemekhaneye sıkıştırma çabamız.
Her sene bu sıkıntıyı çekmek yerine
çözüm olarak yemekhanemize başka
bir alanda daha büyük bir yer vermek
olabilir. Belki okulumuz akademik ve
yaptığı sosyal etkinlikler açısından
çok başarılı olabilir ama yemekhane
konusunda her sene sınıfta kalıyor.
SPOR
29
Türkiye’den Bir Alex Geçti
Zeynep Şiir
Bilici
taraftarın gözündeki itibarı oldu.
Burada en çok zararı kimin gördüğü
tartışılır; fakat yine de taraftarın kaybı
en çokmuş gibi görünüyor.
Alex de Souza
Alex De Souza, Fenerbahçe’nin rekorlar
kıran Brezilyalı efsanevi futbolcusu.
Son zamanlarda futbol camiasında
adını en çok duyduğumuz isim.
Geçtiğimiz günlerde onu ülkesine
uğurladık. Gidişiyle beraber ardında
cevaplanamayan sorular bıraktı.
Yalnızca Fenerbahçe taraftarları için
değil, Türkiye’deki tüm futbol sevdalıları
için büyük bir kayıp oldu.
Alex’in gidiş hikâyesi aslında birçok
asıllı ve asılsız söylentiden ibaret.
Teknik direktör Aykut Kocaman ve
Kulüp Başkanı Aziz Yıldırım’la yaşadığı
bazı problemler sonucu takımdan
gönderildiği en muhtemel iddialardan
biri. Aziz Yıldırım’ın da dediği gibi, “Eğer
bir takımda belirli bir oyuncu, teknik
direktörün ve kulüp başkanının önüne
geçerse, ya o oyuncunun ya da kulüp
başkanının takımdan ayrılması gerekir.”
Aslında her şeyin Alex’ in bir “tweet”i ile
başladığı söylenebilir. Daha önceden
de Aykut Kocaman ile aralarında bazı
sorunların olduğu aşikârdı. Tam olarak
elle tutulamayan bu sürtüşme Alex’ in
“Aykut Hoca beni kıskanıyor!” ithamıyla
kızıştı. Bunun üzerine Aykut Kocaman,
bir sonraki maçta Alex’i değil ilk 11’
e, maç kadrosuna dahi almadı. İkili
arasındaki anlaşmazlıklar devam eden
günlerde iyice büyüdü ve kızıştı. Daha
sonra Aziz Yıldırım’ın Aykut Kocaman’ı
yanına çağırdığı ve uzun bir süre
konuştukları söylendi. Bu konuşmanın
sonunda Alex’in kulüple yollarını
ayırması gerektiği fikri çıktı. Bu karar
üzerine Alex’e artık maç kadrolarına
alınmayacağı haberi söylendi ve daha
sonra da diğer takım üyelerine artık
yollarına Alex’siz devam edecekleri
söylendi.
Tüm bu olayların Alex De Souza’nın
heykelinin dikilmesinden günler sonra
yaşanması ise merak uyandırdı. Her şey
bir yana, ben fanatik bir Galatasaraylı
olarak Alex’in gidişine, daha doğrusu bu
şekilde gidişine, üzüldüm. Her ne kadar
ezeli rakibimiz önemli bir oyuncusunu
kaybettiği için güç bakımından
zayıflamış olsa da insan üzülmeden
duramıyor. Fenerbahçe’de yıllarını
geçirmiş ve nice rekorlar kırmış birinin
böyle bir dalavere içinde kulüpten
ayrılmak zorunda bırakılışı üzücü bir
durum. Alex, Fenerbahçe’den bir rekoru
kıramadan gitti: Aykut Kocaman’ın
140 gollük rekoru. Alex 136 golle onu
takip ederken, bir anda tüm bu olaylar
arasında gidişiyle iddiaların doğru
olabileceğini de kanıtladı aslında. Belki
de gerçekten Aykut Kocaman Alex’i
kıskanıyordu, Alex’in kırdığı rekorlar
listesine kendisinin tuttuğu bir rekorun
girmesini görmek istemedi. Belki de
gerçek bizim bildiğimizden çok daha
farklı. Destekleyici neden ne olursa
olsun, bence Fenerbahçe camiasında
bu kadar önem taşıyan, efsane
haline gelen ve heykeli dikilen birinin
takımdan curcunayla gönderilmesi
Bu söylentilerin doğru veya yanlış
olması şu noktadan sonra bir anlam
ifade etmiyor; çünkü olan oldu ve giden
gitti. Sonunda bu durumdan etkilenen
Türkiye’deki futbol âşıkları oldu ve Türk
futbolu önemli bir oyuncuyu kaybetti.
Alex De Souza Türkiye Futbol Tarihinde
iz bıraktı ve gitti.
Alex de Souza Heykeli
etik değil. Sonunda zarar gören kulüp
başkanının ve teknik direktörün
Merhaba Robert Kolej ahalisi,
Elektronik cihazların ve teknolojinin dünyanın bir numaralı aracı olduğu şu bilgisayar çağında, Köprü’nün tasarım editörleri
olarak sizlerin yardımını ve desteğini bekliyoruz. İçinde herkes için bir şeyler bulundaran bu gazetenin tasarımını yaparken bizlere
yardımcı olmak isteyen ve az çok bilgisayarlardan anlayan arkadaşlarımızı arıyoruz. Eğer bu heyecanlı deneyimin parçası olmak
isterseniz, bizlere [email protected], [email protected] veya [email protected] adreslerinden ulaşabilirsiniz.
Teşekkürler,
Sinan Hiçdönmez, Umutcan Gölbaşı, Atakan Baltacı
Kasım 2012
Köprü
30
HABERLER
Bir ‘Ben’ Var, ‘Şimdiki Ben’den Eski...
Elektronik kitaplar ne zaman türedi de
biz sanal kütüphaneler oluşturur olduk
‘Kindle’larımızda? Facebook daha dün
çıkmamış mıydı da biz ona şimdi burun
kıvırıyoruz? Ipad ilk kez ne zaman
görücüye çıktı da Ipad çılgınlığı bu
kadar arttı? Bu kadar bağımlılık yapan
bu uygulamalar ne zaman türedi?
1-2 senede nereden nereye geldik
hiç düşündünüz mü? Eskiden kuşak
farkı 20 sene ile ifade edilirken şimdi
bakıyorsunuz sizden 3-4 yaş küçük biri
bile bambaşka bir düşünce yapısına
sahip. Kavramların anlamları birbirine
karıştı, her şey arap saçına döndü.
Hele bir Twitter -şu 3 saniyede seni
dünyaya bağlayan mikro-blog- çıktı ki
mertlik bozuldu. Sahte hesaplar türedi,
yazarlara beğenilerini sunanlar olduğu
kadar tehdit yağdıranlar oldu. Politik
görüş bildirmek eskiden en büyük tabu
iken şimdi her şey açık açık twitterda
ilan ediliyor.
Twitter sayesinde, hayvan hakları yasası
çıkarılacak. Hayvan hakları için Twitter
aracılığıyla tek yürek oldu insanlar,
‘hashtagler’ açıldı. Konferanslar, haber
programları, televizyon dizileri bile
Twitter üzerinden yürür oldu. ‘Sallandık
galiba, deprem mi oldu?’ dediğin
anda Twitter’ı açıp ‘deprem’ kelimesini
tuşlaman yeterli artık. Başkan Obama
bile bir tweet uzağında...
Foursquare Check-in’leri çıktı,gizlilik
kalmadı. ‘Buradayım’, ‘Şunu yiyorum’,
‘Bunu içiyorum’lar türedi. Bir nevi dijital
günlük diyebiliriz Foursquare’e. Geçen
cumartesi ne yapmıştın mesela? Ya da
10 km çevrende ‘baklava’ almak için
nereye gidebilirsin? Sorman yeterli.
Hele bir Instagram çıktı ki hayatımızı
fotoromana çevirdik. Eskiden önümüze
bir dilim kek geldi mi hevesle
yerdik. Şimdi öyle mi? Önce sanat
yapılacak, ortam düzenlenecek, tabak
evrilip çevrilecek. Nasıl bir fotoğraf
çekeceğimize karar verdikten sonra
Hudson mı yapalım yoksa X-pro mu?
En iyisi Sepia olsun. Bu cümleleri sıkça
kurmaya başladık. Yeni kelimeler,
jargonlar girdi hayatımıza: ‘beni follow
ediyor musun?’, ‘friend me’ gibi. Bu da
yetmedi, nurtopu gibi bir Pinterest’imiz
oldu. Bir sanal pano var, onu pin’le
bunu pin’le bitmiyor. Girdikten sonra
çıkamayacağım diye ödüm kopuyor.
Sonra Tumbler’ımız oldu. 9gag’imiz
geldi, hoşgeldi. Google Plus’ımız çıktı.
Bu da yetmedi, Linkedin geldi. Stumbleupon desen bir girdin mi yarım saat
çıkamadığın zamanlar oluyor.
Sosyal medya serseri mayın gibi yağdı
da yağdı üzerimize.
Üye olsan bir türlü, olmasan bir türlü.
Eskiden ne çok severdim açık havada
saatlerce yürümeyi, kendimle baş başa
kalabildiğim o güzel anları. Şimdi bütün
dünyam, sorunlarım; bir avuç içi kadar
Iphone’umun içinde.
Tüm bunlar derslere ve okul hayatına
da yansıdı. Eskiden talebe denilirdi,
şimdi ‘Igeneration’, ‘GenNext’ gibi
kelimeler kullanılmaya başlandı. 21.
Yüzyıl öğretmeni yaftasını da yemedik
değil. Hayatımıza elektronik dersler,
Moodle’lar, Haiku’lar girdi. Her şey daha
mı kolay? Evet. Peki daha mı hızlı? Evet.
Ama o defter, kitap kokusunu hiçbir
şeye değişemediğim de yadsınamaz
bir gerçek. Öğrencilere “Not tutun.”
dediğimde hemen ellerine tablet
bilgisayarlarını alıyorlar artık. Ben de
kendi küçüklüğümü, ilkokul yıllarımı
düşündüm bu süreçte. Her eylül büyük
bir hevesle gidip aldığımız o mis
kokulu defterler, kalemler, silgiler geldi
aklıma... Defter kabı seçmek bizim
için büyük bir olaydı mesela.. Kalpli
olsun, renkli olsun, kalın olsun çabuk
yırtılmasın. Annem her eylülde cicili
bicili kapları önüne alır, defterlerimi
büyük bir özenle kaplardı. Ben de yanına
geçer, elimi çenemin altına yaslayıp
seyrederdim kitaplarımın kaplanmasını.
Bir de düşünürdüm: “benim de artık
kitap kaplamayı öğrenmem lazım,
yoksa ileride çocuğum olduğunda nasıl
kaplarım onun defterlerini...”
O zamanlarda en büyük endişem
buymuş.
İngilizce
derslerine
başladığımızda
bizi
‘Redhouse’
sözlükle tanıştırmalarını hatırlıyorum.
Sonra sırasıyla ‘Oxford’, ‘‘Macmillan’
sözlükleri türemişti. Her biri 5’er kilo
ağırlığındaydı. Bir roman okurken
bir cümlede 3 tane anlamadığın
kelime çıkardı. İlk baktığını anlamaz,
ikinciye bakar, sonra birinciye geri
döner, anlam bütünlüğü için üçüncüye
bakardın. Zaten kitabın bütün cazibesi
o an yok olur ve kelimeler arasında
boğulup kalırdın. Tarih ve Türkçe
ödevleri vardı mesela. Öğretmen “Git
Abdülhak Hamit Tarhan’ın eserlerini
araştır, gel!” derdi. Tek kaynağımız
Köprü
hepimizin evinde bulunan ‘‘Ana
Britanica’ ansiklopedileriydi. Bir hayli
yer kaplayan bu ansiklopediler tek
dostumuzdu. Bazen de üzerine inipçıkıp step tahtası görevini görürdü ‘Ana
Britanica’larımız. İnternetin hayatımıza
girmesiyle bu ansiklopedilerin bir
kısmı doğuya sürüldü, bir kısmı da köy
okullarının sobalarında yakacak oldu.
Asıl garip olan da ne biliyor musunuz?
“Biz şanslıyız, çünkü bakacak
kaynaklarımız var; bizden önceki
dönemlerde bu da yoktu.” diyip
kendimizi avuturduk. Gece boyunca
ansiklopedide yazılı olan gerekli
gereksiz bütün bilgileri el yazısı ile
kağıtlarıma geçirdiğimi hatırlıyorum.
Ezberci eğitimden ne çektik ama...
‘Şimdiki öğrencilerime bakıyorum’ gibi
bir cümle kuramıyorum bile; çünkü
onlar zaten Iphone’lu bir dünyaya
doğdular. Sonra kendime bakıyorum,
‘O zamanki ben’ ile ‘şimdiki ben’i
karşılaştırıyorum.
Elimde Ipad gibi mucizevi bir alet var.
Kitaplarını ona yüklüyorsun, kelimeye
parmağının ucu ile dokunup 1 saniye
içerisinde anlamını öğreniyorsun,
altını çizip notlar alabiliyorsun.
Internet desen parmağının ucunda...
Bilinmedik yazar, duyulmadık ülke
kalmadı. Google’a yazdığın anda önüne
seriliveriyor bilgiler.
Teknoloji daha da ileri gitti. Iphone
4S ile birlikte ‘Siri’ geldi, hoş geldi. Siri
senin iphone’unun içindeki sekreterin.
‘”Ne haber Siri?” ile başlayan “Benimle
evlenirmisin?”e kadar giden saçma
sohbetleri bir kenara bırakacak olursak
Siri’ye ‘bana otel bul’, ‘kırtasiye bul’,
‘acıktım’, ‘sıkıldım’ gibi cümleler kurman
yeterli. Seninle en az annen kadar
ilgileniyor, konuşuyor, tavsiyelerde
bulunuyor. Siri’nin yaptıkları bununla
da kalmıyor, konuştuklarını yazılı
metne çeviriyor. İşte insan beyninin
mucizeleri...
Düşünüyorum da... İnternet ilk
çıktığında
‘dial-up’
internetten
bağlanırdık, ev telefonu meşgul
çıkardı. Arayanlar ulaşamaz, delirirdi
telefon başında. İlk sosyal paylaşım
sitelerinden biri olan ‘Yonja’ya sadece 5
resim yükleyebilirdin.
Hotmail’in Messenger özelliği çıktığı
zaman çok mutlu olmuştuk. Saatlerce
dostlarımızla konuşurduk MSN’de.
Şimdiki WhatsApp mesajlaşma
uygulaması gibiydi. O günlerde biri
Kasım 2012
İrem
Uzunhasanoğulları
bana ‘telefonunu şarkıya doğru tut, sana
şarkının adını söyleyecek’ deseydi, böyle
bir hikâyenin Star Wars’ta geçtiğini
sanırdım. Ya da ‘Youtube denilen
bir sitede eve yeni aldığın bir kahve
makinesini nasıl çalıştırabileceğini,
evde nasıl cheesecake yapabileceğini
gösteren videolar var’ deseler
inanmazdım. New York’a gitmeden
şehir haritasını cebime indirmem,
kamerayla dünyada adım atılmadık
sokak bırakmamam da eskiden
olabileceğine olanak vermediğim
şeylerden bazıları.
Eskiden tatile gittiğinde ya da
bir toplantı sırasında bir insanla
tanıştığında onun telefonunu alır, sonra
bir daha aramaz ve o kişiyi unuturdun.
Şimdi öyle mi? Facebook varken
mümkün mü hayatından insanları
çıkarıp atmak? Hayatına giren kişi
hayatında kalıyor. Artık daha sosyal,
daha güçlü ve daha bilgiliyiz.
Kitaplarımın kaplanmasını seyrettiğim
günden bu yana tüm sosyal
yaklaşımlarım, hayatım değişti. Hayır
asosyal değil, aksine daha sosyal olduk.
Hepimiz değiştik.
Teknoloji ile haşır neşir oldukça sınıfta
da daha iyi ilerliyor dersler. Öğrencilerle
frekansı tutturuyorsun böylece. Oysa
oturup anlatsam onlara benim annem
defterlerimi kaplardı diye acaba anlarlar
mı? Bir kaset ve bir kalem resmi koysam
yan yana, aralarındaki bağlantıyı
sorsam bulabilirler mı? Bulsalar da ne
fark eder ki?
Günü yakalamaya bakalım biz iyisi
mi? Üzerimize bir yağmur gibi yağan
teknolojinin esiri olmak yerine onu
kendimize esir etmeye bakalım.
TEKNOLOJİ
31
Senin Uygulaman Hangisi?
İcat edildiği 1973 yılında, bir kilogram
ve yirmi iki santimetre uzunluğunda
olan cep telefonları, yaklaşık kırk yıllık
bir süreç içerisinde inanılması güç bir
değişime ve gelişime uğramıştır. İlk
telefonla otuz dakikalık bir görüşme
yapmak için bataryasını on saat boyunca
şarj etmemiz gerektiğini düşününce bu
gelişmeye inanabilirsiniz. O zamandan
bugüne, telefonlar hafifleşmiş, incelmiş
ve hatta yirmi yıl önce bir telefonun
sahip olmasına olanak vermediğimiz
özelliklerle donanmıştır. Bu özelliklere
telefonlarımızdaki uygulamalar sayesinde
erişiriz. İnternet aracılığıyla uygulama
mağazalarından, bedava ya da paralı
olarak, indirebileceğimiz bu uygulamalar,
hayatımızı oldukça kolaylaştırmıştır. Belki
bir arkadaş tavsiyesiyle, belki de bir amaç
uğruna çeşitli uygulamalar indiririz. Hiç
kuşkusuz, hepimizin değişik alanlarda en
sevdiği ve en çok kullandığı uygulamalar
olmuştur. İşte Robert Koleji öğrencileri
içinde yaptığımız bir anketle en çok
sevilen ve kullanılan on uygulamayı
bulduk:
En çok kullanılan on
uygulamanın
kendi
aralarındaki
oranlarına göre oluşturulmuş bu grafiği
göz önüne alırsak, cep telefonlarının
temel amacı olan iletişim, indirilebilir
uygulamalar içinde de liderliğini
koruyor.
Günümüzde,
internete
neredeyse her yerden ulaşabildiğimiz
için çoğu uygulamalar gibi iletişim
odaklı uygulamalar da internet bazlı.
Sosyal medyayı da kapsayan bu iletişim
kategorisi, hem dünya genelinde hem
de Robert Kolej’de tüm uygulamalar
arasında çok büyük payı elinde tutuyor.
Bu uygulamaların başında, eskiden
sadece bilgisayarlardan girebildiğimiz,
ancak artık cep telefonlarına da taşınan
Facebook ve Twitter geliyor. Ayrıca,
hızla küreselleşen bir toplumda yaşayan
bizlerin ihtiyaç duyduğu iletişim ihtiyacını
karşılama da beş yıl önce de aynı şekilde
kullanılan normal mesajlaşma ve
konuşma da yetersiz kalıyor. Bu yüzden
artık grup konuşmalarına izin veren ve
yurt dışındaki tanıdıklarımızla kolaylıkla
iletişim kurabilmemizi sağlayan, yine
internet bazlı, uygulamalar tercih ediliyor.
Bu uygulamaların başını da WhatsApp,
Skype, BlackBerry Messenger(BBM) ve
Viber çekiyor.
Hali hazırda telefonlarımızda
bulunan mesaj ve telefon servisleri
yerine yeni uygulamalar indirirken,
aynısını kameralara da yapmazsak
olmaz. Bu kamera uygulamalarından en
bilineni ve en çok kullanılanı şüphesiz ki
Instagram’dır. Instagram bazı insanların
tepkisini alırken diğerleri Instagram’ı
sevmiş ve benimsemişlerdir. Herkesin
sevmek ya da sevmemek için oldukça
farklı nedenleri olabilir; ancak bu durum
bahsedilen uygulamanın çok kullanıldığı
gerçeğini değiştiremez. Instagram tek bir
fotoğrafa değişik filtreler ekleyebilirken,
daha değişik özelliklere sahip olan
CamWow’un ve birden fazla fotoğrafı
durmaksızın çekmeye olanak sağlayan
Popbooth’un da kullanıcı kitlesi geniştir.
Hızla
küreselleşen
bir
toplumda yaşadığımızdan bahsetmiştim.
Böyle bir toplumda yaşarken ve birden
fazla dil öğrenirken en çok ihtiyacımız
olan uygulamalardan biri de sözlüklerdir.
Eskiden bir kelimeyi bulmak için
sayfaların
arasında
kaybolmamız
gerekirken, artık o kelimeyi yazmamız
ve bir tuşa basmamız yeterli oluyor. O bir
tuşa basmamız ile çok kısa bir bekleme
süresinin ardından aradığımız kelimenin
değişik anlamlarını, hatta cümle içinde
kullanımlarını bile bulabiliyoruz. Bu
dilden dile çeviren sözlükler dışında,
son on yıl içerisinde değişik sözlükler
müzik dinleyebildiğimiz uygulamaların
başında YouTube geliyor ki bunun sebebi
de Türkiye’den ulaşılabilen nadir müzik
uygulamalarından biri olmasıdır. Zaman
zaman bakanlıklar tarafından yasaklanıp
kapatılsa da hepimiz YouTube’u seviyoruz.
Son yıllarda telefonlarımızın en
hızlı gelişen bölümü, büyük bir olasılıkla
oyunlardır. İlk başta Snake gibi görüntü
bakımından basit oyunlar oynarken, artık
çok daha renkli, hareketli ve doğal olarak
daha eğlenceli oyunlar oynuyoruz. Bu
oyunlarda ise liderliği son birkaç yılda
olduğu gibi yine Angry Birds ve serisi
elinde bulunduruyor. Angry Birds’ün
ardından geçen senenin favorilerinden
olan Temple Run ve bana göre Temple
Run’ın biraz daha geliştirilmiş versiyonu
olan Subway Surf geliyor. Tabii ki bu
kategori sadece üç oyunla sınırlı değil,
diğer popüler oyunlar arasında LogosQuiz,
Tap Tap serisi, Plants vs. Zombies,
Pictureka ve Doodle Jump’ı örnek
gösterebiliriz. Ankette dikkat çeken bir
diğer kısım ise, kızların çoğunluğu oyun
oynamayı tercih etmezken, erkeklerin
çoğunluğu telefondan oyun oynamayı
de kuruldu. Bu sözlüklerde bir konu
hakkında hem olumlu hem olumsuz tüm
halkın görüşlerini öğrenebiliyorsunuz.
Ekşi Sözlük, Uludağ Sözlük ve İtü Sözlük
en çok tercih edilen sözlüklerdir. Örneğin
bir konuyu öğrenmemiz gerekiyor; ancak
internette o konu hakkında pek fazla bilgi
yok, o zaman bir sözlükte o konu hakkında
yazılanları okumamız çoğu zaman bize
yeterli bilgiyi sunacaktır.
Müzik, dünyadaki birçok
düşünüre göre insanı tamamlayan
unsurların başında gelir. Bunu içgüdüsel
olarak bilen insanlar, yani biz, müziği
hayatımıza yakın tutmaya çalışırız.
Eskiden bunu walkman’ler ile yaparken,
artık ya direk cihazlarımıza yüklüyoruz
ya da indirdiğimiz uygulamalar sayesinde
dinleyebiliyoruz. Anket sonuçlarına göre
seviyor. Bu da bilgisayarlardan telefonlara
geçen bir alışkanlık olsa gerek.
İlk 10 uygulama dışında
da Robert Kolej öğrencileri tarafından
kullanılan uygulamalar var, bu
uygulamaların başında iBooks ve
Newsstand geliyor. Ayrıca, bazı
öğrenciler BBC gibi haber kanallarını
da telefonlarından takip ettiklerini
belirttiler. Bu durum, Robert Kolej
öğrencilerinin derslerinin yanı sıra,
dünya gündemi’ni de takip ettiklerini
açıkça ortaya koymaktadır. Öğrenciler,
okul e-postalarının yanı sıra gmail
uygulaması ile diğer e-posta adreslerini
de kontrol edebiliyorlar. Google’ın diğer
uygulamaları olan Google Maps ve Google
Chrome da çoğu kişi tarafından Apple
Maps ya da Safari yerine tercih ediliyor.
Kasım 2012
Köprü
Mert Düşünceli
Çok kullanılmayan, ancak
çok yararlı olduğunu düşündüğüm
iki uygulamayı da sizlerle paylaşmak
istiyorum. Birincisi, “Nerde Bu Otobüs?”
adlı uygulama, bu uygulama IETT için
geliştirilmekte olup birçok bilgiyi bize
sunmaktadır. Bana göre bu bilgiler
içinde en önemlisi, belirlediğimiz durağa
belirlediğimiz otobüsün gelmesine kaç
dakika kaldığını gösteren kısımdır. Bu
kısım bizi, özellikle trafiğin kalabalık
olduğu saatlerde zaman kaybından
kurtarabilir. Önereceğim ikinci uygulama
ise Swackett, bu uygulama sabah,
akşam ve ertesi gün olmak üzere üç
farklı hava durumunu oldukça basit bir
biçimde bizlere sunuyor. Nem, rüzgâr
ve diğer etkenler yüzünden değişikliğe
uğrayan hava sıcaklığını da hissedilen
sıcaklık adı altında öğrenebiliyoruz.
Bu uygulamayı diğer hava
durumu uygulamalarından
ayıran özellik ise bize
farklı durumlarda neler
giyebileceğimizi
öneriyor
olması. Ayrıca, yeni yerleri
kolaylıkla ekleyebilme özelliği
de uygulamayı geliştiriyor;
ancak uygulamanın en iyi yanı
hava tahmininin her zaman
doğru çıkıyor olması.
Telefon
icat
edildiği zaman, yarım
saatten uzun bir telefon
görüşmesi yapmak bile bir
hayal olarak görülürken,
günümüzde o işten kat kat
daha karmaşıklarını hiç
zorlanmadan yapabilen telefonlara
sahibiz. Bu telefonlara değişik
uygulamalar indiriyoruz, inceliyoruz,
beğenmezsek siliyoruz, sıkılana kadar o
uygulamayı kurcalayıp sıkılınca onu da
siliyoruz. Daha sonra yeni uygulamalara
geçiyoruz. Bu döngü sonsuza kadar
böyle sürecek gibi geliyor. Belki de öyle
olacak, bunu zaman ilerledikçe beraber
göreceğiz. O zamana kadar ise, ellerimizde
bu kadar yetenekli cihazlar varken onları
boşa kullanmak yerine yararlı işler için
kullanalım.
HABERLER
32
Öğrencilerin Telefon Seçimleri
Uzun bir araştırmadan sonra İsviçre
Bilim adamlarıyla beraber okulumuzun
sosyal telefon hattına ulaştık ve birkaç
soruya cevap bulduk. İşte o sorular ve
merak edilen cevapları:
Okulumuzda telefon kullanmayı
bilmeyen ya da kullanmayan
öğrenciler hâlâ var mı?
Okulumuzdaki öğrencilerin çok büyük
bir kısmı telefon kullanıyor, diğer kısmı
ise telefonlarını okulda kullanmamayı
tercih ediyor. Ama genel olarak herkes,
iyi kötü bir telefon kullanıyor.
En çok tercih edilen telefon
markası nedir?
Bu sorunun cevabı genelde yeni bir
telefon çıktığı zaman hemen değişiyor,
ama şu anda telefon liderleri Blackberry,
iPhone ve Samsung gibi gözüküyor.
Özellikle temsilcileri Samsung Galaxy
S II, iPhone 4s(ya da 4) ve Blackberry
Torch’un buna katkısı çok fazla.
Aralık sonuna doğru tercihler nasıl
değişir?
Kasım aralık aylarında Samsung S
III kullanımı artacak gibi gözüküyor
çünkü neredeyse rakipsiz denilebilir.
Olabilecek tek rakip Iphone 5 ve o da
aralık ortasına doğru Türkiye’ye gelecek
ve benim düşünceme göre yeni bir
telefon olduğu için bir sürü hatayla
beraber gelecek. Peki, bu okuldaki
iPhone kullanımını etkileyecek mi,
tabii ki de hayır. İsterse Apple iPhone
5’i iPhone 4S le aynı yapsın (ki zaten
farklı olduğunu söylemek şu an çok zor)
iPhone’ un bir kitlesi var. iPhone, 1998
model telsiz telefonlardan yapsa bile
yok satar. Sebebi çok basit, kuzu (ya da
diğer adıyla öğrenci) psikolojisi.
Bize göre hangi telefon en iyisi?
farklarını incelerken telefonları
karıştırmışım, cebime atmışım,
neredeyse hırsız oluyordum. O kadar
az yani farkları. Teknolojik dilde bolca
özelliği arttırılmış olabilir de ana özellik
olarak bir tek boyu uzamış. Boyu için
telefon alacaksanız zaten kesinlikle
Samsung Notte II’yi alın. Neredeyse
iki katı (6 inç). Elinize sığar mı bilmem
ama. Bir yandan da hiçbir yeni çalışması
olmamasına rağmen Blackberry’lerde
her zamanki gibi inanılmaz bir yükseliş
içinde. Bunun tabii ki de en önemli
sebebi (hatta tek de olabilir) Blackberry
Messenger. Onun dışında Galaxy S3
ya da iPhone 5 ile ne dokunmatiği
yarışır, ne hızı ne de çözünürlüğü.
Ama mesajlaşmasıyla o kadar önemli
ki Robert öğrencileri için, herkes bir
tane alıyor. Sonrada pişman oluyor
Çok zor bir soru. Bu soruyu cevaplamak ya da olmadığını zannediyor.(Benden
için önce bir iPhone 5’imizin olması söylemesi)
gerekiyordu, biz de (İsviçreli bilim
adamları ve ben) Amerika’ya gittik. Bir aralar Nokia vardı, ne oldu o?
Hemen bir tane inceledik, araştırdık,
soruşturduk. Sonuç mu, 4S imle
Onun sahipleri çok mutlu ya,
Kaan Cemil
Doğusoy
zamanında 3310’dan kazandıkları
paralarla hâlâ en zengin teknoloji
markalarından biri. Bir de makul sayıda
müşterisi var. Yeni telefonlarında
Windows 8 Phone işletim sistemi
olacakmış, ama ne kadar etkili olur
bilinmez.
Başka telefon yok mu, herkes aynı
şeyi mi kullanıyor?
Yok, aslında HTC var, Sony Ericsson
var, LG var, Motorola var, var da
var. Ama kullanan sayısı bir elin
parmağını geçmez. Çok da geçecek
gibi gözükmüyor. iPhone ’un bir
ismi, Samsung’un teknolojik gücü,
Blackberry’nin de mesajlaşma sistemi
olduktan sonra,diğer markaların
bunlara rakip olması pek mümkün
değil.
Adölesan Nostaljisi
En sevdiğim zaman öldürme
aktivitelerinden biri, 90’lar Türkçe
Pop kliplerini açıp saniye saniye
“N’apıyor bu adam?” analizi yapmak,
tasolu, sanal bebekli günleri anmak.
Bunu
büyüklere
söylediğimde
“90’lardan nostalji mi olur, nostalji
dediğin 60’lar, bilemedin 70’lerdir.”
tepkisiyle karşılaşıyorum. Ama bizim
kuşakta “Şöyle bir 10 yıl önce doğmuş
olsaydım!” diyen tek kişi olmadığımı
biliyorum, hissediyorum! Her sayıda
birkaç 90’lar kültünü inceleyeceğim.
Böylece Çelik “Ateşteyim” klibindeki
bandanasıyla, Gençkan klasik gitarla
30 saniye boyunca elektro solo attığı
klibiyle, Serdar Ortaç Mickey Mouse’lu
pantolonuyla, anneler “Büyüyünce de
Yiğit Özgür’ün Karikatürü
giyersin.” diye aldıkları 3 beden büyük
pantolonlarla bize ne mesaj vermeye
çalışıyordu, belki daha iyi anlayabiliriz.
90’lar anlaşılmayı bekleyen bir efsane
adeta. Neyin kafasında olduğunu
anlayamadığımız klipler dolusu insanın
sırrı, bu köşede ele alınacak.
Ruhsar: 90’ların tam ortasında dünyaya
gelmiş bir insan olarak, televizyona dair
en eski anılarım 1998’de yayınlanmaya
başlamış Ruhsar dizisine tekabül ediyor.
Günümüzde hala devam eden birbirinin
kopyası hokuslu pokuslu, abralı
kadabralı dizileri Ruhsar’a borçluyuz.
Ruhsar’ın jeneriği kaç gece kabuslarıma
girdi, haddi hesabı yok. Önce Mazhar’la
Ruhsar’ın tanışması anlatılır, sonra
Ruhsar ölür. Mazhar Ruhsar’ın mezarına
bir gül diker, fakat
toprak gülü içine
çeker ve gül yok
olur. Üstüme iyilik
sağlık. 3 yaşındaki
insana bu yapılır
mı? Ha, hala da
anlamış değilim o
ayrı. Ruhsar alttan
gülü mü çekiyor,
“O artık toprağın
Köprü
altında değil Gözüm (Göğsüm veya
Gönlüm de olabilir, o kadının adını
hiçbir zaman anlayamadım) Abla’nın
yanında, o yüzden bu gülü buraya
dikmenin bir anlamı yok!” mesajı
mı verilmeye çalışılıyor bilmiyorum.
Jenerikteki bir diğer korkunç öge
ise, kuşkusuz, kendi kendine halay
çeken pantolon. Böyle bildiğin içinde
insan olmayan pantolon ayakta,
döktürüyor. Komünist reklam şirketi
yöneticisi, Kanka Müfit, başlarda
normal bir karakter olarak girip
reytingleri artırmak uğruna “aptal
sarışın” klişesine uydurulan nöbetçi
gelin Reyhan, yüzünü görmek nasip
olmasa da her bölüm adı geçen “Ruşen
amcanın oğlu Sedat” diziyi yağmur
yağınca kocasının yanına gelebilen
ölü Ruhsar’dan bile daha gerçeküstü
kılan zamanının ötesinde fantastik
karakterler.
Okayi yamaşita kombamba
kombamba: Evet, yanlış duymadınız,
okayi yamaşita kombamba kombamba
da 90’lar efsanelerinden. Bir şarkı
vardı hatırlarsınız, hatırlamasanız da
sonradan bir şekilde duymuşsunuzdur:
8.15 vapurunda, onu gördüm karşımda.
Kasım 2012
Sıla
Küçükosmanoğlu
Dizlerimi titrettim, aşık oldum galiba...
diye devam eder. “Ah bir baksa uzunları
yaksa” ifadelerini, klipteki egzotik
dansları bile arka planda bırakan bir
giriş bölümü var şarkının. Bir grup kalın
sesli erkek, koro halinde “okayi yamaşita
kombamba kombamba” diye bağırıyor.
Ama NEDEN! Duyanlara caps lock açtıran
bu anlamsız, ince sesle Japoncavari,
kalın okuyunca hiçlik ve “Ben neden
dünyaya geldim?” sorgusundan başka
hiçbir his uyandırmayan bu haykırış, 18
yıl sonra kendinden bahsettiriyor ya, ne
bileyim, öyle işte...
Bir sonraki sayıda görüşmek üzere,
mutlu kalın, esen kalın.
Dip not: Yiğit Özgür’ün Uykusuz’da
bununla ilgili bir karikatürü vardı,
anlatsam komik olmayacak, Google’a
yazın çıkar: “Mikail yomaşita
kombamba”
HABERLER
33
Robert Kolej Öğrenci Kullanma Kılavuzu
Fırından yeni çıkmış, mis gibi tüm
soruları da doğru yapıp tam puanı da
kapmış, kaydını yeni yaptırıp oyunda
daha yeni bölüm atlamış, son model
bir Robert Kolej öğrencisi…. Biliyorum,
garip bir tür, dünya üzerinde onlardan
fazla da yok. Bu dünyanın o yeni parçası
hemen Gould Hall’un kapısında resmini
çektirip, sosyal paylaşım ağlarında her
karesini paylaşmıştır yeni habitatının.
Hangi liseye kayıt yaptırdığını soranlara
da alçak gönüllü gözükmeye çalışan ama
“Tam da bunu sormanı bekliyordum.”
diyen garip bir gülümsemeyle “Robert
Kolej” deyiverir. Daha başına neler
geleceği konusunda en ufak bir fikri bile
yoktur. “Robert Kolej” öğrencisi olmanın
ne olabileceğini hayal eder ve öteye
geçemez. İşte bu aşamada Marsça,
İngilizce, Türkçe, Robertçe ve istediğiniz
başka bir galaksi dili seçenekleriyle
yaratılmış, elektronik “Robert Kolej
Öğrencisi Kullanma Kılavuzu” devreye
girer. Biliyoruz, istisnalar var. Aslında
her insan yavrusu birbirinden farklı
ve genelleme yapmak çok saçma ama
bu da bir gerçek ki insanoğlu her ne
kadar genellemelerden uzak durması
gerektiğini bilse de genellemelerden
elini eteğini çekemez.
Neyse, lafı çok uzattık. Yüz ellinci baskı
“Robert Kolei Öğrencisi Kullanma
Kılavuzu”nun ilk sayfalarını açalım.
Başına ne gelecekleri bilmeyenler
ve başına gelenleri fark etse de “Ne
ara oldu bunlar bana be arkadaş!”
diyenler için bölüm birden yani
“Bir Robert Kolej Öğrencisinin Nasıl
Tanırsınız?” sorusunun cevaplarına
bakalım. Öncelikle dış görünüşten ve
gereksiz, (doğruluk yüzdesi öyle pek
de dudak uçuklatamayan) maddelerle
başlayacağız. Amacımız, okurların
hayal gücünde bu canlıların nasıl
gözüktüklerini şöyle bir yaratıvermek.
Maddeler yazının son noktasına
yaklaştıkça daha da doğruluk yüzdesi
yüksek genellemelere dönüşecek ve
sonda “Eveeet! Doğru!” demenizi
umduğumuz maddeleri paylaşacağız.
Öyleyse madde 1: Robertlilerin ulusal
çantası Eastpak’tir.
Sayın okurlar, Eastpak
çanta mı almak istiyorsunuz. Pamuk
ellerinizi akrepli ceplerinize götürmeye
hazırlanmadan önce Robert Koleji şöyle
bir ziyaret etmenizi öneririz. Her renk
her model Eastpak çantanın sırtta nasıl çoğunlukla erkek olmalarını bu madde
durduğunu kendi gözlerinizle görüp, açıklar.)
Pınarnaz Eren
daha sağlıklı kararlar verebilirsiniz.
“Eastpak’e bak. Çantaya bak çantaya.
Çok mu çok olmuş bunlar!” dedirtecek
derece bir zarafetle Eastpak’ini taşıyan
Kolej öğrencisidir.
öğrenci vardır ya, o Robert Kolej
Bu deneyim anlatılmaz.
öğrencisidir.
Ayrıntılı bilgi için bir Robert Kolej
öğrencisine başvurunuz. Madde 2: Robertliler meyve adı markalı
telefonlar kullanırlar.
Madde 7: Robert Kolej öğrencisi
Dünyaca
ünlü,
doğa
“Robertçe” konuşur.
dostu meyve adı markalı telefonlar http://24.media.tumblr.com/tumblr_ Robert Kolej kılavuzumuz
Türkiye’de ilk Robert Kolej de tanıtılır. mbwnveE3dx1rbcaafo1_500.jpg
gibi çok dillidir. Koridorun her köşesinde
Eastpak’inden meyve markalı bir çanta
farklı dillerde konuşmalar yaşanır.
çıkartıp okul iletilerini kontrol eden bir
Ulusal saatini koridorlardaki koca beyaz
öğrenci fak ettiyseniz, o öğrenci Robert Madde 4: Işınlanabilen öğrenci Robert saatlere göre ayarlayan Robert Kolej
Kolej öğrencisidir. Hele ki meyve adı Kolej öğrencisidir.
halkı, dilde çokluğun yaratabileceği
markalı telefonunu kulağına yaklaştırıp Robert Kolej de öğrenciler, hızla değişen sorunları
Robertçeyi
yaratarak
da “Mr. … var ya, tekrar kağıdını ödev dünyanın hızına ayak uydurabilen çözmüştür. Bu dilde hesap makinesi “TI”
vermişti, ödevimi yaparım check etmez, bireyler olarak yetiştirilirler. 5 dakikada demektir. Küfürler “F” ile başlar. “Bıktım,
bugün check edeceği tuttu. “ diyerek tamamlanması gereken zorunlu kaçacağım buralardan. Into the wild,
sayıklayan bir öğrenci görüyorsanız göçlerini başlatan zili duyarlar. Önce yani” gibi deyimler vardır. Birilerine fazla
Robert Kolej öğrencisidir. Muhtemelen bir dolaplarına uğrarlar, kantine gidip miktarda not gönderenlere “Stargirl”,
telefonun diğer ucunda da başka bir abur cubur yerler. “Daha 3 dakika insanları “phony” bulanlara “Holden”
Robertli vardır.( “Robertçe” hakkında var ya, dur muhabbet ediyorduk denir. “Çok nice olmuş bu, akars.” , “Ne
daha fazla bilgi için bakınız: bölümün işte.” diyerek aralarında konuşmaya gereksizdi bu, to kill a mockingbird
sonları.)
başlarlar. Daha önce de bahsettiğimiz olmuş artık.” “Obaa, Robert stayla!”
Robert dilinde hızlı hızlı bir şeyler “Homeroomda sleep mode” “CIP saatin
anlatırlar birbirlerine ve 5 dakikanın kaç?”gibi deyimlerin daha ayrıntılı
bitmesine 1 dakika kala gözden açıklamaları için Köprü Yayınlarının
kaybolurlar. Sınıfa ışınlanmışlardır “Altın Robertçe Sözlüğü”nü “dowload”
bile.
edebilirsiniz. Çok “nice” olur!
Madde 5: Öğle arası sıraya kaynayan
ya da ödev yapan öğrenci Robert
Kolej öğrencisidir.
Robert Kolej’in genişletilmiş
iç hacminde her öğrenci tam taze
ve dalından yeni kopartılmış gibi
http://cdn.hypebeast.com/imkalmalıdır. Taştan binalar ısı geçirmez
age/2008/10/eastpak-check-backpack-1.jpg
ve bu sebeple öğrenciler uzun ömürlü
olur. Yeni “Aralıksız Ödev” teknoloji ile
Madde 3: Kış mevsiminde 4x4 yol uyuyup mayışmaları da önlenir. Bu yeni
tutuşlu Hunter çizmeler giyen öğrenci teknoloji ile öğrencilerin tüm günleri
Robert Kolejlidir.
yapılacak ödevlerle ve çalışılacak
Coğrafya Dünya gezegeninde sınavlarla ve zaman ayırılacak sosyal
üzerinde çalışılan bir bilim ve bu bilimle aktivitelerle doldurur. Öğrenciler öğle
uğraşanlarında bildikleri gibi doğa ve araları bile sıra bekleyerek zaman
insanoğlu sürekli bir etkileşim içindedir. kaybetmeye dayanamazlar ve böylece
Robert Kolej yerleşkesi yokuşludur, ya sıraya kaynarlar ya da önce gidip
karda, kışta okul kapısını bulamazsınız ödevlerini bitirip sonra boğazlarından
eğer önlemini almazsanız. Robert Kolej sıcak lokmalar geçmesine izin verirler.
öğrencileri de karda kışta, tam yol tutuşu
için Hunter çizmelerden vazgeçemezler. Madde 6: Okuldaki köprülere rağmen
(Bu çizmeleri kullananlar çoğunlukla kız İstanbul trafiğini cebinden çıkaran bir
öğrencilerdir. Öğretmenler asansörünü trafikte hayatta kalabilen ve gideceği
meşgul eden kırık bacaklı öğrencilerin yere yetişebilen insan evladı Robert
Kasım 2012
Köprü
Bölümümüzün sonuna gelmişken
belirtelim: Her ne kadar Türkçe
zümresinin derslerde öğrencilere
aktarmak istediği “Türkçeyi koruma”
bilincinin önemi tüm bireyler tarafından
kabul edilse de şu da inkar edilemez
ki o güzelim yerleşkenin çok hücreli
ve düşünebilen, çantalarıyla ışınlanan
canlılarının kendilerine özgü bir
kültürleri var. Bulundukları ortama
adapte oldular ve sonunda “Wopppa
Robert Stayla” yaratıldı diyelim öyleyse.
http://www.fadonet.net/wp-content/
uploads/2010/09/iphone-4.jpg
34
HABERLER
İkizler Hakkında Yanlış Bildikleriniz ve Bilmedikleriniz
Öncelikle şunu söylemeliyiz ki,
yazımızın konusu hakkında çok kez
karar değişikliğine gittik. İkimizin de
ayrı ayrı fikirleri vardı ancak bir türlü bir
konuda uzlaşamadık. Birkaç kişiden fikir
aldıktan sonra Sıla Küçükosmanoğlu
sayesinde en eğlenceli ve değişik konuyu
bulduk: ikizler hakkında yanlış bilinenler
ve bilinmeyen gerçekler. Günümüzün en
zor işlerinden biri olan ikiz olmayı bugün
çok fazla insanın yaptığını göremiyoruz.
Herkese göre bir iş değil. Sadece seçilmiş
olanlar ikiz olabilir. Tabii ikiz olmadığınız
için kendinizi kötü hissetmenizi de
istemeyiz. Sadece arkanıza yaslanın
ve aklınızın ucundan geçmeyecek
gerçekleri öğrenmeye hazırlanın.
İkizleri yan yana görünce herkesin
aklına ilk gelen soru, birine fiziksel
bir kuvvet uygulandığında diğerinin
de bunu hissedip hissetmeyeceğidir
(‘Gora’ filminde olduğu gibi). Tabii
ki aramızda kuvvetli bir bağ olduğu
doğrudur ama bu illa da fiziksel
olmak zorunda değil. Hatta tam
tersine psikolojik bir bağ olması daha
mümkün. Aslında düşünüyoruz da…
İkizinin hissettiklerini hissedebilmek
de çok mümkün değil gibi. Belki de
düşündüğümüz kadar özel değilizdir.
Şaka yapıyoruz, tabii ki özeliz. Evet,
konumuza dönersek, bir başka
merak edilen konuysa telepati. İkiz
telepatisi var mı? Bu sorunun cevabı
telepatiyi nasıl ele aldığınıza göre
değişir. İngiliz bilim adamı Francis
Galton*’a göre ikiz telepatisi kesinlikle
vardır. O; telepatiyi aynı sorulara
aynı cevapları vermek, aynı tepkilere
sahip olmak ya da aynı anda aynı
şarkıyı söylemek gibi davranışlarla ele
almıştır. Francis Galton’ın telepatiyi ele
alışına göre telepati vardır diyebilirim.
Küçüklüğümüzden beri sorulan sorulara
aynı cevabı ya da şaşırdığımız bir olaya
aynı tepkiler verdiğimiz zamanlar çok
oldu. Bir keresinde, sinemadayken filmi
izlediğimiz sırada bir dövüş sahnesinde
aynı anda birbirimize bakıp aynı şeyi
söyleyip gülmüştük. Zaten bu her
beraber filme gittiğimizde başımıza
gelen bir şey. Çoğu kişi birbirimizden
uzak olduğumuzda birimiz üzgün
olduğunda diğerimizin bunu hissedip
hissedemediğini soruyor. Üzülerek
söylüyorum: Böyle bir şey hiç olmadı.
Bunu merak edip ben de bu konuda
küçük bir araştırma yaptım. Dr. Glay
Playfair**’in araştırmasına göre tek
yumurta ikizlerinin %30’unda telepatik
bağ gözlenmiş. Bugüne kadar tam bir
telepati anını yakalayamadık ama artık
ileriye bakacağız, elbet bir gün bize de
böyle telepatik bir bağ görmek nasip
olur…
Hiç ailecek yemek yiyorken annenize
ya da babanıza ‘Peçete ver.’ demek
yerine ‘ıııh’ sesiyle birlikte elinizle
peçeteyi işaret ettiğiniz oldu mu? İşte
biz de böyle küçükken sadece bizim
anlayabildiğimiz yansıma sesler, tek
tük kelimeler ve el-kol hareketlerinin
olduğu bir dil geliştirmişiz. Annemin
söylediğine göre konuşmayı sökmeden
hep bu dili kullanıyormuşuz. Bu
konuda pedagog Güzide Soyak’ın
yaptığı araştırmaya göre gerçekten
de ikizler genellikle kendi aralarında
bir dil geliştirip uzunca bir süre bu dili
kullanıyorlarmış; hatta bu nedenle
çoğu ikizler normal çocuklara göre geç
konuşuyormuş.*** Gerçi, bizde böyle
bir şey yaşanmadı.
Şimdi ise değinmek istediğimiz konu
ezelden beri süregelen ve ikizleri “ikiz”
yapan şeyin ne olduğu tartışması. Bu
soruyu cevaplarken genelde çirkin YGS
soruları gibi iki şık arasında kalınıyor:
“yaradılış ve çevresel etmenler”. Bazı
bilim insanları için bu basite indirgenmiş
bir DNA benzerliği sonucu iken,
diğerleri işin içine çevresel koşulları da
katar. Bu iki tip bilim adamını kendi
hayatımıza uyarlamak gerekirse
ilk tipi bizi yakından tanımayan ve
sadece merhabalaştığımız insanlara
benzetebiliriz.
Zamanında
bizi
gördüğünde “Bunlar aynı ya…” ya
da “iki tane aynısından işte” diyen bu
kişilerin sayısı yadsınacak gibi değildir.
Öbür taraftan bizimle sürekli iletişim
halinde olan ve birçok özelliğimizi
kavramış olan arkadaşlarımız arasından
“kesinlikle çok farklılar” ve “gülüşleri
hatta bakışları dahi farklı” diyen
arkadaşlarımızın sayısı da oldukça
fazladır. Bu konuda hangi yaklaşım
daha doğrudur gibi bir kıyaslama
yapmak gerekirse, bilim dünyası, bizim
arkadaş seçimlerimizde bizi daha iyi
tanıyan arkadaşlarımızı yeğlediğimiz
gibi, çevresel koşulları ikizlerin
gelişimine dahil eden bilim adamlarının
yaklaşımını daha rasyonalist ve gerçeğe
Köprü
yakın bulmaktadır. Fakat okuyucunun
bizim tek bir görüşü savunup
genelleme yaptığımızı düşünmemesi
için size bundan yaklaşık otuz dört yıl
önce gerçekleşmiş bir buluşmadan
bahsetmek istiyoruz. Ancak bu
buluşma öyle sıradan bir buluşma
değil, tam tamına otuz dokuz yıl sonra
doğuştan ayrılmış olan Jim Lewis ve Jim
Springer ikizlerinin ilk buluşması. Her
ne kadar başta birbirlerini yadırgasalar
da kısa zamanda birçok ortak
özelliklerinin olduğunu fark ediyorlar.
Aslında ikisinin de çocuklarının adı
James Allan, ikinci defa evlendikleri
eşlerinin adları Linda, dahası iki
ikizin de Florida körfezi sahilinde tatil
yapması ortak özelliklerinden bazıları..
Evlat edinilmeleri sonucu iki farklı
koşulda yetişmiş birbirinden farklı
ikizler aslında temel olarak aynı hayatı
yaşamış.[1]
Öbür taraftan biz de dahil olmak
üzere daha pek çok ikiz tam olarak
aynı koşullarda yetişmesine rağmen
çok farklı özelliklere ve ilgi alanlarına
sahip oluyor. Mesela ben daha çok
sporla ilgiliyken, Beste daha çok sanat
derslerinden zevk alır ve hareket
etmeyi benim kadar sevmez. Her ne
kadar biz de aynı yumurtadan iki farklı
birey olarak gelişmiş olsak da çok farklı
iki kişiliğe sahibiz. 2005’te Alabama
Üniversitesi tarafından ikiz genomu
üzerine yapılan araştırmalar da
çevresel etmenlerin aslında önceden
gelen bir genetik temel üzerine
kurulduğunu kanıtlıyor. On dokuz çift
ikiz üzerinde yapılan çalışmalara göre
ikiz gruplarından alınan örneklerde gen
dizilişleri aynıdır, fakat bazı dizilişlerde
genler eksikken, bazılarında fazladan
gen grupların rastlanmıştır. [2] Bu
araştırma da sanırım nasıl bu kadar
farklı ve eşsiz yeteneklerimiz olduğunu
size açıklamaya yeter.
Sonuç olarak görüyoruz
ki ikiz olarak yaratılmak, kendisiyle
birlikte çok büyük sorumluluklar
ve baskı getiriyor. Örneğin ikizinin
ismi söylendiğinde kendini sürekli
“belki bana hitap ediliyordur” diye
düşünerek bakmaya alıştırırsan, bir
zaman geliyor bu yaratılan paradoksun
daha da büyümesine neden oluyor ve
çevrenizdekiler sizi onları kandırmakla
suçluyor. Yani kısacası aynı anda
Kasım 2012
Gözde Şentürk
Beste Şentürk
hem adı karıştırılan mağdur hem
de insanların kafasını karıştıran kişi
olmayı başarıyorsunuz. En iyisi bu
konuyu düşünerek hiç yorulmayın,
sadece nerede bir ikiz görürseniz onu
anlayacağınıza, koruyup kollayacağınıza
dair izci sözü verin. Bu yeterli olacaktır.
Kaynakça:
*F. Galton, “The History of Twins as a
Criterion of the Relative Powers of
Nature and Nurture,” Journal of the
Anthropological Institute of Great
Britain and Ireland 5 (1876), pp.
391–406.
** Powell, Diane H. “Twin Telepathy and
the IllusionSeparation.” Media Noetic.
N.p., n.d. Web. 2 Oct. 2012. <http://
media.noetic.org/uploads/files/S22_
POWELL_TwinTelepathy_l-r.pdf>.
***Soyak, Güzide. “İkiz Bebeklerle
İlgili Merak Edilenler.” Ikiz Bebeklerle
Ilgili Merak Edilenler. Sağlıklı Hayat,
n.d. Web. 13 Oct. 2012. <http://www.
sagliklihayat.net/bebek-bakimi/
ikiz-bebeklerle-ilgili-merak-edilenler.
html>.
[1]
Choi, Charles Q. “Identical
Twins’ DNA Varies.” LiveScience.com.
N.p., n.d. Web. 17 Oct. 2012. <http://
www.livescience.com/4833-identicaltwins-dna-varies.html>.
[2] TWINsource. “Twins
Separated at Birth.” Longwood Home
Page. N.p., n.d. Web. 16 Oct. 2012.
<http://www.longwood.k12.ny.us/lhs/
science/mos/twins/jimtwins.html>.
LAPTOP
DOSYASI
35
Boynu Bükük Defterler ve Laptop
Şu 10 yıllık okul hayatımın en heyecanlı
zamanları hep o kitap, defter, kırtasiye
alışverişi oldu. Siz bana “Haydi gel
Kabalcı’ya gidiyoruz” diyin, benim içeri
girip bir öğrencinin üç yıllık ihtiyacını
karşılayacak malzemelerle dolu poşetlerle
çıkmam yarım saatimi alır. Hala da bu
konuda biraz hassasım, notların defterde
kalması gerektiğine inanırım, her dersten
önce bugün hangi renkle başlık atsam diye
düşünürüm. İster hala kurtulamadığım bir
11 yaş takıntısı diyin, ister binlerce renk
Stabilo dolu kalem kutularınızla bana
hak verin, bir gerçek var ki bu değişmiyor.
Defterler, yavaş yavaş sıralardan
kayboluyor. Ödevler internet üzerinden
veriliyor, yazılar bilgisayarlarda yazılıyor.
Benzer bir sistem okulumuzda da başladı
geçen yıl, tam da benim dönemime denk
geldi. Okulda laptopların kullanılacağını ilk
öğrendiğimde şaşırdım, çünkü daha önce
hiç okula bilgisayarla gitmemiştim.
Yapamadık.
Laptop
kullanmaya
başladığımız ilk gün, hoca istersek notları
bilgisayarda alabileceğimizi söyledi. Tüm
havalılığımla her maddeyi ayrı bir renk
yaparak gerekli gereksiz her şeyi not
aldıktan sonra, gözüm sıranın kenarında
duran emektar defterime ilişti. Seçerken
çok zorlandığım, üstünde ne resmi olmalı
diye kafa patlattığım, her sayfasına ayrı
renk başlıklar attığım, en az 3 sayfasını
kalitesiz sanatla doldurduğum defterim,
yeni arkadaşım bilgisayarımla beni üzgün
bakışlarla izliyordu. O günden beri hiçbir
notumu laptopumda almadım, onu sadece
proje yazmak,wikipedia ve de (ne yazık ki)
google translate için kullandım.
Defterlerin gerçekten hisleri olduğunu
düşünmemi bir kenara bırakırsak, biz
9’ları ve yeni hazırlık sınıflarını etrafta her
omuzda ikişer çantayla kambur bir şekilde
yürürken görüyorsanız, bizim Amerikan
rüyasına ne kadar yakınlaştığımızı tahmin
edebilirsiniz. Elveda bahçede otururken
bilgisayarında ödevini neşeyle yapan
sarışın kızlar, elveda öğle yemeği sırasında
internette öğretici bir video izleyen
oğlanlar...
Şaka bir yana, bu yeni sistemin getirdiği o
kadar çok farklı bakış açısı var ki, bu konuda
iyice düşünürsek kimsenin “Bu program
bir harika dostum” ya da “Nefret ediyorum
istemiyorum bu bilgisayarları” demesi kolay
değil. Ben, ne zaman bu program hakkında
birisiyle konuşsam fikrim anında değişiyor.
O yüzden siz de bu yazıyı okuduktan sonra
belli bir fikre sahip olamayacaksınız, özür
dilerim. Amacım sadece en başından beri
bu uygulamayla iç içe olan bir öğrencinin
samimi görüşünü size iletmek.
Önce bu laptoplar ve 1’e 1 sistemin bize
getirdiği kolaylıklardan biraz bahsedeyim.
Birincisi, LAPTOPLARIMIZ VAR. Bilmem
anlatabiliyor muyum. Yani yanımızda
her zaman kullanılabilen, dünyaya
açılan küçük makineler var(benim
laptop tanımım), ve okulun her yerinden
ulaşabildiğimiz bir kablosuz internet
bağlantısı var. Geçen yılın kaç sabahını bir
ödevi yaparak ya da bir sunuma rahatlıkla
hazırlanarak geçirdim bilmiyorum.
Derste bilgisayarım ne kadar işe yaradı,
anlatamam. Hele bir de derslerin işlenişi
de bu programa uygun olacak hale
getirildi, yani bir noktada bu bilgisayarlar
illa ki kullanılıyor. Kelime anlamlarına
bakmak, hocanın yolladığı bir linkten
araştırma yapmak, yazılar yazıp onu tüm
sınıfın görebileceği bir yerde paylaşmak,
arkadaşlarımın yorumlarına anında ulaşıp
onları okumak... Bunların hepsi gerçekten
de günümüzün modern eğitim anlayışına
uygun değişiklikler.
Zaten nesil olarak bilgisayarlarla haşır
neşiriz, onları kullanmak çatal bıçak
kullanmak gibi doğal ve kolay geliyor.
Dolayısıyla
bilgisayarlarımız
bizi
hızlandırdı. Artık her şey daha çabuk
halloluyor, bir ödev hemen internetten
bulunuyor,
bilgisayarda
yazılıyor,
yazıcılara yollanıyor, çıktı alınıp derse
geliniyor. Bilmediğimiz bir şey anında
öğreniliyor. Tık tık tık ve bitiyor. Biz de
bu kolaylıklara aşık olduk, başlarda ne
kadar şikayetçi olsak da eninde sonunda
bağlandık çantamızdaki bu ekstra 5’er
kiloya.
Öte yandan okul bu öğretim sistemine
geçmeye çok hazırlıklı. Sınıflar hazır,
öğretmenler programlar için kurslara
katılıyor, kuralların üstünden dikkatle
geçiliyor, öğrencilere etkili kullanım
önerileri veriliyor, IT bölümü gerekli
düzenlemeleri yapıyor... Kısacası her
şey bizim bu sistemden mümkün
olan en çok faydayı sağlamamız için
ayarlanmış. Verilen bu kadar imkandan
sonra, faydalanıp faydalanmamak
biraz öğrencinin insiyatifine, biraz da
öğretmenin ders işleyiş metotlarına
kalıyor.
Ders işleyiş metodu demişken, bu
yıl sınıfça bilgisayarlarımızı en fazla
5 kere kullandığımızı söylemeden
edemeyeceğim. Laptopları her derste
yanımızda bulundurmak zorunlu,
ama “Zaten kullanmıyoruz, bu sefer
getirmiyorum” dediğimiz her sefer de
Murphy kanunları devreye girdi , o ders
bilgisayarlar lazım oldu.
Derslerde bilgisayar kullanma sıklığı
Köprü
Kasım
2012
bir dersi iyi veya kötü yapmaz, ama
sadece farklı hocaları olan öğrencilerin
bu sistemden farklı derecelerde
yararlanmasına neden olur. Ama
okul tarafından belli bir zorunluluk
getirilseydi, herkes her ders laptop
kullanacak denseydi uygulanması çok
daha zor olurdu, dolayısıyla bu konuyu
çok büyütmeyeceğim.
Geldik mi şimdi olumsuz yönlere. Bir
öğrenci olarak bundan söz etmem/
şikayetçi olmam ne kadar doğru
bilmiyorum ama bu laptoplar dikkat
dağıtıyor. Dürüst olalım şimdi, neler
olmuş/kim nereye gitmiş/yeni postlar
gelmiş mi/mailim var mı şöyle bir
bakıvermek için içimiz gidiyor bazen.
Baktık da; yan sekmede işlediğimiz
şiiri tuttuk, yazarın biyografisini altta
hazır beklettik, o sırada hemencecik
bir şeye bakıverdik. Kabul de edelim,
45 derece çok işe yarayan bir uygulama
değil.(bilmeyenlere not: hocalar derste
dikkatin laptoplardan kendilerine
dönmesini istediğinde laptopları 45
dereceye getirmemizi istiyorlar, adı da
45.Hocalar forty five,kırk beş, quarantcing, fünfundvierzig diye bağırıyor
kısacası.)Evet, bu öğrencinin kendini
kontrol etmesiyle önlenebilecek bir
problem. Hatta belki de bir problem
bile değil, kurallar ve yaptırımlar bu
kadar net belirtilmişken hala devam
etmek öğrencinin kendi bileceği iş.
Ama, önümüzde bu imkanlar var. İmkan
varsa, öğrenci o imkanı kullanır. Ben
hala ergenliğin getirdiği kural tanımama
kartının geçerliliğini savunuyorum,
hocalardan da empati yapıp beni
anlamalarını umuyorum.
Ayrıca bu laptoplar çok ağır. Hele ki
okulun anlaşma yaptığı markayı satın
alanlar, bilgisayarı nasıl taşıyacaklarını
şaşırıyorlar. Sonuçta bu da bir kitap değil
çantaya atamazsın, kablosu var çantası
var şarj aleti var... Hele beden günleri
düzensiz bir insan olarak çektiğim çileyi
ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Kaç gün
oldu ben bilgisayarı her yere taşıdım,
ama bir kere bile kullanmadık. Bu da
benim bu yıl yaşadığım en büyük dolap
önü stresi: “Laptopu alsam mı, almasam
mı? Ya hoca isterse, ama istemezse...”
Bu iç hesaplaşma uzadıkça gözlerin
sulanması suretiyle laptop çantaya
tıkılıyor, dolap sertçe kapanıp hayatı
sorgularken yürümeye devam ediliyor.
Düşünürsek, bu sistem daha çok
yeni. Robert Kolej, bu sisteme de
alışacak, birkaç yıl sonra da bütün okul
bu bilgisayarları kullanıyor olacak.
Köprü2012
Kasım
Ayşenaz
Toptaş
Öğrenciler de, öğretmenler de kendi
yöntemleriyle sistemi uygulamaya
başlayacak ve umarım biz de bu sistemin
ilk mezunları olarak teşekkür edebileceğiz
lise hayatımız boyunca yanımızdan
ayırmadığımız,
bağlandığımız
laptoplarımıza.
Bağlanmak. Alın size bir problem daha.
Biz zaten bağlıydık bilgisayarlarımıza,
telefonlarımıza, müzik çalarlarımıza. Eve
gelir gelmez açıp gece uyumadan önce
kapattığımız bu bilgisayarlar şimdi bir de
okulda yanımızdalar. Yani HEP bizimleler.
Ana babamızdan yakınlar bize. Geleceği
öyle bir nesil bekliyor ki, hepsinin gözleri
ekrana bakmaktan kızarmış, elleri mousepad kullanır pozisyonda bozulmuş...
Bu size doğal gelebilir, bana da doğal
geliyor. Beni korkutan da bu. Hepimiz
bunu biliyoruz, kabullendik bu gerçeği,
doğal karşılıyoruz. Bu değil, teknoloji bu
demek değil, hayatının %80’ini internette
harcayan gençler olmamalı.
Epey içimi döktüm bu konuda, meğer ne
çok şey biriktirmişim laptopu aç-kapa açkapa , 45, haiku derken... Ama sanırım
konu üstündeki kafa karışıklığımı da bir
nebze olsun giderebildim. Yine de kesin
bir iyi/kötü yargılaması yapamıyorum,
ama bunun nedeninin programın
tamamıyla iyi veya tamamıyla kötü
olmaması. Artılar ve eksiler birbirlerini
eşitliyor. Benim görüşüm Türkiye’de bu
imkanlara sahip sayılı öğrenciler olarak,
elimizden geldiğince bilgisayarlarımızdan
ve bu programdan faydalanmalıyız.
Fırsat varsa kullanacaksın. Tabii sınırları
da bileceksin. Öyle bütün teneffüsler
de sınıfta bilgisayara kitlenmiş insanlar
görmememiz lazım.
Teknolojinin o ısınmış laptop kıvamındaki
bilgi, resim, şaka, haber dolu sıcak
kollarında kendimizi kaybetmemeli,
onu sadece bir araç olarak kullanmalıyız.
Defterleri de unutup kalplerini kırmazsak
daha da iyi olur.Başaracağımıza
inanıyorum.
36
LAPTOP
DOSYASI
Robert Kolej’in Deney Fareleri
Hazırlık yılımızı okuyorken başta hayat
çok güzeldi. Türkiye’nin seçilmiş beyinleri
olduğumuz için kendimizi bu okuldaki
herkesten daha zeki görüyorduk. En
önemlisi biz okula öyle bir geldik ki bizim
için yenilik yapıyorlardı, bize laptop
verilecekti. Herkes eski usul defterlerini
taşıyorken biz tam anlamıyla “yeni ve
teknoloji” nesline yakışır bir şekilde
laptop getirecektik okula.
Tabii
okula
laptopları
getirmemiz gerekene kadar birkaç
ay geçti ve ben bir ara okula onları
getireceğimizi unutmaya başladım.
Ama sonunda o beklenen an geldi
ve herkes laptopunu okula getirdi,
kontroller yapıldı ve anlamadığım bir
sürü şey. Artık gayet mutluydum okula
laptop getireceğim için, demek ki ne
öğrendik, umutlarını çok yüksek tutma
ki hayal kırıklığına uğrarsan kendini çok
kötü hissetme. Zaten etrafımıza öyle
bir bakıyorduk ki hazırlık olduğumuz
her şekilde belli oluyordu, şimdi
okulda tek bilgisayar taşıyan da biz
olunca kendimizi iyice belli eder olduk
ancak “Ben hazırlığım” gibi gözükmek
istemiyorduk.
Dönemimizdeki herkes laptopa kavuştu
ve hepimiz artık defterlere gerek yok
zannediyorduk ki öğretmenlerin hepsi
defterlerimizi getirmemizi istedi.
Neyse ki hazırlıkta çantamız çok da ağır
olmuyordu çok ödev olmadığı için. Ama
asıl rahatsız edici olan, sınıfta yürüyecek
yer kalmadı, zannedersiniz ki sınıf kablo
doğuruyor, her yerden kablo çıkıyordu,
insanlar derste sadece bilgisayarda oyun
oynuyordu, tabii öğretmenler kablolara
takılıp düşeceklerinden korktukları için
yanımıza gelemiyorlardı. Sonuç olarak
derste yasak olan ne varsa herkes
yapıyordu. İyi de bütün bunlar niye
derste kalmıyor anlamıyorum? Oyun
oynamak güzel bir şey olabilir ama
bari teneffüste oyun oynama, oyununu
evinde veya yatakhanede oyna sevgili
arkadaşım.
On saniyelik bir klasik müzik çalıyor,
kimsenin yerinden kalktığı yok, japon
yapıştırıcısıyla sandalyeye yapıştırılsalar
bile herhalde en azından kalkma
çabasında bulunurlardı ama bu çaba
bile yok. Sınıftan dışarı dört veya beş kişi
çıkıyor bazıları cesaret edebilirse küçük
kantine iniyordu, tabii sandalyesinden
kalkmaya tenezzül etmeyen arkadaşlar
bu zavallı insanın eline “Ay, bana da
şunu alır mısın?” diye para sıkıştırıyordu.
Maalesef bunu yaşadım, kantine bir
kere girince çıkılamıyor, kantinden
ayrılırken de elinde bir sürü yemek
taşıdığın için herkes sana, bu kız biraz
acıkmış galiba diye bakıyor.
Bilgisayarın getirdiği yenilikler
bitmiyor, normalde kıyafetten, sınıfın
huzurunu bozmaktan, ödev ve daha bir
sürü şeyden alıkoyma cezası alıyorken
işin içine derste bilgisayarla oynarken
yakalanma cezası da girdi tabii.
Bu sene dolaplarım çok uzak bir yerde,
yani dolaba gitmeye vakit yok. Ah, ben
de ne yapayım bütün yükümü sırtımda
taşımak zorunda kalıyorum. Eve gelip
çantamı koyuyorum, üstümden öyle
bir “yük” kalkıyor ki kendimi azıcık göğe
yükseliyor gibi hissediyorum. En kötüsü
ise Gould ve Mitchell merdivenlerini
çıkarken arkandan gelen arkadaşın
destek için sana tutunurken çantanla
geriye düşme heyecanını her beş
dakikalık teneffüste yaşamak oluyor.
O merdivenlerin sonunda bütün
bilgisayar taşıyan zavallı dokuzlar
nefesleri tükenmiş, bütün enerjileri
bitmiş oluyor. Kantin yine yaşadı, artık
herkes yorgunluktan bol bol çikolata
alıyor.
Evet, çantam çok ağır, her şeyi her
yere taşımak durumundayım. Ama
bir tek omuzlarıma acımıyorum ki
o zavallı bilgisayara da acıyorum.
Bilgisayarımı okuldan almadım,
açıkçası kendi bilgisayarım duruyorken
bir de dokunmatik olacak ve süper
esnek bir şekilde ekranı dönecek diye
yeni bir bilgisayar almak istemedim.
Bu yüzden kendiminkini getiriyorum.
Bilgisayarımı ilk aldığımda ona çok
dikkat ediyordum, ekranı temiz olacak,
tuşların hepsi yerinde ve çalışıyor
olacak ve hiç çizik olmayacak diye.
Zaten bilgisayar çoğunlukla evdeydi,
uzun bir tatile çıkarken ya da çok
gerekliyken onu yanıma alıyordum.
Şimdi yapışık ikiz gibiyiz. Eskiden, bu
kadar içli dışlı olmadan önce, eve gelip
onun yüzünü görmeyi çok severdim
artık olabildiğince kendimden uzak
tutuyorum.
Derste neredeyse hiç kullanmadığımız
bilgisayardan bol bol ödev veriliyor.
Okulda bilgisayar benimle, hatta
bazı hafta sonları da benimle, eve
gelince zaten ailemden çok onunla
bağlantılıyım, yakında kendisini
Köprü
Kasım
2012
karşıma alıp bugün okulda ne oldu
ne bitti hepsini anlatan ana sınıfı
öğrencilerine döneceğim. Nasıl
olsa o da dönemimizdeki bütün
bilgisayarlarla arkadaş, belki onun
da bana anlatacağı şeyler vardır.
Okulda her derste kullanmasak da
bilgisayarımızı açıyoruz, en azından
boşuna getirmemiş olalım hissi
yaratmak için. Öğretmenler de bazı
yazıları bilgisayarda yazmamızı
istiyor, sonra hemen “Bilgisayarlar
45 olsun!”,“Ama seninki otuz dokuz
derece olmuş biraz daha yukarı kaldır.”
diyen matematiksel arkadaşların da
kendilerini geliştirmeleri için çok güzel
bir eğitim oluyor.
Benim gıcır gıcır bilgisayarım okula
geldi iki tokat yemiş gibi oldu.
Yemekhanedeki çanta koyma yerlerine
koyuyorum yere düşüyor, çantayı indir
kaldır, indir kaldır derken pat küt içinde
gidiyor, bir de birisi çarpıyor derken
derdimiz çok. Zaten zavallımı da okul
başladığından beri üç kere unuttum,
sürekli birilerinin dersini bölüyorum
ve bu sefer kesin kaybettim telaşında
okul kampüsünde güzel bir koşu
antrenmanı geçiriyorum. Bilgisayarım
da kendini modaya uyduruyor,
kapağında küçük bir çökme yaşandı,
kenarında çizikler buldum ve daha bir
sürü izler. Öpücükle almadık ya bunu,
kıyamıyorum bende.
Bir de bilgisayarın yanında şarj aleti
ve bilgisayarın kabını getiriyoruz, kap
desen her yere sığdırma çabaları içinde
koruma özelliğini kaybetti, kablo ise
sürekli onun bunun ayağı altında
eziliyor, artık elektrik iletkenliğini
kaybetti neredeyse.
Bir de her sınıfta bir veya daha
fazla “Student Tech Crew” oluyor.
Bilgisayarda yapılması gereken bir
şeyin nasıl yapılmasını bilmiyorsak
bilgisayarlarının üstünde süper adam
etiketi olan arkadaşlarımıza soruyoruz.
Fakat öğrendim ki bizim süper adamlar
ilk seneden emekli olmuş, artık daha
değişik bir etiket var bilgisayarların
üstünde. Normalde bilgisayarla ilgili bir
sorunum varsa zaten anlamayacağımı
düşünürüm ve pek ne yapıldığına
dikkat etmem. Ama artık bilgisayarım
hakkında bir sürü şey biliyorum, yani
bir sorun çıkarsa artık kendi kendime
çözebiliyorum. Bu da okula bilgisayar
getirmenin yararlı kısmı denebilir.
Köprü2012
Kasım
Alara
Gebeş
Şöyle bir düşününce genel olarak
okula bilgisayar taşımaktan çok
da memnun değilim ama iyisiyle
kötüsüyle bu sistem ile bir sene geçirdik.
Bilgisayarımla hiç olmadığım kadar
yakınım artık. O yüzden bize deseler ki
artık bilgisayarmış, kabloymuş, yükmüş
hiçbiri yok, sizler de artık özgürsünüz.
Kesinlikle kocaman bir oh çekerim ama
bilgisayarsız da ne yaparım bilmiyorum.
Haa unutmadan bu sene iki farklı
İngilizce dersini birleştirdiler, o yüzden
daha az finale giriyormuşuz, buna
sevindim de kendimi bu okulun deney
faresi gibi hissediyorum. Ne kadar
çok yenilik varsa bizim üstümüzde
deneniyor. Bunun sonu ne olacak, haydi
bakalım...
LAPTOP
DOSYASI
37
Öğrenci Gözüyle Laptop Programı
Sayısal teknolojinin yaşamımıza süratle
girmesinin tekdüzeliği, yaklaşık son
on yılın belirleyici, geleneklere ters
düşen ancak kaçınılmaz gerçeği haline
geldi. Bilgi çağı artık raflarda dizili
kitapların, ansiklopedilerin gösterişli
varlığı ile değil de klavyenin ne kadar
hızlı kullanıldığı ile ilintili. Yazılı
bilginin durağanlığı hızlı değişime
ayak uyduramıyor artık. Komşu ülkenin
bugün devrik hatta hayatta olmayan
eski başkanı, kütüphanemdeki kaynakta
adı geçen refah ülkesinde saltanatını
sürdürmeye devam ederken; ben onun
çoktan gündemden düştüğünü hatta
yok olduğunu bilmenin ayrıcalığını
yaşıyorum. Güncel bir yazılı kaynak
edinmem durumunda arada geçen
sürede, hatta yayının baskı süresinde
bile dünyada neler olacağını ise henüz
kimse bilmiyor. Bu nedenle, sürekli ve
hızı giderek artan bir değişim içerisinde
olan günümüz olgularını ne yazık ki
yalnızca kitap ve ansiklopedilerden
veya herhangi bir basılı kaynaktan
takip etmek pek mümkün değil. Kabul
edilmelidir ki en güncel ve doğru bilgiye
ulaşmanın bugün geçerli yolu bilgisayar
ve internet teknolojilerinin desteğinden
yararlanmaktır. Kayıt altına alınma
zorunluluğu olan yazılı kanıtları ve
edebi eserleri, kitapları onlara haksızlık
etmek gibi bir yanılgıyı önlemek adına
yukarıda verdiğim örneklerin dışında
tuttuğumu belirtmek isterim.
Öğrenim
hayatımızda
sayısal
kütüphaneleri yanımızda taşıyor olma
düşüncesi elbette ayrıcalıklı. Günceli
yakından takip eden, öğrenimi boyunca
bilginin en doğru ve kapsamlısına
ulaşma olanağını elinde bulunduran,
araştıran ve sorgulayan ve bunu bir
haz kaynağı haline getirmiş bir nesil
olarak yetiştirilmek isteniyoruz biz;
farkındayız bunun. Bu doğrultuda
bize sunulmuş herhangi bir olanağa,
amacına hizmet ettiği sürece de karşı
çıkmayız; çıkmayacağız. Bu nedenle
hepimiz; okul yaşantımızda başarımızı
artırmamızı hedefleyen, bilgi edinme
sürecinde kaynak yetersizliği ve
edinilen bilginin “en doğru” olmayışı
sorunlarına engel olacak ve yapmaya
alışık olduklarımızı, her zamankinden
farklı, çok daha kolay bir biçimde
yapmamızı sağlayacak Öğrenci Laptop
Programını ilk duyduğumuzda anlık bir
sevinç yaşadık. Beraberinde getireceği
sorunlardan ve düşüncesinin yarattığı
olumlu etkinin uygulama esnasında
yerini neye bırakacağından habersizdik
ne de olsa. Biz sadece düşünüyorduk.
Zaten başlangıçta sistem, yalnızca onu
getirenlerin ve bizlerin düşüncelerinden
ibaretti. Uygulamanın nasıl olacağını
ne otoriteler bilebilmişti ne de biz
öğrenciler.
Program, temelinde yer alan esaslar
kapsamında düşünüldüğünde nasıl
da umut vadediyordu halbuki. Sınıf
ortamına belki de son yüzyılın en
büyük icadını, bilgisayarı getirme
fikri; derslerin bir noktadan sonra ne
yapılırsa yapılsın “sıkıcı” oluşunun
önüne geçecekti. Bilgiye ulaşmamızı
inanılmaz ölçüde kolaylaştıracak,
derste not tutma kavramını öğrencinin
yazısının temizliği ve okunaklı oluşu ile
sınırlandırmanın çok ötesine taşıyacak;
bize sistemin kurucuları ve savunucuları
tarafından denildiği üzere öğretmenleri
de öğrenme sürecine dahil edecekti.
Özetle aradaki duvarları yıkacak
güçteydi; peki sonra ne oldu?
Sanıyorum olan şu: Bize sihirli, taşınabilir
ekranları aldırdılar, onların hamallığını
yapıyoruz her gün çantalarımızda.
Nasıl bir ilerleme kaydetmişiz ki
ağzınız açık kalır; gün içinde iki kere
bile açmadığımız laptoplarımızla, hop,
bilgiye ulaşıyoruz, bilgiyi sorguluyoruz,
eliyoruz bir de, yetmiyor notunu
tutuyoruz; hatta bilgilerimiz o kadar
engin ki sağ olsun, öğretmenlerle
aramızda örülü duvarlar kalmadı,
yoklar artık. Ne sistemmiş, bravo! Artık
diğer kurumlara da örnek oluruz, tüm
özel okullarda kullanılmaya başlanır
bu sihirli oyuncaklar. Biz de o noktadan
sonra kimin laptopları daha “sihirli”
bunu tartışırken buluruz kendimizi.
Sorunların temelinde okulun sisteme
yeterince hazırlanılmadan geçtiği
inancı yaygın öğrenciler arasında. Öyle
midir, değil midir bilemiyorum ama
ben öyle olduğunu zannetmiyorum.
Bugün yaşadığımız sıkıntıların
öngörülebilmesi oldukça zordu;
sorumluların önlem almış olması
da neredeyse olanaksız. Kurum
yapacağını yapmış, yıllarca düşünmüş,
teknik altyapıyı kurmuş ama sanıyorum
ki esas olanı gözden kaçırmış. Sınıfta
lider olma sıfatına sahip öğretmen,
laptop kullanımının derse olağan
katkılarının bilincinde olmadığı,
yeni olana öğrenci ile aynı hevesle
yaklaşmadığı sürece; bilgisayarlara
dersi bir üst bir boyuta taşıyacak,
verimliliği artıracak bir unsur olarak
değil de ısrarla bir uzaylıymış gözüyle
bakması durumunda sistem hiçbir
zaman gelmesi hedeflenen noktaya
ulaşamayacaktır. Öğretmenlerimizin
büyük bir çoğunluğu laptopların
derste araç değil amaç halini
almasından, nedeni bilinmez; öylesine
korkuyor ki araç araçlığını yitiriyor, süs
oluyor masalarda; ardından sırtımızda
Eda
Özkök
yük, elimizde oyuncak. İşte biz bunu
istemiyoruz.
Öğrenci Laptop Programı’nın henüz tam
oturmamış bir sistem olduğunu, zamanla
kavram kargaşasının son bulacağını ve
olması gerekenin nihayetinde olacağını
varsayıyorum. Ancak hiç şüphesiz, o
günleri ben göremeyeceğim ne yazık
ki. Bugün özellikle sayısal teknoloji
farkındalığı yönüyle, belirgin ayrımlar
gösteren öğretmen öğrenci kuşak
çatışmasının zamanla azalacağına,
sınırların yumuşayacağına ve giderek
esneklik kazanacağına inanıyorum.
Laptopunu içinden geldiği gibi açan
ve klavyesini tuşlamaya başlayan
öğrencinin aslında defterini çıkarmış not
alan öğrenciden hiçbir farkı olmadığı,
olanaklarını kötüye kullanan öğrencinin
ise başkasının öğrenimini etkilememesi
ve yalnızca kendine zarar vermesi
durumunda bu sorumluluğun sadece ve
sadece kendisine ait olduğu bilincinin
zamanla yerleşeceğine inandığım gibi.
Bu bir süreç arkadaşlar, henüz çok
başında olduğumuz bir süreç. Olgunlaşıp
hak ettiği zemine oturacaktır elbette;
ben ve yaşıtlarım göremese de...
3-4 Kasım 2012 tarihlerinde düzenlenen Ankara gezisi kapsamında, 10 sınıf öğrencilerinden oluşan bir
grup öğrenci Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenleri ve Türk müdürümüz Güler Kamer’le birlikte Anıtkabir’i
ziyaret etmişlerdir.
Kasım 2012
Köprü
HABERLER
38
Burçlara Seyahat
Bazılarımıza burçlar anlamsız,
uyumsuz veya uydurma olgular gibi
gelse de aslında hepimizin içinde,
birazcık da olsa, onlara inanma ve
sorgulama duygusu yatar. Düşünün,
davranışlarından pek hoşlanmadığınız
bir insanın güzel yönlerini görerek
onu kafanızda güzellikleriyle hayal
edebilirsiniz. O sevmediğiniz kişinin
sevenleri de vardır ve bu, onun iyi
yanının da olduğunun göstergesidir
aslında.
İnsanlarla iletişim kurarken onların
burçlarını düşünerek hareket etmek
karşımızdakini tanımaya ve onların
karakterleri hakkında bilgi vermeye
yardım eder ve neticede insanlarla
iyi geçinmiş olursunuz. Onları her
zaman hoş görüp, haklarında pozitif
düşünürsünüz. Burçlar da insanlarla
ilişkileriniz konusunda size yardım eder,
en azından ön yargılarınızı pozitife
çevirir.
Nazik, ölçülü ve dengeli bir tavır
takınmalısınız. Çevrenizdeki insanlarla
uyumlu geçinmelisiniz ki huzurunuz
kaçmasın ve onları kaybetme riskiniz
azalsın. Arkadaş çevreniz arttığı onları
elinizde sürekli tutacağınız anlamına
gelmez, dikkat edin.
Ben güçlüyüm demek yerine, biz
güçlüyüz deyin. Birlik ve beraberlik
içinde hareket edin. Sizin yanlışlarınız
söyleyecek kişiler çıkacaktır. Onları
dikkate alın.
Az yiyin, yakında pantolonunuzun
düğmeleri patlayacak. Stres altında
hissedebilirisiniz ancak düzelecektir.
Sevdiğiniz
kişiyle
tartışma
yaşayabilirsiniz.
Aşk konusunda çok üzüldüğünüz
zamanlar oldu. 19 Ekimden itibaren
ay yüzünüze gülüyor ve doğru kararlar
almanızı sağlayıp doğru hareket
KOÇ
Bencil ama bağlı (takıntılı
daha doğru…)
İnsanlarla
bağlantılarınızı
koparmamaya
dikkat
edin.
Planlarınızın, arkadaş ilişkilerini
kötü yönde etkilemesini engelleyin.
Yaşamınızı daha huzurlu ve verimli
geçirebilmek için ve rahatlayabilmek
için ne yapmanız gerektiğini düşünün.
Bir yandan derslerde en yüksek başarıyı
yakalayıp bir yandan da şöyle bir
güzel dinlenmek istiyorsunuz. Sürekli
gelgitler içindesiniz. Çok yakında kariyer
kararınızla yüzleşebilirsiniz.
Bir kayıp veya mecburi bir ayrılık
yaşıyorsanız bunu kabullenmeniz ve
hayatınıza devam etmeniz gerekir.
Bunun için gereken yeni bir aşktır
ki sizi yeni hayata bütün aşkıyla
bağlasın. Yeni bir sayfa, yeni bir aşk
size huzur verecektir. Bencillik sizin
çevrenizdekilerin kırılmasına neden
oluyor. Başkalarını düşünemeden
hareket etmeniz ,onların kırıldığını bile
görmediğinizin bir sebebidir. Bencillik
hiçbir zaman mazeretiniz olmamalıdır.
BOĞA
Gözünüzden ne zaman bir
damla yaş akarsa boğa sizi
bulur.
etmenizi sağlıyor. Üzülmeyin, şansınız
yoluna girecektir.
Sempatik kişiliğiniz sizi renkli kılan en
önemli özelliğiniz.
Bu aralar baya plansız hareket
ediyorsun, aman dikkat.
İKİZLER
Egosu aşırı derecede red
bull içmiş.
Sen ne yapıyorsun dost? Bir dikkat et
Allah’ını seviyorsan. İnsanları üzüp üzüp
duruyorsun. Bir havalardasın. Önceliği
sürekli sen bekliyorsun, biraz kendin
hareket etmeye çalış. İnsanları kırma
gözünü seviyim. Yakında bayağı popüler
olacaksın.
Aşk hayatın yolunda. Ancak bu zaman
diliminde sevgilinize çok sinirli ve asabi
davranışlar sergileyebilirsiniz, dikkat
Köprü
edin.
Değişken özelliğinizi azaltmalısınız,
sürekli fikir değişikliği çevrenizi kötü
etkileyebilir.
Gizem
Tulunay
YENGEÇ
Yanı başınızda enerji dolu
kim varsa, bilin ki o bir
yengeç…
bulmanızı öneririm. Aksi taktirde ikisi
de insanları rahatsız ediyor. Dostlarım,
Bir düşmanınızla yüzleşebilirisiniz. siz biraz evde kaldınız; aşkı unutun
Ancak rahat olun çünkü siz avantajlı ve derslerinize veya hobilerinize
tarafsınız. Bu aralar ailenizle arasında yönelmeye devam edin. Endişelerinizi
etkisi uzun süren tartışmalar geride bırakın ve asıl amaçlarınıza
yaşayabilirisiniz. Anaç davranmaya yönelin. İnsanlar sizi seviyor, bunu
devam edin, birçok insan sizden yardım aklınızdan çıkarmayın. Ancak derslerde
isteyecektir. Arkadaşlarınıza destek bir yeri yapamamanız başkalarının da
vermek sizin çoğunlukla yaptığınız yapamayacağı anlamına gelmez. Her
bir şey. Ancak atarlı genç olmayı zaman en zeki olamazsınız :)
bırakmalısınız. Ön yargılarınızı yıkın.
Kimseyi dinlemeden yargılamayın TERAZİ
ve bencil davranmaya başladınız bu Lütfen birden bire
haftalar. Bu sizin çevrenizi ve sosyal heyecanlanıp bağırmayın,
yaşamınızı dolaylı olarak etkileyecektir, lütfen!
dikkatli olun. İlerde sosyal hayatınızla
Bu kadar hırslı olmayı bir kenara
ve kariyer planlarınızda karşı karşıya
bırakıp
çevrenizde ne oluyor ne bitiyor
kalacak ve seçim yapmak zorunda
görmeniz
gerekiyor ve bir de insanların
kalacaksınız. Kafanız aşk konularında
kulaklarının
dibinde birden çığlık
bu aralar bir hayli karışık.
atmayın lütfen, bu da kulak ya! Kendi
ihtiyaçlarınızdan öte arkadaşlarınızın
ASLAN
da isteklerine bakın. Oldukça
Onlar gözleriyle konuşur.
karizmatiksiniz ve yakında dikkat
Eski pratik çözümleriniz ve yollarınız odağı olacaksınız. Bir süre ilişkilerinizi
şu anda bir çare olmayabilir, düşmenize düzenlemeye odaklanmış olacaksınız.
Ruhsal anlamda yorgunluk
neden olabilir. Bu nedenle yeni
hissedebilirsiniz.
Bu ay geçmişteki
çözüm önerilerine açık olun. Başkaları
dostluklarınızın
faydalarını
göreceksiniz
tarafından beğenilmek egonuzu biraz
ve
çok
meşgul
olup
insanlarla
yüz
olsun artırabilir ancak şunu bilin ki
yüze
konuşmalar
yapacaksınız.
Bu
karşınızdakine nasıl davranırsanız
görüşmelerde
dostlarınızın
desteğini
dönüşü size aynı şekilde olacaktır.
Bu nedenle ölçünüzü kaçırmayın ve alacaksınız.
herkesle iyi geçinmeye çalışın. Sosyal Mantıklı ve naziksiniz, başkalarının
çevreniz genişlemeye başlayacak. düşüncelerine önem veriyorsunuz,
ama
şu
ani
Yeni bir aşk kapınızda olabilir, bu duyarlısınız
hareketlerinizden
kurtulun!
yeni tanıştığınız biri de olabilir.
Yeteneklerinizi veya hobilerinizi
paylaşarak yeni gruplarda yer AKREP
Çevrenizdeki sadakatli ve
alacaksınız.
affedici bir kişi büyük bir
ihtimalle akrep.
BAŞAK
Ne yaparsanız yapın, o size
İçinde bir duygu patlaması yaşayıp
bağlı kalır ve sizi sevmeye
kimseye fark ettirmemeye çalışırsınız.
devam eder.
Çok derin ve analitik düşünürsünüz.
Sevgili başaklar, bazılarınız aşırı titiz Bu sizi insanlar içerisinde çekici kılar.
ancak bazılarınız ise gerçekten bu işi Aklınıza koyduğunuzu muhakkak
beceremiyor. Bu nedenle size ortasını yapmak istersiniz. Uzun zamandır
Kasım 2012
HABERLER
derin düşünceler içerisinde ve karanlık
kişiliğinizdeydiniz.kontrolü
sizin
elinizde olmayan durumlar karşısında
hap sabırlı olmaya çalıştınız ancak şimdi
kendinize bakma ve kendinizi düşünme
vakti geldi. Çok yakında bir hayalinize
ulaşabilirsiniz.
burçlar.
Tuhaf bir kişiliğe sahipsiniz. Birden, şıp
diye, karamsar bir hale bürünüp hayata
küsüyorsunuz. Hırslı kişiliğiniz hayatınız
boyunca sizi başarıya ve hedeflerinizin
doruğuna ulaştırıyor. İçine kapanık
ancak sert ve dayanıklısınız. Sabırlı
yapınız yeni imkanları hayatınıza
YAY
taşıyacak kariyer planlamaları için işe
Birden kafası kızar ve
yaradı. Bu ay harekete geçmeden başka
parlarsa biri bilin ki o bir
insanların dediklerine kulak verin. Akıl
yay…
akıldan üstündür. İtibarınızı yükseltecek
Mantık çerçevesinde yaşıyorsunuz olan bir iki olay yaşayabilirsiniz. Para
hayatı; bu nedenle de kavga gürültü konusunda şansınız yaver gidecek, hadi
hiç eksik olmuyor hayatınızda. yine iyisiniz…
Özgürlüğünüze fazla düşkünsünüz.
Renkli kişiliğiniz, nezaketiniz ve KOVA
şirinliğinizle dikkat çeker çevrenizce Affeder, affederim,
sevilirsiniz. Bu yeni ayda, uzun affedersin.
vadeli hayat planlarınızı masaya
yatıracaksınız. Yeni başlangıçlar yapacak
İşine aşırı düşkün, çalışkan, bilgili ve
ve bıraktığınız yerden tekrar devam bilgiye çok önem veren, akla ve zekaya
edeceğiniz gelişmeler yaşayacaksınız. düşkün bir kişiliğiniz var. Gururunuz
Uzun zamandır içinde olduğunuz ve sizin için çok önemlidir. Çok dürüst ve
çaba gösterdiğiniz bir şeyin karşılığınız içiniz dışınız birdir. Kolay affedersiniz.
kısa zamanda alabilirisiniz.
Ancak birinin kötü bir davranışını
gördünüz mü hemen silmek istersiniz
onu. Aşkta çok seçicisiniz. Herkesle eşit
OĞLAK
arkadaş olup kişilikli biri olduğunuzdan
Affedici ama ön yargılı,
aşk bulmak sizin için biraz zordur. Çünkü
mızmızlığa katlanamayan
siz sıkıya gelemezsiniz. Siz planlar ve
hesaplar doğrultusunda ilerlersiniz. Bu
özelliğiniz bu ayda yaşanacak kariyer
planlamanız içinde bir etken çünkü siz
kararınızı önceden verdiniz ve şimdi
sadece uygulama vakti geldi.
BALIK
Bir balığı asla kırmayın,
affeder ama asla unutmaz.
39
Çevreniz git gide atıyor. Bu yeni
ayda eğlence ortamlarında çok
bulunacaksınız. Kariyerinizi planlarken
çok dikkat etmeli ve sağlıklı bir karara
vardığınızdan emin olmalısınız ancak
bu karar sizin kalıcı bir kararınız
olmayabilir. Amaçlarınız doğrultusunda
ilerlerken sizi engelleyecek kişilerden
uzak durun.
Yalandan ve yapmacıklıktan hiç
hoşlanmaz bir balık. O mantığını
hiçbir zaman kullanmaz, sadece
hisleri, duyguları, hayalleri ve rüyaları
yönlendirir onun hayatını. Vücut
dilinizi ve kafanızdaki düşünceleri
okur balık, bu nedenle ona sakın
yalan söylemeyin veya olmayacak
bir şey için onu oyalamayın, o bunu
hemen sezer. Balık çalışmayı sevmez,
zorunlu olmadığı sürece ders de
çalışmaz ama yaptığı işe bağlı kalır
aynen sevdiklerine bağlandığı gibi.
Aşırı derecede kıskançtır. Ona herkese
söylediğiniz ve herkesi kandırdığınız
numaraları, tetkikleri yapmayın; orijinal
ve duygusal olun. Ne yaparsanız yapın
onun hayalleriyle birlikte yaşayacağınızı
sezdirmeniz gerekir. O çift kişiliklidir ve
sizin bu iki çiftede uymanız gerekir.
Kültürel Etkinlikler
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
tarafından hazırlanan 2012 yılı
Atatürk Haftası kapsamında bu sene
iki önemli etkinlik gerçekleştirildi. 3-4
Kasım 2012 tarihlerinde onuncu sınıf
öğrencilerinden oluşan bir grup iki
otobüs ile Ankara’ya gidip Anıtkabir’i
ziyaret etti ve resmi törenle Atamızın
mozelesine çelenk koydular. Daha
sonra saat kulesindeki deftere okul
müdürümüz Güler Kamer Robert Kolej
adına aşağıdaki yazıyı yazmıştır.
Varlığımızın Nedeni
Cumhuriyetimizin Kurucusu
Vatanımızın Kurtarıcısı
Ulu Önderimiz, Sevgili Atam,
Atamızın bizlere emanet ettiği Türkiye
Cumhuriyete daha iyi sahip çıkmak ve
ülkemiz için daha çok çalışmak için söz
vermişlerir.
derin edebi bilgisi ve demokrasi
görişleriyle renk kattı. Söyleşiye katılan
öğrenciler zevkle söyleşiyi dilemiş ve
dakikaların nasıl uçup gitiiğinin farkına
varmamıştır. Atatürk’ü anlamanın
Ayrıca 5 Kasım 2012 Pazartesi günü öneminin daha da önem kazandığı
Türk müziğinin ve edebiyatının günümüzde,
kendisinin
engin
tanınmış isimlerinden Zülfü Livaneli tecrübesi ile Atatürk’ün düşünceleri,
okulumuzda “Atatürk’ü Anlamak” Türk toplumuna kazandırdıkları akıcı
konulu bir söyleşi gerçekleştirdi. Zülfü bir şekilde anlatılmıştır. Söyleşiye
Livaneli müzisyenliğinin ve yazarlığının katılanlar, demokrasimize, Atatürk
yanı sıra politikacılığıi senaristliği ve Cumhuriyetinin bizlere kazandırdığı
yönetmenliği ile de tanınmaktadır. değerlere sahip çıkmamız ve birlik,
Kültür, sanat ve politika alanlarında beraberlik içinde barış ve huzur dolu
Türkiye’nin önemli isimlerinden biri yaşamamız gereğine olan inançlarının
olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca daha da kuvvatlendiğini görmüştür.
üç yüze yakın besteye ve otuz film
Tüm Karanlıkları aydınlatacak güçte bir müzüğine imza atmıştır. Birçok Okulumuzun gerçekleştirdiği kültürel
ışıksın. Geleceğimizi de senin ilkelerin kitabında yazarı olan Livaneli, halen etkinlikler çerçevesinde “Run Forrest
belirleyecek. Devrimlerinin bekçisi bir gazetede köşe yazarlığına devam Run” filmi Forum’da Robert Kolej
olacak gençleri yetiştereceğimize etmektedir. Sanatçı uluslararası öğrencilerine gösterildi. Bu film
huzurunda söz verir ve and içeriz.
kültür çevrelerinde tanınmakta ve Öğrenci Birliğinin iyi etkinlikler
saygu görmektedir. Müdürümüz zincirine takılan yeni üyesiydi. Bu
Anıtkabiri ziyaret sırasında tüm Güler Kamer ve Türk Dili ve Edebiyatı gece hem arkadaşlarımız arasındaki
arkadaşlarımız
tarif
edilemez bölümü öğretmenlerimiz tarafından samimiyeti hem de kültürümüzü
duygularla dolmuşlar, heyecanlanmış ve karşılanan Zülfü Livaneli okulumuza pekiştiren bir geceydi. Filmin bize
Kasım 2012
Köprü
Lal Tüzman
verdiği dersin yanı sıra gecede Öğrenci
Birliğinin gösterdiği özen kayda değerdi.
Filmden önce Playstation oyunu kuruldu
ve eğlence aktivitesi olarak öğrencilere
sunuldu. Aralarda ise havanın soğukluğu
dolayısıyla sıcak çorba ve başka lezzetli
olan yiyeceklerin servisi yapıldı.
Bu okul dönemi öğrencileri hem
eğlendiren hem de bilgi aşılayan bir
dönem oldu. Bir yandan içimizde
bulunan Atatürk’e ve onun ilkelerine
olan bağlılığımız attrırılırken bir
yandan da okula olan sevgimiz yapılan
etkinliklerle pekişti.
Editörler
Yunus Emre Erdölen
Berfin Torun
40
Tasarım Editörleri
Sinan Hiçdönmez
Atakan Baltacı
Umutcan Gölbaşı
Yazarlar
Yunus Emre Erdölen
Berfin Torun
Nur Sevencan
Defne Aksoy
Gizem Taşkın
Sera Pekel
Gizem Tulunay
Şule Kahraman
Fatma Nur Eslem Soylu
İbrahim Furkan Özcan
Elize Arslan
Tayis Arslan
Ayşenaz Toptaş
İrem İlhan
Kaan Cemil Doğusoy
Sevim Gözde Şentürk
Saffet Gülbabil Kökver
Başak Dağlıoğlu
Beste Şentürk
Deniz Şahintürk
Su Mevsim Küçükakyüz
Umutcan Gölbaşı
Meriç Demirbaş
Eymen Pınar
Orhun Tezel
Eda Özkök
Pınarnaz Eren
Alara Gebeş
Mert Ali Düşünceli
Semiha Hazal Özkan
Özlem Lal Tüzman
Cansu Bayraktar
Fatma Nur Yokuş
Dilara Çankaya
Zeynep Şiir Bilici
Zeynep Can Aksoy
Burçe Şahbenderoğlu
Berk Özgen
Sıla Küçükosmanoğlu
İrem Uzunhasanoğulları
Greti Barokas
Tülay Çalışkan
Damla Su Özer
HABERLER
Sorumlu Öğretmenler
Melek Giray İnce
Serya Karapınar
İmtiyaz Sahibi
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer
Yayının Konusu: Okul Gazetesi
Yayının Dili: Türkçe
Yayının Türü: Yerel, Süreli
Yayının Süresi: Aylık
Yönetim
Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme
Caddesi No. 87 Arnavutköy/İstanbul
Tel: +90 (212) 359 22 22
Sorumlu Müdür
Güler Kamer
Hangi Öğretmensiniz?
“Köprü” tarihinde bir ilk: HANGİ
ÖĞRETMENSİNİZ/ÇALIŞANSINIZ?
Aşağıdaki soruları cevaplayın ve hangi
Robert Kolej öğretmeni veya çalışanı
olduğunuzu bulun!
1) Sokakta bir öğrencinizi görseniz
ne yaparsınız?
a) Saklanırım.
b) Sıcak bir şekilde selamlar, şakayla
karışık “Nereye böyle?” diye sorarım.
c) “Ooo, ... beyler de/hanımlar da
buradaymış.” derim.
d) Dersimle ilgili bir soru sorarım.
e) El sallar, “Merhaba ...” derim.
f) Naber, ne yapıyorsun derim.
g) Kendime has kafa selamımı verir,
yaylanarak yürümeye devam ederim.
2) Öğrenciler çok konuşuyorlarsa
ve gürültü yapıyorlarsa ne
yaparsınız?
a) Düdük öttürürüm, tokmakla masaya
vururum.
b) Oğlum/kızım diye seslenirim, ikaz
ederim.
c) Sesimi yükselterek “Dinle, bu önemli”
derim.
d) “Bir soru mu var?” derim.
e) Memnun olmadığımı belirten bir
ifade gösterir, konuşan kişinin adını
söylerim.
f) Şşşş, derim.
g) Olduğum yerde zıplarım/yaylanırım.
3) Sınavları nasıl hazırlarsınız/
değerlendirirsiniz?
a) Öğrencinin cevaplamaktan mutlu
olacağı sorular sorarım, puan verirken
tamamen adil davranırım.
b) Detaycı davranırım.
c) Öğrenci kazansın mantığıyla hareket
ederim.
d) Çok fazla bilgi gerektiren, kapsamlı
sorular sorarım.
e) Temel şeyleri sorarım ama ufak bir
hatadan dahi çok puan kırarım.
f) Öğrenciyi düşünmeye itecek sorular
sorarım, notu pek takmam, bir not
veririm işte.
g) Özgün ve yaratıcı şeyler sorarım, orta
kanaatte not veririm.
4) Derslerde ne yaparsınız?
a) Dersi öğrenciye işletirim, asla
öğrenciden fazla çalışmam.
b) Anlatım ağırlıklı ders işlerim.
Eleştiriyorum
“Ben sana laptopunu aç dedim mi!”
cümlesinin öğretmenler arasında çok
yaygın oluşuna anlam veremiyorum.
20 Dakikalık için 40 dakika bekliyoruz!
Geç servislerin bizi evlerimize
bırakmaması da çok hoş gerçekten,
biz o ağır çantalarla yürümeyi çok
seviyoruz.
Gould’dan Mitchell a giderken özellikle
arka yoldan gidiyorum ki yemek
kokuları ve çöp kutusundan gelen
kokular birleşsin ve beni büyülesin.
trafiğinden farksız. Gould’dan aşağı
inene kadar teneffüs çoktan bitmiş
oluyor. Trafik çilesi çektiğimiz gibi
bir de geç yazılıyoruz. Ne yapalım,
önümüzdekilerin üzerine mi çıkalım
geç kalmamak için?
İstatistiklere göre Robert Kolej
öğrencileri 6 dakikalık Sage
– Bingham arasını 5 dakikalık
teneffüslerde 3 dakikada koşmayı
başararak Guinness Rekorlar Kitabı’na
girmeye hak kazanmıştır.
Gould’daki zaten ufacık sıraların bir de
sıkışık olarak yerleştirilmesinin amacı
oturup kalkerken nasıl şekilden şekle
girdiğimizi görmek mi acaba?
İlköğretimde bütün öğrencileri iyi bir
lise için at yarışına sokmuşlardı şimdi
Robert Kolej öğrencilerini gerçek at
yarışına soksalar 3 dakikada yaptıkları
Sage- Bingham maratonu sayesinde
hepsi birinci olur.
Robert Kolej’deki trafik İstanbul
Tarih derslerimizi küçücük G409 da
Köprü
c) Espriler yaparım, sık sık güleriz ama
yeri geldiğinde ciddi ve disiplinliyimdir.
d) Yoklama alırken, herkese teker teker,
tekrar soruları sorarım. Dersin yarısı
böyle geçer.
e) Arada hayat dersi verir, özlü sözler
söylerim.
f) Akışına bırakırım ama kontrolü elden
bırakmam.
g) Eğlenceli ve yaratıcı bir şekilde ders
işlerim.
5) Öğrenciler sizden nasıl
bahseder?
a) Deli ama dahi
b) Anaç
c)Abi,kanka
d) Özünde çok tatlı, çok iyi de...
e) İmparator
f) Kıyak adam
g) Kral
6) Favori repliğiniz nedir?
a)Unuttum.
b) Hep sen konuşturuyorsun sınıfı.
c) Fasulyenin faydaları
d) Sorusu olan? O zaman quiz.
işleyerek koca tarihimizi bir kümese
sığdırmayı da başardık.
Enstrümanları popülerlik aracı gören
anlayışa: En azından müziği bu şekilde
maddiyatlaştırmayalım; bu amaçla,
sevmediği halde bir enstrüman çalan
kişiye müzisyen denemez çünkü o
kişinin enstrümanın ruhuyla ilgisi
alakası yoktur.
Sırf cv amaçlı okuldaki belli kulüplere
yoğunlaşma olmasını anlamsız
buluyorum.
Bu okula gelip de eğitiminde
yararlanmayanlara şaşırıyorum.
Maze’e her gittiğimde ortalığın çer
çöple dolu olması beni üzüyor.
Büyük kantindeki plastik kapakların
atılması gereken kutuya niye başka
Kasım 2012
Başak
Dağlıoğlu
e) Vesaire vesaire
f) Bir ara hallederiz.
g) Tamam çocuklar.
Cevaplar
A’lar çoğunluktaysa siz Philip Gee’siniz.
B’ler çoğunluktaysa siz Ferdağ
Sezer’siniz.
C’ler çoğunluktaysa siz Koray
Demirkapı’sınız.
D’ler çoğunluktaysa siz Sibel
Almas’sınız.
E’ler çoğunluktaysa siz Claus
Cadorette’siniz.
F’ler çoğunluktaysa siz Murat
Ersan’sınız.
G’ler çoğunluktaysa siz Jake
Becker’sınız.
Not: Testte adı geçen bütün
öğretmenlerden izin alınmış ve yazı
onaylarına sunulmuştur.
şeyler atılıyor?
Okulda 100 civarı kulübümüz var ve
bazıları hiçbir kulübü olmamasından
gurur duyuyor.
Son senesi olup şimdiye dek orkestra,
tiyatro gibi birçok performansı bir kere
bile izlemeye gitmemiş insanlar var.
Garip .
Mitchell’a yeni gelen sandalyeler her
yerde olsun!
Kantinde bir yerden para ödeyip diğer
yerden siparişimizi alıyor olmamız
düzeni sağladığını mı sanıyorlar.
*200 kişinin sığabildiği yemekhaneye
neden 400 kişi sığdırılmaya çalışılıyor?

Benzer belgeler

Köprü Aralık 2014

Köprü Aralık 2014 İkiz olmak herkese göre bir iş değil. Sadece seçilmiş olanlar ikiz olabilir. > 34. sayfada

Detaylı

Köprü Aralık 2015

Köprü Aralık 2015 kalmıyor hiç, “O benden daha iyi, ben çok kötüyüm.”gibi anlmasız şeyler düşünebiliyorlar. Ya da üst sınıflara soruyoruz yine saçma bir nedenle. Onlar bu ortalama çok düşük artık büyük ihtimalle gid...

Detaylı