asilçelik`te açlık grevi krizin neresindeyiz?

Transkript

asilçelik`te açlık grevi krizin neresindeyiz?
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
SAY
E
I l H JM
EYLÜL 2009/08 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X136
ASİLÇELİK’TE AÇLIK GREVİ
KRİZİN NERESİNDEYİZ?
POSTMODERN DARBENİN
HONDURAS’ÇASI
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
Değerli okuyucu,
son döneme damgasını vuran hiç
kuşkusuz "Kürt Açılımı" / "Demokratik
Açılım" olmuştur.
Bu konuda hükümet ve muhalefet
arasındaki kavga, değişimi isteyenlerle
mevcut statükonun sürmesini isteyenler
arasındaki kavga.
İster "Kürt" densin, ister "Demokratik"
densin, "Açılım"ın aslında nasıl bir
açılım olduğunu irdeledik bu sayımızın
başyazısında.
İktidar dalaşının en kızgın yürüdüğü
alanlardan biri de hiç kuşkusuz yargı.
İktidar dalaşında yargının rolü ve HSYK
Krizi bir diğer yazımızın konusu.
Ekonomik alandaki kimi önemli
gelişmeleri, "Krizin Neresindeyiz?",
"Akbank'ın değeri Citi'yi geçti",
"Nabucco Anlaşması imzalandı" vb.
yazılarda ele aldık.
Uluslararası alanda son dönemdeki en
ilginç gelişmelerden biri Honduras'taki
Postmodern darbeydi.
Yine merakla izlenen konulardan biri
Obama'nın barışçı cilasının ne kadar
gerçek olduğuydu. Kafalarda soru
işaretlerine neden olan bir diğer önemli
gelişme ise Uyguristan ve Çin'deki
olaylardı. Bütün bu konular ve El
Fetih'in 6. Kongresi, G8'in son zirvesi,
Putin'in Türkiye ziyareti hakkındaki
yazılarımızı ilgiyle okuyacağınızı
düşünüyoruz.
GÜNDEM
“Açılım” neyin açılımı?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Krizin neresindeyiz?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
İktidar dalaşında yargının rolü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
HSYK krizi Nedenler ve sonuçlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Akbank’ın değeri Citi’yi geçti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
Nabucco anlaşması imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Putin’in Türkiye ziyareti üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
Obama’nın “barışçı” cilasının dökülmesi uzun sürmedi. . . . . . . . . . 10
Çoğalıyoruz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Asilçelik'te başlayan açlık grevi ve
grevdeki işçileri ve sendika yöneticilerini
ziyaretimizi "Yeni işçi Dünyası"
sayfalarımızda bulacaksınız.
Sinter, Eti Gıda ve Esenyurt Belediye
işçilerinin mücadeleleri de bu sayımızın
işçi sayfalarına yansıyan konulardan
bazıları.
Yeni Dünya Gençliği sayfalarımızda
YÖK ve Haraçlar yazılarına yer verdik.
Kısacası iki aylık aradan sonra yine dolu
dolu bir sayıyla karşınızdayız.
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Asilçelik Grevi'nde Açlık Grevi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Asilçelik işçileriyle yaptığımız söyleşiler. . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Türk-İş bunu hep yapıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Sinter Metal işçilerinin direnişi 195. gününde. . . . . . . . . . . . . EK:4
Sinter işçileriyle uluslararası dayanışma. . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Sanayi’de “500 Büyük” listesi yayınlandı. . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
ETİ GIDA’da grev! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
ETİ GIDA'da grev sona erdi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
TİSK: “İşsizlik yüzde 55 arttı” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
Belediye işçileri direnişte . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
Belediye işçilerinden basın açıklaması. . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
Pazarcılar direniyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
Buradan önümüzdeki sayıdan itibaren
yapmayı düşündüğümüz bir değişikliği
de sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Önümüzdeki sayıdan itibaren, Yeni
İşçi Dünyası sayfaları ayrı bir dergi
olarak yayınlanacaktır. Böylece her ayın
birinden birine YDİ ÇAĞRI -o da yeni
formatında- ve her ayın 15'inden 15'ine
de Yeni İşçi Dünyası yayınlanacaktır.
Bu tabi şimdikinden daha fazla iş ve
çaba demektir.
Ancak, okurlarımız bu değişikliği olumlu
karşılayıp, daha fazla işçi sınıfına gitmek
için bir dönüm noktasına
dönüştürürlerse, harcanan fazla emek
karşılığını bulmuş olacaktır.
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI •
Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı
- kitapçılarda -
GÜNCEL
Güler Zere ve tüm hasta devrimci tutsaklara özgürlük! . . . . . . . . . 11
16. yılında Sivas katliamı lanetlendi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
El Fetih’in 6.Kongresi yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
Güney Kürdistan’da seçimler yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
Postmodern darbenin Honduras’çası. . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
YENİ KADIN DÜNYASI
Üzmez tutuklandı nihayet…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
Kürt kadınlarını sindiremeyeceksiniz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
PANORAMA
Milliyetçiliğin şovenizmle dalaşı…- UYGURİSTAN/ ÇİN - . . . . . . . . . . . 15
G8’in son zirvesi ne zaman? - L’AQUİLA/ İTALYA - . . . . . . . . . . . . . . . 16
OKUR MEKTUBU
Yeni Dünya İçin Çağrı okurlarına açık çağrı…. . . . . . . . . . . . . . 17
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
İhale Rusya’ya mı verildi?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
Ilısu'da TC inşada ısrarlı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
YÖK, katsayı uygulamasını kaldırdı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
Har(a)çlar zamlandı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 136 · Eylül 2009 • ISSN 1301-692X136
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected]
www.ydicagri.org
2
gündem
A
“Açılım” neyin açılımı?
KP hükümetinin önce adına
“Kürt açılımı” dediği, sonra
“demokratik açılım”, “demokrasi açılımı” vb. olarak değiştirdiği “Kürt sorununu” çözme iddialı
“açılım” üzerine tartışmalar hararetle sürüyor.
Başbakan Erdoğan bilindiği gibi
daha önce DTP’nin görüşme isteklerini “DTP terör örgütünü kınamadıkça görüşmem” biçimindeki açıklamalarla geri çevirmişti.
Hükümetin ilan ettiği “Kürt açılımı” çerçevesinde Erdoğan DTP’ye
yönelik bu ambargoya son verdi. 5
Ağustos’ta AKP Başkanı sıfatıyla
DTP yöneticileri ile bir saatlik bir
görüşme yapan Erdoğan’ın yeni “kırmızı çizgisi” Kürt açılımı konusunda
PKK ve Abdullah Öcalan'la pazarlık yapmamak. Bu kırmızı çizginin
ne kadar dayanacağını süreç içinde
göreceğiz. Her halükarda AKP’nin
şimdi resmen DTP ile görüşmesi,
onun DTP’yi “Kürt sorununun çözümünde Kürt tarafının temsilcisi”
olarak zımnen kabul ettiğinin bir
ifadesidir. Bu durum AKP’nin geçmiş pozisyonundan uzaklaşması
anlamına geliyor. Geçmiş pozisyondan bu uzaklaşma kuşkusuz bir yanı
ile esas muhatap alınması gereken
PKK’yi dışta tutarak görüntüyü kurtarma amacına da hizmet ettiği için
samimiyetten uzak bir tavır. Diğer
yanı ile fakat bu yıllardır süren savaşın durdurulması açısından küçümsenmeyecek önemde ciddi bir adım.
Nitekim bu adıma CHP ve MHP
“muhalefet”i de, onlardan beklenen
ve adımın ciddiyetini kavradıklarını
gösteren bir biçimde geldi. Yaygarayı
bastılar: “Başbakan İmralı’daki katilin dediğini yapmıştır!”. “Atılan
adım Türkiye’yi bölünmeye götüren bir adımdır.” (MHP). “Başbakan
DTP ile konuşarak, aslında İmralı’yı
muhatap almış, Kandil ile, İmralı ile
pazarlığa oturmuştur!” (CHP) vs.
On yıllardır yürüyen savaştan
beslenenler şimdi bu savaşın durması konusunda konuşulmasından
bile korkunç rahatsızlık duyuyorlar.
Biliyorlar ki savaşın durması, onların temsilciliğini yaptıkları bir kısım
savaş rantçısının rantlarının sonu
olacak. Yine biliyorlar ki, emekçi
kitlelerin sürmesinden hiçbir yararı
olmadığı ve bitmesini talep ettiği bu
savaşın, AKP hükümeti döneminde
sonlandırılması, bunda DTP’nin de
belirleyici bir rol oynaması, bu partileri seçmen nezdinde daha da büyütecektir. Onlar bu yüzden bu süreci
durdurmak, tersine çevirebilmek için
her türlü atraksiyona giriyorlar.
DTP/AKP görüşmesinin ardından,
İçişleri Bakanı’nın çeşitli kişi ve kuruluşlarla yürüttüğü görüşmeler bir
yandan sorunun tartışmasını gündemde tutarken, diğer yandan bu
Toplumun geneline bakıldığında egemen olan
hava, temkinli bir iyimserlik havası. Büyük
çoğunluk nasıl olacaksa olsun şu kan, savaş
durdurulsun samimi isteğini ifade ediyor.
Fakat bunun olup olamayacağı, olacaksa
nasıl olabileceği konusunda rivayetler çok.
görüşmelerde daha çok “dinleyerek”
açılımın içinin somut doldurulması
işinin çeşitli toplum kesimlerinin,
kuruluşlarının fikirleri, önerileri göz
önüne alınarak yapılacağı yönünde
mesajlar veriyor.
AKP-DTP diyalogunun başlaması
tabii ki sorunun (elbette burjuva anlamda) çözümü değil. Fakat hükümetin bu bağlamda hesaplanmış bir
riziko almaya hazır olduğunu göstermesi açısından yeni bir “ilk adım” .
Tabii bu adım içinde, PKK içinde ve
çevresinde (bu arada DTP içinde de)
ayrıştırmayı hızlandırma hesapları
da var. Hükümet bu adımla, sorunu
DTP’yi de muhatap alarak ve TBMM
çatısı altında çözme planını geliştirdiğini, “Kürt Açılımı” denen; içeriği
henüz doldurulmamış ve açıklanmamış açılımın siyasi ayağının, PKK direk muhatap alınmadan DTP’yi çözüm için muhatap olarak almak biçiminde düşünüldüğünü gösteriyor.
Bu siyaset sadece AKP’nin siyaseti değildir. Ağustos ayında yapılan
MGK toplantısında bu siyasete destek verildiği kamuoyuna açıklanmış
durumda. Görünen o ki, hükümet
ile bugünkü Genelkurmay arasında,
sorunun çözümü için PKK açıkça
muhatap alınmadan belirli siyasi
adımların atılması yönünde belli bir
anlaşma var.
Abdullah Öcalan, kendisinin mutlaka muhatap alınması gibi bir talebinin olmadığını, muhatap olarak
Kandil, olmazsa DTP, olmazsa “akil
adamlar”ı adres göstermesine rağmen, DTP’nin muhatap alınarak,
orta-uzun vadede kendisine ihtiyaç
kalmayacak bir çözüm geliştirilmesi
tehlikesi karşısında sonuçta kendisinin muhatap alınması gerektiği mesajlarını vermektedir.
PKK için muhatap alınması gereken tartışmasız A. Öcalan’dır.
DTP yöneticileri de yaptıkları açıklamalarla, düzenlenen eylemlerle asıl
muhatabın İmralı’da olduğu mesajını
veriyorlar.
İ m r a l ı’ d a n b ek lenen “yol
haritası”nın önce 15 Ağustos’a yetiştirilemediği açıklandı. Sonra koster arızasına takıldı. 26 Ağustos’ta
A. Öcalan’la görüşen avukatlar,
“Müvekkilimiz Öcalan ayın 20'sinde
basına, devletin ilgili makamlarına
ve AİHM'e sunulmak üzere 'yol haritasını' cezaevi idaresine teslim ettiğini bildirdi. Biz de Cumhuriyet
Savcılığına yol haritasını almak için
başvuru yapacağız” açıklamasını
yaptılar.
Toplumun geneline bakıldığında
egemen olan hava, temkinli bir iyimserlik havası. Büyük çoğunluk nasıl
olacaksa olsun şu kan, savaş durdurulsun samimi isteğini ifade ediyor.
Fakat bunun olup olamayacağı, olacaksa nasıl olabileceği konusunda
rivayetler çok. Bütün tartışmaların
en iyi, en olumlu yanı, T.C. tarihinde
belki ilk kez “Kürt Sorunu” diye bir
sorunun varlığının ve bu sorunun
Türkiye’nin en önemli sorunu olduğunun devlet tarafından resmen
(hem hükümet kanadı tarafından adı
konarak açıkça; hem de ordu/bürokrasi kanadı tarafından zımnen) kabul edilmiş olması; bunun yanında
toplumda da açıkça adı konarak, ge-
niş bir biçimde ve her zamankinden
daha derinlemesine tartışılır hale
gelmiş olmasıdır.
Halkın akan kanın durması, yürüyen savaşın durması talepleri doğru
ve haklı taleplerdir. Sorunun çözümünde ilerlemek için bu savaşın durması elzemdir. Bu anlamda bunun
şimdi yüksek sesle açıktan tartışılıyor
olması olumludur. Egemen sınıflar
arasında yürüyen dalaşta, kuşkusuz
sorunu savaşı bitirerek çözme, bunun için belli tavizler verme yanlısı
olanlar, “açılım”cılar, buna karşı çıkanlarla karşılaştırıldıklarında daha
olumlu bir pozisyonun savunucusu
konumundadırlar. Fakat bunun yanında şu da olgudur: Burjuvazinin
barışçı çözüm iddiasındaki kesiminin de çözümü (ki bunun olup olmayacağı, ne kadar zaman alacağı vb.
cevaplanmamış sorulardır) sonuçta
bu sorunun gerçek çözümü olmayacaktır. Çünkü emperyalizm çağında
ulusal sorunun gerçek çözümü, ancak proletarya önderliğinde devrimlerle mümkündür.
“Açılım” tartışmaları yaşanılırken,
DTP’ye saldırılar ise sürüyor. Şırnak
/Beytüşşebap'ta 25 Temmuz akşamı
2 DTP üyesi başlarına taşla vurulup
göğüslerine birer kurşun sıkılarak öldürüldü. Günlük gazetesi bir ay süre
ile kapatıldı. Askeri operasyonlar hız
kesmeden sürüyor.
Bütün bunlar DTP’ye ve PKK destekçilerine gözdağı vermek, diğer
yandan çatışma kışkırtmak, üzerine
çok konuşulan, DTP’nin sahip çıktığı
“barışçıl çözüm” sürecini baltalamak
için yapılmaktadır. Bu dönemde cinayetlerin artması, operasyonların
devam etmesi, bunun yanında tam
da barış üzerine konuşulan şartlarda
PKK’ya ve halka karşı savaşın yükseltilmesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Bunlar içine girilen süreci baltalamanın araçlarıdır.
Her ne kadar Kürt sorunun artık
“resmen de kabul edilip çözüm yolları
üzerine tartışılıyor olması olumlu bir
gelişme ise de, bunun Kürt sorununun gerçek anlamda çözümü olmayacağı açıktır. Uluslar ve halklar arasında gerçek, özgür birliğin sağlanması için, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kullanacağı özgür
şartların yaratılması, zoraki birliğe
son verilmesi, eşit ve özgür bir ortamın yaratılması gerekliliktir. Bunun
için sömürü düzeninin işçi sınıfı önderliğindeki bir devrimle yıkılması,
yerine işçilerin köylülerin iktidarının
kurulması mutlak gerekliliktir.
Kürt ulusal sorununu burjuvazi
çözemez! Ulusal sorunu çözecek olan
tek güç işçi sınıfıdır.
Gerçek “açılım”ı ülkelerimizde yaşayan uluslar ve halklardan işçiler
emekçiler, yapacak! Devrimle!
28 Ağustos 2009 ✓
3
gündem
Ü
4
Krizin neresindeyiz?
lke ekonomilerinin büyük
çoğunluğu (Asya’da gelişmekte olan ekonomiler kategorisi içinde olan birkaç ülke hariç,
ki bunlar içinde Çin ve Hindistan en
önemlileri) ekonomik büyüme verileri baz alındığında şimdi üç çeyrektir küçülüyor, küçülme hem de
oldukça büyük oranlarda küçülme.
İki çeyrek üst üste küçülme burjuva
ekonomistlerinin resesyon (durgunluk) olarak adlandırdıkları durum.
Marksist kriz teorisine göre ise bir
dizi ülke ve bir bütün olarak dünya
ekonomisi yeni kriz devresinin depresyon aşamasını yaşıyor. Şimdi dokuz aydır yaşanan bu aşamanın daha
ne kadar süreceğini söyleyebilmek
için en azından 2009 ‘un üçüncü çeyreğinin kesin rakamlarını görmek
gerek. Fakat ABD’den gelen ikinci
çeyrek rakamları- bunlar henüz kesin
rakamlar değil- ABD ekonomisinde
küçülmenin hız kestiğini gösteriyor.
Bunun geçici konjonktürel bir hız
kesme mi, yoksa bir genel eğilim işareti mi olduğunu yıl sonuna doğru
göreceğiz. Almanya’da ekonomi enstitüleri üçüncü çeyrekte çok küçük
bir oranda da olsa 0’ın üzerinde bir
rakamın çıkacağı, yani büyümenin başlayacağı beklentisi içindeler.
Şimdiye dek yapılan hemen tüm büyüme beklentisi rakamlarının süreç
içinde aşağıya doğru revize edilmek
zorunda kalındığı bilindiğinde, bu
beklentinin aslında piyasalara umut
pompalama beklentisi olma olasılığı
büyük. Kaldı bir çeyrekte 0’ın biraz
üstü bir büyüme de tek başında depresyondan çıkıldığı anlamına gelmez.
En az iki çeyrek gözlemlenmek, bir
kereye mahsus konjonktürel bir artı
mı, yoksa belirginleşmiş bir büyüme
eğilimi mi olup olmadığını söylemek
için mutlak gerekliliktir.
Yukarıda ABD’den gelen ikinci
çeyrek rakamlarının ABD de ekonomisinde küçülmenin hız kestiğini
gösterdiğini belirttik. Bu bağlamda
durum şöyle:
ABD Ticaret Bakanlığı tarafından
yapılan açıklamaya göre ABD'de ekonomi ikinci çeyrekte yüzde 1 ile beklentilerden de az daraldı. Ekonomi
Enstitülerinin tahmini daralmanın
yüzde 1,5 civarında olacağı yönündeydi. Yani ekonomideki küçülme
yavaşladı. Bu kimi ekonomistler tarafından krizden çıkışta olumlu bir
sinyal olarak değerlendiriliyor. Bir
bölümü artık küçülmede dipten çıkıldığını söylüyor. Bu tabii şimdilik
yalnızca iyimser bir tahminin ötesinde bir değir taşımıyor. Bir önceki
çeyrek dönemde ABD’de Gayri Safi
Yurtiçi Hasıla (GSYİH) yüzde 5,5
küçülmüştü. (Bu rakam daha sonra
revize edilerek % 6,4 e çıkarıldı !) Bu
durumda, 2008’in son çeyreğinde
ABD ekonomisi yüzde 6,3 küçülme
Küresel yatırımcı adı verilen spekülatörler bu arada
en çok da Asya borsalarına saldırdı. Japon devi
Sony'nin beklentilerden düşük zarar açıklaması ve
Güney Kore'de sanayi üretiminin beklentilerden 2
kat daha fazla artıp yüzde 5,7 yükselmesi ile Asya
borsaları 11 ayın zirvesine fırladı.
ile, 2009’un ilk çeyreğinde de % 6,4
küçülme ile üst üste iki çeyrekte son
30 yılın en sert düşüşlerini yaşamıştı.
Bu rakamlarla karşılaştırıldığında %
1’lik küçülme tabii ehven-i şer olarak
görülüp, krizden çıkış işareti olarak
görülebiliyor. Kesin olmayan bu rakamda önümüzdeki dönemde revizyon yapılması olası. Fakat bu revizyon % 1’den fazla olması beklenmemeli. Bu durumda bile küçülmenin
önemli ölçüde hız kestiği açıktır.
ABD ekonomisinin dünyanın en
büyük ekonomisi olduğu bilindiğinde, bu dünyadaki krizin durumu
ve gelişmesi açısından da belirleyici
önemdedir. Burada da fakat bu hız
kesmenin açılan yüz milyarlarca dolarlık destek paketleri vb. sayesinde
olduğu, temelinin devlet borçlarının
artması olduğu unutulmamalıdır.
Krizden çıkışın ilk işaretleri olarak piyasalarda Temmuz ayı başında
kimi şirket bilançolarının açıklanmasıyla başlayan ve borsalarda yükselme biçiminde kendini gösteren
iyimser hava gösteriliyordu. ABD
ekonomisinin ikinci çeyrek rakamları bu iyimser havanın devam edip
etmeyeceği noktasında çok önemli
idi. Rakamlar bu iyimser havayı güçlendiren rakamlar oldu.
Rakamların açıklandığı gün New
York borsası son 9 ayın en yüksek
seviyesine çıktı. İyimser hava dünyanın diğer bölgelerinde, ülkelerinde
de borsalarda yükselme biçiminde
yansıdı. Spekülatörler hiçbir şey olmamışçasına kaldıkları yerden devam etmeye başlamış görünüyorlar.
Henüz reel ekonomi borsadaki yükseliş oranını destekleyecek bir yük-
selme göstermiyor. Yeni balonlar şişiyor bu anlamda.
Küresel yatırımcı adı verilen spekülatörler bu arada en çok da Asya
borsalarına saldırdı. Japon devi
Sony'nin beklentilerden düşük zarar
açıklaması ve Güney Kore'de sanayi
üretiminin beklentilerden 2 kat daha
fazla artıp yüzde 5,7 yükselmesi ile
Asya borsaları 11 ayın zirvesine fırladı. Asya'nın küresel krizden toparlanmanın çekici gücü olacağına
inanan yatırımcının yüklü alımları
ile Güney Kore'nin KOSPI endeksi 1
yılın zirvesine çıktı, para birimi Won
ise dolar karşısında 9 buçuk ayın en
yüksek seviyesini gördü. Japonya'nın
Nikkei 100 endeksi ise 10 ayın en
yüksek seviyesine yükseldi.
Türkiye’de de Borsa (IMKB) yükselerek 40-45 bin puan bandında oynamaya başladı. Borsa en düşük değeri, 21 Kasım 2008’de 21.228 puan
olarak görmüştü. Bu seviyeye göre
yükselme yüzde 100 ve üstü olarak
görünüyor.
Mart’ta 1,8250 liraya kadar çıkan
dolar, son günlerde 1.40- 1.45 lira
bandında işlem görüyor. Bu Mart
zirvesine göre yüzde 20 değer kaybı
anlamına geliyor.
Faiz: Tüm zamanların en düşük seviyesine indi. Ağustos başında yüzde
9.92’yi görerek ilk kez tek haneye
düştü.
Yabancı sermaye girişi: Yabancı
sermayenin özellikle borsadaki alımları dikkat çekiyor. Borsadaki yabancı
payı Mart ortasında yüzde 62’ye dek
gerilemişti. Son açıklanan verilere
göre bu oran yüzde 66’yı aştı.
Banka karları: BDDK’nın Ağustos
başında açıkladığı verilere göre bankaların toplam kârı 2009’un ilk yarısında geçen yılın aynı dönemine göre
yüzde 32.6 arttı ve 11 milyar dolara
dayandı. Sektörün sermaye yeterliliği de 1.23 puan artışla yüzde 19.23’e
çıktı.
Yani mali piyasada işler tıkırında
görünüyor. Yerli ve yabancı spekülatörlerin keyfi yerinde. Ve tabii onlar
krizin aşıldığından -zaten Türkiye
banka sektörü baz alındığında krizi
bütün dünyada en hafif atlatan ülkelerden biri! Erdoğan’ın “teğet” i bu
alan için gerçek durumun ifadesisöz ediyorlar. Fakat reel ekonomideki rakamlar başka bir dil konuşuyor. Başka bir resim çiziyor:
İŞSİZLİK: Nisan’da işsizlik yüzde
14.9, işsiz sayısı 3 milyon 618 bin kişi
oldu. Bu, işsizlik oranının geçen yılın
aynı dönemine göre 5 puan, işsiz sayısının da 1 milyon 285 bin kişi arttığını gösteriyor. Ve bunlar “resmi”
işsizlik rakamları. Gerçek işsizliğin
resmi rakamların iki katı civarında
olduğu Türkiye’nin bilinen “gizli”
gerçeklerinden biri.
BÜYÜME: GSYH ilk çeyrekte geçen yıla göre yüzde 13,8 azaldı.
SANAYİ ÜRETİMİ: Temmuz’da
açıklanan Mayıs ayı verilerine göre
sanayi üretimi, 2008’in aynı ayına
kıyasla yüzde 17,4 azaldı.
K A PA S İ T E K U L L A N I M I :
İma lat ta k apasite ku l la nı mı
Haziran’da, geçen yılın aynı ayına
göre 9.6 puan azaldı ve yüzde 72.7
oldu.
İHRACAT: Türkiye İhracatçılar
Meclisi, ihracatın Temmuz’da geçen
yıla göre yüzde 27.15’lik düşüşle 8
milyar 893 milyon dolar olduğunu
bildirdi.
ENFLASYON: Talepteki gerileme
fiyat artışlarını yavaşlattı. Temmuz
enf lasyonu TÜFE’de sadece binde
2 olurken ÜFE binde 7 düştü. Yıllık
bazda TÜFE yüzde 5.39 artarken,
ÜFE’de yüzde 3.75 gerileme kaydedildi. Enflasyonda gerileme ilk bakışta olumlu bir şey olarak görülüyor.
Fakat bu gerileme gerçekte ekonomik
küçülme sonucu talebin eksilmesinden kaynaklandığında hiç de olumlu
bir işaret değil.
Kısaca kriz esasta reel ekonomiyi
vuruyor ve krizin yükü her zaman
olduğu gibi emekçilerin sırtına yükleniyor. Bu arada üç beş spekülatörün
kumar sonucu kazandıklarının bir
bölümünü yitirmesi, sanayi şirketlerinin kar oranlarında düşüş, kiminin
iflası vb. işin özünü değiştirmiyor.
Diğer yandan şu da bilinmeli:
Türkiye’de de ekonominin küçülmesi
hız kesiyor. Son rakamlar bu yönde
bir eğilime işaret ediyor. Örneğin
Haziran’da küçülme 6 aydan sonra
ilk kez % 10 un altına düştü.
8 Ağustos 2009 ✓
gündem
İktidar dalaşında yargının rolü
E
gemenler arasındaki iktidar
dalaşında Yüksek Yargı gelinen yerde ordunun klasik ve
postmodern askeri darbelerle oynadığı “Atatürk Cumhuriyeti Bekçiliği”
rolünü yer yer üzerleniyor.
A b du l l a h
G ü l ’ ü n
Cumhurbaşkanlığını engellemek için
keşfedilen 367 hokkabazlığı bu bağlamda en açık örneklerden biri idi.
Fazla işe yaramamış olsa da, yine de
Anayasa Mahkemesi 367 kararıyla A.
Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçimini
birkaç ay ertelemeyi başarmıştı.
Ardından AKP hakkındaki kapatma davasında çıkan evlere şenlik
karar geldi: 11 Anayasa Mahkemesi
üyesinden 10’u, AKP’nin “laikliğe
karşı eylemlerin odağı” haline geldiği
yönünde oy kullandı. Fakat yalnızca
6’sı kapatılmaktan yana oy kullandığı için, “laikliğe karşı eylemlerin
odağı” ve tek başına hükümet partisi
olan AKP kapatılmadı, para cezası
ile “uyarıldı”. Kararın gerekçesi ile
AKP anda da “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olarak her an Anayasa
Mahkemesi’nde hakkında kapatma
davası açılabilecek ve kapatılabilecek
olan bir parti konumundadır.
Yalnızca Anayasa Mahkemesi değil, diğer Yüksek Yargının (Yargıtay,
Danıştay, Sayıştay) önemli bir bölümü
de “laikliğe karşı eylemlerin odağı”
olarak değerlendirilen hükümet partisinin edimlerini engelleyebildikleri
her yerde engelleme konumundadırlar. Hakimlerin ve Savcıların terfi/yer
değiştirme işlemlerinin sorumlusu
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu
(HSYK) da yargıda ideolojik Kemalist
egemenliği korumak ve kollamak görevini yerine getirmektedir. İdeolojik
Kemalist Hakim ve Savcıların egemenliğindeki YARSAV gibi dernekler de, Yargı ve Hukuk adına verdikleri fetvalarla AKP’nin iktidar yürüyüşünü durdurmak için mücadele
yürütmektedir. CHP için Yüksek
Yargı, en başta Anayasa Mahkemesi,
AKP’ye karşı muhalefette en önemli
dayanaklardan biridir. 7 yıllık AKP
hükümeti döneminde CHP’nin AKP
çoğunluğunun çıkardığı yasa ve
yaptığı Anayasa değişiklikleri konusunda Anayasa Mahkemesinde açtığı
dava sayısı 32’dir. Şimdi asker kişilerin sivil yargı önünde yargılanmalarını öngören yasa hakkında açılan
dava ile bu sayı 33’e çıkmıştır.
Yasaya onay ve Anayasa
Mahkemesi’nde dava
Haziran ayının son günlerinde siyasi
gündemin başköşesine yerleşen ve
asker kişilerin de TCK’nın 250. maddesinde sayılan -ağır cezayı gerektiren- suçlarla ilgili olarak sivil yargı
tarafından yargılanmasını öngören
yasa değişikliği, medyanın büyük
bölümünün yarattığı hava ve beklen-
tilerin tersine Cumhurbaşkanı’ndan
dönmedi. Abdullah Gül 8 Temmuz’da
söz konusu yasayı imzalayarak, Resmi
Gazetede yayınlanmak üzere hükümete gönderdi. Yasa 9 Temmuz’da
Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Genel Kurmay Başkanı’nın 26
Haziran’daki basın toplantısında asker kişilerin sivil yargı önünde yargılanmasına açıkça karşı çıkan tavrı,
MGK öncesi Erdoğan/Başbuğ görüşmesi, MGK’daki pazarlıklar, MGK ertesinde Gül, Başbuğ, Erdoğan, Ergin,
Cemil Çiçek görüşmesi ve medyanın
büyük bölümünün A. Gül üzerinde
yarattıkları baskı fazla işe yaramamış, Abdullah Gül yasa değişikliğine
onay vermiştir. Tabii bu Gül’e “yanlışlığın anlatılacağı” beklentisi içinde
olanları, bu arada en başta CHP’yi
büyük hayal kırıklığına uğratmıştır.
Ama Demirel’in dediği gibi “demokrasilerde çare tükenmez”. Şimdi sırada Anayasa Mahkemesi var.
Yasa yayınlanıp, yürürlüğe girer
girmez, CHP kendinden bekleneni
yaptı, yasanın yayınlandığı gün
Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı.
CHP’nin başvurduğu Anayasa
Mahkemesi’nden bu konuda çıkacak
karar bellidir: Yasa iptal edilecektir.
Tabii eğer bu konuda Genel Kurmay
ile hükümet ve Gül arasındaki pazarlıklarda -Gül’ün onay yazısında
sözünü ettiği ek yasal değişikliklerin
yapılması şartıyla bu yasanın olabilirliği konusunda- bir anlaşma yapılmadı ise. Ki görünen böyle bir anlaşmanın yapılmamış olduğu. Eğer
böyle bir anlaşma olsa idi, Gül’ün
yasayı onaylamayıp geri göndermesi
uygun olurdu.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kanun
konusunda yanlış bir iş yapmaması
için Yüksek Yargının diğer kesimleri
de devreye girdiler. Bu devreye giriş Hükümet ile Yargıtay Başkanını
karşı karşıya getirdi. Yargıtay Başkanı
Hasan Gerçeker gazetecilere bir açıklama yaparak, yapılmış olan yasa değişikliğinin Anayasa’ya aykırı olduğunu açıkladı. Bu tavır konusunda
hükümet sözcüsü Cemil Çiçek tavır
takındı.
Cemil Çiçek’in bu açıklamasına
Yargıtay Başkanı’nın tepkisi, söylediklerinin ayaküzeri söylenmiş sözler olmadığı, kendisinin demokrasi
mücadelesi yürüten biri olarak böyle
bir konuda tavır takınmasının görevi
olduğu içerikli bir cevapla geldi. Yani
Anayasa Mahkemesi, şimdi yalnızca
Genel Kurmay’ın değil, aynı zamanda Yargıtay Başkanı’nın tavrıyla
da alacağı kararın ne olması gerektiği konusunda uyarılmış durumda.
Aslında Anayasa Mahkemesi’nin
bugünkü bileşimi ve yapısında bir
uyarıya da gerek yok. Orda sağlam
bir ideolojik Kemalist çoğunluk var.
Kararlar tartışmalı konularda 9-2; ya
Genel Kurmay Başkanı’nın 26 Haziran’daki basın
toplantısında asker kişilerin sivil yargı önünde
yargılanmasına açıkça karşı çıkan tavrı, MGK öncesi
Erdoğan/Başbuğ görüşmesi, MGK’daki pazarlıklar,
MGK ertesinde Gül, Başbuğ, Erdoğan, Ergin, Cemil
Çiçek görüşmesi ve medyanın büyük bölümünün A.
Gül üzerinde yarattıkları baskı fazla işe yaramamış,
Abdullah Gül yasa değişikliğine onay vermiştir.
da 10-1 çıkan kararlar.
Anayasa Mahkemesi’nin andaki
yapısı hakkında, bu mahkemenin
“hukuki” kararlar verebileceğini düşünenler açısından en iyi cevaplardan biri Mahkemenin yeni bir kararı
ile geldi. Bilindiği gibi mahkemenin andaki ikinci başkanı (Başkan
Vekili) Osman Paksüt’ün eşi Ferda
Paksüt hanımefendi Ergenekon
ikinci davasının sanıklarından biri.
Kendisi Ergenekon üyesi olmakla
suçlanıyor. Hakkında hakim kararıyla yapılan telefon dinlemeleri sonucu elde edilmiş ve iddianameye
girerek çarşaf çarşaf yayınlanmış
bilgiler var. Hanımefendi kimi diğer Ergenekon sanıkları ile yaptığı
görüşmelerde, diğer şeylerin yanında değişik mahkemeler hakkında
onların kimlerden olduğu konusunda söyleşiler yürütüyor; Anayasa
Mahkemesi’nde yapılan oylamalar,
Anayasa Mahkemesi’nin kimi üyelerinin bu oylamalardaki tavırları
hakkında bilgiler veriyor, bu arada
bu bilgileri de Anayasa Mahkemesi
üyesi eşine onaylattırıyor. Böylece bu
saygın Anayasa Mahkemesi üyesi de
-eşi üzerinden- dinlemeye takılıyor.
Ergenekon davasına bakan İstanbul
savcıları, bu bilgileri içeren telefon
kayıtlarını Anayasa Mahkemesi’ne
ileterek, Paksüt hakkında Anayasa
Mahkemesi’nin gereğini yapmasının
yolunu açıyor. Ülkenin en yüksek
yargı organının bir üyesi eşi ile yargının iç sorunları üzerine söyleşiyor! Eşi de sanki mahkeme üyesi. Eşi
onun verdiği bilgileri Ergenekoncu
dostları ile paylaşıyor. Ve ona onaylattırıyor. Nedir bu durumun normal bir halde gereği? Paksüt görevi
kötüye kullanmak, yürüyen davalar
hakkında ilgisiz kişilere bilgi vermek vb.den dolayı istifa etmeli. Yok,
o istifa etmiyorsa, Yüksek Yargının
diğer üyeleri onun Yüksek Yargının
olmayan (!!!) saygınlığını düşüren,
bozan tavırları nedeniyle üyelikten
çıkarılması yönünde tavır takınırlar.
Sonunda beklenen oldu. Yani ne biri
ne öteki oldu. Paksüt istifa etmedi,
pişkin pişkin sanki olaylar onu hiç
ilgilendirmiyormuş gibi görevine
devam etti. Anayasa Mahkemesi ise,
Başkanvekili Paksüt hakkında 'soruşturma açılmasına gerek olmadığına'
karar verdi. Mahkeme, bu kararı verirken formel hukuk açısından yaklaştı soruna. Ergenekon’daki dolaylı
dinlemeleri delil saymadı. Mahkeme
bu kararı alırken ilginç bir tespitte
de bulunuldu ve “...Başkanvekili
Paksüt'ün Anayasa Mahkemesi'nin
müzakerelerine ilişkin gizli kalması
gereken bilgileri bazı basın mensuplarıyla paylaştığı anlaşılmıştır...'
denildi. Yani Paksüt’ün bir Anayasa
Mahkemesi üyesi açısından yapılması suç olan bir işi yaptığı kayıtlara
geçti. Zaten Ergenekon dosyasında
geçmişti ve bunu inkara imkan da
yoktu. Fakat yine de “soruşturmaya
gerek yok” denildi.
Karara 11 mahkeme üyesinden tek
itiraz eden Ferruh Kaleli oldu.
Oy çokluğuyla alınan karara üye
Ferruh Kaleli katılmadı. Kaleli telefon kayıtlarının, mahkeme kararıyla,
5
gündem
HSYK krizi
yasal dinleme ile elde edildiğini ve
hukuka uygun olduğunu savunarak
Paksüt hakkında soruşturma açılması gerektiğini belirtti.
Nedenler ve sonuçlar
Anayasa Mahkemesi’nden
ilginç bir karar daha!
6
Egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde, ideolojik Kemalist kanadın temel dayanaklarından biri
olan Anayasa Mahkemesi ilginç bir
karara daha imza attı. Bilindiği gibi
Suriye sınırındaki “mayınlı arazilerin temizlenmesi” ile ilgili olarak
AKP’nin çıkardığı, Cumhurbaşkanı
tarafından da onaylanarak yürürlüğe
giren yasa CHP tarafından Anayasa
Mahkemesine götürülmüştü.
Anayasa Mahkemesi 22 Temmuz’da,
davada esas hakkında karar almadan,
yasanın bir noktasında “yürütmeyi
durdurma” kararı aldığını açıkladı.
Karara göre, söz konusu mayınlı
arazileri temizleyecek firmalara
arazinin tarım yapma koşuluyla 49
yıllığına kiralanmasının mümkün
olamayacak.
Bu ilginç bir karar. Çünkü henüz
ortada durdurulacak bir “yürürlük”
yok. Söz konusu yasada “araziyi temizleyecek firmaya en fazla 49 yıllığına kiralama”, mayınların temizlenmesi konusunda ilk iki alternatifin
işlemediği durumda, başvurulacak
üçüncü alternatif çözüm olarak öngörülüyor. İlk iki alternatif ise henüz denenmiş değil. Yani Anayasa
Mahkemesi olmayan, büyük olasılıkla hiç olmayacak bir “yürürlüğü
durdurma” tedbir kararını alıyor.
Esas hakkında karar almayı ise geriye
bırakıyor. Halbuki durdurma konusunda karar alana kadar, esas hakkında da karar alabilir. Gerekçeler
belli, karşı gerekçeler belli, Anayasa
belli. O halde neden bu konuda esas
hakkında karar yerine “yürümeyen
bir yürütme”yi durdurma tedbir kararı alınıp, esas hakkında karar erteleniyor? Bunun bir tek anlamı var:
Anlaşılan o ki, Anayasa Mahkemesi
şu anda önünde olan iki iptal kararından askere “sivil yargı” yolunu
açanını öne almayı önemli görüyor.
Diğer yasa konusunda bir maddede
“yürütmeyi” durdurma kararı da,
aslında esas hakkında karar konusunda işaret fişeğidir.
“Yürütmeyi durdurma” tedbir kararının açıklandığı gün, Anayasa
Mahkemesi’nin, ana muhalefet CHP
ve diğer muhalefet partilerinin iptal istemiyle başvurduğu askere sivil
yargı yolunu açan yasal düzenlemeyi esastan görüşme kararı aldığı
da açıklandı. Bu durumda Anayasa
Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi
Başkanı Haşim Kılıç'ın belirleyeceği
bir günden itibaren davayı esastan
görüşmeye başlayacak.
Burada da çıkacak karar şimdiden
bellidir.
Türkiye’de yasa yapıcı organ pratikte Anayasa Mahkemesidir.
24 Temmuz 2009 ✓
1
982 Anayasası’nın öngördüğü
düzen siyasi alanda biri “majestelerinin hükümeti”, -siz
“majestleri”ni, ordu merkezli bürokratik Kemalist devlet eliti olarak okuyun- diğeri “majestelerinin muhalefeti” görevini üzerlenecek iki merkez
partisi üzerinden ülkeyi yönetmeyi
öngörüyordu. Her iki parti de majestelerinin partisi olacağından yürütmenin yargı ile iç içe olmasında bir
sakınca görülmüyordu. Bu yüzden
yargıda yapılacak atamaları gerçekleştirme temel görevine sahip HSYK
(Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu)
isimli bir kurul oluşturuldu. Yedi kişiden oluşan bu kurulun kuruluşu ve
işleyişi şöyle:
- H S Y K ’ d a Ya r g ı t a y 3 v e
Danıştay’dan 2 seçimle gelen 5 üye
ile Adalet Bakanlığı’ndan iki temsilcinin bulunduğu 7 üye yer alıyor.
Kurul’un 5 de yedek üyesi var. Kurul,
kararlarını salt çoğunlukla alıyor. 4
oy.
- HSYK’nın başkanlığını Adalet
Bakanı yapıyor. Adalet Bakanlığı
Müsteşarı da bu görevi süresince
kurulun asli üyesi. Kurulu temsil ve
Kurul adına beyanda bulunma yetkisi başkana ait.
- Adalet Bakanı’nın bulunmadığı
zamanlarda Kurul’a, üyelerce seçilen
başkanvekili başkanlık ediyor. Bakan
ve başkanvekilinin bulunmadığı toplantılarda ise seçimle gelen asıl üyelerin en kıdemlisi Kurul’a başkanlık
eder.
Yani sonuç olarak, Yüksek Yargının
iki organının -Yargıtay ve Danıştaykendi arasından seçip gönderdiği
üyelerin belirleyici olduğu bir kurum
HSYK. İdari ve cezai yargıda kimin
nereye atanacağına karar verenleri
seçip gönderen Yüksek Yargının iki
organı. Yüksek Yargıya kimin atanacağına ise HSYK karar veriyor.
Yani dönüşümlü olarak birbirlerini
seçiyorlar. Buna hükümet de Adalet
Bakanlığı üzerinden dahlediliyor.
Hükümet -Adalet Bakanlığı- ile
Yüksek Yargının seçip gönderdiği
üyeler arasında bir çatışma, 1982
Anayasası’nı dikte edenler açısından
öngörülen bir durum değil. Yargı
kendisi devletin temel direklerinden biri, hükümet ise bürokratik
devletin sivil siyasi devamı olarak
kurgulanıyor. Hal böyle olduğu için
de kurula bizzat Adalet Bakanı’nın
başkanlık etmesi, kurulun sözcüsünün o olması, kurul kararlarının
onun imzası ile yayınlanması vb.
sorun olarak görülmüyor. Fakat bilindiği gibi bu siyaset mühendisliği
ürünü kurgu cunta sonrası yapılan
daha ilk seçimlerde, majestelerinin
partisi olarak öngörülmeyen, kerhen
izin verilen bir partinin (ANAP’ın)
seçim zaferiyle sallanmaya başladı.
Gelinen yerde ise kurgulanan düzen
artık dikiş tutmuyor. Hakimler ve
Savcıların terfi ve yerleştirilmeleri
konusunda karar alacak HSYK’de
2009 Yaz Kararnamesi için kurulun
hükümetten gelen üyeleri ile, yargı
kökenli üyeleri açıkça karşı karşıya geldiler. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanıp kurula sunulan
terfi/tayin listesine kurulun yargı
kökenli üyelerinden itirazlar geldi.
Pazarlıklar gündeme geldi. Fakat asıl
kilitlenme HSYK üyelerinden Ali
Suat Ertosun’un son dakikada getirdiği bir öneri sonrası oldu. Ali Suat
Ertosun’un “Ergenekon savcıları ile
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi
Başkanı’nın yerlerinin değiştirilmesi”
önergesinin kurulda kabul görmesi
toplantıyı kilitledi. Kurul üyesi ve
başkanı Adalet Bakanı ve kurul üyesi
Adalet Bakanlığı müsteşarının katılmadığı toplantıdan karar çıkmadı.
Kurul adına yapılan resmi açıklamalarda her ne kadar her şeyin normal
mecrasında gittiği yönünde laf lar
edilse de, kurulda hükümetten gelen
üyelerle, yargı kökenli üyelerin karşı
karşıya gelmiş olduğu gizlenemez,
medyada açıkça tartışılan bir gerçek.
Sonuçta HSYK’da bir aya yakın
süren hükümet/ Yüksek Yargı dalaşı ve pazarlığı sonunda bir uzlaşı
ile aşıldı. Uzlaşı Ergenekon Savcı
ve Hakimlerinin yerlerinin değiştirilmemesi, buna karşı Adalet
Bakanlığı’nın bu hakim ve savcılar
hakkında şikayetlerin araştırılması
için soruşturmaya izin vereceğini
açıklaması şeklinde bir uzlaşı.
Bu uzlaşma tabii ki egemenler arasındaki iktidar dalaşının HSYK’daki
bir yansımasından başka bir şey değildi, andaki uzlaşma kavganın sonu
olmadı. Liste yayınlandıktan sonra
önce HSYK’nın Yüksek Yargı kanadının açıklaması, ardından bu açıklamaya cevap bir gün sonra Adalet
Bakanlığı’ndan yapılan açıklama ile
geldi.
Bu gelişmeler HSYK’nin yapı ve
bileşiminin tartışılmasını da kaçınılmaz olarak gündeme getirdi.
İşleyişe göre, HSYK’da Yargıtay
ve Danıştay’dan gelen üyelerden
dördü karar alabilecek durumda.
Anayasa, HSYK Kanunu, HSYK İç
Yönetmeliği ile ‘Hâkimler ve Savcılar
Hakkında Uygulanacak Atama ve
Nakil Yönetmeliği’nde, kararnamelerin kabulü için, kurulun başkanı olan
Adalet Bakanı’nın imzasının şart olduğuna ilişkin hüküm bulunmuyor.
Aksine, kararın üyelerin salt çoğunluğuyla alınacağının belirtilmesiyle
yetiniliyor. Gelecekte bu tartışmanın
daha da alevlenmesi kaçınılmazdır.
Gündeme getirdiği kararname ile
HSYK'da yaşanan krize yol açan Ali
Suat Ertosun, 2000 yılında F tipi cezaevlerini protesto için ölüm oruçlarına karşı yapılan 'Hayata Dönüş'
operasyonu sırasında Ceza ve Tevkif
Evleri Genel Müdürlüğü görevindeydi. Hayata Dönüş kodlu katliam
operasyonunda bilindiği gibi iki askerle birlikte 32 kişi öldü. Ertosun'a
bu operasyonların ardından 2002
y ı lında 'Devlet Üstün Hizmet
Madalyası' verilmişti. Ertosun daha
sonra, 2003 yılında Yargıtay üyeliğine, 5 Mayıs 2008'de ise Yargıtay
Genel Kurulu'nun gösterdiği üç aday
arasından Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül tarafından HSYK üyeliğine
seçildi. Diğer yandan Sabancı suikastı sanığı Mustafa Duyar'ı Uşak
Cezaevi'ndeki isyan sırasında öldüren Nuri Ergin, "Cumhuriyet Savcısı
Zekeriya Öz, Sabancı suikastıyla ilgili
bir şeyler ortaya çıkarmak istiyorsa
Ali Suat Ertosun'un neden Mustafa
Duyar'a yakınlık gösterdiğini sorgulasın." demişti.
HSYK’da yaşanılan kriz, egemenler arasında iktidar mücadelesinin
bir yansımasıdır. Kavga bitmedi, sürüyor, sürecek!
Bu somut kavgada görüldüğü gibi
her iki kesim de hukuk adına, yasalar
adına, hukukun üstünlüğü adına vs.
konuşuyor. Gerçekte ise iki tarafın
da hukuktan anladığı nalıncı keseri
gibi hep kendi tarafına yontukları
guguktur!
Ağustos 2009✓
gündem
B
Akbank’ın değeri Citi’yi geçti
ilindiği gibi ABD’nin en büyük mevduat bankalarından
biri olan Citibank verdiği küçük kredilerle ve girdiği spekülasyonlarla dünyanın en hızlı büyüyen
banklarından biri idi. Büyüme stratejisinin bir adımı olarak Citi Bank
2006 Ekiminde Akbank’a da resmen
talip olmuştu. Pazarlıklar sonunda
Citi Bank 3,1 milyar dolar karşılığı
Akbank’ın % 20’lik hissesini satın
almış, Akbank’ın en büyük ortaklarından biri durumuna gelmişti.
Citibank Akbank’a talip olduğunda
yani 17 Ekim 2006’da piyasa değeri
275 milyar dolardı.
Citibank mali krizdeki banka çöküşlerinde en fazla değer yitiren
bankalardan biri oldu. Piyasa değeri
2006’daki 275 Milyar dolardan, mali
krizin patladığı Eylül 2008’de 255
Milyar dolara düşmüştü. Temmuz
sonu 2009’da ise Citignoup’un piyasa
değeri 17,5 Milyar dolardı.
Bütün dünyada banka sistemini
neredeyse çöküşe götüren kriz, 2001
krizinde bankacılık sistemi çöken,
sonra alınan önlemlerle dünyanın en
güçlü bankacılık sistemlerinden biri
haline gelen ve tabii emperyalist dünyanın en büyük banka sistemleri ile
karşılaştırıldığında rölatif küçük olan
Türkiye’deki bankacılık sektörünü
de vurdu. Fakat Türk bankalarının
değer kaybı emperyalist ülkelerdeki
bankaların değer kayıpları ile karşılaştırıldığında hem hacim, hem oran
açısından oldukça düşük oldu. Bu
durumda Türkiye’de bankacılık sektörü borsada yabancı spekülatörlerin
en fazla alım yaptığı sektörlerin başında geldi. Öyle ki Akbank’ın piyasa
değeri son 5 ayda dolar bazında yüzde
200 artarak 18 milyar 287 milyon
dolara yükseldi. Böylece Akbank’ın
piyasa değeri, yüzde 20 hissesini sattığı bir zamanların dünya finans devi
Citigroup’u geride bıraktı.
Krizde yabancı spekülatörlerin
ilk tercihlerinin başında İstanbul
Menkul Kıymetler Borsası (İMKB)
geldi, hisse bazında ise önceliği bankalar aldı. Krizden büyük yara alan
dünya devi bankalarının hisselerine
talep gelmeyince Türk bankalarının hisseleri hızla tırmanışa geçti.
İşte böyle bir ortamda Akbank’ın
hisseleri son 5 ayda yüzde 154 arttı.
Hesaba bir de dolar kurunda yaşanan
düşüş dahil edildiğinde Akbank’ın
piyasa değerinde yüzde 200’e varan
artış gerçekleşti.
18.3 milyar dolarlık piyasa değeri
ile Akbank, İMKB’nin en değerli şirketi olma özelliğini sürdürürken piyasa değeri 15,5 milyar dolara çıkan
Garanti Bankası da Citigroup’la arasındaki farkı iyice kapattı. Garanti
Bankası ile bir dönem Türk bankacılık sektörünün toplamından daha
değerli olan Citigroup ile Garanti
Bankası arasındaki fark sadece yüzde
Bütün dünyada banka sistemini neredeyse çöküşe götüren
kriz, 2001 krizinde bankacılık sistemi çöken, sonra alınan
önlemlerle dünyanın en güçlü bankacılık sistemlerinden
biri haline gelen ve tabii emperyalist dünyanın en büyük
banka sistemleri ile karşılaştırıldığında rölatif küçük olan
Türkiye’deki bankacılık sektörünü de vurdu.
11’e indi.
Türkiye’de hisseleri borsada işlem
gören 15 bankanın piyasa değeri 5
ayda üç kat arttı. Borsanın yükselişe
geçmeye başladığı 5 Mart tarihinde
31 milyar dolar seviyesinde bulunan
15 bankanın toplam piyasa değeri
dün 82 milyar 397 milyon dolara yükseldi. Söz konusu tarihler arasında
piyasa değeri dolar bazında en hızlı
artan banka yüzde 246 ile Vakıfbank
oldu. Vakıfbank’ı yüzde 233’lük değer artışı ile Türk Ekonomi Bankası
(TEB) izledi. 15 bankanın piyasa değeri İMKB’nin tarihi zirvesine çıktığı
15 Ekim 2007’de 121 milyar dolar
seviyesindeydi.
Ekim 2006’da Akbank’ın yüzde
20’si için 3.1 milyar dolar ödeyen
Citi’nin elindeki Akbank hisselerinin
değeri şu an 3.6 milyar dolar seviyesinde bulunuyor. Citi, 2007 yılında
18 milyar dolar, 2008 yılında ise 32
milyar dolar zarar yazarken Akbank,
söz konusu yıllarda kâr açıklamaya
devam etti.
Akbank, 2007 yılında 2 milyar TL,
2008 yılında 1,8 milyar TL, bu yılın
ilk yarısında ise 1,3 milyar TL net kâr
rakamına ulaştı.
İSO 500 araştırması bilgileri ile
banka sektörünün bilgileri karşılaştırıldığında ortaya şu ilginç durum
çıkıyor:
8 “sanayi devi”nin piyasa değeri,
Garanti ve Akbank kadar etmiyor!
İSO 500'te ilk 15'te yer alan ve hisse
senetleri borsada işlem gören Tüpraş,
Ford, Erdemir, Tofaş, Arçelik, Aygaz,
Vestel ve Petkim'in toplam piyasa değeri Garanti Bankası ve Akbank'ın
altında kaldı.
Merkez Bankası'nın "düşük faiz
taahhüdü", global piyasalardaki toparlanma, risk iştahındaki artış ve
Uluslararası Para Fonu (IMF) ile
anlaşma sağlanacağına ilişkin beklentiler, İstanbul Menkul Kıymetler
Borsası'nı (İMKB) 1.5 yılın zirvesine
taşıdı. Bu yılın 9 Mart'ında görülen
en düşük endeks değerinin ardından,
özellikle 1 Temmuz'dan bu yana hız
kazanan yükseliş dalgasında bankacılık sektörü lokomotif rolünü
üzerlendi. Borsada 9 Temmuz'dan
bu yana yaşanan yüzde 90'lık çıkışla
endeksteki 21 bin puanlık yükselişin
yüzde 50'sine karşılık gelen 10 bin
500 puanlık kısmı Garanti Bankası ve
Akbank'taki hareketten kaynaklandı.
Banka hisselerindeki hızlı yükselişe
ayak uyduramayan sanayi şirketlerinin piyasa değeri ise oldukça düşük kaldı. İstanbul Sanayi Odası'nın
açıkladığı İSO-500 listesinde ilk 15
içerisinde yer alan ve hisse senetleri
İMKB'de işlem gören 8 şirketin topŞİRKETLERİN PİYASA DEĞERİ (bin
dolar)
Şirket
Değeri
Akbank
18.048.813
Garanti
15.649.141
Turkcell
14.664.661
İş Bankası
11.158.765
Türk Telekom
10.767.758
Yapı Kredi
9.331.880
Sabancı Hol.
7.663.909
Halkbank
7.178.505
Finansbank
6.783.687
Enka
6.583.715
Koç Holding
5.944.149
Vakıfbank
5.366.787
Anadolu Efes
4.737.813
Erdemir
4.319.729
Tüpraş
3.406.947
BİM
3.061.530
Petrol Ofisi
2.645.279
Doğan Holding 2.210.979
Ford Otosan
1.895.254
Bankasya
1.735.147
Coca Cola
1.660.792
Arçelik
TEB
Fortis
THY
Şişecam
Tofaş
TAV
Aksigorta
Tefken
Pektim
Aygaz
Vestel
1.616.906
1.188.213
1.155.739
1.543.378
1.135.571
1.134.887
1.087.832
1.066.931
1.037.123
1.035.858
803.992
394.465
lam piyasa değeri, Akbank ve Garanti
Bankası'nın altında kaldı.
İMKB'de piyasa değeri en yüksek
ilk 5 şirket borsanın yüzde 40'ını,
ilk 10 şirket yüzde 60'ını, ilk 100
şirket ise yüzde 88'ini oluşturuyor.
Borsanın en değerli üçüncü şirketi 14
milyar 664 milyon dolarla Turkcell,
dördüncü şirketi 11.1 milyar dolarla
İş Bankası, beşinci şirketi ise 10.7
milyar dolarla Türk Telekom.
İstanbul Sanayi Odası tarafından
açıklanan Türkiye'nin en büyük 500
sanayi kuruluşu sıralamasında ilk
15'te yer alan şirketlerden 8'i İMKB'de
işlem görüyor. Üretimden satışlarda
Türkiye'nin lideri olan Tüpraş'ın piyasa değeri 3,4 milyar dolar, üçüncü
sırada yer alan Ford Otosan'ın piyasa
değeri 1 milyar 895 milyon dolar,
dördüncü sırada yer alan Erdemir'in
piyasa değeri ise 4,3 milyar dolar seviyesinde bulunuyor. Türkiye'nin en
büyük üç sanayi şirketinin borsadaki
toplam değeri Akbank'ın yarısı kadar ediyor!
İSO-500 listesinde altıncı olan Tofaş
1,1 milyar dolar, yedinci olan Arçelik
1,6 milyar dolar, onuncu sırada yer
alan Aygaz 803 milyon dolar, dördüncü sırada yer alan Vestel 394 milyon dolar, onbeşinci sırada bulunan
Petkim ise 1 milyar dolarlık piyasa
değerine sahip bulunuyor. İSO-500'de
ilk 15'te yer alan ve hisseleri İMKB'de
işlem gören 8 sanayi devinin toplam
piyasa değeri ise 14 milyar 608 milyon dolar oldu. Türkiye'de 2008 yılı
içerisinde en fazla üretim yapan 8 sanayi şirketinin piyasa değeri tek başına bir Turkcell, Garanti Bankası ve
Akbank etmiyor.
IMKB işlem gören en büyük şirketleri ve bunların piyasa değerlerini
-Temmuz ayı sonu itibarıyla- gösteren listeyi aşağıya alıyoruz:
Bu esasında sermayenin spekülasyon alanında yoğunlaştığının resmidir. En kısa zamanda en fazla kar
sermayeyi kendiliğinden spekülasyon alanına çekiyor. Bunun sonucu
düzenli olarak yeni spekülasyon balonlarının şişmesi ve patlaması, borsa
krizleri oluyor.
10 Ağustos 2009✓
7
gündem
Nabucco anlaşması imzalandı
T
Nabucco’nun Türkiye’nin işçi ve emekçileri
açısından, gelecekteki enerji ihtiyacının
karşılanması açısından bir yararı yoktur.
Nabucco enerjide aslında terk edilmesi
gereken, yenilenmeyen fosil kaynaklara
dayanan, geçici bir süre daha enerji
devlerinin karlarına kar katmaya yarayan
bir projedir. Geçici olarak Türkiye’nin transit
ülkesi olarak rolü artacaktır.
Enerji Bakanı’nın gırgırla karışık yorumu “Gaz nakil hattı inşası iyidir.
Anlaşmayı kutluyoruz da, gaz nerden
alınacak?” şeklinde idi.
Gaz temini konusu henüz açıklığa kavuşmamış olsa da, Nabucco
antlaşmasının imzalanmış olması,
hem AB’nin Rusya gazından relatif
bağımsız hale gelme konusunda attığı somut bir adım olarak, hem de
Türkiye’nin transit ülkesi olarak önemini arttıran, AB ile Türkiye’nin çıkar birliğini vurgulayan bir anlaşma
olarak önemli. Hattın geçmesi öngörülen güzergâh dikkate alındığında,
hesabın aynı zamanda İran üzerine
de kurulu olduğu, İran’da rejim değişikliğinin orta ve uzun vadede bu
projenin öngörülerinden biri olduğu
da görülüyor. Proje aynı zamanda
Irak- Türkiye (Güney Kürdistan/
Türkiye)’nin ortak çıkarlarını da arttıran bir proje.
Nabucco’nun AB için önemini şu rakamlar açıkça gösteriyor: Avrupa’nın
mevcut 500 milyar metreküp olan doğalgaz talebi 2020 yılında 700 milyar
metreküpe çıkacak, 200 milyar metreküplük kendi üretimi de 100 milyar metreküpe inecek. Dolayısıyla şu
anda 300 milyar metreküp olan olan
ihtiyaç, 600 milyar metreküpe çıka-
cak. Yani Rusya’dan gaz almaya devam edilirken 300 milyar metreküp
daha ek gaz alması gerekiyor. Burada
en önemli noktalardan biri ülkelerin
gazda bağımlılık dereceleri. Rusya
gazına bağımlılık seviyesi Kuzey ve
Doğu Avrupa’da yüzde 80-85’e kadar
çıkarken, Orta ve Güney Avrupa’da
yüzde 40-60 arasında. Gaz bağımlılığı, enerji bağımlılığı, doğal olarak
siyasi bağımlılığı da belirleyen çok
önemli bir unsur. Bir ülkeye bağımlılıkta ideal oran; en fazla yüzde 50
okuyun... okutun...
8
ürk egemen sınıf ları enerji
naklinde köprü/geçiş ülkesi rolünü güçlendiriyor.
Batı Avrupa’nın doğalgaz konusunda Rusya’ya bağımlılığını azaltmak için projelendirilen, öncelikle
Hazar ve Ortadoğu doğalgazının
Türkiye üzerinden Avrupa'ya aktarılmasını öngören Nabucco Boru Hattı
Projesi’nde imzalar gecikmeli de olsa
Ankara'da atıldı. 14 Temmuz’da imzalar atıldı, fakat proje hattan geçecek doğalgazın temininde yaşanan
sıkıntılar nedeniyle sancılı başlıyor.
İmza törenine, projenin en önemli
kaynak ülkelerinden biri olarak
kabul edilen Türkmenistan, davet
edilmesine karşın katılmadı. Yine
kaynak ülke olan Rusya da davetli
olmasına rağmen, imza törenine
temsilci göndermedi. Azerbaycan ise
bilindiği gibi kısa süre önce Rusya ile
Rusya’nın öncelikli alımını öngören
bir anlaşma imzalamıştı. “Önceden
planlanmış önemli bir yurtdışı ziyareti nedeniyle!” özür dileyerek katılmadı. Sonuç olarak Rusya ile yapılan
anlaşma ertesi onun da verebileceği
gaz miktarı önemli ölçüde Rusya tarafından belirlenecek durumda. İran
ise -şimdilik tabii- ABD'nin çekincesi nedeniyle törene bile davet edilmemişti. Başbakan Tayyip Erdoğan,
Rusya, İran ve Türkmenistan gazını
projede görmek istediklerini belirtirken, Katar da proje için sıvılaştırılmış doğalgaz alabileceklerini kaydetti. Irak Başbakanı Nuri El Maliki
ise proje için yıllık 15 milyar metreküplük doğalgaz sağlayabileceklerini
söyledi.
Nabucco Hü k ü met ler a r a sı
Anlaşması İmza Töreni ve Zirve
To p l a nt ı s ı B a ş b a k a n Ta y y i p
Erdoğan'ın ev sahipliğinde, Ankara
Rixos Otel'de yapıldı. Anlaşmaya,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Av u st u r ya Ba şba k a n ı Wer ner
Faymann, Bulgaristan Başbakanı
S ergei St a n i she v, Mac a r i s t a n
Ba şba k a n ı G ordon Bajna i ve
Romanya Başbakanı Emil Boc imza
attı. Anlaşmayı, AB adına da Avrupa
Komisyonu Başkanı Jose Manuel
Barroso da imzaladı. Projeye finansman desteği vermeyi vadeden
Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası
Direktörü Riccardo Puliti, Avrupa
Yatırım Bankası Direktörü Thomas
Barret ve Nabucco Uluslararası
Şirket i Yön lend irme Komitesi
Başkanı Werner Auli de toplantıda
hazır bulundular.
Görüldüğü gibi anlaşmayı imzalayanlar arasında boru hattının geçmesi planlanan ülke temsilcileri var,
finansörler var, fakat boru hattından akması planlanan gazı satacak,
pompalayacak ülkeler yok. Şimdilik
temini garanti altına alınmamış gazın geçeceği hattın inşası için yapılan
bir anlaşma söz konusu olan. Rusya
olması.
Başlangıçta Nabucco’ya mesafeli
duran ABD gelinen yerde tam destek veriyor. ABD ileride TürkiyeYunanistan, İtalya’nın ortak projesi
olan Poseidon ile Transatlantik Projesi
(TAP)’nin de Nabucco kapsamına
alınmasından yana tavır takınıyor.
Rusya, ABD’nin siyaseti açısından
dün olduğu gibi bugün de -AB’den
çok daha tehlikeli- esas rakiplerden
biri olarak görülüyor. Bu yüzden AB
ülkelerinin enerjide Rusya’ya bağımlılığının azaltılması, ABD’nin de isteği. Bu noktada AB/ABD çıkarları
uyuşuyor. Türkiye transit ülkesi olarak önemi artacağından ve transitten
önemli mali gelir elde edeceğinden,
Nabucco’nun temel savunucularından biri.
Bütün bu nedenlerle bundan sonraki aşama da Nabucco’nun AB’nin
gaz temini açısından temel hat olması öngörülüyor. 2015 yılına kadar
hattın inşasının bitmesi, 2015’den
itibaren gaz akımının başlaması
öngörülüyor.
Rusya Nabucco Projesini “hayali”
bir proje olarak adlandırıyor, projeden
vaz geçilmesini öneriyor. Kuşkusuz
bunun temelinde hem tedarik, hem
de öncelikli olarak taşımacılık tekelini elinde tutmak isteği yatıyor. 6
Ağustos’ta Putin’in Türkiye ziyaretinde büyük pazarlıklar yaşanacağı
kesin. Fakat bu konuda Türkiye’nin
projeden vaz geçmeyeceği kesindir.
Nabucco’nun Türkiye’nin işçi ve
emekçileri açısından, gelecekteki
enerji ihtiyacının karşılanması açısından bir yararı yoktur. Nabucco
enerjide aslında terk edilmesi gereken, yenilenmeyen fosil kaynaklara
dayanan, geçici bir süre daha enerji
devlerinin karlarına kar katmaya
yarayan bir projedir. Geçici olarak
Türkiye’nin transit ülkesi olarak rolü
artacaktır. Bunun Türkiye’nin tekelci
işbirlikçi burjuvazisine kuşkusuz yararı olacaktır. Projenin çıkış noktası
en kısa sürede maksimum kardır.
21 Temmuz 2009 ✓
gündem
Putin’in Türkiye ziyareti üzerine
R
usya’nın andaki gerçek yöneticisi Vladimir Putin 6.
Ağustos’ta bir günlüğüne
Türkiye’ye geldi. İtalya başbakanı
Berlusconi’nin de katıldığı imza töreninde Türkiye/Rusya arasında önceden sıkı pazarlıklarla hazırlanmış,
ekonomik, ticari, siyasi ve kültürel
alanlarda ilişkilerin geliştirilmesine
yönelik 20 anlaşmaya imza atıldı.
Putin ve Recep Tayyip Erdoğan
Başbakanlık Yeni Bina'sında düzenlenen törende "gaz alanında işbirliği"
ve "petrol alanında işbirliği" protokollerini imzaladı.
Erdoğan ve Putin düzenledikleri
ortak basın toplantısında yaptıkları
açıklamalarda, 2011 yılında sona
erecek olan Türkiye'nin Rusya'dan
doğalgaz satın almasına yönelik
anlaşmanın süresinin uzatılması,
Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı'nın
Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail'i de
kapsayacak şekilde güneye uzatılması ve Güney Akım Doğalgaz Boru
Hattı'nın Türkiye'den geçmesi konusunda anlaşma sağlandığını, nükleer enerji konusunda enerji birim
fiyatları ve inşaat maliyetleri konusunda görüşmelerin sürdüğünü dile
getirdiler.
Erdoğan "Rusya ile karşılıklı anlayış, güven ve ortak çıkarlar temelinde günden güne gelişen ilişkilerimizin daha da güçlendirilmesi,
dış politikamızın öncelikli hedefleri
arasındadır" dedi. Rusya ve Türkiye
arasındaki ticaret hacminin 2008'de
40 milyar dolara ulaştığını, Türk
Müteahhitlerinin Rusya’da gerçekleştirdiği 1152 projenin 30 milyar
dolara eşdeğer büyüklükte olduğunu ifade eden Erdoğan, Rusya'nın
Türkiye'nin birinci, Türkiye'nin de
Rusya'nın beşinci büyük ticaret ortağı olduğunu vurguladı. Temasları
sırasında ikili ticari ilişkilerde, mevcut birtakım teknik mahiyetteki sorunları liderler olarak çözdüklerini
ifade eden Erdoğan, "Bunları ele alma
fırsatı, aslında bir güvene dayalıdır.
Bu güven, bunların çözümünü de
kolaylaştırmaktadır" diye konuştu.
Gelişen ilişkiler doğrultusunda, iki
ülke liderlerinin eşbaşkanlığında
yetkililerin her yıl toplanması için
karar alındığını söyleyen Erdoğan,
bu doğrultuda ilk toplantının Mart
ayında Rusya'da yapılacağını da kaydetti. Erdoğan kendisinin talebi üzerine Türkiye'de Türk-Rus koleji ve
Türk-Rus Üniversitesi'nin açılması
konusunda da çalışma yapılacağını
söyledi.
Enerji konusunun, iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin
en önemli ve en somut bileşenlerinden birini teşkil ettiğini vurgulayan
Erdoğan, "Bu bağlamda, gerek gaz,
gerek petrol, gerekse nükleer enerji
olmak üzere 3 ayrı başlık altında çalışmalarımızı planladık.
Ziyaret bilindiği gibi Nabucco projesi konusunda
imzaların atılmasının hemen ardına rastladı. Nabucco
Rusya tarafından haklı olarak Avrupa’nın ve Türkiye’nin
Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmayı öngören bir
proje olarak değerlendiriliyor ve olumlu karşılanmıyordu.
Üç ayrı başlık altında iki ülke
arasında işbirliğini geliştirmeye
yönelik protokolleri imzaladık.
İm z a lad ığ ı m ı z ga z protokolü,
Rusya'dan doğalgaz alımımıza imkan sağlayan ve süresi 2011 yılında
son bulacak olan doğalgaz alım sözleşmesinin süresinin uzatılmasını
öngörmektedir. Aynı protokol çerçevesinde Güney Akım Boru Hattı'nın
Karadeniz'de, ülkemiz münhasır
ekonomik bölgesinde geçmesi için
gerekli araştırma çalışmalarını yapılmasına yönelik olarak, Rusya tarafınca talep edilen izin de Rusya ile
dostluk ve işbirliğine dayalı ilişkilerimizin ruhuna uygun şekilde Türkiye
tarafından verilmiştir. Ayrıca enerji
alanında Türkiye Atom Enerjisi
Kurumu ile Rus karşıtı RUSATOM
arasında, ilki nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımı; ikincisi
nükleer kazaların erken bildirimi
ve nükleer tesisler hakkında olmak
üzere iki anlaşma daha imzalanmıştır" dedi. Erdoğan, Samsun-Ceyhan
Ham Petrol Boru Hattı Projesi'ne
Rusya'nın katılımını çok önemsediğini belirterek, bugün bu anlaşmanın da yapılmasının kendisini ayrıca
mutlu ettiğini söyledi.
TÜBİTAK ile ROSCOSMOS arasında da protokol imzalandığını
ifade eden Erdoğan, hükümetler arası
12 protokolün yanı sıra TÜPRAŞ,
TETAŞ, TPAO, AKSA ENERJİ A.Ş,
Postolgun Dış Ticaret, Çalık Holding
gibi şirketlerin Rus ortaklarıyla 8
belge imzaladıklarını, böylece 20 belgeye imza konulduğunu kaydetti.
Rusya Başbakanı Vladimir Putin
ise, imzalanan anlaşmalarla iki ülkenin altyapı projelerini başarıyla
genişletme kararlığını gösterdiğini
söyledi. Putin gümrük sorunun çözülmesi için biri karadan biri denizden 2 yeşil koridorun açılacağını da ifade etti. Güney Akım'ın
Türkiye'den geçmesiyle Türkiye'nin
bir enerji merkezi olarak öneminin
artacağını belirten Putin, Türk tüketicilerin kış aylarında mağdur olmaması amacıyla Türkiye'de büyük doğalgaz depolarının inşa edilmesi için
anlaşma sağlandığını da dile getirdi.
Putin gazetecilerin bir sorusu üzerine
Güney Akım'ın yapılacak olmasının
Nabucco'yu kapatmayacağını petrol
ve doğalgazda farklı hatlara yetecek
kadar kaynak bulunduğunu söyledi.
Başbakan Erdoğan da Avrupa'nın gelecekte enerji ihtiyacının daha da artacağını Güney Akım ve Nabucco'yu
rakip olarak görmek yerine çeşitlilik olarak ifade etmek gerektiğini
söyledi.
Hükümetler arası imzalanan 12
anlaşmanın başlıkları şöyle:
-Doğa lga z a la n ı nda işbi rl iğ i
protokolü
-Petrol alanında işbirliği protokolü
-Nükleer güç mühendisliği alanında işbirliği protokolü
-Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya
Fe der a s yonu 9. D önem K E K
Toplantısı Protokolü,
-Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti
ile Rusya Federasyonu Hükümeti
arasında Nükleer Enerjinin Barışçıl
Amaçlarla Kullanımına İlişk in
İşbirliği Anlaşması,
-Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti
ile Rusya Federasyonu Hükümeti
arasında Nükleer Kazaların Erken
Bi ld i r i mi ve Nü k leer Tesisler
Hakkında Bilgi Değişimi Anlaşması,
-Tü rk iye Cu m hu r iyet i Tü rk
Standartları Enstitüsü ile Rusya
Fe d e r a s y onu Fe d e r a l Te k n i k
Regülasyon ve Metroloji Servisi
A r a sı nd a St a nd a rd i z a s yon ve
Uyg un lu k Değerlendirmesi
A lanlarında İşbirliğine İlişk in
Memorandum,
-Türkiye Bilimsel ve Teknolojik
Araştırma Kurumu (TÜBİTAK)
ile Rusya Federal Uzay Ajansı
(ROSCOSMOS) A r a sı nd a D ı ş
Uzayın Keşfi ve Barışçı Amaçlarla
Kullanımı Alanında İşbirliğine
İlişkin Mutabakat Zaptı,
-Eğitim, Bilim, Kültür, Gençlik ve
Spor Alanlarında İşbirliği Programı
(Kültürel Değişim Programı-KDP)
-Türk iye Cumhuriyeti Tarım
ve Köyişleri Bakanlığı ile Rusya
Federasyonu Federal Bitki Karantina
ve Veterinerlik Servisi Arasında İthal
ve İhraç Edilen Su Ürünlerinin Gıda
Güvenliği Konusunda İşbirliğine
İlişkin Memorandum,
-Türkiye Cumhuriyeti Gümrük
Müsteşarlığı ile Rusya Federasyonu
Federal Gümrük Servisi Arasında
Gümrü k İşlem lerine İlişk in
Mutabakat Zaptı,
-Türkiye Sermaye Piyasası Kurulu
ile Rusya Federal Finansal Piyasalar
Otoritesi Arasında Bilgi Alışverişi
Hakkında Mutabakat.
Yapılan bu anlaşmalar içinde en
önemlileri kuşkusuz, Mavi Akım’dan
geçen Rus doğal gazının kapasitesini
artıracak olan Mavi Akım-2 boru
hattı ve Rus petrolünü Samsun’dan
Ceyhan’a taşıyacak olan boru hattı
projesi yanında “Nükleer Enerjinin
Barışçıl Amaçlarla Kullanımına
İlişkin İşbirliği Anlaşması”. Bu işbirliği anlaşması aslında bugünkü Türk
hükümetinin a) Atom santralleri
kurma konusunda kararlılığının b)
bu bağlamda Rusya ile işbirliğine
yönelebileceğinin ilanı. Tabii henüz
sonuçlanmış bir şey yok. Henüz bu
anlaşma bir yönü ile pazarlıkta batıya karşı da kullanılabilecek bir opsiyon. Yine de gelişme, Türkiye’nin
Rus gazı ve petrolünün de batıya akıtılmasında kullanılacak ana transit
hatlarından biri olması karşılığında,
atom teknolojisinde Rusya’yı tercih
edebileceğini göstermesi bakımından çok ciddi, ve ABD ve batının hiç
hoşlanmayacağı bir gelişme.
Ziyaret bilindiği gibi Nabucco projesi konusunda imzaların atılmasının hemen ardına rastladı. Nabucco
Rusya tarafından ha k lı olara k
Avrupa’nın ve Türkiye’nin Rusya’ya
olan enerji bağımlılığını azaltmayı
öngören bir proje olarak değerlendiriliyor ve olumlu karşılanmıyordu.
Ankara ise Moskova’yı “DoğuBatı Koridoru”nun ana projesi
olan Nabucco’ya katılmaya davet
ediyordu.
Bu çelişme, görünürde basın toplantısında her iki tarafın da Nabucco
ve Mavi Akım projelerinin birbirinin
rakibi olarak görmediklerini açıklamayla –görünürde- çözüldü.
Görünürde diyoruz, çünkü Rusya
Avrupa’da enerji tedarikçiliğinde tekel konumunu sürdürmeye kararlı.
Bu bağlamda Türkiye’ye Rusya’nın
önerisi tekel durumuna çomak sokmama karşılığında Rusya’nın denetiminde bir gaz/petrol akımında transit ülke olarak pay almak. Rusya’nın
enerji konusunda tekel konumundan
vaz geçmediğinin ve vaz geçmeyeceğinin en açık ifadesi, Putin’in Türkiye
ziyaretinin hemen ardından geldi.
Rusya Başbakanı, anlaşmadan hemen sonra, Rusya’nın enerji tekeli
kurmasını engelleyen “Uluslararası
Enerji Şartı Anlaşması”nı onaylamayacağını açıkladı.
Rusya ve eski Sovyet topraklarında
enerji alanında dünya şirketlerine
serbest yatırım ve rekabet öngören,
Rus boru hatları tekelini kıran ve 51
ülkenin imzası bulunan anlaşmayı
Rusya 1994 yılında kabul etmiş ama
onaylamamıştı.
Putin, Ankara’dan dönüşte sürece
son noktayı koydu. Bunun bir tek
anlamı vardır: Rusya, eski Sovyet
Cumhuriyetlerindeki enerji kaynakları üzerinde kontrolünü kimseyle
paylaşmak istemiyor.
Gelişmeler uluslar arası alanda enerji
alanındaki satrançta Türkiye’nin - en
önemli transit ülkelerinden biri olarak- önemli bir figür olmaya doğru
geliştiğini gösteriyor.
10 Ağustos 2009 ✓
9
gündem
Obama’nın “barışçı”
cilasının dökülmesi T
uzun sürmedi
B
10
irçok liberal ve reformist
solcu Obama’ya büyük umutlar bağlamıştı. Obama’nın
temel seçim sloganı bilindiği gibi
“change” (değişim) idi. Ve Obama
“evet biz bunu yapabiliriz”e inandırmıştı insanları. Ona inanan yalnızca
ABD’deki seçmen çoğunluğu değil,
belki ondan da çok bütün dünyada
Bush yönetiminin saldırgan savaşçı
siyasetinden yaka silkmiş olan ezilen
ülke halkları idi. Bu ülkelerde de kamuoyunu oluşturan liberal, reformist
aydınlar ezilen sömürülen kitlelerin
Obama’ya büyük umutlar bağlamasını becermişlerdi. Dış politikada
Obama’nın yarattığı ve Obama hakkında yaratılan genel beklenti, onun
barışçı bir dış politika izleyeceği
yönünde idi. Her ne kadar bütün
dünyada komünistler Obama’nın
da Bush gibi ABD emperyalizminin
çıkarlarını savunma görevine sahip
bir siyasetçi olduğunu, ondan özde
değişik bir siyaset beklemenin yanlış olduğunu anlattılarsa da, onların
sesi genelde Obamanya manyaklığı
içinde fazla duyulmadı.
Pratik en iyi öğretmendir. Şimdi
gerimizde 6 aya yakın bir Obama
yönetimi dönemi var. Ve bu dönem
içinde bu yönetimin izlediği somut
siyaset var. Şimdi herkes sözlere değil, yapılanlara bakıp bir değerlendirme yapabilecek durumda. Bu altı
aylık pratiğin gösterdiği ne? Bush yönetimi ile Obama yönetimi arasında
söylem dışında bir değişiklik yok.
Bu ABD dışındaki ülkeler açısından kendini en açık bir biçimde izlenen savaş siyasetinde gösteriyor.
Obama yönetimi, Bush döneminde
kararlaştırılan Irak’tan belli bir süre
içinde geri çekilme siyasetini sürdürürken, Irak’tan geri çektiğinden
fazlasını Afganistan’a yığarak ve or-
dunun aktif mevcudunu arttırarak,
Afganistan’daki savaşı kızıştırırken,
dünyanın diğer bir dizi alanında saldırı tehditlerini arttırıyor. Obama
Kuzey Kore ve İran’ı doğrudan tehdit ederken, Bush’tan geri kalmıyor.
Güney Amerika’da Kolumbiya’ya askeri yığınak yapılıyor.
Temmuz ayında orduya 22 bin ek
asker alınmasının kararlaştırıldığı
ilan edildi.
ABD Savunma Bakanı Robert Gates,
Pentagon’da yaptığı açıklamada 22
bin ek asker alımının Afganistan ve
Irak’taki işgal nedeniyle gerekli hale
geldiğini açıkladı. Gates, önümüzdeki
üç yıl içinde Kara Kuvvetleri mevcudunun 569 bin’e çıkarılacağını söyledi. Gates bunun, görev bölgesindeki
komutanların taleplerinin karşılanması ve yurtdışında görevlendirilen
askerlerle ailelerinin rahatlatılması
açısından gerekli olduğunu belirtti.
ABD Savunma Bakanı Gates, Irak ve
Afganistan’da yaralanıp da yeniden
sevki artık mümkün olmayan asker
sayısının arttığına da işaret etti.
Amerikan ordusu görev süresi
dolan askerleri, istekleri dışında görevde tutmakla eleştiriliyordu. Artan
kamuoyu baskısını hafifletmek isteyen Pentagon son dönemde savaş
bölgesine gönderilecek asker sıkıntısı
çekiyordu. Ek asker alınımının mevcut askerlerin savaş bölgelerine bir
kereden fazla gönderilmesini de hafifletecek. Ordunun asker mevcudunun arttırılması yeni operasyonlara
hazırlığın da ifadesidir.
Barış güvercinleri ile seçilen
Obama, lafta değil pratikte Bush
kadar savaşçıdır. Zaten başkasını
beklemek de safdillikti, safdilliktir.
Önümüzdeki dönemin pratiği bunu
halklara daha iyi öğretecektir.
25 Temmuz 2009 ✓
Çoğalıyoruz
ürkiye’nin Avrupa’da rekoru
elinde tuttuğu bir konu var.
Kişi başına düşen milli gelir, teknolojik buluşlar vb. değil bu konu.
Türkiye'nin Avrupa'da rakipsiz olduğu konu doğan sayısından ölenlerin çıkarılmasıyla bulunan doğal
nüfus artışı konusu. Doğal nüfus artışında 2008 yılında 70 milyonluk
Türkiye, 500 milyonluk AB'yi geçti.
AB istatistik kurumu Eurostat'ın
verilerine göre, 2007 sonunda 70
milyon 586 bin olan Türkiye nüfusu,
2008 yılı sonunda 931 bin artarak 71
milyon 517 bine ulaştı.
Türkiye'de geçen yıl 1 milyon 272
bin bebek doğarken, 454 bin kişi
öldü. Böylece geçen yıl doğal nüfus
artışı 818 bin olan Türkiye, 113 bin
de net göç alarak bir yıl içinde 1 milyona yakın bir nüfus artışı yakaladı.
Eurostat, 27 üyeli AB'de ise 2007
sonunda 497 milyon 660 bin olan nüfusun 2 milyon 135 bin artışla 2009
başında 499 milyon 795 bine yükseldiğini duyurdu. Böylece 500 milyon
sınırına dayanan AB'nin nüfus artışında alınan 1 milyon 549 bin net göç
en büyük faktör olurken doğal nüfus
artışı, 5 milyon 421 bin doğum ve 4
milyon 835 bin ölümle birlikte 586
bin düzeyinde seyretti.
2009 itibarıyla nüfus 64 milyon 351
bin oldu.
İngiltere'de 2008 yılında 794 bin
doğum ve 580 bin ölümle doğal nüfus artışı 214 bin olurken, 226 bin de
net göç alındı. Böylece 441 bin artan
İngiltere nüfusu, geçen yıl sonunda
61 milyon 635 bine çıktı.
Birkaç yıl öncesine kadar Fransa ve
İngiltere'yle eşit nüfusa sahipken doğurganlık oranındaki hızlı düşüşle
geride kalan İtalya'da, geçen yıl 576
bin doğuma karşılık 580 bin ölüm
kaydedildi. Böylece nüfusu 4 bin kişi
azalan İtalya, 438 bin net göç alarak
nüfusunu artırabildi. Ülkede 2009
başında nüfus 60 milyon 53 bine
yükseldi.
AB'de geçen yıl sonunda İspanya'nın
nüfusu 545 bin artışla 45 milyon 828
bine ve Polonya'nın nüfusu 20 bin artışla 38 milyon 136 bine ulaştı.
Eurostat'a göre, 2008 sonu itibarıyla
diğer AB üyelerinin nüfusları ve son
1 yıldaki değişim şöyle:
Romanya: 21 milyon 499 bin (30 bin
düşüş), Hollanda: 16 milyon 405 bin
(81 bin artış), Yunanistan: 11 milyon
214 bin (44 bin artış), Belçika: 10 milyon 755 bin (88 bin artış), Portekiz:
10 milyon 627 bin (10 bin artış), Çek
Cumhuriyeti: 10 milyon 468 bin (86
bin artış), Macaristan: 10 milyon 31
Geçen yıl 27 üyeli AB'de, Almanya,
Romanya, Macaristan, Bulgaristan,
Litvanya, Letonya ve Estonya olmak
üzere 7 ülkenin nüfusu geriledi.
A B 'n i n en k a laba l ı k ü l ke si
Almanya'da, geçen yıl 675 bin doğuma karşın 844 bin ölüm oldu. Bu
dönemde sadece bin net göç alan
Almanya'da nüfus 168 bin gerileyerek, 82 milyon 50 bine indi.
Geçen yıl AB'de en fazla doğum 835
bin bebeğin dünyaya geldiği Fransa'da
meydana geldi. Bir yıl içinde 544 bin
kişinin öldüğü ülkede 291 bin doğal
nüfus artışı sağlanırken, alınan 77
bin net göçle birlikte toplam nüfus
artışı 368 bine ulaştı. AB'nin en kalabalık ikinci ülkesi Fransa'da 1 Ocak
bin (14 bin düşüş), İsveç: 9 milyon
256 bin (73 bin artış) , Avusturya:
8 milyon 455 bin (37 bin artış),
Bulgaristan: 7 milyon 607 bin (34 bin
düşüş), Danimarka: 5 milyon 511 bin
(39 bin artış), Slovakya: 5 milyon 412
bin (11 bin artış), Finlandiya: 5 milyon 326 bin (26 bin artış), İrlanda:
4 milyon 466 bin (64 bin artış),
Litvanya: 3 milyon 350 bin (16 bin
düşüş), Letonya: 2 milyon 261 bin (10
bin düşüş), Slovenya: 2 milyon 32 bin
(22 bin artış), Estonya: 1 milyon 340
bin (bin düşüş), Kıbrıs Cumhuriyeti:
794 bin (5 bin artış), Lüksemburg:
494 bin (10 bin artış) ve Malta: 414
bin (3 bin artış).
9 Ağustos 2009 ✓
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Asilçelik Grevi'nde Açlık Grevi
6 aydır devam eden Asilçelik
Grevinde patronu zorlamak ve kamuoyu oluşturmak amacıyla Genel
Başkan Adnan Serdaroğlu diğer yöneticilerin de desteğiyle 19 Ağustos
2009 tarihinde açlık grevine çıktı.
YDİ Çağrı olarak İstanbul'dan hareket ederek işçilerin grevinin 205. ve
açlık grevinin 3. gününde işçileri grev
yerinde ziyaret ettik.
Aşağıda Açlık Grevinde bulunan ve
hareketli geçen son günlerde yaptığı
konuşmalar nedeniyle kısık sesiyle
konuşmakta zorlanan Birleşik Metal
İş Sendikası Genel Başkanı Adnan
Serdaroğlu ile yaptığımız söyleşiyi
okurlarımızla paylaşıyoruz.
Adnan Serdaroğlu bizimle yaptığı
söyleşide Asilçelik fabrikasının özelleştirme süreci, grevin başlangıcı,
Birleşik Metal İş
Sendikası Genel Başkanı
Adnan Serdaroğlu ile
grevin 205. gününde
grev süreci hakkında
yaptığımız söyleşi:
YDİ ÇAĞRI: 205 gündür devam
eden grevinizi üç gündür başlatmış
olduğunuz açlık grevi eylemiyle devam ettiriyorsunuz. Greve başlamış
olduğunuz süreçte okurlarımızı greviniz hakkında bir makale ile bilgilendirmiş olsak ta, derli toplu olması
açısından süreci baştan alarak değerlendirir misiniz, greve nasıl başladınız, bugüne kadar neler yaşandı, andaki durum ne ve önümüzdeki süreç
için neler düşünüyorsunuz?
Adnan Serdaroğlu: Asilçelik
Fabrikası Türkiye’nin sanayisi açısından çok önemli bir fabrika. Geçmişten
beri üzerinde titizlikle durulan, hem
üretim açısından, hem yönetim açısından, hem de sendikası açısından
bölgenin en önemli işletmelerinden
birisi konumunda. Bu fabrikanın
üzerinde bir talihsizlik var, bir uğursuzluk var. Bu fabrika kablo fabrikası
olarak faaliyet gösterdi, daha sonra
Koç Grubu aldı, yürütemedi, tekrar
devlete devir etti ve daha sonra tekrar özelleştirme furyası içerisinde,
iki tane sermaye grubuna beş kuruş
peşin para vermeden, işletmeyle borcunu ödeyecek bir şekilde özelleştirilmesi yapıldı.
2000 yılında özelleştirilen fabrika,
2000’den bu yana toplusözleşmelerde
hep aynı problemi çıkarttı: Yani hep
sıfır zam dayatması, hep daha fazla
yatırım, daha fazla sömürü ortamının devam ettirilmesi açısından hep
bir baskı uyguladı işçilere.
Biz bir dönem fabrikada işçi arkadaşlarımızla özelleştirmeden sonra
bir özveride bulunduk, yani elimizden gelen tüm gayreti sarfederek fabrikanın daha iyi yatırım yapmasına
patronun oyunları ve yeterli bulmadıkları destek konusunda önemli
açıklamalarda bulundu.
YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak devlet
kapitalizmi anlamına gelen kamu
mülkiyetini özel mülkiyete karşı çözüm olarak savunan anlayışı yanlış
buluyoruz. Bizim bu konudaki temel
yaklaşımımız "Ne devlet kapitalizmi, ne özel kapitalizm, kahrolsun
Fabrika önünde grevini sürdüren Asilçelik işçileri
Adnan Serdaroğlu
katkı sunmak açısından ilk altı ayda
hiç zam almadan çalıştık. Ancak
özelleştirmeden sonra yapılan ikinci
sözleşmede işveren yine aynı tavrını
devam ettirmeye çalıştı. Bizler de
bunu protesto etmek açısından ikinci
sözleşmede greve çıktık. 15 günlük
bir grev yaşandı ve grup sözleşmesinin üzerinde bir zam alarak grevi
sonuçlandırdık. Ancak işverenin buradaki mantalitesi düşük ücret, çok
sömürü ve sürekli yatırım olduğu
için daha sonraki sözleşmelerde bizimle aynı kavgayı gösterdi. Ancak
orda işçi arkadaşlarımızın kararlı
tutumu sonrasında yine grup sözleşmeleri üzerinde bir zammı burada
hayata geçirdik.
Son süreçte, hem krizle birlikte
ortaya çıkan olumsuzluklar, hem
Parsan grubunda ücretlerin düşürülmesi işverenleri cesaretlendirdi ve
krizle birlikte elleri biraz daha güçlenerek işçileri zorla ücretsiz izinlere
çıkartmaya başladılar. Biz tabi karşı
çıktık. Yani zorla biz hiçbir şekilde
ücretsiz izinleri kabul etmiyoruz
dedik. Defalarca eylem yaptık, protesto yürüyüşleri yaptık, Bakanlığa
müracaat ettik, bölge kurumlarına
müracaat ettik. Sonuçta arkadaşlarımızın kısa dönemli çalışma döneminden yararlanma koşullarını ya-
rattık. Ve Türkiye’de Birleşik Metal İş
Sendikasının çabasıyla kısa dönemli
çalışma ödenekleri hayata geçirildi.
Defalarca Bakanlıkla görüşmemiz,
mektup yazmamız üzerine sıkıntılarımız üzerine konuşuldu, Bakanlık,
hükümet krizin olduğunu kabul edip
bu yasanın işler hale gelmesini sağladı. Burada ilk olarak Asilçelik işçisi
kısa dönemli çalışma döneminden
yararlandı.
Ancak işverenin tavrı sadece ücret
üzerinden değil grevi de zorlayan
bir anlayışla ortaya çıkmaya başladı.
İşte işçilere sıfır zamdan daha fazlasını veremem çünkü ben Parsan’da
ücretleri %20 düşürmüşüm, %20,
%35 ücretleri düşürmüşüm, burada
da ekstradan bir zam veremem gibi
yaklaşımlarla işçileri zorla bir greve
sürüklemeye çalıştı. Tabi biz şirketin konumunu, durumunu biliyoruz.
Fabrika ilk yüz içerisine girmiş bir
fabrika, alındığından bugüne kadar
karı sürekli artan bir fabrika, yatırımları sürekli artan bir fabrika. Ve
bu fabrikada işçi ücretleri metal grubundaki işçi ücretlerinden daha düşük durumda, yani yeni bir sıfır zam
bu işçi ücretlerini daha da aşağıya
çekecekti. Biz kabul etmedik, şartlar
ne olursa olsun, krizin bedelini artık
biz üstlenmeyeceğiz dedik.
sermaye düzeni!" sloganında ifade
ediliyor.
Bu yaklaşımımızla beraber işçilerin
patronlara karşı yürüttükleri haklı
mücadelelerini kendi mücadelemiz
olarak görüyor ve tüm okurlarımızı
ve dostlarımızı işçileri her türlü imkanlarla desteklemeye çağırıyoruz.
İşçilerin birliği ve örgütlülüğü sermayeyi yenecektir!
Bütün arkadaşlarımızın aldığı
karar doğrultusunda 500 üyemizle
greve çıktık. İşveren de lokavt ilan
etti. Zaten biz grevi ilan edince onlar
da bir hafta içinde lokavtı ilan etmek
zorundaydılar aksi taktirde o hakları
kaybolurdu. 200’e yakın kapsam dışı
da şu anda grevi sürdürüyorlar yani
grevimize destek veriyorlar. İşveren
memurlara da para vermemek için
lokavtı özellikle ilan etti. Ama içeride müteahhit işçilerin durumunu
devam ettirdi. Fabrikayı grev sonrası üretime hazırda tutmaya çalıştı.
İşveren zannetti ki işçiler uzun süre
grevde kalırsa pes ederler, gelirler teslim olurlar. Sendikalarını örgütlülüklerini dağıtırlar diye düşündü. Ancak
işçi arkadaşlarımız 7 aydır her türlü
zorluğa karşı direnişlerini ilk günden
hiçbir şekilde bir şey kaybettirmeden
devam ettiriyorlar, bundan sonraki
süreçte de devam ettirecekler. Yani
insanlar artık grev sürecinde ortaya
çıkan gelişmeleri kanıksadılar ve
zorluklara alıştılar.
Ancak burada hem işverenin fabrikayı karıştırmak için ortaya koyduğu
birtakım dedikoduları yaygınlaştırdığı, hem de taşeron sarı sendika
Türk Metal’in işyerindeki işçilerin
kafasını bulandırıp işverenle işbirliği
içerisine giren bir çabası görülüyor,
ancak bunları da işçi arkadaşlarımız
çok dikkate almıyorlar, püskürtüyorlar tabi böyle şeyleri.
YDİ ÇAĞRI: Bunu biraz daha açar
mısınız. Yani Türk Metal Sendikası
gelip buradaki işçileri örgütlemeye
mi çalışıyor?
Adnan Serdaroğlu: Örgütleme
değil de işverenin verdiği talimat
doğrultusunda işçi arkadaşlarımızın
moralini bozarak, sendikasına karşı
bir kırgınlık yaratmaya çalışarak,
kendisi bu grevi üstlenmiş olsa daha
iyi şartlar sunacağını taahhüt ederek
arkadaşlarımızı bir moral bozukluğu
içine sokmaya çalışıyorlar. Ama biz
biliyoruz ki Türk Metal bir işçi sendikası değil, bir işveren taşeron örgütüdür, o açıdan hiçbir işçiye 5 kuruş
para vermemiş, hep paraları kendi
EK:1
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
yöneticilerine aktarmış bir sendika olduğunu artık herkes biliyor,
o nedenle artık çok etkili olmuyor
bu. Basın aracılığıyla falan da yaygınlaştırmaya çalışıyorlar ama tabi
taraftar bulamıyor, işçi davasına,
sendikasına, örgütlülüğüne sahip
çıkıyor.
Bizler bugüne kadar sendikamızın mali güçleri çerçevesinde
arkadaşlarımıza aylık 200 TL vermeye çalışıyoruz, bu zamana kadar adam başı 1.250 TL civarında
bir para yardımı yaptık, erzak yardımı yapıyoruz, toplamda 600-700
bin TL bir mali destek sunduk arkadaşlarımıza. Şimdiye kadar hiçbir sendika bu kadar yüksek meblağda işçisine bir mali destek yardımı yapmamıştır. Biz daha güçlü
olsak, daha fazla birikimimiz olsa
bunların daha fazlasını elbette işçilere dağıtırız. Gücümüzün olduğu kadar -bu grevin ne zaman
biteceğini bilmediğimiz için- bir
planlama yaparak gücümüzü eşit
oranda dağıtmaya çalışıyoruz.
İşveren son süreçte artık yavaş
yavaş fabrikayı çalıştırma gibi bir
düşünce içerisinde. O açıdan arkadaşlarımız da bunları görüyor ve
artık işvereni kamuoyunda sıkıştıracak bir yeni strateji belirlemeye
çalışıyor.
Biz de arkadaşlarımızı 3 gün
önce topladık, bu fabrikada işverenin artık teslim olma, pes etme
sürecine girdiğini, eylemliliklerimizin dozajının biraz yükseltilmesi gerektiğini söyledik. Ve arkadaşlarımıza şunu söyledim: Ben
burada açlık grevi başlatıyorum
sendikanın genel başkanı olarak,
süresiz açlık grevi. Genel Sekreter
de buna eşlik ediyor, şube başkanımız ve temsilcilerimiz de buna
eşlik ediyor. Siz de eğer bizim bu
kararımıza onay veriyorsanız, namus sözü veriyorsanız biz bu grevlerimizi başlatıyoruz dedim. Hepsi
onay verdi, açlık grevini başlattık, üçüncü gündür açlık grevini
sürdürüyoruz, grevimiz ise 205.
gününde.
Bundan sonraki süreçte hem açlık grevi, hem normal grevimiz,
hem de kamuoyu oluşturacak diğer
etkinliklerimiz var. Bu grevi taçlandırmaya, işvereni kamuoyunda
sıkıştırıp haksızlığını kamuoyuyla
paylaşarak artık grevin bitirilmesi
doğrultusunda bir sonuç ortaya çıkartmaya çalışıyoruz.
Bizim sloganımız şu; bu işveren
fabrikayı yürütemiyor, fabrika kamulaştırılsın. Bu fabrika özelleştirmeden bir karlılık sağlayamadı,
işverenlerin dışında ne bölgeye ne
işçilere hiçbir faydası olmadı özelleştirmenin. Biz bu fabrikanın tekrar kamulaştırılmasını istiyoruz.
İşveren bu fabrikayı çürümeye terk
etti, bölgeyi, yani fabrikadan geçinen esnafıydı, işçisiydi, çiftçisiydi,
bu insanları burada perişan ettiler.
Bu açıdan özelleştirmenin tekrar
Yüksek İdare Kurulu tarafından
iptal edilip fabrikanın kamulaştırılmasını talep ediyoruz. Dün
DİSK konfederasyon başkanları da
buradaydı. Açıklamamızı geniş bir
şekilde yaptık ve bundan sonraki
süreçte de bu talebimizin hayata
geçirilmesi için direnişimizi yeni
eylemlilikler hayata geçirerek devam ettireceğiz.
YDİ ÇAĞRI: İşçinin gelinen
yerde kararlılığı ve morali ne
durumda?
Adnan Serdaroğlu: Şimdi tabi 7
ay grevi süren, bir iki ay da ücretsiz izine çıkan bir işçinin çok iyi
morali var demek zordur. Herkese
borçlanan, bakkalına borçlanan,
çocuğuna harçlık veremeyecek
duruma gelen, bizim verdiğimiz
parayla sadece Pazar yapabilen
bir işçiden çok büyük moral beklemek doğru değil. Ancak kararlı,
yani biz işverene teslim olmayacağız, biz örgütlülüğümüzü dağıttırmayacağız, biz nasıl burada
halaylarla greve çıkmışsak, örgütlülüğümüzle, sendikamızla, halay-
İÇİNDEKİLER
Asilçelik Grevi'nde Açlık Grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Asilçelik işçileriyle yaptığımız söyleşiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Türk-İş bunu hep yapıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Sinter Metal işçilerinin direnişi 195. gününde. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Sinter işçileriyle uluslararası dayanışma . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Sanayi’de “500 Büyük” listesi yayınlandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
ETİ GIDA’da grev!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
ETİ GIDA'da grev sona erdi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
TİSK: “İşsizlik yüzde 55 arttı” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
Belediye işçileri direnişte. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
Belediye işçilerinden basın açıklaması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
Pazarcılar direniyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
EK:2
larımızla geri işbaşı yapacağız ve
işverenin sıfır zam dayatmasını da
kabul etmeyeceğiz gibi bir yaklaşım içerisinde. Ha şudur bizimki,
biz birinci yılı aşarız, birinci yılı
geçirirsek, ikinci yılda eğer bizim
birinci yıldaki kaybımızı telafi
edecek bir öneri getirirlerse onu
da oturup değerlendirmeye alırız,
yeter ki biz kaybımızı telafi edecek
bir yaklaşım görelim. Dolayısıyla
şu anda arkadaşlarımızın beklentileri, umutları devam ediyor,
zorlukları da devam ediyor, ancak
hiçbir zaman boyun eğip teslim
olan bir görüntü ve anlayış içerisinde değiller.
YDİ ÇAĞRI: Gerek sendikalardan, gerekse demokratik kitle
kuruluşlarından aldığınız desteği
yeterli görüyor musunuz?
Adnan Serdaroğlu: Yeterlilik
derecesi nedir onu bilemiyorum
ama eğer buradaki insanların, 500
tane insanın hem haklarını kamuoyuna duyurmak, hem de bir
takım imkanlarının sağlanmasını
ortaya çıkartacak bir dayanışma
içerisinde olarak değerlendiriliyorsa bu yeterli değil elbette. Yani
bu zamana kadar hiçbir şekilde
yeterli bir destek alınmış değil.
Herkes kendi gücüyle, sendikasının gücüyle çaba göstermeye çalışıyor, grevini devam ettirmeye
çalışıyor, sadece burada değil, yani
insanlar hep kendi derdine düşmüş durumda, sendikalar kendi
derdine düşmüş durumda. İşte
İstanbul’daki Sinter eylemimiz,
ilk günlerde insanlar biraz geliyor
ilgi gösteriyor, sonra unutuluyor
gidiyor. Burası da böyle. Şimdi biz
artık bunu gördük. Kendi inancın,
kendi mücadele azmin ve kendi
gücün kadar ancak sonuç alabiliyorsun. Biz o açıdan hiç kimseye
kırgın değiliz elbette ama sınıf dayanışmasının Türkiye’de özellikle
son süreçte biraz daha deformasyona uğradığını, biraz daha insanların kendi içine kapandığını, krizin de etkisiyle birlikte insanların
kendini kurtarmak için veyahut
ta kendinin o sıkıntıları yaşamaması için bir başkalarını çok fazla
görür pozisyonda olmadığını, yani
görmezden geldiğini düşünmeye
başladık.
YDİ ÇAĞRI: Şimdi bir kriz sürecinden geçiyoruz ve 6 aydır bir
greve dayanabilen bir patronla
karşı karşıyayız. Sizce nasıl bu kadar dayanabiliyor, kriz sürecinin
bununla bir alakası var mı, yani
krizden bir türlü faydalanıyor mu?
Adnan Serdaroğlu: Aynen öyle,
yani krizi bir fırsatçılığa çevirdiler. Çünkü bu şirket iki ortaklı
bir şirket ve çok zengin devasa işletmeleri olan ve mal varlığı olan
şirketler. Şimdi bunlar dışarıdan
buranın üretiminin aynısını ithal
ediyorlar, dışarıdan getiriyorlar,
yani dışarıya milyarlarca dolar
para aktarıyorlar ve yurtdışından
getirerek özellikle İtalya’dan, eski
Sovyet ülkelerinden getiriyorlar,
buradaki üretimlerini, pazarlarını
devam ettiriyorlar. Yani kendileri
açısından bir sıkıntı yok. Burada
sıkıntıyı çeken bölge halkı, işçiler
ve küçük tedarikçi firmalar.
Yani tam da başbakanın dediği
gibi, krizi bir fırsata çevirmiş sermaye. O açıdan da, bu fabrika kamulaştırılsın talebi hükümeti de
uyandırmak için, yani sizler bunun
özelleştirmesini yaptınız, hiçbir
şart koşmadan bu özelleştirmeyi
yaptınız, bugün fabrika 9 aydır yatıyor ve buranın sahipleri ülkenin
kaynaklarını yurtdışına götürerek
oradan mal getirerek pazarlarken,
yani onlar karlarına kar katarken,
burada fabrika çürüyor, insanlar
perişan oluyor.
YDİ ÇAĞRI: Greviniz yasalara
dayalı bir grev. Ancak başka yasal
grevlerden de biliyoruz ki patronun
baskılarının yanı sıra devlet güçlerinin de işçilere karşı yönelen baskıları oluyor. Siz buradaki grevde
ne gibi baskılarla karşılaştınız?
Adnan Serdaroğlu: Evet biz burada 205 gündür yasal bir grev yapıyoruz, üç gündür de açlık grevi
yapıyoruz. Şimdi burada yasal grev
süresi içerisinde işveren içeride
üretmiş olduğu bazı yarı-mamül
olsun, mamül olsun onları çıkartmaya çalıştı ve biz o süreç içerisinde burada arkadaşlarımızla direniş göstermeye çalıştık, onların
çıkarılmaması açısından, ancak
hukuki olarak bazı sıkıntılarımız
ortaya çıktı tabi ki, malların çıkarılması konusunda çok fazla engel
olamadık, fiili olarak engellemeye
çalıştık, yasal olarak çok fazla gücümüz yetmedi. Başka sıkıntılarımız da oldu. İşveren yemek vermedi, oysa grev süresi içerisinde
işveren yemek vermek zorunda,
tuvalet ihtiyaçlarını karşılamak
zorunda. Biz bununla ilgili olarak
da servislerin kullanılması açısından da işverene karşı mücadeleler
verdik. Şu anda yasal haklarımızdan yararlanıyor durumdayız.
Bizler grev sürecinde işverenin
duyarsızlığını protesto etmek için
Bursa’ya kadar iki kez yürüdük bütün arkadaşlarımızla birlikte. Yine
bu açlık grevi başladığı süreç içerisinde Emniyetle Jandarma güçleri
burasıyla ilgili bir takım sıkıntılar ortaya çıkartmaya çalıştılar.
Ancak bizim kararlı duruşumuz
sonrasında şu ana kadar çok ciddi
bir problem yaşatmadılar. Yasal
grevde de zaten lokavt uyguladığı
için işverenin çalıştırma gibi bir
niyeti yok içeride, sadece yatırımlarını sürdürmek için müteahhitler
aldı, o alanda da yasal olarak bir
engel ortaya çıkartamadık. Çünkü
üretim yapmadan da yatırımlarını sürdürebiliyor, o açıdan da
biz Türkiye’deki yasaların işçilerin
elini ne kadar zayıflattığını bir kez
daha yaşamış olduk.
22.08.2009 ✓
Asilçelik işçileriyle
yaptığımız söyleşiler
işçinin yanısıra temizlik, bahçe inşaat vb. işlerde çalışan 250 taşeron
işçisi vardı. Bunun 150’si kriz bahane edilerek işten çıkarıldı.
Fabrika eski olmasına rağmen işçilerin en kıdemlileri 15 yıllıktır.
Bunların sayısı 50’yi geçmez. Bir
30 kadarı da 3 yıl ve daha az süredir çalışıyor. Diğerlerinin çalışma
süreleri ise 5 ile 10 yıl arasında değişiyor. İşyerinde ücret ortalaması
650 TL’yi geçmiyor. Patronların
krizi bahane ederek bizim ücret
zammı talebimizi geri çevirmesi,
kabul etmemesi büyük insafsızlıktır. Kazanana kadar direneceğiz.
İsmail Çetin, 2,5 yıldır çalışan
en yeni işçilerden:
Salim İşçi, 12 yıllık işçi ve
İşyeri Temsilcisi:
YDİ Çağrı - Bu fabrika kaç yıllık
bir fabrika, ne üretiyor, hammaddeyi nerden alıyor ve ürettiğini nerelere satıyor?
Salim İşçi - Türkiye’de en kaliteli
çelik üreten ve çelik üretiminde
ülke ekonomisi açısından çok
önemli bir yere sahip bu fabrika
daha önce V. Koç’un elinde imiş.
1979’da devlet eline almış ve 12
yıla yakın devlet işletmesi olarak
üretim yapmış.
2001 yılında fabrika Tevfik ve
İdris Yamantürk’ün sahipleri olduğu Güriş şirketi ile İbrahim
ve Recep Yazıcı’nın sahipleri olduğu Yazıcı şirketlerine satılarak
özelleştirilmiş.
On yıldır iki şirketin ortaklığında
olan fabrikada özelleştirildiği yıl
eski işçilerin % 80’i değiştirildi. 30
yıllık fabrikada en kıdemli işçi 15
yıllık işçidir.
Hammaddesini iç pazarda alıyor
ve ürettiği çeliği de dış pazarda
satıyor. Daha çok Almanya, İtalya,
ABD, İsrail, İran ve daha birçok
ülkeye satıyor. Üretilen çeliğin kalitesi çok yüksek olduğu için bu çelik silah sanayinde de kullanılıyor.
Salim İşçi - 30 yıllık sendikalı
olan bir fabrika olarak ufak tefek
eksikliklere rağmen esasta çalışma
koşulları iyi sayılır. Günde 8 saat
çalışıyoruz. Bunun yarım saati
öğle yemeği paydosu ve 15’er dakikadan olmak üzere iki kez çay
molası yapıyoruz. Yani; üretimde
7 saat çalışmış oluyoruz. Yılda
4 ikramiyemiz var. İkramiyeler
ücretlere giydirilerek ödeniyor.
Ücretlerimizi zamanında alıyoruz.
Fakat bu işe göre çok düşük ücretler veriliyor. Örneğin 15 yıllık bir
işçinin eline bir ayda net ancak 800
TL geçiyor. Zaten greve neden olan
Celal Korçum, 7 yıllık işçi:
YDİ Çağrı - Şu anki durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Celal Korçum - İşyerinde ücretler
çok düşük. Ben 600 TL aylık ücret
alıyorum. İşyerinde taşeronda çalışanların durumu daha da kötü.
Bundan 8 ay önce fabrikada biz asıl
üretimde çalışan sendika üyesi 500
İsmail Çetin - Asgari ücretle çalışıyorum. Sadece ben değil diğer
arkadaşlar da düşük ücretle çalışıyorlar. Bu kapasitedeki hiçbir metal
fabrikasında bu kadar düşük ücretle çalışan belki de yoktur. Ama
burada biz çalışan işçiler daima
direnerek, mücadele ederek kazandık. Mesela Türkiye’de kriz başlar
başlamaz İşsizlik Fonundan yararlanma ve Kısa Çalışma Ödeneğini
herkesten önce biz aldık. Bu başarı
şimdi grevde olan 500 işçinin patronu zorlaması sonucu kazanıldı.
Biz işçiler çalışıyorken de aldığımızla zar zor geçiniyorduk. Borçlu
olan arkadaşlarımız çoğunlukta.
Soner Gündoğan, 7 yıl taşeron
işçisi olarak, 6 yıldır da kadrolu işçi olarak çalışıyor:
YDİ Çağrı - Ücretin ne kadar ve bu
süreci nasıl değerlendiriyorsun?
Soner Gündoğan - Aylık 800 TL
elime geçiyor. Bu fabrikada biz
işçiler en ufak bir hak talep ettiğimizde patronlar mutlaka bizi
direnmeye mecbur bırakıyor ve
direndiğimizde de haklarımızı
alıyoruz. Geçmişte bize Esnek
Çalışma, Telafi Çalışması dayatıldı
geri püskürttük. Bunu da sendikamızla birlikte başaracağımıza
inanıyorum. Ayda 200 TL Grev
Ödeneği alıyoruz. Fakat çoğumuz
oturduğumuz mahalle veya köyümüzün bakkal, kasap ve minibüsüne borçlanıyoruz. Çoğumuz
Orhangazi, Gemlik ve Yalova’da
oturuyoruz.
Volkan Kuşoğlu, 27 yaşında,
fabrikada 5 yıldır çalışıyor:
YDİ Çağrı - İşçilerin y üzde
kaçı sizin gibi genç ve siz ne
söyleyeceksiniz?
Volkan Kuşoğlu - 500 işçiden
dörtte biri genç sayılır. Ben de tüm
arkadaşların anlattıklarına katılıyorum. Mücadele ederek, direnerek kazanacağız. ✓
Türk-İş bunu hep yapıyor!
Y
aklaşık 300 bin işçiyi
kapsayan Kamu Toplu
İş Sözleşmesi görüşmelerinde, Türk-İş ile hükümetin
anlaşamaması üzerine Türk-İş
eylemlere başladı. 2 Temmuz’da
AKP il binaları önünde basın
açıklamaları yapıldı. 7 Temmuz
günü 1 saatlik iş bırakma eylemi
gerçekleştirildi.
Türk-İş 2009 yılı için yüzde 20,
2010 için de enflasyon artı yüzde
4 zam istiyordu. Hükümet ise
ilk altı ay için yüzde 3, ikinci altı
ay için yüzde 4 zam öneriyordu.
Başbakan Erdoğan, “Biz verdik
vereceğimizi, kabul etmiyorlarsa
greve gitsinler” açıklaması yaptı.
Türk-İş mücadele ediyor görüntüsü vermek için göstermelik
bir iki eylem yaptı. Hükümet ile
restleşti. Greve gidileceği açıklandı. Bütün bunlar gerçekte
işçilerin tepkisini dindirmek
içindi. “Elimizden geleni yapıyoruz. Mücadele ediyoruz. Ancak
bu kadarını başarabildik” görüntüsü sağlamak içindi.
Bir saatlik iş bırakıldığı gün,
Türk-İş acelece hükümet ile
anlaşıverdi.
Anlaşmaya göre, ücretlere yılın ilk altı ayında yüzde 3, ikinci
altı ayında yüzde 5,5 zam yapılacak. Düşük ücret alan kamu
işçilerine ise 60 TL iyileştirme
yapılacak. Türk-İş istediği zam
oranlarının çok altına düştü.
Hükümet ise verdiği teklifin biraz üzerine çıktı. Böylelikle anlaşma sağlandı.
Türk-İş bir kez daha kapalı
kapılar arkasında işçileri sattı.
Kendisinden bekleneni yaptı.
Bu satış sözleşmesinin gösterdiği gerçek şudur: Sendika
bürokratları, sendika ağaları
sendikaların başından defedilmediği sürece, sendikalar sınıf
örgütlerine dönüştürülmediği
sürece, yeni satış sözleşmeleri
hep olacaktır.
İşçilerin onay vermediği, imzalanmasını istemediği toplu
sözleşme imzalanamaz! Bunu
yapacak olan da sınıfın çıkarlarını gerçek anlamda savunan sınıf sendikalarıdır.
İşçiler sendikalara, sendikaları
fethetmeye!
10 Temmuz 2009 ✓❦❧
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
YDİ Çağrı - Ağır iş grubuna giren
fabrikada çalışma koşullarınız nasıl, TİS ve yasalardaki haklarınız
veriliyor mu, ücretlerin durumu
nasıl? Greve neden olan talepleriniz nelerdir, patronun tavrı nedir?
ücret zammı oldu. Bizim iki yılda
bir yaptığımız TİS’in 15. dönemi.
Bu dönemin görüşmelerinin 3- 4
oturumunda ücret zammı dışında
diğer tüm maddelerde anlaşma
sağlandı. Fakat ücret konusunda
anlaşamıyoruz. Patron krizi bahane ederek % 0 zam öneriyor. Biz
ise iki yıllık TİS’in ilk 6 ayı için %
26,2 diğer üç altışar aylar için ise
enflasyon oranında zam istedik.
Patronun “0” zam önerisinde bulunup ve bunda ısrar etmesinin en
önemli nedenlerden biri de işçilerden çok patronların çıkarlarını
kollayan Türk - İş’e bağlı Türk
Metal’ın ve Hak - İş’e bağlı Çelik
- İş’in yetkili olduğu birçok işyeri
ve işletmede çalışan işçilerin aldığı
ücretleri % 30 - 35 oranında geri
çekmeleri oldu.
Biz toplam sendikalı işçi olarak 500
kişiyiz. Grev ilanımızın ardından
patron da lokavt uyguladı. Bizimle
birlikte 100 taşeron 200 idari personel olmak üzere toplam 800 kişi
işsiz kaldı. Bu aileleri ile birlikte
6 -7 bin insanın açlığa mahkum
edilmesi demektir. Bu barbarlıktır.
Yedi aya yakındır hiçbir hükümet
ve devlet yetkilisi bu barbarlığı
durdurmak için en ufak bir çaba
göstermedi. Bu bize onların da patronlardan yana olduğunu gösterdi,
gösteriyor. Greve çıktığımızdan bu
yana güvenlik güçleriyle herhangi
bir ciddi sorun yaşamadık. 7 aya
yakındır grevdeyiz ve 3 gündür
de Genel Başkan, Genel Sekreter
ve Şubemizin Başkanı ile başlattığımız Açlık Grevimiz sürüyor.
Kazanana kadar grevimiz yanında
değişik mücadele yöntemleriyle
sonuç alana kadar mücadelemize
devam edeceğiz.
YDİ Çağrı - Ücret durumun nasıl?
Hem grevde, hem de açlık grevindesiniz. Boyalı basının grevinize
ilgisini daha doğrusu ilgisizliğini
nasıl değerlendiriyorsunuz?
TOKİ evlerine yazılmış olan arkadaşlarımız vardı. Birçoğu taksitlerini ödeyemedikleri için evlerini
bıraktılar. Zenginlerin medyası
burada kavga dövüş olmadığı için
gelmedi.
EK:3
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
EK:4
Sinter Metal işçilerinin direnişi
195. gününde
irleşik
Metal-İş
Send i k a sı’nd a örg üt lenen 380 Sinter Metal işçisi
22 Aralık 2008 tarihinde işten
atıldılar. 22 Aralık’tan bu yana
Sinter Metal işçileri hakları için
direniyorlar.
Sinter Metal işçilerini direnişlerinin 195. Gününde ziyaret ettik. 7,
8 işçi sıcak havada fabrikayı çevreleyen demir parmaklıklar önünde,
ağaçların gölgesine sığınmış oturuyorlardı. Selamlaşmadan, hal
hatır sorulduktan sonra işçilerle
direniş sohbet ettik.
Direnişçi işçilerden Hikmet
Özer, fabrikada çalışma koşulları,
sendikalaşma ve direniş süreci
hakkında şunları anlattı:
“Daha evvel burada herhangi bir
taban örgütlülüğü yoktu. Yapmış
olduğum analizlere göre. Benim
geçmişimde sendika, grev olayları
olduğu için ara sıra arkadaşlarla
dile getiriyorduk. İçeride yarış atı
gibi bizi koşturuyorlardı, performans primi adı altında. Başında
da ben geliyordum. Bu işi başlatanlardan birisi de benim sendikacı
olmama rağmen. En çok parçayı
da ben yapıyordum. Şuan utanıyorum kendimden. Ama bizi o şekil
yönlendirdiler.
Tuvalete gitmeleri, gelmeleri
dakikaya aldılar. Dakika tutuyorlardı. Yemek molaları eskiden
yarım saatti. Sonra maksimuma
indirdiler. Yemek saatlerinden, çay
saatlerinden dakika çalmaya başladılar. İşe giriş saati 08’de, 7.57
oldu. Çıkış saati geçe 24 ise 24.05
oldu. Bu şekilde dakikalardan
çalıyorlardı. Kendi paralarımızı
vermez oldular. Performans primlerini, erzakları vermemek için
sansasyon çıkarıyorlardı. Kendi
adamları, kendi ajanları bunu yapıyordu. Millet, “bize iş versin de,
varsın erzakları vermesin” diyordu
ve erzaklar verilmiyordu. Eskiden
erzakları taşıyamıyorduk, ondan
sonra tek elle erzakları taşır hale
geldik. 19 Aralık günü içeride
hummalı bir çalışma vardı. Baktık
içeri de görünürde kimse yok.
Amirler, müdürler, şefler gizli gizli
kulis yapmaya başladılar. Bizim
her toplantımız CDlere alınıyordu.
38 arkadaşımız işten atıldı. Yarın
sıra bize gelecek dedik. Bize, yok
kimse işten çıkarılmayacak, onlar
performans yetersizliğinden, kaytarmadan oysa hiçbiri kaytarmıyordu dört dörtlük çalışan arkadaşlarımızdı. Onları 25 maddeden
attılar. Biz buna karşı direndik.
Sonra patron 17. maddeye çevirdi.
Böyle bir şey olabilir mi?
Ayın 20’sinde geldik. Ben ken-
dimi Sinter Metal işçisi biliyordum.
Burada İMES’in polis arabasıyla
içerde bir bayan eline mikrofonu
almış, isimlerini saydıklarımın işi
feshedildi. Tam 381 kişi 7 şirkette
çalışıyor çıktı. Her şirkete almışlar
30’ar, 40’ar kişi. Canı yanan içeri
atladı. Fabrikayı işgal ettik. Ayın
22’si, 23’ü içerdeydik. 24’ünde fabrikadan çıktık. Ondan sonra süreç başladı. Sendikaya üye olduk.
Sendikamızı getirdik. Sivil toplum
örgütleri ile diğer gruplarla burada topyekun direnişimizi devam
ettirdik.
Direniş bize insanlığı öğretti.
Sosyal aktiviteyi, kültürel faaliyetleri, eylem nasıl oluru ögrendik. Makine ile işçi tabiri caizse
sanki nikahlanmıştı. Robot gibi
olmuştu. Evden makine başına,
makine başından eve. Cumartesi,
Pazar bizi mesaiye getiriyorlardı.
Ağzımıza bir parmak bal çalıyorlardı. İnsanlığımızdan çıkmıştık.
Herhangi bir sosyal aktivite olmuyordu. İşçiler kendi aralarında
gruplaşıyordu. Öğle aralarında
Sivaslılar grubu, Kastamonular
grubu, Çankırılar grubu ayrı ayrı
oturuyorlardı. Bu da patronun
işine geliyordu. İşçiler arasında
kafatasçı, şoven milliyetçilik vardı.
Patron bilinçli insan istemez.
Geliyordu voleybol oynuyordu.
Hatta mili maçlarda kocaman
monitörü fabrikanın bahçesine
koyuyordu, maçı seyrettiriyordu.
Diyordu ki gece bir saat daha fazla
çalışacaksınız. Biz bunu sineye çekiyorduk. Patron bizimle maç seyrediyor diyorduk. Oysa maç seyrettiriyordu, ama 1 saat fazla çalıştırıyordu mesaisiz olarak. Bunları
yapıyordu. İnsanlarda diyordu ki,
“patronumuz ne kadar iyi”.
Bizde şişirilmiş ücret vardı. 467
ücret yanında mesailerle, üç aylıklarla, ayda 100 saat mesai yapıyordum. 50,60 saat mesai yapan her
ay 60 milyon fazla para alacaktı.
Sonradan bunu indirdiler. Robot
değiliz biz. Etten kemikten ibaretiz. Sonra 40 saate indirdiler.
18, 19 Aralıkta burada direniş
olacağını söyleseydiniz ben inanmazdım. Çünkü bu örgütlülüğü
göremiyordum. İnsanların canı
yanmadan olmuyor. Canları yanmaya başladıktan sonra örgütlenmeye başladılar. Bu da büyük bir
başarı aslında.
Direniş başladıktan sonra işçilerin yüzde 70’nin düzen partilerine
bakışı değişti. Düzen partilerine
oy verenler fikirlerini, jargonunu
değiştirdi. Bulvar gazetesi okuyanlar şimdi daha güncel, gerçek
gazeteleri, dergileri okur hale geldi.
8 Mart’a, 1 Mayıs’a gitmeye başladılar. Polise karşı konuşmayı öğrendiler. Yasama, yürütme, yargı
erkini öğrendiler. 25 madde nedir?
17 madde nedir? Anayasa’nın 2.
Maddesi nedir? Onu örgendiler.
Sendikacılar aktardı. Üniversiteliler
aktardı. Büyük bir kazanım oldu.
Bir daha direniş olursa, arkadaşların belleğinde kalıcı olarak bunlar
kalacak. Direniş bilinçlenmemiz
gerektiğini, örgütlenmemiz gerektiğini öğretti.”
İşçilerin patrondan alacağı –ücret ve tazminatlar- 12 milyonu buluyor. İşe iade davaları ise sürüyor.
15 Haziran’da yapılan duruşmada
patron reddi hakim talebinde
bulunmuş. Amaç belli. Süreci
uzatmak!
Gelecek duruşma 4 Ağustos’ta
yapılacak.
Sinter Meta l işçi lerini, bu
hak lı mücadelelerinde yalnız
bırakmayalım.
Sinter Metal işçilerin haklı mücadelesini destekleyelim!
3 Temmuz 2009 ✓
Sinter işçileriyle
uluslararası dayanışma
S
inter işçileri anayasal hakları
olan sendikalaşma haklarını
kullandıkları için;
22 Aralık
2008 tarihinde işten çıkarıldılar ve
o günden bugüne mücadelelerine
devam ediyorlar. Birleşik Metal
İş’te örgütlenen direnişçi işçileri
direnişlerinin 208. Gününde uluslararası alandan gelen sendikacılar
ziyaret etti.
K laus Priegnitz (IG Meta l
Uluslararası İlişkiler Sorumlusu),
Nina Berg (DGB Eğitim Merkezi
Duesseldorf Yöneticisi), Alexander
Todic (Sırbistan Metal Sendikası
Yöneticisi) Susanne Dörf linger
(DGB Eğitim Merkezi) ve Manfred
Wannüffel (Bochum Üniversitesi
Öğretim Görevlisi), Sinter işçilerine "yalnız olmadıklarını" bir kez
daha gösterdiler...
16 Temmuz’da uluslararası sendikacıların katılımıyla fabrikaya
doğru bir yürüyüş gerçekleştirildi.
Yürüyüş boyunca işçiler, sendikal haklarını talep eden, işçilerin
birliğini vurgulayan ve patronun
sendikayı kabul etmesini talep
eden sloganlar attılar. Yürüyüşün
ardından fabrikanın önünde biraraya gelen işçilere uluslararası
heyet dayanışma mesajlarını bildirdi. Verilen mesajlarda patronun
tutumu, yargı sürecinin bu kadar
uzatılması ve Çalışma Bakanlığı
müfettişlerinin mahkemeye sunduğu raporda Sinter patronunun
krizden etkilenmediği, kriz bahanesiyle işçileri işten attığı yönündeki belirlemeye rağmen iş mahkemesinin halen devam etmesine
bir anlam veremediklerini belirttiler. Sinter işçilerinin bu örnek
mücadelesini selamladıklarını ve
bu mücadeleyi kendi ülkelerine de
taşıyarak uluslararası baskı örgütleyeceklerini belirttiler. Yapılan
konuşmalar boyunca sık sık uluslararası dayanışmaya vurgu yapan
sloganlar atıldı. Verilen destek mesajlarının ve çekilen halayların ardından eylam sona erdirildi.
Ümra niye Yu k a r ı Dudu l lu
Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Sinter Metal İmalat Sanayi
A.Ş. fabrikasında şanzıman dişlisi
ve kompresör parçalarının üretimi
yapılıyor.
Fabri k a ağ ı rl ı k l ı ola ra k
Irlanda’da Copeland, Almanya’da
Muller, İtalya’da Getrag S.p.A
ve Belçika’da Emerson Climanet
Technologies GmbH şirketlerine
ihraç yapıyor. İhraç edilen ürünler
Ford, BMW, Fiat ve ZF gibi büyük
otomotiv devleri tarafından üretimde kullanılıyor.
17 Temmuz 2009 ✓
Sanayi’de “500 Büyük” listesi yayınlandı
B
2, 2007’de 3 şirketi vardı.
Şimdi 5’e ulaştı.
İSO 500, bilindiği gibi yalnızca
500 büyük sanayi şirketinin listesi,
yani bu liste sermaye gruplarının
sanayi şirketlerinin bu alandaki
performansını ortaya koyuyor.
Ticaret ve hizmet cephesinin durumu hakkında bu liste bir bilgi
vermiyor. Grupların gerçek gücü
ise sadece sanayide değil her sektördeki şirketlerinin performansıyla ölçülür. Yakında Capital
dergisi bu alanın iyk 500’nü açıklayacak. O zaman sermaye gruplarının andaki gerçek durumu daha
net ortaya konabilir.
A ş a ğ ıy a bi lg i ola r a k İSO
500‘ün ilk 25’lik sıralamasını
yayınlıyoruz.
Kamu Sıra No
Özel Sıra No
Üretimden Satışlar Net
(TL)
1
1
Tüpraş-Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş.
Kocaeli
-
1
27.732.867.295
2
3
EÜAŞElektrik Üretim A.Ş. Genel Müdürlüğü
Kamu
1
-
6.249.112.724
3
2
Ford Otomotiv Sanayi A.Ş.
İstanbul
-
2
6.006.491.811
4
6
Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları T.A.Ş.
Ankara
-
3
5.014.572.054
5
4
Oyak-Renault Otomobil Fabrikaları A.Ş.
İstanbul
-
4
4.710.974.763
6
8
Tofaş Türk Otomobil Fabrikası A.Ş.
İstanbul
-
5
4.184.361.976
7
8
7
10
Arçelik A.Ş.
İçdaş Çelik Enerji Tersane ve Ulaşım San. A.Ş.
İstanbul
İstanbul
-
6
7
4.068.892.569
3.828.300.738
9
13
Habaş Sınai ve Tıbbi Gazlar İstihsal Endüstrisi A.Ş.
İstanbul
-
8
3.476.676.147
10
9
Aygaz A.Ş.
İstanbul
-
9
3.279.709.953
11
15
İskenderun Demir ve Çelik A.Ş.
İskenderun
-
10
3.172.335.000
12
19
Çolakoğlu Metalurji A.Ş.
İstanbul
-
11
2.675.455.383
13
14
15
16
5
11
14
18
Toyota Otomotiv Sanayi Türkiye A.Ş.
Vestel Elektronik San. ve Tic. A.Ş.
Petkim Petrokimya Holding A.Ş.
Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu
Adapazarı
İstanbul
Ege Bölgesi
Kamu
2
12
13
14
-
2.517.017.188
2.371.851.254
2.319.001.750
2.122.422.961
17
16
Unilever Sanayi ve Ticaret Türk A.Ş.
İstanbul
-
15
2.091.647.721
18
19
28
20
Kroman Çelik Sanayii A.Ş.
Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.
Kocaeli
Kamu
3
16
-
2.088.108.920
1.947.270.244
20
17
Sarkuysan Elektrolitik Bakır San. ve Tic. A.Ş.
İstanbul
-
17
1.820.718.363
21
22
12
23
Mercedes-Benz Türk A.Ş.
İpragaz A.Ş.
İstanbul
İstanbul
-
18
19
1.753.765.774
1.703.748.636
23
22
Milangaz LPG Dağıtım Ticaret ve Sanayi A.Ş.
İstanbul
-
20
1.619.672.561
24
21
İstanbul
-
21
1.597.300.663
25
26
BSH Ev Aletleri San. ve Tic. A.Ş.
Philsa Philip Morris Sabancı Sigara ve Tütüncülük
Sanayi ve Ticaret A.Ş.
İstanbul
-
22
1.438.111.853
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Bağlı Bulunduğu Oda
/ Kamu
7 Ağustos 2009 ✓
Kuruluşlar
500’e giren şirket sayısı 10. Geçen
yıl bu sayı 13 olarak açıklanmıştı.
Burada şunun bilinmesi önemli:
Koç, Sabancı gibi en büyüklerin
şirket sayılarında düşüşlerin en
önemli nedenlerinden biri şirket satışlarıdır. Bilindiği gibi Koç
Holding, Türk Demir Döküm ve
Döktaş isimli şirketlerini satış yoluyla Koç Grubundan çıkarmıştı.
Sabancı da Bossa ve Beksa’yı satmış, bu şirketler Sabancı Holding
şirketleri olmaktan çıkmıştı.
* Türkiye’de “islami Sermaye” ye
sayılan Ülker Grubu son yılların
en büyük çıkışını gerçekleştiriyor.
1997 yılında 6 şirketle listede temsil edilen grup, 2008’de 13 şirketle
yer alıyor. “Krizi fırsata dönüştürenler” arasında bu grup.
* Büyüyenler içinde öne çıkanlardan biri Kibar Holding. 1997’de
2007 yılı 500 Büyük
Kuruluş Sıra No
nüyor. Otomotiv yan sanayine ait
şirketlerden bir bölümü ilk defa
cirolarını paylaşmaktan kaçınıyorlar vb.
İSO 500’ün gösterdiği bir başka
gerçek şu: Türkiye’nin büyük sermaye gruplarının durumu fena değil. Onların da ciro, kar ve çalışan
sayılarında düşüşler var. Ancak,
İSO500’e soktukları şirket sayısında anormal değişimler görülmüyor. Büyükler açısından durum
kabaca şöyle:
* Koç Holding bu yıl da – özel
sermayeli kesim açısından- İSO
500’e damgasını vuruyor. Geçen
yıl olduğu gibi bu yıl da ‘en büyük
ilk 10’ şirketten 5’i bu gruba ait.
500 büyük içindeki şirket sayıları
ise 13’den 14’e yükseldi.
* Koç’un Türkiye’deki esas rakibi Sabancı Holding’den ISO
2008 yılı 500 Büyük
Kuruluş Sıra No
ilindiği gibi İstanbul Sanayi
Odası her yıl ‘500 Büyük
Sanayi Şirketi’ araştırması
yayınlıyor. Krizin henüz depresyon
aşamasına girmediği dönenim verileri temelinde 2008’le ilgili “500
Büyük” araştırması Ağustos başında yayınlandı. Araştırma Kar,
ciro, ihracat ve çalışan sayısındaki
gelişmeler konusunda verileri “gelecek için endişe verici” olarak değerlendiriyor. Ki şimdi biraz da o
geleceği yaşıyoruz.
İSO 500’ün sonuçları, krizden
özellikle haber teknolojisi, otomotiv yan sanayi ve elektronik yan
sanayinin çok etkilendiğini gösteriyor. Örneğin, bir önceki listede
400 milyon TL’nin üzerinde ciro
yapan kimi şirket, bu listede yok.
Kimi teknoloji şirketleri cirolarının yarılarını kaybetmiş görü-
EK:5
ETİ GIDA’da grev!
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Y
EK:6
aklaşık 2000 işçiyi kapsayan Tek Gıda İş ile Eti
Gıda San. ve Tic. A.Ş arasındaki Toplu İş Sözleşmesi, işverenin sendikanın talep ettiği ücreti
vermemesi sonucu Eti Gıda’ya ait
(Eti Bisküvi, Eti Kek, Eti Çikolata,
Eti Bozüyük kek) fabrikalarında
13.08.2009 saat 10’da greve çıkıldı. Tek Gıda İş Sendikası Genel
Başkanı Mustafa Türkel açıklama
yaparak, uzun süredir toplu iş
sözleşmesi müzakerelerini beklediklerini, ancak gelinen noktada anlaşma sağlayamadıklarını
kaydetti.
İşletmelerin ve işverenlerin işçilerinin haklarını korumak zorunda olduğunu ifade eden Türkel,
şöyle konuştu: ''Eti işçileri yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Eti
işverenleri, görüşmelerde çeşitli
mazeretler öne sürdü. Biz onları
anlamaya çalıştık. İşveren bizi
anlamakta zorluk çekti. 3-5 liranın hesabını yaptı. İşçilerimizin
çalışırken çözümsüzlük nedeniyle
her gün sendikasına küfretmesini
artık kabul etmiyoruz. Anlaşmaya
çalıştığımız süreçte işveren isteklerimizi kabul etmeyip ‘biz onlara
iş verdik’ diyor. Bizi sokaktaki
işsizlerle terbiye etmek istiyorlar.
İşsizlerin Allah yardımcısı olsun.
Çalışıp da sürünenlere kim yardım edecek? İlk altı ay için yüzde
11-13 arasında zam yapılmasını
istiyoruz. Bunun altında da sözleşme imzalamayız. Eti çalışanları
en kısa zamanda açlık sınırının
üzerinde maaş almaya başlayacak.
Grevden başımız dik çıkacağız.''
Açıklamadan sonra sloganlar atan
işçiler, servislere binip fabrikanın
önünden ayrıldılar.
Şubat ayında görüşülmeye başlanan Toplu İş Sözleşmesi, işverenin enflasyon farkı dışında bir
artış olamayacağını, kendi bünyesinde 200 fazla çalışanın olduğunu
belirterek tehdit edip dışarıda işsizlik, kriz ve benzeri gerekçelerle
sendikanın talep ettiği zammı kabul etmedi. YDİ Çağrı dergisinin
112. sayısında Eti’de uygulanan
kademe sistemiyle ilgili bilgi vermiştik. 1’den 7’ye olan kademe sisteminde verilen sosyal haklar yüzdeye bölünmüştür. 1. kademe %10,
2. kademe %15, 3. kademe %20,
4. kademe %40, 5. kademe %60,
6.kademe %80, 7.kademe %100 olarak belirlenmiştir. 2000 yılından
bu yana kadro vermeyen Eti böyle
bir uygulamayı hayata geçirerek
işçiler arasında rekabet ortamı doğurmuştur. Bu uygulanan kademe
sistemi sadece sosyal haklar için
geçerlidir. Saat ücretlerini kapsamamaktadır. İşçilerin girdiği yıl
itibariyle saat ücretleri değişiklik
göstermektedir. Grev ile beraber
işçilerin bilinçte tutması gereken
ücretlerin yükseltilmesi talebinin
yanında, kademeli sistemi tamamen ortadan kaldırmak için mücadele edip sendikanın bu konuda
işçiden yana tavır alıp uygulanan
sistemin ortadan kaldırılması için
mücadele etmesidir. 2008’de Eti
Tam Gıda’da imzalanan toplu iş
sözleşmesinde aile ve çocuk yardımı kademeden çıkartılıp tam
sosyal hak olarak geri alınmıştır.
Gelinen bu süreçte sendikanın var
olan taslağı değiştirip kademeyi
kaldırması gerekmektedir. İşçiler
kademe uğruna işverenin talep ettiği her şeyi yapmakta, işçiler arasında rekabet ortamı doğmakta,
ispiyonculuk, şikayetler sürekli
olmaktadır.
Ayrıca 25 Temmuz’da ödemesi
gereken kömür paralarını da vermeyen işveren, gerekçe olarak
toplu iş sözleşmesini göstermiş-
tir. Buna tepki olarak işçiler 25
Temmuz günü 2000 kişi yemek
yememe eylemi, 27 Temmuz servislere yarım saat geç binme ve 28
Temmuz günü sendikanın önünde
topla nara k basın açı k la ması
yapmıştır.
Grev kararını aldıktan sonra
greve çı kan sendi kaya karşı
Eskişehir kamuoyuna, Eskişehir’in
yerel basın aracılığıyla açıklama
yapan Eti Gıda San. Tic. A.Ş sendikayı ve çalışan işçileri şikâyet
etmiştir. Yapılan açıklamada çalışanların ücretlerini enf lasyona
ezdirtmediğini, ücretlerin ödemesini aksatmadığını, fazla işçisi
olduğunu ama çıkarmadığını, bir
yıla yakındır krizden kaynaklı
ürünlerine zam yapamadığını,
girdi fiyatlarının yükseldiği vb.
demagojiye baş vurarak grevin
haksız olduğunu, ücretlerin iyi
olduğunu Eskişehir halkına anlatmaya çalışarak sendikayı ve işçileri
şikayet ederek bilinçleri sulandırmaya çalışmıştır. Gerçeklerse hiçte
anlattığı gibi değil. İstanbul Sanayi
Odası (İSO) Türkiye'nin en büyük
500 sanayi kuruluşu araştırma so-
T
nuçlarına göre 110. sırada olan Eti
Şirketler Grubu 104 sıraya yükselmiştir. Ürünlerine zam yapmayan,
maliyetlerinden yakınan, krizi bahane eden Eti sermayesini büyütmüştür. Türk-İş, Temmuz ayında
dört kişilik bir aile için açlık sınırını 738, yoksulluk sınırını 2 bin
404 TL olarak açıkladı. Eti’de çalışan işçilerin büyük çoğunluğu ortalama 550 TL maaş almakta, yani
açlık sınırının altında yaşamaya
çalışmaktadır. Sadece bu iki örnek
gerçekleri açıklamaya yeterlidir.
Sermaye dedikleri bizim sırtımızdan kazanılan bizim alın terimiz ve emeğimizdir, kısaca çalınmış emektir. Eti’de çalışan işçiler
gerçekleri bugün açlık sınırı altında
yaşayarak daha iyi görmüştür.
Kapitalizmin yıkılacağı günler
uzak değildir. Yeter ki mücadeleyi
yükseltip fabrikalarda örgütlenerek sınıf bilinçli işçiler yetiştirelim.
Eti işçisi sonuçları ne olursa olsun
sonuna kadar direnmeli. Bütün
YDİ Çağrı okurlarını Eti işçisiyle
dayanışmaya çağırıyoruz. Bir gün
mutlaka kazanacak hayatın en
onurlu yükünü çeken işçi sınıfı.
Kahrolsun sermaye düzeni!
Kurtuluş yok tek başına, ya hep
beraber ya hiç birimiz!
Eskişehir’den YDİ Çağrı Okuru
18 Ağustos 2009 ✓
ETİ GIDA'da grev
sona erdi
ek Gıda İş ile Eti Gıda San.
ve Tic. A.Ş arasındaki Toplu
İş sözleşmesi, 21.08.2009
tarihinde saat 24.00‘de varılan
anlaşma ile sona erdi. Dokuz gün
süren grevin ardından 22.08.2009
tarihinde işçiler iş başı yaptı.
İmzalanan sözleşmeye göre kademeli çalışanlara seyyanen 87 TL,
kadrolu çalışanlara ise seyyanen
100 TL ücretlere zam yapılmıştır.
Ayrıca kademesi 1,2,3 olanların
kömür yardımı, 4. kademeden verilmiştir. İzin ve bayram yardımları ise kademeden çıkarılarak tam
olarak verilmiştir. Çalışan işçilerin
çoğunluğu alınan zammın gülünç
olduğunu, işverenin zaten %9 verdiğini bunun üstüne iki puan almak için greve gidildiğine kızgın.
Geçmişte imzalanan sözleşmelerle
karşılaştırıldığında iyi bir sözleşme, fakat greve çıkan büyük bir
işletme için çok kötü bir sözleşme
olmuştur.
Sözleşmenin başından beri ağırdan almaya çalışan sendika, sürecin son saatlerine kadar beklemiştir. Bu bekleyiş işçiler arasında son
gün imzalanır beklentisi yaratmıştır. Grev bu anlamda işçiler için
sürpriz olmuştur. Grevin anlamını
işçi sınıfının en önemli silahı olduğunun farkında olmayan işçilerin
çoğunluğu bu greve gönülsüz çıkmıştır. Ayrıca “200 fazla çalışanım
var” diyen işveren 21.08.2009 günü
iş başvurusunda bulunan 300 kişi
arasında yaklaşık 140 kişiyi işe
almıştır. Grevin sona ermesinde
140 kişinin işe alımında belirleyici
olduğu düşünülebilir. “200 fazla
çalışanım var” diyen Eti aldığı 140
kişiyle beraber fazla çalışanı 350
kişi!! olmuştur. Önümüzdeki dönemde işçi çıkarması beklenmekte
ve bu da işçiler arasında huzursuzluk yaratmakta.
Sendikanın tavrı sonuna kadar
işçiden yana olsaydı %50 üstünde
ücret artışının olması olası bir durumdu. Tek Gıda İş'in böyle bir
derdi olmamıştır. İmzaladıkları
sözleşmede de bunu göstermiştir.
Kapitalizmin yıkılacağı işçi sınıfının da iktidarda olup yöneteceği
günlerde gelecek. İşçiyi sömürende,
ezende, rant sağlayanda yaptığının
hesabını verecek.
Kahrolsun Kapitalizm, Yaşasın
Sosyalizm!
Eskişehir’den YDİ Çağrı Okuru
25 Ağustos 2009 ✓
TİSK: “İşsizlik yüzde 55 arttı”
T
ürkiye İşveren Sendikaları
Konfederasyonu (TİSK),
Nisan ayında işsiz sayısındaki 12 aylık artış oranının
Türkiye’de yüzde 55,1 olduğuna
dikkat çekerek, bu oranın dünyada
yüzde 23,5, gelişmekte olan ülkelerde yüzde 19, gelişmiş ülkelerde
ise yüzde 46,9 olduğunu kaydetti.
TİSK, “İşgücü Piyasası” Bültenini
açıkladı. Bültende, işsizlik oranının, Nisan döneminde mevsimlik
çalışmalara bağlı olarak önceki
aylara göre düşük gerçekleştiği belirtilerek, kısa vadeli değişimleri
esas almanın yanıltıcı olabileceği
uyarısı yapıldı. İşsizliğin Nisan
dönemini de içine alacak şekilde
giderek şiddetlendiği kaydedildi.
Bültene göre, işsizlik oranında
Ocak 2009’da 3,9 puan olan yıllık
artış, sürekli yükselerek Nisan’da
5 puana çıktı.
İşsiz sayısındaki yıllık artış
oranı ise Ocak’ta yüzde 40,9’dan
Nisan’da yüzde 55,1’e yükseldi.
İstihdam yüzde 2.5 azaldı
Grevdeki işçi sayısı: 59
Grevin sebebi: DİSK’e bağlı
Birleşik Metal-İş’e üye işçiler işverenle insanca yaşayacak düzeyde
ücret konusunda anlaşamadıkları
için greve başladılar.
*E-Kart işçileri grevi - Gebze
Direnişin 396'ncı günü
Grevin başlangıç tarihi: 16
Haziran 2008
Grevdeki işçi sayısı: 17
Grevin sebebi: Gebze Organize
Sanayi Bölgesi’ndeki Eczacıbaşı
ortaklı E-Kart firmasında çalışan
ve Türk-İş’e bağlı Basın-İş sendikasına üye işçiler Toplu Sözleşme
Hakkı ve Basın-İş Sendikasının
işveren tarafından tanınması için
greve başladı.
*Si nter i ş çi ler i d i ren i şi
- İstanbul
Direnişin 207'inci günü
Direnişin başlangıç tarihi: 22
Aralık 2008
Direnişteki işçi sayısı: 380
Di renişi n sebebi: İsta nbu l
Dudu l lu Orga ni ze Sa nay i
Bölgesi’ndeki Sinter Metal işyerinde çalışan işçiler işten atıldıktan sonra işlerine geri dönmek ve
işsiz kaldıkları süre içerisinde de
kıdem ve ihbar tazminatları dahil
tüm haklarını almak için direnişe
geçti.
*Kocaeli Belediye-İş işçileri
direnişi
Direnişin 92'inci günü
Direnişin başlangıç tarihi: 16
Nisan 2009
Direnişteki işçi sayısı: Net bir
bilgi yok
Direnişin sebebi: Türk-İş’e bağlı
Belediye-İş Sendikası’na üye işçiler
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nce
sendika değiştirmeye zorlandıkları
ve görevleri dışında işlerde çalıştırıldıkları için direnişe geçti.
*Kent A.Ş. işçileri direnişi
– İzmir
Direnişin 78'inci günü
Direnişin başlangıç tarihi: 30
Nisan’da direnişe geçen işçiler 1
Mayıs’ı başlangıç günü olarak ilan
ettiler.
Direnişteki işçi sayısı: 140 işçi aileleri ile birlikte direnişte
Direnişin sebebi: Kent A.Ş. işçileri Karşıyaka Belediyesi tarafından işten çıkartılmalarına ve Altaş
adlı bir taşeron firmanın sokulmasına karşı direnişe geçtiler.
*İNTO Denizcilik işçileri direnişi – Pendik
Direnişin 24'üncü günü
Direnişin başlangıç tarihi: 23
Haziran 2009
Direnişteki işçi sayısı: 19
Direnişin sebebi: Pendik Askeri
Tersanesi’nde CHT firmasının
İNTO Denizcilik adlı taşeron şirketinde çalışan DİSK/Limter-İş’e
üye işçiler 4 aylık ücretlerini almak
için direnişe geçtiler.
*Dearsan Tersanesi Pozitif
Denizcilik işçileri direnişi - Tuzla
Direnişin başlangıç tarihi: 29
Haziran 2009
Direnişin 19'uncu günü
Direnişteki işçi sayısı: 9
Direnişin sebebi: İşten atılan
DİSK/Limter-İş üyesi, Dearsan
Tersanesi’nde iş yapan Pozitif
22 Temmuz 2009 ✓
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
“Ocak ’ta yıllık bazda yüzde
0,4 artmış olan toplam istihdam, Mart’ta yüzde 1,2, Nisan’da
yüzde 2,5 azaldı. Nisan itibariyle
Türkiye’deki işsizliğin yıllık artış
eğilimi dünya geneline, gelişmiş
ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler
ortalamalarına göre yüksek olduğu görüldü.”
Krizin işçiler emekçiler açısından korkunç yüzünü en açık gösterdiği alanlardan biri istihdam/
işsizlik rakamlarıdır. Türkiye bu
bağlamda Türkiye’nin en önemli
patron örgütlerinden TİSK’in rakamlarına göre de krizin işçileri
en çok vurduğu ülkelerden biridir. İşçilerin mücadele etmesi için,
yeter artık demesi için, her gün
çoğalan, binlerce sebep var. Fakat
ne yazık ki işçi hareketi hala çok
güçsüz.
Birgün gazetesinde yukarıdaki
haberin yayınlandığı gün bir başka
haber daha vardı. Bu haberde 17
Temmuz itibariyle ülkelerimizdeki
işçi grev ve direnişlerinin bir dökümü yapılıyordu. Habere göre:
*Asil Çelik işçileri grevi - BursaDirenişin 168'inci günü
Grevin başlangıç tarihi: 30 Ocak
2009
Grevdeki işçi sayısı: 550
Grevin sebebi: DİSK’e bağlı
Birleşik Metal-İş sendikasına üye
işçiler insanca yaşayacak bir ücret
konusunda işverenle anlaşamadığı
için greve çıktı.
*Asemat işçileri grevi – Bursa
Direnişin 198'inci günü
Grevin başlangıç tarihi: 31 Aralık
2008
Krizin işçiler emekçiler açısından korkunç yüzünü
en açık gösterdiği alanlardan biri istihdam/işsizlik
rakamlarıdır. Türkiye bu bağlamda Türkiye’nin en
önemli patron örgütlerinden TİSK’in rakamlarına
göre de krizin işçileri en çok vurduğu ülkelerden
biridir.İşçilerin mücadele etmesi için, yeter artık
demesi için, her gün çoğalan, binlerce sebep var.
Fakat ne yazık ki işçi hareketi hala çok güçsüz.
Denizcilik firması işçileri taşeron
sistemine karşı, kıdem ve ihbar
tazminatlarıyla tüm sosyal haklarını almak için direnişe geçti.
*Stil Tekstil işçileri direnişi
- İstanbul
Direnişin 31'inci günü
Direnişin başlangıç tarihi: 17
Haziran 2009
Direnişteki işçi sayısı: 50
Di renişi n sebebi: İsta nbu l
Beylikdüzü Pirinççiler Sanayi
Sitesi’ndeki Stil Tekstil firmasında
çalışan işçiler 4.5 aydır maaşlarını
ve 2.5 aydır mesailerini alamadıkları için direnişe geçtiler.
*Ağ Tekstil işçileri direnişi
- İstanbul
Direnişin 23'üncü günü
Direnişin başlangıç tarihi: 25
Haziran 2009
Direnişteki işçi sayısı: 180
Direnişin sebebi: İstanbul İkitelli
Parseller bölgesindeki Ağ Tekstil
firmasında işten atılan işçiler 3
aylık maaşları, mesaileri, kıdem
ve ihbar tazminatlarını almak için
Tekstil-Sen öncülüğünde direnişe
geçtiler.
*AT V Saba h işçi leri g rev i
- İstanbul
Direnişin 155'inci günü
Grevin başlangıç tarihi: 13 Şubat
2009
Grevdeki işçi sayısı: 10
G r e v i n s e b e bi : Tu r k u v a z
Medya’da (ATV-Sabah) çalışan
Türk-İş’e bağlı Türkiye Gazeteciler
Sendikası’na üye işçiler Toplu İş
Sözleşmesi için greve çıktı.
*Entes- Gülistan Kobatan’ın direnişi - İstanbul
Direnişin 65'inci günü
Direnişin başlangıç tarihi: 14
Mayıs 2009
Direnişteki işçi sayısı: 1
Direnişin sebebi: Gü lista n
Kobatan işe geri alınmak için direnişe geçti. Kobatan kriz gerekçesiyle 13 Mayıs 2009’da işten
çıkartılmıştı.”
17 Temmuz itibarıyla toplam 12
işyerinde toplam 1415 işçi direnişte! İşsizlik bütün OECD ülkeleri arasında en yüksek düzeyde.
İşçi ve emekçilerin toplumsal zenginlikten aldıkları pay sürekli geriliyor. Yoksulluk ve açlık giderek
artıyor. Kuşkusuz, sözü geçen
direnişler övgüye değer, işçilerin
fedakarca, yiğitçe yürüttükleri ve
mücadele içinde çok şey öğrendikleri mücadeleler. Fakat bunların
olması gerekenle ve aslında mümkün olanla karşılaştırıldığında çok
yetersiz olduğunu tespit etmek gerekir. Gerçeği değiştirmenin ilk
şartlarından biri onu olduğu gibi
görmek, kavramak anlamaktır.
EK:7
A
Belediye işçileri
direnişte
KP'li Esenyurt Belediyesi,
Türk-İş'e bağlı Belediye-İş
Sendikası üyesi 3 işçiyi işten attı. İşten atılan işçiler belediye
önünde direnişe geçti.
Mart 2009 yerel seçimlerinde
Esenyurt Belediye Başkanlığı'nı
AKP kazandı. Yeni belediye yönetimi Kıraç ve Yakuplu’dan gelen
sendikalı belediye işçilerinin, sendikadan istifa etmeleri için işçiler
üzerinde baskı kurdu. Sendikadan
istifa etmeyen işçiler, kadrolu olmalarına rağmen temizlik işlerine
verildi. İşçilere asılsız iddialarla kınama, uyarı cezası verildi.
17 Ağustos günü sendika üyesi
3 işçiyi çağıran belediye yönetimi 4857 sayılı İş Kanunu'nun
25. Maddesi'ni gerekçe göstererek
işçilerin kıdem ve ihbar tazminatlarını ödemeden işçilerin iş akitlerini feshettiğini bildirdi.
İşten atılan Alişan Abalay, Yavuz
Durmuş, Hasan Mandal belediye
önünde direnişe geçti. İşçiler sabah saat 08 ile akşam saat 18 arasında Esenyurt Belediyesi önünde
direnişlerini sürdürüyorlar. İşten
atılan işçilerden Alişan Abalay;
“işe sendikalı olarak geri dönene
kadar direnişi sürdüreceklerini,
gerekirse Ankara’ya yürüyeceklerini, kendisinin Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Başbakan Erdoğan’a
uğradı k ları ha ksızlığı anlatmak için mektup gönderdiğini,
Ankara’ya yürümesi durumunda
Çankaya’ya gidip Cumhurbaşkanı
ile görüşmek istediğini” anlattı.
“Tek suçlarının sendikalı olmak
olduğunu, ikinci başkan Emin
Batmazoğlu’nun sendikadan istifa
etmeleri durumda dahi iş garantisi
vermediğini, izinde olan işçilerin
iş başı yapmalarının beklendiğini,
Belediye işçilerinden
basın açıklaması
Eylül 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
E
EK:8
senyurt Belediyesinde çalışan ve sendikalı oldukları
için işten atılan işçilerle
dayanışma amacıyla 29 Ağustos
Cumartesi günü bir basın açıklaması düzenlendi. Çok sayıda
dernek, siyasi parti, kitle örgütü
ve devrimci çevrenin desteklediği
eylem Esenyurt Meydanından
başlayarak Esenyurt Belediyesinin
önüne kadar devam etti. Yürüyüş
boyunca eyleme katılan yaklaşık
200 kişi attığı sloganlarla ve taşınan pankartlarla Belediyenin ve
AKP’nin işçi düşmanı siyasetini
lanetlerken işçileri birliğe ve mücadeleye çağırdı.
Yürüyüşün ardından Belediye İş
2 nolu Şube Başkanı Hasan Gülüm
bir basın açıklaması okudu. Basın
açıklamasında Esenyurt beldesinin ilçe olmasından sonra beldeye
gelen sendikalı işçiler ile birlikte
sendikasız olan işçileri örgütlemeye başladıktan sonra belediye
yönetimi ile sorun yaşadıklarını,
sendikalı işçileri belediyenin ‘huzur bozuyorsunuz’ gerekçesiyle
sendikan istifaya zorladığını belirtti. Esenyurt Belediyesi Kültür
Merkezinin önünde direnişlerini
sürdüren işçilere zabıtaların saldırması ve pankartlarının sökülmesini kınayan Hasan Gülüm,
Belediyeyi bu tavrından vazgeçmeye ve işten atılan işçileri tekrar
işe almaya çağırdı. Konuşmasının
devamında Esenyurt halkından
belediye işçilerinin haklı direnişleri için onlara destek olmaya çağırdı. Eyleme belediye tarafından
yerleri alınan pazarcılar da katılarak taleplerini dile getirdiler.
Bizler de Çağrı gazetesi olarak
eyleme flamalarımızla ve işçileri
destekleyen, onlarla dayanışmaya
çağıran bir bildiri ile katıldık.
Yaklaşık bir saat süren eylem alkışlar ve sloganlarla sona erdirildi.
29 Ağustos 2009 ✓
sendika üyesi olan işçilerin çıkışlarının süreceğini” söyledi.
İşten atılan işçilerin direnişi haklıdır. Esenyurt’ta yaşayan işçileri,
emekçileri bu direnişi sahiplenmeye, desteklemeye çağırıyoruz.
24 Ağustos 2009
YDİ Çağrı/Esenyurt ✓
Pazarcılar direniyor!
E
seny urt Belediyesi ’nden
sendikalı oldukları için işten atılan işçiler, belediye
önünde direnişlerini sürdürüyorlar. Bu direniş yerinde başka bir
direniş daha var. Yerleri ellerinden alınan pazarcıların direnişi!
Pazarcıların direnişi ilk bakışta
pek fark edilmiyor. Pazarcılar işten atılan işçilerin parçası olarak
görünüyor. Biz de böyle sandık.
Pazarcıların hangi gazeteden geldiğimizi sormaları ve dertlerini
anlatmaları ile aynı yerde iki direniş olduğunu anladık.
Pazarcı olan Ali Doğan 8. günde
olan direnişleri üzerine şunları
anlattı:
“Beylikdüzü Mehterçeşme pazarında tezgahım var. Yerimiz yap
işlet devret modeli şahsa satılmış.
Satın alan kişi kendi yerimizi bize
tahtası 10 bin TL’den satmak istiyor. Bu kadar paramız olsa pazar-
cılık yapmayız. Belediye başkanı
ile görüşmek için iki ay uğraştık.
Tüm çabalarımıza rağmen başkanla görüşemeyince, belediye
önünde pankart açıp durumu protesto ettik. Polis geldi. Derdimizi
anlattık. Belediye Başkanı ile polisler yanımızda görüştük. Belediye
başkanı anneme hakaret etti. “S…
git” dedi. Polisler şahit. İnsanlar
şahit. Ondan sonra başkanla görüşemedik. 8 gündür buradayız.
Hakkımızı istiyoruz. Pazar yeri şahıs malı değil. Şahıs kendi yerimizi
bize satamaz. Bunu ancak belediye
yapabilir.
Başkan anneme hakaret ettiği
için özür dileyecek. Özür dileyene
kadar direnişimiz devam edecek.
Gerekirse ölüm orucuna başlayacağım. Kamuoyunun desteğini
bekliyoruz.”
24 Ağustos 2009
YDİ Çağrı/Esenyurt ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No:
29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş
Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 136'nın İşçi Eki ·Eylül 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu
2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
gündem
1
Güler Zere ve tüm hasta devrimci
tutsaklara özgürlük!
994 y ı lında tutu k lanara k,
müebbet hapis cezası verilen
ve kaldığı Erzurum H Tipi
Cezaevi'nde üç yıl önce cilt kanserine
yakalanan İsmet Ablak (40) durumunun fenalaşması üzerine 38 gün önce
Erzurum Araştırma Hastanesi'ne
sevk edildi. Hastane morgunun yanında bulunan bodrum katında as-
Cezaevi’nde. Belden aşağısı felçli, iyileşme şansı bulunmuyor.
Gü lezar A k ı n: Ad ıya ma n E
Tipi Cezaevi’nde. Hipofiz bezi tümörü var. Üç yıldır tedavi oluyor.
Yumurtalıklarda kist, belde fıtık, yırtılma ve düzleşme ayrıca mide ülseri
var.
Halil Güneş: Diyarbakır D Tipi
kerlerin gözetiminde tedavi gören
Ablak, ailesinin Adalet Bakanlığı ve
Cumhurbaşkanlığı'na yaptığı başvurulara rağmen serbest bırakılmadı.
İsmet Ablak önceki gün öldü.
Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu’nun ‘infazını hastanede tamamlasın’ raporu
verdiği, 14 yıldır mahpus ağız kanseri Güler Zere’nin sağlığı ise giderek
kötüye gidiyor.
Çağdaş Hukukçular Derneği’nin
(ÇHD) verdiği bilgiye göre cezaevlerinde durumları giderek kötüleşen
mahpuslar şunlar:
Samet Çelik: Buca Kırıklar 2 Nolu
F Tipi Cezaevi’nde. Kan kanseri.
Aynur Epli: Bağırsak kanseri nedeniyle Diyarbakır’da tedavi görüyor.
Bekir Şimşek: Edirne F Tipi
Cezaevi’nde hükümlü. Wernicke
Korsakoff hastası. Adli Tıp 3. İhtisas
Dairesi hapishanede tutulamayacağı,
ancak hastanede infazının devam
edebileceğine ilişkin rapor verdi.
Erol Zavar: Sincan 1 Nolu F
Tipi Cezaevi’nde. Mesane kanseri.
Hastalıkları nedeniyle 30’a yakın
tıbbi müdahale ve ameliyat geçirdi.
Cezaevindeyken başlayan migren ve
safra kesesi ağrıları, daha önce geçirdiği tüberküloz, gözaltı sırasında
gördüğü işkenceler ile dizlerinde
oluşan menüsküs bunların en başta
gelenleri. Mart 2007’de safra kesesi
alındı. Halen kanama ve ağrılarının
devam etmesi nedeniyle tetkikleri
yapılıyor.
G a zi Da ğ : A nt a ly a E Tipi
Cezaevi’nde. Kemik kanseri.
Halil Yıldız: Anta lya L Tipi
Kapalı Cezaevi’nde. 82 yaşında.
Cezaevindeki arkadaşlarının yardımı
olmadan yaşamını sürdüremiyor.
İnayet Mete: Siirt E Tipi Kapalı
Cezaevi’nde. Kısa bir süre önce kalp
ameliyatı geçirdi, sık sık kriz geçiriyor, ayrıca siroz hastası. Sinir tahribatı, damar tıkanıklığı ve bel fıtığından mustarip. Dönem dönem vücudunun her tarafında derin yaralar
açılıyor.
İsmet Ayaz: Adıyaman E Tipi
Kapalı Cezaevi’nde. Çölyak hastası
ve bedeni 10 yaşında çocuk gibi.
Menduh Kılıç: Buca Kırıklar F Tipi
Cezaevi’nde. Ağır siroz hastası.
Nizamettin Akar: Muş E Tipi
Cezaevi’nde. Gırtlak kanseri. Sağlık
durumu nedeniyle Muş Devlet
Hastanesi’nden önce Van’a oradan da
Ankara Numune Hastanesi’ne sevk
edildi. Mevcut koşulları hapishanede
kalarak tedavi olmasına imkân vermemektedir yönündeki raporuna
rağmen, içeride.
Yusuf Kaplan: Elazığ E Tipi Kapalı
Cezaevi’nde. 85 yaşında, vücudunun
yüzde 79’u felçli. Kaplan’ın kalp yetmezliğinden koroner arter hastalığına, görme sorunundan solunum
sistemi rahatsızlığına kadar birçok
hastalığı bulunduğu, vücudunun
yüzde 79’unu kullanamaz olduğuna
dair raporu var.
İzzet Turan: Diyarbakır D Tipi
Cezaevi’nde. Mide ülseri, kemik eri-
mesi, böbrek yetmezliği, bel fıtığı
var.
Mustafa Gök: Sincan 1 Nolu F Tipi
Cezaevi’nde. Wernicke Korsakoff
hastası. Uzun süre tedavi gördükten
sonra tekrar hapishaneye gönderildi.
Nesimi Kalkan: Mersin Silifke M
tipi cezaevinde. Çölyak hastalığı nedeniyle hiçbir ihtiyacını tek başına
karşılayamaz hale geldi.
Rasim Aşan: Adana Kürkçüler F
Tipi Cezaevi’nde. Mide ülseri var,
hepatit B ve sinir hastası. Yakınlarını
bile tanıyamaz halde.
Remzi Aydın: Tekerlek li sandalyeye mahkûm. 9.5 yıldır cezaevinde. Şu an Kocaeli 1 No’lu F Tipi
Cezaevi’nde. 20 Şubat 2007 tarihli
AİHM kararında “Tutukluluk süresi
makul süreyi aşmıştır” denildi. ( 20
Temmuz, Radikal)
Bu yılın ilk altı ayında altı kişi,
Mehmet Elçi, Gurbet Mete, Hasan
Kert, Beşir Özer, Recep Çelik ve
İsmet Ablak cezaevlerinde yaşamını yitirdi.
5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki
Kanun’un 16. Maddesine göre, cezanın amacı dışında etki yaratabileceği anlaşılan durumlarda infazın
geri bırakılacağı düzenlenmiştir.
Maddenin 2. fıkrası uyarınca tıbben
tedavisine olanak bulunmayan veya
tedavisi uzun sürebilecek bir takım
hastalıklar halinde cezanın hastane
mahkûm koğuşunda infazında hükümlünün hayatı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa cezanın infazı geri
bırakılacaktır.
Güler Zere ve diğer ağır hasta
devrimci tutsakların, cezaevlerinde,
hastanelerin mahkum koğuşlarında
tedavilerinin yapılamayacağı açıktır.
Bu nedenle yasa hükümleri de dikkate alınarak başta Güler Zere olmak
üzere, hasta tüm tutsaklar serbest
bırakılmalıdır.
Devlet ve bu devletin Adli Tıp
Kurumu mahpuslara eşit davranmıyor. Hasta olan devrimci tutsaklar
ölüme terk edilirken, Ergenekoncular,
darbeciler sağlık sorunları gerekçe gösterilerek tahliye ediliyor.
Tecavüzcüleri ak layan raporlar
veriliyor.
Bu nedenle cezaevlerinde, güneş
yüzü görmeyen hastanelerin bodrumlarında bulunan mahkum koğuşlarında ölenlerin sorumlusu
devlettir.
Güler Zere’nin ölmesine izin
vermeyelim!
Hasta tutsakların ölmesine, öldürülmesine izin vermeyelim!
21 Temmuz 2009 ✓
16. yılında Sivas katliamı
lanetlendi
2
Temmuz Perşembe günü, 16. yılında Sivas katliamı Kadıköy’de
düzenlenen yürüyüş ve mitingle
lanetlendi.
Saat: 16.00’da Tepe Nautilus önünde
toplanmaya başlayan kitle saat: 17.00
da Kadıköy iskele meydanına doğru
yürüyüşe geçti.
Yürüyüşe Pir Sultan Abdal Kültür
Dernekleri İstanbul şubeleri, AleviBektaşi Federasyonu, ÖDP, EMEP,
SDP, DTP, TKP, ESP, Partizan, DHF,
BDSP, Halk Cephesi, Kaldıraç, Köz,
Odak, çeşitli yöre dernekleri vs.
katıldı.
YDİ Çağrı okurları olarak yürü-
yüşe pankartımız ve flamalarımızla
kortej kurarak katıldık.
Yürüyüş boyunca, “Sivas’ı unutma,
unutturma!, Sivas’ın hesabı devrimle
sorulacak!, Sivas’ın katili faşist TC
devleti!, Umut isyanda, kurtuluş
devrimde, sosyalizmde!, Gün gelecek, devran dönecek, katiller halka
hesap verecek!, halkların kardeşliği
için tek yol devrim!” vb. sloganları
haykırdık.
Miting yapılan konuşmaların ardından, Erdal Akkaya, Grup Yorum,
Agire Jiyan ve Grup Vardiya'nın sahne
almasının ardından sona erdi.
3 Temmuz 2009 ✓
11
halkların kardeşliği için
El Fetih’in 6.Kongresi yapıldı
E
12
l Fetih bilindiği gibi Filistin’in
en eski kurtuluş örgütlerinden biri ve Filistin Kurtuluş
Örgütü (FKÖ) içinde de hala esas
güç konumunda. İktidarı şimdi etrafı duvarla çevrili Batı Şeria ile sınırlı. Orada da aslında demokratik
bir seçim yapılması halinde seçimlerden birinci parti olarak çıkıp çıkamayacağı belli değil. El Fetih’in şimdiye kadarki başkanı, aynı zamanda
Filistin Özerk Yönetiminin -bu Ocak
ayında başkanlık süresi dolmuş
olan- başkanı olan Mahmut Abbas.
El Fetih’in andaki yönetimi İsrail
ile bugünkü Özerk Yönetim sınırları
içinde kurulacak bir mini Filistin
devletinde yan yana yaşamaktan, iki
devletli “çözüm”den yana. Fakat bu
“çözüme” karşı hem Gazze’de egemen olan Hamas , hem de El Fetih
içinde özellikle El Fetih’in Filistin dışında yaşayan eski kadrolarından ve
silahlı kanadını oluşturan güçlerden
tepki var.
El Fetih son (5. Kongre) Kongresini
1989’da Tunus’ta yapmıştı. El Fetih’in
o günkü başkanı El Fetih’in kurucusu olan Yaser Arafat’tı.
Şimdi 20 yıl sonra El Fetih 6.
Kongresini Beytüllahim (Betlehem)
kentinde gerçekleştiriyor. 10 Ağustosa
kadar bir haftadır süren Kongre henüz bitmemişti. Başkanlık seçimi,
Tüzük ve Program değişiklikleri yapılmıştı, sırada 23 kişilik MK seçimi
vardı.
Kongre öncesinde Mahmut Abbas’a
muhalif güçler, Kongre’nin demokratik olabilmesi için Filistin dışında,
Tunus’ta yapılmasını önerdiler.
Filistin ve Batı Şeria dışından gelen
delegelerin Mahmut Abbas yanlısı
olmayanlarının engelleneceğinden
duydukları endişeleri dile getirdiler. Nitekim Filistin dışından ya da
işgal altındaki diğer bölgelerden gelen kongre delegeleri ancak İsrail'in
onayını alarak Beytüllahim’e girebildi. Fetih kurucularından Faruk
Kaddumi Kongre öncesinde Abbas
ve yakın ekibini 2002'de eski Başkan
Yaser Arafat'ı öldürtmek için Şaron
ile işbirliği yapmakla suçladı. Bu
arada Gazze’yi kontrol eden Hamas
ta, FETİH kongresine katılacak 450
delegeye çıkış izni vermedi. Gazze
delegelerinin çoğu telefon konferansı
yöntemiyle katıldılar Kongreye.
İşte böylesi bir ortamda 20 yıl aradan sonra toplanan Kongre, 1957'de
kurulan ve ilk programındaki hedefi tüm Filistin toprakları üzerinde
bağımsız Filistin devletini kurmak
olan FETİH örgütünün yeni programının yanı sıra İsrail ile ilişkiler
ve FETİH'in de üyesi olduğu Filistin
Kurtuluş Örgütü (FKÖ)'nün geleceğini tartıştı.
Kongrede tüzük ve program tartışmalarında iki çizgi çatıştı. Kongre,
El Fetih’in tam bir barışçı-liberal
burjuva partisine dönüşmesini içeren
“reformu”nu isteyenlerle, bir çoğu
yurt dışında yaşayan ve işgale karşı
silahlı mücadelenin sürdürülmesinde
hala ısrar eden eski kuşak üyeleri arasında bir mücadeleye sahne oldu.
Filistin Devlet Başkanı, aynı zamanda El Fetih’in de başkanlığını yapan Mahmud Abbas’ın telkinleri doğrultusunda hazırlanan ve El Fetih’in
yönünü tümüyle yasal siyasete kaydırmayı planlayanların sunduğu
öneriler, El Fetih’in artık bağımsızlık
mücadelesini salt siyasi yöntemlerle
yürütüp, bir parti olarak yoluna devam etmesini öngörüyordu.
Bunun karşısında bir süre önce
Abbas ile El Fetih’in iddialı isimlerinden, Muhammed Dahlan’ı, Tunus’ta
yaşayan El Fetih kurucularından
Faruk Kaddumi çevresinde toplananların hazırladığı öneriler vardı.
Bu grubun önerileri de hareketi baştan aşağı bir yeniden yapılandırmaya
tabi tutmakla birlikte, diplomatik
süreci de kabul edip ama asla “direnişten vazgeçilmemesini” öngörüyor.
Yani aslında iki burjuva grup arasındaki temel ayrılık, Mahmut Abbas
çevresindekilerin silahlı mücadeleyi tümüyle devre dışına çıkarmayı
önermesi, diğerlerinin ise silahlı mücadeleyi de yöntem olarak elde tutmak gerektiği noktasında yoğunlaşıyor. Bunun dışında birinci grup “iki
devletli çözüm”ü adeta nihai çözüm
olarak görürken, ikinci grubun “Tüm
Filistin’in işgalden kurtarılması” hedefinin tamamıyla terk edilmesine
karşı çıkması iki gurubu birbirinden
ayıran temel noktalardan biri.
El Fetih’in 6. Kongresi aslında El
Fetih’in kendi içinde derin bir bölünmüşlük içinde olduğunu gösteren bir
Kongre olarak geçecek tarihe.
Sonuçta ortaya çıkan tüzük ve
program değişiklikleri, her iki yanın
da kendileri için “zafer” diye yorumlayabilecekleri uzlaşma formülleri
oldu. Bir yandan iki devletli çözüm,
diğer yandan “Filistin’in kurtuluşu”
hedefi şimdiki El Fetih belgelerinde
yen yana yer alıyor. Mücadele biçimleri konusunda da, “işgale karşı direnişte tüm meşru mücadele biçimleri” formülüyle herkesin istediği gibi
yorumlayabileceği bir formülle El
Fetih’te “birlik” şimdilik kurtuldu.
Kongre’de Mahmud Abbas büyük
bir oy çokluğuyla yeniden başkan
seçildi. (2000 oyun yalnızca 65 inin
Abbas’ın başkanlığına karşı kullanıldığı söyleniyor.)
En azından yönetim bağlamında
görünen bu büyük birlik görüntüsü
de aslında yanıltıcı. Esas mücadele
yönetim kademesinin seçiminde
yaşanıyor.
Bu bağlamda İsrail’de tutuklu
bulunan Barguti uzun vadede El
Fetih’in bölünmesini sağlayabilecek,
her iki kesimin de tabanında saygın-
lığı olan tek kişi olarak ortaya çıkıyor. Bugünkü yönetimin çizgisine
karşı olan Barguti’nin en yüksek oyla
MK’ne seçileceği kesin. Fakat onun El
Fetih’in yönetimini ele geçirmesi ancak İsrail’in izniyle olabilir. Buradaki
temel soru şu: Hamas’ı geriletmenin de bir yolu olarak, Barguti’nin
El Fetih’in yönetimini üzerlenmesi
İsrail’in planlarına ne kadar uygundur? Daha önce El Fetih’i geriletmek
için Hamas’ın gelişmesine göz yuman
İsrail, bu kez Hamas’ı geriletmek için
El Fetih’in bölünmesini engelleyecek
tek işi yapıp Barguti’yi serbest bırakıp, El Fetih’in yönetimini üzerlen-
G
mesine izin verir mi? Bu sorunun
cevabını önümüzdeki süreç gösterecek. Görünen bu opsiyonun gerçekçi bir opsiyon olduğudur. Çünkü
El Fetih’in bugünkü yönetiminin
yalnızca görünürde olduğunu, onun
bırakalım Filistin halkı adına, El
Fetih adına bile konuşma hakkının
çok sınırlı olduğunu bu Kongre net
olarak belgelemiştir. Abbas la yapılacak bir iki devletli çözüm anlaşması
bu şartlarda anlaşmanın imzalarının
atıldığı kağıt kadar değeri olan bir
anlaşma olabilir.
10 Ağustos 2009 ✓
Güney Kürdistan’da
seçimler yapıldı
üney Kürdistan’da başkanlık ve parlamento seçimleri yapıldı. % 78’e
yakın katılım, emekçi yığınların
seçimlere ilgisini gösterdi. Barzani
bu kez geçen döneme göre daha
az oyla başkanlığa yeniden seçildi.
Seçimlerden KDP ve KYB ittifakından oluşan “Kürdistan Listesi”
hükümet kuracak çoğunluğu kazanarak çıktı. Ancak listenin aldığı
oy, geçen dönemde her iki partinin oy toplamından daha düşük
oldu. Seçimlerin en önemli “sürprizi” KYB’den ayrılan Neşirvan
Mustafa’nın “Değişim” (Goran)
Grubu oldu. Bu parti oyların % 25’e
yakınını kazanarak önemli bir başarı elde etti. Talabani’nin güçlü olduğu Süleymaniye’de Goran’ın bi-
rinci parti olması G. Kürdistan’daki
geneksel siyasi yapının derinden sarsılması anlamına geliyor. Görünen
KDP ve KYB’ne şimdi yeni bir rakip
geldiği. Kuşkusuz Neşirvan’ın siyasi
hareketi, hala önemli ölçüde feodal
bağlara dayalı KDP ve KYB’den çok
daha “modern” bir burjuva partisi.
Gelecekte bu partinin daha da büyümesi normal gelişme olacaktır.
İslamcı İttifak’ın oylarının yedi
yıllık KDP/KYB iktidarına rağmen önemli bir artış göstermemesi,
muhalif oyların Değişim listesine
akmış olması, Güney Kürdistan’da
doğrudan islamcı akımın kitle tabanının oldukça dar olduğunu, bu
akımın demokratik yollarla iktidara
gelmesinin mümkün olmadığını da
gösteriyor.
Parlamento seçiminde partilerin alBaşkanlık seçiminde adayların
dıkları oy oranları şöyle:
aldıkları oy oranları şöyle:
Kürdistan Listesi: %57,34
Mesud Barzani %69,57
Goran (Değişim listesi): %23,75
Kemal Miral Deli % 25,32
Hizmet ve Reform Listesi: %12,08
İslam Birliği Listesi: %1,45
Türkmen demokrat Hareket Partisi:
%0,99
Halo İbrahim Mahmud %3,49
Ahmet Mehmet resul % 1,04
Hüseyin Germiyani %0,59
halkların kardeşliği için
Postmodern darbenin Honduras’çası
U
luslararası konjonktür doğrudan ve kanlı askeri darbelere pek uygun değil. Onun
için askeri darbeciler, kendilerine
ülkelerindeki “demokratik ve sosyal
düzen” in (siz kendi askeri -bürokratik oligarşik düzenlerinin anlayın)
koruyucusu ve kollayıcısı sıfatını veren “zinde güçler” artık şöyle ağız tadıyla doğru dürüst darbe yapamıyorlar. Hem iç kamuoyu artık darbecilere eskisinden olduğundan çok daha
fazla karşı koyuyor, hem de darbe
açık dış destek bulmak konusunda
çok zorlanıyor. Bunun son örneğini
29 Haziran’da Honduras’ta yaşadık.
Bir grup asker sabaha karşı Başkanlık
sarayını basarak, Honduras’ın seçilmiş Devlet Başkanı Manuel Zelaya’yı
kaçırdılar, bir uçağa bindirerek Costa
Rica’ya sürdüler. Hemen ardından
toplanan parlamento yeni başkan
olarak Roberto Micheletti’yi seçti.
Yani Parlamento çoğunluğu da sonuç olarak askeri darbenin parçası,
uzantısı olarak davrandı.
Parlamento darbeyi aklarken, halkın
önemli bölümü ise sokağa çıkma yasaklarını dinlemeyerek darbecilere
karşı sokaklara döküldü.
Darbeciler, darbelerine gerekçe olarak, Zelaya’nın yasal olmayan bir
referandum yapma planı olduğunu,
demokrasiyi korumak için Zelaya’ya
görevden uzaklaştırmak zorunda
olduklarını vb. anlatıyorlar. Halkın
önemli bölümü bu öykülere inanmıyor. Zelaya’nın derhal görevinin başına dönmesi için gösteriler yaygınlaşıyor. Şimdilik çok büyük silahlı
çatışma, silahlı bastırma vb. yok.
Bunda darbecilerin hemen bütün
dünyada tecrit olmuşluğunun, ABD
dahil hiçbir yabancı gücün açıkça
darbecilere destek vermemesinin de
rolü var.
Zelaya’nın ülkesini ALBA’ya üye yapması, giderek ABD'ye karşı relatif bağımsız bir siyasete yönelmek istemesi
görünen odur ki, ülke egemen sınıflarının bir bölümünü rahatsız etmiştir. Darbenin geri planında bu vardır.
Ancak bu öyle bir darbe ki; ABD bile
açıkça sahip çıkamıyor.
Zelaya darbenin hemen ertesinde
Costa Rica’da, ardından Venezüela’da,
ardından ALBA toplantısında yaptığı açıklamalarda en kısa zamanda
Honduras’a dönüp, başkanlık görevine devam edeceğini açıkladı.
Darbeciler zor durumda. Eğer kanlı
bir iç savaşı göze alamazlarsa – ki
konjonktür buna pek uygun değildarbe başarısız bir post modern darbe
denemesi olarak geçecek tarihe.
Honduras Devlet Başkanı Manuel
Zelaya’nın ordu tarafından devrilmesi, uluslararası toplumun birçok
üyesince demokrasinin ayaklar altına
alınması olarak kınandı. Fakat askeri
darbelere yönelik doğal bir nefrete
karşın, ordunun aslında Honduras
demokrasisine hizmet etmesi gibi
Gelişmekte olan
demokrasilerde bu
sık rastlanan bir
durum haline geliyor: Seçilmiş bir
lider görevde belli
bir süre sınırıyla
yüz yüze geliyor,
ülkenin o olmadan
yapa mayacağ ı na
karar veriyor ve
iktidarı elinde tutmak için şüpheli
önlemlere başvuruyor. Venezüella
De v le t B a ş k a n ı
Hugo Chavez de
Şubat’ta anayasayı
değiştiren ve görev
süresi sınırlarını
ortadan kaldıran
bir referandumu
k a z a nd ı . Şi md i
2 03 0 s on r a sı na
uzanan bir iktidardan söz ediyor.
İktidarı devretmeyi reddeden seçilmiş liderler aşağı Sahra Afrikası’nın
on yıllardır belası. Bazıları rüşvete,
göz korkutmaya veya basitçe hileye
başvuruyor, iktidarı elde tutmak için
ne gerekiyorsa yapıyor. Bu rahatsız
edici gidişat, zengin Sudanlı cep telefonu müteşebbisi Mo İbrahim’i, gönüllü olarak görevi bırakan Afrikalı
liderlere yılda 5 milyon dolar ödül
teklif etmeye itmişti. Özgür seçimle
iktidar devirlerini birleştirmeyi başaran Afrika ülkelerinin sayısı da
giderek artıyor; Mozambik, Senegal,
Gana böyle yapınca daha güçlü ve yatırımcılar için daha cazip hale geldiklerini gösterdi. Nijerya ve Kenya’ysa
seçimlerle demokrasinin aynı yere
varmadığı gerçeğini gösterenler.
Latin Amerika’nın bir dizi ülke-
Daha sonraki gelişmelerde öncelikle
ABD’nin zorlaması ile soruna “barışçı
çözüm” bulunabilmesi için Kosta Rika’nın
arabuluculuğu devreye girdi.Honduras'ın
darbeci lideri Roberto Micheletti, Devlet
Başkanı Manuel Zelaya'nın yeniden
iktidara gelmesine izin verilmemesi
koşuluyla görevinden istifa edebileceğini
bildirdi. Açıklama Zelaya'nın halkı isyana
çağırmasının ardından geldi.
bir ihtimal söz konusu. Zelaya kendisine anayasayı değiştirme yetkisi
verecek bir referandum düzenlemeyi
planlıyordu.
Fakat önerilen değişiklikler tehlikeli
bir muğlaklık arz ediyordu ki muhalifler de Zelaya’yı dört yıllık başkanlık görevi süresini ortadan kaldırmaya çalışmakla suçluyordu. Ülkenin
mahkemeleri ve kongresi oylamanın
yasadışı olduğunu ilan etmişti.
sini ziyaret eden Zelaya BM Genel
Kurulu’nda da bir konuşma yaparak
dünya devletlerine seslendi. 192 üyeli
kurulda konuşan Zelaya daha sonra
BM Genel Kurul Başkanı Miguel
D’escoto Brockmann ile birlikte bir
basın toplantısı düzenledi. BM Genel
Kurul kararları, Güvenlik Konseyi
kararları gibi bağlayıcı olmamasına
rağmen uluslararası toplumun iradesini yansıtması açısından önem
taşıyor. Nikaragu’alı eski Dışişleri
Bakanı ve Rahip Brockmann, Kosta
Rika’ya sürgüne gönderilen Zelaya’ya
mektup yazarak kendisini ülkesindeki durumu anlatmak için BM’ye
davet etmişti.
Bu arada, Honduras’ın BM Daimi
Temsilcisi Büyükelçi Jorge Reina
Idiaquez de bir açıklama yaparak
ordu tarafından görevden uzaklaştırılan Zelaya’nın Honduras’ın meşru
devlet başkanı olduğunu ve bu trajik
zamanların geçip ülkesinde demokrasinin yeniden sağlanacağından
emin olduğunu belirtti.
ABD’nin BM Daimi Temsilcisi yardımcılarından Rosemary DiCarlo da
yaptığı açıklamada, ABD’nin de diğer Amerikan Devletleri Örgütü üyeleri gibi “darbeyi, Zelaya’nın keyfi bir
şekilde tutuklanmasını ve ülkeden
çıkarılmasını kınadığını”, bu ülkelerin Zelaya’nın koşulsuz şekilde devlet başkanlığına dönmesini istediğini
ve Amerikan Devletleri Örgütü’nün
(OAS) Honduras’ta başka bir hükümeti tanımayacağını söyledi.
Darbeciler uluslararası alanda tecrit
olurken, Honduras’ta darbeci yönetimi tanımayan kitleler sokağa çıkma
yasağına rağmen alanlarda düzenlediği gösterileri sürdürdü. Darbe
karşıtlarının oluşturduğu ‘Halkın
Direniş Cephesi’ darbeciler gidene
kadar mücadele kararı aldı.
Honduras’taki darbeden sonra vekaleten devlet başkanlığı görevine getirilen Robert Micheletti, uluslararası
baskılara boyun eğmeyeceklerini,
istifa etmeyi düşünmediğini söyledi.
Micheletti, uluslararası baskıların
hatırlatılması ve istifayı düşünüp
düşünmediğinin sorulması üzerine,
"Hayır. Ben, Honduras halkını temsil eden Kongre tarafından atandım.
Kimse beni, yasaları çiğnemediğim
sürece istifaya zorlayamaz" diye konuştu. Micheletti, sürgüne gönderilen devrik Devlet Başkanı Manuel
Zelaya’nın ülkeye dönmesi halinde
tutuklanacağını tekrar ifade etti.
Darbecilerin kurduğu hükümetin
başı Micheletti, ülkenin yasal Devlet
Başkanı Zelaya’nın dönmesi halinde
“yakalanmasına dair mahkeme emri
olduğunu” söyledi.
Daha sonraki gelişmelerde öncelikle ABD’nin zorlaması ile soruna
“barışçı çözüm” bulunabilmesi için
Kosta Rika’nın arabuluculuğu devreye girdi.
Honduras'ın darbeci lideri Roberto
Micheletti, Devlet Başkanı Manuel
Zelaya'nın yeniden iktidara gelmesine izin verilmemesi koşuluyla görevinden istifa edebileceğini bildirdi.
Açıklama Zelaya'nın halkı isyana çağırmasının ardından geldi.
ABD’nin istediği çözüm, Zelaya’nın
geri dönmemesi karşılığında, cuntanın seçtiği korsan başkanın geri çekilmesi şeklinde bir çözüm.
Fakat bu sonuçta darbeyi meşru kılan
bu çözüm, Honduras halkının kabul
edeceği bir çözüm değildir.
Darbeciler gidene kadar mücadele
sürecektir.
Ağustos 2009 ✓
13
yeni kadın dünyası
Üzmez tutuklandı
nihayet…
A
14
dli Tıp Kurumunun B.Ç.ye
verdiği rapor ertesinde Vakit
gazetesi yazarı H. Üzmez nihayet tutuklandı.
Üzmez’in 14 Temmuz’da yapılan
duruşması öncesinde mahkemeye
ulaştırılan raporda toplam 32 hekimden 24’ünün B.Ç.nin ruh sağlığının
bozulduğu yönünde görüş bildirmesi
üzerine mahkeme Üzmez’in cinsel
istismar yapmak suçundan tutuklanmasına karar verdi.
Hüseyin Üzmez 26 Nisan 2008’de
tutuklanıp Bursa E Tipi Cezaevi’ne
konulmuş ve 17 Eylül’de Bursa
4'üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde
hakim karşısına çıkmıştı. Mahkeme
heyetinin Adli Tıp Kurumu’ndan
B.Ç. için istediği rapor 3 günde hazırlanmış ve B.Ç.’nin ‘ruh sağılığının
bozulmadığı’ yönünde görüş belirtilmişti. Bu rapor üzerine Üzmez, 28
Ekim günü çıktığı ikinci duruşmada
tahliye edilmişti.
Adli Tıp Kurumunun bu skandal
kararı ertesinde özellikle kadın hareketi tarafından yükseltilen protestolardan sonra yeniden muayene edilen
B.Ç.ye daha önce verilen bu rapor
mahkemece ‘yok’ sayılarak davaya
devam edildi.
Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nce,
gerçekleştirilen 7'nci duruşmada
''Çocuğun cinsel istismarı ve cinsel
amaçlı hürriyeti tahdit'' suçlarından yargılandığı davada tutuklanan
Hüseyin Üzmez, Bursa E Tipi Kapalı
Cezaevi'ne konuldu.
Üzmez, suçlamaları reddederken
B.Ç.nin avukatı, Üzmez’in B.Ç.nin
annesine bankamatikten para çekmesi için kartını verdiğini bunun
karşılığında annenin Üzmez ile
B.Ç.nin evde yalnız kalmalarını
sağladığını belirtiyor.
B.Ç.nin babası Bekir Ç. ise kızının şu anda tedavi altında olduğunu, kızıyla uzun süredir görüşemediğini, hastaneye gittiğini
fakat kapıların kilitli olduğunu ve
kızının hürriyetinin engellendiğini
belirterek sanıklar hakkında şikayetçi olmadığını, kızının hürriyetinin sanıklar tarafından kısıtlanmadığını söylüyor.
Her lafı Allahla başlayan Üzmez
tutuklanması üzerine “Allahın
takdiri bu. Rahat rahat yatarım”
diyor.
Bu erkek egemen yasalar ve adalet sistemi var oldukça Üzmez’in
rahat rahat yatacağı kesindir. Hatta
bir kaç seneye kalmaz rahat rahat
çıkarsa kimse şaşırmasın!
B .Ç .’n i n A d l i Tı p G e n e l
Kurulu’nda hazırlanan raporunda,
Üzmez’in aracına benzer otomobilleri görünce korkup saklanma ihtiyacı duyduğu, yaşlı insanları kötü
baktıkları için görmek istemediği
belirtiliyor.
Adli Tıp Genel Kurulu’nda muayene
edilen B.Ç.’ye olaylarla ilgili olarak
“Sen hakim olsan ne karar verirsin?”
sorusu yöneltilince, “Kızı çıkarırım
yurttan. Sıkılıyor. Orada rahat değil, çıkarırım. Anneyi de çıkarırım.
Suçlu veya suçsuz. Suçluysa hiç bir
kızın annesinden ayrılmaması gerektiğini düşünüyorum. Başka türlü
ceza veririm” karşılığını veriyor.
B.Ç. ‘Mesela’ sorusuna ise, “Aklıma
gelmiyor. Onu hakim düşünsün.
Annem sigara ve kola tiryakisi, onlardan uzak dursun. Adamın cezasını veririm. Hapis cezasını. Kendi
ailesinden ya da kızın ailesinden
uzak tutarım” diyor. Bu cezanın ne
kadar süre olacağı sorusuna ise B.Ç.
“6 ya da 7 yıl, 8 yıl verirdim. Hem iki
aileden uzak tutması hem de kendi
cezası” diye yanıtlıyor.
Hüseyin Üzmez gibilerinin kendi
maddi olanaklarını kullanarak bir
çocuğa cinsel istismarda bulunması,
içinde yaşadığımız erkek egemen
toplumun ne kadar iğrenç ve barbar
olduğunu gösteriyor. Buna bir de
Üzmez gibilerinin yasalar ve devletin
çeşitli kurumlarıyla adeta cesaretlendirilmesi bu iğrençliği daha da çekilmez hale getiriyor…
Kahrolsun erkek egemen kapitalist
sistem!
Temmuz 2009 ✓
Kürt kadınlarını
sindiremeyeceksiniz!
Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” dediği de
bu olsa gerek! Görünen o ki iyi şeylerden kastettikleri
Kürt ulusuna karşı baskı ve işkencelerin artması, Kürt
özgürlük mücadelesi içerisinde yer alan kadınlara
karşı taciz, tecavüz, baskı ve sindirme politikalarının
devam ettirilmesidir.
K
ürt ulusuna yönelik baskı ve
yıldırma politikası son hız
devam ediyor. Bir yandan
kapalı kapılar ardında yeniden sınırötesi operasyonların hazırlıkları
yapılırken diğer yandan Kürt halkına yönelik baskılar artarak devam
ediyor.
Bu mücadele içerisinde yer alan
Kürt kadınları yürüttükleri ulusal
mücadelede bir çok bedel ödemek
zorunda kaldı. Özellikle 90’lı yıllarda geliştirilen özel savaş politikalarının öncelikli hedefi, kadınların
örgütlü mücadelesi oldu; gözaltında
cinsel şiddet, en yaygın işkence
yöntemi olarak yıllarca uygulandı.
Diyarbakır’da yaşanan olay kayıtsız/
yasadışı gözaltı, tehdit, şantaj, ajanlık
teklifi, taciz, cinsel şiddet gibi cinsel
işkence yöntemlerinin başka biçimlerde uygulanmaya devam edildiğini
gösteriyor.
Demok ratik Özg ür Kadın
Hareketinin verdiği bilgiye göre son
bir ay içerisinde DÖKH üyesi bir
kadın MSN adresinin şifresi kırılarak, cinsel içerikli yazışmalarla taciz
edildi. Başka bir kadın, kendisini telefonla arayan ve polis olduğunu söyleyen bir kişi tarafından tehdit edildi.
İki kadın yasadışı gözaltına alınarak,
gözaltına alınma sırasında ve gözaltında tutuldukları süre içerisinde,
tehdit ve taciz edilerek ajanlık teklifi
yapıldı.
Son olay Diyarbakır’da yaşandı. 25
Haziran günü, saat 14.30 sıralarında,
Diyarbakır’da bir eve sivil giyimli,
polis olduğunu söyleyen silahlı 4 kişi
baskın yapıyor. Kapıda polisle karşı-
laşan DTP ve DÖKH üyesi kadın
arkadaş evde kimsenin olmadığını
belirttiği halde polis zor ve tehdit
kullanarak eve giriyor. Didik didik
aranarak, darmadağan edilen evde
hiçbir şey bulamayan polis bu kez
evde zorla tutulan kadın arkadaşa
fiziksel ve cinsel şiddet uyguluyor.
Küfür, hakaret eşliğinde çırılçıplak
soyulan kadın taciz edilerek tecavüz
tehdidinde bulunuluyor. İşkence ettikleri kadın arkadaşa polisler, “git
diğer arkadaşlarına da söyle, onlara
da aynısını yaparız” diyerek tehdit
etmeyi de ihmal etmiyor.
Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” dediği de bu olsa gerek!
Görünen o ki iyi şeylerden kastettikleri Kürt ulusuna karşı baskı ve
işkencelerin artması, Kürt özgürlük
mücadelesi içerisinde yer alan kadınlara karşı taciz, tecavüz, baskı
ve sindirme politikalarının devam
ettirilmesidir.
Kürt kadınları yaşadıkları ve halen
yaşamakta oldukları onca şiddete ve
sindirme siyasetine rağmen özgürlük
mücadelelerinden taviz vermediler.
Bundan sonra da vermeye niyetleri
yok!
Hiç bir güç ve insanlık dışı uygulama, Kürt halkının haklı mücadelesini bitiremeyecek, güneş balçıkla sıvanamayacaktır. Kürt ulusu er ya da
geç kendi kaderini kendisinin belirleyeceği özgür günlere kavuşacaktır!
Kahrolsun erkek egemen sistem!
Yaşasın Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesi!
Temmuz 2009 ✓
panorama
PANORAMA
Milliyetçiliğin
şovenizmle
dalaşı…
- UYGURİSTAN/ ÇİN -
D
ergimizin 135. sayısını baskıya verdikten sonraki süreçte dünyamızda yaşanan
önemli olaylardan biri Çin’deki
Uygur-Han etnik temelindeki çatışmaydı. Basına yansıdığı kadarıyla söz
konusu çatışmayı körükleyen olay,
Guang Dong eyaletinin Şao Guan
kentindeki oyuncak fabrikasında yaşanmıştır. Han kökenlilerle Uygur
kökenliler arasında çatışma çıkmıştır ve iki Uygur öldürülmüştür. Söz
konusu çatışmanın nedeni ise taraflarca farklı açıklanmaktadır. Kimine
göre Han kökenli erkekler Uygur kökenli kadınlara tacizde bulunmuştur,
diğerlerine göre ise Uygur kökenli
erkekler Han kökenli iki kadına tecavüz etmiştir.
Gerçekte kimin ne yaptığını, kimin kimi taciz ettiği ya da tecavüzde
bulunduğu hâlâ belirlenmiş değil.
Durum bizler için bir nevi ifadeye
karşı ifade durumundadır.
Kimin saldırıyı başlattığı aslında
belirleyici değil. İster Han kökenliler taciz, tecavüzde bulunsun, isterse
Uygur kökenliler, söz konusu kişilerin, kökenleri nedeniyle değil birey
olarak işledikleri suçtan dolayı cezalandırılması gerekir. Bunu da normalinde her devlette devlet kurumları yapmaktadır.
Çin’de ama bu böyle olmadı.
Basına yansıyan haberlere göre söz
konusu fabrika çalışanlarından Han
kökenliler Uygur kökenlilere –etnik
kökenleri nedeniyle hepsini bir kaba
koyarak– saldırmışlardır. Resmi
açıklamaya göre iki Uygur kökenli
–Uygurların ifadelerine göre de daha
fazla kişi– öldürülmüştür.
Bu gel işmelerden sonra 5 -8
Temmuz tarihlerinde Sincan Uygur
Özerk Bölgesi (aynı zamanda Doğu
Türkistan veya Uyguristan diye de
tanımlanıyor) Başkenti Urumçi’de
çatışmalar yaşandı ve bunlar yer yer
başka kentlere de sıçradı.
Çatışmaların başlatılması bağlamında yine çelişkili haberler var.
Uygurlar, oyuncak fabrikasında yaşa-
Çin, 46 etnik kökenli, millet ve milliyetlerden oluşan
ve resmen de çok milletli bir devlettir. Sincan Uygur
Özerk Bölgesi, adı üzerinde özerkliğe sahiptir. Toprak
büyüklüğü Çin’in 1/6’sı kadardır. Han kökenliler
nüfusun %91,6’sını oluşturmaktadır. Geri kalan
%8,4’ü ise 45 etnik kökenliler oluşturmaktadır.
nan olaylar sonucu öldürülen Uygur
kökenlilerin suçlularının yakalanmasını, sorgulanmasını ve sorunun
açığa çıkarılmasını talep ettiklerini
ifade ediyorlar. Bunun için yapılan
yürüyüşe polisin müdahalesi sonucu
çatışmalar başlamıştır. Bir başka versiyon ise, Uygurlar Han kökenlilere
saldırılarda bulunmuş kimini linç etmiş, kimini de öldürmüştür. Polis de
bunun üzerine müdahale etmiştir.
Bu bağlamda da çatışmalar ister
Uygur kökenlilerin Han kökenlilere saldırması ile, isterse de polisin
müdahalesi sonucu olsun, milliyetçi,
şovenist temeldeki çatışmaları haklı
çıkarmaz. Yaşanan öyle ya da böyle
farklı etnik kökenli olma temelindeki
çatışmalar olmuştur.
Çatışmaların bilançosu resmi açıklamaya göre 197 ölüdür. Yine resmi
açıklamaya göre bunların büyük
bölümü Han kökenli insanlardır. 13
Temmuz tarihinde basına yansıyan
bilgiye göre ölen 184 kişinin 137’si
Han, 46’sı Uygur, 1’i de Hui kökenlidir. Sonradan ölen 13 kişinin hangi
kökenli olduğu bilgimiz dahilinde
değil. Ama bu veriler saldırıların
kimler tarafından başlatıldığı konusunda, ya da kimin daha saldırgan
olduğu konusunda biraz da olsa bilgi
vermektedir. Polisin ve askerin esasında Han kökenliler olduğu propagandasına bakıldığında, Uygur kökenlilerin daha çok insan katlettiği,
en azından bu rakamlardan ortaya
çıkmaktadır. Burada tabii ki resmi
verilere göre ölenlerin sayısının gerçek sayıyı ne kadar yansıttığı da soru
işaretidir.
197 ölü, 1700 civarında yaralı ve
2000 civarında gözaltına alma durumu var. Onlarca otobüs, taksi,
polis arabasının yakılması, 200’den
fazla dükkanın (bunlar içinde banka,
postahane vb. binalar da var) ve 14
evin saldırılara uğraması ve hasar
görmesi de çatışmaların bilançosunun parçasıdır.
Çin Başkanı Hu Jintao yaşanan bu
çatışmalar nedeniyle G8 Zirvesi’ne
katılmak için gittiği İtalya’dan zirveye katılmadan ülkesine döndü.
Esasında ordunun müdahalesiyle
çatışmalara son verildi. Şimdilik durum kontrollü sükunetin yaşandığı
bir durum.
Özetlediğimiz bu durumda ortaya
çıkan gerçeklik, etnik temelde bir çatışmanın yaşandığıdır. Bu etnik çatışmayı, egemen milletin şovenizmi
ile ezilen milletin milliyetçiliği bağlamında Türkiye’deki durumla karşılaştırırken şematik yaklaşıma karşı
kimi verilerin bilince çıkarılması
gerekiyor.
Çin, 46 etnik kökenli, millet ve milliyetlerden oluşan ve resmen de çok
milletli bir devlettir. Sincan Uygur
Özerk Bölgesi, adı üzerinde özerkliğe
sahiptir. Toprak büyüklüğü Çin’in
1/6’sı kadardır. Han kökenliler nüfusun %91,6’sını oluşturmaktadır. Geri
kalan %8,4’ü ise 45 etnik kökenliler
oluşturmaktadır.
Sincan’da Uygurların nüfusu 8,5
milyon civarında ve nüfusun %
45’inin biraz üzerindedir. Han’lar
ise yaklaşık 7,5 milyonla % 40,5 civarındadır. Geri kalan kesimi de
değişik milliyetlerden oluşmakta-
dır. Sincan’da 23.700’den fazla cami,
29.000’den fazla da Müslümanlık temelinde yetiştirilen dini temsilciler,
hocalar vardır.
Müslüman kesime çalışma saatlerinde “5 vakit namaz” kılmaları için
izin verilmektedir. Han kökenlilere
bir çocuk izni Müslüman Uygurlar
için geçersizdir. Onlar iki-üç çocuk
yapabilme hakkına sahiptir. Hatta
domuz eti yemedikleri ve koyun etinin ise domuz etinden pahalı olması
nedeniyle Müslüman işçilere özel
ödenti yapılmaktadır. Çalışma saatlerinde izin, birden fazla çocuk ve
bu özel ödenti, egemen millet şovenizmini Han kökenli işçiler arasında
kışkırtmaya da hizmet etmektedir.
Uygurların kendi dilleri, kültürleri
yasak değil.
Çin’in emperyalist bir güç olarak
dünyayı paylaşma dalaşında daha da
güçlenebilmesinin bir yolu da, kıyı
kesimleri dışındaki bölgelerde sanayileşmeyi geliştirmek, yeraltı zenginliklerini kullanabilir hale getirmektir. Bunun Sincan Uygur Özerk
Bölgesi açısından anlamı, özellikle
son yıllarda yoğunlaştırılmış kalkınmadır. Kimi verilere göre bölgenin
yıllık kalkınma oranı çift rakamlıdır. 2005 yılında kişi başı gelir bağlamında 2000 ABD dolarına varmış
ve böylece Sincan Çin’in zengin bölgeleri arasında yerini almıştır. Yeraltı
zenginlikleri arasında özellikle petrol, gaz ve kömür Çinli egemenlerin
dünyayı paylaşım dalaşında vazgeçemeyecekleri temel kaynaklardır.
K ısaca v urgulama k gerek irse
Çin’de Han şovenizmi kendisini diğer etnik kökenlilerin varlığını inkar
biçiminde göstermiyor, inkar üzerine
kurulu değil. Han şovenizmi Han olmayan kesime karşı egemenlik kurmak, hak eşitsizliğini gerçekleştirmek, kısacası, kendi “uyumluluğu”na
ters düşenlere baskı uygulamak olarak kendisini göstermektedir.
Buna bir de kimi batılı ajansların polisin ayrım yapmadan şiddet
kullandığı yönlü bilgiler eklenince,
15
panorama
16
Han şovenizminin bir başka yanı
da ortaya çıkmaktadır. O da, devlet
iktidarını elinde tutan kesimin Han
kökenli olmasından kaynaklıdır.
Çin’de iktidarı elinde tutan bu kesimin iktidarını korumak için her tür
muhalefete yönelik saldırgan, sosyal
faşist tavrı, kendisini en çok da milli
temelde gelişen muhalefete karşı tavırda göstermektedir.
Böylesi bir durumda kuşkusuz ki
egemen ulus Han şovenizmine karşı
mücadele haklıdır, meşrudur. Söz
konusu mücadele ezilmeye, haksızlığa karşı mücadele olduğu sürece
de, mücadelenin bu yanı kayıtsız, koşulsuz desteklenmesi gerekir. Soruna
bu açıdan bakıldığından Han şovenizmini mahkum etmek doğrudur,
gereklidir.
Fakat haklı bir temeli de olsa, ezen
millet olan Han şovenizmine karşı
mücadelede milliyetçiliğe, halklar
arasında etnik düşmanlığın kışkırtılmasına ve sadece Han kökenli olması
nedeniyle insanların katledilmesine,
bu yönlü tavır ve uygulamalara karşı
da mücadele edilmek zorundadır.
Sınıf bilinçli işçilerin yaklaşımı,
başta Han şovenizmine karşı mücadele ederken, Uygur milliyetçiliğine
karşı da mücadeledir. Uygur milliyetçiliği kendisini aynı zamanda
dini temelde de göstermektedir. Bu
durumda dinciliğe karşı mücadele de
söz konusu olmaktadır.
Ayrıca Uygurların lideri olarak gösterilen Rabia Kadir’in açıkça ifade ettiği bir gerçeklik de, “sarı ırk”a karşı
olunduğu gibi emperyalist Çin’in
“sosyalist, komünist” olarak gösterilmesi ve bu temelde komünizme
ve evet ateizme de karşı çıkılmasıdır.
Yani sorun sadece milli sorun, ya da
Uygurların daha fazla özerklik istemesi sorunu değildir, çok yönlüdür.
Çin egemenlerinin baskıları, kendisini özellikle de 1990’lı yıllardan
sonraki süreçte dinciliğin (İslam dinciliği) giderek güçlenmesi, Sovyetler
Birliği’nin dağılmasıyla Özbekistan,
Türkmenistan ya da Kazakistan’ın
kendi başına devlet olmaları durumunun Uygurların benzeri istemlerini güçlendirmesi ve yer yer bu
talep temelinde eylemlerin yapılması karşısındaki tavırlarda göstermektedir. “Milli bölücülük, dinci
aşırıcılık ve terörizm”, karşısında
mücadele edilmesi gereken üç bela
olarak belirlenmiş ve buna uygun da
davranılmaktadır.
Sonuçta Han şovenizminin Uygur
ve diğer milliyetler üzerindeki baskıları, sosyal faşist uygulamaları kınıyoruz. Han şovenizmine karşı mücadelenin meşru ve haklı olduğunu savunduğumuz gibi, Uygur milliyetçiliğine karşı da mücadelenin zorunlu
olduğunu ilan ediyoruz.
Milliyetçilikle şovenizm sınıf bilinçli işçilerin seçeneği değildir.
İşçilerin, emekçilerin, halkların kardeşliği için tek seçenek proletarya
enternasyonalizmidir!
28 Ağustos 2009 ✓
G8’in son zirvesi
ne zaman?
- L’AQUİLA/ İTALYA -
İçinde bulunduğumuz mali ve ekonomik krizin
doğrudan ürünü olarak dünyadaki açların
sayısının bir milyarı aştığı egemenlerin temsilcileri
tarafından bile dile getirilmek zorunda kalınan
bir gerçeklik. Açların gerçek sayısı bunların
söylediğinden çok daha fazladır.
G
8 Zir vesi bu sene 8-10
Te m m u z t a r i h l e r i n d e
İtalya’nın L’Aquila kentinde
yapıldı. Adı G8 de olsa, verilen bilgilere göre zirveye 28 devlet ve hükümet
başkanı katıldı. Ayrıca uluslararası
kurum ve kuruluşların üst düzey yöneticileri de zirvede yerlerini aldılar.
Çin Başkanı Hu, Uygur-Han çatışmaları nedeniyle zirveye katılmadan
Çin’e dönerken, “Berlusconi’nin kontenjanı” davetlisi olarak Başbakan
Tayyip Erdoğan da zirveye katılma
olanağından yararlandı…
Zirvenin gündeminde öne çıkan
başlıklar, mali ve ekonomik kriz; iklim sorunu; dünya ticareti; kalkınma
politikası; İran’la atom enerjisi ve silahı tartışması, seçimlerde muhalefete karşı tavır; korsanlık; Ortadoğu;
Kuzey Kore; Afganistan ve Pakistan;
Afrika’ya açlık yardımı vb. vb. idi.
Gündem konusu olmasa da, tartışmalara yansıyan önemli bir nokta
G8’in durumu, geleceği meselesiydi.
İçinde bulunulan koşullarda, gelinen
yerde G8 artık eskisi gibi dünyanın
patronu olma ve sorunları kendi aralarında kararlaştırıp yine kendi çıkarlarına uygun çözme imkanına sahip
değildir. Bu yüzden de son yıllarda
zirvelere, tartışılan konulara bakıla-
rak G8 içinde yer almayan güçler de
davet edilmeye başlandı. Kendi aralarında G5 diye anılan Çin, Hindistan,
Brezilya, Meksika ve Güney Afrika
G8 zirvelerine davet edilenler arasında başı çekmektedirler. Bunların
yanı sıra Endonezya, Güney Kore ve
Avustralya da dikkate alınan ülkelerdir. Bu seneki zirveye de kimi Afrika
ülkelerinin liderleri davet edildi.
G8’in artık genişletilip başka formata büründürülmesi yönlü tartışmalar zirveden önce de gündeme
geldi. Almanya Başbakanı Merkel
gibi İtalya Başbakanı Berlusconi de
sorunu dile getirenler arasında yerini
aldı. Tartışmalarda gündeme gelen
versiyonlar G8+G5= G13, G2 (ABD ve
Çin), G8+G5+1 =G14 (Berlusconi’nin
formülü, Türkiye de içinde yer alıyor)
ya da G20’nin andaki G8’in yerini alması vb. idi.
G7’nin (ilk başta G6) ortaya çıkmasının ortamı 1970’li yılların başındaki kriz olduğu bilindiğinde ve
anda yaşanılan krize karşı ortak tavır
sergilenmeye çalışılan formatın G20
olduğu da bilince çıkarıldığında,
G8’in bu haliyle uzun süre daha varlığını sürdüremeyeceği ve andaki
krizin beraberinde yeni bir gruplaşmayı dayattığını söylemek yanlış
olmayacaktır.
Öyle ya da böyle ilk başta adı
“Dünya Ekonomik Zirvesi” olan
G8’in toplantıları resmen de genişletilme ve adı değiştirilme durumunda
olacaktır. Bunun ne kadar süreceğini,
daha kaç G8 Zirvesi yapılacağını ise
birlikte göreceğiz.
Böylesi bir gelişme kuşkusuz ki
dünyanın işçileri, emekçileri ve ezilen halkları için olumlu hiç bir şey
içermiyor. Bu açıdan özde bir şey de
değişmeyecektir. G8’in bu biçimde
son bulması da işçilerin, emekçilerin kazanç hanesine yazılacak bir şey
değildir. Tersine, bir yandan dünyanın paylaşımı, egemenliği için dalaş
içinde olan güçlerin sayısında artış;
dalaşın kızışması durumu yaşanırken, diğer yandan (daha doğrusu aynı
zamanda), bu dalaş içinde olanların,
başta da emperyalist güçlerin dünyanın işçilerine, emekçilerine ve ezilen
halklarına karşı ortak davranmaları
söz konusudur. G8 yerine G13 ya da
G20’nin olması, işçilere, emekçilere,
ezilen halklara karşı ortak davrananların sayısının artması anlamında
olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu da
enternasyonal proletaryanın ve ezilen
halkların mücadelesinin birliğinin
emperyalizme karşı olmazsa olmazlığını çok açık ortaya koymaktadır.
Zirve ve iklim değişikliği…
Zirvede üzerine en çok gürültü yapılan konu iklim değişikliği meselesiydi. Bundan önceki zirvelerde
de gündemde yer alan esas konu,
2012 yılında sona erecek olan KyotoAnlaşması’nın devam ettirilip ettirilmeyeceği veya nelerin değiştirileceği
meselesiydi.
Bu konuda 2007’den beri hem BM
İklim Konferanslarında hem de G8
zirvelerinde tartışmalar yürütüldü.
En son 1-12 Aralık 2008 tarihleri arasında Polonya’nın Poznan kentinde
yapılan BM İklim Konferansı’ndaki
tartışmalarla Kyoto Anlaşması’nın
yerine geçecek anlaşmanın müzakereleri yapılmıştı. Söz konusu müzakereler hâlâ sürüyor ve bu yılın Aralık
ayında Kopenhag’da yapılması planlanan BM İklim Konferansı’nda söz
konusu yeni anlaşmanın sonuçlandırılması isteniyor. İşte bu çerçevede G8 Zirvesi’nde takınılacak tavır
önem arz ediyordu.
1997’de kararlaştırılan Kyoto
Anlaşması önce önde gelen kimi ülkelerin onaylamamasıyla yürürlüğe bile
girmedi. Sonradan en son Rusya’nın
onaylamasıyla yürürlüğe giren anlaşmaya, gerçek anlamda anlaşmayı
imzalayan güçlerin de uymadığı; söz
konusu hedeflere varmak için ciddi
bir çabanın gösterilmediği bir süreç
yaşandı. 2007’den beri de 2012’ye kadarki hedeflere varmaktan çok, 2012
sonrasının durumu tartışılmaktadır.
Tüm bu süreçte ABD emperyalizminin tavrı iklim değişikliğine karşı
alınması gereken önlemlerin önünü
tıkayan bir tavır olmuştu. ABD’nin
tavrına paralel olarak 1997’de Kyoto
okuyucu mektubu
Anlaşması kararlaştırılırken, o dönem “sanayi ülkesi” tanımı içinde
yer almayan Çin ve Hindistan gibi
ülkelerin ABD’nin tavrına karşılık anlaşmaya yanaşmamaları da işi
zora sokuyordu. Aslında Kyoto’nun
devamının sağlanabilmesi için bu
güçlerin uzlaşması önkoşullardan
biriydi. Bu yüzden de Kopenhag’daki
BM İklim Konferansı’ndan önceki
G8 Zirvesi’nde takınılacak tavırlar
önemliydi.
ABD’de başkanın değişmesi ve yeni
Başkan Obama’nın sorunları diyalogla çözmeye çalıştığı yönlü resmin
de ürünü olarak ABD emperyalizmi
G8 Zirvesi’nde iklim değişikliğine
karşı mücadelede hedef konusunda
diğer ortaklarıyla anlaştı. ABD’nin
bu tavrı G5 (Çin, Hindistan, Brezilya,
Meksika ve Güney Afrika) güçlerinin
de aynı hedefi paylaştığını ilan etmelerinin yolunu açtı. Böylece G8+G5
ve ayrıca Avustralya, Endonezya ve
Güney Kore’nin de katılımıyla toplam 16 ülkenin ortak hedefte buluştuğu bir durum oluştu. Ortak
açıklamaya göre söz konusu bu 16
ülke, sanayi dönemi öncesi temel
alınarak iklimin ısınmasının iki dereceyi aşmaması gerektiği hedefinde
anlaşmışlardır. Aralık’ta Danimarka
da ev sahibi konumuyla 17. ülke olarak bu hedef birliğinde yerini almış
olacaktır.
Şimdiye kadarki pazarlıklara bakıldığında ABD ve Çin’in böylesi
bir temelde anlaşmaya katılmış olmaları görüşmelerin ilerlemesi açısından önemli bir adım olmuştur.
Fakat, bu önemli adıma rağmen dağ
fare doğurmuştur… Söz konusu hedefe 2050 yılına kadar %50 zehirli
gaz salınımının azaltılması hedefine
nasıl varılacağı, kısa ve orta vadeli
hedeflerin neler olduğu vb. sorulara
cevap yoktur. Üzerine birleşilen tek
şey iklimin ısınmasının iki dereceyi
aşmaması gerektiğidir. Aralık ayında
Kopenhag’da yapılacak zirvede söz
konusu yeni anlaşma sonuçlandırılsa da, uygulanması konusunda
fazla umutlu olmamak, sorunun
çözümünü emperyalistlerden beklememek gerekiyor. Zirvede takınılan
tavır esasında niyet açıklamasından
öteye geçmiyor.
Zirve ve ticaret…
2001 yılında başlatılan ve “Dohagörüşmeleri” de denen küresel çapta
pazarları açmak hedefli dünya ticareti sorunu, özellikle mali ve ekonomik krizin gölgesinde yeniden öne
çıkarıldı. Gerçekte bağımlı ülkelerin
pazarlarını tümüyle ele geçirip talan
etmenin planı olan küresel pazarları
açma meselesi, özellikle Hindistan,
Brezilya vb. ülkelerin itirazları sonucu pazarlıklar çıkmaza girmişti ve
son dönemde de herhangi bir pazarlık bile yapılamamıştı.
Zirvede söz konusu müzakerelerin
2010 yılında sonuçlandırılması yönünde tavır belirlendi. Bunun için de
24-25 Eylül tarihlerinde ABD’de planlanan G20 Zirvesi’nden önce, söz konusu ülkelerin Ticaret Bakanları’nın
bir araya gelmeleri ve dondurulmuş
görüşmeleri yeniden başlatması yönünde bir tavır kararlaştırıldı.
cağı belirtildi. İsrail’in özellikle Batı
Şeria’da yerleşim alanlarını genişletme tavrına son vermesi talebinde
bulunuldu.
Zirve ve atom…
İçinde bulunduğumuz mali ve ekonomik krizin doğrudan ürünü olarak
dünyadaki açların sayısının bir milyarı aştığı egemenlerin temsilcileri
tarafından bile dile getirilmek zorunda kalınan bir gerçeklik. Açların
gerçek sayısı bunların söylediğinden
çok daha fazladır. Dünyadaki açların
önemli bir bölümü Afrika kıtasında
yaşamaktadır. Dünyanın egemenlerinin doğrudan sömürgecilik siyasetinin sonucu gündeme gelen bu
durum, aynı zamanda tarım ürünleri
konusundaki sübvanse etme siyase-
G8 Zirvesi’nde atom ya da nükleer sorunu İran, Kuzey Kore ve Obama’nın
önerdiği “Atom zirvesi” bağlamında
söz konusu edildi.
G8 Z i r ve si Ku z e y Kore’n i n
nükleer-ve raket testi yapmasını kınadı! Ve Kuzey Kore’yi uluslararası
yükümlülüklere uygun davranmaya
çağırdı!
İran bağlamında da yine sahtekârca
bir tavır sergilendi. Bu sefer yaptırım
yerine zaman tanıdılar! AğustosEylül ayları içinde, en geç ama 24-25
Eylül tarihlerindeki G20 Zirvesi öncesinde sorunun hangi yönde gelişeceği konusunda İran’ın karar verme
zorunda olduğu ilan edildi. İran’ın
müzakere masasına dönmemesi ve
tavrını değiştirmemesi durumunda
G20 Zirvesi’nde yeni yaptırımların gündeme getirilebileceği tehdidi
savruldu.
Bu bağlamda Rusya’nın da söz konusu bu tavrı onaylaması dikkat çeken noktalardan biriydi. Bu yönlü
tavrın, Obama’nın zirveden kısa süre
önce Rusya’yı ziyareti sırasında “İran
sorununu çözelim, Çek Cumhuriyeti
ve Polonya’ya yerleştirilecek üsleri
gözden geçirebiliriz” yönlü açıklamasına bir yanıt olsa gerek.
İran’a yönelik zaman sınırlı tehdidin ötesinde, seçimler sonrasındaki
gelişmeler hakkında da tavır takınıldı ve yönetimin protestoculara
karşı tavrının kabul edilemez olduğu
belirtildi. Sonuçta İran’a yönelik
tehdidin yeni yaptırımların temelini attığını ve sorunun çözümü için
masada hâlâ hem diyalog ve hem de
savaş seçeneğinin var olduğu bir durum söz konusudur.
Obama’nın önerdiği “Atom zirvesi”
ise 2010 yılın başlarında ABD’de yapılacak. İran’ın atom silahı üretme
durumu olmadığı halde, olabilir ihtimali göz önüne alınarak İran’a yönelik tehditlerin savrulduğu yerde;
kendileri nükleer malzemenin ticaretinin başkaları tarafından yapılmasını, kendilerinin istemediği
ülkelerin nükleer teknolojiye sahip
olmasını engelleme amacıyla zirve
planlıyorlar. Kendilerinin dünyayı
sayısız kez yok edebilecek nükleer
silahlara sahip olmasını ve bu silahlarla rakip olarak gördüklerini tehdit
etme ve korkutmayı meşru sayarken,
İran gibi istemedikleri bir ülkenin
nükleer silah üretebilme ihtimalini
bile savaş nedeni olarak görmektedirler. Sahtekarlık bunlarda sınır
tanımıyor!
Ortadoğu bağlamında Filistin sorununda takınılan tavırda ise iki
devletli çözümün sorunun çözümü
bağlamında anahtar rolü oynaya-
Zirve ve açlık…
tiyle de daha kötü hale getirilmiştir.
Afrika ülkelerindeki tarım genelde
az gelişmiş olsa da, söz konusu var
olanın yok edilmesi de yine emperyalist güçlerin marifeti olmuştur.
Son y ı l la r ı n hemen her G8
Zirvesi’nde Afrika’ya yardım vaatleri
verilmektedir. Bu sefer de önce 15
milyar dolar söz konusu iken bu miktar 20 Milyar dolara çıkarıldı. Afrika
ülkelerinin temsilcileriyse daha önce
verilen sözlerin neden yerine getirilmediğinin peşindeler…
Vaatleri dolu dolu… Yoktur ama
emperyalistlerin açlığa, yoksulluğa
çözüm yolu! İstiyorsak açlığa, yoksulluğa ve sömürüye son vermeyi,
yükseltmek gerekiyor devrim için
mücadeleyi!
26 Ağustos 2009 ✓
Yeni Dünya İçin Çağrı
okurlarına açık çağrı…
U
zun yıllardan bu yana
Çağrı gazetesini takip
eden biriyim. Bu anlamda
da temel görüşlerini doğru gören, her platformda savunan ve
yaygınlaştırmaya çalışan biriyim.
Yani Çağrı gazetesinin yaygınlaştırılmasını sorumluluğum olarak
görmekteyim.
İşçi ve emekçilerin, ezilenlerin
haklarını savunan, onları aydınlatma, bilinçlendirme hedefini
önüne koyan Çağrı gazetesi benim
için doğru devrimci görüşlerin yaygınlaştırılmasında en önemli araçtır. Bu doğru görüşlerin pratiğe geçirilebilmesi, yani onları yaşamla,
yani işçi sınıfı ile kitleler ile buluşturmanın aracıdır. Bu nedenle
Çağrı gazetesine sahip çıkmak, onu
doğru kullanmak görevimdir.
Ancak çevremde gördüğüm şey
Çağrı gazetesini savunduğunu,
desteklediğini iddia eden birçok insanın bu pratiğe sahip olmadığıdır.
Bu yazıyı yazmaya beni iten de bu
gördüklerimdir.
Bana göre Çağrı gazetesini savunmak demek; onu sürekli takip
etmek, okumak, kavramaya çalışmak demektir. Bunu yapmayan
Çağrı gazetesini savunmuyordur.
Çağrı gazetesini savunmak demek; kavradığını kavratmak için
mücadele etmek demektir.
Çağrı gazetesini savunmak demek; onu yaygınlaştırmak, kişinin
her sayıdan birkaç tane alıp kendi
çevresine dağıtması demektir.
Çağrı gazetesini savunmak demek; Çağrı’nın okunması, görüşlerinin tartışılması için çaba göstermek demektir.
Çağrı gazetesini savunmak demek; onu işçi ve emekçilerle buluşturmak için özveride bulunmak
demektir.
Çağrı gazetesini savunmak demek; kendi özel yaşamının önüne
Çağrı’yı koymak, gerçek anlamda
Çağrı’yı kendi yaşamı ile birleştirmek, iç içe geçirmek demektir.
Çağrı gazetesini savunmak demek; onu ayakta tutmak için gerektiğinde maddi açıdan azami olarak
desteklemek demektir.
Ve Çağrı gazetesini savunmak demek; kişinin Çağrı’yı kendi gazetesi
olarak görmesi demektir.
Eğer tüm bunlar yapılmıyorsa
Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesini
savunduğunu, desteklediğini, görüşlerini benimsediğini iddia etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bunların
yapılmamasının nedeni olarak çeşitli bahaneler öne sürmek, çeşitli
gerekçeler sunmak bir devrimcinin, Çağrı gazetesi dostunun tavrı
olmamalıdır.
Çünkü Çağrı’nın asıl savunulması
gereken dönem şimdi yaşadığımız
dönemdir. Bugünkü gibi devrimci
düşüncelerin yaygınlaştırılmasının
her türlü yolla engellendiği, işçi ve
emekçilerin kendi güçlerinin farkına
varmadığı, tersine kendi çıkarlarını
egemen sınıfların çıkarlarında gördüğü bir dönemde Çağrı’yı yukarıda sıraladığım şekilde savunmak
onu gerçek anlamda savunmaktır.
Bug ü n y u k a r ıd a k i temelde
Çağrı’yı savunanlar ancak Çağrı’nın
gerçek savunucularıdır.
28.06.2009
Bir Ydi Çağrı okuru ✓
17
yaşam temellerini koruma mücadelesi
İhale Rusya’ya mı verildi?
M
e r s i n-A k k u y u’ d a k urulması planlanan nükle er s a nt r a l iç i n, 2 4
Eylül 2008’de düzenlenen nükleer santral ihalesine yalnızca Rus
Atomstroyexport ve Inter Rao ile
Turgay Ciner’e ait Park Teknik’in
oluşturduğu konsorsiyumdan teklif
gelmişti. İhale tek bir ortaklık grubu
teklif vermesine rağmen, iptal edilmemiş, TETAŞ Yarışma Komisyonu,
uzman kişiler tarafından da oldukça
fahiş bulunan firmanın fiyat teklifini
değerlendiren olumsuz çok sayıda rapor vermişti.
Aralık ayı içerisinde TAEK’de
nükleer santral için teklif edilen reaktör tasarımına uygunluk belgesi
vermişti.
Rusya Başbakanı Vladimir Putin 6
Ağustos’ta bir günlüğüne Türkiye’ye
geldi.
Bu ziyaret sırasında Türkiye/Rusya
arasında ekonomik, ticari, siyasi ve
kültürel alanlarda ilişkilerin geliştirilmesine yönelik 20 anlaşmaya imza
atıldı.
Bu ziyarette üzerinde durulan, pazarlık yapılan bir konu da Akkuyu’da
yapılması planlanan nükleer santral
ihalesi idi.
Başbakan Erdoğan ve Putin düzenledikleri ortak basın toplantısında, Putin nükleer santral ihalesi
sonucunu açıkladı. Putin, “Nükleer
enerjide, Türk-Rus konsorsiyumunun ihaleyi kazanmış olması, santralin inşaatına başlanacak olması
bizim için gurur kaynağıdır” dedi.
Putin, “Gerek birim fiyatı olarak,
gerek HES’lerde üretilen elektrik,
gerekse inşaatın maliyeti konusunda
Westinghouse’un projesi gibi benzer
projelerden iki misli daha ucuzdur
bizim projemiz. Biz, Amerika’dan
iki kat daha ucuz fiyat verdik. Fakat
daha da indirmek mümkünse arkadaşlar Türk ortaklarıyla değerlendirecekler” tavrını takındı.
Putin bunları söylese de, Akkuyu
nükleer santral ihalesine katılan Ciner
ortaklı Rus Atomstroyexport’un ihaleyi kazandığı AKP hükümeti tarafından resmi olarak açıklanmış değil.
Türkiye ile Rusya arasında, nükleer
enerji konusunda enerji birim fiyatları ve inşaat maliyetleri konusunda
görüşmeler, pazarlıklar sürüyor.
Rusya ile Türkiye arasında imzalanan anlaşmalar içinde “Nükleer
E ner ji n i n B a r ı ş ç ı l A maç la rla
Ku l l a n ı m ı na İ l i ş k i n İ ş bi rl i ğ i
Anlaşması” da var. Bu anlaşma
Türk devletinin nükleer enerji alanında Rusya ile işbirliğine yöneleceğinin ifadesidir. Bu nedenle
Akkuyu nükleer santral ihalesinin
Rus Atomstroyexport’a verilmesi
mümkündür.
Nükleer santral ihalesi kime verilirse verilsin, çevre açısından felaketli sonuçlara yol açan nükleer
enerjiye karşı çıkmak, mücadeleyi
yükseltmek işçilerin, emekçilerin görevi olmalıdır.
22 Ağustos 2009 ✓
Ilısu'da TC inşada ısrarlı
B
18
at m a n'ı n t a r i h i i lç e si
Hasankeyf 'in yüzde 80'ini
sular altında bırakacak olan
Ilısu Barajı'na daha önce kredi desteğini vereceğini açıklayan Almanya,
Avusturya ve İsviçre'deki kredi kuruluşları projeden çekildiklerini
resmen açıkladı. Kredi kuruluşlarının, Türkiye'den istedikleri şartlar
arasında, kültürel varlıklar ile ilgili
işlerde çalışan işçilerin en az yüzde
50'sinin barajdan etkilenen kişilerden oluşması, su altında kalan köy
ve evlerde yaşayanların geçmişlerini
unutmaması için fotoğraflar çekilmesi, mülkiyet adaletsizliğinin ortadan kaldırılması ve herkese eşit arazi
verilmesi gibi şartlar vardı. Bunun
yanında Türk hükümetinden kıyıdaş
ülke olan ve su hakları bulunan Irak
ve Suriye'nin projeyi daha iyi anlayabilmeleri için Ilısu Projesi’ne ilişkin
bilgi ve çıktıların bu ülkelerin elçilerine vermesi de istenmişti. Mutabakat
zabtında, "Proje hakkında talep üzerinde daha detaylı bilgi vermek üzere
Irak ve Suriye'deki ilgilileri derhal
Türkiye'ye davet edecektir" denil-
mişti. Mutabakat zaptının altında
ise Türkiye adına hükümetin destek mektubu yer almıştı. Hasankeyf
Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen,
Ilısu Barajı Projesi için finansman
sağlayan Alman Euler Hermes
Kreditversicherung, Avusturya'nın
K o nt r o l l b a n k v e İ s v i ç r e 'n i n
Exportrisikoversicherung adlı bankaların projeden kredi desteğini çektiklerini açıklamaları üzerine, "Tarih,
kültür, insanlık mirası ve Hasankeyf
adına alınan karar sevindirici" dedi.
Buna rağmen TC hükümeti Ilısu
Projesi’nden vaz geçmemek konusunda ısrarlı. Enerji Bakanı alelacele
yaptığı basın toplantısında, gerektiğinde barajın yalnızca Türkiye’nin
kendi kaynakları ile inşa edileceğini,
projenin Türkiye’nin enerji güvenliği ve bölgenin gelişmesi açısından
büyük öneme sahip olduğu vb. açıkladı. Israrın geri planında gerçekte
Türkiye’nin değil, bu büyük projeden
nemalanacak inşaat ve enerji tekellerinin çıkarları yatıyor.
22 Temmuz 2009 ✓
YÖK, katsayı
uygulamasını kaldırdı
Y
ÖK ’t e k i i k t i d a r mü c a delesi Abdu l la h Gü l ’ ü n
Cumhurbaşkanı olmasından
bu yana boşalan üyeliklere yaptığı
atamalarla AKP lehine sonuçlandı.
21 Te m mu z’ d a YÖK G e ne l
Kurulunda alınan kararlar, daha
önce Kemalistlerin kalesi olan bu
kurumun AKP tarafından düşürülmüş olduğunun son kanıtı oldu. 21
Temmuz’da
Yüksek Öğretim Kurulu, ortaöğretim kurumlarından mezun öğrencilerin üniversiteye girişlerini düzenleyen katsayı uygulamasını kaldırdı.
Lise mezunları ile Meslek Lisesi mezunları (Bunlar içinde İmam Hatip
Liseleri de var) ile aynı konuma
geldi.
YÖK Genel Kurul toplantısının
ardından yapılan yazılı açıklamada,
üniversiteye giriş sistemi ile ilgili alınan karara göre yeni sistemde uygulama şöyle olacak:
''- Yükseköğretime Geçiş Sınavı
(YGS) i le L i s a ns Yerle ş t i r me
Sınavı'ndaki (LYS) ağırlıklı puanların
her biri, kendi içinde 100-500 arasındaki puanlara dönüştürülecek
- Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı
(AOBP) en büyüğü 500, en küçüğü
100 olacak şekilde hesaplanacak
- Yerleştirme puanları hesaplanırken AOBP 0.15 katsayısı ile
çarpılacak
- Adaylardan öğretmen lisesi veya
meslek lisesi mezunu olanlar kendi
alanlarındaki programları tercih
etmeleri halinde AOBP'leri 0.06 ek
katsayısı ile çarpılacak ve bulunan
değer, 0.15 katsayısı ile hesaplanan
puana eklenecek
- Meslek lisesi mezunu adayların ek
puanla girebildikleri kendi alanlarındaki her program için bir LYS puan
türünün yanı sıra bir de YGS puan
türü belirlenecek. Meslek lisesi mezunu olup olmadığına bakılmaksızın,
adayların bu programlara yerleştirilmesinde her iki türden puanlarının
büyük olanı esas alınacak.''
Yükseköğretim Kurumu (YÖK)
Genel Kurulu sonrasında yapılan
açıklamada, gelecek yıldan itibaren
uygulamaya konulacak yeni üniversiteye giriş sisteminin ''daha işi
ölçme ve değerlendirme yapabilen,
öğrencilerin ortaöğretim başarılarını dikkate alan, fırsat eşitliğini ve
kişisel başarıyı öne çıkaran, yakın
programların gereksinim duyduğu
farklı bilgi ve becerileri göz önünde
tutan bir sistem olarak tasarlandığı''
kaydedildi.
Birinci aşamada 160 soru, 160
dakika süre
Üniversiteye girişte gelecek yıldan
itibaren uygulanmaya başlanacak iki
aşamalı yeni sistemde sınavın, tüm
adayların katılacağı ilk aşamasında
160 soru sorulacak, 160 dakika süre
verilecek. İkinci aşamada ise soru
sayıları ve süreleri testlere göre farklılık gösterecek. YÖK Genel Kurulu
toplantısının ardından yapılan yazılı açıklamaya göre, sınavın birinci
aşaması olan Yükseköğretime Geçiş
Sistemi'nde (YGS), Türkçe, Temel
Matematik (Geometri dahil), Sosyal
Bilimler ve Fen Bilimleri testinin
her birinden 40'ar olmak üzere toplam 160 soru yöneltilecek. Adaylara
toplam 160 dakika süre verilecek.
Sınavın ikinci aşaması olan Lisans
Yerleştirme Sınavı'nda (LYS) ise soru
sayıları ve süreleri testlere göre değişecek. Buna göre LYS-1 ile LYS3'ün sınav süresi 120 dakika, LYS-2
ve LYS-4'ün sınav süresi 135 dakika,
LYS-5'in soru sayısı 80, süresi 120
dakika olacak. YGS sonucunda altı
ayrı puan türü belirlenecek. Bu puan
türlerinin her birinde testlerin yüzde
olarak ağırlıkları farklı olacak. Buna
göre, YGS-1'de Türkçenin ağırlığı
yüzde 20, Temel Matematikin ağırlığı yüzde 40, Sosyalin ağırlığı yüzde
10, Fenin ağırlığı yüzde 30; YGS-2'de
Türkçenin ağırlığı yüzde 20, Temel
Matematikin ağırlığı yüzde 30,
Sosyalin ağırlığı yüzde 10, Fenin ağırlığı yüzde 40; YGS-3'de Türkçenin
ağırlığı yüzde 40, Temel Matematikin
ağırlığı yüzde 20, Sosyalin ağırlığı
yüzde 30, Fenin ağırlığı yüzde 10;
YGS-4'te Türkçenin ağırlığı yüzde
30, Temel Matematikin ağırlığı yüzde
20, Sosyalin ağırlığı yüzde 40, Fenin
ağırlığı yüzde 10, YGS-5'de Türkçenin
ağırlığı yüzde 37, Temel Matematikin
ağırlığı yüzde 33, Sosyalin ağırlığı
yüzde 20, Fenin ağırlığı yüzde 10,
YGS-6'da Türkçenin ağırlığı yüzde
33, Temel Matematikin ağırlığı yüzde
37, Sosyalin ağırlığı yüzde 10, Fenin
ağırlığı yüzde 20 olarak belirlendi.
YGS ve LYS taban puanları sonra
belli olacak
YÖK, gelecek yıldan itibaren uygulamaya konulacak iki aşamalı yeni
üniversiteye geçiş sisteminde, birinci aşama ''Yükseköğretim Geçiş
Sınavı'' (YGS) ve ikinci aşama ''Lisans
Yerleştirme Sınavı'''nın (LYS) taban puanlarının daha sonra karara
bağlanacağını bildirdi. YÖK Genel
Kurul toplantısının ardından yapılan
yazılı açıklamada, yeni üniversiteye
giriş sisteminin detaylarına ilişkin
bilgilere yer verildi. Buna göre, ikinci
aşama olan LYS'nin Matematik-Fen
(MF), Türkçe-Matematik (TM),
yeni dünya gençliği
Türkçe-Sosyal (TS) ve Dil puan türü
gruplarının her birinden birden fazla
puan türü oluşturuldu. MF puan türü
grubu MF-1, MF-2, MF-3 ve MF-4,
TM puan türü grubu TM-1, TM-2 ve
TM-3, TS puan türü grubu TS-1 ve
TS-2, Dil puan türü grubu da DİL-1
ve DİL-2 puan türlerinden oluşacak.
Açıklamada, YGS ve LYS sınavlarının taban puanları ve sistemin gerek duyduğu diğer hususların YÖK
Genel Kurulu tarafından daha sonra
karara bağlanacağı belirtildi. Ön lisans ve lisans puan türlerinin programlara göre belirlenen dağılımının
YÖK’ün internet sitesinde açıklanacağı bildirildi.
Bilindiği gibi Üniversite ve Yüksek
Okullara girişte, meslek lisesi mezunları ile Lise mezunları arasındaki
farkın kaldırılması AKP programının eğitimle ilgili bölümünde yer
alan ve seçim programlarında da hep
yeniden getirilen vaatlerden biri idi.
Bunun yanında türbanlı genç kadınların yüksek öğrenim kurumlarında
eğitim görmesi önündeki engellerin
de kaldırılacağı vaat edilmişti. Yine
bilindiği gibi bu ikinci vaadin bir
Anayasa değişikliği ile yerine getirilmesi girişimi, Anayasa Mahkemesi
kararı ile engellendi. Şimdi YÖK’ün
aldığı karar, yüz binlerce meslek liseli
öğrenciyi olduğu gibi, AKP’yi sevindiren bir karardır. Nitekim başbakan
Erdoğan 22 Temmuz’da yaptığı basın
toplantısında bu “eşitlikçi” kararı nedeniyle YÖK’ü kutladı.
Tabii bu karardan memnun olmayanlar, bu kararı Türkiye’nin dinci
bir diktatörlük yönünde geliştirilmesinin bir adımı olarak görenler
de var ve bunların sayısı hiç de az
değil. Karara karşı direniş tabii önce
YÖK’ün kendi içinden geliyor. Şimdi
YÖK içinde azınlığa düşmüş ideolojik Kemalist kanatın üyeleri, karara
-kimi tümüne kökten, kimi kararın
çeşitli bölümlerine- karşı oy kullandılar. Anda bu kanadın YÖK içindeki
en “tutarlı” sözcüsü konumundaki
Prof. Dr. Fikret Şenses kararın bütününe yönelik karşı oy kullandı.
Şenses’in yaptığı itirazlar birçok
noktada doğrudur. Doğrudur da,
Şenses’in gözlerden gizlediği bir temel gerçek vardır: Türkiye’de üniversiteler gerçek anlamda hiçbir zaman
özerk olmamıştır. Atamalar hiçbir
zaman liyakat esasına göre yapılmamış, hep siyasi iktidara yakınlık
temelinde yapılmıştır. Fırsat eşitliği
konusunda hiçbir iktidar gerçek anlamda fırsat eşitliğini savunan bir
siyaset gütmemiştir. Fırsat eşitliği
kapitalizm şartlarında zaten büyük
bir yalandır.
Değişen tek şey vardır: Bugüne kadar üniversitelerde egemenlik, devleti kendilerinin malı gören ideolojik
Kemalist kesimin elinde idi, şimdi
AKP adım adım üniversiteleri ele geçiriyor. Olan budur. Şenses’in tepkisi
iktidarını kaybedenlerin tepkisidir.
24 Temmuz 2009 ✓
Har(a)çlar zamlandı!
T
ürkiye Cumhuriyeti devleti
sosyaldir!!! Nedense her defasında bu sosyal cumhuriyetin,
sosyal düzenin egemenleri bu cümleyi, her zaman asosyal uygulamalarının altına sığışıp kaldıklarında ve her
defasında her nedense bir savunma
içgüdüsü içerisinde cılız ve titrek
bir ses ile dile getiriyorlar. Sağlıkta
yeni uygulamalar yapılıp SSGSS…
vb yasalar mı çıktı; “devletimiz sosyaldirrr”, üretimde özelleştirmeler
yapıp işçi emekçiler rekabet çarkları
arasında canları çıkarcasına sömürüldüğünde (gerçi ha devlet sömürüsü ha özel sermaye sömürüsü ikisi
arasında bir fark yok.); “Devletimiz
sosyaldirrr”, eğitimde parası olan
parası kadar okusun, öğretmenlerin
canı çıksın, şimdi de yoksul emekçi
çocuklarının karşılayamayacağı bir
biçimde üniversite harçlarına zam
yapılsın, arkasından biraz endişeliürkek, biraz mecburi ve daha çok
ne dediğini bilen ama bilmezlikten
gelen, ortaya atılan fakat bu laf sahibinin kim olduğu asla bilinmesin
endişesiyle, üşengeç bir ses “devletimiz sosyaldirrr”. Komik geliyor
belki ama bir üniversite öğrencisi
olarak ben durumu böyle resmettim
kafamda. Bugün bir babayiğit, bir
cengaver çıkıp ta alnı çatlarcasına
“Devletimizzz soyaldirrrr!!! Eğitim
sistemimiz parasız, bilimsel ve geleceği elinde bulunduran onurlu, yetenekli, halkının refahı için bilim üreten gençliği yetiştiriyor. Sağlık sistemimiz mükemmel işliyor. Toplumun
her kesimi bugün sağlıktan ücretsiz
bir şekilde yararlanıyor. Tüm bunların devamı ulaşım, kültür, kadın
sorunu, insan hakları …vb alanlarda
da kendisini gösteriyor.Devletimizzz
sosyaldirrr!!! ” diyebilir mi. Tabi ki
diyemez. Neden mi? Çünkü diyemez
de ondan. Haa bir de şuna da değinmeden geçemeyeceğim, bu aralar
bazı ilginç söylemler de gündemde.
Bazı burjuva aydın kesimler, devletin halkı mağdur ettiği durumlarda,
“devletin sosyal olmadığı” durumlarda sosyal devleti harekete geçirebilmek için şunu dile getiriyor; “bu
noktada sosyal devlet mekanizması-
nın devreye girmesi gerek”. Evet. Ben
buna anlam veremiyorum doğrusu.
Yani bizim anladığımız sosyal devlet
denilen şey, bir makineden mekanizmadan ibaret midir ki ihtiyaç duyulduğu koşullarda düğmesine basılıp
devreye girsin. Diyelim ki öyle bir
şey ve ihtiyaç duyulduğu koşullarda
(Örnegin; sağlığın paralı hale geldiği,
SSGSS gibi yasaların çıkması durumunda) düğmesine basılıp çalıştırılsın. Ama öyle durumlar var ki bu
sosyal devlet denilen mekanizma hiç
çalışmıyor. Bu durumda ne diyeceğiz:
“ya şunun yağına suyuna bir bakalım
belki ondan çalışmıyordur” mu diyeceğiz? Komik doğrusu. Sosyal devletle ilgili çok sosyal muhabbetimizi
bir kenara bırakıp asıl konumuza devam edelim.
Bilindiği gibi gelinen süreçte üniversitelerdeki har(a)çlar gündemde.
1980 sonrası Türkiye’sinde, küresel
sermeyenin Neoliberal politikalarıyla
birlikte el ele yürüyen ve muazzam
bir şekilde artan, ülkenin her alanını
sarıp çevreleyen, girmedik delik bırakmayan, üretimi ve ürün pazarını
çok genişletip sınırsız kar elde etme
hedefleyen anlayış, üniversiteleri de
etkisi altına aldı. Artık üniversiteler
bilim yuvası olmaktan çıkıp birer kar
yuvası haline geldi. Üniversiteler, bu
süreçle birlikte gerçek misyonu olan
halkın çıkarları için bilgi üretmek,
refah ve huzuru sağlamak için bilimi kullanmak yerine, kendi öz değerlerini bir yana bırakıp halkı daha
başka nasıl soyarım peşine düştü. Bu
temelde de önüne koyduğu hedefleri
adım adım gerçekleştirmekte.
G e ç e n ay Yü k s e k Ö ğ re t i m
Kurulu’nun (YÖK) 2009–2010 akademik yılında üniversitelerin katkı
paylarına (harçlarına) yüzde 8’den
yüzde 300’e kadar zam yapılmasına
ilişkin talebi hükümete iletilmişti.
Kendi öz değerlerinde sözde herkese
eşit, parasız ve nitelikli bir eğitim
hizmetini savunan bu “sosyal” devlette, nasıl olurda tam da bu amaca
aykırı yapılan bu kadar zam gözlerden kaçırılır şaşılası. Bunlar olağan
durumlar. Ülke genelinde biz öğrencilerin yoğun protesto gösterileri sa-
yesinde devlet geri adım atıp “aslında
bizim yapmak istediğimiz bu kadar
değildi bunu medya abarttı” der gibi
pişkin pişkin zamları yüzde 8’e düşürdü. Bu durumda kesin olmamakla
beraber 1. ve 2. öğretimlerin harçları
zam ile birlikte; yüzde 8’lik zam oranına göre normal öğretim yapan tıp
fakültelerinin yeni harcı 591, diş hekimliği ve eczacılığın 494, veterinerliğin ise 386 lira olacak. Mühendislik,
mimarlık, ziraat ve orman fakülteleri
ile güzel sanatlar fakültesine gidecek öğrenciler bu yıl 316 lira, fenedebiyat, dil-tarih-coğrafya, ilahiyat,
eğitim, mesleki eğitim, sağlık eğitim
ve iletişim fakültelerine devam edecek öğrenciler 284 lira harç ödeyecek.
Hukuk, iktisat, işletme, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler bölümleri ise 313 lira harç alacak.
İkinci öğretim öğrencileri ise daha
fazla katkı payı ödeyecek. Yüzde 8
zam oranına göre ikinci öğretim veteriner fakülteleri için 2 bin 134, mühendislik ve mimarlık bölümleri için
bin 529, hukuk, iktisat ve siyasal için
bin 155, edebiyat, eğitim, ilahiyat ve
sağlık eğitim fakülteleri için ise bin
27 lira harç ödenecek. Devlet konservatuarının ikinci öğretimi için öğrencilerin 4 bin 268, yüksekokullar
için ise bin 155 lira katkı payı ödemeleri gerekecek.
Yapılan yeni zamlarla birlikte sıradan bir işçi emekçi çocuğu için
üniversitede okumak bile lüks haline
geldi. Üniversite bünyesinde çalıştırılan öğrencilerin maaşına yıllardır
zam yapılmazken, işçilere ve emeklilere bu kadar az zam yapılırken,
ekonomik krizin faturası biz işçi ve
emekçilere kesilmeye devam ediliyor.
Harçlara yapılan bu haksız zamma
karşı muhalefet alanını genişletmek
hepimizin görevi.
Değerli Yeni Dünya Gençliği okurları, ben de bir Yeni Dünya Gençliği
okuru ve onun mücadelesini görev
edinen bir üniversiteli olarak kendi
sorunumu dile getirdim. Buradaki
amacım birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için ilkesini geçerli saymamdır.
Bugünkü kapitalizm koşullarında, bu
kokuşmuş düzenin iltihapları hayatın her alanında kendisini gösteriyor.
Bir işçinin alın terinin sömürülmesinde, öğrencilerin harçlarına yapılan zamda, kadının şiddet gördüğü
ve töre cinayetlerine kurban gittiği
yerde, toplumdaki şiddetin artışında,
ahlaki çürümenin kendisinde… vb
altında bu ceset kokusu veren, ücretli
köleliğe dayalı, yozlaşmanın had safhada olduğu, kar hırsından başka hiç
bir şey düşünmeyen kapitalist sistem
yatmaktadır. Mücadelemiz birdir.
Mücadelemiz tüm bunların yaşanmayacağı yepyeni bir düzen yaratmak, sosyalizmi kurmaktır!!
Üniversiteli YDG okuru
16.08.2009 ✓
19
6-7 Eylül Olayları
❝
Gay­ri­müs­lim azın­lık­la­ra kar­şı sal­dı­rı­lar, bas­kı­lar Lo­zan An­laş­ma­sı son­ra­
sın­da ku­ru­lan Cum­hu­ri­yet dö­ne­min­de sü­rek­li va­ro­la­gel­miş­tir. Bu bas­kı­lar
doğ­ru­dan dev­let ta­ra­fın­dan ger­çek­leş­ti­ril­miş­tir.
Özel­lik­le Er­me­ni ve Rum azın­lı­ğı si­ya­si ve be­lir­le­yi­ci eko­no­mik alan­lar­dan ke­
li­me­nin ger­çek an­la­mın­da te­miz­len­me­ye ça­lı­şıl­mış­tır.
1942 yı­lın­da ka­rar al­tı­na alı­nan Var­lık Ver­gi­si esas ola­rak azın­lık­la­ra kar­şı
alı­nan bir ön­lem­di. Kamuoyuna bu kararın gerekçesi ve amacı başka türlü
yansıtılsa da, gerçek amaç “Ticareti Türklere vermek”ti. Ticaret işindeki
gayrimüslimleri safdışı etmek de bunun doğal bir sonucuydu. Böylece
ekonomik alandaki saldırı, özellikle Rum ve Er­me­ni azın­lı­ğı­na men­sup bin­
ler­ce in­sa­nın sür­gün edil­me­si ve sür­gün edi­len­le­rin önem­li bö­lü­mü­nün kat­le­
dil­me­si­ni de be­ra­be­rin­de ge­tir­miş­tir.
1955’te­ki ta­lan gi­ri­şim­le­ri, sal­dı­rı­la­rı da eko­no­mik alan­da Var­lık Ver­gi­si’nin
bir de­va­mı ni­te­li­ğin­de­dir. Var­lık Ver­gi­si, İl­ber Or­tay­lı’nın an­lat­ma­ya ça­lış­tı­ğı
gi­bi “an­lam­sız ve is­tis­ma­ra açık uy­gu­la­ma” de­ğil, bi­linç­li ola­rak ka­rar­laş­tı­rı­lan
ve is­ten­di­ği gi­bi uy­gu­la­nan bir ka­rar ve uy­gu­la­ma­dır. Bu uy­gu­la­may­la ve 1955
yı­lı 6-7 Ey­lül sal­dı­rı­la­rıy­la Türk dev­le­ti el­de et­mek is­te­di­ği­ni esas ola­rak el­de
et­miş­tir. ❞ [6-7 Ey­lül 1955 olay­la­rı­nın 50. yıl­dö­nü­mün­de ta­rih çar­pı­tı­cı­lı­ğı… YDİ ÇAĞRI Sayı 93]

Benzer belgeler