Conatus 7`nın PDF`si için TIKLAYIN
Transkript
Conatus 7`nın PDF`si için TIKLAYIN
merhaba Devrimlerden günümüze uzanan neredeyse iki yüzyıl, ulus devlet egemenliklerinin kuruluşu ve egemenler arası savaşın acıları ve bedelleriyle belleklere kazınan bir “aşırılıklar çağı” oldu. Emeğin ortak tarihi, yaşamı, belleği üstünden sınırlar geçirildi. Topraklar devletlere, üzerinde yaşayanlar uluslara, ırklara, halklara bölündü. Emek sermaye tarafından ulus devletin sınırları içinde zorla çitlendi önce. Egemenler arası savaşta taraflaştırılarak uluslaştırıldı. Ulusal sınırlar içinde tekleştirilerek farklılaştırıldı, “başka”laştırıldı. Uluslar ve ırklar, savaşta ve savaşla kuruldu. Emeğin yaşamın üretimindeki elbirliğinin, kardeşliğinin üstüne savaşın, silahın, acıların gölgesi düştü. Kaderler ayrıldı. Egemenler arası savaşın düzenlenebilmesi için “barış”lar yapıldı sonra. Savaş, ulusal ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden rekabete dönüştürüldü. Ekonomi, kültür, siyasal hayatta örgütlenen milliyetçi rekabet, toplumsal bir güce, belleğe, hayata büründü. Aşırılıklar çağından çıkan dünya şimdi yine bir egemenlik savaşıyla yeni bir çağa başlıyor. Sermayenin çıkarının küreselleşmesinin önünde, ulus devletin toprak temelli sınırları, ulusal sınırlar içindeki politik ve ekonomik tekeller, ulus devlet egemenlik işleyişinin güvencesi milliyetçilikler aşılması gereken engellere dönüştü. Sermayenin çıkarının ulusal sınırlar içinde merkezileşme ve yoğunlaşmaya dayalı olduğu aşırılıklar çağında en büyük silahı olan ulus devletler ve milliyetçilikler artık galip gelinmesi gereken “düşman”lardır. Toprak temelli egemenlikleri aşan küresel bir piyasanın kuruluşu içinde özneleşmeyen ulusal egemenlikler savaşla disiplin altına alınmalıdır. Küresel sermayenin emek üzerindeki tahakkümü küresel olarak yeniden kurulmalıdır. Milliyetçilik, ulus devletler arası savaş ve rekabetin diliydi. Artık iş görmüyor. Egemenlik, emeği küresel olarak tahakkümü altına alabilmenin yeni bir söylemine ihtiyaç duyuyor. Ulusal sınırlar altında baskılanan diller, renkler, kültürler ulus devlet egemenliğine karşı bir silah olarak kullanılırken, bütün yerellikler küresel piyasanın işleyişinde özne olmaya çağrılıyor. Farklılıklar, metalaşarak piyasa içinde eşitlenmeye davet ediliyor. Küresel piyasaya eklemlenmeye direnen yerliliklere ise hayat hakkı tanınmıyor. Egemenlerin kendi dilinden söyleyelim: “Hızlı ekonomik ilerlemenin acılı bir uyum süreci yaşanmadan imkansız oluşunun bir anlamı vardır. Eski felsefeler kenara atılmalı, eski kurumlar çözülmeli, kast, inanç ve ırk bağları yarılmalı. İlerlemeye ayak uyduramayan pek çok insan, rahat bir yaşam beklentilerinde hayal conatus 7 kırıklığına uğramak zorunda kalacak. Ekonomik ilerlemenin bütün bedellerini ödemeye istekli çok az topluluk var.” (Birleşmiş Milletler Raporu, 1951) Küresel egemenlik işleyişinin yeni söylemi burada yatar. Sınırları, ulus devletler arasında değil, küresel piyasanın içinde ve dışında olmak arasında çizilen yeni bir ırkçılığın keşfidir bu. Tekleştirerek farklılaştıran milliyetçilikler ve ırkçılıklar karşısında, artık farklılaştırarak tekleştiren küresel bir ırkçılığa teslim olunması isteniyor. Küresel egemenler ile ulusal egemenler arasındaki bu savaş, milliyetçilikler üzerinden taraflaşmaları yeniden örgütlerken bu savaşta taraf olmamayı tercih edenler küresel sermayenin ırkçı egemenliğine karşı mücadele veriyor. Topraksızlar, güvencesizler, göçmenler, yoksullar, Zapatistalar, işsizler, yerliler…Emeğin ve sermayenin yeni bir mücadelesiyle belirlenecek yeni bir yüzyıl başlıyor. Nietzsche 19. yüzyılın başlarında Avrupa’yı saran “ulusal nevroz” hastalığından bahsederken “buradan bir çıkış yolu bilen var mı?” sorusunu bir yakarıştan daha ziyade bir eleştiri olarak ortaya koyuyordu. Ardından bu hastalık tüm dünyaya yayıldı. Öyle ki bu hastalığa karşı üretilen her anti-virüs girişimi yeni virüsler yaratıyor, tarih sil baştan kuruluyordu. Hepimize bir diğerinin “cani, vahşi, medenileşmemiş , asalak” olduğu telkin ediliyordu. Çocukluk masallarımızı kirletiyor, yeni masallara inanmamızı istiyorlardı. Oysa şair’in dediği gibi “Çocukluk taşınabilir bir şeydir / alınsa da elinden geçmişi.” İşte Conatus’u, bu itkiden hareketle, çocukluğumuzun gizil yerlerine ışık tutsun, geçmişimizi gün ışığına çıkarsın, kimliğimizin, kişiliğimizin, bedenimizin devinimlerini, kokusunu gün yüzüne çıkarsın diye bedenleştiriyoruz bugün. Geçmişimizi aklamak ya da karalamak yerine geleceğimize umutla bakmak, bizim olan çocukluğumuzu, emeğimizi geri istiyoruz. George Orwell’ın deyişiyle “bugünü kontrol edenler geçmişi de kontrol ediyor; geçmişi kontrol edenler geleceği de kontrol ediyor.” Conatus, bu nedenle ve buna karşı, Anka kuşu misali, yeniden küllerinden doğuyor: Bugünü kontrol edenlere karşı geçmişi aydınlatmak, geçmişi kontrol edenlere karşı gelecek olma kudretiyle ... Bütün dostlarla yeni bir yola çıktık Conatus’ta. Kendi öznelerini kendi yaratan mülkiyetsiz bir olanak olarak var edebilmek için emek verdik Conatus’a. Bir mail grubundan mutfak yaptık kendimize. Arkamıza ayları aldık, Conatus’u okuyanlarla çevirenlerin, konuşanlarla tartışanların elbirliğiyle geldik. Çorbada tuz oldu herkes, bir külliyatın içinden süze süze geldik yine sayının sonuna. Bir kez daha yeni dostlar, dostluklar, yeni gülüşler, komşuluklarla herkese merhaba... 2 CONATUS Çeviri Dergisi Kasım-Nisan 2007 Yýl 4 Sayý 7 Yayın Türü: Altı aylık yerel süreli yayın. OTONOM YAYINCILIK Adýna Ýmtiyaz Sahibi Haşim Kılıç Yazý Ýþleri Müdürü Sinem Özer Dizgi ve Baský Öncesi Hazýrlýk: Barış Eroğlu Baský: Mart Matbaacılık Sanatları Tel: 0212 321 23 00 Yönetim Adresi: Yeniçarşı Cad. No: 36/6, Beyoğlu, İSTANBUL Tel: 0212 244 87 09 Faks: 0212 292 23 66 e-posta: [email protected] www.conatusdergisi.com Conatus’un Önceki Sayıları 1. anti-kapitalizm 2. emperyalizm - yeni emperyalizm - imparatorluk 3. avrupa birliği 4. değer teorisi ve sınıf mücadelesi 5. kriz teorisi ve öznellik 6. devlet, egemenlik ve iktidar mail grubuna ulaşmak için: [email protected] Fiyatý: 12 YTL Abone Koşulları: Senelik (3 Sayı): 32 YTL Yurt dışı için (3 Sayı): 30 Avro Abonelik ve eski sayılar için iletişim: [email protected] conatus 7 19 7 3 Demokrasi ve Ulus Devlet Rudolf Rocker Hegemonyanın Kökleri: Sınıf Uzlaşımının Mekanizmaları ve Ulus-Halk’ın Ortaya Çıkışı Luis M. Pozo 39 51 65 79 99 103 109 Irkçılık, Milliyetçilik ve Biyo-politika: Foucault’nun Toplumu Savunmak Gerekir’i, 2003 Mark Kelly Es Gibt Keinen Staat in Europa: Günümüz Avrupa’sında Irkçılık ve Siyaset Étienne Balibar Şarkiyatçılık ve Dünya Tarihi Edmund Burke III Egemenliğin Sapkın Sebati Anthony Burke Sykes-Picot Anlaşması 15-16 Mayıs 1916 İlerleme ve Ortak bir Gelecek için Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Ortaklık Sea Island 9 Temmuz 2004 Dördüncü Dünya Savaşı Yardımcı Komutan Marcos 121 Sınırlar, Vatandaşlık, Savaş, Sınıf: Étienne Balibar ve Sandro Mezzadra ile Söyleşi 141 Kaçma Hakkı Sandro Mezzadra 151 Junius Broşürü - Yedinci Bölüm Rosa Luxemburg 165 Programımızda Ulusal Sorun V. I. Lenin 175 Ulusal Kültürün Karşılıklı Temelleri ve Özgürlük Mücadelesi Franz Fanon 6 7 Demokrasi ve Ulus Devlet R u d o l f R o c k e r Çeviren: Sevim Özdemir Ulus Devlet’in, ortaya çıktığı koşulları ve zamanla modern ulus kavramını doğuran demokratik yönü benimsediğini gördük. Ancak Avrupa’daki bu en önemli sosyal değişmenin birçok sonucuna daha dikkatlice baktığımızda ulusun gerçek karakterine dair net bir fikir edineceğiz. İnsanların uyandırılmış ulusal bilincini ulusçu devletin yaratılmasına bağlayan eski görüş, ulus devlet düşüncesine de oldukça hizmet eden bir efsaneden baksa bir şey değildir. Ulus, devletin nedeni değil sonucudur. Ulusu yaratan devlettir, devleti yaratan ulus değil. Aslında, böyle bakıldığında halk ile ulus ve benzer biçimde toplum ile devlet arasında ayrım oluşur. Her toplumsal birim, ortak ihtiyaçlar ve karşılıklı anlaşma temelinde, genel çıkarı temin etmek ve korumak için organik olarak aşağıdan yukarıya inşa edilmiş doğal bir yapıdır. Toplumsal kurumlar zamanla kemikleştiğinde veya gelişme gösteremeyip güdük kaldıklarında bile kuruluşlarındaki amaç, çoğu zaman fark edilebilir. Ne var ki her devlet örgütü, insana bazı yönetenler tarafından yukarıdan dayatılmış yapay bir mekanizmadır ve asla toplumda ayrıcalıklı azınlıkların çıkarlarını savunmak ve güvence altına almak dışında başka bir amacı gerçekleştirmeye çalışmaz. Bir halk, toplumsal birliğin doğal sonucudur, dışsal yaşama koşullarının belirli ölçüde benzerliği temelinde, ortak dil, iklim ve coğrafya nedeniyle var olan özel karakterlerin oluşturduğu karşılıklı bir insan birlikteliğidir. Bu bağlamda, birliğin her üyesinde yaşayan belirli ortak özellikler oluşur ve birliğin toplumsal varoluşunun en önemli parçası meydana gelir. Bu iç ilişki, yapaylıktan çok az beslenir ve ona ancak bu derecede yapay zarar verilebilir. Öte yandan, ulus, tıpkı asla modern devletin politik dininden başka bir şey olmamış olan milliyetçilik gibi, siyasi iktidar mücadelesinin yapay sonucudur. Bir ulusa aitlik, bir halka aitlik gibi, hiçbir zaman derin doğal nedenlerle belirlenmez; o daima siyasi hesaplara bağlıdır ve arkasına her zaman ayrıcalıklı azınlıkların çıkarlarının gizlendiği devlet aklına dayanır. Basitçe, ayrıcalıklı kast ve sınıfın iş temsilcileri olan küçük bir grup diplomat gayet keyfi bir şekilde, rızaları bile alınmamış olan fakat birbirlerine yardım edemedikleri için iktidarın conatus 8 uygulamalarına boyun eğmeleri gereken belirli insan gruplarının ulusal üyeliğine karar verir. İnsanlar ve insan grupları devlet boy göstermeden çok önce vardı. Bugün de yine, devletin yardımı olmaksızın var olur ve gelişirler. Onlar sadece, şiddet kullanarak müdahale eden bir takım dışsal güçler tarafından hayatlarına müdahale edildiğinde ve onları daha önce bilinmeyen düzenlere girmeye zorlanıldığında doğal gelişimlerinden alıkonulurlar. Dolayısıyla ulus, devlet olmadan düşünülemez. Refahı ya da acıları için buna bağlıdır ve varlığını sadece kendi mevcudiyetine borçludur. Sonuç olarak, eğer onu devletten ayırmaya çalışırsak ulusun gerçek doğası daima bizden kaçar ve ona asla sahip olmadığı bir hayat bağışlar. Bir halk her zaman daha dar sınırları olan bir topluluktur. Fakat ulus, bir kural olarak, az ya da çok şiddete dayalı bir biçimde ortak bir devlete girmeye zorlanmış bir farklı halklar ve halk grupları dizisini içerir. Esasen, Avrupa’nın tümünde köken olarak farklı soydan gelen, farklı dili konuşan insanlara sadece hanedanlığa ilişkin, ekonomik ve siyasi çıkarlar sonucunda bir ulus biçimi verilmesiyle oluşmuş olmayan bir devlet yoktur. Demokratik düşüncelerin gelişmesinden etkilenen, ulusal birliği sağlamaya yönelik çabanın büyük bir halk hareketi biçimini aldığı yerlerde bile, İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, söz konusu çaba, iyi bir sonuca yönelemeyecek olan, gerçekten gerici bir çekirdekten çıkmıştır. Mazzini’nin devrimci çalışmaları ve onun birliğini sağlamış ulusçu bir devlet kurmaya olan bağlılığı, bir yandan da gerçek amaçları ulusal ideoloji tarafından gizlenen insanların toplumsal özgürlüğüne bir engel olarak işlev görebildi. Mazzini ile İtalya’nın şimdiki diktatörü arasında çok büyük bir uçurum olsa da, milliyetçi düşünce sistemi, Mazzini’nin politik teolojisinden Mussolini’nin faşist totaliter devletine, düz bir çizgi izler. Dünya Savaşı’nın (I.Dünya Savaşı) bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni kurulmuş ulus devletlere bir bakış, bize kolay kolay yanlış anlaşılamayacak gerçek bir resim sunar. Savaştan önce kendilerini baskı altında conatus tutan yabancı güçlere karşı ayaklanmadan asla vazgeçmeyen aynı uluslar, amaçlarına ulaştıkları bugün kendilerini ulusal azınlıkları baskı altında tutan en zalim güçler olarak gösterirler ve kendilerinin maruz kaldığı ahlaki ve yasal baskılara karşı tam bir hakla, tüm güçleriyle savaşmış olmalarına rağmen bu uluslara eşit derecede sert olan aynı baskıları uygularlar. Bu, en kör insana bile halkların bir ulus devlet çerçevesi içinde uyumlu bir şekilde birlikte yaşamalarının imkansız olduğunu açıkça göstermelidir. Ancak, özgürleşme adına nefret ettikleri yabancı hakimiyetinin boyunduruğundan kurtulan bu halklar, bu yolla hiçbir şey elde edemediler. Çoğu durumda, genellikle eskisinden daha baskıcı olan yeni bir boyunduruk altına alındılar. Polonya, Macaristan, Yugoslavya, Almanya ve Rusya arasındaki sınır devletleri bunun klasik örnekleridir. İnsan gruplarının uluslara, yani, devlet halklarına dönüşmeleri Avrupa’ya yeni bir pencere açmadı, daha ziyade güçlü bir uluslararası tepki duvarı oluşturdu ve bu, bugün toplumsal özgürleşmenin önündeki en tehlikeli engellerden biridir. Bu süreç sonucunda Avrupa toplumu birbirlerini daima şüpheyle ve genellikle nefretle karşılayan karşıt gruplara bölündü ve her ülkede milliyetçilik bu hastalıklı durumu sürekli kılmak için açık gözlerle takipte. Nerde halklar arasında karşılıklı bir yakınlaşma başlasa, orada milliyetçilik tutkunları daima ulusal karşıtlığı alevlendirirler. Çünkü ulusçu devlet bu karşıtlıklar sayesinde yaşar ve bu yapay ayrılığı artık sürdüremediği bir anda yok olmak zorunda kalırdı. Dolayısıyla, ulus devlet kavramı, her ne kadar arkasında pozitif amaçlar gizlemiş olsa da, olumsuz bir ilkeye dayanır. “Ulusal” olan her şeyin arkasında küçük azınlıkların iktidar istenci ve devletteki kast ve sınıfın özel çıkarları bulunur. Gerçekte “ulusun iradesini” yönlendiren onlardır, Menger’in doğru bir biçimde belirttiği gibi, “Olduğu haliyle devletlerin amaçları yoktur, sadece yöneticilerinin vardır”. Fakat birkaç kişinin iradesi bütünün iradesi olabilir –ki ancak böylece tam bir etkinlilik geliştirilebilir-, her entelektüel ve ahlaki açılım, onu kitlelerin dini 9 bilinçlerine yerleştirmeli ve bir inanç meselesi haline getirmelidir. İnancın asıl gücü, artik rahiplerin, ortodoksiyi, diğer herhangi bir dini cemaat taraftarlarından ayıran çizgileri keskin biçimde çekmelerinden gelir. Şeytan’ın kötülüğü olmasaydı, Tanrı’nın büyüklüğü beğenilemezdi. Ulus devletler siyasi kilise örgütleridir; ulus bilinci denen şey insana doğuştan verilmez, öğretilir. O, dini bir kavramdır; insan Katolik, Protestan veya Yahudi olduğu gibi Alman, Fransız, İtalyan olur. Avrupa’da demokratik düşüncelerin yayılmasıyla birlikte çeşitli ülkelerde milliyetçiliğin yükselişi başlar. Yalnızca, en azından teoride her yurttaşın ülkesinin siyasi hayatına katılmasını ve hükümetin seçilmesinde taraf olmasını anayasal hak olarak güvence altına alan yeni devletin yaratılmasıyla ulusal bilinç, kitlelerin içinde kök salabilir ve bireyin ulusun büyük siyasi birliğinin bir üyesi olduğu ve ayrılmaz biçimde onun içinde büyüdüğü ve onun içerik ve amacına kendi varlığını feda ettiği inancıyla beslenir. Demokrasi öncesi dönemde, bu tip bir inanç toplumun büyük kitlelerine tamamen yabancı kalarak, yalnızca ayrıcalıklı sınıfların dar çevresinde kökleşebilirdi. Oldukça haklı bir biçimde Lassale’in işaret ettiği gibi: “Özgür bağımsız uluslar ilkesi, genelde demokrasi kavramının temeli, kaynağı, anası ve kökenidir. Demokrasi, kendi varlığını ortadan kaldırmadan, kendisini her türlü kuramsal mazeretten yoksun bırakmadan, temelde ve prensipte kendisini aldatmadan ulusalcılıklar ilkesini ayakları altında çiğneyemez. Tekrar ediyoruz, demokrasi ilkesinin temeli ve hayat kaynağı özgür uluslar ilkesindedir. Bu ilke olmadan, havada kalır.”1 Bu anlamda da demokrasi özü itibariyle liberalizmden farklıdır, liberalizmin bakış alanı tüm insanlığı bir bütün olarak ya da en azından Avrupa-Amerika kültür alanına ait ya da aynı toplumsal koşullar içinde gelişmiş olan kısmını kapsar. Liberalizmin bakış açısı bireyden başladığı ve Ulus, devletin nedeni değil sonucudur. Ulusu yaratan devlettir, devleti yaratan ulus değil toplumsal ortamı, kurumları insanlığın yararına veya zararına oluşuna göre bağdaştırdığı için, ulusal sınırlamalar liberaller için önemsizleşir ve ancak, “Dünya benim ülkemdir, bütün insanlar kardeşimdir!” diyen Thomas Paine ile hem fikir olabilirler. Ancak ortak iradenin müşterek kavramı üzerinde kurulan demokrasi, devlet kavramına çok daha yakındır ve devleti ortak iradenin temsilcisi haline getirir. Demokrasi sadece “ulusal ruhu” yeni bir hayat olarak donatmakla kalmadı, aynı zamanda ulus devlet kavramını mutlakıyet yönetimi altında tanımlanabileceğinden çok daha keskin bir biçimde tanımladı. Fransız tarihinin açıkça gösterdiği gibi, mutlakıyetçi devletin liderleri, hiç durmadan çok daha güçlü bir biçimde ulusal güçleri birleştirmeye ve ülkenin tüm idaresini merkeziyetçi bir yönergeye oturtmaya getirmeye çalışsalar da bunu yaparken, her zaman hanedanın çıkarlarına öncelik verdiler, kendi asil niyetlerini gözlediklerinde bile. Demokratik dönemin başlamasıyla, hanedanlığa ait tüm varsayımlar ortadan kalkar ve bu haliyle ulus siyasi olayların odak noktası haline gelir. Bu nedenle, devlet yeni bir ifade kazanır. Artık o, sınırların içinde yaşayan herkesi bir bütünün eşit derecede ayrıcalıklı üyeleri olarak kapsar ve onları gerçeklikte birleştirerek bir ulus devlet olur. Soyut bir siyasi eşitlik ilkesiyle doldurulmuş olduğundan, demokratik ulusçuluğun temsilcileri ulus ve ulusallık arasında bir ayrım yaptılar. Onların düşündüğü ulus, dil ve kültür topluluğuyla conatus 10 birleştirilmiş ve kendini bağımsız bir devlet organı altında toplamış siyasi bir grup olmalıydı. Öte yandan ulusal topluluklar olarak bu insanlar, yabancı bir devlete tabi, siyasi ve ulusal bağımsızlığını elde etmeye çalışan halk grupları sayılırlar. Demokratik ulusçuluk, kendilerini ulus biçimine sokmaya çalışan, ezilen ulusların mücadelesinde göz ardı edilemez bir hak iddiası gördü ve bu ruh üzerinden faaliyet gösterdi. Eğer bir ulusun tek bir yurttaşı, kendisine anayasa tarafından sağlandığı gibi, bütün hak ve özgürlüklerinden bir engel olmaksızın yararlanmak istediği bir durumda dahi ulus, temsiliyetinde hiçbir yabancı güce tabi olmamalı ve siyasi bağımsızlığı içinde bütün uluslar eşit olmalıdır. Bu çabalar, siyasi veya toplumsal önemine bakılmaksızın, her ulusun ve ulusallığın kuramsal olarak eşitlik hakkına sahip olduğu düşüncesine dayanır. Fakat burada hak en başından anlaşılacağı gibi siyasi iktidar amacı güden devletin çabalarıyla uyum sağlamaya dönük eşit haklardır. Ülkelerinin demokratik düşüncelere karşı kapatılamayacağını anlayan Avrupalı devlet yöneticileri, sayıları arttıkça, ulusallık ilkesinin, kendi çıkarlarını uygulamada, el altından yürütülebilecek mükemmel bir araç olduğunu daha açık görürler. I. Napolyon’un geldiği soy, yanlış önyargılarla meşru krallığın birçok temsilcisinden çok daha az kurcalandığından dolayı, kendi gizli planlarını ulusalcı ilkelerin yardımıyla nasıl uygulayacağını oldukça iyi anladı. Bu nedenle Mayıs 1809’da Macarlar’a, Avusturyalı boyunduruğundan kurtulmaları çağrısında bulunduğu, o iyi bilinen mesajını Schonbrunn’dan yolladı. “Sizden hiçbir şey istemiyorum” diyordu kraliyet mesajı. “Sadece sizi özgür ve bağımsız bir ulus olarak görmek istiyorum.” Biz, bu bonkör ifadenin ne anlama geldiğini biliyoruz. Napolyon için, Fransızlarin bağımsızlığı içtenlikle umurunda olmadığı gibi, Macarların bağımsızlığının da hiçbir önemi yoktu. Onun kalbinde yatan asıl şey, siyasi iktidarı elde etme planlarıydı. Bunları gerçekleştirmek için, İtalyanlarla, İliryalılarla, Polonyalılarla, on dört yıldır büyük ulusla oynamış olduğu aynı komediyi conatus oynadı. Napolyon’un ulusallık ilkesinin, kendi siyasi amaçları için ne kadar önemli olduğunun nasıl açıkça farkına vardığı, Napolyon’un bir dostu tarafından belgelenen St. Helena üzerine bir açıklamasında belirir: Alman prensleri arasında, Almanları belirli bir hanedanlığın altında birleştirme bahanesiyle, halkın arasında oldukça yaygın olan Almanya’nın ulusal bütünlüğü fikrini kullanacak kadar cesaretli birinin neden bulunamadığını garipsemedi. O zamandan beri, ulusallık ilkesi Avrupa siyasetinde önemli bir yer üstlendi. Bu nedenle, Napolyon Savaşları’ndan sonra İngiltere, sadece –İngiltere’nin siyasi ve ekonomik ilerlemesine karşı durabilecek – kıta diplomasisi bu yolla zorluklar yarattığı için kıtadaki baskı altındaki halkların haklarını destekledi. Ancak tabi ki İngiliz diplomatlar bir an için bile İrlandalılara aynı hakları vermeyi düşünmediler. Lord Palmerston bütün dış politikasını bu yöntemle yönlendirdi, fakat ezilen ulusların en çok yardıma ihtiyaçları olduğu vakitte onlara yardım etmek kurnaz İngiliz devlet adamlarının akıllarına hiç gelmedi. Aksine, Palmerston, bu ulusların özgürlük çabaları Kutsal İttifak’ın pençeleri altında can verirken olanları en barışçıl ruhuyla seyretti. III. Napolyon da sadece kendi hanedanının çıkarlarını göz önünde bulundururken ezilen ulusların savunucusuymuş gibi yaparak aynı kurnaz siyaseti izledi. İtalyan özgürlük hareketinde oynadığı, Nice ve Savoy’un Fransa’ya katılmasıyla sonuçlanan rolü, bunun inandırıcı bir kanıtıdır. Benzer şekilde Sardinya Kralı Carl Albert, net bir öngörüyle kendi hanedanına ne gibi avantajlar getireceğinin farkına vardığı için tüm gücüyle İtalya’daki özgürlük hareketini destekledi. Devrimci milliyetçiliğin en radikal savunucularından Mazzini ve Geribaldi, daha sonra Sardinya veliahdının, onların demokratik bir cumhuriyet olarak tasarladıkları, Birleşik İtalya’nın kralı olarak, kendilerinin hayatlarını vakfettikleri eylemlerinin meyvelerini nasıl topladığına seyirci kalmak ve bunu izlemek zorunda kaldılar. 11 Ulusal duyguların devrim süresince Fransa’da bu kadar çabuk kök salması ve bu denli muazzam bir büyüme elde etmesi, esasen devrimin Fransa ve sürekli savaşların daha da yaygınlaştığı eski Avrupa arasında büyük bir uçurum yaratmasında aranabilir. Her şeye rağmen bütün ülkelerdeki en iyi ve en değerli beyinler “insan hakları bildirgesini” katışıksız bir coşkuyla, Avrupa’da artık özgürlük ve eşitlik çağının başladığına yürekten inanarak karşıladılar. Daha sonra Napolyon’un hâkimiyetine karşı Almanya ayaklanmasında her şeyini ateşe atarak riske giren çoğu kişi bile devrimi içten bir sevinçle selamladı. Fichte, Gorres, Hardenberg, Schleiermacher, Benzenberg ve diğer birçoğu, başlangıçta tamamen, Fransa’dan çıkan devrimci düşüncelerin büyüsüne kapıldılar. Kendisini imparator ilan etmesinden ve işgal niyetini çok daha açık bir biçimde ifade etmesinden sonra General Bonaparte’dan vazgeçmek, önceleri General Bonaparte’ın- onu Avrupa’da gelmekte olan toplumsal yeniden yapılanmanın aracı olarak gördükleri için- en ateşli hayranlarından olan Jean Paul, Beethoven ve diğer birçoğu gibi adamları harekete geçiren özgürlük arzusu için acılı bir hayal kırıklığı oldu. Devrimin arifesinde Almanya’da trajik bir gerçeklik olan umutsuz siyasi koşullar göz önüne alındığında Almanya’daki iyi beyinlerin çoğunun Fransa için duyduğu sınırsız coşku kolaylıkla anlaşılabilir. Alman imparatorluğu artık sadece kendi pisliğinde çürüyen bir ülkeler grubuydu; yönetici sınıfı, içten yaratıcı bir itki meydana getirecek durumda değildi ve bu nedenle eski kurumlara çok daha sıkı bağlıydı. Güçlükle sarılan yaraları II. Frederick’in fetihleriyle yeniden açılan Otuz Yıl Savaşları’nın berbat talihi şanssız ülkelerin halkını şaşmaz damgasıyla damgalamıştı. Treitschke Alman Tarihi adlı eserinde “isimsiz acılarla dolu bir nesil, yurttaşların cesaretini kırdı ve küçük adamı güçlünün önünde sürünmeye alıştırdı. Bizim özgür ruhlu dilimiz alçakça boyun eğme hilesini öğrendi ve biçimsizi olduğundan çok daha fazla değerli gösteren sözcükler, bugün bile tamamen kurtulunamamış olan köle gibi konuşma biçimini içermeye başladı.” Devrimin başlangıcında nüfusun üçte ikisi ifade edilemeyecek kadar kötü koşullarda, kölelik durumundaydı. Ülke, kalpsiz egoizmleriyle boşalan hazinelerinin bedelini sefil varlıkların hayatlarıyla ödenmiş kanlı paralarıyla doldurmak için kendi tebaasını yabancı güçlere, düşmanı oyalamak amacıyla kullanılan askerler olarak satmaktan geri durmayan sayısız küçük despotun acımasız boyunduruğu altında inim inim inledi. Bütün düşünen tarihçiler, bu mutsuz ülkeye içten hiçbir özgürleşmenin gelemeyeceğinde hemfikirdiler. Fransa’ya karşı korkunç bir nefret besleyen Ernst Morris Arndt bile bu sonucu tartışamazdı. Dolayısıyla Fransız işgali başlangıçta önüne geleni silip süpüren gürültülü bir kasırga etkisi yarattı. Fransız orduları bu toprağa devrimci ruhu getirdiler ve bu toprakta yaşayan insanların kalplerinde daha önce bilinmeyen insan haysiyeti hissini uyandırdılar. Devrimci düşüncelerin Fransa sınırlarının ötesine yayılması Fransız cumhuriyetinin Avrupa mutlakıyetçiliğine karşı başarılı mücadelesinde en korkulan silahlarından biriydi; çünkü o çoğunlukla halk amaçlı olmayı prenslerin güdümünde olmaktan ayırma niyetindeydi. Napolyon bir an bile bu paha biçilmez silahtan vazgeçmeyi düşünmedi. Bu nedenle, ne zaman onun muzaffer bayrağı bir ulusun üzerinde dalgalansa, işgal edilen toprakların yerlilerini kendine çekmek için geniş kapsamlı reformlar getirdi. 1801’deki Luneville Barışı Alman imparatorunu Ren Nehrini Almanya ve Fransa arasında sınır olarak kabul etmeye zorladı. Anlaşmalara göre Ren’in sol yakasında bulunan laik yöneticiler imparatorluğun iç bölgelerine getirilmeliydi. Dolayısıyla artık, Alman prenslerinin “kalıtsal düşmanla” yaptığı, diğerleri pahasına ve tüm prensler birlikte düşünüldüğünde halk pahasına, kapmayı umut ettikleri toprağın her parçası için alçakça bir takas başladı. “Ulusun en soyluları”, anlaşmada belirtilen bölümleme yönteminde kendilerine iltimas geçilmesi için Napolyon ve onun bakanları önünde dövülmüş sokak köpekleri gibi yaltaklık ettiler. Tarihte bu conatus 12 soylular arasında hangisinin daha çok alçaldığını göstermek amaçlı karşılaştırmalı bir örnek bulmak zordur. Freiherr von Stein Rusya imparatoriçesine kendi maiyeti önünde oldukça haklı bir biçimde Almanya’nın yıkımının nedeninin prenslerinin soysuzluğu olduğunu söyledi. Şüphesiz Stein devrimci değildi. O, herkesin bildiği gerçeği açıkça söyleme cesaretine sahip dürüst bir adamdı. Dahası Alman yurtsever Ernst Morris Arndt, sert bir aşağılamayla şöyle yazdı: Yardım edebilenler geri döndü; diğerleri ezildi. Dolayısıyla güçlülerin birliği düşmanla kaldı ve alçaklar açıkça ayıplanmadı; hatta kendilerini ve kendi kendilerine ve diğerlerinin şerefi üzerinden bu onursuz alışverişi sürdürenleri de kurtarıcı ilan etmeye kalkıştılar. Barış hakkında pazarlık ettiler; burada Alman prensleri hakkında söylenecek çok şey oldu; asla Alman halkı hakkında bir şey olmadı. Prensler, hiçbir zaman ayrı bir taraf olarak, ulustan bu kadar uzak- hatta esasen onun karşısında- durmamışlardı ve bu prensler, ona karşı ganimetten pay almak için yenilmiş gibi davrandıkları, büyük, erdemli ve güçlü halkın bakışı karşısında utanmadılar. Adaletsizlik adaletsizlikten, zor zordan, ayıp ayıptan doğar ve Moğol imparatorluğu gibi Avrupa da harabelerin içine gömülecek....Bunun için siz, prensler, terazi tutan yargıçlar gibi ya da kılıç tutan mareşal gibi değil tüccarlar gibi, zengin Yahudiler gibi davrandınız ve onlar gibi olduğunuz için böyle davranıyorsunuz.2 Austerlitz (1805) savaşından ve Ren İttifakı’nın kurulmasından sonra İmparator Francis’e Alman İmparatorluğu’nun çözülüşünü ilan etmek dışında bir şey kalmadı, aslında bu zaman da almadı. On altı Alman prensi, Napolyon’un himayesi altına girdiler ve bu büyük yurtsever tavır dolayısıyla zengin bir ganimet elde ettiler. Fakat yurtsever tarihçiler, ulusa bu açık ihanetten sonra, artık Prusya monarşisi bunu yabancı Fransız hakimiyetine karşı Alman conatus halkının son koruyucusuymuş gibi gösterdiğinde, yapılan şey, kasti bir şekilde tarihsel gerçekleri değiştirmedir. Prusya içte imparatorluğun diğer parçalarında olduğu gibi hastalıklı ve ahlaken çürümüş durumdaydı. 1806 bozgunu, Prusya ordularının Jena ve Auerstadt’taki korkunç yenilgisi, kalelerin soylu koruyucular tarafından gerçek bir direniş göstermeye çabalamaksızın Fransa’ya utanç verici bir şekilde teslim edilmesi, kralın Rusya sınırına kaçışı (bu iğrenç ve feci düşünceler içinde sefil ayrıcalıklarını korumak dışında hiçbir kaygısı olmayan) Prusya aristokrasisinin aşağılık entrikaları, daha sonra Prusya’da yaygınlaşan koşulları yeterince nitelendiriyor. “Yüceltilen müttefikler”, Rusya, Avusturya ve Prusya arasındaki ilişkilerin acıklı tarihinin tümü, tarihte benzerinin zor bulunabileceği korkakça soysuzluğun ve alçakça ihanetin ayin günü gibidir. Sadece yurtseverlikleri sahte bir bağlılıktan daha fazla olan küçük bir grup dürüst insan, ülkede gizli örgütler ve açık propagandayla direnişe cesaret etti, bu yöntem gittikçe daha kolay hale geldi; çünkü Napolyon’un askeri yönetimi ağırlıkla, o zamanlar, oğulları savaşın Fransız ordusunda yarattığı boşlukları doldurmaya mecbur bırakılan, sömürülen 13 ülkelerin halkına dayanıyordu. Ne Prusya monarşisi ne de Prusyalı Alman-aristokrasisi bu tip bir görevi becerebilirdi. Aksine onlar, ayrıcalıklarını tehlikeye atma tehdidi taşıyan her çabaya karşı çıktılar ve Stein, Gneisenau, Scharnhorst, Fichte, Arndt, Jahn, ve hatta Blucher gibi adamlara açık bir şüpheyle davrandılar. Sadece mecbur bırakıldıklarında bunun kaçınılmazlığını açığa vurdular ve ilk fırsatta da ihanet ettiler. III. Friedrich Wilhelm’ın Stein’e karşı karaktersiz tutumu ve Prusya bürokrasisinin onun aracılığıyla Alman yurtseverlerinin çalışmalarını bozmayı istediği alçak komplo, oldukça dokunaklı bir efsane anlatır. Böylece, Prusya monarşisi Alman prenslerin bu üzücü efsanesinde hiç bir istisna meydana getirmez ve Seume şunları yazdığında oldukça haklıdır: “Ulus ne umut etmiş ya da ulus için ne umut edilmiş olursa olsun prensler ve soylular, anlamsız ayrıcalıklarını korumak için şüphesiz bu umutları yok eder. Napolyon’un en iyi adamları Alman prensleri ve soylularıdır... Bizler şimdi gerçekten, Cicero gibi, dostlarımız ya da düşmanlarımız için zafer istemeli miyiz istememeli miyiz noktasına geldik. Burada yılanlar, daha ötede akrepler.” Ancak, Almanya’nın ulusal uyanışı için çalışmış ve “özgürlük savaşı” denilen mücadelede önemli yerler almış insanlar da, her ne kadar Prusya aristokratları tarafından yeteri kadar sıklıkta Jakoben olmakla suçlansalar da hiçbir anlamda devrimci değillerdi. Hemen hemen hepsi krallık istiyordu ve gerçek bir özgürlükçü düşünceye hiç değmemişlerdi. Fakat bir şeyi açıkça fark etmişlerdi: Eğer bir ulus hiçbir hak olmadan, serflerden ve soylulardan oluşturulursa ve halkın büyük kitleleri yabancı hâkimiyetine karşı savaşmak için ayaklandırılırsa, her şeyden önce soyluların aşırı ayrıcalıklarını kaldırmakla işe başlanmalı ve halktan insanların bu zamana kadar kendisinden esirgenmiş anayasal hakları onlara verilmelidir. Scharnhorst şöyle der: “Biri ulusa kendine güven hissi aşılamalı. Kendisiyle ilgilenebilmesi için biri ona kendisiyle tanınır olma şansını vermeli; çünkü ancak böylece kendisine saygı duymayı öğrenecek ve diğerlerinden kendisine saygı duymalarını isteyecek. Yapabileceğimizin tümü bunun için çalışmaktır. Önyargı bağlarını koparmak, yeniden doğuşu sağlamak ve desteklemek ve asla özgür gelişmeye karşı olmamak –bizim en çok etkin olduğumuz nokta bunun ötesine geçemez.” Yine aynı şekilde Temmuz 1807 hatırasında Gneisenau, bir Avrupa düzeninin ancak, bir anayasa ve ulusun ulusal güçlerini özgürleştirmek için tüm sınıfların eşitlenmesiyle Fransa’ya benzemeye karar verebilmesiyle düşünülebileceğini belirtir: “Eğer diğer devletler bu dengeyi yeniden kurmak istiyorlarsa, bizzat kendileri arz kaynaklarını yeniden açmalı ve onları kullanmalıdır. Devrimin sonuçlarını kabul etmeli ve böylece kendi ulusal güçlerinin yabancılara karşı durabiliyor olmasının ve devrimin tehlikelerinden kaçabiliyor olmanın çifte avantajını elde etmeliler- devrimin tehlikeleri onlar için geçmiş değil; çünkü onlar gönüllü bir değişiklikle şiddetli bir değişiklikten kaçınmaya istekli değiller.” Tilsit barışı zamanında Napolyon’un emriyle Friedrich Wilhelm tarafından azledilmiş olan Hardenberg bunu daha açık bir biçimde ifade eder. 12 Eylül 1807’de, Prusya Devleti’nin Yeniden Kurulması’nın yıl dönümü anmasında, şunu söyler: “Devrime en iyi eski kurumlara bağlı kalarak ve onun getirdiği ilkeleri şiddetle reddederek karşı koyulabileceği yanılsaması devrime yardımcı olmaya büyük katkı sağlamakta ve ona adım adım büyüyen bir alan sunmaktadır. Bu ilkelerin gücü o kadar büyüktür, onlar o derece genel kabul görmekte ve o kadar yaygınlardır ki conatus 14 onları benimsemeyen devlet ya kendi yıkımına ya da bu ilkelerin zorla kabulüne doğru gider... Monarşik bir yönetimin içinde demokratik ilkeler, bu çağın mevcut ruhuna en uygun biçim olarak görünmektedir.” Dolayısıyla bunlar Alman yurtseverleri arasında var olan düşüncelerdi. Kesinlikle Fransız sever olarak suçlanamayacak Arndt bile, büyük devrimin Avrupa çapında öneme sahip bir olay olduğunun farkına vardı ve şu sonuca ulaştı: “Bütün devletler, hatta henüz demokratik rejime dönüşmemiş olanları bile, yüzyıldan yüzyıla daha demokratik olacaklar.” Tam anlamıyla muhafazakâr bir ruh taşıyan ve tüm devrimci hareketlere açıktan karşı çıkan biri olan, Baron von Stein da devletin yeniden doğuşunun ve yabancı boyunduruğundan kurtulmasının yalnızca serfliğin kaldırılmasıyla ve bir milli meclis kurulmasıyla mümkün olduğu sonucuna varmaktan kaçamadı. Bununla beraber, Stein, kendisi için Schon tarafından hazırlanan “Siyasi Vasiyet/Ahit”ine şu ifadeyi ekletmeye özen gösterdi: “Kralın hakkı ve iktidarı benim için kutsaldır ve hepimiz için de öyle kalmalı. Fakat bu hak ve sınırsız iktidar kendisine içkin olan iyiyi ifade etmelidir, en yüksek gücü vermek bana kralın insanların isteklerini öğrenebilmesi ve onların amaçlarına hayat verebilmesinin aracı olabilmesi adına zorunlu görünüyor.” Şüphesiz bunlar devrimci düşünceler değildi, ancak yine de Stein en ılımlı reformları yerine getirirken bile en büyük güçlükle karşılaştı. Onu arkasından devamlı kınayan ve hatta onun yurtsever planlarını bozmak için ülkelerine ihanetten geri durmayanların sadece “ulusun en soyluları” olduğu iyi bilinir. Gerçek şu ki ünlü Ekim 1807 Kurtuluş kararnamesi serfliği sözde kaldırırken, bu kararnameyi kaleme alanlar soylu toprak sahiplerine en düşük düzeyde bile dokunmaya cesaret edemediler. Dolayısıyla, eski serfler ücretli köleler oldular ve eğer koşulsuz biçimde efendilerinin iradesine teslim olmamışlarsa, efendilerinin istediği zaman topraktan atılabilir duruma geldiler. conatus Benzer biçimde Hardenber’in yönetiminde geliştirilen 1811 Düzenleme Kararnamesi esasında kırsal nüfusu Fransa’ya karşı direnişe teşvik etmek için tasarlanmıştı. Mülkiyet yasasında bir değişiklik yaparak eski serfleri toprak sahibi olabilecek hale getirmek düşüncesi, onların yabancı hâkimiyetine karşı savaşmaya daha istekli olmalarını sağlamaya yönelik bir çabaydı. Ancak, Fransız orduları ülkeyi boşalttıktan sonra, hükümet utanmazca bütün verdiği sözleri bozdu ve kırsal bölgelerdeki halkı, onlara soyluların dayattığı yoksulluk ve sefillikle baş başa bıraktılar. Alman prenslerini, tebaasına tüm adalet sözlerini vermeye ve uyanmış yurttaşlığı harika şeylerin vaat edildiği bir anayasayı bekler halde bırakmaya iten, koşulların zorlamasıydı. Prensler, Almanya’yı Fransız egemenliğinden kurtaracak tek şeyin, Avusturya bu düşünceye ne kadar karşı olursa olsun,“halk savaşı” olduğunun farkına varmışlardı. İspanya’daki olaylar çok açık biçimde dile getirildi. Böylece, soylu lordlar birden bire halkı ne kadar içtenlikle sevdiklerinin farkına vardılar ve –gönüllerinden değil ihtiyaçlarından hareketle- kitlelerin ayaklanmasının azalmakta olan statülerini desteklemek için en son çare olduğunu gördüler. Kalish’in başvurusunda Rus çarı gelecekteki özgür ve birliğini sağlamış Almanya’nın yeminli garantörü gibi göründü ve Prusya kralı onun sadık uyruklarına bir anayasa sözü verdi. Bu vaatler bile sadece bir idraksizlik içinde bitki gibi büyüyen kitlelerin üzerinde özel bir etki yaratmazdı, ama burjuvazi ve özellikle gençlik yurtsever coşkuya ve Barbarossa’nın dirilişi ve tüm iktidarı ve şanıyla eski imparatorluğun yeniden kuruluşu rüyasına kapıldı. Her şeye rağmen, Friedrich Wilhelm hala tereddütlüydü ve kendisini iki tarafa karşı da korumak istedi. Rusya’nın zaferi ve Moskova yangını Napoleon’un büyük ordusunu yok ettiğinde ve onu umutsuzca Fransa’ya sürdüğünde bile kral halen bir çözüme varamamıştı, çünkü Prusya hanedanının çıkarları onun yüreğine, ne kendisinin ne de onun Doğu-Elbian aristokrasisin anlamış olduğu puslu bir Almanya’dan daha yakındı. Ancak gittikçe artan 15 yurtsever tutkunun baskısı altında en sonunda savaşa karar verdi –çünkü, esasında başka hiçbir kapı ona açık değildi. Söz konusu günlerde yurtseverlerin düşüncesi, Blacher’in Scharnhorst’a yazdığı 5 Ocak 1813 tarihli ilginç mektubunda açıkça görülebilir, bu mektupta başka şeylerle birlikte şöyle der (onun İngilizce bilgisizliğine rağmen anlaşılabildiği kadar): “Şimdi (1809) 9 yılında zaten önermiş olduğumu gerçekleştirmenin zamanı; yani tüm ulusu orduya çağırmanın ve eğer prensler gönüllü değilse, onları Bonaparte ile birlikte ülke dışına atmanın zamanı. Sadece Prusya için değil bütün Alman yurdu diriltilmeli ve ulus yeniden kurulmalı.” Fakat bu, Almanya’nın birliğini yurtsever savunucularının hayal ettiğinden oldukça farklı sonuçlandırdı. Büyüklerin bütün vaatleri, Napolyon yenilir yenilmez ve yeni işgal tehlikesi kalkar kalkmaz dumanda kayboldu. Anayasa yerine Kutsal İttifak, umut edilen yurttaşlık hakları yerine Carlsbad Kararları ve lafazan zulmü geldi. Bu biçimsiz çocuk, “Alman İttifakı” - Jahn onu Deutscher Bunt diye adlandırdı3- istenen birliğin bir yedeği olarak iş görmek zorunda kaldı. Birlik sağlama düşüncesi hükümet tarafından yasa dışı ilan edildi. Hatta Metternich “Alman halkını bir Alman imparatorluğu altında birleştirmeyi istemekten daha lanetli bir düşünce” olmadığını söyledi ve Mainz’de soruşturma yapan görevliler, özellikle Jahn’a şiddetle karşıydılar; çünkü o hiç de doğru olmayan “Alman birliğinin en tehlikeli doktrinini” ilk savunan kişiydi. Fichte’nin Alman Ulusuna Söylevler’i yasaklandı, büyük yurtseverler gerici fırsatçılara teslim edildi. Arndt suçlandı ve cezalandırıldı; Schleiermacher sadece polis gözetimi altında konuşma yapabildi; Jahn zincire vuruldu ve hapse gönderildi; hatta beraatından sonra bile, özgürlüğüne yıllarca sınırlamalar getirildi. Napolyon tarafından “beşinci büyük güç” olarak adlandırılan Ren Merkurisi’nde4 Fransızlara karşı ulusal ayaklanmaya çok büyük katkıda bulunan Gorres, kaçmak ve “kalıtsal düşmanın” topraklarında, Prusya polisinin Demokrasi sadece “ulusal ruhu” yeni bir hayat olarak donatmakla kalmadı, aynı zamanda ulus devlet kavramını mutlakıyet yönetimi altında tanımlanabileceğinden çok daha keskin bir biçimde tanımladı muamelesine karşı korunma talep etti. Gneisenau istifa etti. Boyen, Humboldt ve diğerleri de aynısını yaptı. Öğrenciler Birliği dağıtıldı ve üniversiteler polisin ahlaki gözetimi altına alındı. Bir halk hiçbir zaman bu derece utanmazca ve akıllıca zaferinin meyvelerinden mahrum bırakılarak aldatılmamıştır. Ancak, şu unutulmamalı ki Fransız hâkimiyetinin yıkılmasının sonuçlarına büyük umutlar bağlayanlar sadece küçük bir azınlıktı ve onlar yurttaşlık hakları temelinde Alman birliğinin sağlanmasının zamanının geldiğine gerçekten inandılar. Büyük kitleler, her zaman olduğu gibi, “kurtuluş savaşı” denen şeye zorla itildiler ve onlar sadece vazifeşinas bir boyun eğişle soylu prenslerini izlediler. Bu nedenle sadece halkın yükselen tepkisinin terörizmi altında zapturapt altına alınması anlatılabilinir. Heine, “Romantik Okul” hakkında yazdığı makalelerde şunu yazarken oldukça haklıydı: Tanrı, kar ve Cossacks5 Napolyon’un en iyi güçlerini yendiğinde, biz Almanlar yabancı boyunduruğunu atmak için En-Yüce emri aldık conatus 16 ve çok uzun sürmüş olan esaretin üzerine insani gazabın ateşini alevlendirdik ve kendimizi iyi melodilerle ve Korner’in kötü mısralarıyla coşturduk, savaştık ve özgürlüğü elde ettik; bize prenslerimizin emrettiği her şeyi yapmak için. Rudolf Rocker, Democracy and National State, Nationalism and Culture içinde, http://flag.blackened.net/rocker/works.htm Benzer biçimde, kurtuluş savaşına şahit olan ve şeyleri alaycı Heine’den daha derinlemesine inceleyen Goethe de bu konuda aynı düşünceye sahiptir. Ulusların Leipzig’deki kanlı savaşından kısa bir süre sonra Luden’le girdiği bir tartışmada şöyle dedi: “Alman halkının uyanışından, yükselişinden ve bu halkın kendisinin bir daha başardığı ve bedelini kanıyla ve hazinesiyle ödediği şeyden, yani özgürlükten, mahrum bırakılmasına izin vermeyeceği düşüncesinden bahsediyorsunuz. Fakat bu halk gerçekten uyanık mı? Ne istediğini ve neyi başarabileceğini biliyor mu? Ve her hareket bir başkaldırı mı? Zorla yapmaya kışkırtıldığı şeyi yapar mı? Biz burada binlerce genç ve eğitimli insandan bahsetmiyoruz; biz burada kitlelerden, milyonlardan bahsediyoruz. Ve başarılan veya kazanılan şey nedir? Siz özgürlük diyorsunuz. Buna kurtuluş deseydiniz belki daha iyi olurdu, ki bu yabancının boyunduruğundan değil, fakat yabancı bir boyunduruktan kurtuluştur. Artık hiç Fransız, hiç İtalyan görmediğim doğru, ama bunun yerine Kozanları, Başkurtları, Hırvatları, Maygarları, Cassubeleri, Samlanderleri, esmer ve diğer renklerde süvari askerleri görüyorum. Uzun bir süre hep batıya bakmaya alıştık ve bütün tehlikeleri oradan bekledik, fakat dünya doğunun ötesine de uzanır.” Goethe haklıydı. Doğudan bir devrim gelmedi, on yıllar boyunca Avrupa halkının üstüne bir karabasan gibi çöken ve bütün dini hayatı zaptetmekle tehdit eden Kutsal İttifak geldi. Almanya, yabancı Fransız hâkimiyetinden olduğu kadar daha sonraki soylu “kurtarıcıların” alçak tiranlığında da başka hiçbir yerde ve asla görmediği kadar zarar gördü. conatus 1 Ferdinand Lassalle, Der Italienische Krieg und die Aufgabe Preussens 2 E. M. Arndt, Geist der Zeit: Erster Teil, Kapitel Vll. 3 Jahn’ın yanlış yazımı “Deutscher Bunt,” Alman uydurması” anlamına gelebilir (ç.n.) 4 Merkuri: Zamanın Fransa’sında tüccarların kurduğu bölgesel antlaşmalara bağlı olarak ticaret yapan küçük meslek birlikleri (ç.n.) 5 Cossacks: Doğu Avrupa ve Rusya’nın kuzey steplerinde yasayan, güvenebilirlik, askeri beceriler ve atçılıkta uzmanlaşmış geleneksel bir insan topluluğudur. Napolyon’un Rusya’yı işgali sırasında en büyük destekçi grup olmuşlardır. (ç.n.) “İnsanlık çok eskidir oğlum. Milyonlarca, milyarlarca insan, milyarlarca düşünce yaratmışlar. Milyarlarca destan, türkü, şiir yaratmışlardır. Şu insanların birinci derdi de kendinin ve insanların gizine ulaşma çabası olmuştur. Bugün, insan evrende insanı bildiği kadar hiçbir şeyi bilmez. İnsan insan olduğundan bu yana öldürmekten, savaştan iğrenmiştir ya gene de öldürmüştür.” Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Bir Ada Hikayesi 1, Adam Yayınları, s. 245 18 19 Hegemonyanın Kökleri: Sınıf Uzlaşımının Mekanizmaları ve Ulus-Halk’ın Ortaya Çıkışı L u i s M . P o z o Çeviren: Akın Sarı Giriş Herhangi bir egemen grubun madun olan üzerindeki iktidarının ortak nedeni olarak, kolektif amaçları ya da bir bütün olarak toplumun genel çıkarlarının gerçekleştirilmesini sağlaması gösterilir (Beetham, 1991: 46); ve Beetham’ın dikkat çektiği gibi, egemen ve madun olanı kuşatan bir toplum düşüncesi, meşruluğu korumak açısından merkezidir (a.g.e: 82-90). Ancak Beetham, “her türlü kolektife farklılaştırılmamış bir bütün olarak davranmanın, tanımlanabilir amaçlar ve çıkarlarla tek bir varlık olarak bakmanın, bu amaçların ve çıkarların yolunun iktidarın içsel ilişkileri yoluyla ve aracılığıyla kurulduğunu gözden kaçırmak” (a.g.e: 47) olduğu uyarısında bulunur. Büyük çoğunlukla, belirli kolektiflerin üyelerine güç ve kaynaklar bakımından fiili farklılıklarına bakılmaksızın bu şekilde yaklaşılır. Uluslar ve ulusal çıkar, halklar ve onların farazi iradeleri, muhtaçların himayecilerinden oluşan güçlü kodaman “aileleri”, bütün bunlar sınıfın önemini yadsımak ve egemenlerin yönetimini meşrulaştırmak için egemen sınıflar ve onların organik entelektüelleri tarafından yardıma çağrılır. Bu şaşırtıcı değildir. Sınıflı bir toplumun işlevsel olabilmesi için, yani, toplumsal sömürü ilişkilerinin uygulanabilir bir sistem olarak varlığını sürdürmesi için, bir nebze toplumsal bağlılık gereklidir. Makul olarak, egemen sınıfların toplum üzerindeki hegemonyasının asıl hedefi sınıfı politik olarak idare edilebilir hale getirmek için dikkatle bu tür bir “bütünleşme”yi sağlamaktır. Bu incelemede, sınıf yönetimini meşrulaştırmanın ideolojik ve kurumsal ön koşullarını, hegemonyanın politik/ kültürel temellerinin araştırmasına giriyorum. Bu maksatla, topluluk mitlerine ve yöneten sınıfların sistemli iktidarı tarafından biçimlendiren kapsayıcı kimliklere göndermede bulunan “sınıf uzlaşımının mekanizmaları” düşüncesini öneriyorum. Toplumsal bilinci sınıflara ayırmamayı, sınıf birliğini önlemeyi ve madun sınıfların bağımsız bir politikada çıkarını örtbas etmeyi amaçladığı için, bu kimliklerin etkisi sözüm ona egemen olan ve egemen olunanın temel “organik” conatus 20 birliğini vurgulayarak, politik olarak alakasız sınıf ayrımları gerçeğini dile getirmektir. Mekanizmalar, ahlaki öncelik ve özel bağlılık gerektiren ideolojik ve kültürel olarak kurulu özdeşleşme adına insanların mitsel bir topluluğa dahil edildiği kolektif deneyimi ön belirleyen örgütleyici ilkeler olarak tanımlanabilir. Bunlar –zaman ve mekânla sınırlı- farklı sınıflardan insanları ayinsel ve sembolik pratiklerle ve ortak iyi ve toplumsal uyum ideolojileri yoluyla birleştiren, kolektif kimliklerin oluşturulmasını içeren, hegemonya için gerekli olan ancak yeterli olmayan koşullardır. Bunlar gerçekte yakın bir şekilde iç içe geçmiş, ancak analitik olarak ayrıştırılabilir olan birbirleriyle ilişkili deyişler ve görüşler (ideolojik boyut) ile ayinsel pratikler ve kurumlar (performansa dayalı boyut) çerçevesini oluşturur. İdeolojik olarak, aile ve topluluğun işlevsel metaforları yoluyla dillendirilen karşılıklı uyum, organik birlik, sembolik eşitlik ve ortak iyi formülünde ifade edilen birkaç temel temanın geliştirilmesinden oluşurlar. Gramsci’yi izleyerek, ulus-halkı bu mekanizmalardan biri olarak tanımlıyorum.1 Çarpıcı biçimde, hegemonyanın temellerinin incelemesinin öneminin anlaşılmasına ve Gramci’nin son yıllardaki popülerliğine rağmen, Gramscici tedrisatta ve ulus kavramı literatüründe apaçık bir sessizlik vardır. Bunun nedeni, Gramsci’nin kendisinin ne teorik ne de tarihsel düzeyde, hegemonyanın temeline yerleştirdiği “hegemonik ilkeler” ve “ulus kavramı”nı (Gramsci 1975: 1236 [Quaderni-Defterler’den olan bütün alıntılar yazarın kendi çevirisidir]) incelemekle ilgilenmemiş olması olabilir. Egemen ve madunu bir araya getiren belirli hegemonik ilkeler –ulus bunlar arasındadır- Gramsci’nin daha fazla ayrıntıya girmeden önerdiği hegemonya kavramının köklerini oluşturur. Görünüşe bakılırsa, kendi iç mantıksal ya da rasyonel niteliğinin gereği olmaktan ziyade bir çeşit “halk din”i haline gelerek ( a.g.e: 1084, 1236) birbirinin yerini alan bu ilkeleri olduğu gibi kabul etmiştir. Bu bir şekilde onların tarihaşırı, her daim kurulu özler olduğu anlamına gelir. Ancak ulusçuluğun “popüler din” olma süreci ve conatus onun belirlenimleri ve koşulları –en basitinden ulusun önceden tahayyül edilmesi ve kurulması gerektiği olgusu bile- görünüşe bakılırsa onun aklına gelmemiştir. Bu, onun İtalyan ulusunun birliğinin sağlanması ve sürdürülmesi kaygısıyla birleşerek, Gramci’nin, ulus-halkın burjuva hegemonyasının karakteristiği olan hegemonik bir ilkeyi temsil etmesi durumunda, bu halkın burjuva olmayan hegemonik projelerin temelini oluşturamayacağını anlamasını engellemiştir. Birbirini pekiştiren bu iki nokta, Gramsci’nin ulus-merkezli görüşleri eleştirisiz kabullenmesinin nedeni olabilir. Gramsci’nin yeni ufuklar açan görüşleri çok önemlidir. Ancak yaklaşımının sınırlılıkları, bizi onun sezgilerinin doğrulanmasını başka kaynaklarda yapmaya sevk etmektedir. Bu konuda kendilerini kısıtlamış olsalar bile, “modernleşme okulu” ve Marksist geleneğin literatürünün ayrı ayrı gözden geçirilmesi, ulusun, çatışmalı sınıflar arasında bir uzlaşma ilişkisi sağlamak işlevini yerine getirdiğini doğrular. Ulus nosyonunun oynadığı bu işlev modern olana geçişteki temel uğrağı oluşturur. Bu literatür, ulusun biçimlendirici aşamasındaki rolünün ne olduğuna ve daha önce tarihsel olarak ilişkili başka hangi sınıf uzlaşım mekanizmalarının olduğuna dair ipuçları sağlar. Eğer ulus burjuva hegemonyanın özünü oluşturuyorsa, bu sınıf uzlaşım mekanizmasının ortaya çıktığı tarihsel bağlamın incelenmesi, önceki teorilere nazaran ulus devletin belirmesi hakkında daha tatmin edici bir açıklama sağlayabilir. Burada tartışacağım ulus devlet, uzlaşımın daha eski, parçalı örneklerinin bu devletler içersindeki bütün nüfusu kapsayan tamamen kuşatıcı özdeşleşmelere dönüştürülme yollarının biçimlendirildiği, toprak temelli devletler sisteminin politik yapılanmasına ve emekçi kitlesinin himaye ve tüzel bağlardan “özgürleşmesi”ne can alıcı şekilde dahil edilen kapitalizmin gelişimine bağlanmalıdır. Ayrıca, bu eski örneklerin yeni olanların gelişimini etkilediğini göstereceğim. Uzlaşımın burjuva öncesi söylem ve pratikleri, işlevsel aile ve topluluk metaforlarının uyumu çerçevesinde yeni uzlaşımlara imkân tanıdı. 21 Hayali aile haneleri ve yardımcı himaye ideoloji ve pratikleri, çeşitli şekillerde toplu düzenlemeler ve “iyi yurttaşlığı” (kentsel yerleşimlerde yerel yurtseverlik/vatandaşlık sözleşmesi) tanımladı. Bunlar kapitalizmin yayılmasıyla ilişkili olarak sınıf uzlaşımının yeni mekanizmalarının yerini aldı. Bu yeni mekanizmalar, “ulus-halk” ve ulusinşasının birbiriyle ilişkili yönleri, korpotarizmin modern biçimleri ve ideolojileri ve “sosyal ortaklık” pratikleriydi. Ticari / dini korporasyonlar ve devlet yönetim biçimi olarak corpus mysticum, tüzel “ulus” varlığını mümkün kıldı; hayali miras şecereleri kardeşçe, aile-benzeri burjuva ulusa yol açtı ve kentsel iyi yurttaşlık ulusal, devlet-kapsamlı yurttaşlık ve (ulusal) yurtseverliğin yeni bir biçimi benimsendi. Bu yazıda, sırasıyla yukarıda özetlenen meseleleri inceliyorum. Öncelikle, hem işe yararlılıklarına hem de sınırlılıklarına dikkat çekmek ve bunun sonucu olarak meseleyi genişletmek için hegemonya ve ulus-halk arasındaki ara birimde özgün Gramscici tartışmaları değerlendiriyorum. Daha sonra Gramsci’deki sessizlik ve belirsizliğin üstesinden gelmekte ve sınıf uzlaşımının tarihsel modelini ana hatlarıyla belirtmekte kullanılabilecek toplumsal uyum ve bütünleşme üzerine ilgili literatürü inceliyorum. Son olarak, doğasında bir sınıf uzlaşım mekanizması olarak gösterilen kapitalizmin yükselişine bağlı uzlaştırıcı aygıt olarak, yapısal ortaya çıkış koşullarını ve tasarlandığı ve kurulduğu somut biçimleri izledikten sonra “ulus”a odaklanıyorum. Hegemonya ve Ulus-halk Hegemonya “belirli bir ahlaki yaşam sistemi demektir” (Gramsci, 1975: 1084) ve “mutabakat” ile politik, ahlaki ve kültürel liderlik arasında ilişki kurar (a.ge: 1222 -4). Hegemonya, toplumsal düzenin meşrulaştırılmasında bir önkoşul olarak kitlelerin rızasını bütünleştirici bir temelde sınıf siyasetine kazandıran mekanizmaları bularak ilerler. Bu Gramsci’nin düsturunda bir çeşit “halk dini”ne benzeyen “yurtseverlik” ve “ulusçuluk” Gramsci’nin açıklamasındaki tezatlık, hegemonyayı, tarihsel olarak biricik burjuva ulus-inşası projesi davasına kaçınılmaz olarak bağlı olan ulusal-halkçı sözleşme yoluyla kavramsallaştırmasıdır biçiminde “liderleri ve lideri etkileyen bağ” olan “hegemonik ilke” ile şifrelenir (a.g.e: 1084, 1236-7). Hegemonya düşüncesi, Gramsci’nin Sorel yoluyla miras aldığı Durkheimcı tonlamalara rağmen, sınıf mücadelesinin rolünü muhafaza ederek rıza ve sosyal bağlayıcı yönleriyle birlikte, Durkheimcı-Weberci yapısal işlevselciliğin icat ettiği toplumsal bütünleşme tarzlarını önceden tasarlar (Buci-Glucksmann, 1978: 78). İronik bir şekilde, bu enternasyonalist komünisti, İtalya’daki Pareto, Mosca, Croce ya da Gentile gibi sağ kanat şahısların yanında, “ulusal gündemin klasik bir meselesine katkı sunar” gibi gösteren şey, çatışma yerine toplumsal bütünleşme yönündeki bu kaygıdır (Szporluk, 1988: vii). Bu yüzden, Gramsci’nin hegemonya üzerine araştırması “İtalyan devletini meydana getiren farklı sınıf ve kültürlerin nasıl bir araya getirileceğini işleyen –birleşmeden bu yana İtalyan seçkinlerinin son derece önemli bir temasıkarakteristik bir İtalyan teması” olarak okunabilir (Bellamy, 1987: 115). Bu anlamda, Gramsci kendi conatus 22 zamanının bir İtalyan çocuğuydu ve bu, neden ulushalk kavramını sorunsallaştıramadığı ya da bunda gönülsüz olduğu konusunda bize bir ipucu verebilir.2 Gramsci’ye göre, yöneten ve yönetilenler arasındaki bütünleştirici “etik-politik bağ” köylüler arasında “anavatan ve ulus kavramını kişileştirmiş” otorite ilkesini temsil eden “imparator ya da kralın şahsı”nda değişmişti (1975: 1236-7). Bütün sorun Gramsci’nin kendisinin işaret ettiği genişletilmiş patronlar ve müşteriler ve ticari/dini korporasyonlar silsilesi biçimindeki, hegemonik ilkeler bakımından kitlelerin krallara sözde bağlılığından daha önemli olan hayali hısımlık ve korporatizm konusunda sonuç çıkarmasına yol açacak bu hegemonik ilkelerin tarihsel ortaya çıkışına dair bir tartışmadan sakınmış olmasıdır (Pozo, yakında). Aynı şekilde, proletarya hegemonyasının koşulları için burjuva hegemonyası koşullarının devralınmasını (ayrılmamış bir toplumsal oluşum olarak bir kimliğin ve onun temsiliyetinin kurulması) yanlış anlayarak ulus-halkı tarihselleştirmekte tamamen başarısız oldu. İronik bir şekilde, hegemonya kavramının aydınlattığı bir ulus incelemesi, güya Luxemburg’un ulusun tam rolüne ilişkin Marksist izahatıyla çeliştiğini kanıtlar. Luxemburg, sınıflı bir toplumda, “ulusun tekdüze bir toplumsal ve politik bütün olarak aslında var olmadığını” iddia etse de, Gramsci, üretim sistemi –toplumsal zenginlik mirası- farklı sınıflar arasında bir ortak çıkar alanını temsil ettiği için, ulusal birliğin değerli olduğuna inandı. Yine de, madun sınıfların devrimci faaliyetinden bahsederken, kendini “ulusal-popüler” olanı “tamamen halkçı” ve “radikal bir şekilde ulusal” gibi ifadelerle tanımlamak zorunda hissetti. Bu da bize Gramci’nin, ulus-halkın üzerinden oluşacak bir proletarya hegemonyasının, sınıf baskısını sonlandırmaya yeterli olacağından kuşku duyduğunu sezdirmektedir (Gramsci, 1975: 1220). Gramsci’nin belirsizliği, burjuva hegemonyasına ilişkin olan bir ilkenin proletarya hegemonyasına çelişkili bir biçimde uygulanmasından, gerçek bir ulusal birlik elde etmek ve sürdürmek için, “ulusal sınıf” olarak conatus burjuvazinin yerini proletaryanın almasına dair sözde zorunluluktan kaynaklanır. Gramsci’nin açıklamasındaki tezatlık, hegemonyayı, tarihsel olarak biricik burjuva ulus-inşası projesi davasına kaçınılmaz olarak bağlı olan ulusal-halkçı sözleşme yoluyla kavramsallaştırmasıdır. “Ulusalhalkçılık”ı bir “Jakoben” içerme süreci ve madun sınıfların, özellikle köylülüğün seferberliğini doğrudan Fransız Devrimi’nden çıkma olarak kavradı (a.g.e: 951-3); ancak daha sonra halen görünmeyen ve tasarlaması güç olan “ulusalhalkçılık”ı gelecekteki bir proletarya hegemonyasına atfetti. Muhtemelen, Fransız kitlelerinin burjuvazinin oluşturduğu tarihsel blokta yer alarak ancien régime’i (eski rejimi) feshetmekte çıkarı vardı. Ancak bu sonsuza dek burjuvazinin evrensel olarak kendi çıkarlarını temsil ettiği bir mahiyetin içersinde kapalı kalmak anlamına gelmiyordu. Eğer daha önceki hegemonik bloğa karşı “ulusal-halkçı kavramda kolektif bir irade oluşturmak için tek bir merkezin önderliğinde sınıf ittifaklarının inşasını içeren hegemonyanın kuruluşu tehlikedeyse” (Forgacs, 1988: 94), o zaman ulus-halk yoluyla kurulacak hegemonya burjuva hegemonyasından başka bir şey değildir. Marx Fransız burjuva devrimleri -yani, “sivil toplumun bir bölümünün kendisini özgürleştirdiği ve evrensel hakimiyet kazandığı kısmi ve sadece siyasal olan devrimler”üzerine fikirlerinde bu tür kolektif bir öznenin oluşumu için gerekli koşulları kavramıştı: “Bir halk devrimi ile sivil toplumun belirli bir sınıfının özgürleşmesinin çakışması için, bir sınıfın toplumun bütününü temsil etmesi için, bir başka sınıfın toplumdaki bütün kötülükleri kendinde toplamış olması gerekir… Belirli bir toplumsal alan, bütün toplumun adı çıkmış cürümü olmalıdır ki, bu alandan gelen bir özgürleşme genel bir özgürleşme olarak ortaya çıkabilsin. Bir sınıfın özgürleştirici sınıf olması için, bir başka sınıfın açık bir şekilde ezen sınıf olması par excellence3 gerekir. Fransız soylular 23 ve rahipler sınıfının negatif önemi burjuvazinin pozitif önemini ortaya çıkarmıştır” (Szporluk’tan alıntılandı, 1988: 26). Marx Alman İdeolojisi’nde burjuvazi ve soylular sınıfı arasındaki çekişmeleri tartışırken şunda ısrar eder: “Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarlarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarları olarak göstermek zorundadır ... kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermelidir ... Devrim yapan sınıf en başından itibaren, bir sınıfa karşı çıkması yüzünden, bir sınıf olarak ortaya çıkmak yerine bütün toplumun temsilcisi olarak ortaya çıkar.” (Marx, 1964: 61-62). Gramsci hiçbir zaman ulus-halkı, konjektürel olarak anlamlı ve kaçınılmaz biçimde (Marx’ın anladığı gibi) tarihsel bakımdan özel koşullar içinde burjuvazinin himayesi altında kısa vadeli çıkar birlikteliği olan bir ad hoc4 olarak göstermedi; ulus-halkı burjuva topluma geçişi etkilemek için maddi çıkarları ve egemen bir dünya görüşünü birleştiren tarihsel bir bloğun oluşumu olarak düşündü. Bu yüzden belirli bir tarzın hegemonik burjuva müdahalesini proletarya meselelerine aktardı. Sonuç olarak, Gramsci’nin takipçileri, teorik bakımdan taban tabana zıt ve pratik bakımdan talihsiz çok farklı tarihsel bir konjektürde, İkinci Dünya Savaş’ndan sonra ulushalk aracılığıyla, burjuvaziyle birlikte bir uzlaşmayı destekleme hatasında bulundu. Bu uzlaşma aslında “Hıristiyan Demokratların politik önderliğindeki burjuva hegemonyasının yeniden gruplaşmasını önlemekten acizdi ve kuvvetle ihtimaldir ki bunun oluşmasına yardımcı oldu” (Forgacs, 1988: 96). Faşizmin yükselişi, “dönüştürücü” oybirliği ve kitle desteğinin sağlanması yoluyla “pasif” ya da savunmacı bir devrimi yeniden etkileyerek, bir şekilde Risorgimento’yu5 yeniden harekete geçirmişti. Gramsci Risorgimento’dan beri İtalya koşullarında elverişli olduğunu düşündüğü işçilerin, köylülerin ve küçük burjuva entelijansiyanın benzer stratejik ittifakına karşı çıktı. Bu strateji savaştan önce ses getirebilirdi, ancak Gramsci’nin onu “ulusal-halkçı” olarak nitelendirmesi oldukça sorunluydu. Halen ulusal-halkçı olmasına karşın bu ittifakın nasıl burjuva karşıtı olabileceği ve İtalyan devletini çözmek ve ulusal birliğin patlamasını nasıl engelleyebileceği, sanırım Gramsci’nin yanıtlamaya hazır olmadığı bir sorudur. Faşistlerin tamamen –on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sağ kanat siyasetin temeli olan- halka ve ulusa başvurarak kitle rızasını muhafaza ettiği unutulmamalıdır. Savaş boyunca, Komünistler antifaşist “bütün ulus-halk” girişiminde burjuva güçleri dahil etti, böylece farkında olmadan savaş sonrası dönemde, şartların –Risorgimento’nunkiler bir yana- faşistlerin yönetimi ele geçirmesinden daha farklı olduğu ve burjuvazinin halihazırda kendi kurucu ulusal rolüne yeniden giriştiği bir zamanda, burjuvazinin yeniden güçlendirilmesi ve yeniden meşrulaştırılmasına katkıda bulundu. Gramsci –ve dolayısıyla onun takipçileri- görünüşe bakılırsa bir ulus-halkın, bizzat kendi doğasının belirlediği, ulusal çıkar adına hareket ettiği iddiasındaki bir burjuvazi tarafından (yeniden) sömürgeleştirmeye açık olma tehlikesini görmekten acizdi. Bu yüzden, son tahlilde, hegemonya kavramı, Luxemburg’un belirttiği ve Marx’ın üstü kapalı şekilde söylediği “ulus-halk” düşüncesinin merkezindeki temel çelişkinin altını çizer. Sonuç olarak, Gramsci’nin incelemeleri karakteristik olarak tamamlanmamıştır. Hegemonyanın temeline yerleştirdiği kavramın toplumsal ve tarihsel köklerini hiçbir zaman sistematik olarak tartışmadı. İtalyan ulus-halkı halihazırda Orta Çağlarda görülebilir tarih üstü bir özmüş gibi yazarak bir şekilde bunu mutlak bir doğru olarak kabul etti (Gramsci, 1975: 640-653). Ticari oligarşilerin öngörüsüzlüğünü ve Rönesans entelektüellerinin (belki de Machiavelli hariç) tam hegemonya elde etmek ve ülkeyi birleştirme konusunda bir ulusal- conatus 24 halkçı tarihsel blok oluşturmak için köylülükle kendilerini birleştirememesine hayıflandı. Bu anakronikti, zira Rönesans’ta uzaktan yakından bir “İtalyan ulusu”nu andıran hiçbir şey yoktu ve bir ulus inşa etmek için gerekli olacak kaynaklar, o zamanlar egemen sınıfların elinde bulunanların, bunu anlaşılabilir bir görev olarak düşünseler bile, çok ötesindeydi. Gramsci haklı olarak ulusal-halkçı birliğin başarılı bir burjuva devrimi gerçekleştirmek için gerekli olduğunu ima ederek, ki bu İtalya’da burjuva devrimin tamamlanmamış doğasını açıklar, ulusal olmayan eski seçkinlere karşı burjuvazinin “halkın” programatik çıkar birliğini oluşturmaktaki başarısızlığıyla ortaya çıkan Risorgimento’yu “pasif bir devrim” olarak gördü. Gramsci aynı zamanda bu birliği önleyen İtalya’nın teritoryal ve ekonomik bölünmesini yansıtan toplumsal düzenleme biçimlerini vurgulamakta da haklıydı (Gramsci, 1978: 17-9, 92-93). Burjuvazi, köylülükle ittifakı içeren Jakoben bir “kolektif irade”, akabinde birliğin “pasif” ve savunmacı doğasını, yaratmayı başaramadı. Bununla birlikte köylülüğü dışarıda bırakan proletarya, toprak sahipleri ve orta tabaka ile ittifak yapan alternatif bir “kolektif irade” yaratıyordu. Bu elbette İtalyan ulusunun inşa sürecinin bir şekilde yetersiz olduğu anlamına geliyordu: “pasif”, özellikle seçkinlerin başını çektiği bir süreç. Ancak köylülerin katılmamasına rağmen, ön varsayımları ve yöntemleri bakımından, özellikle nüfusun içersinde daha önceden eksik olan bir ulusal kimlik hissini yayma girişiminde, diğer herhangi bir Avrupalı ulusinşası süreci kadar ulusal-halkçıydı. Ancak İtalya örneğinde, sadece kuzeyli kitleler dahil edilmişti. İnişe geçen feodalizmin ve yükselen piyasalaşmanın karışımı yarı-feodal, himaye-bağımlılık ilişkileriyle perçinlenen Güney İtalya bir sömürge olarak kabul edilmişti. Burjuvazinin desteklediği ulusal bilinç ancak bu minvalde anlaşıldı.6 Dolayısıyla, Giolittizm ile birlikte doruğa çıkan, proletarya ve burjuvaziyi yeniden bir araya getiren bütünleştirici ideolojiler ve maddi pratiklerden meydana gelen tarihsel bir blok oluşturuldu. Aynı zamanda, işçilerle ittifaklarını conatus önlemek için güneyli köylü kitleleri “geri” ve ulusal birlik ile ilerlemenin önünde engel olarak tanımlandı. “Kiliseden, gazetelerden, burjuva geleneği ve propagandadan etkilenen” Kuzeyli kitleler güneyli köylüleri “biyolojik bakımdan aşağı”, “tembel”, “vahşi” ve “barbar” olarak gördü; bu yüzden karşılıklı “sert düşmanlık” teşvik edildi (a.g.e: 94, 1023, 117).7 Gramsci doğru bir şekilde ulusal ideolojinin bölücü, savunmacı yönüne dikkat çekmesine rağmen, bölücü stratejilerin başarılı olması için bir ön koşul olarak nihai amaçlar ve ahlaki ölçütler dayatan toplumsal bağlılık ideolojileri ve pratiklerinin oluşumuna ilgisiz kaldı. Yani, bu nitelikteki bir ulus-inşası süreciyle ilgilenmedi. Burjuvazi kendi “Jakoben” işlevini tamamlamadığı için, Gramsci proletaryayı bu işlevi tamamlamakla mükellef kıldı; ancak Jakoben momenti, daha önce varlığı olmayan bir ulus oluşumunun başlangıç noktası olarak kavramsallaştıramadığı için, proletaryanın kendi başına ulus-inşası görevini üstlenmesini talep ettiğini fark etmedi. Burjuvaziyi marjinalleştiren bir ulus-inşası sürecinin “ulusal” olup olamayacağını soramadı. Ayrıca her ne kadar yetersiz de olsa burjuvazinin fiilen görevi üstlendiği gerçeğini gözden kaçırdı. Massimo D’Azeglio’nun ünlü deyişi çok açıktır: “İtalya’yı kurduk, şimdi İtalyanları oluşturmalıyız.” Toprağa dayalı bir devlet oluşturmak, bir ulus inşa etmekle aynı şey değildi: bunun inşa edilmesi gerekliydi –ve de toplumsal bütünleşme ihtiyacına Gramci’den çok daha duyarlı olan ve buna uygun olarak hareket eden burjuvaziydi.8 25 “Bütünleşme” Arayışı Gramsci sonradan egemen ile madunu birleştiren etik-politik dünya görüşleri meselesiyle uğraşmak konusunda bir parça kararsız ve muğlak –ya da sadece sessiz- kaldı. Toplumsal bütünleşmeye ilgi, Gramscici gelenek içersinde yer alan Marksistlerin yanı sıra, yapısal-işlevselci ve modernleşme kuramcıları tarafından da ele alındı. Bu bölümde, akademinin farklı köşelerindeki daha eski içerme ya da özdeşleşme biçimlerine yapılan göndermeleri ve ulusa atfedilen kapsayıcı ve işlevsel rolü dikkate alarak, Gramsci’nin temel sezgilerini teyit etmek için bütünleşme / birleşme temasını inceleyen literatürü gözden geçireceğim. Daha önceki sınıf uzlaşım mekanizmaları bir yana, hegemonyayla ilişkili ulus-halk üzerine odaklı herhangi bir araştırma olmadığı ve bütünleştirici mekanizmalar incelemesinin şimdiye kadar plansız ve parçalı olduğu vurgulanmalıdır. Bu yüzden bu girişimin doğası da deneyseldir. İşçi sınıflarının tarihsel olarak “içerilmesinin krizleri”nden esinlenerek istikrar ve uyumun işlevsel bir politik sistemde nasıl geliştirilebileceğini ele alan en kapsamlı incelemeler, modernleşme üzerine yazılan literatürden gelir. Bu literatür değişen derecelerde, toplumsal bütünleşmeye dair Durkheimci ilgiyi, meşruluk üzerine Weberci odaklanmayla birleştiren yapısal işlevselciliğe dayanır. Bu çalışmalar, “geleneksel”den “modern” toplumlara hızlı yapısal değişim koşullarında dengeyi sürdürmek için gerekli olan politik evrimi izlediler. Modernleşme krizlerine “çözüm” olarak görülen endüstriyel işçi sınıfının “içerilişi”, resmi yurttaşlık yoluyla politik toplumdaki içerme temasıyla ilişkili olarak (Bendix, 1996; Lipset 1973; Marshall 1992) ya da “katılım patlaması”nı massetmek için ihtiyaç duyulan kurumsal tamponlar bakımından (Huntington, 1968) veya “bütünleşme”nin akabinde seferberlik sürecinin bir uzantısı olarak icat edildi (Germani, 1964). Paradigmatik bir çalışmada, Waisman (1980: 24) işçi sınıfının “içerilmesi”nin modernleşme ve kapitalizmin meşruluğu arasındaki ilişkinin en önemli değişkeni olduğu sonucuna varır. Bu ön varsayım, tutarlı politik yönetimlerin başarısıyla ilgili Batılı kaygıları destekleyen, Soğuk Savaş mücadeleleri bağlamında doğan ulus devletlere kapitalizmin nüfuz etmesine bağlanıyordu. Bu durum, “siyasal gelişim doktrini”nin –kapitalist modernleşme sürecindeki bir siyaset teorisi ve kapitalist değişim yönünü garantilemeyi amaçlayan bir doktrin- tasarlanmasını gerektirdi (Cammack, 1997; karşılaştırın Tilly, 1975: 38-43; Robinson, 196: 44-8): Yani gelişen ülkelerde kapitalist rejimlerin yerleştirilmesi ve güçlendirilmesi doktirinini (Cammack, 1997: 1). Kapitalist organik entelektüeller, ulus-inşasını emperyalist seçkinlere ve onların sömürgeci müttefiklerine karşı bir siyaset formülü olarak önerdi. Açıkçası, sınıf idaresinin meşrulaştırılmasına kararlı bir şekilde iştirak eden politik katılımın genişletilmesi sürecinde ulusal kimliğin pekiştirilmesine inanarak, ulusu sınıf çatışmasının bastırılabileceği bir araç olarak gördüler (a.g.e: 57, 159). Verba’nın belirttiği gibi, ulusun kimliği düşüncesi “ulusal seçkinlerin etkinliklerini meşrulaştırır ve takipçilerinin desteği ve bağlılığını seferber etmelerini mümkün kılar” (alıntı Cammack’tan, 1997: 135). Bu literatürdeki temel kaygı, politik kurumları toplumsal baskıdan kurtarmak ve “sorumlu” seçkinlerin yönetiminde istikrar elde etmek için kitlelerin katılımını kontrol etmekti (a.g.e: 202). Asıl soru kitle siyasetine ilişkindi: Kitleler “katılım patlaması” kontrol edilerek nasıl zararsız bir şekilde politik topluluğa dahil edilir? (a.g.e: 45,49) Toplumsal bütünleşme, sosyal uyumun korunmasının kaçınılmaz olarak düşünüldüğü, mütemadiyen ulusinşasının muntazam sürecine ve “siyasal gelişim” ya da “modernleşme”yle (a.g.e: 56) özdeşleştirilen bir ulusal kimlik hissinin kazanılmasına (a.g.e: 39, 42, 119, 156) bağlanmıştı. Kimlik ve meşruluk krizinin üstesinden gelinmesindeki ilerleme “hem bireysel hem de kolektif kimlik hislerinin açıklığa kavuşturulmasına ve kitleler üzerinde uygun bir ortak kimlik ve elit özerkliği ve otoritesi oluşturulması”na dayandırılan, kitlelerin politik conatus 26 hamlesiyle meydana geldi (a.g.e: 119, 154). Bu yüzden reçete, kitle iletişim medyası, eğitim sistemleri vb. ile “sorumlu bir orta sınıf”ın yaratılması aracılığıyla ve gerektiğinde geleneksel kişiler arası aidiyet ilişkilerinin (himaye-bağımlı ilişkileri) muhafaza edilmesi yoluyla ulusal bir aidiyet hissini vurgulayan bir biçimde, geniş bir toplumsal mühendisliği gerektirdi (a.g.e: 128-9). “Başarı” öyküleri “başarısızlık” öyküleriyle çatıştırıldı: Japonlar yurttaşlık haklarının manipülasyonu, ulusal sembollerin geliştirilmesi ve politik beyin yıkama için okul sisteminin kullanımı yoluyla başarılı oldu. Latin Amerika sözde kitle partilerinin ulusal bütünleşmeden yoksun olması nedeniyle başarısız oldu (a.g.e: 136, 156-7, 184-6). Sanayi ve Fransız Devrimleri’nden sonra Avrupa’ya özgü sosyal yapıların modernleşme seyri boyunca, Mouzelis’in derinlikli anlatımında –ulusal piyasalara, eğitim sistemlerine ve idari ağlara maruz kalan- daha aşağı sınıflar, politik olarak üç yoldan birine “dahil edilmişti”: - Kuzeybatı Avrupa’da “bütünleştirici tarz”: ancient rejimin corps intermédiaires’i 9 ve mutlakıyetçi monarşilerin merkezileştirici çıkarsamaları arasındaki etkileşime dayalı bir “yatay” içerme biçimi. - Yunanistan gibi yarı çevre bölgelerin “kaynaştırıcı himayeci tarz”ı: halihazırda var olan himaye ağları ve örgütlerinin yayılması ve merkezileşmesi yoluyla politik içerme. - Balkanlar gibi bölgelerde kullanılan “kaynaştırıcı halkçı tarz”: kitlelerin popülist bir lidere bağlılığı yoluyla içerme. Oxhorn, kontrollü politik katılımın hiyerarşik örneklerinden bahsederek, Latin Amerika’daki “kontrollü içermenin sınırlı süreçleri”ni anlatır: himayeci ve halkçı yollara dayalı bir devlet korporatizmi. Marksizm, bu literatüre karşı çıkarak, Gramsci’nin conatus kayıtsızlığını daha da derinleştirmek için ulusun işlevsel olarak kapsayıcı boyutunun, nadiren teorileştirilen ya da geliştirilen gelişi güzel referanslardan anlam çıkarılarak bir klişe haline getirildiği ve üstelik rakipleriyle açık bir benzerlik sergileyen karşı açıklamalar geliştirdi. Burada Gramscici “ahlaki yaşam sistemi” ya da “halk dini” bir “yurttaşlık” (ya da “medeni”), “dünyevi” din olarak yeniden şekillendirilmiştir. Ulusun bütün kapsayıcı kapasitesi, muhafazakâr amaçlara uydurarak, ulusçuluğun potansiyelini bir “dünyevi din” olarak vurgular: “en bütünleştirici ve dengeleyici” güç; par excellence “işlevsel inanç” (Miliband, 1969: 206). Ulus kolektif özdeşleşmenin daha eski biçimlerinin ölümüne ve kitle politikasının ortaya çıkışını destekleyen ve özneleri yurttaşlara dönüştüren değişimlere bağlanır (Hobsbawm, 1983: 263-8, 303, 307). Yeni kimlikler inşa etmek için başvurulan araçlar; çoğunlukla krallığın sembolik bakımdan insanların birliği için araç olarak sunduğu “ulus”u bir topluluk olarak sunan (a.g.e: 272-6, 282) politik sembollerin ve bir “yurttaşlık dini”nin oluşumu anlamına gelen ritüel, seremoni ve mitin yaratılmasıydı (a.g.e: 283, 304).10 Bu “yurttaşlık dini”nin yaratılmasının ardındaki öykü en iyi, Hobsbwam’ın “hegemonik sızma” olarak değerlendirdiği, temel bir moment ya da hegemonik bir süreçteki bir ön koşul olarak egemen ve madun olanı taklit ederek benimseyen bir politik / kültürel kimliğin inşası olarak açıklanır. Hegemonya, -mücadele biçimlerini şekillendiren sınırlamaları, madun sınıfların egemenlik sürecinin kendisinin biçimlendirdiği kurumlar, imgeler ve semboller yoluyla egemenliği anlama ve ona direnme biçimlerini kuşatması itibariyle (Roseberry, 1994: 361)- “doğallaştırılan bir egemen ideolojinin parçası”nı meydana getirdiği için (Comaroff & Comaroff, 1992: 28)– bir millet olma duygusunun oluşumu önemlidir. Ulus bir kere insanların kimliğinin ve bilincinin köşe taşı olarak inşa edildiğinde, “halihazırda olası politik etkinlik ve inanç biçimlerini belirleyen ... uçsuz bucaksız iktidarın ideolojik ve kurumsal bir yapısı”nı temsil 27 eder (Eley, 1981: 104). Ulusla bağlantılı olarak, devlet kendisini ulus-halkın politik birliği olarak sunarak sınıf mücadelesi olgusunu kamuoyundan gizler (Poulantzas, 1968: 239-40; Balibar, 1991: 149-50; Miliband, 1969: 72). Bundan dolayı, devlet iktidarını elde etmeye veya kullanmaya çalışan politik güçler, Solun güçleri bile, Nairn’in (1977) “sınıfın uluslaştırılması” olarak adlandırdığı şeyin araçları olurlar. Örneğin, Britanya İşçi Partisi ulus ve sınıf arasında aracılık ederek, “politik toplumsallaşma ve toplumsal denetimin” bir aracı haline gelir: Doğrudan eylem, devrim ya da “bölgesel” çıkarlar karşısında ... ulusun değerlerini destekleyerek mevcut toplumu meşrulaştırır ve işçi sınıfından yana devrimci politik bir bilincin gelişimine karşı etkili olur. İşçi sınıfının halihazırda maruz kaldığı ve genellikle de aile, eğitim sistemi, kilise, medya ve hatta Muhafazakar Parti gibi diğer politik toplumsallaşma kurumlarında massedilen değerleri korumaya çalışır (Panitch, 1976: 235-36). Politik partiler işçi sınıfının talep ve çıkarlarını bir bütün olarak ulusunkilerle tarihsel birleştirme rolüne biçim veren ulusal partiler haline gelir; yani, “ayrıştırılmaktan daha ziyade asıl olarak birleştirilen bir toplumsal düzen kavramıyla kafası dolu olan ve “ulusal çıkar” politikaları aracılığıyla ... çeşitli sınıfların çıkarları ... arasında bir uzlaşma gerçekleştiren “bütünleştirici” partiler (a.g.e: 1). Bu tür politikalar “sermaye ve emek arasında güya toplumsal sınıfları aşan bir çıkar olması adına işçi sınıfı rızasını daha fazla sömürüye tabi kılmaya çalışır” (Foa, a.g.e’den alıntılanmıştır: 4).11 Benzer şekilde, faşist hareketler ulusu sınıfsız birlik olarak, bir mazlum-sınıf gerçekliğini yeniden yorumlamak için kullanmışlardır. Marcuse’a göre, faşizm “bütün sınıfları birleştiren bir birlik ... sunar. Mevcut sınıflı toplumun temelinde ve çerçevesinde ... sınıfsız bir toplum” (alıntı Neocleous’dan, 1997: 40). Völkisch12 düşüncesi “işçi sınıfını birleştirmenin yanı sıra aynı zamanda onu zapt etmek için bir mekanizmadır da” (a.g.e: 40-1). Ulus, burjuva politik rejiminin Toprağa dayalı bir devlet oluşturmak, bir ulus inşa etmekle aynı şey değildi: bunun inşa edilmesi gerekliydi –ve de toplumsal bütünleşme ihtiyacına Gramci’den çok daha duyarlı olan ve buna uygun olarak hareket eden burjuvaziydi türü her ne olursa olsun, bu işlemleri mümkün kılar; zira ulus-halk toplumun birliğini, politik pratik düzeyinde sınıf ayrımlarının üstesinden gelinmesini temsil eder ve devlet kendisini meşrulaştırır ve bu birliğe başvurarak kendi amaçlarını gerçekleştirir. Açıkçası, o halde, iki karşıt düşünce okulu –muhafazakar ve radikal- ulusun rolünü belirlerken neredeyse birbirini tamamlar. Her ikisi de ulusu kapitalist modernleşmede görülen toplumlardaki temel bağ olarak görür: Gramsci’nin “halk dini” sözünü hatırlamak gerekirse, kapitalist toplumsal formasyonda bütün sınıfları bir araya getiren bir “yurttaşlık dini”. Her ikisi de, farklı nedenlerle de olsa, toplumsal birleşmeyle ilgilenir ve her ikisi de esas olarak aynı sonuçlara varır. Bu tesadüf olamaz. Kendi tarzlarında, her ikisi de ulus-halkın temel mülkiyetini bir tarihsel fenomen olarak algılar. Himaye / bağımlılığa yapılan dağınık göndermeler ve tüzel kategoriler kapitalizmin olgunlaşmasından önce sınıf uzlaşım mekanizmalarının sistematik conatus 28 bir araştırmasına nereden başlanacağına dair bize bazı ip uçları verir. Bunu başka bir yerde yapmaya çalışmıştım (Pozo, yakında çıkacak). Gelecek bölümde, ulus devletlerin toprak temelli devletlerden doğuşunun yapısal belirlenimlerini ve ulus-halkın burjuva hegemonyasındaki her türlü girişimin temeli olarak gösterildiği somut biçimleri inceliyorum. Cemaatleri Hayal Etmek: Ulus ve Uzlaşım Yeni sınıf uzlaşım mekanizmalarının modern biçimlerini, bütünü kuşatan bir biçimi neden ve nasıl benimsediğini anlamak için kapitalizmin gelişiminin sosyo-politik örgütlenmelerin uzamsal kümelenmesini nasıl etkilediğini ve toplumsal ilişkileri yeniden nasıl düzenlediğini düşünmeliyiz. Üretken güçlerin düşük gelişim düzeyi ve sanayi öncesi Avrupa’da üretim araçlarına görece yaygın erişim; yakın kişisel ilişki, sınırlı sosyal ve uzamsal hareketlilik, yaygın okuma yazma bilmeme, sınırlı ideolojik koşullandırma araçları ve parçalı egemenlikler koşulları altında, artı değer fazlasının aşırı ekonomik niteliğini destekledi. Bu bağlamda, hegemonik ilkeler, “dikey” cemaatleri oluşturan, toplumsal yapıdaki kısımlar biçiminde ortaya çıktı: aile hanesi metaforuna dayandırılan genişletilmiş lordlar ve bağımlılar soyu. Kent yerleşimlerinde, ailevi ve bedensel metaforlardan sonra oluşturulan patron sistemleri ve şirket düzenlemeleri arasında dinamik bir etkileşim vardı. Her ikisi de iyi yurttaş olmayla rekabet etti: zanaatkâr üretim ve ticari sermayenin yoğunlaşmasının getirdiği yurtsever yurttaşlığın “evrenselci” fikirleri (Pozo, yakında). Bunlara, büyük ölçüde kendine hayrı olan, elit ideolojileriyle sınırlı, daha sonra ulus kavramını on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda etkileyecek olan, ancak güç bela bir özdeşleşme hissi yaratabilen birbirinden uzak varlıkların mevcudiyeti eklenebilir. Bunlar bir corpus mysticum olarak, soylu bir baş / baba figürüyle birlikte –Gramsci’nin kapitalizm öncesi toplumlarda toplumsal çimento olarak gördüğü figür- hanedan devletlerdi (Bendix, 1996; Cohen, 1988: 7-9; Pitkin, 1989: 138-139; Manicas, 1988: 177-83). Birleşme modellerinde parçalı ve / veya yerel olandan bütün devlet nüfusunu kuşatan conatus evrensel nosyonlara geçişi hangi şartlar belirledi? Gerek toprağa dayalı devletler gerekse de ulus biçimi kapitalizmin yükselişine çok şey borçludur. Devlet ve ulus, dünya kapitalist sisteminin politik yapılaşmasından yükselen karşılıklı olgulardır (Wallerstein, 1991: 126-27; Hobsbawm, 1990: 18; Patterson, 1988: 346, 349). Ancak bir dizi toprağa dayalı devlet ulusların ortaya çıkması için kronolojik ve örgütsel ön koşulu oluşturmuştur (Balibar, 1991: 137-8; Calhoun, 1997: 378-80; Tilly, 1975). Politik iktidarın uzamsal yayılımı için başka olanaklar da vardı: politik federasyon ya da imparatorluk; teokratik federasyon; kent-devletlerin ticari ağları vb. (Balibar, 1991: 140; Tilly, 1975: 26; ve erken modern devlet-biçiminde “teritoryalizm” ve kapitalizm arasındaki ikilik hakkında bakınız Arrighi, 1994). Ne var ki, kapitalizm ve toprağa dayalı devlet, karşılıklı olarak birbirini pekiştiren özellikler geliştirdi. Kapitalizm devlet oluşumu için kaynaklar yarattı ve aynı zamanda çeşitli toprağa dayalı devletlerin varlığı özel sermayenin işlemlerine el koymak ya da boğmak amacıyla hükümetlerin gücünü azalttı. Gerçek ekonomik büyüme ve güç, kapitalist üretimin yayılması için zemin hazırlayan ve bütünlüklü bir ekonominin işlemlerini düzenleyen ve koruyan “ticari” devletlere dayandı (Tilly, 1975: 30, 45, 72-73; Hobsbawm, 1990: 34 ve sonrası). Böylece çoğunlukla kapitalist toplumsal ilişkileri sağlamlaştırabilen ve destekleyebilen großstaaten13 olarak (küçük devletlerin yaşamayacağı düşünülüyordu) tahayyül edilen katı sınırlarla çizili toprağa dayalı devletler için güçlü dürtüler oluştu. Bu bağlamda, politik-ekonomik değişimler, kapitalizmin yayılması için gerekli resmen özgür işçi kitlesini yaratmak için kitleleri himaye ve tüzel bağlarından “özgürleştirdi.” Daha sonra nüfuzlu burjuvazinin eski düzenden kalan çıkarlara karşı kendi çıkarlarını bir nüfusun özel ya da tüzel yargı yetkilerinden “muaf” gibi sunmakta ısrar etmesinden ötürü daha kapsayıcı, devletin bütününü teşkil eden kimliklerin oluşumu başladı (Balibar, 1991: 154-5; Hobsbawm, 1990: 29). “Ulus” ve “halk” kelimeleri burjuvazinin yükselişi üstünlük sağlayana kadar politik yetkileri 29 olan kolektif bir kimliği tanımlamadı.14 Bu yüzden ulusal bilincin kitle karakteri, dört dörtlük ulus devletleri on dokuzuncu yüzyıla konumlandıran, başlangıcı belirsiz bir süreci takiben oluştu (Connor, 1990: 92-100).15 Bu çetin sınamada oluşturulan ulusalcılık16, “bireysel kimliğin kaynağını, bağlılığın merkezi objesi ve kolektif dayanışmanın temeli, egemenliğin taşıyıcısı olarak görülen bir ‘halk’ın içersine yerleştirir” (Greenfeld, 1992: 3). Modern ulusal kimlik anlayışı, “bir ulus olarak tanımlanan ... bir ‘halk’a olan katılımdan türer. Bu şekilde tanımlanan ‘halk’ın her üyesi, onun üstün seçkin niteliğinden pay alır ve buna göre tabakalaşmış bir ulusal nüfus, esas itibariyle homojen, statü ve sınıf hatları yüzeyselleşmiş olarak algılanır” –“bütün ulusalcılıkların temelinde yatan ve bunları aynı fenomenin ifadeleri olarak görerek mazur gösteren bir ilke” (a.g.e: 7-9). Bunun amacı yeni kimliklerin ve birliklerin ideolojik koşullandırma ve ritüel pratikleri yoluyla Bourdieucu bir habitus yaratarak inşa edilen17 sınıf hatlarını “yüzeysel” yapmaktır: sıradanlaşmış pratik yoluyla bilgi ve disiplin telkini (Billig, 1995: 42-6; Karakasidou, 1996: 423; ayrıca bakınız Alfonsi, 1997: 60-2; Balibar, 1991: 144-5, 149; Delannoi, 1993: 11; Heater, 1990: 56-7; Hobsbwam, 1983; Rokkan, 199: 171; ve Bourdieu’da habitus kavramı, 1977). İdeolojiler, pratikler ve kurumlar nüfusu kültürel olarak bağlı bir bütün içersinde homojenleştirmek için yaratıldı ve yeniden biçimlendirildi. Bu ortadan kaldırılamayan ancak politik ilgisi azaltılması gereken kültürel farklılıkların tersine, sınıf farklılıklarının baki olduğu uyumlu bir sosyal birlik olduğu iddiasını perçinlemek için gerekliydi. İki süreç can alıcıydı. Birincisi, hayali akrabalık ve korporasyon olarak krallık ve hanedan krallığının eski kavramlarının yeni koşullarla karşılaştırılması için yeniden biçimlendirilmesi. İdeolojik motifler ve kültürel eğilimler, geçmişte sınıf uzlaşımına biçim vermiş ailevi ve topluluk metaforlarının yeniden kavramsallaştırılmasını da içeren şekilde, tahsilli seçkinler arasında entelektüel tartışma yoluyla seçiliyordu. İkincisi, yurttaşlık ve yurtseverlik fikirlerinin beraberinde kent ve kent devletlerinin ticari deneyiminin teritoryal bir devlet düzeyinde yeniden biçimlenmesi çok önemliydi.18 Organik entelektüeller topluluğun kendi parçalarının uyumuna eklemlenmiş aile, bir “doğal” düzen ve beden metaforlarını muhafaza etti. Bu metaforların faydası, toplumları işlevsel olarak ve kimlik çıkarlarının her tarafa yaydığı sosyal uyumun sığınakları olarak temsil edilmelerine dayanır. Toplumsal uyumu temsil eden organik analojiler Platon’dan bu yana popüler olmuştur. Genişletilmiş hayali aile, sözde ulus-halkın antitezi, daha kapsayıcı ancak aynı organik ve duygusal çağrışımlarla işlevsel olarak denk bir kimlik olarak yeniden kurulmuştu (Balibar, 1991: 155-6; Gilbert, 1998: 45-56). Ailevi üslup uzun vadeli pratiklerde kök salmıştı. Ev içi birlik –soylu egemenliği, köylü mansus ya da ev / atölye biçiminde oikos ya da domos- sosyopolitik düzenin ideolojik ve maddi temelini, daha geniş anlamda, daha önce değilse bile, Orta Çağlardan beri anayasanın merkezi bir öğesini kurmuştu. Himaye/ bağımlılık bağlarıyla birbirine bağlanmış, köken olarak bir eve, kasabaya, bir kaleye dayanan insanlar anlamına gelen (famulus) “aile” kavramı bundan türedi. Geniş anlamda “feodal” türde toplumların niteliği olan himayecilik/bağımlılığın merkezi özellikleri, kendi kullanışsızlığına bir sınıf uzlaşım mekanizması olarak güç kazandırdı, zira “her ikisi de egemen sınıfın çıkarlarını sürdürmek ve aynı zamanda madun sınıfların halk adına ve halk adıyla politikaya katılımı ve temsili için bazı mekanizmalar” sağlamak ve “esas faydaları başka bir yere giderken sistem içersinde bir çeşit paye” sunmak suretiyle, aleni bir siyasal çatışma kaynağı olarak sınıfın kendisini ifadesini sistematik şekilde dizginlemek için bir mekanizma işlevi görür (Clapham, 1985: 58-9). Uyumlu bir sosyal hiyerarşi içersindeki himaye/ bağımlılık dikey ilişkisinin varlığı, yatay bir dayanışma biçimi olarak sınıfın önemini dizginler ve eşitlikçi ideoloji biçimlerinin meşruluğunu aşındırır (Johnson & Dandeker, 1989: 223-4). Burjuva organik entelektüelleri ulusu bir aile olarak ideolojik olarak conatus 30 yorumladı; zira doğal olarak sınıf uzlaşımının geçmiş gelenekleri üzerinde durdular, ancak yeni burjuvazinin ışığında “duygusal” aile metaforunu yeniden şekillendirdiler. Hayali soylara bağlılığın yerini anavatana bağlılık aldı –patrimonyal değil bir yurttaşlık anavatanı. Himayecilik/bağımlılığın genişletilmiş aile için yerine getirdiğini yurttaşlık, ulus için yerine getirdi. Fransa’da, tahsilli seçkinler “sınıf farkını görmezden gelen ve Fransızları, geniş kutsal duygusal bir aile olan patrie denilen ahlaki bir topluluk içersinde bir araya getirmeye çalışan” derin toplumsal birliğin ideallerini “takıntılı bir şekilde” destekledi (Maza, 1997: 221). Bu idealler “son derece işlevsel ve sosyal grupların aşkın bir bütün içersinde uyumlu bütünleşmesini vurguluyorlardı” (a.g.e: 229). On sekizinci yüzyılın ikinci yarısının burjuva duygusal dramı “metafor tercihinin aile olduğu sosyal ayrımları aşan bir topluluk idealini” destekledi (a.g.e: 227). D’Holbach’ın ileri sürdüğü gibi, “her türlü politik toplum gene de bir tekil toplumlar takımıdır; çoğu aile bunu ulus olarak adlandırılan daha büyük bir şey haline getirir (a.g.e’den alıntı: 222). Kral’ın şahsındaki himayeyi vurgulayan eski rejim, devrimci ulus kardeşliği olarak yeniden biçimlendiriliyordu. Adrien Lamourette “Patrie’nin19 bir tür yurttaşlık kardeşliğiyle birbirine bağlanan üyelerin geniş bir ailesi” olduğunu iddia eder. Auch Klübü Abbé Grégoire’a “Fransa artık [erkek] kardeşlerin ve eşit olanların tek bir ailesinden başka bir şey değildir” diye yazar. 1789’un bir hükmü şöyledir: “Bütün Fransızlar kardeştir ve tek bir aileyi meydana getirirler.” (hepsi Bell’den alıntılanmıştır: 19, 147). Bu “kardeşlik” fikri gücünün çoğunu, politik yönetimi, uyumları ilerleme ve refaha dayanan üretken sınıfların bir bileşimi olarak tanımlayan politik-ekonomik literatürden türeyen, sınıf uzlaşımının uzun vadeli baskısına borçluydu: Condorcet’e göre “toplumların doğal olarak ‘insanlığın kardeşliği içersinde’ farklı sınıflara bölündüğü ortak bir saadet uğruna bir araya gelen bir ‘teori’.” Mercier de la Rivière’nin iddia ettiği gibi “mülkiyet kanunu” toplumda herkesi birbirinin korunmasıyla ilişkilendiren “bir kardeşlik” kurdu. conatus Roederer’e göre mülk sahibi-işçi ve basit işçi “ fraternité nécessaire de l’industrie dans la division des métiers”20 tarafından birleştirilmişti (hepsi Bach’dan alıntıdır). Sieyès sınıf uzlaşımı temasına mutlak zorunluluk görünümünü verdikten sonra “er ya da geç, bütün ortaklık kuranlar”ın karşılıklı birbirini zorlamasıyla, “bütün sınıfların kendilerini toplumsal sözleşmenin sınırları içersinde bulması kaçınılmaz olacaktır” diye iddia etmiştir (1985: 144). Ortak iyi ya da genel çıkar doğal bir iş bölümünün sonucundaki kamu ahlakını tanımlayacaktı. Sınıf farklılıkları doğaldı (“Les inégalités de propriété et d’industrie sont comme les inégalités d’âge, de sexe, de couleur”21, a.g.e : 181) ve özel mülkiyetin ve serbest girişimin korunmasına dayandırılan ortak iyiyle (l’utilité commune) beraber Déclaration des Droits’in (Haklar Bildirgesi) ilk maddesinin bildirdiği gibi el altından birleştiriliyorlardı. Özel çıkarların takibi fizyokratik “toplumsal bedenin genel çıkarı”nı oluşturacaktı. Farklı “korporasyon” türleri (ticaretle ilişkili, dini vb.) karşılıklı tesir ya da concordia’yı22 (tek bir yürek) teşvik etme amacıyla güya uyumlu toplumlardaki farklı sınıflardan insanların birleştirilmesi görevine koşulmuştu. Eşit olmayan ancak kullanışlı bir parçalar topluluğu olarak tıpkı aile hanesi gibi, topluluk da işlevsel, uyumlu bir toplum için derhal anlaşılabilir bir metafordu. “Organik metafor farklı kişilerin farklı görevler sergilemesi gerektiğinin gerçekte doğru olduğunu belirtti; mevcut biçiminde iş bölümünü kutsallaştırmaya eğilimliydi, insanlar ‘yaşamdaki yerleriyle’ hoşnut olmalıydı”; “organik” bir iş bölümü düşüncesi “eşitlik fikrinin anti tezi”ydi (Black, 1992: 17). Kentli Avrupa’nın özelliği olan bu örnek corpus mysticum biçiminde toprak temelli devlet düzeyinde dile getirildi –egemen kralın bedeniyle özdeşleştirilen “politik beden”: “üyelere”, tabakalara ya da tüzel düzenlere hükmeden “şef.” Devrimci dönem boyunca, eski rejimin topluluk’ları devlet etrafında birleşmiş topluluk rejiminin ve yurttaş ve ulus arasındaki dolayımsız ilişkinin kuruluşuna engeller olarak fes edildi ve topluluk politikası kavramı ortak bir burjuva modeli takip ederek dönüştürüldü. 31 Britanya’da, kralın gizemli bedeni parlamentonun gizemli temsili bedenine dönüştü. Devletin sembolü ortak bir şekilde kral ve parlamentoya atfedildi (Manicas, 1988: 177; Morgan, 1988: 1720; Pitkin, 1989; Bendix, 1978, 1996: 40-1). Daha sonra parlamento orta çağa ait köklerinden, tek bir beden ya da çıkarlar korporasyonu olarak “ulushalk”ı temsil eden ulusal bir meclise dönüştürüldü. Edmund Burke’nın belirttiği gibi, parlamento “bütünün, tek bir çıkarı olan bir ulusun meclisiydi” (Manicas, 1988: 181-2; Bendix, 1978: 314-7; Morgan, 1988 2. bölüm; Pitkin, 1989: 138-9). Bu özellikle Fransız Ulusal Meclisi’nin görüşüydü (Woloch, 1993: 22-3). Reklam sayfalarında ya da afişlerde kullanımından ötürü burjuvazi arasında geniş çapta tanınan Fransız hekim mesleğinin teknik tabiri beden sembolizmine dayalı politik sözlükçenin anlamı yeniden inşa edildi. Yaygın biçimde kullanılan kavramlar –ülkenin bedeni olarak değil; yani, kral gibi, fakat afişlerin burjuva okuyucularının bedenleri olarak anlaşılan; yani, ulus-halkın organik birliği olarak anlaşılan toplumsal beden- ulusun “dolaşımı”, “kabarması”, “yücelmesi” ve “dirilişi”ydi (Jones, 1996: 27). Hekim tabiri aracılığıyla, burjuvazi politik yaşamdaki yeni rolleri meşrulaştırmak için yeni beden kavramları yarattı (Outram, 1989). Tıbbi, politik ve edebi düşüncede geliştirilen bu kavramlar burjuvaydı: bireycileştirilmiş, öz-belirlenimci ve kamusal tabiatlı. Monarşi mémoires judiciaries23 içersinde metaforik olarak eleştiriliyordu ve devletin bedeni burjuva bedeni olan ulusun bedeni olarak yeniden düzenleniyordu, zira afişler “okuyucuların kendi başlarına, Fransız toplumunun bedenini kendi burjuva imgelerinde –“organik” uyum imgesi içindeyeniden oluşturmasına imkan tanıyordu” (Jones, 1996: 36). Bu organik kavramı, sınıf farklılıklarını doğallaştıran ve politik bedeni askıya alan toplumsal sözleşme düşüncesinden türemişti. Bu, Rousseau’nun terimleriyle, “makineyi yaşatan, devindiren ve çalıştıran yurttaşların üyesi oldukları ... insanınkine benzeyen örgütlü, yaşayan bir beden olarak düşünülebilir” (1973: 131-2). Tıpkı bir yurttaşlık kimliği hissini destekleme çabalarıyla sonuçlanan ortaçağ kent-devletlerinin başlangıç aşamasındaki ticarileşme gibi, toprağa dayalı devletlerin ticarileşmesi de ulus olmanın açığa vurulmamış inşası için zemin hazırladı. Feodal ekonomide kentsel yerel kanunlar ve yurttaşlığın kontrolü yoluyla yerleştirilen ticari-kapitalist bir ekonominin işlemlerini tamamlayarak, lonca üretimi ve ticaret üretim ağını destekleyen “korumalı ve düzenli çevreler” sağlayan Ortaçağa özgü kentler “başlangıçta ticariydi” (Katznelson, 1992: 183). On sekizinci yüzyılda merkantilizm aynı tarzda fakat gittikçe “devletlerin sınırlarıyla uyuşan çok daha geniş ve esnek ekonomik birlikler” yaratan daha yüksek bir düzeyde “bir birliğin aracı” oldu (a.g.e: 189). Bu bağlamda, klasik ve Rönesans cumhuriyetçi düşüncesi, kentler ve kent-devletlerin özerk hükümet deneyimi artan bir etkide bulundu (Kiernan, 1965: 26-7). İngiliz Devrimi boyunca burjuvazinin erginleşmesi ve “halkın egemenliği” fikri yüzyıllardır Avrupa kentlerinde mayalanan yurttaşlık ve yurtseverliğe neden oldu. “Halk” artan toplumsal farklılaşma ve yukarıdaki köy ağaları, zengin tüccarlar ve zanaatkarların yükselen gücü bağlamında eski ayrıcalıklı seçkinlere karşı tam bir kapsayıcı özdeşleşme olarak yorumlandı. On yedinci yüzyıl İngiltere’sinden miras alınan ve başkalarının conatus 32 yanı sıra, Locke, Hobbes ve Halifax tarafından geliştirilen kapitalizmin gelişimiyle bağlantılı bu ideal yurttaşlık, on dokuzuncu yüzyılı biçimlendiren “liberal” görüşü geniş biçimde tanımlayacaktı (Turner, 1986: 17-26, 134-5). Bu yurttaşlar, staatbürgers ya da citovens’dan oluşan oldukça duyarlı, yine de “burjuva sınıflı toplum gerçekliğiyle bir arada yaşayan” “sınıfsız bir toplum”du (Langewiesche, 1993: 52, 61, 63). Evrenselci tonlamalarıyla “halk” fikri sınıf ayrımlarını maskelemeye uyduğunu kanıtladı. “Halk” “ulus” kavramıyla boy ölçüşecek adım adım kapsayıcı bir kategori olarak, doğmakta olan burjuvazinin Fransız Devrimi’nden önceki on yıllarda genel nüfusunkilerle çakışan arzuları olarak yorumlandı: bir ulusu bir araya getiren bir ülkede yaşayan bireyler yığını (Greenfeld, 1992: 161-2). Onlar “Üçüncü Tabakalar”dı: birkaç bin birey hariç (soyluluk) ülkenin bütün nüfusu. Üstelik burjuvazinin çıkarlarının –“les classes disponibles du tiers état”açıkça ‘le reste du peuple’ (halkın geri kalanının) çıkarlarıyla özdeş olduğu düşünülüyordu (Sieyès, 1985: 133). “Halk” içerisindeki açık eşitsizlikler politik olarak konu dışı değerlendiriliyordu. Halk, Jaques Louis David tarafından alnında “aydınlık” kelimesiyle bir heykel gibi hayal ettiği bir beden olarak kavramsallaştırılmış egemen özneydi; “göğsünde, doğa ve hakikat; kollarında, güç; ellerinde, iş” (Baecque’dan alıntı, 1994: 12931). Kentli zanaatkarların politik arzu ve faaliyetleri “halk” olarak politikaya katılmak için, tarihsel olarak eşi görülmemiş bir tesadüfle yönlendirilmişti. Siyaseti sınıf engellerini boydan boya kesen tüzel kimlikler, “halk”ın birliği içersinde eridi. Büyük ölçüde orta sınıf Jakobenler, işçileri “genel istenç” adına maddi taleplerinden uzaklaştırmaya imkan tanıyan anavatan ve ulusun kapsayıcı ve belirsiz fikirlerine başvurarak sans culottes’u seferber etti (Hunt & Sheridan, 1984: 823). Sınıflı ancak yine de birleşmiş halk ulusal refahı temellendirdi. Bu ilke “merkezi meselelerde muhafazakar Thermidorcu duruşu ifade etme ve tasarlamada ustalıklı olan” Kongre temsilcisi François Antoine de Boissy conatus d’Anglas’ın etkili bir konuşmasında kurnazca ifade ediliyordu (Desan, 1997: 110): Fransa’da doğan insan kitlesi ... halk budur. Bunların bir kısmı mülkiyet edindi ... aynı insanların ikinci bir kısmı biraz ya da daha fazla elde etmek için çalışıyor. Bu iki grup zengin ve yoksul olarak adlandırılır; birbirlerine hizmet ederler ... birlikleri güçleridir ve geçimsizlikleri ya da uyumlulukları mutsuzluğa ya da devletin gönencine bağlıdır (a.g.e’den alıntı). Boissy d’Anglas “dobra dobra mülkiyetin halkın istenciyle ittifakını savundu ve Cumhuriyeti sınıf farklılığının kabulüne dayandırdı” (a.g.e). “Halka” dayalı yurttaşlık özgürlükten daha ziyade ideal bir içermeydi. Sınıfsız bir toplum içersindeki ideal burjuva politik özgürleşmesini temsil etti. Ne var ki Marx (1975), soyut ve hukuki bir aygıtın kişiyi politik toplumun soyut ahlaki kişisine ve egoist burjuva toplumun bireyine indirgeyerek insan özgürleşmesinin vekaleten görevini gördüğünü fark etti. 1789-90’da yurttaşlık herkesi kapsıyordu ve daha sonra “zenginlik ve statü farklılıkların kalmasına müsaade edildi çünkü artık her nasılsa sorun olmayacaklardı” (Higonnet, 1981: 53-4). 1794’den sonra, Yürütme Organı tarafından “sınıf yapısının gerçekliği ... bir kere daha kabul edildi ve yadsındı (a.g.e). Sınıf farkı ulusu kurdu. Kültürel farklılığın tersine, bu fes edilemiyordu. Ulus, adım adım organik entelektüellerin kafalarında doğdukça, bu temel önkoşulları yerine getirdi: organik olarak birleşmiş bir toplumda sembolik eşitlik. “Hiçbir pratik duyguyla elde edilemeyecek eşitlik ideolojik ve hayali bir düzlemde başarılacaktır” (a.g.e: 59). Yürütme Organının iktidarından Üçüncü Cumhuriyete kadar kültürün, eğitim ve dilin homojenleştirilmesine önem veren Jakobenlerin ve onların haleflerinin kültürel müdahaleciliğinin gerekçesi devrimci burjuvazinin çabaları “ekonomik ve sosyal hiyerarşide geri çekilmemek için eşit olarak ciddi belirlenimleriyle birlikte topluma ve ruhani ya da “ahlaki” eşitliğe” sorumluluğunu yerine getirmeye 33 dayandı (a.g.e: 49). Cabanis (1956: 484) “Fransız olandan başka bir şey kalmadığı” için sınıf kininin [Michelet’e göre, “Sieyès’in Fransa’nın bütün parçalarının tek bir beden ve tek bir ulus içersinde eridiği düşünü gerçekleştiren, (Bell’den alıntı, 2001: 14) parçaları oldukça başarılı bir şekilde bir araya getirilmiş güçlü bir mekanizma (Gerson’dan alıntı, 1996: 168)] Fransa namına “fes edildiğini” iddia etti. Dolayısıyla, egemen sınıflar kendi hegemonik projelerini temellendirmek için pratiklerde ve kurumlarda cisimleşmiş efsanevi toplulukları kurmak için mücadele ettiğinde, bu görev teritoryal devlet ve onun “özgür” nüfusunun uzamsal ve toplumsal düzenine kazındı. Bu yüzden uzlaşım bütün nüfusu devletlerin sınırları içersinde içine alarak bütün kimlikleri kuşatan biçimde şekillendi: somut biçimi daha eski uzlaşım tarzlarından türeyen kimlikler. Ulus, halk ve ulus-devlet biçimi bu bağlamda doğdu. Ulus, burjuva devrimin ve kapitalist modernleşmenin çifte süreci boyunca, antagonistik toplumsal güçlerin bir arada var olabileceği her türlü tarihsel bloğu kurma çabasının ön koşulu olma rolünü yerine getirerek sınıf uzlaşımı bağlamında doğdu Sonuç Hegemonya, toplumsal çelişkileri aşan güya ortak bir kimliğe dayalı sınıf siyaseti doğrultusunda yönetilenin rızasını gerektirir: Gramsci’nin terimleriyle, hükmeden ve hükmedileni aynı biçimde kucaklayan “etnik-politik bir öğe”. Bu çalışmada, işlevsel politik yönetimler içinde toplumsal bölünmeleri politik olarak önemsiz hale getirebilmek için antagonist sınıflardan insanları birleştiren hegemonik ilkeler olarak hareket eden komüniter kimliklere gönderme yaparak, egemen sınıfların hegemonyasının temeline yaslanan mekanizmaları araştırdım. Ulusun bu mekanizmalardan biri olduğunu düşünerek Gramsci’yi izledim. Ne var ki bu meselelerin esaslı önemine rağmen, bu zamana kadar bunlar üzerine Marksist akademide hiç sistematik araştırma olmadı. Ulus-halkın ortaya çıkışı hegemonyayla ilişkili olarak çalışılmamıştır ve kapitalizmin olgunlaşmasından önce farklı sınıflardan insanlar arasında işlevsel bir birliği gerçekleştirmek için gerekli mekanizmaların incelenmesi sıfırdan başlamalıdır. Bunun Gramsci’nin anlatımının sınırlamalarından ötürü olabileceğini ileri sürdüm. Hegemonyanın temeline yerleştirdiği kavramların araştırmasına hiçbir zaman girişmedi ve muhtemelen onu ulusu, proleter kaygılara uygulanamaz, bir burjuva müdahale biçimi olarak sorunsallaştırmaktan alıkoyan şey, İtalyan ulusunun ve ulusal birliğinin inşasıyla ilgili kaygısıydı. Bu, her ne kadar sınırlı ve düzensiz olsalar da, Gramsci’nin yeni ufuklar açan görüşlerinin doğrulamasını “modernleşme” okulu ve Marksist literatür içinde aranmayı zorunlu kıldı. Araştırma, belli bir mutabakatı açığa vuran uyumsuz ve rakip kaynakların ortak noktasını ortaya koydu. Ulus, burjuva devrimin ve kapitalist modernleşmenin çifte süreci boyunca, antagonistik toplumsal güçlerin bir arada var olabileceği her türlü tarihsel bloğu kurma çabasının ön koşulu olma rolünü yerine getirerek sınıf uzlaşımı bağlamında doğdu. Daha ileri bir inceleme, varsayılan (soyut yurttaşlardan oluşan nüfusuyla birlikte teritoryal devletler sisteminin politik/uzamsal yapısını tartışılmaz biçimde etkilemiş olan) ulus-halk biçiminin kapitalizmin gelişimine ve uzlaşımın daha önceki çağlarda aldığı conatus 34 maddi ve ideolojik biçimlerinin benimsenmesine dayandığını ortaya çıkarabilir. Karşılıklı uyum, organik birlik, sembolik eşitlik ve ortak iyi’nin temel uzlaşım temaları aile ve topluluğun en mükemmel işlevsel metaforlarında sürdürüldü. Geçmişte çeşitli düzeylerde birkaç türde topluluğu tanımlamak için kullanılan bu metaforlar yeni koşullara göre yeniden biçimlendiriliyor ve burjuva hegemonyasının ihtiyacı olan yeni toplum biçimlerinin temsiliyeti görevini yerine getiriyordu. “Dikey” toplumları himaye/ bağımlı hatlar ve dini hayır kurumlarından kent komünleri ve hanedanlık ülkelerine kadar temsil eden hayali akrabalık ve organik analoji; “yatay”, bütünü kapsayıcı, yurttaşlıkla tanımlanan ulus-halk kardeşliği olarak yeniden düzenleniyordu. Bu makale burjuvazinin ve ulusal-halkın ayrılmaz biçimde birbirine bağlı olduğunu vurgular; keza ulusal-halk hegemonik bir sınıf olarak burjuvazinin oluşumunda kurucu bir momentken, burjuvazi ulusal-halkın varlık nedenini verir. Bu yüzden Gramsci ulusalcılığı burjuva hegemonyasını alttan destekleyen etikpolitik öğe olarak göstermekle aslında haklıydı; ancak proletaryanın tarihsel olarak burjuva meseleleriyle birleşmiş bir çerçevede hegemonik olabileceğine inanmakla yanılmıştı. Zira toplumsal ayrımların korunmasından ziyade aşılmasıyla ilgilenen bir proleter hegemonyanın görünümünü öngörmek (dolayısıyla ulusu bu hegemonya içine yerleştirmek) zor bir şeydir. Bugünlerde, “ulusal birlik” ve “toplumsal ortaklık” savunuları düzenli olarak, savaş gereksinmelerinden dünya piyasalarındaki rekabetçiliğe kadar, farklı amaçlarla piyasaya sürülmektedir. Üstelik kapitalizm lehinde ve artan şekilde otoriter üst-ulusal bir kimlik ve varlık olarak “Avrupa”, “organik gerçeklikler”e saygı duyan (Rusi, 1991: 5) “organik bir bütün”ü onarmak maksadıyla, “uzun ömürlü kültürel, ekonomik ve politik köklerle birlikte organik bir süreç” olarak tanımlandı (Hallstein, 1972: 18). Bu amaçları meşru görmeyenler açısından, hegemonyayı temellendiren köklerin araştırılmasının öneminin ne olduğunu söylemeye gerek bile yoktur. conatus Luis M. Pozo, The Roots of Hegemony: The Mechanisms of Class Accomodation and the Emergence of the nation-people, Capital & Class, no.91, 2007, s.55-88. 1 Gramsci hiçbir zaman “ulus” ya da “halk” terimlerini tanımlamadı. O bunları -çoğunlukla belli belirsiz “ulus-halk”, “halk-ulus”, “ulusal-halkçı”, “halkçı-ulusal” olarak bir araya getirilen- çeşitli kültürel ve politik anlamlar, bağlamlar içersinde kullandı. Özellikle Fransa ve İtalya arasındaki çelişki üzerine tartışmasında, “ulus” entelektüeller tarafından bir kültürel kurguyken, “halk” nüfusun asıl kitlesini ifade eder. Yine de bu ikisinin dilbilimsel ve tarihsel olarak bağdaştırılması gerektiğinde ısrar etti. Fransızca, Almanca ya da Rusçada “ulusal” ve “halk” kelimelerinin eşanlamlı ya da hemen hemen öyle olduğunu yazdı (Gramsci,1975: 2116). İtalya, “ulusal” teriminin “hiçbir suretle ‘halk’ kelimesiyle uyuşmaması nedeniyle ayrıksıydı, zira İtalya’da entelektüeller halktan, başka bir deyişle ‘ulus’tan ayrı”ydı (a.g.e) Bu çalışmada, “ulus” ve “ulus-halk”ı birbirinin yerine kullanıyorum. 2 Gramsci, besbelli, ulusların “kurulan” doğasının farkındaydı. Ulusun “bireyleştirilmiş temsilleri” ona göre devlet baskısıyla sıralanan ve çelişkili fakat aynı zamanda “uzlaştırıcı” “ahlaki bilinç” içerisinde kültürel olarak örgütlenmiş “dikey” ve “yatay” toplumsal ayrımları örten “önemsiz metaforlar”dı (Gramsci, 1975: 1222-3). Ne yazık ki, bu ahlaki bilincin yaratılmasının tarihsel olarak tayin edilmesi gerektiğini gözden kaçırdı. 3 Tam tamına. (ç.n.) 4 Bir gerçekten sonra açıklama olarak rasgele verilen kuşkulu bir varsayım ya da sav (ç.n.). 5 İtalyanca yeniden doğuş anlamına gelen, 1820’lerde İtalyan birliğini kurmak amacını taşıyan insanların hareketi olarak bilinir (ç.n). 6 Gramsci burjuvazi ve proletaryaya açıkça atfettiği kolektif bilincin (“mülkiyet sahipleri açısından ‘ulus’, proletarya açısından ‘sınıf’) köylülerde olmadığına dikkat çekti (Gramsci, 1978: 18). Daha sonra kendisini, kolektif bir sınıf bilinciyle (proletarya), bir burjuva bilinci olan “ulusal-halkçı” bir bilinç etrafında köylülerle bir ittifaka gitmek için bir faaliyet güderken müşkül bir durumda buldu. 7 “Güney sorunu” üzerine bakınız Chubb (1982). Marx’ın kendisi ulus olmanın ayırıcı yönünü belirlerken ona verili gibi davranma eğilimindeydi. İşçi sınıfının ulusallık tarafından düşman kamplara bölündüğünü gördü: “yapay olarak hayatta tutulan ve basın, vaizler sınıfı, mizah dergileri ve egemen sınıfların bütün kontrol araçları tarafından şiddetlendirilen” bir düşmanlık (Marx’dan Meyer ve Vogt’a, Marx & Engels içersinde, 1975: 222). Yine de, ulusal 35 hisler “yaşatılmadan ve yoğunlaştırılmadan” (yapay olarak) önce doğmalıdır. 8 Gramsci, proletaryanın enternasyonalizmine bağlılığıyla birlikte arzusunu Roma İmparatorluğu ve ortaçağ komünleriyle özdeşleştirdiği “modern” bir kozmopolitanizm biçiminde olduğu gibi sözde İtalyan halk-ulusunun çıkarını olumlayarak –klasik emperyalizm ya da ortaçağ yurttaşlığı hakkında İtalya’ya özgü ayırt edici herhangi bir şey varmış gibi- İtalyan ulusunun birliğiyle bağdaştırmaya çalıştı. İroni yapmadan açıkça, Roma İmparatorluğu İtalyan olduğu için daha az yayılmacıymış gibi, Romalı ve ortaçağa özgü “kozmopolitanizm”i yücelterek, “ulusalcı” ve “yayılmacı” ulusal birleşmenin amacını “Fransız” ve İtalyan tarihine yabancı bir “anakronistik fazlılık” olarak suçladı (Gramsci, 1975: 1987-9). 9 Aracı kurumlar (ç.n.) 10 Sivil din” kavramı “onu toplumun bütün üyelerini bağlamak göreviyle ve görevlerini tanımakla sorumlu kılan” Rousseau ile çıkar. Bu Durkheim’ı fazlasıyla etkiledi. Bu kavram “bir anlam hiyerarşi içersinde ulus olmanın anlamını kuran sistematik bir kipler, değerler, düşünceler, ritüeller ve semboller ağı” olarak açıklanır ve bu sembollerin ve iknaların “insanlığın her türlü şartına” hitap etmesi gerekir (Davis, 1994: 274). Kavramı “bir insanın yurttaş olarak rolüyle ilişkilendiren inançlar, ayinler ve semboller dizisi” olarak tanımlayan Coleman ile karşılaştırın (Bryant’dan alıntı 1995: 149). 11 Korporatizm üzerine Panitch’in yorumlarına ve onun Muhafazakar ve İşçi Partisi’ndeki bütünleştirici ideoloji ve pratiklerin tartışmasına bakınız (1971). İşçi Partisi’ndeki “sınıf işbirliğinin teori ve pratiği” üzerine bakınız Saville (1973). Kiernan ulusalcılığı emperyalizme ve antagonist sınıfların birleştirilme amacına bağlar (1995: 28-30). 12 Almanca’da etnik anlamına gelen terim halk anlamına gelen Volk’dan türer. 19. yüzyılda Almanya’daki romantik milliyetçi hareketle beraber gündemleşmiştir (ç.n). 13 Büyük devletler (ç.n). 14 Bakınız Hroch (1985: 8); çatışma ve kültürel kurucuların seçmesi, bakınız Brass (1979: 40-1). Daha önceden var olan fikir ve değerler politik kimlik yaratmak ve kitlesel halk desteği sağlamak için çatışma-güdümlü bir seçme sürecinde seçkinler tarafından değiştirilir. “Kültürel kurucular grubu diğer gruplardan ayrıştırmanın ve grubun iç dayanışmasını yükseltmenin bir temeli olarak seçilir ve kullanılır.” (Brass, 1991: 63, vurgu eklenmiştir). Bazı yazarlar devlet-ürünü ve ulusinşası arasında düzgün farklılaştırmaya gitmemelerine rağmen kültürün homojenleştirilmesini devlete bağlar. Tilly (1975: 70) farka dikkat çeker, ancak homojenleştirici güdüleri açıklarken onu gözünden kaçırır (a.g.e: 42, 44, 78). Homojenleştirme güdüleri için örnek verilen dürtüler şunlardır: nüfusun bağlılığını arttırmak; kontrol ve vergilendirme mekanizmalarını standartlaştırmak ve merkezileştirmek; ve arzulanan politikaların işleyişini rutinleştirmek –sadece yönetimsel olanın karşıtı olarak, kültürel homojenleştirme açısından hemen hemen hiç güvenilir olmayan nedenler. Bakınız Tilly (1975: 43-4, 78-80), Ardant (1975) ve (Rokan (1975). 15 Antik ve Orta Çağlardaki grup-kimliği formasyonunun özdeşleştirici modeller sorunu için bakınız Pohl (1998). Reynolds (1984) ve Englund (1992: 313, n.39) –çoğunlukla anlaşıldıkları şekilde ulusal duyarlılıktan bir hayli uzak- krallıkların ve teritoryal devletlerin hanedan, ailevi-miras yollu doğasını vurgular. Ulusların modern kökeni Gellner (1983, 1999), Hobsbawm (1983, 1990), Balibar(1991: 141,, 143) ve Billig’de (1995: 19-22) dile getirilir. Smith (1991: 717-9) gönüllü bir şekilde modern Avrupa’nın kökenini tercih eder. Anderson’ın (1983) ulusalcılığın sömürge ücralarındaki kökleri ikna edici değildir ve ampirik destekten yoksundur. Rokkan (1999: 174, 159, 178) ulus devletleri daha önceden on altıncı yüzyıla ve hatta ortaçağlara yerleştirir, ancak başka bir yerde Woolf’un (1992: 98) ve Brubaker’ın (1992: 6) yaptığı gibi ulusların ve ulusal ideolojilerin doğuşunu Fransız Devrimi’yle birleştirir (a.g.e: 106, 161-2). Greefeld (1992) ilk ulusu on altıncı yüzyılda Britanya’ya, ancak Avrupa’ya özgü genel fenomeni on sekizinci yüzyıla yerleştirir. Kohn’a göre (1974: 77-8) ulusal duyarlılık ilk kez on yedinci yüzyıl İngiliz orta sınıflarının çıkışıyla göründü. Genel bir bakış için, bakınız Kiernan (1965); “ulusun” etimolojisi ve kavramsal evrimi için bakınız Connor (1978), Hobsbawm (1990: 24 ve devamı), Greenfeld (1992), Kedourie (1964: 33-4) ve Rokkan (1999: 170). 16 Ulusalcılığı, öncelikle, söz konusu ulusların var olması gerektiği ve var olduğunu ve onların varlığının ve devamlılığının zaman ve uzamda savunulması gerektiğini söyleyen bir ideoloji olarak tanımlıyorum. Gellner Hobsbawm tarafından kabul edilen ulus ve devlet arasındaki mutabakatı dillendiren bir ilkeye başvurur (Gellner 1983: 1c. 138, “yurtseverliğin ayırt edici özellikleri”) Griffin’e göre (1983) ulusalcılık bir aidiyet hissi tarafından canlandırılan ve algılanan bir ulusal topluluğa hizmet eden bir ideolojidir. 17 Bu, ulusalcılıkla ilgili her şeyin sınıf uzlaşımı olduğunu varsaymak değildir. Yine de, “ulusal kurtuluş” gibi ilerici ulusalcı hareketler bile sınıf farklılıklarının bastırılmasını gerektirir (Harris, 1990; Patterson, 1988: 346; Billig, 1995: 85). 18 Aşağıda özetlenen temaların ayrıntılı bir anlatımı için bakınız Pozo (yakında) ve Pozo (basılmamış). 19 [Fr.] anavatan. (ç.n.) 20 [Fr.] İşbölümünde sanayinin gerektirdiği kardeşlik. (ç.n.) 21 [Fr.] Mülkiyet ve sanayinin eşitsizlikleri, yaş, cinsiyet ve renk eşitsizlikleri gibidir. (ç.n.) 22 [İsp.] anlaşma, uyum (ç.n.) 23 [Fr.] Hukuki önergeler Referanslar Alfonsi, Alfonso (1997) ‘Citizenship and national identity: The emerging stirrings in western Europe’ in T. K. Oomen (ed.) Citizenship and National Identity From Colonialism to Globalism (Sage). Anderson, Benedict (1991) Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of Nationalism (Verso). Ardant, Gabriel (1975) ‘Financial policy and economic infrastructure of modern states and nations’ in Tilly (ed.) The Formation of Nation-States in Western Europe. Arrighi, Giovanni (1994) The Long Twentieth Century: Money, Power and the Origins of our Time (Verso). Baecque, Antoine de (1994) ‘The allegorical image of France, 1750– 1800: A political crisis of representation’ in Representations, no. 47, pp. 111–43. Bach, Reinhard (n.d.) ‘Du contrat social à l’art social: L’aliénation physiocratique de Rousseau’, online at the Rousseau Studies website, <http://rousseaustudies.free.fr/>. Balibar, Étienne (1991) ‘La forma nación: Historia e ideología’ in conatus 36 Balibar & Wallerstein, Raza, Nación, Clase: Identidades Ambiguas. Balibar, Etienne & Immanuel Wallerstein (1991) Raza, Nación, Clase: Identidades Ambiguas (IEPALA). Beetham, David (1991) The Legitimation of Power (Macmillan) . Bell, David Avrom (2001) The Cult of the Nation in France: Inventing Nationalism, 1680–1800 (Harvard University Press). Bellamy, Richard (1987) Modern Italian Social Theory: Ideology and Politics from Pareto to the Present (Polity). Bendix, Reinhardt (1996) Nation-Building and Citizenship: Studies of our Changing Social Order (Transaction). ––––––– (1978) Kings or People: Power and the Mandate to Rule (University of California Press). Billig, Michael (1995) Banal Nationalism (Sage). Black, Anthony (1992) Political Thought in Europe, 1250–1450 (Cambridge University Press). Bourdieu, Pierre (1977) Outline of a Theory of Practice (Cambridge University Press). Brass, Paul (1979) ‘Elite group, symbol manipulation and ethnic identity among the Muslims of South Asia’ in D. Taylor & M. Yapp (eds.) Political Identity in South Asia (Curzon Press). ––––––– (1991) Ethnicity and Nationalism: Theory and Comparison (Sage). Brubaker, Rogers (1992) Citizenship and Nationhood in France and Germany (Harvard University Press). Bryant, Christopher G. A. (1995) ‘Civic nation, civil society, civil religion’ in Hall (ed.) Civil Society: Theory, History, Comparison. Buci-Glucksmann, Christine (1978) Gramsci y el Estado: Hacia una Teoría Materialista de la Filosofía (Siglo xxi). Cabanis, Pierre-Jean (1956) ‘Quelques considérations sur l’organisation sociale en général et particulièrement sur la nouvelle Constitution’ in Corpus Général des Philosophes Français, xliv, 1 (Presses Universitaires de France). Calhoun, Craig (1997) ‘Nacionalismo y cambio social’, in V Conversaciones Internacionales de Historia de la Universidad de Navarra: Para Comprender el Cambio Social: Enfoques Teóricos y Perspectivas Historiográficas (eunsa). Cammack, Paul (1997) Capitalism and Democracy in the Third World: The Doctrine for Political Development (Leicester University Press). Chubb, Judith (1982) Patronage, Power and Poverty in Southern Italy: A Tale of Two Cities (Cambridge University Press). Clapham, Christopher (1985) Third World Politics: An Introduction (Croom Helm). Cohen, Ronald (1988) ‘Introduction’ in Cohen & Toland (eds.) State Formation and Political Legitimacy. Cohen, Ronald & Judith D. Toland (eds.) (1988) State Formation and Political Legitimacy (Transaction). Comaroff, Jean & John Comaroff (1992) Ethnography and the Historical Imagination (Westview Press). Connor, Walker (1978) ‘A nation is a nation, is a state, is an ethnic group, is a …’ in Ethnic and Racial Studies, vol. 1, no. 4, pp. 379–88. ––––––– (1990) ‘When is a nation?’ in Ethnic and Racial Studies, vol. 13, no. 1, pp. 92–100. Davis, Winston (1994) ‘Religion and development: Weber and the East Asian experience’ in S. P. Huntington & M. Weiner (eds.) Understanding Political Development (Waveland Press). Delannoi, Gil (1993) ‘La teoría de la nación y sus ambivalencias’ in G. Delannoi (ed.) Teorías del Nacionalismo (Paidós Ibérica). conatus Desan, Suzanne (1999) ‘Reconstituting the social after the terror: Family, property and the law in popular politics’ in Past and Present, no. 164, pp. 81–121. Eley, Geoff (1981) ‘Nationalism and social history’ in Social History, vol. 6, no. 1, pp. 83–107. Englund, Steven (1992) ‘The ghost of nation past’ in Journal of Modern History, no. 64, pp. 299–320. Forgacs, David (1984) ‘National–popular: Genealogy of a concept’ in Tony Bennet et al. (eds.) Formations of Nation and People (Routledge & Kegan Paul). Gellner, Ernest (1983) Nations and Nationalism (Blackwell). ––––––– (1999) ‘The coming of nationalism and its interpretation: The myths of nation and class’ in S. Bowles et al. (eds.) The Politics and Economics of Power (Routledge). Germani, Gino (1964) ‘Social change and intergroup conflicts’ in I. L. Horowitz (ed.) The New Sociology (Oxford University Press). Gerson, Stéphane (1996) ‘Parisian litterateurs, provincial journeys and the construction of national unity in postrevolutionary France’ in Past and Present, no. 151, pp. 141–73. Gilbert, Paul (1998) The Philosophy of Nationalism (Westview Press). Gramsci, Antonio (1975) Quaderni del Carcere, 4 vols. (Einaudi). ––––––– (1978) La Cuestión Meridional, trans. A. Bastida (Dédalo). Greenfeld, Liah (1992) Nationalism: Five Roads to Modernity (Harvard University Press). Griffin, Roger (1993) ‘Nationalism’ in Roger Eatwell & Anthony Wright (eds.) Contemporary Political Ideologies (Pinter). Hall, John A. (ed.) (1995) Civil Society: Theory, History, Comparison (Polity-Blackwell). Hallstein, Walter (1972) Europe in the Making (Allen & Unwin). Harris, Nigel (1990) National Liberation (I. B. Taurus). Heater, Derek (1990) Citizenship: The Civic Ideal in World History, Politics and Education (Longman). Higonnet, Patrice L.-R. (1980) ‘The politics of linguistic terrorism and grammatical hegemony during the French revolution’ in Social History, vol. 5, no. 1, pp. 41–69. Hobsbawm, Eric (1983) ‘Mass-producing traditions: Europe, 1870–1914’ in E. Hobsbawm & T. Ranger (eds.) The Invention of Tradition (Cambridge University Press). ––––––– (1992) Naciones y Nacionalismo desde 1780: Programa, Mito, Realidad (Crítica). Hroch, Miroslav (1985) Social Preconditions of National Revival in Europe (Cambridge University Press). Hunt, Lynn & George Sheridan (1986) ‘Corporatism, association, and the language of labor in France, 1750–1850’ in Journal of Modern History, no. 58, pp. 813–44. Huntington, Samuel L. (1968) Political Order in Changing Societies (Yale University Press). Johnson, Terry & Chris Dandeker (1989) ‘Patronage: Relation and system’ in A. Wallace-Hadrill (ed.) Patronage in Ancient Society (Routledge). Jones, Colin (1996) ‘The great chain of buying: Medical advertisement, the bourgeois public sphere and the origins of the French revolution’ in American Historical Review, no. 101, pp. 13–40. Karakasidou, Anastasia (2000) ‘Essential differences: National homogeneity and cultural representation in four recent works on Greek Macedonia’ in Current Anthropology, vol. 41, no. 3, pp. 37 415–25. Kedourie, Elie (1960) Nationalism (Blackwell). Kiernan, Victor G. (1969) ‘State and nation in western Europe’ in Past and Present, no. 31, p. 20–38. ––––––– (1995) Imperialism and its Contradictions, edited by H. J. Kaye (Routledge). Kohn, Hans (1940) ‘The genesis of English nationalism’ in Journal of the History of Ideas, vol. 1, no. 1, pp. 69–94. Langewiesche, Dieter (1993) ‘Liberalism and the middle classes in Europe’ in Jürgen Kocka & Allan Mitchell (eds.) Bourgeois Society in Nineteenth-Century Europe (Berg). Lipset, Seymour M. (1973) Political Man (Doubleday). Luxemburg, Rosa (1976) The National Question: Selected Writings by Rosa Luxemburg, edited by H. B. Davis (Monthly Review Press). Manicas, Peter T. (1988) ‘The legitimation of the modern state: A historical and structural account’ in Cohen & Toland (eds.) State Formation and Political Legitimacy. Marshall, T. H. (1992) ‘Citizenship and social class’ in T. Bottomore & T. H. Marshall, Citizenship and Social Class (Pluto). Marx, Karl (1964 [1845]) The German Ideology (Progress). ––––––– (1975 [1844]) On the Jewish Question, in Karl Marx & Friedrich Engels, Collected Works, vol. 3 (International Publishers). Marx, Karl & Friedrich Engels (1975 [1844–1895]) Selected Correspondence (Progress). Maza, Sarah (1997) ‘Luxury, morality and social change: Why there was no middle-class consciousness in pre-revolutionary France’ in Journal of Modern History, no. 69, pp. 199– 229. Miliband, Ralph (1970) El Estado en la Sociedad Capitalista (Siglo xxi). Morgan, Edmund S. (1988) Inventing the People: The Rise of Popular Sovereignty in England and America (Norton). Mouzelis, Nicos (1995) ‘Modernity, late development and civil society’ in Hall (ed.) Civil Society: Theory, History, Comparison. Nairn, Tom (1977) The Break-Up of Britain: Crisis and NeoNationalism (Verso). Neocleous, Mark (1997) Fascism (Open University Press). Outram, Dorinda (1989) The Body and the French Revolution: Sex, Class and Political Culture (Yale University Press). Oxhorn, Philip (1995) ‘From controlled inclusion to coerced marginalization: The struggle for civil society in Latin America’ in Hall (ed.) Civil Society: Theory, History, Comparison. Panitch, Leo (1971) ‘Ideology and integration: The case of the British Labour Party’ in Political Studies xix, no. 2, pp. 184–200. ––––––– (1976) Social Democracy and Industrial Militancy: The Labour Party, the Trade Unions and Incomes Policy, 1945–47 (Cambridge University Press). ––––––– (1981) ‘Trade unions and the capitalist state’ in New Left Review, no. 125, pp. 21–43. Patterson, Henry (1988) ‘Neo-nationalism and class’ in Social History, vol. 13, no. 3, pp. 343–49. Pitkin, Hannah Fenichel (1989) ‘Representation’ in Terence Ball et al. (eds.) Political Innovation and Conceptual Change (Cambridge University Press). Pohl, Walter (1998) ‘Introduction: Strategies of distinction’ in W. Pohl & H. Reimitz (eds.) Strategies of Distinction: The Construction of the Ethnic Communities, 300–800 (Brill). Poulantzas, Nicos (1978) Poder Político y Clases Sociales en el Estado Capitalista (Siglo xxi). Pozo, Luis M. (forthcoming) ‘The mechanisms of class accommodation in precapitalist Europe: A study in hegemony’ in Review, xxix, no. 3. ––––––– (unpublished) ‘The family writ large: Class accommodation and the ideological construction of the nation in revolutionary France, c.1780–1830’. Reynolds, Susan (1997) Kingdoms and Communities in Western Europe, 900–1300 (Oxford University Press). Robinson, William I. (1996) Promoting Polyarchy: Globalization, US Intervention and Hegemony (Cambridge University Press). Rokkan, Stein (1975) ‘Dimensions of state formation and nationbuilding: A possible paradigm for research on variations within Europe’ in Tilly (ed.) The Formation of Nation-States in Western Europe. ––––––– (1999) State Formation, Nation-Building and Mass Politics in Europe, edited by P. Flora et al. (Oxford University Press). Roseberry, William (1994) ‘Hegemony and the language of contention’ in Gilbert Joseph & Daniel Nugent (eds.) Everyday Forms of State Formation: Revolution and the Negotiation of Rule in Modern Mexico (Duke University Press). Rousseau, Jean-Jacques (1973) The Social Contract and Discourses (Dent) Rusi, Alpo M. (1991) After the Cold War: Europe’s New Political Architecture (Macmillan). Saville, John (1973) ‘The ideology of Labourism’ in R. Benewick et al. (eds.) Knowledge and Belief in Politics: The Problem of Ideology (Allen and Unwin). Sieyès, Emmanuel-Joseph (1985) Écrits Politiques (Editions des Archives Contemporaines). Smith, Anthony D. (1986) The Ethnic Origins of Nations (Blackwell). ––––––– (1994) ‘The politics of culture: Ethnicity and nationalism’ in T. Ingold (ed.) The Companion Encyclopaedia of Anthropology (Routledge). Szporluk, Roman (1988) Communism and Nationalism: Karl Marx versus Friedrich List (Oxford University Press). Tilly, Charles (ed.) (1975) The Formation of Nation-States in Western Europe (Princeton University Press). ––––––– (1975) ‘Reflections on the history of European statemaking’ in Tilly (ed.) The Formation of Nation-States in Western Europe. Turner, Bryan S. (1986) Citizenship and Capitalism (Allen and Unwin). Waisman, Carlos H. (1980) Modernización y Legitimación: La Incorporación de la Clase Obrera al Sistema Político (Centro de Investigaciones Sociológicas). Wallerstein, Immanuel (1991) ‘La construcción de los pueblos: Racismo, nacionalismo, etnicidad’ in Balibar & Wallerstein, Raza, Nación, Clase: Identidades Ambiguas. Woloch, Isser (1993) The New Regime: Transformations of the French Civic Order (Norton). Woolf, Stuart J. (1992) ‘The construction of a European worldview in the revolutionary-Napoleonic years’ in Past and Present, no. 137, pp. 72–101. conatus 38 39 Irkçılık, Milliyetçilik ve Biyo-politika: Foucault’nun Toplumu Savunmak Gerekir’i, 2003 M a r k K e l l y Çeviren: Sevim Özdemir 2003 yılı, Michael Foucault’nun 1976’da Collège de France’de verdiği derslerin İngilizce’de görünmesine şahit oldu. Toplumu Savunmak Gerekir, Foucault çalışanları heyecanlandıracak birçok şey içermektedir; ancak bu makale, birincil olarak geri kalandan oldukça farklı bir yön izleyerek, sadece toplumu ve savaş modelindeki siyaseti anlamanın tarihi ile ilgili son derslerine yoğunlaşır ve bu tarihi, yirminci yüzyılda bu anlama biçiminin nereye denk düştüğü düşüncesiyle bugüne getirir. Temel konu “Devlet ırkçılığı” olgusunun değerlendirilmesidir.1 Bu ders, ilk kez Fransızca olarak Les Temps Modernes’te 1991 kadar geç bir tarihte yayınlanmış olsa da, özellikle de geliştirilen ırkçılık kavramının kullanımının potansiyel önemi de dahil olmak üzere büyük oranda açıkça göz ardı edilmiştir2. İngilizce’de (bu meseleyle ilgili tüm konularda) bu dersin tek ciddi ele alınışı olarak Laura Ann Stoler’in Race and Education of Desire adlı kitabını görmekteyim3. Stoler’in kendisi de 1976 tarihli derslerdeki bu biyo-politik ırkçılık konusunu “hiç kimsenin ele almadığına” dikkat çekmiştir4. Bu çalışmanın birinci kısmı Foucault’nun devlet ırkçılığı kavramının bir yorumundan oluşur. Foucault’nun analizi kendi içinde belli belirsiz, deneysel ve çalışma varsayımlarını tanımlar niteliktedir, bütünlüklü bir çalışma değildir ve dolayısıyla henüz siyaseti anlamak için uygulanacak bir şema biçimine gelmemiştir. Ancak, bu makalenin ikinci bölümü tam anlamıyla günümüz jeopolitik durumuna Foucault’nun 1976 Collège De France dersleri dizisinin son dersinin deneysel uygulamasıdır. Foucault’nun biyo-politik toplum ve devlet ırkçılığı kavramlarının temel çerçevesi içinde, Avustralya örneğine referansla, bugün artık etnik devlet ırkçılığından, basitçe ekonomik, demografik bir mahiyet olarak ulusun çıkarları öncülüyle hareket eden bir milliyetçiliğe kayıldığına şahit olduğumuzu iddia ediyorum. Ardından, ABD örneğini ve onun son dönem dış politikasını kullanarak, “Terör üzerine savaş”ın biyo-politik bir savaş olduğunu ve ya Amerika’nın yanında (iyi) ya da ona karşı (kötü) olunan bir devlet ırkçılığıyla meşrulaştırılan, ulusal nüfusu koruma biyo-politik güdüsü mantığına göre işlediğini öne sürüyorum. conatus 40 Devletin Öldürmesi ve Biyo-politika 1976’daki derste, Foucault Orta Çağın sonunda gelişen alternatif bir tarih yapma yönteminin tarihini izler. Daha öncesinde tarih aslında verasetin devamlılığını vurgulayan egemenin gözünden yazılmıştır. Bu yeni tarih, topluma yöneten ve bazı veya diğer yönetilen gruplar arasında temel bir mücadele yerleştirerek statükoya meydan okumuştur. Bu mücadele genel anlamda daima ırksaldır. İngiltere’de bu mücadele, Norman ırkından istilacıların haleflerini temsil eden monarşiye karşı kendilerini İngiltere’nin Sakson yerlilerinin varisi olarak tanımlayan burjuva ve küçük burjuva unsurları biçimini almıştır (bu İngiliz toplumunun Norman ve Sakson ikiliği ışığı altında yorumlandığı yöntemlerin sadece bir örneğidir). Fransa’da, aristokrasi, Gallo-Roman soyundan gelen unsurlarla birleşmede fatih Fransızlar olarak haklarının monarşi tarafından yendiğinden şikayet etmiştir. Bu söylemler, farklı ellerde birçok biçim almış ve oldukça hızlı bir şekilde, bu savları kendi iddialarını desteklemek için kullanan devlet iktidarınca kullanılmıştır. Irk mücadelesinin bu söylemlerinin başarısı, onların toplum hakkında düşünmenin bir yöntemi haline gelmesi olmuştur. On sekizinci yüzyılda, devletin kendisi bu söylemleri, kendi amaçları için kullanmak ve statükoyu meşrulaştırmak için kullanmaya başlamıştır. Nihayetinde, Foucault’nun “övdüğü”5 ırk mücadelesinin yıkıcı söylemi, tamamıyla, toplumun temelini oluşturan karşıt güçler arasında bir mücadele olduğu düşüncesinden kendi içindeki ve dışındaki düşmanlarıyla mücadeleye tutuşmuş bir amil olduğu düşüncesine –ırk mücadelesi söyleminden devlet ırkçılığı söylemine6- dönüşür. Bu ırk olarak ulus, halkın ırksal olarak homojen olduğu ve içte ve dışta ırkın ötekilerinin düşman olduğu, düşüncesini içerir. On dokuzuncu yüzyılda iki nesebin doğduğunu görebiliriz: toplum ve onun düşmanları arasında bir çatışma lehine, topluma içsel ve onun temelinde olan çelişkiyi reddeden devlet ırkçılığı ve diğeri, Nietzsche aracılığıyla Foucault’ya intikal eden mücadelenin öncelliğinin her toplumun conatus iç dinamiği olduğunu iddia eden düşünce. Irk mücadelesi söyleminin devlet ırkçılığı söylemi olarak ele alınması, Foucault tarafından modern çağda en büyük iktidar teknolojilerinden7 biri (diğeri disiplindir)8 olarak tanımlanan biyo-politikanın doğuşuyla doğrudan ilişkilendirilmiştir. Bu ikisi, birbirinin “iç içe geçmiş”, yani birbiriyle tam olarak uyumlu ve birbirlerinin tamamlayıcıları olsalar bile, işledikleri düzeyler ve yaşları (disiplin daha eskidir) itibariyle ayırt edilmişlerdir9. Disiplin bireylere ilişkin bir teknolojidir, tekil bedenlerin kontrolü; biyo-politika daha yeni ve görece daha karmaşıktır; çeşitlilik düzeyinde nüfuslarla ilgilenir10. Disiplinin bireylerin verimli ve üretken işçiler olmaları için geliştirilen bir teknoloji olduğu noktada biyo-politika nüfusu yönetmek için, örneğin, sağlıklı bir iş gücünü garantilemek için geliştirilmiştir. Bu teknolojilerin işlediği farklı düzeyler, onları bu kadar kolay uyumlu hale getiren şeydir. Biyo-politika ayrıca, Foucault tarafından (hem Will to Knowledge’de11 [Bilme İstenci] hem de Toplumu Savunmak Gerekir’de ) daha önce var olan nüfusları kontrol etme anlamlarıyla karşılaştırılmıştır: egemenin uyruklarını öldürme hakkı. Biyo-politika, sadece öldürme hakkını kullanarak değil aslında hayatın kendisini kontrol ederek, insanları hayatta tutarak onların hayatını kontrol etme yetisidir.12 Varlığı gereği nüfus bilgisini (doğum tarihlerinin ve salgın hastalıkların kontrolü, vb.) ve nüfusun çevresel sağlığını (şehir planlaması, lağım sularının temizlenmesi aracılığıyla, vb.) kontrol etmenin araçlarını içerir.13 Şimdi, bu yeni teknoloji egemenin öldürme hakkının yerine geçmez; hiçbir zaman da geçmemiştir. Biyo-politika, her zaman öldürme hakkıyla birlikte varolmuştur, devletin içinde kötü şöhretli (öldürücü) güç kullanma tekeli ve de dışarıda, devletin hem savunmaya hem de saldırıya yönelik savaşa girme hakkı olarak. Ne var ki biyo-politika ve öldürme hakkının birlikte varoluşunda bir gerilim ya da çelişki vardır.14 Öldürme hakkı, biyo-politikayı kuran oluşumda sorunsallaştırılır, yani biyo-politikayı kullanan hükümet halkını hayatta tutma amacını benimser. 41 Bu tüm yönetimlerin amacı olarak algılanmaya başlar. Foucault, egemenin kesin olarak insanların yaşamını ve güvenliğini sağlaması şartıyla meşruluk kazandığı sözleşme teorilerine gönderme yapar -böylece, devlet meşru bir biçimde insanlara zarar veremez, çünkü bu sözleşmenin ihlali olabilir.15 Bunun yanı sıra, biyo-politik toplum iç homostaziye dayanır- şiddet eğer düzenlenmemişse, bu istikrarın bozulmasına hizmet edebilir. Kuşkusuz, şiddetin despotlar tarafından kontrol edilmesini, isyan ve baskı düzeni izler. Ancak biyo-politikanın ve egemenin öldürme hakkının birlikte varoluşu bir gerçektir. Dolayısıyla bu öldürme tarzının biyo-politikayla uyumlulaştırıldığı bir yönteme ihtiyaç vardır. İşte burası devlet ırkçılığının ortaya çıktığı noktadır. Bizim toplumumuz, iç ve dış ırksal düşmanlarca tehdit edilen bir ırk olarak tanımlanır; biyo-politikanın uygulanması düşünülen nüfus, üzerinde egemenin öldürme iktidarının uygulanması düşünülen, nüfusun düşmanlarından ayrılır. “Gerçekten de nedir ırkçılık? Öncelikle, iktidarın kontrolü altında olan yaşam alanında bir kopukluk yaratmanın yoludur: yaşaması gerekenle ölmesi gereken arasındaki kesinti.”16 Devlet ırkçılığı devletin sınırlarının içinde veya dışında bulunabilen düşmanları nüfusun dışında kişiler olarak tanımlamaya olanak tanır ve dolaysıyla bu insanların öldürülmesi ya da basitçe ölmeye bırakılması yetkisini verir, çünkü biyo-politik teknolojinin parçası, en azından onun daha gelişmiş bir biçiminde, insanları hayatta tutmaya çalışmaktır. Foucault bunu “dolaylı öldürme” olarak ifade eder, bu öldürme türünde, örneğin, bazı insanlar nüfusun bütününün normal olarak maruz kalmayacağı daha büyük risklere maruz kalırlar.17 Irk ve Ulus Foucault “bir noktaya kadar belirli ölçüde ve belirli koşullarda ırkçılıktan geçmemiş hiçbir modern devlet işleyemez…,”18dediğinde, “sıradan ırkçılık “tan bahsetmez, yani bu diğer ırkların basit nefreti değildir,19 daha ziyade devlet ırkçılığı, biyolojik Irk olarak ulus, halkın ırksal olarak homojen olduğu ve içte ve dışta ırkın ötekilerinin düşman olduğu, düşüncesini içerir ırkçılıktır. 19. yüzyılda ortaya çıkan ırkçılık çeşidi, ilk defa olarak biyolojiden yeni paradigmalara, evrimsel rekabet ve türlerin sağlığı düşüncelerine dayanır.20 Bu analizin ortaya koyduğu sorun, onun güncel bağlama nasıl uygulanacağıdır. Her devlet halen yaşattıkları (ve her devlet bu amaçları gerçekleştirmek için bir refah sistemine ve sağlık hizmetine sahiptir) ve öldürdükleri (savaştaki yabancı düşmanlar, idam edilen suçlular) ile sadece daha fazla ölüm riskine maruz bıraktıkları (Üçüncü Dünya kıtlığı kurbanları, kendisinin fakir ve yaşlı yurttaşları) arasında bir ayrım yapma ihtiyacı duyar. Şimdilerde, ırkçılık karşıtlığı 1976’da olduğundan çok daha fazla yayılan bir ortodoksidir. Irkçı söylem tabu haline geldi –bir konuşmanın geçerliliğini reddetmek için ırkçı ilan etme gibi. Irkımızın sağlığından bahseden biyolojik söylem biçimi bir kenara bırakıldı. Eğer devlet ırkçılığı biyo-politik nüfus ve onun dışarısı arasında ayrım yapma mekanizması ise, bu bugün hâlâ geçerli mi? Foucault, devlet ırkçılığı söyleminin soykütüğünü, biyolojik ırkçılığın doruk noktası olan Nazizme kadar götürür: Alman halkı ortak kan, etnisite tarafından birleştirilmiştir ve diğer halklarla karşılaştırıldığında kalıtsal ırksal üstünlüğe sahiptir. Fakat devlet ırkçılığı söyleminin Nazizmin doğuşuyla aynı zamanda saptığı bir yön daha vardır –sosyalist devlet ırkçılığı. Sovyetler Birliği’nde conatus 42 “sıradan ırkçılığın” birçok örneği vardı. Antisemitizm ve azınlık ulusların “Ruslaştırılması” politikası vardı. Ancak Foucault’nun kastettiği ırkçılık daha geniş bir anlamdadır, onun kastettiği, Sovyet nüfusunun, sabotaj ve döneklik ile sınıf düşmanı kalıntıları tarafından içerden tehdit edilen, fethedilmesiyle birlikte Sovyetler Birliği’nin daha güçlü hale gelmesine yardımcı olacak, tehditle dolu bir dünya olmaksızın, saf biyolojik bir mahiyet olarak algılandığı bir durumdur. Biyopolitik amaçları olan –nüfusun bedensel sağlığını iyileştirme amacı- ve ayrıca bu proje adına, kendi halkından sayısız insanı yok eden bir devlet bir “sosyal-ırkçılığa” ihtiyaç duyar.21 Dolayısıyla Foucault’nun 1976 tarihli son dersleri bağlamında, devlet ırkçılığını “birilerinin ölümünün bir kişi, bir ırkın ya da nüfusun üyesi olarak başka birilerini biyolojik olarak güçlendirmesi ilkesine başvurarak biyo-iktidar ekonomisinde ölüm işlevini onaylayan” her şey olarak tanımlayabiliriz.22 Bu tanımdaki “biyolojik” (bence), nüfusun gücü söyleminin, biyolojik olarak ırkçı olabilmesi için, açıkça biyolojik terimler kullanmaya ihtiyacı olması gibi bir sonuç çıkmaması bakımından, daha ziyade gevşek bir anlamda kullanılmıştır. Burada söylem basitçe iç ve dış aktörlerce tehdit edilen ve bu tehditlerin ortadan kaldırılmasıyla daha da güçlü hale gelen bir şey olarak nüfus kavrayışına ihtiyaç duyar. Bu tanım ırkçılığın ideolojik bir kullanımını değil sadece biyo-politik toplumlarda içkin olan devlet ırkçılığını tanımlar.23 Ne var ki bizim bugün ırkçılık sözcüğünden anladığımız ırkçı söylemin özel bir çeşidinin kullanımına, devlet ırkçılığının belli bir türüne bağlıdır. Irkçılık, daha uzun bir tarihe sahiptir ve asla- en baskın olduğu dönemlerde biledevlet ırkçılığıyla birebir örtüşmez. Günümüz sosyopolitik bağlamında geleneksel olarak “ırkçılık” diye anlaşılan şey şüphesiz halen biyo-politik dışlama ve kötüleme (iftira) düzeyinde işlese de, bu aynı şey değildir: suçluların biyo-politik dışlanması, genetik düzeyde ırksal olarak tehlikeli oldukları fikrine değil sadece onların topluma zararlı olduğu düşüncesine conatus ihtiyaç duyar. Dolayısıyla, eğer, Étienne Balibar’ın belirttiği gibi, kültürün “ötekiliğin izi”24 olarak etnisitenin yerine geçtiği biyo-politik ırkçılıktan “yeni-ırkçılığa” bir geçiş yaşamışsak, bu yeni ırkçılık halen aynı işlevsel rolü, kurbanlarını toplumdan dışlama rolünü oynar. Ne var ki günümüzde “ırkçı” sözcüğünün çağrışımlarının, Avrupa koloyalizmi ve nihayet Nazizmle ilişkili olarak popüler hale gelen belli inançlara yöneltilmek suretiyle nasıl pejoratif bir kullanıma tabi kılındığını düşünürsek, “ırkçılığın” “devlet ırkçılığı” ibaresindeki kullanımı, Foucault’nun analizindeki anlamından farklılaşır. Foucault’nun “ırk” anlayışı, ırkın fiziksel görünümle pek ilgisinin olmadığı yüzlerce yıllık söylemle temellenir. Irk hiçbir zaman sadece fiziksel görünümle alakalı bir kavram olmamıştır. Foucault’ya göre, Orta Çağ’daki baskın ırkçılık biçimi, Avrupalı Hıristiyanların Müslümanları ırksal öteki olarak gördükleri dinsel bir ırkçılıktı.25 “Ulus” ve “ırk” sözcükleri bir zamanlar değişmeli olarak kullanılırdı ve nüfus/ulus/ırk ve onun düşmanları arasındaki ayrım ilkesi, “ırk”ın bu geniş anlamı çerçevesinde, “devlet ırkçılığı” olarak adlandırılır. Avustralya ve Biyo-Milliyetçilik Biyo-politikanın asıl yükselişi ve nüfusun hükümetin nesnesi olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, ulusun kapladığı toprak, devletin varlığının yüce ilkesi olma statüsünü kaybetti. Bugün, ulusu oluşturan insanlar, nüfusun etnik ve lingüistik bileşimi, çok çeşitli ve sürekli değişimlere bağlıdır. Artık nüfus sadece devletin veya insan ırkının bir parçası değil, belirli bir ırksal profile denk düşen, yaşatılması ve savunulması gereken bir şeydir. Her ne kadar etnik ırkçılık günümüzde var olan bütün toplumlarda halen çok önemli olsa da önemi, kasıtlı bir şekilde azaltılmaktadır. Bu durum, ulusun organik çıkarı nosyonunun, nihayetinde ulusun çıkarına hizmet etmede başarısız olmuş dar görüşlü irrasyonel ırk kavramsallaştırmaları karşısındaki zaferini ifade eder. Avustralya, Beyaz Avustralya politikasından 43 uzaklaştı, bunun nedeni ise sadece etnik ırkçılığın ideolojik olarak kabul edilemez karakteri değildi, daha ziyade aslında ulusu güçlendirmek demek olan, deri rengine ve ulusal kökenine bakılmaksızın yetenekli ve sağlıklı göçmenleri ayırmaktı. Göç, Avustralyalı ırkını genetik düzeyde değil daha ziyade ekonomik düzeyde güçlendirmek olarak anlaşılır. Bu mevcut nüfusu, onu kuran belirli bireyler üzerinden değil daha ziyade nüfusu bir bütün olarak, onu ilerletecek yeni unsurlar katarak güçlendirme çabasıdır. Avustralya, nüfus aracılığıyla kendisini bir ulus olarak güçlendirmeye çalışıyor. Açık ki, anlatılmak istenen, daha güçlü bir kolektifin üyeleri oldukları için, bunun bireyler olarak Avustralyalıların yararına olduğudur. Bu düşünceler büyük oranda, okumuş olduğum Avustralya hükümetinin Göç ve Çok Kültürlülük İşleri eski bakanı (ve sağ Liberal Parti üyesi) Philip Ruddock’un 23 Kasım 2000’de yaptığı “Avustralyalı Göçü: Yeni Gerçekliği Anlamak” başlıklı konuşmasının etkisini taşımaktadır.26 Bu konuşmada, Ruddock, göç politikasını, ulus çıkarı üzerinden meşrulaştırır. Bu tip bir söylem, uzun zamandan beri Amerika’da duyulmaktaydı ve artan biçimde Avrupa’da duyuluyor. Göç politikasını ulusal çıkara atıfta bulunarak meşrulaştırmada olağandışı olan şey, onun ulusun çıkarı temelinde aynı ulusun bileşiminde bir değişikliği savunmak anlamına geliyor olmasıdır. Ruddock, “Avustralya’nın göçmenlerini seçme yöntemi programlarımızın saf sayısal büyüklüğünden çok daha önemlidir” ifadesini kullanmıştır.27 Politikalar açıkça genel demografik sonuca, daha genç bir nüfusa ulaşmak temelinde izlenmiştir. Nüfus, kısmen politikanın kendisi tarafından belirlenmiştir ancak, Ruddock, göçü, göçmenleri de içeren nüfusun refahına atıfta bulunarak meşrulaştırır. Diğer ülkelerin elit, genç, yetenekli ve zengin üyelerini kazanmak, Avustralya ulusunun ekonomik ve demografik profilini iyileştirir.28 Eğer Avustralya “bilindik” anlamda ırkçıysa, etnik ve kültürel olarak farklı, yetenekli ve sağlıklı göçmenlerin kitlesel boyuttaki göçünü zaten desteklerken neden birkaç bin mültecinin kayıklarla ülkeye gelmesi yüzünden histerikleşsin ki? ‘Avustralyalı, “bilindik” anlamda bir ırkçıya göre, resmi olarak tasdiklenen göç, çok daha az kabul edilebilirdir ve aslında daha büyük bir tehdit olarak düşünülebilir, çünkü yetenekli ve sağlıklı göçmenlerin Avustralya toplumunda iktidar pozisyonlarına gelmeleri ihtimali yüksektir. Ancak, (toplumun düzenlenmesinin, toplum çapına yayılmış ve belirli bir elite ya da gruba ait olması gerekmeyen bir bakış açısı olan) biyo-politik bakış açısından, fark açıktır. Düzenlenmiş yetenekli insan göçü, nüfus üzerinde olumlu bir etki demektir. Mültecilerin kayıklarla ülkeye ulaşmaları, biyo-politik açıdan bir saldırı niteliğindedir. Bu göç kontrolsüzdür ve dolayısıyla sistemi, istikrar açısından istenmeyebilecek (akılsal ya da fiziki yetersizlikleri olabilenler ya da siyasi ajitatörler) olanları da içeren on binlerce yeni bedenle baş etmek zorunda bırakır. Göçün sınırlandırılmasını isteyen birçok birinci dünya ülkesinde ortaya çıkan yeni aşırı sağın gösterdiği gibi “bilindik” ırkçılığın yaşadığına ve iyi durumda olduğuna dair birçok işaret var. Ne var ki “bilindik ırkçılığın” spesifik olarak ırkçı düzene ilişkin herhangi bir talebi, kendi söylemine göre bile, marjinaldir ve hatta genellikle aşırı sağ da ulusal çıkar söylemini kullanır. Bu halen, eski ulus düşüncesine bağlıdır, halen kültürel ve etnik olarak tanımlanmış bir şeyi ifade etmek için “ulus” sözcüğüne atıfta bulunur.29 Ulusu neyin kurduğu sorusu uzun zamandan beri tartışılmaktadır, fakat bu devlet ırkçılıkları arasında bir tartışmadır, çizginin nereye çizileceğine ilişkin bir sorudur. Ortodoks ırkçı duruş neyse ki, büyük oranda, net bir biçimde pratik, bilhassa ekonomik başarısızlıklar nedeniyle de olsa desteğini kaybetti. Unutmamalıyız ki ekonomik nedenlerle değişen nüfus yapısı, mevcut, yerleşik elitlerin çıkarınadır. Halen ırkçı ya da milliyetçi olan biyo-milliyetçiliğin doğuşunu görüyoruz, çünkü bu milliyetçilik hâlâ bu ırkçı ve ulusal önyargıları büyük oranda kullanıyor ve uzun süredir var olan ulusal ve ırkçı çizgilerle insanları bölüyor. Ne var ki bunların önemi conatus 44 görünüşte, geleneksel ırkçı milliyetçiliğe karşı duran ırkçılık karşıtlığının belirgin hegemonyasıyla ve açıkça nüfus, biyo-politik varlık üzerinden ulusun lehine olan milliyetçiliğin yükselmesiyle azalıyor. Biyo-politika ve 11 Eylül Devlet ırkçılığının hangi biçimi biyo-milliyetçiliğe eşlik eder? Irkı alt türler olarak alan biyolojik, evrimsel ırk modeli çöktü ve hatta kültürel etnikmerkezcilik artan biçimde marjinalleşmiş durumda. Halihazırda geçmiştekinden çok daha ekonomik olan yalın bir ulus ve ulus çıkarı kavramıyla kalmış durumdayız. Bu bölümde, 11 Eylül’ün bir biyopolitik toplum için nasıl bir casus belli (savaş nedeni) olarak işlediğini inceliyorum. Gelecek bölümde, devlete bir yanıt olarak öldürücü planlar yapma olanağı tanımada işlevsel olan devlet ırkçılığı biçimini araştırıyorum. Birleşik Devletler, Teröre karşı Savaşta diğer son dönem anlaşmazlıklarda olduğundan daha yüksek seviyede kayıplar vermeye hazır görünüyor. Bu durum, ABD’de biyo-politik değerlerin gerilemesine atıfla açıklanabilir. Biyo-politika anlayışında egemenin eski öldürme gücüyle ilişkili olarak dalgalanmalar söz konusu olmuştur. Teröre karşı Savaş denilen durum belki de bir gerilemenin göstergesidir. Öldürme hakkı adına son dönemdeki önemli bir geri kazanım, ABD’de idam cezası kapsamının yeniden arttırılmış olmasıdır. Bunu ABD’deki Cumhuriyetçi hükümetle eşleştirmek, yeni savaşlara yönelme ve öldürme hakkının yapısal özelliği olan eski egemen iktidar modelinin sınırlı bir yeniden canlanmasını çıkarsamak akla uygun görünüyor. Ancak, bu savaş, daha önceki savaşlarda görünen düşman nüfusa saldırı biçimlerinden de kaçınıyor görünüyor. Çok sayıda sivil ölse de bu konuda inkar edilemez bir hassasiyet var. Artık, halkı Taş Çağı’na geri yollamaktan (resmi olarak) söz edilmiyor. Napalm farklı bir adla kullanılıyor, bu tam da bu adın kullanımı tartışmalı olduğu içindir. Vietnam Savaşı’ndan beri biyo-politik olanın, öldürme hakkına karşı genel anlamda kazanımları olmuş conatus görünüyor. Ne var ki şimdi, 11 Eylül’den önce kabul görmeyecek türden savaşlar açma yönünde tartışmasız bir isteklilik var. 11 Eylül’le birlikte, biyo-politik olarak korunaklı Amerikalıların alışık olmadığı biçimde New York’ta çok sayıda insanın öldürülmesiyle, ABD’de ya da genel olarak Batı’da, halkın Amerikalıların hayatlarını kaybetmelerine hoş görü göstermesini sağlayan bir çeşit biyo-politik sözleşmenin bozulduğu söylenebilir. Fakat bu doğru olmayabilir, çünkü bu saldırının sözcüklerle ifade edilemez bir vahşet olarak görülmesinin nedeni yine biyopolitikanın kendisidir. Aksi halde, saldırı, idrak edilebilir, geçerli insan davranışının alanı dışında şeytanın anlatılamaz bir hareketi olmaktan ziyade rasyonel bir savaş eylemi gibi görülebilirdi. Biyoiktidar açısından 11 Eylül kabul edilemezdir.30 Biyopolitika nüfusun düzenliliği ve istikrarıyla ilgilidir. Elbette, çok fazla baskı altında kaldığında (İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Almanya’da olduğu gibi) çözülse de aynı savaşta İngiltere’de olduğu gibi, biyo-iktidar kendine savaş zamanında gelir. Biyo-iktidar, şu an dayatılmakta olan tehdit altında başarılı olma kapasitesine sahiptir, fakat korunma için kesin olarak zorunlu olanın bakımından düşünüldüğünde paranoyak görünseler bile, böyle bir nüfusun korunması için yaygın önlemler alınmasını gerektirir. Bunu anlamak için biyo-politikanın bireyler 45 düzeyinde işleyişine bakmamız gerekir. Bireylerin değerleri ve anlayışlarındaki farklılıklar, biyoiktidarın işleyişi için son derece zorunludur. Bu hem biyo-politik teknolojinin imkanlılığının koşulu hem de onun işleyişinin zorunlu bir parçasıdır. Biyo-iktidar bir teknolojidir ve sadece anlaşılırsa ve arzu edilirse uygulanabilir. Bir nüfustan işbirliği talep eder, onların hijyen, kendini tıbbi olarak kontrol etme ve terbiye etme pratiklerini benimsemelerini, nüfusun ölçülmesine uyum göstermelerini ister. Gelişigüzel şiddetin durmasını ve öldürmeye bir son verilmesini talep eder. Ölüm korkusu ve tabusu, biyo-politik toplumun bir parçasıdır. Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir’de, bunun nedeninin iktidarın artık ölümle ilgilenmemesi olduğunu iddia eder; ölüm onun sermayesi olmaktan ziyade tamamen özel hayata ait hale gelir. 31 Hangi durumda ve niçin olursa olsun, ölüm nihai kötü olarak görülür. Foucault’nun tanımladığı bunun biyo-politik boyutundan ziyade politik boyutudur. Amerika’yı nüfus düzeyinde saldırıdan koruma ihtiyacı, bireysel düzeyde, siz spam e-maillerini incelerken bir uçağın ofisi paramparça etmesi gibi öngörülemez ve şiddetli bir biçimde ölme korkusu gibi bir gerekçeye sahiptir. Burada, örneğin “müşteri güveni” endeksinde gösterildiği gibi, kırılganlığıyla ünlü güncel ekonomiye bağlı bir psikoloji söz konusudur. Bu, ölüm ihtimalinin olmadığı, yani şiddetli ya da “vakitsiz” ölümün (yani düzensiz ölüm) olmadığı düzenli bir yaşam biçimine duyulan bireysel istektir, bu esasen toplum düzeyinde biyo-politik olarak talep edilen aynı isteğe denk düşer. 32 Bu, insanların ölümünün düşünülmediği biyo-politika teknolojisinin içkin bir unsurudur. Onlar, kendilerini ufacık bir terörist saldırıda olağandışı bir ölüm tehdidi altında hissettiklerinde, hükümetlerinin bunu bertaraf etmek için mümkün olduğunca çok önlem almasını isterler ve ekonomide bozulma, terörist bir saldırının neden olduğu doğrudan bir tahribin çok ötesinde görülecektir. Dolayısıyla, biyo-politik toplum için 11 Eylül’ün sonucu saldırganlığa devam etmek olmuştur. Bu yeni bir şey değil- biyo-politik toplumlar var olduklarından bu yana saldırılar düzenlemişlerdir. Fakat 11 Eylül, biyo-politik bir toplumda onun genişlemesi, saldırması, savunması ve savaş açması için yeni bir güdü oluşturmuştur ki bu özü itibariyle biyo-politik kolonileştirmeyle değil daha ziyade basitçe mevcut nüfusun çıkarlarıyla ilgilidir- ilk etapta da ABD nüfusu. Bu, “biz” ve “bizi tehdit edenler” arasında devlet ırkçılığı üzerinden bir bölünmeyi gerektirir. Bu hiçbir şekilde ABD’nin yayılmacığının ekonomik çıkar gibi diğer nedenlerinin var olmasını engellemez. 11 Eylül güvenlik hususunda biyo-politik bir düşünüş üretmiş olsa da, Irak’ın işgali biyo-politikadan ziyade daha çok ekonomik nedenlerle ilişkili görünüyor; çünkü Irak ABD’ye ne doğrudan bir tehdit yöneltmiş ne de 11 Eylül’e bulaşmış görünüyor. Ancak, eğer Irak’ın işgalinin zorunlu olarak petrol arzını güvene almakla bir ilişkisi varsa, bu görünürde ekonomik çıkarla eş zamanlı olarak Amerikan toplumunun istikrarını ve öngörülebilirliğini garantilemek açısından da son derece önemlidir; dolayısıyla ekonomik olanla biyo-politik olan ayrı değil daha ziyade tamamlayıcı şeylerdir. Benzer biçimde, anavatanın biyo-politik istikrarını teminat altına almak açık bir şekilde ekonomik çıkarı içeren bir şeydir. Hem ekonomik hem de biyo-politik motivasyonları kapsayacak emperyalist bir girişim beklenebilir (çünkü ikisi arasında radikal bir ayrım yoktur), ancak biyopolitikanın ekonomik olana indirgenemezliğinin farkında olmak da önemlidir. Emperyalist maceralara dönük biyo-politik motivasyonlar, ekonomik bir bakış açısından kesinlikle zorunlu olmanın ötesinde görülebilmelerini mümkün kılar: Son Irak işgali, sadece biyo-politik bir savaş değildi fakat bu, 11 Eylül’ün ABD’nin biyo-politik istikrarına yönelttiği tehdidin neden olduğu itki olmaksızın mümkün olamazdı da. 11 Eylül, en azından yönetimi, petrol çıkarları ya da başka hangi nedenle olursa olsun düşman olarak algılananlara karşı saldırı düzenlemeye yetkili kılmıştır. conatus 46 Devlet Irkçılığı ve Irak Savaşı Öyleyse biyo-politikanın alanını öldürme hakkının ve diğerlerini sözde “Teröre Karşı Savaş”ta ölme riskiyle karşı karşıya bırakan durumun alanından ayıran ilke nedir? Bu savaşta devlet ırkçılığı nasıl görünmüştür? Elbette bize bu savaşın ırkçı bir savaş olmadığını söylenir. Bize aslında bu savaşın herkesin yararına bir savaş olduğu söylenir. Ancak, devlet ırkçılığının işleyişi Irak savaşı için öne sürülen bu meşrulaştırmalar, ki bunlar hayatlarını yitiren Amerikalılar için de gerekçelendirmelerdir, aracılığıyla görülebilir.33 Bu haklı neden bulmaların daha iyi ve daha incesi Iraklı insanların acılarına gönderme yapan faydacı meşrulaştırmalardır. Bu argümanların esas sahteliğinden başka, açıkça süre giden bir başka şey daha vardır. Bu tip faydacı argümanlar, Batı toplumlarında, normal şartlarda –bir değil- herhangi bir sivil bireyi öldürmek için geçerli sebepler olarak düşünülmezler. Her etik öğrencisinin bildiği gibi, bu tip argümanların kurulması zor değildir. Daha çok sayıda insana yardım etmek için daha fazla Amerikalı hayatın alınabilmesini önerebilen faydacı politikaların her biçimi mevcuttur. Diğer Iraklıların yararına binlerce Iraklı insanı öldürmek ise kabul edilebilir bir durumdur. Daha büyük sayıda Amerikalının hayatını korumak için Amerikalıların savaşta, fakat tıbbi deneylerde değil, ölmesine izin vermek de kabul edilebilirdir. Nüfusun içinde, faydacı hesaplamalar, en çok sayıda insanın en çok iyiliği basit ilkesine göre değil, sadece toplumun bir bütün olarak refahına atıfla yapılabilir. Eğer toplum, iktidarını suçlular gibi iç düşmanlara yöneltmeye gerek duyarsa, onları toplumun düşmanı ilan eder. Ancak bu düşmanların kökünü kazımada, toplum, polis gibi, sadık hizmetçilerini ateş hattına yerleştirebilir. Amerika’nın Irak savaşındaki kayıpları bu savaşın Amerikan toplumunu daha güçlü hale getirdiği düşüncesiyle meşrulaştırılmadı –bu, yirmici yüzyılın ilk yarısında, özellikle de Naziler tarafından yayılan oldukça biyolojik bir formül çeşididir.34 Daha ziyade bu kayıplar bugün görünür biçimde topluma ve biyopolitik homeostaziye yöneltilmiş tehdit tarafından conatus meşrulaştırılmıştır ki bu kayıplara nihayetinde faydacı bir temel üzerinden gerek duyulmuştur. Bu tehdit elbette aldatıcı olabilirdi, fakat bunun askerlerin ve daha da marjinali Iraklıların ölümünü meşrulaştırmak için var olduğunu söylemek gerekliydi. Will to Knowledge ‘da (Bilme İstenci) Foucault, yirminci yüzyılda savaşların maliyetsiz oluşunun nedeninin tamamen biyo-politika olduğunu belirtir, bunun anlamı, “savaşların herkesin varolması adına yapıldığı”dır.35 Faydacılığın yayılmasındaki bu özellik bir ırkçılığa işaret eder ki bu ırkçılıkta biz ve onlara farklı bir ilke uygulanır. Burada elbette değerlere atıfla savaşın meşrulaştırılması da vardır. Demokrasi ve insan hakları, dünyanın despotik kanlı iktidarın halen görüldüğü alanlarına da ulaştırılmalıdır; ayrıca mevcut savaş da “özgürlük” dili üzerinden sunulmaktadır. Demokrasinin yayılmasını samimiyetle isteyenlerin olduğundan şüphem yok, bu talep STK’ların36 ve Tony Blair gibi “Teröre Karşı Savaş” projesinde yer alan liberallerin gündeminin önemli bir unsurunu oluşturuyor. Fakat bu istek, biyo-politik teknolojiyi genişletme isteğidir ve uluslararası güvenlik ve ticaretin liberalleştirilmesini içeren stratejik bir projenin parçası olarak anlaşılmalıdır. Genellikle, despotik rejimlerin terörizme “yol açtığı” iddia edilir; çünkü demokratik rejimlerin aksine bu rejimlerde şikayetleri dile getirmenin meşru bir yolu yoktur ve ayrıca, öldürme hakkı ve işkencenin akıllıca uygulanmasıyla despotik yönetimin saf şiddeti kötü bir örnek oluşturur ve daha çok şiddete sebebiyet verir. Bu biyo-politik ve demokratik tarzların yayılması isteğinin basitçe sinsi olduğu anlamına gelmez, fakat bu isteği gerçekleştirmek isteyenler aynı zamanda kendi biyopolitikalarının gündeminin izinden gidiyorlar. Şimdilerde bir savaş gerekçesi olarak doğrudan, 1990’lardaki müdahaleler için olduğundan daha yaygın biçimde, Amerika’nın kendini savunma, -saydam bir biyo-politik öz çıkar olarak – güvenlik hakkına başvurulmaktadır. Bunun daha yaygın olması doğrudan Amerikalıların kanlarını feda etmeye yönelik istekliliğinin artmasıyla 47 ilişkilendirilmiştir. Dolayısıyla Bush’un bir iyiye karşı kötü retoriği vardır. Bu elbette ki ırkçı değil moral bir retoriktir. Ne var ki bu biz ve onlar arasında açık bir ikili bölünmenin ve sadece biz ve onlar arasında değil aynı zamanda bizim dostlarımız olanlar ve düşmanlarımız olanlar arasındaki bölünmenin retoriğidir, Amerika’nın ya yanında ya da karşısında olmanın retoriği. Burada, biyolojik devlet ırkçılığının uygulandığı kolayca anlaşılabilir. Bu anlayış ulusal sınırları biyolojik çıkar mantığına dayanarak aşar; içinde düşman olan ve içinde düşman olmayan sınırlar. Dışarıdaki her şey bir düşman değildir; orada dostlar da vardır. Biz dostlarımızın yardımına bağlıyız, onlarla birlikte var olabiliriz. Karşılıklı çıkarımıza hizmet edecek bir uluslararası düzen yaratmada onlarla bir araya gelebiliriz. Genellikle bütün biyo-politik toplumlar, Amerikalarla aynı derecede terörü bitirmekle, biyopolitik çevrimlerin dışında öngörülemez bir hareket halindeki aktörleri durdurmakla ilgilidirler. Elbette, bütün biyo-politik toplumlar bu çıkarları paylaşırken birçoğu en azından Amerikan hegemonyasıyla tehdit edilmiş olarak bu hale gelir. Bu dönemde biyo-politik devlet ırkçılığı kendini en çok, toplumun içinde, onun dışında onu tehdit edenlere karşı bir önyargıda bulur. Bu, esasen bu tip bir toplumun şovenizmi olan bir milliyetçiliğin sonucudur. Mevcut çatışmada aktif olan, Araplar üzerinden Araplara ve Müslümanlar üzerinden Müslümanlara yöneltilen ırkçılıktır, fakat bu ayrımlar taraflı hale geliyor; çünkü şimdilerde eşzamanlı olarak İslam’ı Amerikan toplumuna dahil etme çabamız var. Ancak, eski biçimler halen geçerliyken, insanlar halen haçlı seferinden bahsediyorken baskın olan resmi eğilim, Amerika’yı savunmaya yönelik olduğu müddetçe yabancıları öldürmenin tam da Amerikan olmamaları nedeniyle kabul edilebilir olduğunu söyleyen devlet ırkçılığı yönündedir. Elbette ki apaçık çıkar, fedakârlık retoriği altında gizlenmiştir; fakat bu retorik, halihazırda Amerika’nın güvenliği ilkesi lehine tamamen taraflı olmayanları ikna etmede başarısız olan ince bir örtüdür; bu ikna olmayışın bir Biyo-politik bakış açısından, fark açıktır. Düzenlenmiş yetenekli insan göçü, nüfus üzerinde olumlu bir etki demektir. Mültecilerin kayıklarla ülkeye ulaşmaları ise biyo-politik açıdan bir saldırı niteliğindedir nedeni belki de savaşın ABD dışında halk desteği görmemesidir. Biyo-iktidarın gelişmesinden beri devlet ırkçılığı esas itibariyle toplum ve dışarısı arasında bir antagonizma oluşturur. Devlet ırkçılığının tek ilkesi, aldığı spesifik biçim değil, ötekinin kötülenmesidir. Devletin öldürme ya da ölmeye bırakma hakkı iddiasında bulunmaya asla ihtiyaç duymadığı bir yerde biyopolitik bir sistem icat edilmediği sürece, biyo-politika egemen iktidara gereksinim duyar görünür ve dolayısıyla geniş anlamda devlet ırkçılığını gerektirir. Devlet ırkçılığı ne devlet için bir destek oluşturur ne de devletin savaş açmasına olanak tanıyan tek araçtır, fakat daha ziyade biyo-politik devletle derin bir zorunluluk ilişkisinde tutulmuştur, ancak egemenin öldürme ve ölmeye bırakma hakkının değil, bizzat biyo-politikanın kendi alanını oluşturan halkın günlük hayatından büyük oranda ayrılmıştır. Toplumumuzun insan hayatına kendiliğinden değer verdiğini farz edersek ve, hatta büyük çaptaki ekonomik eşitsizliklere göz yumulduğuna ilişkin açık nitelendirmeler içermelerine rağmen, bu amaçla oluşturulan yasal bildirgelerin varlığını verili conatus 48 kabul edersek, Foucault’nun aldığı anlamda devlet ırkçılığı; toplumumuzun Irak’ta, Woomera’da ya da hatta kendi hapishane sistemimizde olsun, insan hayatına atfedilen değerlerdeki büyük uyumsuzluğu anlamak için oldukça basit, önemli ve tümüyle gerekli bir kavramdır. Bu, ırkçılığın dar anlamda biyo-politik toplumlar için gerekli olduğu iddiasıyla karıştırılmamalıdır, devletlerimizin dar görüşlü ırkçı önyargıları yok edebilmeleri ve halen öldürme haklarını muhafaza etmeleri (bunu yapmadıklarını belirtmek de eşit derecede önemli olsa da) kesinlikle mümkündür. Esasen ihtiyaç duyulan tek şey, “Toplumu savunmak gerekir!” sloganını ön kabul eden nüfus şovenizmidir. Mark Kelly, Racism, Nationalism and Biopolitics: Foucault’s Society Must Be Defended, 2003, Contretemps 4, September 2004. conatus 1 Micheal Foucault, Society Must Be Defended, çev. David Macey (Londra: Penguin, 2003), 239; Türkçesi: Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları), 245. 2 Michel Foucault,“Faire vivre et laisser mourir:la naissance du racisme,”Les Temps Modernes 48 (535) (Şubat, 1991):37-61.Bu metnin anlaşılmazlığı üzerine bkz. Ann Laura Stoler,Race and the Education of Desire (Durham:Duke UP,1995)57-8. 3 Bkz. Stoler, Race and the Education of Desire, s.55-94. Ancak, Stoler kamusal alanda olmayan materyaller üzerine yazıyordu, söylediklerinin çoğu, kendi okuması açısından bu materyali tekrar ediyor ve özetliyor. Bu, dersler üzerine yazılmış iki kapsayıcı makale için de geçerlidir –John Marks, “Foucault, Franks, Gauls,” Theory, Culture &Society 17 (2000): 127-147 ve Stuart Elden, “The War of Races and The Constitution of the State. Foucault’nun “Il faut défendre la société”si ve “Politics of Calculation” boundary 2 29:1 (2002)- çoğunlukla İngilizce konuşanlar için, mevcut Fransızca yayınlanmış ders dizisinin özetinin sunumundan oluşur. Toplumu Savunmak Gerekir’e yaygın erişimin, üzerine yazılmış daha dolu bir ikincil literatürün doğuşuna olanak tanıyacağı umut edilebilir. 4 Stoler,Race and the Education of Desire,s. 88. 5 Foucault, Society Must Be Defended, s.65; Toplumu Savunmak Gerekir, s.71 6 Bkz. Foucault, Society Must Be Defended, s.239; Toplumu Savunmak Gerekir, s. 245. 7 Buradaki ‘teknoloji’ bir teknikler yığını anlamındadır. Biyo politika, birçok açıdan büyük oranda diğer herhangi bir teknoloji gibidir. Çok çeşitli alanlarda kullanılabilir hale getirilebilir ve hareket için çok çeşitli imkanlar sunar. Bir tekniğin yerleşmesi aşamasında rol alan bireyler gerektirmesine ve bütün bu yerleşme sürecinin bir yönü olmasına rağmen, o, tek bir bireyden ya da gruptan, veya tek tek başkandan, hükümetten, bürokrasiden, mesleki, akademik veya yöneticilerin kurdukları birliklerden değil bunların tümünden ve genellikle rekabet halindeki doğrultularda gelir. 8 Elbetteki bu 1976 yılındaydı, fakat bence bu anlamda esaslı bir değişiklik olmadı- gerçekte, Foucault’ya göre bahsettiği şey kaba hatlarıyla iki yüz yıldır çok fazla değişmedi. 9 Foucault, Society Must Be Defended 242., Toplumu Savunmak Gerekir 248 10 Foucault, Society Must Be Defended 242., Toplumu Savunmak Gerekir 248 11 Kitap ilk olarak İngiltere’de Micheal Foucault, The History of Sexuality: Volume 1, An İntroduction, çev. Robert Hurley (Londra: Penguin, 1979) biçiminde yayınlandı [Türkçesi; Cinselliğin Tarihi: Ayrıntı ve Afa Yayınları], ve Will to Knowledge (1998) olarak yeniden basıldı. Bu kitap, daha sonra aynı yıl içinde orijinal olarak Fransızca basıldı ve içinde Society Must Be Defended’daki dersler mevcuttu. Bu kitap, Society Must Be Defended’le büyük oranda örtüşüyor ve en azından kapsayıcı bir tartışma içeriyorsa da, Foucault’nun biyoiktidar kavramı için şimdiye kadar ki temel kaynaktır. 12 Bkz. Foucault, Society Must Be Defended 241., Toplumu Savunmak Gerekir 246 13 Foucault, Society Must Be Defended 244-245., Toplumu Savunmak Gerekir 250-251 14 Foucault, Society Must Be Defended 254., Toplumu Savunmak Gerekir 260 15 Foucault, Society Must Be Defended 241., Toplumu Savunmak Gerekir 247 16 Foucault, Society Must Be Defended 254., Toplumu Savunmak 49 Gerekir 260 17 Foucault, Society Must Be Defended 256., Toplumu Savunmak Gerekir 262 18 Foucault, Society Must Be Defended 254., Toplumu Savunmak Gerekir 260 19 Foucault, Society Must Be Defended 258., Toplumu Savunmak Gerekir 264 20 Bkz. Foucault, Society Must Be Defended 255., Toplumu Savunmak Gerekir 261 21 Foucault, Society Must Be Defended 261-262., Toplumu Savunmak Gerekir 267-268 22 Foucault, Society Must Be Defended 258., Toplumu Savunmak Gerekir 264 23 Foucault, Society Must Be Defended 258., Toplumu Savunmak Gerekir 264 24 Bkz. Etienne Balibar, “Is There a ‘Neo-Racism’?” Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein, Race, Nation,Class: Ambiguous Identities, çev. Chris Turner (Londra: Verso, 1991); [“Bir ‘Yeni Irkçılık’ Var mı?”, Irk, Ulus, Sınıf içinde, çev. Nazlı Ökten (İstanbul: Metis)]. 25 Bkz. Foucault, Society Must Be Defended 87, Toplumu Savunmak Gerekir 93 26 Philip Ruddock,“Australian Immigration:Grasping the New Reality,” 6 Kasım.2000 <www.law.usyd.edu.au/nationskilling/ papers/Ruddock.doc>. Bu konuşma “Nation Skilling:An International Symposium on Immigration,Labour and the Law.”’te verilmiştir. 27 Ruddock,“Australian Immigration:Grasping the New Reality ” 1. 28 Elbette ulusal devamlılık daima personelin bütünlüklü ve nesilsel bir değişimini ifade eder. Ancak burada, ulusal çıkar kavramı, ailelerin devamlılığı üzerinden temellendirilebilir. Ne var ki şimdi, başvurulan ulus kavramı bu tarz bir kavramdır. 29 Açık ki bu, göç sonucu ulus içindeki ünleri nedeniyle kendilerini dışlanmış insanlar olarak algılayanların kaygılarıyla beslenmiştir. Bu kaygılar bir dereceye kadar temellendirilebilir, şöyle ki ulusun ırksal niteliğinin azalmasıyla, yalnızca etnisite temelinde ayrıcalıklı olmaya alışkın insanlar da, gelecekte bir dereceye kadar ayrıcalıkları kaybedebilirler, bu nedenle toplumun etnik ön yargılarının kendi çıkarlarını korunmasını temin etmeye isteklidirler. 30 Bu 11 Eylül’e ilişkin bazı komplo teorilerin doğru olabileceği ihtimalini dışlamaz: eğer bu zulüm bazı devlet makamlarınca projelendirilmişse, onun stratejik yararı, birincil olarak bu durumun biyopolitik istikrara bir tehdit olduğu algısını yaratmasından kaynaklanır. 31 Foucault, Society Must Be Defended 247-248., Toplumu Savunmak Gerekir 253-254 32 Elbette insanların “doğal olarak” şiddetli ölüm tehdidinden rahatsızlık duymamaları biyo-politikadan önce değildir. Benim argümanım daha ziyade şiddetli, rastlantısal ölüm olasılığının halen belirli bir değer sistemine özgü olan saf korkuyu telkin etmesidir. 33 Belki de Amerikalıları “gönüllü koalisyonu” arasına katmak adil değildir. Onlara odaklanıyorum çünkü onlar Teröre Karşı Savaş’ın baş saikleridirler ve onların biyo-polislerine yapılan saldırı bu savaşı ateşleyen şeydir. 34 Foucault, Society Must Be Defended 257., Toplumu Savunmak Gerekir 263 35 Foucault, The Will To Knowledge 136. 36 Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire (Cambridge: Harvard UP, 2000); [İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı)]. conatus 50 51 Es gibt keinen Staat in Europa1: Günümüz Avrupa’sında Irkçılık ve Siyaset É t i e n n e B a l i b a r Çeviren: Ayşe Deniz Temiz Bu sunumun kararlaştırılan temasını ve bir ölçüde de odağını değiştirme noktasına nasıl geldiğimi açıklayarak başlamak isterim.2 Bunu yapmak için, Kongre programını okurken fark ettiğim bazı genel gerekçeler vardı; ancak daha da belirleyici olan itki, yakın dönemin siyasi olayları oldu. Kongremizin genel başlığı olan “Göç ve Irkçılık”, başka bir bağlamda tahayyül edilmiş, uzun erimli bir projeye tekabül ediyor. İçinde barındırdığı iki düşünce geçerliliğini yitirmiş olmasa da, içinde bulunduğumuz anda bağlamsallaştırılmayı ya da daha geniş ve karmaşık bir bütün içine yerleştirilmeyi gerektirmekte. Tartışmakta olduğumuz sorunun önümüzdeki yıllarda oluşturulacak hakiki bir insan hakları siyaseti için taşıdığı önem şimdiye dek hiç olmadığı kadar açık. Ancak “Göç ve Irkçılık,” ilki iktisadi ve demografik gerçekler, diğeriyse toplumsal davranış ve ideolojiler alanına ait ayrı ayrı tariflenmiş iki olgu arasında hususi bir bağıntı öne sürüyor. Bu şu anlama gelir: Mevcut göç şeması –kimi muhafazakâr söylemlerin sıkça iddia ettiği gibi– kaçınılmaz olarak ırkçılığı “üretiyor” olmamakla birlikte, günümüz ırkçılığına bir odak sunmaktadır; öyle ki, yaşadığımız ülkelerde karşımıza çıkan, özellikle misafir işçilere (Gastarbeiter), onların ailelerine ve yeni kuşaklara yönelen, göçmen karşıtı bir ırkçılıktır. Bu da, onu başka tarihsel durumlardan farklı kılan yan gibi gözükmektedir. Şüphesiz Fransız yazarlar durumu böyle görme eğilimindeler ve Alman arkadaşlarımız da aynı kanıda. İrdelenmesi gereken ilk düşünce budur. Bu da doğrudan ikinci düşünceye yol açıyor. Her Avrupa ülkesinde işlerin otomatik olarak böyle olduğunu ileri sürebileceğimize emin miyiz? Mevcut terminolojiler, durumun hiç de öyle olmadığına işaret etmekte. Britanya’da insanlar “ırk ilişkileri”nden bahsediyor; ırkçılığa maruz kalan nüfus, “göçmenler” değil, “Siyahlar” olarak tabir ediliyor, ki bu doğrudan sömürgecilik-sonrası bir durumu ve imgelemi çağrıştırmaktadır. Aslında bir ülkeden diğerine türdeş bir durum yerine, göç ve ırkçılık arasındaki ilişkinin değişken biçimlerde dayatıldığı çeşitli “ulusal” durumlar var. Göçün kökeni ve ele alınışı, ırk ayrımcılığının doğası, toplumsal gerilimlerin düzeyi, siyasi yankıların ve özellikle de ırkçı ve ırkçılık karşıtı örgütlü hareketlerin boyutu –bunların hiçbiri her ülkede aynı değil. conatus 52 Yeni Bir Avrupa Irkçılığı Yine de, bu farklı dağılımların birbirini etkilediğini ve nihayet son birkaç yıldır kesişerek yeni bir olguyu, Avrupa ırkçılığı diyebileceğimiz belirgin bir olguyu meydana getirdiğini varsaymak için nedenlerimiz vardı ve hâlâ da var. Bu yalnızca analojilere ilişkin değil, “Avrupa’nın inşası” ile daha da hız kazanan ve Avrupa’nın kendine dair ideal imgesiyle desteklenen kurumsal olgulara da ilişkin bir mesele. Aslında ayrımcılık, Avrupa Topluluğu’nun doğasında yazılı, ki bu her ülkede, eşitsiz haklara sahip iki ayrı yabancı kategorisinin tanımlanmasına yol açıyor. Gelişmekte olan AT yapıları –hele de, bireysel hareket, sınır denetimi, toplumsal haklar gibi çetrefil konuları gündeme getirdikleri ölçüde– bu eğilimi artırmaktan başka bir şey yapmayacak ve Topluluk’un “içindekileri” ile “dışındakileri” arasındaki “fark”ın kendisini, açık ya da gizil bir çatışma alanı haline getirecektir. Bir bütün olarak Avrupa’da “Siyahlar” ya da “göçmenler”in büyük bölümünün yasa gözünde yabancı olmadıkları gerçeği, çatışmaları olsa olsa yoğunlaştırmakta ve giderek acil haline gelen Avrupa kimliği sorunuyla da kesişmekte. Öyleyse, bir yandan Avrupa ırkçılığının, ya da ırkçılık modelinin, ortaya çıkışı, ekonomik eşitsizlikler ve nüfus akışlarıyla şekillenen bir dünya sistemi içinde Avrupa’nın yeri meselesini gündeme getirmekte. Diğer yandan ise kolektif haklar, yurttaşlık, milliyet ve azınlıklara yapılan muamele gibi, gerçek siyasi çerçevesi tek tek ülkeler değil Avrupa bütünü olan sorulardan ayrı düşünülemez gibi gözükmekte. Burada işler çok daha karmaşıklaşmakta; ancak yakın dönemdeki olaylar meseleyi netleştirmeye ve varsayımlarımızın en azından bazılarını sorgulamaya yardım ediyor. Hakikaten, sözünü ettiğimiz Avrupa nedir? Bu referans olmadan yapamıyoruz; fakat anlamını herhangi bir tutarlı biçimde sabitlemekten de aciziz. Bugün “Avrupa”yı ne siyasi, ne tarihsel-kültürel, ne de “etnik” bir varlığa atıfla tarifleyebiliyoruz. Belki de ortadaki en muğlak soru, bir “Avrupa tarifi”, belli bir cemaatin üyesi, belli haklara haiz ve belli bir kültürün conatus temsilcisi olarak “Avrupalıları tariflemeyi” mümkün kılacak mı sorusudur. Bu, ırkçılığın kurumsal ve ideolojik yönlerini analiz açısından hayati önem taşıyan bir soru.3 Bizim de yıllardır üzerinden beslendiğimiz resmi imge –buna resmi mit diyesim geliyor– Avrupa ve Avrupalılığa dair bu tür tanımların ilkesel olarak mümkün olduğu yönündeydi. Bazen “Avrupa’nın inşası” ulusal özgüllüklere rağmen gerçekleştirilebilecek mi ve ne ölçüde gerçekleştirilecek gibi sorular sorulsa da, “Avrupa” sözünün neye gönderme yaptığı konusunda kimsenin tereddüdü olmamıştır. Bizim çalışma projemizde de, bu gönderme hiçbir açıklamaya gerek kalmayacak biçimde varsayılmıştı: gerçek sorun “göç” ve “ırkçılık”a ilişkin olandı. Şu an ise her şey değişmiş, tersine dönmüş durumda. Irkçılık ve onun göçle olan ilişkisine dair herhangi bir ciddi tahlilin yapılabilmesi için, önce kendimize “Avrupa” sözünün ne demek olduğunu ve yarın ne anlama geleceğini sormalıyız. Oysa burada, önceki durum hakkındaki hakikati keşfediyoruz, ki bu da ona dair sahip olduğumuz tahayyülü paramparça ediyor. “Avrupa” ağır ya da hızlı, kolay ya da güç “inşa edilen” bir şey değil, hazırda bir yanıtı olmayan tarihsel bir sorundur. “Göç” ve “ırkçılık” da bu sorunun parçalarını oluşturmaktadır. Peki durum niye tersine döndü? Yanıtı hepimiz biliyoruz. Bir yıl gibi bir süre içinde birbiri ardına gelen üç tarihsel olayın muhtemel sonuçları nedeniyle: sosyalist devletler sisteminin çöküşü; Almanya’nın birleşmesi; ve Orta Doğu’da patlak veren ve her an savaşa, dünya savaşı değilse bile “yerel” hiç denemeyecek ve yeni bir kategoriyi gerektirecek bir savaşa dönüşmesi muhtemel büyük kriz. Bu üç olaydan hiçbiri henüz tüm sonuçlarını ortaya koymuş değildir; bu durumsa bizim için analiz işini hem vazgeçilmez hem de olağanüstü riskli kılıyor. Şüphe yok ki –nedenlere dönüp baktığımızda– bu olaylar birbiriyle yakından ilişkili. Bu ilişkinin doğası ise, ki zamansal ardışıklık gibi basit bir şey değildir, tamamen muğlak. Yine de kesin 53 olan şey şudur ki, bu olayların hiçbirinin sonuçları diğer ikisinden bağımsız gelişemez ve bu sonuçların nasıl geliştiğine bağlı olarak, “Avrupalı” kendiliğin varlığı ve doğası kendini tamamen farklı biçimlerde ortaya koyacaktır. Ortadaki en muğlak soru, bir “Avrupa Soğuk Savaşın Ardından haklara haiz ve belli bir kültürün temsilcisi Gelin burada ortaya atılmış bazı soruların taslağını yapalım. “Reel sosyalizm”in çöküşü belirleyici olmakta: Siyasi kriz ve iktisadi kriz sonunda birbirine eklemlendi. Bu, bir anlamda 1968 ahdinin gerçekleşmesidir. Ancak çöküş, ne sosyalizmin yenilenmesi ya da “üçüncü yol” (Honecker rejimini eleştiren GDR’li aydınların bir yıl öncesine kadar düşünmekte olduğu gibi) ne de yeni teknokratik “seçkinler”in hayalini kurduğu siyasi liberalizm arka planına karşı gerçekleşiyor. Ortaya çıkan ilk sonuçlar, her düzeyde yönetimin çözülüşü, iktisadi güçlüğün artması ve patlak veren ulusalcılık olmuştur. Avrupa’nın siyasi bölünmesinin sona ermesi, müthiş tarihsel öneme sahip, ilerici bir gelişmedir. Aydınlar arasında “Avrupa kültürü” gibi bir fikre duyulan coşkunun buna eşlik etmesi de anlaşılabilir ve yeni fikir ve projelere gebe bu coşkuyu paylaşmak mümkündür. Ancak bu kültüre tekabül eden kitlesel ideolojik gerçeklik, en başta, artan milliyetçilikler, ya da daha net söylemek gerekirse, milli tikelliklerin pekişmesi ile, “Amerikan” tüketim ve toplumsal iletişim modeli arasında kararsız bir dengedir. “Reel sosyalizm” çökerken, beraberinde hem bürokratik devlet ve tek parti aygıtını hem de 19. yüzyıl işçi hareketinin eşitlikçi ütopyasını alıp götürmüştür. Ancak bunun sonucu hiç de “tarihin sonu”, toplumsal çatışmaların düzenlenmesinde “liberal” sistemin zaferi değildir. Aksine, “ideolojiler” ve “kamplar” arasındaki indirgeyici karşıtlık bir kez ortadan kalktığında, “liberalizm”in kendi içinde hızlı bir farklılaşma bekleyebiliriz –özellikle de kapitalizmde demokrasi sorununun yeniden ortaya çıkışını; çünkü bu iki terim arasındaki özdeşlik, artık önceden olduğu gibi, hem anti-kapitalist hem de anti-demokratik bir sistemin Doğu’daki varlığıyla güvence altında değildir. tarifi,” belli bir cemaatin üyesi, belli olarak “Avrupalılar’ı tariflemeyi” mümkün kılacak mı, sorusudur. Bu, ırkçılığın kurumsal ve ideolojik yönlerini analiz açısından hayati önem taşıyan bir soru İçinde bulunduğumuz anın en keskin belirsizliği, Orta Doğu krizinin etkileriyle ilişkilidir. Elbette bu etkiler, tamamen savaşa sürüklenme ihtimalimize ve muhtemel bir çatışmanın süresi ve yıkıcılık düzeyine bağlıdır. Ancak bunlar, her ne olursa olsun, halihazırda çizildiği biçimiyle “kamplar”ın yeniden şekillenmesini beraberinde getirecektir. Her türlü varsayımda geçerliliğini koruyacak en az üç gözlemde bulunabiliriz. İlk olarak, Soğuk Savaş’ın bitimi, Amerika Birleşik Devletleri’ni tek süpergüç halinde tesis etmektedir. Ancak verili durumda bu, çatışmaları sönümlendirmek yerine, kararlı bir dünya düzeninin imkansızlığı, güç kullanımı zorunluluğu ve muhtemelen birçok “bölgesel” emperyalizmin oluşumu anlamına gelmektedir.4 conatus 54 İkinci olarak, şu an Kuzey ülkelerinin, krizi başarıyla ve sonuçlarını dikkate almaksızın Üçüncü Dünya’ya “ihraç ettiği” ve böylelikle kendi ekonomik dengelerinin faturasını bu diğer, “üçüncü” ülkelere, bu ülkelerin mutlak yoksullaştırılması olarak ödettiği bir dönemi geride bırakmaktayız. Önümüzdeki dönem, petrol ve diğer hammaddelerin denetiminden doğan çatışmaların “gelişmiş” ülkelerin kendi içindeki toplumsal ve ekonomik dengeleri tehlikeye düşüreceği bir dönem olacak. Üçüncü olarak, Orta Doğu’daki siyasi ve ekonomik gelişmelerle Avrupa’dakiler arasında sıkılaşan bir bağlantı –başka türlü söylemek gerekirse, dini, kültürel, iktisadi ve siyasi boyutları hayli çatışkılı bir “Akdeniz” topluluğunun etkin olarak kuruluşunu (ya da yeniden kuruluşunu)– gözlemek mümkün. “Arap ulusu” ile “Avrupa ulusu”nu oluşturan iki kompleks –ki farklı tarihsel nedenlerden ötürü, her ikisi de kesin olarak tariflenmiş değildir– yakından bağlıdır ve birbirinden bağımsız evrimleşmeleri mümkün değildir.5 Ancak gelecekte olası bir “demir perde” ve “duvar”, Akdeniz’i ya da Akdeniz’in güney doğusunu kat edecek gibi gözükmektedir ve bunları yıkmak öncüllerini yıkmaktan daha kolay olmayacaktır. Bu noktada güncel olayların “Avrupa’nın inşası” üzerindeki muhtemel etkilerini gözden geçirmeliyiz. Herhangi bir kehanette bulunmak için yetkin hissediyor değilim; ancak bazı ucu açık hipotezler ortaya koyarak tartışmayı açmak gerekiyor. Bunların ilki olumsuz nitelikte: Şöyle ki, Avrupa toplumlarının ulusaşırılaşması yönündeki geri döndürülemez hareketlere karşın ve kurumlar düzeyinde olasılıkla geri dönüşsüz değişimlere rağmen, politik-ekonomik “küçük Avrupa” beklendiği şekilde gerçekleşmeyecek. Bu kısmen ulusötesi kısmense konfederal olan dar Avrupa Birliği, her ne kadar Doğu ile Batı arasındaki siyasi-askeri yüzleşme çerçevesinde Amerikan gücüyle ilişki içinde olsa da, bu güce rakip olarak ortaya çıkmıştır. ABD’nin Sovyetler Birliği –ki varlığını devam ettireceği şüphelidir– karşısındaki siyasi zaferi, ABD’nin dünya çapındaki ekonomik üstünlüğünde görece bir zayıflama ile başa baş conatus gitmiştir. Doğu Avrupa, kapitalist pazarın yayılması için öncelikli bir saha olarak açılmakta ve bu da Avrupa ile ABD arasındaki rekabeti keskinleştirecek gibi gözükmektedir. Ancak bu rekabette Avrupa ülkelerinin tümü, hatta sırf Batı ülkeleri dahi, aynı çıkar ve olanaklara sahip değildir. İki Almanya’nın birleşmesini geride bıraktığımızdan bu yana Fransa’da ve Avrupa’nın diğer yerlerinde duyulmaya başlayan şovenist, Alman-karşıtı söylemin dayandığı ulusal çatışmaya dair analoji ve imgeler geçmiş bir çağa aittir denebilir. Ancak Avrupa’nın inşası birçok ülke arasında göreli bir denge üzerinde temellenmişken, şu an iç güçler arasında devasa bir dengesizlik ve Doğu’daki “yeni cephe”nin ekonomik ve siyasi olarak sömürüsü konusunda tamamen eşitsiz yetilerle karşı karşıya bulunulmaktadır. Körfez krizi de, çeşitli AT ülkelerinin Amerikan emperyalizmi ile Orta Doğu’daki alt-emperyalizmler arasındaki yüzleşmede aynı çıkarlara sahip olmadığını ya da çıkarlarını aynı biçimde değerlendirmediğini çok net biçimde göstermektedir. Tüm bunlar, siyasi etkileri hemen öngörülebilir olmasa da, kalıcı muhalefet etmenleridir. Bu nedenle, şu iki yorum şeması üzerinde durmaya değerdir. İlk olarak, Avrupa, gitgide federal bir devlet ya da çokuluslu bir imparatorluk gibi kapalı bir varlık olmak yerine, kararsız bir denge halindeki ulusaşırı kurumların iç içe geçtiği açık bir kümelenme olacaktır. Her birinin tarihsel özgüllüğü en az “Avrupa Birliği”nin kendisi kadar güçlü olan farklı iktisadi-kültürel kümelenmelerin birbiriyle buluştuğu ve gerekirse çatıştığı bir alan meydana getirecektir. Bunlar, bir Avro-Amerikan kümesi, bir Avro-Akdeniz (esas olarak Avro-Arap ya da Avro-Müslüman) kümesi ve bir de sosyalist rejimin damgasını vurduğu ve bu rejime “son verme” göreviyle karşı karşıya olan tüm ülkeleri ya da içlerinden bazılarını içeren Avro-eski Sovyet ya da Avro-Doğu kümesi olacaktır. Elbette bu kümeler yan yana değil, üst üste çakışmış durumdadırlar. Avrupa’da bir değil birçok “ortak ev” bulunmaktadır. İkinci olarak, bu dışsal bakımdan açık olan kümelenme, hakiki bir özerk bölge değil pek çok 55 dünya mekanı arasında bir kesişim bölgesi olması itibariyle, bir dizi “sınır hattı” ile bölünmekten muaf olmayacaktır. Bunlar yalnızca siyasi devlet sınırları değil, daha ötesi, harita üzerinde görünmez olan ama idari düzenlemeler ve toplumsal pratiklerde somutlaşan, hareket halindeki toplumsal sınırlardır; yani, kökensel olarak ve iş bölümü içindeki yerleri açısından farklılaşan nüfuslar arasındaki “içsel sınırlar”. Aslında bu “Avrupa”, halihazırda ve giderek daha fazla, özellikle “Güney” ve “Doğu”dan gelen birçok siyasi-ekonomik göç biçimi arasında bir buluşma noktası konumunda olacaktır. Gerek ideolojik gerekse ekonomik nedenler yüzünden bu göç biçimlerine, ortaya çıkmış olan engellerle (özellikle post-kolonyal durumlarla) ve Helsinki’de olduğu gibi mahcup edici vaatlerle yüzleşmek yoluyla farklı statüler verme çabası içine girilecektir. Böylece biçimlenmeye başlayan, bir “eritme potası,”6 ya da etnik-toplumsal gruplardan oluşan kararsız ve hiyerarşik bir bileşkedir. Ancak, başka açılardan akla gelebilecek olan Amerikan deneyiminin tersine, buradaki durum kökensel uyrukların silinmesini değil, farklı bir koldan sürdürülmesini öngörür. Tarihsel Bir Ters Yüz Etme Eğer bu çok genel kestirimler yerindeyse, tarihin yüzlerce yıllık gidişatında bir tür geri dönüşü ifade etmektedir. Bunun kimi diğer yönlerine az sonra bakacağız. Avrupa üç yüzyıl boyunca dünyaya kendi siyasi modellerini, ulusları ve “blokları” arasındaki çatışmaların sonuçlarını ithal edegelmişken, şimdi tersi bir süreç belirmektedir. “Dünya karşı saldırıya geçmiştir”: Avrupa, tüm dünyanın siyasi sorunlarının kristalize olduğu –çelişkilerin zayıf halkası değilse de hassas noktası olan– ana sahadır. Bu durum, tam anlamını “Alman sorunu”nun irdelenmesinde bulmaktadır. Yakın dönem olaylar çoğu yorumcuyu, herkesin unuttuğu ya da unutmuş gözüktüğü Alman milli (ve milliyetçi) geleneğinin Avrupa tarihinde belirleyici bir etmen olarak gözümüzün önünde tekrar yüzeye çıktığı sonucuna götürmüştür. Kısacası, görünüşe bakılırsa ya bir “Alman Avrupa’sı” ya da Almanyasız bir Avrupa ortaya çıkacak gibi gözükmektedir. Bu gözlemin doğruluk payını inkâr etmeksizin karşısına diyalektik karşıtı olan fikri koyabilir, tüm Avrupa ülkeleri içinde “ulus” biçiminin kriziyle en keskin şekilde yüzleşecek ülkenin Almanya olacağını söyleyebiliriz. Bunun nedenlerinden biri, eski-GDR ve eski-Federal Alman Cumhuriyeti nüfusları içinden tek bir “Alman halkı”nın yeniden üretileceğinin hiç de kesin olmamasıdır. En önemlisiyse, hareket özgürlüğünü –Doğu Avrupa ülkelerinin adına isyan ettiği özgürlüğü– kısıtlamanın olanaksız olduğunu varsayarsak, Almanya tüm “ farklılıklar”ın ve bahsetmekte olduğumuz tüm etnik ve toplumsal gerilimlerin muhtemel yoğunlaşma noktası olacaktır. Londra, Stockholm, Varşova, Moskova, Budapeşte, İstanbul, Bağdat, Kahire, Roma, Cezayir, Madrid ve Paris’i kapsayan tarihsel alanın siyasi-geometrik merkezi olarak Berlin’in yeni Almanya’nın başkenti olması, bu mekanın çeşitli bölgelerinden yayılan siyasi gerilimlerin de “merkezi” olması demektir. Şimdi bu çerçevede kendini gösteren ve ilerleyen ırkçılık sorununa ya da sorunlarına dönebiliriz. Ben giderek, analiz etmemiz gereken –ve yeni-ırkçılık teriminin eksik olarak ifade ettiği– şeyin, “tanım” ve şemalarımızın dayanmakta olduğu önceki ırkçılık biçimlerinin yalnızca bir değişkeni olmadığına kani oluyorum. Aksine, yeni bir dağılımla karşı karşıyayız ve yirminci yüzyıl sonunda Avrupa’da kurulmakta olan toplumsal yapı ve güç ilişkilerinin özgünlüğünü yansıttığı oranda bu dağılım giderek daha da yeni bir biçim alacak. İşte bu yüzden “ırk” sözcüğünün kendisi ve onun tamamlayıcıları olan renk, etnisite, dışarıdalık, göç ya da hatta din, daha önce modern tarihin büyük devrimleriyle ilişkili olarak iki-üç kez görüldüğü gibi, bugün yine anlam değiştirmekte. Fakat böyle bir dağılımın toplumda bir baştan bir başa kristalleşmesi, insan gruplarının “farklılığı” ve “ötekiliği”ne dair gündelik algılar ile yönetimin, iletişim ve toplum bilimlerinin teknik dili içinde çökelmesi için, muhtemelen, birbirinden son derece farklı üç tür etmenin çakışması gerekmektedir. Öncelikle bir gelenek, ya da travmatik olayların conatus 56 hareketler –ki bunlar Fransa’dakiler hariç küçük ölçekli hareketler olsa da toplumun bütününe kendi “sorunsal”ını hiç değilse kısmen dayatmaya kadirdir– arasında bir yeraltı bağlantısının nasıl kurulduğunu açıklamakta işe yarıyor. Bu listeye bakarken, hem ırkçılığın Avrupa’da derin ve kalıcı köklere ve temellere sahip olduğunu hem de bunun pek çok ulusal ve toplumsal katmandan kitleleri, örgütleyen değilse de, bu kitleler üzerinde egemen olan bir siyasi olguya dönüşmesi için hayli özel bir konjonktürün gerekli olduğunu anlamaya başlıyoruz. Irkçılığın İdeolojik Programları damga vurduğu, kurumlar ve kültürün gerçek tarihine dahil olmuş ve süreğenliğini gösterir biçimde dönemsel olarak tarihi olaylarla yeniden etkin hale geçen, kısmen bilinçli kısmen bilinçdışı bir kolektif bellek şeması mevcut olmalıdır. İkinci olarak, sabit değilse de iktisadi ve sınıfsal ilişkilerin zorunlu işlevlerine hizmet eden ve hiç olmazsa kısmen devlet örgütlenmesinin parçası olan ayrımcı bir toplumsal yapı gerçek yaşamda var olmalıdır. Üçüncü olarak, kurumsal bir kriz konjonktürü mevcut olmalı, kurumların (her şeyden önce de devletin) kendi ideolojik işlevleriyle olan ilişkileri ve bireylerin bu kurumlarla olan kimlik kurucu ilişkileri, kitlesel ölçekte bir entelektüel ve ahlaki güvensizliğe yol açacak biçimde, şiddetli bir sarsıntı geçirmiş olmalıdır. Bu unsurlar, var olan durumda Avrupa’nın hemen her köşesinde sezilmektedir. Bunlar, özellikle de “kamuoyu”nun evrimleşmesi ile aleni ırkçı siyasi conatus Aslında Avrupa kültürü, ve dolayısıyla Avrupa fikri ya da mitinin kendisi, bellek ve kolektif algı etkileri oluşturmayı muhtemelen sürdürecek olan, özellikle ırkçı iki ideolojik programı –her ne kadar bunlara özdeş olmasa da– bünyesinde taşımaktadır: sömürgeci program ve anti-Semitizm programı. Bu çok aşina bir düzlem olsa da, burada bir dizi gözlem yerinde olacaktır. Öncelikle, sömürgeciliğin sona ermesi, özellikle de Fransa gibi ülkelerde ne tam olarak gerçekleşti, ne de dünyanın “medeni” tabir edilen, gerçekteyse barbarlığın taşıyıcıları olan ülkeler arasında “bölüşümü”nün neleri içerdiğine dair yeni bir kolektif farkındalık bu sürece eşlik etti. İkinci olarak, şayet sömürgecilik, 1885 Berlin Konferansı’nın simgelediği üzere, Avrupa’ya ait bir girişim idiyse, anti-Semitizm de Avrupalı bir olguydu. Nazizmin kınanmasını yumuşatmaksızın, mutlak Alman tikelliği mitine dur demenin zamanı bu açıdan gelmiştir. Bugün Avrupa’nın iki ucunda, Fransa ve eski sosyalist ülkelerde, yoğunlaşan milliyetçiliğe eşlik eden aleni bir anti-Semitizmin yeniden kuruluşuna baktığımızda, bunun kanıtları ne yazık ki fazlaca çarpıcıdır. Kuşkusuz, yabancı düşmanlığının başka biçimleri de vardır. Ancak benim aklımda hiç şüphe yok ki, eğer ırkçı söylem ve zihniyetin en keskin ucu Avrupa’da kalıcı olarak yerleşmiş “İslami-Arap” kökenli nüfusa baskı yapma eğilimi gösteriyorsa, bunun nedeni, sömürgeci ve 57 anti-Semit programların burada yoğunlaşması ya da çakışması ve böylelikle, ırk üstünlüğü tahayyülüyle kültürel ve dini rekabet tahayyülünün birbirini güçlendirmesidir. Irkçı söylem ve ideoloji ile milliyetçi söylem ve ideoloji arasındaki ilişkinin açmazlarını analiz etmek için, Avrupa ırkçılığının geleneksel şemalarını tekrar büyüteç altına almak esastır.7 Irkçılık, çoğu kez milliyetçilik bakış açısından hiç de işlevsel değildir; aksine, milliyetçiliğin içinde hem yüzeysel hem de çetrefil bölünmeler yaratmaktadır. Ancak yine de tarihsel olarak hiçbir milliyetçilik örneği yoktur ki, ırkçı bir bütünleyeni olmasın. Kanımca, ırkçılık, milliyetçiliğe dair çelişkilerin, hem tarihsel zorunluluk hem de pratik imkansızlığın güdümünde işlenmesi ve hızlandırılmasıdır (İmkansızlık diyorum; çünkü hiçbir milliyetçilik gerçek dünyada, ari ve tamamen hegemonik bir cemaat idealine erişemez). Ancak bu hızlandırma, aynı zamanda bir geri hızlanma olmasaydı, gerçekleşemezdi –yani ırkçı düşünüş şemaları ulusalcı geçmişte depolanmış olmasa. İdeolojik etkinlik geçmişin etkinliğidir: hatta, diyebiliriz ki ideolojinin kendisi bu etkinlikten başka bir şey değildir. Yine de açıktır ki, geçmişe dayanan hiçbir açıklama ulusal, etnik ve toplumsal “farklılığa” dair ırkçı algı şemalarının niçin yeniden etkin hale geçerek yeni bir biçimde bir araya geldiğinin nedenini sunamaz. Bu yüzden de, aynı zamanda günümüz ırkçılığının yapısal temellerine inmek gerekir. Şimdiye kadarki tahlillerde en fazla ilgiye mahzar olan yapı –hele de Fransa gibi, toplumsal çelişkileri yorumlayan Marksist gelenekle, dünyanın dört bir yanından ardışık dalgalar halinde gelmiş olan göçmen işçilerin uzun dönemli kitlesel varlığının birleştiği ülkelerde– toplumsal-iktisadi temeldir. Ya da, daha kesin olmak gerekirse, emek yapılarına, ve daha da temelde, işgücünün farklılaşan şekillerde yeniden üretimi mekanizmasının kapitalizm tarafından sistemli bir biçimde kullanılmasına dayanan kurumsal ayrımcılığın varlığıdır. En azından genel bir düzeyde, a) vasıf derecelenmesi; b) yabancı işçilerin oranı; c) sermayeye, vasıfsız emeği, dünya ekonomisi içinde meta-dışı üretimin halen kısmen sürmekte olduğu “gelişmiş” ülkelerdeki işçi hareketinin yüzyılı aşkın süredir dayatmayı başardığı sosyal haklardan yoksun, ezilen (“çeper”) bölgelerinden getirterek emeğin eğitim ve bakım maliyetini düşürme olanağı sağlayan, işgücünün yeniden üretim biçimlerinin çeşitliliği arasında bir çakışma vardır. İşte, Avrupa Topluluğu’nun resmi olarak onay verdiği ve muhtemelen güvenceye almaya çalışacağı, tam da bu farklılaşan yeniden üretim biçimleridir –aynı zamanda eski sömürgelerden gelen nüfusları Avrupa mekanına entegre etme mekanizmalarını da devreye sokmak kaydıyla, ki bu kapitalist kârlılık açısından ters bir etki gibi gözükecektir. Wallerstein’ın terminolojisiyle, bu durum genel işgücü içerisinde vasıf derecelenmesinin ve eşitsizliğin etnik temelli hale gelmesine yapısal zemin hazırlamaktadır, ki bunun öznellikteki karşılığı, yöneten sınıf siyasetinin kendini tehlikeye atmak pahasına oynadığı, egemenler ile ezilenler arasında ve daha önemlisi ezilenlerin kendi arasında kurumsallaşan ırksal-kültürel önyargılardır. Wallerstein teknolojik değişimlerin, özellikle de dünya pazarındaki yeni dağılımın, sistemin işlevsel sınırlarında sürekli bir kaymayı zorladığını ekliyor. Örneğin savaş öncesi Fransa’sında, sınır çizgileri temelde Fransızlar ile İtalyan, Polonyalı ve İspanyollar arasında çizilirken, bugün “Avrupalılar” ile “Güneyliler”i (Asyalılar hariç) ayıracak biçimde geçiyor. Dolayısıyla ideolojik klişelerde kristalleşen etnik tahayyülün, gerçek ilişkileri, yani “etnikleşmiş” sınıf ilişkilerini hep geriden takip edeceğini öngörebiliriz. Kendi düzeyinde bu analiz bana son derece sağlam görünüyor. Ancak birkaç tamamlayıcı noktayı eklemek isterim. Öncelikle, merkez ve çevre arasındaki karşıtlığa dayalı olarak emeğin farklılaşan biçimlerde yeniden üretiminin kapitalizmin tarihinde sabit bir özellik olduğu doğrudur. Ancak bunun toplumsal ve siyasi etkileri, bugün iletişimin işleyiş ve örgütlenmesindeki devrimci değişimler ile yeniden şekillenmekte. Kapitalist dünya artık yalnızca bir “dünya ekonomisi”nden ibaret değildir: conatus 58 Aynı zamanda da, tüm nüfusları dolaysızca birbirine görünür ve birbiriyle temas halinde kılan dünya iletişiminin birleşik ve tekelleşmiş mekanıdır.8 Böyle bir dünya tarihte daha önce var olmadı. Böylece kapitalist gelişimin birbirinden kültürel ve toplumsal olarak ayırdığı “iki insanlık” –ırkçı ideolojide “alt-insan” ve “üst-insan”, “geri kalmış” ve “gelişmiş” gibi karşıtlıklarla anılan–birbirinden uzun mesafelerle ayrılmış ve yalnızca “marjinlerde” ilişkilenecek şekilde birbirine dışsal değil, aksine ortak bir iletişim, temsil ve yaşam mekanı üzerinde giderek daha fazla iç içe geçmektedir. Dışlama, dünya ölçeğinde içsel bir dışlama biçimini almaktadır: Bu tam da modern dönemin başından bu yana yabancı düşmanlığı ve korkusu yanında, hem yakında hem de farklı olan komşuya yönelen korku ve nefreti de beslemiş olan şemadır. Sınıf ırkçılığının gelişimi ise, sınıf hareketinin enternasyonalist bir geleneğe sahip olduğu ülkelerde bile (göçmen işçilerin kitlesel olarak istihdam edildiği, ancak belirli işkollarına sıkıştığı) bir geniş birikim döneminden, bir bunalım ve işsizlik dönemine, oradan da vasıfsız emeği “merkez”in sanayi ve hizmet sektörü içinde asgariye indiren yeni “yoğun” birikime geçişe tekabül eder. Bu izlek, ellilerde ve altmışlarda dışarıdan ithal edilen Almanya’daki Türkler ya da Fransa’daki Kuzey Afrikalılar gibi nüfusların AT içerisinde nispeten sabitlendiği döneme rastladı. Bu göreli sabitlenme “aile birleşmeleri” ve “ikinci” hatta “üçüncü” kuşağın ortaya çıkışı anlamına geldi, ki ilk kuşağa uygulanan ayrımcılık biçimlerini bu diğerleri üzerinde sürdürmek mümkün değildi. Tüm bunlardan çıkan sonuç şu ki, işgücü içerisindeki yarılma hâlâ sınıf ilişkisi temelli olmakla beraber, bunun hakim boyutunu artık aşırı sömürü oluşturmuyor. Onun yerini, emek pazarında değişim koşullarında süren rekabet, ulusal ve yabancı işçi kitlelerinin ortak yoksullaşması ve bir yedek sanayi ordusu, ya da William Julius Wilson’ın deyimiyle, çok-ırklı, çok-kültürlü bir alt-sınıfı barındıran gettoların oluşumu alıyor. İşte burada içinde bulunduğumuz döneme niteliğini conatus veren ve sömürülenler arası gerilimleri durmaksızın tetikleyen yapısal olguya ulaşıyoruz: Etnik fark, küresel olarak (dünya ölçeğinde) azami boyuta ulaşırken yerel olarak (kent ölçeğinde) asgari düzeye iniyor. Bu olgu ayrıntılarıyla incelenmedikçe, “yeniırkçılık”ın oluşumunu ve özellikle de kölelik ve sömürgecilik döneminde oluşmuş “biyolojik” sterotiplerin, eşit oranda yoksullaşmış proleterler arasında “küçük ayrımlar” arayışına tekabül eden “kültürel” sterotiplere dönüşme eğilimini anlama olanağı yok. Devletin Rolü Gelgelelim, ilave ettiğimiz bu analitik noktalar hâlâ, iktisadi alan içinde sıkışmış, daha net söylemek gerekirse, ekonomik yapılar ile ideolojik oluşumlar arasında dolaysız bir denkliğe tutunmuş olmaları dolayısıyla yetersiz kalmaktalar. İktisadi eğilimlerin modern toplumlarda kolektif temsillerle eklemlenmesini sağlayan asıl dolayımdan soyutlanmış durumdalar. Kastettiğim, devletin, bireyler arası gündelik ilişkilerin örgütlenmesine, dolayısıyla devlet kurumlarındaki krizin “kitlesel düşünüş” üzerindeki etkilerine kadar uzanan rolü. Bu boyut, bana mutlak olarak belirleyici gözüküyor ve bizi ırkçılık ve milliyetçiliğin eklemlenmesine ve bunun günümüz bağlamında aldığı biçime dair önceki sorumuza geri götürüyor. Şu tezi önermek istiyorum. Modern ırkçılık, özünde hiç de kültürel ve toplumsal farkların sapkınlaşmasına dayalı, basit anlamıyla bir Ötekiyle ilişki biçimi değil, Ötekiyle kurulan, ve devletin müdahalesiyle dolayımlanan bir ilişkidir. Dahası bu –ki temelde bilinçdışı bir boyutun kavramsallaştırılması gereken yer de burasıdır– devletle kurulan çatışkılı ilişkinin saptırılmış biçimde “yaşanması” ve Ötekiyle ilişki biçiminde “yansıtılmasıdır”. Bu, Fransız Aşırı Sağı’nın tabiriyle “ulusal tercih”in günümüz ırkçı kompleksinde neden bu kadar önemli yer tuttuğunu da açıklıyor. Bu ulusal tercih, hem bir nesnel kurum hem de Fransız uyruğu taşıyan tüm bireylerin devlete olan kendi bağımlılıklarının ve 59 devletten taleplerinin özel niteliğini algılamalarında süzgeç görevi gören bir fantazmadır. Bundan tam olarak kaçınmak hiçbirimizin elinde değildir; çünkü kendini devlete olan bağımlılıktan kurtarmayı gerektirir. Üstelik gerçek hayatta ne kadar az imtiyaz sahibiysek, ayrımcılığın çokkatmanlı biçimlerine ne derece maruz isek ve işlemekte olan devlet yönetimi, eğitim sistemi, siyasi makine vb. tarafından “yurttaş” değil “tebaa” muamelesi görüyorsak, bunu başarmamız da o ölçüde güçtür. Aslında ulusal ya da sözde-ulusal “azınlıklar”ı (etnik, kültürel, mesleki) yaratan, ulus-devlet biçimindeki devlettir. Onun hukuki ve siyasi müdahalesi olmaksızın, bunlar ancak potansiyel olarak kalacaktır. Azınlıklar, ancak kodlandıkları ve denetim altına alındıkları andan itibaren gerçekte var olurlar. Benzer biçimde, yüzyılı aşkın süredir yurttaşlık ya da uyrukluk hakları ile bireysel ya da kolektif sosyal haklar arasında –hiçbir zaman tam bir çakışma değilse de– mümkün olan en sıkı bağıntıyı kuran, ve böylelikle kendisi “ulusal-sosyal devlet” haline gelen de devletin kendisidir. Tüm “gelişmiş” devletler, özellikle ister kapitalist ister sosyalist Avrupa devletleri, ulusalsosyal devlettirler. Devletin aile politikası bu aygıtın kalbidir –onu ırkçı ve yabancı düşmanı tahayyülün oldukça hassas bir boyutu haline getiren de budur. Son olarak, çelişkili bir biçimde güvensizliğe dayalı güvenlik aygıtı denebilecek yapıyı geliştiren de devlettir: Yani, nüfusun bir kısmını korumak için tasarlanmış diğer kısmı içinse riskleri artıran, yönetim, polis ve hukuk aygıtını, ki bu iki “grup” ya da “nüfus” arasındaki ayrım çizgisini gereken yerde net olarak çizmek asla mümkün değildir.9 Modern devlet, örneğin yabancı işgücünün “yasadışı” dolaşımına bir yandan kapıyı açarken, bir yandan da onun önünü kesmektedir. Bu yüzden de aşırıgüçlü ve güçsüz bir makine olarak kendi imgesinin kaynağı yine kendisidir –ki bireyler için tamamen travmatik bir imgedir bu. Bu koşullarda, ırkçılığın Avrupa’da gelişme eğilimlerinde nihai belirleyiciliği olduğunu ve üzerinde düşünmeye devam etmemiz gerektiğini Avrupa toplumlarının ulusaşırılaşması yönünde geri döndürülemez hareketlere karşın ve kurumlar düzeyinde belki geri dönüşsüz değişimlere rağmen, politik-ekonomik “küçük Avrupa” beklendiği şekilde gerçekleşmeyecek düşündüğüm soru şudur: Bugün Avrupa’da devlet nedir? Sorunun formüle ediliş biçiminin önemini vurgulayacağım. Bugün “Avrupa devleti”nin ne olduğunu sormuyorum; çünkü böyle bir sorunun belki de kesin bir yanıtı yok. Burada kastedilen, devlet kurumunun tarihsel biçimlerinin evrimini analiz etmek için çok uzun dönemli bir perspektif benimsemek ve bu perspektif içinden devletin ne olma yönünde eğilim gösterdiğini, nasıl davrandığını ve Avrupa mekanı içinde –karmaşıklığını az önce gördüğümüz bu mekanı basitçe bir “saha” olarak tabir etmek mümkün değildir– hangi işlevleri yerine getirdiğini sormaktır. Şüphesiz, birden fazla boyut içeren böyle bir soru basit terimlerle ortaya atılamaz. Örneğin, henüz açık bir yanıtı olmayan en büyük mesellerden biri, eski “sosyalist” devletlerin nihai olarak yerine geçecek devlet biçimleri ve bunların Avrupa’da siyasetin konumu üzerine etkilerine ilişkin olandır. Yine de, “Avrupa’da bugün devlet nedir” sorusundan kaçınamayız. En azından ben, bunun ırkçılığın tahlili ve gelişim çizgilerine dair öngörü projemiz için kilit önem taşıdığına kaniyim. conatus 60 Avrupa’da Devletin Muğlaklıkları Burada da kendini ilk dayatan olumsuz bir karakteristik oluyor. Avrupa’da bugün devlet, ne ulusal ne de ulusötesi olarak nitelenebilir ve bu muğlaklık, zaman içinde gevşemek yerine daha da derinleşmektedir. Pratikte, bunun ekonomik-finansal ve toplumsal ya da hukuki alanlarda şöyle bir anlamı vardır. “Ulusal devletler” düzeyi ve “Topluluk kurumları” düzeyi arasındaki güç dağılımında, sürekli bir tekrar ve fazlalık ve kurumlar arası bir rekabet belirginleşmekte. Ancak aslen gerçekliği belirleyen daha çok, devletin çözülmesine ya da bozulmasına –iktidar, sorumluluk ve kamusal niteliklerde bir bozulmaya– giden bir süreç olmakta. Avrupa’da “devlet”, iktidarı merkezleştirici, siyasi sorumluluğun atfedilebileceği, toplumsal çıkarlar ve güçler arasında “kamusal” arabuluculuk görevi gören bir kurum olarak ortadan kalkma eğilimindedir. Bunu, devletin yeni bir tarzda “özelleştirildiği” bir döneme girdiğimiz biçiminde de ifade edebiliriz; ancak kamu kurumlarının çoğalması ve üst üste çakışması kisvesi altında. Bunun nedeni belki de, heterojen nedenlerden doğan ancak temelde devletin bir piyasa kurması, pratiğe dönüşmüş bir tür “liberal” ütopya olarak tahayyül edilen bu tür bir devletin kendisinden önce gelen bir modeli, ya da bir tarihsel öncülünün olmayışıdır. Bu ütopya gerçek sonuçlar yaratmıştır ve yaratmaya da devam edecek, aynen karşıtı olan komünist conatus ütopyanın da gerçek sonuçlar yarattığı gibi. Ancak bunun gerçekliğe dönüşme çabası, mutlak “serbest” piyasanın artık var olmayı başaramadığı bir tarihsel döneme denk geliyor. Bugün herhangi bir piyasa, kaçınılmaz olarak ulusötesi ölçekteki kamusal ve özel şirketler arasındaki güç ilişkilerinden oluşmaktadır ve her piyasa aynı anda toplumsal ve iktisadi bir örgütlenmedir. Ancak Avrupa’nın inşasında insana çarpıcı gelen yan, birkaç beylik konuşma dışında hakiki bir toplumsal boyut içermemesidir. Ne piyasa güçleri ne de hükümetler, Avrupa devletinin sosyal bir devlet olmasını (sosyal ulusötesi devlet diyesi geliyor insanın) istemişlerdir. Ve bir dizi temel tarihsel nedenden dolayı, emek hareketi de, olayların yönünü tayin etme konumunda olduğu dönemde böyle bir devleti dayatamamış, hatta gerçek anlamda tahayyül dahi edememiştir. Ama tam da sosyal hak ve kamusal hak –ya da “sosyal yurttaşlık” ve “siyasi yurttaşlık” – arasındaki sınırı çizmek bugün için imkansız olduğundan, nihai sonuç, hukuk yönetiminde bir “Avrupa” devletinin var olmadığıdır. Öyleyse, Hegel’in meşhur ifadesinden intihal yaparak şöyle demeyi göze alacağım: Es gibt keinen (Rechts) Staat in Europa.10 Tüm çevremizde gördüğümüz akıbet, bu kongrede bizi ilgilendiren soru da dahil olmak üzere, gerçek bir devletin yokluğunda devletçiliğin hüküm sürmesi olarak adlandırılabilecek bir olgudur. Eğer devletçilikten anladığımız, yönetsel/baskıcı pratikler ile –her bir ulusun ya da her bir ulus içerisindeki hakim sınıfların– tikel çıkarları arasında olumsal bir arabuluculuğun birleşimi ise, devletin yerini almakta olan, bunu yaparken de devletin çoğaldığı izlenimi yaratan şey işte budur. İktidarın işgali, bir boşluğun iktidarıdır. Bu pek çok açıdan, Üçüncü Dünya’da görmeye alıştığımız ve ekonomik ve kültürel “geri kalmışlık” ile ilişkilendirdiğimiz duruma benzemektedir. Dolayısıyla, kolektif bir kimlik paniğinin üretilmesi ve muhafaza edilmesi için gerekli tüm şartlar mevcuttur. Çünkü bireyler –özellikle de iktidardan en yoksun ve ona en mesafeli olanlar– devletten korkarlar; fakat daha fazla korktukları, onun yok olması ve çözünmesidir. 61 Anarşist ve Marksist gelenek, bunu asla anlamayarak ağır bir bedel ödedi. Kuşkusuz, ırkçılığın analizi için buradan ne gibi sonuçlar çıkardığım ve karşısında nasıl bir pratik tavır geliştirebileceğimiz sorulacak. Az sonra yapacağım önermeler, özgünlük iddiası taşımıyor. Sadece bu soru karşısında açıkça siyasi bir yaklaşımın temelini atmayı amaçlıyor: yani, ırkçılık karşıtı eylemin amaç ve araçlarını saptamak ve bunu yalnızca etik, ideoloji ve refah siyasetinin vazgeçilmez zemininde değil, daha önemlisi siyaset zemininde yapmak. Bunu, uğraştığımız şeyin basit bir daire değil, karşılıklı bir ilişki olduğu fikriyle de gerçekleştiriyorum. Bugün ırkçılık karşıtlığının ulusaşırı bir hareket olarak Avrupa mekanı içinde ama zorunlu olarak bu mekanın ötesine de geçen gelişimi, demokratik siyasetin yenilenmesi için gerekli perspektiflerin bir bölümünü şüphesiz içeriyor. Şimdilik yalnızca Fransa’da birleşmiş bir ırkçı siyasi hareket, ya da yeni-faşizm, önem kazanmış durumda ve böyle bir hareketin Avrupa’da gelişmesi ve hele de birleşmesinin neden güç olacağını görebiliriz: Böylesi bir hareketin, milliyetçilikler ve ikincil olarak köktendincilikler vs. arasındaki çelişkileri bir çırpıda çözmesi gerekecektir. Yine de, ırkçı siyaset bugün Avrupa’da bir temayül olarak mevcuttur. Peki ırkçılık-karşıtı bir siyaset var mıdır? Yanıt olarak, yalnızca çabalar olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu kez ırkçılık-karşıtı kanaat hareketleri ancak çabalarını Avrupa düzeyinde örgütlediği ya da eşgüdümünü sağladığında hakikaten siyasi hale geleceklerdir demek geliyor içimden. Bunun koşullarından biri, ve özellikle zor olanı, ayrımcılığa uğrayan “azınlıklar”ın kendilerinin de her şeyden önce ortak bir dil ve ortak hedefler bulmayı ve kendi faaliyetlerini eşgüdüm içinde sürdürmeyi başarmaları gereğidir. Yukarıda, daha önce başkalarınca da belirtilmiş olan noktayı, bugün Avrupa’da yerli ve dışarlıklı nüfuslar arasında, gerek yaşam koşullarında gerekse kültürlerinde ve hatta haklar açısından, kesin bir ayrım çizgisi çizmenin güçlüğünü hatırlatmıştım (Ulusal yasaların çoğu, ve hatta Topluluk yasasının kendisi de, yabancı işçiler ve ailelerinin “Topluluk” işçilerinin sahip olduklarıyla aynı “temel sosyal haklar”ı taşıdığını teslim ediyor). Bu noktayı belirtirken, bunun halk ya da sınıf ırkçılığının, özellikle de işçi sınıfı içerisindeki odaklarından biri olduğunu açıkça önerdim. Ve bu, aslında hem azınlıklar hem de genel olarak demokrasi için tehlikedir. Ama bu aynı zamanda –gelin, temkinli olalım– siyasi sınıf hareketlerini yeniden kurmayı tahayyül edilebilir kılan şeydir. Klasik emek hareketi, üretimi merkez almıştı; enternasyonalizm, bu hareket için tarihsel bir koşul, ancak giderek etkinliğini yitiren bir ufuk idi. Gelecekteki bir antikapitalist halk hareketiyse muhtemelen, salt üretim haricindeki çok sayıda toplumsal pratikte –örneğin eğitimde ve yaşam koşullarında– ortak olarak maruz kalınan eşitsizlikleri temel alacak. Elbette bu, geleceğin Avrupa’sında etkin bir ırkçılık-karşıtlığını varsaymakta, ki bu enternasyonalizmin çok ötesinde bir şeydir. Yurttaşlık ve Halk Egemenliği Ancak ırkçılık-karşıtlığı, Avrupa’da yurttaşlık sorusu –ki bu apaçık Avrupa’da devlet sorununun öteki yüzüdür– tüm boyutlarıyla ortaya konmadıkça yankı bulamayacaktır. Burada yine Avrupa’da yurttaşlık deme nedenim, “Avrupa yurttaşlığı” ya da a fortiori11 “Avrupalıların yurttaşlığı” düşüncesinin muğlaklığından kaçınmak; nitekim Avrupa’da yurttaşlık yalnızca ulusal yurttaşlıkların “toplamı” olsaydı ortaya çıkacak durum bu olurdu; ancak bu zaten olanaksız. Avrupa mekanındaki ayrımcı yapının ya da başta tartıştığım etnik-sosyal bileşkenin siyasi boyutu, resmi sınırlardan bağımsız olarak kimi bireylerin Avrupa mekanında de facto yurttaş, diğerlerininse tebaa olmalarıdır. Ancak bunların ilki var olmayan bir devletin yurttaşları iken, ikincilerin pratikte haklardan mutlak biçimde yoksun bir konumda tutulmaları, işi örgütlü şiddete vardırmaksızın, imkansızdır. Savunması olanaksız olan bu durum, Avrupa’da halkın ne olduğunu bilme yolunda bir mecburiyet hissedilmedikçe sürecektir: yani, Avrupa conatus 62 “demokratik” bir siyasetin mekanı ve örneği olmayı arzu ettiğine göre, halk egemenliğinin orada nasıl tahayyül edilip örgütlendiğini bilmek. “Biz bir halkız” (Wir sind ein Volk) ya da “Biz halklarız” formülüne sırt çevirerek “Wir sind das Volk”a (Biz halkız), hatta şu soruya dönmek gereklidir: “Was ist das, ‘das Volk’, in Europa?”12 Oysa bu soru, kendi bileşeni olan pek çok diğer soruyu da beraberinde getiriyor: yalnızca kendi adına değil herkesin siyaset hakkının, dolayısıyla devlet örgütleri ve ekonomi siyasetinin demokratik denetiminin bir sembolü olarak evrensel oy hakkı sorunu; farklı tarihsel nüfuslar arasında –ki bu nüfuslar, gerçekte Avrupa kamuoyunun oluşumuna katkı yapmaktadır– kültürel eşitlik sorunu; önceden de değindiğim eşit sosyal ve medeni haklar sorunu. Ve son olarak, yerel (aslen kentli) yurttaşlık ile uluslararası ya da ulusötesi yurttaşlık arasındaki eklemlenme sorunu bulunmaktadır. Ulusal yurttaşlık, ya da ulusal sosyal devlet, modelini Avrupa düzeyine genişletmek olanaksız olduğuna göre, ulusun hem öte hem de beri tarafında sivil ilişkileri geliştirmek için başka siyasi yollar ve başka yasal formüller bulunmalıdır. Teorik sorunlar ve güncel yaşamı kat eden bu uzun dolambacı izlemekteki yegâne amacım, bu farklı meselelerin birbirinden ayrılamaz oluşunu tekrar olumlamaktı. Her devlet zorunlu olarak demokratik değildir; ancak devlet-olmayan, tanımı gereği demokratikleştirilemez. Eylül 1990 É. Balibar, Es gibt keinen Staat in Europa: Racism and Politics in Europe Today, New Left Review, I / 186, Mart-Nisan 1991. 1 [Alm.] Avrupa’da hiç devlet yok (ç.n.) 2 Bu makale, ilk olarak 27-30 Eylül 1990’da Hamburg’da yapılan “Göç ve Irkçılık” Kongresinde sunuldu. 3 Bu arada, “Avrupalılar”ın içkin, kendine-göndermeli bir tanımını yapmak meselesinin, çok yakın dönemde ortaya atılmış bir soru olduğunu not etmekte fayda var. Yirminci yüzyıl ortasına kadar bu adın esas anlamı, dünyanın sömürge bölgelerindeki sömürgeci grupları ifade etmekteydi. conatus 4 Doğal olarak, Güney’deki yeni alt-emperyalizmler ile kuzey emperyalizmlerinin krizi arasındaki bağı kuran kilit unsur, bu ikincilerin ekonomi ve siyasetinde silah üretimi ve ihracatının tuttuğu yerdir. 5 Bu bakımdan önemli olan yalnızca Avrupa’daki “Müslüman” nüfusu değil, aynı zamanda “Arap” dünyasındaki Avrupalı ya da Avrupalılaşmış cemaatlerdir (İsrail, Fransız sömürgeciliğinden kaynaklanan çeşitli çok dilli ve çok kültürlü toplumlar vb). Bunun yanında, Kuveyt ve Londra’nın organik bir bağla bağlanmış finansal güçleri gibi, çıkarların kenetlendiği durumlar da vardır. 6 Farklı kültür, din ve milletten insanların bir araya getirilerek aralarındaki farklılıkların eritilmesini, asimile edilmesini anlatan, ilk kez ABD özgülünde kullanılmış bir kavram (ç.n). 7 Başka bir yerde, bu ilişkinin bir “tamamlayıcılık” ya da “fazlalık” mantığına göre işlediğini göstermiştim. Bkz. I. Wallerstein ve É. Balibar Race, Nation, Class: Ambiguous Identities içinde (1991’de yayınlanacak) “Racism and Nationalism” başlıklı bölüm [Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler, çev.: Nazlı Ökten, Metis, 1993]. 8 Bu durumun içerdiği yenilik ve paradoksa dair bir görüş kazanmak için okur Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler’ine tekrar dönmek isteyebilir (Londra, 1983). Anderson’ın analizinde, cemaat “tahayyül edilmiş” ya da “hayali”dir; çünkü onu oluşturan bireyler, çoğunlukla birbiriyle hiç karşılaşmamakta ya da birbirini “görmemektedir”. Oysa bugün, dünyada birbirini hâlâ görmeyen “ulus üyeleri” sokakta durmadan “ulustan olmayanlar”a rastlamakta ya da onları televizyonda görmektedir ve bu karşı taraf için de geçerlidir. 9 Irkçı devletin fantazması, Hitler tarafından inşa edildiği biçimiyle, tam da üstün ırktan bireylerin daima tam bir güven içinde, aşağı ırktan bireylerinse daima güvensizlik hissetmelerini içeriyordu; ancak mekanizma tersinden işleme eğilimindedir: Devlet yüzünden güvensiz durumda bulunanlar, kendilerini “başka bir ırka” ait olarak algılarlar ve aynı şekilde algılanırlar. 10 Bkz. Hegel, Die Verfassung Deutschlands, 1799/1800’den bir el yazması: “Deutschland ist kein Staat mehr.” [Alm.] Almanya artık bir devlet değil. (ç.n.). 11 [Lat.] Daha güçlü nedenlerle (ç.n.) 12 [Alm.] Nedir bu, Avrupa’daki ‘bu halk’? (ç.n.). “İçtenlikle inanıyorum ki sizler de benim bildiğim kadar biliyorsunuz ne yapılması gerektiğini ve öncelikle az çok ne yapacağımızı, yalnız ya da mahpusta olan içindir kardeşliği hayal etmek, ama onun için kardeşlik düşlenmez yaşanır.” William Morris, John Ball’un Rüyası, Çev.: Zeynep Aslan, Otonom Yayıncılık 64 65 Şarkiyatçılık ve Dünya Tarihi: Yirminci Yüzyılda Orta Doğu Milliyetçiliği ve İslamcılığını Tanımlamak E d m u n d B u r k e , I I I Çeviren: Akın Sarı “Avrupa’nın sorunu, çoğunluğu kendi sınırlarının dışında olup biten tarihini unutmuş olmasıdır.” Salman Rüşdi Bugünü Düşünmek (I) Bu deneme bağlamsallaştırma, tahayyül etme hakkındadır. Modern Orta Doğu’nun bu yüzyılda maruz kaldığı politik ve kültürel geçişleri dünya tarihi bağlamında saptamaya, bölgede İslamcı politik biçimler doğrultusundaki mevcut değişikliğin anlamlarını anlamamızda yardımcı olmaya çalışacaktır. Benim iddiam, akademisyenlerin bölgedeki milliyetçiliğin ortaya çıkışının tarihsel önemini, bunun şarkiyatçılık ve daha genel olarak Avrupa aydınlanmasıyla ilişkisini yanlış yorumladığı ve (sonuç olarak) İslamcı meydan okumayı da büyük ölçüde yanlış anladıklarıdır. Birçok açıdan benim buradaki düşüncelerim, bazı şarkiyatçılık eleştirmenlerinin modernliği (hem epistemolojik hem de dünya tarihi bakımından) konuşlandırma biçimlerindeki eksikliklere dair bir hoşnutsuzluktan doğar. İlk önce, biraz tarihsel arka plana bakalım. Orta Doğu ve Kuzey Afrika bağımsızlık hareketleri –özellikle Cezayir devrimi– şarkiyatçı bilgi hakkında Jean-Paul Sartre ve Frantz Fanon’un müdahalelerinin can alıcı olduğu bir tartışmaya yol açtı. Fanon’a göre, sömürge karşıtı mücadele, aynı zamanda amaç bakımından özgürleşme ile birlikte bir kültürel mücadeledir. Edward Said’in Şarkiyatçılık1 (1978) çalışmasının yayımlanması, tartışmanın ana hatlarını yeniden biçimlendirir. Said, Michel Foucault’u takip ederek, şarkiyatçılığı sadece akademik bir disiplin olarak resmetmek yerine, Avrupa iktidarının ayrılmaz biçimde parçası olmuş ideolojik bir söylem olarak tanımladı. İzlenen tartışmada, ne Said ne de onun eleştirileri, eleştirinin öğeleri ya da parçası olan karmaşık epistemolojik meseleleri ayırmak konusunda her zaman dikkatli oldu: Bu kısmen Aydınlanma düşüncesinin doğası ve bilimsel bilginin epistemolojik ayaklarıyla ilgilidir, kısmen de belirli akademisyenler ve şarkiyatçı kurumlar ve emperyalizm arasındaki bağlantılarla ilgilidir. conatus 66 Said, bütün bilgi kendi çağının ürünü ve kaçınılmaz olarak olumsal olduğu için, ortaya çıktığı himayelerden etkilenmemiş hiçbir bilgi olamayacağını ileri sürer. Eğer bu öncül kabul edilecek olursa, bunu tamamen nesnel hiçbir bilgi olamayacağı öncülü takip eder: Dolayısıyla, şarkiyatçılığın hakikate ilişkin hiçbir ayrıcalıklı iddiası yoktur. Ne var ki, Said ve onun destekçileri, söylemin bir çeşidi olarak şarkiyatçılığın kaçınılmaz biçimde emperyalizmle iç içe geçmiş olduğunu, ürettiği bilginin, kasten ırkçı olmasa bile, kaçınılmaz olarak çarpıtılmış olduğunu iddia ederek tartışmayı genişletir. Bu gözlemlerde epey doğruluk olmasına rağmen, karmaşıklık içerisinde eksik kalıyorlar. Elbette, bir söylem olarak şarkiyatçılığın ortaya çıktığı yerel kültürün görüşlerini yansıtması kaçınılmazdır. Nitekim bazı şarkiyatçılar kendilerini Avrupalı imparatorlukların hizmetine koştu; alanın varlıkları çoğunlukla emperyalizmle ilişkilendirildi; ve Avrupalı olmayanlara göre Avrupalıların üstünlük varsayımları ve emperyalizmin ilerici rolü yaygındı. Öte yandan, bazı şarkiyatçıların emperyalizme karşı durduğunu ya da İslami kültür ve toplumun lehinde yazdığını, bizzat bazı Orta Doğulu milliyetçilerin Batılı şarkiyatçı yazılardan esinlendiğini ve milliyetçi ve Müslüman teolojik fikirlerin kendilerine ait eğilimleri ve varsayımları olduğunu belirtmek önemlidir. Şarkiyatçılığın, Aydınlanma söyleminin bir türü olarak, Avrupalı kendiliğe ve Avrupalı olmayanlara göre Avrupalıların üstünlüğü hakkındaki yanlışlanamaz önermeleri üreten Batılı olmayan ötekine dair temel Batılı nosyonların taşıyıcısı olduğu yadsınamaz. Bu şekilde, şarkiyatçılar, modern Avrupalı kültürel kimliğinin olgunlaşmasına katıldı. Bununla birlikte, bu eleştirilerin ortaya çıkmasını mümkün kılan, yalnızca Batı düşüncesinin sonraki gelişiminin bir sonucudur. Artık modernliğin, Avrupa’ya özgü görüşlerin bir tezahürü olmaktan ziyade, küresel bir süreç olduğunu görebiliyoruz. Bu, şarkiyatçılığın bilimsel statü iddiasının anlamsız olduğu anlamına gelmez; conatus ancak bu, diğer insan bilgisi biçimleri gibi, sürekli eleştiriye ve geçmiş üzerine değişen perspektiflerin işleyişinde yeniden düzenlemeye hem bağlı hem de tabidir. Şarkiyatçılığın entelektüel bir sorgulama biçimi olarak anlaşılabilmesi, ancak bu meselelerin evrimiyle mümkündür.2 Bu tartışmaya sonuç kısmında geri döneceğim. Hem Avrupa şarkiyatçılığının tarihine hem de modern İslam tarihine ilgili bir dünya tarihçisi olarak, şimdiki zamanın belirsizliği ve erken yirminci yüzyılın belirsizliği arasındaki benzerliklerle sarsıldım. Bu belirsizliklerin bir araya geldiği yer Orta Doğu’dur. Bütün gözlemcilerin önceden kestiremediği, politik bir İslami uyanış yürürlüktedir. İran’daki (1978-79) İslami devrimden bu yana seküler milliyetçilik, hem Solu hem de Sağı benzer biçimde şaşırtarak, bölgede geriliyor. Neden Üçüncü Dünyacılığın sabık merkezi Cezayir’de İslamcı bir hareket var?3 Nasır yönetiminde ilerici Arap milliyetçiliğinin öncüsü olan Mısır, neden giderek İslami bir meydan okumaya maruz kalıyor? Bu gelişmeleri nasıl anlayacağız? Bunlar modernlikten kaçışı mı temsil ederler? Orta Doğu’da İslamcı hareketin nedenini açıklayan bütün teoriler bu yüzden bozguna uğradı. Teori ve tarihle ilgilenenler açısından, bu boşluk bugüne kadar olduğundan çok daha fazla ilgiye neden olmalıdır. Bu sorunun boyutlarını yeniden tasarlamanın bir yolu, bölgede Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü takip eden milliyetçiliklerin ortaya çıkışını kutlayan benzer kavrayışsızlıkları göz önüne almak olacaktır. Orta Doğu, I. Dünya Savaşı’nı takiben modern siyasetteki yerini aldı. Bu geçiş ve aynı zamanda milliyetçiler ve Batılı şarkiyatçılar tarafından temsil edilme yolları, bölgedeki seküler milliyetçilikten politik İslam söylemine çağdaş geçişi de ifade eder. Bu makalenin ilk kısmında, “Şarkiyatçılığı Düşünmek”, hem milliyetçilerin hem de Batılı oryantalistlerin bu geçişi tarihselleştirme biçimlerinin ciddi şekilde yetersiz olduğunu ileri sürüyorum. Orta Doğu’nun modern siyasete nasıl girdiğine dair anlayışımızı yeniden belirlemek için, şarkiyatçılık ve milliyetçilik 67 arasındaki derin ve şüphe duyulmayan soydaşlığı yeniden incelemek gereklidir. İkinci ve üçüncü bölümlerde (“İran Devrimini Düşünmek” ve “Fundamentalizmi Düşünmek”), İran devriminden beri (1978-79) bölgenin geçirdiği geçişi ve devrimin tarihselleştirilme ve teorileştirilme biçimlerini inceliyorum. Bir sonraki bölümde, (“Bugünü Düşünmek (II)”), İran devrimi ve fundamentalizm hakkındaki bu incelemeleri çağdaş siyaset alanına yerleştiriyorum. Son olarak, sonuç kısmında, modern Orta Doğu politikasındaki bu geçiş anları incelemesi ve bunların tarihselleştirilme biçimlerindeki boşluk ve sessizliklerin, dünya tarihi ve belli toplumsal teori modellerinin geçerliliği hakkında sorular ortaya atmasını tartışıyorum. Sonuçta, anlamların tarihsel olarak oturtuldukları yolları kavramak için İslamcılık ve onun eleştirisinin dünya tarihsel koşulları içerisinde bağlamsallaştırılması gerektiğini tartışıyorum. Şarkiyatçılığın, Aydınlanma söyleminin bir türü olarak, Avrupalı kendiliğe ve Avrupalı olmayanlara göre Avrupalıların üstünlüğü hakkındaki yanlışlanamaz önermeleri üreten Batılı olmayan ötekine dair temel Batılı nosyonların taşıyıcısı olduğu yadsınamaz Şarkiyatçılığı Düşünmek Birincisi: 1890’da, Atlantik’ten Hindukuş’a kadar Orta Doğu politik sahnesi İslami imparatorluklar tarafından yönetiliyordu (Fas, Osmanlı İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu, Afganistan). Bir dizi muhalefet hareketi (milliyetçiler, Osmanlıcılar, pan-İslamcılar) iktidara yöneldi. Fakat hem destek hem de paradan yoksundular: Batılı bankalara ağır bir şekilde ipotekli olan İslami monarşiler, bir yerden kararlı bir girişim bekleyerek, mevcut düzenin bir parçası oldu. Müslüman entelektüellere göre, 1880-1914 derin bir kriz zamanıydı. Şekip Arslan, ünlü bir kitabında şunu soruyordu4: “Li madha ta’akhkhur al-muslimun?” [“Neden Müslümanlar geridir?”] Aynı soru, başka birçok entelektüel tarafından da soruluyordu. Bazıları Osmanlı İmparatorluğu’nu, dilbilimsel bir ulus devletler bölgesi ya da pan-İslamcı bir imparatorluk, bir TürkArap ortak egemenliği olarak yeniden tahayyül etmeye çalışmasına rağmen, bir ayağı çukurda olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan arzulanan amaca varmak net olmaktan bir hayli uzaktı. İkincisi: 1920’lere kadar, Osmanlı İmparatorluğu mağlup, Arap vilayetlerinden koparılmış, toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan orduları tarafından işgal edilmiş bir güçtü. İç bölgelerde Atatürk’ün Büyük Ulusal Meclisi direnişi örgütlerken, Osmanlı sultanının/halifesinin fermanı çoğunlukla İstanbul’a ve bitişik vilayetlere uzandı. 1924’e kadar yeni Cumhuriyet hem halifeliği hem de sultanlığı feshetti ve Versailles Anlaşması’nın yeniden müzakeresini zorladı. Pers ülkesindeki Qasar hanedanı 1920’de, anayasal düzen dönemine son veren ve yeni bir hanedanlık (daha sonra Pehlevi olarak tanınan) ve yeni bir hayali kimlik (İran) başlatan Rıza Han tarafından devrildi. 1919’daki anayasal devrimi takiben, Muhammadzai hanedanlığı İngilizlerin lütuflarıyla Afganistan’da iktidara çıktı. Doğrudan sömürge idaresine teslim olan tek eski İslami imparatorluk Fas, 1912’de Fransız hamiliğine girdi. Otuz yıl gibi az bir zamanda, Orta Doğu modern conatus 68 siyasete girdi. Bu geçişte, eski İslami seçkinlerin gayrimeşrulaştırılması tamamlanırken, İslami geçmişi sekülerleştiren 1923’te Osmanlı sultanlığının ve 1924’te halifeliğin feshi kilit olaylardı. Ayrıca, Bolşevik devrimi, büyük ölçüde Müttefikler tarafından önüne set çekilmesine rağmen, bölgede derin yankılar uyandırdı. Gelecek elli yıl boyunca Orta Doğu politikası ekseriyetle milliyetçiliğin homojenleştirici söylemiyle çevrelendi. Milliyetçi tarihçiler savaş öncesi politik dönemden savaş sonrası politik döneme kesintisiz bir geçiş tasvir etmesine rağmen, Osmanlı İmparatorluğu kendi alternatif geleceklerinden hiçbirine düzenli bir şekilde geçmedi. Genellikle 1906-1908 “İslami devrimler”i anlatının dışında bırakılır. Emperyalist oyunun acımasız gerçeklerinin son safhası kök salmadan önce, bu devrimlerin, Türk olmayan nüfusun coşkunluk seline yol açan “halkların baharı”, Orta Doğu’nun 1848’i (ya da 1905) olduğu bugün çok az hatırlanır. Bunlara 1906 İran anayasal devrimi, 1908 Jön Türk devrimi ve 1908’de Fas’ta ölü doğmuş bir anayasal devrim dahildir.5 1908-1909 İstanbul tersane işçilerinin grevini ve İskenderiye, Tunus ve Beyrut tramvay grevlerini içine alan işçi militanlığının ilk gelişkin belirtileri ve Genç Mısır, Genç Tunus ve Genç Cezayir gibi Mazzini tarzı milliyetçi grupların doğuşu diğer alametlere işaret eder. Bunlar ve isimsiz bir sürü geçici halk hareketi farklı yönlere çekildi. Ancak daha sonra, resmi milliyetçi tarihlerin gelişimini izleyecek olursak, bu dönemin eklektik ve deneysel toplumsal hareketlerini geçmişe dönerek milliyetçi olarak yeniden adlandırmak mümkündü.6 Eğer Orta Doğulu milliyetçi tarihler sürekliliği vurgular ve uyuşmazlıkları önemsiz gibi gösteriyorsa, zamanında Avrupalı şarkiyatçılar bu geçişi nasıl anlamıştır? Çoğunlukla daha önce olduğu gibi –belirsiz el yazmalarını, halk söylencelerini, kırsal tasavvuf ve halk dini incelemelerini üreterek– devam ettiler. İslamın gerici ve değişimden yoksun olduğu ve Panİslamcı ya da Mahdi7 taraftarı ayaklanmaların kapıda olduğu, savaş öncesi şarkiyatçılığın merkezi conatus bir öncülüydü. Osmanlı Cihad ilan etmesine rağmen, yine de, savaş sırasında pan-islamcı bir isyan gerçekleşemedi. Milliyetçi hareketler savaşı izleyerek kaslarını esnetmeye başladığında, yeni bir analize gerek duyuldu. Ancak herhangi bir analiz görünmüyordu. Osmanlı’nın sona eren rejiminin [fin de régime] kültürel ve politik kıpırtılarına işaret etmek yerine, şarkiyatçılar gözlerini kesinkes dikiz aynasına dikili tuttu. Tartışma konusu olan sorun daha sonra Cezayir’de milliyetçilik olarak kabul edilecek ilk kıpırtıların algılanışıdır. Direniş kahramanı Abd-al Kadir’in büyük oğlu ve Saint-Cyr mezunu Cezayirli Müslüman lider Amir Halid (sebatla Fransa’ya bağlılığını açıkça söylemesine rağmen) alenen 1921’de Fransız kanununun belli ağır niteliklerine karşı koyduğunda, Fransız basını tarafından “Kuzey Afrikalı Bolşevizmin mehdisi” olarak ilan edildi. Bu tanı, birçok Fransız şarkiyatçı tarafından kabul edildi. Amir Halid’in ne Komintern vekili ne de İslami bir bin yılcı8 olmaması, onları aşırı derecede rahatsız etmiş gibi görünmez.9 Benzer karışıklık, I. Dünya Savaşı’nın dayatma barış anlaşmasına karşı Türk direniş hareketinin doğuşunu gözlemleyen Avrupalıların kafasında da vardır. Atatürk panİslamcı mıydı? Gizli bir Bolşevik miydi? Bir Türk Mussolini miydi? En şaşırtıcı olanı, onun bir milliyetçi olduğunu çok az kişinin görebilmesidir. Emsalsiz olmaktan uzak olan bu örnek, unutulmuş bir gerçeğe işaret eder: Avrupalı gözlemciler, milliyetçiliğin oluşturduğu meydan okumayı kavramakta son derece ağır kalmışlardı. Burada, Şarkiyatçılık söyleminin gücünü görürüz –kalıplaşmış örneklerin muhafazası, özcülük ve ikili mantık. Fransız Cezayir’inin sonuna doğru, birçok şarkiyatçı Cezayir milliyetçiliğinin komünist bir plan olduğundan emindi. Savaş arası dönemde, milliyetçi tarihler savaş öncesi politik koşullardan savaş sonrası politik koşullara geçişin, madun mücadelelerin ve alternatif seslerin ya milliyetçi ya da tamamen kazınmış olarak yeniden kodlandığı kesintisiz bir geçiş olduğunu vurguladı.10 Öte yandan şarkiyatçı görüş, İslamın iddia edilen 69 özcü niteliklerinin sürekliliğini vurguladı ve tarihi reddetti. Orta Doğu’nun I. Dünya Savaşı sonrası maruz kaldığı tutarsız geçiş örneğinde teorinin başarısızlığını nasıl açıklarız? Boşlukların, yetersizliklerin ve ideolojik karışımların yanı sıra, milliyetçi entelektüellerin ve şarkiyatçı yorumcuların her ikisinin de, paralel ama karşıt yollardan, farklı nedenlere rağmen, tarihi budadıklarını görmek ilginçtir. Said, bize şarkiyatçılığın panzehiri olarak milliyetçiliği verir. Burada, açık karşıtlıklarına rağmen şarkiyatçılık ve milliyetçiliğin derinden birbiriyle bağlantılı olduğunu ileri sürmek istiyorum. Bir düzeyde, ki bu doğrudan etkidir, (çoğunlukla çok az söz edilmesine rağmen) belli bir süre şarkiyatçı metinlerin çoğunlukla milliyetçilerin halk hakkındaki kendi iddialarını meşrulaştırmak için kullanıldığı bilinmektedir. Nitekim örneğin, Leon Cahun’un metinleri, Atatürkçü milliyetçi teorisyenlerin bir kaynağı olarak hizmet gördü ve Gobineau’nun antik Hint-Avrupalıların Acem kökenleri hakkındaki metinleri, Şah Rıza’nın Pehlevi devletinin teorisyenleri tarafından kullanıldı.11 Yine de daha derin bir düzeyde, Avrupa Aydınlanmasının ürünleri olarak, şarkiyatçılık ve milliyetçiliğin bugüne kadar genellikle şüphelenilmeyen yollarla derinden örgütlendiğini ileri sürmek istiyorum. Nitekim örneğin, şarkiyatçılar Asya’nın yerli geçmişini yeniden değerlendirir ve sistematikleştirir. Bir Aydınlanma söylemi olarak şarkiyatçılığın etnik milliyetlerden oluşan bir dünya varsaydığı, bununla birlikte Batılı olmayan toplumları gözlemlerken, ileride yeni ayrılık çizgilerinin doğacağı ve yeni kimliklerin çiçekleneceği sınırları keşfederek, etnik fay hatlarını önceden belirlediği görülebilir. İlerleme düşüncesiyle aşılanan milliyetçilik, şarkiyatçılık gibi, insanlık tarihinin aşamalara göre geliştiği düşüncesini kabul eder ve modernleşmemiş nitelikleri daha erken bir çağdan kalıntılar olarak düşünür. Aslında milliyetçiler, şarkiyatçıların eksiklik olarak algıladığını yeniden değerlendiren, her yönüyle şarkiyatçıdırlar. Dolayısıyla aslında şarkiyatçılık, milliyetçiliği var olmaya çağırır. Ayrıca şarkiyatçılığın din eleştirisinin, dinin gerici güçlerine karşı kendilerini laik olarak tanımlayan milliyetçiler tarafından da benimsendiğini belirtebiliriz. Şarkiyatçılık ve milliyetçiliği yeniden tarihselleştiren her türlü çabada, bu entelektüel işlemler sistematik olarak boşaltılmalıdır. Bu hükümlerin bazı imalarına sonuç bölümünde geri döneceğim. İran Devrimini Düşünmek İslami uyanış, 1979’da İran devrimiyle dünyaya yayıldı. Bölge uzmanlarının tahmin etmediği bir şekilde, ister solun ister sağın olsun, toplumsal analize yönelik ivedi bir meydan okuma sergiledi. Bölgedeki sol eleştirmenler resmi konsensüsün birçok öncülünü kamusal olarak eleştirmeye başlamasına rağmen, modernleşme teorisinin ve ilerici milliyetçiliğin zamanında kesişen paradigmaları bölgenin sosyal bilim yorumlarına büyük ölçüde egemen oldu. Başlangıç aşamasında, İslamcı radikalizmi teorileştirme konusunda güçlükler vardı. Önde gelen ABD İran uzmanları, semptomatik olarak, hemen hemen son ana kadar idrak eksikliği sergiledi.12 Sol, Şah rejiminin İslami eleştirisine değişen düzeylerde taraftar olmasına rağmen, devrimci ideolojinin içeriğiyle çarpışmak yerine, Şah rejiminin zayıflığı konusunda yapısal bir eleştiriyi benimsedi. İran uzmanları büyük çoğunlukla “bunu anlamadı”.13 Konsensüs görüşü, Nikki Keddi’nin Roots of Revolution kitabında (Yann Richard ile birlikte) işlendi. Keddie, İran’ın modern politik tarihini çok az teorik emelle, İran modernleşmesinin alt üst edici etkilerine ve rejimin kendi karşıtlarını kafalayabilme başarısına karşılık olarak, devrime yol açan İslami bir eleştirinin geliştiğini iddia eder. Esas itibarıyla Weberci olan bu teori, devrimi ezelci anlayışın patlaması, İran’daki geleneksel ve modern arasındaki “iki kültür yarılması”na bir karşılık olarak tanımlar.14 Keddie’nin sentezini takip eden bir kuşak araştırmacı, depremi açıklamaya çalışan, muazzam bir dizi kitap ve makale yayınladı. Bu literatürün çoğunluğu tamamlanmamış olmasına rağmen, conatus 70 şimdi geriye dönüldüğünde tarihsel olarak kültürel kopuş noktasını tayin etmek konusunda yaşadıkları güçlük görülebilir. Marksizmden esinlenen bir analiz kümesi, devrimin yapısal köklerini göstermeye çalıştı. Bunlar, devrimin İslami köklerine angaje olmadıkları için burada tartışılmayacaklar.15 Yeni şarkiyatçılıktan esinlenen diğerleri, ruhban sınıfının rolü ve genel olarak İran Şiiliği’nin tarihi hakkında bize çok şey öğretti.16 Yine de çok az İran uzmanının ve Orta Doğu uzmanının İslami devrimi teorileştirmeye girişmesi ya da onu küresel tarihsel bir bağlama yerleştirmemesi şaşırtıcıdır. İran devriminin mevcut devrim teorilerine dayattığı güçlüğe rağmen, genel olarak sosyal teori üzerinde ne kadar az bir etkisi olduğu dikkate değerdir. Devrimler teorisinin en önemli yorumlarından biri Theda Skocpol’un teorisidir. “Rentier State and Shi’a Islam in the Iranian Revolution” adlı makalesi, Theory and Society dergisinin özel bir sayısında (Eqbal Ahmad, Walter L. Goldfrank ve Nikki R. Keddie’nin eleştirileriyle beraber) çıktı. States and Social Revolutions çalışmasının yayınlanmasından hemen sonra, Skocpol yapısalcı devrim anlayışlarını İran örneğine uygulamaya çalıştı. Devrimi modernleşmenin nedeni olarak gören Durkheimcı yorumları, şiddetli ve kanımca doğru bir şekilde reddetti. Ruhban sınıfının kendi devrimci koalisyonunu kurarken Şii İslamın ağlarını ve sembollerini maniple edebilme yetisini açıkça gösterdi. Yine de “İslami gelenekçiliğin popülist tarzı” (274) olarak bahsettiği devrimin ideolojik içeriğine ne anlam vereceğini bilmediği açıktır. Muhalefetin rejimi devirecek kadar yeterli halk seferberliğine dayanma kapasitesi karşısındaki şaşkınlığı (“gizem”den bahseder) ortadadır. Kendisine yönelik birçok eleştirinin dile getirdiği nokta, sonuç olarak Skocpol’un kültürü kendi yapısalcı devrim analiziyle kaynaştırma çabasının ikna edici olmadığıdır.17 İslami meydan okumayla karşı karşıya gelince bakışını değiştiren son sosyal kuramcı olmayacaktır. İslami devrimi teorileştirmeye dönük nadir çabalardan biri de, Said Amir Arjomand’ın “Iran’s conatus Islamic Revolution in Comparative Perspective” çalışmasıdır.18 Arjomand bu denemede devlet ve dini yönetim19, yani ulema, arasındaki ilişkileri tarihselleştirmeye çalışır. Eyaletleri birleştirme bağlamında ayrıcalıklı sosyal grupların durumu hakkındaki bir tartışmanın parçası olarak Batı Avrupa’nın tarihsel deneyimine karşı İran’ınkini ortaya koyar. Aslında Durkheim ve Weber’in sıkıntılı bir karışımı olan göreli mahrumiyet ve yapısalcılık teorisinin bu uygulamadaki önemi ideoloji üzerinde odaklanmasıdır. Arjomand, İslam devrimi ideolojisinin geleneksel, ilerici ve faşist öğelerin eklektik bir karışımından oluşmadığı boyutun ilk farkına varanlarından biriydi. Ne yazık ki Arjomand, bu gözlemin olası etkileri konusunda genel bir fikir vermez. Devrimin dini ideolojisinin nasıl konuşlandırılacağı, Aydınlanma taraftarı olarak mı yoksa karşıtı olarak mı konuşlandırılacağı sorusu karşısında, olumsuz olanı seçer. Analizinin daha karmaşık bir kuramsallaştırmayı mümkün kıldığı bir anda, Arjomand’ın temel Weberci duruşu kendini hissettirir. Devrim “devrimci gelenekçiliğin” bir biçimi, faşist ideolojiye karıştırmaya heves ettiği gelgeç bir terkipti.20 Burada, şarkiyatçı “Bolşevizmin mehdi”si fantezilerinden çok da uzak değilizdir. Bu kaçırılmış önemli bir fırsattır. İran tarihine (ve İran Şiiliğinin özgün kültürüne) derinden bağlanmasına rağmen, yakın zamanda İslami devrimin dünya Müslümanları arasında 71 geniş bir yankı bulduğu açıklık kazandı. 1980’lerin başlarında bölgedeki çoğu devlete, kendilerini İslam’dan esinlenmiş muhalefet grupları olarak açıkça ortaya koyan gruplar tarafından meydan okundu. Şimdilerde, İslami siyasetin doğuşunu şiddetli biçimde üst belirlenmiş olarak ve seküler milliyetçilik ile devleti zayıf olarak görme eğilimi var. Bu ayartmaya direnmek önemlidir. Seküler milliyetçiliğin ilk zayıflama işaretleri 1970’lerin ortasında başlamasına rağmen, gerileyişlerinin dayanılmaz görünmesi ancak her şey olup bittikten sonradır. 1970’lerin ortasında Lübnan ve Afganistan’daki Sol/ilerici güçlerin ön ayak olduğu devrimlerin başarısızlığı, dikkat çekecek surette farklı olmasına rağmen, politik mücadelelerde komünal kimliğin ve sembolik bir karşılığın işareti olarak dinin yeni iktidarına tanıklık etti. O zamanlar, çok az gözlemci daha büyük fotoğrafı, yeni bir politik kültür ve kelime dağarcığını gördü. Şimdi, İslami fundamentalizme daha geniş bir boyutta dönüyorum. Fundamentalizmi Düşünmek İslami toplumların tarihinde İran devriminin ardından İslamcı hareketin doğuşu, Osmanlı halifeliğinin ve Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa hegemonyasının kuruluşu kadar önemli bir geçiş anıydı. Daha önceki geçiş anı gibi tutarsız bir değişim ve aynı zamanda İslami toplumların siyasetinde yeni bir aşama ortaya koydu. Şimdiye kadar İran’daki İslami devrimi teorileştirme ve tarihselleştirme çabalarını gözden geçirdim. Şimdi Batılı şarkiyatçıların ve sosyal kuramcıların daha geniş bir şekilde İslami hareket olgusunu algılama biçimlerine geçmek istiyorum.21 İslami hareket sosyal bilimciler tarafından nasıl teorileştirildi? En önemli üç girişim John Esposito, Ira M. Lapidus ve Ernest Gellner’e aittir. Sırayla her birinin çalışmasını kısaca inceleyeceğim. John Esposito, İslami Tehlike’nin (son kitabının adı)22 doğası hakkında alternatif anlayışlar önermek konusunda en enerjik akademisyenlerden biri oldu. Çağdaş siyasal İslam ve Müslüman geçmişi hakkındaki birçok yanlış anlamaları ve ırkçı mitleri dağıtmak konusunda bu çalışmanın niyetleriyle duygudaş olmama rağmen, amaçları bakımından bu kitabın başarılı olduğu kanısında değilim. Bir sorun, Esposito’nun “İslami tepkileri” bir dizi tipolojiyle açıklamaya çalışan Weberci yaklaşımıdır. Burada, İslami düşüncenin 18. yüzyıl hadis canlanışından çağdaş İslami siyasete kadar kesintisiz bir akım olarak sunulması etkisi vardır.23 Daha da önemlisi, İslami akımı modernliğin öteki biçiminin bir tezahürü olarak görmek yerine onu modernliğe karşıt olarak ortaya koyma biçimidir. Son olarak, Osmanlı’nın kendini güçlendirme hareketine (Tanzimat) vurguyu tamamen ihmal ederek ve (sadece kültürel terimlerle görülen) sömürgeci geçmişi ve (sadece başarısız bir ideoloji olarak görülen) seküler milliyetçiliği hızlıca atlayarak İslamcılığın milliyetçilik ve modernleşmeyle aktüel tarihsel ilişkisini yanlış yorumlar. Niyetlerine rağmen, The Islamic Threat kitabı Weberci modelin uygarlıkçı öncüllerini kabul eder ve böylece daha önceki araştırmacıların zayıflığını katlayarak son bulur. Yakın dönemde İslam tarihinin en başarılı sentezi A History of Islamic Societies24 çalışmasıyla övgümüze mazhar olan İslam tarihi üzerine ikinci bir akademisyen, Ira Lapidus’tur. Birinci ciltte okuyucuya, kendine özgü İslamcı politik kurumların, dini ve legal kurumların ve kültürel normların dağılımı ve olgunlaşmasıyla ilgili Fas’tan Endonezya’ya uzanan farklı Müslüman halkların tikel tarihlerini anlama yolunu sunar. Bütün Müslümanlara uyan herhangi basit bir belirlenimciliği sağlamanın zor olduğu Weberci gelenek içerisinde çalışmasına rağmen, Lapidus’un çok karmaşıklaştırılmış hikayeyi anlaması dikkate değer bir başarıdır. Onun görüşünün cömertliği sayesinde, karmaşık bir dizi örnek yaşam şimdi bu daha ilkel formülasyonları gölgede bırakır. Birçok açıdan üstün bir hüner göstermesine rağmen, kitap İslami tarihlerin küresel tarih modellerine uyum gösterdiği hissini vermekten uzaktır. İslam kesinlikle bölgesel sınırlarının ötesine yayıldığı için, conatus 72 onun tarihini bir bütün olarak Afrasya’nınkinden25 ayırmak güçtür. İslami uygarlık tarihini bir bütün olarak dünya tarihi bağlamında yerleştirmemek, bağları hem küresel değişim süreçlerinden hem de çizgi boyunca her noktada çağdaş toplumlardan kopartılmış özcü bir İslam sunma riski taşır. Bu aynı zamanda her türlü gelişmenin tam anlamını kavramaktan bizi alıkoyar. En önemlisi de şudur ki, küresel bir boyutun eksikliği modern çağ tartışmasını zayıflatır. Britanya modeline dayalı üniter bir modernlik modelini öne süren daha önceki akademisyenlerin tersine, Lapidus farklı Avrupalı toplumların farklı modernleşme yolları izlediğinin farkındadır. Bununla birlikte, tek bir kapitalist kalkınma düşüncesini fazlaca önemsememesine rağmen, yine de bunun tarihsel değişim süreçleriyle (özellikle Avrupa egemenliğini sağlayan sekülerleşme ve sanayileşme) sonuçlanan Avrupalı halkların yegane özelliği olduğunu –sosyal ve kurumsal çoğulculukları, yeniliği vurgulayan bir zihniyet, bireysel dünyevi etkinlik, saldırgan egemenlik ve teknik deneyim– ileri sürmeye devam eder. Avrupa’nın bu tür kültürel olarak özcü tanımları, bizi 1950’lerin ve 1960’ların modernleşme teorilerine geri götürür. İslam Toplumları Tarihi kitabı modernliği layıkıyla tarihselleştirmediği için, onun tarihini Batı’nınkinden ayırmanın hiçbir yolu yoktur. Avrupa’nın modernleşmedeki önceliğine dair açıklamanın eşsiz derecede belli Avrupalı kültürel özelliklerde yattığı farz edilirse, o zaman Şekip Arslan’ın “Neden Müslümanlar geridir?” sorusuna yanıt ancak İslamın kültürel yetersizlikleri olabilir. Bu tatmin edici değildir. İslami toplumların başına gelenler, dünyanın diğer toplumlarında da olmuştur. Bütün yerküre, yalnızca Müslüman kısımları değil, Avrupa emperyalizmi ve daha sonra sömürge karşıtı hareketler tarafından başarılı bir şekilde yutuldu. Son olarak, 1973 sonrası etnik milliyetçiliğin alevlenmesi, hem dilbilimsel hem de dini (İslami uyanış olarak adlandırılan dahil), artan küreselleşmenin olduğu kadar içten oluşan kültürel gelişmelerin de bir sonucudur. conatus Ernest Gellner doğrudan modern İslamı en çok teorileştirmeye çalışan sosyal bilimcidir. Müslüman toplumlar hakkında söylemek durumunda kaldığı birçok ilginç ve kışkırtıcı şeyleri tartışmanın yeri burası değil.26 Burada her şeyden önce İslami hareketleri dünya tarihsel bağlamında nasıl konumlandırdığıyla ilgileniyorum. Temel yaklaşımı Muslim Society (1981) çalışmasında ortaya konur. Gellner, on dördüncü yüzyıl Kuzey Afrika tarihçisi, İbn-i Haldun’un yazılarından “İslamın sarkaç salınımı teorisi” olarak bahsettiği şeyi çıkarır. Bu esas itibarıyla, parçalı pastoral aşiretlere karşıt fakat aynı zamanda kente ve kırsal hurafeye inanan pastoralist aşirete rakip olan, kutsal kitaba sadık sofu şehirlilere bağımlı bir aşiret devleti teorisidir. Bu tür devletler dolayısıyla seçkinlerin sonsuz döngüsü, sabit bir yapı içerisindeki bir rotasyonla tanımlanır. Alternatif bir model de vardır: Osmanlı İmparatorluğu’nun köle asker devleti. Gellner İslam’ın, Kutsal kitap taraftarlığının ve yasalcılığın Weber’in püriten etiğine paralel özellikler olarak göründüğü, modernliğe alternatif bir yol oluşturduğunu ileri sürer.27 Gellner’in modeli bize ekonomik kalkınmanın üstesinden gelebilen, fakat hiçbir sivil toplumun, devrim olanağının bulunmadığı –sadece seçkinlerin sonsuz döngüsünün olduğu– politik durgunluğa mahkum bir İslam sunar. Model tutarlı olmasına rağmen, İslam’ın geçerli bir analitik kategori oluşturup oluşturmadığı sorusunu yanıtlamaktan kaçınır. Weberci yaklaşımların ikileminin bir tarafı, Gellner’inki gibi gelişmiş olanları bile, özlerde gidip gelmeleri ve tarihle sadece göz temasına girmeleridir. Ayrıca ampirik sorunlar vardır: En önemlisi, Gellner’in hatalı bir şekilde çağdaş politik İslamı, iki dünya savaşı arası dönemde Kuzey Afrika’daki milliyetçiliğin köklerinden biri olan Salafiyya İslami modernizminin bir başka biçimi olarak görmesidir.28 Cezayirli İbn-i Badis figürünü, savaş halindeki çağdaş FIS eylemcilerinden bir dünya farklılık ayırır!29 Gerçekte Müslüman toplumlar, diğer başka dünya toplumlarının insani eylemleri için bir dolu imkana sahiptir. 73 Bugünü Düşünmek (II) 1980’lerde toplumsal analizlerden daha da uzaklaşma vardı. Reagan/Bush yıllarının yüksek hararetli ideolojik atmosferi ve dünya ekonomisinin küreselleşmesinin hızlanması sırasında, yeni bir inceleme nesnesiyle “yeni şarkiyatçılık” doğdu: İslam. Orta Doğu ve Batı arasındaki ilişkilerin ideolojikleştirilmesinin artışıyla kesişen bu “geleceğe dönüş” girişimi İslam, Müslümanlar ve genel olarak Batılı olmayanlar hakkındaki eski şarkiyatçı benzetmeleri onardı. Orta Doğu’da kabaran bir “İslam alemi krizi” hakkındaki medya aldatmacısının yanı sıra I. Körfez Savaşı (İran ve Irak arasındaki savaş) ve Lübnan ile Libya’daki çatışmalar yeni bir entelektüel atmosferin biçimlenmesine yardımcı oldu. Daha sonra, Avrupalı ve Amerikalı kamuoyları eski dayanak, Arap terörist için kullanışlı bir ek olan, yeni “İslamcı terörist” kategorisini yaratan bir korku kampanyasıyla ilerici milliyetçiliğe sempatilerinden soğudular. Sonunda, Afgan mücahitleri kitlesel gizliden destekleme çabası Batı’nın da (muazzam Suudi yardımı ve İran’la fiili ittifakla) İslami siyaseti oynayabileceğini gösterdi. Bu şartlar altında, 1980’lerin ideolojik bakımdan aşırı yüklü kamusal atmosferi İslami toplumlar üzerine bu tür akademisyenlikten yana önemli sonuçlar elde etmemiş olsa şaşırtıcı olurdu. İslami kültür bir gecede, bir entelektüel inceleme konusu olarak son derece zehirleyici hale geldi. 1980’lerde Orta Doğu çalışmalarına ne olduğunu anlamanın bir yolu, Pierre Bourdieu’nun dilini kullanacak olursak, bu değişimlerin politik alan yoluyla entelektüel alanın yekpare istilasına imzasını attığını söylemektir. Said tarafından kullanılan daha aşikar terimlerle, bu Şarkiyatçılığın (iktidarın söyleminin) şarkiyatçılık (disiplin) üzerindeki teyidiydi. Bu dönemi tarihsel olarak bağlamsallaştırmak açısından, benzer birçok küresel süreçler bütün dünya toplumlarına tesir etmesine rağmen, bazısının özellikle Orta Doğu üzerinde hiddetli etkisi olduğunu belirtmek önemlidir. Buna, özellikle Orta Doğu’nun 1400 millik ortak bir sınırı paylaştığı Sovyetler Birliği’nin 1989’daki çöküşü örnektir. Orta Doğu’nun modern siyasete nasıl girdiğine dair anlayışımızı yeniden belirlemek için, şarkiyatçılık ve milliyetçilik arasındaki derin ve şüphe duyulmayan soydaşlığı yeniden incelemek gereklidir Sovyet rejiminin sonu, ABD’nin bölgedeki etkisine ve ilerici milliyetçi rejimlerin destekçilerine önemli bir muhalefeti ortadan kaldırdı. Aynı zamanda dünya ekonomisinin hızlı küreselleşmesiyle zayıflayan Sovyet kalkınma modelini ortadan kaldırdı. 1991 Körfez Savaşı’nın akabinde ABD, bölgede meydan okunmayan bir hegemonya elde etti. Ayrıca geniş kapsamlı ve dramatik toplumsal değişimlerin 1980’lerde bölgede önemli bir etkisi oldu. Devletin gerekli hizmetleri sağlama yetisini hezimete uğratan, kırdan kente kitlesel hareketle birleşen nüfustaki muazzam artışlar buna dahildir. Nüfusun yüzde elli veya daha fazlasının yirmi üç yaşın altında olması gibi yaş yapısındaki dramatik değişimler, toplumsal yeniden üretim krizine yol açtı. Dünya ekonomisinin küreselleşmesi ve 1980’lerden bu yana düşük dünya petrol fiyatları, kendi istekli kalkınma planlarını esasen yeniden tartmalarına conatus 74 neden oldu. IMF’nin yapısal yeniden düzenleme paketleri bölgedeki çoğu devletin büyük ölçüde esnekliklerini sınırlandırarak ve Batı iktidarına (özellikle ABD) yükümlü rejimlerin bağımlılığını daha açık hale getirerek uygulandı. Bu değişimlerin herhangi birinin bölgedeki devletlere önemli bir güçlük çıkarması beklenebilir. Petrol hamlesi yıllarından çok farklı küresel ekonomik koşullarda sarsılan bu devletlerin hepsi, şu anda bölgeyi etkileyen uzayıp giden krizi fiilen garantiledi. Şu anda hakim olan politik çıkmaz dikkate alındığında (Orta Doğu’daki devletlerin çoğu benzer koalisyonla ve çoğunlukla 1975’ten beri iktidarda olan aynı bireyler tarafından yönetilir) birçok ülkenin politik karışıklık yaşamasında şaşılacak bir şey olmamalıdır. Bu durumla yüzleştikten sonra, kurulu rejimler iktidarda kalmak için atamaya ve giderek despot yöntemlere yaslandı. Laik milliyetçi devletlerin gözle görülür iflasıyla (hem politik hem de ahlâki) İslamcı meydan okumaların nedenlerini anlamak daha kolaylaşır (İronik bir şekilde, iş başındaki rejimler şu anda bir zamanlar Sol muhaliflerinin gücünü zayıflatmanın bir yolu olarak teşvik ettikleri grupların, İslamcı muhalefetin tehlikesiyle karşı karşıya. Daha da ironik olanı, bu tür bir tehdit şu anda iş başındaki rejimlerin daha yüksek düzeyde ABD yardımı talep etmek için oynayabileceği bir kart oldu). Kısacası, bir meydan okuma olmasında şaşılacak bir şey yok. Fakat neden bu İslami bir biçim alıyor? Sonuç Burada çalışmalarını incelediğimiz analistlere göre yanıt açıktır: İslami hareket, bir uygarlık varlığının ortaya çıkışını temsil eder. Weberci yorumlar, ne kadar özenli ve ustalıkla tasarlanırsa tasarlansın, hepsi aynı indirgemeci noktaya geri döner. İslami toplumların tarihini devletin, merkezi örgütlenme ilkesi kültür olan (siz bunu din olarak okuyun) bir devletin, tarihine kapatarak din yerine diğer açıklayıcı araçları geniş ölçüde muaf tutabilirler. Teorisyenlere göre, İslami fundamentalizmin bir conatus soy kütüğü vardır; ancak onun tarihi yerleşik iyi örneklerinin sadece tekrarıdır. İslami yönetimlerin bir sivil toplumu yoktur: Buradan onun politikasının ancak bir egemenlik siyaseti olabileceği sonucuna varılır. Aracı organların yokluğunda, bölgede demokrasi için hiçbir umut yoktur. Burada daha büyük bir nokta vardır: Ya İslamcılığın doğuşunu tarihsel olarak konuşlandırmak ya da teorileştirmek konusunda sosyal bilimcilerin yeteneksizliği, Aydınlanmanın din kavramında bulunan temel bir eksikliği ortaya koyar. Gördüğümüz gibi, milliyetçilik halihazırda şarkiyatçı proje içerisinde kapatılmıştır. Fundamentalizmin de böyle olduğunu eklemenin zamanı gelmiştir –zira dışlanan öteki, milliyetçi söylemde örtülüdür. Milliyetçiler, din olgusunu ilerlemenin olması için aşılması gereken Aydınlanma karşıtı bir şey olarak konumlandırmakla, Aydınlanmanın diğer takipçileri gibi yadsımayı çok istedikleri şeyin ta kendisinde bir araya gelirler. Anti-modern olan herkes için dini bir hazine olarak kavramsallaştırmakla Aydınlanma fundamentalizmi içerdi ve hangi mezhepten olursa olsun inançlı bağnazları özlere indirgedi. Ancak bu, modernlik ve din arasındaki ilişkiyi bütünlüklü karşıtlıklarla kavrayarak bizi hiçbir çıkışın olmadığı Weberci demir kafese kilitler. Yine de bu, klasik şarkiyatçılığın Doğu/Batı ikilemlerine karşı bir adımdır ve geri kalan her şey, Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabında tanımlanan kültürel sınıflandırma ve klişeleştirmenin belli başlı aygıtlarıdır. Fundamentalizm anti-modern midir? Bu şekliyle ortaya atılan sorunun ciddi biçimde eksik olduğu görülecektir. Zira hangi türde olursa olsun, fundamentalizmlerin tamamen modern oldukları açıktır. Bu Sami Zubaida’nın, İslam, Halk ve Devlet,30 isimli önemli kitabında açıklık kazanır. Ulus-devlet modelinin yanı sıra anayasaları, cumhuriyetleri ve demokrasiyi kabul etmekle İran cumhuriyeti baştan aşağı moderndir. İran uleması tarihsel olarak Qajar monarşisine muhalif bir duruş benimsemesine rağmen, hiçbir zaman politik normları yeniden biçimlendirmeyi denemedi (ve bu yüzden “devrimci” 75 değildi).31 Üstelik, Humeyni’nin “velayet-i fakih”32 doktrininin (“hukukçuların korunması”) sıkı bir incelemesi, onun geleneksel bir politik düşünce olmaktan ziyade modern bir kökeni olduğunu açığa çıkarır. Zubaida şöyle bitirir: “İslamcı hareketler en iyi, kendi ülkelerinde onları dışlayan ve tahakküm altına alan “yabancı” toplumsal alanlara karşı genel halkın tanımlayıcı simgesi “İslam”ın yanında popülist bir milliyetçilik olarak anlaşılabilir.”33 Kısacası, daha evvelki bir zamandan bir Müslümanın bugünün İslami inancı ve pratiklerine dair hatırlayacağı çok az şey vardır. Talal Asad son dönemlerdeki bir kitabında, Batı düşüncesinde doğduğu şekilde din kavramının ötesine geçeceksek, sorunsallaştırılması gereken belirli bilgi ve iktidar ilişkilerinin bu kavramı bağlayan bir tarihi olduğunu ileri sürer.34 Eğer İslam meselesini anlayacaksak, o zaman ilk önce Batı düşüncesindeki din kavramının, kendi muhalefetlerini dini terimlerle ifade eden devlet erkânı ve yerel seçkinler arasındaki çatışma bağlamında bir kategori olarak ortaya çıktığını anlamamız gerekir. Seçkinler açısından, din savaşları deneyimi, İngiliz İç Savaşı ve Fransız Devrimi devletin inşası projesinde dinin en önemli hasım olduğunu kanıtladı. Bu deneyimin bir sonucu olarak, Batı düşüncesinde bir kategori olarak “din”, yönetenlerin en iyi hazırlanmış planlarını çarçur ettiği için, belirsiz ve kudretli güçlerin patlayabileceği bir kara kutu olarak zaten aynı kaba konmuştu. Ortaya çıkan İslam sosyolojisi türü, bu nedenle Batı’da din ve devlet arasındaki çarpışmanın sorunsal tarihiyle derinden şekillenir.35 Fransız devrimi ve Kilise arasındaki (Terör ve Hıristiyanlık arasındaki) mücadele, dinin algılanma biçimlerini de tartışılmaz bir biçimde şekillendirdi. Devletmerkezli liberal projenin dini muhalifleri, ilerleme yolunun önünde dikilen batıl bir inancın fanatik yandaşları olarak algılandı. Avrupalı sömürgeci güçler on dokuzuncu yüzyılda yönetimlerini İslami Akdeniz dünyasına genişlettiklerinde, söz konusu önceki tarih, İslami direnişi sömürge devlet karşısında kesinlikle gayri-meşru ve anti-modern olarak kategorileştirerek, sonuç olarak ortaya çıkan çarpışmanın niteliğini biçimlendirmeye yardım etti. 1970’lerde seçkin milliyetçiliklerin düşüşüyle birlikte, sömürge sonrası devlete muhalefet fundamentalizm biçimini alacaktır. Şimdi Said’in merkezi görüşünü –sömürge hakimiyetini kolaylaştırma arzusundan gelişen Avrupalıların öteki İslam bilgisi ve Aydınlanma sonrası devletin ölçme, haritalandırma ve kontrol etme çabalarının yayılması– yeniden düşünmenin zamanıdır. İlk önce, Avrupa’da çıktığı şekliyle bilgi/ iktidar ilişkilerinin liberal projeye temel teşkil ettiğini ve kaçınılmaz olarak sömürge bilgisinin ifade biçimleri olmadığını belirtebiliriz. Daha sonra iktidar sorunu gelir. Eğer Said bize şarkiyatçılığı bir iktidar söylemi olarak sunuyorsa, bunu politikayla donatmak konusunda başarısız olur. Eğer iktidar her yerdeyse, o zaman hiçbir yerdedir ve tarihsel olmayan bir karamsarlık mazur görülür. Şarkiyatçılığın milliyetçilik ve imparatorluğun sonu için hiçbir açıklamasının olmaması çok önemlidir. Çıkış yolu, Aydınlanma projesinin yeniden kavranmasında ve milliyetçiliğin modernliğin karmaşık soy kütüğünde yeniden konumlandırılmasında yatar. Aydınlanmanın, baskıcı bir Foucaultcu bilgi/iktidar öğesine sahip olmasına rağmen, aynı zamanda ilerici ve devrimci bir öğesinin de olduğunu ve bundan dolayı, İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi, köleliğin feshi ve insan hakları düşüncesine dayalı olan insanlığın özgürleşmesi vaadinin taşıyıcısı olduğunu fark etmenin önemli olduğunu görebiliyoruz.36 Aydınlanma düşüncesi ve siyasetinin bu iki öğesinin kesişimi, devrimci Avrupa sonrası kültürel mücadelelerin yanı sıra, politik ve toplumsal olanın biçimlendirilmesinde de çok şey yapmıştır. Sömürgecilik karşıtı milliyetçilik (ve dolayısıyla İslamcılık), bu ikili mirasın çocuğudur. Edmund Burke III, “Orientalism and World History: Representing Middle Eastern Nationalism and Islamism in the Twentieth Century”, Theory & Society, 27: 4 (Ağustos 1998) conatus 76 1 Edward Said, Şarkiyatçılık, çev.: Berna Ülner, Metis Yayınları, 3. basım, Ekim 2006 (ç.n.). 2 Orientalism Observed: France and the Sociology of Islam, 1798-1962 çalışmama bakınız (Princeton: Princeton University Press, hazırlanıyor). 3 Robert Malley, The Call From Algeria: Third Worldism, Revolution and the Turn to Islam, (Berkeley: University of California Press, 1997). 4 Li madha takhkhar al-muslimun wa li madha taqaddam ghayrahum? [Why are Muslim Backward While Others Are Advanced?] 3. basım (Kahire, 1358/1939). Arslan hakkında bakınız William L. Cleveland, Islam Against the West: Shakib Arslan and the Campaign for Islamic Nationalism (Austin: University of Texas Press, 1985). 5 1908 öncesi Osmanlı toplumsal hareketleri üzerine bakınız Donald Quataert, Social Disintegration and Popular Resistance in the Ottoman Empire, 1881-1908 (New York: New York University Press, 1983). İran Anayasal Devrimi hakkında bakınız Janet Afary, The Iranian Constitutional Revolution, 1906 -1911: Grassroots Democracy , Social Democracy & the Origins of Feminism (New York: Columbia University Press, 1996) ve Nikki R. Keddie Roots of Revolution: An Interpretive History of Modern Iran (New Haven: Yale University Press, 1981). Ölü doğan 1908 Fas devrimi üzerine bakınız benim çalışmam, Prelude to Protectorate in Morocco: Precolonial Protest and Resistance, 1860-1912 (Chicago: University of Chicago Press, 1976). Orta Doğu’da kolektif eylem davranışları hakkında genel bir bakış için bakınız denemem, “Changing Patterns of Peasant Protest in the Middle East, 1750-1950”, John Waterbury and Farhad Kazemi (ed.) Peasants and Politics in the Modern Middle Eas t (Miami: Florida International University Press, 1991) içinde ve “Towards a History of Urban Collective Action in the Middle East: Continuities and Change, 1750-1980,” Scholarship Repository, 2007 16 Kenneth Brown, et al (ed.) Etat, ville et Mouvements sociaux au Maghreb et au Moyen Orient (Paris: Harmattan, 1989), 42-56 içinde. 6 Standart metin George Antonius, The Arab Awakening (New York: G. P. Putnam’s Sons, 1946). Birçok defa yeniden basıldı. 7 Muhammed Ahmed Al Mahdi liderliğinde küresel düzeyde bir İslami devlet kurmayı hedefleyenlere verilen ad Mahdi taraftarları onun beklenen Mesih olduğuna inanırdı (ç.n.). 8 Şeytanın esir edileceği ve İsa’nın hüküm süreceği binyılın geleceği inancı. İnanışa göre, bu evreye mutluluk ve barış hakim olacaktır (ç.n.). 9 Amir Halid hakkında, bakınız Ahmed Koulassis ve Gilbert Meynier, L’Emire Khaled Premier Zaim? Identite algerinne et colonialisme francais (Paris: Harmattan, 1987). 10 Arap milliyetçiliği aslında, daha önceki toplumsal hareketler ve sonraki milliyetçilik arasındaki bağlantılara çok az dikkat ederek, ideolojik boyutuyla halen incelenir. Bazı örnekler için bakınız Rashid Khalidi, Lisa Anderson, Muhammad Muslih ve Reeva S. Simon (ed.) The Origins of Arab Nationalism (New York: Columbia Univesity Press, 1991) ve James Jankowski ve Israel Gershoni (ed.) Rethinking Nationalism in the Arab Middle East (New York. Columbia University Press, 1997). Önemli bir istisna için bakınız James Gelvin, “The Social Origins of Popular Nationalism in Syria,” International Journal of Middle Eastern Studies 26 (1994), 645-662. 11 Leon Cahun’un etkisi hakkında bakınız Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey (Oxford: Oxford University Press, 1961), s. 156. Gobineau’nun etkisi hakkında bakınız Mostafa Vaziri, conatus Iran as Imagined Nation: The Construction of National Identity (New York, NY: Paragon House, 1993). 12 İki örnek için bakınız Marvin Zonis, “He Took All The Credit, Now He Gets the Blame”, New York Times (14 Ocak 1997) ve James Bill, “Iran and the Crisis of 1978,” Foreign Affairs Quaterly 57 (Kış 1978-79). Bakınız erken çalışmaları: Morvin Zonis, The Political Elite of Iran (Princeton: Princeton University Press, 1971) ve James Bill, The Politics of Iran: Groups, Classes and Modernization (Colombus Ohio: Charles E. Merrill, 1972). 13 Şah rejimine karşı İslami meydan okumanın önemini gören iki İranlı uzman Hamid Algar ve Nikki Keddie. Algar’ın “The Oppositional Role of the Ulama in Twentieth Century Iran”, N. R Keddie (ed.) Scholars Saints and Sufis Muslim Religious Institutions since 1500 içerisinde (Berkeley: University of California Press, 1973), 231-255 ve Keddie’nin “Iran de l’independence religieuse à l’opposition politique,” Le Monde Diplomatique (Aout 1977), 1-12. 14 Roots of Revolution. 15 Daha geniş ve önemli bir literatür içerisinde bakınız Ervand Abrahamian, Iran Between Two Revolutions (Princeton: Princeton University Press, 1982); Farhad Kazerni, Poverty and Revolution in Iran (New York: New York University Press, 1980) ve Homa Katouzian, The Political Economy of Iran (New York: New York University Press, 1981). 16 Şiilik ve İran’da devrim üzerine en önemli çalışmalar arasında: Shahrough Akhavi, Religion and Politics in Contemporary Iran (New York: State University of New York Press, 1980); Michael M. J. Fischer, Iran from Religious Dispute to Revolution (Cambridge: Harvard University Press, 1980) ve N.R. Keddie (ed.), Religion and Politics in Iran (New Haven: Yale University Press, 1983). 17 Skocpol’un sözde kültürü ihmali, aynı zamanda William Sewell ile önemli bir mübadele temasıdır, The Journal of Modern History 57 (1985), 57-96. 18 Said Amir Arjomand, World Politics 38, 3 (Nisan 1986). Daha sonradan The Turban for the Crown: The Islamic Revolution in Iran (Oxford: Oxford University Press, 1988) çalışmasının sonunda yeniden basıldı. 19 Hierocracy (ç.n.). 20 Turban, 204-206. 21 Bir görüş için, E. Burke III and I. M Lapidus (ed.), Islam, Politics and Social Movements (Berkeley: University of California Press, 1988), 17-35 içerisinde “Islam and Social Movements: Methodological Reflections” isimli yazıma bakınız. 22 John Esposito, The Islamic Threat: Myth or Reality? (New York: Oxford University Press, 1992). 23 Onun İslamı için: The Straight Path (Oxford, 1988): Voices of Surgent Islam (Oxford, 1983) ve Islam and Politics, 3. basım (Syracuse, 1991). 24 Ira M. Lapidus, A History of Islamic Societies (Cambridge: Cambridge University Press, 1988) [İslam Toplumları Tarihi, çev.: Yasin Aktay, İletişim Yayınları, 2002]. 25 Kuzey Afrika ile Güneybatı Asya bölgesine verilen isim (ç.n.). 26 Örneğin, bakınız Sami Zubaida, “Is There a Muslim Society: Ernest Gellner’s Sociology of Islam,” Economy & Society 24: 2 (May 1995). 27 Daha sonra bu görüşleri, Postmodernism, Reason and Religion (London, 1992) [Postmodernizm, İslam ve Us, çev.: Bülent Peker, Ümit Yayıncılık, 1994] çalışmasında geliştirir. Dünya tarihi hakkındaki teorisine dair daha fazla bilgi için, bakınız Plough, 77 Sword and Book: The Structure of Human History (London, 1988). 28 Jamil Abun-Nasr, “The Salafiyya Movement In Morocco: The Religious Bases of the Moroccan Nationalist Movement (1963), Immanuel Wallerstein (ed.), Social Change: The Colonial Situation, 489-502. 29 İbn-i Badis üzerine bakınız Ali Merad, Le Réformisme musuluman en Algérie de 1925 à 1940 (Paris: Mouton: 1967). 30 Sami Zubaida, Islam, The People and the State (London: I. Tauris, 1989)[Çev.: Sami Oğuz, İletişim Yayınları, 1994]. 31 Bakınız Hamid Algar, “The Oppositional Role of the Iranian Ulama”. 32 Ulemanın üstün siyasi otoritesini kabul eden doktrin. (ç.n.). 33 Zubaida, Islam, 33. 34 Talal Asad, Genealogies of Religion: Discipline and Reasons of Power in Christianity and Islam (Baltimore: Johns Hopkins, 1993). 35 Fanny Colonna, “Islam in the French Sociology of Religion,” Economy & Society 24, 2 (May 1995), 225-244. Aynı yazarın ayrıca Les Versets de l’Invincibilité (Paris: Presses de la Fondation nationale des Sciences Politiques, 1995) çalışmasına bakınız. 36 Bu meselelerin daha ileri tartışmaları için Orientalism Observed: France and the Sociology of Islam (Princeto: Princeton University Press, hazırlanıyor) çalışmama bakınız. conatus 78 79 Egemenliğin Sapkın Sebatı A n t h o n y B u r k e Çeviren: Çağrı Kasap Tanıdık bir hikaye: devletin küreselleşme altında yok olması ya da devletin olmasa bile, belli bir egemenlik fikrinin ya da oluşumunun yok olması. Artık kendi Westfalyan idealinin tamlığına ve gücüne sahip olmayan bir egemenlik: ulusal otoritenin mutlak olduğu, devletlerin ve bu devletlerin içinde yaşayan insanların kendi yaşamlarını etkileyen güçleri yönetebilmesi ve kontrol edebilmesine olanak veren temsili ve politik bir ilke sağlayan toprak temelinde sınırlandırılmış bir ülke. Sermaye ve ticaretin artan küreselleşmesiyle, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) gibi ulusüstü, ekonomik yönetişim rejimlerinin gelişmesiyle, Dünya Bankası ve IMF’nin müdahaleci azmi ve uluslararası şirketlerin güçleri ve etkileriyle, egemenlik geçmişe ait bir şey olarak kalmış gibi görünüyor – dönüşüme uğramış bir dünyanın nostaljik hayaleti. Bu gibi görüşler, çeşitli kapsamlarda dahi olsa, genel olarak politik süreç içinde görünür hale geliyor. Economist dergisinin, 1986’daki hayret verici başlığını hatırlayabiliriz: “Ulus devlet ölmüştür”. Ya da “devlet aygıtları yaşamayı sürdürse” ve “devlet toplumsal yaşama öncekinden daha çok müdahale etse” bile “... temel Westfalyan egemenlik normu artık işlemiyor” diyen, küreselleşmenin saygı değer akademisyenlerinden Jan Aaart Scholte’a bakabiliriz (Economist 1995/6” Scholte 1999:21). Küreselleşme hakkında son yılların en ilgi çekici ve derin tartışmalarını yapan Michael Hardt ve Antonio Negri’nin kitabı İmparatorluk bile bu mantığa düşmektedir. “İmparatorluğa geçiş ...modern egemenliğin alacakaranlığından çıkar” diyorlar (2000: xii). Bu sözler yüzyılın dönümünde ortaya çıkıyor, moderniteyi bütün rüyaların, bütün kabusların, ütopyaların ve distopyaların ötesinde tamamlayan, bitiren ve de tamamen kazıyan yüzyılın sonunda. Öyle görünüyor ki egemenliğin kaderi, bütün bu karanlık kaderlerle kaplı. Ama ben, bu kalıcı olmayan geçiş hakkındaki bu iddialı metaforlardan pek hoşnut değilim. Economist’teki o meşhur tam başlığın “Ulus-Devlet öldü. Yaşasın ulus-devlet!” (1995/6) olduğunu hatırlayabilir ve Hardt ve Negri’nin temel iddiaları olan “ulus devletlerin egemenliğinin çöküşü... mutlak egemenliğin conatus 80 çöktüğü anlamına gelmez” fikrine bakabiliriz. Egemenliği mutlak bir çöküş içinde göstermekten ziyade modernitenin ulusal sınırlarından “İmparatorluğa... açık ve genişleyen cepheleriyle bütün küresel alanı dereceli olarak kendine dahil eden merkezsizleştirilmiş, yersiz yurtsuzlaştıran bir yönetim aygıtı”na geçiş ya da dönüşüm olarak tanımlıyorlar. Dolayısıyla, Hardt ve Negri bu tartışmaya çelişkili bir katkıda bulunuyor. Modernite’de hayal edildiği üzere ve ulus devletin toprak temelli olarak sınırlandırılmış otoritesine bağlı olması anlamında egemenliğin, çöküşte olduğunu dillendiriyorlar. Öte yandan baskıcı ve eskisini aratmayacak kadar engelleyici yeni bir ulusötesi ve yersiz yurtsuzlaştırıcı bir egemenlik biçiminin ortaya çıktığını ve bunun yeni bir önemli ve devrimci hareketin uzamını –“İmparatorluk”un uzamı ve “Çokluk”un devrimioluşturduğunu vurguluyorlar. Üstelik daha da ileri giderek, “modern egemenliğin” – ulusal kimliğin ötekiliğe kapalı, egoist, hoşgörüsüz ve baskıcı biçiminin– artık geçmekte olduğunu ve hatta bunun ekonomik otoritenin kaybedilmesi ve İmparatorluk’un farklılıkları çalıştıran kapitalist makinesi karşısında ayakta kalamadığını söylüyorlar. Bu fikirleri ele aldığımızda, birkaç soru beliriyor. Neden modern toprak egemenliği fikrinin, ekonomik küreselleşmeyle, neoliberal hakimiyet ve uluslararası şirketlerle birlikte ortadan kalktığı fikrinde ısrar var? Bu fikir başka hangi güçlüklerin ve anlayışların önünü kesiyor ve örtbas ediyor? Neden İmparatorluk’ta, Hardt ve Negri’nin yeni bir küresel yönetim aygıtına dair fikir verici açıklamalarıyla, bu kalıcı olmayan geçiş fikri bir arada bulunuyor? Egemenliğin, kurulmaya çalışılan yeni emperyal mekanla halen karmaşık (ideal ve birçok açıdan ona olanak tanıyan) bir ilişki içinde olduğunu tartışmak mümkün ve cidden önemli midir? Modern egemenliğin mevcut enkazı altında sesleri hâlâ duyulmamış başka kavgalar ve şiddet olayları mı var? Bu nedenle, bu yazı iki adet eleştirel görevi önüne koyuyor. İlk olarak, hem Scholte, hem Hardt ve Negri tarafından sunulan, egemenliğin geçişi conatus görüntüsünün eleştirisini sunuyor. Küreselleşme içinde ekonomik özerklik ne boyutta kayboluyor olursa olsun egemenlik yok olmuyor. Aksine bütüncül bir çöküş ve konu dışı kalma görüntüsünün önünde engel olan kanunların, güçlerin, olanakların karmaşık ve habis bir söylemini oluşturuyor. İkinci olarak, The Economist ve Scholte gibi yazarlarda, egemenliğin nasıl kurucu ve yasa dışı bir şiddete başvurarak icra edildiğini, tahayyül edildiğini ve fikir uyandırdığını açıklayamayan, egemenliğin özsel görüntüsünün bir eleştirisini sunuyor. Ulusal ekonomik özerkliğin açıkça kaybediliyor olmasına odaklanılarak, egemenliğin – ve de dışlayıcı ve öznelleştirici şiddetinin- oluşturulduğu dolambaçlı sürecin daha derin bir şekilde kavranması saf dışı edilerek, egemenliğin “çelişik” kuruluşu varsayımına gidiliyor.(Connolly 1995: 137-9 Burke 2002: 1-27). Benim amaçladığıma uygun olarak, egemenliğin geçişi açısından en esaslı uyarıyı veren Emmanuel Levinas’tir. “Ethics as First Philosophy” (İlk Felsefe Olarak Etik) kitabında, bizi, modern egemenliğin, alacakaranlığını değil sürekliliğini –habis ve boğucu ontolojisini, doğrunun ve varlığın vahşi görüntüleri ile olan yakın bağlarını, bilginin araçsallaştırılmasını, ahlakın teknolojileşmesini, kimliğin kibrini ve aşkın ölümünü- göz önünde bulundurmaya davet eder. “Modern insan, sadece egemenliğinin güçlerini sağlamakla ilgilenen bir egemen olarak var olmakta ısrar eder” diye uyarır. “Olanaklı olan her şeye izin verilir... hafıza ya da vicdan azabının önünde engel olmadığı modern Batı özgürlüğünün mucizesi” (Levinas in Hand 2000:78). O zaman, bu iki deyim arasındaki, geçişi ve devamlılığı arasında, küreselleşen egemenliğin “kaderi” hakkında bazı fikirler öne sürmek istiyorum. Böyle yapmak istememin bir sebebi, her ne kadar çok parlak ve fikir verici olsa da, özgürleştirici politikaları ve eleştirel düşünceyi zekice sömürgeleştirdiğinden şüphe ettiğim İmparatorluk’un amansız söylemsel gücüne karşı koymaktır. Bu yüzden Levinas’ı - ve doğuşunu sağladığı etik ve yapısökümcü geleneğin- önemini hafife alarak eleştiren bir çalışmanın karşına 81 koymak istiyorum. Hardt ve Negri, “eleştirel düşüncenin yapısökümcü safhası”nın, yeni üretim teknolojilerinin “plastik” uzamının tam ortasında cyborg’ların özgürleştirici kıssaları lehine yok olmaya yüz tutmuş “kapalı bir parantez” olduğunu söyleyerek çok erken konuştular. (Hardt ve Negri 2000: 217-8). Bu sadece, eleştirel teorinin halen bereketli ve kaçınılmaz dolaşımının yolunu kesmek değil, aynı zamanda, şiddetin devam eden, dehşete düşürücü kalıplarını eleştirebilmemize ve üstesinden gelebilmemize yardım edebilecek olan bu düşünceyi örtbas etmektir. Bu bakış açılarıyla bağlantılanan sorular, çeşitli analiz yöntemleriyle olanaklı kılınan ya da engellenen politik öncelikler ve pratikler için önemlidir. “Yersiz yurtsuzlaştıran” kapitalist küreselleşmeyi, günümüzdeki en önemli politik görev olarak görüyor ve bu düşmanı ve çatışma alanını “İmparatorluk” olarak mı tanımlamaya çalışıyoruz? Yoksa halen Devleti - kamu tehlikesinin tanımları ve şiddeti üzerindeki tekelini ve çoğu zaman sermayenin bölümleriyle ilişki içinde olan özneleştirme ve otorite kurma teknolojilerini enerji ve çatışmanın alanı olarak mı görüyoruz? Bir kere bu sorulara cevap verebildikten sonra mı adaletin peşinden gitmemize olanak verecek şekilde çatışmanın, öznelliğin ve politik dayanışmanın doğru görüntüsünü kurabileceğiz? Ben bu yazıyı, Birleşik Devletler’deki 11 Eylül saldırılarından altı ay sonra yazarken, Amerika, Afganistan’a saldırmaya ve kılıcını Irak’ta sallamaya devam ediyor, İsrail, iki haftada yaklaşık 500 Filistinliyi öldürdüğü “Savunma Kalkanı Operasyonu”ndaki haince yakıp yıkmasından sonra ordularını geri çekiyor ve Endonezya ordusu, Aceh’in zengin bir bölgesinde (Exxon-Mobil’in en büyük yatırımcı olduğu) hain bir karşı-ayaklanma başlatıyor. Venezüella ordusu, Amerikan Devletleri Teşkilatı’nın hareketlerini menettikten ve yerel desteğini çektikten sonra, sadece seçilmiş solcu başkanı eski görevine getirmek için, sessiz sedasız, Amerikan destekli, bir darbe yaptı. Yaygın toplumsal takıntılar, güvenlik ve onun şiddete dayalı, Küreselleşme içinde ekonomik özerklik ne boyutta kayboluyor olursa olsun egemenlik yok olmuyor. Aksine bütüncül bir çöküş ve konu dışı kalma görüntüsünün önünde engel olan kanunların, güçlerin, olanakların karmaşık ve habis bir söylemini oluşturuyor dışlayıcı ve ontolojik teknolojileri ile ilgili: karşıterör, sınır koruması, caydırma, “vatan güvenliği”, kanun hükümlerinin ve sivil özgürlüklerin “zorunlu” erozyonu. Bu gibi durumlarda, taktik ve ideolojilerin sapkın bağlantılarını görürüz. Düşmanlarını, “özgürlük ve terör”, “kendi ve öteki” gibi oldukça katı terimlerle şeytanlaştıran, bu gibi temsilleri küresel ordu ve diplomatik kampanyalarla bağlayan ve aynı zamanda, teritoryal devletin çözülmesini hızlandırdığı düşünülen küreselleşen sermayenin bütün güçlerini artıran, serbest pazar destekli bir Amerikan yönetimi... Burada yeni bir Zeitgeist’e, tarihsel kaçınılmazlığın yeni, cazip ve totaliter kurgusuna indirgenemeyecek karmaşıklıkta başka bir şey var. “İmparatoluk”un bir analizinin yanı sıra (ve hatta tam karşında), daha az cesaret veren bir şeyi anlamamız lazım: egemenliğin sapkın ısrarını. conatus 82 Bu yazı, günümüze ait birkaç örnek verip –Asya Finansal Krizi ve Suharto sonrası Endonezya, Filistin İntifada’sına karşı İsrail savaşı, 11 Eylül sonrası “teröre karşı savaş” ve gelişmiş Batı’daki mülteci ve göçmenlere karşı yöneltilmiş yeni yabancı düşmanlığı - emperyal egemenlikle, modern egemenliğin biraradalığını göz önünde bulundurmamız gerektiğini tartışıyor. Bu durum, egemenliğin dışlayıcı baskısının eleştirisine ve çokluğun etik bir sınırlar arası dayanışma kurmasına yönelmiş, hem yapısökümcü, hem de yeniden üreten, yeni bir politik görev ortaya koyuyor. Egemenliğin Kurucu Şiddeti Ama önce egemenlikten bahsetmemiz gerekiyor küreselleşmenin aşkın açıklamalarının engellediği ve Hardt ile Negri’nin, eli kulağında olan geçişini duyurdukları egemenlik anlayışından.. “Modern Egemenlik” nedir? Hardt ve Negri, bu kavramı geliştirerek, egemenliğin “halk” için temsili bir gösteren olma statüsü temelinde, otoritenin ve yasal şiddetin sorunsuz ve meşru alanını oluşturduğu yönündeki en temel özselleştirici iddiasını çürütür. Bu, ilk Thomas Hobbes’in Leviathan’ında, insanlığın, mistik “doğa durumu”ndan “politik birlik”e yolculuk hareketini, ‘Bir Kişide toplanan çokluk” olarak tanımladığı ontolojik büyünün bir şeklidir. Bu “birçok iradenin” bir’e indirgendiği boğucu görüntüyü temel alarak, Westfalyan egemenlik, (Machiavelli yardımıyla) uluslararası ilişkilerin temel yapısal ve normatif prensibini oluşturdu: devlet içinde hukukun üstünlüğü ve ahlak; devletlerin sonsuz güç yarışı ve çatışmasından beslenen anarşinin ve ahlaksızlığın hükmü. (Hobbes 1985: George 1994:71). Bu özcülükten dolayı, kendi “ulus”unu gerçekten temsil edip etmediği ve gerçekten bir otoriteyi hak edip etmediği sorgulanmadan, küreselleşme altında devletin otoritesini kaybettiği düşünülüyor. Oysa çok uzun zaman önce, Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün bir yerinde, egemen devleti “soğuk canavarların en soğuğu” olarak nitelemişti: conatus Soğukkanlılıkla yalan söyler o ve bu yalan ağzında karıncalanır: “Ben ki devletsem, halk da benim’... birçoklarına tuzak kurup, onlara Devlet diyen yok edicilerdir; onların üzerine bir kılıç ve binlerce tat asarlar... Devlet, iyi ve kötünün, herkesin zehir içtiği yerdir; Devlet, iyinin ve kötünün, herkesin kendini kaybettiği yerdir, Devlet, herkesin yavaş intiharının “hayat” diye adlandırıldığı yerdir (Nietszche 1978: 49-50). Kısa bir zaman önce bazı yazarlar, egemenliğin özcü görüntüsünün, kendi kuruluşundaki şiddeti ve gayri meşruluğu unutturduğunu gösterdiler. William Connolly, The Ethos of Pluralization’da, egemenliğin bunu yapabilmek için kendisini kendini varlığa getiren eylemi yapmaya yetkili saydığını ve bu eylemden önce geldiğini varsaydığını iddia edebilmek için, Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesi’ndeki bir çelişkiye dikkat çekiyor. “Bu dikkat edilmesi gereken bir zorluk”, diyor Rousseau, “yeni bir ulusun geçerli politik söylemleri onaylaması için ...etkinin nedene dönüşmesi lazım; kurumların görevi olması gereken sosyal ruh, kurumlardan daha öncelikli olmalı ve insanlar, kanunlardan önce, kurumlar vesilesiyle ne olacaklarsa önceden öyle olmalılardır” (1998:42). Connolly bunu “politik kuruluşun çelişkisi” olarak adlandırıyor ve Paul Ricouer’u takip ederek, bunun 83 “olduğu haliyle politikanın çelişkisi” olduğunu söylüyor; hiçbir politik eylem, egemen otoritenin ve önceden bir onayın katışıksız yansıması olarak kendi görüntüsüne uymaz. Her politik eylem, diyor Connolly, “uygulanışı sırasında tam bir meşruiyetten daima yoksundur. Egemenlik her zaman işgal etme iddiasında bulunduğu andan sonra ortaya çıkar” (1995: 138-9). Hardt ve Negri, “güç ve şiddet egemenliği yaratır” diyen Jean Bodin’in çalışmasına, benzer bir şekilde dikkat çekiyorlar. Derrida’da, Amerika’nın kurucu babalarına soruyor: Henüz var olmayan halkçı bir egemenliğin dışında, kimin Amerika İnsan Hakları Bildirgesi’nin altında imzası vardı? Derrida, Bildirge’nin bir “inanç eylemi, hiçbir politik, askeri ve ekonomik darbeye zorunlu kılınamayacak bir ikiyüzlülük” olduğunu söylüyor. Belgenin “son meşrulaştırıcı uğrağı” olarak Tanrı’ya yalvarması Amerikan’ın egemen temellerindeki kibri - öyle bir kibir ki bu, sadece elitler için halkçı bir temsili bir güç efsunlamakla kalmıyor, Connolly’ninde belirttiği gibi, Kuzey Amerika’nın yerli insanlarına karsı gösterilmesine izin verilen stratejik ve hukuki şiddeti unutturuyor - daha da açık bir şekilde gözler önüne seriyor. (Derrida in Norris 1987: 196; Connolly 1995:138). Derrida’nın bahsettiği bu durum, Irene Watson’ın Avustralya’nın bu sayısında yazdığı gibi, bu ilk insanların her taraftaki sömürgeci işgali için de geçerlidir: Yerel kanunlara “egemenliği” dayatarak, askeri gücü yoluyla, devlet, kendi varlığına giden yola tecavüz ediyor. Kanunun değil, şiddetin egemenliğini yaratarak. (Watson 2002:20). Bir bakıma, hem Nietzsche, hem Levinas’ın yaptığı gibi Connolly, egemenliğe dair böylesi ontolojik yanılsamaların devamlılığında zımnen bulunan sürekli şiddete dikkat çeker: Genel saf bir iradenin (ki yaygın ve tekil olması lazım) görünmesi, saf olmayanların gizlenmesini gerektirir. Böyle bir strateji, temelindeki şiddet sürekli etkisi olmamak üzere hegemonik politik kimlik tarafından tehdit edilirse, başarılı olur... egemenliğin çelişkisi unutmanın politikası içinde erir gider. (1995:138) Yalnız böyle bir unutma politikasının sayesinde George Bush, 11 Eylül sonrasındaki Kongre Konuşmasında, on yedinci yüzyıldan 1890’in sonuna kadar, Kuzey Amerika kıtasını sahiplerinden temizleyen ve birçok onurlu yerel kültürü imha eden, mülksüzleştirme ve savaş tarihinin uzun tarihini silerek “Amerika”nın tarihsel olarak masum (eksi dünyanın arkadaşı ve özgürleştiricisi olan.... özgürlüğün kölesi olmuş olan eksi köle-sahibi... elde etmek değil, korumak için dünyaya gelmiş bir güç...) olduğunu söyleyebilir. (Bush 2001; Brown 1991). Bununda ötesinde, Connolly, kuruluşun (unutturulmuş) şiddetinin halen devam eden etkileri olduğunu söylüyor. Unutma hareketi, Bush’un, Amerikalıları teröre karşı bir savaşa sürdüğü bir zamanda hatırlanıyor ve devletin “egemenlik hakları” temelinde mültecileri dışlarken olduğundaki gibi, Avustralyalı liderler benzer bir unutma söylemiyle, Aborjin egemenliği, toprak mülkiyeti ve uzlaşması gibi canlı sorunları siliyor. Buna rağmen, Gungalidda’lı bir mürver olan Wadjularbinna’nın dediği gibi, “burası John Howard’ın ülkesi değil, burası çalınmış... Mülteciler buraya geliyordu, biz, Aborijinlerle ruhani bağı olan, BIZIM ülkemize... Bizim Ruh Yaratıcımız ve eski kanun ve kültürümüz, bu mültecilere şu anda davranıldığı gibi davranılmasına izin vermez.” (Howard in Burker 2001: 323; Wadjularbinna 2002). Güvenli Egemenlik: İki Soykütüğü Egemenliğin şiddet içeren ve çelişkisel yapısını sergilemenin bir yolu daha var: soykütüğünü çıkarmak. Modern egemenliğin soykütüğünü çıkarmak, onun “imkanlılık koşullarını”nı anlamayı amaçlar: açığa çıktığı politik, kültürel ve söylemsel mekanı ve imkanlı kılabileceği ve değişime uğratabileceği yeri. Kendi sınırlandırmalarının hem dışında, hem de karşısında yeni bir politik yapıyı conatus 84 nasıl tasavvur edebileceğimizi anlamamızı sağlar. Hardt ve Negri, benzer bir şekilde, Foucault’nun Disiplin ve Ceza’da ve güvenlik, nüfus ve yönetimsellik üzerine çalışmalarında, dış hatlarının ortaya çıktığını gördüğümüz bir soykütüğünü çıkartma işlemini, İmparatorluk’un çok çarpıcı iki bölümünde takip etmeye çalışır (1991a, 1991b, 1983, 1988). Bu modern egemenliğin, her zaman göbek bağıyla bağlı olduğu bir kavrama dayanarak soykütüğünü çıkartma çabasıdır: güvenlik (Burke 2002, 2001a). Hobbes’un Leviathan’ında ve Locke’nin Devlet Üzerine İkinci Tezi’nde (‘Locke’s Second Treatise on Government’), egemen figürü, özgürlüğe karşı güvenliğin değiş tokuş edildiği bir temel yoluyla tasavvur ediliyordu: artık ayrılması imkansız hale gelmiş gibi görünen tekil bir yaşayan varlığa indirgenmiş birey ve egemen özneler (devlet ve vatandaş). Daha da ötesinde, bu güvenli modern özne, Suçlu, Sosyalist, Aborijin olmuş ya da etnik bir azınlığın Ötekisi’nden öncelikle uzaklaşmış ve onun tarafından tehdit ediliyor olarak tasavvur edilmişti. Bu tanım, egemenin kimliğinin devamlı tehdit altında olan, hoşgörüsüz ve farklılıkları bastıran, son derece sabitlenmiş bir görüntüsünü oluşturdu; dolayısıyla, egemen öznenin, kendi varlığını sürdürmek için her zaman şiddet uygulamasına yetki verilmiş oldu. Hobbes’un dediği gibi, Egemenliğin, “Barış ve Güvenlik’i sağlamak için… yapılmasını gerekli gördüğü ne varsa” yapmaya hakkı vardır (Burke 2002: 7-11; Hobbes 1985: 233). Üstelik egemenlik sadece tüzel bir figür değildir. O, sosyal dünyanın en loş dehlizlerine ve vatandaşın kalbine aynı anda erişen ve teknolojik ve ekonomik modernitenin yeni biçimlerini destekleyen ve hızlandıran yeni yönetimsel güçleri olanaklı kılan politik bir teknoloji’dir. Foucault, bunu “modern güç yapılarının eş zamanlı totalizasyonu bireyselleştirmesi ... politik bir çifte bağ” olarak tanımladı. (Burke 2001a: 274; Foucault 1983: 216). Böylece, faydacı filozof Jeremy Bentham, güvenliği liberal modernitenin ilerlemeci tasavvuru için gerekli olarak gördü. Güvenlik, sosyalist yeniden dağılım ya conatus da sosyal düzensizlik tarafından rahatsız edilmeden ekonomik kazancın peşinden koşulabileceği bir gelecek “beklentisi”ni güvence altına alabilecekti; öyle bir güvenlikti ki bu, sadece polisin ve askerin totaliter şiddet içeren uygulamaları üzerinden değil arzunun, disiplinin ve öz yönetimin – Foucault’nun deyişiyle yönetimsellik- üzerinden ilerliyordu. Hegel de benzer tehditler için kaygılanarak, Bir’in daha üstün birliği içine sürülecek ya da unutturulacak Öteki’yle antagonizma yoluyla devlet ve sivil toplumun iç içe geçeceği sosyal ve ekonomik ilerlemenin daha yetkin bir anlatısını kurdu. İlerlemeci Batılı öznelliğin bunun gibi görüntüleri, yeni pazar arayışında, “yok etme, dolaşım, tehlike unsuru... ve risk içeren kazanım” hırsıyla hareket ederken “sivil toplumun” sürükleneceği emperyalizmi haklı çıkartacaktı. (Burke 2001a: 278-98, 2002: 16-17). Buna rağmen Hegel, Hardt ve Negri’nin açıklamalarına uygun şekilde, ilerlemenin, bir istila değil, yavaş ve akılcı bir tasarım halini aldığı bir düzen görüşü içinde modernitenin potansiyel devrimci güçlerini (içlerinden Marksizm ve Sosyalizm alternatif bir vizyon sundu) evcilleştirmeye çabaladı. Bentham’ın ve Hegel’in düşüncelerinde (ki bu düşünceler, o zamandan beri faydacı liberalizmin etkili biçimleri için bir kalıp oluşturdu) egemenlik, güvenlik, ekonomik refah ve merkezi, örgütleyici bir ırkçılık hep bir araya gelir. (Burke 2001a: 289, 2002: 17). Bu çözümleme, yankılarını İmparatorluk’ta da buluyor, ama aynı zamanda, Hardt ve Negri’nin “modern”den “emperyal” egemenliğe, tarihsel ve radikal geçişe ilişkin görüşlerini karışıklaştırmaya da yardımcı oluyor. Hegel’in görüşlerinin, merkantilizmi aştığı ve bize, etkili ulus-devlet ve küreselleşen sermaye görüntülerinin biraradalığını anlatmada yardımcı olduğu iddia edilebilir; hiç şüphesiz küreselleşen kapitalizm ve neo-liberal demokratik yönetişimin birleşimini müjdeleyen, Francis Fukuyama’nın yeniHegelci, Soğuk Savaş sonrası “tarihin sonu” tezi için bu iddia doğrudur. Ama Fukuyama’nın anlatımı İmparatorluk’u gerçekten ıskalıyor. 85 Modern Egemenlik: İki Modernite Hardt ve Negri’nin modern egemenlik nitelendirmelerinin en büyük çıkarımı, modernitenin tekil bir süreç değil de “radikal bir devrimci süreç” ve “ortaya çıkan hareketlerin ve dinamiklerin sesini kesmeye ve baskılamaya çalışan” bir “karşıdevrim” arasında bölünmüş olduğudur. (2000:74). Bunlardan, “içkin düzlemin keşfi” olarak adlandırdıkları ilk bölünmede, insanlar, özgürlük, bilimsel olanak ve demokratik politikaya dair yeni ve radikal bir bilinç, Dante’de, Spinoza’da, Thomas Moore’da ve Protestan Mezheplerde gördükleri bir bilinci yaratmak üzere cennetin elinden yaratma gücünü alırlar (2000:73). Rönesans’ta başlayan ikinci bölünme ise, Katolik Kilisesi tarafından ve Reformasyonların içinden doğan bir tepki olarak ele alınır ve sonunda Aydınlanmanın en etkili teması olur (Descartes’ın, Kant’ın ve Hegel’in düşüncesinde görüldüğü gibi). Orta Çağ tanrısal düzeni ortadan kaldırıldığı için özgürleşen demokratik “çokluk” olanağı, “kitlelerin endişe ve korkuları ve güvenliği arttırmak ve hayatın belirsizliklerini en aza indirgeme arzularıyla oynayarak, kendi aşkın gücünü kurarak” gelişen “komuta ve otorite ideolojileri”nin yeniden ortaya çıkmasıyla engellendi. (2007:75). Hegel, Kant’ın “bezgin, kurucu ama işlevsel ve aşkın eleştirisini, sağlam bir ontolojik şekle” dönüştürebildiği anda, bu karşıdevrimci proje billurlaştı: Bu modernite içinde, “modern insanlığın özgürleşmesi sadece kendi tahakkümünün bir işlevi olabilir... çokluğun içkin amacı, devletin zorunlu ve aşkın gücüne dönüştürülmüştür” (2000:82). Hardt ve Negri aynı zamanda kendi açıklamalarını yansıtan iki çok önemli bağlantı kurar. Hegel’in “Mutlak Tin”in içindeki Öteki’nin “felsefi telafisi” ve onun evrensel tarih tezinin, “Avrupa fetih kültürü ve sömürgeciliğiyle” yakından ilgili olduğu ve dolayısıyla “Avrupa-dışı bir arzunun inkarı” olduğunu anlıyorlar. Aynı zamanda, Foucault’nun yönetimsellik ve politik çifte bağ kavramına atıfta bulunarak, egemenliğin “toplumun bütün katmanları hakkında kural koyan politik bir makine” -hem disiplinci, hem de biyo-politikolduğunu da anlıyorlar. (2000:87). Buna rağmen, şunun altını çizmek isterim ki, ekonomik düzenleme, disiplinci aygıtlar, baskı rejimleri ve tutkunun yönlendirilmesi üzerinden işleyen böylesi bir güç, halen ve çekincesiz olarak devletin nihai otoritesi etrafında örgütlenir. Ulusal kimliklerin oluşumunda, çoğu zaman iç ve dış Öteki’lere karşı korkunç ve baskıcı biçimde kurulan ilişkilerde, bireyselleştirici güç ve totalleştirici güç arasındaki, güvenlik tarafından sağlamlanan öznellik oluşumlarıyla bağlı, devlet ve vatandaş arasındaki bağları buluruz. Bu durum, demokratik olanağın ve özgürlüğün alanını kapatır ve Hardt ve Negri’nin yazdığı gibi “sermaye birikimi ve güç yapıları arasında...yeni bir denge” kurar. Çokluk anlamına gelen devrimci ve açık ilişki bağlarından kontrol altına alınmış bir “halk” oluşturulur. Artık “çabalayan, arzu eden ya da aşık olabilen bir şey yoktur; potansiyel olanın içeriği bloke edilir, kontrol edilir, son kertede hegemon hale getirilir” (2000:96, 103, 82). Modernite’den İmparatorluğa mı? O halde, işte bu, modern egemenliktir: sadece basit bir uluslararası Westfalyan kanun ve düzeninin temelini oluşturan tüzel otoritenin oluşturulduğu soyut bir yer değil, aynı zamanda ve daha da doğru olarak, en büyük özelliği kapitalist modernitenin içinde özgürlük olanağını kontrol etmek ve kullanmak olan, muazzam bir derinliğe ve güce sahip, disiplinci ve ontolojik bir mekanizma. Bu bağlamda, Hardt ve Negri’nin analizleri, özcülüğe karşı çıkan ve güçlü bir şekilde hem önceki hem de çağdaş teori üzerine inşa edilmiş şekliyle, zekice ve telkin edicidir. Kanımca, sorun “sömürgeciliğin sonunun ve ulusun yok olan gücünün, modern egemenlikten, emperyal egemenlik paradigmasına geçişin göstergesi” olduğunu pişkince söyledikleri zaman başlıyor. (2000:137). Modernitenin, baskıcı ve devrimci olanakları arasında bir çatışma öngörmek umuduyla, moderniteden İmparatorluğa, radikal ve geri dönülmez bir geçiş olduğunu iddia ediyorlar: conatus 86 Modernite çökerken, yeni bir mevsim başladı ve burada, modernitenin temelinde ve başlangıcındaki o dramatik anti-tezi buluyoruz.... Üretici güçlerin gelişimi ve tahakküm ilişkileri arasındaki sentez yeniden belirsizleşiyor ve imkansızlaşıyor. Çokluğun arzuları ve her tür tahakküm ile antagonizması, onu bir kez daha egemen gücü destekleyen meşrulaştırma süreçlerinden kurtarıyor... Bu yeni bir insan gücünün ortaya çıkışı mı? (2000:90). İstedikleri şeyle alay etmek ya da umutlarını paylaşmamak oldukça güç; ama böyle yapmak, en azından her zaman iyimserliklerini paylaşmak anlamına gelmez. Benim sıkıntım, çokluğun ortaya çıkışını, –ereksel terimlerle- yeni bir tarihi olay olarak nitelendirmek, çokluğun varlığa gelmesindeki ve ayrı (ve bölünmüş) mücadele alanları ve uzamlarından gerçek bir devrimci potansiyel çıkartılmasındaki gerçek meydan okumaları hafife almak anlamına gelecektir. Daha da rahatsız edici olanı, bu umudun içinde gösterdikleri teorik (ve analitik) lakayıt tavırları. Bu daha çok, “postmodernist ve postkolonyal teoriler sonuçsuzluğa sürüklenebilirler, çünkü eleştirinin çağdaş nesnesini, yani bugünün gerçek düşmanını doğru şekilde tayin edemiyorlar” diye özetledikleri şüphelerinden kaynaklanıyor. Ya eğer bu eleştirmenlerin (ve bizim kendimizin de) ele almaya çalıştığı ve tanımlamak için o kadar acı çektiği modern iktidar biçimleri, bugünkü toplumumuzda artık hüküm sürmüyorsa?... Kısacası, ya eğer yeni bir paradigma ve iktidar, postmodern bir egemenlik, bu teorisyenlerin müjdelediği parçalanmış ve melez öznelliklerin farklılaşan hiyerarşiler yardımıyla, modern yönetim paradigmasını yerinden ediyorsa? Bu durumda, egemenliğin modern biçimleri artık mesele olmaktan çıkmıştır ve özgürleştirici gibi görünen postmodernist ve post-kolonyal stratejiler yeni yönetim stratejilerine kafa tutmak bir yana, tam da onlarla çakışacak ya da farkında olmadan onları conatus sağlamlaştıracaktır! (2000: 137-8) Bunlar, kötü bir analitik ve eleştirel sonla biten, kavgacı sözcüklerdir. Hiç kuşku yok gibi görünüyor: modern egemenlik, bütün baskısı ve dehşetiyle yok oluyor ve onunla cesaretle boğuşan bütün eleştirel yöntemler de çoktan yok oldu ya da en kötü ihtimalle kapitalist İmparatorluğun, yeni, melez ve esnek oluşumlarına yardakçılık peşinde. Böyle bir durumun oluşmasının sebebi, dünya pazarının, “ulus-devletin sınırlarını” ve bu sınırlarla birlikte modern egemenliğin istikrarlı düzenlerini ve hiyerarşilerini “yapısöküme uğratmaya eğilimli olmasıdır”. (2000:150) “Postmodernistler”, diyorlar, “halen eski düşmanlarının gölgesiyle savaş halindeler: Aydınlanma ya da egemenliğin gerçekten modern biçimleri ve onun farkı ve çeşitliliği, Aynı ve Öteki arasındaki tek bir alternatife ikili indirgemesi’: Sınırlar arasındaki farkların serbest oyunu ve melezliklerin olumlanması, sadece iktidarın özellikle özsel kimlikler, ikili bölünmeler ve istikrarlı karşıtlıklar aracılığıyla hiyerarşi kurduğu bir bağlamda özgürleştiricidir. Bugünün dünyasındaki iktidar yapısı ve mantığı, postmodernist fark politikalarının “özgürleştirici” silahlarına tamamen duyarsızdır. Aslında, İmparatorluk da egemenliğin modern biçimlerini yok etmek ve sınırlar arasında oynamak için farklar kurmakla meşgul. (Hardt ve Negri 2000: 142). Emperyal küreselleşmenin, farklılıklar ürettiği ve farklardan yararlandığına dair açıklamalarını, biyopolitik ve disiplinci sermayenin sömürüsüne karşı bildiğimiz ırkçılık-karşıtlığının ya da melezliklerin kutlanmasının eleştirel araçlar olarak işe yaramadığı yönündeki uyarılarını önemsemek gerekiyor. Fakat İmparatorluğun modern egemenliği ortadan kaldırmaya meylettiğini söylemeleri, üstbelirlenimli ve yanıltıcı. Neoliberal küreselleşmenin, “ulus devletin sınırlarını yapısöküme uğrattığı” doğrudur, fakat ontolojisini değil. İmparatorluğun İkinci Dünya 87 Savaşı’ndan sonraki oluşumunu ele alın. Devasa askeri harcamaları, stratejik çatıma düzeyleri ve içteki baskılarla bütünleşen, Soğuk Savaş antikomünizminin katı, korku saçan ontolojileri, 1950’den 1989’a kadarki Amerika, Avrupa ve Asya’nın geniş birikim hareketlerinin merkezinde duruyorlardı. “Demokrasi” ve “Komünizm”, “Kendi” ve “Öteki” arasındaki katı ve zorlayıcı ayrım, Öteki’nin Aynı’nın içinde ideal bir şekilde çözündüğü Hegelci gelişim ve ilerleme söyleminin içine geçmişti. (Burke 2001: 97-127). Vietnam’la ilişkilerin normalleşmesi, (ki, bu ilişki herkesçe bilindiği gibi, yabancı sermayenin Vietnam’ın ve Çin’in sosyalist pazarlarına, yeni “emperyal” hareketlerle girmesinin peşi sıra oldu), Endonezya politikalarının (oldukça sınırlı) liberalleşmesiyle kısmen bozulan bu gibi ontolojiler, Güneydoğu Asya ve bunun da ötesinde Kamboçya anlaşması ve Suharto’nun düşürülmesiyle devam etti. Erken 1990’lardan, 11 Eylül 2001’e kadar bir süre içinde, küresel bir ikili çatışma, daha yerel ve bölgesel çatışmalara doğru yöneldi: Körfez Savaşı, Balkanlar, Çeçenistan, ilk İntifada, Kamboçya ve Burma’daki iç savaş; Kürtlerin, Tibetlilerin bastırılması, Doğu Timor ve Aceh, Endonezya’daki 1998 ayaklanmaları. Yine de bu çatışmalar kesinlikle, modern egemenliğin ve onun hain, güvenlik takıntılı ontolojisinin henüz bitmediğinin ispatıdır. Nitekim sermayenin “istikrar” için sürekli olarak güçlü devletlere dayanması, işgücünün kontrolü ve yağ ve maden ocaklarının güvenliği, modern egemenlikle ilintisiz değildir. Günümüzde ise, küresel politik bedenin giderek daha geniş bölümlerine yayılan ve modern egemenliği en kötü şekilde pekiştiren “özgürlük” ve “terör”, “medeniyet” ve “şeytan” arasındaki büyük ikili çatışma geri dönmüştür. Sanıyorum ki Hardt ve Negri’nin tezleri, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezinden kırılarak yansıyıp, “demokratik barış” teorisini bir bütün olarak yutmaya dayanıyor: “Egemen iktidar”, diyorlar, “artık ne kendi Öteki’siyle, ne de kendi dışarısıyla karşılaşacak, fakat bütün dünyayı kendi mülkü haline getirmek için, sınırlarını daha da Hangisi daha tehlikeli: Sermayenin istikrarsız gaspı mı yoksa modernitenin şiddete dayalı ontolojisi mi? Bunlar ortak ve birbirine geçmiş tehlikeler değil midir? ilerleterek genişletecek” (2000: 189). Fukuyama’nın dünyayı (demokratik barışın saltanat sürdüğü) “tarih-sonrası” dünya ve (savaş ve çatışmanın sürdüğü) “tarihsel” dünya olarak böldüğü yerde, Hardt ve Negri “minör ve içsel çatışmaların” olduğu bir dünya tanımlıyorlar. “Emperyalist, emperyalistler arası ve anti-emperyalist savaşlar bitti” diyorlar; artık sadece iç savaşlar, polis faaliyetler ve “minör ve belirsiz krizlerin hızla çoğaldığı... bir hep-kriz var” diyorlar. (Fukuyama 1992: 245-65, 276; Hardt ve Negri 2000: 189). Bu görüş, bahsettikleri “minör ve belirsiz krizler”in hem ölçek, kaybolan hayatlar ve politik önem açısından hem de bunlarla birlikte bunlara karı gelebilecek kuramsal izlekler açısından yıkıcı gücünü azaltıyor. “Postmodern” teorinin, uluslararası ilişkiler disiplinine ithalatının altını çizerken, daha önceden bu disiplinin “başıbozuk ve kontrolsüz uluslararası hareketlerin, akımlarına vurgu yaparak ve yönetici güçlerin sınırlarını yapısöküme uğratarak devletlerin egemenliğine karşı gelmeye” çalıştığını kabul etmelerine rağmen, halen (ve hatalı bir şekilde), bu bilimin modern conatus 88 egemenlikle bir ölüm kalım mücadelesine sıkıştığını düşünüyorlar. (2000: 141-2). Örnek olarak, David Campbell’in (1998), National Deconstruction (Ulusal Yapısöküm) adlı, Bosna-Hersek’teki çatışma ve egemenliğin iç içe geçmesi üzerine çalışması, kesin bir şekilde, egemenliğin bitişi ya da ilgisiz kalması gibi varsayımların tehlikelerini gösteriyor. Campbell, hem egemenliğin hem de toprak temelli kimliğin indirgemeci söylemlerinin etnik temizliği nasıl sürüklediğini ve uluslararası tepkileri nasıl zayıflattığını gösteriyor. Egemenliği ve demokrasiyi, Derridacı yapısöküm ve Levinasçı etik üzerinden yeniden eleştirel olarak düşünmeye çalışması, bunun gibi bir felaketin yeniden ortaya çıkmasını engelleyebilmek için çok değerli araçlar sunuyor. İki bin ölü, BM aşağılamaları, Yugoslavya’daki belirsizlik ve Kosovo savaşı, bütün bunlar, “minör” olmaktan çok uzak bir kriz içinde bulunan egemenliğin, çok vahşi ve tümüyle güncel sebatının miraslarıydı. Bu - modern egemenliğin gerçeklikten silindiği ve anti-modernist düşüncenin modasının geçtiğini iddia eden – teorik, çift-hareketin sorgulanmasını gerektiren iki etkisi var. Birincisi, pes etmeden, sermayenin yersiz yurtsuzlaştırıcı hareketini aynen taklit edip, onu kırarak kendi lehine çevirebilecek yeni bir politik özneyi, “çokluk”u, tasavvur etmesi; ikincisi ise yeni bir yönetim tarifini, “İmparatorluk”u en acil politik görev olarak zorlaması. Ayrıca gayet haklı olarak, bu yeni öznenin, böyle bir amaca ulaşmak için yeterince olgun olup olmadığını, egemenliğin ve kimliğin modern teknolojilerinin devam edenişleyişinin, bunun ortaya çıkışını engelleyip engellemediğini sorabiliriz; benzer bir şekilde, çokluk’u özgürleştirmek için modern egemenliği eleştirmeye ve onun öznellik üzerindeki hakimiyetine, şiddetine ve küresel sermayeyi olanaklı kılan karmaşık ilişkilerine karşı savaşmaya devam etmeye ihtiyacımız olup olmadığını da sorabiliriz. Ancak o zaman William Connolly’nin ironisini idrak etmeye başlayabiliriz: “Küresel sermaye arttıkça, devlet vatandaşların bağlılıkları ve hareketleri konusunda conatus daha da agresifleşir” (1995: 135). Kısacası, ereksel metafor yanlıştır. Bedensel mekansal amaçlara sahip emperyal ve modern ontolojinin stratejik biraradalığı açısından düşünmeliyiz: bedenlerin kontrolü ve üretimi, sermayenin dolaşımı ve sömürebilmesi için zorunlu (ama her zaman göbek bağıyla bağlı olmadığı) bir tamamlayıcı olarak toprak ve mekan. Taktiksel Egemenlik: Suharto sonrası Endonezya Günümüzdeki Endonezya, kuşkusuz İmparatorluk’un en keskin örneklerinden birisini sunuyor, ama bu aynı zamanda, egemenliğin sebatının örneklerinden birisi. 1990’larda sermaye piyasalarını açmaya zorlanan ve uzun zamandan beri (Endonezya Danışma Gurubu Yardım Konsorsiyum’una başkanlık eden) Dünya Bankası’nın liberal kalkınma tavsiyelerinin etkisi altında, 1990’larda, çoğunluğu, mülk ve hisse senedi piyasası spekülasyonları ile Suharto ailesi ve yakınlarının yolsuzluk işlerine akıtılmış on binlerce milyarlık kısa dönemli sermaye akışı oldu. Döviz spekülasyonları, rüşvetler ve politik krizlerle karmaşık karşılıklı ilişkiler içinde, sermaye hesaplarının bu kadar serbestleştirilmesi, 1997-8’deki korkunç çöküşün başlıca nedeniydi (Robison vd. 2000; Bello vd.. 2000). Bu “Asya” krizinin ardından, Uluslararası Para Fonu (IMF) bütün ekonomik politikasının dolaylı kontrolüne yol açan bir programla, Endonezya devletinin egemenliğini ağır bir şekilde yok saydı. 89 Bunu düşünerek, egemenliğin ortadan kalktığı sonucuna varmamız mazur görülebilir. Buna rağmen, IMF, Endonezya devletini iflas etmiş özel bankaları -işlemeyen borç hizmetlerini ve çoğunluğu yığınla değersiz menkulden oluşan varlıklarını ve borçlarını üstlenerek- kefaletle serbest bırakmaya zorlayarak eşzamanlı olarak aynı egemenliği talep edip kullanıyor. IMF’nin “kefaletle serbest bırakma” paketleri ve batmış bankalar için tahvil çıkarılması yoluyla, bunun gibi borçlar, şu anda 154 milyar Amerikan dolarına varıyor ve kapatılabilmesi için, sağlık ve eğitim alanındaki harcamaların ve desteklerin azaltıldığı koşullar altında ulusal bütçenin %51’ine, ihtiyaç duyuyor. (Winters 2000; Robison ve Rosser 2000’ Higgott 2000; Burke 2001b). Bu kefaletle serbest bırakma işlemi, Endonezyalı iflas etmiş zenginlerin, borç yüklerinin sosyalleşmesine ve menkullerin eski sahiplerine geri verilmesi umuduyla satılmasını engellemek için mücadele eden Endonezya Banka Yeniden Yapılandırma Örgütü’ndeki (IBRA) varlıklarını karantina altına alabilmelerini sağladı (Caragata 2001). Söylemeye bile gerek yok; bu durum inanılmaz bir sıkıntı ve sefalet yarattı ve daha da ötesinde, zaten marjinalleşmiş bir nüfusu haklarından mahrum etti. Egemenliğin bunun gibi bağlamlarda, iktidar için yaratılmış -buradayken yürürlükten kaldırılmış, oradayken tahrik edilmiş, harekete geçirilmiş, gözlerden sakınılmış ve kendi sayısız, idaresel, ekonomik, kültürel, mekansal ve politik potansiyellerini yeniden keşfetmiş- “stratejik bir tutacak”tan daha az güvenlikli bir ontolojik politik organ mı yoksa politik otorite ve aktörlüğün sabit bir mevkisi mi olduğunu düşünebiliriz. İşte bu, egemenliğe atfedilen ekonomik özerkliğin ve otoritenin kaybına işaret eden bir bulgudur, ama aynı zamanda da, iç ve uluslararası sermayeyi olanaklı kılan hukuki yapının devamlılığının kaybına; başka bir deyişle, sadece sınıflar ve sosyal gruplar arasında değil, şirketler ve sermaye sektörleri arasında da bulunan taktiksel çekişme bir mekanı olarak egemenliğin varlığına işaret eden bir bulgudur. Batı bankaları ve yatırımcıları adına IMF tarafından uygulanan emperyal “egemenlik”, sermaye ve emeğin çok önemli bir yasallaştırıcı, yönetici ve kanalize edici unsuru olmaya devam eden devletlerin modern egemenliklerine dayanıyor. Bu, “İmparatorluk”un o en temel belirtisinin, küresel finansın liberalleşmesinin sağlanmasında devletin ön açıcı rolüne vurgu yapan, uluslararası politik ekonomi alanındaki bilim adamları tarafından fark edilmiş durumdadır. Jeffrey Frieden bize “politik onayın, geçmiş otuz yılın finansal bütünleşmesini mümkün kıldı”ğını hatırlatırken, Susan Strange, “pazarlar, devletin otoritesi ve izni altında var olurlar” diyor. (bkz. Beeson ve Robison 2000: 17; Helmer 1994: 2; George 2000). Endonezya, aynı zamanda, egemenliğin günümüzdeki krizinin merkezindeki paradoksu, ekonomik özerkliğin (çoğu kez isteyerek ve bilerek) kaybedilmesinin nasıl da ulusal bütünlüğün, güvenliğin ve kimliğin teritoryal, baskıcı görüntüsü üzerinde ısrar etmekle eşleştiğinin iyi bir örneğidir. Connolly’nin de değindiği gibi, “politik hareketler, ekonomik işlemler, çevresel tehlikeler, güvenlik riskleri, kültürel iletişimler, turist gezileri ve bulaşıcı hastalıklar, gittikçe artan bir hızla küresel boyutlara ulaşıyorken, devlet demokratik sorumluluğun, kolektif özdeşleşmenin, güvenliğin ve tehlikenin kamusal tanımlarına daha sıkı sarılıyor” (1995: 135). “Demokratik” geçişe rağmen, Endonezya halen, sayısız şekiller almış olan Ötekileri tehdit etmeye yönelik güvenlik politikaları uyguluyor: 1999 ayaklanmalarındaki Çinli mağdurlar, Doğu Timor’un “nankör” Katolikleri, Maluku’nun Hristiyanlari, Aceh’liler ya da Batı Papualılar. Bazı bölgelerin güvenliği için daha fazla özerkliğe sahip olmasına önayak olmak için bazı dikkate değer çabalar olmasına rağmen, Endonezya Ordusu’nun (TNI) sert “güvenlik yaklaşımı” halen devam ediyor. Endonezya Ordusu’nun, Doğu Timor’daki askeri şiddete desteği, kitlesel yıkımı ve uluslararası müdahaleyi körükledi; 1999’dan beri yaklaşık bin sivil öldü ve ordu Maluku’daki dinci şiddete bile bulaştı. (Burke 2001b; ICG 2000: 18). Bu ironik durum varlığını kesin olarak, 2001’deki iki olayla gösterdi: Endonezya Parlamentosu iki conatus 90 hafta içinde Batı Papua için yeni bir özerklik kanunu çıkardı ve yerli lider Theys Eluay, Endonezya Özel Güçler Komutası tarafından öldürüldü. Endonezya ordusu, bir önceki yılki politik müdahalesini tekrar ederek, Ağustos 2002’de, daha “sert” bir askeri harekata maruz kalma riskini kabul etmesi ya da bağımsızlığından vazgeçmeyi seçerek özerklik paketini kabul etmesi için Aceh Direniş Ordusu’na ültimatom yolladı. Son tarihleri 7 Aralık, Doğu Timor’un istilasının yıldönümü. (Greenless 2002; Sukma 2002) Endonezya, küresel pazar lehine kendi egemenliğinden kan kaybeden bu devlet, eş zamanlı olarak “ulusal birlik”ini daha sert bir şekilde ilan ediyor. Bunu yaparken de, her zaman “bilinmeyenin ötekiliğini kendine mal etme ve ele geçirme”den farklı olması gereken başka bir kimlik modelini, başka bir biraradalık şeklini, başka bir politika şeklini tasavvur edememe beceriksizliğini daha ve daha aşağılık bir şekilde gösteriyor. Levinas’in dediği gibi: “Benim dünyada-olan-varlığım ya da ‘güneşteki yerim’... bunlar aynı zamanda, ezdiğim ve açlıktan öldürdüğüm öteki adama ait mekanlara zorla el koymam değil midir... bunlar, öldürmenin, soymanın, sürmenin, dışlamanın, tiksinmenin ifadeleri değil midir?” (Levinas in Hand 1999: 76, 82). Bu söz, benim için, politik bir önceliğin altını çiziyor. Hangisi daha tehlikeli: Sermayenin istikrarsız gaspı mı yoksa modernitenin şiddete dayalı ontolojisi mi? Bunlar ortak ve birbirine geçmiş tehlikeler değil midir? Neoliberal Egemenlik: Güvenlik ve Mülteci Kendi emperyal yıpranmasının ortasındaki egemenliğin zorla hakkını araması, sadece son yıllarda diktatörlükten çıkan üçüncü dünyalı güvenlik devletleriyle sınırlı değildir; hiç de ilgisiz olmayan biçimde aynı şey gelişmiş devletlerde de görülmektedir. Yirmi birinci yüzyılın soluğunda, bu durum, mülteciler hareketlerinde kendini gösterdi. Mültecilere gösterilen tavır ve davranışlar, İngiltere’de, Kıta Avrupa’sında ve Birleşik Devletler’de on yıldan fazla bir süredir conatus sertleşmekte. Fiziksel sınırların bütünlüğüyle ilgili endişeler (sermayenin sınırları tamamen yerinden edildiğinde) artıyor ve yönetimler, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu gibi yeni bölgesel kurumlar ve uzun vadeli uluslararası kanunlarla, bu kaygıları dindirmeye çalışıyorlar. (Mann 2001) Bu, en açık şekilde neoliberal hükümetin ekonomik küreselleşmeyi, botları geri püskürtmek için yapılan askeri operasyonlar, yasal süreçle ilgili sınırlamalar ve zorunlu alıkoyma gibi gittikçe daha da baskıcı hale gelen politikalar uygulayarak desteklediği, Avustralya’da ifadesini buldu. Avustralya’nın politikası, CNN’nin “Lanetlilerin Yolculuğu” (The Voyage of the Damned) filmi ile karşılaştırdığı Tampa adlı Norveç gemisiyle ilgili 2001 Ağustos’unda ortaya çıkan krizle birlikte dünya haberlerinde yer aldı; halbuki birçok alıkonma merkezindeki dayaklar, protestolar, kendini sakatlamalar, intihar ve psikolojik travmalar üzerindeki tartışma bir süredir devam ediyordu. (Mares, 2001; Docker, 2002; Perera 2002; Burke 2001c). Kasım 2001’deki genel seçimde, Howard hükümeti, tekrar koltuğa oturabilmek için istiladan duyulan tarihsel ve ırkçı endişelere ve Anglo-Keltik kültürel bütünlüğe yaslandı. Amerika’nın Küba ve Haitili mültecilere karşı kullandığı daha önceki uygulamaları ileri götürdü ve devam ettirdi. Mülteci akımları militerleşti ve güvenlik konusu haline getirildi, “sadece devlete değil, ev sahibi toplumun kimliği ve güvenliğine karşı bir tehdide dönüştürüldü” (Ceyhan ve Tsoukala 2002; Bigo 2002). Öteki’nin, Yabancı’nın şeytanlaştırılması ve sadece vatandaş olmadıkları için hapsedilmeleri ve cezalandırılmaları, modern egemenliğe içsel yönetimselliğin ve biyo-politikanın, şu anda kızgın halk kitlelerinin idaresi ve küresel akışların kontrolü için kullanılmakta olan genel aygıtlarının bir parçasıdır. Eğer, McKenzie Wark’ında bahsettiği gibi, “göç aşağıdan küreselleşme” ise, onun baskıcı güvenliği yukarıdan küreselleşmenin imtiyazlarını korumayı amaçlar. (Dillon 1999; Wark in Burke 2001a: xviii). 91 Mülteciye karşı baskıcı bir şekilde yeniden hortlayan egemenlik, neoliberal yeniden yapılanma içinde egemenliğin çözülmesi ve neoliberal hükümetlerin küreselleşmenin kaybedenlerinin yaşadığı somut zorluk ve güvenliksizliğin sorumluluğundan kaçmasının mükemmel bir yolu olarak, kalıcı kitlesel işsizlik üzerinde ısrar etmesiyle mutlak olarak bağlantılıdır. Bu durum, neoliberalizmin bütün sorumluluğunu taşıdığı, Zygmunt Baumann tarafından analiz edilen, “sürekli ve indirgenemez” postmodern belirsizliğin kasıtlı bir şekilde yerinden edilmesi anlamına gelir; John Howard’ın Avustralyalılara güvenlik hissi ve “ev” vaat ettiği sorunlu bağlam, çok gerekli gördüğü küreselleşme için teşvik edilmiş baskıcı ama nafile bir her derde deva ilaçtır. (Bauman 1997: 21-5; Allon 1997; Burke 2001a: 181-197). Kanımca, bu durum, Hardt ve Negri’nin “modern egemenliğin aşkınlığının... sermayenin içkinliğiyle çatıştığı” konusundaki ısrarlarıyla çelişmekte ve kapitalist iktidarı politik hareket ve direncin en büyük odağı olmasına ilişkin geleneksel Marksist ısrarlarını sorgulatmaktadır. (“Üretim alanı”nın ve emek gücünün “insan-sonrası” gelişiminin önceliğindeki ısrarları, Komünist Manifesto’da yer alan “bütün toplumların şimdiye kadar ki tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” sözünün bir çeşit postmodern bir yankısıdır). (Hardt ve Negri 2000: 327, 217; Marx ve Engels 1996:1). Foucault’nun da birden çok kereler önerdiği gibi, modernitenin, biyo-politikanın, egemenlik ve sermayenin tarihsel karşılılıklı ilişkilerini, sorunsallar olarak karşılıklı ilişkilerini ve modernitenin eleştirel politikalar için benzersiz bir mekan sunan önemli statüsünü vurgulamak isterim. Bir “zaman” olarak ya da sadece emek gücünün yabancılaşması ve bastırılması değil aynı zamanda alıkoyma merkezlerini, hapishaneleri, ölüm kamplarını, etnik temizlikleri, karşı ayaklanmaları, nükleer silahları ve uzaktan öldürmeleri beraberinde getiren politik bir oluşum olarak modernite. (Foucault 1978: 141, 1991: 218-221; modernite hakkında bkz. Bauman 1991, 1989). Burada “disiplinci” bir konumdan yazıyorum. Eleştirel uluslararası bir kuramcı için, egemenlik politik bir problem olarak, yalnız İmparatorluğa doğru geçişiyle ya da yürürlükten kaldırılmasıyla değil, uluslararası ilişkilerdeki merkezi normatif statüsünün sürekliliği yoluyla da ortaya çıkar. Bu basit bir nostalji değil - devlet idaresi ve stratejisinde, egemenlik, modern ontolojinin zehirli topraklarından kendini besleyen kimliğin ve güvenliğin doğuştan vahşi görüntüleriyle ilintili olarak kalır. Örneğin, Jim George’un “batı modernitesinin temel felsefi öncülleri üzerine daha eleştirel ve daha derin düşünülmesi’ uyarısının altında bu gibi gerçekler yatıyor. (1994:9). Neoliberal devletler, İmparatorluk kuruluşunda dolap çevirdikleri gibi, devletin ontolojik önceliği ve meşru güç kullanımı üzerindeki tekelde - birçok şekilde mültecileri tutuklama ve sürme, Siyah Amerikalıları hapse tıkma, yerli insanları evsizleştirme ve ayrılıkçı hareketleri, yani ulusa karşı oluşmuş olan en şeytani tehdide karşı “karşı ayaklanma”yı yürütme tekelinde – ısrarlarını sürdürürler. Hobbes’un devletin devamlılığı için öngördüğü kurucu koşullara karşı, habis ve çağdaş bir güç: “Uyum, Sağlık; İsyan, Hastalık; ve İç Savaş, Ölüm.” (Hobbes 1985: 81; ayrıca bakınız Campbell 1998, Campbell ve Shapiro 1999). Böyle bir bağlamda, Güvenlik alaycı bir şekilde, Ötekinin acı çekmesinin ve güvensizliğinin gerekliliğine dayanır. Savaş durumu, öldürme ve çatışma, sermayenin zorunluluklarından ziyade (her zaman var olmalarına karşın) kendi varlığına tehdit oluşturana karşı mutlak bir çare bulmaya çalışan ve ötekilikle birarada varolmayı reddeden bir ontolojinin mantığı tarafından yönlendirilirler. Bu durum, Filistin’in muhalefeti ve terörizmle karşılaştığında İsrail devletinin daha aşikar bir şekilde şiddet içeren stratejisi gibi Howard Hükümeti’nin, mültecileri alıkoyma ve askerle ülke dışına atma “caydırıcılık”ı için de geçerlidir. Bu tür güvenlik tahayyülleri, “bilginin ve varlığın mutlak bağlılığı” denen modern rüyasını gerçekleştirmek umuduyla, ontolojik gerekliliği, pozitivist epistemolojiyi, “realist” ahlakı ve araçsal bir teknoloji tahayyülünü biraraya getirdi. (Levinas conatus 92 in Hand 1991: 76-78). Bu tarihi durum henüz geçmedi, alacakaranlıkta değil; İmparatorlukla birarada var oluyor ve onu mümkün kılıyor, onun geçici çekimini engelliyor, sermayenin küresel egemenliğine karşı zorunlu görevin hem bir parçası hem de eki olan kendi politik kaçınılmazlığını yaratıyor. Egemenlik Savaşı: İsrail ve Filistin Son bir örnek olarak modern İsrail, egemenliğin yok olmadığının kanıtıdır. İsrail ve Filistin arasındaki ölüm kalım savaşı, özellikle, ulusal güvenlik devletini, teritoryal ve dini kimliği ve şiddeti iç içe geçiren, egemenliğin ontolojisinin sürekliliğiyle sağlandı. Daha sert olan Likud’un taklitçisi Benjamin Netanyahu’nun gölgesinde kalmasına rağmen, sertliğinden taviz vermeyen Ariel Sharon’un seçilmesiyle başlatılan çatışmanın en kötü halleri, intihar saldırılarıyla, suikastlarla ve Filistin otoritesini yok etmeyi hedefleyen acımasız İsrail Savunma Gücü’nün (IDF) operasyonlarıyla yeniden ortaya çıktı. Bunlar, Nisan 2002’deki “Koruyucu Kalkan Operasyon”u ve mülteci kamplarının ve şehirlerinin bombalanmasını, toplu tutuklamaları, işkenceyi, Filistinli “militan”ların seri infazlarını, ateş açmalarını ve ev imhalarını getiren, Filistin’in egemen olduğu yerlerin IDF tarafından işgali ile doruğa ulaştı. Bu durum, Nablus’ta, Cenin’de ve Ramallah’ta, intihar bombacılarının masum İsrail hayatlarını yok edebilme güçleri üzerinde çok az etki yaratabilen, yüzlerce ölüme neden oldu. (Goldenberg 2002a, 2002b, 2002c; Beaumont 2002a, 2002b; Sayigh 2001). Amerika’nın jeostratejisiyle uzak ve karmaşık bağını göz ardı edersek, emperyal sermayenin ihtiyaçlarının bu çatışmada çok küçük kazanımları oldu. Bu; kimliğe, egemenliğe ve sınırlar üzerinde bir savaştır: sadece Arap ve Yahudi arasında olmayan, aynı zamanda Yahudilerin kendi aralarında da, Siyonizm ve İsrail kimliğinin değişik görünümleri arasında da bir savaş. Bu çatışma içindeki olayların içinde sorular sürekli aynıdır: Arap ve Yahudiler nasıl İsrail vatandaşlığına ve kimliğine uyarlanabilinir? “Yahudi” ne demektir? İsrail’in sınırları nerelerdir ve conatus İsrail’in varlığı, Filistin’in varlığı ya da daha doğrusu Filistinlilerin kendileri ile uyum sağlayabilir mi? (Ben-Porat 2000; Nasser-Eddine 1996). Kısacası, bu çatışmanın tam merkezinde varoluşsal güvenliğe ve İsrail’in bütünlüğüne ve birliğine dair kaygılar yatıyor ve bu şiddetin ışığında İsrail’in sağcı yapılarının daha da güçleniyor olmasından endişe etmeliyiz. Merkezden ve sağdan birçok nüfuzlu insanın katıldığı, 2000 yılında İsrail güvenliğiyle ilgili yapılan bir konferansta da belirtildiği gibi: “İsrail’in varoluşsal tehlikeler yaratan gelişmelerle hemen alakadar olması lazım. Karşılaşmadan kaçmak ya da onu yok saymak Siyonist girişimden feragat etmektir.” Herzliya Konferansı’nda, Arap doğum oranlarıyla ilgili endişeler de beyan edildi ve bu tür “jeo-demografik” tehditlerin İsrail’e Yahudi göçüyle engellenmesi, Filistin çatışmasının Yahudi çoğunluğunu sağlayacak şekilde çözülmesi, başka bir deyile evsiz kalan Filistinlilere çok az ya da hiç “geri dönme hakkı” tanınmaması, “yeşil hat”tın ötesindeki Yahudi yerleşimlerinin ilhakı, “İsrail’i ikiye bölebilecek komşu bir Arap çoğunluğu önlemek” için Celile, Jezreel Vadisi ve Negev gibi “demografik olarak problemli bölgelerde Yahudi yerleşimlerinin cesaretlendirilmesi” savunuldu. (Herzliya 2001). Çatışma için en geçerli çözüm – “iki devletli çözüm”- halen modern egemenliğe ait bir sorundur, ama böylesi bir çözümün ne kadar sert ve ontolojik olarak uzlaşılmaz olduğu temel sorusuyla karşı karşıyayız. Bu çözüm farklılığa nasıl izin verebilir, bir çeşit adalet duygusunu nasıl sağlar ve biraradalığı nasıl geliştirir? (Pundak 2001; Said 2000). İdeal olanı, Filistin sınırlarının, Daha Büyük İsrail rüyasının ontolojik kapsamından kurtulmasıdır, ama Herzliya konferansı, İsrail içinde Filistin devletinin kurulmasına izin verilip verilmemesi ve eğer kurulacaksa “demografik tehdit”e karşı İsrail’i korumak için Filistin topraklarının bir kısmının kalıcı olarak ilhak edilmesinin yollarının aranıp aranmayacağı konusunda derin ayrılıkların olduğunu ortaya koydu. (Herzliya 20001). Nisan 2002’de, Likud, herhangi bir Filistin devletini asla kabul etmemek 93 lehinde oy kullanırken, Filistinliler de muhtemelen böyle bir uzlaşmaya razı değillerdi ve dolayısıyla şiddet devam etmek üzere daha da pekişti. Barış, çok kayıplarla elde edilebilecek bir uzlaşma olabilir: Daha Büyük İsrail için oluşmuş olan kaybedilmiş toprakları geri alma arzusu bir gün uzlaşma masasında mağlubiyete uğratılabilirse de Filistin ulusu nefret ve adaletsizlik kazanında boğulurken, Siyonist devletin dışlayıcı ontolojik görüntüsünün – demir perdesinin arkasında güven (ya da güvensizlik) içinde- inatla var olacağına dair herhangi bir kuşkuya düşmememiz lazım. (Erlanger 2002; Shlaim 2000). Egemenliği Aşmak: Çokluk İçin Bir Etik Bütün bu örnekler –11 Eylül, Endonezya krizi, mültecilerin güvenliği ve İsrailFilistin savaşı- sadece egemenlik ve sermayenin aralarındaki ilişkiye dair bir tanı koymakla kalmıyor, aynı zamanda emperyal sömürüyle olan ön açıcı ilişkisi ve kendi şiddetine karşı koyabilmesi için egemenliğin politik ve özneleştiren gücünün nasıl çözülebileceği ya da dengelenebileceğiyle ilgili sorular sorduruyor. İşte burada Hardt ve Negri’nin, “çokluk” kavramları postmodern etikle aynı kefeye konulabilinir. Birçok açıdan, çokluk hakkındaki görüşleri – “her tür egemen iktidarın kalıntısından, İmparatorluğun her türlü ‘uzun kol’undan ayrı’ insanlığın uçsuz bucaksız bir elbirliği hareketi, her türlü hak ve hukuk biçimine göre, içerilemez bir güç ve değer fazlası– bir gerçeklikten ziyade, olanakları birçok alanda ve mücadelede görülebilen bir arzunun politik imasıdır. Yine de bu toprağa bağlı olmayan, ulusötesi insan devasalığının, İmparatorluğa karşı gerçekten küresel bir direniş oluşturabilme araçlarını halihazırda elinde bulundurduğunu çok erken söylediler. (2000: 398-99). Sadakatin ve sempatinin biçimlerini, emeğin ve göçün dolaşımını kontrol etmek için çabalayan İmparatorluğun, baskıcı mekanizmalar kullandığını kabul ediyorlar. Ne yazık ki bu operasyonların habis güçlerini, zayıf bir umutla Savaş durumu, öldürme ve çatışma, sermayenin zorunluluklarından ziyade kendi varlığına tehdit oluşturana karşı mutlak bir çare bulmaya çalışan ve ötekilikle birarada varolmayı reddeden bir ontolojinin mantığı tarafından yönlendirilirler önemsemiyorlar: “Çokluğu bastırma çabaları, onun gücünün gerçekten paradoksal ve tersyüz edilmiş belirlenimleridir’. (2000: 399). Benim korkum, birçok çatışmada ve yerde olduğu gibi, çokluğun kaotik ve nefretle dolu bir dağılmaya götüren egemenlik, kimlik ve ayrımcılık politikaları tarafından engellenmesi olasılığıdır. Bu politika, sömürülmüşleri birbirinden ayırır, devletlerin kontrol edebildiği ve düzenlediği bir istikrarsızlığı büyütür ve yönetişimin neoliberal şablonları (hem ulusal, hem de uluslararası seviyede) sağlayan ve güvence altına alan dinamik rıza yapılarını desteklemek için orta ve işçi sınıfı öznelliklerinin kontrol altında tutulmasını sağlar. Eğer çokluğun, “küresel vatandaşlık” üzerine temellenmiş, “yeni bir kartografi”si etkili bir şekilde ortaya çıkacaksa, kimliğe, hapsedilmeye, egemenliğe ve şiddete fırsatını bulduğu her yerde conatus 94 yumruk indirmelidir. İşte burada, Heidegger’in, Derrida’nın ve Levinas’ın yapısökümcü geleneğinden gelen postmodern etik, çözümün bir unsuru haline gelebilir. Mültecilerin durumu, Filistin’deki şiddet, etnik temizlik, terör ve karşı terör, cezalandırma ve bölme arzusu - bu durumların hiçbiri kimlik hakkında düşünme, anlatma ve kullanma biçimlerimizde ciddi bir dönüşüm olmadan çözümlenemez. Bütün bu çatışmalar, bir etiğe çağrı ve Öteki sevgisiyle yeniden düşünülmelidir. Bu gibi düşünürler, sadece hınçla beslenen, düşman ve hapsedilmiş kimlikler arasında müzakerelere değil, Julia Kristeva’nın “içimizdeki yabancılık” ve Levinas’ın “naif inadımın dikkatsiz kendiliğindenliğini sekteye uğratan, benim Öteki’nin ölümü karşısındaki koşulsuz sorumluluğum demek olan hakkım meselesi” dediği şeyin kabulüne dayalı bir uzlaşma ve bir arada var olma ilişkisi için çağrıda bulunuyorlar. (Hand 1999: 86, 294). Haziran 2001’de, bir Yahudi tarafından vurulan ve organları, daha sonra, ailesi tarafından, İsrail organ değişim sistemine bağışlanan Filistinli Mazen Joulani’nun durumunu düşünün. Kalbi şu anda Yahudi bir adamın bedeninde atıyor (Sydney Morning Herald, 2001). Böyle bir cömertlikten sonra, kim Arap, kim Yahudi kalır? Kurduğu etik teorisinin, bundan daha umut dolu bir ispatını Levinas’ın kendisi bile yazamazdı. İronik olan şu ki bu büyük düşünür, Siyonizmin Filistinliler’e karşı etik görevini asla tam olarak kabul edemedi, onları kendi “öteki”si olarak asla kabul etmedi, bu yüzden düşünceleri hiç bu kadar gerekli olamazdı. (Campbell 1998: 179-80). Burada tartıştığım hiçbir durum bu zorunlulukla çatışmıyor. Lübnan, Çeçenistan, Bosna, Kosova, Doğu Timor, Ruanda, Kamboçya, Tibet, Kürtler, Sri Lanka, Afganistan - bunlar modern egemenliğin, militerleşmekle, şiddetle, istikrarlılıkla ve bütünlükle ilgili takıntıları sayesinde ortaya çıktı. İşte bu yüzden etik ve yapıbozum halen çok önemli: egemenliğin sapkın sebatını anlamak, ona direnmek ve onu dönüştürebilmek için, en düzgün söylemleri bize öğrettiler. Anthony Burke, The Perverse Perseverance of Sovereignty, Borderlands, c.1, sayı 2, Aralık 2002. Referanslar Allon, Fiona (1997), “Home as Cultural Translation: John Howard’s Earlwood”, Communal/Plural, No. 5. ________ (2000), “Nostalgia Unbound: illegibility and the synthetic excess of place”, Continuum: Journal of Media and Cultural Studies, Vol. 14, No. 3: 275-287. Anderson, Benedict “Indonesian Nationalism Today and in the Future”, New Left Review, May/June 1999, pp 3-17. Bauman, Zygmunt (1997), Postmodernity and Its Discontents (London: Polity). ________ (1998), Globalization: The Human Consequences (London: Polity). ________ (1991), Modernity and Ambivalence, London: Polity Press. ________ (1989), Modernity and the Holocaust, Ithaca: Cornell University Press. Beaumont, Peter (2002a), “We fight on, says defiant Sharon”, The Guardian Weekly, April 11-17: 1. _________ (2002b), “Not a massacre, but a breach of war’s rules”, The Guardian Weekly, April 25-May 1: 3. Beeson, Mark and Robison, Richard (2000), “Introduction: Interpreting the Crisis”, Richard Robison, Mark Beeson, Kanishka Jayasuriya and Hyuk-Rae Kim eds. Politics and Markets in the Wake of the Asian Crisis (London: Routledge). conatus 95 Bello, Walden, Bullard, Nicola and Malhotra, Kamal eds. (2000) Global Finance: New Thinking on Regulating Speculative Capital Markets, London: Zed Books. Ben-Porat, Guy (2000), “A State of Holiness: Rethinking Israeli Secularism”, Alternatives: Social Transformation and Global Governance, Vol. 25 No. 2, April-June: 223-246. Biersteker, Thomas J. and Weber, Cynthia eds. (1996) State sovereignty as social construct, Cambridge: Cambridge University Press. Brown, Dee (1991), Bury My Heart At Wounded Knee: An Indian History of the American West, London: Vintage. Bigo, Didier (2002), “Security and Immigration: Toward a critique of the Governmentality of Unease”, Alternatives: Global Local Political, Vol. 27 Supplement, February. Burke, Anthony (2002), “Aporias of Security”, Alternatives: Global, Local, Political, Vol. 27 No. 1, Jan-Mar: 1-27. ________ (2001a), In Fear of Security, Annandale: Pluto Press Australia. ________ (2001b), “Caught Between National and Human Security: Knowledge and Power in Post-Crisis Asia”, Pacifica Review, Volume 13, Number 3, October 2001, pp 215-239. ________ (2001c), “Epilogue: Sink the Tampa”, In Fear of Security, Annandale: Pluto Press Australia: 322-331. ________ (2000a), “Strangers without Strangeness: Ethics and Difference between Australia and the Indonesian New Order”, Communal/Plural: Journal of Transnational and Crosscultural Studies, Vol. 8 No. 2, pp 141-159. ________ (2000b), “Poetry Outside Security”, Alternatives: Social Transformation and Humane Governance, Volume 25 Number 3. Bush, George W. (2001) Address to a Joint Session of Congress and the American People, 20 September. <www.whitehouse.gov/news/ releases/2001/09/ 20010920-8.html> accessed 21 September 2001. Campbell, David (1998), National Deconstruction: Violence, Identity and Justice in Bosnia, Minneapolis: Minnesota University Press. ________ and Shapiro, Michael eds. (1999) Moral Spaces: Rethinking Ethics and World Politics, Minneapolis: Minnesota University Press. Caragata, Warren (2001), “One lousy job”, Asiaweek, 16 February. Ceyhan, Ayse and Tsoukala, Anastasia (2002), “The Securitization of Migration in Western Societies: Ambivalent Discourses and Policies”, Alternatives: Global Local Political, Vol. 27 Supplement, February. Connolly, William (1995), The Ethos of Pluralization, Minneapolis: Minnesota University Press. Dillon, Michael (1999), “The Scandal of the Refugee”, in David Campbell and Michael Shapiro eds. Moral Spaces: Rethinking Ethics and World Politics, Minneapolis: Minnesota University Press, pp 92-124. Docker, John (2002), “Untimely Meditations: The Tampa and the World Trade Centre”, Borderlands ejournal, Vol. 1 No. 1. <http:// www.borderlandsejournal.adelaide.edu.au/ vol1no1_2002/docker2. html> Economist, The (1995/6), “The Nation-State is Dead, Long-Live the Nation-State” , Editorial, 23 December-5 January. Erlanger, Steven (2002), “Likud vote not critical for Sharon”, International Herald Tribune, 14 May. <http://www.iht.com/ articles/57646.htm> Foucault, Michel (1991a), ‘Governmentality’, trans. Pasquale Pasquino, in Graham Burchell, Colin Gordon, Peter Miller eds. The Foucault Effect: Studies in Governmentality, London: Harvester Wheatsheaf. ________ (1983), “The Subject and Power”, in Hubert L. Dreyfus and Paul Rabinow, Michel Foucault: Beyond Structuralism and Hermeneutics, Chicago: University of Chicago Press. ________ (1988), Politics, Philosophy, Culture, ed. Lawrence D. Kritzman, London and New York: Routledge. ________ (1991b), Discipline and Punish: The Birth of the Prison, London: Penguin. ________ (1978), The History of Sexuality: An Introduction, London: Penguin. Fukuyama, Francis (1992), The End of History and the Last Man, London: Penguin. George, Jim (1994), Discourses of Global Politics: A Critical (Re) introduction to International Relations, Boulder: Lynne Rienner. George, Susan (2000), “A Short History of Neoliberalism”, in Bello, Walden, Bullard, Nicola and Malhotra, Kamal eds. Global Finance: New Thinking on Regulating Speculative Capital Markets, London: Zed Books: 27-35. Goldenberg, Susan (2002a), “Hungry, cold and under siege, the Palestinian leader defies Israel in the ruins of his realm”, The Guardian Weekly, April 4-10: 1. _________ (2002b), “Across the West Bank daily tragedies go unseen”, The Guardian Weekly, May 2-8: 3. _________ (2002c), “A wasteland stinking of corpses and cordite that was Jenin’s refugee camp”, The Guardian Weekly, April 18-24: 1. Gordon, Colin (1991), ‘Governmental Rationality: An Introduction’, in Graham Burchell, Colin Gordon, Peter Miller ed. The Foucault Effect: Studies in Governmentality, London: Harvester Wheatsheaf. Greenlees, Don (2002), ‘Can Kopassus get away with murder?’, The Weekend Australian, 31 August-1 September: 23. Hand, Sean ed. (1999), The Levinas Reader, London: Blackwell. Hardt, Michael and Negri, Antonio (2000), Empire, Cambridge, Mass: Harvard University Press. Helleiner, Eric (1994), States and the Reemergence of Global Finance: From Bretton Woods to the 1990s (Ithaca and London: Cornell University Press). Herzliya Conference on the Balance of National Strength and Security in Israel (2001), “Special Document” (Excerpts from conference report), Journal of Palestine Studies, XXXI, No. 1, Autumn: 50-61. Higgott, Richard (2000), “The international relations of the Asian economic crisis: a study in the politics of resentment”, in Richard Robison, Mark Beeson, Kanishka Jayasuriya and Hyuk-Rae Kim eds. Politics and Markets in the Wake of the Asian Crisis (London: Routledge). Hobbes, Thomas (1985), Leviathan, London: Penguin. International Crisis Group (2000), Indonesia: Keeping the Military Under Control, Jakarta/Brussels: ICG Asia Report No 9, September. Kristeva, Julia (1997), “Strangers to Ourselves” in Kelly Oliver ed. The Portable Kristeva New York: Columbia University Press: 264-294. Mares, Peter (2000), Borderline: Australia’s Treatment Of Refugees And Asylum Seekers, Sydney: UNSW Press. Maley, William (2001), “Security, People-Smuggling, and Australia’s New Afghan Refugees”, Australian Journal of International Affairs, conatus 96 Vol. 55 No. 3, pp 351-370. Mann, Simon (2001), “Britain shaken by ruling on refugees”, Sydney Morning Herald, 10 September. Marx, Karl and Engels, Friedrich (1996), “Manifesto of the Communist Party”, in Terrell Carver ed. Marx: Later Political Writings, Cambridge: CUP. Nasser-Eddine, Minerva (1996), Israel: Beyond the Peace Process, Unpublished MA thesis, Canberra: ANU Centre for MiddleEastern and Central Asian Studies. Nietzsche, Friedrich (1978), Thus Spoke Zarathustra: A Book for None and All, trans. Walter Kaufmann, New York: Penguin. Norris, Christopher (1987), Derrida, London: Fontana. Perera, “What is a camp?”, borderlands ejournal, Vol. 1 No. 1. <http://www.borderlands ejournal.adelaide.edu.au/vol1no1_2002/ perera_camp.html > Pundak, Ron (2001), “From Oslo to Taba: What went Wrong?”, Survival: The IISS Quarterly, Vol. 43 No. 3, Autumn: 31-46. Pugliese, Joseph (2002), “Penal Asylum”, borderlands ejournal, Vol. 1 No. 1. <http:// www.borderlandsejournal.adelaide.edu.au/ vol1no1_2002/pugliese.html > Robison, Richard and Rosser, Andrew (2000), “Surviving the meltdown: liberal reform and political oligarchy in Indonesia”, in Richard Robison, Mark Beeson, Kanishka Jayasuriya and HyukRae Kim eds. Politics and Markets in the Wake of the Asian Crisis (London: Routledge). Rousseau, Jean-Jacques (1998), The Social Contract, trans. H. J. Tozer, Ware: Wordsworth. Said, Edward (2000), The End of the Peace Process: Oslo and After, London: Granta Books. Sayigh, Yezid (2001), Arafat and the Anatomy of a Revolt”, Survival: The IISS Quarterly, Vol. 43 No. 3, Autumn: 47-60. Scholte, Jan Aart (1999), “The globalization of world politics”, in John Baylis and Steve Smith eds. The Globalization of World Politics: An Introduction to International Relations (Oxford University Press). Shlaim, Avi (2000), The Iron Wall: Israel and the Arab World, London: Penguin. Smith, Steve and Baylis, John ed. (1999), The Globalisation of World Politics: An Introduction to International Relations, Oxford: Oxford University Press. Sukma, Rizal (2002), ‘Priority for Aceh: Saving Lives, peaceful settlement”, The Jakarta Post, 30 August. Wadjularbinna (2002), ‘A Gungalidda grassroots perspective on refugees and the events in the US’, Borderlands ejournal, Vol 1 No . 1 <http:// www.border landsejournal.adelaide.edu.au/issues/vol1no1_2002/ wadjularbinna.html> Weber, Cynthia (1995), Simulating Sovereignty: Intervention, The State, and Symbolic Exchange, Cambridge and New York: Cambridge University Press. Winters, Geoffrey A. (2000), “The financial crisis in Southeast Asia”, in Richard Robison, Mark Beeson, Kanishka Jayasuriya and HyukRae Kim eds. Politics and Markets in the Wake of the Asian Crisis (London: Routledge). conatus “Burada” dedi, “hepimiz etten kemikten yapılma canlılarız; ağlayan, gülen canlılar, otların üzerinde, çıplak ayak dans eden bedenler. Sevin onu. Bedeninizi sevin. Bütün yüreğinizle. Dışarıda, bedeninizi sevmeyenler var. Ondan nefret ediyorlar. Gözlerinizi sevmiyorlar; ilk fırsatta onları oymaya hazırlar. Sırtınızdaki deriyi de sevmiyorlar. O deriyi yüzmeye hazırlar. Ah, benim güzel insanlarım; onlar ellerinizi de sevmiyorlar. O elleri yalnızca kullanır, bağlar, zincire vurur, kesip atar ya da boş bırakırlar. Ellerinizi sevin! Sevin. Onları kaldırın ve öpün. Bir elinizle öteki elinize dokunun, okşayın; ellerinizi yüzünüze sürtün, çünkü onlar yüzünüzü de sevmiyorlar elbette.” Toni Morrison, Sevilen, s. 107, Çev.: Püren Özgören, Can Yayınları) 98 99 Sykes-Picot Anlaşması 15-16 Mayıs 1916 Çeviren: Neslihan Öz Britanyalı bir Şarkiyatçı olan Bay Mark Sykes ve Beyrut’un eski Fransız Konsolosu Charles Georges Picot, 1915 ve 1916’da ilkeleri Rusya tarafından da onaylanan Ortadoğu’nun savaş sonrası bölünmesi ile ilgili bir anlaşma metni hazırladı. 1. Bay Edward Grey’den Paul Cambon’a – 15 Mayıs 1916 Siz ekselanslarının, bir Arap Devletinin oluşumu hakkında, dokuzuncu acil notunu daha ilerideki bir notla tam olarak yanıtlamaktan onur duyarım, ancak bu arada söz konusu haberleşmede kaydedilen koşullar altında, tamamen Fransızlaşan ya da Fransız çıkarlarının hakim olarak tanındığı bu bölgelerde var olan her türlü Britanya ayrıcalıklarının, dolaşım ya da gelişme haklarının ve İngilizlere ait dini, eğitimsel ya da tıbbi kurumların ayrıcalıklarının muhafaza edileceğini siz ekselansları bana garanti edebilirlerse müteşekkir olacağım. Majestelerinin hükümeti elbette İngiliz bölgesine ilişkin olarak karşılıklı taahhütte bulunmaya hazırdır. 2. Bay Edward Grey’den Paul Cambon’a -16 Mayıs 1916 Fransız Hükümetinin, konu üzerine Londra ve Petersburg’daki mevcut tartışmalardan çıkan, ek olarak ilave edilen belirli şartlarla birlikte, Fransız çıkarlarının öncelikli olduğu Suriye’nin bu kısımlarının ve gelecekteki bir Arap Devleti ya da Devletler Konfederasyonu’nun sınırlarını kabul ettiğini belirten siz Ekselanslarının dokuzuncu acil notunun ulaştığını tasdik etmekten onur duyarım. Siz Ekselanslarına cevaben, burada savunulduğu gibi, bütün projenin onaylanmasının İngilizlerin epeyce çıkarından feragatini içereceğini bildirmekten şeref duyarım. Ancak Majesteleri Hükümeti, Türkiye’de daha tatmin edici bir iç politik durum yaratılmasını gerektiren Müttefiklerin genel gayesi yararına olacağını onayladığı için ve Arapların işbirliğinin sağlanması ve şartları yerine getirmeleri suretiyle Humus, Hama, Şam ve Halep kentlerinin Araplara verilmesi koşuluyla, Müttefikler şu anda varılan anlaşmayı kabul etmeye hazırdırlar. conatus 100 Fransız ve İngiliz Hükümetleri arasında bu suretle kabul edildiği üzere 1- Fransa ve Büyük Britanya bölgede ve ekteki haritadaki (A) ve (B) işaretli alanlarda bir Arap liderinin hükümdarlığı altında bağımsız bir Arap Devleti ya da bir Arap Devletleri Konfederasyonun tanınması ve korunmasına hazırdır. Büyük Britanya ve Fransa bölgede girişimcilik ve krediler konusunda öncelikli haklara sahip olacaktır. Arap Devleti’nin ya da Arap Devletleri Konfederasyonu’nun talebi üzerine, yabancı yetkililer ve danışmanlar yalnızca (A) bölgesinde Fransa, (B) bölgesinde ise Büyük Britanya tarafından sağlanacaktır. 2- Mavi bölgede Fransa ve kırmızı bölgede Büyük Britanya, istediklerinde ve Arap Devleti ya da Arap Devletleri Konfederasyonu’nun yapısına uygun olduğunu düşündükleri takdirde dolaylı ya da doğrudan yönetim ve denetim kurabilir. 3- Kahverengi bölgede, nasıl bir biçim alacağına Rusya’ya, diğer müttefiklere ve Mekke Şerifi’ne danışıldıktan sonra karar verilecek olan uluslararası bir idare kurulacaktır. 4- Büyük Britanya’ya (1) Hayfa ve Akko limanları verilecek (2) Dicle ve Fırat nehirlerinden (B) bölgesi için (A) bölgesinde belli bir su kaynağı sağlanacaktır. Majestelerinin hükümeti, Fransız hükümetinin önceden rızası olmaksızın üçüncü bir güçle Kıbrıs’tan çekilmeye dair bir anlaşmaya girmeyeceğini taahhüt eder. 5- İskenderun, Britanya İmparatorluğu’nun ticaretine açık serbest bir liman şehri olacaktır ve limanda vergiler ve kolaylıklar açısından İngiliz gemilerine ve mallarına karşı hiçbir ayrımcılık uygulanmayacaktır. Britanya malları ister kırmızı bölgeye ya da (B) bölgesine ya da (A) bölgesine gidecek ya da bu bölgelerden geliyor olsun, İskenderun içinden ve mavi bölge üzerinden demiryolu aracılığıyla serbestçe dolaşacaktır ve sözü edilen bölgelerde conatus herhangi bir demiryolunda İngiliz mallarına karşı dolaylı ya da dolaysız ya da liman hizmetlerinde İngiliz gemilerine ve mallarına karşı herhangi bir ayrımcılık yapılmayacaktır. Hayfa Fransa ve Fransa’nın egemenliği ve himayesi altındaki yerlerin ticaretine açık serbest bir liman kenti olacaktır ve limanda vergiler ve kolaylıklar açısından Fransız gemilerine ve mallarına yönelik herhangi bir ayrımcılık uygulanmayacaktır. Hayfa’dan ve kahverengi bölge üzerinden Britanya demiryolunda Fransız mallarına serbest geçiş sağlanacaktır. Bu mallar mavi bölgede, (A) bölgesi ya da (B) bölgesinden yüklenmiş olsun ya da olmasın, sözü edilen bölgede herhangi bir demiryolunda ya da liman hizmetlerinde Fransız gemilerine ve mallarına dolaylı ya da dolaysız hiçbir ayrımcılık uygulanmayacaktır. 6- (A) bölgesindeki Bağdat demiryolu, Bağdat ve Halep’i Fırat Vadisi yoluyla birleştiren demiryolu tamamlanana kadar ve iki hükümetin mutabakatı olmadan, Musul’un ötesine güneye doğru ve (B) bölgesinde Samarra’nın ötesine kuzeye doğru genişletilmeyecektir. 7- Hayfa ve (B) bölgesini birleştiren bir demiryolu hattının inşa hakkı, yönetimi ve tek mülkiyeti Büyük Britanya’da olacaktır ve daima bütün hat boyunca askeri birlikleri taşıma hakkı olacaktır. Bu demiryolunun Bağdat ile Hayfa bağlantısını kolaylaştıracağı her iki hükümet tarafından da kabul edilmiştir. Bu hatla kahverengi bölgenin bağlantısını kuracak hattın mühendislik zorlukları ve yol açtığı masraflar planı olanaksızlaştırdığı takdirde, Fransız Hükümeti (B) bölgesine ulaşmadan önce söz konusu hattın Banias-Keis, Marib-Salkhab, Tell OtsdaMesmie poligonunu geçirebileceğini dikkate almaya hazır olacaktır. 8- Bütün kırmızı ve mavi bölgelerde 20 yıllık süre boyunca var olan Türk gümrüklerine uygulanan vergi A ve B bölgelerinde de olduğu gibi devam edecektir. İki gücün anlaştığı haller dışında, 101 gümrük oranlarında bir artış yapılmayacak ya da oranların halihazırdaki değeri özel başka değerlere dönüştürülmeyecektir. Yukarıda belirtilen bölgelerin hiçbiri arasında iç gümrük engelleri olmayacaktır. İçeriye giren mallara uygulanan gümrük vergileri limanın girişinde toplanacak ve varış bölgesi yönetimine teslim edilecektir. 9- Fransız Hükümeti, haklarını devir için herhangi bir görüşmeye girmeyecek, kırmızı bölge için aynı taahhütte bulunan Majesteleri Hükümeti’nin onayı olmadan, mavi bölgedeki haklarını Arap Devleti ya da Arap Devletleri Konfederasyonu dışında, herhangi üçüncü bir güce devretmeyecektir. 10- Arap Devleti’nin hamileri olarak Britanya ve Fransız Hükümetleri, kendilerinin ve üçüncü bir gücün Arap yarımadasında toprak mülkü edinmesine razı olmayacakları, üçüncü bir gücün ister Kızıl Deniz’in doğu körfezinde ister adalarında gemilerine ait bir üs tesis etmesine izin vermemek konusunda anlaşmıştır. Ancak bu, mevcut Türk saldırısı sonucunda, gerektirdiği takdirde Aden sınırının bu şekilde yeniden düzenlenmesine engel değildir. Ayrıca siz Ekselanslarına, mevcut anlaşmanın sonuçlandırılmasının, fiili olarak, İtalya ve Müttefikler arasında 26 Nisan 1915 tarihinde imzalanan anlaşmanın 9. maddesi gereği, Asya’da Türkiye’nin her türlü yeniden şekillendirilmesi ya da bölüşümünde İtalya’nın pay alma hakkını gündeme getirdiğini hatırlatmak isterim. Majestelerinin Hükümeti, Japonya Hükümeti’nin şu an sonuçlandırılmış olan anlaşma hakkında bilgilendirilmesi gerektiğini göz önünde bulundurmalıdır. Sykes-Picot Agreement, 1916, http://en.wikipedia.org/wiki/Sykes-Picot_Agreement 11- Araplarla, Arap Devleti’nin ya da Arap Devleti Konfederasyonu’nun sınırları ile ilgili müzakereler şimdiye kadar olduğu gibi iki güç adına aynı kanallar aracılığıyla devam ettirilecektir. 12- Silahların Arap topraklarına ithalatını denetleyecek önlemlerin iki Hükümet tarafından değerlendirilecektir. Anlaşmayı tamamlamak üzere, Majesteleri Hükümetinin 26 Nisan’da siz Ekselanslarının Hükümeti ile Rus Hükümeti arasında mübadele edilenlere benzer şekilde notları mübadele etmeyi önerdiğini belirtmekten kıvanç duyarım. Bu notların kopyaları, Ekselanslarınıza mübadele yapılır yapılmaz bildirilecektir. conatus 102 103 İlerleme ve Ortak Bir Gelecek için Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Ortaklık Sea Island, 9 Temmuz 2004 Çeviren: Emre Kolay 1. Biz G-8 liderleri, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde barışın, politik, ekonomik ve toplumsal gelişimin, refahın ve istikrarın, bizleri ve bütün bir uluslararası toplumu ilgilendiren bir sorun olduğunun farkındayız. Bu nedenle, bu bölgelerden kaynaklanan demokratik, toplumsal ve ekonomik reformlara desteğimizi açıklıyoruz. 2. Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları yönetimde, ticarette, bilimde, sanatta ve benzeri hususlarda zengin bir geleneğe ve marifet kültürüne sahiptir. İnsan uygarlığının oluşumuna birçok kalıcı katkıda bulunmuşlardır. Bölgedeki liderlerin son dönemde reform ihtiyacına dönük açıklamalarından, özellikle de Tunus’ta yapılan Arap Birliği Zirvesi’nin son bildirisinde Arap liderlerin “demokrasi için sağlam bir temel kurma” yönündeki kararlılıklarını ortaya koymuş olmalarından memnunluk duyuyoruz. Aynı şekilde, İskenderiye ve Ölü Deniz, Sana’a ve Aqaba’dan yapılan açıklamalar dahil olmak üzere, sivil toplum ve iş dünyasının temsilcilerinden gelen reform deklarasyonları memnuniyet verici. Dünyanın büyük endüstrileşmiş demokrasilerinin liderleri olarak bizler, reform ve özgürlüğün desteklenmesi konusunda üzerimize düşen özel sorumluluğun farkındayız ve bu büyük görev için sürekli çaba göstermeyi taahhüt ediyoruz. 3. Bu nedenle, bugün Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları ve hükümetleriyle birlikte İlerleme ve Ortak Bir Gelecek için Ortaklık’a imza atıyoruz. Bu ortaklık, herkes için özgürlük, demokrasi ve refahın güçlendirilmesi için, bölge hükümetleri ve aynı zamanda iş dünyası ve sivil toplum temsilcileri ile samimi bir işbirliğine dayanacak. 4. Önerdiğimiz ortaklıkta cisimleşen değerler evrenseldir. İnsan onuru, özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü, ekonomik fırsat ve toplumsal adalet evrensel conatus 104 isteklerdir ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi gibi ilgili uluslararası belgelerde ifadesini bulmuştur. 5. Bu ortaklığın başlatılmasıyla birlikte aşağıdaki prensiplere bağlı kalacağız: 5.1. Uluslararası topluluğun Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinin barış ve istikrarına bağlılığı temeldir. 5.2. Uzun süredir devam eden ve çoğunlukla acılı ihtilafların, özellikle İsrail ve Filistin çatışmasının çözüme kavuşturulması, bölgedeki ilerlemenin önemli bir unsurudur. 5.3. Aynı zamanda, bölgesel çatışmalar reformların önünde bir engel olmamalıdır. Gerçekte reformlar, çatışmaların çözülebilmesine önemli bir katkıda bulunabilir. 5.4. Irak’ta barış ve istikrarın yeniden kuruluşu, Irak’taki milyonların esenliği ve bölgenin güvenliği için çok önemlidir. 5.5. Reformların başarılı olması, bölgedeki ülkelere bağlıdır ve değişim dışarıdan dayatılmamalıdır ve dayatılamaz. 5.6. Her ülke benzersizdir ve ülkelerin farklılıklarına saygı gösterilmelidir. Bağlılığımız yerel koşullara uymalı ve yerel sahiplik esasına oturtulmalıdır. Her toplum, değişimin hızı ve kapsamıyla ilgili olarak kendi sonuçlarına ulaşacaktır. Bununla birlikte farklılıklar, önemli olduğu kadar, reformların engellenmesi amacıyla kötüye kullanılmamalıdır. 5.7. Reformlara verdiğimiz destek, bölgedeki hükümetleri, iş liderlerini ve sivil toplumları ortak çabamız içinde tam ortaklar olarak içerecektir. 5.8. Bölgedeki reformların bölgede yaşayan herkesin yararı için desteklenmesi, uzun süreli bir girişim olmakla beraber, G-8 ve bölgenin nesiller boyu bağlılığını gerektirmektedir. 6. Bölgedeki reformlara verdiğimiz destek, Birleşmiş Milletler’in 242 ve 348 sayılı kararları temelinde, Arap-İsrail çatışmasına adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm bulunması için verdiğimiz destekle el ele gidecektir. 4 Mayıs 2004 tarihli Dörtlü conatus Beyan’ı tamamıyla destekliyoruz ve beyanın “iki devletin, İsrail ve yaşayabilecek demokratik ve bağımsız komşu bir Filistin’in barış ve güvenlik içinde bir arada yaşamasına dair ortak vizyonu”na katılıyoruz. Geçici İşbirliği Komitesi’nin ve Uluslararası Özel Güçler’in Filistin Reformu üzerine çalışmalarını destekliyor ve bütün devletlere çalışmalara yapabilecekleri katkıları göz önünde bulundurmalarını tavsiye ediyoruz. Dünya Bankası Mütevelli Fonu’nun kuruluşunu memnunlukla karşılıyor ve bağışçıları bu önemli girişime katkıda bulunmaları için teşvik ediyoruz. “Her iki tarafın da BM Güvenlik Konseyi’nin 1515 sayılı kararı ve önceki Dörtlü beyanlarda belirtilen yol haritası çerçevesinde öngörülen sorumluluklarını yerine getirmesi, Aqaba ve Sharm el Sheikh’ta yapılan Kızıl Deniz Zirvesi’nde verdikleri taahhütleri karşılaması” için yaptığı çağrıya katılıyoruz. Suriye ve Lübnan’ı da içerecek şekilde, Arap- İsrail çatışmasına, BM Güvenlik Konseyi’nin ilgili kararları ve “uluslararası olarak tanınan sınırları içinde, Lübnan’ın toprak bütünlüğü, egemenliği ve siyasi bağımsızlığına riayet edilmesi”ni öngören 425 sayılı kararı çerçevesinde adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm bulunmasını yeniden teyit ediyoruz. 7. Uluslarını yeniden inşa etme çabaları çerçevesinde Irak halkına ve tam egemenliğe sahip Irak Geçici Hükümeti’ne verdiğimiz desteğin arkasında birlikte duruyoruz. Irak, kendi içinde, komşularıyla ve dünyayla barış içinde, özgür, demokratik ve refah bir ülke olma potansiyelini gerçekleştirebilmesi için uluslararası topluluğun güçlü desteğine ihtiyaç duymaktadır. BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’la ilgili 1546 sayılı kararının oy birliğiyle kabulünü memnuniyetle karşılıyor ve koşullar izin verdiği ölçüde, egemenliğin devrinden sonra BM’nin Irak’ta kalıcı olarak bulunmasını ve genişlemesini destekliyoruz. 31 Ocak 2005 tarihinden daha geç olmamak üzere, Geçici Ulusal Meclis için yapılacak ulusal seçimler öncesindeki seçim sürecine destek ve yardım sunmayı taahhüt ediyoruz. Irak’taki Çokuluslu Güç’ün, BM Güvenlik 105 Konseyi’nin 1546 sayılı kararı uyarınca, BM’nin varlığının güvence altına alınması dahil olmak üzere güvenliğin yeniden sağlanması, insani ve yeniden yapılanma çabalarının desteklenmesi konusunda başarı elde etmesi ortak arzumuzdur. Geçici hükümet tarafından tanımlanan öncelikli projelere odaklanarak Irak’ın ekonomik gelişiminin desteklenmesine ortak bağlılığımızı bildiriyor ve başka ülkelerin de bu desteği sunmasını teşvik ediyoruz. Doha’da henüz yeni gerçekleştirilen Irak Uluslararası Yeniden İmar Fonu Bağışçılar Konferansı’nın başarısını memnuniyetle karşılıyor ve her birimizin Irak’ın yeniden inşasına nasıl katkı yapabileceğini belirlemek üzere, Tokyo’da bu yıl içinde yapılacak konferans öncesinde toplanmayı taahhüt ediyoruz. Irak halkının özgür ve refah bir ulus kurma fırsatını yakalayabilmesi için, borçların indirimi çok önemlidir. Borç indirimi, bir IMF programıyla bağlantılı olarak sağlanmalıdır ve son IMF analizini göz önünde bulundurarak sürdürülebilirliği sağlanmalıdır. Bu hedefi 2004’te gerçekleştirebilmek için, Paris Kulübü içinde ve bu kulübün dışından kredi sağlayıcılarla birlikte çalışacağız. Irak’ı dünyaya bağlayan bağların yeniden kurulmasına yardım etmek için uluslarının politik, toplumsal ve ekonomik yeniden doğuşunu başlatmak üzere yıllardır süren diktatörlükten ve yoksunluktan daha yeni çıkmış olan Irak halkına –bireylere, okullara ve şehirlere– doğrudan ulaşabilmenin yollarını araştıracağız. 8. Bugün giriştiğimiz ortaklık, çift taraflı ve çok taraflı işbirliği programları yoluyla bölgede yıllardır gösterilen reform çabalarına dayanmaktadır. Euro-Med Ortaklığı (“Barselona Süreci”), Birleşik Devletler Ortadoğu Ortaklık Girişimi ve Japon-Arap Diyalog Girişimi, demokratik ve ekonomik gelişmeyi desteklemeye olan güçlü bağlılığımızın örnekleridir. Benzer şekilde, Afganistan ve Irak’ta da çok taraflı yeniden inşa çabaları yoluyla kendimizi böyle bir ilerlemeye vakfetmiş durumdayız. Önerdiğimiz ortaklık, bölgeye bağlılığımızın devamlılığı üzerine oturacaktır. 9. Bölgede karşılaşılan sorunların büyüklüğü, reform ve işbirliğine bağlılığın yenilenmesini gerektirmektedir. Ancak çabalarımızı birleştirirsek kalıcı bir demokratik ilerleme kaydedebiliriz. Bölgenin gelişmesine yardım etmeyi amaçlayan diğer hükümetlerin, kurumların ve çok taraflı kuruluşların çalışmalarını memnuniyetle karşılıyor ve destekliyoruz. 10. Çabalarımızın açık ve kalıcı bir diyalog zeminine oturmasını sağlayacak olan “Gelecek için Forum”, bu yeni ortaklığın merkezi bir unsuru olacaktır. Forum, G-8 ülkelerinden ve bölgeden Dışişleri, Ekonomi ve diğer bakanları reform üzerine sürekli bir tartışma süreci ekseninde iş dünyası ve sivil toplum liderleriyle bir araya getirmek için bakanlar düzeyinde bir çerçeve sağlayacaktır. Forum, bölgenin ihtiyaçlarının dinlenmesini ve kolektif olarak gösterdiğimiz çabaların bu sorunlara çare olabilmesini sağlamak için bir araç işlevi görecektir. 11. Başlattığımız ortaklık içindeki çabamız, bugün üç konu üzerine odaklanmaktadır: 11.1. Politik alanda, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne doğru ilerleme, özellikle çeşitliliğe ve çoğunluğa saygıyı içeren insan hakları ve bireysel özgürlükler alanlarında etkin güvencelerin oluşturulmasını gerektirecektir. Bu tutum, işbirliği, fikirlerin özgürce paylaşılması ve farklılıkların barışçı yoldan çözülmesine olanak verecektir. Devlet reformu, iyi yönetişim ve modernleşme, demokrasinin kuruluşunun zorunlu bileşenleridir. 11.2. Toplumsal ve kültürel alanda, herkese eğitim, ifade özgürlüğü ve kadın erkek eşitliği ile birlikte küresel enformasyon teknolojisine erişim, modernleşme ve refah için çok önemlidir. Daha iyi eğitilmiş bir işgücü, küreselleşen dünyaya aktif katılımda kilit öneme sahiptir. Çabamızı, okuma yazma bilmeyenlerin sayısını azaltmaya ve özellikle genç kızların ve kadınların eğitim görebilmesini sağlamaya yoğunlaştıracağız. 11.3. Ekonomik alanda, istihdam yaratılması, conatus 106 bölgedeki hemen hemen bütün ülkelerin bir numaralı önceliğidir. Özel sektörün iş olanakları yaratabilmesi için fırsatları genişletmek ve koşulları iyileştirmek adına, girişimciliği teşvik etmek, ticaret ve yatırımı genişletmek, sermaye erişimini artırmak, finansal reformları desteklemek, mülkiyet haklarını korumak, saydamlığı teşvik etmek ve yolsuzluğa karşı savaşmak için hükümetler ve iş dünyası ile birlikte çalışacağız. Bölge içi ticaretin teşviki, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın ekonomik gelişiminin önceliği olacaktır. 12. İlerleme ve Ortak Bir Gelecek için Ortaklık, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleriyle olan ilişkimiz için itici bir güç olacaktır. Bağlılığımızın bir göstergesi olarak bugün, bu ortaklığa hayat vermesi için, halihazırdaki ve de planlanmış olduğumuz faaliyetleri içeren ilk Reform için Destek Planı’nı açıklıyoruz. Partnership for Progress and a Common Future with the Region of the Broader Middle East and North Africa, www.mofa.go.jp/policy/economy/ summit/2004/partner.pdf conatus “Ben bir Fransızım, ama tüm kalbimle Filstinlilerin yanındayım, onları savunuyorum. Onların da kendilerini savunmaya hakları var. Ama bu noktada aklıma bir soru takılıyor: Filistinliler uğradıkları adaletsizlikler yüzünden göçebe bir halk konumuna düşmeselerdi, ben onları bu kadar çok sever miydim? Jean Genet, Tek Başına Şatila’da Dört Saat, Çev.: Ayşe Ece, s. 29 108 109 Dördüncü Dünya Savaşı Y a r d ı m c ı K o m u t a n M a r c o s Çeviren: Sinem Özer Savaşın Yeniden Yapılanması Gördüğümüz üzere, dünya savaşlarında, Birinci, İkinci ve bizim Üçüncü ve Dördüncü dediğimiz dünya savaşlarında birtakım değişmezler vardır. Bu değişmezlerden bir tanesi, toprakların fethi ve yeniden örgütlenmesidir. Eğer bir dünya haritasına başvurursanız, bütün dünya savaşlarının sonunda sadece toprakların fethi değil aynı zamanda örgütlenme biçimlerinde de değişiklikler olduğunu görebilirsiniz. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir dünya haritası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise başka bir dünya haritası oluşmuştur. Bizim Üçüncü Dünya Savaşı demeyi önerdiğimiz, başkalarının ise Soğuk Savaş dediği savaşın sonunda, toprakların fethinin ve yeniden örgütlenmesinin söz konusu olduğunu görebiliriz. Daha genel söylemek gerekirse Üçüncü Dünya Savaşı, 1980’lerin sonuna, Sovyetler Birliği ile birlikte sosyalist kampın çöküşüyle konumlandırılabilir; Dördüncü Dünya Savaşı ise 1990’ların başı itibariyle ayırt edilebilir. Üçüncü değişmez, fethin yönetimidir. Toprakların fethi sırasında, kazanımların galiplere dağıtılması için bunu yönetmek de gerekir. “Fetih” terimini sık kullanıyoruz; çünkü biz bunda uzmanız. Kendilerini daha önce ulusal olarak tanımlayan devletler, Amerikan yerli halklarını her zaman fethetmeye çalışmışlardır. Bu değişmezlere rağmen, bir dünya savaşından diğerine farklılaşan değişkenler de vardır: strateji, aktörler ya da taraflar, kullanılan silahlar ve son olarak da taktikler. Sonrakiler değişse bile, önceki değişmezler daima mevcuttur ve bir ya da diğer bir savaşı anlamak için uygulanabilir. Üçüncü Dünya Savaşı ya da Soğuk Savaş, 1946’dan (ya da dilerseniz Hiroşima’nın 1945’te bombalanmasından) 1985-1990’lara uzanır. Bu, pek çok yerel savaştan oluşan geniş bir dünya savaşıydı. Hepsinde olduğu gibi, sonunda düşmanı bertaraf etmek üzere topraklar fethedildi. Sonrasında, bunu fethin yönetimi ve toprakların yeniden örgütlenmesi takip etti. Bu dünya savaşındaki aktörler, birincisi iki süper güç olarak conatus 110 Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği ile bunlara bağlı uydular, ikinci olarak ise Avrupa ülkelerinin çoğunluğu, üçüncüsü Latin Amerika, Afrika ile Asya ve Okyanusya’nın bazı bölümleriydi. Çevre ülkeler, kendilerine uygun geldiği şekilde ABD ve SSCB etrafında toplandı. Süper güçlerden ve çevre ülkelerden sonra ise seyirciler ve kurbanlar, yani dünyanın geri kalanı geldi. Bu savaşta, iki süper güç her zaman doğrudan karşı karşıya gelmedi. Çoğu kez diğer ülkeler aracılığıyla savaştı. Büyük sanayileşmiş uluslar iki bloktan birine katılırken, ülkelerin ve nüfusun geri kalanı seyirci ya da kurban olarak göründüler. Bu savaşı ayırt eden, birincisi silahlanmanın yönlendirilmesi, ikincisi ise yerel savaşlar oldu. Nükleer savaşta iki süper güç, dünyayı kaç kere yıkabileceklerini görmek için birbiriyle savaştı. Düşmanı ikna etmenin yöntemi, onu büyük bir güce sahip olarak sunmak oldu. Aynı zamanda, dünyanın her yerinde süper güçlerin içinde yer aldığı yerel savaşlar meydana geldi. Sonuç, hepimizin bildiği gibi Sovyetler Birliği’nin yenilgisi ve yıkılışı ve şimdi etrafında ülkelerin büyük çoğunluğunun toplanmış olduğu ABD’nin zaferi oldu. “Dördüncü Dünya Savaşı” bu sırada koptu. Ve burada bir sorun ortaya çıktı. Geçen savaşın ürünü tek kutuplu bir dünya olabilirdi, hiçbir rakibin olmadığı bir durumda bütün dünyayı hakimiyeti altına alan tek bir ulus. Ancak kendisini etkin kılabilmek için, bu tek kutuplu dünyanın bugün bilindiği şekliyle “küreselleşme”ye ulaşması gerekecekti. Bu dünyanın, düşmanın bertaraf edildiği, fethedilmiş büyük bir toprak olarak düşünülmesi gerekiyordu. Bu yeni dünyayı yönetmek, dolayısıyla da küreselleştirmek gerekiyordu. Bu nedenle yüzlerini, insanlığın gelişiminde buhar makinesinin bulunması kadar önemli olan enformasyon teknolojisine döndüler. Bilgisayarlar, aynı anda herhangi bir yerde daha bulunabilmeyi mümkün kılıyor. Artık zamansal ya da coğrafi sınırlar ya da kısıtlar kalmadı. Küreselleşme süreci bilgisayarlar sayesinde başlayabildi. Ayrımlar, farklılıklar, ulus devletler aşındı ve dünya gerçekten küresel bir köy haline geldi. conatus Küreselleşmenin dayandığı kavrama, bu sürecin yürütülebilmesine de olanak verecek olan yeni bir din olarak “neoliberalizm” diyoruz. Bu Dördüncü Dünya Savaşı ile bir kez daha topraklar fethediliyor, düşmanlar yok ediliyor ve bu toprakların fethi yönetiliyor. Asıl sorun, hangi toprakların fethedildiği ve yeniden örgütlendiği, düşmanın kim olduğudur. Daha önceki düşmanın kaybolduğunu düşündüğümüzde, bugün artık düşmanın insanlık olduğunu söylüyoruz. Küreselleşme piyasayı evrenselleştirdikçe, Dördüncü Dünya Savaşı insanlığı yok ediyor. Piyasanın mantığına karşı gelen her insani şey bir düşmandır ve yok edilmelidir. Bu anlamda hepimiz galip gelinmesi gereken birer düşmanız: yerliler, yerli olmayanlar, insan hakları gözlemcileri, öğretmenler, entelektüeller, sanatçılar. Özgür olduğuna inanan ve özgür olmayan herkes. Bu Dördüncü Dünya Savaşı “yıkım”ı kullanıyor. Topraklar yıkıma uğruyor ve nüfustan arındırılıyor. Bu savaş açıldığında, toprağın tahrip edilmesi, çöle döndürülmesi gerekiyor. Sadece yıkma hevesinden değil, onu yeniden inşa etmek ve düzenlemek için. Kendisini küreselleştirmekte olan bu tek kutuplu dünyanın önümüze koyduğu sorun nedir? Ulus devletler, direnişler, kültürler, her bir ulusun onu farklı kılan ilişkilenme araçları. Bu kadar çok farklılık varken, bir köyün küresel olması ve herkes için eşit olması nasıl mümkündür? Ulus devletleri yok etmek ve onları çöle döndürmek gerek denilirken bunun anlamı insanları değil insanların var olma biçimlerini ortadan kaldırmaktır. Yıktıktan sonra yeniden inşa etmek gerekir. Toprakları yeniden inşa etmek ve onlara yeni bir yer vermek. Piyasanın yasalarının belirlediği bir yer. Küreselleşmenin arkasındaki itki budur. İlk engel Ulus Devletler’dir: Saldırmak ve yok etmek gerekir. Bir devleti “ulusal” yapan her şey ortadan kaldırılmalıdır: dil, kültür, ekonomi, politik hayatı ve toplumsal dokusu. Eğer ulusal diller artık işe yaramıyorsa yok edilmeleri ve yeni bir dilin teşvik edilmesi gerekir. Bazılarının düşündüğünün aksine, bu yeni dil İngilizce değil bilgisayarlardır. Bütün 111 dillerin aynılaştırılması, bilgisayar diline çevrilmesi gerekir, İngilizcenin bile. Bir Fransızı Fransız, bir İtalyanı İtalyan, bir Danimarkalıyı Danimarkalı, bir Meksikalıyı Meksikalı yapan bütün kültürel yönlerin bertaraf edilmesi gerekir; çünkü bunlar küresel piyasaya girmelerini engelleyen bariyerlerdir. Artık mesele, Fransızlar için bir tane, İngiliz ya da İtalyanlar için bir tane daha piyasa yaratmak değildir. Aynı kişinin aynı ürünü dünyanın herhangi bir yerinde tüketebileceği ve aynı kişinin artık bir ulus devlet değil bir dünya vatandaşı gibi davranabileceği tek bir piyasa olmalıdır. Bunun anlamı, kültürel tarihin, gelenek tarihinin bu süreçle çarpıştığı ve Dördüncü Dünya Savaşı’nın düşmanı olduğudur. Bu özellikle de, büyük gelenekleri olan ulusların bulunduğu Avrupa için ciddi bir durumdur. Fransızların, İtalyanların, İngilizlerin, Almanların, İspanyolların vb. kültürel çerçeveleri –bilgisayar ve piyasa terimlerine çevrilemeyen her şey– bu küreselleşmenin önünde engeldir. Mallar artık enformasyon kanalları yoluyla dolaşacak; geriye kalan her şeyin bertaraf edilmesi ve kenara konması gerekir. Ulus devletler kendi ekonomik yapısına ve “ulusal burjuvazi”ye –ulusal genel merkezlere ve ulusal kârlara sahip kapitalistlere– sahiptir. Bu artık böyle süremez. Eğer ekonomiye küresel düzeyde karar veriliyorsa, sermayeyi korumaya çalışan ulus devletlerin ekonomik politikaları galip gelinmesi gereken bir düşmandır. Serbest Ticaret Antlaşması ve Avrupa Birliği’ne, avroya götüren antlaşma, başlangıçta Avrupa örneğinde olduğu gibi bölgesel küreselleşmeyle ilgili olsa da, ekonominin küreselleştiğine dair belirtilerdir. Ulus devletler politik ilişkiler kurarlar; ancak şimdi politik ilişkileri hiçbir işe yaramıyor. Onları iyi ya da kötü diye ayırt etmiyorum. Sorun, bu politik ilişkilerin piyasanın yasalarının gerçekleşmesinin önünde bir engel olmasıdır. Ulusal politik sınıf yaşlanmıştır ve artık yararlı değildir, bu yüzden de değiştirilmesi gerekir. Hatırlamaya çalışırlar, çalışırlar, bu Avrupa’daki tek bir devlet adamının adı olsa bile. Ve cevap veremezler. Avronun Avrupa’sındaki en önemli Dünyanın, düşmanın bertaraf edildiği, fethedilmiş büyük bir toprak olarak düşünülmesi gerekiyordu. Bu yeni dünyayı yönetmek, dolayısıyla da küreselleştirmek gerekiyordu figürler Bundesbank’ın başkanı gibi, banker gibi insanlardır. Avrupa’daki ülkelerin üzerine yıkılmış başkanların ve başbakanların politikalarını onun dedikleri belirler. Sosyal doku kırılırsa, birlikte yaşamayı olanaklı kılan eski dayanışma ilişkileri de kırılacaktır. Homoseksüellere ve lezbiyenlere, göçmenlere karşı yürütülen kampanyaların ya da yabancı düşmanlığı kampanyalarının teşvik edilmesinin nedeni budur. Daha önce belli bir denge sağlayan her şeyin, bu dünya savaşının bir ulus devlete saldırdığı ve onu başka bir şeye dönüştürdüğü anda kırılması gerekir. Mesele tekleştirme, herkesi eşitleme ve bir yaşam tarzını tekleştirmektir. Bu küresel yaşamdır. En büyük ayrımı bilgisayar olmalıdır, işi bilgisayar olmalıdır, bir insan olarak değeri kredi kartı numarası, satın alma ya da üretim kapasitesi olmalıdır. Öğretmenlerin durumu oldukça açıktır. En çok bilgiye sahip olanın ya da en bilge olanın artık bir değeri yoktur. Artık en çok araştırmayı yürütenin değeri vardır; maaşına, ödüllerine, üniversitedeki yerine bunun üzerinden karar verilir. Bu, Amerika Birleşik Devletleri modeli ile çok ilgilidir. Bununla birlikte, Dördüncü Dünya Savaşı aynı zamanda daima “parçalanma” diyebileceğimiz karşıt bir etki de üretmiştir. Paradoksal olarak conatus 112 dünya “bir” haline gelmemekte, pek çok parçaya bölünmektedir. Vatandaşların eşit hale getirildiği kabul edilse de, farklılıklar farklılıklar olarak açığa çıkmaktadır: homoseksüeller ve lezbiyenler, gençler, göçmenler. Ulus devletler, bizi pek çok parçaya bölen büyük bir devlet, isimsiz devlet-ülke-toplum olarak işlemektedir. Bu dönemin –Üçüncü Dünya Savaşı’ndan sonraki– dünya haritasına bakar ve bunun son sekiz yılını analiz ederseniz, özellikle –ama yalnızca olmamak üzere– Avrupa’da bir yeniden yapılanmanın meydana geldiğini görebilirsiniz. Daha önce tek bir ulusun olduğu yerlerde şimdi pek çok ulus vardır. Dünya haritası bölünmüştür. Bu, Dördüncü Dünya Savaşı yüzünden gerçekleşmekte olan paradoksal bir etkidir. Küreselleşmek yerine dünya parçalanmaktadır ve bu hegemonyalaştıran ve tekleştiren mekanizmanın yerine, giderek daha çok farklılık ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme ve neoliberalizm, dünyayı bir takımadaya dönüştürüyor. Ve buna bir piyasa mantığı kazandırılması gerekiyor. Bu parçaların tek bir ortak payda olarak örgütlenmesi gerekiyor. İşte biz buna “finansal bomba” diyoruz. Farklılıklar ortaya çıktıkça aynı zamanda katlanıyor. Her genç insanın, punkçular ve dazlaklar gibi grubu, kendi düşünme biçimi var. Bunların hepsi her ülkede bulunabilir. Artık farklı olanlar yalnızca farklı değil, farklılıkları katlanıyor ve hepsi kendi kimliklerini arıyor. Dördüncü Dünya Savaşı’nın onlara kendilerini ortak bir payda altında görmelerine izin veren bir ayna sunmadığı açık. Onlara kırık bir ayna sunuyor. Takımadanın –insanların– kontrolüne sahip oldukları oranda iktidarlar buna çok üzülmeyecekler. Dünya büyük küçük pek çok parçaya bölünüyor. Bir Avrupalı, Afrikalı ya da Amerikalı olmak anlamında artık kıtalardan bahsedilemez. Neoliberalizmin küreselleşmesi, finansal sermaye, ya da isterseniz finansal güçler diyelim, tarafından örülen bir ağ öneriyor. Bu düğümde bir kriz meydana gelirse, ağın geri kalanı bunun etkilerini hafifletecektir. Bir ülkede zenginlik varsa, bu diğer ülkelerde bir conatus zenginlik etkisi yaratmaz. Dolayısıyla bu işlemeyen bir ağdır. İster Menem, Fujimori, Zedillo isterse ahlaki karaktere sahip başka liderlerin tekrarlayıp durdukları, dünyanın büyüklüğü hakkında bize söylenenler bir yalandı. Gerçekte ise ağ, ulus devletleri çok daha savunmasız hale getirmektedir. Herhangi bir ülkenin bir ulus olarak bir denge ve kendi kaderini kurması için çabalaması faydasızdır. Her şey Japonya’da bir bankada neler olduğuna ya da Rusya’daki bir mafyanın, Sydney’deki bir spekülatörün ne yaptığına bağlıdır. Öyle ya da böyle ulus devletler korunmamaktadır, sürekli olarak mahkum edilmektedir. Bir ulus devlet bu ağa katılmaya karar verdiğinde –çünkü başka bir seçenek yoktur, çünkü bunu zorlarlar ya da buna ikna ederler– ölüm fermanını imzaladı demektir. Kısacası bu büyük pazarın tek istediği, bütün bu adaları uluslara değil ticari merkezlere dönüştürmektir. Birisi bir ülkeden başka bir ülkeye gidebilir ve aynı ürünleri bulabilir. Artık bir fark yoktur. Paris’te ya da San Cristóbal de las Casas’ta aynı şeyi tüketebilirsiniz. San Cristóbal de las Casas’tayken, aynı anda haberlerini aldığınız Paris’te de olabilirsiniz. Bu ulus devletlerin sonudur. Ve sadece o kadar da değil, onu oluşturan insanların da sonudur. Önemli olan piyasanın yasasıdır ve ne kadar üreteceğinizi, ne kadar değerli olduğunuzu, ne kadar satın alacağınızı, ne kadar değerli olduğunuzu o belirler. Onur, direniş, dayanışma hepsi altüst edilmiştir. İnsanın üreten ve satın alan bir makineye dönüşmesini engelleyen her şey bir düşmandır ve yok edilmelidir. Dördüncü Dünya Savaşı’nın düşmanının insan türü olduğunu söylememizin nedeni budur. Onu fiziksel olarak ortadan kaldırmaz ama insanlığını imha eder. Paradoksal olarak ulus devletlerin imha edilmesiyle onur, direniş ve dayanışma yeniden kurulmaktadır. Artık farklı gruplar –homoseksüeller, lezbiyenler, genç insanlar, göçmenler– arasında kurulan bağlardan daha güçlü ve sağlam bir bağ yoktur. O halde bu savaş, farklı olanlara da saldırmaya devam etmektedir. Kara derili oldukları, başka bir dil konuştukları ve başka bir kültüre sahip oldukları 113 için Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde farklı olana karşı bu kadar güçlü bir şekilde yürütülen kampanyaların ihtiyaç duyduğu şey budur. Tehdit oluşturabilmek için ulus devletlerin elinde kalan tek silah, yabancı düşmanlığı tohumları ekmektir. “Bu Türk göçmenler bizim işlerimizi elimizden almak istiyor.” “Bu Meksikalı göçmenler tecavüz etmeye, çalmaya, kötü alışkanlıklar saçmaya geldiler.” Ulus devletler –ya da kalan birkaç tanesi– bu göçmenlerden kurtulma görevini dünyanın yeni vatandaşlarına –bilgisayarlara– vermiştir. Ku Klux Klan gibi gruplar taraftarlarını artırırken ya da Berlusconi gibi dürüstlük abidesi insanlar iktidara eriştiğinde olan budur. Bunlar kampanyalarını yabancı düşmanlığı üzerine kurar. Farklılıktan duyulan nefret, farklı olan her şeye eziyet edilmesi artık dünya çapında yaygınlaşmıştır. Ancak farklı olan her şeyin direnişi de dünya çapındadır. Bu saldırı karşısında farklılıklar katlanmakta ve sağlamlaşmaktadır. Olan budur, bunu iyi ya da kötü diye nitelendirmiyorum, bu böyle olmaktadır. Savaş Sadece Askeri Değildir Üçüncü Dünya Savaşı’nın mantığı tamamen askeri terimlere dayanıyordu. En başta “ben askerlerimi koyar, sen askerlerini koyarsan çarpışırız ve kim hayatta kalırsa kazanır” biçiminde kavramsallaştırılan konvansiyonel bir savaştı. Bu savaş, NATO ve Varşova Paktı örneğinde spesifik bir toprakta, Avrupa’da meydana geldi. Ordular arasında konvansiyonel bir savaştan başlayarak askeri ve silah yönelimli bir hat kuruldu. Ayrıntılara biraz daha bakacağız. Bu [elindekini gösterir] örneğin yarı otomatik bir silahtır ve AR-15 otomatik tüfek olarak adlandırılır. Bunu Vietnam çatışması için üretmişlerdi; çok kolay ayrılabilir, işte böyle [tüfeği söker]. Bunu üretirken Amerikalılar konvansiyonel bir savaş senaryosu düşünmüşlerdi, yani birbiriyle çarpışan büyük askeri birlikler. “Bir sürü asker toplayacağız, ilerleyeceğiz ve sonunda biri ayakta kalacak.” Aynı sırada, Varşova Paktı genel olarak AK-47 olarak bilinen, kısa mesafeden 400 metreye kadar değişen menzilde ateşleme hacmine sahip bir silah olan kalaşnikof otomatik tüfeği üretiyordu. Sovyet anlayışı da büyük askeri birlik dalgaları öngörüyordu; yığınla asker ilerleyecek, ateş edecek ve ölürlerse ikinci ya da üçüncü birlik dalgaları gelecek. En çok askeri olan kazanacak. Amerikalılar o zaman şöyle düşündü: “İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan eski Garand tüfek artık bir işe yaramıyor. Şimdi kısa mesafede ateşleme gücü yüksek bir silaha ihtiyacımız var.” AR-15’i çıkardılar ve Vietnam’da test ettiler. Sorun şu ki silah parçalandı ve işe yaramadı. Viet Cong’a saldırdıklarında mekanizma açık kaldı ve ateşlediklerinde tutukluk yaptı. Ve bu bir fotoğraf makinesi değil bir silahtı. Sorunu M16-A1 modeliyle çözmeyi denediler. Buradaki hile, iki farklı şey olarak bilinen kurşunlardaydı. Birincisi, 2,223 inç olanı, ABD’de herhangi bir dükkandan satın alınabilir. 5,56 mm’lik ikincisi ise, sadece NATO tarafından kullanılabilir. Bu çok hızlı bir kurşundur ve bir hilesi vardır. Savaşta amaç düşmanın ölü değil kayıp verdiğini görmektir ve bir ordu, bir askeri artık savaşamaz hale geldiğinde bir zayiatı olduğunu düşünür. Cenova Konvansiyonu –savaşı insanileştirmek için yapılmış anlaşma– tahrip gücü yüksek kurşunları yasaklar; çünkü içeri girdiği noktadan daha fazlasını tahrip eder ve bu yüzden sert uçlu bir kurşundan çok daha ölümcüldür. “Amacın yaralı sayısını artırmak ve ölü sayısını azaltmak olduğunu” düşünerek tahrip gücü yüksek kurşunları yasaklıyoruz dediler. Sert bir kurşunla vurulduğunuzda artık sizden hayır gelmez, artık bir zayiatsınızdır; önemli bir organınıza erişmediği sürece sizi öldürmez. Cenova Konvansiyonu’nu yerine getirmek ve aldatmak için Amerikalılar, insan vücuduna girdiğinde eğilip bükülen yumuşak uçlu kurşun ürettiler. Giriş deliği tek boyutludur ve çıkış deliği ise çok daha büyüktür. Bu kurşun, tahrip gücü yüksek olanlardan daha kötüdür ve konvansiyonlara da aykırı değildir. Bununla birlikte eğer sizi yakalarsa…havaya uçurur. A162 kurşunu içinizden geçer ve sizi yaralar, bu ise imha eder. Rastlantıya bakın ki, Meksika ordusu bu kurşunlardan 16.000 adet satın almıştır. conatus 114 Yani silahlar belli senaryolar için yaratılır. Nükleer bomba kullanmak istemediklerini varsayacağız. Ne kullanacaklar peki? Bir sürü askere karşı bir sürü asker. İşte NATO ve Varşova Paktı konvansiyonel savaş doktrinleri böyle yaratıldı. İkinci seçenek yerelleştirilmiş nükleer savaştı, nükleer silahlarla ancak sadece bazı yerlerde savaş. İki süper güç arasında, birbirlerini kendi topraklarında vurmamak ve sadece tarafsız bölgelerde savaşmak üzerinde bir anlaşma vardı. Bu bölgenin Avrupa olduğunu söylemek kalıyor geriye. Bombaların düşeceği yer burasıydı ve Batı Avrupa’da ve o zamanki adıyla Doğu Avrupa’da kim hayatta kalacak ona bakılacaktı. Üçüncü Dünya Savaşı’nın son seçeneği, büyük bir iş, yüzyılın işi olan topyekün nükleer savaştı. Nükleer savaşın mantığı kazananın olmamasıdır. İlk kimin saldırdığı önemli değildir; ne kadar hızlı saldırırsa saldırsın öteki de saldırabilir. Yıkım karşılıklıdır; dolayısıyla bu seçenekten baştan vazgeçilmiştir. Doğası, askeri diplomatik terimle söylersek, “caydırıcılık” haline gelmiştir. Öyleyse Sovyetler nükleer silah kullanmayacaktı; Amerikalılar pek çok nükleer silah üretti ve öyleyse onlar da bu silahları kullanmayacaktı vs. Buna IBM (Intercontinental Ballistic Misilse – Kıtalararası Balistik Füze) dediler. Bu füzeler, Rusya’dan ABD’ye ve ABD’den Rusya’ya ulaşabilen roketlerdi. Servet değerindeydiler ve artık hiçbir işe yaramıyorlar. Bunun yanında, yerel bir nükleer savaş durumunda Avrupa’da kullanacakları yerel amaçlı başka nükleer silahlar da bulunuyordu. Bu aşama 1945’te başladığında yapılması gereken bir savaş vardı; çünkü Avrupa ikiye bölünmüştü. Askeri strateji –tamamen askeri yönlerden bahsediyoruz– şöyleydi: düşman hattının önünde birkaç ileri mevzi, sürekli lojistik hattı ve de ABD ya da SSCB olmak üzere anayurt. Lojistik hat ileri mevzileri destekledi. Günde 24 saat havada kalan büyük uçaklar, B-52 Fortress, nükleer bombaları taşıyordu ve asla iniş yapmak zorunda değildiler. Bir de paktlar vardı. NATO Paktı, Varşova Paktı ve Asya’nın NATO’su SEATO Paktı (South East Asia Treaty Organization conatus – Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü). Model yerel savaşlarda uygulamaya kondu. Her şeyin bir mantığı vardı. Vietnam’da savaşmak akla uygundu ve bunun üzerinde anlaşılmıştı. Yerel ordular ve isyancılar ileri mevzi görevindeydi. Gizli ya da yasal silah satışları sürekli lojistik görevini görüyordu ve anayurt rolü de iki süper güç tarafından üstlenilmişti. Ayrıca seyirci kalmak zorunda oldukları yerler üzerinde de anlaşmaya varmışlardı. Bu yerel savaşların en açık örnekleri Latin Amerika diktatörlükleri, özellikle de Vietnam olmak üzere Asya’daki çatışmalar ve Afrika’daki savaşlardı. Çoğu zaman olanlar anlaşılmadığı için, bunların görünüşte hiçbir mantığı yoktu. Ne var ki olanlar, bu konvansiyonel savaş çerçevesinin bir parçasıydı. “Topyekün savaş” kavramı bu dönem içinde geliştirilmişti ve bu önemliydi. Artık askeri olmayan unsurlar askeri doktrine girmişti. Örneğin Vietnam’da Tet saldırısından (1968) Saygon’un düşmesine kadar (1975) medya yeniden çok önemli bir savaş cephesi haline geldi. Böylelikle askeriyede askeri gücün yeterli olmadığı fikri oluşmaya başladı. Medya gibi diğer güçleri de içermek gerekiyordu. Aynı zamanda düşmana ekonomik tedbirlerle, politik tedbirlerle ve diplomasiyle saldırılabileceği düşünüldü ve Birleşmiş Milletler ile uluslararası örgütlerin de 115 oyunu buydu. Bazı ülkeler, diğerlerinin mahkum edilmesi ve sansürlenmesini sağlayabilmek için sabotajlar yaptılar ve bunun adı “diplomatik savaş”tı. Bütün bu savaşlar domino teorisini izledi. Gülünç geliyor ama sanki iki düşman nüfusun geri kalanıyla domino oynuyordu. Karşıtlardan bir tanesi bir parça koyacak ve diğeri de devamını engellemek için onunkini düşürmeye çalışacaktı. Bu, Vietnam dönemi boyunca ABD hükümetinin devlet müsteşarlığını yapmış olan meşhur Kissenger’ın teorisiydi: “Vietnam’ı terk edemeyiz; çünkü bu Güneydoğu Asya’daki domino oyununu diğerlerine bırakmak anlamına gelir.” Vietnam’da yaptıklarının nedeni buydu. Bu aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı’nın mantığını geri kazanmaya çabalamakla da ilgiliydi. Nüfusun büyük bir bölümü için İkinci Dünya Savaşı kahramancaydı. Fransa’yı diktatörlükten, İtalya’yı Mussolini’den, Almanya’yı askeriyeden kurtaran denizcilerin ve her yerden gelen kızıl ordunun hayali vardı. İkinci Dünya Savaşı’nın bütün bir insanlık için tehlike arz eden nasyonal sosyalizmi ortadan kaldırmak için yapıldığı varsayılıyordu. Dolayısıyla yerel savaş, şu veya bu şekilde “özgür dünyayı savunmak için savaşıyoruz” ideolojisini yeniden kazanmaya çabalıyordu. Ancak şimdi Moskova nasyonal sosyalizm rolündeydi. Moskova da kendi açısından aynı şeyi yaptı. Her iki süper güç de kendi anladıkları şekilde “demokrasi” ve “özgür dünya” iddiasını kullandı. Sonra önceki her şeyi bertaraf eden Dördüncü Dünya Savaşı geldi; çünkü dünya artık aynı dünya değildi ve aynı strateji uygulanamazdı. “Topyekün savaş” anlayışı daha da ileri götürüldü; bu sadece her cephede savaş değildi, bu herhangi bir yerde, ortada bütün dünyanın olduğu topyekün bir savaştı. “Topyekün savaş” herhangi bir an, herhangi bir yer ve herhangi bir koşul anlamına gelir. Belli bir yer için savaşmak fikri ortadan kalkmıştır. Artık savaş herhangi bir yerde meydana gelebilir. Artık çatışmanın tehditlerle tırmandırılması, mevzilenme ve de buna karşıt olarak mevzilenme anlayışı yoktur. Herhangi bir anda ve koşulda çatışma çıkabilir. Bu ülke içi bir sorun olabilir, bir diktatör ve Kosova’dan Körfez Savaşı’na son beş yıldaki savaşların olduğu her şey olabilir. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ın bütün bir askeri rutini kırılmıştı. Dördüncü Dünya Savaşı’nda, üçüncüsünün kriterleri altında savaş yapmak mümkün değildir; çünkü herhangi bir yerde savaşmak zorundayım, ne nerede ne de ne zaman savaşmak zorunda kalacağımı biliyorum, hızlı hareket etmek zorundayım, bu savaşı hangi koşullar altında sürdürmek zorunda kalacağımı bile bilmiyorum. Bu sorunu çözmek için, askeriye ilk olarak “hızlı yayılma” savaşını geliştirdi. Bunun bir örneği, çok kısa bir süre içinde devasa bir asker yığınağının yapıldığı, askeri eyleme geçildiği, toprakların fethinin ve geri çekilmelerin tamamlandığı Körfez Savaşı’dır. Panama işgali, başka bir hızlı yayılma savaşı örneğidir. Aslında “hızlı müdahale gücü” adlı bir NATO birliği vardır. Hızlı yayılma, düşmanın önüne fırlayan ve çocuk hastanesi ile kimyasal silah fabrikası arasında ayrım gözetmeyen büyük bir askeri güç yığınıdır. Irak’ta olan da budur: akıllı bombalar oldukça aptaldı, hiç ayrım yapmadılar. Ve işte burada kaldılar; çünkü bunun çok pahalı olduğunu ve çok az yarar sağladığını fark ettiler. Irak’ta askeri güçler toptan yayıldı, ancak toprak ele geçirilmedi. Yerel protestolar sorunu oldu, uluslararası insan hakları gözlemcileri oradaydı. Geri çekilmek zorunda kaldılar. Vietnam, onlara bu gibi durumlarda ısrar etmenin ihtiyatlı bir tavır olmadığını öğretmişti. “Hayır, şimdi bunu yapamayız” dediler. Böylece “güç projeksiyonu” stratejisine geçtiler. “Dünyadaki Kuzey Amerika askeri üslerinde ileri mevzilere sahip olmak, birkaç saat ya da gün içinde dünyanın herhangi bir yerine askeri birimleri yerleştirebilecek devasa bir kıtasal güç yığmak daha iyi olacak”. Gerçekten de gezegenin en uzak noktasına dört gün içinde dört ya da beş binlik bir askeri bölüğü –giderek daha da fazlasını– yerleştirebilirler. Ancak güç projeksiyonuyla ilgili sorun, yerel askerlere ya da daha ziyade ABD askerlerine conatus 116 dayanmasıdır. Eğer çatışma hızla çözülmezse, Vietnam’da olduğu gibi ceset torbalarının, ölülerin gelmeye başlayacağını ve bunun Kuzey Amerika ya da başka bir ülkede pek çok protestoya yol açabileceğini düşündüler. Bu sorunlardan kaçınmak için, daha açık söylemek gerekirse tüccar hesapları yaparak, güç projeksiyonunu terk ettiler. İnsani ya da doğal güçlerin yıkımı ile değil, reklam ve imajla ilgili hesaplar yaptılar. Böylelikle projeksiyon savaşı terk edildi ve yerel askerlere, daha fazla uluslararası yardıma, daha ziyade ulusüstü yapıya sahip yeni bir savaş modeli ile devam ettiler. Artık mesele asker göndermek değil, oradaki askerler aracılığıyla savaşmak, çatışma ekseninde onlara yardım etmek ve savaş açanın ulus değil de BM ve NATO gibi ulusüstü bir organ olduğu bir model kullanmaktı. Pis işleri yapanlar yerel askerler ve gazetelerde yer alanlar ise Amerikalılar ve uluslararası destektir. Model budur. Protesto etmek artık işe yaramaz. Bu artık ABD hükümetinin bir savaşı değildir. Bu NATO’nun açtığı bir savaştır ve ayrıca NATO sadece BM’ye destek olmak lütfunda bulunmaktadır. Bütün bir dünyada ordular, yerel bir çatışmayı ulusüstü örtüsü ve insancıl savaş kılıfı altında uluslararası destek ile karşılayacak şekilde yeniden yapılanmaktadır. Nüfusu soykırımdan onu öldürerek korumak zorundadır. Kosova’da olan budur. Miloseviç insanlığa karşı savaş açmıştır. “Miloseviç’le savaşıyorsak, insanlığı savunmak için savaşıyoruz.” NATO generallerinin kullandığı ve Avrupa solu için bir sürü sorun yaratan iddia budur. NATO’nun bombardımanına karşı çıkmak Miloseviç’i desteklemek anlamına gelir; öyleyse NATO bombardımanını desteklemek daha iyi olacaktır. Miloseviç, biliyorsunuz, ABD tarafından silahlandırılmıştı. Şu anda uygulanan askeri anlayışa göre dünyanın bütünü –ister Sri Lanka ya da başka bir ülke, isterse düşünebileceğiniz en uzak ülke olsun– artık arka bahçedir; çünkü küreselleşen dünya eş zamanlılık yaratır. Ve sorun da budur: Bu küresel dünyada, dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şey yeni uluslararası conatus düzeni etkiler. Dolayısıyla dünyanın muhteşem polisi –özellikle de ABD– herhangi bir yere ve herhangi bir koşulda müdahale hakkına sahiptir. Herhangi bir şeyi kendi iç güvenliklerine bir tehdit olarak düşünebilirler. Chiapas’taki yerli ayaklanmasının ya da Sri Lanka’daki Tamiller’in, Kuzey Amerika’nın iç güvenliğini tehdit ettiğine kolayca karar verebilirler. Herhangi bir hareket –ve illa ki silahlı olması gerekmez– herhangi bir yerde iç güvenliğe bir tehdit olarak algılanabilir. Peki bu olanlar nedir? Savaşın eski stratejileri ve eski kavramları çökmüştür. Bakalım. “Operasyon sahnesi” savaşın olacağı alana işaret etmek için kullanılan askeri terimdir. Üçüncü Dünya Savaşı’nda Avrupa operasyon sahnesiydi. Artık savaşın nerede patlak vereceği bilinmiyor, herhangi bir yer olabilir, artık Avrupa’da olacağı kesin değildir. Askeri doktrin, “sistem”den “çok yönlülük” kavramına geçiyor. “Her an her şeyi yapabilmeye hazır olmak zorundayım. Artık bir plan yetmez. Şimdi pek çok plana ihtiyacım var; sadece tikel olaylara bir cevap üretebilmek değil, spesifik olaylara pek çok askeri yanıt üretebilmek”. Enformasyon teknolojisi bu noktada devreye girer. Bu değişim; sistematik, değişmez, katı olandan çok yönlülüğe, bir andan diğerine değişebilene geçiştir. Orduların, askeri organların ve askerlerin yeni askeri doktrinlerini bütün olarak tanımlayacak olan şey budur. Dördüncü Dünya Savaşı’ndaki unsurlardan biri bu olacaktır. Diğeri ise “çevreleme stratejisi”nden “konuşlanma” ya da “yayılma” stratejisine geçiş olacaktır. Artık mesele sadece toprağı ele geçirmek, düşmanı çevrelemek değildir; mesele çatışmayı “savaş dışı eylemler”e taşıyabilmektir. Chiapas örneğinde bu, hükümetleri ve belediye başkanlarını görevden almak ya da göreve getirmek, insan hakları, medya vs.’dir. Yeni askeri anlayış, toprağın fethinin yoğunlaşmasını da içerir. Bunun anlamı, sadece EZLN ve askeri gücüyle değil, aynı zamanda kiliseyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, uluslararası gözlemcilerle, basınla, sivillerle vs. ilgilenmektir. Artık siviller ve tarafsızlar diye bir şey yoktur. 117 Bütün dünya çatışmanın parçasıdır. Bu ulusal orduların artık işe yaramadığı anlamına geliyor; çünkü artık ulus devletleri savunmalarına gerek yok. Eğer ulus devletler artık yoksa neyi savunacaklar? Yeni doktrin altında ulusal ordular yerel polis görevini yerine getirecekler. Meksika örneği oldukça açıktır. Meksika ordusu, uyuşturucu ticaretine karşı mücadele ya da örgütlü suça karşı kurulan ve askeri personelden oluşan Federal Önleyici Polis adlı yeni birim örneklerinde olduğu gibi, giderek daha çok polisiye görevler üstleniyor. Ulusal ordular, Amerikan mizah dergileri tarzında, Süper Aynasızlar, Süper Polis misali yerel polislere dönüşüyor. Eski Yugoslavya’daki ordu yeniden örgütlenirken yerel bir polis gücüne dönüşmek zorunda kaldı ve NATO da politik açıdan daha üstün ortağı olarak onun Süper Aynasızı haline gelecek. Asıl yıldız ise NATO ve ABD ordusu örneğinde olduğu gibi ulusüstü kurumdur, yerel ordular ise fazladandır. Ancak ulusal ordular “ulusal güvenlik” doktrini üzerine kurulmuştu. Ulusun güvenliği karşısında düşmanlar ve tehditler varsa, görevleri bazen dış düşmana karşı bazen düzeni bozan iç düşmana karşı güvenliği sağlamaktır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın ya da Soğuk Savaş’ın doktrini budur. Bu varsayımlar altında, ulusal ordular, şimdi Süper Polisin polis arkadaşlarına dönüşmelerini zorlaştıran ulusal bir bilinç geliştirir. Dolayısıyla ulusal güvenlik doktrininin artık “ulusal istikrar” doktrinine dönüştürülmesi gerekir. Mesele artık ulusu savunmak değildir. Ulusal istikrarın baş düşmanı uyuşturucu trafiği ve uyuşturucu trafiği de uluslararası olduğu için, ulusal istikrar söylemi altında işleyen ulusal ordular, uluslararası yardımı ya da diğer ülkelerin uluslararası müdahalesini kabul eder. Ulusal orduları yeniden düzenleme sorunu dünya çapında yaşanan bir sorundur. Şimdi Amerika’ya iniyoruz ve oradan Latin Amerika’ya geçeceğiz. Bu süreç, Avrupa’da olanlara ve NATO’yla savaş sırasında Kosova’da yaşananlara biraz benziyor. Latin Amerika örneğinde, Yarıküresel Savunma Sistemiyle birlikte Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) bulunmaktadır. Arjantin’in bir önceki başkanı Menem’e göre, bütün Latin Amerika ülkeleri tehdit altındadır ve orduların ulusal bilinçlerini yıkarak birleşmemiz ve uyuşturucu trafiği gerekçesiyle yarıküresel savunma sistemi doktrini altında daha büyük bir ordu oluşturmamız gerekmektedir. Söz konusu olan çok yönlülük –ya da herhangi bir anda, herhangi bir yerde ve herhangi bir koşulda savaş yapabilme kapasitesi– olduğuna göre provalar başlar. Hâlâ varlığını sürdürmekte olan ulusal güvenlik kalelerinin –birkaç tane de olsa– bu yarıküresel sistem tarafından ortadan kaldırılması gerekir. Avrupa’da Kosova ise, Latin Amerika’da Kolombiya ve Chiapas’tır. Bu yarıküresel savunma sistemi nasıl kurulacak? İki şekilde. Uyuşturucu trafiği tehdidinin olduğu Kolombiya’da hükümet herkesin yardımını istiyor: “Müdahale etmek zorundayız; çünkü uyuşturucu trafiği yalnızca Kolombiya’yı değil bütün kıtayı etkiliyor.” Chiapas örneğinde ise topyekün savaş anlayışı uygulanıyor. Herkes bir taraftır, tarafsızlar yoktur, ya bir müttefik ya da bir düşmansınız. Küreselleşme ve neoliberalizm, dünyayı bir takımadaya dönüştürüyor. Ve buna bir piyasa mantığı kazandırılması gerekiyor. Bu parçaların tek bir ortak payda olarak örgütlenmesi gerekiyor. İşte biz buna “finansal bomba” diyoruz conatus 118 Yeni Fetih Parçalanma –bütün dünyayı bir takımadaya dönüştürme– sürecinde finansal güç; Chiapas, Belize ve Guatemala’da turizmi ve doğal kaynakları olan yeni bir alışveriş merkezi kurmak istiyor. Petrol ve uranyumla dolu olmaktan ziyade sorun, yerlilerle dolu olmalarıdır. Ve yerliler, İspanyolca konuşmamalarının yanı sıra, kredi kartı istemiyor, üretmiyorlar, mısır, fasulye, kırmızıbiber, kahve ekimiyle uğraşıyor ve bilgisayar kullanmak yerine müzikle dans etmeyi düşünüyorlar. Onlar ne üretici ne tüketici. Onlar lüzumsuzlar. Ve lüzumsuz olan her şey gözden çıkarılabilir. Ama gitmek istemiyorlar ve yerli olmaktan vazgeçmek istemiyorlar. Dahası da var. Mücadeleleri iktidarı ele geçirmek için değil. Başka insanlara dönüşmek zorunda kalmadan Amerikan yerli halkları olarak tanınmak için, var olma haklarının tanınması için mücadele ediyorlar. Ancak sorun, burada, savaşın yaşandığı topraklarda, Zapatista topraklarında temel yerli kültürlerinin, dillerin ve en büyük petrol depolarının bulunması. EZLN içinde yedi yerli halk var: Tzeltal, Tzotzil, Tojolabal, Chol, Zoque, Mam ve melezler. Chiapas’ın haritası budur: yerli nüfusa sahip, petrolü, uranyumu ve değerli ağaçları olan topluluklar. Neoliberalizm için her şey metadır, satılır, sömürülür. Ve bu yerliler çıkıp diyorlar ki hayır, toprak anadır, kültürün kaynağıdır, tarih burada yaşar ve ölüler burada yaşar. Herhangi bir bilgisayara girilemeyen, borsada listelenmeyen tamamen saçma şeyler. Onları iyi davranmaya, doğru düşünmeyi öğrenmeye ikna etmenin yolu yok, istemiyorlar. Hatta silahla ayaklanıyorlar. Meksika hükümetinin barış yapmak istememesinin nedeni budur. Çünkü bu düşmandan kurtulmak ve bu toprakları çöle çevirmek, sonra onu yeniden örgütleyip devasa bir alışveriş merkezi, Güneydoğu Meksika’da bir çarşı gibi işletebilmek için hazırlamak istiyorlar. EZLN yerli halklara destek veriyor; bu yüzden o da bir düşman, ama asıl düşman değil. EZLN’yle ilgili şeyleri düzene koymak yeterli değil; daha da kötüsü, EZLN’yle ilgili şeyleri düzene koymak bu topraktan vazgeçmek anlamına conatus gelecekse –çünkü bu Chiapas’ta barış demektir– bu aynı zamanda petrol, değerli ağaç ve uranyum yönünden zengin bir toprağın fethinden vazgeçmek anlamına gelecektir. Bunu yapmamalarının ve yapmayacak olmalarının nedeni de budur. Yardımcı Komutan Marcos, The Fourth World War, Motion Magazine, 11 Kasım 2001. Marcos’un 20 Kasım 1999 tarihinde Chiapas, La Realidad’da Uluslararası İnsan Hakları İzleme Komisyonu’na yaptığı konuşmadan alınmıştır. “Hayat yaşamak içindir, denetlenmek için değil; ve insanlık belli bir yenilgi karşısında oynamaya devam etmekle kazanılır. Kaderimiz bir ve çok olmaktır. Bu kehanet değil bir tasvir. Bu yüzden dünyadaki en müthiş şakalardan biri işgüzar beyaz görünümlerin siyahlıktan kaçması ve her geçen gün daha da siyahlaşması ve beyazlıkla didişen siyahların oldukça mat ve gri olmasıdır. Hiçbirimiz onun kim olduğunu ve nereye gittiğini bilmez.” Ralph Ellison, Invisible Man, Penguin, s.465 120 121 Sınırlar, Vatandaşlık, Savaş, Sınıf: Étienne Balibar ve Sandro Mezzadra ile Söyleşi M . B o j a d z i j e v & I . S a i n t - S a ë n s Çeviren: Tuba Durdu Avrupa, bir süredir, Avrupa sınırları ve kimliği üzerine politik eylemin ve yansımalarının alanı haline geldi. Étienne Balibar, Avrupa’ya özgü politikaların eleştirisi ile birlikte “ulus-sonrası” bir seçenek oluşturarak, özellikle politik ayrımcılık riskini duyurarak, ve Avrupa projesini bir “kaybolan arabulucu” olarak sunarak uzun zamandır bu konular üzerine yazıyor. Ayrıca, gerek Fransa’da 17 Kasım 1961 katliamı sırasında, Cezayirlilerin toplu izolasyonunu, gerekse 1996’da sans papiers (kağıtsızlar) hareketinin görünürlüğünü kastederek, Avrupa’da göçmenlerin mücadelelerinin önemini vurgulamakta. Ulusal sosyal devlet kategorisi ile birlikte, kesin bir siyaset tarifini destekleyen sosyal ve politik sistem gerçeğinin artık var olmadığına işaret ediyor. Son yazılarında, göçmenler çerçevesinde yerel-küresel savaşlar üzerine, esneklik üzerine ve Avrupa Birliğinin bizzat kurumsal mimarisinin anahtar özelliği olan Avrupa sınırlarının akışkanlığı üzerine Sandro Mezzadra1 ile bir diyalog geliştirdi: demokrasinin, demokratik olmayan bileşeni olarak sınırlar, vatandaşlığın özü olarak sınırı aşabilmek, ama aynı zamanda yeniden güçlenen sınırlar. Sınırlar, kendilerini sürekli olarak yeniden oluşturuyor, hem Avrupa Birliği dışında hem de içinde. Bu sınırların işlevi, yalnızca kontrolden ibaret değil, aynı zamanda kapsayıcı ayırma. Sınırların dönüşümü, Avrupa vatandaşlığının gelişimi ve göçmen akışlarının yönetimi ve yabancıyı kendi “üreten” sınır rejimi ile yakından ilgilidir. Ama aynı zamanda bu dönüşüm, gerek Avrupa’ya gerekse Avrupa’dan gerçekleşen göç hareketlerinin bir etkisi. Avrupa genişlemesi bağlamında yersiz yurtsuzlaşma, ikili bir hareketle sonuçlanıyor. Bir yanda, Avrupa sınır rejimi, Avrupa topraklarının çerçevesini çizmenin ötesine giden, bağıntılı etkiler üretiyor ve Avrupa polis’i kapsamında, kendi izini sürme eğilimi gösteriyor; diğer yanda, genişleme, kendisini aşan göç hareketlerinin izini sürmeyi ve onları yakalamayı deniyor. Biz bu diyalogu, küresel çerçeveye oturtarak izlemek istedik: İslamcılık-karşıtlığının doğuşu, Avrupa anayasası süreci çerçevesinde ulus-devletin krizi, “savaşın” yeni conatus 122 biçimleri ve sosyal bir hareket olarak göç. Bu söyleşi, tam zamanında gerçekleştirildi: 21 Kasım 2004. Yani, Anayasal Antlaşma üzerine Fransız ve Hollanda Referandumları gerçekleşmeden birkaç ay önce. İslamcılık: Avrupa’da bir Eğilim mi yoksa bir Meşale mi? Isabelle Saint-Saëns 2 Kasım 2004 tarihinde, sanatçı ve yönetmen Theo Van Gogh’a, bir Amsterdam caddesinde, genç bir Müslüman tarafından suikast yapıldı. Bu olay, İslam-karşıtlığı baskısının ve aynı zamanda, tüm Avrupa’da, camilere, okullara ve kiliselere karşı saldırılara yön veren sıcak tartışmaların başlangıcı oldu. Bu olaydan kısa bir süre sonra, çalışmanızı tartışmak için davet edildiniz. Konuşmanız ne hakkındaydı? Étienne Balibar Nijmegen Üniversitesi, İnsan Coğrafyası’nda, Alexandre von Humboldt dersi vermek üzere davet edildim.2 Orada, Avrupa’nın ve tüm dünyanın, bugünün siyasal problemi olan sınırlar üzerine çalışan birkaç araştırmacı var, ve Avrupa sınırları, sınırların yeni işlevi ve her yerde hazır nazır bulunuşları vs. üzerine çalışmalarımı tartışmak istediler. Carlo Galli’den3 ödünç alınma siyasal alanlar üzerine düşünmekle başladım ve vatandaşlık meselesi için sınırlar sorununun önemini göstermek amacıyla, Avrupa’daki siyasal alanların, farklıçelişen görüşlerinin bir tipolojisini tasarladım. İleri sürdüğüm düşünceye göre, Avrupa’da dört karşıt siyasal alan modeli var. Birincisi, Huntingtonbenzeri, kültürlerin çatışması modeli. İkincisi, biri daha kapitalist diğeri daha devrimci olmak üzere, iki antagonist varyanta dayalı, küresel ağ modeli. Bu varyantların ortak noktası ise, sosyal hareketler arasında olduğu kadar, sermaye arasında da, iletişim sisteminin, fiilen yerellikten uzaklaşan bir yapı olarak ortaya çıktığını görme eğilimi. Üçüncüsü, özellikle Avrupa’da, Türkiye ve Balkan Devletleri vs. gibi aday ülkeleri için giriş süreci hakkında giderek ağırlaşan tartışmalar çerçevesinde, merkez-çevre conatus modeli. Bu model, hem tarihsel hem de coğrafik olarak, Avrupa’nın çekirdek ülkelerinin merkez olduğu fikrine dayanıyor. Ülkelerin Avrupa Birliği’ne katılımı ne kadar yeni ve bu ülkeler ne kadar uzak sınırdaysalar, o kadar olası problemlerin kaynağı olarak algılanıyorlar; ekonomik olarak az gelişmiş ve kültürel açıdan Avrupa değerleri sistemine uzak oldukları varsayılıyor. Son olarak, Avrupa’nın “Sınırülkesi” biçiminde temsiline uyan çapraz-geçiş (crossover) modeli: Avrupa’nın her yerinde, Maasstricht’te bile, sınırdasınız. Sınır, sınır-çizgisinde değil veya Schengen Antlaşmasıyla da eşitlenemez. O, hem daha içsel, hem daha dışsal. Daha sonra, göçü baskılamayı, göçmenlerin sayısını kısıtlama ve onlar için kalıcı güvensiz bir durum yaratmayı hedeflemekten öteye gitmeyen bir olgu olarak, savaşla tehdit eden sınırların, düzenleyici işlevi hakkında konuştum. Bundan sonra, değişim, Avrupa-aşırılık ve ütopya ruhu konuları ile devam ettim ve ulus-aşırı vatandaşlık ve onun aktörleri tartışmasını, olağan ni-chèvre ni-chou aracı pozisyonuma uyarlayarak sonlandırdım. Saint-Saëns: Avrupa’nın sınırlarından bahsederken, savaş benzeri bir olgudan konuşuyorsunuz; bunun, George W. Bush’un açıkça sürekli savaş dediği şeyle ilgisi yok mu? Bu konu bugün, Avrupa’da İslamcılıkkarşıtlığının çeşitli ifadelerine dokunuyor; uzun zamandır çalışmalarını, ırkçılık sorununa adayan biri olarak, Hollanda’da başka bir zirveye işaret eder görünen bu hadiselerle birlikte, bu yeni oluşumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Balibar: Hollanda’dayken, Alman gazetesi Die Welt’i okudum. Polisin, Lahey merkezi istasyonu yanında, oturanlarının terörist olmakla suçlandığı eve, el bombalarıyla saldırdığı günün ertesi günüydü. Aynı gün camiler yakıldı ve kiliselere saldırıldı. Aşağı yukarı 11 Eylül’ü andıran ön sayfa dikkat çekiciydi: Alman bir politikacıyla yapılan görüşme olduğu gibi, masum ve saf olduklarını ve tehdidi gerçek değerinin altında değerlendirdiklerini söyleyen, göç ve bütünleşmeden sorumlu Hollandalı 123 bakan Rita Verdonk’un bildirisine odaklanmıştı. Yorumlar, benzer bir durumun Almanya’da da olup olamayacağı sorusu çerçevesinde dönüyordu. Çatışmanın yükselişini ima eden, iki savaş ile ilgili tablo vardı: bir yanda yanan bir şehir, diğer yanda örtülü bir kadın. Burada örtülü bir kadın formundaki İslamcı tehdit, siyasal mantık-dışı açıklamaların (non sequitur) kötü bir etkisi olarak ortaya çıkıyor. Hikâye, yalnızca küçük bir grup Müslümanın Almanya’da yaşadığını söylese bile, ilk gördüğünüz şey alevler olur; bu kadının oyunbaz formunda, alevler ve aşırılar… Aynı zamanda, gazete, ağırlıklı olarak şu savı kullanıyordu: Hollandalılar -ki Avrupa’nın en açık toplumu, çok kültürlü politikaların örneği vs.şimdi birdenbire geri adım atıyorlar ve korkunç bir hata yapmanın eşiğinde olduklarını, böylelikle kendi toplumlarını tehdit ettiklerini fark ediyorlar. Çünkü aşırılar oradalar ve tehlikeliler; çünkü -bu tipik yeni-ırkçı sav- yerel nüfusa kötü davranıldı, aşırılar radikalleşiyor; sürekli bir karşı karşıya gelme tehlikesinden söz edilebilir. Eğer küçük bir ülke ve oldukça spesifik bir hikaye ile Hollanda’da durum bu ise, bu bütün Avrupa’nın aşırı derecede dikkatli olması gerektiği anlamına geliyor. Nijmegen’de konuştuğumuz meslektaşlarımın da doğruladığı üzere, çok-kültürlülük kavramı, belki aşırı kullanıldığı ve bazı anlamlarda araçsallaştırıldığı için, Hollanda’da son iki yıldır, evrensel olarak (yani her yönden) reddedilmektedir. Çokkültürlülük, tümden kafa karıştırıcı olan kültür kavramı üzerine temellendiği için, başarısız olmaya mahkûm. İnsanlar, örneğin, “Hollanda’da, yerel seçimlerde yabancılara oy hakkı gibi, uygulamasını inanılmaz ve imkânsız bulduğumuz şeyler uygulanabilir ve yürütülebilir” diyerek, kendi ülkelerindeki baskıcı ve dar milliyetçi politikalara karşı sav öne sürmek için, Hollanda politik kurumlarının hoşgörülü yönüne başvururken, Hollandalıların durumunu idealize ediyor. Eğer “iyi” örnek çökerse argüman ortadan kaybolur ve dinamik yalnızca popülist tarafta görünür. Yüzleşiyor göründüğümüz problem, yeni bir anayasanın, yeni bir vatandaşlığın kurulduğu Avrupa’nın, veya Avrupa sosyal modelinin, yaşam biçiminin temel değeri olarak düşünülen hoşgörünün krizinin mümkün hale gelişidir Bunun olduğunu söyleyebildiysek, bu yanlış idealler seçildiği içindir: biz, kimin kalıcı olarak yerleştiği, ikamet ettiği, vergi ödediği, temsilcileri seçmek için hakka sahip olması gerektiği gibi genel kuralların tarafını tutuyoruz. Sorun yalnızca yerel meclis için oy vermek değil, ancak daha önce Sans Papiers’nin yaptığı gibi, göçmenlerin mücadeleleri, etraflarında örebildikleri dayanışmadır. Ve son hedef, bir resmi konut yurttaşlığı veya diğer bir deyişle, yerleşimcilere, “ulus-sonrası” Avrupa’nın genelleştirilmiş kamusal alanında, siyasal eşitlik sağlamaktır. Manuela Bojadžijev: 15 yıl önce yayınlanan, Es gibt keinen Staat in Europa4 adlı denemenizde, Irk, Sınıf, Ulus’un ünlü bir bölümünde de yeni-ırkçılık olarak tanımladığınız, Avrupa’daki ırkçılıktan bahsediyorsunuz.5 Bu ırkçılığın, İslamcılık-karşıtlığına eklenen, kolonyal ve Yahudi-karşıtlığı şemalarından oluştuğunu öne sürüyorsunuz. Bizim düşüncemize göre bu sav, kavramsal yararlılığının yanı sıra, ırkçılık hakkında konuşurken sıkça yapılan iki yanlışa karşı conatus 124 bir eleştiri niteliği de taşıyor. Bir yanda, mevcut ırkçılığı kendi konjonktürü içerisine yerleştireceği yerde, onu kolonyal veya ulusal-sosyalist mirasın (ayrı ayrı olmak üzere) doğrudan bir devamlılığı olarak gören, devamlılık kavramının eleştirisi; diğer yanda terimleri bir durumdan diğerine olduğu gibi geçiren, örneğin Almanya’daki ırkçılığı, Birleşik Krallık’ın arka fonundan gelen terimler ve gelenekler aracılığıyla açıklayan, basit türden benzetmelerin eleştirisi. Aslında siz, göç ve ırkçılığın belirli ilişkilerinin tanımlandığı ve eklemlendiği “ulusal durumlardan” söz ediyorsunuz. Aynı zamanda, “Avrupa’nın kuruluşu”, bu farklı biçimlerin bir araya gelişini destekliyor ve hızlandırıyor. Bu bağlamda, İslamcılık-karşıtlığının mevcut oluşumuna bakıp gözlemlediğimizde, ulus-aşırı bir durumun ortaya çıktığını söyleyemez miyiz? Balibar: Hollanda’da bu popülist tutuma dönüş ve sonrasında bunun bir ülkeden diğerine, tüm Avrupa’ya yayılışını görmek şok edici. Bu, Avrupa’da yabancı korkusunun veya popülizmin pür ve basit düz bir gelişimi değil, ama bir zenofobi patlaması. Tabii ki genel düzeyde, kötüye gidiş var. Bu kısmen, savları karşılayacak setler inşa etmede, bürokratik olanlar hariç, Avrupa’yı aşan sistematik bir çabanın olmayışından ileri geliyor. Böylesine kaba bir Marksist olduğum için üzgünüm ancak altta yatan sosyal konular ciddi biçimde ele alınmadığı sürece, bütün malzemeniz “Maintenant l’Europe sociale” (Artık toplumsal Avrupa) diyen Fransız Sosyalist Partinin posterleri olduğu sürece, kimse bunu ciddiye almaz. Direnmek için hiçbir ciddi yol olmaz. Bojadžijev: Fakat bir gerginlik var der miydiniz? İslamcılık-karşıtlığının ifadeleri epey uzun zamandır varlığını koruyor; özellikle, uzun süren bir kamu tartışmasını harekete geçirdiği Fransa’da. Elbette 11 Eylül’den beri yeni bir konjonktür söz konusu, ve Avrupa çapında farklı eklemlenme biçimleri söz konusu; İspanya’da, Mart 2004, Madrid’in bombalaması; tartışmanın bir kısmının AB adayı ülke, Türkiye üzerine yoğunlaştığı Almanya’da, conatus tartışmanın diğer kısmı okullarda örtünme hakkında iken, kültür problemi ve İslamcılık, bu genişletilmiş sorun üzerinden ifade ediliyor. Balkanlar’da farklı; bir yıl önce, Nisan 2004’de, Kosova’daki katliamdan sonra, Belgrat ve Nis’te, camiler saldırıya uğradı ve ateşe verildi. Bazıları kendi bağlantılarını kurdu, ve bu yanan sancakları izleyen gösterilerde, “New York, Madrid, Kosova”yı okudu. Terörizm ve onun gölge olgusu İslam-karşıtı savaş, Avrupa’nın bütünü ve anayasası, ve vatandaşlık sorunu üzerine gölge düşürdü. Balibar: Bu soruların çoğuna bir yanıtım yok. Arkadaşım Immanuel Wallerstein’ı yolculuk ederken gördüğümde, “dünya sistemini teftiş ediyorsun” diyorum: bu onun işi ve iyi de yapıyor. Ben Avrupa’yı, bir sınır bölgesi olarak teftiş etmiyorum, gazeteleri okuyorum ve akademik konferanslara gidiyorum. 1980’lerde Fransa ile başladım, sonra Almanya, Avusturya, göçmen sera işçilerine karşı katliamla İspanya, sonra Kosova vs. Bir hayalet değil ama yolculuk eden bir fener; her yerde, bir şey ateşe verilmiş; her şeyi yakan koca bir ateş halini alması gerekmiyor, ama bu daimi bir olgu. Eğer yapısal nedenlerin varlığı konusunda hemfikirsek, aynı yönde hareket eden jeo-politik, jeo-ideolojik olayları da eklerseniz, bu olgunun geri adım atmaması hiç de sürpriz olmaz. Diğer yanda, her bir örnekte ve her bir ülkede, tartışmanın terimleriyle ve onların söylemlerini söylem-analizleri ile çok dikkatlice çalışmak değerli. İslamcılık-karşıtlığının Fransa’da spesifik bir söylem üzerinden ilerlediğini, Almanya’da tamamen aynı olmadığını ve Türkiye konusunun farklı olduğunu söylerken haklıydınız. Dolayısıyla, yalnızca taktiksel nedenlerle bile olsa, bu söylemlerin spesifikliğini belirtmek çok önemli. Saint-Saëns: Avrupa bağlamında ve bütünleşme süreci düşünüldüğünde, Müslümanların veya diğer tarafta, politikacıların söylemlerinde veya stratejilerinde bazı ortak noktalar yok mu? 125 Balibar: Tekrar yapısal nedenlerden ötürü, belli türden hegemonya kurmayı deneyerek, demokratik temelde karşı saldırıda bulunacak zeki Arap veya Müslüman liderlerin, Avrupa’daki eksikliği konusunu düşünmede yardım edemem. Fransa’da, Bay Sarkozy, bu konularda, sınırları kaydırmada, görünüşte tek zeki politikacı. “Saldırı” söylemini yanıtlarken, “Fransa’da Müslümanlar diğerlerinden daha fazla hakka sahip değil, ama önemli olan şu ki daha azına da sahip değiller” dedi. Ve onun çizdiği pratik sonuç şuydu: “İleri sürdüğüm, devletin ve kiliselerin ayrımı üzerine, kutsal 1905 yasası, Fransa’da camilerin kurulumunu sübvanse edecek kamu failleri için dönüştürüldü; yani camiler ne el altından ne de Suudi Arapların parası ile inşa edildi”. Ortak kanı bu. Ancak bunların ötesinde, tıpkı Yahudiler, Protestanlar veya Katolikler için olan CRIF gibi, Müslüman nüfusun kendisini, piramidal hiyerarşik bir liderlik sistemi aracılığıyla, kontrol etmek için, Napolyon’a uzanan bir stratejiniz var. Eğer devlet bu nüfusu kendi istekleri doğrultusunda, dolaylı olarak kontrol edebileceği bir pozisyonda olmak istiyorsa, bu gerekli. Bu, liderlik üzerine baskı ve müzakereler üstünde temellenmiş bir itaat modelidir. Sonuç, adlarına konuşabilmek ve resmi olarak tanınmak için, Müslüman örgütlenmeler arasındaki rekabettir. Bu, ulusal bağımlılığın ağır bir sistemi (bazıları Cezayir’in, diğerleri Fas’ın, Suudi Arabistan’ın müvekkilleri vs.) ve ideolojik bölünmelerle (bazıları daha köktenci, bazıları daha az) aşırı (üst)belirlenmiş bir tanımın çiftte sistemidir. Paradoks şu ki, Fransız hükümetinin bu taktiği aslında, Fransız Müslümanların, yabancı güçlerin temsilcisi olan “kliklere” bağımlılığını destekliyor. Tabii ki güvenlik konuları var, masum değilim; bazı gruplar, El Kaide veya diğerleri, terörist taraftarlar toplayabilir ya da gizli askeri kamplar kurabilir, bu oldu da. Ancak, bu sıradan bir polis görevi; ne dinle ne de Avrupa ve Fransa’da İslam’ı kontrol etmekle bir ilgisi var. Sandro Mezzadra: Manuela’nın sorduğu soruya geri dönmek istiyorum. Onun da söylediği gibi, Avrupa’da İslamcılık-karşıtlığının, mevcut haliyle 1980’lerin başlarına, hatta uzun vadeli boyutunu anlamak istiyorsak, geçmiş yüzyıllara uzanan bir tarihi var. Ancak Hollanda’nın gündemindeki olayları tartışmak için, onları daha geniş bir çerçeveye oturtmalıyız. Fransa’nın ve Almanya’nın durumlarında, hala tartışıla gelen özgüllükler tabii ki var; ama bana göre, Hollanda’da olan bitenin yeniliği, tamamen Avrupa boyutunda yatıyor. Gazetelerde, yalnızca Die Welt’de değil, aynı zamanda örneğin, La Reppublica veya El Pais’de, farklı Avrupa ülkelerindeki (İtalya, İngiltere, Almanya, İspanya) Müslümanların koşulları ve davranışları üzerine makaleler var ve Hollanda’da ne olduğu tartışmasının, Avrupa bütünleşmesi süreci bağlamında ele alındığı gayet açık. Özetle söylemek gerekirse, yüzleşiyor göründüğümüz problem, yeni bir anayasanın, yeni bir vatandaşlığın kurulduğu Avrupa’nın, veya Avrupa sosyal modelinin, yaşam biçiminin temel değeri olarak düşünülen hoşgörünün krizinin mümkün hale gelişidir. Hollanda tartışmasının, Hollanda toplumun özgüllüğünden daha ziyade Avrupa’da yeni vatandaşlığın bu anayasal yönleriyle ilgisi olduğunu düşünüyorum. Saint-Saëns: Manuela’nın yeni-ırkçılık üzerine değindiği noktaya ve “klasik” analizlerin, benzetmeler ve devamlılık terimleriyle, hem post-kolonyal konjonktürden ziyade kolonyal mirası vurgulayarak hem de bütünleşme sorununda, göç politikalarının rolünü görmezden gelerek hedeflerini nasıl ıskaladıklarına dönmek istiyorum. Mezzadra: Bu elbette, bir yandan (Edward Said’den alıntılamak gerekirse) Avrupa kolonyal projesi ve Avrupa modernitesi arasındaki ilişki hakkında, diğer yandan “post-kolonyal durum”6 hakkında, ne türden bir fikre sahip olduğunuza bağlı. Hollanda’daki mevcut gelişmeler üzerine tüm tartışmanın, çok kültürcülük kavramından daha çok hoşgörü kavramıyla alakası olduğunu ileri sürdüğümde, bir şekilde bu probleme işaret conatus 126 ediyordum. Özetle söylemek gerekirse, bence iki kavram arasında devamlılık ve bir kırılma var. Her ikisi de “öteki”, “öteki”yle ilişki problemine işaret ediyor; ancak hoşgörü kavramı, on altı ve on yedinci yüzyıl Avrupa din savaşlarına uzanan kökleriyle birlikte, “öteki”ni, tarihsel olarak Avrupalı “öteki” biçiminde kurmuşken; çok kültürcülük kavramı, tamamen, Avrupa alanının içinde Avrupalı olmayan “ötekilerin” artan varlığından doğan problemlerle başa çıkabilmek için, Avrupa’nın dışından (Kuzey Amerika ve Avustralya) ithal edildi. Mevcut Avrupa durumunu “post-kolonyal” bir durum yapan bu durumun varlığıdır. Elbette, çok-kültürlülük kavramına binaen, aynı zamanda “ulusal” özgüllükler vardır. Mesela, 1973’teki İşçi Mübadelesini Durdurma kararından (Anwerbestopp) doğan yeni durum ve politikacıların beklentilerinin tersine çok sayıda “yabancı işçinin” ülkede yerleşme kararı alması gerçeğine ilişkin olarak, 1980’lerin başlarında, Almanya örneğinin sunuluşunu düşünüyorum. Alman Federal Cumhuriyeti’nde, çok kültürcülük kavramı, örneğin Hıristiyan Demokrat politikacı Heinner Geissler tarafından verilen formüle göre, birincil olarak, Avrupalı bireyleri içeren problemleri işaret ediyordu, ama derhal Türk sorununa odaklanır oldu. Ve Türk insanların Avrupalı olarak tahayyül edilip edilmediği sorusu ortaya atıldı. Bu bir şekilde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabulü üzerine mevcut tartışmanın başlangıcı oldu. Bu anlamda, Avrupa’da çok kültürcülük tartışması, conatus son yıllarda, daima Avrupa’nın kimliği ve sınırları üzerine bir tartışma olmuştur. Bu durumda, Van Gogh suikastından çok uzun zaman önce görünür hale gelen bir krizin, çok-kültürcülüğün krizinin ifade ettiği, aynı zamanda, hoşgörü krizi değil midir? Bu ayrıca bu krizin, homojen bir Avrupa ve onun kültürel ve coğrafik “ötekileri” arasındaki bir ilişkiye indirgenemeyeceğinin altını çizmek anlamına gelir. Bir şekilde hoşgörü kavramının gizli yüzü olan Avrupa kolonyal projesinin uzun tarihinin yeniden ortaya çıkışı, Avrupa kapsamındaki sosyal ilişkilerin “nezaketini” bozma eğilimindedir ve bu her zaman “hoşgörünün” kökten başarısı olarak sunulanı yok edebilir. Elbette pek çok çok-kültürcülük teorisyeninin, modern evrenselciliğin tuzaklarının ve çelişkilerinin üzerinden gelme girişimiyle meşgul olduklarını ve hala bununla uğraştıkları gerçeğini inkâr etmek istemiyorum. Ancak, bugün bir hoşgörü kriziyle karşı karşıya olduğumuzu söylediğimde, hoşgörü kavramı tarafından ön varsayılan, Avrupa ve dışarısı arasındaki kolonyal sınırda, son on yılda pek çok Avrupa ülkesinde ilerletilen çok-kültürlü “ortak-kanı” kapsamında bir geri gidiş olduğunu ileri sürüyorum. Daha kesin olarak, Anglo-Sakson dünyasında beyazlık çalışmaları diye anılan zengin geleneğe referansla, Avrupalı vatandaşın “beyazlığı” çok kültürcülük tarafından sorun haline getirilmedi; beyaz-olmayan vatandaşlarla birlikteliğini mümkün kılmak amacıyla, yalnızca retorik olarak zayıflatıldı; ki bu birliktelik her zaman hiyerarşik bir birliktelik olarak düşünüldü ve kuruldu (özellikle bahsettiğiniz göç politikaları ile). Tabii ki son dönemde tartışılan Avrupa’da çok-kültürlülük tartışması, -bu noktada, beyaz ve beyaz olmayan vatandaşların Avrupa politikası kapsamında barış içinde birlikteliğin krizi olduğunda net olmalıyız- bu birlikteliğin ortaya çıktığı hiyerarşik karakterin radikalleşmesi tehlikesinin bulunduğu alanı açıyor. Ancak bu tehlikeye karşı koyabilmek için bu krizin çerçevesini yerinden etmeliyiz: hoşgörünün görünmeyen krizi -ki J.H.H. Weiler tarafından Avrupa anayasal geleneğinin7 temel değeri olarak tanımlanmıştır- 127 tarafından belirlenmiş bir durum olarak, mevcut durumdan konuşmak, karşı karşıya geldiğimiz problemlerin, “biz” ve “ötekiler” sözleşmesi ilişkilerinin problemi olarak anlaşılamayacağı gerçeğinin vurgulanması anlamına gelir. Bu problemler daha ziyade, bir Avrupalı ‘biz’in tam tanımını işaret ediyor: benim düşünceme göre bunu tanımak, Avrupa düşünüldüğünde post-kolonyal durum kavramı tarafından konumlandırılan meydan okumayı kabul etmek anlamına gelir. Avrupa: Vatandaşlık ve Anayasal Süreç Balibar: Seni bir adım ileri taşırsam, birinci olarak, bu kinlerin ve çatışmaların, Avrupa vatandaşlığı tanımının tamamıyla aksi tarafında olduğunu söyleyecek kadar gider miydin? Tek bir ilave ve Avrupa topluluğunun yeniliğini resmi olarak görmezden gelen, vatandaşın ulusal tanımlarından önce var olan bütünleşme. Bunun Avrupa’da “anayasal uğrağa” bağlı olmak zorunda olduğunu mu söylemek istiyorsun? Mezzadra: Evet, hoşgörü krizinden bahsederken söylemek istediğim buydu. Hollanda’daki olaylar üzerine süre giden kamu tartışmasının, sonuçta Avrupa vatandaşlığının, Avrupa anayasası üzerine bir tartışma olduğu bana gayet açık görünüyor. Bu aynı zamanda, Avrupa vatandaşlığının inşa sürecinde olduğunun altını çizen “politik antropoloji” tarzında, Avrupa anayasasına bizzat yazılacak olan bireyin vatandaş imgesi tarzında potansiyel bir fikir ayrılığı, potansiyel bir mücadeledir.8 Bir şekilde, Slavoj Žižek’i izleyerek diyebiliriz ki, Hollanda’da olan, Avrupa anayasasının boş bir anayasa olduğu; Avrupa’nın geleceğinden konuşurken senin sıkça kullandığın ifadeyi ödünç alırsak, “demokratik gelişim”in bakış açısından, Avrupa vatandaşlığının her türden bir içerikten yoksun olduğu gerçeğinin belirtisidir. Bu popülizmin problemidir. Bundan önce, tüm durumun altında yatan sosyal sorunla uğraşması gereken bir problem var diyordun. İşte, bu sosyal sorun, kendi tekil yolunda, popülizmle gösteriliyor; ancak Avrupa anayasasıyla değil. Bir yarık var, ama bu yarığın varlığını tanımak, ille de Avrupa anayasası fikrini reddetmeyi gerektirmiyor. Daha ziyade, Avrupa bütünleşmesi için açılan “ulusal” konumun alanı yapısal olarak popülizm tarafından işgal edilen bir alan; bu, bütün solun (yalnızca ılımlı solun değil, aynı zamanda ifade ettiği şey her ne ise “radikal” solun da), ikincil bir konumu işgal etmeye mahkum olduğu bir alan. 150 yıl sonra eğer Marx’ın Fransa’da sınıf Mücadeleleri’nden alıntılayabilirsem, bizim tek şansımız, Avrupalı siyasal imgelemini ve mücadelelerin Avrupalı yönünü zapt etmektir. Balibar: Elbette Action Francaise ve Charles Maurras gibi sağ kanattan insanların icat ettiği, Carl Schmitt’in meşruluk ve yasallık arasında yaptığı ayrımdan tamamen farklı olmayan yasal ülke ve fiili ülke (pays légal ve pays réel) ayrımını kullanmak her zaman tehlikelidir. Ancak, bir zemine oturmaması, Avrupa’nın yeni sosyal karakterinin herhangi birini göstermemesi anlamında, Avrupa’da anayasal sürecin gerçeküstü olmasının etkisinden kaçınılamaz. Bu, belirli bir sosyal yapı, belirli türden ekonomik problemler, farklı ülkelerde belirli türden hukuksal ve ideolojik geleneklerle bir politik alan olarak, Avrupa’nın ne olduğunun bütünüyle soyutlanması üzerinde temelleniyor. Tamamıyla resmi konulara odaklanıyor: örneğin, temel hakların içeriği, aslında temel olarak terimin mümkün olan en dar anlamında bir güçler ayrımı sorunu olarak muamele görüyor –ulus devletlerin alıkoyduğu güçler hangileridir ve daha merkezi bir organizasyona havale etmeyi tercih ettikleri güçler hangileridir? Komik olan şu ki, Avrupa Konseyi Başkanı Valéry Giscard d’Estaing’in zihninde, anayasal sürece dair bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu insanlar “Anayasa” terimini kullanıyorlar çünkü hukuksal bir tahsile sahipler ve muhtemelen bu kelimenin onlara kendiliğinden güç vereceğini düşündüler: “Avrupa’ya bir anayasa verme anı geldi ve bunu BİZ yapacağız; conatus 128 Avrupa’nın Jefferson’ı ve Abbé Sieyès’i olarak hatırlanacağız” –benzer biçimde biraz yerleşmelerine imkan tanıyan, özel olmasa da farklı partiler ve Avrupa’daki parti liderleriyle politik hesaplar olduğunu söyleyeceğim. Ancak gerçek şu ki “Anayasa” terimi kontrol edilebilir değildir. İnsanlar bir Avrupa anayasasının ne olması gerektiği üzerine düşünmeye başladılar –eğer hakikaten bir anayasa olsaydı. Federalizm hakkında konuşan hukukçular, çeşitli hareketlerdeki aktivistler, veya “Eğer Avrupa için bir anayasa yapacaksanız hesaba katılması gereken problemler var ve bu problemlerle ilgisi olan insanların sesleri de duyulmalı” diyen sendikacılar. Bir anlamda, çok geç, saçma bir “hatalı tereddüt”: aynı insanlar soluna dönüp, “endişelenmeyin, bu bir anayasa değil, tıpkı zaten yaptığımız diğerleri gibi, bir anlaşma” deyip; daha sonra sağına dönüp “bu tarihi, kritik bir an, ilk kez Avrupa’ya bir anayasa veriyoruz” diyorlar. Bojadžijev: Avrupa’dan siyasal bir proje olarak bahsettiğimizde, sol için yaşamsal olan Amerikankarşıtlığını besleyerek “daha iyi” bir proje olarak kurduğumuz Avrupalı “Kimliği”ni yapılandırmak ve ona katkıda bulunmak riskini harekete geçirmiş olmuyor muyuz? Mezzadra: Bence bizim Avrupa tartışmamızı küresel bir bağlama oturtmak gerekli. Avrupa politikasıyla, dünya ölçeğinde, çok dramatik bir bağlamda başa çıkıyoruz: 11 Eylül, Afganistan’da savaş, Birleşik Devletler ordusu işgalinin bakış açısını da içerecek şekilde, bugünkü durumun korkunç olduğu Irak’ta savaş. Avrupa, bu dramatik duruma ne cevap verebilir? Avrupa alanı kapsamındaki ilişkileri algılamak için farklı bir model üzerine temellenen bir cevap mı? Ya da yalnızca teknokratik bir cevap mı? Bütünleşme sürecinin derinleştirilmesi cevabı bu problemi düşünmenin bir yoludur: Avrupa anayasasının meselesi budur. Zira Avrupa’da siyasal bir alan inşa edecek bütünleşme projesi, Birleşik Devletler modelinden önemli derecede conatus farklı bir model üzerine temellenmektedir. Bu çok sayıda gazetede bulunur: La Reppublica, Die Zeit, El Pais, bazen The Guardian, küreselleşmenin meydan okumalarına ve Birleşik Devletler politikalarına bir yanıt olarak görülen, bütünleşme süreci hakkında bir kanı. Hollanda’da şu an ne olduğunu ciddi bir şekilde ele alırsak, bu cevap olamaz. Belki gerçek bir anayasal süreç olmaksızın; ve farklı sosyal sorunları işaret etmek ve bu alan kapsamında çelişkileri açmak amacıyla vatandaşlık pratiklerini derinleştiren bir süreç olmaksızın, muhtemel bir cevap yoktur. Ancak, pays légal ve pays réel arasındaki ayrımın, sosyal bir Avrupa ve kurumsal bir Avrupa arasındaki zıtlık şeklinde bile, kaldırılamayacağı noktasında sana katılıyorum. Avrupa anayasal sürecine daha yakından bakarsak, söylediğin şeyin ilintisini inkâr etmeden aynı zamanda farklı bir okuma bence mümkün. Avrupa Birliği’nin, kurumsal mimarisinin esnekliğini ve “açıklığını” vurgulayan özelliklerinin politik ve hukuki analizleriyle ilgilendiğimi söylemeliyim. Örneğin, Ulrich Beck ve Edgar Grande’nin son dönem kitabı Das kosmopolitische Europa’yı9 ama aynı zamanda bütün “çok-seviyeli anayasalcılık” diye anılan okulu düşünüyorum. Bir yandan Ingolf Pernice, Franz Meyer gibi hukuk akademisyenleri bir Avrupa anayasasının zaten var olduğunu vurguladılar. Ama diğer yandan, ben yaptıkları, Avrupa anayasal alanını somut bir biçimde şekillendiren farklı anayasal ihtisas sahalarının arasındaki örtüşmenin analizinin bir adım öteye götürülmesi gerektiğini düşünüyorum: bu demektir ki, yapısal olarak açık bir süreç olan Avrupa anayasal sürecinin, modern Avrupa anayasalcılığının bazı anahtar kurumları ve kavramlarıyla, derin bir dönüşüm tarafından belirlendiği fikrini kabul etmeliyiz. Yani bu, son yıllarda çok sayıda teorik tartışmanın öznesi olan ulus-devletin krizinin, Avrupa anayasal süreci kapsamında, çok somut bir şekil aldığı anlamına geliyor. Ancak bu şekil, çok sayıda hevesli ulus-sonrası teorisyenler tarafından hayal edilenden çok farklı, 129 ve burada daha önce alıntı yaptığın akademisyenlere de radikal bir mesafe koyuyorum. Bir yanda, ulusdevletin kendisi ilerlemeci bir şekilde Avrupa anayasal süreci tarafından yürütülmeye mahkûm görünmüyor; daha ziyade -bazı işlevleri zayıflatılıp, hatta bazıları güçlendirilip, inşasında yeni bir politik alanın yapısal bir bileşeni olarak farklı bir şekil alıyor. Diğer yanda, süreç zorunlu olarak olumlu bir süreç değil. Örneğin, kurucu güç ve işaret ettiğiniz kurulu iktidarlar arasındaki ilişkinin klasik problemini düşünelim. Modern Avrupa hukuki düşüncesinde, bu ilişki her zaman geçici bir ilişki olarak geliştirildi. İlkin, daha sonra eylemleri tarafından kurumsallaştırılan anayasal çerçeve kapsamında sessizleşmeye mahkûm olan kurucular iktidarının ifadesi vardı. Avrupa anayasası örneğinde bu model artık çalışır görünmüyor. Avrupa anayasal sürecinde, kurucular iktidarı kavramında zımnen bulunan yeniliğin iktidarı daha çok seviyelerin çoğulluğuna bölünmüş ve iktidarın kurulmuş düzeni ile sürekli olarak gerilim içinde yaşıyor görünüyor. Bu bir yanda Avrupa anayasasının daimi dönüşüme açık olduğu ve mantıksal olarak, modern devlet tecrübesiyle kurulmuş yoldan önemli derecede farklı ve “sosyal” ve “kurumsal” Avrupa arasındaki zıtlığa indirgenmesi imkânsız olan bir yolla, Avrupa alanındaki sosyal hareketlerin ve kurumların arasındaki ilişkiyi hayal etmenin mümkün olduğu anlamına gelir. Ancak diğer yanda, Avrupa anayasasının açıklığı, iktidarın çalışmasının, hükümet paradigmasından “yönetişim” paradigmasına geçişte alanı, geleneksel hükümet paradigmasına bağlı olanlardan zorunlu olarak “daha yumuşak” olmayan yeni yönetim biçimlerine açan yeni özgürlük ve keyfilik imkânları ürettiği bir durumu ima eder. Eğer Avrupa “anayasası”na bu şekilde bakarsak, ve belki sırası gelmeden söylediğim şeyi de eklemeliyim, hiç de boş ya da “hükümsüz” görünmüyor; bilakis fırsatlar ve “tehlikeler”le dolu. Fakat Avrupa anayasasında tabii ki belirli ve temel kör noktalar var ve bence anımsadığım küresel bağlam, parlak bir ışık olmasa da, onları net bir ışıkta görmede bize yardım eder: vatandaşlığın tam Irak savaşın bir çeşidi; glocal (küreselyerel) savaş olarak betimlediğiniz, Avrupa sınırlarında göçmen akışlarını düzenlemek için kullanılan silahlı polis operasyonları ise bir başka çeşit toplumsal şifresine giren küresel savaş vaktindeki şiddetle Avrupa nasıl başa çıkar? Balibar: 11 Eylül’ün çok şey değiştirdiğine katılıyorum. Kendiliğinden, konuları küreselleştirmeye yöneliyor; herhangi bir kültür üzerine, güçlü ve korkunç bir biçimde baskıcı ve zayıflatıcı yorum modelini uyguluyor; ve böylece, bu durumları sadece bir araya getirmekle kalmıyor, aynı zamanda onları karşılaşmanın genel bir örneğine uydurmaya yöneliyor. Bu yüzden, Irak’ta vs. ne olduğuna odaklanma kandırmacasına direnebiliyorum. Hollanda’daki son dönem sorunları bir dakikalığına yalıtırsan, uzun zamandır tüm Avrupa’da tanığı olduğumuz şeyden niteliksel olarak fark yoktur; Doğu Almanya’da katliamlar, İngiltere ve Fransa’nın getto-benzeri komşuluklarında ayaklanmalar. Elbette kötü olan bunlardan suçlanır olmamız. Elbette bugün Avrupa’da bu tür olayları bütünleştirmek, kontrol etmek, bastırmak, saklamak ve etkisizleştirmekte kullanılan hiçbir politikada, conatus 130 bizi bütün bu sorunlardan çıkaracak Avrupa’ya ait gerçek bir strateji olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmadığında sizinle hem fikirim. Böyle bir stratejiye fena halde ihtiyaç duyulur, eğer Avrupa Orta Doğu veya dünyadaki büyük sosyo-ekonomik problemler gibi diğer küresel cephelerde de rol almak istiyorsa. Yalnızca bir fırsatı kaçırmakla kalmıyor, tuzağa da düşüyoruz. Belki, senin farz ettiğin gibi kıyamet-benzeri bir şey olacak. Savaşın Hazır ve Nazırlığı Mezzadra: Dünyanın ve Avrupa’nın durumunu düşünme biçimimde kehanetsel bakıyorsam bilmiyorum, ancak günümüzü şekillendiren bazı can alıcı meydan okumalardan meydana gelen Avrupa’nın kamu söyleminin hiçbir bilinci olmadığını düşünüyorum. Siyaset teorisinin bakış açısıyla bu meydan okumalardan biri de savaşın her yerde olmasıdır. Balibar: Bu savaşın her yerde olması mıdır? Ya da toplumun ve siyasetin askerileşmesi mi? Yoksa her ikisi de mi? Mezzadra: İkisinin de olduğuna katılıyorum. Sınırların dönüşümü üzerine geliştirdiğimiz tartışmanın, sınırlar tarafından bir şekilde korunmuş olan politik alanlara giren savaş mantığıyla yapacağı çok şey var. Sınırlar modern tarihte savaşı doğallaştırmak için bir mekanizmaydı; bu birinci işlev. Veya daha çok, Carl Schmitt tarafından ileri sürüldüğü anlamında,10 aynı zamanda savaşın, devletin politik alanından “ihraç edilmesi”ni mümkün kılan ve savaşı devletler arasında (tabi ki Avrupalı devletler) “düzenleyen” bir mekanizmaydı. 1907’de Lord Curzon şöyle diyordu: “sınırlar aslında savaş ve barışın modern konularının ustura’nın ucunda asılı kaldığı yerdir”.11 Sanırım bu Carl Schmitt’i takiben söylediğim şeyin iyi bir göstergesi. Yani bugün sınırların dönüşümü hakkında söylediğimiz şey, savaş (felsefi anlamında olsa bile) ile siyaset arasında farklı bir ilişki tarafından belirlenen bir durumu düşünmede conatus bize yol göstermelidir. Bir kez daha özetle söylemek gerekirse, “geleneksel” savaşın kendisi, modern uluslararası hukuk ve jus in bello (savaş hukuku) tarafından oluşturulan düzenlemelerden bağımsız bir biçimde gelişme eğiliminde iken; savaş, birleşik siyasal alanlar kapsamında, sosyal ilişkileri şekillendirmede artan oranda rol oynuyor. Balibar: Son yıllardaki kendi çalışman, hem ekonomik hem siyasal alandaki yönetici seçkinlerin, yönetimde derin bir kriz içerisinde olduklarını gösteriyor. Gündemleri yok. Belki aşırı liberallerin var, ama onlar da bunu kullanabilecekleri bir konumda değiller. Savaş daha, daha çok alanı işgal ediyor; hem şiddetin küresel ekonomisinin var olduğu ve savaşın giderek artan gerilimlerin doğrudan sonucu ve ifadesi olduğu küresel bir durum sebebiyle, hem de hegemonik bir vizyonun yokluğu sebebiyle. Ve bir alternatifin eksikliği yüzünden. Küreselleşme karşıtı hareket hakkında olumlu pek çok şey söylenebilir; bu önemli, egemen politikalara karşı artık meydan okunmuyor değil. Ancak, küresel bir alternatif fikri, küresel sistemde pek bir şey ifade etmese bile, toplumumuzda, eleştirel olgunun heterojen tarzlarını da içine alan bazı tutarlılıklar olmalı ve bu benim henüz göremediğim bir şey. Ortaya attığın problemin diğer bir yönü, savaş kelimesinin kendisini dert ediniyor. Savaş tarafından kuşatıldığımız ve giderek daha fazla savaşa yakınlıktan kaynaklanan bir çeşit egemen baskı altında yaşamak ve düşünmek ve hareket etmek veya tepkide bulunmak durumunda olduğumuzu kabul ediyorum. Ancak günümüzde savaş nedir? Suni bir terim ve yalnızca Alain Joxe değil, hepimiz söyleyebiliriz ki savaş kaostur.12 Şu aralar birleştirmek istediğim üç veya dört yazı üzerinde çalışıyorum: biri tabii ki savaşın ne olduğu üzerine, diğeri ise çelişki fikri üzerine. Savaşın ötekisi nedir? Barış mı yoksa başka bir şey mi? Romalı kült Janus’tan Augustine’e, Kant’a, Clausewitz’e, savaş fikri ve savaş ile siyaset arasındaki ilişki bu metafiziksel ikilik tarafından yönetildi. 131 Neden bir savaş durumunda yaşadığımızı söylüyoruz? Bu kavramın içeriği dönüştürüldü. Irak savaşın bir çeşidi; son yazılarınızda glocal (küresel-yerel) savaş olarak betimlediğiniz, Avrupa sınırlarında göçmen akışlarını düzenlemek için kullanılan silahlı polis operasyonları ise bir başka çeşit. Dünyada farklı yerlerde, örneğin Çeçenistan’da, terörist ve karşı-terörist karşılaşmaların gelişimi de pekâlâ savaştır. Bu çok karmaşık ve karışık bir örnek, ordular olmadan bir savaş, en azından eski anlamında: Irak’ta hem ulusal hem özel, ücretli bir Amerikan ordusu görüyoruz, savaşın özelleştirilmesi. 20 yıl önce, polemikçiler tarafından detaylandırıldığı gibi düşük yoğunluklu bir savaş, ama yeni özelliklerle. Bojadžijev: Geleneksel anlayışta, savaş sınırları tanımlar, böylece bir bölgenin siyasal coğrafyasını yeniden kurar. Bir nüfusun yaşamı kendisini yeni bir biçime ve kontrol hiyerarşisine sokar –akışkanlık üzerinde, kaynaklar üzerinde kontrol. Mezzadra: Durumumuzun savaşın her yerde olmasıyla belirlendiğini söylediğimde, savaş kavramının tam bir geleneksel kullanımına vurgu yapabileceğimin farkındayım. Benim noktam ise daha ziyade, modern zamanların siyasal kavramlarının en önemlilerinden bazılarının üzerine temellendiği esas ayrımlardan biri olan savaş ve barış arasındaki sınırın bulanmasında ve bu gerçekten radikal bir değişiklik. Bence bu, sınırın kurumlarının tümünü yeniden şekillendiren dönüşümler üzerine tartışmamızda, derinleştirmemiz gereken nokta. Diyalogumuzun başlangıcında “Avrupa, bir sınır bölgesi” diye konuştuğunu hatırlıyorum ve çalışmanı daha önce alıntıladığım kitapta Ulrich Beck ve Edgar Grande’in işaret ettiği noktaya bağlamak istiyorum. Onlar Avrupa sınırlarının esnekliği ve akışkanlığında, Avrupa Birliği kurumsal mimarisinin bizzat anahtar özelliğini gördüler. Savaş ve barış arasındaki sınırın bulandığını söylediğimde, iç ve dış arasındaki sınırın bulandığı bir duruma işaret ediyorum. Bir kez daha: bu, sınırın artık var olmadığı anlamına gelmiyor –hatta durum tam tersi- ve Avrupa’ya göç edenlerin her günkü tecrübesi bunun çoğu kez dramatik bir yol olduğunu gösteriyor. Ancak bu sınır artık mutlak bir sınır değil; ister jeo-politik ister kavramsal anlamında olsun. Savaşın her yerde olmasından konuşmak, sınırın her yerde olmasından konuşmanın bir başka yolu, ki bu yol, sınır bölgesi olarak Avrupa’yı tartışmanın bana mantıksal ön varsayımı olarak görünüyor. Betimlediğiniz durum tamamıyla kararsızlık durumu: basitçe söylersek ve Birleşik Devletler-Meksika sınırı üzerine çalışmasında, Pablo Vila’nın13 öne sürdüğü terimleri kullanırsak, (bu durum) vatandaşlığın özü olarak sınırları geçme imkânını açıyor, ama aynı zamanda sınırları güçlendiriyor. Çalışmalarım için çok önemli olan yazılarında, sınırların nasıl demokrasinin demokratik-olmayan unsuru olduğunu gösterdin. Sınırların her yerde olması, Avrupa alanının kendisi kapsamında, savaş-benzeri yönetişim teknolojilerinin şeklini alabilen, demokratikolmayan unsurun her yerde olmasıdır. Balibar: Filozofların, tarih felsefesi üretmek için zaman ve uzamı kesen farklı gerçeklikleri bağlamaya eğilimli olduklarını biliyorum. Pierre Clastres, Devlet ve savaş, “yerli yurtlulaşma” ve “yersiz yurtsuzlaşma” arasındaki, Deleuze ve Guattari tarafından daha da genişletilen, çelişkili ilişki üzerine bu yeni söylemi başlattı.14 Savaş kalıcı bir şey iken, Batı ama yalnızca Batının değil, insanlığın tarihinde dönemler oldu. Bu doğa durumu değildi, epey kurumsal, epey kanunlaştırılmış bir şeydi. Daimi barış fikri Augustus tarafından; aslında onun şef ideologu, bir dahi, savaşın kapanan kapıları büyük sembolü ile pax augusta’nın emperyal doktrinini haklılaştırmasını sağlayan Virgil tarafından icat edildi; hâlbuki bu kapılar, birkaç yüzyıl için her bir yıl sonsuz bir döngü şeklinde kapalı ve açıktı. Tabi ki Romalılar imparatorluğun tüm çevresinde, savaşı sürdürmeyi bırakmadılar, ama artık savaş diye anılmıyordu. Roma pax romana idi ve pax romana evrensel barışı evvelden yaşıyordu. conatus 132 Sonra Hıristiyanlar geldi, sonra Kant, daimi barışın işe yaramadığını, bunun imparatorluğun işi olmadığını ama ruhani bir dönüşümün sonucu olmak zorunda olduğunu, ve bunun insanlığın tek kurtuluş yolu olacağını söyledi. Ancak fikir ortadaydı. Şehirler ve devletler olarak anılan kolektif özneler vardı; insanlar, güvenlik ve şiddetten farklı olan, ama daha çok kanunlaştırılmış bir şey olan savaşa devam ediyorlardı. Biri tamamen farklı bir örnekte yaşayabilir: şimdi düşünce savaşın sürekli devam edeceği ve sorun onun nasıl durdurulacağı ve nasıl sürdürüleceğidir. Her bir büyük olay oluşunda, II. Dünya Savaşı’nda, Birleşik Devletlerin oluşumunda, sömürgeleşmeden çıkışta, şiddetin esas nedenlerinden birini daha başımızdan savdığımızı ve daimi barışı kurmanın mümkün olduğunu düşündük. Ancak çok sayıda çağdaşımız tam anlamıyla karşı türden bir izlenim edinmişti: yalnızca engellerin kaldırıldığı noktaya yaklaşmıyor değildik, aynı zamanda çelişkilerin nedenleri her yerde artıyordu. Ve artık geçmişte olduğu gibi insanları organize eden, vatanseverliği, fedakârlığı vs. kuran kolektif özneler net olarak tanımlanamıyordu. Burası Amerikalıların terörizm savaşlarında aptal olmadıkları noktadır. Alain Joxe’un savını ters çevirebildiler: uzun bir süre, belki de uzun süren bir dönem kaos olacak ve ulus devletler bu olguyu düzenleyemeyecek, çünkü şiddet dinden doğuyor (bu ABD gizemidir: düşman İslamdır). İnsanlar bu durumu, muhtemelen haksız olan ama dünyadaki tahkimi sağlayabilecek kapasite ve üstünlüğe tek sahip olan egemen bir gücün arkasında toplanabilirlerse yenebilirler. Elbette bu kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet, çünkü Amerikalılar sürekli olarak dövüşmeyi iddia edebilecekleri şeyi geliştiriyorlar, bir düşmana ihtiyaçları var. Mezzadra: Sahte Mesihe ihtiyaçları var. Herfried Münkler Die Neuen Kriege’de15 son günlerde tecrübe ettiklerimizin, Modern devletten önce Avrupa durumunu şekillendiren savaşın geri dönüşü conatus olduğunu ileri sürüyor. Kitabının Otuz Yıl Savaşları hakkındaki bölümünde, bazı Asya ve Afrika ülkelerinde olanın bu türden bir tecrübenin tıpkı bir tekrarı olduğunu söylüyor. Beni etkileyen barışın alanı olma eğiliminden hem de hiç etkilenmeyen Batı dünyasında, Avrupa’da, bir alanın varlığını doğal karşılaması oldu. Nasıl böyle emin olabilir? Kendi ülkesi kapsamında ABD, savaş ve barışın bu belirsizliğini bir şekilde zaten kabul etmişti. Balibar: Başka bir olgu var: ABD ve Avrupa içerisinde dev yoksulluk mahalleri bulunduran zengin dünya, dünya çevresini tamı tamına güvensiz olarak algılıyor. Umutsuzca, çitlerin, korumaların, duvarların, bu salgın şiddeti ve içeri giren savaşı engelleyebilecek ne varsa onun sözünü veren politik liderleri dinliyorlar. Bu yüzden siyasal İslam’ı, bir siyasal suikastı burada, katliamı (ise) orada gördüklerinde böylesine şok oluyorlar, birden fark ediyorlar ki çit geçirgenmiş. Bu elbette kendinibitiren bir süreç, çünkü bu panik sadece nedenler hakkında değil, aynı zamanda kendi ülkemizden kaynaklanabilecek gerilimlerin ve insanları, kendileri de şiddet olan düzen politikaları ve hukukun kollarına iten koşulların ardı hakkında da düşünmemizi engelliyor. Sınırların tahayyül edilebilir ölçüde bulandığını söylediğinde sana katılıyorum, ama herkes bunu kabul etmeye hazır değil. Çok yoksul insanlar da dahil pek çok kişi, şimdi sınırlarımızı korumanın zamanı olduğu fikrine takılmış. Birkaçımız güvenlik ve güvensizliğin sadece cinayetleri ve saldırıları değil, aynı zamanda sosyal güvenliği, işsizliği vs. 133 de içeren karmaşık kavramlar olduğunu her zaman vurguladık; ve güvensizlikten başlıca sorumlu olanların, aslında en güvensiz hayatları yaşayanları hedeflemesinin paradoksal olduğunda ısrar ediyoruz. Pek çok insan, aynı zamanda “Biz sizin güvenliğinizi koruyacağız”ı iddia edenlere inanmaya hazır iken, kendi yaşamlarını çok daha güvensiz koşullarda sürdürüyor. Mezzadra: Bu tam da vurguladığım durumun kararsızlığı. Sınırların bulandığı gerçeği, kaybolduğu anlamına gelmiyor. Bunun yerine onların her yerde olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Ve eğer sınırlar meselesinin, vatandaşlığın ve diğer şeyler arasında demokrasinin demokratik-olmayan karakterine işaret eden siyasetin temeli ile yapacağı işler olduğunda hemfikirsek, Avrupa’da gündelik yaşamın tüm seviyelerinde karşılaştığımız problem budur. Sınıf Mücadelesi Bojadžijev: Bu bana belki çok basitleştirilmiş ama tartıştıklarımıza da gönderme yapan bir şeyi, sorulardan birini hatırlatıyor: savaşın ötekisi nedir? Foucault’nun toplu derslerinde, Toplumu Savunmak Gerekir (Lectures at the College de France, 1975-76, Penguin, 2004), savaşın iki asıl alanda yatıştırıldığı fikri vardı: ırk mücadelesi ve sınıf mücadelesi. Sorularından biri: tarihi bu şekilde kavramsallaştırdığımızda; –tekrar basitleştirerek, her ikisi de aşağıdan gelen sınıf mücadelesi ve ırk mücadelesi- bugün aşağıdan tarihi nasıl yazacağız? Çok kabaca, bu terörizm savaşında, her iki kavramın da yeni bir dönüş bulduğu, belli bir ölçüde, klasik sınıf mücadelesi kavramının sonu ve açıkça farklı bir ırk mücadelesi kavramıyla yüzleştiğimiz verili koşullar altında, fiili çelişkileri nasıl kavramsallaştıracağız? Bu yeni bağlamda sınıf mücadelesinin geleceği ne olacak? İçerisinde, vatandaşlık ve sınırlar konusunun çekiştiği, Avrupa seçmenliğinin sorgulandığı göçmenliğin otonomisi kavramı bir işaret olarak belirebilir mi? Balibar: Toplum Savunmak Gerekir ilginç sorular ortaya atan ama aynı zamanda kontrol edilemeyen büyüleyici bir kitap. Foucault Clausewitz’in formülünü ters çevirmemiz gerektiğini söylüyor: bu siyasetin bir devamlılığının savaşı değil, savaşın devamlılığının bir siyaseti. Çabucak söylemek gerekirse, bu, ne ideolojide ne de ekonomide yakalanabilen anlamında, pür siyasetin ideal tipini içeriyor. Bu onun elbette Klasik çağa, veya belki de onun sınırlarına konumlandırdığı ütopyası. Ve kesinlikle buna dönüşümüze izin vermiyor; daha ziyade bundan neden ayrıldığımızı anlamaya izin veriyor. Bunun ayrıca, bütünsel bir konu olarak onun mücadele değil de agon∗, çelişki diyeceği, iktidarı ve direnişi kavramsallaştırma girişimi ile alakası var. Muhtemelen aynı çizgide çalıştığımız Jacques Rancière ve pek çoğu gibi ben de kolayca onaylıyorum. Baskının, tahakkümün zıttının olduğu yerde, uzlaşmanın değil de siyasal antagonizmanın veya çelişkinin devamlılığının veya periyodik başlangıcının olduğu, kırılgan, olumsal bir siyasal biçim hayal etmeye çalışıyoruz. Şimdi her iki tarafta da düşmanlarımız var: bir yanda, Sandro’nun kastettiği anlamıyla savaş, veya aşırı şiddet tarafından siyasetin, basitçe ve kusursuzca yok edildiği olasılığı görüyoruz, diğer yanda da konsensüs, siyasalar ve ideolojiler tarafından. Tıpkı romantik filozofların Yunan polisini bir çeşit sanat çalışması olarak gördükleri gibi, biz de Foucaultcu siyaseti savaş gibi, veya siyaseti çelişki gibi düşmanlardan veya her taraftaki tehlikelerden korunması gereken bir çeşit sanat çalışması gibi görüyoruz. Saint-Saëns: Jacques Rancière tarafından tabii ki La mésentente’de,17 ama aynı zamanda 1992, Pasqua göç yasası18 üzerine bir yazıda geliştirilen konsensüs analiziyle, neredeyse on beş yıl sonra hem fikir misiniz? Başkalıkları karşılayacak çelişki üzerinde temellenen toplumun yetisi harap oldu, ve şimdi sorun ona karşı önlem almak için, “öteki”ni kurmak ve arasında değil, karşısında kurulacak bu konsensüsün conatus 134 ne hakkında olduğudur. (Consentir, c’est d’abord sentir ensemble ce qu’on ne peut pas sentir)∗. Mezzadra: Bu anlamda gerçekten biraz kötücül bakmaya eğilimli olabilirim. Problemin, siyaseti bir yanda aşırı şiddet düşmanlarından, diğer yanda konsensüs siyasetinden koruma olduğunu söylediğimizde, hala savunulması gereken bir siyasetin varlığını kabul etmiş oluyoruz. Bu tarz bir siyasetin artık var olduğu gerçeğinden başlamamız daha üretici olmaz mıydı? Elbette bunun, Manuela’nın sorduğu büyük soruyla, sınıf mücadelesinin bu durumu ile alakası var. Sınıf mücadelesinden “objektif”, geleneksel Marksist veya sosyolojik anlamda bahsetmiyorum; fakat Marx’ın kendisine de çok yakın olduğunu düşündüğüm sınıf ve sınıf mücadelesi kavramlarının siyasal problemlerinin, bölünme çizgileri, siyasal öznelerin kurulumunun siyasal problemlerini ortaya çıkaran çatışma çizgileri tarafından çaprazlama kesilen gerçeklik kapsamında, siyasetin temelini belirtmesi anlamında bahsediyorum. Ya da başka şekilde söylemek gerekirse, benim toplum kavramı ile adlandırdığım ve toplumsal arasındaki farklılık terimleriyle belirtilebilir. Bence toplum kavramını, siyasete ve onun toplumla olan bağına bakışın temeli olan bir kavram olarak görebiliriz: elbette bölünme çizgileri, ilişki çizgileri, işbirliği tarzları, çelişkiler tarafından çaprazlama kesilen fakat eninde sonunda rollerin karışık bir sistemi olarak algılanan, toplumsal bir alan olarak toplum. Ancak toplumsal olan başka bir şeydir; uzamsal kategorilerin veya toplumun bir kartografisinin terimleriyle analiz edilemeyen bir boyuttur. Bu noktadan bakıldığında, (son zamanlarda örneğin, büyüleyici kitabında, Stanley Aranowitz tarafından bu konuya değinildiği gibi20) sınıfın siyasal kavramı, sosyal ve siyasal teoride zaman boyutunu yeniden üretmede kullanılabilir. Belki bu türden model, kesin bir siyaset fikrinin altını çizen sosyal ve siyasal sistemin artık var olmadığı gerçeğiyle başlayarak, bizim durumumuza uydurulabilir. Bu bence Étienne’in ulusal sosyal devlet kategorisi ile belirttiği problem. conatus Ulusal sosyal devlet, her birinin tamı tamına “ulusal” sınırlarla tanımlandığı Devlet ve sivil toplum arasında, “diyalektik” bile diyebileceğimiz, kesin türden ilişkiler üzerinde temelleniyordu. Benim sorum şu: siyaseti, siyasetin düşmanlarından koruma terimleriyle düşünmek mantıklı mı, veya daha ziyade radikal yeni koşullarda icat edilmiş yeni bir siyaset mi düşünmeliyiz? Balibar: Muhtemelen neo-klasik veya Arendtçi olduğumu düşündün? (gülüşmeler) Siyasetin bütün olabilirliğini tehdit eden tehlikelerden konuşurken, aklımda olan şey siyasal eylemin olabilirliğiydi. Sen dahil pek çok insan, özneleşmenin (subjectivation), özneleşme süreçlerinin sorun olduğu bir Foucaultcu terminoloji kullanmaya daha eğilimlidir. Ve özneleşmeden apolitik olmayan bir şey anlıyorum, bu zaten Foucault’nun yazdıklarının merkezinde olan, boyun eğme ve özneleşme arasındaki ayırt edici veya kalıcı gerilim. Post-modern ya da postyapısalcı olsun, muhtemelen birkaç düşünürün bu takımyıldızında aradığı, direniş ve iktidar ya da özneleşme ve boyun eğme arasındaki bu sabit olmayan ama kritik farklılıktır; ve bu aslında belli seviyede savaş ve siyasetle vs. aynı olan, onların siyasal kavramının kalbidir. Özneleşmeden, Foucaultcu olmaktan çok Arendtci olan eyleme veya faile kayarsanız, farklılık kurumsal yönde yatar. Bunu kendi içinde kesinlikle uzlaştırılamaz bir konum olarak sunmuyorum. Kişisel-analiz veya itiraf zamanı olmamasına rağmen, asla kendiliğindenci olmadım; parti olmaksızın siyaset yapamayacağınız ve parti aygıtı olmaksızın bir partinizin olmayacağı siyaset kavramını, çok sayıda arkadaşım, muhtemelen doğru bir biçimde, Stalinist değilse de, eski iyi bir Leninist’in süren etkisi olarak yorumladılar. Elbette bu modeli sürdüremeyeceğinizi fark edersiniz, dolayısıyla içeriden eleştirmeyle, kritik unsurları ortaya dökmekle, örgütlenmeyi demokratikleştirme zorunluluğunda ısrar etmekle vs. başlarsınız. Sonuçta, ulaşılan şey, son kitabımda21 Machievelli Teorem’i olarak değindiğim ve (aslında daha önce) Laclau ve Mouffe tarafından kendi 135 tarzlarında22 gösterilen çelişki ve kurumların sabit olmayan ve “kırılgan” (eşit-dengede bile olmayan) karşılıklı oyununu da içeren bir problem olarak, Avrupa’da radikal demokrasidir. Bu sorunsal özgürleştirici mücadelede ve hareketlerin, kendilerini, ihtiyaç duydukları kurumsal araçlardan nasıl özgürleştireceklerinin çifte bağı etrafında dönmektedir. Siyaseti ikiz düşmanlar olarak aşırı şiddete ve konsensüse karşı koruma konusu, demokratik siyaseti koruma veya kurumsal bir çerçeve kapsamında, aktif vatandaşı yaratma konularından çok farklı değildir. Mezzadra: Benim konumumun tamamıyla kurum kavramının bütünüyle ve son on yıllarda, kurumların dönüşmesiyle alakası var. Biraz önce, Avrupa anayasal sürecinden bahsederken, bunun hakkında konuşuyordum. Burada ortaya konması gereken problem, bir kez daha sınırların bulanması süreci terimleriyle çerçevelendirilebilir. Bu örnekte, bulanmış görünen “kurumsal” ve “sosyal” arasındaki sınırdır. Son on yıldır “yönetişim” kavramı çerçevesinde, yer alan tüm tartışmalara bir baktığımızda, bana tam bu sürece odaklanmış görünüyor. Fakat bence problemi radikalleştirebiliriz ve radikalleştirmeliyiz: iç ve dış arasındaki sınır bulanıyorsa, bu kavramsal bir bakış açısıyla, siyaseti ve demokrasiyi “entegrasyon” kategorisinin öne sürülen terimleriyle düşünmenin artık bir anlam ifade etmediği anlamına gelir. Bu bakış açısından, bence Avrupa’da göçmenlerin koşulları bizim için bilhassa önemli. Post-kolonyal feminist Nirmal Puwar’ın son dönem kitabından bir kavramı ödünç alırsak,23 göçmenler aynı anda hem içeridekiler hem de dışarıdakiler. Ancak bu “yerli” Avrupa vatandaşlığının geniş bir kısmında, giderek daha çok yaygın hale geliyor. Bence emeğin belirsizliği üzerine tüm düşünce, bu terimlerle yeniden çerçevelendirilmelidir. Ve bir kez daha, hem göçmenlerin koşulları örneğinde, hem de (ortaklığın unsurlarını paylaşmakla birlikte farklı koşullarda olan) belirsiz emek örneğinde, kararsız bir durumla karşı karşıyayız. Bir yanda hakların Sınırların bulandığı gerçeği, kaybolduğu anlamına gelmiyor. Bunun yerine onların her yerde olduğu bir durumla karşı karşıyayız kendisini belirsiz yapan spesifik politikalar yüzünden, diğer yanda “neo-liberal” politikalardan uzun süre önce başlayarak, ulusal sosyal devleti krize sokan birkaç sosyal hareket tarafından eleştirilen ve yapıbozuma uğratılan –ve hala da devam eden-, senin “ulusal sosyal devlet” diye adlandırdığın varsayımlar arasında yer alan belli türden “ait olmalar yüzünden”, aynı anda içeride ve dışarıda olarak tanımlanan özne konumları hakkında konuşuyoruz. Bu hareketler, sosyal hareketler ve arzular seviyesinde, “canlı emeğin” fiili bileşkesini şekillendiriyor ve bu, “neo liberalizm” eleştirisini, tek olası “eleştirel” çözüm olarak refah devletine dönüşü önerdiği terimlerle çerçevelendiren teorik ve siyasal konumların bütünsel eleştirisine meyletme sebebimdir. Balibar: I confini della liberta’nın 24 girişinde yazdıklarını, özellikle bir yanda Üçüncü Dünyanın geleneksel nüfusu olmayan ve diğer yanda çalışan sınıfı net olarak sabitleştiremeyen göçmenlerin sosyal hareketlerinin kurumunu konu edinen sorunu düşünüyorum; onlar yeni conatus 136 bir çeşit, yeni bir sosyal yeri işgal ediyorlar. Şu an yaşadığımız siyasal alan türünde toplumsalı etkilemediyseler, ısrarla söylüyorum ki bilinçliliğe, örgütlenmeye ve kurumlara ihtiyaçları var –elbette Birinci, İkinci ya da Üçüncü Enternasyonal’in bir kopyası olmamak üzere. Önermeye yöneldiğin şey küresel yöneten sınıfların, onları kontrol etmek için zaten pratik bir gündemi olduğu ve onların, kalıcı olanın akış olduğu fikrini zaten kabul etmesi. Sınırlar veya sınırların belli kullanımı kontrol etmek için kullanılan araçlardan biri. Kontrol etmek, kurumsallaştırmak değil. Soru şu hale geliyor: alternatif tasarılar nelerdir? Buna basit bir cevap yok. Cevap, hakların, temsiliyet biçimlerinin, tabi ki öznelliğin bazı şeylerinin, sadece ve basitçe STÖ’lerin, devletin, faillerin vs. elinde olmasını engelleyerek yeteri kadar güçlü bir şekilde duyulabildiği pazarlıklar için bir çerçevenin birleşimidir. Vatandaşlığın bu yeni formu sorununa karşı kurumsal bir yön vardır. Kulağa belki gerici bir gönderme gibi gelen ama aslında bence öyle olmayan ve büyük bir geleceğe sahip olan bir şey daha ekleyeceğim. 1948, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi der ki “milliyet hakkı onaylanmalıdır” ve “milliyeti değiştirme hakkı onaylanmalıdır”. Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Hareketin özgürlüğü hakkı genişletilmeli ve korunmalıdır; özellikle pek çok yönden tehdit edildiği bu dönemde. Oturma hakkı, Kuzeyde olduğu kadar Güneyde de onaylanmalı ve korunmalıdır. Kurumların, kurallar ve kodların, ulus-aşırı kurumlar ve prosedürlerin bu çifte hakkı yerine getirmek için düzenlenmeye ihtiyacı var. Mezzadra: Kurumlar meselesi benim için her zaman önemli olmuştur. Lisans tezimi yirmi yıl önce Thomas Hobbes üzerine yazdım ve bu tür “klasik” siyasal düşünceden derinden etkilendim (ve beni etkileyen ve etkilemeye devam eden bu geleneğin parçasının Lenin olduğu gerçeğini vurgulamak isterim). Kurumlar daima güvenlik sorunuyla bağlantılıdır. Son birkaç yılda, güvenlik retoriğine karşı Sol söylemlerin bazılarının sınırlarını conatus hissetmeye başladım: neo-liberalizm ve aşırı Sağ tarafından ithaf edilen siyasal dilin “güvenlik altına alınması”nı eleştirmeye ve yapıbozuma uğratmaya ihtiyacımız olduğu gayet net; ama bazen, gerçekten belirtilmesi gereken, politik olarak geliştirilmesi ve eklemlenmesi gereken güvenlik meseleleriyle karşı karşıya geliyorsunuz. Örneğin son yıllarda zamanımın birazını geçirdiğim Arjantin’de, büyük Buenos Aires conurbanolarının komşululuklarının bazılarında, piquetero hareketi, güvensizlik tarafından gerçekten harap edilen sosyal bir bölgede, yeni güvenlik meselesiyle başa çıkmak için strateji geliştirmeye çalışıyor. Üzerine çalıştıkları deneyimler, örneğin pibes chorros (“kötü çocuklar”) çok ilginç çünkü geleneksel kurumların, devlet kurumlarının geri çekildiği, var olmadığı gerçeği tarafından alttan alta biçimlenen bir bölgede, bir şekilde bir tür sosyal kurum geliştirmeye çalıştılar. Sosyal ve siyasal kurumların yeni bir eklemlenme olasılığı, burada ortaya çıkıyor gibi görünüyor, en azından teorik olarak. Bu türden sosyal kurum aslında, onların bölgeleri kapsamında, siyasal kurumların yeniden kurulumunun temeli olabilirler; ancak normlar ve sosyal kurumların altında, hareketin kendisi tarafından inşa edilebilir. Teorik olarak, kurumları algılayışımızı derinleştirmek mutlaka gerekli ve önemli. Ben bunu örneğin antropolojik bir bakış açısıyla yapmayı denedim; yalnızca örneğin Clastres gibi senin daha önce değindiğin türden araştırmalar ve soruşturmaların değil; aynı zamanda mesela Arnold Gehlen gibi, kurumların öznesi üzerine bazı gerici soruşturmaları kullanarak; genç Günter Anders (aynı zamanda hala Günter Stern adı altında) de aynı (gerici) türden bakış açısını geliştirmeyi denedi, ama daha az muhafazakar bir yolla. Bunlar kurumlar konusundaki görüşlerimizde bize yardım edebilecek perspektiflerdir. Bir yanda bizi tamamen siyasal, hatta felsefi anlamında, güvenliğin kurucu öznesine geri getirecek kurumların tartışmasını antropolojik bir tarafta ele almalıyız. Diğer yanda zaten vurguladığım gibi, yönetişim konusu üzerine tüm literatürü eleştirel olarak okumayı denemeliyiz. Eğer 137 bu türden literatürü ciddiye alırsan, tarif ettikleri şey, pek çok anahtar kurumun, bir kez daha içerisi ve dışarısı arasındaki sınırın bulandığıdır. Belki bunun bir kez daha yeni kurumsal çevrenin yapımda olması, kurumların çevresi ve toplumun çevresi arasında, bunları sosyal hareketlere ve Sola açacak olan ilişkinin icat edilmesi gerçeği ile alakası var. Burada konu, siyaseti savunmaktan daha çok yeni bir siyasal alan, yeni bir siyasal kurum, yeni siyasal kavramlar yaratmaktır. Ayrıca, ben özneleşme kavramının bu yönde çok yararlı olacağını düşünüyorum. Balibar: Bunu reddetmiyordum. Mezzadra: Bundan eminim, elbette kavramı Foucault’dan aldığım için; ancak onu daha sonra başka bir şekilde geliştirmeyi denedim ve Essays on the universal25 çalışman çok önemliydi. Özneleşme can alıcıdır çünkü nesnellik ve öznellik arasında, kurumlar ve sosyal hareketler arasında yaratılması gereken yeni eklemlenme durumuyla ilgisi var. Bu bütün bir araştırma projesi olabilir. Saint-Saëns: Bunu Arjantin’de az önce tarif ettiğiniz deneyimlere, kurumların inşası hareketinden çıkan tecrübelere bağladığınızda, bu soruyu göçe, göçün otonomisine nasıl bağlarsınız? Mezzadra: Bir yanda, göç üzerine son dönem literatür (örneğin, “yeni göç ekonomisi” diye anılan ama aynı zamanda “ulus-aşırılık” kavramını da kullanan çalışmaları düşünüyorum) gösterdi ki bir takım “sosyal kurumlar” (örneğin aile ve “etnik” ağlar), göçle ilgili sürecin her aşamasında anahtar bir rol oynuyorlar. Ancak, diğer yanda, bu “kurumlara” karşı eleştirisiz olamayız: onlar direnişin vasıtası olarak işlev görebilirler ve göç mücadelelerinin bütün tarihi bunu gösterir; ancak onlar aynı zamanda etkili bir şekilde, tahakkümün ve sömürünün eski ve yeni mekanizmalarının yeniden üretimi biçimde işlev görür. Kurumlar meselesi üzerine yeni bir yansıma ve göçün otonomisi arasındaki ilişki sadece, burada zaten tartıştığımız sınırların bulanması süreci tarafından konumlandırılan meydan okumayı pozitif bir şekilde geliştirmeyi deneyen yeni bir siyasal alanın kuruluşuna odaklanmış, daha geniş kavramsal ve siyasal bir çerçeve kapsamında geliştirilebilir. Ve belki, bunu yapmakla, kuruluşun, (Toni Negri’nin son yıllarda sıkça kullandığı terimi ödünç alırsak) “ortak olanın” öz-yönetim sorununu yeni bir şekilde geliştirmeye çalışmakla, radikal bir şekilde yeni bir temelde olmasına rağmen, bir kez daha, Étienne’in Leninist mirası kastederken hakkında konuştuğu problemler bütünü ile karşı karşıya olabiliriz. Sandro Mezzadra &É Étienne Balibar, Borders, Citizenship, War, Class. A Dialogue, ed. by M. Bojadzijev and I. Saint-Saëns, New Formations, Number 58, Summer 2006. 1 Sandro Mezzadra and Alessandro Dal Lago, ‘I confini impensati dell’Europa’, in H. Friese, A. Negri, P. Wagner (eds), Europa politica. Ragioni di una necessità, Roma, Manifestolibri, 2002; Étienne Balibar, L’Europe, l’Amérique, la guerre. Réflexions sur la médiation européenne, Paris, La Découverte, 2003; Sandro Mezzadra and Enrica Rigo, ‘L’Europa dei migranti,’ in G. Bronzini, H. Friese, A. Negri, P. Wagner (eds), Europa, constituzione e movimenti sociali, Roma, La crisi della sovranità statale, la dimensione europea e lo spazio dei movimenti sociali, Manifestolibri, 2003. 2 Étienne Balibar, Europe, pays des frontières, in Europe Constitution Frontière, Paris, éditions du Passant, May 2005, pp93-164. (İngilizce uyarlaması için http://www.ru.nl/socgeo/n/ colloquium/Europeas Borderland.pdf 3 Carlo Galli, Spazi politici. L’età modernae l’età globale, Bologna, Il Mulino, 2001. 4 ‘Es gibt keinen Stat in Europa’: racisme et politique dans l’Europe d’aujourd’hui: Institut für Migrationsund Rassismusforschung, Hamburg (RFA) tarafından düzenlenen Avrupa’da Göç ve Irkçılık Konferans’ında sunulmuştur; Eylül 27-30, 1990 (Bkz. Les Frontières de la dèmocratie (1992), pp169-190) 5 Étienne Balibar ve Immanuel Wallerstein, Race,Nation, Class, Ambiguous Identities, London, Verso,1991 (Irk, Ulus, Sınıf – Belirsiz Kimlikler, Metis, 2000) (Özellikle 23-4 sayfaları, diğer yeni-ırkçılık biçimleri için Yahudi-karşıtlığının oynadığı rol üzerine…) 6 Bkz. Sandro Mezzadra ve Frederico Rahola ‘The Postcolonial Condition. A Few Notes on the Quality of Historical Time in the Global Present’, (Gelecek sayı) Postcolonial Text, ll, (2006),1, 2005 7 Bkz. J.H.H. Weiler,‘Federalismo e costituzionalismo: il ‘Sonderweg’ europeo’, G. Zagrebelsky (ed), “Diritti e conatus 138 Costituzionenell’Unione europea” içinde, Roma –Bari, Laterza, 2003, pp22-42. 8 Politik antropoloji kavramının derinleştirmek için bkz. S. Mezzadra, ‘Le vesti del cittadino. Trasformazioni di un concetto politico sulla scena della modernità’, Id. (ed), “Cittadinanza. Soggetti, ordine, diritto” içinde Bologna, Clueb, 2004, pp9-40. 9 Ulrich Beck -Edgar Grande, Das kosmopolitische Europa, Frankfurt, a.M., Suhrkamp, 2004. 10 C. Schmitt, Der Nomos der Erde im Völkerrecht des Jus Publicum Europaeum (1950), Berlin, Duncker & Humblot, 1997 11 Bkz. Lord Curzon, Frontiers (Sınırlar) [The Romanes Lecture 1907], Oxford, Clarendon Press, 1908 12 Alain Joxe, L’empire du chaos. Les républiques face à la domination américaine dans l’après-guerre froide, Paris, La Découverte, 2002 13 Pablo Vila, Crossing borders, Reinforcing borders: social categories, metaphors, and narrative identities on the U.S.-Mexico frontier Austin, University of Texas Press, 2000 14 Pierre Clastres, La société contre l’État : recherches d’anthropologie politique, Paris, Editions de Minuit, 1974; Gilles Deleuze et Félix Guattari, Mille Plateaux, Paris, Editions de Minuit, 1989 15 Herfried Münkler, Die neuen Kriege, Berlin, Rowohlt, 2002 ∗ Antik Yunan döneminde yapılan yarışmaların gerektirdiği mücadele (ç.n.) 17 Jacques Rancière, La Mésentente: politique et philosophie, Paris, Galilée, 1995 conatus 18 Jacques Rancière, ‘L’immigré et la loi du consensus’, Libération, 12/07/1992. http://bok.net/pajol/debat/presse/libe/ranciere0.html ∗ Razı gelmek, her şeyden önce birinin anlayamadığını birlikte anlamaktır. (ç.n.) 20 See Stanley Aronowitz, How Class Works. Power and Social Movement, New Haven, London, Yale University Press, 2003 ** Foucault terminolojisine göre bireysel öznenin kurulumu (ç.n.) 21 Étienne Balibar : L’Europe, l’Amérique, la Guerre. Réflexions sur la médiation européenne, Paris, La Découverte, 2003 22 Bkz. özellikle Ernesto Laclau – Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy. Towards a Radical Democratic Politics (1985), 2nd edition London, New York, Verso, 2001 (Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim) 23 Nirmal Puwar, Space Invaders. Race, Gender and Bodies Out of Place, Oxford, New York, Berg, 2004 24 Sandro Mezzadra (ed), I confini della libertà. Per un’analisi politica delle migrazioni contemporanee, Roma, DeriveApprodi, 2004 25 Étienne Balibar, ‘Les universels’, in La crainte des masses, Paris, Galilée, 1997; ilk kez İngilizce olarak “Ambiguous Universality”, in Politics and the Other Scene, London, Verso, 2002 “Konuştuğumuz dil benim olmadan önce onun dili. Ev, İsa, bira, usta kelimeleri ikimizin ağzından ne kadar bambaşka çıkıyor! Ben bu kelimeleri ruhum tedirgin olmadan konuşamıyorum, yazamıyorum. Bana bu derece yakın ve bu derece uzak olan bu dil benim için her zaman sonradan edinilme bir dil olarak kalacak. Kelimelerini ben yapmadım, ben benimsemedim. Sesimle kendimden itiyorum bu kelimeleri. Onun dilinin gölgesinde ezilip büzülüyor ruhum.” James Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, Çev.: M. Belge, s. 204, İletişim 140 141 Kaçma Hakkı S a n d r o M e z z a d r a Çeviren: Cavidan Soykan Özet Kaçmak, politik bir kategori olarak her zaman şüphe uyandırmıştır. İhanet, fırsatçılık ve korkaklık gibi hem vatansever olmayan hem de politik faaliyetin geleneksel erdemlerine yabancı tüm kategorilerle yakın bağları olduğu düşünülmüştür. Gerçi sivil itaatsizliğin bir figürü olarak firar, 1970’lerden beri barış ve çevre hareketlerinde belli bir başarı kazanmıştır ve Reel Sosyalizm’in bitişini simgeleyen eski Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden toplu çıkış, ciddi anlamda siyasi bir harekettir. Kaçmak, neredeyse tamamen anti-politik bir kategori olmasına rağmen, macera, keşif, hayata açlık ve susamışlık gibi başka çağrışımları da olmuştur. Her zaman hareket ve yerinde duramama kavramları ile bağlantılı olmuştur. Her zaman gündelik hayatın sıradanlığı ve tekrarları, onun boğucu sınırlamalarını reddetmenin en temel araçlardan biri olmuştur. Bu anlamda kaçmak, öznellik için ayrıcalıklı bir tarz, bağımsızlık ve özgürlüğe giden bir yoldur. I İtalya’da ülkenin tarihindeki yeni bir unsur olarak toplu göç deneyimini acılı bir şekilde yaşamış yabancı göçmenlerin varlığından söz edilebildiği zamanlar çoktan geçti. Şimdi bu varoluş kendini oturttu ve demografik oluşumun yapısal bir unsuru ve aslında yeterince vurgulanmasa da, emek gücünün bir unsuru olarak kendini göstermekte. Dolayısıyla, göçmenlerin son yıllarda ne şekilde karşılandıklarına dair bir ilk değerlendirme yapmanın zamanı geldi. Bununla, güvenlik saplantısı ve onu takiben yeni milliyetçilik ve ırkçılıklar arasında dizilen hakim kamusal söylemin “yabancı” ve “göçmen”i, hükümet politikalarının yol açtığı damgalanma ve dışlanmayı meşrulaştıracak şekilde temsil etmesini kastetmiyorum.1 Bunun ötesinde, göçmenleri büyük bir iyilikseverlikle kabul edenler arasında 1980’lerin sonlarından itibaren yayılan, açlık ve sefaletten içi oyulmuş, her türlü yardım ve ilgiye muhtaç zayıf bir özne olarak konulan göçmen imajına bakmak gerekiyor. Şüphesiz, bu imaj etrafında, laik ve Katolik gönüllü işçiler arasında, göçmenlerle dayanışmanın en conatus 142 yüce deneyimleri inşa edilmiştir. Bu işçiler, “diğer sosyalizasyon kurumları”nın (tüm geleneksel emek hareketi örgütlenmelerinin ve Refah Devleti’nin) krizi nedeniyle terk edilen bir sosyal doku içerisinde referans noktaları önererek oldukça önemli bir rol oynamışlardır. Daha genel bir ifadeyle söylemek gerekirse sonuçta bu imajın, kendisini çok kolay bir şekilde, göçmenlerin tüm özne olabilme şanslarını reddederek, onları daha aşağı bir konuma indirgeyen bir söylem düzenini ve pratikler bütününü yineleyen “paternalistik” mantığın yeniden üretimine yasladığının altını çizmek gerekir. Aynı şekilde farklı ama benzer bir mantıkla, politik ve sosyal “Sol”un büyük çoğunluğunca paylaşılan “çokkültürlülük” anlayışını karakterize eden “farklılık hakkı”, çağdaş bir toplumda göçmen figürünü tanımlayan sorunların ve konumların çoğulculuğunun önemli bir bölümünün (kültürün çoğunlukla bir folklor unsuru olarak anlaşıldığı kalıplaşmış bir göçmen temsilinin üstünlüğü lehine) ortadan kaldırılması sonucuna götürmektedir.2 II Göçmenlerin bu imajını yıkmanın koşulları ve bunun olası sonuçları bugün politik olarak verili durumdadır. Örneğin İtalya’da, “hareketlerin hareketi”nin gelişmesine bağlı olarak, “sınırlar olmadan özgürlük, hareket özgürlüğü” sloganı ile Cenova’da G8 toplantısına karşı protestoları başlatan 19 Temmuz 2001 eylemi, Seattle’da doğan “küresel hareket”in önüne göçmenlerin sorunlarını ilk kez koymayı başarmıştır. İzleyen sonbahar ve kışta, Breşa’dan Cenova’ya, Treviso’dan Mestre’ye, Napoli’den Caserta’ya, Marche’den Sicilya’ya kadar, 19 Ocak 2002’de yüz binden fazla insanın Sol’un önemli sendika ve partilerinin desteği olmaksızın yürüdüğü sıra dışı bir Çingene eylemine yol açan Bossi-Fini Kanunu’na3 karşı girişimlerin yoğunlaşmasına tanık olduk. O günden bugüne, Bossi-Fini Kanunu’nun kabul edilmesine rağmen bu kanuna karşı başlayan hareket, İtalya’nın politik manzarasını şekillendirmeye devam etti ve gözetim merkezlerine karşı hareketler, barınma conatus için yapılan mücadeleler ve göçmenlerin çalışma hakkı mücadelesini içeren ve en nihayetinde emek hareketinin geleneksel örgütlenmelerinin önemli bir bölümünün (özellikle sendikaların) kapsanmasına götüren bir dizi eyleme sebebiyet verdi. Tüm bu girişimlerin temel unsuru, “Sosyal Forumlar” hareketini yakından takip eden göçmenlerin istisnai, öncü rolüydü; bunu da, gerçekte göçmen sorununun politik etkinliğin merkezi alanlarından biri olarak görülmesi için çabalayarak gerçekleştirdiler. İşte göçmenlerin bu öznel, öncü rolü; son üç yılın mücadelesini nesnel anlamda, göçmen hareketlerinin 1990’lar boyunca üretilen savunmacı, anti-ırkçı niteliğinin ötesine taşımış oldu. Bu açıdan, “Sosyal Forumlar” içerisinde, göçmenlerin durumunun paradigmatik kapasitelerinin politik gelişimini amaçlayan, güçlendirici bir tartışma ve örgütlenme ikliminin oluşması çok önemlidir. Bu tartışma “geçici gözetim merkezleri”ne karşı mücadeleler ile özellikle sanayideki göçmen kurumlarının ve bunların sendika dinamiklerine nüfuzunun daha tutarlı olduğu yerlerden güçlü bir şekilde ortaya çıkan, “göçmen işçilerin grevi” sloganını birleştirmektedir. Ve gerçekten de Mayıs 2002’de göçmen işçilerin ilk grevi, otuz binden fazla göçmen işçi ile birlikte, ülkenin kuzeydoğusundaki Vicenza eyaletinde gerçekleşmiştir.4 III Bu bağlamda, araştırma ve teorik tartışma alanında da, göçmenlerin algılanış şeklinin esaslı bir şekilde gözden geçirilmesi acil hale gelmektedir. Bunun için göçmenlerin öznelliği, odak noktası olarak alınmalıdır. Bu çalışma, “Eleştirel Sol” içindeki belli bir güncel anlayışa ve de hakim kamusal söylemde göçmenlerin temsil edilme ve tarihsel olarak ana akım sosyal bilimler içinde konu edilme biçimleri karşısında karşı bir eğilim olarak formüle edilmesiyle birlikte daha da gerekli hale gelir. “Eleştirel Sol”un görüşlerine bakıldığında, örneğin neo-liberalizm üzerine yazılanlarda göçmen grupları, sermayenin küresel hareketi tarafından sürüklenen, ezilen basit nesneler olarak nitelendirilmektedir. Hakim 143 kamusal söylemin, öznelerin eylemlerinden bağımsız olarak şekillenen “nesnel” bir süreç olarak görülen bir göç imajıyla nasıl koşullandığını anlamak için, medyanın saplantılı bir şekilde kullandığı doğal metaforları (göç dalgaları, göç bentleri, göç taşkınları) ile demografiden devşirilen yorumsal şemaları düşünmek gerekir. Bu şemalar, iletişim kanallarının işleyişinden ve değişik komşu coğrafi alanlardaki nüfusun dengesiz gelişiminden ödünç alınan bir mekanizma üzerinden şekillendirilmiş ve göçleri zorunlu bir çıktı olarak sergilemişlerdir. Sosyal bilimler, 20. yüzyıl boyunca büyük ölçüde “hidrolik” modellerin ciddi ağırlığıyla ayırt edilebilir.5 Bu modeller, itici ve çekici etmenleri araştırarak göçleri tamamen “nesnel” nedenlere indirgemiş, emeğin uluslararası işbölümündeki doğallaştırılan dengesizliklere özel bir önem atfetmiştir. Göçmenlerin davranışları sosyolojik araştırmanın odağı haline geldiğinde bile, 1920’lerde Chicago Okulu örneğinde olduğu gibi, hâlâ tek taraflı “alıcı toplum” varsayımından hareket edilmiştir.6 Bu durum bu çalışmaların, ne kadar özgün ve yaratıcı olsalar dahi, ağırlıklı uğraşlarının göçmenlerin “entegrasyonu” ve “asimilasyonu” olması ile de açıkça görülmektedir. IV Göç konusunda çoğu “neo-Marksist” analiz içinde olduğu gibi, sosyal bilimler içinde de hakim paradigmayı sorgulayan teorik yaklaşımlardan, özellikle feminist kuram aklıma geliyor.7 Bu kuramcılar, göçmen toplumlarının olduğu kadar gidilen ülkelerin hakim cinsiyet ilişkilerinin özel yapısı üzerine de yoğunlaşarak, kadın göçünü belirleyen “ekonomik” temelli olmayan faktörlerin tayin edici rolüne özel bir önem atfettiler. Fakat feminist kuram aynı zamanda, göç süreçleri üzerine ana akım kuramın sadece erkeğe önem atfeden ve kadını aile içindeki rolü ile değerlendiren zımni varsayımlarıyla da net bir şekilde çarpışarak, göçmen kadının öznelliği meselesini temel odak noktasına yerleştirdi. Tüm bu sayılanların yanı sıra bu kuramcılar, aile dinamikleri dışındaki Göç hareketlerinin toplumsal hareketler olarak tam anlamıyla bir karşılığını üretmek isteyen birinin, bu hareketlere nüfuz eden öznellik unsurlarını akılda tutması ve aydınlatması gerekmektedir kadın göçünün; yalnızca boşanmış ya da dul, tek başına yaşayan bir kadının ekonomik ihtiyaçlarına zorunlu bir cevap olmadığının, aynı zamanda tahminlerimizi aşan bir şekilde, patriyarşi tarafından yönlendirilen toplumların karanlık gölgelerini ardında bırakmaya dair bilinçli bir karardan kaynaklandığının altını çizdiler. Bu ve diğer tüm varsayımlar benim yararlanmayı önerdiğim “kaçma hakkı” kavramını şekillendirmekte.8 Bu hareketlerin toplumsal hareketler olarak tam anlamıyla bir karşılığını üretmek isteyen birinin, göç hareketlerine nüfuz eden öznellik unsurlarını akılda tutması ve aydınlatması gerekmektedir. Bunun günümüzdeki göç hareketlerinin temelinde yatan, savaş ve sefalet, çevresel felaketler, dünya üzerinde çoğu bölgede hakim olan sosyal ve politik tiranlıklar gibi “nesnel unsurlar”ın ilgisiz olduğunu iddia etmek anlamına gelmediğini vurgulamak isterim. Altı çizilmesi gereken nokta, göçlerin olabilmesi için, bu “nesnel nedenlerin” işlediği yerden (aile veya toplumsal “ağlar” içinde var olan, ancak bununla birlikte şüphesiz irade sahibi belli bir kadın veya erkek conatus 144 tarafından gerçekleştirilen) bireysel bir ayrılma hareketinin olması, kesinlikle bir “kaçma hakkı”nın yeniden elde edilmesi gerektiğidir. Bu hak, çoğu zaman bilinçli bir şekilde olmasa bile, emeğin uluslararası işbölümünün maddi bir eleştirisini oluşturmakta ve aynı zamanda göçmenin yerleşmeyi seçtiği ülkedeki öznelliğini derinden belirlemektedir. V Belirtmek gerekir ki; “kaçma hakkı” günümüzdeki göçmen hareketleri ve emek gücünün yapılanmasına uygulandığında, dikkatlerin yöneltildiği değişik göçmen ve sığınmacı figürlerine bağlı olarak, elbette ki farklı şekillerde işler. Örneğin son yıllarda değişik “küresel” ve “yerel” savaşlar nedeniyle ortaya çıkan, tüm nüfus üzerinde etki doğuran dengesizliklere baktığımızda, hiç yok denilemese bile, öznel “gönüllülüğün” derecesinin çok kısıtlı olduğu hareketlerle karşılaşırız. Farklı bir örnek olarak “yasadışı” göçlerde, daha sıklıkla ve özellikle de Sol içinde, dikkatlerin sadece bu işi örgütleyen suç örgütlerine kaydırılması eğilimi hakimdir. “Yeni köle ticaretinin” ya da “yeni köleliğin”, “insan tacirleri” retoriğinin gizleyemediği gerçek şudur ki, “umut yolculukları” örgütleri içinde şüphesiz baskı unsurları bulunsa da, katılımcılarının büyük çoğunluğu, tüm zamanların kölelerinin aksine, kendi yolculuklarına kendi iradeleri ile çıkmaktadırlar.9 Fakat daha genel olarak günümüzün göçmenlerinin “ortalama” deneyimi (Birleşik Devletler’deki Latinler üzerine ya da İtalya’daki Senegalliler ya da Faslılar üzerine yapılan araştırmaların gösterdiği gibi), göçün nasıl çoğu kez bilerek ve isteyerek yapıldığını açıkça göstermektedir. Dolayısıyla göç, kapitalist komutanın küresel sistemin periferisine hapsetmeye devam ettiği ülkelerin geniş “madun” kesimlerinin toplumsal yeniden üretiminin ulus ötesi boyutu içinde, “aşağıdan” bir örgütlenme stratejisini ifade eder. Ve son olarak, vurguyu göçmenlerin öznelliği ve onların taşıyıcısı oldukları “zenginliklere” yapmak, Anglo-Sakson kültürel çalışmaların teorik tavrını benimsemek anlamına gelmez. Bu çalışmalar göçmeni, kültürler ve kimlikler arasındaki sınırları conatus göçebe gibi özgürce aşan ve hiçbir köken ile sınırlı olmayan postmodern öznenin köksüz ve “melez” karakterinin paradigmatik bir figürü olarak değerlendirmektedirler. Göçmenlerin durumunun paradigmatik nitelikleri, sadece göçmenleri ilgilendirmeyen bir dönüşümün belirtileridir. Daha ziyade bu belirtiler, durumu ayırt eden müphemliğin radikal bir özgürlük durumunun yeniden ele geçirilmesi ile işlemekte olan eski ve yeni tahakküm ve sömürü mekanizmaları arasındaki bir ikirciklik olarak vurgulandığı yerde ortaya çıkar. VI Fakat küreselleşmenin gerçek süreçlerine ışık tutan, günümüzdeki göçlere dair politik yorumlar ikirciklidir. Her şeyden önce bu yorum, bu süreçlerin temel karakteristiği olan, emeğin –emeği taşıyan kadın ve erkeklerin– serbest dolaşımı sınırların katlanması ve güçlendirilmesi ile desteklenirken malların ve sermayenin serbest dolaşımının önündeki her türlü engeli kaldırma yönündeki eğilimi odağına yerleştirmektedir. Kendisini, Avrupa Birliği’nin dış sınırlarından başlayarak Birleşik Devletler-Meksika sınırına kadar uzanan, Hong Kong etrafında emek hareketliliğine karşı yükseltilen yeni duvarları da aşarak genişleyen ve 1997 krizi ile hücum edilen Güney Doğu Asya ülkeleri ile Güney Çin’i de kapsayan bir coğrafyada ifade eden, gerçek anlamda küresel bir eğilimle karşı karşıyayız. Yıllardır, bu ve diğer “küresel” sınırlar etrafında gerçek bir savaş sürüp gitmektedir. Bu savaş, binlerce göçmen ve sığınmacının bu sınırları her aşma girişiminde ölümüne sebep oldu ve olmaya da devam etmektedir. Yann Moulier Boutang10 tarafından yapılan önemli bir çalışmadaki tezi ele alacak olursak, bu tür mücadelelerin yoğunluğunun göçlerde var olan –nesnel olarak kozmopolit– özgürlüğün, emek hareketlerini kontrol zorunluluğu ile hangi şiddetle çarpıştığıyla belirlenmektedir. Bugün, kapitalist üretim tarzında merkezi bir yeri olan bu zorunluluk, göç hareketlerini nitelendiren “kargaşa” ve öngörülemezliğin değişik unsurlarının küresel ölçekte meydan okumasıyla 145 karşı karşıyadır.11 Gerçekten de neo-liberal bir gerekçe olarak piyasa ve bununla birlikte toplumsal ilişkilerin piyasa tarafından teşvik edilen “akıcı” ve esnek karakteri, pek de zorluk çekmeden, “küçük memleketler” retoriği ve Doğu’dan Batı’ya kültürlerin değişen ölçeklerde varsayılan saflığının çoğu kez açıkça yabancı düşmanı ve ırkçı bir tutumla savunulmasıyla, bu istikrarsız zemin üzerinde buluşur ve birlikte var olur. Bununla birlikte göçlerin analizi “başka bir küreselleşmenin”, ya da daha ziyade küreselleşmenin günümüzdeki süreçlerinin konuşulmayan şeceresinin de mercek altına alınmasına olanak vermektedir. Son dönemde oldukça inandırıcı bir şekilde iddia edildiği üzere, yukarıda bahsedilen süreçler, sermayenin komutasının yirminci yüzyılın proleter ve antiemperyalist mücadelelerinin ritmini takip etmek zorunda kalarak kendisini küresel bir düzlemde genişletmek zorunda kalmasıyla ayırt edilebilecek tarihsel bir döneme işaret etmektedir.12 Komünist enternasyonalizm, sömürgecilik karşıtı isyanlar ve 1968’in küresel başkaldırısı, hepsi bu anlamda küreselleşmenin “gizli tarihi”ndeki önemli geçişlerdir. Bunlar aynı zamanda tüm bir gezegeni, sermayenin son iki yüzyıl boyunca gelişimini sürdüren hegemonyasından radikal anlamda farklı bir şekilde bir araya getirmeye dair bir olanağı da resmetmektedir. Paralel olarak, farklı bir düzeyde olsa bile, yeni göç hareketleri Seattle ve Cenova’dan beri güçlenen ve devam eden, “aşağıdan küreselleşme” diyebileceğimiz bir hareketin de müthiş bir laboratuarını sergiler. Tamamıyla basit bir anlamda, göçler sayesinde milyonlarca kadın ve erkek, devletler arasındaki sınırları hiç düşünmeden ve yeni “ulus ötesi toplumsal uzamlar”13 inşa ederek, maddi anlamda kendi varlıklarını, kendi toplumsal ilişkilerini, kendi üretimlerini ve yeniden üretimlerini örgütlemektedir. VII Göçmenlerin durumu, vatandaşlık boyutunu etkileyen dönüşümlerle ilişkili olarak paradigmatik bir şekilde, kendi ikircikliğinde kendini gösterir. Bize, Dünya Savaşlarından sonra Batı’da, özellikle de Refah Devleti’nin inşası bağlamında savunulan bütünleştirici ve kapsayıcı sosyal vatandaşlık modelinin krizini ve evrenselliğin kırılmasını anlatır.14 Bu sosyal vatandaşlık modeli bir dünya cenneti değildi; sosyal disiplin ve baskıya karşı eğilimini pek çok açıdan sergilemiş olan bu model, neo-liberal politikalardan çok önce, 1960’ların ve 1970’lerin işçi mücadeleleri ve hareketleri tarafından gerçek anlamda çözülmüş ve eleştirilmiştir. Fakat şüphesiz bu modelin, belli kazanımlara dönüşen ve birtakım hakları tanıdığı için onaylanan, gerçek anlamda demokratik ve somut bir itibara sahip olduğu söylenebilir.15 Bu itibar, son yirmi yıl boyunca kapitalist hücumun saldırılarına somut olarak aynı derecede maruz kalmıştır. Sadece göçmenlerle sınırlı kalmamak üzere, “dışlama” sorunsalının yeniden ortaya çıkışı, bunun vatandaşlığın güncel profilinin yeniden düzenlenmesini ne kadar derinden etkilediğini ortaya koyan bir belirtidir. Göçmenlerin durumu, “kaçağın” hayaleti, “haklara sahip olma hakkı”nın (H. Arendt) temelden reddinin dramatik bir örneğini oluşturur ve bu durum en rahatsız edici ifadesini, 1998 yılında merkez-sol bir hükümet tarafından çıkarılan “Geçici kalma ve yardım merkezleri”ne (hiç suç işlememiş olanların tutuklu bulunduğu tam manasıyla toplama kampları) imkan tanıyan bir İtalyan yasama skandalında bulmuştur.16 Fakat bu aynı zamanda, Refah Devleti’nin krizini “yerine getiren” politika tarafından parçalanan resmi vatandaşlık alanında üstü kapalı olarak ifade bulur. O halde bu çerçeve altında, göçmenlerin durumu, vatandaşlığın yapısökümünün ve sosyal dışlanmanın bir dizi olumsuz sürecine doğrudan ışık tuttuğu için “paradigmatik” olarak tanımlanabilir. Fakat hepsi bu da değildir. Göçmenler aynı zamanda bize, “kimliğin askıya alınması” tavrını ve tam olarak araştırıldığında ikircikliğin olumlu damgasını taşıyan bir dizi hareket ve toplumsal davranışla eş giden, deneyimlemekte oldukları tanımlı aitlikleriyle sorunlu ilişkilerini gösterir. Örneğin, çoğu göçmenin, belli vatandaşlık haklarını yeniden elde etmekte ne kadar kararlı conatus 146 olsalar da, entegrasyon ihtimalinden duydukları güvensizliği alalım. Bu güvensizliğin, göçmenlerin “alıcı toplumlar”da yaşamak zorunda bırakıldığı katı toplumsal ve siyasi dışlama koşullarında “komüniter” bir hal aldığı doğrudur (bu durumun karmaşıklığının ve ikircikliğinin anlamları mutlaka çalışılmalıdır). Fakat bu durumun aynı zamanda, deneyimin bireysel ve kolektif boyutları arasındaki ilişkinin, diğer şeylerin yanında ifadesini “çokluk”17 kavramının talihinde bulan ve de olumlu anlamda sorunsal olan doğasını tekrar ortaya koyduğu da doğrudur. Ve aynı zamanda yine kendisini, örneğin, çok soyut bir düzeyde olsa bile, belli bir tür “entegrasyon” modelinin reddinin sürekliliği içerisinde ifade etmiştir. Bu model patriyarkal aileye dayalı olup, feminist hareket tarafından, refah devletinin en temel sosyal politikalarının ifade edilmeyen ön kabullerinden biri olarak eleştirilmiştir. VIII Benzer bir söylem emek18 üzerinden de geliştirilebilir. Göçmen emeği gerçekte, bütün bir toplumsal emek sorunsalını içeren, haklardan mahrum bırakılmanın radikal bir örneğini ifade ettiği oranda, kendini “paradigmatik” güçlerle donatır. Bu bakış açısından, Bossi-Fini Kanunu’nun amacı (her ne kadar pek çok açıdan Turco-Napolitano Kanunu’nun ve Avrupa Birliği düzeyinde Schengen Antlaşması ile tanımlanan, göçmen dalgalarının yönetimine ilişkin modelin bir devamı olarak görünse de) uygun bir kalite sıçraması üretmektir. Özellikle “ikamet sözleşmesi” kavramı, iş akdi ile ikamet izni arasında söz konusu kanun tarafından öngörülen sıkı bağlantı, sağ-kanat hükümetin göçmenlere genel olarak nasıl karşı tavır aldığını sergilemektedir. Kanun, “kaçak” ve “resmi” olan arasındaki ayrımı sorgulamak konusunda başarılı olmuştur. İş akdini imzaladığı özel girişimcinin keyfiyetine bağlı olarak “resmi” bir göçmen, gündelik hayatında ve açıktan açığa kendi durumunun istikrarsızlığı, tekrar “kaçak” durumuna düşme tehlikesi ve böylelikle de her an sınır dışı edilme ihtimaliyle karşı karşıyadır. conatus Burada, Bossi-Fini Kanunu’nun tanımladığı göçmen koşulları ile hükümetin emek piyasasının yapısını daha fazla esneklik doğrultusunda dramatik bir şekilde değiştirme girişimi temelinde hazırlanan Maroni’nin Beyaz Kitabı’nda öngörülen iş ilişkilerinin tamamen yeniden tanımlanması arasında nasıl nesnel bir birleşme alanı yaratıldığı açıktır19. Aynı zamanda, bu nedenle analiz burada bırakılmamalıdır. Bunun yerine, göçmen kadın ve erkeklerin hareketliliğinin, emeğin uluslararası işbölümünün katılığından öznel kaçış hareketleri olarak görülmesi gerektiği kabul edilmelidir. Bu kaçış hareketleri, son yirmi yıl boyunca kapitalist üretim şekillerini etkileyen radikal dönüşümlerin kökü kazınan ve inkâr edilen güçlerinden birini oluşturur. Böylelikle bu hareket kendisini, Fordist olarak tanımlanan birikim rejiminin maddi olarak krize girmesinde öncü bir rol oynayan işçilerin reddiyeleri ile mutlak anlamda bir devamlılık içinde gösterir. Burada, en yetkin sosyolojinin bile artık kabul ettiği, “Batılı” ülkelerde, endüstriyel emeğin “biyografik” katılığına ve belli bir örgütlenme modeline karşı gelişen reddiyeleri kastediyoruz.20 Bu anlamda, göçmen emek hareketliliğinin içkin politik niteliğinin ve gücünün keşfi, günümüzde canlı emeğin bileşiminin ortaya koyduğu sorunlara yanıt üretmeye tamamen muktedir bir kapitalizm eleştirisinin oluşturulmasında önemli bir teorik adım olabilir. Sandro Mezzadra, The Right to Escape, Ephemera, v.4 no. 3, August 2004. 147 1 Bu konuyla doğrudan ilgili oldukça geniş bir literatür vardır. Burada, sadece Dal Lago’nun çalışmasına değiniyorum. Dal Lago, A. (1999) Non-persone. L’esclusione dei migranti in una societa globale. Milano: Feltrinelli. 2 Çokkültürlülük üzerine Hage, G.’nin dikkat çekici çalışmalarına bakılabilir. Hage, G. (1998) White Nation. Fantasies of White Supremacy in a Multicultural Society. Annandale: Pluto Press Australia; ve Hage, G. (2003) Against Paranoid Nationalism. Searching for Hope in a Shrinking Society. Annandale: Pluto Press Australia, özellikle s. 108-119. Her ne kadar Hage’in analizi Avustralya üzerine ise de, yazar “aşkın” küresel kapitalizm olarak adlandırdığı bir çağda çokkültürlülüğün muğlaklıklara ilişkin yorumsal bir çerçeveyle ilgili önerilerde bulunur. 3 Bossi-Fini Kanunu –kanun no: 189 (30 Temmuz 2002) – TurcoNapolitano Kanunu (25 Temmuz 1998, kanun no: 286) olarak bilinen kanunla birlikte “göç ve sığınma durumlarında uygulanacak ilkeleri” değiştirir. Göçmenlerin hukuki durumlarını çeşitli şekillerde zayıflatır. İtalyan konsoloslukları, turist vizesi taleplerini kamu düzeni ve ulusal güvenlik temelinde reddedebilir; ülkede kalma izni almak için parmak izi vermek zorunludur; ikamet tezkeresi elde etmek için iş akdine sahip olmak gerekir. Kanun, aynı zamanda göçmenlerin hapse atılmalarına neden olan suçları genişleterek, hapishanelerdeki göçmen sayısını artırır. Göçmenler, gerekli evrakları elde etmek için suç işlerler, sahte isimler kullanırlar. Kanun, kolaylıkla göçmenleri kaçak durumuna düşürür; işini kaybetmek ve altı ay içinde yeni bir iş bulamamak bunun için yeterlidir. Bir kere hapse yollandıklarında, göçmenler sınır dışı edilmek zorundadır ve evrakları ellerinden alınır. Eğer ikamet iznine sahip olmayan, Avrupa Birliği’nden olmayan bir ülkenin bir vatandaşı idari bir emirle sınır dışı edilirse, sınır dışı işlemi sınıra kadar polis nezaretinde gerçekleştirilir. Bunun istisnası yabancının İtalyan topraklarında ikamet izninin dolmasından sonra altmış günden fazla geçirmiş olması ve iznin yenilenmesi için tekrar başvuru yapmamış olmasıdır (Bu durumda sınır dışı kararı, ulusal toprakları on beş gün içinde terk etme zorunluluğunu da içerir). Bossi-Fini Kanunu, bu kişilerin on iki yıl boyunca İtalya’ya tekrar girişini yasaklar ve ikamet izni olmadan tekrar girişi deneyen sınır dışı edilmiş yabancılar suç işlemiş sayılır. Bossi-Fini Kanunu, aynı zamanda göçmenlerin ebeveynlerini ya da çocuklarını İtalya’ya getirme olanaklarını da kısıtlar. 4 Bu grevin bir analizi için bkz. Raimondi, F. ve M. Ricciardi (ed.) (2004) Lavoro migrante. Esperienze e prospettive. Roma: DeriveApprodi, özellikle s. 62-73. 5 Bu yaklaşımın bir eleştirisi için Papastergiadis, N.’nin önemli çalışmasına bakılabilir. Papastergiadis, N. (2000) The Turbulence of Migratio: Globalization, Deterritorialization and Hybridity. Cambridge: Polity Press. 6 Başarılı bir tarihsel açıklama için bkz. Rauty, R. (1999) Il Sogno infranto. La Limitazione dell’immigrazione negli Stati uniti e le scienze sociali. Roma: Manifesto Libri. 7 Yararlı bir sentez için Kofman E. et al., (2000) Gender and International Migration in Europe. Employment, Welfare and Politics. London: Routledge, s.21-43. 8 Bkz. Mezzadra, S. (2001) Diritto di Fuga. Migrazioni, cittadinanza, globalizzazione. Verona: Ombre corte 9 Fuhuştaki kadın “ticareti”ne referansla birlikte bu noktanın mükemmel bir açıklaması için, bkz. Andrijasevic, R. (2003) “The Difference Borders Make: (Il)legality, Migration and Trafficking in Italy among ‘Eastern’ European Women in Prostitution”, içinde S. Ahmed, C. Castaneda, A. Fortier ve M. Sheller (ed.) Uprootings/ Regroundings: Questions of Home and Migration. New York: Oxford University Press. 10 Moulier Boutang, Y. (1998) De l’esclavage au salariat. Economie historique du salariat bride. Paris: Puf. 11 Son dönemdeki göçmen hareketlerinin analizine uygulanan “kargaşa” kavramı için tekrar bkz. Papastergiadis’in The Turbulence of Migration. 12 Cf. Hardt, M. ve A. Negri (2000) Empire. Cambridge, MA: Harvard University Press. [İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001]. 13 Bu kavram tarafından şekillendirilen muhtemelen en ilginç çalışmalardan biri, göç üzerine şu uluslararası araştırmadır: Konuya giriş, için, bkz Faist, Th. (2000) The Volume and Dynamics of International Migration and Transnational Social Spaces. Oxford: Oxford University Press; ve “Emigrare, immigrare, transmigrare” raporu, Afriche e Orienti içinde, II (2000), ¾ (F. Calvanese, R. D. Grillo, B. Riccio, R. Salih ve K. Koser’den makalelerle birlikte). 14 Son yirmi yılda vatandaşlığın dönüşümünün analizi için Balibar’ın bu konuya yer verdiği sayısız seminer çalışmalarından birine bakılabilir: Örneğin, Balibar, E. (2001) Nous citoyens d’Europe? Le frontieres, l’Etat, le people. Paris: La Decuverte; ya da Balibar, E. (2003) We the People of Europe? Reflections on Transnational Citizenship. Princeton, NJ: Princeton University Press. 15 Bu konuda bkz. Mezzadra, S. (2002) “Diritti di cittadinanza e Welfare State. Citizenship and Social Class di Tom Marshall cinquant’anni dopo”, Introduction to T.H. Marshall, Cittidaninza e classe sociale. Roma ve Bari: Laterza, s. v-xxxxiv. 16 Bkz. Regazzoni, S. (2002) “La nuova fronteria dei campi di detenzione per migranti”, DeriveApprodi içinde, 21: 23-26 ve Sossi, F. (2002) Autobiografie negate. Immigranti nei lager del presente. Roma: Manifestolibri. 17 Bu kavramın bir gelişimi için bkz. Virno, P. (2002) Grammatica della moltitudine, Roma: DerriveApprodi; ve Mezzadra, S. ve F. Raimondi (2002) “Oltre Genova, oltre New York. Tesi sul movimento globale”, AA.VV. içinde, La Guerra dei Mondi. Scenari d’Occidente dopo le Twin Towers, Roma: DerriveApprodi, s. 194-224. 18 İtalya’da yürütülen araştırmalarda “militan araştırma”nın pek çok deneyiminin bir ilk örneği için, tekrar Ricciardi ve Raimondi’nin Lavoro Migrante isimli çalışmasına bakınız. 19 Refah üzerine Maroni’nin “Beyaz Kitap”ı, emek piyasası reformu üzerine bir dosyadır. Marco Biagi, Modena Üniversitesi’nden bir hukuk profesörü, 2002’de Bologna’da bu reformu hazırlarken yeni “kızıl tugaylar” tarafından öldürülmüştür. Pratik olarak her türlü “atipik” iş akdini serbestleştirmektedir. 20 Bkz. Boltanski, L. ve É. Chiapello (1999) Le nouvel esprit du capitalisme. Paris: Gallimard. conatus 150 151 Junius Broşürü Yedİncİ Bölüm R o s a L u x e m b u r g Çeviren: Sinem Özer “Ama savaşı önleyemedik, bize rağmen gerçekleştiği ve ülkemiz işgalle yüz yüze kaldığı için ülkemizi savunmasız mı bırakacağız! Onu düşmanın ellerine mi teslim edeceğiz? Sosyalizm ulusların kendi kaderlerini belirlemelerini istemez mi? Her halkın özgürlüklerini, bağımsızlığını koruması meşru, daha da önemlisi görevi değil midir? Evimiz yanarken, kundakçıyı bulup ortaya çıkarmadan önce alevleri söndürmemiz gerekmez mi?” Bu argümanlar, Almanya ve Fransa’daki sosyal demokrasinin tutumunu savunmak için sürekli olarak tekrarlanıyor. Hatta tarafsız ülkelerde bile kullanılır hale geldiler. Örneğin Hollanda dilinde şöyle bir cümleye rastlıyoruz: “Gemi su alırken önce deliği kapatmaya çalışmamız gerekmez mi?” Elbette. İşgale teslim olan halka, içerideki düşmana teslim olan bir partiye yuh olsun. Ama yanan evin içindeki itfaiyecilerin unuttuğu bir şey var: Bir sosyalistin ağzından “anayurt savunması”, emperyalist bir burjuvazinin komutası altında savaşa giden asker rolü oynamak anlamına gelmez. İşgal gerçekten de ülke içindeki bütün sınıf çatışmalarını, sanki doğaüstü bir büyünün etkisi altında kalmışçasına, bir kenara bıraktıracak kadar büyük bir korku, korkuların en büyüğü müdür? Burjuva vatanseverliği ve askeri yönetimin polis teorisine göre, sınıf mücadelesinin her bir kanıtı ülkenin çıkarlarına karşı işlenmiş bir suçtur; çünkü bunun ulusun dirayetini zayıflattığını söylerler. Sosyal demokrasi bu çarpık bakış açısıyla tahrif edilmesine izin verdi. Modern kapitalist toplumun tarihi, kapitalist toplumun gözünde yabancı işgalin hiç de genellikle gösterildiği gibi mazur görülemez bir terör değil de, tersine burjuvazinin içerideki düşmana karşı sık sık ve çok da hoşnut olarak başvurduğu bir tedbir olduğunu göstermiyor mu? Bourbonlar ve Fransa’daki aristokratlar, Jakobenlere karşı yabancı işgali davet etmemişler miydi? 1849’da Avusturya’daki karşı-devrim Roma’ya karşı Fransız işgalcilerini, Budapeşte’ye karşı Rusları çağırmamış mıydı? 1850’de Fransa’da “Hukuk ve Düzen Partisi”, Ulusal conatus 152 Meclisi dize getirmek için Kazak işgali tehdidini savurmamış mıydı? Ve Jules Favre, Thiers ve diğerleri ile Bismarck arasında yapılan şu meşhur anlaşmayla Bonaparte’ın ordusu salıverilmemiş ve Paris Komünü’ne karşı Prusya ordusunun desteği alınmamış mıydı? Bundan kırk beş yıl önce bu tarihsel deneyim, Marx’ın modern kapitalist toplumun “ulusal savaşları”nı sefil sahtekârlıklar olarak teşhir etmesine neden olmuştu. Paris Komünü’nün yıkılışı esnasında, Enternasyonal’in Genel Konseyi’ne seslenişinde şöyle diyordu: “Modern zamanların en büyük savaşından sonra galip gelen orduların proletaryanın katli için birleşmesi gerekir – bu inanılmaz olay, Bismarck’ın bizi inandırmak istediği gibi yeni toplumsal gücün nihai olarak devrildiğini değil, eski burjuva toplumun tamamen çözüldüğünü gösteriyor. Eski düzenin en kahramanca başarısı ulusal savaştı. Ve şimdi bunun hükümet tarafından hazırlanan, sınıf mücadelesini dindirmekten başka bir amacı olmayan, iç savaşta sınıf mücadelesi alevlenir alevlenmez açığa çıkan bir sahtekârlık olduğu görülüyor. Sınıf iktidarı artık ulusal bir üniforma altında gizlenemez. Ulusal hükümetler proletaryaya karşı birleşmişlerdir.” Kapitalizmin tarihinde, işgal ve sınıf mücadelesi, resmi efsanenin bizi inandırmak istediği gibi, karşıt şeyler değildir, tersine biri diğerinin aracı ve ifadesidir. Nasıl ki işgal sınıf mücadelesine karşı sermayenin elinde gerçek ve sınanmış bir silah ise, öte yandan da, sınıf mücadelesinin korkusuzca sürdürülmesi, yabancı işgaller karşısında en etkin önleyici olmuştur. Hohenstaufen’e karşı yüzyıl boyunca verdikleri sert mücadeleyle İtalyan şehirleri Floransa ve Milano, modern zamanların başlangıcı için örnek olarak verilebilir. İç çatışmayla yarılmış bu şehirlerin fırtınalı tarihi, iç sınıf mücadelelerinin gücü ve şiddetinin toplumun savunma gücünü azaltmadığını ve tam tersine bu yangından yabancı conatus bir düşmandan gelen her saldırıya dayanabilecek kadar güçlü alevler yükseldiğini göstermiştir. Ancak bizim çağımızın klasik örneği, Büyük Fransız Devrimi’dir. 1793 Paris’inde, Fransa’nın kalbi düşmanlarca sarılmıştı. O zaman Paris ve Fransa, Avrupa koalisyonunun şiddetli bir sel gibi gelen işgaline teslim olmadı, tersine giderek büyüyen tehlike karşısında güçlerini daha da devasa bir muhalefet halinde birleştirmişti. Eğer Fransa o kritik zamanda her bir düşman koalisyonunu yeni, mucizevi ve hiç azalmayan bir ruhla karşılayabildiyse, bunun tek nedeni, Fransa’daki sınıfların büyük mücadelesinde toplumun derinlerindeki güçlerin coşkun bir şekilde açığa çıkmasıydı. Bugün, bir yüzyılın perspektifinden bakıldığında, yeni doğmuş bir toplumu; bir dünya düşmana, bir hanedanın entrikalarına, aristokratların hain oyunlarına, ruhbanlarının girişimlerine, generallerinin ihanetine, 60 bölge ve eyalet başkentinin muhalefetine ve de monarşi Avrupa’sının birleşik ordu ve donanmasına karşı korumak ve sürdürmek için gereken araçları ve güçleri, Fransa toprağından yalnızca sınıf mücadelesinin bu yoğunlaşmasının, sadece Fransız halkının diktatörlüğünün ve korkusuz radikalizminin çıkarabileceği açıkça görülebilir. Yüzyıllar göstermiştir ki kitlelerin fedakârlık ruhunu, manevi kuvvetini uyandıran güç kuşatma durumu değil amansız sınıf mücadelesidir; başka bir deyişle, sınıf mücadelesi yabancı bir düşmana karşı en iyi koruma ve savunmadır. Bu savaştaki tutumunu ulusların kendi kaderini tayin hakkına dayandırdığında, sosyal demokrasi de aynı trajik bedelin kurbanı olmuştur. Sosyalizmin her halka bağımsızlık hakkı ve kendi kaderlerini özgürce kontrol edebilme özgürlüğünü tanıdığı doğrudur. Ancak halihazırdaki kapitalist toplumu ulusların kendi kaderini tayininin bir ifadesi olarak görmek sosyalizm için gerçek bir sapmadır. Halkın kendi ulusal, politik ve toplumsal varoluşunun biçimini ve koşullarını belirleme hakkına sahip olduğu bir ulus nerede var olmuştur? Almanya’da halkın kaderini tayini, en somut 153 ifadesini 1848’in Alman devrimci demokratlarının şekillendirdiği taleplerde bulmuştur; Alman proletaryasının ilk savaşçıları, Marx, Engels, Lassalle, Bebel ve Liebknecht birleşik bir Alman Cumhuriyeti’ni dile getirmiş ve bunun için savaşmıştır. Bu ideal uğruna, Berlin ve Viyana’daki devrimci güçler, o trajik Mart günlerinde yüreklerinin kanını barikatlara akıtmıştır. Bu programı yürütmek için, Marx ve Engels Prusya’nın Çarlığa karşı silahlanmasını istemiştir. Ulusal programda en başta gelen talep, “örgütlü bir çürüme yığını olan Habsburg monarşisi”yle birlikte Almanya’daki iki düzine cılız monarşinin çözülmesiydi. Alman devriminin alaşağı edilmesi, Alman burjuvazisinin kendi demokratik ideallerine ihaneti, Bismarck rejimine ve onun yaratısı, bugünkü Büyük Prusya’ya, yirmi beş memleketi tek bir çatı altında toplayan Alman İmparatorluğu’na götürdü. Modern Almanya [1848] Mart Devrimi’nin mezarı, Alman halkının kendi kaderini tayin hakkının yıkıntısı üzerine kuruludur. Türkiye ve Habsburg monarşisini destekleyen ve de Alman askeri aristokrasisini güçlendiren halihazırdaki savaş, Mart devrimcilerinin ve Alman halkının ulusal programının ikinci kere gömülmesidir. Sosyal demokratların, 1848 Alman yurtseverlerinin mirasçılarının bu savaşa “ulusların kendi kaderini tayin” bayrağıyla gitmesi tarihin bir cilvesidir. Ama belki de dört kıtadaki sömürgeleri ve ikisinde yarattığı sömürgeci dehşetiyle Üçüncü Fransız Cumhuriyeti, Fransız ulusunun kendi kaderini tayininin bir ifadesidir? Ya da Hindistan’ı, bir milyon beyazın beş milyon renkli insan üzerinde egemen olduğu Güney Afrika yönetimiyle İngiliz ulusu? Ya da belki Türkiye ya da çarın imparatorluğu? Halkın yöneticilerini ve yönetici sınıfları ulus olarak gören kapitalist siyasetçiler “ulusların kendini kaderini tayin hakkı”ndan, bu gibi sömürgeci imparatorluklarla ilişkilendirmek suretiyle samimi olarak bahsedebilir. Sosyalistler içinse, ulusal varoluşu başka halkların esaretine bağlı olan hiçbir halk özgür değildir; çünkü onlar için sömürge halkları da insandır ve ulusal devletin parçasıdır. Nasıl ki işgal sınıf mücadelesine karşı sermayenin elinde gerçek ve sınanmış bir silah ise, öte yandan da, sınıf mücadelesinin korkusuzca sürdürülmesi, yabancı işgaller karşısında en etkin önleyici olmuştur Enternasyonal sosyalizm, eşit haklara sahip özgür ve bağımsız halkların hakkını tanır. Ancak sadece sosyalizm böyle halklar yaratabilir, halkların kendi kaderini tayinini sağlayabilir. Sosyalizmin bu sloganı, diğerlerinde olduğu gibi, var olan koşullar için bir mazeret değil, proletaryanın devrimci, yeniden yaratıcı ve aktif politikası için bir rehber ve kamçıdır. Kapitalist devletler var oldukça, emperyalist dünya politikaları bir ulusun içerideki ve dışarıdaki yaşamını belirleyip düzenlediği sürece savaşta ya da barışta “ulusların kendi kaderini tayini” söz konusu olamaz. Halihazırdaki emperyalist bağlamda ulusal savunma savaşları mümkün değildir. Bu belirleyici tarihsel bağlama dayanan, bu dünya girdabında politikalarını tek bir ulusun bakış açısından sabitlemek isteyen her sosyalist politika kumdan bir temel üzerine kurulu olacaktır. Almanya ve düşmanları arasındaki çatışmanın arka planını açıklamış bulunuyoruz. Halihazırdaki savaşın arkasındaki itici gücü oluşturan gerçek güç ve ilişkileri daha açık şekilde göstermek gerekiyordu; çünkü bu Almanya’nın varlığını, özgürlüğünü conatus 154 ve uygarlığını savunma efsanesi Reichstag’daki grubumuzun ve sosyalist basınımızın tutumunda önemli bir rol oynuyor. Bu efsane karşısında, bu savaşın Alman militarizminin ve onun yıllardır süregelen dünya politikası ideallerinin hazırladığı bir savaş olduğu, 1914 yazında Avusturya ve Alman diplomasisi tarafından ortaya çıkarıldığı ve oradan da her yere yayıldığı tarihsel gerçeğinin vurgulanması gerekiyor. Savaşın genel nedenlerinin ve öneminin tartışılmasında, “suçlu taraf” sorusu tamamen konu dışıdır. Almanya’nın kesinlikle savunma savaşından bahsetmeye hakkı yoktur; ama Fransa ve İngiltere’nin de çok az nedeni vardır. Onlar da, Almanya’nın sonradan görmeciliğinin saldırılarına karşı ulusal değil dünyadaki siyasi varlıklarını, eski emperyalist varlıklarını korumaktadır. Bu büyük yangının Alman ve Avusturya emperyalizminin Doğudaki saldırılarıyla başlatıldığı şüphesizdir; ancak Fas’ı yutan Fransız emperyalizmi, Mezopotamya’ya tecavüz girişimleri, Hindistan’daki egemenliğini korumak için aldığı diğer bütün tedbirlerle İngiliz emperyalizmi, Rusya’nın İstanbul’u hedef alan Baltık politikaları, bütün bu faktörler bu yangının körüklenmesinde etkili olmuştur. Eğer kapitalist silahlanma felaketin ortaya çıkışını hazırlayan esas neden gibi önemli bir rol oynamışsa, bunun nedeni bütün ulusların silahlanmasından doğan bir rekabetin var olmasıdır ve eğer Almanya Bismarck’ın 1870 politikalarıyla Avrupa’daki silahlanma yarışında köşe taşı olmuşsa, bu ikinci imparatorluğun ve üçüncü imparatorluğun askerisömürge politikalarıyla, Doğu Asya ve Afrika’daki genişlemesiyle daha da ileri götürülmüştür. Fransız sosyalistlerin “ulusal savunma” yanılsamasının çok az da olsa haklı bir nedeni vardır; çünkü ne Fransız hükümeti ne de Fransız halkı Temmuz 1914’teki savaş emellerinden hoşlanmıştır. Jaures, savaşın arifesinde, Brüksel’deki Halk Evi’nde gerçekleşen bir toplantıda yaptığı son konuşmasında, “Bugün Fransa’da herkes samimi, dürüst ve koşulsuz biçimde barıştan yanadır” diye vurgulamıştı. Bu kesinlikle doğruydu ve bu haksız savaş ülkelerine conatus dayatıldığında Fransız sosyalistlerinin neden bunu kınadığını da psikolojik olarak açıklıyor. Ancak bu olgu, tarihsel bir olay olarak bu savaşa dair sosyalist tutumu belirlemek için yeterli değildi. Savaşı doğuran olaylar, Temmuz 1914’te değil yıllar önce başladı. Emperyalist dünya politikaları beş kıtayı sarmalayasıya kadar, amansız bir doğal gelişimin tezgâhında ilmek ilmek dokundu. Bu, kökleri ekonomik yaratımın Platonik derinliklerine ulaşan, en dış dalları alacakaranlıktaki yeni bir dünyaya yayılan devasa bir tarihsel olaylar karmaşasıdır; öyle ki, bu olayların her yeri kuşatan uçsuz bucaksızlığı karşısında suç ve ceza, saldırı ve savunma kavramları soluk bir hiçliğe gömülür. Emperyalizm, bir ya da bir grup devletin yaratısı değildir. Emperyalizm, sermayenin dünya gelişiminde özgün bir olgunluk aşaması, başından itibaren uluslararası bir koşul, ancak bütün ilişkilerinde görülebilen ve hiçbir ulusun iradesiyle bile dışında kalamadığı bölünmez bir bütünlüktür. Halihazırdaki savaşta “ulusal savunma!”nın doğru bir şekilde anlaşılması ancak bu bakış açısından mümkündür. Ulusal devlet, ulusal birlik ve bağımsızlık, Orta Avrupa’nın kapitalist uluslarının geçen yüzyılda altında kendilerini kurdukları ideolojik sığınaklardı. Kapitalizm ekonomik ve politik bölünmeler, buna eşlik eden küçük devletlere bölünme olgusuyla uyumlu değildir. Gelişimi için büyük, birleşik topraklara ve de ulus içinde bir toplumun taleplerini ve ihtiyaçlarını hakim kapitalist üretim aşamasına ve modern kapitalist sınıf egemenliği mekanizmasına denk düşen bir düzeye yükseltebilecek ruhsal ve zihinsel bir gelişim düzeyine ihtiyaç duyar. Kapitalizm, gelişiminden önce ulusal sınırlarla kesin olarak tanımlanmış bir toprak parçası yaratmak ister. Bu program, sadece Fransa’da büyük devrim sırasında yürütülebildi; çünkü Avrupa’ya feodal orta çağlardan kalan ulusal ve politik miras içinde bu ancak devrimci tedbirlerle gerçekleştirilebilirdi. Avrupa’nın geri kalanında uluslaşma, bir bütün olarak devrimci hareket gibi, yarım tutulmuş sözlerden biçilmiş yamalı bir süreçti. 155 Alman İmparatorluğu, modern İtalya, AvusturyaMacaristan ve Türkiye, Rus İmparatorluğu ve İngiliz dünya imparatorluğu bu olgunun canlı kanıtlarıdır. Ulusal program ancak, gelişen ve de Orta Avrupa’nın büyük ulusları üzerindeki sınıf egemenliğini şu ya da bu şekilde sağlamlaştırasıya ve bunların içinde kendi gelişimi için gerekli araçları ve koşulları yaratasıya kadar iktidar peşinde koşan bir burjuvazinin ideolojik ifadesi olduğu sürece tarihsel bir rol oynayabilir. O zamandan itibaren emperyalizm, burjuva demokratik programı tamamen gömmüş ve yerine burjuvazinin bütün uluslarda geçerli özgün programı açısından ulusal ilişkilerden bağımsız olarak genişlemeci faaliyetleri geçirmiştir. Elbette ulusal aşama korunmuştur; ancak gerçek içeriği, işlevi tam karşıtına dönüştürülmüştür. Bugün ulus, emperyalist emelleri gizleyen bir maske, emperyalist rekabet için savaş çığırtkanlığından, kitlelerin emperyalist savaşta asker olmayı üstlenmeye ikna edilebilmesini sağlayacak son ideolojik tedbirden başka bir şey değildir. Halihazırdaki kapitalist politikaların bu genel eğilimi, ekonomik rekabet yasalarının tekil üreticinin hangi koşullar altında üretim yapacağını belirlemesi gibi, tekil devletlerin politikalarını belirleyen, körlemesine işleyen en üstün yasadır. Bugün sosyal demokrat siyaseti kontrol eden bu “ulusal savaşlar” hayaletini araştırmak adına, bir an için saldırgan devletlerin birinde, savaşın, başlangıcında tamamen ulusal savunmadan kaynaklandığını kabul edelim. Askeri başarı, derhal yabancı toprakların işgalini gerektirecektir. Ancak emperyalist ilhaklarla ilgilenen etkili kapitalist grupların varlığı, savaş ilerledikçe genişlemeci arzuları daha da kabartacaktır. Düşmanlığın başlangıcında sadece bir nüve olarak var olan emperyalist eğilim, birdenbire artarak savaşın sera atmosferi içinde genişleyecektir, ta ki kısa zamanda karakterini, amaçlarını ve sonuçlarını belirleyesiye kadar. Üstelik geçmişte on yıllar boyu bu uluslar arasındaki politik ilişkileri yöneten askeri devletler arasındaki ittifak sistemi, her bir saldırgan tarafın savaş süresinde müttefiklerini, elbette yine salt ulusal savunma kaygısıyla yardıma çağırmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Dolayısıyla ülkeler art arda savaşa çekilir, kaçınılmaz olarak yeni emperyalist çevrelere dokunulur ve başkaları yaratılır. Bu yüzden İngiltere Japonya’yı savaşa katmış ve savaşı Asya’ya sıçratarak Çin’i politik sorunların içine çekmiş, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere ve Japonya arasındaki halihazırdaki rekabeti etkileyerek gelecek çatışmalar için yeni malzemeler yığmıştır. Bu yüzden Almanya Türkiye’yi savaşa sürüklemiş, İstanbul, Balkanlar ve Batı Asya meselelerini doğrudan başat hale getirmiştir. Başlangıçta dünya savaşının nedenlerinin doğrudan emperyalist olduğunu fark edemeyen biri bile, tarafsız bir bakışla sonuçlarını gördükten sonra, halihazırdaki koşullarda savaşın kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak dünyanın bölünmesi gibi bir sürece götürdüğünü görmemezlik edemez. Bu en baştan belliydi. İki saldırgan taraf arasındaki sallantılı güç dengesi her birini, kuşkusuz askeri nedenlerle, kendi pozisyonunu güçlendirmek ya da olası saldırıları boşa çıkarmak için tarafsız ulusları, halklar ve uluslar arasındaki yoğun anlaşmalarla denetim altında tutmaya zorlar; örneğin bir yandan Almanya-Avusturya’nın İtalya, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’a getirdiği teklifle, öte yandan İngiliz-Rus anlaşmaları gibi. “Ulusal savunma savaşı”nın, tarafsız uluslarda bile, daima genişlemeci eğilimlerle aynı çizgide olmak üzere, mülkiyetin ve göreli gücün genel bir dönüşümüne yol açmak gibi şaşırtıcı bir etkisi olur. Son olarak bütün modern kapitalist devletlerin, savaş bir ulusal savunma savaşı olarak başlamış olsa bile, salt askeri kaygılardan dolayı çatışmaya sürüklenen sömürgelere sahip olması, her bir ülkenin düşmanının sömürgelerini ele geçirmek ya da en azından buralarda karışıklık çıkarmak için uğraşması, otomatik olarak her savaşı emperyalist bir dünya yangınına dönüştürür. Dolayısıyla parlamenterlerimizin ve editörlerimizin ideali haline gelen, en mütevazı ve samimi olarak yurtsever savunma savaşı anlayışı tümüyle bir kurgudur ve onların bütünsel savaşı ve bunun conatus 156 dünya ilişkilerini hiç anlamadıklarını gösterir. Savaşın niteliği vakur bir deklarasyonla ve hatta önde gelen siyasetçilerin en samimi niyetleriyle değil, toplumun ve askeri örgütlenmelerinin anlık biçimlenişiyle belirlenir. “Ulusal savunma savaşı”, ilk bakışta İsviçre gibi bir ülke örneğine uygulanabilir görünebilir. Ancak İsviçre bir ulus devlet değildir ve diğer modern devletlerle karşılaştırılamaz. Sonuçta İsviçre’nin “tarafsız” oluşu, milis kuvvetleri lüksü, çevresindeki büyük askeri devletlerdeki gizli savaş durumunun olumsuz meyvesidir. Bu tarafsızlığını, ancak bu koşula itiraz etmek isteyinceye kadar koruyacaktır. Belçika’nın kaderi, böyle tarafsız bir devletin bir dünya savaşında emperyalizmin askeri topuğu altında nasıl ezilebileceğini göstermektedir. Bu, bizi “küçük ulus”un tuhaf konumuna getirir. conatus Bu gibi “ulusal savaşlar”ın klasik örneklerinden biri Sırbistan’dır. Bir devlet kendi açısından, resmi hususlar itibariyle ulusal savunma hakkına sahipse, Sırbistan böyle bir devlettir. Avusturya’nın ilhakları yüzünden ulusal birliğinden yoksun kalan, bir ulus olarak varoluşu Avusturya tarafından tehdit edilen ve Avusturya tarafından savaşa sokulan Sırbistan, bütün insani kavramlara göre, var olmak için, özgürlüğü için ve halkının uygarlaşması için savaş vermektedir. Ancak sosyal demokrat grup pozisyonunda haklı ise, o halde Belgrad’daki parlamentoda savaşa karşı çıkan ve savaş kredilerine karşı oy kullanan Sırp sosyal demokratlar uluslarının en yaşamsal çıkarlarına ihanet içindedirler. Gerçekte Sırp sosyalistleri Laptchevic ve Kaclerovic, uluslararası sosyalist hareketin tarihine adlarını altın harflerle yazmakla kalmamış, aynı zamanda savaşın gerçek nedenleriyle ilgili açık bir tarihsel kavrayış ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla, savaş kredilerine karşı oy kullanarak ülkelerine en iyi hizmeti yapmışlardır. Sırbistan, resmi olarak ulusal bir savunma savaşı içindedir. Ancak monarşisi ve yönetici sınıfları, diğer modern devletlerin yönetici sınıfları gibi genişleme arzusuyla doludur. Etnik çizgilere karşı kayıtsızdırlar ve bu yüzden de savaşları saldırgan bir karakter kazanır. Bu yüzden Sırbistan, bugün Arnavutluk’un arkalarında İtalya ile gerçek bir emperyalist savaşa tutuştuğu Adriyatik kıyılarına kadar uzanıyor. Kaldı ki bu çatışmanın sonucu, doğrudan ilgili taraflarca değil, barış hükümleri üzerinde son sözü söyleyecek büyük güçler tarafından belirlenecek. Ancak tüm bunların ötesinde şunu unutmamalıyız: Sırbistan ulusalcılığının arkasında duran Rus emperyalizmidir. Sırbistan, dünya politikasının büyük oyununda sadece bir piyondur. Sırbistan’daki savaş üzerine bu büyük ilişkileri ve genel dünya politikasının arka planını dikkate almadan varılan yargılar zorunlu olarak temelsizdir. Aynı şey son Balkan Savaşı için de geçerlidir. Yalıtılmış bir örnek gibi algılanan bu yeni Balkan devletleri, tarihsel olarak ulusal devletin eski demokratik programını savunmakta haklı 157 görülmüşlerdir. Ancak Balkanları emperyalist dünya politikalarının yangın noktası ve merkezi haline getiren tarihsel bağlantıları açısından bu Balkan devletleri, aynı zamanda genel çatışmanın sadece bir parçası, ölümcül bir zorunlulukla halihazırdaki dünya savaşına varan olaylar zincirinin bir halkasıydı. Balkan Savaşı’ndan sonra uluslararası sosyal demokrasi, Balkan sosyalistlerini, savaşa ahlaki ya da politik destek vermeyi kararlı bir şekilde reddettikleri için Basel’deki barış konferansında coşkulu bir şekilde alkışlamıştı. Bu davranışıyla bile Enternasyonal, halihazırdaki savaşta Alman ve Fransız sosyalistlerinin aldığı pozisyonu baştan mahkum etmişti. Bütün küçük devletler, örneğin Hollanda, bugün Balkan devletlerine benzer bir pozisyondadır. “Gemi su almaya başladığında delik kapatılmalıdır” ve küçük Hollanda, ulusal varlığı ve halkının bağımsızlığı için savaşmaktan başka gerçekten ne yapabilir? Burada sadece Hollanda halkının ve hatta yönetici sınıfının tayin hakkını göz önünde bulundurursak, sorun hiç şüphesiz ulusal savunmayla ilgilidir. Ancak yine, proleter politika, tek bir ülkenin öznel amaçlarına göre yargıda bulunamaz. Burada yine Enternasyonal’in bir parçası olarak ve dünyadaki politik durumun bütün karmaşıklığına uygun olarak pozisyon almalıdır. Hollanda da, istesin ya da istemesin, modern dünya politikasının ve diplomasisinin büyük makinesinde sadece küçük bir çarktır. Hollanda gerçekten de dünya savaşının girdabına girseydi, bu açıkça görülebilirdi. Düşmanları, saldırılarını sömürgelerine yönlendirirdi. Hollanda savaşı, otomatik olarak kendi sömürgelerinin savunmasına dönerdi. Kuzey Denizi’ndeki Hollanda halkının ulusal bağımsızlığının savunusu, somut olarak Doğu Hindistan Takımadaları’ndaki Malayalıların üzerindeki hakimiyetinin ve onları sömürme hakkının savunusuna genişlerdi. Ama yetmez: Hollanda militarizmi, eğer kendi başına bırakılırsa, dünya savaşının girdabında böcek gibi ezilirdi. İstesin ya da istemesin, büyük ulusal ittifaklardan birinin üyesi haline gelirdi. Öyle ya da böyle tamamen emperyalist eğilimlerin taşıyıcısı ve aleti haline gelirdi. Dolayısıyla, tek tek ülkelerdeki savaşın karakterini belirleyen şey daima modern emperyalizmin tarihsel bağlamıdır ve bağlam ulusal savunma savaşını imkansız hale getirir. Kautsky de birkaç yıl önce, “Vatanseverlik ve Sosyal Demokrasi” (Leipzig, 1907, s.12-4) adlı broşüründe bunu ifade etmiştir: “Burjuvazinin ve proletaryanın vatanseverliği tamamen karşıt iki fenomen olsa da iki türlü vatanseverliğin de, savaş zamanlarında bile, ortak eylem için güçlerini birleştirdiği durumlar söz konusu olabilir. Bir ulusun burjuvazisi ve proletaryası ulusal bağımsızlıkları ve kendi kaderlerini tayinle, yabancı bir ulusun elindeki her türlü baskı ve sömürünün ortadan kaldırılmasıyla eşit derecede ilgilenir. Böylesi girişimlerden kaynaklanan ulusal çatışmalarda proletaryanın vatanseverliği her zaman burjuvazininkiyle birleşmiştir. Ancak proletarya her ulusal kalkışmada yönetici sınıflar için tehlikeli bir güç haline gelmiştir; 1871 Paris Komünü ve Rus-Japon savaşından sonraki Rus terörizminin de gösterdiği gibi her savaşın sonunda devrim karanlıkta belirir. Yeterince birlik sağlamamış olan ulusların burjuvazileri bunu görerek, ancak kendi hükümetleri pahasına sağlanabilecek olan ulusal çıkarları feda ederler; çünkü devrimden, ulusal bağımsızlığı ve ihtişamı sevdiklerinden daha çok nefret eder ve korkarlar. Bu nedenle burjuvazi, Polonya’nın bağımsızlığını feda eder ve bir nesilden bile uzun zamandan beri yıkılmaya mahkum olan Avusturya ile Türkiye gibi eski toplulukların yaşamasına izin verir. Devrim doğuran ulusal savaşlar uygar Avrupa’da bitmiştir. Bugün yalnızca savaş ya da devrim yoluyla çözülen ulusal mücadeleler, gelecekte yalnızca proletaryanın zaferiyle çözülecektir. Ancak o zaman bu mücadeleler, uluslararası dayanışma sayesinde, bugün hakim conatus 158 olan toplumsal sömürü ve baskı durumundan tamamen farklı bir biçim kazanacaktır. Kapitalist devletlerde bu sorunun, proletaryayı pratik mücadelesinde ilgilendirmesine gerek yoktur. Bütün gücünü diğer sorunlara yönlendirmelidir. Bu sırada proletarya ve burjuva vatanseverliğinin halkın özgürlüğünü korumak için birlik yapma ihtimali giderek daha da azalmaktadır”. Kautsky, daha sonra Fransız burjuvazisinin çarlıkla birleştiğini, Rusya’nın devrimle zayıflamasından ötürü Batı Avrupa için bir tehdit olmaktan çıktığını söyleyerek devam eder. “Bu koşullar altında, burjuvazi ve proletaryanın birleşebileceği, ulusal özgürlüğü savunmak için verilecek bir savaş hiçbir yerde beklenmemelidir” (a.g.e. s.16). “19. yüzyılda, özgürlüğe aşık halkları komşularına karşı savaş yoluyla mücadele vermeye götürecek çatışmaların ortadan kalktığını görüyoruz. Modern militarizmin hiçbir yerde halkçı hakları korumayı amaçlamadığını, aksine her yerde kârları desteklemek için çabaladığını görüyoruz. Militarizmin faaliyetleri, kendi ulusallığının bağımsızlığını, zarar görmemesini ve hiçbir yerden tehdit edilmemesini sağlamaya değil, yine sadece kapitalist kârların yükselmesine hizmet edecek deniz aşırı fetihlerin yürütülmesine ve yayılmasına adanmıştır. Şu anda devletler arası çatışmalar, proletaryanın çıkarlarının görevi gereği tüm enerjisiyle karşı çıkmayacağı hiçbir savaş getiremez” (a.g.e. s.23). Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, halihazırdaki savaşta sosyal demokrasinin pratik tutumu ne olmalıdır? Şöyle mi denmelidir: Bu emperyalist bir savaş olduğu için, ülkemizde sosyalist kendi kaderini tayinden yararlanamadığımız conatus için, var olmasının ya da olmamasının bizim için bir önemi olmadığı için onu düşmana mı teslim edeceğiz? Pasif kadercilik, sosyal demokrasi gibi devrimci bir partinin görevi olamaz. Kendini ne var olan sınıf devletinin tasarrufuna, yönetici sınıfların komutasına bırakabilir ne de fırtına dinesiye kadar sessizce bekleyebilir. Aktif bir sınıf politikası, her büyük toplumsal krizde yönetici sınıfları öne çıkaran ve krizi ilk çıktığı andakinden daha öteye taşıyacak bir politika benimsemelidir. Savaşan proletaryanın lideri olarak sosyal demokrasinin oynaması gereken rol budur. Bu emperyalist savaşı ulusal savunmayla örtmek yerine, sosyal demokrasi, ulusun kendi kaderini tayin hakkını sağlam bir şekilde talep etmeli ve emperyalist savaşa karşı bunu bir kaldıraç olarak kullanmalıydı. En basit ulusal savunma talebi, ulusun savunmasını kendi ellerine almasıdır. Bu yöndeki ilk adım milis güçleri, sadece yetişkin erkek nüfusun derhal silahlandırılması değil, her şeyin ötesinde savaş ve barış üzerine herkesin karar vermesidir. Dahası, ulusal savunmanın en iyi temeli en geniş politik özgürlük olduğu için, her türlü politik baskı biçiminin derhal lağvedilmesini talep etmelidir. Sosyal demokrasinin ilk görevi, ulusal savunmanın bu temel hükümlerini ortaya koymak ve yerine getirilmesini istemekti. Hem yönetici sınıflara hem de halk kitlelerine, anayurdu gerçekten sadece milis güçlerinin savunabileceğini ve güçlü kılabileceğini kırk yıldır göstermeye çalışıyoruz. Yine de ilk sınav geldiğinde, ülkemizin savunmasını doğal olarak yönetici sınıflar kulübünün hazır askerlerine dönüşmek üzere halihazırdaki ordunun eline teslim ettik. Parlamenterlerimiz görünüşe göre, yurdu savunanları hızla cepheye sürmelerine neden olan hararetli isteklerinin her yönüyle, emperyal Prusya ordusunun yurdun asıl savunucusu olduğunu kabul etmek anlamına geldiğinin farkında bile değillerdi. Bunu kabul etmekle politik programımızın dayanak noktasını feda ettiklerini, milis güçleri bırakıp halihazırdaki 159 orduya karşı kırk yıldır sürdürülen ajitasyonun pratik önemini yok ettiklerini açıkça fark etmediler. Sosyal demokrat grubun yaptıkları yüzünden, askeri programımız hiç kimsenin ciddiye almayacağı ütopik bir doktrin, doktrinci bir saplantı haline geldi. Uluslararası proletaryanın yöneticileri, anayurt savunmasına tamamen farklı bir açıdan baktılar. 1871’de Prusyalılar tarafından kuşatılan Paris proletaryası hükümetin dizginlerini eline aldığında, Marx coşkuyla şöyle yazmıştı: “Paris, eski hükümet güçlerinin merkezi ve mevkii, ve aynı zamanda Fransız işçi sınıfının ağırlık merkezi Paris, Mösyö Thiers’in ve junkerlerinin emperyal yönetimin eski güçlerinin hükümetini yeniden tesis etmek ve devam ettirmek girişimlerine karşı silahlı ayaklanmaya girişti. Paris’in direnmekten başka bir seçeneği yoktu; çünkü kuşatma altında ordusu dağıtılmış ve yerine işçilerden oluşan ulusal bir muhafız ordusu konmuştu. Bu yeniliğin sürekli bir kuruma dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu yüzden Paris Komünü’nün ilk yaptığı şey, var olan ordunun bastırılması ve yerine silahlı halkın geçirilmesiydi… Eğer ki Komün Fransız toplumunun bütün sağlıklı unsurlarının gerçek temsilcisi ve dolayısıyla da gerçek bir ulusal hükümet ise, aynı şekilde proleter bir hükümet, emeğin kurtuluşunun cesur savaşçısı olarak da kelimenin tam anlamıyla enternasyonalistti. İki Fransız eyaletini Almanya’ya katan Prusya ordusunun gözleri önünde, Komün bütün dünyanın işçilerini Fransa’ya katmamış mıdır?” (Enternasyonal Genel Konseyi’ne Sesleniş). Halbuki halihazırdaki savaşta sosyal demokrasinin oynayacağı rol hakkında yöneticilerimiz ne demektedir? 1892’de Engels, büyük bir savaşta proleter partilerin takınması gereken tutumun hatlarına dair görüşünü şöyle ifade etmiştir: Emperyalizm, sermayenin dünya gelişiminde özgün bir olgunluk aşaması, başından itibaren uluslararası bir koşul, ancak bütün ilişkilerinde görülebilen ve hiçbir ulusun iradesiyle bile dışında kalamadığı bölünmez bir bütünlüktür “Rusların ve Fransızların Almanya’yı işgali sırasında bir savaş, Almanya için bir ölüm kalım mücadelesi olacaktır. Bu koşullar altında, ulusal varlığını ancak en devrimci yöntemleri kullanarak koruyabilir. Halihazırdaki hükümet, buna zorlanmadığı sürece, bir devrimin önünü kesinlikle açmayacaktır; ama onu zorlayabilecek güçlü bir partimiz var ve gerekli olduğu takdirde, bunun yerini Sosyal Demokrat Parti alabilir. Fransa’nın 1793’teki parlak zaferini unutmadık. 1793’ün yüzüncü yılı yaklaşıyor. Rusya’nın fetih arzusu ya da Fransız burjuvazisinin şoven sabırsızlığı Alman sosyalistlerinin utkulu ancak barışçı yürüyüşünü denetim altına almak isterse, emin olun ki sosyalistler dünyaya bugünün Alman proleterlerinin Fransız baldırıçıplaklardan, 1893’ün 1793’ten aşağı kalmayacağını gösterecektir. Ve Mösyö Constans’ın askerleri Alman toprağına ayak basarsa, onları “Marsellaise”in1 sözleriyle karşılayacağız: conatus 160 Nefretle dolu tiranlar kötülük ekerse Zorba bir çete, uşak bir ev sahibiyle Korkup toprağımızı terk mi edeceğiz? Kısacası barış, Sosyal Demokrat Parti’nin yaklaşık on yıl içinde zaferini getirecektir. Savaş, ya iki-üç yıl içinde zafer getirecek ya da en az on beş-yirmi yıl içinde mutlak çöküşe neden olacaktır.” Engels bu sözleri yazdığında, aklında bugünkünden tamamen farklı bir durum vardı. Onun görüşüne göre, eski çarlık hâlâ bir tehdit olarak geri planda bekliyordu. Büyük Rus Devrimi’ni görmüş durumdayız. Üstelik gerçek bir ulusal savunma savaşı, iki taraftan, doğudan ve batıdan iki düşman gücün saldırdığı Almanya’nın savunulmasını öngörüyordu. Son olarak, bütün gerçek savaşçılar, gelişimin gerçek temposunu artıramayacağı için Almanya’daki koşulların olgunluğunu ve toplumsal bir devrim olasılığını olduğundan fazla tahmin etmişti. Ancak buna rağmen Engels’in sözleri çarpıcı bir açıklığın göstergesiydi ve sosyal demokrasi açısından ulusal savunmanın Prusyalı Junker askeri hükümeti ve genelkurmayına değil Fransız Jakobenleri örneğinin ardından, devrimci eyleme destek vermek anlamına geldiğini ortaya koyuyordu. Evet, sosyalistler tarihsel krizlerde ülkelerini savunmalılar; Alman sosyal demokrat Reichstag grubunun büyük yanlışı da burada yatmaktadır. 4 conatus Ağustos’ta “bu tehlike içindeyken yurdumuzu terk etmeyeceğiz” diye açıklama yaptıklarında, aynı anda kendi sözlerini inkâr etmiş oldular. Çünkü gerçekten de en tehlikede olduğu zamanda yurtlarını terk ettiler. Sosyal demokrasinin yurduna karşı en büyük görevi, bu emperyalist savaşın arka planını açıklamak, insanların gözlerini kapatan emperyalist ve diplomatik yalan ağını yırtmaktır. Onlara düşen, yüksek sesle ve açık konuşmak, Alman halkına bu savaşta zafer ya da yenilginin eşit derecede ölümcül olacağını açıklamak, yurdun kuşatma altında susturulmasına karşı çıkmak, savaş ve barışa halkın karar vermesini istemek, savaş süresince parlamentonun sürekli açık olmasını istemek, hükümetin parlamento tarafından dikkatli bir şekilde kontrol edilmesini parlamentonun da halk tarafından kontrol edilmesini sağlamak, ülkesini en iyi şekilde ancak özgür bir halk yönetebileceği için bütün politik eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını istemek ve son olarak da Marx’ın, Engels’in ve Lassalle’ın, Avrupa’daki en tepkili güçlerin programı temelinde emperyalist savaşa karşı çıkmaktı. Ülkede dalgalandırılması gereken bayrak buydu. Bu gerçekten ulusal, gerçekten özgür olmak, Almanya’nın en iyi gelenekleriyle ve proletaryanın uluslararası politikasıyla uyum içinde olmak anlamına gelecekti. Dünya savaşının o büyük tarihsel anı açıkça, ortak bir politik başarı, sadece sosyal demokrasinin gösterebileceği geniş görüşlü, kapsayıcı bir tutum gerektiriyordu. Bunun yerine, işçi sınıfının parlamenter temsilcileri açısından sefil bir çöküş yaşandı. Sosyal demokrasi yanlış bir politika benimsemedi, hiç politikası yoktu. Kendi dünya görüşüne sahip bir sınıf partisi olarak kendini tamamen ortadan kaldırdı; hiç karşı çıkmadan ülkeyi dışarıda emperyalist savaşın kaderine, içeride kılıcın diktatörlüğüne terk etti. Üstelik savaşın sorumluluğunu kendi askerlerinin omuzlarına yükledi. “Reichstag Grubu”nun bildirisinde şöyle deniliyor: “Sadece ülkemizin savunması için gerekli araçlara oy verdik. Savaşın sorumluluğunu almadık”. Ancak aslında gerçek tam aksini işaret 161 ediyor. “Ulusal savunma”, başka bir deyişle askeri monarşinin silahlı güçleri tarafından yürütülen kitlesel kıyımın araçları sosyal demokrasi tarafından oylanmadı. Savaş kredilerinin sosyal demokrasi ile hiç ilgisi olmadı. Onlar azınlık olarak, kapitalist Reichstag’daki dörtte üç çoğunluğa karşı durdular. Savaş kredilerine oy vererek, sosyal demokrasi sadece bir şeyi başardı. Savaşın üstüne demokratik anayurt savunmasının damgasını vurmuş oldu ve savaşın gerçek koşulları ve sorunlarına ilişkin hükümet tarafından propagandası yapılan kurmacaları destekledi ve sürdürdü. Dolayısıyla proletaryanın ulusal çıkarları ve uluslararası dayanışması arasındaki ciddi ikilem, parlamenterlerimizin “binbir sıkıntıyla” emperyalist savaşın tarafına düşmesine neden olan trajik çatışma, tamamen bir hayal ürünü, ulusalcı bir burjuva kurmacaydı. Proletaryanın ulusal çıkarları ve sınıf çıkarları arasında savaşta ve barışta tam bir uyum vardır. Her ikisi de sınıf mücadelesinin en dinamik biçimde uygulanmasını ve sosyal demokrat programda kararlı bir şekilde ısrar edilmesini gerektirir. Savaş karşısındaki tutumumuza ve taleplerimize ağırlık vermek ve vurgu yapmak için partinin nasıl tutum alması gerekirdi? Genel bir grev mi ilan etmeliydi? Askerlerin askerliği reddetmesi için çağrı mı yapmalıydı? Genellikle sorulan soru budur. Basit bir evet ya da hayır cevabı vermek, “savaş patladığında devrime başlayacağız” diye karar vermek kadar gülünçtür. Devrimler “yapılmaz” ve büyük halk hareketleri parti liderlerinin ceplerinde bekleyen teknik reçetelere göre üretilmez. Küçük komplocu çevreler belli bir gün ve saatte bir ayaklanma örgütleyebilir, küçük destekçi gruplarına başlangıç işareti verebilir. Büyük tarihsel krizlerdeki kitle hareketleri bu gibi ilkel tedbirlerle başlatılamaz. En iyi hazırlanmış genel grev, parti liderlerinin işaret verdiği anda ya da ilk saldırıdan önce tamamen çökebilir. Büyük halk hareketlerinin başarısı ya da başlangıç anı ve koşulları bir dizi ekonomik, politik ve psikolojik faktör tarafından belirlenir. Sınıflar arasındaki mevcut gerilimin derecesi, kitlelerin anlayışlarının derecesi ve direniş ruhunun derecesi ya da olgunluğu, hesaplanamayan bütün bu faktörler, hiçbir parti tarafından yapay olarak yaratılamayacak olan öncüllerdir. Büyük tarihsel kalkışmalar ile küçük gösteri –iyi disiplini olan bir partinin barış zamanı düzenleyebileceği, düzenli, iyi hazırlanılmış ve de parti liderlerinin elindeki sopaya itaat eden performanslar– arasındaki fark budur. Devrimci hareketleri başarılı bir sonuca taşıyacak biçimi büyük tarihsel anın kendisi yaratır; yeni silahları yaratan ve geliştiren, partiler ve liderlerinin daha önce hiç bilmediği ve duymadığı silahları halkın cephanesine kazandıran odur. Sınıf bilinçli proletaryanın ileri öncüsü sosyal demokrasinin sunabileceği şey, gülünç emirler ya da teknik reçeteler değil, savaş zamanında proletaryanın politik sorunlarına ve çıkarlarına ilişkin politik bir slogan ve açıklıktır. Rus Devrimi’ndeki kitle grevleri için söylenenler her kitle hareketi için de geçerlidir: “Devrimci dönemin kendisi kitle grevinin bedelinin yaratılmasını, hesaplanmasını ve ödenmesini gerektirirken, sosyal demokrasinin liderlerinin yerine getirmeleri gereken tamamen farklı bir misyonları vardır. Kitle hareketinin teknik mekanizmasıyla ilgilenmek yerine tarihsel bir krizin ortasında bile sosyal demokrasinin görevi, siyasi liderliği ele almaktır. Slogan ortaya koymak, mücadelenin yönelimini belirlemek, her aşamasında ve hareketinde politik çatışmanın taktiklerini yönlendirmek, proletaryanın harekete geçmiş olan aktif gücünün tamamının gerçekleşmesini ve partinin tutumunda ifade bulmasını sağlamak, sosyal demokrasinin taktiklerinin kararlılık ve canlılık açısından arkasında yatan asıl gücün onayladığının gerisine düşmesini engellemek ve gerçek gücünü önceden sıkılaştırmak; büyük bir tarihsel krizde parti liderliğinin en önemli sorunları bunlardır. Sonrasında liderlik, bir anlamıyla teknik bir liderlik haline gelecektir. Sosyal demokrasinin eyleminin kararlı, tutarlı conatus 162 ve ilerlemeci seyri kitlelerde itimat, özgüven ve korkusuz bir mücadele ruhu yaratacaktır. Proletaryanın güçlerini azımsayan ve hafif de olsa bocalayan bir seyir proletaryayı zayıflatır ve aklını karıştırır. Birinci durumda kitle eylemi ‘kendi yüzünden’ ve ‘doğru zamanda’ açığa çıkar, ikinci durumda ise liderlerin doğrudan yaptığı eylem çağrısı bile etkisiz kalır” (Genel Grev, Politik Parti ve Sendikalar). Eylemin dışsal, teknik biçiminden daha önemli olan politik içeriğidir. Dolayısıyla, örneğin parlamenter aşama, en yaygın ve uluslararası olarak en göze çarpan platform, sosyal demokrat temsilciler tarafından işçi sınıfının çıkarlarını, sorunlarını ve taleplerini yüksek sesle ve açık olarak dile getirmek için kullanılırsa, halkın uyandırılması için devasa bir motivasyon gücü haline gelebilir. “Kitleler sosyal demokrasinin savaş karşısındaki tutumunu savunur muydu?” Bu hiç kimsenin cevaplayamayacağı bir sorudur. Ancak bu artık önemli de değil. Parlamenterlerimiz, savaş kredileri için oy kullanmadan önce Prusya ordusundan mutlak bir zafer talep etmiş miydi? Askeri ordular için geçerli olan şeyler, devrimci ordular için de geçerlidir. Her ikisi de her nerede gerekiyorsa, başarının güvencesi olmasa da savaşa girer. En kötü ihtimalle, parti savaşın ilk birkaç ayında etkisiz hale gelebilirdi. Belki de mertçe duruşu yüzünden en ağır eziyeti partimiz görecekti, tıpkı 1871’de Liebknecht ve Bebel’in payına düştüğü gibi. 1895’te Sedanfeier’deki konuşmasında Ignaz Auer’in basitçe söylediği gibi, “Bunun ne önemi var ki? Dünyayı fethedecek bir parti, getirebileceği tehlikeleri hesaba katmaksızın, ilkelerini yüceltmelidir. Farklı davranmak kaybolmak demektir.” Yaşlı Liebknecht ise, “Akıntıya karşı yüzmek hiçbir zaman kolay değildir” demişti. “Nehir Niagara kadar hızlı ve güçlü bir şekilde aktığında da daha kolay olmaz. Yaşlı yoldaşlarımız, 1878’deki sosyalist karşıtı yasalar altında yaşanan o büyük ulusal utanç yılında duyulan nefreti hâlâ hatırlıyorlar. O conatus zamanlar, milyonlar her sosyal demokrata bir katil ya da iğrenç bir suçlu gibi bakıyordu. Kitlelerin gözünde sosyalistler bir hain ve düşmandı. Böyle bir ‘halk ruhu’nun ortaya çıkışı, en basit öfkesinde bile şok edici, afallatıcı ve ezicidir. Böyle zamanlarda, eskiden daha büyük bir güç olarak güçsüz hissedilir. Bu gerçek bir majör güçtür. Elle tutulur bir karşıtı yoktur. İnsanlarda, havada, her yerde bir salgın gibidir. Ancak 1878’deki patlama 1870’deki ile karşılaştırılamaz. Önünde duran her şeyi kıran, eğen ve yıkan insani arzuların fırtınası ve bununla birlikte korkunç militarizm makinesi ve tam anlamıyla korkunç bir faaliyet. Değdiği anda ölüm demek olan, çarpa çarpa dönen iki demir çarkın arasındayız, her an bizi yakalamakla tehdit eden iki demir kolun arasında. Bu serbest kalmış ruhların basit gücünün yanında, dünyanın bugüne kadar gördüğü en mükemmel cinayet sanatı mekanizması durur ve her kazan, vahşi bir faaliyet içinde patlama noktasına kadar kaynatılır. Böyle bir zamanda bireyin iradesi ve gücü nedir? Özellikle de sadece küçük bir azınlığı temsil ettiğini, halktan hiçbir ciddi destek görmediğini hissediyorsa. O sırada partimiz hâlâ bir gelişme aşamasındaydı. En zor sınavla karşı karşıyaydık ve onu karşılamaya yetecek örgütlenmeye de sahip değildik. Düşmanlarımızın utanç, sosyalizmin ise onur yılında sosyalist karşıtı hareket ortaya çıktığında güçlü ve yaygın bir örgütlenmeye sahiptik. Her birimiz, arkamızda duran örgütlü hareketin içinde sahip olduğu devasa destekle güçlenmişti ve aklı olan hiç kimse partinin çöküşünü idrak edemezdi. Dolayısıyla o zamanlar akıntıya karşı yüzmek az bir şey değildi. Ancak ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıydı. Ve kaçınılmaz olanın karşısında dişimizi sıktık. Korkmak için zaman yoktu… Elbette Bebel ve ben…bir an için bile uyarmayı düşünmedik. Geri çekilmedik. Yerimizi koruduk ve ne gelecekse göğüsledik!” Yerlerini hiç terk etmediler ve sosyal demokrasi, kırk yıldır bir dünya düşmana karşı gelme cesaretini ona veren ahlaki gücüyle ayakta duruyor. 163 Aynı şey bugün de olabilirdi. İlk başta belki hiçbir şey başaramayabilir, ancak proletaryanın onurunu koruyabilirdik; hendeklerde kararmış zihinleriyle ölmekte olan binlerce ve binlerce proleter ruhsal bir karışıklık içinde değil de hayatlarının her şeyi olan, uluslararası özgürlükçü sosyal demokrasinin bir hayal ürününün ötesinde bir şey olduğundan emin olarak ölebilirdi. Partimizin sesi, kitlelerin şovenizmle zehirlenmesi karşısında ıslak bir battaniye gibi işlev görebilirdi. Emperyalizmin halkın zihnini zehirlemesi ve onu aptallaştırması daha zor olsaydı, proletaryanın aklını hezeyandan koruyabilirdi. Sosyal demokrasiye karşı açılan haçlı seferi, inanılmaz derecede kısa zamanda kitleleri uyandırabilirdi. Savaş devam ettikçe, bütün ülkelerde sonu gelmez kıyımlar ve kan göllerinin yarattığı dehşet gittikçe büyüdükçe, emperyalizmin tekmesi daha da açık hale geldikçe, kana susamış spekülatörlerin sömürüsü giderek daha da arsızlaştıkça, kitlelerin içindeki her canlı, dürüst, ilerici ve insani unsur sosyal demokrasinin ilkesine yönelirdi. Çöküş ve çürümenin çılgın girdabında Alman sosyal demokrasisi, fırtınalı denizdeki bir kaya gibi, bütün bir Enternasyonal’e, dünya üzerindeki bütün ülkelerdeki emek hareketlerine yol gösteren bir fener olabilirdi. Alman sosyalistlerinin elinde bulundurduğu karşılaştırılamaz ahlaki saygınlık, çok kısa bir zamanda bütün ulusların sosyalistlerinde yankı bulurdu. Barış duyguları güçlü bir yangın gibi yayılır ve bütün ülkelerde halkın barış isteği, kıyıma son verip kurbanların sayısını azaltabilirdi. Alman proletaryası, sosyalizmin ve insanlığın kurtuluşunun fener bekçisi olarak kalabilirdi. Gerçekten de bu görev, Marx, Engels ve Lasalle’ın öğrencilerine yakışmayacak bir görev değildi. Rosa Luxemburg, The Junius Pamphlet, Yedinci Bölüm, Şubat-Nisan 1915, Marxists Internet Archive. 1 Fransız ulusal marşı (ç.n.). conatus 164 165 Programımızda Ulusal Sorun V . I . L e n i n Çeviren: Sinem Özer Parti programımızda, başka şeylerin yanı sıra “devletin bir parçasını oluşturan bütün ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması”nı güvence altına alacak demokratik bir anayasaya sahip bir cumhuriyet talebini öne sürdük. Pek çokları programımızdaki bu talebi yeterince açık bulmadılar ve 33. sayıda, Ermeni Sosyal Demokratların Manifestosu üzerine konuşmada, bu noktanın anlamını şöyle açıkladık. Sosyal Demokratlar, ulusun kendi kaderini tayin hakkını şiddetle ya da haksız yoldan etkileme yönündeki her girişime karşı daima savaşacaktır. Ancak kendi kaderini tayin özgürlüğünü koşulsuz tanımamız, hiçbir şekilde kendi kaderini tayin yönündeki her talebi destekleyeceğimiz anlamına gelmemektedir. Proletaryanın partisi olarak, Sosyal Demokrat Parti her bir ulus içindeki halklardan ya da uluslardan ziyade proletaryanın kendi kaderini tayinini ilerletmeyi olumlu ve temel bir görev sayar. Bütün ulusların proletaryasının en yakın birliği için daima ve koşulsuz bir biçimde çalışmalıyız ve yeni bir sınıf devletinin kuruluşuna ya da bir devletin tam siyasi birliğinin yerine daha gevşek federal bir birliğin oluşumuna götürecek talepleri ileri götürmemiz ve aktif bir şekilde desteklememiz ancak belirli istisnai durumlarda söz konusu olabilir. Programımızdaki ulusal soruna ilişkin bu açıklama Polonya Sosyalist Partisi’nin (PSP) şiddetli itirazına maruz kalmıştır.1 “Rus Sosyal Demokratlarının Ulusal Sorun Karşısındaki Tutumu” başlıklı bir yazıda (Przedświt, [Dawn.—Ed.] Mart 1903) PSP, bu “şaşırtıcı” açıklama ve bu “gizemli” kendi kaderini tayin hakkımız karşısında öfkesini dile getirmektedir. Bizi doktrincilik ve “dil, milliyet, kültür ve benzerleri sadece burjuva icatları olduğu için işçi sadece kapitalizmin tümden ortadan kaldırılması ile ilgilenmelidir” yönündeki anarşist görüşü benimsemekle suçlamaktalar. Bu iddia üzerine ayrıntılı olarak düşünmek gerekiyor; çünkü sosyalistler arasındaki ulusal soruna ilişkin ortak ve yaygın neredeyse bütün yanlış anlamaları açığa çıkarıyor. Açıklamamızı bu kadar “şaşırtıcı” yapan nedir? Neden bu “tam manası”ndan bir uzaklaşma olarak değerlendiriliyor? Ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından, gerçekten de her bir ulusun kendi kaderini tayin talebini desteklemek conatus 166 anlamı mı çıkar? Yine de bütün vatandaşların özgür birlikler oluşturma hakkını tanıyor olmamız, biz Sosyal Demokratları her yeni birliği desteklemekle bağlamaz, ya da uygunsuz ve makul olmayan bir adım olarak herhangi bir birliğin oluşumuna karşı çıkmak ve buna karşı mücadele etmekten bizi alıkoymaz. Cizvitlerin bile ajitasyonlarını özgürce sürdürebilme hakkını tanıyoruz; ancak Cizvitler ve proleterler arasındaki bir ittifaka karşı da (elbette polisin yöntemleri ile değil) savaşıyoruz. Sonuç olarak Przedświt şöyle diyor: “Eğer bu kendi kaderini özgürce tayin hakkı talebi tam manasıyla alınırsa (ve biz şimdiye kadar böyle aldık) bu bizi memnun eder”. Programın tam manasından uzaklaşanın kesinlikle PSP olduğu açıktır. Biçimsel bakış açısından, vardığı sonuç kesinlikle mantıksızdır. Ancak burada kendimizi, açıklamamızın biçimsel bir doğrulamasıyla sınırlamak istemiyoruz. Doğrudan meselenin köküne inmeliyiz: Sosyal Demokrasi’nin görevi ulusal bağımsızlığı daima ve koşulsuz bir biçimde mi yoksa sadece belli koşullar altında mı talep etmektir, ve eğer ikincisi gibiyse hangi koşullar altında talep etmelidir? Bu soruya PSP daima koşulsuz tanıma lehinde yanıt vermiştir. Dolayısıyla federal bir devlet sistemini ve “ulusun kendi kaderini tayin hakkının tam ve koşulsuz olarak tanınması”nı savunan (Revolutsionnaya Rossiya, no. 18, “Ulusal Kölelik ve Devrimci Sosyalizm başlıklı yazı) Rus Sosyal Demokratlarıyla muhabbetlerine hiç şaşırmıyoruz. Ne yazık ki bu, yüzlerce ve binlerce kere Sosyalist Devrimciler’in sözde partisinin gerçek doğasını açığa çıkaran o burjuva demokratik deyişlerden sadece bir tanesidir. Bu deyişlerin attığı oltaya gelen ve bu yaygaranın çekiciliğine teslim olan PSP, akabinde teorik arka planında ve siyasi faaliyetlerinde proletaryanın sınıf mücadelesiyle ne kadar az bağı olduğunu gözler önüne seriyor. Oysa ulusun kendi kaderini tayin hakkını ikinci plana almamız bu mücadelenin yararınadır. Ulusal soruna bakış açısında bizi burjuva demokratik yaklaşımdan ayıran temel fark budur. Burjuva demokrat (onun yolundan giden günümüzün sosyalist oportünistleri) demokrasinin sınıf mücadelesini ortadan conatus kaldıracağını hayal ediyor; bütün politik taleplerini soyut bir biçimde, üst üste yığarak, “koşulsuz olarak”, “bütün bir halkın” çıkarları ve hatta sonsuz ve mutlak bir ahlaki ilke açısından ortaya koymasının nedeni budur. İster soyut bir idealist felsefede isterse ulusal bağımsızlık yönünde mutlak bir talepte ifadesini bulsun, Sosyal Demokratlar her yerde ve her zaman bu burjuva yanılsamasını acımasızca açığa çıkarır. Bir Marksistin ulusal bağımsızlık talebini ancak koşullu olarak, yani yukarıda belirtilen koşulda, tanıyabileceğini kanıtlamaya hâlâ ihtiyaç varsa, Polonyalı proleterlerin bağımsız bir Polonya talebini Marksist bir bakış açısından savunmuş olan bir yazardan alıntı yapalım. 1896’da Karl Kautsky, “Finis Poloniae?” (Polonya’nın Sonu mu?) başlıklı yazısında şöyle diyor: “Proletarya Polonya sorununu önüne aldığında, Polonya’nın bağımsızlığının yanında yer almaktan başka bir şey yapamaz; uluslararası militan proletaryanın sınıf çıkarlarıyla bağdaştığı sürece, mevcut durumda bu yönde atılacak adımları ancak memnuniyetle karşılayabilir.” Kautsky, “Bu şerh her durumda konulmalıdır” diyerek devam eder. “Ulusal bağımsızlık militan proletaryanın sınıf çıkarlarına, uğruna her koşul altında ve hiç koşulsuz olarak çabalamayı zorunlu kılacak kadar ayrılmaz biçimde bağlı değildir.” Marx ve Engels, İtalya’nın birleşmesi ve özgürlüğünü kazanması lehinde en kararlı duruşu sergilemiştir; ama bu onların 1859’da Napolyon’la ittifak yapmış bir İtalya’ya karşı çıkmasına engel olmamıştır” (Neue Zeit, XIV, 2, 5. 520). Gördüğünüz gibi Kautsky, ulusların bağımsızlığı yönündeki koşulsuz talebi kategorik olarak reddeder ve sorunun kategorik olarak sadece genel tarihsel bir temele değil spesifik olarak sınıf temeline oturtulmasını ister. Marx ve Engels’in Polonya sorununa nasıl yaklaştığını incelersek, bunun en başından beri aldıkları tutumla aynı 167 olduğunu görürüz. Die Neue Rheinische Zeitung2 Polonya sorununa oldukça geniş bir yer ayırmış ve sadece Polonya’nın bağımsızlığını üstüne basa basa talep etmekle kalmamış, aynı zamanda Almanya’nın Polonya’nın özgürlüğü için Rusya ile savaşa girmesini istemiştir. Ancak Marx aynı zamanda, Frankfurt Parlamentosu’nda Polonya’nın özgürlüğü lehine konuşan ve Polonya sorununu tarihsel olarak çözümlemeye hiç kalkışmaksızın sadece “utanç verici bir adaletsizlik” gibi burjuva demokratik laflarla çözmeye çalışan Ruge’a da saldırmıştır. Marx, tarihteki devrimci anlarda sadece “polemikler”den korkan o bilgiçler ve cahillerden değildi. Marx, “insancıl” vatandaş Ruge’u acımasızca küçümsemiş ve güney Fransa’nın kuzey Fransa’yı ezmesi örneğinden yola çıkarak ona her türlü ulusal baskının, demokrasi ve proletarya açısından değişmez bir şekilde meşru görülebilecek bir bağımsızlık arzusu doğurmayabileceğini göstermiştir. Marx, Polonya’nın özel toplumsal koşullarına dair şunları söylemiştir: “Polonya; Rusya, Avusturya ve Prusya’nın devrimci kesimi haline gelmiştir… Temelleri hâlâ kısmen feodal olsa da, Polonya soyluları bile görülmemiş bir bencillikle demokratik tarım devrimine bağlanmıştır. Almanya halen laftan ibaret anayasal bir ideoloji ve de tumturaklı bir felsefi ideoloji içinden yolunu bulmaya çalışırken, Polonya Doğu Avrupa demokrasisinin merkezlerinden biriydi… Biz [Almanlar] Polonya’nın ezilmesine yardım ettiğimiz sürece, Almanya Polonya’nın bir kısmını zapt ettiği sürece Rusya’ya ve Rus politikasına bağlı kalmak zorunda kalacağız ve içeride patriarkal feodal mutlakıyetçiliği tamamen ortadan kaldıramayacağız. Demokratik bir Almanya yaratabilmenin temel önkoşulu, demokratik bir Polonya’nın yaratılmasıdır.”3 Bu ifadelere ayrıntılı olarak yer verdik; çünkü uluslararası Sosyal Demokrasi’nin Polonya sorunu karşısındaki tutumunun –19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca değişmeden kalmak üzere– şekillendiği dönemin tarihsel arka planını ortaya koyuyorlar. Bu arka planda meydana gelen değişiklikleri göz ardı etmek ve Marksizm tarafından sunulan eski Sosyal Demokrasi’nin görevi ulusal bağımsızlığı daima ve koşulsuz bir biçimde mi yoksa sadece belli koşullar altında mı talep etmektir, ve eğer ikincisi gibiyse hangi koşullar altında talep etmelidir? çözümleri savunmaya devam etmek, öğretiye harfi harfine bağlı kalmak ancak ruhundan uzaklaşmak, yeni siyasal durumun analizinde Marksist araştırma yöntemini kullanamayarak ezbercilikle eski sonuçları tekrar etmek anlamına gelecektir. O zamanlar ve bugün –son burjuva devrimleri çağı ve proleter devrimin şafağında bütün güçlerin çaresiz tepkisinin ve aşırı geriliminin çağı– çok açık bir şekilde birbirinden farklıdır. O zamanlar Polonya bir bütün olarak, sadece köylülük değil soyluları dahil devrimciydi. Ulusal kurtuluş mücadelesi gelenekleri öylesine güçlüydü ve derin köklere sahipti ki, içerideki yenilgiden sonra Polonya’nın en iyi evlatları nerede desteklenecek devrimci bir sınıf varsa oralara koştu. Dabrowski ve Wroblewski’nin4 anısı proletaryanın 19. yüzyıldaki en büyük hareketiyle, Paris işçilerinin son isyanıyla –ve umalım ki son başarısızlığıyla– ayrılmaz bir şekilde ilişkilidir. O zamanlar Avrupa’da demokrasinin tam bir zafer kazanması Polonya’nın restorasyonu tamamlanmaksızın imkansızdı. O zamanlar Polonya gerçekten çarlığa karşı uygarlığın siperi, demokrasinin öncüsüydü. Bugün Polonya’nın conatus 168 yönetici sınıfları, Almanya ve Avusturya’daki seçkinler, Rusya’daki sanayi ve finans kodamanları Polonya’yı ezmek isteyen ülkelerin yönetici sınıflarını desteklerken Alman ve Rus proletaryası, tarihsel olarak eski devrimci Polonya’nın muazzam geleneklerini miras almış olan Polonya proletaryası ile omuz omuza özgürlük için savaşıyor. Bugün komşu ülkedeki Marksizmin ileri temsilcileri, Avrupa’nın siyasi evrimini dikkatle izlerken ve Polonya’nın kahramanca mücadelesine tümüyle sempati duyarken yine de şunu samimi olarak kabul ediyor: “Şu an St. Petersburg Varşova’dan çok daha önemli bir devrimci merkez haline gelmiştir ve Rus devrimci hareketi Polonya hareketinden çok daha büyük bir enternasyonal öneme sahiptir”. Kautsky’nin 1896 gibi erken bir tarihte Polonya’nın restorasyonunun Polonyalı Sosyal Demokratların programına içerilmesi gerektiğini savunurken söylediği tam da budur. Polonya sorununun 1848’den bu yanaki evrimi üzerine çalışan Mehring, 1902’de şu sonuca varmıştır: “Eğer ki Polonya proletaryası –yönetici sınıfların kendisinin hiç de duymak istemediği– Polonya sınıf devletinin restorasyonu talebini bayrağına yazmayı istemiş olsaydı, bu tam bir tarihsel komedi oynamak olacaktı; mülklü sınıfların başına bu gelebilir (örneğin Polonya soylularına 1791’de olanlar gibi), ancak asla işçi sınıfının başına gelmemelidir. Öte yandan eğer ki bu gerici Ütopya, ulusal ajitasyona hâlâ belli ölçüde cevap veren entelijansiya ve küçük burjuva kesimleri proleter ajitasyona kazandırırsa, bu Ütopya, işçi sınıfının uzun dönemli çıkarlarını ucuz ve önemsiz anlık başarılar için feda eden değersiz oportünizmi daha da geliştireceği için iki kat daha savunulamaz hale gelecektir. Bu çıkarlar kategorik olarak, Polonya’yı bölmüş olan üç devlette de Polonyalı işçilerin hiç koşulsuz sınıf yoldaşlarıyla yan yana savaşmasını emreder. Burjuva bir devrimin özgür bir Polonya yaratabileceği zamanlar artık geçmişte kalmıştır. Bugün Polonya’nın yeniden doğuşu, sadece modern proletaryanın zincirlerinden kurtulacağı toplumsal bir devrim yoluyla mümkün olabilir.”5 conatus Mehring’in sonucuna tümüyle katılıyoruz. Sadece argümanlarımızda Mehring kadar ileri gitmesek bile, bu sonucun doğruluğunun sarsılmayacağına dikkat çekmek istiyoruz. Hiç şüphesiz, Polonya sorununun mevcut durumu elli yıl öncekinden köklü bir şekilde farklıdır. Ancak mevcut durum da kalıcı olarak algılanamaz. Sınıf antagonizması, şüphesiz ulusal sorunları iyice arka plana atmıştır. Ancak belli ulusal sorunların politik dramanın ön saflarında geçici olarak yer alamayacağını –doktrinciliğe düşme riskini almadan– kategorik olarak iddia edemeyiz. Elbette kapitalizmin çöküşünden önce Polonya’nın restorasyonunun gerçekleşmesi pek muhtemel değildir; ama bunun mutlak olarak imkansız olduğu ya da Polonya burjuvazisinin bağımsızlığın yanında yer alabileceği koşulların hiç ortaya çıkmayacağı öne sürülemez. Ve Rus Sosyal Demokrasisi’nin kendi elini kolunu bağlamak gibi bir niyeti yoktur. Programına ulusların kendi kaderini tayin hakkını dahil etmekle, Rus Sosyal Demokrasisi bütün olanaklı ve hatta düşünülebilir birleşimleri dikkate almış olmaktadır. Bu program, sosyalizm gelmeden önce bir gerçeklik haline gelme ihtimali çok küçük olsa da, Polonya proletaryasının özgür ve bağımsız 169 bir Polonya Cumhuriyeti sloganını benimsemesine engel olmaz. Program sadece, samimi bir sosyalist partinin proleter sınıf bilincini bozmamasını, sınıf mücadelesini lekelememesini, işçi sınıfını burjuva demokratik laflarla ayartmamasını ya da proletaryanın mevcut siyasi mücadelesinin birliğini kırmamasını ister. Bu şerh meselemizin özüdür; çünkü ancak bu şerhle kendi kaderini tayin hakkını tanırız. PSP’nin kendi kaderini tayin hakkını, özgür ve bağımsız bir cumhuriyet için mücadele etmeyi reddetmeleri dolayısıyla Alman ya da Rus Sosyal Demokratlardan farklıymış gibi görünmesi faydasızdır. PSP’yi samimi bir Sosyal Demokrat işçi partisi olarak görmemize engel olan mesele bu değil, sınıfsal bakış açısını yitirmesi, bunu şovenizmle örtmesi ve mevcut siyasal mücadelenin birliğini kırmasıdır. PSP sorunu genellikle şöyle ortaya koyar: “…Çarlığı ancak Polonya’yı ondan çekip alabilirsek zayıflatabiliriz, onu ortadan kaldırmak Rus yoldaşların görevidir.” Ya da: “…Çarlığın yıkılmasından sonra Rusya’dan ayrılarak kaderimize karar vereceğiz.” Bu cani mantığın, programdaki Polonya’nın restorasyonu talebi açısından baksak bile, ne kadar cani sonuçlara götürebileceğine bakın. Çünkü Polonya’nın restorasyonu, demokratik evrimin olası (ki burjuvazinin yönetimde olduğu koşulda asla kesin olmayan) sonuçlarından sadece biridir; dolayısıyla Polonya proletaryası çarlığı yıkmak için Rus proletaryası ile birlikte savaşmamalı, sadece Polonya’yı çekip alarak onu zayıflatmalıdır. Çünkü Rus çarlığı Almanya, Avusturya vb.’nin burjuvazi ve hükümetleriyle giderek daha yakın bir ittifak kurmaktadır; dolayısıyla Polonya proletaryası şu an tek ve bir boyunduruğa karşı birlikte savaşmakta olduğu Rus, Alman vb. proletaryası ile ittifakını zayıflatmalıdır. Bu, proletaryanın en yaşamsal çıkarlarını burjuva demokratik ulusal kurtuluş anlayışına feda etmekten başka bir şey değildir. PSP’nin Rusya’nın çözülmesi yönündeki arzusu, çarlığı devirmek amacımızdan farklı olarak, ekonomik gelişme siyasal bir bütünün farklı parçalarını daha da birleştirdiği ve bütün ülkelerin burjuvazileri ortak müttefikleri çara karşı ortak düşmanları proletaryaya karşı birleştiği sürece, boş bir laftır ve böyle kalacaktır. Ancak bu otokrasinin boyunduruğu altında inlemekte olan proletarya güçlerinin bölünmesi, PSP’nin hatasının doğrudan bir sonucu, burjuva demokratik formüllere tapınmasının doğrudan bir ürünü olan acı bir gerçektir. Proletaryanın bölünmesine gözlerini kapatmak için, PSP şovenizme tenezzül etmek ve Rus Sosyal Demokratlarının görüşlerini şöyle sunmak zorundadır: “Bizler [Polonyalılar] toplumsal devrime kadar beklemeliyiz, o zamana kadar ulusal baskıya sabırla dayanmalıyız”. Bu tümüyle yalandır. Rus Sosyal Demokratları asla böyle bir şey tavsiye etmemiştir. Aksine, Rusya’daki her türlü ulusal baskıya karşı bizzat kendileri savaşmış ve bütün Rus proletaryasını da savaşmaya çağırmıştır. Programlarına sadece bütün dillere, milliyetlere vb. eşit statü ilkesini almakla kalmamış, aynı zamanda her ulusun kendi kaderini tayin hakkını da tanımışlardır. Bu hakkı tanıyarak ulusal bağımsızlık talebine verdiğimiz desteği proleter mücadelenin çıkarlarına tabi kıldık ve ancak bir şovenist, bu pozisyonumuzu bir Rus’un Rus olmayana karşı güvensizliğinin bir ifadesi olarak okuyabilir; çünkü gerçekte bu pozisyon, sınıf bilinçli proletaryanın burjuvaziye güven duymamasından ileri gelir. PSP, “biz” (Polonya) ve onlar (Almanlar, Ruslar vb.) arasındaki karşıtlığın ulusal sorunu tükettiğini düşünür. Ancak bir Sosyal Demokrat; “biz”, proleterler ile “onlar”, burjuvazi arasındaki karşıtlığa öncelik verir. “Biz”, proleterler, burjuvazinin devrimci proletarya ile karşılaştığında özgürlük, anayurt, dil ve ulus çıkarlarına nasıl ihanet ettiğini defalarca gördük. Fransız ulusu en ağır aşağılanma ve baskı altındayken Fransız burjuvazisinin Prusyalılara teslim oluşuna, Ulusal Savunma Hükümeti’nin Ulusal İltica Hükümeti haline gelişine, ezilen bir ulusun burjuvazisinin, iktidarı ele almaya cüret etmiş proleter yurttaşlarını ezmesi için ezen ulusun birliklerini yardıma çağırmasına tanık olduk. Şovenist ve oportünist soru yağmuruna aldırmadan Polonya işçilerine daima söylememiz gereken şey şudur: Yalnızca Rus proletaryası ile tam ve içten bir conatus 170 ittifak, otokrasiye karşı bugün verilen mücadelenin gereklerini karşılayabilir; yalnızca böyle bir ittifak, tam politik ve ekonomik kurutuluşu sağlayabilir. Polonya sorunu üzerine söylediklerimiz, diğer her ulusal sorun için de tamamen geçerlidir. Otokrasinin melun tarihi, otokrasi tarafından ezilen farklı milletlerden işçi sınıfları arasında devasa bir yabancılaşma mirası bırakmıştır. Bu yabancılaşma, otokrasiye karşı mücadelede büyük bir kötülük, çok büyük bir engeldir ve biz de ayrı partiler ya da partilerin “federasyonu” gibi ilkeler kurarak bu kötülüğü meşrulaştırmamalı ve bu çirkin durumu onaylamamalıyız. Elbette en az direniş yolunu seçmek ve herkesin kendi köşesinde –şimdi Bund’un yaptığı gibi– “beni ilgilendirmez” diyerek kendini rahatlatması daha basit ve kolaydır. Birlik olmanın gerekliliğini anladığımız ve otokrasiye karşı birlikte saldırmanın tam bir birlik sağlanmadan mümkün olmayacağına inandığımız oranda –sorunun “basit”, ancak aldatıcı ve temelde ciddi şekilde yanlış bir çözümünden memnuniyet duymaya ne kadar az eğilimli olursak– siyasal sistemimizin koşulları altında mücadelenin merkezi bir örgütlenmeye ihtiyaç duyduğu daha açık hale gelir. Yabancılaşmanın tahribatı görülmediği sürece, proletarya partisinin saflarında bu yabancılaşmanın yol açtığı bedellere kökten son vermek istenmediği sürece “federasyon” kılıfına ihtiyaç yoktur ve taraflardan birinin gerçekten çözmek yönünde hiçbir gerçek arzusu yokken bir sorunu çözmeyi üstlenmenin de bir anlamı yoktur. O halde deneyimden ve gerçek hareketten çıkarılacak derslerin, otokrasi altında ezilen bütün ulusların proleterlerinin otokrasiye ve giderek daha da birleşen uluslararası burjuvaziye karşı verdiği mücadelenin başarısı için merkeziyetçiliğin ne kadar önemli olduğunu kanıtlamasına bakalım. V.I. Lenin, The National Question in Our Programme, July 15, 1903, Marxists Internet Archive. conatus 1 Polonya Sosyalist Partisi (PSP) – 1892’de kurulan küçük burjuva milliyetçi parti. 2 Die Neue Rheinische Zeitung (Yeni Ren Gazetesi) 1 Haziran 1848 ile 19 Mayıs 1849 arasında Köln’de yayınlandı. Gazetenin yöneticileri, baş editör olmak üzere Marx ve Engels’ti. Lenin’in ortaya koyduğu gibi, gazete “devrimci proletaryanın en iyi ve eşsiz organı”ydı. Kitleleri eğitmiş, karşı devrime karşı savaşmaları için onları harekete geçirmiş ve etkisini bütün Almanya’da hissettirmişti. Kararlı ve taviz vermeyen duruşu ve militan enternasyonalizmiyle gazete, ilk çıktığı aylardan itibaren feodalmonarşist ve liberal-burjuva basın ve ayrıca da hükümet tarafından sürekli cezalandırıldı. Marx’ın Prusya hükümeti tarafından sürülmesi ve diğer editörler için alınan baskıcı tedbirler, gazetenin yayınlanmasının sona ermesine neden oldu. Neue Rheinische Zeitung için bkz. Engels, “Marx ve Neue Rheinische Zeitung (1848-49)” (Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, c. II, Moskova, 1958, s. 328-37). 3 Lenin, “Frankfurt’ta Polonya Sorunu Üzerine Tartışmalar” genel başlığı altında Ağustos-Eylül 1848 arasında Neue Rheinische Zeitung’da yayınlanan makalelerden alıntılıyor. 4 Jaroslaw Dąbrowski ve Waler Wróblewski – Polonya ayaklanmasının bastırılmasından sonra Fransa’ya göç eden 186364 Polonya devrimci hareketinin önde gelen liderleri. 1871’de Paris Komünü’nün generalleri oldular. 5 Lenin, Fransız Mehring’in 1902’de yayınlamış olduğu Karl Marx ve Frederick Engels’in Toplu Eserleri 1841-1850 kitabının üçüncü cildine yazdığı girişten alıntılıyor (Gesammelte Schriften von Karl Marx und Friedrich Engels, 1841 bis 1850. Dritter Band, Stuttgart. Verlag von J. H. W. Dietz, Nachf., 1902). “Gerçekten tuhaftı bu, önceden onları özlesem de göremezdim. Lakin şimdi, hasretim dindi, hayallerim berraklaştı, sanki mapushanenin duvarları açılmış ve Canterbury caddesinin dışında, Nisan ayının yeşil çayırları arasındaymışım gibi ve orda, yanım sıra tanıdığım insanlar ve ölmüş olanlar ve yaşayanlar; ve yeryüzündeki ve cennetteki bütün halkların Kardeşliği. Evet ve bugün hepsi burada.” William Morris, John Ball’un Rüyası, Çev.: Zeynep Aslan, Otonom Yayıncılık 174 175 Ulusal Kültürün Karşılıklı Temelleri ve Özgürlük Mücadelesi1 F r a n t z F a n o n Çeviren: Eylem Canaslan Kolonyal tahakküm, total ve aşırı derecede basitleştirme eğiliminde olduğu için, yenilmiş bir halkın kültürel yaşamını oldukça gösterişli bir biçimde tahrip etmeyi başarır. Bu kültürel yıkım, ulusal gerçekliğin inkârıyla, işgalci güç tarafından yürürlüğe sokulan yeni yasal ilişkilerle, yerlilerin ve onların geleneklerinin kolonyal toplum tarafından ücra bölgelere sürülmesiyle, el koymayla, erkeklerin ve kadınların sistematik bir biçimde köleleştirilmesiyle mümkün hale getirilir. Üç yıl önceki birinci kongremizde, kolonyal durumda dinamizmin yerini hemen sömürgeci gücün tutumlarının iyice yerleşmesinin aldığını göstermiştim. Kültür alanının sınırı yön levhalarıyla ve parmaklıklarla çizilir. Aslında bunlar en ilkel türden savunma mekanizmalarıdır ve bunların basit koruma güdüsüyle karşılaştırmaya değer oluşunun iyi sebepleri vardır. Bu dönemde bizi ilgilendiren şey, ezen tarafın kendisini ezilen ulusun ve onun kültürünün gerçekten var olmadığına inandırmayı başaramamasıdır. Sömürgeleştirilen kişinin içgüdüsel davranış kalıplarına dönüştürülmüş olan kültürünün aşağı bir kültür olduğunu itiraf etmesi, kendi “ulus”unun gerçekdışı olduğunu ve hatta kendi biyolojik yapısının karışık ve kusurlu olduğunu kabul etmesi için her türlü çaba harcanır. Bu olaylar karşısında, yerlilerin tepkileri de tam bir uyum içinde değildir. Halkın büyük bir çoğunluğu, kolonyal durumu yaratanlarınkinden tümüyle farklı olan, bozulmamış geleneklerini korurken ve sanatkârlık stili, giderek kalıplaşan bir biçimcilik içinde katılaşırken, entelektüel de kendisini çılgınca işgalci gücün kültürüne sahip olmaya, kendi ulusal kültürünü acımasızca eleştirmek için her fırsatı kullanmaya adar. Ya da tutkulu fakat verimsiz olmaya mahkûm bir biçimde, bu işgalci kültürün iddialarını yaymaya ve doğrulamaya sığınır. Bu iki tepkinin doğalarının ortak olmasının nedeni, her ikisinin de olanaksız çelişkilere yol açmasında yatar. İster dönek ister tözcü olsun bir yerli, kolonyal durumun analizi keskin hatlarla yapılmadığı için güçsüzdür. Kolonyal durum, neredeyse bütün alanlarda ulusal kültürün önünü keser. Kolonyal tahakkümün conatus 176 kuşatması altında, ulusal kültürde yeni atılımlar ya da değişimler asla gerçekleşmez ve gerçekleşmeyecektir. Kültürel dinamiği yeniden canlandırmak ve bu dinamiğin temalarına, biçimlerine, tonalitelerine taze itkiler vermek için bazen birtakım cesur girişimlerde bulunulur. Bu adımların elle dokunulur ve seçilebilir ilk elden sonuçları ise bir hiçtir. Fakat eldekileri en sonuna kadar götürürsek görürüz ki, yapılan şey aslında ulusal bilincin örümcek ağlarını temizlemek, baskıyı sorgulamak ve özgürlük mücadelesini başlatmak için bir hazırlıktır. Kolonyal tahakkümün altındaki bir ulusal kültür, yıkımı sistematik bir biçimde beklenen, çekişme konusu yapılan bir kültürdür. Çabucak sessizliğe mahkûm edilen bir kültür haline gelir. Bu türden bir gizli kültür fikri, geleneklere bağlılığı ulusun ruhuna olan inancın korunması ve boyun eğmeğe direnme olarak yorumlayan işgalci gücün tepkilerinde doğrudan görülebilir. Çoktan yok olmaya mahkûm edilmiş bu kültür biçimlerini takip etmekteki ısrar, hâlihazırda bir ulusal aidiyetin dışavurumudur. Fakat bu dışavurum, tekrar süredurum yasalarına boyun eğer. Bir hücum ya da ilişkilerin yeniden tanımlanması söz konusu değildir. Sadece giderek kuruyan, atıllaşan ve içi boşalan bir kültürün nüvesi çevresinde bir yoğunlaşma vardır. Buralarda bir ya da iki yüzyıldır süren sömürü, ulusal kültürün gövdesini ciddi anlamda kurutmuştur. Ulusal kültür bir dizi alışkanlıklardan, geleneksel giysilerden ve işlemez hale gelen birkaç kurumdan ibaret hale gelmiştir. Bu kültür kalıntılarının içinde bazen bir kıpırdanma sezilse de, gerçek bir yaratıcılık ve hayat dolu bir akış yoktur. Halkın yoksulluğu ile ulusal baskı ve kültürün engellenmesi, bir ve aynı şeydir. Yüzyıllık kolonyal tahakkümün ardından bize kalan, aşırı derecede katılaşmış bir kültür, hatta kültür tortusu, mineral hale gelmiş bir katmandır. Ulusal gerçeğin solması ve ulusal kültürün can çekişmesi, bu anlamda birbirine karşılıklı olarak bağlıdır. Ulusal özgürlük mücadelesi boyunca, bu ikisi arasındaki ilişkinin evrimini takip etmenin hayati bir öneme sahip olmasının nedeni conatus budur. Yerli kültürünün inkârı, aktif ya da duygusal her türlü kültürel görünümün küçümsenmesi ve örgütlenmenin bütün uzmanlaşmış alanlarının dışında yer almak, yerlinin saldırgan davranış kalıplarının beslenmesine katkıda bulunur. Fakat bu kalıplar refleksiftir, farklılaşmamıştır, anarşik durumda ve etkisizdir. Kolonyal sömürü, yoksulluk ve yerel kıtlık, yerliyi giderek daha açık ve örgütlü bir isyana iter. Açık ve kararlı bir itaatsizliğe duyulan ihtiyaç sürekli bir biçimde ve hemen fark edilmeksizin olgunlaşmaya başlar. Ve sonunda bu ihtiyaç, halkın büyük bir kısmı tarafından hissedilmeye başlanır. O ana kadar var olmayan gerilimler ete kemiğe bürünmeye başlar. Uluslararası olaylar, kolonyal imparatorlukların diğer seksiyonlarının çöküşü ve kolonyal sistemin kendi iç çelişkileri, bir yandan ulusal bilinci yükseltip desteklerken bir yandan da yerlinin mücadeleci ruhunu güçlendirir. Kolonyalizmin gerçek doğasının bütün katmanlarında görülmeye başlanan bu yeni gerilimler, kültürel alana da yansırlar. Örneğin edebiyatta göreli bir aşırı üretim olur. Yerli edebiyatı başlangıçta tahakkümcü güce karşı küçük ölçekli bir cevapken, artık farklılaşmaya ve kendini belli bir fikre adamaya başlar. Baskı dönemi boyunca sadece tüketici bir yığın olarak kalmış olan entelijansiyanın kendisi de üretmeye başlar. Bu türden edebiyat, kendisini önce trajik ve şiirsel stille sınırlandırır. Fakat sonrasında romanlara, kısa hikâyelere ve deneme yazılarına sıçrar. Özgürleşme mücadelesinin amaçları ve yöntemleri daha belirgin hale geldikçe, sanki şiirsel stilin oransal olarak düşmesini buyuran bir tür bir ifade yasası ya da iç düzenleme varmış gibi bir tablo ortaya çıkar. Temalar tümüyle değişir; acı ve ümitsiz yakınmalarla, şiddetle, gürlemelerle, aslında işgalci güce yeniden güvence vermekten başka işe yaramayan türe giderek daha az rastlar oluruz. Bizzat kolonyalistler, daha öncesinde bu türden ifadeleri cesaretlendirmiş ve önünü açmıştır. Haşin suçlamalar, ifade dilinde kendine yer bulan acıların ve hiddetin teşhiri, aslında işgalci güç tarafından arınmacı bir biçimde içerilir. Bu türden 177 süreçleri desteklemek, bir anlamda bunların dramatikleşmesini engellemek ve böylece havayı temizlemek anlamına gelir. Fakat böyle bir durum sadece geçici bir aşama olabilir. Aslında halk arasında ulusal bilincin gelişmesi, yerli entelektüelin edebi ifade tarzını değiştirir ve bu tarza netlik kazandırır. Halkın sürekli olarak birleşmesi, protesto çığlığından bir adım daha ileriye gitmesi için entelektüele yapılan bir çağrıdır. Matem önce dava açar, sonra da yüksek mahkemeye başvurur. Ardından emir sözcükleri duyulmaya başlanır. Ulusal bilincin kristalleşmesi, hem edebi tarzı ve temaları bozacak hem de tümüyle yeni bir okuyucu kitlesi yaratacaktır. Başlangıçta yerli entelektüel, işgalci gücü ister etkilemek için olsun isterse etnik ve öznelci araçlarla kınamak için olsun, çalışmasını tümüyle işgalcilerin okuması için üretirken, daha sonra giderek kendi halkına seslenme alışkanlığını edinmeye başlayacaktır. İşte ancak bu noktadan sonra, ulusal bir edebiyattan bahsedebiliriz. Burada, edebi yaratım aşamasında, tipik bir şekilde ulusalcı konuların benimsenmesi ve geliştirilmesi söz konusudur. Bu edebiyat, halkın tümünü bir ulus olarak var olma kavgasına çağırdığı için, haklı bir biçimde, mücadele edebiyatı olarak adlandırılabilir. Bu bir mücadele edebiyatıdır; çünkü ulusal bilinci şekillendirir, onun hatlarını çizer, önüne yeni ve sınırsız ufuklar açar. Bu bir mücadele edebiyatıdır; çünkü üzerine sorumluluk alır, çünkü zaman ve mekân bağlamında dile getirilmiş olan bir özgürlük istencidir. Bir başka düzeyde, daha öncesinde gösterişli biblolar gibi koleksiyonu yapılan sözlü gelenek, yani halkın hikâyeleri, destanları ve halk şarkıları da değişmeye başlar. Eskiden hareketsiz hadiseler anlatan hikâye anlatıcıları, anlattıkları bu öyküleri canlandırmaya, onlara giderek daha önemli olmaya başlayan bazı değişiklikler eklemeye başlarlar. Öykü anlatımında çatışmaları güncelleme ve öykülerde geçen mücadele türlerini, kahraman adlarını ve kullanılan silahları modernleştirme eğilimi sezilir. Kinaye yöntemi giderek daha çok kullanılmaya başlanır. “Çok uzun zaman önce” vecizesi, “bir başka diyarda Halkın yeni hareketle olan teması, yaşama yeni bir ritim kazandırır, uzun zamandır kullanılmayan kaslara canlılık verir ve hayal gücünü geliştirir. Hikâye anlatıcısı dinleyicilerine her yeni öykü anlatışında, aslında toplu bir duayı yönetmektedir geçen anlatacağımız bu hikâye, bugün ya da yarın, burada, bizim başımızdan da geçiyor olabilir”le değiştirilir. Bu bağlamda Cezayir örneği önemlidir. 1952-1953 yılları ve devamında, daha öncesinde kalıplaşmış ve dinlemesi usandırıcı bir tarza sahip olan hikâye anlatıcıları, geleneksel yöntemlerini ve hikâyelerinin içeriğini tümüyle değiştirmişlerdir. Öncesinde dağınık olan dinleyici kitleleri, birleşip yoğunlaşmıştır. Destan, bilinen bütün türleriyle tekrar görünür olmuş, bir kez daha kültürel bir değer kazanarak özgün bir eğlence biçimi haline gelmiştir. Kolonyalizm, 1955’ten itibaren Cezayir’deki hikâye anlatıcılarını sistematik olarak tutuklamaya başladığında, kendi açısından yanlış bir şey yapmamıştır. Halkın yeni hareketle olan teması, yaşama yeni bir ritim kazandırır, uzun zamandır kullanılmayan kaslara canlılık verir ve hayal gücünü geliştirir. Hikâye anlatıcısı dinleyicilerine her yeni öykü anlatışında, aslında toplu bir duayı yönetmektedir. conatus 178 Halka yeni insanın doğuşu duyurulur. Bugün, artık kendi üzerine kapanmaz ve herkes görsün diye açılır. Hikâye anlatıcısı, bir kez daha hayal gücüne tam bir özgürlük verir, yenilikler yapar ve bir sanat yapıtı ortaya koyar. Hatta bu tür bir değişime pek uygun olmayan yol soyguncuları ve münzevi serseriler gibi karakterler bile yeniden ele alınıp modellendirilir. Kolonileştirilmiş bir ülkenin halk şarkılarında ve epik hikâyelerinde hayal gücünün ve yaratıcı ifade tarzlarının ortaya çıkışı, gerçekten izlemeye değerdir. Hikâye anlatıcısı onu bekleyen halka ardı ardına yaptığı benzetmelerle cevap verir; görünüşte yalnızdır, fakat aslında yeni anlatım kalıpları, yani ulusal kalıplar arayışında dinleyicileri ona yardım etmektedir. Komedi ve fars gözden düşer, yok olur. Drama ise artık sorunlu entelektüellere ve onların ıstırap içindeki bilinçlerine ait bir tür değildir; umutsuzluk ve isyan niteliklerini kaybederek halka mal olur ve bir eylem hazırlığının ya da hâlihazırda var olan bir hareketliliğin bir parçası haline gelir. Eskiden sanattan ziyade sanat tortusu olan ve bir çeşit şaşkınlık içinde varlığını sürdüren el sanatlarının da günümüzle ilişki kurmaya çabaladığını görürüz. Örneğin, milyonlarca aynı türden yüz ve duruş üretmiş olan ahşap işçiliği farklılaşmaya başlar. İfadesiz ve abartılı masklar canlanmaya ve kollar vücuttan sanki bir hareketi anlatmak istermişçesine yukarıya kalkarak ayrılmaya başlar. İki, üç ya da beş figürlü kompozisyonlar ortaya çıkar. Geleneksel okullar, amatörlerin ve eleştirmenlerin sayısının artmasıyla, yaratıcı çabalara daha açık hale gelmeye başlar. Kültürel yaşamın bu alanında yaşanan canlılık genellikle açıkça fark edilmez; fakat ulusal çabaya olan katkısı büyük önem taşır. Yaşam dolu oyma figürler ve yüzlerle, kendisine tema olarak aynı sütun üzerinde duran bir grubu seçmesiyle, sanatçı örgütlü mücadeleye katılmaya bir çağrı yapmış olur. Seramik işçiliği ve çömlekçilik alanındaki ulusal bilinç uyanışına baktığımızda da, benzer gözlemlerde bulunabiliriz. Sanatkârın çalışmalarında, biçimcilik terk edilmiştir. Testiler, küpler ve siniler, başlangıçta çok göze çarpmadan, conatus sonrasında neredeyse vahşi bir biçimde değişir. Önceden çok az çeşitte olan ve geleneksel ahenk kurallarına uyan renkler sayıca artar ve yükselmekte olan devrimin yansımalarından etkilenir. Verili kültürel alanda sonsuza kadar yasaklanmış olan belli toprak renkleri ve mavi tonları, herhangi bir skandal yaratmadan çalışmalarda görülmeye başlar. Sosyologlara göre çok net bir biçimde tanımlanmış bölgelere özgü olan insan yüzünün üsluplaştırılması, birdenbire tümüyle göreli bir hale gelir. Bu ülkenin uzmanları ve etnologları, bu değişiklikleri hemen fark ederler. Bu değişiklikler bir bütün olarak, kolonyal sistemin bağrında yetişen keskin artistik kodlar ve kültürel yaşam adına uygunsuz bulunur. Kolonyalist uzman, bu yeni biçimleri kabul etmez ve yerli toplumun geleneklerine sığınır. Bizzat kolonyalist, yerli stilin savunucusu haline gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra be-bop gibi yeni tarzların biçim kazanmaya başlaması karşısında beyaz caz uzmanlarının nasıl da tepki gösterdiklerini gayet iyi hatırlıyoruz. Ki kolonyalizmin gerçek doğası hesaba katılmadığı için, bu örnek belli bir öneme sahiptir. Bu uzmanların gözünde caz sadece beş bardak viski, ırkının laneti ve beyaz adama duyduğu ırksal nefret arasında sıkışıp kalmış yaşlı bir Zencinin bedbaht ve solmuş nostaljisi olmalıdır. Zenci kendisine dair bir kavrayışa vardığı anda, dünyayı da farklı bir biçimde kavrayacak ve böylece umutla dolup ırkçı evreni arkadan iteklediğinde trompetini daha bir gür çalacak, kendi sesi daha az boğuk çıkacaktır. Cazdaki yeni akımlar, basit bir biçimde ekonomik rekabetten doğmaz. Şüphesiz bunlarda, Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinin yavaş ama kesin yenilgisinin sonuçlarından birini görmeliyiz. Elli yıllık zaman diliminde, zavallı ve talihsiz bir Zencinin boğazından çıkan iniltiler ve hıçkırıklar şeklindeki caz türüne, bunun zenciliğin bir ifadesi olduğuna inanan ve bu tutsak imgenin yarattığı ilişki türüne hâlâ sadık olan beyazların sahip çıkacağını söylemek, hayalcilik olmasa gerek. Dansta, şarkılarda ve geleneksel törenlerde de yukarıya doğru olan bu sıçrayışı bulabilir ve aynı değişiklikleri ve sabırsızlığı buralarda da 179 gözlemleyebiliriz. Ulusal hareketin siyasi ya da mücadeleci evresinden önce, dikkatli bir izleyici yeni bir dinçliğin kendini belli edişini ve yaklaşmakta olan çatışmacı ruhu hissedebilir. Alışıldık olmayan ifade biçimleri ve artık yakarış olmaktan çıkıp bir halkın oluşumu haline gelmiş bir güçle, besbelli bir amaç için bir araya gelişle dolu taptaze temalar fark edecektir. Yerlinin duyarlılığını uyandırmak ve sadece düşünmeyi yeğleyen tutumları ya da yenilgiyi kabul etmeyi gerçekdışı ve kabul edilemez bir şey olarak göstermek için her şey seferber edilir. Yerli, algılarını yeniden inşa eder; çünkü sanatkârın, dansın, müziğin, edebiyatın ve sözlü geleneğin amacını ve dinamizmini yenilemektedir. Dünyası lanetten arınmaya başlar. Kaçınılmaz çatışma için gerekli olan koşullar bir araya gelmeye başlar. Kültürel formlardaki hareketin ortaya çıkışından söz ettik ve bu hareketin ve bu yeni biçimlerin ulusal bilincin olgunluğuyla bağlantılı olduğunu gördük. Şimdi bu hareket, kendisini giderek daha nesnel bir biçimde kurumlarda ifade etmeye meyledecektir. Bu noktadan itibaren ise, ne pahasına olursa olsun, ulusal bir varoluşa olan ihtiyaç baş gösterecektir. Sıklıkla düşülen ve üstelik haklı çıkarılması da güç olan yanılgı ise, yerli kültüre kolonyal tahakkümün çerçevesi içinde kültürel ifadeler bulmaya ve yeni değerler vermeye çalışmaktır. Görünüşte paradoksal olan bir önermeye varmamızın nedeni budur: Sömürgeleştirilmiş bir ülkede en ilkel, en vahşi ve en farklılaşmamış ulusalcılığın, ulusal kültürü savunmanın en ateşli ve en etkili aracı olduğu gerçeği. Çünkü kültür öncelikle bir ulusun kendini ifadesi, tercihlerinin, tabularının ve modellerinin ifadesidir. Toplumun bütününün her bir aşamasında diğer tabular, değerler ve modeller biçimlenir. Ulusal kültür, tüm bu değer biçimlerinin toplamıdır; bir bütün olarak toplum üzerinde ve toplumun her aşamasında gerçekleşen içsel ve dışsal yayılımların sonucudur. Kolonyal durumda, hem ulus hem de devlet desteğinden yoksun olan kültür, giderek ufalır ve yok olur. Öyleyse bu durumda kültürün varoluş koşulu, ulusal özgürleşme ve devletin yeniden doğuşudur. Yerli, algılarını yeniden inşa eder; çünkü sanatkârın, dansın, müziğin, edebiyatın ve sözlü geleneğin amacını ve dinamizmini yenilemektedir. Dünyası lanetten arınmaya başlar. Kaçınılmaz çatışma için gerekli olan koşullar bir araya gelmeye başlar Ulus, kültür için, bu kültürün verimliliği, sürekli yenilenişi ve derinleşmesi için sadece bir koşul olmakla kalmaz, aynı zamanda bir gerekliliktir. Kültürü harekete geçiren ve ona yaratıcılığın kapılarını açan şey, ulusal varoluş için verilen kavgadır. Sonrasında ise ulus, kültür için gerekli olan koşulları ve genel çerçeveyi sağlayacaktır. Ulus, kültür yaratımı için kaçınılmaz olan çeşitli öğeleri bir araya toplar. Ancak bu öğeler kültüre güvenilirlik, geçerlilik, yaşam ve yaratıcı güç verebilir. Keza bu kültürü diğer kültürlere açacak olan ve onlara nüfuz edip onları etkilemesini sağlayacak olan da bu kültürün ulusal karakteridir. Varlık dışı bir kültürün gerçekliğe dayanması ve gerçekliği etkilemesi beklenemez. Ulusal kültüre kelimenin biyolojik anlamında hayat vermesi için gerekli olan ilk koşul, ulusun yeniden kurulmasıdır. Şimdiye kadar eski kültür katmanlarının kırılmasını, conatus 180 giderek artan bir biçimde elzem hale gelen bir kırılmayı izledik; ulusal özgürlük için nihai mücadelenin arifesinde ifade tarzlarının yenilendiğini ve hayal gücünün yeniden doğduğunu gördük. Geriye tek bir önemli soru kalıyor: Siyasi ya da askeri mücadele ile kültür arasındaki ilişkiler nelerdir? Mücadele sırasında kültür askıya mı alınır? Ulusal mücadele kültürün bir dışavurumu mudur? Son olarak özgürlük savaşının, aposteriori olarak kültür açısından verimli olsa da, kültürün bir inkârı olduğu mu söylenmelidir? Kısacası, özgürleşme mücadelesi kültürel bir görüngü müdür, yoksa değil midir? Sömürgeleştirilmiş bir halkın bilinçli ve örgütlü bir biçimde ulusal egemenliği yeniden inşa etme görevini üstlenişinin, mevcut olan en eksiksiz ve en açık kültürel görünüm olduğuna inanıyoruz. Kültüre geçerlik ve canlılık veren sadece mücadelenin nihai başarısı değildir. Mücadele sırasında kültür rafa kaldırılmaz. Mücadele, kendi gelişimi ve içsel ilerlemesi içerisinde kültürü farklı yollara sokar ve kültürün önüne yepyeni patikalar açar. Özgürlük mücadelesi, ulusal kültürü eski değerlerine ve kalıplarına geri yollamaz. İnsanlar arasında temelden farklı ilişkiler kurmayı amaçlayan bu mücadele, halk kültürünün içeriğini ve biçimini olduğu gibi bırakamaz. Mücadeleden sonra, ortadan kalkan sadece sömürgecilik değil, aynı zamanda sömürgeleştirilmiş insandır da. Bu yeni insanlık açısından, kendisi ve diğerleri için yeni bir hümanizm tanımlamak kaçınılmazdır. Bu yeni hümanizm, mücadelenin amaçlarında ve yöntemlerinde önceden şekillenir. Halkın tüm sınıflarını harekete geçiren bir mücadele, amaçlarını ve sabırsızlığını dile getiren bir mücadele, tümüyle halkın desteğine dayanmaktan, onların zorunlu zafer isteğine dayanmaktan çekinmeyen bir mücadele. Bu türden bir mücadelenin değeri, kültürün gelişimi ve amaçları için gerekli olan koşulları en yüksek derecede sağlamasından gelir. Bu koşullarda ulusal özgürlük elde edildikten sonra, bağımsızlığını yeni kazanmış bazı ülkelerde görülen, ıstıraplı kültürel kararsızlıklar kalmaz; çünkü ulus, oluşum tarzıyla ve varoluş biçimiyle kültürü temelden etkiler. Halkın conatus birleşmiş eyleminden doğan ve devleti değiştirirken halkın gerçek arzularını ortaya koyan bir ulus, kültürün zengin biçimlerinin ifadelerinden yoksun kalamaz. Öyleyse ülkelerinin kültürleri için endişe duyan ve ona evrensel bir boyut katmak isteyen yerliler, bu amaca ulaşmak için, halkın bilincine kazınmış olan kaçınılmaz ve farklılaşmamış biricik bağımsızlık ilkesine güvenmekle kalmamalıdırlar. Ulusun özgürleşmesi ile mücadelenin yöntemleri ve herkese mal olmuş içeriği, birbirlerinden farklı şeylerdir. Ulusal kültürün geleceğinin ve bu kültürün zenginliğinin, özgürlük mücadelesinde temsil edilen değerlerin eşit bir biçimde parçası olduklarını düşünüyorum. Artık bazı ikiyüzlüleri teşhir etmenin zamanıdır. Her yerde dile getirilmekte olan ulusal iddialar, insanlığın geride bıraktığı bir aşamadır. Gün birlikte eyleme geçme günüdür ve gecikmiş ulusalcılar hatalarını düzeltmelidir. Çok ciddi sonuçları olabilecek olan bu hatanın ise, ulusal dönemin atlanmak istenmesinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Eğer kültür ulusal bilincin ifadesiyse, tereddüt etmeden şunu belirtirim ki, ele aldığımız durumda, ulusal bilinç de kültürün en yüksek biçimidir. Kendilik bilinci, kapıları iletişime kapatmak anlamına gelmez. Felsefi düşünce bize, tam tersine, kendilik bilincinin iletişimin teminatı olduğunu öğretmiştir. Bize enternasyonal boyutu kazandıracak olan tek şey, ulusalcılık olmayan bir ulusal bilinçtir. Ulusal bilinç ve ulusal kültür sorunsalı, Afrika söz konusu olduğunda, özel bir boyut kazanır. Afrika’daki ulusal bilincin doğuşu, Afrikalı olma bilinciyle aynı çağa ait sıkı bir bağa sahiptir. Ulusal kültürle ilgili olarak Afrikalının sorumluluğu, aynı zamanda AfrikalıZenci kültürüyle de ilişkili bir sorumluluktur. Bu birleşik sorumluluk metafizik bir ilkeyle değil, kolonyalizmin köklü bir biçimde yerleşmiş olduğu Afrika’daki her bağımsız ulusun, kuşatılmış bir ulus, kırılgan ve hâlâ tehlike altında olan bir ulus olduğunu söyleyen basit kuralın farkına varmakla ilgilidir. Bir insanın eylemleriyle tanınacağını kabul 181 ettiğimizde, bugün entelektüeli bekleyen en acil görevin kendi ulusunu inşa etmek olduğunu da söyleyebiliriz. Eğer bu inşa hakikiyse, yani halkın kendini görünür kılmış olan iradesini yorumluyor ve Afrika halklarının arzusunu ortaya seriyorsa, ulusun inşasına da, evrenselleştirici değerlerin keşfi ve yüreklendirilmesi zorunlu bir biçimde eşlik eder. Ulusal özgürleşme, bir ulusu diğer uluslardan uzak tutmak bir yana, onu tarih sahnesindeki rolünü oynamaya yönlendirir. Enternasyonal bilinç, ulusal bilincin bağrında yaşar ve yeşerir. Ve bu iki uçlu mevcudiyet, bütün kültürlerin nihai kaynağıdır. F. Fanon, Reciprocal Bases of National Culture and the Fight for Freedom, 1959, Marxists Internet Archive. 1 Frantz Fanon’un Siyah Afrikalı Yazarlar Kongresi’nde Yaptığı Konuşma, 1959. Wretched of the Earth (Yeryüzünün Lanetlileri)’nden alınmıştır. conatus conatus 1 anti-kapitalizm Yereldeki Küresel § Arif Dirlik İngiltere’de Anti-Kapitalist Mücadele § The Commoner, Londra Kolektifi Dokuz Anti-Kapitalist Tez § Alex Callinicos Seattle’dan Porto Alegre’ye: Neoliberal Küreselleşme Karşıtı Hareket § José Seoane & Emilio Taddei Kesinsizlik ve Toplumsal Otonomi § Werner Bonefeld Zapatista Mücadelesi Anti-Kapitalist Bir Mücadele mi? § John Holloway Chiapas Ayaklanması ve Yeni Dünya Düzeninde Sınıf Mücadelesinin Geleceği § Harry Cleaver Küreselleşme Karşıtlarıyla Niçin Savaşmalıyız? § Johan Norberg Marx Üzerine Yirmi Tez: Sınıfın Günümüzdeki Durumunun Yorumlanışı § Antonio Negri Kapitalist İmparatorluk ve Ulus Devlet: Yeni bir Amerikan Emperyalizmi mi? § Ellen Meiksins Wood Burada Değilse Hiçbir Yerde, Sandro Mezzadra’yla Röportaj § Brett Neilson Los Caracoles: Zapatistaların Yapısında Önemli Değişiklikler § John Ross Neden Bu Yeni Savaş Rejimi? § Philippe Zarifian Iraklı İşçilere Karşı Savaş § David Bacon Terörle Mücadele ve Özel Hayatın Denetimi § Jean Claude Paye Halk Ayaklanması ve Ulusal Devrim: Bölgesel ve Tarihsel Bağlamda Bolivya § Forest Hylton Neka’yla Röportaj § Organise Manchester Anarchist Collective Bir Öz-yönetim Sosyolojisinin Öğeleri § Henri Lefebvre Umut Dolu Bir Soluk: Eduardo Galeano’nun Yazıları Üzerine § Isabel Allende 2 emperyalizm - yeni emperyalizm - imparatorluk 3 avrupa birliği Emperyalizm § Jan Otto Andersson Yeni Emperyalizm § Prabhat Patnaik Baskı Rejimine Rıza Göstermek § David Harvey Küreselleşme ve Devlet: Sermayenin İktidarı Nerede? § Ellen M. Wood Leo Panitch ile Söyleşi § Conatus Küreselleşme ve Kalkınma Üzerine Eleştirel Bir İnceleme § Ben Fine İmparatorluk ve Çokluk § Antonio Negri İmparatorluk? § Arif Dirlik Küreselleşmenin Politikası § Werner Bonefeld Savaş, Küreselleşme ve Yeniden Üretim § Silvia Federici Petrol İçin Akan Kana Hayır § George Caffentzis Polizeywissenschaft: Sürekli Savaş § Thomas Atzert & Jost Müller Amerikan Liderliği ve DTÖ § Supachai Panitcpakdi Bush Yönetiminin Irak İçin Ekonomik Planı § Antonia Juhasz NATO, BOP ve Küresel Güvenlik Kadınlar Asla Teslim Olmadı § Terisa E. Turner & Leigh S.Brownhill Güvenlik ve Terör § Giorgio Agamben Daralan Toplum § Ghassan Hage Ultra Emperyalizm § Karl Kautsky Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi (3. Kısım) § Nikolai Buharin Vatanseverlik: Özgürlüğe Tehdit § Emma Goldman Gecenin Devrimci Kaplanları § Peter Linebaugh Avrupa, Piyasa ve Demokrasinin Dönüşümü § Werner Bonefeld Avrupa’nın Sınırlarında § Etienne Balibar Hareket Halindeki Vatandaşlık § Sandro Mezzadra Uluslararası Kapitalizm ve “Ulusüstülük” § Ernest Mandel Avrupa’nın Birleşme Sürecinin Politikası: Oluşum Halindeki Avrupa Emek Hareketi § Graham Taylor ve Andy Mathers Güvencesizlik ve Yeni/Avrupalı Kimlik: Alex Foti ile Röportaj Avrupa’nın Engebeli Yolu Avusturya’nın Avrupa Topluluğu’na Başvuru Süreci § Andreas Bieler Avrupa’nın Niçin Bir Anayasaya İhtiyacı Var? § Jürgen Habermas Liberal Waterloo (Ya da, nihayet Washington’dan iyi haberler!) § Slavoj Zizek Hitler’in Gücü § Ernst Bloch 4 değer teorisi ve sınıf mücadelesi Emek Değer Teorisi § Diane Elson Artı Değer ve Planlama § Raniero Panzieri Sınıf ve Sınıflaştırma § John Holloway Sınıf Mücadelesi ve İşçi Sınıfı § Simon Clarke Marksizmin Darlaştırılması § John Holloway İşsizlik ve Emeğin Görünmeyen Öznelliği § Ana C. Dinerstein İş Hâlâ Temel Mesele! § Harry Cleaver Anti-kapitalist Hareketlere Bakışta Değer Teorisinin Sunduğu Olanaklar ve Türkiye Örneği § Fuat Ercan - Şebnem Oğuz Ret Stratejisi § Mario Tronti Kut’ta ve Kienthal’de 1 Mayıs § Peter Linebaugh 5 kriz teorisi ve öznellik Sınıf Mücadelesi Teorisi Olarak Marx’ın Kriz Teorisi § Peter Bell ve Harry Cleaver Sermayenin Küreselleşmesi, Kriz ve Sınıf Mücadelesi § Simon Clarke Çürüme: Çöküş Teorisi mi Yoksa Teorinin Çöküşü mü? § Aufheben Kriz Teorisi ve Kuruluş Problemi § Giacomo Marramao Kapitalist Tahakküm ve İşçi Sınıfının Sabotajı § Antonio Negri Sorun Aşırı Rekabet mi? § John Bellamy Foster Rekabet ve Sınıf Foster ve McNally’e Bir Yanıt § Robert Brenner Kapitalizmin Politikası § Ellen M. Wood Soyut Emeğin Krizi Biziz § John Holloway İktidar ya da Karşı İktidar? Kriz-sonrası Arjantin’de Piquetero Hareketinin İkilemi § Ana C. Dinerstein “Zapatismo” ve Toplumsal İlişki Olarak Küreselleşme § Massimo De Angelis devlet, egemenlik ve iktidar 6 Anarşi ve Bilimsel Komünizm § Nikolay Buharin Toplumsal Devrim ve Devlet § Mihail Bakunin İşçi Sınıfının Ruhu: Sovyetler § Volkan Yaraşır Rusya Ekonomisinin Doğası § Rana Dunayevskaya Küresel Sermaye ve Ulus Devlet § John Holloway Neoliberalizm ve Sınıf İktidarının Restorasyonu § David Harvey Norm-aliteyle İlgili Sorun ya da “Kalıcı Olağanüstü Hal”e İtiraz Etmek § Mark Neocleous Kapitalist Emperyal Devlet Teorisine Doğru § Leo Panitch ve Sam Gindin Küreselleşme ve Demokrasi § Michael Hardt ve Antonio Negri İktidar Oluşumlarının Ayrılmaz Bir Parçası Olarak Sermaye § Felix Guattari Dünya: 2003 Mayıs’ında Yedi Düşünce § Yardımcı Komutan Marcos Arzu ve Haz § Gilles Deleuze Hareket Olarak Vatandaşlık § Franco Barchiesi Küresel Neoliberal Sermaye, Yeni Enternasyonalizm ve Zapatistaların Sesi § Massimo de Angelis İktidar ve Devlet § John Holloway “Prusya Kralı ve Toplumsal Reform. Bir Prusyalı” Makalesi Üzerine Eleştirel Notlar § Karl Marx Marx, Anarşizmin Teorisyeni § Maximilien Rubel