Teknoloji 101

Transkript

Teknoloji 101
02 Aralık 2009
Teknoloji 101 - Sayı 3
http://ieee.bilkent.edu.tr/teknoloji101
Bu sayımızda neler var?
Sayfa -3
Sayfa -8
Sayfa -14
Sayfa -16
Sayfa - 19
Nobel Ödülleri - Sayfa 32
Pardus Nedir?–
Nedir?– Sayfa 28
28
Linux ile Grafik Düzenleme - Sayfa 34
İbrahim Körpeoğlu ile Söyleşi
Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği
Bölümü öğretim görevlisi olan Dr. İbrahim
Körpeoğlu ile Bilkent Üniversitesi'nde geçirdiği
öğrencilik yılları, IEEE ve teknoloji dünyasını
yakından ilgilendiren çalışmaları üzerine keyifli
bir röportaj yaptık....
Tek101 : 1994 yılında Bilkent Üniversitesi'nden
mezun olmuşsunuz.
Bilkent'in size kattığı değerler nelerdir?
İbrahim Körpeoğlu : Öncelikle, Bilkent'te çok iyi bir öğrencilik hayatı geçirdim. Çalışma
ortamı olsun, arkadaşlık ortamı olsun; çok güzeldi. Bilkent’te okuduğum yıllarda bilgisayarlar
bu kadar yaygın değildi, ancak üniversitenin bize sağladığı imkânlar genişti. Laboratuarlar 24
saat açıktı. Öğretim üyeleri çok iyiydi ve öğrencilerine yakın ilgi gösteriyorlardı. Kısacası,
Bilkent'in eğitim ortamı, akademik kalitesi, lojistik imkânları (rahat yurtlar v.s.) iyi bir
mühendis olmak için gerekli altyapıyı oluşturdu. Yapmamız gereken çalışmaktı.
Peki, Bilkent Üniversitesi'nden mezun olmak size nasıl yararlar sağladı?
Mezuniyet sonrası imkânlardan bahsedecek olursak, Bilkent yurtiçinde olduğu kadar
yurtdışında da tanınan bir üniversiteydi. Bu sebeple Bilkent çatısı altından mezun olmak
insanların size pozitif yönde bakmasını sağlıyor. Bildiğiniz gibi Bilkent Üniversitesi'nde
Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen birçok seçilmiş öğrenci ile okuyorsunuz ve her biri
mezun olduktan sonra çeşitli yerlerde kariyerlerini geliştiriyorlar ve siz de bu geniş Bilkent
ağının bir parçası oluyorsunuz. Bu ağ sadece Türkiye çapında değil, dünyaya yayılmış
durumda. Özellikle Amerika ve Avrupa ' da birçok Bilkent mezunu yaşıyor. Siz de yurtdışında
bir yere gittiğiniz zaman bu ağın bir parçası olduğunuz için yalnızlık hissetmiyorsunuz.
Eğitim açısından bakarsak, Bilkent'in size sunduğu kaliteli eğitim sayesinde yurtdışında
okurken herhangi bir zorluk çekmiyorsunuz.
CV’inize baktığımızda Ericsson, IBM gibi büyük şirketlerde çalışmış olduğunuzu öğrendik.
Ancak, daha sonra Bilkent Üniversitesi'nde akademik kariyerinize devam etmişsiniz. Neden
akademisyen olarak çalışmayı tercih ettiniz?
Öğrencilerle birlikte olmayı ve onlara bir şeyler öğretmeyi seviyorum ama araştırma yapmak,
yeni fikirler üretmek de güzel. Bazı şirkerlerin yoğun araştırma yapılan birimleri var.
Buralarda çalışmak da heyecanlı. Dolayısıyla, ikisi de tavsiye edilebilir. Endüstride çalışmanın
da akademisyen olmanın da birbirinden üstün yanı yoktur (endüstride çalışmaktan kastım bir
şirkette ya da kamu kurumunda mühendislik yapmaktır). Kişiye göre değişebilir. Önemli olan
ilgi alanına doğru karar vermektir. Aslında benim ikisine de ilgim vardı. Endüstri sektöründe
çalışmak hoşuma gidiyordu. Amerika 'da Ericsson, IBM gibi şirketlerde çalıştım. Ancak
Türkiye 'de ARGE üzerine çalışan şirketlerin sayısı göreceli olarak azdır. Daha çok geliştirme
ve entegrasyon üzerine çalışan teknoloji şirketleri bulunur. Şirketlerin bu şekilde dağılımı da
doktorada elde ettiğiniz kazanımları kullanmanızı kısıtlıyor. Bu nedenle Türkiye 'ye
dönerseniz akademide kalma isteğiniz daha güçleniyor. Ama Amerika 'da kalırsanız IBM
Araştırma Merkezi, Bell Laboratuvarları gibi araştırma şirketleri var ve bu tür araştırma
şirketleri belirli konularda üniversiteler gibi araştırma yapıyorlar. Bu tür şirketlerin ARGE
birimlerinin üniversitelerden pek farkı yok. En büyük farkı öğrenci bulunmamasıdır. Bu tür
şirketlerde çalışan insanlar araştırma yaparlar ve herhangi bir ürünü doğrudan geliştirmekten
sorumlu değillerdir. Yanlız genel olarak, daha çok ürün olabilecek potansiyeli ortaya
çıkaracak projeler üzerine çalışırlar. Amerika'da kalsaydım, akademisyenliğe yönelmek yerine
bir ARGE şirketinde çalışmaya devam edebilirdim. Öğrencilerin aklında endüstri (yani
şirketler ve kamu kurumları) mi yoksa akademi mi sorusu varsa, o zaman önce bir şirkette
çalışmayı denesinler (mesela eğitim sırasında staj yaparak), ortamı görsünler; bu iyi olabilir.
Daha sonra karar versinler. Mezun olmadan önce karar vermek çok zordur. Öğrencilerin,
lisans eğitimi sırasında, yüksek lisans ve doktora yaparken staj yapma şansları var. Stajlar,
sağladıkları teknik kazanımların yanısıra, şirket/kurum ortamlarını görmek için çok yararlı
olmaktadır. Bu şekilde daha üniversitede iken öğrenciler şirkette çalışmak nasıl oluyor
konusunda fikir sahibi olabilirler. Önemli olan öğrencilerin sevdiği ve yapabildikleri işi
yapmalarıdır. Birey için istediği, sevdiği ve başarabildiği iş iyidir.
Ben Türkiye'ye döndüğüm için akademik hayatı tercih ettim; eğer Amerika'da kalsaydım
endüstride de çalışmaya devam edebilirdim dediniz. Aslında ülkemizin dert yandığı
konulardan biri beyin göçü... Yüksek lisans ve doktora çalışmalarınızı Amerika'da
tamamlamanıza rağmen, Türkiye'ye dönmenizde rol oynayan etmenler nelerdir? Bilkent
Üniversitesi'nin
Üniversitesi'nin size sunduğu bir teklif üzerine mi Türkiye'ye döndünüz?
Hayır, aslında ben Türkiye'ye dönmeyi tercih ettim. Bu sırada Bilkent Üniversitesi'ne
başvurdum. Peki, neden Türkiye 'ye dönmeyi tercih ettim? Dördüncü sınıfta okurken
yurtdışına çıkmak oldukça cazip geliyordu. Yurtdışına açılmak, mümkünse kendi alanımdaki
büyük şirketlerin nasıl çalıştığını görmek istiyordum. Şu anda bilgisayar dünyasında
hepimizin bildiği çok büyük şirketler var: IBM, Microsoft, Intel, Google, HP ... Bu şirketlerde
geliştirilmiş kavram, sistem ve büyük projelerin bazılarını derslerde görmemiz yurtdışına
gitme isteğimi daha çok arttırıyordu ve benim de son sınıfta imkânım oldu. Bu imkânı
değerlendirerek yurtdışına gittim. Orada, bu büyük şirketlerden IBM, Bell Labs gibi yerlerde
staj yaptım. Mesela Bell Labs, bilgisayar ve elektronik mühendisliği için çok önemlidir. Çünkü
transistör, C programlama dili, Unix orada icat edildi. Bu stajlar sayesinde çok önemli
deneyimler elde ettim ve yurtdışında eğitimimi tamamladım. Ancak belli bir süre sonra bu tür
meraklarınız giderek azalıyor. Daha sonra şu soruyla karşı karşıya kalıyorsunuz: Yurtdışında
mı yaşamalıyım yoksa Türkiye'de mi yaşamalıyım? Yani hayat stilinize karar vermek
zorundasınız. Amerika'da 7,5 yıl bulundum ve hedeflerimin çoğunu gerçekleştirdim. Ancak
Amerika'da yaşamak benim için çok da cazip gelmedi. Türkiye ve Amerika arasında kişiye
sağlanan imkânlar açısından fark da azalmış durumdadır. Amerika'da geliştireceğim projeleri
Türkiye'de de geliştirebilirdim. Türkiye'de daha mutlu bir hayat süreceğimi ve aile ortamımı
düşünerek Türkiye'ye dönmeye karar verdim.
Bluetooth üzerine çalışmalar yapan bir ekipte yer almışsınız. Bu çalışmalardan söz eder
misiniz?
Danışman Hocamın daha önce mezun olmuş olan bir doktora öğrencisi IBM Araştırma
Merkezinde çalışıyordu. 1998 yılında onun yanında staj yapmak için New York’daki IBM T.J.
Watson Araştırma Merkezi’ne gittim. Bilgisayar ve iletişim dünyasında o yıllarda şöyle bir
problem vardı: Bilgisayarlar küçülüyordu. Laptoplar yaygınlaşmış ve PDA (Personal Digital
Assistant) gibi kavramlar ortaya çıkmıştı. PDA’lar 1997 yılından önce o kadar yaygın değildi.
IBM'nin Workpad'i ya da PalmPilot o zaman ortaya yeni çıkan ürünlerdi. PDA'lardaki sorun
kablosuz ağ ve Internet bağlantılarının olmamasıydı. Şimdiki PDAlardaki gibi GSM, GPRS ya
da 3G bağlantıları yoktu. Şimdi herşey bir cihazda birleştirilmiş durumda (smart phone). O
zamanlar sadece ajanda görevi gören, bazı bilgileri depolamaya yarayan küçük bilgisayarlardı
PDA’lar. Bu PDA’lar sadece seri kablo ile bilgisayara/Internet’e bağlanabiliyor ve senkronize
edebiliyordu. IBM 1998 yılında başlattığı projede PDA’ların kablosuz ve mobil olarak ortama
ve ağa bağlanmasını hedefliyordu. Tabii ki, bu tür bir kablosuz teknolojinin ucuz olması, çok
düşük enerji harcıyor olması, ve çok az yer kaplıyor olması lazımdı. O yıllarda bunu
sağlayacak ve yaygın olarak kullanılan bir kablosuz teknoloji yoktu. 802.11 (WiFi) teknolojisi
o zaman da vardı ama hem pahalıydı hem de oldukça fazla enerji harcıyordu. Dolayısıyla Kısa
mesafeli iletişim sağlayan, düşük enerji harcayan, ucuza üretilebilen kablosuz bir teknolojiye
ihtiyaç vardı. Daha Bluetooth çıkmadan biz de bu teknoloji ile ilgili donanım, protokoller ve
algoritmalar üzerine çalışıyorduk. Projemizin adı BlueSky’dı (mavi IBM’in rengidir). Daha
sonra Ericsson liderliğinde Toshiba, IBM, Nokia ve Intel şirketlerinden oluşan Bluetooth Ortak
Çalışma Grubu (Bluetooth Special Interest Group) kuruldu. Bu grubun amacı daha önce
bahsettiğim gibi düşük enerjili, kısa mesafeli ve ucuz bir radyo teknolojisi tasarlayıp, bu
teknolojiyi çeşitli araçlara entegre etmekti. IBM'de benim bulunduğum grup, Bluetooth
projesine katkıda bulunmaktan sorumlu gruptu. Bu grup, mobility, PPP ve datalink layer
protokollerinde standartlara katkı vermeye çalıştı. Bu katkıyı sağlarken tecrübemiz Bluetooth
çıkmadan önce çalıştığımız BlueSky projesine dayanıyordu. Orda öğrendiklerimizi bu projeye
aktarmaya çalıştık. Proje geliştikten sonra, 1999 yılında Bluetooth çipleri ortaya çıktı. Bu
çipler üzerine yazılımlar yazılmaya başlandı. Böylelikle Bluetooth teknolojisi gelişti. Bir çok
kablosuz teknoloji gibi, Bluetooth da büyük iletişim ve bilgisayar şirketlerinin ve yüzlerce
kişinin ortaklaşa çalışması sonucu ortaya çıkmıştır.
Şuan IEEE Türkiye Şubesi Bilgisayar
Bilgisayar Topluluğunun Başkanlığını yürütüyorsunuz. IEEE ile nasıl
tanıştınız bize kısaca bahseder misiniz?
Öğrencilik yıllarımdan bu yana IEEE üyesiyim, 1995 yılında üye oldum ilk defa. Bu konuda
şuan hala Bilkent Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünde akademisyen
olarak çalışan Levent Onural ve Ezhan Karaşan hocalardan bilgi almıştık. Daha sonra 2004
yılında Bilgisayar Mühendisliği Bölümü hocalarımızdan Uğur Güdükbay’a Türkiye Şubesi
Bilgisayar Topluluğu için başkanlık adaylığı teklifi geldi. O da bu konuda benimle beraber
çalışmak istedi ve ben de sekreter olarak görev yaptım. Daha sonraki dönemde Sabancı
Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi bu görevi yürüttü. Bu yılın başında bu sefer başkan
adaylığı teklifi bize de yapıldı ve seçildik.
Topluluk içerisinde görev almanız için yapılan teklifler neye göre yapılıyor?
Bu IEEE’nin size sağladı mühendislerarası sosyal ağın bir sonucu aslında. Size sağlanan bu ağ
ile beraber insanlar arası ilişkileriniz gelişiyor ve böylece siz de yönetim kademelerinde görev
alabiliyorsunuz.
Peki, IEEE’nin mühendislik kariyerinizde size kattıkları neler acaba?
IEEE yayınları kendinizi geliştirmeniz açısından oldukça faydalı kaynaklar. Üye olmanız
durumunda bu kaynaklara kolayca ulaşabiliyorsunuz. Ayrıca büyük bir camianın parçası
oluyorsunuz. Bu da, insanlarla kontakt kurma, konferans ve seminerlere katılmanızı ve hatta
organize etmenizi kolaylaştırıyor. Böylece diğer insanlara da bilgilerinizi iletebiliyor ve onlara
yardımcı olabiliyorsunuz.
Şu an yapmakta olduğunuz çalışmalardan bize kısaca söz edebilir misiniz?
Genel olarak bilgisayar ağları ve kablosuz ağlar üzerine çalışıyorum. Şu sıralar yaptığımız
çalışmaların bir kısmı, değişik türde sensörlerin kısa mesafeli RF iletişimi teknolojisi
kullanarak oluşturdukları ağlar (sensör ağları) için network protokollerinin, algoritmaların ve
bazı prototip uygulamaların geliştirilmesini içermektedir. Sensör ağlarının kullanılan
sensörlere bağlı olarak çok çeşitli uygulamaları olabilir. Örneğin önceden belirlenmiş bazı
referans noktalara bu cihazlar yerleştirilerek hava kirliliği denetlenebilir ya da ısı sensörleri
kullanarak orman yangınlarıyla mücadelede kullanılabilir. Bir ormanda belirlenmiş noktalara
mesela iki bin noktaya bu sensörleri yerleştirebiliriz. Bir noktada yangından kaynaklı ısı
artışını tespit eden bir sensör o veriyi diğer sensörleri kullanarak onlar üzerinden bu bilgiyi
merkeze gönderebilir. Hatta şu anda pek fazla uygulaması yok ama ilerde biyomedikal
alanında uygulamaları olabilir. Sensörlü cihazlar insanların parçası olabilir. Aynı anda kendi
aralarında da ağ kurabilirler ve Internete de bağlanabilirler. Bu şekilde kişisel sağlıkla ilgili
bazı değerler 24 saat yakından ya da uzaktan takip edilebilir.
Maliyeti ne kadara geliyor sonuçta çok sayıda kullanacağımız
kullanacağımız için fiyat önemli bir husus
oluyor burada.
Şuan için biraz pahalıya geliyor bunlardan kullanmak. Prototipler 100-200 $ civarında. Bu
sebeple deneylerimizde çok fazla sayıda gerçek sensör kullanmadan modellemeler yaparak,
simülasyonlar kurarak çalışıyoruz. Ama ilerde bunlar yaygınlaşır ve seri üretime geçilirse 1-5
$ arası bir fiyata süşecek maliyet. Tabi bu sürecin ilerleyişini tahmin etmek zor.
Peki, bu sensörler nasıl çalışıyor?
Kısa mesafelere RF iletişimi ile ve düşük enerji ile veri aktarıylar. Bir sensör tarafından
oluşturulan veri, diğer sensörler üzerinden iletilerek merkeze ulaştırılıyor; kablosuz bir
şekilde. Yani her bir sensör aynı zamanda bir network elemanı, ve network protokolleri
çalıştırıyor. Mesela MAC ve routing protkolleri. Ama bir baz istasyonu gibi çok kompleks bir
yapısı yok. Aynı zamanda bazı istasyonu gibi uzun mesafelere transmit etmiyor. Kısa
mesafeye paket gönderimi yapıyor. Dolayısı ile uzak noktalara veri ulaşımı sensörlerin
birbirlerini kullanarak gerçekleştiriliyor. Yalnız pil ömrü önemli bir husus olduğundan veri
aktarımında enerjiyi çok tararruflu kullanmak gerekiyor. Bu da sensör kartları için yazılan
yazılımların, geliştirilen protokol ve algoritmaların son derece enerji tasarruflu olmasını
gerektiriyor. Geliştirilen bütün protokoller enerji kullanımını gözönünde bulundurmak
zorunda. Mesela yönlendirme protokolleri. Enerji etkin bir çok yönlendirme protokolü
önerilmektedir. Enerji etkin yönlendirmeye örnek verecek olursa, mesela, eğer bir sensörün
pil ömrü azsa ve başka sensörlerin pilleri daha doluysa veriyi aktarmak için seçilen yol, pili
daha çok olan sensörler üzerinde geçecek şekilde seçilmektedir. Bu konularda 2000 yılından
beri yoğun bir araştırma gerçekleştirilmektedir. Yine bu konularda hem teorik, hem pratik
araştırma çalışmaları yapmak mümkündür.
Cihazların büyük bir kısmını pil oluşturuyor
peki başka neler barındırıyorlar üzerlerinde?
Oldukça küçük boyutlardalar aslında.
Bir sensör network elemanı (sensor node),
temel olarak bir sensör bileşeni, bir işlemci
bileşeni ve RF alıcı/verici bileşeninden
oluşuyor. Gayet basit bir şekilde çalışıyor
bireysel olarak bir cihaz. Sensör aracılığıyla
aldığı veriyi işledikten sonra vericisi aralığıyla
işlenmiş veriyi diğer cihaza aktarıyor. Bu
teknolojinin bu kadar küçülmesini sağlayan husus son yıllardaki iletişim, elektronik ve
bilgisayar alanındaki muazzam ilerlemedir. 1990 yılıda Bilkent’de öğrenci iken kullandığımız
PCler 4 MHz işlemciye sahipti. Turbo düğmesine basınca 8 MHz oluyordu. Şimdi ise şu
elimde tuttugum ufacık sensor karti 4 MHz islemciye sahip. Gelişen teknoloji ile yeterince
fonksiyonal ve güçlü sensör, işlemci ve iletişim modüllerini ufacık bir karta koyup bir demir
para büyüklüğünde sensor cihazı yapmak mümkün artık.
Sizinle röportaj yapmak çok keyifliydi. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz...
Röportaj:
Caner Odabaş
Tuba Kesten
Türkiye’de Oyun ve Animasyon Teknolojileri
DOTA, Pro Evolution Soccer, Age of Empires,
Star Wars ve daha birçoğu. Bunlar hemen
herkesin hayatlarında yer kaplayan bilgisayar ve
konsol oyunları, kısacası eğlence sektörünün en
önemli parçaları. Bu oyunlar yüzünden bilgisayar
başında geçen saatler ve sonrasında uzun süre
oyunun etkisinde kalma da cabası. Artık gelişen
teknoloji sayesinde görsellik açısından
gerçekleriyle birebir oyunlar piyasaya çıkmaya
başladı. Oyun teknolojileri ile oyunların
birbirlerine bağlı gelişmesi, her iki ikisinin de
ilerlemesine büyük bir ivme kazandırdı.
Peki ya siz, kendi tasarladığınız ve popüler
olacak oyunların olmasını istemez misiniz? Sizin
de bir parçası olduğunuz bir bilgisayar veya
konsol oyununun dünya çapında beğenilerek
oynandığını görmek… Bu bir hayal olarak
gözükebilir sizlere, ancak oyun geliştiricileri,
hayallerini gerçeğe dönüştürmeye çalışan
kişilerden başkası değildir. Her biri bilgisayar ve
konsol oyunları oynayarak, animasyonlar
izleyerek kendini bu alanda geliştirmiş kişilerdir.
Oyun ve animasyon alanında girişimler
Türkiye’de yeni yeni başladı ve hızla büyüyor. Bu
alanda yetenekli oyun ve animasyon geliştiricilerini desteklemek amacıyla kendini bu alanda
geliştirmek isteyen herkese kapısı açık olan kuluçka merkezleri açılmaya başladı. Bunların en
iyi örneği olarak ODTÜ Teknokent bünyesinde açılan ATOM (Animasyon Teknolojileri ve
Oyun Geliştirme Merkezi) gösterilebilir. ATOM, bu alanda çalışma yapmak isteyen
girişimcilere “ön-kuluçka merkezi” kurma fırsatı sunuyor. Peki nedir ön-kuluçka merkezi?
Ön-kuluçka sistemi geliştiricilere ve potansiyel girişimcilere bir grup içinde iş fikirlerini ve
projelerini hayata geçirme fırsatı sunarken, aynı zamanda iş dünyasında yer bulmak adına
gereken deneyim ve yönlendirmeyi sağlıyor. Ön-Kuluçka yapısının temel amacı üretilen
yaratıcı fikirlerin kaybolmasını önlemek ve bu fikir ve projelerin deneyim ile yatırıma
dönüşmesini sağlamak.
Peki bu merkezlerde neler gerçekleştiriliyor derseniz, dijital oyun ve animasyon alanlarında
girişimciliği teşvik ediyor ve yeni teknoloji tabanlı şirketler yaratıyorlar; kalifiye insan
kaynağını sektörün farklı ihtiyaçlarına uygun bir şekilde eğitiyorlar. Bunların yanı sıra oyun
geliştirme ve animasyon üzerine toplumsal bilinci arttırmaya yönelik çalışmalar yapmak,
geliştiriciler arasında disiplinlerarası uyum ve bilgi paylaşım kanalı kurmak ve potansiyel
uluslararası ortaklarla işbirliğine yönelik fırsatlar yaratmak da temel amaçları arasında yer
alıyor.
ATOM’a her gittiğimde sürekli aklıma aynı soru geliyor: “Acaba ben de mi burada çalışsam?”.
Gerçekten mükemmel ve rahat bir çalışma ortamı var. “Şu iş ne zaman bitecek?” diye çıkışan
bir müdürünüz veya sıkıcı bir ofis ortamı yok. İş yerlerinde çalışanlar boş vakit olsa da
kendimizi dışarı atsak diye beklerken, burada herkes dev projektörlerle ve konsollarla oyun
başında sevdiği işi yapıyor.
Pixar’ın animasyon filmlerinden biri olan Up filmindeki
karakterlerden biri gördüğünüz resim. ATOM bünyesinde çalışan
tasarımcılardan biri kendi resmini gönderir ve kendisinin
modellenip filmde kullanılmasını Pixar’dan rica ediyor, ve filmin ilk
fragmanı çıktığında kendisini görüyor. Düşünsenize kendi
resminizi gönderiyorsunuz Pixar modelliyor ve filminde kullanıyor,
eğlenceli olsa gerek.
ATOM, Türkiye’deki oyun ve animasyon üzerine çalışan ilk ve tek ön-kuluçka merkezi
diyoruz ancak yeni gelişmekte olan bu sektörde çalışanların kendilerini ispatlama şansları ne
kadar yüksek? Yaptıkları çalışmalarla ne kadar başarılı olabilirler ki? Bu sorular kafanızı
kurcalıyorsa birkaç örnek vermek de fayda var. Dünyaca ünlü bilişim firmalarından oyun
geliştiricilerine sağlanan yüzbinlerce dolar destekten, dünyaca ünlü eğitmenlerden bu alanda
verilen eğitimlerden ve çalışanların yakaladığı başarılarla adını sadece Türkiye’de değil
dünyada da duyuran Türk oyun ve animasyon geliştiricilerden bahsediyoruz. Oyun ve
animasyon geliştirme kuluçka merkezindeki çalışanlar yakaladıkları başarılar sayesinde
dünya oyun teknolojileri alanında ENler arasında yerini alıyorlar.
Kafalarda oluşan sıradaki soruyu tahmin edebiliyorum. “Diyelim kendimi ispatladım, başarılı
çalışmalar yaptım ve kendi işimi yapmak istiyorum.” veya “Kuluçka nereye kadar?
Kabuğumdan dışarı çıkmak istiyorum”. Eğer ciddi işler yapabilecek duruma geldiyseniz ve
kendinizi ispatladıysanız, size sunulacak imkanlar çok fazla. Örneğin, Sanayi Bakanlığı’ndan
aldıkları 100.000’er TL’lik destekle ortaya çıkan 3 şirket var. Bunlar: Venom Artworks, Zinek
ve Lama Productions. Hepsi ön-kuluçka merkezlerinde kendilerini ispatladıktan sonra kendi
işlerine başlamışlar ve alanlarında çok başarılı projelere imza atıyorlar. Bu şirketlere göz
atarsak:
Lama Production
Lama Prodüksiyon ağırlıklı olarak 3D animasyon, görsel efekt ve
etkileşimli uygulamalar üzerine çalışan bir prodüksiyon firmasıdır.
Diğer prodüksiyon firmalarından farklı olarak, Lama Prodüksiyon,
arge konusunda da kendini geliştirmeyi ve uzun vadede Türkiye’de
sektöre yön veren animasyon firmaları arasında yerini almayı
hedeflemektedir. Lama Produksiyon, şu anda Turkcell Davranış
Yetkinlikleri Modeli (13 dakikalık uzaktan eğitim paketi), Milli
Eğitim Bakanlığı “Pasak ile Yunak” Projesi (18 dakikalık eğitsel
animasyon filmi), “Çanakkale Savaşı Oyunu Projesi” ve Sanayi
Bakanlığı Girişimi olan “Lamax Hareket Yakalama ve Analizi” başlığı
altında dört projeyi eş zamanlı olarak yürütmektedir.
Venom ARTWORKS
Venom ARTWORKS, alternatif dünyalar, rol yapma
oyunları, reklam ve tanıtım oyunları ile gündelik
oyunlar, iphone ve mobil cihazlar için uygulamalar
geliştiren bir firmadır. Bunların yanında konsept
tasarım, illustrasyon, programlama ve oyun
tasarımı üzerine de destek vermekte ve
çalışmaktadır. Şu
u anda kendi alanında yenilikleri
bulunan “Dragon Strike: The Deckwars” isimli
devasa online kart oyunu projesi ile iphone ve PC
için gündelik oyun ve uygulamalar üzerinde
çalışmaktadırlar.
Zinek
Zinek Yazılım Evi ve Oyun Stüdyosu oyun ve simulasyon
motoru
toru geliştiren ve faaliyetlerini Türkiye'de
gerçekleştiren bir grup. Ana grup motoru geliştirirken,
kendi bünyelerinde kurdukları alt gruplar ise bu motoru
kullanarak oyun ve simulasyon geliştiriyorlar. Motor, T.C.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından hibeyle
h
destekleniyor. Zinek Motoru FPS, TPS ve Isometric türlerini desteklemekte ve bununla
beraber simulasyon geliştirmek isteyenler firmalar için ideal bir temel hazırlamaktadır.
Umarım Türkiye’de Oyun ve Animasyon üzerine ciddi anlamda neler yapılabildiğini
anlatabilmişimdir. Bu işin ne kadar eğlenceli ve ne kadar önemli olduğunu, bu sektörün ne
kadar büyük bir ivmeyle yükseldiğini örneklerle görmekteyiz. Bu alandaki önyargıları bir
kenara bırakmanın ve hayallerin peşinden koşma vakti geldi. Siz de ilgilendiğiniz oyun ve
animasyon teknolojileri üzerine kendinizi geliştirebilirsiniz. Yıllardır beğeniyle takip ettiğiniz
oyunlar, animasyonlar ve bu konudaki hayalleriniz ATOM sayesinde gerçeğe dönüşebilir.
Unutmayın: Hayal edebilirseniz gerçeğe dönüştürebilirsiniz. İnternetin yaratıcısı olan Vinton
G. Cerf’in dediği gibi “Eğer birşeyin hayalini kurabiliyorsan, onu programlayabilirsin. Hayal
ettiğini programladığın zaman hayalin gerçek olur. İşte bu benim kariyerimin ve internetin
oluşum sürecidir.”
C. Serkan Baydın
[email protected]
http://serkan.hizdelisi.com
Not:
Duyduğum kadarıyla Bilkent IEEE Öğrenci Kolu sizlere ATOM gezisi düzenliyormuş, bilginize
;)
Futbolda Teknoloji Kullanımı
J.B Priestley’e göre “ Futbolun yirmi iki adamın topun peşinden koşması olduğunu
düşünmenin, kemanın telden ve yaydan, Hamlet'in kağıt ve mürekkepten ibaret olduğunu
söylemekten bir farkı yoktur.” (The Good Companions, 1928)
Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle futbol sadece sahada formalarla, ayakkabılarla ve topla
oynanan bir oyun olmaktan çıkmıştır. Daha geniş kitlelere hitap edebilen futbol, gelişen
teknolojiyle giderek daha büyük bir çekim alanı oluşturmaktadır. Ürettikleri malzemelerle
uluslar arası organizasyonlarda yer alan firmaların katkısıyla hangi futbolcunun kaç kilometre
koştuğundan frikik atışlarının kaleye uzaklığına kadar her şey ölçülebilmektedir.
Son dönemde hakem hatalarının artışı nedeniyle
futbolda teknoloji kullanımının yaygınlaşması
gündeme geldi. Kale direğine sensör yerleştirilmesi,
ve çipli top kullanımı ile topun çizgiyi geçip
geçmediği tartışmalarının önüne geçilmeye
çalışılmaktadır. Bunun yanında, kulaklıklı telsiz
sisteminin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte orta
hakem, iki yan hakem ve dördüncü hakem, maçta
gelişen olayları daha iyi takip edebilme olanağına
sahip olmuşlardır. Hakem ve yardımcıları butona
basmaya gerek kalmadan konuştukları anda
birbirleriyle iletişim sağlayabilmektedir. Cihaz
düdük sesini almadığı ve sadece hakem ve yardımcı
hakemin konuşmasına duyarlı için orta hakem düdük çaldığında yardımcıları kulaklıktan
rahatsız olmamaktadır. Dördüncü hakemde ise bu cihazın özelliklerine ek olarak ekstra bir
buton bulunmaktadır. Bu butonun eklenme amacı, dördüncü hakem tribünlere daha yakın
olmasındandır. Böylelikle dördüncü hakem diğer hakemlerle her dakika iletişim halinde
olduğundan tribün sesinin diğer hakemleri rahatsız etmemesi sağlanmıştır.
Futbol alanında çalışan firmalar da teknolojinin gelişmesine katkı yapmaya başlamışlardır.
Örneğin, Nike Inovasyon Merkezi’nde geliştirilen Dri-FIT teknolojisiyle; vücudu saran, nemi
cilt yüzeyinden alarak kumaşın yüzeyine ileten ve bu sayede fazla nemin hızlı buharlaşmasını
sağlayarak futbolcuya kendisini daha uzun süre rahat hissettirmesini sağlayan formalar
üretmiştir. Bu formalarda nemin kontrolü, kumaş içerisinde kullanılan mekanik
konstrüksiyon yöntemiyle sağlanmaktadır.
Nike geliştirdiği Flywire teknolojisiyle, ayakkabının üst
yüzeyinde kullanılan malzemenin ağırlığını
hafifletmiştir. Bunu yaparken de malzemenin
dayanıklılığı ve maksimum destek özelliğini artırmıştır.
Bu teknoloji sayesinde, futbolcuların en çok ihtiyaç
duyduğu bölgelere destek telleri yerleştirilmiştir.
Destek tellerini sabitleyen uyumlu ve kompozit üst
kaplama, ayakkabının ayak hareketlerine uyum
sağlanmasına yardımcı olmaktadır. Kompozit üst
kaplamada kullanılan son derece ince teijin parçası
sayesine ayağın kramponun içerisinde sabitlenebilmesi
sağlanmıştır.
Adidas tarafından üretilen akıllı futbol topunun en
önemli özelliği topun çizgiyi geçip geçmediğini kesin
olarak belirleyebilmesidir. Alman Carios firması
tarafından geliştirilen, manyetik alana ve anlık veri
gönderebilme yeteneğine sahip olan bu akıllı futbol topu, topun yarıdan fazlasının çizgiyi
geçip geçmediğini anlayabilmekte ve
anlık veri gönderebilme yeteneği
sayesinde bu bilgiyi anında hakeme
ulaştırabilmektedir.
Eski tip skor tahtalarının yerini elektronik
tahtalara bırakması bize teknolojinin en
büyük hediyelerindendir. 2 tane 3’ten 8
yapmak, 2'yi ters koyarak 5 gibi
görünmesini sağlamak, ve 6’yı ters
çevirerek 9 yapmak günümüzde bize çağ
dışı geliyorsa, bu teknolojinin futbolu ne
kadar geliştirdiğinin göstergesidir.
Teknolojinin hızla ilerlemesiyle yirmiotuz sene sonra elektronik skor
tahtasının çağ dışı kalacağını söylemek
çok da yanlış olmaz.
Futbolda teknoloji kullanımının artıları:
•
Görsel zevkin artması
•
Diğer sporların önüne geçmesi
•
Futbolcuların performansının artması
•
Hakemlerin hata yapma oranının azalması
Futbolda teknoloji kullanımının eksileri:
•
Teknolojiye duyulan güven sorunu
•
Uluslararası müsabakalara katılan bütün ülkelerin aynı teknolojiye sahip olması
koşulu
•
Giderlerin artması
Futbol teknolojiye, teknoloji de futbola ayak uydurduktan sonra giderek genişleyecek olan
çekim alanı sayesinde ilerde futbol hiç şüphesiz daha da zevkli bir hale gelecektir.
Selimcan DEDA
Kaynaklar
http://en.wikipedia.org/wiki/Goal-line_technology
http://www.gizmag.com/adidas-intelligent-football/8512/
http://1.bp.blogspot.com/_3b3RMRFwqU0/SV1geBc9TnI/AAAAAAAAAhg/UYvLxA1SRIs/s320
/Intelligent+soccer+ball.jpg
http://en.wikipedia.org/wiki/Nike_Flywire
Yapay Zeka ve RoboCAR
İnsan beyni, doğada bulunan en karmaşık sistem
olarak adlandırılabilir. İnsanoğlu bu kusursuz
hazineye sahip olmakla, belki de başka hiçbir
canlıda olmayan bir özellik olan merak duygusuna
da sahip olmuştur ve bu sayede birçok şey icat
etmiş, hayatımızda çok büyük yeri olan temel
bilimleri oluşturmuştur. Bu yenlikler içinde kuşkusuz
önemlilerinden biri olan bilgisayar teknolojisinin
hayatımızdaki yeri doldurulamaz derecede büyüktür.
Buna rağmen, artık insanoğlunun yeni isteklerine tek
başına cevap verememektedir. Çünkü insanoğluna
insan gibi düşünebilen, olayları gözlemleyip
sorgulayabilen ve ne yapması gerektiği konusunda
bir karara varabilen bir sistem gerekmektedir. Bu noktadan itibaren yapay zeka kavramı
insan yaşamına girmiştir.
eden önce genel olarak
Yapay zekadan bahsetmeden
yapay zekanın ne demek olduğu bilinmelidir. Yapay
zeka, insan zekasına özgü olan algılama, öğrenme,
çoğul kavramları bağlama, düşünme, fikir yürütme,
sorun çözme, iletişim kurma ve karar verme gibi
yüksek bilişsel fonksiyonlar veya otonom
o
davranışları sergilemesi beklenen yapay bir iletişim
sistemidir. Bu sistem aynı zamanda düşüncelerden
tepkiler üretebilmeli ve bu düşünceleri fiziksel
olarak dışa vurabilmelidir. Tanımdan da kolayca
anlayabileceğimiz gibi normal bir bilgisayar
programı
mı ile bir yapay zekâ programı arasında çok
büyük fark vardır. Normal bilgisayar programlarının çalışmaları için onlara ne yapmaları
gerektiğinin tek tek anlatılması gerekir. Özetlemek gerekirse, onlar bizim, düşünme,
sorgulama özelliği olamayan ve ne dersek
dersek onu yapan sadık kölelerimizdir. Ancak yapay zeka
programları için durum biraz farklıdır. Onlar makinelerin beyinleridir. Bu sayede makineler
insan gibi düşünüp, mantıklı bir şekilde hareket edebilirler. Belki de ilerde yapay zeka
sayesinde yeni bir çağ başlayabilir. Önümüzdeki yüzyıllar içinde yapay zeka teknolojisinin
gelişmesiyle birlikte insandan tamamen bağımsız yaşam formları oluşabilir. Geleceğimiz,
Terminatör filmindeki gibi bir gelecek olabilir. Bunu şu anda kimse bilemez ancak kesin olan
bir şey varsa o da yapay zeka teknolojisiyle insanoğlunun merak ve yaratıcılığı, henüz
bilmediğimiz birçok şeyi mümkün kılabilir.
Yapay zeka çok yeni bir kavram olmamasının yanı sıra
bilgisayar bilimi kadar eskidir. II. Dünya Savaşında Nazilerin
Enigma makinesinin
nin şifre algoritmasını çözmeye çalışan
matematikçilerin en ünlülerinden olan Alan Mathison Turing,
“makineler düşünebilir mi?” sorunsalını ortaya atarak makine
zekasını tartışmaya açarak yapay zekanın fikir babası
olmuştur. Daha sonraları basit bilgisayar programlarının
gündelik sorunlara yeteri kadar cevap vermesi onlara büyük
bir ün kazanmıştır. Bu yüzden Microsoft, IBM gibi büyük
firmalar kişisel bilgisayar (PC) ile bilgisayar teknolojisini
yaygınlaştırmalarına rağmen yapay zeka çalışmaları daha dar
bir çerçevede devam etmiştir.
Yapay zeka ile ilgili ilk çalışmalarda, yapay sinir ağları kurularak makinelerin öğrenmesi
sağlanmaya çalışılmıştır. 1956 yılında Dartmouth’ta yapılan çalışmada, katılımcılardan Mc
Carthy’nin önerisiyle çalışmalara genel olarak “yapay zeka” adının konumuştur. Yapay zeka
Simon ve Newell gibi bilim adamlarının katkılarıyla günümüze kadar büyük bir gelişim
göstermiştir. Günümüzde başta askeri olmak üzere birçok alanda yapay zeka ile ilgili
araştırmalar devam etmektedir. Bu araştırmaların yaygınlaşmasıyla da ilerde, alıştığımız
birçok şeyi değiştirebilecek olan Robot Arabalara yani RoboCar’a hayat verilmiştir.
Kendi kendine giden bir arabanın içinde şehrin en işlek
caddesinde güvenli bir şekilde yolculuk etmek veya savaş
alanındaki yaralıları diğer askerlerin hayatını tehlikeye
atmadan robotlarla kurtarmak gibi zamanında hayal
ürünün sayılabilecek fikirler artık imkânsız değildir. Yapay
zeka teknolojisinin meyvelerinden biri olan RoboCar, sürüş
sırasında bir insana ihtiyacı olmadan her şeyle ilgilenebilen
bir beyne sahiptir. Sürüş sırasında insan neye dikkat ediyorsa onlara dikkat eden RoboCar,
insan beyinin küçük bir kopyası olarak da adlandırılabilir. Bu sayede yolda şeritler arasından
çıkmadan, levhalara dikkat ederek, hız sınırlarına uyarak, trafik kurallarının ihlal etmeden
oldukça güvenli bir seyahat sağlar. RoboCar ile ilgili ilk çalışma olan Carnegie-Mellon
Üniversitesi’nde yürütülen NavLab (Navigation Laboratory) Projesi’nde, normal bir araca
(1985 Chevy Van) ve bir askeri araca hayat verilerek, NavLab1 ve NavLab2 oluşturulmuştur.
Eddie ve Alvinn bu projede, hayati öneme sahiptir.
Ancak onlar sürücü değildir. Aslında onlar canlı da
değildir. Bilgisayar programı olan Eddie ve Alvinn
birlikte çalışarak NavLab1’i hareket ettirirler.
Alvinn (Autonomous Land Vehicle in a Neural
Network) NavLab1’i yolda tutan, şeritler arasından
çıkmasını önleyen, kısaca araca dümen görevi
gören bir yazılımdır. Alvinn’in nasıl çalıştığından
bahsetmeden önce Neural Network’un (NN) ne
demek olduğu anlaşılmalıdır. NN aynı bilgiyi
temsil eden fakat farklı görünüşte olan simgeleri tanımlamak için yaratılmıştır. Çalışma
prensibi insan beyniyle aynıdır. Örneğin, ilk kez bir ağaç gören birisinin beyni, zamanla ve
deneyimle bir ağacın temel özelliklerini öğrenir. Bu kişi başka bir ağaç gördüğünde tıpa tıp
aynı olmasa bile onun bir ağaç olduğunu anlar. Normal bir bilgisayar sisteminin böyle bir
durumda çalışabilmesi için teorik olarak bütün ağaç türlerinin ve onların farklı boyutlarının
sisteme kaydedilmiş olması gerekir ki bu durumda oluşacak olan sonsuz olasılığı
günümüzde hiçbir bilgisayar sistemi ne kaydedebilir, ne de bu şekilde sonsuz bir durumun
kodu yazılabilir. Bu yüzden NN insan beyninin öğrenme özelliğinden yararlanılarak
geliştirilmiştir. Alinn’in mucidi Dean Pomerleau, onun NavLab1’i nasıl yönetmesi gerektiğini
bir sürücüyü izleyerek öğrenebildiğini belirtiyor. İkinci olarak Alvinn, öğrendiklerini bir
öncelik sırasına koyuyor. Bu şekilde olasılıklardan yapması ve yapmaması gerekenleri
birbirinden ayırarak en doğru yolu buluyor. İkinci sistem olan Eddie ( Efficient Decentralized
Database and Interface Experiment ) Alvinn’in gönderdiği bilgileri, lazerler kullanılarak
ölçülen etraftaki objelere olan uzaklığı, yol bilgisayarının verileri gibi algılama
mekanizmalarının hepsini düzgün bir şekilde çalıştırmakla yükümlüdür. Gelen bilgiler
doğrultusunda gaz, fren pedallarını ve direksiyonu hareket ettiren hidrolikleri çalıştırır. İlk
önce, araba çalıştığı anda bütün sistemlerin düzgün bir şekilde çalışıp çalışmadığını kontrol
eder ve emin olduktan sonra ihtiyaç olmadıkça kenara çekilir. Örneğin, araba bir yol ayrımına
geldiğinde Alvinn bir karar veremez çünkü onun için iki yol da öncelik olarak aynı öneme
sahiptir. Bu durumda Eddie devreye girer ve yol haritasını kullanarak gidilecek adrese göre
doğru yolu belirler. Bundan sonra eğer Alvinn tek başına sistemi hareket ettirebiliyorsa
Eddie, ona ihtiyaç duyulana kadar hazırda beklemeye çekilir. Özetle NavLab1 in beynini
oluşturan Alvinn ve Eddie bu şekilde çalışır.
RoboCar’ın insan yaşamına girişiyle çok fazla şeyin
değişeceği kesin olmakla birlikte faydaları önemli boyutta
olacaktır. Özellikle trafikteki en büyük sorun olan trafik
canavarına büyük ölçüde “dur” denmiş olacaktır. Çünkü
RoboCar’lar trafik kurallarına koşulsuz uymak üzere
programlandırılmışlardır. Direksiyon başında uyumak,
alkollü araç kullanmak, vb sorunların geçmişte kalmasıyla
trafik kazalarında ölüm oranı büyük ölçüde düşecektir. RobaCar henüz gelişme aşamasında
olmasına rağmen, bu teknolojiyi geliştirmek için düzenlenen yarışmalarda milyon dolarların
ödül olarak veriliyor olması, bu projeye ne denli önem verildiğinin en büyük kanıtıdır. Birçok
üniversite bu alanda araştırmalar yapmaktadır. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu teknolojinin
ilerde yaygınlaşmasıyla birçok soruna çözüm getirecektir.
Onur Berkay GAMGAM
Kaynaklar:
Wikipedia
discovermagazine.com
www.templetons.com/brad/robocars/
http://www.physorg.com/
Bilkent IEEE Teknik Proje Köşesi – “Kendimiz Yapalım!”
Geçen sayımızda elektronik yazılımlara odaklanmış ve VHDL kullanarak bir FPGA çipi
programlamıştık. Bu sayımızda da bir programlama dili olan Assembly ile çalışacağız.
Assembly, düşük seviye (“low-level”) olarak tanımlanan programlama dillerinden biridir;
çünkü sözdizimi konuşma diline uzaktır. Bilindiği gibi bir programlama dilinin sözdizimi
konuşma diline ne kadar yakınsa dil o kadar yüksek seviye (“high-level”) olur.
Assembly dilleri, bilgisayarlar, mikroişlemciler, mikrokontrolörler ve entegre devrelerin
programlanması için kullanılır.
Assembly ile yazılan kodlar komutlardan oluşur. Komut, bir satırdan oluşur ve yapısal olarak
şöyle tarif edilebilir:
Komut adı, uygulama alanı, yapılacak işlem
Sözgelimi, eğer R0 sayacında (“register”) onaltılık B2 sayısı tutulmak isteniyorsa, sayaca bu
sayıyı yüklemek için aşağıdaki komut satırının yazılması gerekir:
MOV R0, #B2H
Burada # işareti B2 ifadesinin bir konum değil değer (sayı) olduğunu, “H” harfi de sayının
onaltılık, yani “hexadecimal” olduğunu gösterir. Bazı örnek Assembly komutları şunlardır:
MOV : Bir değeri belirli bir konuma yükler.
SETB : Belirli bir biti ‘1’ yapar.
CLR : Belirli bir biti ‘0’ yapar.
ACALL : Bir alt rutini çağırır. Rutin bitince çağırma noktasına geri döner.
SJMP : Programdaki başka bir noktaya atlar.
DJNZ : Belirtilen değerden 1 çıkarır, sonuç 0’a eşit değilse belirtilen konuma atlar.
JC : “Carry” öntsanımlı değeri 1’e eşitse belirtilen konuma atlar.
Komutlar kullanılırken kaç tane değişken girilmesi gerektiğine dikkat edilmelidir.
Assembly diliyle yazılan kodları çalıştırabilmek için “Assembler” adı verilen bir derleyiciye
ihtiyaç vardır. Bazı örnek assemblerlar MPLAB (PIC için) ve ASEM51’dir (8051 için).
Assembly hakkında daha fazla bilgi için http://en.wikipedia.org/wiki/Assembly_language
adresini ziyaret edebilirsiniz.
Bu sayıda, bir porttan aldığı sekiz bitlik binary sayıyı LCD ekranına iki basamak halinde yazan
bir Assembly kodu yazacağız. Aşağıdaki kodu Franklin Sotware Inc. tarafından dağıtımı
yapılan Proview32 programında derleyip çalıştırabilirsiniz.
Malzemeler:
•
Proview32 (Franklin Software)
•
8051 Trainer Board
•
Dot Matrix Character LCD (HY 160-2F)
Dot Matric Character (DCM) LCD, 7-segment LED display’e göre biraz daha sofistike şekilde
çalışan, üzerindeki her pikselin bir bitle ifade dildiği bir ekrandır.
LCD’yi başlangıç durumuna getirmek için gerekli kodu “Ekler” bölümünde bulabilirsiniz.
Yapılacaklar:
LCD sürüşü konusunda tecrübe kazanabilmek için iki basit uygulama yapabiliriz.
1. Herhangi bir giriş portundan gelen 8 bitlik binary ifadenin ASCII olarak tekabül ettiği
karakteri LCD’ye yazalım. (Uluslar arası ASCII tablosu için bkz. http://www.asciitable.com/)
2.Herhangi
bir giriş portundan gelen 8 bitlik binary ifadeyi iki basamaklı bir HEX olarak
2.
LCD’ye yazalım.
1. Öncelikle programın başlangıç noktasını belirtmeli ve giriş olarak kullanacağımız porta
“FF” (H) göndermeliyiz.
Bu uygulama için, LCD’nin data bacaklarını Port 1’e, kontrol bacaklarını da Port 3’e
bağladığımızı varsayalım.
Aşağıdaki komutlar A değişkenindeki 8 bitlik ifadeyi LCD’ye data olarak gönderir . LCD
ekranında, bu ifade hangi karakterin ASCII koduna denk geliyorsa o karakter görülür.
Buradan anlaşılabileceği gibi Port 3’ün 2. pinini (yani LCD’nin 2. kontrol bacağını) ‘1’ yapmak
komut yerine datayı seçer, 3. pinini (LCD’nin 3. kontrol bacağı) ‘0’ yapmak okuma yerine
yazmayı seçer ve 4. pini de (LCD’nin 4. kontrol bacağı) enable olarak kullanılır.
Bu gibi rutinleri sadece bir kere tekrarlanacak şekilde yazmak (8051’in makine döngüsünün
frekansı gözle görülebilen frekansın çok üstünde olduğu ve mikroişlemci her döngüde bir alt
satırı uygulamaya geçtiği için), özellikle başka alt rutinleri de olan uzun programlarda LCD
üzerinde istediğimiz şeyi göremememize sebep olabilir. Bunun için şimdi bir de kendini
tekrarlayan bir rutin oluşturmayı deneyelim. Sözgelimi, ekran her 0.25 saniyede bir silinip
yeniden yazılsın.
Şimdi de 0.25 saniyelik bir bekleme rutini yazalım:
LED sürücüsü DS89C430’un kristal osilatör frekansı 11.0592 MHz (yani periyodu yaklaşık 90
ns) olduğu ve biz programımızda 250 ms’lik bir periyot istediğimiz için en az 3 sayaç
kullanmamız ve milyonlarca kere tekrar eden bir algoritma yazmamız gerekiyor. Temel bir
bekleme rutininin yapısı şu şekildedir.
Yukarıdan da görülebileceği gibi, komutları uygulamanın aldığı makine döngüsü sayıları:
(MOV=2, DJNZ=4) göz önünde bulundurarak toplam beklemeyi şu şekilde formüle edebiliriz:
0.25 saniyelik bir bekleme için sayaçlarımız D1=10, D2=255, D3=255 olarak seçilebilir.
Yukarıdaki parçaları birleştirerek kodumuzu tamamlarsak:
2.Yine
ilk olarak programın başlangıç noktasını belirtmeli ve giriş olarak kullanacağımız
2.
porta “FF” göndermeliyiz.
Bizim kodumuz A değişkenine atılan ifadeyi basamaklarına ayırmalıdır. Dolayısıyla önce A’nın
orijinal değerini bir registerda yedeklemeli daha sonra da SWAP ve RR komutlarını kullanarak
A’yı, en son 4 bitinde tek bir basamağı içeren bir hale getirmeliyiz.
Yukarıdaki komutlar uygulandığında R0, A’nın orijinal değerini (yani kullanıcı tarafından Port
0’a girilen 8 bitlik değeri), R1 ise “0000A3A2A1A0” değerini almış olur. Aynı işlemi aşağıdaki
satırlar ile yapmak da mümkündür.
Burada ikinci satır A’nın ilk dört bitini sıfırlarken son dört bitini olduğu gibi bırakır.
A’nın diğer basamağını almak için benzer bir kod yazabiliriz:
Bu işlemin sonucunda R0 hala A’nın orijinal değerini tutmaktadır. R1 ise “0000A7A6A5A4”
değerine sahip olur. Yukarıdakine eşdeğer bir kod yazmak istersek:
Uygulamayı tamamlamak için, LCD ekranında görüntülenecek olan basamağı A değişkenine
koyan bir “table lookup” prosedürü yazabiliriz.
Bu şekilde, örneğin R1’de 05H değeri varken ‘5’, 0FH değeri varken de ‘F’ karakteri (yani bu
karakterlere tekabül eden 8 bitlik ASCII kodu) A’ya yüklenir. LCD’de iki basamaklı sayı
şeklinde görüntülemek için aşağıdaki 4. ve 7. adımlar takip edilir:
- A’yı R0’da yedekle
- A’nın ilk basamağını belirle, R1’e koy
- “Table lookup” prosedürünü uygula, A’ya görüntülenecek olan ilk karakterin ASCII kodunu
yükle
- LCD’de veri görüntülemek için Port 3 bitlerini uygun şekilde ayarla
- A’nın ikinci basamağını belirle, R1’e koy
- “Table lookup” prosedürünü uygula, A’ya görüntülenecek olan ikinci karakterin ASCII
kodunu yükle
- LCD’de veri görüntülemek için Port 3 bitlerini uygun şekilde ayarla
Bu algoritmaya göre kodumuzu tamamlarsak:
Assembly kullanarak 8051 programlama ve LCD sürme konularında egzersiz yapmak
isterseniz, yukarıdaki 2. uygulamaya benzer şekilde, herhangi bir giriş portundan gelen 8
bitlik binary ifadeyi ondalık bir sayı olarak LCD’ye yazmayı deneyebilirsiniz. (İpucu: DIV
komutunu ve B değişkenini kullanmayı düşünebilirsiniz)
Kaynaklar:
http://www.ee.bilkent.edu.tr/~ee212/
Mazidi, Muhahmed Ali ve Janice Gillispie Mazidi ve Rolin D. McKinlay. The 8051
Microcontroller and Embedded Systems Using Assembly and C. New Jersey: Pearson
Education Inc., 2006.
Çise MIDOĞLU
[email protected]
EKLER
INITIALIZE: ;THIS SUBROUTINE SENDS THE INITIALIZATION COMMANDS TO THE LCD
MOV A,#38H ;TWO LINES, 5X7 MATRIX
ACALL COMNWRT ;WHEN SENDING A COMMAND, USE COMNWRT SUBROUTINE
ACALL DELAY ;GIVE LCD SOME TIME
MOV A,#0FH ;DISPLAY ON, CURSOR BLINKING
ACALL COMNWRT
ACALL DELAY
MOV A,#01H ;CLEAR DISPLAY SCREEN
ACALL COMNWRT
ACALL DELAY
MOV A,#06H ;INCREMENT CURSOR (SHIFT CURSOR TO RIGHT)
ACALL COMNWRT
ACALL DELAY
MOV A,#80H ;FORCE CURSOR TO BEGINNING OF THE FIRST LINE
ACALL COMNWRT
ACALL DELAY
RET
COMNWRT: ;THIS SUBROUTINE IS FOR SENDING THE COMMANDS TO LCD
MOV P1,A ;THE COMMAND IS STORED IN A, SEND IT TO LCD
CLR P3.2 ;RS=0 BEFORE SENDING COMMAND
CLR P3.3 ;R/W=0 TP WRITE
SETB P3.4 ;SEND A HIGH TO LOW SIGNAL TO ENABLE PIN
ACALL DELAY
CLR P3.4
RET
DELAY: MOV R3,#50 ;A SHORT DELAY SUBROUTINE
HERE2: MOV R4,#255
HERE: DJNZ R4,HERE
DJNZ R3,HERE2
RET
END
Pardus Nedir?
Pardus Tübitak–UEKAE tarafından geliştirilen bir işletim sistemidir. Adını Anadolu panteri’nin
Latincesinden alır. (Pantera Pardus Tulliana) Açık kaynaklıdır. Yani kaynağı açık bir yazılımdır,
kaynak kodunu isteyen herkes görebilir veya kullanabilir. GPL (General Public License)
lisanslıdır. En önemlisi de özgür bir yazılım olmasıdır.
Açık kaynaklı ve özgür olmak ne demektir?
•
Çalıştırma ,
•
Çoğaltma,
•
İnceleme,
•
Değiştirme,
•
Dağıtma,
•
Satma imkanı tanır.
Bu sayede daha fazla güvenlik ve tasarruf sağlanır.
Ayrıca Pardus Linux tabanlıdır. 26 Aralık 2005'te Pardus'un ilk kurulabilir sürümü olan
Pardus 1.0 Web üzerinden yayımlanmaya başlanmıştır.
PARDUS kullanmanın avantajları nelerdir?
Özgürdür
Lisansı kullanıcıyı kısıtlamaz ve kullanıcının haklarını korumak için tasarlanmıştır. Yani Linux
tabanlı olmayan işletim sistemlerinden oldukça farklıdır. Üreticidense kullanıcının
tarafındadır.
Açık kaynaklıdır
Kullanıcıya yazılımı değiştirme özgürlüğü sağlar. Açık kaynak kodlu yazılımlar uyarlanabilir,
sağlam, hızlı ve güvenlidir. Açık kaynak kod, yeni yazılım yaratmak isteyenleri destekler ve
yeni iş seçenekleri sunar. Dünyanın her tarafından bilişim uzmanlarınca yardımlaşma yoluyla
endüstri standartlarında geliştirilen açık kaynak kod yazılımları, insanlığın ortak malıdır.
Yazılımcılar kendi geliştirdikleri yazılım dilleriyle kaynak dosya oluştururlar ve daha sonra C,
C++, Java gibi dillerle bu dosyaları düzenleyerek çalışır hale getirirler. Açık kaynaklı yazılım
kaynak kodunun kullanıcıya dağıtılmasını savunur. En iyi bilinenleri Linux, Open Office, GNU
ve Debian'dır
Türkçe yanlısı bir yazılımdır
Türk alfabesini çekinmeden kullanabilirsiniz. Yazım ve sözlük denetimini kendisi yapar.
Virüsleri geçirmez
İnternetten indirdiğiniz dosyaları kontrolden geçirmeniz gerekmez. Virüs bulaşmış
bilgisayarınızı temizlemekle zaman kaybetmezsiniz.
Hızlı Kurulur
Yüklenme süresi 30 dakikadır.
Kullanımı Kolaydır
Kullanmak için bilgisayar ya da ikinci bir dil bilmenize gerek yoktur.
Tamdır
Kullanıcının ihtiyaç duyabileceği her türlü yazılım kurulum CD’sinde vardır. Ek olarak başka
programlar yüklemenize gerek yoktur.
Özelleştirilebilir
Kendi beğeninize göre sistemi değiştirebilirsiniz. Tamamen size kalmış.
PARDUS 2009
TÜBİTAK UEKAE bünyesinde geliştirilen ve herkesin
kolayca kurup kullanabileceği, Linux tabanlı bir
işletim sistemi olan Pardus’un son sürümü Pardus
2009 çıkmıştır. Pardus 2009’un önceki sürümlerden
farkı iki kat hızlı olması ve bunun yanında bir
bilgisayara ortalama 15 dakikada kurulabiliyor
olmasıdır. Ayrıca kurulu sistemde yapılan
güncellemeleri geri almak, silinen dosyaları tekrar
yüklemek gibi kurtarma işlemleri de yeni sürümle
yapılabilmektedir. Ayrıca PiSi’nin paketleme
sisteminde yapılan değişiklikler sayesinde dosyalar
yüzde 20 daha az yer kaplamaktadır.
Parudus 2009’un özellikleri
•
KDE 4.2.4
•
Linux çekirdeği sürüm 2.6.30
•
OpenOffice.org ofis araç seti 3.1
•
Firefox internet tarayıcı 3.5
•
Gimp 2.6.6
•
Xorg 1.6.2pre
•
Python 2.6.2
•
Texlive 2008
•
GCC 4.3.3
•
GLIBC 2.9
Sorunsuz ve hızlı bir açılış, bağlanılan ağı hızlı bir şekilde değiştirebilen Ağ Plasma
Programcığı ile sistem servislerini yönetme ve durumlarını masaüstünden takip etmeye
yarayan Servis Plasma Programcığı da Pardus 2009 için yeni hazırlanan araçlar arasında yer
alıyor.
Pardus 2009 kullanmak için kullanıcının bir sistemin arka planının nasıl çalıştığı hakkında
fikir sahibi olması gerekmiyor, sadece ihtiyacına yönelik uygulamayı bulabilmesi ve
kullanabilmesi yetiyor.
Kullanıcı, Pardus 2009 ile kurulu gelen yüzlerce plazma aracından birini seçerek,
bilgisayarının masaüstüne yeni işlevler katabiliyor. Hava durumu, not kağıtları veya RSS
aboneliklerini masaüstünden takip edebiliyor.
Kurulumundan sonraki safhada kullanıcıyı
karşılayan Kaptan programı, eski sürüme göre
çok daha gelişmiş. Kullanıcı, Kaptan programı
ile masaüstünü yapılandırabiliyor, görev
çubuğunun yerini, duvar kağıdı ve temasını
seçebiliyor.
Kullanıcının bilgisayarını daha kolay
kullanmasını ve yönetmesini amaçlayan çok
sayıda özgün teknolojiyle donatılmıştır.
Kablolu veya kablosuz ağlara bağlanmak ise
diğer işletim sistemlerine göre çok daha kolaydır.
Pardus 2009 eski Parduslara göre çok daha hızlıdır.
Pardus 2009 ile gelen en devrimci yeniliklerden biri de Pardus yazılım depolarından yapılacak
güncellemeler için tüm bir yazılımın baştan indirilmesine gerek kalmaması. Eski sürüm ile
yeni sürüm arasındaki farkı, yani küçük bir delta dosyasını indirmek yeterli oluyor. Pardus
2009'un bu yeni özelliğiyle, güncellemeler yüzde 90'a varan oranlarda küçülüyor. Bir başka
deyişle Pardus 2009, kotalı İnternet kullanıcısının internet limitide bu şekilde korunmuş
oluyor.
Pardus’un, kullanıcının deneyimini geliştirmek ve karşılaştığı sorunlarda yardım almak için
uğrayabileceği bir destek portalı da bulunuyor. Pardus kullanıcıları,Özgürlük portalında
Pardus ile ilgili kılavuz belgeleri, paket tanıtımı ve oyun incelemelerini okuyabiliyor, forum
bölümü üzerinden soru sorabiliyor.
D. Deniz Türköz
Kaynaklar:
http://bilgisayar.isikun.edu.tr/sunum/pardus02042007.pdf
http://www.pardus.org.tr/haber/pardus-2009-duyuruldu/
Nobel Ödülleri Sahiplerini Buluyor
İyi bir patlayıcı olarak bilinen dinamitin
mucidi Alfred Nobel(1833-1896), İsveçli bir
kimyacı ve aynı zamanda sanayicidir.
Dinamiti keşfettikten sonra Avrupa’da
savaşan toplumlara satarak büyük bir servete
sahip olan Nobel, ölümünden yaklaşık bir yıl
önce, 27 Kasım 1895’te, Paris’te yazdığı
vasiyetinde bu servetinin %94’ünü, fizik,
kimya, fizyoloji/tıp, edebiyat ve barış
alanlarında Nobel ödüllerini dağıtmak üzere
kurulacak olan Nobel Vakfı’na bağışlamıştır.
31 milyon İsveç Kronu değerinde olan bu
bağış, 2008 yılı değerlerine göre yaklaşık
185 milyon Amerikan Doları kadardır.
Nobel’in vasiyeti üzerine kurulan Nobel Vakfı,
bu beş temel daldaki ödülleri dağıtmak için
çalışmalarına başlar ve 10 Aralık 1901’de,
Alfred Nobel’in ölüm yıldönümünde, ilk
Nobel ödülleri sahiplerini bulur.
Nobel ödüllerinin kimlere nasıl verileceği çeşitli komiteler tarafından belirlenmektedir.
Bunlardan fizik, kimya ve sonradan eklenen ekonomi dallarındaki ödüller İsveç Kraliyet
Bilimler Akademisi tarafından seçilen ve 5 kişiden oluşan kurullar tarafından, Barış Ödülü de
Norveç Parlamentosu tarafından seçilen 5 kişilik Norveç Nobel Komitesi tarafından belirlenen
kişilere verilir. Fizyoloji/tıp alanında seçim yapacak komite biraz daha karmaşık bir yolla
seçilmektedir: Önce Stokholm’deki Karolinska Enstitüsü tarafından yaklaşık 50 kişiden
oluşan Nobel Kurulu seçilir. Daha sonra bu kurul kendi içinden 5 kişi belirlemek için bir
seçim daha yapar ve sonuçta belirlenen 5 kişi Nobel fizyoloji/tıp ödüllerini vermek için yetkili
olur. Adayların belirlenmesi sırasında ise; önce birkaç bin kişiye gönderilen davetiyeler
sonucunda adaylar belirlenir ve daha sonra her alanda uzman kişilerden oluşan komiteler
tarafından adaylar oylama yoluyla elenerek kazanan belirlenir.
2009 yılında Nobel ödüllerinin kimlere verileceği açıklandı. Bu yılın kazananları geleneksel
olarak aralık ayında Stokholm’de düzenlenecek törenle ödüllerini alacaklar. Dallara göre ödül
alan isimler ve çalışmaları ise şu şekilde:
Fizik: Bu yıl iki çalışma üç kişi arasında paylaşıldı:
•
Ödülün yarısını İngiltere’deki Standart
Telekomünikasyon Laboratuvarları’nda
çalışan Çinli Fizikçi Charles K. Kao, ışığın
fiber optik içinde aktarılması ile optik iletişim
alanındaki çığır açıcı çalışmalarından dolayı
alırken,
•
Diğer yarısına ise Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki Bell Laboratuvarları’nda
çalışan Willard S. Boyle ve George E. Smith,
yarı iletken görüntüleme devresi (CCD sensörü) icatlarından dolayı sahip oldu.
Kimya: 2009 Nobel Kimya Ödülü’ne Venkatraman Ramakrishnan, Thomas A. Steitz ve Ada E.
Yonath ribozomların yapısı ve işleyişi konusundaki çalışmaları dolayısıyla layık görüldü.
Fizyoloji/Tıp: Bu alandaki Nobel Ödülü 2009 yılında Elizabeth H. Blackburn, Carol W. Greider
ve Jack W. Szostak’a kromozomların telomerler ve telomeraz enzimi tarafından nasıl
korunduğunu keşiflerinden ötürü verildi.
Edebiyat: Alman edebiyatçı Herta Müller şiirin yoğunluğu ve nesirin samimiyeti ile,
yoksulların dünyasını tasviriyle bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya hak kazandı.
Barış: Halklar arasındaki iletişim ve uluslar arası diplomasiyi güçlendirmek için sarf ettiği
olağanüstü gayretinden dolayı Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama bu yılki
Nobel Barış Ödülü’nün sahibi oldu.
Ekonomi: Bu yılın ödülü;
•
Özellikle kamu olmak üzere, ekonomi yönetimi konusundaki analizleri için
Amerika’daki Indiana Üniversitesi’nden Elinor Ostrom ile,
•
Özellikle şirket sınırları olmak üzere, ekonomi yönetimi konusundaki analizleri için
yine Amerika’daki
erika’daki California Üniversitesi’nden Oliver E. Williamson arasında
paylaşıldı.
Her yıl alanlarındaki en prestijli ödüller olarak dağıtılan Nobel ödülleri, aralık ayında
düzenlenecek törenle sahiplerine verilecek. 2010 ödüllerini kimlerin alacağını merakla
merak
bekliyoruz.
Onur Sinan Köksaldı
Linux ile grafik düzenleme: The GIMP
Hepimiz Adobe firmasının Photoshop
programını duymuştur. Photoshop ile grafik
tasarımı yapabiliyor, fotoğraflarımızı
rötuşlayabiliyor, kişisel kullanımdan profesyonel
işlere dek her alanda Photoshop
kullanabiliyoruz. Buraya kadar her şey güzel
ancak Photoshop'un
hop'un yüksek fiyatı olması ve
Linux sürümünün olmayışı kullanıcı kitlesini de
doğal olarak sınırlıyor. Bu sınırdan dolayı
Windows'tan bir türlü vazgeçemeyenleri veya
gözlerini alternatif programlara çevirenleri ise
güzel bir sürpriz bekliyor: GIMP!
GIMP (GNU Image Manipulation Program), açık kaynak kodlu, ücretsiz bir grafik düzenleme
yazılımı. Genellikle Photoshop'un rakibi olarak görülen ve sık sık bu tip karşılaştırmalara tabi
tutulan GIMP mevcut grafik dosya türlerinin çoğunu destekler (Photoshop'un psd
p dosyaları
dahil) ve birçok alanda Photoshop ile benzer işlevselliğe sahiptir.
Şimdi GIMP'i biraz tanıyalım. Eğer Linux kullanıcısıysanız kullandığınız dağıtımın paket
yöneticisi ile GIMP'i kurabilirsiniz. Windows kullanıcıları ise http://www.gimp.org adresinden
Windows sürümünü indirebilirler. Kurulumdan sonra sizi şöyle bir ekran görüntüsü bekliyor
olacak (Sisteminize göre görünümde küçük değişiklikler olabilir):
Gördüğünüz ekran GIMP'in ana ekranıdır. Sol sütunda araç kutusunu, ortada ana panoyu, sağ
tarafta ise katmanlar, kanallar gibi özelliklerin bulunduğu bir sütun göreceksiniz. Bu araçları
kullanarak aklınıza gelebilecek her türlü grafik düzenleme işini yapabiliyorsunuz.
GIMP'in işlevselliğini ve ne kadar güçlü bir program olduğunu daha iyi anlamak için küçük bir
örnek yapalım. Aşağıdaki 10 adımı tamamladığınzda GIMP'te çerçeveler, gölgeler ve metin
düzenleme nasıl yapılır görmüş olacaksınız. Başlayalım:
1. “File > New” diyaloğu ile yeni bir grafik dosyası oluşturuyoruz. Dosyamızın boyutlarını
800x600 olarak girelim.
2. Dosyamız hazır. Şimdi sol sütundaki araç çubuğundan “Bucket Fill” aracını seçiyoruz (kova
simgesi). Aynı sütunda aşağıdaki renk seçiciye (siyah kutu) tıklıyor ve açılan ekranda
istediğimiz rengi seçiyoruz. Ben renk olarak “e04613” seçtim. Siz de aynı rengi kullanmak
isterseniz bu değeri “HTML notation” kutusuna girebilirsiniz. “OK”a basarak pencereyi
kapatıyoruz. Ana pencerede herhangi bir yere tıklayarak arkaplanımızı bu renk olarak
seçiyoruz.
3. Şimdi bir metin yazalım. Bunun için araçlar sütunundan “Text Tool”u seçiyoruz. Ekranda
herhangi bir yere tıklıyoruz ve istediğimiz metni yazıyoruz. Metnin rengini yine aynı renk
seçim ekranından düzenleyebiliyoruz. Ben bu örnekte “262729” rengi ile “The GIMP!”
yazıyorum. Sol sütündan yazı tipini ve boyutunu ayarlayabilirsiniz.
4. Şimdi yazımıza çerçeve ekleyeceğiz. Bunun için sağ sütundan “The GIMP!” yazan katmana
sağ tıklıyoruz ve “Alpha to Selection”ı seçiyoruz.
5. Gördüğünüz gibi şimdi harflerimiz etrafında harflerin seçili olduğunu gösteren çizgiler
var. Şimdi ana ekranda yukardaki araç çubuğundan “Layer > New Layer”ı seçiyoruz ve hiçbir
şeyi değiştirmeden “OK”a basıyoruz. Sağ sütun şimdi şöyle görünüyor olmalı:
6. Şimdi “Select > Grow” diyalogunu açıyoruz ve “5” değerini giriyoruz. Bu değer
çerçevemizin kalınlığı olacak.
7. Şimdi kova aracıyla beyaz rengi seçiyor ve ekranda seçili durumda olan harflerimizin
üzerine tıklıyoruz. Şöyle bir görüntü elde ediyoruz:
8. Şimdi sağ sütundan “New Layer” yazan katmanın sürükleyerek “The GIMP!” yazan katmanın
altına sürüklüyoruz. Görüntü aşağıdaki gibi olmalı:
9. Son olarak sağ menüden “New Layer” katmanını seçiyor, ana ekrandan “Filters > Light &
Shadow > Drop Shadow” ekranına geliyoruz.
10. Burada ayarları değiştirmeden OK'e tıklıyoruz. “File > Save” ekranından dosyamızı “PNG
formatını seçerek” kaydediyoruz. Bu kadar! Karşımızda son derece şık duran bir grafik var!
Bu örnekte GIMP'in yeteneklerinin çok küçük bir kısmını gördük. GIMP ile yapabilecekleriniz
sınırı yok! Eğer siz de GIMP'i merak ediyor, öğrenmek istiyorsanız (ya da bu yazıdan sonra
merak ettiyseniz) aşağıdaki siteler size yardımcı olacaktır. Son olarak, eğer Photoshop
kullanıyorsanız GIMP kullanmaya başlayarak Windows'u bırakıp Linux'a geçmek yolunda bir
adım daha atmış olacaksınız!
http://www.gimp.org/tutorials/
http://gimp-tutorials.net/
http://www.gimptalk.com/
Can Celasun
[email protected]
http://www.durucancelasun.info/
ATOM ENERJISI ve NUKLEER REAKTÖRLER
Gelişen teknolojiler sayesinde elektriğe duyulan
ihitiyaç her geçen gün artıyor. Hammadde
kısıtlılığı yüzünden, az madde ile çok enerji
üretmek önem taşıyor. Bu yüzden, dünyada artan
elektrik ihtiyacını karşılanmasında atomun
çekirdek tepkimelerinden faydalanılmaya
başlandı.
Atom; çekirdek ve elektronlardan oluşmaktadır.
Atomun çekirdeğinde, proton ve nötronlar
bulunur ve bu parçacıklar arasındaki çekim gücü
çok yüksektir. Bu yüzden, atomik tepkimelerden elde edilen enerji çok büyüktür.
Atom enerjisi, çekirdek tepkimeleri sonucu ortaya çıkan enerjidir. Ağır (radyoaktif) atom
çekirdekleri nötron bombardımanı ile parçalanabilir (fizyon) veya hafif atom çekirdekleri çok
yüksek sıcaklık sonucunda çarpışarak birleşebilirler (füzyon). Çekirdek tepkimeleri bu şekilde
dış etkilerle yapılabileceğicağı gibi, atomlar doğal radyoaktif maddeler sayesinde daha kararlı
duruma geçebilmek için kendi kendilerine ışıma da yapabilirler.
Nükleer reaktörler sayesinde atom enerjisi elektrik enerjisine çevrilebilir. Nükleer
reaktörlerde uranyum, toryum gibi maddelerin atomları kontrollü bir şekilde parçalanır.
Açığa çıkan ısı enerjisi buhar kazanındaki suyu ısıtmada kullanılır ve bu sayede yüksek
sıcaklıkta ve basınçta buhar elde edilir. Elde edilen buhar, türbinlere verilir ve türbinlerin
dönmesi ile elektrik enerjisi üretilmiş olur.
Kullanılan hammaddeye göre nükleer santraldeki enerji dönüştürmede kullanılan araçlar da
değişir. Doğal uranyumun % 0.78 i kendiliğinden bölünebilme yeteneğine sahip U235 atomu
içerir. Hammadde olarak doğal uranyum kullanılırsa, ağır su1 ile soğutulan reaktörler
kullanılmalıdır. Hafif su ile soğutulan reaktörlerde zenginleştirilmiş uranyum kullanılır.
Zenginleştirilmiş uranyumdaki U235 miktarı yapay olarak arttırılmıştır. Ayrıca, U238 nötron
bombalaması sonucu nükleer reaktörlerde kullanılan plutonyum 239’a dönüşür ve atom
enerjisinden elektrik üretmede kullanılabilir. Toryum kendiliğinden bölünebilme yeteneğine
sahip olmadığından tek başına, nükleer reaktörlerde hammadde olarak kullanılmaz. Nötron
eklenerek U233 e dönüştürülüp kullanılabilir.
Rakamlarla nükleer enerji kullanılımına bakacak olursak, ilk elektrik üreten santal 1957
yılında ABD- Pennsylvania’da kurulmuştur. Günümüzde, dünya üzerinde 430 nükleer santral
bulunmakta ve bunlar dünyadaki elektrik gereksiniminin %17’sini karşılamaktadır. Nükleer
enerjiden elektrik enerjisi üretiminde lider olarak, elektrik enerjisinin %77’sini nükleer
santraller sayesinde karşılamasıyla Fransa gelmekte ve onu % 66 ile Letonya izlemektedir.
Nükleer santraller doğru kullanıldıkları, sızıntıları engellendiği ve doğru yere inşa edildikleri
takdirde birçok santrale göre daha zararsızdır. Ancak, yapılacak en küçük bir hatada nükleer
sızıntı yaşanması sonucunda oluşabilecek zararlar diğer tip santrallere göre daha geri
dönülemez ve büyük olduğu için Türkiye’de yaşayan insanlar nükleer santral kurulumuna
karşı tereddütle bakmaktadır. Oysa1 kg petrolden 4.5 kWh enerji üretilirken 1kg
uranyumdan 50 000 kWh enerji üretilir. Bu açıdan bakılacak olursa, az madde ile çok enerji
üretildiği için atom enerjisi ile elektrik üretmek oldukça verimlidir.
Atom enerjisinden elektrik üretimi doğru kullanıldığı takdirde yüksek miktarda eletrik
enerjisi üretebilmek için avantajlı bir yoldur. Bu yüzden, artan elektrik enerjisi talebini
karşılamak için, atom santralleri kurulmalıdır.
Nermin Elif KURT
1
Döteryum ile oluşan su, D20.
Kaynaklar
http://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleer_enerji
http://elektroteknoloji.com/Elektrik_Elektronik/Enerji_Uretimi/Nukleer_Santraller_yuksek_de
recede_isi_enerjisinden_elektrik_ureten_bir_termik_santral_tipidir.html
http://www.taek.gov.tr/bilgi-kosesi/nukleer-enerji-ve-reaktorler/
http://science.howstuffworks.com/nuclear-power.htm
Bilim Tarihinde Bu Ay ve Güncel Olaylar