Martı Ocak 2015 - Robert College

Transkript

Martı Ocak 2015 - Robert College
bosphoruschronicle
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle January 2015 issue. /
Bosphorus Chronicle’ın Ocak 2015 ekidir.
Yayın Adı
Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer - T.C.
Sorumlu Öğretmen
Özgül Akgül Cinkara
Editörler
Yasemin Kirişçioğlu
A. Ferhat Karademir
Tasarım ve Sayfa Düzeni
Tulya Elif Bekişoğlu
Kapak Tasarımı
Tulya Elif Bekişoğlu
Fotoğraflar
Tulya Elif Bekişoğlu
Yazarlar
Erce Erez
Elif Gökben Keser
Yasemin Kirişçioğlu
A. Ferhat Karademir
Emre Manavoğlu
Rojin İdil Erdoğdu
Doğa Taşpınar
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy/İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Yayının Türü
Yerel, Süreli
Yayının Dili
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (0212) 629 05 59-60
Basım Yılı
Ocak 2015
2
3
4
5
iler: kay
k
e
d
u
l
n
i
ğ
O
o
l
7
İç
, Pırı re Manav rhan
r
e
l
z
8
Gö
lu
, Em , İlayda O
ğ
r
o
u
i
ç
m
ş
e
8
Yağ
Kiri
ürkiy şpınar
n
i
T
ı
m
s
e
a
a
s
r
T
a
u
Y
9
B
Doğa nuşmak,
,
r
a
l
10
An
le Ko nalı
u
l
r
e
ğ
l
o
e
r
i
g
e
ç
11
Göl
nci A kben Kes in Kiriş
İ
,
k
a
m
11
Tuts , E lif Gö ar, Yase lu
h
k
ğ
13
Çocu yin Sonba Kirişçio zer
n
e
i
l
Ö
t
e
r
m
a
Gec
Yase , E. Pına ğlu
Ferh
,
.
e
A
y
i
,
n
ı
14
Ne D ve Güve Manavo Bunalım
e
u
15
Kork şağı, Emr e: Kimlik
n
u
i
r
k
e
k
z
16
Gö
lik Ü
m
i
n
17
Ano emir
imse
K
ç
i
d
H
18
Kara
, Bay n
a
y
a
o
m
.
19
?, ..
Yaşa an Lenn
m
û
y
k
a
19
Mah orum, B oooo!, …
y
d
20
Düşü -Ka Mon ç Kimse
i
a
H
K
…
y
21
Ka
e, Ba lu Sonlar,
t
ş
i
m
t
22
Geç
iş Mu
m
z
e
ı
u
22
Bitm Saat, ...
Bir K k Yavrus
e
n
i
s
e
r
e
d
l
a
l
r
y
23
Ça
şk, Ö Çirkin Ö
A
i
k
24
San ıyorum, Âdem
ı
l
m
25
Tanı z, Adana
ba
a
b
ö
a
S
r
ş
a
n
27
Bo
vizyo Zeynep K avoğlu
r
e
l
ö
e
g
T
n
28
…,
usu,
Man ğmur Gü eser
r
e
u
r
v
ş
m
28
İş Ba Kâğıt, E z Şair, Ya ökben K
G
ı
f
m
n
i
l
e
l
l
E
Ya
29
Ka
daki bildiğine, cabaş
m
ı
t
31
Rıh lük Ala
k Ko
a
r
u
r
B
33
Özgü î, Onur
n
a
m
ı
35
Ke
Anal z
i
c
n
İ
e
…,
ce Er Eren
ztürk
r
Ö
E
,
r
e
Önc ınarnaz k, Yağmu u
P
d
o
Öcü, nin En Ç dil Erdoğ
İ
e
Ben S uz, Rojin
ts
Umu
EDİTÖRDEN
Kış aylarında vapur yolculukları biraz farklı olur. İnce belli İstanbul Boğazı’na sis çökmüştür, tek
tük birkaç martı gezinir. O çığlık çığlığa uçuşmalardan, coşkulu çırpınışlardan geriye kalan, su
yüzünde zarif dalgalanmalardır. İnce belli çay bardakları, ellerimizi olabildiğince soğuk havadan
ısıtırken seyre dalarız şu birkaç martıyı. Sanki onlar da bizim kadar düşüncelidirler, soğuk bir
İstanbul sabahında olduğumuz yerde salınırız beraberce.
Koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın, sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar
ve bir sac mangalın küllerinde
uyanır uykudan büyük İstanbul’um.
Nâzım Hikmet, “Dörtlük”
Kederli değil kararsız, belirsiz bir hava var. Vapurun kalkacağı bile meçhul. Sisin ve soğuk havanın
yarattığı bir bilinmezlik, İstanbul’u işgal etmiş. Sanki sisin ortasından, karanlık bir anonim belirecek ve bize gerçekleri fısıldayıp yok olacak, kimsenin söylemeye cesaret edemediği gerçekleri.
Korkutucu değil, meraklı, huzurlu yüzler oturuyor yanımıza. Vapur hareket ediyor; yerini şaşırmış
bir bulutsunun içerisine, anonime doğru yola çıkıyor.
Alelacele başlayan bir Robert senesiyle bu bilinmezlere doğru yola çıktı Martı ailesi. Soğuk, buğulu havalarda üşüyen elleriyle bir kaleme, sonrasında da kalıcılığa ulaştı. Kalem, kılıçtan keskindir.
Silah arkadaşım Ferhat Karademir ve sevgili Özgül Hocamız ile birlikte sadece Martı yazarlarının
değil, bütün Robert öğrencilerinin bu sisli yoldan çıkışlarına yer verdik bu sayıda.
En sonunda, vapur sisi yarınca, suyun üstünde dalgalanan martılar yeniden hareketlendiler, yeni
umutlara, yeni hayallere ve yeni yazılara kanat açtılar.
Yasemin
GÖZLER
(Antik Mısır’da Kediler ve Köpekler)
Bir köpek vardı köyümüzde
Kömür karasıydı tüyleri
Boncuk boncuk gözleri vardı
Parlayan karanlıkta
Köleydi babam, piramitte işçi
Köyümüzdeki tüm erkekler gibi
Aldı baltaya eline, öldürdü zavallı köpeği
İyyk sesini çıkarmasına fırsat bırakmadan
Köpekler pistir, dedi
Bir kedi vardı köyümüzde
Kum sarısıydı tüyleri
Çekik badem gözleri vardı
Parlayan karanlıkta
Fakir bir aileydik
Karnımızı doyuracak paramız yoktu
O gün bir kap etimiz olmuştu
Verdi annem ona yemeğimizi
Kediler kutsaldır, dedi
Baktım durdum o günden sonra
Bir o kediye, bir de köpek leşine
İkisinin birbirinden güzel gözlerine
Neden birinin gözleriydi ölü bakan,
Anlamadım
2
Pırıl Okay
Emre Manavoğlu
YAĞMUR
gökyüzünde yüzlerce intihara
kalkışan yağmur damlası.
ellerim, ayaklarım sırılsıklam.
sol elimde bir şapka,
saçlarıma düşüyor damlalar
ama şapkamı giymiyorum.
çünkü
şu sıralar ıslanmayı,
fazlasıyla hak ediyorum.
3
BURASI TÜRKİYE
İlayda Orhan
Eleştirmeye gelince çok başarılıyızdır biz Türkler. Ülkeyi, ülkeyi yönetenleri, yasaları,
toplumu, kısacası gözle görülebilir her şeyi eleştirmeye, sistemin kusurlarını göstermeye çok
eğilimliyiz. Maalesef konu bu kusurları düzeltmeye gelince sınıfta kalıyoruz. Eleştirmeye
doyamadığımız şeyleri “Burası Türkiye” gibi her şeyi açıkladığını düşündüğümüz ancak hiçbir
şeyi kanıtlamayan bir cümleyle başımızdan savıyoruz. Bizler, kendimizi, sorunu görüp bu
doğrultuda adım atmaya yetersiz hissediyoruz; kendimize güvenmiyoruz. Bizim, yokluğundan
yakındığımız insan hakları ve özgürlüğün sembolü olan Amerika’dan farkımız da bu işte:
ortalama bir Amerikan vatandaşı bile “Ben değişimim” derken çok daha yüksek seviyedeki bir
Türk vatandaşının dediği tek şey “Burası Türkiye.”
Peki, kendimize olan güvenimizin eksikliğinin asıl sebebi ne? Öncelikle ülkemize
güvenmiyoruz çünkü asla hayallerimizi süsleyen bir ülke statüsüne yükselebileceğine inanmıyoruz. Ülkemizi yönetenlere güvenmiyoruz –buna rağmen sesimizi yükseltmiyoruz. Polisimize, doktorumuza, avukatımıza güvenmiyoruz: hepsi kendi çıkarları doğrultusunda hareket
etmeye alışmış, onları bunun için suçlamak ne kadar doğru olur, emin değilim. Toplumumuza
güvenmiyoruz. İkiye bölmüşüz insanlarımızı: bizimle aynı düşünceyi, ideolojiyi savunan ve
savunmayanlar. İki tarafın âlimleri de karşı tarafın umutsuz vaka olduğuna inanıyor, karşı
tarafa laf anlatmaya yeltenmiyor; karşı tarafın anlayacağına güvenmiyor.
Sesimizi yükseltmiyoruz. Neden? Çünkü bağırsak da sesimizin çıkacağına güvenmiyo
ruz. Hoşumuza gitmeyen davranışlar sergileyen insanlarla beraber yaşamaya alışmışız,
onları kendimizden olabildiğince uzağa itmektense daha da yakınımıza çekiyoruz. Sürekli
bizim ne kadar yetersiz olduğumuzu yüzümüze vuran insanlarla zaman geçirmek bir hobi
olmuş, kendimizi bu sebeple kötü hissetmekse bir yükümlülük… Soruyorum size, günümüz
Türkiye’sinde hangimizin psikolojik sağlığı yerinde? Hangimiz yaşadığı hayatı hiç değişiklik
yapma ihtiyacı hissetmeksizin seviyor? Yine de çevremizdekilerin bizden daha iyi koşullarda
yaşadığı varsayımında bulunmaya alışmışız. Bizi özgürlüğe, mutluluğa ulaşmaktan alıkoyan
güvensizlik sarmaşığını hiç durmadan besliyoruz, büyütüyoruz. Sonra, bizden geriye kalan
tek şey kurumuş bir ağaç gövdesi ve çevresine âdeta bir kafes gibi yerleşmiş güçlü bir sarmaşık
oluyor.
Çevrenizde, kendinizi kaptırabileceğiniz bu kadar çok güvensizlik varken soruyorum:
kendinize ne kadar güveniyorsunuz? Tüm bu sesleri susturup nasıl kendi sesinizi duyurabilirsiniz? Bu güvensizlikler çözülmedikçe, bu ön yargılar yıkılmadıkça ve insanlar kendi değerle
rini anlamadıkça çevremizde gerçekleşen ve bizi hasta edebilecek derecede iğrendiren sorunlara verebileceğimiz tek cevap “Burası Türkiye” olarak kalmaya devam edecek.
4
ANLAR
Doğa Taşpınar
Tam şu anda gökyüzünün derinliklerinde bir yerde, bir yıldız daha kaydı usulca. Sonsuz karanlığın içinde küçücük bir umut ışığı… Gözlerini kapa ve bir dilek tut!
Seni hayallerine ulaşmaktan alıkoyan ne? Bugün o büyük dileğini yaşayamama
sebebin? Hayat anlardan ibarettir.
Bugünlerde kalbinin sesini dinlemek oldukça zor. Trafiğin gürültüsü, hiç kapanmayan
televizyonun sesi derken kendini dinlemeye zaman kalmıyor. Belki de korkuyor insan, kim
bilir? Duyabileceği şeyler ürkütüyor onu, incinmektense görmemezlikten gelmeyi tercih
ediyor. Sanki bütün insanlık olarak yolumuzu kaybettik. Bozuk pusulalara bakıp yol alıyoruz.
Değerlerimizi şaşırdık, en gerçek amaçlarımızı unuttuk. “Bir amaca bağlanmayan ruh yolunu
kaybeder, çünkü her yerde olmak hiçbir yerde olmamaktır.” der Montaigne. Açgözlülüğümüz
uğruna en büyüğüne, en pahalısına, en çok arzu edilenine ulaşmak için ezdiğimiz kır çiçekleri
nin farkında değiliz. Oysaki tek yapmamız gereken pencereyi açıp derin bir nefes almak.
Ama öylesine alışkanlıktan alınan bir nefes değil. Aldığınız nefesin size nasıl hayat verdiğini
hissetmeniz lazım, oksijenin bütün vücudunuzda dolaştığını hissedin ve bütün organlarınızın
devamlı yaptığı gibi aldığınız nefesle yenilenin. Sonra da çıkın dışarı, ayaklarınız parçalanana,
nefessiz kalıp yorgunluktan yere yığılana kadar dans edin. Çok geç olmadan dans edin!
ANLAR
Eğer yeniden başlayabilseydim hayata,
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz,
Sırt üstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar.
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım.
Elbette mutlu anlarım oldu ama,
Yeniden başlayabilseydim eğer
Yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem, yaşam budur zaten:
Anlar, sadece anlar…
Siz de an’ı yaşayın
Eğer yeniden başlayabilseydim
İlkbaharda ayakkabılarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar
Yürürdüm çıplak ayaklarla
5
Bilinmeyen yollar keşfeder,
Güneşin tadına varır, çocuklarla oynardım.
Bir şansım daha olsaydı eğer…
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum..
Ölüyorum…
Jorge Lois Borges
Benim hayattaki en büyük korkum keşkelerdir. Öyle umutsuz bir hüzün saklıdır ki
o kelimede, anlamı altında ezilirsiniz her kullandığınızda. Neden korkarız hata yapmaktan?
Neden bu “El âlem ne der” kaygısı? Başkalarının hayatlarımızı yönetmelerine izin veriyoruz.
Onların doğruları ve onların yanlışlarına göre şekillendiriyoruz hayatımızı. Siyah beyaz bir
dünyada yaşıyoruz. Kesin çizgilerimiz var. Dışarı çıkanı cezalandırıyor, şevkini kırıyor, içindeki
mavi kuşu* öldürene kadar bırakmıyoruz. Farklılıklarımızdan neden bu kadar korkuyoruz?
Yeşilin tek bir tonunda ağaç gördünüz mü hiç? Sapsarı bir gün batımı hayal edin. O kadar da
güzel gelmedi değil mi? Eskilerin bir deyişi vardır, “nevi şahsına münhasır” diye. Kendiniz
olmaktan korkmayın, farklı olmaktan korkmayın, yaşamaktan korkmayın!
Yaşamak başlı başına büyük bir sorumluluktur. Hayatın hakkını verin, hayatı hak edin!
* Charles Bukowski’nin Mavi Kuş şiirine atıfta bulunulmuştur.
6
GÖLGELERLE
KONUŞMAK
Yasemin Kirişçioğlu
Karanlıkta seçemiyorum
Yüzünün ince çizgilerini
Bir gölge gibisin
Ağır ve büyüleyici,
Beni saran bir gölge.
Güneşin aydınlığında
Güzel değilsin,
Hayallerimdeki kadar.
Eğri bir gülümsemen,
Büğrü sözlerin var.
Hayatımın sıradanlığının,
Sebepsiz ağlamalarımın,
Geçmişte kalan aklımın,
Tek çaresi
Sen misin?
Gün gelince
Sana anlatacağım
Her şeyi, hiç gözümü kaçırmadan.
Ama daha değil.
Bu daha başlangıç
7
İnci Analı
TUTSAK
Taşa saplanmış kılıç
Yorgun düşmekte süvari
Gök gürlüyor üzerinde
Ölüm yağıyor sanki
Umudu yok edercesine
Yaklaşıyor kara bulutlar
Gün ışığı tutsak olmuş
Geliyor zehir gibi yağmurlar
ÇOCUK
Elif Gökben Keser
karanlıkta yazıyorum
ışığım kalemimin ucunda
sokak sesi lambam olmuş,
gönlüm su akıtıyor.
damlamakta, sesi yankılanıyor
dinliyorum.
kafamın içinde kaybolmuş bir çocuk ağlıyor,
ağlıyorum.
beynimin duvarları yıkılıyor,
her burnunu çekişinde çocuğun,
binbir hücrem ölüyor.
şimdi karanlık,
yazıyorum.
istanbul da kötü şehir kaybolmak için be çocuk
zira ben her gün kayboluyorum
çocuk hıçkırıyor,
kahroluyorum...
8
Yasemin Kirişçioğlu
GECELEYİN SONBAHAR
r,
ağmu
y
a
d
m
Etrafı e eldiven, yüzü,
ıyor.
m
Eli d rimde gök elerini yık
Gözle uruncu lek
Vızır vızır arabalar
Kirli t
ve zaman
Bana bakıp geçerler,
Kim bilir nereye giderler?
Yalnız ve yağmurlu
rımın
Dengede duramam kaldı
ucunda
kadar
Sen de elimi tutamayacak
uzakta olunca
Düşerim bir kenara.
Arab
a
teke
Gök rlekleri
yüzü
dön
Bek
karı lentiler de koy üyor na
sıl
şs
ul
ve el
Kara ın
dive aşacaks sa,
a
nlık
nler
ta ad
çam
ımla
ura
rım,
etra
fımd
a ya
ğmu
r.
9
NE DİYE
Yasemin Kirişçioğlu
Sanki iki adım ötedeki dünyada
Yeteri kadar yokmuş gibi,
Kavuşamayan aşkları yazmış bir çift el,
Kızgınlığı, kederi yazmış.
Ölüm yazmış o eller,
Ağlatmak için.
Ayrılık yazmış o eller,
Yine ağlatmak için.
Gerisini oluruna bırakmış,
Okuruna, belki de.
Dünyaları başıma yıkmış zamanında
Bir çift düşünen el.
10
Ece Pınar Özer
KORKU VE GÜVEN
Hayatta korku ve güven karşımıza birlikte çıkar. Çevremizdeki olayları gözlemlersek
korku ve güvenin çoğunlukla iç içe olduğunu fark edebiliriz. Korkunun olduğu her anda, fark
etmesek bile güvenden de bahsedilir.
Yann Martel’in “Pi’nin Yaşamı” adlı romanında Pi adlı karakter bir filikada Richard
Parker adında bir kaplanla baş başa kalır. Pi, kaplandan çok korkmaktadır. Bu korkusu
yüzünden de bir sal inşa edip orada yaşamaya başlar. Filikaya sadece gerekli olduğunda çıkarak
aylarını geçirir. Bir fırtına sonucunda salını kaybedince belki de hayattaki en büyük korkularından biri olan Richard Parker ile beraber yaşamaya başlar. Kaplanı zamanla eğitmesine
rağmen hâlâ ondan ölesiye korkmaktadır. Günler geçtikçe aslında Richard Parker’a güvendiği
gerçeği açığa çıkar. Kaplanın yaşamasına, onun arkadaşı olmasına ihtiyacı vardır. Kitapta da
bahsettiği gibi eğer kaplan ölürse kendisinin de öleceğine inanmaktadır. Kaplanın yaşaması
ona hayatta kalmak için ihtiyacı olan özgüveni verir, Tanrı’ya olan güvenini artırır. Böylece
Pi, hayatta kalacağına dair bir umuda sahip olur. Kitap boyunca ise belki de Richard Parker
sayesinde bütün zorlukları aşarak hayatta kalır.
Hayatta da bu durum aynıdır; Tanrı figüründen hem korkup hem de zor zamanlarımızda ona güvenmek gibi. Bu güven her zaman korkumuzla aynı kaynağa sahip olmak
zorunda değildir. Kabuslardan korktuğumuzda rüyalara, hırsızlardan korktuğumuzda ise babamıza güveniriz. Korkuyla başa çıkabilmek için güvene ihtiyaç duyarız. Bu güveni bulduğumuzda korkumuz kaybolmaz. Sadece bu korkuyla başa çıkabilmek için bir yol arkadaşı bulmuş
oluruz. Böylece yalnız olmadığımızı biliriz ve bu da bize güç verir.
Emre Manavoğlu
GÖKKUŞAĞI
hüzünlüyken,
yazabildiğin kadar şiir yaz
dedi gökkuşağı.
“çünkü eninde sonunda
yağmur dinecek,
ben gökyüzünde yürümeye başlayacağım
ve sen
şiirleri
yeniden aptalca bulacaksın’’
11
ANONİM
ANONİMLİK ÜZERİNE:
Editör (Ferhat Karademir)
KİMLİK BUNALIMI
“eldivenle tutuyorum kalemi ruh izi kalmıyor”
İnsanların kimliklerini belirtmek istememeleri ilk bakışta kolaylıkla anlaşılabilecek bir konu gibi
gelir.
“Yazdıklarından ya da düşündüklerinden utanmak” gelir akla ilk önce, sanki tüm maskeliler olası
suçlularmış gibi.
Bir mahlas seçmek, çoğu kişi tarafından kendini kimliğinden soyutlamanın ilk adımı olarak görülse
de işin aslı tam tersidir. Bir takma isim adı altında yazan kişi kendisine alternatif, tertemiz, genellikle de daha cesur bir kimlik oluşturur. Yazarımız ilk başta kendisinden uzak tutmaya çalıştığı bu
kimlikte, zaman içinde tavizler verecek ve gittikçe bu kimliği de kendisine benzetecektir. Bir diğer
alternatif ise oluşturduğu kimliğe fazlaca bağlanan yazarın bu kimliğe uyum sağlamasıdır. Her iki
durumda da, oluşturduğu kimliklerin, tıpkı asıl kimliği gibi birtakım görüşler ve etiketlerle kirlendiğini gören yazar bir başka ikilemle karşılaşacaktır: acaba yeni bir “kimlik” ile yeni bir sayfa mı
açmalıdır, yoksa ikinci kimliğinin insanlarda uyandırdığı izlenimle tatmin olup bu şekilde mi devam
etmelidir?
Peki ya bir yazarın tamamen anonim kalması mümkün müdür? Türkiye’de pek ilgi görmese de,
birçok dergi tamamen anonim olarak gönderilen yazıları yayımlamaktadır (maalesef ki Martı
bunlardan biri değil) hatta yalnızca anonim eserleri yayımlayan edebi dergiler dahi var. Özellikle
internet ortamında anonim kalmak çok daha kolaydır. Fazla ilgi çekmemeleri de, yukarıda sayılanlara rağmen, bir mahlas kullanmanın tamamen anonim kalmaktan çok daha avantajlı olmasıyla
açıklanabilir. Eserlerin üzerinde mutlak bir hak iddia edemeyecek olmak, anonim kalmanın en
korkutucu yanıdır. Yazarla yazı arasında somut bir bağ olmaması, yazıyı başkalarının sahiplenmesine de yol açabilir. Edebiyat çevreleri ise eserleri tamamen kimliksiz, âdeta haymatlos bırakan bir
yazarı “evladını reddetmek”le suçlayacaktır. Tamamen anonim olan yazarın eski yazılarıyla herhangi
bir karşılaştırma yahut Okuyucu içinse, altında bir imza bulunmayan bir yazıya daha az ön yargı ile
yaklaşılacak olması ise, yazar enflasyonu olan ülkemizde bir dezavantaj olacaktır. Tamamen anonim
kalmaya çalışmak, aslen bir yazar için pek de hayırlı olmayacaktır.
Kendi kimliğini gizleyerek daha özgür yazabilmek isteyen yazarların çoğu, bir takma isim kullanmayı seçer ve daha sonra gerçek kimliğini açıklar. İlginç bir şekilde, kimlikleri açıklandıktan sonra
bile bu yazarlarımız mahlaslarıyla bilinmeye devam ederler. Derman İskender Över ya da Onur Ünlü’yü edebiyat meraklıları dışında tanıyan yokken küçük İskender yahut Ah Muhsin Ünlü’yü çoğu
kişi tanımaktadır.
Bir ufak notla bitirmek istiyorum yazımı: Martı temamızı anonim olarak belirlemiş olsak dahi tamamen anonim olunabilecek bir dergi olmadığını söylemiştim. Bu bilgiyi paylaşmak yazımın anonim
kalmasını engelliyor olsa da gönderilen bazı yazıları, yazarın gerçek kimliğini vermeyi reddetmesi
üzerine kabul edemedik. Bir editör olarak beni üzmüş olsa da, Martı bir okul gazetesi olduğundan
yönetimin kurallarına uymak zorundaydık. Anonimlik üzerine değinmem gereken son konu da
buydu, yazıların kendisi, yalnız yazı tarzıyla değil içerikleriyle de yazarın peşinden geliyor olabilir.
Eldiven takmış olsak da yazılarımızı yazarken maskemizi aramak zorunda kalıyoruz.
13
?
kalktım, günün adını bilmiyorum.
salıymış, pazarmış… ne fark eder?
bırakayım isimsiz kalsın günün doğuşu,
batışı.
bebeğe isim verilmese de gülmez mi bebek?
ya da martıya martı demesek yine uçmaz mı?
sevgilinin adı sevgili olmasa,
sanki farklı mı kokacak?
14
...
Bay Hiç Kimse
MAHKÛM YAŞAMAYA
Yapraklar döküldü yine
Yaşlar gözlerden değil de kalplerden dökülürken
Vicdan ömre hasret bavulunu toplarken
Giderken sevdiklerini yanına almadan
Yapraklar sarardı yine
Güçsüz, umutsuz, ayrılmaya yüz tutmuş
Sevdikleri onu tutamaz oldu
Onun ise gücü kalmadı kalbinde acılarıyla taşımak için onları
Yemyeşilken güçlüyken şu yapraklar
Usandı hayattan, parçası olmaktan şu bataklığın
Bazısı ondan ayrılmış yalnız başına kalmış, hâlâ destek beklerken
Kendi acısını kendi yaratmış, var olmak adına kendini yok etmiş bilmeden
Daha gençken, güzel ve narinken büyümüş saf suyla
Amaçları uğruna peşinden koşmuş umutlarının
Amacının en büyük hatası olduğunu bilmeden, gitmiş arkasından
Kendini suyla kandırmış, fazla suyun onu boğacağını anlamadan
Daha küçükmüş, safmış
Büyütmüşler onu da suyla, bakmışlar ki daha çok istemiş
Daha çok vermişler o zaman
Zaman geçmiş kimse değişmemiş
Küçük bir filiz erişmiş gözüne, hoyratça saçılan su damlasıyla yeşeren
Herkes mutlu, huzurlu beklerken onu
Sormuş ilk sorusunu, neden yaşadığını, neden var olduğunu
Bakakalmış yaşlı gözler, düşünce donmuş, an yavaşlamış
Hayat yaşanmış, herkes umutlarının peşinde
Yaşlı gözler arkada yaşlanmaya mahkûm
Anlamını soranlar ise yok olmaya
Sorular ise hep var olmaya
İnsan ise anlamını bilmeden yaşamaya
Mahkûm kalakalmış…
15
DÜŞÜYORUM
Bayan Lennon
Düşüyorum
Döne döne
Savrula savrula
veya hızla
yere doğru ilerliyorum
yerçekimine yeniliyorum
ben bir yaprağım
senden kopmuş
yere düşen bir yaprak
yalnız
bir o kadar da diğerleri gibi
değiştim
başladığımdaki gibi değilim
ve sen de değilsin
artık daha çıplaksın
her şey ortada
artık sarmıyorum dallarını
vücudunu
biraz soğuk gelebilir
biraz garip
ve yalnız
alışırsın, zaman geçer
yeniden sarılırsın
ama ben saramam
saramam ama
sen fark etmesen bile
toprak olup karışırım
sana
16
...
Ka-Ka-Ka Mondooooo!
40 yaşında olduğunu ilk o merdivenlerde idrak ettin, bilincine ilk o an yerleşti. Kadıköy'deki arkada
şının evinden dönüyordun. Senin için verilen sürpriz doğum günü partisinden... Birkaç godoman
meslektaşın, bazılarının süslü eşleri, dört bir yana saçılmış konfetiler ve bir rakı masasından oluşan
doğum günü partisi... Sembolik olarak küçük bir pasta koyduklarında önüne, pastada yalnızlığıyla
eriyen o tek mumu görüp anlamalıydın aslında. Pastadaki mum sayısı yaşın kadar değilse yaşlısındır.
Ama sen dikkat etmedin. Bir an önce o ortamdan kaçabilme yollarını düşünüyordun çünkü. Sonunda "son vapura yetişme bahanesi" binlerce insan gibi senin de işine yaradı. Ev sahibinin "Bu gece
burada kal, ne olacak sanki?" diye yaptığı bütün ısrarlara rağmen "Yarın iş var güç var, başka zamana
artık Erol’cuğum!" diyerek sıyrılmayı başardın. Kurnazlığınla övünebilecek bir adam kesinlikle olma
dığın için (hem kurnaz değildin hem de kendinle övünmek tıynetinde yoktu) bu sivri zekâ ürünü
bahanenle de hiç övünmedin.
Bir yandan da gerçekten son vapura yetişmen gerekiyordu. Koştur koştur gittin, kalkmasına 3 dakika
kala yetişmeyi de başardın. Mart akşamı olduğu için hava henüz serindi, dışarda oturdun. Bir de çay
istedin, o saatlerce beklemiş çayı yudumlarken acılığına küfürler savurup durdun.
Yirmi dakika süren deniz sefan bittiğinde yürümeye karar verdin İstiklal'e kadar. Medeniyetin biricik
temsilcilerinden tüneli kullanmak yerine tırmanacaktın tepeye kadar. Yavaştan nefesin daralmaya
başladı, bacakların da sızlamaya. Karşında duruyordu Kamondo Merdivenleri, en az otuz basamak!
Bir an binaların arasından yavaş yavaş çıkmaya niyet ettin, ama ayakların bırakmadı. Merdivenlere doğru götürdü seni. Avusturya Lisesi'nden mezun herkesin o merdivenlerde çok özel bir anısı
muhakkak vardır, senin de vardı. Henüz taze bir liseliyken, bu merdivenlerde, tam okul çıkışında
ilk öpücüğünü almıştın sevdiğin kızdan. Aşk karşılıklı olunca nasıl da mutluluğa dönüşüyor, ilk o
merdivenlerde anlamıştın.
Tam yarısını çıkmıştın ki dizlerinin bağı çözüldü. Çöktün kaldın orada. Kim bilir o kız ne yapıyordu
şimdi? Evli miydi? Çocukları olmuş muydu? Muhtemelen evet...
İşte, tam o merak dolu çöküş anında anladın 40 yaşında olduğunu. 40 yaşında normal bir insanın ne
kadar da düzenli bir hayatı olmalıydı hâlbuki... Bir eşi, biri oğlan biri kız iki evladı, fena olmayan bir
işi, emeklilik hayalleri, kızın nişan masrafları... Bütün bunlar olmalıydı hayatında, ama yoktu hiçbiri. 40 yaşındaydın, ama yoktu hiçbiri! Onun yerine, sen, Kamondo Merdivenleri'ne yaşın getirdiği
yorgunlukla çökmüş, ağzı rakı kokan ve geleceğe dair tek planı kendini yatağa atıp sonsuza kadar
uyumak olan bir adamdın. Değişmezdi bu.
"40'a merdiven dayadım işte!" deyip sarhoşluğunun getirdiği hafif tatlılıkla güldün sessiz sessiz. Ah,
zalim basamaklar! Bir bitemediniz! Bitemediniz ki kurtulayım!
17
GEÇMİŞTE
Bay Hiç Kimse
Rüzgâr eser de çiçekler içini dökerler ya havaya
Temiz hava yayılırken semaya,
Gecenin bir vakti bakarsın,
Güneş geçmiş kafana
Adını koyamazsın bu duygunun
Dokunamaz, yaklaşamazsın
Çaresi olmayan bir hastalığa yakalanmışçasına
Beklersin uzunca, usulca
Yıldızları zaman zannedersin
Beklersin hâlâ
Sen yıldızlar hareket ediyor diye düşünürken başın döner
Düşersin boşluğa
Bakarsın çevrene, kimse kalmamış
Yalnız başına çıkarsın bir yolculuğa
Diğer tarafta kim bekler seni, düşünceli
Geçersin hasretin yolundan
Hasret ki dargındır sana
Yalnızlığın sensiz daha yalnız
Yaşam ise çok daha cansız
Sen ilerledikçe bu uzun yolda
Sonunda
Her şey netleşir bir anda
Dersin
Âşık olmuştum
Galiba
18
BİTMEMİŞ MUTLU SONLAR
...
Artık yazı yazmıyorum.
Yazdığım tek konu ise neden yazmadığım. Bir daha yazıyorum işte. Yalnızca bir iç hesaplaşmanın kâğıda dökülmesi aslında, yahut da bir deli sayıklaması. Yanımda yahut hayalimde
değilken bu konuyu tartışmamda bir sakınca yok. Hoş, zaten ona söylemediğim hiçbir sözün
kıymeti yok. Yanlış anlaşılmasın, bir sevgi peygamberliği iddiasında değilim, “aşkı buldum ve
hayatın anlamını keşfettim, bunu siz âciz insanlarla paylaşacağım” hâletiruhiyesinde değilim.
Naçizane, kendime masumiyetimi ispatlamaktan ve kendimden bağışlanma dilenmek dışında
bir amacım yok. Düşünün, hangi yazar tamamlamıştır kendi aşk hikâyesini? Neden anlamak
la zaman kaybetsin, anlatılacak yeni şeyler yaşarken; neden rüya kursun, rüyaları gerçek olmuşken?
Edebiyat ayrılıktır, edebiyat hüzne odaklanmıştır. Kurguların ve şiirlerin özü, çekilen acıyı paylaşmak ya da yeni bir acı ile gerçek hayattan uzaklaştırmak olmalıdır. Acı çekmeyen bir edebiyatçı olmak mümkün müdür ya da hüzünden bağımsız bir eser bırakılabilir mi? Bilmiyorum.
Artık düşünmemeyi seçiyorum.
Edebiyatın boyunduruğundan çıkmayı seçiyorum, nihayetinde mutlu bir insan olarak. Kurgulamak yerine düşünmeyi, yazmak yerine yaşamayı seçiyorum.
Yaşamak değil mi aslolan, yazmak onun yalnız gölgesi?
ÇALAR SAAT
çalar saat,
saat çalar uykumdan.
ve beni kaldırımlara verir.
19
...
SANKİ AŞK
Öylesine Bir Kız
Güzel olabilirsin,
Olabildiğine güzel.
Büyüleyebilirsin beni,
Bir tek bakışınla.
Fırlatabilirsin beni başka diyarlara
Birkaç sözcük mırıldanırken.
Daima rüyalarımın kahramanı,
Mutluluğumun sırrısın.
Ama kapının ardında bekleyen
Başkaları var, ikimiz için de.
Sarsıyorlar hayallerimizi,
Dört bir yandan.
Tutunacak yer yoksa
Gel, elimi tut.
20
TANIMIYORUM
Çirkin Ördek Yavrusu
Onu daha tanımıyorum.
Son günlerde bu cümleyi kendi kendime kaç kere
tekrarladım acaba? “Onu tanımıyorum, ondan
hoşlanamam, onu sevemem, ona bağlanamam.”
Ne kadar söylersem söyleyeyim, gün geçtikçe
daha çok alışıyorum ona, bağlanıyorum ve en
kötüsü: bunu durduramıyorum.
Ona her baktığımda, her göz göze gelişimde bir
şeyler hissediyorum. Her ne kadar inkâr etmek
istesem de hissediyorum işte!
Durup dururken görmek istiyorum; sesini duymak, gülüşünü izlemek... Tabii ki bunları onun
haberi olmadan yapıyorum, onu uzaktan izliyorum. Elimden başka bir şey gelmiyor, yanına
gidemiyorum çünkü tanımıyorum.
Onu her gördüğümde keşke diyorum; keşke
beni tanısa, keşke ona karşı hissettiklerimi bilse.
“Belki o da sever!” diye düşünmekten alamıyorum
kendimi. Sonra gerçeğe dönüyorum ve ona tekrar
bakıyorum. “Onun gibi birinin benimle ne işi olur
ki!” diyorum ve ondan uzaklaşıyorum, yürümeye devam ediyorum. Bunların aksine, bu saçma
düşüncelerim beni ondan uzaklaştırmak yerine
beni ona daha çok bağlıyor.
Adını her duyduğumda, onu her gördüğümde
veya her düşündüğümde oluyor bu fakat ben
bunu dile getirmeye korkuyorum. Dile getirdiğim
zaman gerçekleşeceğinden korkuyorum ama belli
ki çoktan gerçekleşmiş.
Nerden mi biliyorum bunu?
Gün geçtikçe umudum azalması gerekirken
artıyor. Düşüncelerim ve hayallerim arttırıyor
umudumu. Artmaması gerektiğini söylüyor
herkes, ben de biliyorum bunu ama olmuyor.
Kurtulamıyorum o umuttan. Bırak kurtulmayı,
her gün arttığını hissediyorum. Buna bile bile göz
yummak acı veriyor, asla olamayacak bir şey için
umudum gün geçtikçe artıyor ve ben buna engel
olamıyorum.
Neden peki?
Çok sevdiğim için mi? Çok bağlandığım için mi?
Takıntı haline getirdiğim için mi?
İnanın bana, hiçbir fikrim yok.
Bildiğim tek şey ona karşı boş olmadığım. Bu da
bizi en önemli sorumuzla baş başa bırakıyor. Bir
insan tanımadığı birinden hoşlanabilir mi? Bu
soruya “evet” cevabını veren de “hayır” cevabını
veren de var. İki tarafın da mantıklı açıklamaları var ama bu konuda; son karar bana kalıyor.
Ben, sanırım kararımı “evet” olarak verdim.
Hissettiğim ve düşündüğüm her şey bu kararımı
destekliyor üstelik. Bu kararıma rağmen aklımda
o kadar çok soru işareti var ki...
Ne yapacağımı bilmiyorum.
Umudumdan, hayallerimden ve hissettik
lerimden kurtulmaya çalıştıkça onların içinde
boğuluyorum. Tıpkı bir bataklık gibi.
Çabaladıkça batıyorum, uğraştıkça daha çok
bağlanıyorum ona.
Belki de kurtulmak istemiyorumdur.
Kurtulmam gerektiği söylendiği için kendimi
buna şartlıyorumdur.
Onu gördüğümde, sesini duyduğumda, gülüşünü
izlediğimde veya yanından her geçtiğimde mutlu
oluyorum; kalp atışlarım hızlanıyor, nefes alıp
verişlerim düzensizleşiyor, midem olduğu yerde
takla atıyor. Beni bu hale getiren birinden nasıl
vazgeçebilirim ki?
Daha tanımadığım birine karşı hissettiklerim
bunlarsa tanışsam neler olur kim bilir...
Bırakmam gerektiğini, umudumu kesmem gerektiğini biliyorum ama beni böyle mutlu ederken,
ona karşı böyle şeyler hissederken bırakamayacağımı biliyorum. Ona alıştım artık.
Belki de bu bir takıntı ama bir şeyler hissettiğime
eminim.
Onu göremeden geçirdiğim tatillerde ya da hafta
sonlarında onu ölesiye özlüyorum. Ben ona bu
kadar bağlanmışken onun beni tanımaması, hatta
farkıma bile varmaması ne kadar ironik değil mi?
Buna rağmen benim ona karşı böyle şeyler hissetmem daha da garip, ama olsun! Ben onu böyle de
severim...
21
BOŞ SÖZ
Adanalı Âdem
Çamurlu çayırlarda çalışırdık
Ve çekmedik kimseden,
Çaysızlıktan çektiğimiz kadar.
(Sallama çay; çay değildir.)
Paçalarımız pis, paltolar yırtık pırtık,
Pervasızca pataklanmıştık o gün,
Ve peteklenmiştik,
(Bal; adaçayıyla ne gider)
Hani hangi Allahsızın haysiyeti
Habil'in katilininkinden iyiydi ki
Hepimizin hevesi
(Havada kuş hesabı,
bizden alınmıştı,
hatırlanmıştı.)
...
Televizyon
Bilmiyorum niyeydi ilgim
Çünkü öyle güzel falan değildin
Belki bir uçurtma gibiydin,
İzlemesi çocukluğun yorgun akşamları gibi keyifli
Belki bir kır çiçeğiydin, asabi,
Belki Polat Alemdar'ı andırıyordun,
Ya da ben henüz küçükken
Araba kazasında ölen o teyzemi.
Bilmiyorum niyeydi ilgim
Halen de bilemiyorum.
Ama seni her gün izledim
Halen de izliyorum.
22
Zeynep Karababa
İŞ BAŞVURUSU - YÜKSEK
DOZ AŞK
-Hobi olarak neler yaparsınız?
-Âşık olurum, yani bu aralar çok sık olduğumu söyleyemem ama her hafta sonu muhakkak.
Biliyor musunuz, üniversitedeyken her okul çıkışı âşık olurdum. Ama şimdi işler güçler derken anca cumartesi, pazar. Yine de bütün haftanın stresini atmama yetiyor bu iki aşk. Ne
oldu, şaşırdınız biraz? Ee tabii, bu kel, koca burunlu adam nasıl her zaman âşık olacak bir
kadın buluyor diye merak ediyor olabilirsiniz. Haklısınız. Ama kaçırdığınız bir nokta var.
Ben hep kadınlara âşık olurum demedim. Yani, kadınlara da âşık olurum, kadınlar çok güzel
yaratıklardır. Mesela siz, evet çok güzelsiniz. Bu hafta sonu size âşık olabilirim, eğer sakıncası yoksa. Neyse, kısacası ben her şeye âşık olabilirim. Evden hiç çıkmak istemediğim günler
oluyor bazen, evdeki eşyalara âşık oluyorum. Mutfak robotu mesela. Yarabbim o ne güzel şey
öyle! Çok yararlı, üstüne üstlük bir de indirimden almıştım ben onu. Hah, bir de yeni aldığım
çerçeve içindeki yakışıklı adam resmi. Adamın bir çiçek tutuşu var, anlatamam. Şahane! Kıyamadım çerçevenin içinden çıkarmaya. Zaten çıkarsam da koyacak fotoğrafım yok. Neyse. Hatta
bazı günler, o kadar yorgun ve halsiz oluyorum ki yokluğa âşık oluyorum. Hayatımızdaki o
görünmez ama içine her şeyi çeken kara deliğe... Korkutucu ama bir o kadar da çekici. Yani
gördüğünüz gibi her şeyi çok seviyorum, hanfendi. İşte, bugün dükkânınızın önünden geçerken “Bizimle çalışmak ister misiniz?” tabelasını gördüm. Dedim neden bu aşkımı yaymıyorum,
herkesle paylaşmıyorum. Hemen başvurdum zaten bildiğiniz üzere. A-ah? Ne o? Korktunuz
sanırım, bakışlarınızdan belli. Korkmayın, ısırmam...
Ama aşk ısırır.
-Teşekkürler, biz size geri döneceğiz.
23
KALEM KÂĞIT
küçü
k
çocuk
okuy
abils
in diy
e.
ı,
tasın batırıp
l
o
an
ya
kçıd iken su
ı
l
de.
a
b
m
r
i
i
.
r
a
b
m
e
r
l
alsa rımda ulutla özcük ımı,
ı
r
b
s
kald azsam kuşlar azdıkla
y
y
şiir t çırpsa ötürse
a
g
kan âr alıp
rüzg
24
Emre Manavoğlu
Yağmur Güngör
RIHTIMDAKİ YALNIZ
ŞAİRİN DENİZE AŞKI
Sen deniz ol ben gemi
Açılmak isterim
Dalgalara kafa tutan
Sevgiyi keşfetmek isteyen
Bembeyaz saf bir gemi gibi
Açılmak isterim sana
Sen deniz ol ben martı
Özgürce uçmak isterim sana
Uçsuz bucaksız sevgini seyretmek
Dalgalarını tenimde hissetmek isterim
Aslında simit değil, seni beklediğimden hep
Bilemez ki vapur yolcuları
Sen deniz ol ben çakıl taşları
Ürkektir hâkî renklerim derinliklerine açılmaya
Seni sende yaşamak isterim ama
Kıyıda buluşalım kızgın dalgalarında
Tutamam ellerinden açıklara
Sen deniz ol ben güneş
Öyle karşılıksızdır ki sana olan aşkım
Çektiğim tüm acıları, tüm yaralarımı
Ben kendimi bile unuturum
Yeter ki parıldasın gözlerin, ısınsın içi
Sonsuza dek sürsün gün batımı
Sen deniz ol ben rıhtım
Sarhoş âşıklar seninle dertleşirler
Gemiler yolcularını seninle bekler
Ama hepsi bir gün gider, ya ben?
Beyazdan siyaha küçük umutlarımla
Hep seni dinlerim yalnızlığımda
Ama sen deniz olsan da ben balık olmam, olamam
Özgürce aşkımızı yaşarız derinliklerinde, bilirim çok hoş olur
Oysa seni seven kimler kimler var, sen bana ait olsan bile
Kıskanırım ki seni ben, elveda da diyemem asla sana
25
Sularında sevgim yüreğimde boğularak ölmeden
Oysa kadere yenik düşüp oltaya takılmak var
Bu aşk böyle bitebilir mi? Yapamam ben…
En iyisi sen deniz ol ben rıhtımdaki yalnız şair
Her dalganla, her geminle
Duygularımı dökmek isterim çakıl taşları gibi
Kalemimin mürekkebi olsun,
Balıkların çırpındığı gece mavisi berrak suların
Bitmesin hiç sayfalarımız, ıslanmasın hayallerimiz.
26
Elif Gökben Keser
ÖZGÜRLÜK
ALABİLDİĞİNE
Alabildiğine güneş,
Alabildiğine rüzgâr,
Alabildiğine mavi, özgürlük
Sırtını yakan sıcak,
Seni kendine çeken yeşilmiş,
Oltanın ucunda can çekişen balık bile,
Sana özgürlüğünü verirmiş.
Suya daldırınca kafanı,
Gözlerinin ulaşabildiği her renk özgürlük
Ufuk, özgürlük
Farkındalık özgürlükmüş
Deniz alabildiğine,
Mavinin göz bebeklerini doldurması özgürlükmüş.
Sema kadar özgürmüşüz hepimiz,
Mavi kadar, yeşil kadar
Farkında değilmişiz,
Özgürlük ciğerlerimizde,
Özgürlük gözlerimizde
Özgürmüşüz ya hepimiz,
Alabildiğine...
27
KEMANÎ
Onur Burak Kocabaş
mürekkep saçılır,
anlaşılmaz yazılanlar.
Keman bağırmaya başlar.
Her yudumda
elleri daha sıcak,
Gözleri daha parlak,
dudakları daha ıslak.
Artık çaldığı konçerto diğer sesleri bastırıyor
Uzun ince parmakları ordan oraya koşarken
Yayı da usulca süzülüyor tellerin üstünde.
şimdi yanımda oturuyor.
Viski, sigara ve sen...
Güzel bir gün.
İnci Analı
...
Sonbahar akşamları
Ağaçlar alev almış
Hepsi ateş kırmızısı
Özlem dumanı etrafı sarmış
Önümde yapraklar toplanmış
Gözümde gözyaşları…
Seni hatırladım yine
Yanımdasın sanki, ellerin ellerimde.
28
ÖNCE
Erce Erez
Düşünüyorum da
Yaşananları ve yaşanacakları, yapılanları ve yapılacakları
Hayalleri ve umutsuz sonları
Her şey çok karmaşık ve anlamsız
Hayat diyorum kendi kendime
Zor diyorlar, peri masalı değil
Şu hayatta ne insanlar var diyorlar
Senin yaşadıkların nedir ki diye küçümsüyorlar
Kimler diye soruyorum
Çok var diyorlar, mesela bak bana
Kimsin ki sen
Çok şey kaybettim diyor
Soruyorum, kaybettiklerin mi seni güçlü kıldı diye
Kendinden emin, kazanan bendim diyor
Ama hayat zor biliyor
Eee, sen nasıl yendin o zaman diyorum
Ben yenildim diyor
Bazıları hayata hazırlanmak için ömürlerini harcar diyor
Ama ben yaşadım ve yaşarken kaybettim
Kaybederken de kazandım
Saçmalık diyorum
Hayat da saçma çünkü o değil de insanları adidir diyor
Hayat adil değil diyorum
Evet acıdır diyor ama tek bir gülüşün bu acıyı dindirir
Acımı hep içime mi atacağım diyorum
İstersen atma diyor, fakat ondan kurtulamazsın bir daha
Hayat bir pencere, onun nasıl olduğu değil
Ondan nereye baktığın önemli diyor
İlk sorumu soruyorum yine
Sen kimsin diye
Ben insanım diyor
Farkımız yok o zaman diyorum
Bazıları doğar, bazıları ölür ve bazıları da yaşar diyor
29
Ben hayatımı dopdolu yaşayacağım diyorum
Sen ölüyorsun diyor
O zaman öğret de yaşayayım diyorum
İlk önce yaşa diyor
Hayat zor diyorum, haklısın
Değil diyor
Nasıl bu kadar eminsin diyorum
Ben öğretenim diyor
İlk önce sınav yapar, sonra ders veririm
Ben ağzım açık bakarken
Kaçıp gidiyor ellerimden
Keşke daha önce fark etseydin diyor
Ölmeden önce! 30
ÖCÜ
Pınarnaz Eren
Daha fazla ses yok. Gölgesi olmayan var olamaz. Artık onun gölgesi ölü, varlığı donmuş. Benden başka hiçbir gölgeye yer yok. En azından benim dünyamda, gölge sihirbazların dünyasında.
(Üçnokta)
İçimden dışarı çıkmak gelmiyor, ama Pisi biraz huysuz bugün. Aslında onunla donatçıya
yürüyebilirim. Pisi ve donat, tembelliğime direnmem için bana yetecek kadar önemli sebepler.
(Üçnokta)
Bizimkiyle donatçıya yürüyoruz. Umarım yok olurken bana kızmaz. Nereden anlayacak
gerçi. Bizimki zaman kazansın diye kaçıp onu peşimden koşturmaya yelteniyorum. Ne donat
aşkıymış, yapıştı tasmaya bir yere kıpırdayamıyorum. İzlediği filmlerdeki robotlar gibi geldi
gözüme. Hedefe kilitlenmiş ilerliyor. Yandan yaklaşan füzeyi fark etse de zamanında başını
aşağı eğse. Sonuç olarak ben sadece bir köpeğim, nasıl sihirle ve gölgelerle baş edebilirdim ki?
(Üçnokta)
Benden başka gölgeye yer yok. Kötü olmak için mutlaka bir sebebe de ihtiyaç yok, en azından
benim dünyamda.
(Üçnokta)
Gölgelere basmamak için hoplaya zıplaya gitmek geliyor içimden. Katil gölgeler, gün batımında uzamış da uzamışlar. Cam kırıkları üzerinde yürüyorum da her an ayaklarım kanayabilir
sanki.
Fazla romantiğim bir donatçı yolu için. Çok acıktım, ondandır. Akşam da yemek için fazla
fazla mı alsam donatları? Yarına kalsalar bayatlamazlar herhalde.
Gölgem donatçının yanındaki banktan geçerken kısalıp kalınlaşmaya başladı. Bir gariplik var
bu işte. Bu bana birilerinin “fazla donat alma” mesajı gönderme şekli olsa gerek.
(Üçnokta)
Havlamak çare değil, havlayarak bile korkutamam kötü sonu. Kaçmak istiyorum. Belki de
sıradaki benim gölgemdir.
(Üçnokta)
Abra kadavra. Güzel, beni sadece böyle şaşkınca izle. Sen köpekçik gibi kaçamazsın. Sihrin
alanındasın, çoktan yandın. Şapkamdan tavşan çıkmayacak. El çabukluğu arama. Gösterimi
izle ve keyfini çıkar. Bu gördüğün son gösteri olacak. Şapkamdan sihirli bir oyuncak at çıkacak.
Senin için. Ruhunun yeni, gölgesiz kafesi. Boom!
(Üçnokta)
31
Gölgem bir sihirbazın gölgesine dönüşüyor sanırım. Onlar şapka ve değnek mi? Çocukken
“Büyüyünce ne olacaksın?” soruna sihirbaz olarak cevap verirdim. Şimdi ise gölgem tam da bir
sihirbaz.
(Üçnokta)
Artık sadece kırık gölgesiz bir oyuncak atsın. Çünkü, kötülüğün bir sebebi ya da mazereti
olmaz. Gölgesiz bir ruh olarak kalacaksın. Hem de kendi dünyanda.
32
Yağmur Öztürk
BEN SENİN EN ÇOK
En güzeli de gözleriydi! Ona baktığında anlatılamaz duygular yaşadığı gözleri… Her renkteydi sanki; hüzünlü bir gri, çoşkulu bir yeşil,
uçsuz bucaksız mavi… Ona neden yaşadağını
anlatıyorlardı, neden bu kadar âşık olduğunu.
Gözkapakları uzun kirpiklerinin eşliğinde dans
eder gibi kapanıp açıldığında daha bir güzelleşiyordu gözleri. Bir o yana bir yana dönüyordu
göz bebekleri ama hiçbir zaman ona rastlamıyordu. Her renkten güzel, her şeyden çok
sevdiği göz-leri bir kez bile ona değmiyordu.
Saatlerce bakıp anlamak isterdi neler sakladığını
o iki dünyada, onu nasıl gördüklerini dinlemek
isterdi. Ama dinleyemeyecekti tabii ki, sadece
uzaktan bakmakla yetinecekti. Uzaktan böyle
güzel gözüküyorsa yakında kim bilir nasıl yeni
renkler kazanırdı gözleri… Dayanamadı bu
kadar acıya, ağladı; kendini o güzel gözlerden
saklayarak ağladı. Sonra bir mektup yazdı, şu
dizeleri ekledi sonuna:
Gözlerini kapayarak duyduğu seste huzur
bulmaya çalıştı. Yeryüzünde onun için en güzel
sesti bu. Müzik gibiydi, duymaktan bıkmayacağı bir melodi gibiydi. Ağzından çıkan her
ses, her kelime; kulaklarına sürtünen yumuşak
bir dokunuşunu andırıyordu. Gözlerini açıp
dudaklarına baktı; sürekli aralanan dudakları,
yolundan geçen sesin güzelliğinin farkında değil
gibiydi. Gülümsemesine engel olamadı, sesi ne
kadar çok sevdiğini hatırladıkça ağlamak istiyordu. Dünyanın her yerindeki her melodiden,
şarkıdan güzel olan bu sese sarılmak istiyordu.
Dayanamadı, ağladı; o fark etmeden ağladı. Sonra fısıldadı kendi kendine:
Ben senin en çok sesini sevdim,
Buğulu çoğu zaman, taze bir ekmek gibi
Önce aşka çağıran, sonra dinlendiren
Bana her zaman dost, her zaman sevgili…
Ellerine bakarak iç çekti. Dokunduğu her yerde
parıltılar bırakan narin ellerine baktı. Bir kez o
elleri tutmak için neler
vermezdi! Dokunduğu her yere baktı; çantasına,
saçlarına, yanaklarına… Yumuşak dokunuşuyla
ürpermek isterdi bir kez. Saçlarının üzerinde
balerin zarifliğiyle gezen ellerini avuçlarında
hissetmek isterdi. Öpse ne güzel olurdu tenini,
dudaklarında hissetse o serinliği, ipeksiliği.
Ellerine dokunabilmek için yanıp tutuşuyordu,
içine attı o isteği. Yanında olsa bile kıyamazdı o
güzelliğe değdirmeye kendi ellerini. Dayanamadı, ağladı; o fark etmeden ağladı. Sonra
karaladı defterine:
Ben senin en çok gözlerini sevdim
Kâh çocukça mavi, kâh inadına yeşil
Aydınlıklar, esenlikler, mutluluklar
Hiçbiri gözlerin kadar anlamlı değil.
O gülüşü… Ah o gülüşü! Bir yandan onu da
güldüren ama aynı zamanda hüzünlendiren o
gülüşü… Ne sıcak gülüyordu, sanki o gözlerinde
hiç hüzün yokmuş, sanki sesi hiç kırılmamış,
elleri hiç üşümemiş gibi. Dudakları dişlerinin
üzerinde düz bir çizgi oluşturuyordu gülünce,
gözlerinin kenarı kırışıyordu, elmacık kemikleri
belirginleşiyordu. Sonra elini götürüyordu
gülüşünü kapamak için, sevmiyordu belli ki.
Keşke saklamasa çiçekler açan gülüşünü! Bir
bilse dışarıda birinin, onun gülüşünün her karesini incelediğini… Bu kadar severken dudaklarının aralanıp o ipek sesiyle kahkaha atmasını,
o kadar da nefret ediyordu onu güldüren kişi
kendisi olmadığı için. İç çekti, hüzün kalbine
büyük bir ağırlık bırakırken. Bir peçeteye
Ben senin en çok ellerini sevdim
Bir pınar serinliğinde, küçücük ve ak pak
Nice güzellikler gördüm yeryüzünde
En güzeli bir sabah ellerinle uyanmak.
33
karaladı şu sözleri, belki biri gelip okur diye:
yerek ağladı. Şunlar süzüldü zihninden:
Ben senin en çok gülüşünü sevdim
Sevindiren, içimde umut çiçekleri açtıran
Unutturur bana birden acıları, güçlükleri
Dünyam aydınlanır sen güldüğün zaman.
Ben senin en çok sevgi dolu yüreğini sevdim
Tüm çocuklara kanat geren anneliğini
Nice sevgilerin bir pula satıldığı bir dünyada
Sensin, her şeyin üstünde tutan sevdiğini.”
Dayanamadı, ağladı. Ondaki her şeyi mükemmel görmekten, onu bu kadar her şeyden çok
sevmekten yoruluyordu. Sanki Tanrı, o hayran
olduğunu yaratırken onun da fikrini almıştı.
Ellerini istiyordu, gövdesinin iki yanında sahipsizce sallanan ellerini tutup bırakmamak istiyordu. Dudakları onun olmalıydı, teninin üstünde
dolaşmalıydı sakince. Gözleri, ah o gözleri! Ne
kadar kıskanıyordu etrafta baktığı her insanı.
Gözlerini kendine saklamak istiyordu, ondan
başka kimseyi görmemeliydi. Kalbini ona verse,
her şeyden çok severdi de, bilmiyordu işte.
Taptığı dudaklarındaki tebessümü ona bağışlasa,
bir daha severdi. Dayanamıyordu. Rüyalarındaydı artık yüzü, aynada onu görüyordu,
sesini müziklerde duyuyor, dokunuşunu soğuk
rüzgârda hissediyordu. Sevmek acıtıyordu, bu
kadar sevmek öldürüyordu. Geçen her dakika,
bir parçası daha ona bağlanıyordu. Uçuyor gibi
hissediyordu ona bakınca, korkuyor ama aynı
zamanda bütün güzellikleri görüyor gibiydi.
Dayanamıyordu, ağlayamadı. Sessizce uzaklaştı
oradan, bütün güzelliklerini arkasında bırakarak... Sonra kalbine gömdü sözcükleri; sonsuza
dek yaşatmak için bu aşkı:
Ne de nazik biriydi o. Gülüşünü eliyle
kapamasından, karşısındaki pür dikkat dinlemesinden anlaşılıyordu zaten. Görüyordu onu
her yerde, insanlara gülümserken, ‘günaydın’,
‘iyi akşamlar’ derken. Yürürken kafasını hafifçe
önüne eğiyordu sanki utanır gibi. Göz göze
geldiklerinde gülümsemeden edemiyordu zaten.
Bir tek ona rastlamamıştı bu iyi niyeti. O kadar
yardıma muhtaç insanlara yardım ederken
sadece bir gülüşüne muhtaç o kişiyi unutuyordu sürekli. Ne kadar hayrandı her davranışına,
hareketine… Uzaktan böyle severken onu bir
fark etse, şu yardıma muhtaç insana bir ‘merhaba’ dese nasıl severdi acaba? Dayanamadı, ağladı;
herkesin gözyaşını silip kendisine bakmadığı
için ağladı. Şu sözleri bağışladı yardıma muhtaç
kalbine:
Ben senin en çok davranışlarını sevdim
Güçsüze merhametini, zalime direnişini
Haksızlıklar, zorbalıklar karşısında
Vahşi ve mağrur bir dişi kaplan kesilişini.
Keşke o pamuk kalbini ellerinin arasında tutabilseydi. En gizli köşede saklar, kendi kalbiyle
sarardı onunkini. Kırılmasın, incinmesin diye
her şeyini verirdi ona. Kendi kalbine karşı
hissetmek istiyordu onunkini, ona güç veren tek
şeymiş gibi onda bir parçası olduğunu bilmek
istiyordu. Kim bilir neler saklıydı o kalbinde?
Gözlerinde dolu hüzün, ellerinde kararlılık,
dudaklarında tebessüm… Hissederdi o zaman
onu baştan aşağı; merhametini, adaletini, sevgisini, koruyuculuğunu… Ah, keşke bir fark etseydi onun için öleni, o zaman en çok kime yardım
etmesi gerektiğini anlayacaktı.
ni
Ben senin en çok bana yansımanı sevdim
Bende yeniden var olmanı, benimle bütüleşme-
Mertliğini, yalansızlığını, dupduruluğunu
sevdim
Ben seni sevdim, ben seni sevdim, ben seni...
Bilseydi gittikten sonra her şeyden çok sevdiği o
gözlerin ona değdiğini, merakla onu izlediğini;
kalktığı masaya doğru ilerleyip narin elleriyle
peçeteye dokunduğunu; çatık kaşlarıyla yazanları okuduğunu; sevgi dolu kalbinin titrediğini;
dudaklarındaki bir tebessümle peçeteyi cebine
sıkıştırdığını. Acaba oradan gider miydi?
Ama işte orada her şeyden habersiz etrafına
bakınıyordu, kim bilir aklında hangi düşünceler,
kalbinde hangi gölgeler… Dayanamadı, ağladı;
görmesini umarak, acısını fark etmesini dile-
34
* Şiir: Ümit Yaşar Oğuzcan
UMUTSUZ
Rojin İdil Erdoğdu
Sol elinin işaret parmağının üzerine konan kelebeğin verdiği gıdıklanma hissiyle uyandı kadın. Gözlerini açtığındaysa kafasının altındakinin
yastık değil de; yumuşak olsun diye katlayıp koyduğu battaniyesi olduğunu fark etti. Hava serindi. Saçının altındaki deriye kadar ürperiyordu kadın. Battaniyeyi açıp da altına girmek istedi. Belki üşüme
hissini alır, belki sıcaklık verir diye. Bu sefer de kafasını koyacağı
yumuşak bir nesneden mahrum bırakacaktı kendini. En iyisi koşmak
dedi içinden. İleride akan renksiz dereye doğru koşmak. İçine girmeden durmak. Çünkü soğuktu hava. Suya girerse üşüyeceğini biliyordu.
Girmedi suya. Koşmadı bile hatta. Umudunu o kadar kaybetmişti.
Durdu ve sadece o tatlı uykunun gelip onu götürmesini bekledi.
35
Uçan kuş
Uçtu
ış
arm
Sar
Sarı veya
kahverengi
bir yaprağa
tü
Dönüş
Düştü.