2 genç kalemler - Meliha Hasanali Bostan Çubuk Fen Lisesi

Transkript

2 genç kalemler - Meliha Hasanali Bostan Çubuk Fen Lisesi
Yıl: 2014-2015
Sayı: 2
GENÇ KALEMLER
Kültür – Sanat - Edebiyat
ÖNYARGILAR OLMADAN
Bence çağımızın sorunu asosyallik falan değil. Asosyallikten daha büyük bir
sorunumuz var: “ÖNYARGI.” İnsanlarımız her konuda peşin hüküm veriyorlar.
Biri, diğerini daha konuşmadan, tanımadan yargılayabiliyor.
Mesela gerçekten fakir, evsiz biri yolda kalp krizi geçirse “aman rol
yapıyor.”der. Geçiştirirler. Belki daha hayatında başkasının eline düşmemek için
son anına kadar çalışan birini sahtekâr, dolandırıcı yerine koyarlar. Ürkütücü,
karanlık, yalnız birini gördüklerinde onu tanımak istemezler. Hatta uzaklaşırlar.
Fakat o kişinin, ailesinin ölümüyle bu hale geldiğini, duygularını kaybettiğini
bilemezler. Araştırmadan kulaktan dolma bilgilerle başkaları hakkında bilgi sahibi
olduklarını sanırlar. Çok sevdiğim – fakat önyargılı insanlar tarafından sevilmeyenbir sanatçı var. Arkadaşıma bir şarkısını dinlettiğimde beğenmişti. “bu şarkı kimin?”
diye sorduğunda söylememiştim. “İstersen telefondan sana da atabiliriz “ diye teklif
ettiğimde “ yok, teşekkürler” gibisinden bir cevap verip geçiştirmişti. İnsanlar böyle
işte. Birbirlerinden duyup inanıyorlar. Olaya farklı bakış açısıyla yaklaşmıyorlar.
Oysa belki fikirlerinin değişebileceğini, her zaman sabit fikirli olamayacaklarını,
yanıldıklarını kabul etseler her şey daha da kolay hale gelecek. Peşin hüküm vermek
yerine farklı kişilerden dinleyip doğrusuna kendileri karar verebilirler.
Einstein doğru söylemiş; “önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha
zordur.” Fakat biz önyargılı olmayalım, dünyaya at gözlükleri ile bakmak yerine her
açıdan bakabilelim. Tabularımızı yıkarsak eğer rahat bir nefes alabiliriz.
Hilal Nur KAYAPINAR
ALEVLE ISLANMAK
İlahi güçten bir mum alevi…
Önünde hasret, ötesinde vuslat.
Merve ÖNAL
DANS EDEN NOTALAR
Do, re, mi, fa, sol, la, si sesler bütünü. Birleşince bir nevi dans eden şekiller,
öten kuşlar. Müzik bir yaşam tarzıdır. Sıradan notaların birleşerek oluşturduğu sesler
bütünlüğü. Bir büyü, neşeli, üzgün, heyecanlı, kederli her daldan insana huzur veren
Koşuyor aleve aşık bir pervane
bir büyü, moralini düzelten düğüne oyun katan ilahiye ney sesi katan bir büyü.
Yanacağını bile bile ….
Türkü, pop, rap, rock, ilahi, oyun havaları kişinin kendi sevdiği tarzdan ona mutluluk
Aleve düşen onu yakmaktır.
veren sesler bütünü. Müzik deyip geçmemeli bence. Eski çağlardan beri insanlar
Gecenin karanlığından çekip,
müzik ihtiyacı duymuştur. Afrikalısı Türk’ü İngiliz’i çünkü bir ihtiyaçtır müzik.
Güneşin aydınlığına bırakmaktır.
Gözyaşlarını akıtıyor bulut kaldırımlara
Ruhun gıdasıdır. Anadolu’nun bağrından kopup gelen teyzemizin yanık sesi,
Karadeniz’in yaylasından gelen tulumun ince insanın içini coşkuyla dolduran sesi.
Rock söyleyen Duman’ın, rap söyleyen Contra’nın, bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ın
Ab-ı hayatla ıslatıyor mezar taşlarını.
sesidir. Müzik. Cenazede ağıt, düğünde davul zurnadır. Sadece insanlar değil
Can veriyor soğuk bedenlere
hayvanlar da söyler müzik. Eşini etkilemek için öter kuşlar, böcekler. Müzik sıradan
Haykırıyor bembeyaz gölgeler :
bir şey değildir. Kutsaldır. On binlerce farklı ton vardır. Her enstrümandan ayrı bir
“Ölüme inat dirilmek
ton yan flütle, nefesin, müzik olarak çıkması. Sazın her notayı tek tek vermesi, gitarın
Yanmaya inat sönmek”
arka planda giderek eşsiz bir renk katması. Piyanonun kalpleri yumuşatan sesi.
Müzik eşsizdir. Müzik deyip geçilmemelidir.
İsmail Tarık KANDE
Büşra GÖRGÜLÜ
1
UFUKTA UMUT VAR
Reyhan BASTAK
Bir erik ağacı sonbaharda bütün yapraklarını döker, kışın
soğuk hava içine işler ancak bütün umuduyla yazı bekler.
Serpilip, yeşilleneceği, çiçekleneceği yazı bekler. Dallarında
güzel, sulu, yeşil eriklerin olacağı günü hayal eder, sabreder.
Umut etmek güzeldir.
Umut insanı sağlam iplerle hayat bağlar, yaşama sevinci
verir. En olumsuz en çıkılmaz olaylardan umut ederek aydınlığa
kavuşuruz. Umudu olan insan olan insan huzurlu ve iyimser
insandır. Umudu olmayan insan yarını olmayandır. Umut
geleceğimizi planlamamızda bize yardımcı önemli bir etkendir.
Umut birçok hastalığın üzerinde etkili olmuştur.
Umut bazen bize çok yakın bazen de erişemeyeceğimiz
kadar uzakta olabilir. Önemli olan her karanlık bir günün
sonunda aydınlık bir günün geleceğini görmektir. Umut duadır.
Semaya ellerimizi her açışımızda Allah’tan sabır dilenme gücü,
hayallerimizin gerçekleşmesi için umutla yakarırız.
Umut dikenli bahçelerde açan bir gül gibidir. Dikenleri
değil gülü görebiliyorsak umuduz vardır. Onu kaybettiğimiz an
dikenler canımızı acıtmaya başlar.
Aybike Şule ODACI
ÖZLEDİM
Çocukluğumu özledim mesela. Akşam televizyon karşısında
uyuyakalıp sabah sihirli bir şekilde kendi yatağımda uyanmayı özledim.
Ya da sevdiğim çizgi film çıkana kadar bekletip çıktığında
heyecanlanmayı özledim. Arkadaşlarım pembeyi severken mavi sevenin
tek ben olduğum zamanları özledim. Çıkar amacı gütmeden kurulan
arkadaşlıkları özledim. “Başkaları ne der?” diye değil de “istediğim için”
yapmayı özledim. Ama sorun şu ki bunları geri getirmek imkânsız. Sihirli
Annem dizisinde ki Dudu Peri’nin yaptığı gibi “zaman geriye aksın!”
deyince hemen dönemiyoruz. Bu yüzden “keşke” siz yaşamak için
çabalamalıyız. Geriye baktığımızda “iyi ki de yapmışım” diyebilmeliyiz.
Benliğimizi kaybetmeden, asıl içimizde olan insanı gösterebilmeliyiz
başkalarına. Her gün ayrı bir yapmacık maske arkasına saklanamayız.
Kaybetmeden kıymetini bilmek gerek. Evet, özlem duyduğum çok şey
var. Ama kaybettiklerim arasında en çok kendimi özledim.
Hilal Nur KAYAPINAR
YAĞMUR SONRASI
Yağmurdan sonra ki toprak kokusu ne hoştur değil mi? Hava daha
temiz, daha açık ve ferahtır. İnsan o kokuyu, o havayı solurken hayattaki
her şeyi unutup sadece o güzelliğe kapılır. O an dünyası sadece o olur.
Acılar, başarılar, sevinçler, insanın yaşadığı ya da yaşayacağı her şey bir
kenarda kalır. İnsan kendini o ana kaptırır.
İnsan hayatı da yağmur öncesi ve sonrasına benzer. Hayatta çoğu
zaman mutsuzluğu, hayal kırıklığını, başarısızlıkları, acıları yaşadığımız
zamanlar olur. Umutsuzlaşıp yok olacağımızı düşünürüz. Bu durum
bizim yağmur öncemizdir. Tek bir yağmur damlasına ihtiyacımız olur.
Kalbimizi bir çöl gibi hissederiz. O tek yağmur damlası gelse kalbimiz
umut dolacak. Hep sabır deyip yolumuza devam ederiz.Hayatı iyi, kötü
tüm her şeyi ile yaşamaya devam ederiz. Ve öyle bir gün gelir ki tek bir
damla değil hayatımıza sel gelir. Her şey düzelmeye, umutlar yeşermeye
başlar. Umut, başarı, mutluluk sel olup akıp gelir bize.
Artık daha mutlu ve umutluyuzdur. Çünkü yaşadığımız her
zorluk bize sabretmeyi öğretmiştir. Sabırda bizim yağmur sonramızdır.
Sabrı öğrenip tüm ferahlığı, mutluluğu yaşarız. Her şeyi bir kenara
bırakıp kalbimizde ki o güzelliğe kapılırız. İşte her şeyden önemli olan
şeydir. Sabrı öğrenip kalbimizi güzelliklerle doldurmak. Kalp güzelliği
tüm güzelliklerin en güzelidir. Ve tek güzellik olması gerekir.
Tüm güzelliklerin en güzeline sahip olmanız dileğiyle.
Rümeysa DEMİR
SESSİZ SAKİN
Gözlerim kapalı
Yürüyorum yavaş yavaş
Ama ne olur bilemiyorum…
Sonuç beklide belli
Belki bir şans verir bana
Kim, kim yardım edecek ki bana?
Sesim çıkmıyor zaten artık tek çarem beklemek.
Biri gelip kolumdan çekip götürse
Çıksam, gitsem, kaybolsam
Anlasam her şeyi
Bir şans daha dilesem?
Hissediyorum her şeyi ama duyamıyorum, göremiyorum
Kin, nefret, acı hepsi toplanmış
Konuşuyorlar kendi aralarında
Yanlarına almıyorlar mutluluğu, heyecanı, aşkı…
Belki de uzaktan hoş görünüyor ama yaklaşınca anlıyorsun
Daha da netleşiyor hayat
Anlıyorsun ne olduğunu, nerede olduğunu, ne yaptığını
Biran önce uzaklaşmak istiyorsun, daha da yaklaşıyorsun.
Neler oluyor bilemiyorsun.
Kuyunun dibine geliyorsun
Yavaş yavaş, sessiz sessiz
İntihar, cinayet, ölüm olduğunu biliyorsun sonuçta
Ama vazgeçemiyorsun, ihanet de etmek istemiyorsun.
Ölüyorum değil, öldüler, öldürüldüler, öldürdüler.
Sadece bugün değil her zaman her yerde yaşanmışlıklar
Her zaman her yerde siyah bir çelenk
Sonunda bir tören ve sonsuza kadar sessizlik.
Abdullah KUZUCU
2
AYHAN
Aklı karışıktı. Son bir yıl içinde yaşadıklarını tahlil etmeye
çalışıyordu. Müdürün odasında sigara içmeye kalkıştığı için
okuldan atılmanın eşiğindeydi. Bütün arkadaşlarıyla ilişiği
kesilmişti. Kendi kendine verdiği sözler doğrultusunda, daha da
temiz yaşamaya karar vermişti. İlk işi sona yaklaştığı lise hayatını
büyük oranla tehdit eden sigarayı bırakmak olmuştu. Uzaklaştırma
cezasının son günüydü. Cuma namazından sonra babasıyla okula
gelmişlerdi. Bütün olanları anlatmış, babasından müdürle
konuşmasını, şimdiye kadar okulda işlediği suçların affı için
kendisine bir kapı açmasını rica etmişti. Az önce babası gitmişti.
İkindi ezanına en az bir saat vardı. Okulun mescidine indi. Köşeye
bağdaş kurup oturdu. Dalmıştı. “Ayhan Gündoğdu!” diye
mırıldandı. “Okulun en haylaz, en serseri öğrencisi…” Eylül’ü
hatırladı. Hayatın geri kalanını adadığı o güzeller güzeli, iyilerin en
yücesi kızı andı yeniden. Yine aynı duayı mırıldandı. “Allah’ım.
Anlaşılmamaktan sana sığınırım. Hayırlısıyla müjdeni vasıtasıyla
verdiğin Eylül’ü alnıma yaz. Ve bizi de en hayırlı şekilde
karşılaştır. Kaderlerimizi birleştir. Bana bir müjde daha senin
aşığın olmam için gönder. Şüphesiz sen, müjdeleyenlerin en
mukaddesisin.”
İki ay olmuştu Eylül gideli… İki yıldır hayatının her alanını
düzene sokarken, serserilikten, meczupluktan, şeytanın esirliğinden
kurtulurken tek dayanağı o olmuştu. Aydınlı o kız… Allah’ın
büyüklüğünü ona hatırlatan. Akdeniz’in kıyısından, Aydın’dan
Ankara’ya onu getiren, kaderlerini bir araya getirip, Eylül’ü
olgunlaştıran, gerçek bir âşıkla tanıştıran, Ayhan’ı da kaybettiği
imanına yeniden kavuşturan Allah’ı gerçek manada Ayhan’a
tanıtan kızdı o. Durdu. Etrafında yıllardır gördüğü, hatta Eylül’ü
tanıyana kadar kendisinin de yaşadığı o iğrenç, mide bulandırıcı
arkadaşlıkları, “Aşk” adı verilmiş şehvet patlamalarını düşündü.
Yine dünyanın en iğrenç zehrini içmiş gibi bulandı midesi…
Umudu kırıktı… Okulda kalabileceğini zannetmiyordu. Eylül’ün
gidişinden beri kopuk dönemini yaşıyordu. Her türlü disiplin
suçunu işlemişti. İsyankâr, ilgisiz, vurdumduymaz bir tavır
sergilemişti iki aydır… Yanından hiç ayırmadığı kâğıdı çıkardı
cebinden. Ve bir kalem buldu mescit kıblesinin tersindeki duvara
dayalı dolaptan. Son bir mesaj vermek istedi arkadaşlarına.
Yazmaya başladı. Arkalı önlü sayfa tamamen dolmuştu az sonra.
Hikâyesini tamamladı ve kâğıdı sağ tarafına bırakmıştı… Daldığı
düşüncelerden ezanla birlikte uyandı. Kalkıp ikindi namazını
kılmaya hazırlandı. Bu arada teneffüs zili çalmış, edebiyat
öğretmeni ile birlikte iki öğretmen daha mescide gelmişti. Bir
zamanlar bu mescitte bu öğretmenler de dâhil olmak üzere
arkadaşlarına namaz kıldırdığını hatırladı ve burun kemiğinin
sızladığını hissetti… Edebiyat öğretmeni namaza durmadan önce
hikâyesini vermek istedi. “Bu son hikâyem hocam… Bu okuldaki
son günlerimi yaşadığımı biliyorum. Eğer beğenirseniz,
arkadaşlarıma bir mesaj sunmak isterim bu hikâye vasıtasıyla. Okul
dergisinde yayınlanma şansı var mı? ” diyerek hikâyeyi teslim etti.
Pazartesi günüydü. Edebiyat öğretmeninin getirdiği hikâyeyi
defalarca okumuştu müdür bey.
“Şafak sökmek üzereydi… Yine uykusuz bir gece
geçirmiştim… Yatak odamızın camını aralardım. Hava tertemizdi.
Uzaklarda, tepelerin üzerine çullanan lacivert kasvet, ufukta beliren
beyaz-pembe çizginin esiri olmuş, yavaş yavaş eriyordu. Ruh
halimden habersiz, huzur içinde uyuyan sevgili eşime baktım bir
an… Sağı üzerine yatmış, sağ eli yastığıyla sağ yanağının
arasındaydı. Melek gibiydi. Daha doğrusu gecemi uykusuz kılan o
rüyadan önce böyle masum ve en güzel haliyle uyuyuşunu
saatlerce bıkmadan usanmadan seyredebilirdim. Âşıktım
Nuray’a… Sarı saçları, dünyanın en değerli altınından daha
parlaktı… Kirpikleri ve kaşları, ”İşte Allah’ın sanatı böyle nadide
ve mest edicidir!” diye bağırıyor, beni “Yaratılan bu kadar güzelse,
onu yaratanın güzelliği kim bilir ne kadar mest edicidir” diye
düşünmeye sevk ediyordu.
Gözleri yosun yeşiliydi. Buğday rengindeki orantılı yüzü, berrak,
yıldızlı bir gecenin tepsi gibi salkım saçak mehtabından daha
berraktı. Ta ki, o rüyaya kadar…
“Öğle yemeğini eşimle beraber yemiştik. Ofise geleli on
dakika olmamıştı. Fırat adında, uzun boylu, esmer, kirli sakallı bir
delikanlı gelmişti ofise. Gelen gence “Buyurun” derken Nuray’ın
tedirgin hali gözümden kaçmamıştı. Bakakalmıştı gencin yüzüne…
Anlam verememiştim doğrusu… Allah’ı var, yakışıklı bir çocuktu
Fırat. “Acaba” demiştim kendi kendime. Gencin sesiyle dikkatim
birden bire dağılmıştı. İçimdeki girift düşünce ordusundan sıyrılıp
yüzüne baktım. “Araz Bey siz misiniz?” diye sordu. Galiba iş
başvurusu için gelmişti. Onaylar mahiyette başımı salladım.
Yutkundu. Kaçamak baktı Nuray’a. Özel konuşmak istemişti. Hiç
tanımadığım bu adam benle özel ne konuşabilirdi ki? Nuray’a
işaret ettim başımla. İsteksiz bir hali vardı. “Kalsam?” der gibi
yüzüme baktı. Aynı hareketi tekrarladım… Çıkmak zorunda kaldı.
O genci gördüğü anda garipleşmişti Nuray. Anlam verememiştim.
Onu daha önce böyle gördüğümü hatırlamıyordum. Delikanlıya
oturmasını işaret etmiştim.
“Nuray Hanımla, eşinizle ilgili
beyefendi” dedi ve yutkundu. Koltuğumdan kalkıp, karşısındaki
koltuğa oturmuştum. “Anlat bakalım delikanlı” dedim ve masamın
köşesindeki şekerden ikram ettim. Biraz rahatlamış görünüyordu.
Anlatmaya başladı. O anlattıkça kanım donuyor, tir tir titriyordum.
Abisi, eski kız arkadaşını her yerde arıyormuş. Yaşadıkları her
şeyden haberi varmış. Kızı da tanıdığını söyledi. Ve ben hala bu
meseleyle olan ilgimi merak ediyordum. Tevafuktu işte. İş
görüşmesi için geldiğinde Nuray’la beraber beni görünce, eşim
olduğunu anlamış ve anlatma ihtiyacı duymuş. Hazırlıklı olmamı
öneriyordu. O kız meğer benim eşim, gönül güneşim dediğim
kadın, Nuray’mış. Eşim tehlikedeydi. Ve içimi parçalamıştı bu
duyduklarım. Nuray bunlardan hiç bahsetmemişti. Kan beynime
hücum etmişti. Eski bir âşık ve ona verilen umutlar vardı işin
içinde. Ve hala Nuray’ı arıyordu o adam. Bu konuda çok
kıskançtım ben. Katil bile olabilirdim. Nuray’ın tavrını da yeni
anlamıştım. Fırat’ı tanıyordu demek ki.
Aradan bir hafta geçmemişti. Beklediğim olmuştu. O adam
karşıma çıkmıştı. Ettiği laflar beni o kadar sinirlendirmişti ki, o an
orada silahımı çıkarıp o adamı yaralamıştım.” Zeminin kanla
ıslandığını gördüm ve kan ter içinde uyandım…
Geceyi şükürle geçirmiştim. Nuray’a verdiğim sözü
hatırladım. Onun da bana verdiği tabii. Aramızda gizli kalmış bir
sır olamazdı, olmamalıydı. Yani, Nuray öyle bir insan değildi.
Ellerimi açtım. Gözlerim dolmuştu. İki kelime zar zor döküldü
dilimden… -Takdirine Şükür!-”
Odanın kapısı çalındı. İçeriye giren Ayhan’dı. Karşısında el
pençe duruyordu. Bu karşısında gördüğü on gün önce odasında
sigara yakan çocuk değildi sanki. İnanamamıştı. Bu hikâyeyi o
yazmış olamazdı. “Beni çağırmışsınız hocam” diye mırıldandı
Ayhan. Sesi tırnaklarının ucuna zor dökülür derecede kısıktı. “Gel
bakalım Gündoğdu. Bu hikâyeyi sen mi yazdın gerçekten?” diye
sordu müdür bey. Başını eğmişti. Onaylar bir tavırla başını hafifçe
salladı. “Çok güzel bir mesaj saklamışsın içine bu hikâyenin
Ayhan. Sana ikinci bir şansı çok göremem. Disiplin kurulunu
okuldan atılman için toplamayacağız. Hikâyen de yayınlanacak.
Umarım bir daha aynı yanlışlara düşmezsin. Babana çok
selamlarımı söyle.” Demişti Müdür Bey. Bir anda sevincinden
titremeye başlamıştı. “Çok teşekkür edebilirim Hocam” diyebildi
zorla. Sadece şükredebiliyordu Allah’a içinden. Ve tekrarladı. Ve
kelime-i tevhit getirmeye başladı tekrar tekrar. “Takdirine Şükür
Ya Rabbim!”
Müjdene, Takdirine Şükür!
Ahmet Murat HALİLOĞLU
3
ACI ÇEKMEK ÖZGÜRLÜKSE
Dünüm, bu günüm, yarınım pamuk ipliğine sarılmış. Ne
tarafıma dönsem batıyor yalnızlığımın kemikleri. Tek duygu
hissedebiliyor insan; sadece biraz acı.
Kimsesizim ben. Kalabalığın içindeki yalnızlık nedir bilir
misiniz? Duvarları değil de içinin duvarlarını yumruklamak. Ah bu
ben… Yaşım daha on beş yolun başındayım henüz. Lakin
tahammülü yok yaşadıklarımın. Daha yolun başındayken sonundan
vazgeçtim ben. Yoruldum, çok yoruldum iliklerime kadar acı var. Bu
sanki biraz şey gibi; hani suyun içinde bağırırsında kimse duymaz
ya… Çaresizim. Yaşama, sevgiye olan inancım kalmadı artık. Kimse
anlamadı beni. Bende içime attım hep. Vesselâm öyle bir haldeyim
ki içime attıklarım benden ağır. Eski Türk filmlerinde; “Sevgi
emekti, dostluktu.” derler. Ben hiçbirini görmedim daha. Kimse
sevmedi katlanmadı bana. Hiç sırdaşım olmadı mesela. Sonra
kendime arkadaşlar yarattım. Hayali arkadaşlar. Onlar ne olursa
olsun hep yanımdaydılar. Bir tane daha sırdaşım vardı; Rab’im. O
her zaman benimle. O’na ne kadar isyan etsem bana merhamet
ediyor. Bende karşısında vav gibi eğiliyorum artık. İnsanlar çok
acımasız, nankör. Sanki hiçbir kediyi sevmemiş, bayramda şeker
toplamamış, bir kez olsun küçük bir çocuğun başını okşamamış
kadar kötüler. İnsanları sevmiyorum artık.
İnsanlar beni sevmiyor. Boşluktayım. Bir tutam acı var.
Aslında biraz sarılsam geçecek. Acı çekmek özgürlükse…
Özge Nazire ÖZALP
Feyza ÜRKUT
YANSIN İNCEDEN
Herkesin aşkı büyüktür kendince
Asıl aşkı tadarsın Yaradan’ı sevince
Sevdiğine duyduğun aşk, bahsettiğim aşıklığın aşkı
Sakin unutma sevdiğin Allah’ın bir sanatı
Kaç bin yıl oldu insanoğlu yaratılalı
Bugün yapabildiği en iyi şey ise uzay aracı
Daha güneşe yaklaşamazken teknoloji harikası
O güneşi oraya koyanı bir düşünsene
Yerin altında bir ateş çekiyor herkesi ve her şeyi
Bunca yıldır çekti ama hiç hissettirmedi
Etrafımız boşluktu kimse savrulup gitmedi
O ateşi oraya koyanı bir düşünsene
Geliyorum dıştan içe
En önemlisiyse insanın içinde
Müslüman’ın kalbi Kâbe’den kıymetli bir değer versene
Allah, aşkını koysun derinliklere, yansın inceden inceye…
M. Enes MALKOÇOĞLU
SÜZÜLÜRKEN YANAĞIMDAN SEN
Göz kapaklarımda birikti anılar
Keşke birkaç damla ağlayabilsem
Damla Damla süzülürken yanağımdan sen
Eskilerle birlikte seni de silebilsem
Hep eskiyi sevdim aslında ben
Eski seni, eski beni, eski bizi.
Eskiye dair ne varsa
Belki de eskiler eskitti bizi
Şimdi ise gökyüzünde ki gri bulutlar gibiyim
Biraz hırçın, biraz durgun
Dokunsalar yağacağım üstüne
Yağdıkça dinecek sensizliğim
Seninle karışacak toprağa benliğim
Toprağın kokusunu çektikçe içime
Lâl olacak gönlüm konuşmayacak sensizliğe
Azra KAYA
GERİYE KALAN
Akşam karanlığı çöküyordu ıssız kaldırımlara. Sessizlik etrafı
sinsice sarmıştı. Hayatla yabancılaşırken yürüyordum bu sokaklarda.
Çöle bırakılmış susuz biçareler gibi, kanadı yaralıyken uçmaya
çalışan bir kuş gibi çaresiz. Tarifi de kendisi kadar zormuş bu
duygunun… Kendimi ıslak bir bankta otururken bulmuştum, ne
zamandan beri buradaydım bilmiyorum. Beynim karışık
düşüncelerle savaşırken bedenimi haliyle yormuştu. Dünyamı
kararmış hissediyordum. o an tek gördüğüm şey yağmurdan kaçarak
evlerine ulaşmaya çalışan iki küçük oyun arkadaşı. Aynı zamanda
uzun zamandır akmamak için direnen gözyaşlarım yağan yağmura
eşlik ediyordu. İşte o an anlatılması zor olan bu duygunun tanımı
oluşmuştu: Yalnızlık. Bu duygu bana oldukça ağır gelmişti. Oysa
telaffuzu kolaydır, yaşattıklarına inkârla. Kardeşlerim olarak
nitelemişken aniden nitelemiş olduğum yuvadan uzaklaşan
arkadaşlarımdı bu bedenimde ki iç savaşın sebebi. Oturup kaldığım
banktan kalkıp tekrar evin yolunu bulmaya çalışıyordum.
Yoklukları yetmezmiş gibi bir de miras bıraktıkları yalnızlık sarmıştı
bedenimi. Zaten yalnızlık kadar canımı acıtan bir duygu yoktu
bedenimde. Eve yaklaştıkça bu duyguda kaçarcasına hızlanıyordum.
Oysa yerleşmişti ki kalbimin en hassas köşesin; rüzgâr esse deşip
kanatırdı bir yara misali. En küçük anıyla tekrar canlanırdı. Binaya
girdiğimde gözyaşlarımı zorla durdurmuştum, hemen çantamda ki
suyu içmem birazda olsa rahatlamamı sağladı. Eve girdiğim de
kavuğuna giren sincap gibiydim. Hemen kendimi yatağıma atıp
üstümü kocaman battaniyelerle kapladım. Islanmıştım, üşüyordum
ama hissetmiyordum. Kalbimde en “can” köşesine sahip olan
insanlardan ayrılmak üstümdeki kat kat örtülmüş battaniyelerden
binlerce kat daha ağırdı. Huzurlu bir uykuya bırakmak istedikçe
kendimi, yakamı bırakmıyordu yalnızlık. Onların yokluğundan
yanımda kalan tek duygu: beni dipsiz kuyuya sürükleyen, sonsuz
karanlığı düşlerime hak gören… Sadece yalnızlık
Beyza Nur BURCU
4
İMKANSIZ İMKANSIZDIR
“Siz ciddi olamazsınız” diye haykırdı sevimli öğrenci.
Duyduklarını sindirmeye çalışırken gözleri umutla dolmuştu.
Yerinden fırlamak profesörün boynuna atılmak istiyordu. Kendini
tutamadı. Profesöre sarıldı ve gözyaşları kışın buz tutmayı unutan
bir dere misali çağlıyordu. Mutluluk mu? Umut mu? Yoksa
geleceğe liderlik etmek mi? Ne hissettiğini bilemiyordu. Hissettiği
ne olursa olsun, ufukta bir ışık vardı artık onun için. O içinde ki
savaş bitene kadar sönmeyecek bir ışık…
İlkokul üçüncü sınıf ve okulun haylaz, derslerinde başarısız
olmayı alışkanlık haline getiren bir öğrenci. Üçüncü sınıf olması
onu yargılamak için ne kadar doğru bir dönem olmasa da herkesin
hükmü kesin.”Bu çocuktan adam olmaz.” Ailesi üzgün. Yıllardır
evlat sahibi olamayan ebeveynler uzun zaman sonra bir mucize
olarak gördüğü evlatlarını üçüncü sınıftan akıbetini tahmin etmek
mümkün diyerek başarı adına umutsuzluğa bırakmışlardı
kendilerini.”Görünen köy kılavuz istemez” misali. Herkes çocuk
için üzülürken çocuk sadece endişe içinde. Ancak endişesi o kadar
hafif ki “endişe duymak kâfidir, başarıya ne lüzum” Düşüncesini
hâkim kılmıştır beynine. Ne hırs ne azim bir gram yoktur kalbinde.
Hal böyle olunca kimsenin beklentisi kalmamıştır artık geleceğe boş
adımlarla süzülen çocuğa.
Yine çocuk için bir sıradan bir gün. Ancak bu sıradanlık ona
özeldir. Arkadaşı matematik kitapları elinde formül ezberliyor,
çözdükleri soruları tekrar ediyor ve bazıları da sınav heyecanını
yenmeye çalışıyordu. Normal bir matematik sınavı olmayacaktı bu.
Matematik dehalarını keşfetmek isteyen yüksek öğretim üyelerinin
özenle hazırlayıp erken yaştan hızlandırılmış derslerle zekâ
gelişimine katkı sağlamaları için yetenekli ya da zeki diye tabir
edebileceğimiz öğrencileri seçtikleri sınav. Herkes heyecanlıdır.
Sınava bir hafta kalmış ve minik kalplerinde sınavı kazanmayı
arzulayan derin hisler uyanmıştı. İşte o bir kişi hariç. Artık hayatı
umursamayan, arkadaşlarının “Bay Takmaz” lakabına layık görülen,
sevimli olduğu kadar cesaretlendirmeyi bekleyen çocukta sınava
dâhildir. Lakin gireceği de girmeyeceği de meçhuldür. Tek gerçek
vardır hocaları için. Girse bile sonu bellidir. Bay takmaz da hocaları
ile aynı fikirdedir. Nitekim en büyük hatasını yapar
aslında.”Başkalarının fikri, gerçeği olmuştur” artık.
Bay Takmaz gece yatmadan önce düşünceleri arasından bir
türlü sıyrılamaz.”Sınava girsem başarısız olacağım. Ne diye sınava
gireyim ki? Girsem bir kaybım mı olacak? Ben bu sınav için hazır
değilim ki? Ne yapmalıyım neden kimse bana yardım etmiyor?
Bugüne kadar başarısız olmam hep başarısız olacağım anlamına mı
gelir? Cevap açık kesinlikle.”Anlamlandırılması zor düşünceler Bay
Takmaz’ı uyku âlemine rahat rahat ulaştırırken bir yandan da
kendine olan güveni her saniye azalıyordu. Kendini zorlamanın bir
mantığı olmadığını düşündü ve kendini gecenin karanlığında
parlayan Ay gibi siyah gökyüzünün kollarına bıraktı.
Karşısında yeni açılan bır kütüphane belirdi. Kütüphanenin
kapısının üzerinde “KAZANNAK İÇİN” yazıyordu. Buraya nasıl
gelmişti? Hiçbir fikri yoktu. Kendini birden kütüphanenin içinde
buldu. Etrafında sayısı belirsiz özenle dizilmiş kocaman kitaplıklar
ve kitaplar vardı. Önce burayı terk etmek istedi. Lakin etrafına
dondu, tekrar döndü ancak hiçbir terde kapı yoktu. Çıkış yok.
Atlayıp kaçabileceği pencerede bulamadı. Sadece kitaplar ve raflar.
Birden tüm kitaplar üzerine gelmeye başladı. Ardından kitaplardan
geldiğini varsaydığı sesler duydu.”Bizleri insanlar yazar ancak
yazdıkları şeylerden yoksunlar. Sadece çalış bak gör neler oluyor.
Sadece ve sadece dene. Tek bir şans.” Üzerine gelen kitaplardan
duyduğu sesler adeta beyninde yankılanıyordu. Kitapların arasında
aşırı kelimesinin yetersiz kalacağı varsayılan bir bunalımla kaçmak
istedi bir sağ tarafında bir de sol tarafında tam tur döndü. Kapı
nerede? Kitaplar üzerine gelmeye devam ediyordu. O arada 236.
Rafın 7. Kitabı dikkatini çekti. Kitabın parlaklığı güneş misali göz
kamaştırıyordu. Kitap Bay Takmaz’ın önüne düştü ve 327. Sayfası
açıldı. Bay Takmaz kitabı inceledi. Kitapta sadece sayfa numarası
ve sayfanın tam ortasında “Hayatın değişecek” yazıyordu. Bay
Takmaz kitabın ihtişamından etkilenmiş, ancak boş olmasına bır
anlam verememişti. Ardından tere düşmeye başlayan kitapların
arasında kalan Bay takmaz nefes nefese yatağından fırladı. Sadece
bir rüya. Bu kadar ilginç olması nedendi acaba? Cumartesiydi gün,
saat 09.23 kütüphaneler 09.00 da açılırdı. Bay Takmaz koşarak anne
ve babasının yanına gitti. Bay Takmaz’ın babası oğlunun
kütüphaneye gitmek istemesine oldukça şaşırdı.”Kıyamet mi
yaklaşıyor?” yada “Dünya ters mi dönmeye başladı?” soruları bu
istek üzerine pek saçma olmazdı onlar için.Bay takmaz yeni acılan
kütüphaneye koştu.Babası bu acelesinin ne olduğunu merak ediyor
ve Bay Takmaz’ı takip ediyordu.Kütüphanede 236.rafı arıyordu Bay
Takmaz’ın gözleri ve 7.kitap.Saatler süreceğini bilse yine de arardı
o kitabı.”Hayatın değişecek.”
Sonunda buldu 236.rafı, ardından 7. Kitap, kitap sarı
renkliydi ancak oldukça eskiydi. Sayfaları boş gibi gözüküyordu
ancak o kitabı satın aldı ve evine götürdü. Tüm sayfalara tek tek
bakmaya karar verdi.Birden327.sayfa geldi aklına ve o tek cümle.
Basit gibi görünen ardından büyük ilginçlikler getiren bır
Cumartesi Bay Takmaz’ın hayatının donum noktası kabul edildi.
Çünkü ardından gelen her gün Bay Takmaz bir önceki çalıştığı
günün derslerinden daha fazla çalışmaya başladı ve bu performansı
birçok kişinin ilgisini çekti. İşin ilginç tarafı matematik sınavını
kazanan tek kişi de Bay Takmaz olmuştu. Kimse bu geri dönüşün
nasıl olduğunu anlayamadı. Nasıl bu kadar yükseldiğini ve
hayatında ne değişmesi onu bu kadar başarılı yaptığı anlaşılmaz bir
sırdı sanki. Üçüncü sınıfa gitmesine rağmen bu harika dönüş önemli
şahsiyetlerin bile ilgisini çekti.
Amerika’da özel eğitim ardından ülkesine geri döndüğünde
tekrar soruldu Bay Takmaz’a sırrı. Kitaptan bahsetti. Ancak yazan
tek cümle okyanusun dibi kadar meçhuldü.
Bu kez herkes için sıradan olan bir günde Bay Takmaz adını
tarihe yazdırdı. Matematik profesörlüğünün birinci adıydı onun adı.
“Peki, o cümlede ne yazıyordu?” diye sordu sevimli öğrenci.”Benim
de başarmam için sanırım gerekli olan tek şey o kitap” dedi tiz bir
sesle. Profesör önce yüzüne yayılan geniş bir gülümsemeyle çocuğa
baktı sonra kitaplarının arasından sarı kitabı çekerek çocuğa uzattı.
Ardından ekledi “sende bir gün adını tarihe yazdırırsan bunu
gözlerinde kendini gördüğün birisine vermeyi sakın unutma” dedi.
Ardından ayak seslerini koridorda sessizliğe bıraktı.
Peki, asıl soru şu:
O cümlede ne yazıyordu?
‘’Başarı Kalbinizde Bulunan İnançtır Ve İmkânsız Kelimesi Bu
Evrende Mevcut Olan Bir Kelime Değildir.’’
Esma Nur KOCATAŞ
5
ŞÜKRETMENİN FARKINDALIĞI
İnsanlar ne tuhaf değil mi? Kimi akşam çocuğuna
bir çikolata götürmek için evine yürüyerek gidiyor.
Dolmuş parası vermemek için. Hem de yeterince
yıpranmış, su geçiren ayakkabılarıyla. Bir iş daha arıyor
gözü, evine gitmeden son kez. Buradan da bir şeyler
çıkarım umuduyla, kalfa arıyor ilanlarını gözlüyor. Ekmek
götürecek evine. Doyulmaz ki ekmeksiz. Ya da topladığı
kâğıt parçalarıyla çocuğuna defter yapmıştı ya hani. Onun
yerine çok güzel kaplı bir defter alacak yavrusuna. Ama
yok. Bir gün daha eşinin yaptığı bulgur pilavı geçecek
midelerinden. Yarı aç, yarı tok yatıp, yeni bir güne
uyanacaklar. Buna da şükür… Hem çocuğu da o defterle
idare eder, bilmiyor mu sanki babasının neler çekiğini?
Her şeyleri helal değil mi? Hatta defteri yaparken,
babasının eline batan zımba teli bile acıtmıyor canını,
babanın. Çalmadan, çırpmadan kazanıyor her şeyini.
Babanın alın teri değmiş tüm eşyalara, annenin de sabrı
işlenmiş bir bir. Çocuğun da masumluğu ve sevgisi
katılmış bu sobalı ki gözlü şirin eve. Yine de gülebiliyorlar
ya işte bu en güzeli. Babası işten geldiğinde koşuyor
çocuk yanına. “Hoş geldin, canım babam!” diyor o sıcacık
gülümsemesiyle. Tamirhane kokusunu umursamıyor, içine
çekiyor aksine. Babasının emeğinin kokusu. Mis gibi hem
de. Eşi de güler yüzle karşılıyor, elinin boş olduğuna
aldırmaksızın. Hep sabrediyor, en büyük destekçisi eşinin.
Allah sabredenlerle birlikte. Simdi bir an yerlerine
koyalım kendimizi bu ailenin. Ne yapardık? İsyan mı
ederdik? Belki evet. Baba olsak, kendimizi içkiye kumara
verirdik belki. Ailemizi es geçip, her gün başka bir âlemde
olurduk. Anne olsak, sabredemeyip bu denli, pılımız
pırtımızı toplayıp terk ederdik hayat eşimizi. Çocuk olsak,
arkadaşlarımıza imrenip, her şeyin en yenisini isterdik.
Ayşenur ALTAŞ
Omların var benim neden yok diye üzerdik ailemizi. Ama onlar… Her şeye
şükredip, sağlıklarını dilediler sadece. Başlarını soktukları bir yuvaları,
canlarından çok sevdikleri aileleri vardı. Buydu zaten hepsini bir arada tutan.
Sabır, sevgi, sadakat ve şükür… Kimi de pırlantasının karatını artırma
çabalarında, başının etini yiyor her gece eşinin. Mobilyalardan sıkılmış olması,
son çıkan televizyonlardan pembe dizileri daha keyifli izleyebileceği evin tek
gündemi. Çocuklar deseniz, okuldan gelir gelmez odalarına kapanıp, saatlerce
sanal sanal takılıyor. Yemekte bile bir araya gelmeyen bu aile de herkes
yemeğini odasında yiyor. Her çeşit defterin içinde, hem de çok güzel kaplı,
birinin değeri yok. Bu denli müsaitken şartlar. Şükür kelimesinin anlamından
bihaber geçip gidiyor günleri ki. Ne yazık!
Ama bilmiyorlar ki tüm bunları veren Yaradan, bir gün gelir alır
sormadan. Şükür ki en büyük nimet, ailemizde ki nimetlere…
Sevgi ÇELİK
KANAYAN BİR İZ
PİRAMİT
Hayal görmüşüm yine
Rüyadaymışım meğer
Zaten olmazdı bu olanlar gerçek dünyada
İnsanlar mutlu olmazdı, sevemezdi birbirlerini
Yardım etmezlerdi birbirlerine
Gözleri hep kör, kulakları hep sağırdı insanların
Ne görür ne duyarlardı kendilerinden başkasını
Hayat sanki bir piramitmiş de, herkes hep en üstte olmaya çalışırdı
Düşünmezdi, duymazdı, görmezdi kendinden altındakini
Öne geçmeyi değil de üste geçmeyi düşünürdü insanlar hep
Halden anlamazlardı hani
Kendisi ezilirken başkasının altında, o acıyı yaşarken
Oda hiç düşünmeden kendi altındakini ezerdi
Hiç mi kimse düşünmezdi öbür dünyayı?
Ya eğer öbür dünyada piramit ters dönerse de bütün yük üstekine binerse
Taşıyabilir miydi acaba o kadar acıyı
Taşıyabilir miydi acaba yaptığı yanlışları
O zaman duymak ve görmek için can atardı işte
Düşünmek için can atardı
İş işten geçse ve bunu bilse de…
Oysa üste değilde öne geçmeyi bilseydi insan
Almasaydı o kadar hakkı üstüne
Sadece ama sadece kendi yükünü taşısaydı
Affetmez miydi onu yüce yaradan?
Abdullah Furkan AKTAŞ
Kurşun geçse aramızdan ayrılmazdı ellerimiz
Kurşun değil kuşlar geçti uzağımızdan
Koptu bağımız
Çokça idi ağrımız
Bizi hiç eden heybemize takıldı sesimiz
İçimizde karanlıkla kanayan bir iz
Hiç bilinmeyecek beklide bu giz
Umuda tökezleyerek giden yağmalanmış bir çift diz.
Merve Sena TANRIÖVER
OLMALI
Bir kapıyı açanı olmalı insanın ya da çalacağı bir kapı.
Ümitleri olmalı insanın ya da o birilerinin ümidi
olmalı. Mutlulukları olmalı insanın ya da o, birileri için
mutluluk kaynağı olmalı. Hüzünleri olmalı insanın ya
da o hüznü alıp yerine sevinç koyabilen olmalı.
Kısacası birileri olmalı insanın hayatında… Anılarını
paylaştığı, paylaştıkça mutlu olabildiği. Üzüntüleri
olmalı, anlattıkça biraz da olsa iyi hissettiği…
Seçimleri olmalı insanın, her gün “iyi ki” dediği.
Şarkıları olmalı insanın dinledikçe hayaller kurabildiği.
En iyi arkadaşı, en iyi dostu olmalı insanın. Ne kadar
kızarsa kızsın, yerine kimseyi ama kimseyi
koyamadığı…
Büşra ERKOÇ
6
Özlem ŞENTÜRK
ŞİİR VE ANA DUYGU
Aşk gönülde söylenir, tarifi dilden öte…
Şiir… Sanatların en hakikisi, en muhteremi… Şiir
ruhtaki hilkat sanatının minyatürünü insan acziyetinin
müsaade ettiğince kâğıda, fonetiğe, kelimelere dökme ve
hudutsuz hakikatleri kalıp içine alarak usturuplu,
dizginlenmiş, gayet yumuşak ve edepli bir şekilde karşıya
aktarma becerisi…
XVI. asırda, özellikle ada ve liman şehirlerindeki halk
arasında denizciler, denizcilerin içinde de gemicilik dili
bilenler saygı görürlerdi. İşte bu gün, yirmi birinci asırda ve
bundan önceki her tarihte ve her toplumda edebiyatçılar,
edebiyatçıların içinde de “Şiir Dili” bilenler hep itibar
görmüşlerdir…
Deneme, hikâye, makale, fıkra, gezi yazısı vs. fark
etmeksizin herhangi bir edebi türle uğraşan her insana “yazar”
dene gelmiştir. Fakat şiir yazanlar, yani şiir dilini bilip
anlayan ve kullananlar, bu konuda istisnadır ki, onlara şair
denmiştir. Çünkü duygu, düşünce, fikir ve ruh hallerini “şiir
Dili” kullanarak ifade ederler, bu şekilde açığa vururlar.
ÖLMEK İÇİN KÖTÜ BİR GÜN
Bugün ölmek için kötü bir gün;
Hava kapalı,
Tıpkı Arap yarımadasında ki kadınlar gibi.
Yerler çamur,
Tıpkı en yakın arkadaşının sana attığı iftira gibi.
Yollar kaygan,
Tıpkı lanet olası bir sabun gibi.
Ve her yer sıkıcı,
Tıpkı fizik dersini anlatan hoca gibi
Şiir dili… Ana duyguyu anlatan anahtar kelimeleri, mecaz anlamlı,
benzetmeli sözcüklerin arasına ustaca katmak suretiyle hali ve fikri farklı
bir yoldan anlatma marifeti…
“Anahtar kelimeyi mecaz anlamların içine sıkıştırmak”? Daha da
açmak, anlaşılmasını sağlamak için birkaç örnek gerektiği kanaatindeyim.
Örneğin, günlük yaşamda normal bir insanın “Acizim” ya da “Çaresizim”
diyerek anlatacağı derdini bir şair, “Çabam dağları aştı, mesafem karış
eder/Takdir böyle, neyleyim, emir yok ‘ol’dan öte” diyerek anlatır. Ya da
aynı şair, normal birinin “Mutsuzum” diye anlatacağı derdi, “Bağırsam
sesim yetmez, yas tutsam yasım yetmez/Mutluluktan damla yok, kasavet
boldan öte” diye anlatır. İşte şiir dilinin mükemmelliği ve anlatma
kabiliyeti bu denli büyüktür. Bu iki mısraı inceleyecek olursak, anahtar
kelimelerin “yas” ve “kasavet” olduğunu görebiliriz. O zaman bu anahtar
kelimelerin içine serpiştirilerek kudretli bir anlam muhtevası oluşturulan
ve şiir dilinin mayasında var olan mecazlar “mutluluktan damla yok” ve
“boldan öte” kısmıdır. Tezatla yetinilmeyerek, kasavetin boldan öte
oluşunun vurgulanması da şiir dilinin ne denli kudretli olduğunun
göstergesidir.
Şiir dilini bir diğer unsuru da ahenktir, bu da kafiye, redif ve
kalıptır. Bir şiir, kalıba ne kadar ustaca sığdırılırsa, anlam da o kadar
gizlenir ve şiir dili kuvvetlenir.
Güzel bir şiirde, yalnız hece değil, aynı zamanda hecelerin açıklıkkapalılığı ve kelimelerin uzunluk-kısalığı da önemlidir. Birinci mısrada
virgül durağından önce kaç hece varsa, duraktan sonraki bölümde de o
sayıda hece olmalıdır ki, kalıp ve ahenk asıl mananın namahrem kısmını
saklayıp yabancılara vermesin.
Kafiye bulunduran kelimelerin anahtar kelimeler olması ve
özellikle düz ve sarmal kafiyelerde son mısraları birleştirip bir kafiye
çatısı altında toplayan bir özellik taşıması, şiirin anlam bütünlüğünün
bozulma riskini asgariye indirirken, ana duygunun vurgusunu azamiye
çıkarır.
Bir şiir ilk okunduğunda, eğer kalıpla ve sağlam kafiyelerle inşa
edilmişse, ahenk okuyucunun ruhunu kaplar ve akılda sadece ahenk
unsuru taşıyan kelimeler, özellikle de mısraların ve nazım birimlerinin son
kelimeleri, akılda kalır ki, bu kelimeler genelde kafiye ihtiva eden
kelimelerdir. Bu da anahtar kelimelerin dize baş veya ortalarına
saklandığı şiirlerde anlamı gizler ve sırları saklar, anahtar kelime-ana
duygu ilişkisiyle orantılı olarak şiirin muhtevasını açığa vurur ya da
gizler.
İşte bunun içindir ki, şiir dilini konuşmak ya da anlamak için
gereken şeylerden en önemlisi, dil üzerinde engin bir bilgiye sahip
olmaktır. Dil üzerinde hâkimiyeti olmayan biri şiir yazmasına yazar, ama
şiir dili esaslarına göre dilini kuramaz, tekerrüre düşer. Bu da zamanla
kelime tekerrürünü aşıp, konu tekerrürüne dönüşür. Ahenk için bazen
tekerrür etkili bir metot olsa da, her şey kararında güzel…
Ahmet Haliloğlu
Bugün ölmek için kötü bir gün;
İnsanlar önyargılı
Tıpkı en yakın arkadaşınla gezerken yanlış anlamaları gibi.
Öğretmenler acımasız,
Tıpkı öğrencileri notla tehdit eder gibi.
Hayat anlamsız,
Tıpkı İngilizce dersinde matematik yapan öğrenci gibi
Ve güneş soğuk,
Tıpkı ailenin düşük notlarını görünce sana bakışı gibi.
Bugün ölmek için kötü bir gün;
Aşıklar dolaşıyor,
Tıpkı aklındaki bütün düşünceler gibi.
Mutlu olmaya çalışıyorsun,
Tıpkı en sevdiğin çikolatayı yer gibi.
Umursamıyorsun,
Tıpkı hayattan bıkmış gibi.
Ve ölmek istemiyorsun,
Sanki yaşamak çok güzelmiş gibi
Emre Can BEKTEŞ
7
SEVGİLİ DEDECİĞİM VE NİNECİĞİM!
18.02.2015
Uzun bir zaman geçtikten sonra sonunda sizlere mektup yazma
fırsatını buldum.Şimdi bana ‘‘Fırsat bulamayacak ne var?’’
diyebilirsiniz.Buna cevabım gerçekten yok. Çünkü bu konuda sonuna
kadar
haklısınız.Neyse,neyse
kızdırmayım
sizi
benim
canlarım.Nasılsınız,sıhhatiniz nasıl,köydeki işler nasıl gidiyor?
Beni soracak olursanız bu günlerde pek meşgulüm. Aslında
kendi kendimi olmayacak işlerle meşgul etmeyi başarabildim.
Akşama kadar internette, telefonda dolaşmaktan beynim
yoruldu.Yorulunca yorgunluğumu alsın diye şarkı dinledim.Bu da
işin tuzu biberi oldu.Şuanda hayatımın ne kadar monoton ve sıkıcı
olduğunun, gerçek hayatta değil sanal hayatta yaşadığımın farkına
vardım.Oysa sizin zamanınızda böyle miymiş?Çocuklar ve gençler
hiçbir
oyuncakları
olmamasına
rağmen
eğlenmeyi
bilirlermiş.Sokaklarda tahtadan yaptığı arabayla,topacıyla,hatta
bunları bulamayınca gazoz kapaklarıyla bile oyun oynayan
,çocukluğunun tadını çıkaran dedeciğim seni;ağaçtan beşiğini
sallayan ve bez bebeğiyle oynayan nineciğim seni görür gibiyim.Sizin
zamanınız bazılarına çok basit gelebilir ama en sahici anların ve içten
heyecanların yaşandığı çok güzel dönemlermiş.O dönemler babanızın
sürdüğü kağnıya oturup gezermişsiniz.Kağnının giderken çıkarttığı
ses pek hoşunuza gidermiş.Şimdi kağnılar sadece apartmanların
önünde süs olarak duruyor.O dönemde birinin evinde ekmeği bitince
komşudan istermiş.Komşu ise bir isteğince iki verecek kadar cömert
olurmuş.Şimdi kimse komşusundan kibrit isteyecek kadar bile
cesaretli değil.Çünkü bir şey isteyecek olursa kapıdan geri
dönülüyor.Oysa sizin zamanınızda insanlar evlerinde otururken dış
kapılarını sonuna kadar açarlarmış ve hiç tereddütlü olmazlarmış
.Çünkü o dönemde güven varmış.Biz ise her akşam yatmadan önce
kapımızda bulunan bütün kilitleri kilitliyoruz.Bu devirde insan
akrabasına bile güvenemiyor ki kapıyı kilitlemesin.Gelen misafire
asla ‘‘Bunlar nereden çıktı?’’demeyen ‘‘Başımızın üstünde yeri
vardır:’’deyip onları sevgisiyle ağırlayan insanlar varmış.İnsanlar
arasındaki iletişim sahiciymiş.Belki o zamanlar teknoloji çok
gelişmemişti.Ama teknolojini yaptığı işleri insanlar zor şartlar altında
daha samimi duygular içerisinde gerçekleştiriyorlarmış.
Nineciğim senin anlattığına göre o dönemde televizyon ve radyo
bile daha yeni yeni çıkmış.Hatta televizyonu olanlar da parmakla
gösteriliyorlarmış.Hele
bir
de
televizyon
renkli
olursa…Televizyonu olanda akşam herkes toplanırmış.Nohut
kavurmaları
yenilirmiş.Eşi
benzeri
olmayan
filmler
seyredilirmiş.Bir de çocuklar gibi büyükler de yüzük saklama
oyunu oynarlarmış.Şimdi ise her odada ayrı bir televizyon
var.Herkes kendi odasına çekiliyor,beğendiği programı
izliyor.Sizlerden
duyduğuma
göre
aslında
radyoları
televizyonlardan daha çok seviyormuşsunuz.Belki radyo sohbetleri
size daha sıcak geldiğindendir.Radyolarda bir bölümlük tiyatroları
dinlemek için akşamı iple çekiyormuşsunuz.O zamanlar her şey
azmış ama kıymetliymiş.Çoğu yerde elektrik olmaz,akşamları
ocakların başında oturulur dedelerin,ninelerin anlattığı masallar
büyük bir ilgiyle dilenirmiş.Şimdi insanlar büyüklerine bayramdan
bayrama zor gidiyorlar ya da gidemiyorlar.Erkenden
yatılır,erkenden kalkılırmış.Daha zinde olunurmuş.Sabahları ise
yer sofraları kurulurmuş ve insanlar kendi ürettikleri yiyecekleri
yemekten büyük bir zevk alırlarmış.Organik beslendikleri için de
sağlık sorunları da az olurmuş.Oysa şimdi insanların çoğunun
sağlık sorunları var.Çoğu kişi herhangi bir sebepten dolayı
mutsuz.Dönemimizde insanlar mutlu olmak için çok büyük
beklenti içine girmiş durumdalar.Oysa eskiden kaynana geline bir
lastik ayakkabı alsa bile gelin çok sevinirmiş aynı senin sevindiğin
gibi değil mi nineciğim?Artık millet bir koşuşturma içerisinde
.Akşama kadar para hırsıyla çalışıp duruyorlar,akşam olunca
yorulup kalıyorlar sohbet ortamı zaten oluşmuyor.Ya komşuluk
ilişkileri?Onlar da acınacak durumdalar.İnsanlar apartmanlarındaki
komşuları ölünce ancak bilmiş oluyorlar fakat iş işten çoktan
geçmiş oluyor.Bu dönemde en çok yaşlı insanları
seviyorum.Neden biliyor musunuz?Çünkü en gerçekçi onları
buluyorum.Dedem ve ninem sizi bazen o kadar çok özlüyorum ki
yan komşumuz olan yaşlı bir aileye ziyarete gidiyorum ve size
olan özlemimi gidermeye çalışıyorum.
Kısacası sizi çok şanslı buluyorum.Her şeyin gerçek olduğu
bir ortamda yaşamızsınız..Ellerinizden öper,sağlıklı günler dilerim.
Adres:Fatih Mah.Bostancı Cad.No:36 Çubuk/ANKARA
Halise ŞİMŞEK
UNUTTUK
İkra AKKAYA
İMTİYAZ SAHİBİ
Selvet GÜRDAĞ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Ali ALTUN
Artık o kadar çok her şeyi unuttuk ki… Sabah erkenden sıcacık yataklarımızdan
kalkıp, kendimizi aniden sabahın koşuşturmasına bırakıyoruz. Alelacele, uykulu bir şekilde
hazırlanıp ya okula ya da işe gidiyoruz.
Günün yoğunluğuyla akşama kadar baş etmek zorunda bırakıyoruz kendimizi.
Akşama kadar, hayatın tüm yoğunluğunu aşılıyoruz bedenimize. Akşam eve geldiğimizde
de bize en çok çekici gelen yatağımız oluyor. Eve gidip dinlenme hayalleriyle geçen günün
sonunu erkenden uyuyarak bitirmek için tüm koşulları yerine getirmeye çalışıyoruz.
Eğer evde yalnız yaşamıyorsanız ve en önemlisi de anneyseniz sanırım gün sonu
için kurduğunuz hayalleri biraz rafa kaldırmanız gerekecek. Çünkü işten eve geldiğinizde
eşiniz ve çocuklarınız için hazırlamanız gereken bir yemeğiniz, çocuğunuzun da
ilgilenmeniz gereken dersleri var. Ayrıca sadece bunlar da değil, eşiniz ve çocuklarınızın
yanı sıra sizden ilgi ve temizlik bekleyen bir evinizde var. Ve siz tüm bunları yaparken tabi
ki de zamanda kayboluyorsunuz. Ve geriye kalan tek şey saati bile bilmeden odanızın
yolunu tutmak kalıyor.
Gün içerisinde kurduğunuz uyku hayallerinizi kaldırdığınız raftan çıkarırken bile o
rafın kapağını göremeyecek bir halde yorganınızın altındaki yerinizi alıyorsunuz. Ve ertesi
gün karşılayacağınız yorgunlukları bile düşünemeden gözleriniz kapanmış oluyor.
Feyza Nur ERDOĞAN
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Havva BAL
GÖRSEL DANIŞMAN
Nilay ARAR KOLİŞLER
YAYIN KURULU
Yıldız AKSU
Sibel NAZ
Halil YILDIZ
OKUL ADRES TELEFON
ÇUBUK MELİHA HASAN ALİ BOSTAN FEN LİSESİ
Yıldırım Beyazıt Mah. Ağrı sok. No3 Çubuk / Ankara
0312 837 92 72
4