2009 Mart - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2009 Mart - Mülkiyeliler Birliği
MART - 2009
SAYI 2009-3
kriz ve savaş:
işsizlik, açlık, ölüm
kapımızı çalıyor
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ (MAR) KURULDU
8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜ KUTLADI
KRİZDEN İNSAN MANZARALARI
İÇİNDEKİLER
mülkiye’den
Yeni Bir Sayıyla Merhaba,................................................................................................................................................. 3
Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) Yönetim Kurulu Başkanı Söyleştik.......................................................................... 4
Rahmi Aşkın Türeli............................................................................................................................................................ 4
Mülkiyeli Kadınlar 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü Kutladı............................................................................................ 8
Genel Üye Toplantısı Yapıldı............................................................................................................................................. 10
Yeryüzü Nazım’a Şarkılar Söylüyor.................................................................................................................................. 11
Beş Kuşak Mülkiyeli.......................................................................................................................................................... 16
Mülkiye Hatıra Ormanı...................................................................................................................................................... 25
150. Yıl Etkinlikleri............................................................................................................................................................ 26
Türkiye’de Anayasacılık..................................................................................................................................................... 26
Dünya Ekonomisinin Geleceği . ........................................................................................................................................ 26
Yeni Siyasal Düzen............................................................................................................................................................. 26
Mülkiyeli Sanatçılar........................................................................................................................................................... 26
Jön Türk Sergisi.................................................................................................................................................................. 27
Sadun Aren Hocayı Unutmadık.......................................................................................................................................... 27
Çankaya Belediyesi Başkan Adayı Bülent Tanık ile Görüşme.......................................................................................... 28
mülkiyede öğrenci olmak
Cevat Vural......................................................................................................................................................................... 32
Münir Raif Güney.............................................................................................................................................................. 36
Semra Erbay Şenol............................................................................................................................................................. 42
şubelerden
İzmir................................................................................................................................................................................... 43
İstanbul............................................................................................................................................................................... 47
mülkiyeli şairler
Alper Eliküçük, ................................................................................................................................................................. 48
konuk yazarlar
Krizden İnsan Manzaraları / Sibel Özbudun...................................................................................................................... 50
Müziğe Dair Notlar / Temel Demirer................................................................................................................................. 54
şiir seçkisi
Şükrü Erbaş......................................................................................................................................... 65
Hüseyin Atabaş.................................................................................................................................... 65
kentlerin tarihi
Roma Döneminde Ankara/ Mehmet Özer........................................................................................... 66
kitap seçkisi
“Sorumluluklar Ve Paylaşımlar Üzerine............................................................................................. 69
Emekli Validen Anılar......................................................................................................................... 69
E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır.
mülkiye’den
YENİ BİR SAYIYLA MERHABA,
durumdaki emekçilerin önemli bir kısmı da her an işsiz kalma
stresi altında ve hak ettiğinin çok altında ücretlerle yaşamaya
çalışıyor. Halk, tam anlamıyla borç batağına doğru sürükleniyor
ve bunun sonucunda her gün farklı toplumsal / bireysel dramlar
yaşanıyor. (Bu konuda gazete 3. Sayfa haberleri izlenebilir)
Fakat sisteme güçlü bir alternatif ya da toplumsal örgütlülük
olmadığı için, sistemin yarattığı “dilenci toplum”, durumunun
nedenleri ve sistemi sorgulamak yerine, hükümetteki partinin
uzantısı olarak çalıştıklarını her gün medyada izlediğimiz bazı
mülki idarecilerin ya da yerel kurumların dağıttığı gıda, beyaz
eşya ya da paranın peşinde yaşamını sürdürmeye çalışıyor.
Bunları alabildiğinde de, tam olarak istendiği gibi, “haline
şükrediyor”. Devletin açıkladığı sözde kriz önlemleri ise, geniş
emekçi kesimleri ekonomik olarak biraz olsun rahatlatmayı
değil, çok açık olarak bazı büyük grupları ya da TOKİ gibi
kurumları kurtarmayı amaçlıyor.
Yine oldukça dolu bir içerikle sizlere ulaşmanın mutluluğunu
yaşıyoruz.
Hem camiamız ile ilgili duyuru ve haberler, hem de artık
okurlarımızın çok iyi bildiği düzenli başlıklarımız altındaki
yazılarla sizlerleyiz.
Birliğimiz adına 150. Yılımızda atılan çok önemli bir kurumsal
adımdan özellikle söz etmek istiyorum: “Türkiye’nin iktisadi,
toplumsal, siyasal, idari ve dış politika alanlarında önem
arz eden sorunlarının ele alınması, incelenmesi, çözüm
önerilerinin geliştirilmesi ve geleceğe yönelik perspektiflerin
ortaya konulmasını temel amaç olarak belirlemiş” olan
Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR), 16 Mart 2009 itibariyle
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi bünyesinde kurulmuştur.
MAR, faaliyetlerini yürütürken, iki temel işlevi birlikte
gerçekleştirmeyi hedefliyor: MAR, bir taraftan bir araştırma
merkezinden beklenen çeşitli konularda araştırmalar yapma,
çözüm önerileri geliştirme ve raporlar yayınlayarak kamuoyunu
doğru bilgilendirme, diğer taraftan da bir düşünce üretim
merkezi olarak geleceğe yönelik bir perspektifi de içerecek
şekilde düşünce ve fikir üreten, strateji belirleyen bir işlevi
üstlenecektir.. Mülkiye Araştırma Merkezinin çalışmalarına
yönelik olarak da destek ve katkılarınızı bekliyoruz.
Bültenimizin bu sayısında MAR Başkanı Rahmi Aşkın Türeli
ile yaptığımız söyleşiye yer verdik.
.
Geçen sayımızdan bu tarafa 150. Yıl çerçevesinde yine oldukça
önemli panel, söyleşi ya da farklı etkinlik gerçekleştirildi ve
gerçekleştiriliyor. Pursaklar’daki Mülkiye Hatıra Ormanı’na
da 150. Yıl anısına yeni fidanlar dikerek ormanımızı biraz
daha büyüttük. Etkinliklere ilişkin duyuru, bilgi ve yazıları
sayfalarımızda bulacaksınız.
Yaşanan krizin etkisi önümüzdeki yerel seçimlerde kendisini
ne kadar gösterir, kendisini iktidarda bu kadar güvende
hisseden hükümetteki parti, bazı yorumlarda söylendiği
gibi, yerel seçimlerde elindeki belediyelerin bir kısmını
kaybederse, daha önce aynı süreci yaşamış diğer bazı partiler
gibi, dağılma ya da küçülme sürecine girer mi vb. soruların
cevabını bize önümüzdeki günler gösterecek. Fakat bildiğimiz
bir şey varsa, diğer hiçbir partinin de geniş kesimlere güven
verecek bir durumda olmadığıdır. Yolsuzluğun, vurgunun,
talanın bu kadar büyük iddialarla medyada yer aldığı ve
bazı dosyaların engelleme çabalarına rağmen bir şekilde
adli kurumlara ulaştırıldığı bir dönemde Ankara, İstanbul
gibi birçok büyük ilde aynı belediye başkanlarının yeniden
kazanma ihtimallerinin güçlü olması, bu dönemdeki en büyük
çelişkidir. Başbakanın bir vesileyle söylediği gibi, hiçbir
yönetici sonsuza kadar ve her şeye rağmen yerinde kalmamalı,
hiçbir kurum kimsenin çiftliği olmamalıdır. Dileğimiz, her
türlü örgütlü suçun içerisinde olduğu geniş kesimlerce bilinen
kişilerin yerine, dürüst, kent vizyonu ve sosyal projeleri olan,
ekip çalışmasına yatkın kişilerin ve eğer böyle camiamızdan
adaylar varsa onların seçilebilmesidir.
Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle.
Genel Kurul sürecinden beri önemli bir gündem maddemiz
olan “Mülkiye Sitesi Projesi” konusunda da önemli mesafeler
alındı. Yapılan haklı eleştirileri ve üyelerin hassasiyetlerini
dikkate alarak hazırlanan ve yapılan Ortak Kurullar ve Genel
Üye toplantılarında beğeni kazanan Avan Proje için ihale
sürecine girildi. İhale süreciyle ilgili bilgileri internet ana
sayfamızda bulabilirsiniz.
A.Raif FALCIOĞLU
Ülke olarak en önemli gündemimiz ise, artık sosyal bir krize
dönüşmeye başlayan “ekonomik kriz” ve ay sonunda yapılacak
yerel seçimlerdi.
Bir kesim, kendi çevrelerine bakarak, halen fark etmiyor olsa da,
işsizlik ve yoksulluk konusunda dünyanın en kötü durumdaki
ülkelerinden birisi haline geldik. İşsiz sayısı resmi verilere göre
Aralık 2008 döneminde 838 bin kişi artarak 3 milyon 274 bin
kişiye çıktı. Fakat bu konuda 6 milyonun üzerini telaffuz eden
uzmanlar da var. İşsizlik oranı ise genç ve çalışabilir nüfusta
yüzde 25’e çıktı. Gelir uçurumunun geldiği noktayı hepimiz
kendi gözlemlerimizle bile takip edebiliyoruz.“Hamdolsun”
politikaları nedeniyle halen çalışabilecek bir işi olan “şanslı”
3
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ (MAR) YÖNETİM KURULU BAŞKANI
RAHMİ AŞKIN TÜRELİ
Rahmi Aşkn TÜRELİ
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümünden 1987 yılında
mezun oldu. ABD’de Güney California Üniversitesi Ekonomi Bölümünden 2000
yılında yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılından bu yana Başbakanlık Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarlığında Planlama Uzmanı olarak görev yapıyor. Aynı
zamanda Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde
2002 yılından bu yana Yarı Zamanlı Öğretim Görevlisi olarak Ekonomi dersleri
veriyor. Türkiye ekonomisinin makroekonomik dengeleri, sanayileşme, istihdam ve
yoksulluk konularında yapılmış çalışmaları bulunmaktadır. Mülkiyeliler Birliği
Genel Merkezinde Yönetim Kurulu üyeliği ve II. Başkanlık görevlerinde bulunan
TÜRELİ halen Mülkiyeliler Birliği Onur Kurulu Üyesidir.
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ (MAR) BAŞKANI RAHMİ AŞKIN TÜRELİ İLE
ARAŞTIRMA MERKEZİ ÜZERİNE SÖYLEŞTİK.
Mehmet Özer: Sayın Türeli, kamuoyuna yeni
bir araştırma merkezinin açıldığını duyurdunuz.
Araştırma merkezi açılması hangi gereksinmeden
doğdu?
zaman. Adına ister araştırma merkezi deyin, ister
düşünce üretim merkezi veya Batı’daki adıyla thinktank, bu tür kuruluşlar Türkiye’de çok yaygın değil.
Son dönemlerde yaygınlaşmaya başladı ama onlara da
baktığımızda daha çok profesyonel yapıda kurulmuş
ve bu çerçevede kaynağını belli gruplarından alan
bir yapının ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Biz bir
araştırma merkezini kurmaya karar verdiğimizde, bir
taraftan Mülkiyenin potansiyelini harekete geçirmek,
diğer taraftan da bizim dışımızdaki akademik dünya,
meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri gibi
kurumların katkılarını almayı planladık.
Rahmi Aşkın Türeli: Mülkiyeliler Birliği Siyasal
Bilgiler Fakültesi mezunlarının üye olduğu bir dernek
ve Siyasal Bilgiler Fakültesi kamuya, bürokrasiye
üst düzey yönetici yetiştirmek üzere kurulmuş bir
okul, alanında bir ekol. Halihazırda kamuda ve özel
sektörde çalışan, ekonomiden siyasete, idareden dış
politikaya tüm alanlarda yetişmiş bir insan gücü var
Mülkiye camiasının. Bizde Mülkiyeliler Birliği olarak,
MAR olarak temel yaklaşımımız, ülkemizin
okulumuzun kuruluşunun 150. yılını kutladığımız bir
dönemde bir araştırma merkezi kurmaya ve böylece kaynaklarını geliştirerek ve doğru ve akılcı bir yönelimle
Mülkiye camiasının bilgi ve birikimlerini kullanmaya kullanarak ülkenin yeniden hızlı bir kalkınma
sürecine
sokulmasını
ve potansiyelini harekete
amaçlayan, kamu yararının
geçirmeye karar verdik.
Biz bir araştırma merkezini kurmaya
gözetilmesini ve toplumun
Özer: Bu alanda araştırma
karar verdiğimizde, bir taraftan Mülkiyenin
refahının artırılmasını
yapan bir çok kurum var.
potansiyelini harekete geçirmek, diğer
ön planda tutan, ilerici
Bu kurumların kamuoyu
taraftan da bizim dışımızdaki akademik
ve çalışan kesimlerden
bilincinin oluşmasında ya da
dünya, meslek örgütleri, demokratik
yana bir perspektifin
yönlendirilmesinde önemli
kitle örgütleri gibi kurumların katkılarını
geliştirilmesi olacaktır.
etkileri var. Siz bu alanda
almayı planladık.
Özer:
Mülkiyeliler
bir boşluk mu gördünüz ki
Birliği ve Siyasal Bilgiler
araştırma yapacak bir merkez
Fakültesi dendiğinde akla kamusal vicdanı gelişkin
açmaya karar verdiniz?
Türeli: Bence bir boşluk var yakından incelendiği bir topluluk akla geliyor. Tam da kamusal kaynakların
özelleştirildiği, ulusal varlıkların satıldığı bir dönemde
Özer: Çalışmalarınızda kimlerden yararlanmayı
düşünüyorsunuz?
Türeli: Bu yapacağımız araştırmalarda insan gücü
olarak, bilgi ve birikim olarak yararlanacağımız pek
çok kaynak var. Mülkiyeli üyelerimiz elbette en temel
kaynağımız. Bürokraside halen çalışan veya emekli,
bilgisi ve deneyiminden yararlanabileceğimiz geniş bir
kitle var. Fakültemiz ve diğer üniversitelerimiz özellikle
teorik çalışmalarda bize büyük katkı sağlayabilirler.
Meslek odaları, sendikalar gibi kurumlar da konulara
değişik perspektiflerden yaklaşmaları nedeniyle bizim
birlikte çalışmayı istediğimiz kurumlar arasında.
Merkezimizin çalışmalarında iki çalışma yöntemini,
birbirini besleyecek şekilde, birlikte izlemeye karar
böyle bir araştırma merkezi kurdunuz. Hangi alanlara
verdik. Birincisi, belli konularda çalışma grupları,
yöneleceksiniz araştırma yapacaksınız?
komiteler oluşturarak sorunları incelemek, çözüm
Türeli: Uluslararası finansal krizin niteliği, şiddeti, önerileri geliştirmek olarak özetlenebilir. Bu çerçevede
ekonomimize olan yansımalarının ne şekilde olacağı öncelikle kriz çalışma grubunu oluşturduk. Bunun
gündemimizin en önemli konusu. Bu konuların yanında, işgücü piyasası, istihdam ve işsizlik konularını
objektif bir biçimde ayrıntılı
geniş bir perspektifte ele
olarak incelenmesi, anlaşılması
alacak bir çalışma grubu
Siyasal Bilgiler Fakültesine girdiği
ve toplumun yararı ve refahı
andan itibaren ülkenin çıkarlarını ve kurma çalışmalarımız devam
doğrultusunda çözümler toplumun refahını yüksek kamu bilinciyle
ediyor. Ülkemizdeki tarımsal
üretilmesi gerekiyor. Türkiye, her şeyin üstünde tutan ve savunan bir
yapı ve tarım kesiminin
uzun zamandan beri IMF topluluk olarak, ülkemize karşı önemli
sorunları muhtemel çalışma
programlarıyla yönetiliyor. sorumluluklarımız olduğunu düşünüyoruz. konuları arasında. Kamu
IMF programlarının temel
yönetimi ve siyaset bilimi
özelliklerini, ana çizgilerini
alanında çalışılacak pek çok
biliyoruz. IMF, uluslararası ödemeler sisteminin konu var. Dış politika çalışılabilir. Tabi, bu konuları bir
sağlıklı işleyişini sağlamak üzere kurulmuş bir plan dahilinde ve bir çalışma takvimi doğrultusunda
kuruluş ve IMF programlarında Türkiye’nin yabancı ele almayı planlıyoruz. Ayrıca, zaman içinde ortaya
kreditörlere olan borçlarının düzenli şekilde ödenmesi çıkan ve ülkenin gündemine giren konuları da hızlı bir
temel ilke. Yoksa, ülkenin kalkınmasının kesintiye biçimde ele alıp kamuoyunun doğru bilgilendirilmesini
uğramış olması, sanayi ve tarımda üretim gücünün sağlamamız gerekiyor.
zayıflaması, kamu sosyal altyapı yatırımların kısılması,
Diğer taraftan, örgütsel bir temelde sendikalarla,
işsizliğin yükselmesı, yoksulluğun artmış olması,
meslek odalarıyla, sektör temsilcisi örgütlerle birlikte
bütün bunlar IMF programlarında göz önüne alınan
ortak çalışmalar yürütmek, projeler yapmak da
hususlar değil.
hedeflerimizden biri.
Bu anlamda, bizlerin bu ülkenin sorunlarına,
İkinci olarak da, bir düşünce ve strateji üretim
kendi geliştirdiğimiz perspektiflerimizle çözümler
merkezi gibi çalışmayı planladık. Yani, belli konuları
üretmemiz gerekiyor. Bunun çok önemli olduğunu
merkezimizde ve konularının uzmanlarıyla tartışarak,
düşünüyorum. Tabii ki, Siyasal Bilgiler Fakültesine
geleceğe yönelik perspektifleri de içerecek biçimde,
girdiği andan itibaren ülkenin çıkarlarını ve toplumun
fikir üretmek ve stratejiler belirlemek istiyoruz.
refahını yüksek kamu bilinciyle her şeyin üstünde
Araştırma merkezinin bünyesinde oluşacak bilgi
tutan ve savunan bir topluluk olarak, ülkemize karşı
birikiminin, ileride araştırma merkezinin daha geniş
önemli sorumluluklarımız olduğunu düşünüyoruz.
5
bir alanda ve belki de daha
profesyonel bir çerçevede
çalışabilmesine imkan
sağlayacağını düşünüyoruz.
Biz kurucu bir yönetimiz.
Bu bağlamda, doğru
perspektifleri oluşturarak
düşünce ve fikir üretmek
ve böylece arkamızdan
gelenlere yol açmak temel
yaklaşımımız olacak.
doğru gidiyor tartışmasının da önemli olduğunu
düşünüyorum. Biz, bir anlamda somut projelerden,
araştırma projelerinden yola çıkacağız. Ekonomideki
göstergeleri, sektörlerin krizden etkilenme durumunu
yakından izleyeceğiz Ama dediğim gibi büyük resmi
de görmeye, anlamaya ve analiz etmeye çalışacağız.
Özer: Bu duruma şöyle bir açıklama getirebilir
miyiz. Kriz ve yarattığı sonuçlar ülkenin aydınlarıyla
yoksullarını birleştirdi. Yani bir çok aydın, akademisyen,
bilim adamı emekçilerin lehine çözüm önerileri,
projeler sunmaya başladılar. Sizin merkezinizin de
Özer: Anlattıklarınızdan böyle bir tavrı var. Emekten yana bir yönelim çizdiğine
şunu kavrıyorum. Kamunun yeniden yapılandırılması göre.
ve sorunların çözümüne yönelik öneriler üretecek
Türeli: Evet, söylediklerinize katılıyorum ve böyle
bir çalışma içindesiniz. Faaliyetlerinizde çalışanlar, bir perspektifin de oluşması gerektiğini düşünüyorum.
emekçiler ve örgütleri sendikalar, demokratik kitle Özellikle 1980’lerin başından itibaren çok kuvvetli
örgütleri ile yakın ilişki içinde olacak mısınız, araştırma bir neoliberal rüzgarın dünyada ve Türkiye’de estiğini
sonuçlarını bu kurumlarla paylaşacak mısınız?
görüyoruz ve bu anlamda da kamunun yeniden
Türeli: Hayır, henüz başlamadık ama görüşeceğiz. tanımlandığı, sosyal devletin tırpanlandığı, gelir
Onlardan gelen öneriler doğrultusunda biraz önce dağılımının bozulduğu, yoksulluğun arttığı bir dönemi
yaşıyoruz, böyle bu dönemin içinden geçiyoruz. Biz,
bahsettiğim ortak çalışma projeleri şekillenebilir.
Özer: Sayın Türeli Mülkiyeli aydınlar, araştırmacılar, ülkelerin, egemen rüzgarlara kapılmak yerine, kendi
akademisyenler gidişata dur diyebilmek için sürece ihtiyaçları doğrultusunda, kaynaklarını daha akılcı bir
müdâhil olmaya çalışıyorlar. Yani artık buradan bir biçimde kullanarak kalkınabilmeleri, refah seviyelerini
itiraz bilgisini ve çözüm önerilerini üretmek için yükseltebilmeleri için belli bir hareket alanının
olduğunu düşünüyoruz. İşte görüyorsunuz, bütün
Mülkiyeliler bir oluşum içindeler de diyebilir miyiz?
kamu hizmetlerinin özelleştirildiği, vatandaşın müşteri
Türeli: Evet. Aslında içinde yaşadığımız dönem gibi görüldüğü bir kamu yönetimi anlayışı ile karşı
de gerçekten çok önemli bir dönem. Dünya 1929 karşıyayız. Diğer taraftan, cumhuriyetin başından bu
krizinden beri de en
yana kurulmuş fabrikaların,
önemli krizini yaşıyor.
kamu teşebbüslerin elden
Dünya 1929 krizinden beri de en önemli
Belki de paradigma
çıkartıldığı, özelleştirme
krizini yaşıyor. Belki de paradigma anlamında
anlamında değişikliklerin değişikliklerin de gündeme geleceği bir dönem
yapıldığı, satıldığı bir dönem
de gündeme geleceği bir
bu dönem.
bu dönem.
dönem bu dönem. Nasıl
Bununla
b i r l i k t e,
bir değişiklik olacağını
tabi henüz kestirmek çok kolay değil. Buna ilişkin uygulanan neoliberal politikalar Türkiye ekonomisinin
olarak ciddi teorik çalışmalara ve de zamana ihtiyaç sorunlarını hafifletmedi, aksine ağırlaştırdı. Türkiye
var. Yani kapitalizm bu haliyle mi kalacak, yeni bir ekonomisi büyük ölçüde dışa bağımlı bir ekonomi
biçimde mi yaşayacak, yoksa yerini yeni bir sisteme mi haline geldi. Ekonomi büyürken bir taraftan da
bırakacak, bunlar henüz cevaplanabilmiş sorular değil. gittikçe artan bir cari açık var. Bunun sonucunda da
dış borçlar kartopu gibi büyüyor. Dışarıdan kaynak,
Böyle önemli bir dönemde, belli sorunlar üzerinden para gelmediği zaman da Türkiye ekonomisi adeta
hareket ederek hem o sorunların tanımlanması ve durma noktasına giliyor. Yerli sanayi üretim yapısı
çözüm yollarının oluşturulması, hem de biraz önce de çökmüş durumda. Ekonomi büyüdüğü zamanlarda
bahsetmiş olduğum geniş resmin tartışılması gerekiyor. bile istihdam artışı sınırlı ve işsizlik yükseliyor.
Nereye gidiyor dünya. Bu bağlamda, Türkiye nereye Teknoloji üretim çok yetersiz. Diğer taraftan, bozulan
6
gelir dağılımı ve artan yoksulluk dış kaynakların ülkeye deyişle, aydın, ülkenin gelişmesi, toplumun refahı için
gelmesiyle sağlanan büyümeden çalışan kesimlerin, uğraşan bir topluluktur Mülkiyeliler. O anlamda da
ülkedeki geniş yığınların yararlanmadığını gösteriyor. söylediğimiz gibi Mülkiye topluluğunun böyle bir
Bu anlamda da ulusal kaynakların geliştirilmesini misyonu var. Mülkiye Araştırma Merkezi de böyle bir
hedefleyen yeni politikalara ihtiyaç olduğunu bağlamda kuruldu.
Ve tabi şimdi çalışma
zamanı. Öncelikle kriz
Mülkiyenin tarihi Türkiyenin tarihi
çalışma masasını kurup
ile örtüşüyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi
çalışmalara başladık. Sonra
ve Mülkiye camiası her zaman
diğer çalışma grupları da
Türkiyenin sorunlarıyla iç içe olmuş,
toplumsal hareketlerin içinde yer almış, faaliyete geçecek. Bu çalışma
gruplarında belli konuların
belirleyicisi olmuştur.
ele alınması, incelenmesi,
araştır ılması,
çözüm
Özer: MAR’ın kurulması
iradi bir çaba. Bu iradeyi göstermesi Mülkiyelilerin önerilerinin geliştirilmesi elbette aktif katılım ve ciddi
geleneksel tavrına da uygun düşüyor aslında. 1918’de bir çalışma gerektiriyor. Bu anlamda da üyelerimizin
yazılan marşın “...yetiştik çünkü biz.” tümcesinde desteklerini ve katkılarını bekliyoruz.
düşünüyoruz. Bunların tam da
yeniden tartışılma dönemidir. Bu
tip kriz dönemleri aslında yeni
şekillenmelerin olduğu, yeni bir
takım yönelimlerin olabileceği,
her şeyin yeniden tartışılabileceği,
tartışma masasına konulabileceği
dönemlere işaret eder.
Özer: Sayın Türeli, bültenimiz aracılığıyla Mülkiye
olduğu gibi, mevcut ekonomik-siyasal-toplumsal
koşullarda, yoksulluğun bu derinlikte olduğu bir camiasına, kamuoyuna bir çağrı yapmak ister misiniz?
dönemde Mülkiyelilerin, Mülkiyeli aydınların bunun
Türeli: Araştırma merkezimize destek bekliyoruz.
dışında kalması düşünülemezdi değil mi?
Birlikte yapılacak çalışmalara, ortak çalışma
Türeli: Çok güzel ifade ettiniz. Mülkiyenin tarihi projelerine, her türlü öneriye açığız.
Türkiyenin tarihi ile örtüşüyor. Siyasal Bilgiler
Fakültesi ve Mülkiye camiası her zaman Türkiyenin
Özer: Kutluyor, başarılar diliyoruz.
sorunlarıyla iç içe olmuş, toplumsal hareketlerin
içinde yer almış, belirleyicisi olmuştur. Diğer bir
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ (MAR) İLETİŞİM BİLGİLERİ
Rahmi Aşkın Türeli
MAR Başkanı
Tel: 0312-294 61 44 0533-576 37 44
[email protected]
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ
[email protected]
www.mulkiye-mar.org
Tel: 0312-418 55 72
Fax: 0312-419 13 73
7
Mülkiyeli Kadınlar 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü Kutladı
Mary Wollstonecraft’in 1792’de Mülkiyeli Kadınlar, Halkevci Kadınlar
yazdıkları halen geçerliliğini koruyor: ve Feminist Biz’in Birlik bahçesinde
“İktidar her zaman körü körüne itaate ortaklaşa düzenlediği etkinlikte hem
ihtiyaç duyduğundandır ki zorbalar ve isyan vardı, hem dayanışma vardı, hem
şehvet düşkünleri, haklı olarak karanlıkta de eğlence…
t u t m a y a
Kolej’den Yüksel
çalışırlar
Kolej’den Yüksel Caddesi’ne doğru, Caddesi’ne doğru,
kadını; çünkü sloganlarımızla,
düdüklerimizle, s l o g a n l a r ı m ı z l a ,
zorbaların tek enstrümanlarımızla yürüdük. Kızılay d ü d ü k l e r i m i z l e ,
istediği bir sokaklarını kendi renklerimize boyadık. enstrümanlarımızla
köledir, şehvet Ardından sloganlarımız, türkülerimiz yürüdük. Kızılay
düşkünlerinin ve danslarımız Mülkiyeliler Birliği’nde sokaklarını kendi
istediği ise devam etti.
renklerimize
elinde tutacağı
boyadık. Ardından
bir oyuncak."
sloganlarımız,
Biz kadınlar
türkülerimiz ve danslarımız Mülkiyeliler
köle olmayı da oyuncak olmayı da Birliği’nde devam etti.
reddettiğimizi bir kez daha göstermek,
eşitlik ve özgürlük taleplerimizi herkese Güldünya Sanat Topluluğu hepimizin
duyurmak için yine bir 8 Mart’ta sesi oldu. Anadolu coğrafyasının her
daha sokaklardaydık. Ancak sokak yerindeki kadınların, her dilde şarkılarıyla,
eylemimizin sona ermesiyle sona ermedi kah ağladık, kah oynadık. Siyasal
bu yılki 8 Mart coşkumuz. Mülkiyeliler Bilgiler Fakültesi Tiyatro Topluluğu,
Birliği, kurulduğu günden bu yana Tiyatro Öteyüz ve Yeraltı Tiyatrosu,
koruduğu eşitlik, özgürlük ve hak farklı kadınların öykülerini anlattılar
mücadeleleri için yola çıkanlara kucak bize oynadıkları oyunlarla. Gün boyu
açma misyonunu bu yıl da sürdürdü: Bu bahçede sergilenen,AFSAD Toplumcu
kez 8 Mart için bahçesini kadınlara açtı. Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi’nin
8
de Sokakları da” istemek üzere sokaklara
döküldüler. 8 Mart böylece sona erdi,
ancak Kadın Hakları Mücadelesi devam
ediyor hala…
fotoğrafları ve Karikatürcüler Derneğinin
karikatürleri de farklı kadınlık
hallerini yansıtıyorlardı. Bu oyunlarda,
fotoğraflarda, karikatürlerde, bir parça
kendimizi, bir parça annemizi, bir parça
kız kardeşimizi bulduk.
O gün, meydanlarda söz söyleme
fırsatı bulamayan bütün kadınlar serbest
kürsüde konuşma fırsatı da buldu.
Dikmen’den, İlker’den, Mamak’tan
kadınlar, kadın muhtar adayları bizlerle
düşüncelerini, öneri ve beklentilerini
paylaştılar. Gün sonunda halen yorgun
düşmemiş kadınlar birlikte film
izledikten sonra saat 23.00’te “Geceleri
9
GENEL ÜYE TOPLANTISI YAPILDI
Ortak Toplantısında incelenmiş, gerekli öneriler ve
düzenlemeler yapılarak ihale sürecinin başlatılabilmesi
için Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yönetim Kuruluna
sunulmuştur.
“Mülkiye Sitesi Projesi” için yeni hazırlanan
avan projesi ihale süreci hakkında üyelerimizin
bilgilendirilmesi amacıyla 17 Şubat Salı günü Saat
18.30’da Genel Üye Toplantısı düzenlenmiştir.
Mülkiyeliler Birliği Vakfı ve Derneği’nin 12
Şubat tarihli ortak toplantısında, ihale şartnamesi
değerlendirilmiş, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yönetim
Kurulu’nun kararı ile ihale süreci başlatılmıştır.
Mülkiye Sitesi Projesinin, Mülkiye camiasında
sağlanacak genel bir oydaşma ile hayata geçirilmesinin
gerekli ve önemli olduğu anlayışını taşıyan Mülkiyeliler
Birliği Vakıf ve Dernek Yönetim Kurulları, 2008 Mart
tarihinde yapılan Genel Kuruldan itibaren, üyelerden
gelen eleştiri ve önerileri dikkate alarak Mülkiye Sitesi
ile ilgili yeni bir çaba içine girmiştir.
Avan projesi ihale süreci hakkında üyelerimizin
bilgilendirilmesi amacıyla düzenlenen Genel Üye
Toplantısı’nda genel başkan Ali Çolak tarafından,
Daha önce hazırlanan Mülkiye Sitesi Fikir Mülkiye Sitesi Projesi’nin bütün süreçleri ile ilgili
Projesine yönelik eleştiriler belli başlı birkaç noktada detaylı bilgiler verilmiş ve yeni hazırlanan avan proje
somutlaşmıştı; Bina dış cephe görüntüsü, Ağaçların sunum eşliğinde tanıtılmıştır. Avan proje genel üye
kesileceğine ilişkin kaygılar, Binaların yüksekliği, toplantısına katılan üyelerce de oldukça beğenilmiş
Otoparkın varlığına ilişkin olumsuz düşünceler, Yeni ve konuşmacılar tarafından yönetime, eleştirilere
oluşacak bahçenin yapaylığı ve bahçenin küçüleceğine gösterilen hassasiyet için teşekkür edilmiştir.
ilişkin endişeler.
Projeye ilişkin herhangi bir eleştiri olmamasına
Mülkiyeliler Birliği Vakfı ve Derneği yetkili
kurullarınca, bu eleştirileri ve üyelerin hassasiyetlerini
dikkate alarak, daha önce elde edilmiş olan fikir
projesinin yerine, yeni bir avan proje hazırlatılmıştır.
Yeni hazırlanan bu avan proje Danışma Kurulu’na
sunulmuş ve Danışma Kurulu üyelerince beğenilmiştir.
Yapılan Kurullar Ortak Toplantısında, bu projenin
hayata geçirilmesinin Yap – İşlet – Devret Modeli ile
olanaklı olacağı düşüncesi ağırlık kazanmış ve bir ihale
açılması kararlaştırılmıştır. Danışma Kurulu’nda ihale
sürecinin altyapısını oluşturan, ihale şartnamesinin
hazırlanması için uzman bir komisyon kurulmuş ve
bu komisyon ihale şartname taslağını ve gerekli diğer
belgeleri hazırlamıştır. Bu taslak, yine bir Kurullar
rağmen, bazı üyeler ihalenin yapılma şekli ve
sürecine ilişkin bazı endişe ve eleştirilerini dile
getirmiş, Ali Çolak ve ihale şartnamesini hazırlayan
komisyon üyeleri yaptıkları konuşmalarla gerekli
bilgilendirmelerde bulunmuşlardır.
Yönetim Kurulları, süreçle ilgili bir tereddüt
taşımamakla birlikte, sonradan herhangi bir sorunla
karşılaşma ihtimalini de ortadan kaldırmak için
Vakıflar Genel Müdürlüğü ve konunun uzmanı
hocalardan görüş alınması fikrini benimsemiştir.
(İhale ilanı Birliğimiz internet ana sayfasında
mevcuttur http://www.mulkiye.org.tr/ )
10
YERYÜZÜ NAZIM’A ŞARKILAR SÖYLÜYOR
Çünkü gerçek, bizim dışımızda, herkesin aynı şekilde
algılayacağı bir şey sayılır çoğu kez. Oysa gerçek,
bizim, bastığımız zemine ve bakış açımıza bağlıdır.
Rasyonel ile gerçek’i eşanlamda bilmekliğimizden
ileri geliyor bu. Bu nedenle işçiler, askerler, imamlar
aynı toplumda yaşadıkları halde, toplumun gerçeğini
çok değişik bir biçimde algılayıp yorumlarlar. Böyle
yaparken inanmadıkları için değildir bu. İnanarak
söylerler söylediklerini. Demek ki gerçek, herkesin
aynı biçimde algılayabileceği bir şey olsaydı, imamlarla
aynı dili konuşuyor olurduk, ama konuşmuyoruz.
Çünkü bastığımız zemin ve görme biçimimiz çok
farklı. Bunun ideolojik çözümlemeleri yapılabilir ama,
bu çözümlemelerle beraber şunu akılda tutmalıyız:
Onlar düşleri aptalca bulurken, biz düşlerimize sahip
çıkarak bir ütopyaya yöneliriz. Kaldı ki, onların düşleri
bile “verili”dir, anlamlarını rüyalara bırakırlar. Belli ki
rüya ile düş de farklı şeylerdir...
Yeryüzü Nazıma Şarkılar Söylüyor etkinliği
18 Şubat 2009 Çarşamba tarihinde konferans
salonumuzda gerçekleşti. Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği Komisyonunun üçüncü etkinliği olan Nazım
etkinliğinde, şiir ve fotoğraf sergisi açıldı. Nazım
Hikmetin yaşamını anlatan ve AFSAD Toplumcu
Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesinin hazırladığı
Sinevizyon gösterisinden sonra söz alan şair Ahmet
Telli “ Nazım Hikmet Bir Vicdandır” konuşmasını
yaptı.
Konuşmasında;
“Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek...
Ütopyasız bir toplumun geleceği de gridir,
buutsuzdur. Böyle bir toplumda “umut” bile umut
olmaktan çıkmıştır. Neyi umut ettiğini bilmemek kadar
düşsüz bir toplum yaratmayı amaçlayan egemenler,
umut yerine “köşe dönme”yi ikame edegelmişlerdir.
Düşlerin de satın alınıp metaya dönüştürüldüğü
bir dünyada her şeyin tüketime entegre edilmesi
karşısında şaşkınlığa düşenler, ancak bizim gibi
ülkelerin insanlarıdır. Bilginin ve teknolojinin
üstünlüğü, dünyanın insanileştirilmesine gitmiyorsa,
Nâzım’ın ütopyasını kavramak için ideolojik, politik bir egemenlik zincirinin oluşturulduğunu gösterir
bilgiler kadar önemli olan bir şey daha var, o da düş bu. Oysa ütopya, her türlü egemenlik ve eşitsizlik
kurmayı bilebilmek. Düş kurmayı çocukça bir şey ilişkisinin meşrûiyetini reddeder. İşte Nâzım Hikmet
sananlarımız çoktur. Kendilerini gerçekçi sayan bu bu bakımdan bir büyü bozucu, bir göz açıcıdır.
kişiler, gerçeğin bile ne olduğunu ayırdedemezler oysa.
NÂZIM HİKMET, yukarıya alıntıladığımız
dizelerle bir ütopyayı dillendiriyor. Bu bakımdan,
dizelerin anlatım güzelliğinin altında yatan dünyayı,
daha yakından kavramaya çalışmak gerekiyor. Bir
iktisatçının, politikacının, tarihçinin uzun uzun
anlatacağı her şey, hayat kadar yalın ama hayat kadar
çarpıcı bir şekilde seriliveriyor burada. Bunu sadece
sanatın gücünde aramak yeter mi? Elbette hayır. İşte
burada Nâzım’ın dehâsı ortaya çıkıyor.
11
Türkiye toplumunun kendi ütopyası bu yüzyıla kadar
oluşmadı. Batı’daki yazılı ütopyalar felsefi ve ideolojik
altyapıyı oluşturarak sonuçta Marksizmi yarattı.
Eğer bu ütopyaları çekip alırsanız Marksizm ayakta
duramaz. Bu oldukça önemli bir olgu. Homeros’tan
Campanella’ya kadar oluşan bu kültür, Marksizmin
dayandığı zeminin ne kadar güçlü olduğunu gösterir
bize. Türkiyeli insanın yaşam serüveninde yazılı kültür
eksikliği bir yana, bir gelecek düşü bile yokken, Nâzım
Hikmet, bu yolda bir öncüdür. Altyapısını kaçınılmaz
olarak ideolojiden almak durumunda olmuştur.
Çünkü kendisinden önce bu altyapıyı besleyen bir
miras oluşmamıştır.
Ütopya, bir gelecek sezgisidir. Eksik olmasına
karşın, en kestirme tanımı böyle yapabiliyorum.
Gelecek bilgisine sahip olmak için, geçmiş, bir tarih
bilgisine indirgenmeden tarih bilincine dönüştürülüp,
gelecekten bugüne yapılan bir projeksiyon, bugünü
kurma çabası, ütopyanın altyapısını kuruyor.
toprağı sürebilmeli
dizlerine kadar
Pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
Bütün soruları sorabilmeli
Bütün ışıkları derebilmeli
Yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz
Yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
Cengelde tamtamlara vurabilmeli
Ve yeryüzünde tek esir yurt, tek esir insan
Gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
Malı mülkü aklı fikri neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şairlerimiz.
Nâzım Hikmet bir öncü, bir göz açıcı olduğu
için, egemenlerce bir türlü bağışlanmadı. Çünkü
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
onun ütopyası, “insanın insana kulluğu”nu reddeden
bir ilişkiydi. Bu ütopya, egemenlerin, egemenlik
ve bir orman gibi kardeşçesine
ideolojisini sarsıyor, egemen bir paradigmanın ‘iflası’nı
Nâzım Hikmet’in bu dizeleri, mağlup, mazlum ve
hazırlıyordu. Nâzım “tek” kalsaydı egemen güçler bu
mağdur bir insanın yakınışı değil elbette; gelecekten
denli korkmayacaklardı belki. Ama o “bir orman gibi”
bugüne yapılan projeksiyon karşısında bugünü kurma
olmak istediği için yok edilmeye çalışıldı. Denilebilir
anlayışıdır. “Bir ağaç gibi tek”, “bir ağaç gibi hür”
ki, onun çileli yaşamı ütopyası nedeniyledir. Ama o,
yaşayabilmek için, önce bu sezgiye ulaşmak gerekiyor.
şöyle belirledi karşısındakileri:
Nâzım Hikmet bu sezgiyi, bir bilince dönüştürerek
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
kuruyor ütopyasını. Bu yüzden de Türkiyeli insanın
övüncü, kıvancı olabilmeyi hak ediyor.
akar suyun,
Şu dizeler, şiirin gücünü duyumsattığı kadar,
ütopyasına sahip çıkan Nâzım’ı da anlaşılır kılıyor:
Kardeşlerim
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
Sıska öküzün yanında koşulup şiirlerimiz
12
-çürüyen diş, dökülen et-
bir daha geri gelmemek üzere yıkılıp gidecekler
Ve elbetteki, sevgilim, elbet
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: İşçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet...
Gelecek sezgisini, gelecek bilgisiyle buluşturan
Nâzım’ın çilesi üzerine söylenecek her şey söylendi
belki, bundan sonra söylenecek ne varsa tekrardan
öteye gitmeyecek. Ama aslolan, onun bu ülkeye
kazandırdığı ütopyadır.
Sosyalizmin aydınlar katında kaldığı ve kitleyle
buluşamadığı bir zaman diliminde, sosyalist şairlerin
birbirleriyle benzer duyarlılıkta buluşmalarını anlamak
mümkünse de, bu boğucu ortamdan sezgiyi ve bilinci
kırbaçlayarak bir yarın düşünü kurduran Nâzım
Hikmet’in şiiridir. O, yalnızca 40’lı yılların değil
bugünün Türkçe şiirine de dehasıyla ışık düşürmüştür.
Her öncü gibi Nâzım Hikmet’in de toplumdışı
sayılması ya da toplum dışına itilmeye çalışılması
kaçınılmazdı. Çünkü öncü deha’dır ve deha ise
uyumsuzdur. Burada Afşar Timuçin’in bir tespitine
katılarak, Nâzım Hikmet’in öncü kişiliğini
vurgulamak isterim. Şöyle diyor Afşar Timuçin:
“Ahlâk bunalımı içinde kıvranan Atina için Sokrates
neyse, ahlâk bunalımı içinde kıvranan Türkiye için
de Nâzım Hikmet oydu.
Sokrates’i gençlerin ahlâkını
bozmakla suçlayarak ölüme
mahkum etmişti yurttaşlar.
Nâzım Hikmet’i de gençleri
ayaklandırmaya kışkırtmakla
suçlayarak toplum dışına
itmeye çalıştılar.”
Şiiriyle olduğu kadar
yaşam karşısında duruşuyla
da Türkiye’linin vicdanı
olan Nâzım Hikmet, bir
dünyalı olarak insanlığın kültür mirasıdır ve bu mirası
onarmaya devam etmektedir.
Türkiye, politik mücadeleyi, bütün boyutlarıyla
yaşadı. Hele son otuz yıl, ideolojik farklılıklar
Türkiye’nin insan coğrafyasını inanılmaz ayrılıklara
yöneltti. Derneklerden sendikalara, partilerden illegal
mücadele verenlere kadar hemen her türlü zeminde
serpilen bu politik ayrılmalar,bir ayrışmadan değil,bence
düşünme zenginliğinden de kaynaklanıyor. Anlatmaya
ama durmadan anlatmaya çalışmak gerekiyor belki.
İşte bu inanılmaz farklılıklar zemininde ortak sâhip
13
çıkılan belki de tek insan Nâzım Hikmet oldu. Hemen
her solcu dernek lokalinin duvarlarında Nâzım’ın
bir portresini bulmak mümkündür. Bu durumun
dünyada bir benzeri var mıdır, bilmiyorum. Ama pek
az bir olasılık bu. Böyle bir politik kutuplaşmada bile
Nâzım Hikmet’in sahiplenilişi, onun şiirinin etkililiği
kadar, ütopyasının bir zemin oluşturmasıdır. Şiirleri
bestelendi, oyunlaştırıldı; oyunları oynandı, filme
alındı; anma geceleri düzenlendi, düzenleniyor, tüm
kitapları defalarca basıldı, basılıyor. Bunlar ilk bakışta
güzel ve olumlu şeyler. Ama bir şeye karşı uyanık
olmak gerekiyor; sisteme, kendisine en muhalif olanı
bile entegre etme yollarını bulacak kadar reorganize
edilmiş bir sisteme. Batı, bunun yollarını çoktan
öğretti bütün dünyaya. Böyle bir durumda Nâzım’ın
şu dizelerini yüksek sesle okumak, karşı duruşun ilk
siperini kazabilir bize:
Biz unuttuk bağışlamayı
Varılacak yere
Kan içinde varılacaktır
Ve zafer hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp koparılacaktır...
Türkiye, egemenlerin kavrayamayacağı kadar
düşünce zenginliğine sahip bir ülkedir. Bu yüzden
en uzlaşmaz politik tutumlar bile Nâzım Hikmet’in
sahiplenilişine engel olamadı. Bunun bir nedeni olmalı.
Var üstelik. Çünkü Nâzım Hikmet bir vicdandır artık
bu ülkede. Nâzım Hikmet bir
vicdandır...” dedi.
Birliğimizin ikinci konuğu
olan araştırmacı yazar Emin
Karaca, Nazım Hikmet’in
mücadelesi ve vatandaşlığı
üzerinden
s ü rd ü rd ü
konuşmasını. Emin Karaca; “
Yıllar önce de bizim özellikle
Nazım Hikmet vakfının başı
çektiği rahmetli Kadriye
Saniye hanımın da sağ olduğu
dönemlerde, doksanlarda hatırlarsınız, vatandaşlığın
iadesi konusunda başvurular yapılmıştı gerekli
mercilere ve reddedilmişti. Ve ben hatırlıyorum istiklal
caddesinde protesto yürüyüşleri filan düzenlenmişti.
O zaman ben kendim karşı olduğumu yazdım, gerekli
yazı yazdığım yerlerde, duyurdum. Nazım Hikmetin,
üzerinde Nazım Hikmet Ran yazılı bir nüfus cüzdanına
ihtiyacının olmadığına ve bizim bildiğimiz tanıdığımız
Nazım Hikmet oluşunu da bu ülkenin yurttaşlığından
çıkarılışıyla daha da pekiştirdiğini belirterek karşı
durmuştum. Gene duyarlı Nazım Hikmet sevenler,
Nazım Hikmet dostları da bu vatandaşlık hakkının
geri verilmesi konusunda rasyonel şeyler söylediler, Nurettin’le birlikte Anadolu’ya geçerek Kurtuluş
Savaşı’nı yerinde görmeseydi; İnebolu’da karşılaştığı
eleştirdiler hükümeti.
Spartakist Mehmet Sadık Bey’den Marx’ın adını
duyup, Bolu’da öğretmenlik yaparken Ağır Ceza Reis
Bir de mezarının Türkiye’ye getirilmesi gündeme Vekili Ziya Hilmi Bey’den komünizan fikirler kaparak
geliyor. Onu konuşuyorlar, tartışıyorlar. Şimdi aslında Sovyetler Birliği’ne gitmeseydi, karşımızda şimdiki
şöyle bir yanılgı içinde oluyoruz, işte Anadolu’da bir Nazım Hikmet olmazdı şüphesiz…
köy mezarlığına gömün beni, tepemde bir çınar olsun
1921’de Sovyetler Birliği’nde girdiği komünizm
taş maş istemem. Yalnız unutuluyor ki şiirde tarif
ettiği bir Türkiye var. Öyle bir Türkiye’nin mezarına dünyasından, sanatına da taşıdığı sosyalist düşünceyle
gelmek istiyor aslında. Tarlaların orta malı olduğu dönüp geldiği ülkesinde (1924), köhnemiş Osmanlı
dünyasından kopamamış
ve mezarının alt kenarından
sanat çevresine bir güneş
türkülerle traktörlerin geçtiği.
gibi doğdu.
Yani düpedüz tarif ettiği bir
Bir partili (hem de en üst
sosyalist Türkiye özlemi var
düzeyde Merkez Komite
orda. Onun ideali orda açıkça
üyesi bir TKP yöneticisi)
görülüyor. Öyle bir ülke haline
olarak, bir yandan örgüt
gelmedikçe Türkiye’miz, bu güzel
içi görevleri, öte yandan
ve yalnız ülkemiz, o sinemacının
Marxist
ıstılahlarla
betimlediği gibi Nazım Hikmetin
yazdığı komünist ajitmezarının getirilmesi de doğru
prop. şiirleriyle toplumu
ve sağlıklı bir şey değil. Sürekli
sarsmaya başladı. Bu
şiirlerinde zaten ikinci vatanım
tür şiirleriyle 1920’lerin
dediği bir ülke orası ve sosyalizmin
sonları ve 1930’lar
ilk anavatanıydı. Ve işte orada,
boyunca Türkiye insanını;
mezarlığında hiç de yalnız filan
sınıf sınıf, tabaka tabaka,
değil. O nedenle bırakalım orda
zümre zümre, birey birey
rahat uyusun derim ben.
sosyalizmle tanıştırıyor;
sosyalizm dünyasına giriş
Şimdi buradan yola çıkarak
kapısı görevi görüyordu.
bir de her doğum, ölüm
Bundan rahatsız olan
yıldönümlerinde ve onun
Tek Parti Yönetimi’nin
dışındaki çeşitli dönemlerde
faşist-militarist kliği,
gündeme geldiğinde herkesin
bir Nazım Hikmeti çıkıyor ortaya. Kimilerine göre başına bir çorap örmenin hazırlığını yaparken,
aşk şairi Nazım Hikmet. Kimilerine göre komünist partisinin karizmatik lideriyle girdiği “liderlik”
ideolojiyi şiirine yediren Marksist şair. Kimilerine göre çekişmesinden yenik çıkınca, Tek Parti Diktatörlüğü
Kuvayi Milliye destanını yazan milliyetçi şair. Oysa ki de atağa kalkıyordu.
Sanatı ve kişiliğiyle var oluş nedeni komünizm
ortada bir tek Nazım Hikmet var. Her şeyiyle bütün
bunları da içeren, tamam aşk şiirleri de yazan, Kuvayı olunca, bunun ölümü anlamına geleceğini kavrayan
Milliye destanını da yazan, insan manzaralarını da Nazım Hikmet, bu tuzağa düşmedi. Pusuda bekleyen
yazan ve Marksist ideolojiyi de şiirlerine ustalıkla sözkonusu klik, sosyalizme giriş kapısını kapamak için,
yedirmiş sosyalist şiirler yazan bir şair, 1961’de Doğu “askeri isyana teşvik ve tahrik” iddiasıyla iki ayrı askeri
Berlin’de yazdığı ünlü “Otobiyografi” şiirinde “On mahkeme kararıyla 35 yıllık bir mahkûmiyet halkasını
dördümden beri şairlik ederim” diyordu. Delikanlılık O’nun boynuna geçirmekten çekinmedi.
çağında Fecr-i Ati edebiyat akımına dahil, vasat bir
Artık şiirinde 835 Satır, Bir (Artı) Bir
şairken, nasıl oldu da Türk şiirine yepyeni bir içerik ve (Eşit) Bir (rakamlarla yazılıp, artı ve eşit işaretleri
biçim getirerek, 1920’lerin dünyasında bir yıldız gibi konulacak), Gece Gelen Telgraf ve Sesini Kaybeden
parladı?
Şehir dönemi kapanmıştı. Şimdi, 1938’den 1950’ye
1920’ler, bilindiği gibi ülkemizde ve dünyada dek İstanbul Tevkifhanesi, Çankırı ve Bursa
mahpushanelerinde iç içe olduğu Anadolu halklarıyla
kurtuluş savaşları ve devrimler çağıydı...
1921’de çocukluk ve gençlik arkadaşı Vala sanatının ikinci evresine doğru yürüyordu. Artık tema
14
Memleketimden İnsan Manzaraları, Kuvayı Milliye kampanyaları açıldı.
Destanı, Dört Hapishaneden, Saat 21.00-22.00
Hapishane kapısı açıldıktan sonra da Soğuk
Şiirleri ve Rübailer’di…
Savaş’ın em pimpirikli ülkelerinden birisi olan
Komünist siyasetteki “didişmeden” de “unutkan Türkiye’nin yöneticileri onu, adeta kaçmaya kışkırttı.
bir rahatlığa” geçmişti.
Bunun üzerine 1951 yılının bir yaz günü;
Bursa Cezaevi’nden Kemal Tahir’e yazdığı 10 “bir denizde, genç bir arkadaşla ölümün üstüne”
Şubat 1941 tarihli mektubunda, onun kışkırtmasına yürüdüğünü sanırken ikinci vatanına kavuştu.
karşılık şunları yazıyordu:
Orada “reel sosyalizm”in gerçekleriyle yüz
“Mektubunu aldım. Üzüldüm. Üzüldüğüne yüze geldikçe, ne çok azap çektiğini, ikinci vatanındaki
üzüldüm. En münasebetsiz hatta muzır insanlarla yıllarının doğrudan ya da dolaylı tanıklıklarından
dahi münasebetinde emniyetli bir rahatlığa kavuşmak oldukça ayrıntılı öğrendik.
merhalesi vardır. Bunu benim söylediğime hayret etme,
İnançlarını hiç yitirmeden, ölümle de barışık,
bütün harici tezahürlerine rağmen ben zaman zaman artık adeta bir filozof haline gelmişti.
muayyen insanlar için belki uzun bir didişmeden sonra
İşte durgun bir su gibi sakin şiiri:
böyle emniyetli, unutkan bir rahatlığa kavuşurum.
Senin için de temennim budur.”
“İyice yaklaştı bana büyük karanlık
İnsanlara ve doğaya, öfkesiz, daha yumuşak
bakmaya başlamıştı.
1922’de yazdığı “Yalınayak” şiirinde;
Artık
şu
Dünyayı telaşsız, rahat
Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği
Nafile, artık kışkırtamıyor beni düşman
Artık söz sarhoş edemiyor beni
“Tatlı maval dinlemekten gayrı usandık
hepinizin kafasına
daaaank
desin
Köylünün toprağa hasreti var
toprağın hasreti makinalar”
diye haykırırken, “Memleketimden İnsan
Manzaraları”nda Dümelli bir köylüyle ilgili şu
dizelerinde ne kadar sakin ve durmuş oturmuştu:
seyredebiliyorum artık.
elimi sıkarken sapladığı bıçak
(….)
Ne başkasınınki, ne kendiminki
İşte böyle gülüm
İyice yaklaştı bana ölüm
Dünya, her zamankinden güzel dünya
Dünya iç çamaşırlarımdı, elbisemdi
başladım soyunmaya
“Dümelli yeni bir sevinçle kulak kabarttı.
Bir tren penceresindeydim
Şehrin batısından yola çıkan kağnı sesleri.
Evin içerisiydim
ve ayın altında ağır pırıltılarla genişleyen
Bir kat daha seviyorum konukları
Sesler geliyordu.
Bir taş balta gibi işleyen
alt edilmemiş bozkırın
vahşi şarkısıydı bu.”
bir istasyonum şimdi
şimdi kapısıyım kilitsiz
Ve sıcak her zamankinden sarı
kar her zamankinden temiz.”
Komünistliği, kelepçesi, zincirleri, mahpushaneleri,
Uzun hapislik yılları sanki bir arınma ateşinden
kavga ve aşk şiirleri, aldattığı ve aldatmadığı kadınları,
geçiriyordu Nazım Hikmet’i.
muhacirliği, partisinin yöneticileriyle “didişmeleri”,
Uzun hapisliğinin sonlarına doğru, yıllar yılı bir
hasretleri ve kavuşmalarıyla bu dünyada bir Nazım
kısır döngü içinde bulunan Partisi, “mağdur komünist
Hikmet yaşadı.” İlgiyle izleyen yoğun bir kalabalığın
şair” imajını bir koçbaşı olarak kullanabilmek için,
katıldığı etkinlik Mehmet Özer’in sunduğu şiir
onunla “barışma” ihtiyacı duydu.
dinletisi ve konuklara sunulan sıcak şarap ikramıyla
Türkiye’de ve dünyada “Nazım Hikmet’e af !” sona erdi.
15
BEŞ KUŞAK MÜLKİYELİ
Mülkiye’nin kuruluşunun 150.yılı nedeniyle düzenlenen etkinlikler kapsamında
“Beş Kuşak Mülkiye Gençlik 2009 Hareketi” söyleşisi 24 Şubat tarihinde Siyasal
Bilgiler Fakültesi Aziz Köklü Konferans Salonunda saat 12.30’da yapıldı. Söyleşiye
68 gençlik hareketinden Muharrem Kılıç, 78 gençlik hareketinden Hasan Hüseyin
Özkan, 88 gençlik hareketinden Ali Çolak, 98 gençlik hareketinden Özgür Tüfekçi
ve 2008 yılı gençlik hareketinden Dinçer Demirkent katıldı. Siyasal Bilgiler
Fakültesi öğrenci Dayanışma Deneği Başkanının açılış konuşmasından sonra
Muharrem Kılıç söz aldı.
Muharrem KILIÇ, “ ilerici hareketlerin talebi
1961 Anayasanın uygulanması idi. Anayasa raftan köye
insin denirdi mesela
bazı
şiirlerde.
Onun
dışında
özerklik konusu
gündemdeydi.
T RT ’ n i n
ve
üniversitelerinin
özerkliği önemli bir
gündem maddesiydi
Türkiye ’de
o
günlerde. Bugün
galiba böyle bir
sorun yok. Cuntalar
konuşulurdu.
Çünkü 27 Mayıs
bildiğiniz gibi ilk
askeri müdahaledir.
Ondan
sonra
gelen müdahalelerden esas itibariyle farklıdır. Farkı
şuradadır. Diyebiliriz ki üç nokta. Bir tanesi: iktidara
karşıdır 27 Mayıs askeri müdahalesi. Oysa gerek 12
Mart gerek 12 Eylül tam tersine düzenin devamı
için yapılmış müdahalelerdir. Öbürü iktidarın
uygulamalarına karşıdır, 27 Mayıs. İkinci özelliği
son iki müdahale komuta konseyinin toptan, yani
ordunun toptan müdahalesidir. Kendi hiyerarşik
zinciri içerisinde, oysa 27 Mayıs müdahalesi bazı
subayların katıldıkları bir eylemdir. Üçüncüsü tabi 27
Mayıs ile birlikte demin başta da söyledim Türkiye’nin
önü açılmıştır. Hukuk devleti anlamında, sosyal devlet
anlamında önü açılmıştır. Yeni kurumlar gelmiştir.
Başka ne konuşulurdu. Vietnam gündemine girmişti
Türkiye’nin. 1964te 65te yeni yeni Vietnam’dan
haberdar idi Türkiye ve üniversiteler. Çok yeni
idi. İşte 66 da o zamanki partilerden birinin genel
başkanı Vietnam suçlularını yargılayan uluslar arası
mahkemeye üye olarak gitmişti. Onu daha sonra
anlatacağım. Okulumuzdaki gençlik hareketlerinin de
önemli bir gündem maddesidir Vietnam. Bu yeni bir
gündeme giren bir konuydu. Doğu sorunu adı aynen
böyle. Doğu sorunu diye bir sorun vardı. Birkaç miting
yapılmıştı. Özel okullar önemliydi. Üniversiteye
girmek sorundu. Özel okullar açılmıştı. Bu okullara
karşı gerek o okulların eğitim alanlarındaki devlet
okullarının öğrencileri tepki gösteriyorlardı gerekse bu
okullar çok pahalı idi. yoksul çocukları okuyordu böyle
bir sorun vardı o günlerde. Onun dışında üniversitelerin
sorunu nedir derseniz üniversite gençliğinin çok
önemli sorunları vardı. Yurt meselesi çok önemliydi.
Kredi burs meselesi önemliydi. Yemekhane meselesi
önemliydi. Kitap, defter kalem her şey önemliydi.
Yani sersefil bir üniversite vardı diyebilirim. Biz tabi
çok şanslıydık. Mülkiyenin şansı yurdumuz vardı
bizim, biliyorsunuz. Kendimize aitti o zaman. Hiçbir
Mülkiyeli yurtsuz kalmazdı. Hem de sıcak suyu
olan, üç kişilik veya altı kişilik odalarda kalabilirdik
biz. Ama diğer üniversitelerde ve fakültelerde çok
ciddi yurt sorunları vardı. Burada burs meselesi de
daha iyiydi. İlk girenlere siyasalda burs verilirdi.
Yani ilk sıradan yirmi kişiye her sene burs verilirdi.
O bakımdan da iyiydi. Hocalarla ilişkilerimiz de çok
ciddi bir sorunumuz yoktu. İstediğimiz an görüşebilir
idik. Kitap sorunumuz vardı. Çoğu dersimizin kitabı
yoktu. Yani en temel derslerimizin bile kitaplarını
bizim kendi öğretim üyelerimiz yazmış değillerdi.
Mesela anımsıyorum, biz üçüncü sınıfta mikro iktisadi
Sencer Divitçioğlu’nun kitabında okuduk. Yoktu bizim
şeyimiz. Diğer derslerde de buna benzeyen özellikler
vardı. Yani siyasalın öğrencilerinin ciddi sorunları
yoktu ama üniversitelerin sorunları demin saydığım
16
cinstendi. Türkiye böyle bir ülke idi. 69-68 e doğru
giderken bir taraftan öğrenci hareketi kitlesel anlamda
disiplinli bir biçimde gelişti. Gelişme ekseni üçlüdür.
Bağımsızlık talebi vardır. Demokrasi talebi vardır. Ve
eşitlik talebi. Yani sosyal adalet diyelim, talebi vardır.
Bu üç saç ayağı üzerinde gelişen bir gençlik hareketi
vardır. Türkiye’nin her yerinde. Demin de dediğim
gibi esas itibariyle bunu kitleselleştiren örgüt önce
işte FKF, daha sonra da Dev-Genç olmuştur. 69
dönüm noktasıdır. Vedat Demircioğlu, 6. Filonun
protestosundan sonra yurdu basan polis tarafından
öldürüldü. İkincisi, Ankara’da bir ölü vardır. Aynı
sene, 68de Atalay Savaş diye bir arkadaş öldürüldü.
Daha sonra bunların peşi geldi. Yaklaşık olarak 1971
12 Martına kadar 27 tane genç öldürüldü ki bunların
sanıyorum 21 tanesi solcu gençlerdi. En önemli olay
kanlı pazardır. Dönüm noktası çok önemlidir. Bundan
yaklaşık 8 gün önce 40. Yıldönümü idi Kanlı Pazar’ın.
Kanlı Pazar olayının başlangıcı yine 6. Filodur. 6. Filo
her sene gelirdi zaten. İstanbul’a ve İzmir’e gelirdi.
Ama ilk büyük olay 68 Temmuzunda ortaya çıktı.
Bu Vedat Demircioğlu’nun öldürüldüğü olaydır.
Sanki kışkırtmak istercesine, o olay olmasına rağmen,
Türkiye’de ilk genç ölmesine rağmen 6. Filo 8 ay
sonra tekrar geldi. İstanbul’a geldi. Ve bunu protesto
etmek üzere 16 Şubat 1969da İstanbul’da bir miting
tertiplendi. O miting çok kanlı bir biçimde bitti.
Darmadağın edildi. Gerçi 70li yıllardaki 1 Mayıs gibi
değil ama ölenler oldu. 2 kişi öldü. Orda polisle demin
adını verdiğim derneklerin saldırısı oldu. Bu saldırının
önemi sadece ölüm olayı değil üniversite gençliğinin
silahlanmasıdır. Bu olaydan sonra insanlar kendilerini
savunmak üzere parka giymeye, postal giymeye silah
taşımaya başladılar. Ve onun devamını biliyorsunuz.
Bambaşka olaylar yaşandı.”
Muharrem Kılıç’tan söz alan Hasan Hüseyin Özkan
78 gençlik hareketini ve SBF-DER’li öğrencilerin bu
mücadele içindeki yeri ve önemini anlattı.
Hasan Hüseyin ÖZKAN;” dernek
çalışmalarına katılmış tüm arkadaşlara teşekkür
ederek ”… arkadaşlar bizim yüz yıllık öğrenci derneği
geleneğimizden bir eksiğimizi, bir yanlışımızı, bir
hatamızı düzeltmişler ve ilk defa öğrenci derneğinin
başkanlığına bir kadın arkadaşı seçmişler. 7080 döneminde okulda bulunmuş arkadaşlarla
oluşturduğumuz bir grubumuz var. Grubumuzun da
bir web sayfası var. SBF DER orda bizim tarihimize
ilişkin bir takım anıları fotoğrafları görebilirsiniz. O
grubun bana verdiği, beni görevlendirdiler daha dorusu,
bir görevi ifa etmek istiyorum. SBF DER başkanlığına
ilk defa seçilen arkadaşımızı kutluyorum ve çiçeğimizi
takdim etmek istiyorum” dedi ve konuşmasında 78
öğrenci gençlik hareketini ve mirasını anlattı.
“ …Biz bu kuşağı anlatmak istersek öne devraldığımız
mirası mirasın neler olduğunu söylememiz gerekiyor.
Toplumsal hareketliliğin başladığı, öğrenci hareketleri
olarak tanımlanan bir süreçte devrimci hareketlerin
geliştiği ve buna karşı mevcut iktidarın ve devletin
organlarını yanına alarak aydınlara, ilericilere,
devrimcilere, sosyalistlere, komünistlere, yurtseverlere,
sosyal demokratlara saldırdığı bir kuşakta biz öğrenim
gördük. Zor bir dönemdi. En büyük talebimiz öğrenim
özgürlüğü ve can güvenliği idi. Toplumsal gelişmeyi
sindirmek isteyen, onu hayatın bütün alanlarında yok
etmek isteyen bir anlayış başta üniversiteler olmak
üzere toplumun her kesimine nüfus etmek istiyordu.
Okullar faşistlere kitle tabanı yaratmak isteyen güçlerle
donatılmıştı ve işgal ediliyordu. Devletin kolluk
güçleri, polisi, jandarması, yargısı, hâkimi, savcısı
her şeyi bu güçlerle birlikte hareket ediyordu. Amaç
Türkiye’deki aydınlanmanın, gelişmenin, bağımsızlık
ve demokrasi güçlerinin önünü kesmek, onları yok
etmekti. Sindirmekti. Biz bu tarihe bu okulun değerli
öğretim üyelerinin sindirilmesiyle tanık olmuştuk. Biz
bilimi öğrenmeye geldik. Toplumu aydınlatmaya, onu
özgürleştirmeye demokratikleşmeye yönlendirmek için
geldik. Bizim görevimiz bu toplumun bir adım daha öne
götürebilmek. Mevcut sistemin paramparça olduğu,
lime lime, her tarafından irinlerinin aktığı bir sistemin
bizleri ileri götüremeyeceğinin çok iyi bilincindeydik.
Bunu değiştirmek için önce öğrenci hareketleri
başladı ve mevcut yönetim, devlet bu masum talepleri,
hep onu söylerler, bu masum talepleri bastırmak için
tarihinde hiçbir zaman görülmedik biçimde saldırıya
geçti. Gençleri öldürdü, öğretim üyelerini okuldan
attı, sürdü. Onları mahkeme kapılarında süründürdü.
12 Mart’ta Mümtaz Soysal hocaya Mamak cezaevinde
buz kırdırıldı. Ve ne yazık ki bizim hocalarımızdan
bir tanesi de
bu
gelişmeye
sessiz
kaldı.
12
Eylülden
sonra bir ay
önce diyelim ki
ağustos ayında
grevde bulunan
fakülte kurulu
ö ğ re n c i l e r i n i n
yanında
o
yer
aldığını
söyleyen, onların
talep0lerini dile
getiren fakülte
yönetim kurulu
12
Eylülden
17
sonra bir dekan seçti ve o dekan kendi öğrencisini
ihbar etti. O dekan odasına çağırdığı öğrenciyi kolluk
kuvvetlerine teslim etti. Ve 12 Eylül faşizmi ne yaptı.
Ödüllendirdi. Önce dekandı sonra rektör oldu. Şimdi
de çok iyi hizmet ettiği için OYAK yönetiminde
oturuyor….
Ama biz şunu bilirdik ki şuna inanırdık ki insanlık
her zaman gelişimin yanında ilerlemenin yanındaydı.
Saldırılara uğradık. O saldırılarda altı tane arkadaşımızı
katlettiler. Sekiz Nisan 1976da Hakan Yurdakuler
arkadaşımız okula gelen, aranmayan, üzerlerindeki
silahları bir kenara itilmeyen polislerin işbirliğinde
gelen grup tarafından yaylım ateşine tutuldu ve
bahçede katledildi. Bir Mayıs 1976 ilk defa İstanbul’da
işçi sınıfının bayramına katılmak için, işçi sınıfının
bayramına birlikte gittiğimiz arkadaşlardan Ali Fuat
Okan’ı 1 Mayıs kutlamasının akşamı İstanbul’da
faşistlerin açtığı yaylım ateşinde kaybettik. Ali Fuat
arkadaş 1 Mayıstan bir gün önce yapılan SBF DER
genel kurulunda yönetim kurulu üyeliğine seçilmişti.
10 Aralık 1976 da işçi sınıfının mücadelesini
örgütlemek için Adana’da çalışma yaparken yakalanan
ve sıkıyönetim olduğu için ki her zaman sıkıyönetim
olmuştur, Diyarbakır’a gönderilen İsmail Gökhan
Edge arkadaşımız işkencede katledildi. SBF DER
üyesiydi. 17 Ocak 79da Bahri Gülpınar arkadaşımız
okulun karşısında katledildi. 10 Haziran 79. Bizim
okulumuz için de bir dönüm noktasıdır, bizler için.
SBF DER başkanı Hakan Şenyuva halka yapılan
faşist saldırıları göğüslemek için bir çalışma içinde
bulunurken okula çok yakın bir mevkide faşistler
tarafından katledildi. 17 Ekim 79da Mehmet adil
Olcay SBF DER üyesi arkadaşımız faşist saldırılara
karşı direnirken bir gecekondu mahallesinde faşistler
tarafından kurşunlanarak katledildi. 10 Haziran
1980 Şevki Kobal Hukuk Fakültesinin bahçesinde
açılan ateş sonunda katledildi. Dördü çok yakın diğer
ikisini de yakından tanıdığım altı tane arkadaşımı
bu okulda kaybettim. Her birimiz aynı saldırılara
uğrayabileceğimizi ve okula giderken bir daha geri
gelemeyeceğimizi düşünüyorduk. Öyle bir güvencesiz
bir ortamdaydık” dedi.
Mülkiyeliler Birliği Başkanı Ali Çolak öğrencilik
yıllarına ilişkin anılarını genç mülkiyelilerle paylaştı.
Ali ÇOLAK; “Önce bir düzeltme yapayım
isterseniz. Ben 88 kuşağının temsil etmiyorum.
Ben sadece 88 kuşağında yaşananları anlatmaya
çalışacağım, ifade etmeye çalışacağım. Çünkü bu çok
büyük bir iddia. 88 kuşağını temsil etmek, 68 kuşağını
temsil etmek ya da 78 kuşağını temsil etmek. Böyle bir
iddia sahibi değilim.
Adana’dan geldim. Darbenin sonuçlarını şöyle kısaca
bir hatırlatmak isterim. Darbe sonrası Türkiye
Büyük Millet Meclisi kapatılmıştı. Anayasa ortadan
kaldırılmıştı. Siyasi partiler kapatılmış, mallarına
el konulmuştu. 650.000 kişi gözaltına alınmıştı. 1.
683.000 kişi fişlenmişti. 7.000 kişi için idam cezası
istenmiş, 517 kişiye idam cezası verilmiş. Haklarında
idam cezası verilenlerden 50si asılmıştı. Her önemin
kendine göre güçlükleri var. Bizim dönemimiz de
oldukça güç bir dönemdi. Disk davası devam ediyordu.
1984 yılında. 1474 sanıktan 78i için idam isteniyordu.
Darbe olduktan itibaren ya da darbecilerin kimler
i suçladı3ını hepimiz biliyoruz. Başta öğrencileri
suçladılar. Üniversiteleri, aydınları, sendikacıları,
siyasetçileri ve en önemlisi, onların en önemli malzemesi
kitapları suçladılar. Kitaplar yasaktı. 1402 sayılı yasa
çıkmıştı. Siyasal Bilgiler Fakültesinden Türkiye’nin
ine büyük iki üniversitesinden sonra üçüncü sırada en
fazla öğretim üyesi uzaklaştırılmıştı. Birincisi İstanbul
teknik üniversitesi, ikincisi ODTÜ üçüncüsü de Siyasal
Bilgiler Fakültesidir. Ankara üniversitesinden fazladır
1402 sayılı yasayla Siyasal Bilgiler Fakültesinden
uzaklaştırılan öğretim üyesi sayısı. YÖK 1983
yılında yasayla çıkmış ve yerleşmeye başlıyordu.
1982 Anayasası
çıkmıştı. Zorunlu
din
dersler i
getirilmişti. Tabi
bunlar tesadüf
değil dediğim gibi.
Bizim o dönemde
en fazla ihtiyacımız
neydi. Özgürlük
idi. Çünkü çok
ağır baskı koşulları
vardı. Özgürlük
hava kadar su kadar
ihtiyacımızdı. Ama
Ankara’da hava da
yoktu. 1984 yılında
Cumhuriyet
gazetesinin başlığı
kirlilik, başkentte alarm havası, şu resimde gördüğünüz
siyah şeyler orijinalinde de siyahtır arkadaşlar. 1984
yılında Ankara’da hava böyleydi.
İhsan Doğramacı imzasıyla üniversite rektörlüklerine
gönderilen genelgede öğrenciler topluca bulundukları
yurt, kantin lokanta gibi yerlerde devamlı olarak
kontrol altında bulundurulacaklardır. Genelgeye göre
öğrencilerin öğrenim, spor ve sosyal faaliyetler dışına
çıkarılmaması için gayret sarf edilecek. İzlenimler
mahallin emniyet amirliklerine bildirilecek. Geçmiş
Ben 1984 yılında geldim Siyasal Bilgiler Fakültesine dönemlerde ideolojik eylemlere karışmış öğretim
18
üyeleri ve öğrencilerin durumları yakından takip
edilecek ve ideolojik faaliyetleri tespit edilen kişiler
hemen mahallin emniyet müdürlerine ve yüksek
öğretim kurulu başkanlarına bildirilecek. Yani bizim
bir araya gelmemiz herhangi bir şekilde faaliyet
göstermemiz olanaksızdı
Olağanüstü hal koşulları devam ediyordu.
Olağanüstü hal Ankara’da 1986 yılında kalktı. Mayıs
ayında. Bu dönemde olağanüstü halin kalkması çok
önemliydi. Çünkü sıkıyönetim döneminde 90 gündü
gözaltı süresi. Olağanüstü halde 30 güne düştü. Bayağı
bir özgürlük geliyordu olağanüstü hale geçildiğinde.
Olağanüstü halden sonra da 15 güne düşüyordu
gözaltı süresi. O dönemde Yarın dergisi vardı ve 1982
yılında edebiyat kültür dergisi olarak çıkmıştı. Gençlik
dergilerinin çıkması yasaktı. O dergi etrafında bir
örgütlü hareket devam ediyordu. Pek çok insanda
farklı politik görüşlerde olmakla beraber Yarın dergisi
etrafında bulunuyorlardı. Çeşitli öğrenci evlerinde
toplantılar yaptık. Bunu farklı zamanlarda da anlattım.
Biz o bodrum katındaki öğrenci evlerine girdiğimiz
zaman ilk işimiz perdeleri kapatmak olurdu kendimizi
korumak için. Ama polisler bizim aramızdaydı. Yani
bunu somut olarak da biliyorum. Bir arkadaşımız
daha sonra Kuzey Irak’a falan sıkça gitmeye başladı.
Yıllar itibariyle o arkadaşımızın görevini anladık ama
o dönemde bizim aramızdaydı.
Daha sonra biraz daha açığa çıkabildik tabi. Papazın
bağında işte farklı parklarda buluşmaya başladık.
Oralarda öğrenci derneğinin tüzüklerini tartıştık.
Eylem planlarımızı tartıştık. Neler yapacağımızı
konuştuk. Ve ilk öğrenci derneği başvurusunu yapan
okullardan bir tanesi Siyasal Bilgiler Fakültesiydi. Tabi
dernek kurmak da yasaktı. SBF DER ismini almak
da yasaktı. Geçmiş dönemde kapatılmış derneklerin
adıyla yeniden dernek kurulamıyordu. Biz de SBF
ÖD olarak kurmuştuk. SBF ÖD kısaltmasıyla
kurmuştuk. Başvurumuzu yaptık. Ancak valilik kabul
etmedi. Bir arkadaşımızın aklına geldi. Tabi hukuk
okumanın da faydaları, idare hukuku okumanın da
faydaları, valilik almıyorsa kaymakamlığa başvuralım
dedik. Kaymakamlığa başvurduk ve nasıl olduysa
bir şekilde bir memur evrakı aldı. Evrakı almasıyla
birlikte dernek aslında yasal olarak değil fiilen
kurulmuş oldu. Derneklerin yasal olarak kurulması
ancak olağanüstü halin kalkmasıyla mümkün oldu.
86 yılına kadar öğrenci dernekleri illegal örgütlerdi.
85 yılında başvurumuzu yaptık. 86 yılına kadar illegal
hem yasal hem illegal yapılar olarak devam etti. İlk
öğrenci eylemi atılmalara karşı YÖK’ün 44. maddesi
atılmaları düzenleyen 44. maddesine karşı tüm
Türkiye’de dilekçe toplanmasıyla gerçekleşti. Burada
milli kütüphanenin önünde tüm Türkiye’den gelen 100
kadar öğrenci karşılandı. Ama bu yüz öğrenciyi sadece
biz karşılamadık. Polis de hepimizi karşılardı. Hep
birlikte Ankara emniyetine götürüldük ve çok sayıda
arkadaşımız o gün gözaltına alındı. Bir grup hem
dilekçeleri teslim etmek için hem de gözaltına alınan
öğrencilere işkence yapıldığını bu konudaki iddiaları
görüşmek için meclis başkanıyla randevu aldılar. Meclis
başkanı daha sonradan fıkralara konu oldu kendisi,
işkencenin kanıtını getiren bana dedi. Bu Leman’da
karikatür haline de dönüştü tabi. O dönemde bize en
fazla söylenen şeylerden bir tanesi bizim dışımızdaki
arkadaşlarımıza daha doğrusu derneğe üye olursanız
kamuda iş bulamayacağımız tehdidiydi. Derneğe üye
olursanız kamuda iş bulamazsınız deniyordu. Bugün de
benzer şeyler söyleniyordur sanırım. Derneğin kurucu
başkanı Anadolu ajansı Moskova muhabiri derneğin
kurucu yönetim kurucu üyelerinden bir tanesi Halk
Bankasında genel müdür yardımcısı. Bir tanesi altın
borsası başkan yardımcılığı yaptı. Dolayısıyla o zaman
da işe yaramadı. Sanıyorum bugün de hiçbir şekilde
işe yaramayacaktır.
Hocalarımız ya 1402 sayılı yasayla atılmışlardı ya da
YÖK’ü protesto için istifa etmişlerdi. Biz hocalarımızla
Mülkiyeliler Birliğinde buluştuk. Fakültede yapılan
geleneksel Çarşamba kaldırılınca, Mülkiyeliler Birliği
geleneksel Çarşamba söyleşilerini başlatmıştı ve biz de
bu Çarşamba söyleşilerinde Tuncer Bulutay, Sadun
Aren ile Yalçın Küçük ile pek çok aydınla bilim
adamıyla 1402’lik hocalarımızla o çarşamba söyleşileri
sayesinde buluştuk ve bilinçlenmemizde en önemli
katkısı olan kurumlardan birisi Mülkiyeliler Birliği
oldu. Bizim ihtiyacımız olan o özgürlük havasını
hiç değilse Mülkiyeliler Birliğinde soluyabilir hale
geldik. Tabi her şey yasaktı. Tiyatro yapmamız yasaktı.
Dernek kurmamız zaten yasaktı. Halk oyunları
oynamak yasaktı. Fakülteye sakallı girmek de yasaktı.
Sakallı öğretim üyeleri de giremiyordu. Öğrenciler de
fakülteye giremiyordu. Bu şimdi komik geliyor olabilir
ama kapıda görevliler vardı. Sakal kontrolü yaparlardı.
Biz derneği kurduğumuz dönemde daha önceki
dönemlerde olduğu gibi gene provokasyonlar
hem siyasal iktidar hem polis tarafından hem de
kimi polis ajanları tarafından başladı. 1986 yılının
Mayıs ayında Mehmet Şirin Tekin Van 100. Yıl
Üniversitesinde öldürüldü. Oruç yediği için öldürüldü.
Onun üzerine çok sayıda eylem gerçekleştirildi. En
önemli öğrenci eylemleri 80 sonrasındaki en önemli
öğrenci eylemleri 86 yılında beline kravat bağlamak
suretiyle meclise girmeye çalışan İsmail dayı adında
bir ANAP milletvekilinin öğrenci derneklerini
kapatmaya varan bir kanun teklifi vermesiyle oldu.
%50sinin üye olmadığı bütün öğrenci dernekleri
kapatılıyordu ki bugün de bunun benzeri zihniyeti
19
her yerde görüyoruz. Öğrencilerin % 50si üye değilse
o dernekler kapatılmalıydı. Bunun üzerine Türkiye’nin
hemen hemen her tarafında öğrenci protestoları
başladı. Önce İzmir’de arkasından İstanbul’da büyük
öğrenci eylemleri oldu. Ankara’daki öğrenci eylemi,
öğrenci yürüyüşünden önce bu yasa tasarısının geri
çekileceği haberi geldi. Bunun üzerine Siyasal Bilgiler
Fakültesi öğrenci derneği eylem yerine gitmeyi ama
eylemin yapılmamasını önermeyi karar altına aldı.
Bizim öğrenci derneğimizde diğer fakültelerin öğrenci
derneklerinden çok farklı bir hava vardı. Düzey son
derece yüksekti. Ve öğrenci derneğinde tartışmalar
yapıldıktan sonra alınan karara herkes uyuyordu.
Bu karar doğrultusunda sıhhiyeye gidildi. Ancak
polis öğrencilerin kendi arasındaki tartışmalarına
fırsat vermeden saldırdı 300 öğrenci Ankara’da
gözaltına alındı. Bunun üzerine 1. Eylemde olduğu
gibi 2. Eylemde de 1. Eylemin özelliği şudur. Orda
gözaltına alınan arkadaşlarımızla ilgili de aynı eylem
gerçekleştirildi, dışarıda her iki eylem sonrasında da
açlık grevleri yapıldı. Açlık grevi yöntemi aslında
Türkiye’de cezaevlerinde başlayan bir yöntemdi. 1984
yılında özellikle bu tek tip elbisenin başlamasıyla
gerçekleşen eylemlerdi. İlk dışarıda yapılan açlık grevleri
de öğrencilerin açlık grevleridir. Bu açlık grevlerinin
son döneminde tabi açlık grevlerinin yapılmasının en
önemli nedeni öğrencilerin bir an önce gözaltından
çıkartılmasıydı, talep buydu. Öğrenciler gözaltından
bırakıldıktan sonra açlık grevleri sona erdirildi. Ancak,
Ankara’da DGM tarafından 52 öğrenci tutuklandı.
Daha sonra o dönemin Milli Eğitim Bakanı ve İçişleri
Bakanı dernekler yasası konusunda esnek olduklarını
açıkladı. Şimdi bu öğrenci eylemlerinin her dönemde
olduğu gibi bizim dönemimizde de bir toplumsal
etkisi vardı, bir toplumsal birikimi yansıtıyordu. Bu
toplumsal birikimin sonucu olarak Türk-İş yürüdü
başlığıyla bir haber var. 12 Eylül sonrasının ilk
yaygın grevleri 1987. 10.000 işçi grevde. Toplumsal
hayatta da tabi bu öğrenci eylemlerinin iz düşümleri
gerçekleşti. 1988 yılına geldiğimizde ben bunu haber
bank diye bir gazete derlemesi den aldım. İki sayfa
boyunca şu satır aralığıyla 1988 yılında yapılan öğrenci
eylemlerini anlatıyor. Öğrenci derneklerini ve öğrenci
hareketlerini anlatıyor. Yaklaşık bir yıl içerisinde elli
kadar eylem yapılmış. Gelmeden önce özgüre de
anlattım. Bu provokasyonlar arka arkaya geldi tabi.
Polis son derece bilinçli sistematik olarak öğrencilere
saldırmaya başladı. Onlar saldırdıkça biz eylem yaptık.
Biz eylem yaptıkça onlar saldırdı. Bu bir kısır döngü
haline geldi. Biz bir süre sonra profesyonel eylemcilere
dönüştük. Sürekli eylem yapıyorduk. Baskılara karşı
eylem yapıyorduk. Kendi gündemimizden kopmuştuk.
Biz eylem yapıyorduk bir tarafta bağırıyorduk. Bir
eylem yapıp bir tarafta bağırırken bir grup öğrenci
arkadaşımız da bizi izliyordu. Biz bağırıyorduk
onlar niye bağırıyoruz diye bakıyordu. Biz de onlara
bakıyorduk bunlar niye yanımıza gelmiyor diye.
Birbirimizi anlamaz hale gelmiştik. Ve dilimiz de
değişti tabi. Şöyle konuşmaya başladık. Öğrencilerin
sorunlarına duyarlı olmamız lazım. Biz kendimiz
öğrenciydik zaten. Ama öğrencilerin sorunlarına
duyarlı olmaktan bahseder hale gelmiştik. En önemli
tartışmalardan bir tanesi antifaşist antiemperyalistler
mi derneğe üye olur, yoksa her öğrenci üye olabilir
mi tartışmasıydı. O günkü koşulları göz önünde
bulundurursanız meleklerin cinsiyeti tartışması
gibi bir şeydi bizim açımızdan. Ben kuşaklar arası
deneyim aktarılabileceğine inanmıyorum değerli
arkadaşlar. Bugün buradayım ama deneyimlerimizi
aktarabileceğim iddiasıyla değilim burada. Eğer
deneyim aktarılabilseydi Türkiye’de öğrenci hareketi
sürekli aynı hataları tekrar ediyor olmazdı. Daha basit
söyleyeyim. İnsanlar arası deneyim aktarılabilse aşk
acısı aynı şekilde yaşanmaz. Son bir şey söyleyeyim
dün akşam şeytanın avukatı filmini izledim. Orda
şeytan diyor ki bir insana verilebilecek en kötü hediye
tavsiyedir. Ben size hiçbir tavsiyede bulunmuyorum.
Hepinize saygılar sunuyorum.
98 dönemi öğrenci gençliğin mücadele süreçlerini
anlatan Özgür Tüfekçi konuşmasını dönemin özgün
koşullarını anlatarak sürdürdü:
Özgür TÜFEKÇİ, “Ben 1994 yılında Siyasal
Bilgiler Fakültesine girdim. Ben çok fazla öğrencilik
yapamadım, iki sene kaldım ondan sonra cezaevine
girdim. Benim öğrenciliğim daha çok 2000’li yıllarda
ama mücadele içerisinde aktif bir biçimde yer almaya
çalıştım. Dönemden biraz bahsetmeye çalışayım. Bizim
d ö n e m d e
zordu. Şimdi
tabi
Ali
ağabeylerin
yani dernekler
üzerinden
c u n t a y a
karışı darbe
koşullarına
karşı
bir
özgürleşme
mücadelesi
verilmese idi
dernekler
üzerinden,
önemli ölçüde
bizim aramızda
20
çok ciddi bir kopukluk olacaktı. Bir kere bu başlı başına
sancının önemli kaynaklarından bir tanesi. Bizimki
de şöyle bir dönemdi. Reel sosyalizmin yıkılışı söz
konusuydu. Sovyetler birliği ve Berlin duvarı yıkılmıştı.
Yıkıldı da ne oldu derseniz. Biz altında kaldık o oldu.
O dönemde hakikaten solcu olmak, yani sosyalizmin
inandırıcılığını yitirdiği bir dönemde soldan yana tavır
geliştirmek gerçekten sıkıntılıydı. Kürt meselesi savaş
politikaları alabildiğine hüküm sürüyordu, gündemde
bunlar vardı ve bununla tabi mutlaka bağlantılı olarak
şovenizmin ve gericiliğin çok ciddi bir yükselişi vardı.
Ve bu şovenizm ve gericilik devlet politikalarına
aslında toplumsal meşruiyetini de kazandıran şeydi.
87 de öğrenci derneklerinin hareketinden sonra bu
hareketin de bu öğrenci hareketinin tabi özellikleri var,
bunlar hep inişli çıkışlı seyrediyor, bir iniyor, bir çıkıyor,
o iniş dönemine vardığında ondan sonra 94’lere kadar
herhalde üniversiteler bir topluluklar dönemiydi.
İnsanlar kendilerini çeşitli topluluklarda ifade etmeye
çalışıyorlardı. Üniversitelerde çokça topluluk vardı
mesele edebiyat toplulukları, felsefe toplulukları vardı.
Solcu öğrenciler kendilerini orda var edebiliyorlardı.
Tabi yani sol siyasal yapılar da önemli ölçüde
aslında üniversitelerden elini eteğini çekmişti. Yani
üniversitede gençlik hareketinin yaratılmasına dair pek
de bir umut yoktu ortada. Ama şöyle şeyler vardı. Bu
bir takım yerel pratikler yayılmaya başlamış ve bunlar
birbiri ile ilişkilenme eğilimi içerisine girmişlerdi.
Örneğin ODTÜ’de Gorbaçov’un karşılanması ODTÜ
öğrencileri tarafından büyük bir protestoyla olaylı bir
şekilde karşılanması önemli bir şeyin ipucuydu aslında.
İstanbul üniversitesi edebiyat fakültesinde faşistlerle
girişilen hem de canı pahasına girişilen bir mücadele
önemli bir ipucuydu. Böyle küçük küçük yerel bir
takım pratikler vardı ve bunlar aşağı yukarı cephesel
kurguyla örülmeye başlanmıştı ve bunların Türkiye
çapında birbiriyle ilişkilenme eğilimi giderek daha
da güçleniyordu. Ben koordinasyon üyesiydim biraz
oradan doğru aktaracağım. Koordinasyonun ortaya
çıkartan önemli kıvılcımlardan bir tanesi şu oldu. Bu
aynı zamanda bizim için üniversite hareketinde önemli
bir başlangıçtı. Çalışma tarzından diline, örgütlenme
anlayışından muhalefet etme biçimine kadar yeni bir
tarzı hayata geçiriyordu. Zamlar ilan edildiği zaman biz
büyük bir imza kampanyasına başladık. “Üniversiteler
bizimdir harçlara hayır” başlığıyla ve 317.000 imza
toplamıştı. Daha henüz okul açılmamıştı. Ve biz
kapı kapı kaç kişiyle kimle beraber çalışabiliyorsak.
Bu çok enteresan bir deneyim oldu bizim için. Yani
kampüsten ilk defa
dışarı çıkıyorduk. Kendimizi dışarıda var e diyorduk.
Ve tanımadığımız insanların ve tanımadığımız
mahallelerin kapılarını aralıyorduk. Şüphesiz pek çok
kapı kapanıyordu. Ama yine de insanlar bizi tanıyordu.
Bizim derdimiz var. Bu bize çok önemli bir meşruiyet
alanı sağlamıştı aslında. Çünkü ayaklarına kadar
gelmiştik. Biz onlara bir şey anlatıyorduk. Kapılarını
çalmıştık ve bir derdimiz vardı. Bu 317.000 imza böyle
toplandı ve 20 Ekim aslında Türkiye’de yani Ankara’da
merkezi bir eylem kararı alınmıştı ve bu imzalar
Türkiye büyük millet meclisine teslim edilecekti. 0
Ekim eylemi aslında koordinasyonun da kuruluşunu
yani filen kuruluşunun ilanı oldu. Çok sayıda gözaltı
vardı. Olaylı geçti eylem. Şehir dışından gelenler asla
şehre giremediler. Garda ya da otobüs terminallerinde
binlerce gözaltı vardı öyle söyleyeyim. Şaka değil. Ama
buna rağmen uzunca bir aradan sonra ilk defa 2.000
kişi Kızılay meydanında toplanabilmişti. Bu çok
önemli bir adımdı. Ve göz altılara ve tüm şiddet
uygulamalarına rağmen aslında bu ters tepmişti ve
taşra üniversitelerinde dahi çok önemli bir etkisi
olmuştu. Bizim tabi koordinasyon süreciyle beraber
şöyle bir çalışma tarzını benimsedik. Dedim ya kapı
kapı dolaşıyorduk diye. Açık olacaktık. Meşruiyetimizi
buradan sağlıyorduk. Açık, meşru ve militan olacaktık.
Militanlığı da tek başına en kaba anlamıyla polisle her
k arşı karşıya gelişimizde onunla çatışmaktan doğru
kurmuyorum, ısrarcı olacaktık. Militanlığımız biraz da
buradaydı. Biz meselemizin takipçisi olacaktık ve vaz
geçmeyecektik. Ve koordinasyonun önemli
eylemlerinden bir tanesi Pazar yerlerinde bildiri
dağıtmaktı mesela. Düzenli olarak hatanın belirli
günleri çıkar, pazarlarda işte o pazara yakın fakülteler,
üniversiteler neresiyse o birimlerden arkadaşlar çıkar
bildiriler dağıtırlardı. Dışarı ile teması çok
önemsiyorduk. Çok fazlasıyla önemsiyorduk. 29
Şubat’ta Türkiye büyük millet meclisinde pankart
açtık. Harçlara hayır diye. Bu davadan bir tane
tutuklama çıktı ama çok fazla sürmedi. Pankartı
açanlar serbest bırakıldılar. Bununla ilgili dava açıldı.
Asliye cezada. O tabi bir toplumsal meşruiyeti arttıran
bir eylemdi. Herkesin gönlünü okşayan bir eylem
olmuştu. Ve mahkeme daha fazla cezaevinde tutmak
istemedi. Ve cezaevinden dışarı hızla bıraktı. Bir an
önce meselenin kapanması açısından. Daha sonra
bunun enteresan da bir hikâyesi var. Ama devlet
bununla yetinmedi tabi. Devlet güvenlik
mahkemesinde açılan davalarda, terör örgütü
davalarında mecliste açılan pankartın da bir terör suçu
olduğu ve terör örgütü tarafından işlendiği emniyet
fezlekelerinde ve dosyaya girdi. O dönemde yine aynı
gün İstanbul üniversitesi merkez kampusünde işgal
oldu. 1 Martta bunu hani ben şey sayıyorum, eylem
çoktu. Çok fazla eylem yapıyorduk. Ama en azından
hani köşe başlarını sayıyorum. Yani onlar çok önemli
tarihler. 1 Martta bir kredi eylemi. Burada kredi yurtlar
21
kurumunun önünde bir eylem gerçekleştirmiştik.
Bundan sonra yapılan en etkili eylem de 27 Martta
Ankara’da yapılan 4.000’in üzerinde öğrencinin
katıldığı merkezi bir eylem oldu. Kızılay tümüyle
trafiğe katılmıştı. Bu çok nemli dönüm noktalarından
bir tanesiydi ve kendi çevresini etkilemeye başlamıştı.
En yakın çevresini. Örneğin, öğrenci aileleri ve
yakınları derneği kurulmuştu. Yani bunu da biz
kurmamıştık. Ailelerimiz kurmuştu. Biz nereye
gidersek onlar oraya geliyorlardı. O dönem öğretim
elemanları sendikası vardı. O zaman eğitim sen
5’noluya henüz bağlanmamıştı. Araştırma görevlileri
derneği vardı. Bunlar çok etkin kurumlardı ve bu
eylemlerde çok ciddi destek sunuyorlardı öğrencilere.
Polisle her defasında karşı karşıya geliyorduk ama
burada farklı bir tarzı vardı tabi koordinasyonun.
Zaman zaman da eleştiriye konu edilen çok farklı bir
tarzı vardı. Bu biraz da örgütlenme yani benimsediği
örgütlenme modelinden kaynaklı bir şeydi aslında
koordinasyonun. Koordinasyon içerisinde yani kendi
hayatına müdahale ettiğini düşündüğünüz insanlar
aynı zamanda oranın o bileşenin çok önemli bir
parçasıydı ve o mücadelenin öznesi olarak bütün karar
süreçlerine katılıyorlardı. Dolayısıyla onlar devrimci
öncülerin arkasında bir kitle desteği oluşturan insanlar
değillerdi. Onlar bütün karar süreçlerinde vardılar ve
kendi hayatlarıyla ilgili kararlar alıyorlardı. Herhangi
bir aidiyetleri olsun olmasın. Böyle açık ve meşru bir
örgütlenme tarzı vardı. Aynı zamanda yani bu renkli
tarz tabi yani bu farklı kişileri kişiliklerin, farklı
grupların içerisinde barındırdığı koordinasyon tarzı
gibi bir tarz oluşmuştu ve bu çok renkli bir şey yani biz
eğleniyorduk bir yandan eylem yaparken. Ama
dediğim gibi zaman zaman çeşitli sol gruplar
tarafından eleştirilmiyor değildi. Yani bugün de
tartışmaya açıktır tabi. Öğrenciyi pasifize ettiği
düşünüldüğü için kimi gruplar tarafından da
reddedilmişti böyle bir tarz. Çünkü zıplayan hoplayan
öğrenciler yığını vardı. Tuhaf değişik şarkılar, marşlar
söyleyen. Ama onun da kendi içinde ısrarcılığı ve tuhaf
bir militanlığı vardı. Mesela, polis boş durma bize çay
getir sloganı ağızlara pelesenk olmuştu. Her polisi
gören sloganı basıyordu. Polis boş durma bize çay getir
diye böyle enteresan bir şeydi. Bu 24 Nisan eyleminin
hazırlıkları sürerken şöyle şeyler yapıyorduk. Yani her
işle ilgili yedek komiteler alan belirliyorduk. Çünkü
her an polis üstümüze bindirebilirdi bir de böylesi
kitlesel ve çok büyük, devasa en azından bizim
kafamızdaki kurgu öyleydi, her gün buluşup komiteler
yedek komitelere bilgi aktarıyorduk. Bugün şu aşamayı
kaydettik. Şöyleyiz, şu şöyle bu böyle diye. Fakat sonra
polis operasyonu biraz kapsamlı oldu. Yedek medek
böyle kim varsa toparlayınca böyle çalışma biraz
sekteye uğradı. Bu polis operasyonu koordinasyonun
geleceği açısından çok belirleyici oldu tabi elliye yakın
insan gözaltındaydı terörle mücadele şube ekipleri
tarafından yürütülüyordu ve buradan örgüt çıkarma
kararlılığı vardı. Onlar çok kararlıydılar. Biz de
kararlıydık. Onlar bizden daha kararlılarmış. Biz
kurmadan onlar şeyi yaptılar. Örgütün adını sanını
falan koydular. Ve Dburadan tutuklamalar çıktı.
Örgüte Türkiye devrimci gençlik örgütü dediler.
Devrimci gençlik yapılanması önemli şeylerinden bir
tanesiydi. Motor gücünü oluşturuyordu aslında. Çok
da sıkıntı çekmediler. Çünkü biz şüphesiz 68’in
antiemperyalizmini, 78’in antifaşistliğini arkamıza
almıştık. Bir Dev-Genç ruhu taşıyorduk. O yüzden
polisten bunun adına Türkiye devrimci örgütü
demekten fazla da sıkıntı duymamıştır. Bundan sonra
tabi bu polis operasyonuyla birlikte koordinasyon
üzerindeki baskılar giderek yoğunlaştı. Bundan sonra
6 Kasım 96’da çok şiddetli bir polis saldırısı gerçekleşti.
Hakikaten çok şiddetliydi. Sivil faşist saldırılar çok
fazla artmıştı. Özellikle taşra üniversitelerinde soluk
aldırmıyorlardı. Yurttan atılmalar, soruşturmalar,
kredilerin kesilmesi, uzaklaştırmalar bu dönemde artık
koordinasyon hareketi kendi içine doğru daralmaya
başlamıştı. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi,
koordinasyon dediğim gibi dışarıyla çok önemsemişti.
Ama toplumsal dinamiklerle buluşma yönünde belirli
eksiklikler vardı. Yani bir kere Türkiye’de toplumsal
muhalefet çok parçalıydı ve çok fazla kendi içine
dönüktü. Mesela, keşke o dönemde keskin kamu
emekçileri sendikaları konfederasyonunun kurulu
dönemine denk gelseydi. O dönemdeki havaya denk
gelseydi böyle bir hareketlilik bence bambaşka bir ruh
çıkardı ortaya. Ama öyle olmadı. O dönemde hakikaten
çok parçalanmış, çok dağılmış bir toplumsal muhalefet
vardı ve dışarıda ek buluşabilecek de bir toplumsal
dinamik yoktu. Bu önemli handikaplarından bir
tanesiydi. Koordinasyon sürecinin bir başka
sıkıntılarından bir tanesi, bir süredir ertelemiş olduğu
bir hukuksal kimlikti. Yani bir hukuksallığı resmi
anlamda söylemiyorum, kendi içinde bir hukuk yoktu.
Bir irade vardı. Bir kararlılık vardı. Bir takım ortak
programlar, ortak hedefler vardı. Ama bir tüzüğü
yoktu mesela. Bu da olabildiğince gevşek ağlarla
aslında birbirine bağlı kılmıştı koordinasyon içinde
yer alan cephe faaliyetlerini. Tabi ondan sonraki süreç
daha çok 96 yıl davasının yani bu dava hem benim de
içinde olduğum, yargılandığım dava hem 96 yılında
açılmıştı hem de toplam 96 yıl ceza vermişlerdi.
Dolayısıyla 96 yıl davası diye anıldı. Bu dava sürecinin
takibi ile koordinasyon çalışmaları devam etti. Daha
çok bu saldırıyı geri püskürtmek ve hapiste olan,
cezaevinde olan arkadaşlarına sahip çıkmak mantığı
22
üzerinden hareket edilmişti ve bütün eylemlilikler ona
dönüktü daha çok. Şimdi böyle bir süreç yaşadık biz.
Bu adına koordinasyon dediğimiz ya da adına ne
dersek diyelim, o süreç, öğrenci hareketi açısından ileri
bir hamleyi ifade ediyordu ve öyle umut ediyorum ki
bu yaratılmış olan birikimlerden bunlar bir tortu
olarak değil de önümüzdeki dönem devrimci üniversite
muhalefetinin devrimci birikimleri olarak kalsın.
Akademik ve demokratik mücadele sistem dışı bir
mücadeleydi. Bugün de öyle. Yarın da öyle olacak. Ve
aslında bakarsanız demokratik üniversite
mücadelesinin bugün de iki tane önemli ayağını
oluşturan şey bir tanesi piyasalaştırma ve bir tanesi de
gericileştirme politikalarıdır. Ve bence bugünkü
gençlerin sıkıntıları çok daha büyük. Yani şöyle
söyleyeyim. Hani biraz popüler kültürden de söz
açarsak, biz herhalde biraz Sezen Aksu kuşağıydık,
Sezen Aksu’da nerden bakarsanız tutulacak bir yan
vardı ama Serdar Ortaç da tutulacak bir yan yok. Yani
eşkıya kuşağıydık biz. Eşkıya filmi vardı. Nerden
bakarsanız hani sevdiği uğruna yıllarını vermiş bir
insanın tutulacak bir tarafı vardır. Ama Recep İvedik’i
neresinden tutarsanız elinizde kalır. Ama şöyle bir
umut ta besliyorum kendi adıma. O gün bizim sezgisel
olarak yaptığımız şeyler bugün çok daha görünür ve
kalıcı kılınabilir ülke tablosu giderek aslında
belirgileşmektedir. Bir piyasalaştırmaya karşı
gericileştirmeye karşı bir mücadele devrimci öğrenci
hareketinin önemli iki tane dinamiği olacaktır diye
düşünüyorum. Aslında öğrencinin şöyle söyleyeyim
uzun zaman paralı eğitime karşı mücadele
yürütüyorduk. Parasız eğitim hakkı savunuyorduk. Bu
o kadar da belirgin bir şey değildi. Biraz sezgisel bir
davranıştı. Oysa bugün tablo çok daha netleşti. Bugün
öğretim hakkını sadece harçlarla falan açıklamanız
mümkün değil. Bugün öğrenim hakkı tartışıyorsanız,
bugün ulaşım hakkını tartışacaksınız, bugün
öğrencinin barınma hakkını tartışacaksınız. Kitaba
kaynağa ulaşabilme hakkını tartışacaksınız. Bence
cephe giderek genişlemiş ve aslında öğrenci gençliğin
müdahale edebileceği sorun alanları artmıştır. Bunu
da bir avantaj olara kullanacağına inanıyorum.
2008’li yılların öğrenci gençliğin ve sorunlarının
diğer dönemlerden farklı olduğunu ifade eden öğrenci
derneği kurucularından Dinçer Demirkent; süreçlere
eleştirel yaklaşarak yeni bir dil kurmanın gerekliliğini
anlattı.
Dinçer DEMİRKENT; “ benim de kurucuları
arasında bulunduğum SBF DER diye bir süreç var.
En azından minimalist bir hedefle kurulmuş. Bu işte
Özgür ağabeyin, Serdar Ortaç, Recep İvedik kuşağı
dediği dilin dışına çıkabilecek bir örgütlenmeye
girmeye çalıştık. Bunu ama konuşmamın sonunda
aktaracağım. Çok yorulduk. Dolayısıyla da olabilecek
en kısa bir şekilde birbiriyle bağlantılı birkaç
temadan bahsedeceğim konuşmamda. Temel çabam
da öğrenci hareketi olarak adlandırdığımız şeyin
sürekliliklerinden ziyade bu süreklilikler içindeki
kopuştan dem vurabilmek. Nerelerde koptuk. Neleri
devralmamız gerekir. Nelerle tartışmamız gerekiri
konuşmak. 70’ler kuşağına tanıklık eden bir hikaye ile
başlayacağım. Bu Bülent Somay’ın tanıklığı. Bir hamlet
uyarlaması. Beklan Algan’ın bir hamlet uyarlaması
bu. Hamlet’in ölen babasını sanırım Rutkay Azizin
oynadığını söylüyordu. Ve o Atatürk’ü Mustafa kemal
Atatürk’ü temsil ediyor. Tecavüzcü amcayı temsil
eden işte ülkedeki
işbirlikçiler
ve
e m p e r y a l i s t l e r.
Hamlet
de
dolayısıyla gençliği
temsil
ediyor
olayda. Dolayısıyla
işte vatanda ülkede
devlet de anne
oluyor. Ve Hamlet
de
babasının
dilinden vatan elden
gidiyor, devlet elden
gidiyor, ülke elden
gidiyor onu kurtar
görevi biçiliyor.
Bülent Somay bunu
aktarırken Beklan
Alganın kişisel bir şeyi uyarlaması olduğu değil de
dönemin genel ruhunu anlatan bir şey olduğundan
yola çıkıyordu. Bütün konuşmalarından da dinledik.
Muharrem beyin konuşmasında örneğin 27 Mayıs
sonrası süreçten bahsederek artık ulusal meseleler
gençliğin gündemine girdi deniyordu. Bunlardan en
önemlilerini bağımsızlık, kalkınma ve sosyal devlet
olarak saydı. Dolayısıyla bunlar belli bir dönemin
özellikle 60 sonrası dönemin dünyasında belli bir
teorik düşünceyi temsil ediyordu bunun adı da aslında
devletçilikti. Ve bizdeki antiemperyalist düşünce
içinde bir devletçilikle malul olduğunu söyleyebiliriz,
büyük oranda söyleyebiliriz. Muharrem beyin bu k
onu da çok duyarlı olduğunu söyledi ama dediğim
gibi bir kuşak çatışması yaratmayı bir görev bildim
kendime. Biz şanslıydık dedi Siyasal öğrencilerinin
ciddi bir sorunu yoktu. Yurtları vardı dedi. Bizim
bugün niye o kadar şanslı olmadığımızı yine bu
çerçevenin en sonunda SBF DER’le ilgili konuşmaya,
de derle ilgili konuşmaya başlayınca anlatmaya
23
başlayacağım. Kalkınma sosyal devlet işte ve sosyal
devlet ilkeleri sosyalist düşünceye geçişi sağladı dedi.
İşte bu sosyalist düşüncenin de 60ların ve 70lere kimi
yerlerinde aktarıldığı sosyalist düşüncenin de bir tür
devletçilikle malul olduğunu aslında söyleyeceğim.
Ve bizim gerçekleştirmemiz gereken teorik kopuşun
da burada yattığını söylemek istiyorum. Evet 68
antiemperyalist bir hareketti. Bunu sahiplenmek
gerekiyor ama bir takım handikaplarından sıyırarak
sahiplenmek gerekiyor. 68’i ve 78’i aynı kılan
neydi dersek sanırım bana buradan bakınca Deniz
Gezmişin, Mahir Çayanın, İbrahim Kaypakkaya’nın
İsimleriyle özdeşleşmiş bir olaya tanıklık etmekten
başka bir şey göremiyorum. Deniz Gezmişin bir
mahkeme görüntüsü vardır. Mesleğiniz nedir diye
sorar hâkim. O da profesyonel d evrimciyim diye cevap
verir. Hani ve bu cevaptan sonra sanırım devrimci
kelimesi gazetelere girmeye başladı. Devrimciler
eylem yaptı diye girmeye başlar. Bugünse çok farklı
bir dünyada yaşıyoruz. Kelimelerin değiştiği bütün
anlam dünyamızın değiştiği kelimelerin dilimize çok
çok farklı anlamlara geldiği bir dünyada yaşıyoruz.
İşte bu militan sadakati de kendilerine aslında 68e bu
sadakat ODTÜ ÖTK deneyiminde gösteriyor. Tarişte,
Fatsa’da gösteriyor. Dolayısıyla da 68’e tanık olan 78’e
bir siyasal fail olarak bir özne diliyle artık girmiş
oluyor. Ve bu dil de aslında o günün bütün dilini
değiştiren, Türkiye’yi değiştiren bir dil olarak kendini
devreye sokuyor. Dolayısıyla bu gençlik hareketlerini
bir takım darbelere bağlamak, işte 60 darbesinden
sonra yükseldik. 80 darbesinden sonra düştük meselesi
değil. Bir siyasi fail olma kapasitesini yitirme meselesi
olarak algılamak gerekiyor. Gerekir diyorum ben.
Buradan da bizim kuşağa atlıyorum. Ali Çolak’ın ve
Özgür Tüfekçinin aktardığı hikâyeyi kabul ederek.
Yani geçişe dair düşündüklerimi belki daha sonra
söylerim ama çok çok zaman harcadık çok yorulduk.
Dolayısıyla onu aradan sonra da konuşabiliriz. Bir
kuşak olarak başta söylediğim gibi asıl kayıp kuşağın
bizim kuşak olduğunu düşünüyorum ben. Bunu kendi
kişisel deneyimim üzerinden kurmak şimdilik daha
cazip geliyor. 83 doğumluyum ve buradaki birçok
yaşıtım gibi 80 öncesinden çok farklı bir dilin içerisine
doğdum. Daha da vahimi bu dilin bizim üzerimizde
nasıl inşa edildiğine de bilerek ya da bilmeyerek
tanık oldum. Henüz iki haneli yaşlara girmeden bir
katliama, Sivas katliamına birçok büyüğümle birlikte,
eski kuşaklarımızla birlikte tanık oldum. Kelimeler
artık başka başka kullanılıyordu. Kimse devrimci
demiyordu mesela ben lise yıllarındayken, bunun
adı terörist olmuştu. İnsanlara ölme ve öldürme bile
yakışmıyordu. Çünkü etkisiz hale getiriliyordu insanlar.
Açıklamalarla büyüdüm. Her şeyin bir açıklaması
vardı. 80 öncesini görmüş kuşaklar mesela darbeyi
açıklıyorlardı. Linçlerin etkisiz hale getirmelerin,
yakmaların, hepsin bir açıklaması vardı. Hatta bizim
niye böyle ağzı var dili yok bir kuşak olduğumuz bile
bize açıklanıyordu. Bizim de hoşumuza gidiyordu
açıklamalar. Daha sonra ama insanın tarihsel toplumsal
olarak belirlenmiş bir varlık olduğunu öğrendim. Bu
açıklamaları o zaman anlamaya başladım. Bununla
beraber üniversite yıllarımda onlarca basın açıklaması
yazdım, yüzlercesine katıldım. YÖK eylemlerinde
tutuklananlara, dövülenler için, parasız demokratik,
bilimsel üniversite için, katledilen aydınlar için yapılan
bir sürü basın açıklamasına katıldım.
Bugün orayı değiştirebilecek değiliz. Geçmiş
değişmiyor. Kendimizi değiştirmek. Dolayısıyla
kendimizi anlamak. Burada bir deneyim aktarımı
eğer olacaksa tamamen kendimizi bugün üzerinden
bir deneyim aktarımı sanırım tasarlamamız lazım.
Biz yenilgilerin içine doğduk. Dediğim gibi hep
inşa edildik aslında. Yenilgiler içinden inşa edildik.
Bu bizim yenilgilerimiz değildi. Başkalarının da
yenilgileri değildi bu toplumun yenilgisiydi. 68’de ve
78’de açığa çıkan potansiyele yönelik onun örgütsel
mirasını bir takım biçimlere dönüştürdük biz. İşte bir
takım jargonlar siyasetin özne diliyle değil de artık bir
takım jargonlarla konuşur olduk. Kendi örgütlerimizle
kendi yapılarımızla derneklerimizle şurada burada.
Ali Çolak’ın işte o çok vurucu cümlesi. Öğrencilerin
sorunlarına da eğilmeliyiz cümlesini muhtemelen
biz de kurmuşuzdur. Ama bunu anladık ve bunu
değiştiriyoruz.
MÜLKİYE HATIRA ORMANI
Sosyal Etkinlikler Komitesi tarafından düzenlenen “
150. Yıl Hatıra Ormanı Fidan Dikimi” 7 Mart 2009
Cumartesi günü gerçekleştirildi. Esenboğa yolu
Pursaklar mevkiindeki Mülkiye Hatıra Ormanına
ek 300 çam fidanı dikildi. Mülkiyenin 150. Yılı
etkinlikleri içinde gerçekleştirilen fidan dikme
çağrımıza her kuşaktan mülkiyelilerin, Mülkiyeliler
Birliği ve vakıf yöneticileri ile okulumuz dekanı da
katıldı. Fidan dikimi baharı karşılamanın coşkusu ve
bir fidan dikmenin sevincine dönüştü.
150. YIL ETKİNLİKLERİ
TÜRKİYE’DE ANAYASACILIK
Mülkiye’nin Yüz ellinci yılı etkinlikler kapsamında 17 Mart
2009 Salı günü saat 15.30’da Prof. Azizi Köklü salonunda
düzenlenen “Türkiye’de Anayasacılık” sempozyum yaşamını
yitiren hocalarımızın anısına saygı duruşu ile başladı. Prof.
Dr. Mümtaz Soysal’ın sekseninci yaş gününe armağan
edildilen sempozyumda oturum başkanlığını Prof. Dr: Cem
Eroğlu yaptı. Sempozyuma, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Prof.
Dr. Fazıl Sağlam, Doç. Dr. Selin Esen Arnwine konuşmacı
olarak katılıldı.
DÜNYA EKONOMISININ GELECEĞI VE YARATACAĞI
YENI SIYASAL DÜZEN
Mülkiye’nin 150. Kuruluş etkinlikleri söyleşi , panel, sempozyum
etkinlikleri ile devam ediyor. 18 Mart 2009 Çarşamba günü
saat: 14.00’te gerçekleştirilen “Dünya Ekonomisinin Geleceği ve
Dayatacağı Yeni Siyasal Düzen” paneli yoğun bir katılımla gerçekleşti.
Prof. DR. Korkut Boratav, Prof. Dr. Bilsay Kuruç ve Dr. Erhan
Göksel’in konuşmacı olarak katıldığı panelde oturum başkanlığını
Prof. Dr. Ergün Türkcan yaptı. İlgiyle izlenen konuşmalar izleyicilerin
sorularının yanıtlanmasıyla sona erdi.
MÜLKİYELİ SANATÇILAR
Mülkiyeli Sanatçılar Okulumuz öğrencileriyle Buluştu.
Öğrenci Derneği ve Mülkiyeliler Birliğinin birlikte örgütlediği
5 Sanatçı ile Mülkiye etkinliği 19 Mart 2009 Perşembe günü saat:
13.30’da Prof. Aziz Köklü Salonunda gerçekleştirildi. Söyleşiye
Mülkiyeli Sanatçılardan Ali Osman Coşkun, Sırrı Süreyya Önder,
Nurhayat Bezgin, Seyhmus Diken, Ülker Köksal katıldı.Etkinliğin
moderatörlüğünü Mehmet Özer’in yaptığı söyleşi, Şair Arkadaş
Zekai Özger’e ithaf edildi ve şiirleri okundu. Mehmet Özer “Yaşam
Bir Anlar Toplamıdır” adlı bir gösteri sundu.
JÖN TÜRK SERGİSİ
Jön Türk Devriminin 100. Yılı nedeniyle Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi, T.C. Başbakanlık Tanıtma Fonu ve Türkiye
İş Bankasını birlikte hazırladığı fotoğraf sergisi okulumuz Siyasal
Bilgiler Fakültesinde sergileniyor. Jön Türk Devrimi ve 1900’lı yıllara
ait fotoğrafların yer aldığı sergide tarihsel tanıklığı olan fotoğraflar
yer alıyor.
SADUN AREN HOCAYI UNUTMADIK
Ülkemizdeki siyasal ve toplumsal yaşamdaki özgüvenli, cefakar,
ilkeli ve onurlu tavrı, sevecen ve cömert yaklaşımıyla kuşaklar
boyunca pek çok Mülkiyelinin “Abi”si olanProf. Dr. Sadun Aren
hocamızı ölümünün 1. yılında saygı ve sevgiyle anıyoruz.
Mülkiye Hatıra
Ormanında Sadun Aren
hocamızın anısına çam
fidanları diktik
27
ÇANKAYA BELEDİYE BAŞKAN ADAYI
BÜLENT TANIK BİRLİĞİMİZİ ZİYARET ETTİ
CHP Çankaya Belediye Başkan Adayı Sayın Bülent
Tanık’ın 18 Mart 2009 tarihinde Mülkiyeliler Birliği
Genel Merkezini ve Mülkiye Araştırma Merkezini
(MAR) ziyareti sırasında kendisi ile yapılan söyleşiyi
güncelliği nedeniyle yayınlıyoruz.
Mülkiye Araştırma Merkezi: Sayın Tanık,
hoşgeldiniz. Size yerel seçimler ilişkin olarak bazı
sorular yöneltmek istiyoruz. Bu söyleşimiz daha sonra
bültenimizde yayınlanarak üyelerimiz ile paylaşılacak.
Söyleşimize şöyle başlayayım isterseniz. Ankara,
Türkiye Cumhuriyetinin
başkenti. Çankaya da
onun merkezi. Yasama
organı orada. Yürütme ve
yargının temel organları,
diplomatik
misyonlar
orada. Çankaya gibi
Cumhuriyetimizi temsil
eden bir ilçenin belediye
başkan adayı olmak da
zor olsa gerek. Seçilirseniz
Çankaya’ya
ilişkin
olarak ne tür projeleriniz
olacak? Nasıl bir Çankaya
düşünüyorsunuz? Ankara Büyükşehir Belediyesinin
görev ve yetkileri de göz önünde bulundurulduğunda,
neleri ve nasıl yapmayı planlıyorsunuz?
Bülent Tanık: Çankaya belediye başkan adaylığı, bu
seçimde özellikle hedef gösterilen bir ilçenin belediye
başkanı adayı olarak özel bir önem taşıyor. Burada
biraz önce sizin söylediğiniz gibi, belediye sınırları
içerisinde bulunan yapılar, kurumlar, kişilerin varlığı
nedeniyle taşıdığı öneme ek olarak bir siyasi misyonu
da var, Çankaya adının. Ve bu cumhuriyetle özdeşleşmiş
bir ad. Çankaya belediyesinin 20 yıldır düşürülemeyen
bir kale konumunda olmasıyla ilgili de bir yaygın
benimsenme veya hedef gösterilme ortamı bulunuyor.
Yani Çankaya belediye başkanı adayı gösterilmek bu
açıdan bakıldığında özel bir siyasi misyonu da taşımayı
gerektiren bir şey. Ankara büyükşehir belediyesi
ölçeğinde bakıldığında başkent özellikle son 15 yıl
içerisinde değer kaybeden, bir anlamda tüketilmekte
olan bir kent. Başkentin gelişme sürecine bakıldığında,
gerek ekonomik, gerek toplumsal gelişkinliğiyle ilgili
genel gözlenen özelliklerin hemen tümünde önce
bir durağanlaşma sonra da gerileme süreci yaşandı.
Bu gerileme, bugün çöken bir ekonomik yapı, aynı
zamanda da çöken moraller ve gelecekle ilgili umutları
kırılmış bir toplumsal yapı ortaya çıkardı. Çankaya bu
açıdan olumsuz etkilenen bir bölge. Çankaya insanları
görmüş geçirmiş, büyük bir çoğunluğunun bilgi
düzeyi, ayrıca beklenti düzeyi yüksek ve estetik anlayışı
çok gelişkin bir topluluğa sahip. Türkiye içerisinde
bakıldığında, Çankaya nüfusunun tüm bu özellikleri
özellikle yanıtlanmayan bir 15 yıl yaşanmış vaziyette
ve gerilemeye dur demek, artı, Çankaya’yı başkentin
kalbini yeniden inşa etmek, orada ölüme terk edilmiş
olan işlevleri yeniden diriltmek büyük önem taşıyor.
Bunların başında merkezin
yaşanır hale getirilmesi en
çok beklenen, arzulanan şey.
Merkez bugünkü haliyle
hızla geçilen ama asla orda
vakit geçirme eğilimini teşvik
etmeyen, çağırmayan bir
yer konumunda. Kızılay ve
etrafındaki yayalaştırılmış
kısmi bölge dâhil olmak
üzere, ama Ankara’nın
esas geleneksel merkezi,
Cumhuriyetle birlikte eski
kale etrafındaki yerleşim
dokusunun Yenişehir’e ve Çankaya köşküne doğru
gelişen bölgelerinde, özellikle Kızılay merkezinin
Bakanlıklardan Dışkapıya kadar uzanan kısmında,
Dikimevinden Bahçelievlere kadar uzanan diğer aksta,
doğu batı aksındaki merkez hemen hemen bütünüyle
trafiğe teslim edilmiş, yollar nedeniyle ve hızlı otoban
nitelikli hızlı trafikli geniş bulvarları ortadan kaldırılmış
otobanlar nedeniyle, yaşanması keyifli olmayan ve terk
edilecek bir alana dönüştürüldü. Bu merkezde bir
çöküntü durumu ortaya çıkardı. Genel olarak kentin
ekonomik gerilemesine ilaveten kent merkezindeki
bu çöküntü özellikle esnafın, çeşitli işletmelerin ve
hizmetler sektörünün, perakende ticaretin çok büyük
ölçüde iflasına yol açan bir gerilemeyi de ülkedeki
genel ekonomik krize ek olarak Ankara merkezinde
özel olarak yarattı. Bunun önüne geçmek büyük
önem taşıyor ve bu süreç bazı spekülatif baskıları
da içeriyor. Çünkü bu çöküş nedeniyle bölgedeki
işyerleri kapanırken mülkiyet el değiştiriyor. Ve
muhtemelen bir süre sonra ciddi toplumsal kaygıları
ve merkezi hakikaten yaşanır kılma hedefi olmayan
yapılar tarafından gerçekleştirilecek kentsel dönüşüm
uygulamaları, buralardan sadece yeni ilave rant
soygunlarına neden olabilecek. Buna karşın merkezin
28
yaşanır olmasına yol açmayacak. Çünkü büyük alışveriş
merkezleri, apartmanlar, gökdelenler yapma hayalleri
çok yaygın ve toplumda zemin de bulabiliyor. Bugün
değişmesini istediğimiz yönetim anlayışının ürünleri
bunlar. Bunlar görkemli görünebilen yapılar ama
hepsi korku veren ve içinde yaşamı serpilip gelişmeye
dönük kışkırtamayacak, o yönde destekleyici, besleyici
olmayacak türde yapılaşmalar. Bunun yerine gerçekten
bu alandaki insan kaçırıcı öğeleri temizleyip, ayıklayıp,
kalitesiz yapılı çevreyi restore edip iyileştirecek ve
hakikaten başkentin kalbine yakışır bir estetik düzeyde
yeniden tasarlayacak bir belediyeciliğe şiddetle ihtiyaç
var önümüzdeki dönemde.
üzere bir anlamda sahiplendikleri ve birlikte yaptıkları
bir mekan haline dönüşmesiyle kalitelendirilebileceğini
düşünüyorum. Bu bölgenin çöp problemi var ve çöpünün
yönetimi tek başına kamusal bir sorumluluk olmaktan
çıkmak durumunda. Bu, alandaki çöp üreten unsurların
belediye ile birlikte çözüm üretmek ve sahiplenmek,
buranın kalitesini kendilerinin kazancına destek olacak
bir unsur olarak görmeleriyle sağlanabilecek bir şey. Sık
verdiğim bir örneği tekrarlayacağım. Bakıyorsunuz en
lüks mağaza önündeki kaldırımdaki bir parke oynamış
yerinden, onun yerine yapıştırılması üç dakikalık bir
iş ve işte kaldırılıp bir silikon sürülse ya da bir beton
atılsa yapışabilecek ve bir daha üstüne kimsenin çamur
sıçratmayacak. Ama yapmıyor insanlar. Bekliyorlar,
belediye gelsin diye. Burada bu tür bir birlikteliği
MAR: Şehrin merkezini oluşturan Kızılay bölgesi üretmemiz lazım. Çankaya belediyesinin iki temel
için ne düşünüyorsunuz. Karanfil Sokak, Konur Sokak, insan gücü olduğunu düşünüyorum. Birisi belediyenin
Yüksel Caddesi, aşağıda Sakarya Caddesi bütünlüğü personeli ise öteki Çankaya’nın kendisi. Özellikle
içinde. Burası çok hareketli, kentin en dinamik büyükşehir-ilçe ikileminin yaşandığı veya ekonomik
unsurlarının bulunduğu bir bölge. Bu bölgenin, krizin ağır baskılar ürettiği veya işte AKP yönetiminin
yeniden
düzenlenmesine
sürdüğü bir ortamda bir
ilişkin bir projeniz var mı? Yaya
Çankaya belediyesinin iki temel insan gücü ilçede sosyal demokrat bir
öncelikli bir sistemle trafiğin olduğunu düşünüyorum. Birisi belediyenin belediyecilik yapmanın en
de yeniden düzenlenerek özel personeli ise öteki Çankaya’nın kendisi.
temel güvence kaynağı o
bir düzenleme yapılması bizim
beldenin sakinleridir. O
de aklımıza gelen bir proje. Siz
beldenin insan gücüdür.
neler düşünüyorsunuz?
Bu insan gücünün de
iki örgütte toplandığını biliyorum. Birincisi belediye
örgütü, ikincisi ilçenin tamamı.
Tanık: Aslında bölgenin yayalaşmasıyla ilgili,
yayalaştırılmasıyla ilgili ilk proje yanılmıyorsam bundan
20-25 yıl öncesinde vardı zaten. Konur sokak, Karanfil
Bunların desteğiyle bu alanların eskisinden daha
sokak ve ve Yüksel caddesinin yayalaştırılmasıyla ilgili kaliteli ve bizim teknik birikimimiz ve estetik
ilk inisiyatif de 1989’da benim de müdahil olduğum bir normlarımız düzeyinde geliştirilmiş tasarım öğeleriyle
süreçle uygulandı, ama şu anki haliyle bu bölgenin yaya zenginleştirilmesi ve ben Çankayalıyım ve bu Kızılay
bölgesi sadece kısmi taşıt kontrollü sayılabilir halde. çok güzel bir yer denmesi en büyük hayalimiz. Meydanı
Ama araç girmemenin ötesinde yaya bölgesinin yayalara da dâhil olmak üzere.
uygun bir nezahetinin olması lazım. Şu anki yapısıyla
bu nezahat ve kalitede çağırıcı bir yer değil. Ama
yokluk nedeniyle ve kalender yurttaşlarımız, öğrenciler,
MAR: Tam da burada önemli bir noktaya temas
halkımız nedeniyle halen en dolu dolu kullanılan bir etmek istiyoruz. İki boyut var. Bir tanesi tabi ki
bölge konumunda.
Çankayalıların belediye yönetimine katılımı ve onu
sahiplenmesi. Bir diğer boyut da Çankaya belediyesi
özelinde belediyenin yönetsel süreçleri, hizmetin
MAR: İdare ediliyor.
kaliteli üretimi ve tüm bu süreçlerin yönetimi. Belediye
personelinin Çankayalılarla daha yakın temas içerisinde,
birebir olarak hizmetleri yerine getirmesi. Bu konuda,
Tanık: Tabi. İdare ediliyor, ama şu anki haliyle, yani Çankaya belediyesinin etkin ve verimli hizmet
mesela gece vakti burada kadınların hayatlarını sunumuna yönelik örgütsel yapısı ve hizmet süreçlerinin
sürdürebilmeleri, bu alanı kullanmaları inanılmaz oluşturulması konusunda bir öneriniz var mı?
ölçüde tehdit unsurları içeren, cesaret gerektiren
bir konumda. Bunun aşılmasının, engellilerin rahat
hareket etmesi, yaşlıların dolaşabilmesi dahil, aydınlık.
Tanık: Çankaya belediyesinin açıkçası şu anki
İyi düzenlenmiş ve bu düzenlemenin de önemli ölçüde işleyişi bakımından huzursuz bir yapı olduğunu
bu alanın kullanıcılarının İşletmeler de dâhil olmak biliyorum. Personel içerisinde gerginlikler ve belki de
29
verimsizlikten kaynaklanan mutsuzluklar yaşandığını
gözlüyorum, izliyorum. Birçok bakımdan eldeki üç
MAR: Özellikle sosyal demokrat belediyecilik
bine yakın insanın belki yeniden örgütlenmesi, moral açısından bakıldığında gerek 1970’li yılarda gerekse son
olarak amaçlar açısından ve ilişkiler açısından, hem zamanlarda sosyal belediyecilik, toplumcu belediyecilik
kurumların hedefiyle onların amaçlarının, duygularının kavramı öne çıkıyor. Tabii bunun nasıl tanımlanacağı,
bütünleşikliğini sağlamak, hem de kurum hedefleriyle de içinin nasıl doldurulacağı önemli bir konu. Siz bu
o kurumun hizmet etmek, temsilcisi olmak durumunda konuyu nasıl tanımlıyor, nasıl görüyorsunuz. Sizin
olduğu halkın hedefleri arasında bütünleşiklik sağlamak. seçim programınızda da yeni toplumcu belediyecilik
Yani bir çalışma ortamının ya da bir işin insanlara iki diye bir kavram var. Biraz açar mısınız?
tür kazancı olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi ücret ve
benzeri şeyler. Diğeri yapılan işten doyum sağlamak.
Ondan ötürü mutlu olmak. Ben değerli bir şey
Tanık: Şimdi sosyal hizmetler ve yeni toplumcu
yapıyorum duygusuna sahip olmak. Aslında Türkiye’de belediyecilik açısından esas itibariyle şunu gözlüyorum.
kamu yönetiminin önemli açmazlarından birisinin Birincisi, en önemli sorun gelecekte hem sosyal
bu ikinci konu olduğunu düşünüyorum. Yani yapılan güvenlikten mahrumiyet, hem de herhangi bir
işin niteliği, değeri, yararı, anlamı konusunda genel güvenlikten mahrumiyet. İş güvenliği yok, gelir güvenliği
olarak küçük görmek ve bir işe yaramayan bir şeyleri yok. Hiçbir koruması olmayan bir topluma doğru hızla
yapıyorum duygusu nedeniyle de mutsuz olmak. Bir işe gidiyoruz. Ve çoğalıyor bunlar. Bunun çözümü, stratejik
yarayan bir şeyler yapanların genellikle cezalandırıldığı olarak bugünkü mantıkla besleyerek veya arada bir bir
yaygın kanısı var. Dolayısıyla, piyasada hâkim olan kolay miktar yardım yaparak olacak bir şey değil. Güçlü bir
kazanma mantığı gibi, işyerindeki, kamudaki mesainin ekonomik yapı kurabilmek ve üretkenliği artırmak
olabildiğince az üretim yapılarak geçirilmesi gibi yaygın yönünde bir çözüm olmalı. Bunun için de ekonominin
bir frenleyici atmosfer olduğunu düşünüyorum. Bu büyümesini hedeflemek gerekiyor. Büyümenin
aşılabilir mi? Bu zaten ciddi bir yönetim sorunu. Bunun doğrudan belediye örgütü tarafından yapılması söz
aşılması bazen bir dokunuşla olabilir. Bazen oturup konusu olamaz elbette. Toplumda yapmak gerekiyor.
konuşmalar saatlerce sürebilir. Bazen örnek göstererek Ama büyümeye hizmet edecek altlıklara destek olmayı
olabilir. Rüzgâr üretilerek olabilir. Ben seçim sürecinin çok önemsiyorum. İkincisi de büyümeye hizmet edecek
bu işle ilgili bana önemli bir hazırlık ve destek gücü altlıkların birinci hamlesinin kentte yaşayan nüfusun
ürettiğini düşünüyorum. Şu anda Çankaya’da hissettiğim ekonomik düzeyinin, gücünün artırılması olduğunu
bir sevgi ve inanmak ve güvenmek var. Çankayalı bunu savunuyorum. Bu bağlamda bunu artırmaya dönük
duyuyorsa Çankaya belediyesinin personeli de kısmen neler yapılabilir. Murat Karayalçın’ın programında olan
duyacaktır diye düşünüyorum. Ve sendikalarından da türde bir ücretsizlik durumunda yoksulluk ve açlık sınırı
aldığım reaksiyonlar,
altında bulunan
geri
beslemeler,
nüfusa sübvansiyon
biz katılımı karara katılım olarak görmüyoruz.
bilgiler bu yönde bir
nitelikli bir şeyler
Sürecin bütününe katılım olarak görüyoruz. Neyin
beklenti ve güvenin
yapılabilir ama
belediye personelinde,
kararlaştırılacağından başlayarak, neyin uygulanacağına
genel
olarak
belediyede olduğu
ve kim tarafından uygulanacağına, uygulama alanında da
Ankara’da nüfusun
yönünde. Bunu iyi
ortaklığı, birlikteliği öngören bir katılım öngörüyoruz.
yüzde 20’si yeşil
değerlendirebilirsek,
kart sahibi bile
mali açmazlar ve
olmayan, sosyal
ücret ödenmemesi
güvenlik şemsiyesi
gibi nedenlerle, şu anki yaşanan sıkıntıların boğması altında olmayan bir nüfus. Bu hızla artacak gibi
nedeniyle baştan bazı sıkıntılar yaşamazsak çok yakın görünüyor. Çünkü prim ödeyememe gibi durumlarda
bir süreçte iyi motive edilmiş bir belediye kadrosu bu konularda aniden katlanan nüfus açıkları ortaya
personeli, örgütü üretme şansına sahip olabileceğimize çıkacak. O zaman ne yapılabilir? Yani çalışanlara destek
inanıyorum. Bu tabi anında geri dönüşümü olabilen olacak türde bir şey. Bir de yaşamı kolaylaştıracak
bir enerji ve hareketlilik yaratabilir. Bazı simgesel türde belli toplumsal kesimlerin ve bölgelerin, kent
projeler ve müdahalelerde de bunu desteklemeye içinde coğrafi bakımdan geri kalmış bölgelerin özel
çalışacağım. O zaman ya iyi bir şey yapılıyor yaşasın olarak desteklenmesine dönük kamusal hizmetler
bizim kurumumuz diye hani işte burjuva piyasasının belediye tarafından kamu yararı gözetilerek sunulmak
ve şirketlerinin geliştirdiği yöntemlerin ötesinde bir durumunda ve bu bizim programımızın öncül
sahiplenme atmosferi duygusu üretmek mümkün maddelerinden biri. Bunu biz kentsel ekonomik yapının
olabilir umuyorum.
gelişmesini destekleyici kuşatma faaliyetleri olarak
tarif edebiliriz. Sosyal güvenlikle ilgili en ana strateji
30
bu. Ama belli kesimlerde
örneğin beslenme sorunu
olan 5 yaşından küçük
çocukların bulunduğu
ve gereksinmesi olan
tüm ailelere süt yardımı
yapılması dahil olmak
üzere gıda güvenliği ve
beslenme ile ilgili gerekli
takviyeleri
yapmak
gerekiyor.
olmayacağını da çok iyi
bildiğimiz için bu süreci
mevcut mekanizmadaki
eritme
ve
ortadan
kaldırma zamanlamasıyla
birlikte en kısa zamanda
sonlandırmak, ama bu arada
yeniden piyasaya işsiz atma
konusunda duyarlı olmak
belirleyici tercihimiz ve
yaklaşımımız olacak.
MAR:
Katılım
bütün adayların söylediği bir şey. Herkes katılımdan
bahsediyor. Ama katılımı somut olarak tarif eden, buna
ilişkin mekanizmalar ne yazık ki mevzuatımızda yok.
Bu katılım meselesini nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?
MAR:
To p l u m d a
belediyelerin rant üreten yapılarıyla ve bir çok alanda
denetim dışı kalmalarının etkisiyle yolsuzluklara
açık yapılar olduğu intibası yaygın. Siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz.
Tanık: Şimdi katılım açısından bakıldığında,
Tanık: Biraz önce, personelle ilgili felsefi bakış
biz katılımı karara katılım olarak görmüyoruz. açımı ve yaklaşımımı dile getirdim. Ben belediye
Sürecin bütününe katılım olarak görüyoruz. Neyin başkanlığının hele özellikle bu tür kriz döneminde ve
kararlaştırılacağından başlayarak, neyin uygulanacağına yozlaşmış bir genel ortamda, yani bütün kurumların
ve kim tarafından uygulanacağına, uygulama alanında da çalışanları dâhil olmak üzere toplumun tümünde
ortaklığı, birlikteliği öngören bir katılım öngörüyoruz. bir gelecekle ilgili umutsuzluktan, kötü örneklerden
Çünkü baştan yaklaşımımız açık. Biz bu işi sadece kaynaklanan yolsuzlukların her yerden fışkırdığı bir
Çankaya belediyesinin 3.000 kişilik personeliyle ve ortamda bir göreve talip oluyorum. Bunun altından
bütçesiyle yapamayız. Çankayalı ile birlikte yapmak kalkabilmek için hangi güçlere güvenirsin. Birincisi
durumundayız. Burada eğer icraat yapılacaksa, o beni aday gösteren kuruma güven önemli. CHP’nin bu
projenin kendisinin bileşenlerinin aktif rol aldıkları bir konudaki yaklaşımının net olduğunu biliyorum. Yani
baştan sona sürecin örgütlenmesini katılım açısından üst yapı olarak bir parti görevlisi usulsüzlük yapıyorsa
çok anlamlı ve önemli
bu yargılanıp cezasını bulsun
görüyorum.
çok yakın bir süreçte iyi motive edilmiş bir görüşünü en fazla savunan
dokunulmazlıklarla
belediye kadrosu personeli, örgütü üretme hatta
ilgili
mücadelesi
ortada olan
şansına sahip olabileceğimize inanıyorum.
MAR: Belediye kamusal
parti CHP. Bu bağlamda
hizmetler üretir ve kamu
yolsuzlukları savunan bir
yararı esastır belediye
siyasi yapının temsilcisi olarak
hizmetlerinde. Ama Çankaya belediyesi örneğin orada bulunmayacağımı net olarak söyleyebilirim.
sendika ile yürüttüğü kavgalar dolayısıyla hizmetlerini Artı, seçilmenin ötesinde 5 yıl boyunca CHP’nin
özelleştirdi, taşeron kullandı. Bunlardan geriye dönüş ilçe örgütünden genel başkanına kadar tüm denetim,
söz konusu olacak mı? Özelleştirme ve taşeronlaşma destek ve gücünü arkamda hissedersem bu işin altından
meselesine nasıl bakıyorsunuz?
kalkabileceğimi her yerde deklare ediyorum. O tür bir
dayanışmanın ötesinde de sivil toplum örgütleriyle
kurduğum ilişkilerin, sosyal çevrenin ve beni bu hale
Tanık: Özelleştirme ve taşeronlaştırmayla ilgili getiren bu işe layık görülmemi sağlayan birikimi üreten
yaklaşımımız çok net. Öncelikli kamusal hizmetlerin kendi sosyal coğrafyamı korumak azmindeyim. Yani bu
özelleştirilmesiyle ilgili bu neoliberal bakış açılarını ikisinin desteğiyle ve önemli ölçüde yaptığı işten doyum
hiçbir şekilde savunmuyoruz. İkincisi, taşeronlaştırmanın sağlayan bir personelle çalışırsam istismarın daha zaten
da işçi aleyhine bir uygulama olduğunu, çalışan aleyhine baştan önünün de alınabileceğine inanıyorum.
bir uygulama olduğunu en baştan tespit ediyoruz.
Dolayısıyla sigortasız ve çoğu çok düşük ücretle,
yaptığı işin karşılığını alamayan çalışanlar tarafından
sunulan hizmetin beklenen kalite ve verimlilikte
MAR: Çok teşekkür ederiz.
31
mülkiye’de öğrenci olmak
Cevat Vural
Okulda İsyan ve İlk Kazgan
1950 yılına kadar Mülkiye, resmi adıyla Siyasal Bilgiler okulu parasız yatılı bir okuldu. Devlet bizi yedirir,
içirir, giydirir, kuşatır, yatakhanelerinde yatırır, çamaşırımızı yıkatır, banyomuzu yaptırırdı.
1948 yılında Ankara S.B.O. öğrenci Derneğinin yeni Yönetim Kurulu olarak seçildiğimizde, okul yönetiminde
öğrenciler aleyhinde bazı uygulamalar gördük; yemeklerimiz kalori miktarı ve lezzet olarak eksik ve tatsızdı.
Her öğrenciye ayda üç lira olarak verilen harçlıklarımızı muhasebedeki mutemet memur, bize dağıtmak üzere
bankadan alıp kaçmıştı. Devletin bize mecburi hizmet borcumuza mahsuben verdiği gömlekler 12.5 liradan
zimmetimize yazılıyor, aynı gömlekler çarşıdaki tuhafiye dükkanlarında 5 liradan satılıyordu.
Bu ve benzeri hatalı uygulamaları Müdürümüz Prof. Dr. Burhan Köni’ye şikayet ettiğimizde bize hak veriyor,
fakat düzeltmek için hiçbir şey yapmıyordu. Öğrencilerimiz, derneğimiz yeni Yönetim Kurulu ve Başkanı’ndan,
yani benden, okul idaresinin bu bozuk uygulamalarını, hatta idarenin kendisini düzeltmemizi istiyorlardı.
Dikkatli bir planlama ve sessiz, ağırbaşlı bir uygulama ile üç günlük bir direniş yaptık. Bu süre içinde bir tek
öğrencimiz bile ne derslere, ne yemekhanelere girdi. Her öğünde yemeklerimiz pişirilip soframıza konuyor,
fakat en fakir arkadaşımız bile dönüp bakmıyor, çay ve simitle idare ediyorlardı. Hiç nümayiş, gürültü patırtı
yapmadık. Bu kararlı ve ağırbaşlı tutumumuz, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’i okulumuza getirdi.
Bakan, beni ve diğer iki arkadaşımızı bakanlıktaki makamında bizzat dinleyip, olayları müfettişlerine de
tahkik ettirdikten sonra, Müdürümüz Burhan Köni Bey’i görevden aldı. Müdür Vekilliğine Doçent Fethi
Çelikbaş’ı atadı. Böylece bu büyük operasyonu, MÜLKİYE’ye zarar vermeden tamamlamıştık. Bu arada dernek
faaliyetlerimiz çok etkin bir biçimde devam ediyor , Mülkiye’nin geleneksel “KAZGAN“ dergisini, renkli bir
kapak içinde, o günlerdeki okul hayatımızı çok güzel yazılar, şiirler ve karikatürlerle anlatan bir içerikle, ilk defa
olarak, matbaada bastırıp yayınlıyorduk.
Bu ilk KAZGAN’ın küçültülmüş kapak resmi ile içindeki rahmetli arkadaşımız Dündar Karaşar tarfından
çizilen yönetim kurulumuzun bir karikatürü, meşhur İnek Bayramı’mızda İdari ve Mali şubelerimizin
atışmalarını belirten iki manzume ve MÜLKİYE KASİDESİ arkadaki sayfalara alınmıştır.
Ve yıl sonu, imtihan günleri gelip çattı. Ceza Hukuku Muhakemeleri dersinden sözlü imtihana giriyorduk.
Hocamız, bir ay önce görevden alınan Prof. Dr. Burhan Köni idi. Ve kendisi için çok üzücü olan bu operasyonun
baş yöneticisinin ben olduğumu, tabii biliyordu. Sıram geldiğinde imtihan odasına giderken elbette titriyordum.
Hocam, imtihan sorularını yazdırdıktan sonra, henüz ben cevaplamaya başlamadan, “ Yahu Cevat, çok güzel bir
KAZGAN dergisi çıkarmışsın, bana niçin göndermedin?” demez mi. Ürkek bir sesle, Genel Sekreterimiz Ayhan
Açıkalın’nın Kazgan’ı bütün hocalarımıza dağıttığını söyledim. Fakat O, kimsenin kendisine getirmediğini ,
imtihandan çıkınca yine unutacağımı söyleyerek, hemen gidip getirmemi söyledi. Elimde imtihan soruları ile
32
çıkıp, dernek odasından iki KAZGAN getirdim. Gidip gelirken heyecandan, elimdeki imtihan sorularının
cevaplarına bakmak aklıma bile gelmemişti.
Eski Müdürümüz Hocam Burhan Bey, Kazgan’ı dikkatle ve tebessümle tetkik ettikten sonra, “Çok güzel
hazırlamışsınız, tebrik ederim. Hadi şimdi sen de çık da diğer arkadaşlarınızın imtihanına devam edelim,
dedi. Bunu o kadar kararlı ve kesin bir ifadeyle söylemişti ki, henüz beni imtihan etmediğini filan söylemeden
odadan çıkmak zorunda kaldım. Çıktım amma, kapının önünden ayrılamıyordum. Acaba imtihan etmek için
beni tekrar mı çağıracaktı. Yoksa “sıfır” verip sınıfta mı çaktırmıştı.
Odanın önündeki koridorda b ir saat kadar volta attıktan sonra imtihan bitti ve Hocamız, koltuğunun altındaki
evraklarla dışarı çıktı. Beni kapının önünde bekler görünce “Hayırola Cevat, diğer arkadaşların gibi neden
sende okuldan çıkıp kafanı dinlendirmiyorsun, burada ne bekliyorsun? diye sordu. Tabii ürkek ve titrek bir
sesle, benim imtihanımın akıbetini sordum. Beni mütebessim ve sevgi dolu bakışlarla süzüp, başımı okşayarak,
“Merak etme, notunu kırmadım, şimdi aklından geçen şeyleri konuşup, tartışmak için senin saçlarının da
benimki gibi kırlaşmasını bekleyelim. O zaman gel sohbet edelim” dedi. İmtihandan bana “9” vermişti.
Prof. Burhan Köni, 45 yaşlarında, şakaları kırlaşmış, yakışıklı ve sevimli bir insandı. Türlü çeşit hayat gaileleri
ve biraz ihmalkarlıkla, benim şakaklarımın kırlaştığı zaman ve kendisi vefat etmeden önce, gidip elin öperek
sohbet etmek, öğütlerini dinlemek imkanını bulamadığım için, şimdi çok hayıflanıyorum.
Cevat VURAL
Bir Mülkiyeli’nin Aklında Kalanlar
Mülkiye Kasidesi
Yekvücuduz, denilir Mülkiye unvanımıza;
Tam gezip eğlenecek mevsime girdik, lâkin;
Yok lüzum sormağa, öğrenmek için kadrimizi
Gül açar, bülbül öterken ne yazık mecburuz
Getirir nehr-i haset hayli çamurlar amma;
Cemmü zarb olmada herkes; bu hazin taksime
Görünüz, çölde kazalar yaratan kaymakamı
Bu yıl üç cins'i lâtif holde hıraman oldu,
Sormayın sâde sınav bekleyen aç diplomatı;
Kızlar artarsa kolay 'Fark-ı Hukuk' imtihanı,
Hep beraber koşarız bir telefon çalsa eğer
Ayrılık geldi Bahari, bu son kasiden olsun
Bir ömür çöldeki Leylâ'yı saran aşk-ü vefa
Bahari (Mehmet Çınarlı)
İmtihan adlı belâ kastediyor canımıza
Sorunuz sânımızı bir sürü hayranımıza
Bir kucak notla vedâ etmeğe seyranımıza
Çünkü bakmak yetişir bir kere düşmanımıza,
Cümle "yanlış" diyecek, bakmasa 'Mizan'ımıza.
Korkma, bir şey yapamaz koskoca ummanımıza
Esti bir başka hava şimdi gülistanımıza.
Bakınız, usta müfettişlere, uzmanımıza .
Kavuşur çünkü okul en kötü noksanımıza.
Bakmayın maliyenin yuttuğu aslanımıza.
Bir uzun boylu vedâ sevgili Kazgan'ımıza
Buse göndermek için sevgili cananımıza
Bir Pazar olsa konuk bari o sultanımıza.
33
Mali Şube Türküsü
Şubemiz mektebin şanı şerefi
Madem karış karış bizim bu diyar,
Biz, Nazmi Keşmir'in şanlı halefi,
Çok yaşasın sıska atlar, katırlar
Yayılmış adımız Hanya, Konya'ya,
Her yıl bir ucuna atılsak ne var?
Dolaştırır yaylasını, düzünü.
Haydi sizler gidin dağa ovaya.
Bursası, İzmir'i Mersin'i bizim
Çıplak dağlar arattırmaz sinema,
Döküldük yollara hep dizim dizim;
Adımız çıksa da bizim tellâğa,
Bir mevsim şuradaysa, orda bir mevsim
Bataklıkta konser verir kurbağa...
Bilmem görür müyüz hamam yüzünü?
Bakarsın gideriz ta Avrupa'ya.
Geçen yıl çıkardık Suat Darman'ı
Karşımıza geçip gülme tahsildar,
Ganyan aldık bu yıl Cumhur Fermanı
Bakraç bakraç süt getirir çobanlar
Bizde müfetişi, bizde uzmanı
Mangırımız yoksa Tıngırımız var
Bebek Güngör dinletirse sazını.
Mıhçıoğlu Cemali kattık araya.
Keseyî sıkı tut ey tellak başı...
Büyük Reis Bay Truman bizdedir,
Gene de kollarız eski yoldaşı
Hoca, İmam, hep Müslüman bizdedir,
Binersem tepene olursun şaşı...
Polatkıran, Zincir kıran bizdedir,
Kaymakam evinde bir baklavaya.
Biz aldık sınıfın Ser Hafızını.
Hayali
Bu şanlı kadromuz tamam hulâsa.
Memleket yakında, erer halâsa
Ne mutbuat, ne de muhalif fırka
İdarî Şube Türküsü
Böyle aslanların keser hızını.
Girdik bu şubeye duyarak sevinç,
Tahsildar yatarken burda aç susuz,
Tecessüsle bakma yüzümüze hiç:
Belki de genç yaşta vali oluruz.
Tahsildarım açma sakın ağzım.?
Köylerde yumurta, tavuk buluruz.
Bulamazsın pişmanlığın izini.
Alıp bir vekilin çirkin kızını.
34
Dergi Kapağındaki Hocalarımızın İsim Listesi
1. İdare Hukuku Hocamız İsmail Hakkı Göreli
2. Şehircilik Hocamız Fehmi Yavuz
3. Amme Hukuku Hocamız Prof. Dr. Yavuz Abadan
4. Fransızca ve Sosyoloji Hocamız Mehmet Karasan
5. Maliye Hocamız Prof. Dr. Fadıl Hakkı Sur
6. Maliye Doçenti Bedri Gürsoy Hocamız
7. İdare Hukuku Hocamız Kemal Galip Balkar
8. İktisat Doçenti Fethi Çelikbaş Hocamız
9. Anayasa Hocamız Doç Dr. Bülent Nuri Esen
10. Devletler Hukuku Hocamız Prof. Dr. Zeki Mesut
Alsan
11. İktisadi Coğrafi Hocamız Hamit Sadi Selen
12. Okul Müdürümüz ve Ceza Hukuku Hocamız
Prof. Dr. Burhan Köni
13. İdare Hukuku Doçenti Turan Feyzioğlu Hocamız
14. Anayasa Asistanı Bahri Savcı Hocamız
15. Devletler Hukuku Doçenti Seha Meray Hocamız
ve bazı renkli öğrencilerimiz.
35
Münir Raif Güney
1946 Yılından önce,Üniversiteler Kanununda
değişlik yapılmış ve üniversitelerde öğretim üyeliği
yapanlara özendirici haklar tanınmıştı.Yüksek
okullarda çalışanlar, dolayısiyle SBO'da da hocalarımız
bu haklardan yaralanamıyorlardı. Bu nedenle bazı
pro-fesörler fakültelere geçmişlerdi. Ancak Mülkiye
mezunları ve Mülkiyeyi seven hocalar ayrılmamıştı.
SBO'nun "Fakülte olması" konusundaki çalışmalar o
tarihlerden itibaren başlamış. İleride bu konuya tekrar
değineceğim.
PROF. BURHAN
KÖ N İ :
Okula
girdiğimizde
müdürümüz oydu.
Uzun boylu, gösterişli
bir zattı. Ceza hukuku
derslerine
gelirdi.
İtalya'da
eğitim
gördüğü
bilinirdi
“Lombrozo" tipini
sık kullanır, suç
işlenmesine müsait
sokaklara
lamba
dikilmesinin
bir
emniyet bekçisi kadar
caydırıcı olacağını söylerdi. Biz öğrencilere yakın
davranır, örneğin sütünlu salonda düzenlediğimiz
yılbaşı balosuna fraklı olarak sayın eşi ile birlikte
katılır, ilk dansı yaparak geceyi başlatır,sonra
protokolün katıldığı Ankara Palas balosuna giderdi.
Yeri geldiğinde de sevgi göstererek "evlatlarım sizi
bağrıma basarım" derdi.
ve dolayısıyla mülki idareye de güç katan İl İdaresi
Kanunun çıkarılmasında büyük katkıları olduğu ifade
edilirdi.
PROF.YAVUZ ABADAN: Ünlü bir hocamızdı.
Üniversiteler kanunu yeni haklar tanırken Mülkiyeyi
bırakmamışıma Hukuk Fakültesinde de ders almıştı.
Çok bilgili olduğu bilinirdi. Oldukça iri bir gövdesi
ve iri bir başı vardı. Aynı zamanda oldukça espirili
hocamızdı. Ön sıralarda oturan bazı arkadaşlarımızın
b a k a r k e n
tebessümleri
halinde,"fena
değil, bu suretle
temaşa
zevkine
de varıyorsunuz".
H ü k ü m d a r
K a r a k u ş ' u n
“Karakuşi hüküm"
deyimine sebep olan
kararı ile ilgili fıkrayı
da, ilk defa Ondan
dinlemiştik.
PROF.
ZEKi
MESUT ALSAN:
Devletler umumi hukuk dersi veriridi.Gözlüklerinin
altında sevgi ile ışıldayan renkli gözleri vardı.
Güleryüzlü zarif bir hocamızdı.
PROF. HİKMET BELBEZ : Devletler hususi
hukuku derslerine gelirdi. Zannederim ayrı bir
kurumda da görevi vardı. Daima papyon kıravat takma
alışkanlığı vardı.
PROF.FETHİ ÇELİKBAŞ; Sonraki müdürümüz
ve daha sonra da dekanımız, İktisat ve bütçe derslerine
gelir, vurgulu konuşur, uzun cümleler kurardı. Bir
ara saydım bir cümlesi tam 28 kelime idi. Okulun
fakülte oluşunda ve yönetimde değerli katkılarının
bulunduğunu biliyoruz.
PROF.KEMAL BALKAR İdare hukuku okuturdu.
Ağırbaşlı bir hocamızdı. Kürsüsünde daima bir bardak
su bulundurulurdu. Ders anlatırken arada bardaktan
biraz içer, sonra devam ederdi Bardaktaki su azlınca
arkadaşlar teneffüs zili çalacak derlerdi.
PROF. İSMAİL HAKKI GÖRELE: Danıştay
Başkanı idi, idare hukuku dersleri verirdi. Saygın
kişiliği vardı Karşılaştıklarında, hükümet erkanının
da saygı gösterdiklerini görmüştük. 1949 Yılında, çok
eski " İdarei Ümıyeyi Vilayat Kanunu Muvakati"nin
-genel idare ile ilgili- bölümünü kaldıran, İl yönetimine
PROF. KEMAL ARAR: Ticaret hukuku hocamız,
değişik davranışta, çelebi bir zattı Sınavlara sabahın
erken saatinde, mesela altıda yedi de gelir, arzu eden
arkadaşlarınız sınava gelsinler, derdi. Zamanımızda
sınavlar sözlü olarak yapılırdı. Sabahın erken saatlerinde
imtihana girenler kolay sorular sorulduğunu anlatırlardı.
36
Arada bir hocaya sade kahve de gönderilirdi Bazen büyük ceket giymek; çalışkan öğrenci görüntü¬sü
bir konuya başlarken bize "efendiler" diye hitap eder, vermek için tavsiye edilirdi. Onun İstanbul'a öğrenci
özellikle icra iflas dersinde çok çekici benzetmelerle gezisi esnasında restoranlı vagonda yemek sonrası
dikkatimizi derse
bahşiş konusunda ki bir
çekerdi.
olayını anlar. Uzun hikaye...
PROF.FEHMİ
YAVUZ: İdare
hukuku hocamız.
Davranışlarındaki
samimiyetiyle
ve
tavazuu
ile
sempati
toplayan
bir
öğretmenimizdi.
Daha
sonraki
yıllarda fakülte
dekanı olduğunu
ve hukuk mücadelesi verdiğini duymuştuk.
DOC. BEDRİ GÜRSOY:
Maliye hocamızdı.Renkli bir
kişiliği vardı.Her zaman çok
şık giyinirdi.Gözlerini devire
devire konuşur, mimikleriyle
de görüntüyü tamamlardı.
Eş manadaki sözcükleri
peş peşe sıralamaktan
hoşlanırdı. Bir örnek:" denir,
söylenir, adlandırlır,tesmiye
olunur, ıtlak edilir.''vs. Sınfta
ilgisiz gördüğü öğrenciye
"yevmiye ahirde bu karınızın hesabı sorulacaktır,
PROF.MEHMET KARASAN: Fransızca evet sorulacaktır" der uyarırdı.Daha sonraki yıllarda
hocamız..Okulumuzda ,o zaman her gün sınıflarda karşılaşma ve görüşmelerimizde, ne kadar farklı bir
dördüncü derste yabana dil okutulurdu. Galatasaray kişiliğe sahip, espirili ve cana yakın olduğunu gördüm.
Lisesi mezunları sınavlarda aldıkları puanlar nedeniyle
DOC. TURHAN FEYZİOĞLU: Derslerimizde
Fransızca derslerine üçüncü sınıflarla girerlerdi. Ben değil, seminerlerde hocalığımızı yaptı. İdare hukuku
ikinci sınıftan başlamıştım. Karasan Hoca, yüksek ve anayasa hocasıydı. Olağanüstü ekonomi bilgisi
tonda ders anlatır, jest ve mimikleri konuşmalarına vardı. Ayrıca sosyal yönü de çok kuvvetliydi. İstanbul
renk katardı . Gramerden çok , pratiğe Fransızca Hukuk Fakültesini büyük bir başarıyla bitirdiği ve o
konuşmaya ağırlık veriri ,zaman zaman Fransa tarihe kadar O' nun derecesinde fakültenin hiç mezun
anılarını anlatırdı. Ankara'daki
vermediği söylerindi. Sonradan
şehircilik uygulamalarını da
profesör oldu, ünü büyüdü. Da ha
eleştirmeyi ihmal etmezdi. Ve
sonra da siyasete atıldı. Bakanlıklar
derdi ki "burada düz arazilere
yaptı. Milli Eğitim Bakanı olduğu
park, bahçe yapılacağına
devirde kaymakam olarak bir heyetle
binalar yapılıyor.. Oysa binalar
ziyaretimde, heyetin yanında iltifat
yamaçlarda yapılmalı, düz
dolu sözlerle beni onurlandırdı ve
alanlara halkın nefes alacağı,
ortaokul inşaatı için gerekli ödeneği
dinleneceği parklar yapılmalı…
de kısa zamanda ilçeme gönderdi.
"der batıdan örnekler verirdi.
PROF.HAMİT
SADİ
SELEN: Coğrafya hocamızdı.
Adını taşıyan coğrafya atlası
ile de tanınıyordu . Yaşlı
hocalarımızdan biriydi. Bazen
derslerde yoklama yapar,
devamsız öğrencileri not
ederdi. Zaman zaman fıkra da anlatır, kendisi bizden
daha çok gülerdi Uzak doğuda boyunlarına halka
takılıp balık avlayan ve kayıktaki sahibine getiren
martıları sıkça anlatırdı.Onun sınavına girerken,saçları
parlatmamak o gün sakal traşı olmamak, iki numara
PROF. KEMAL FİKRET ARIK:
Medeni hukuk hocamız. Kibar bir
insandı. İsviçre de okumuş veya yüksek
lisans yapmıştı. İsviçre hukukunu zevk
alarak anlatırdı.
DİĞER
HOCALARIMIZ:
Fadıl Hakkı Sur, İ. Hakkı Ülkümen,
muhasebe hocası Abdullah Bey, hijyen hocası Dr.
Paşa, jimnastik hocası Muammer Pamuk ve diğerleri.
Hepsinin bizde büyük emekleri var. Saygıyla, minnetle
ve şükranla anıyor ve vefat edenlere rahmetler diliyoruz.
37
Biz öğrenciler; 1946 yılı sonbaharında açılan giriş
sınavında 100'ümüz yatılı. 50'si gündüzlü olmak üzere
150 aday SBO’ya girmeye hak kazandık.Gündüzlülerin
bir bölümü okula devam edemedi.Yatılı kazananların
2-3 tanesi de okul değiştirdi.O tarihte tüm okulun
öğrenci mevcudu 450 kişi kadardı. Girdiğimizde
okulda hiç kız öğrenci yoktu.Eski yıllarda birkaç
bayanın mezun olduğunu işitmiştik Bunlardan
biri, Em. Gn .Md.’de müdür olan Feriha abla idi.
Biz ikinci sınıfa geçerker yatılı öğrenciler okulda
kılık kıyafetlerine
daha çok dikkat
etsinler,i çalışma
rekabeti artsın,üst
düzey yönetimlerde
bayanlara
da
ihtivaç olduğu…
düşünceleriyle
birinci sınıfa üç
kız öğrenci alındı.
Perihan,
Bedia,
Kadriye. Sonraki
yıllarda daha çok
kız öğrenci sınav
kazanıp okulumuzu
tercih ediyorlardı.
Son sınıfa geldiğimizde okulda artık çok sayıda kız
öğrenci vardı.
Arkadaşlarımızın hepsi de okul dışında güzel
giyinir, rozet takar, davranışları ile sempati toplarlardı.
"Lacileri (!) çekip, rozeti parlatarak Yenişehir'e gitmek
"tabiri sık kullanılırdı kıravatsız sokağa çıkılmazdı.
Üst sınıflara geldiğimizde arkadaşlarımızın bir kısmı
fötr şapka giyme alışkanlığı kazanmışlardı. Borsalino,
Cervo gibi markalar !!!
Diğer okulların öğrencileriyle birlikte toplantılara
katıldığımızda. "Bakın efendiler geldi. "sözleriyle
sanırım biraz da gıpta ile, bizlere laf atarlardı.
oldu) Salondaki seçim öncesi toplantıda, bir aday
kürsüye çıkar ve veciz konuşmalar yapar, eleştirilerini
sıralarken salon alkışlarla çınlar, diğer hatip kürsüye
çıkınca güzel konuşma ve edasıyla öğrencileri etkiler,
salon yine alkışlarla dolardı. Kimin kazanacağı her an
yön değiştirirdi. İkisi de çok güçlü hatip ve sevilen
savılan kişilerdi Seçimde az farkla başkanlığı İhsan
Vardal ve ekibi kazandı.(Bu değerli iki insanın akıbeti
de maalesef çok elim ve üzücü oldu. Rahmetler
diliyorum.)
Bundan
sonraki
dönemde
siyasi
şubeden Adnan Bulak
başkanlığa
seçildi.
Kibarlığı ve efendiliği
ile sevilirdi. O dönemde
ben
de
yönetim
kuruluna seçilmiştim.
Daha sonra Cevat
Vural başkanlığa seçildi
Ciddi ve dirayetli
bir arkadaşımızdı. O
dönemde
yönetim
kurulu üyeliğine ve
kültür kolu başkanlığına
seçildim. Yönetim kurumlu olarak başarılı çalışmalar
yaptığımızı söylersem, iddia kabul edilmesin.
Cemiyetlerin Çalışmaları: Her yönetim kurulu
döneminde çok başarılı çalışmalar yapılmış, tüm
yüksek öğrenim kurumları arasında Mülkiye'nin seçkin
yeri devam etmiş,hatta geliştirilmişti. Konferanslar,
münazaralar, geziler,çeşitli toplantılar, çavlar devam
ettirilmiştir. Şimdi de, 1948-1949 yıllarında , Cevat
Vural başkanlığındaki yönetim kurulumuzun bazı
çalışmalarından söz etmek istiyorum. Öncelikle
ifade edeyim, büyük bir ahenk içinde çalıştık.
Zaten o dönemlerde öğrenciler arasında her hangi
bir guruplaşma , ideolojik tartışma olmazdı. Çok
iyi yetişen ve güzel yabancı dil bilen Galatasaray
lisesi mezunu arkadaşlarımızın aralarında farklı bir
dayanışma görünür, herhalde okullarına duyulan
Şükranın etkisiyle olacak» bazıları Mülkiye rozeti
yerine liselerinin rozetini takarlardı
Öğrenci Kuruluşlarımız; Talebe Cemiyeti seçimler
gerçek ve örnek demokratik uygulama ile yapılır,
heyecanlı günler yaşanırdı.Başkan adayları ve ekibi,
günler önceden propagandaya başlar; yazılar, afişler
asılır, gerçekten güzel davranışlar sergilenir, keyifli
anlar yaşanırdı. Son günlerde adaylar, tüm öğrencilerin
katıldığı okul salonunda programlarını «çalışma
Talebe Cemiyetimizin Çalışmaları "Dernek"diye
esaslarını anlatır, konuşma ve espiri hünerlerini
sergilerlerdi. Haliyle, diğer adaylara eleştiri ve sataşma yazmıyorum, zira o zaman kuruluşumuzun adı
Talebe Cemiyeti idi. Yönetim kurulu üye sayısı
eksik olmazdı.
10 kişiydi. (Bulunduğum iki yönetim kuruluna ait
Okula girdiğimiz yıl İhsan Vardal başkandı. fotoğraflar ek: 6 ve 7'dedir.) Değerli arkadaşımız
Notlarımın 2.sayfasında O’nu biraz tanıtmıştım. Cevat Vural'ın başkan ol¬duğu kurulda hem üye,
İkinci seçim döneminde,Vardal'ın karşısında Rahmi hem de Kültür Kolu başkanıydım. Ulusal günlerde,
Gümrükçüoğlu adaydı. (Çok başarılı bir büyükelçi
38
okullar arası etkinlilerde Mülkiyemizi en iyi şekilde
temsil edebilmek “Ocağımızın" güzel geleneklerini
geliştirerek yaşatmak, dayanışma ve yardımlaşmayı
pekiştirmek, kültürel programlan ön planda tutmak...
çalışmalarımızda gözettiğimiz başta gelen ilkelerdi Bu
amaçla zaman zaman bilim adamlarının katkılarıyla
değerlendirdikleri konferanslar, münazaralar
düzenledik. Bu
münazaralardan
en önemli olan
biri, İ.Ü.İktisat
Fakültesi
ile
o k u l u m u z
öğrencileri
arasında yapılandı.
Y ö n e t i m
kurulumuzda
önerdiğim
konu
uygun
bulundu
'Bir
Dünya Devleti
Kurulabilir mi?"
BM teşkilatının
kuruluşu çok yeni
sayılırdı. (M.Ek.
l945)
İkinci
dünya savaşı yeni
bitmişti. İnsanlık
barışı için tek bir
Devlet kurulabilir
miydi? Konu günceldi. Bizim münazara ekibimiz,
çok güzel konuşan ve düşünce yapıları üstün, oldukça
bilgili saygın arkadaşlardan seçilmişti. Ayrıca oldukça
iyi hazırlanmışlardı. İktisat Fakültesi ekibi de oldukça
iddialı görünüyordu. Çekilen kura da "Bir Tek Dünya
Devleti Kurulamaz.” tezini savunma, ekibimizin
olmuştu. Münazara radyoda canlı olarak yayınlandı.
Sanırım, ilk defa radyoda bir münazara yayınlanıyordu.
Herkes heyecan içinde izledi, dinledi .Ekibimiz,tek
kelimeyle harika idi. Ama jüride, Birleşmiş Milletler
tezini savu nan üyeler çoğunlukta idi Çok az farkla
kaybeden ekibimiz değil,savunduğu tezdi!
Anma gecesinde yakın dostları onu anlatırken,
bu değişikliğin ruh çağırma seanslarına katılan ve
medyum olduğu anlaşılan şairin, son seansların birinde,
masa üzerindeki harflerle”kelam et ya fanus) ibaresine
ulaşmasından sonra, eski dille yazamaya başladığını
belirttiler. Ondan sonra öğrenci arkadaşlarımızın
çoğunda, ruh var mı, yok mu ? merakı başladı ve Bedri
Ruhselman'ın (Ruh ve
Kainat) adlı kitabı uzun
sür elden ele dolaştı..
Okul çayları bir başka
renkli olurdu . Orda
da mülkiyeliliğimizi
göstermek (!) için
yeni çıkan dansları
mutlaka öğrenmeliydik!
Mambo, çaça..gibi. En
uygun mekan sinema
salonumuzun önündeki
holdü. Orada, çoğu kez
birbirimizin ayağına
da basarak,
erkek
erkeğe provalar yaparak
yeni dansları öğrenir,
toplantılardan
da
alnımızın akı ile çıkardık.
Mülkiyelinin
zekasının eseri ve
mizah dergilerinin şahı
KAZGAN dergimizin ilk
kez matbaada basılması sanırım yönetim kurulumuz
zamanında gerçekleşti.
Yönetim kurulumuzun daha pek çok alanda
çalışmaları oldu. Örneğin Kızılay’ın, Çocuk Esirgeme
Kurumunun bağış toplama kampanyalarına katılmak,
yurtdışında tedavisi zorunlu arkadaşlarımıza, maddi
imkan sağlamak, resmi makamlar nezdinde de,yurt
dışına çıkış iznini temin etmek...gibi.
Okulumuzun Bazı Güzel Gelenekleri:
Mülkiye camiamızda karşılıklı sevgi ve saygı,
birbirimize bağlılık geleneği her zaman devam ede
Yönetim kurulu olarak ünlü şairlerimizin katıldığı
gelmiştir. Okulda alt ve üst sınırlar arasında, bu
"şiir geceleri"de düzenledik: Namık Kemal, Orhan
duyguları eksiltmeyen özenli bir hiyerarşi olurdu. Ve
Seyfi Orhun, Yahya Kemal vs. Mülkiyeli şairlerimizi
üst sınıftakilere "ağabey" diye hitap edilirdi. Bu hala
de anmayı ihmal etmedik. "Hececi şair" olarak
da böyle..
anılan rahmetli Enis Behiç Koryürek mülkiyeli
Son sınıfların, okula yeni giren birinci sınıflar
şairlerimizdendi. Daima şiirlerinde arı Türkçe
kullanan, çok açık bir dille yazan, mısaralarının için düzenledikleri "tanışma çayı" konusuna daha
uzunluğu, kısalığı ile çok defa şiirine E harfi görüntüsü önceki bölümlerde değinmiştim. Bu sıcak yakınlık,
veren bir zattı. Ama son dönemlerinde "Süleyman mülkiyelilik ruhunun ve gönül bağlarının gelişmesinde
Çelebinin Ruhuyla."deyiminde ifadesini bulan, S. güzel bir başlangıç olurdu.
Ç.’nin yaşadığı 13.asır diliyle yazmaya başlamıştı.
Bir başka güzel gelenek, şubat sömestr tatilinde
39
son sınıfların topluca gezileri idi. Bu gezilerin çoğu
da İstanbul'a olurdu. Bizim dönemimizdeki İstanbul
gezimizde Vali ve Belediye Başkanı ünlü, Ord. Prof.
Dr. Fahrettin Kerim Gökay'dı. Yakın ilgi lütfetmişti.
Yatılı bir yüksekokul olan Denizcilik Yüksek Okulunda
misafir edildik. Şehir tiyatrolarında gurubu¬muza
yerler ayrıldı. Tahsis edilen otobüs sayesinde
İstanbul'u tanımak mümkün oldu. İstanbul'a gidiş
ve dönüşümüzde DDY bizlere, sanırım,% 95 indirim
yapmıştı.(Mezuniyetimden sonra stajımda vali yine
Gökay idi. Rahmetle anıyorum.) Sömestr tatilinde
İstanbul'dan da yatılı olan okulumuza guruplar halinde
kız ve erkek öğrenciler misafir gelirlerdi Tabiatıyla
okulda hemen bir hareket başlar, talebe cemiyetimiz
programlar hazırlardı. Mermer sütunlu salonda, çoğu
kez orkestraya piyanist Yaşar Güvenirgü'in de katıldığı
danslı çaylar bir hayli neşeli geçerdi. Ankara içinde gezi
prog¬ramlan da düzenlerdik. O zamanlar Ankara'da
görülebilecek gezilebilecek yerler mahduttu. Gazi
Çiftliği, Çubuk Barajı vs. Programın en onurlu bölümü
Çankaya köşkünü ziyaret olurdu. Dernekte üye ve
kültür kolu başkanı olduğum dönemde programların
bir bölümünü ben hazırlamıştım. Buna Köşk ziyareti
de dahildi. O tarihlerde Cumhurbaşkanımız olan
rahmetli İsmet İnönü, haftanın belirli bir gününde
heyetleri ve vatandaşları kabul eder, ertesi günü de bu
ziyaretlerin resimleri Ulus gazetesinde yayınlanırdı.
Sayın Cumhurbaşkanı böyle bir günde, okulumuza
gelen misafir üniversite öğrencileri ile birlikte bizleri
kabul buyurdu. Hatıra resimler çekildi, başarı dilekleri
ve çikolata ikramından sonra, Sayın Cummhurbaşkanı
köşkün kitaplığını görmemizi tavsiye etti. Misafir
arkadaşlarla çok memnun olmuş ve mutlanmıştık.
Güzel bir anıydı..
arkadaşlarından sataşmalar ve takılmalar da eksik
olmaz. Diğer sınıf öğrencileri de merasimi ilgi ve neşe
ile izlerler.
Veda Yemeği: Son sınıf öğrencilerinin düzenlediği
veda yemeği, genelde okulun spor salonunda verilir.
Devlet erkanı ve kıdemli Mülkiyeliler yemeğe davet
edilir. Çoğu kez birkaç Bakanın da katıldığı olur.
Özellikle, Mülkiyeli büyüğümüz rahmetli Şükrü
Saraçoğlu her zaman onur verenlerin başında gelir.
(Rahmetli önemli basket maçlarına da gelirdi).
Veda Balosu :
Mezuniyet döneminin ağırlıklı etkinliklerinden
biriydi. O zamanlar Ankara'nın en görkemli
mekanlarından Ankara Palasta düzenlenen baloya
Devlet görevlileri ve mülkiyeli büyüklerimiz de davet
edilir, imkan bulunursa geceye önemli sanatçılar da
değer katarlardı. Veda balosu uzun süre belleklerde
yaşardı.
Öğrenci Lakaplarından Hatırladıklarım:
Bu
lakapların çoğu rahmetli olduktan için, hangi
arkadaşlarımıza ait olduğunu yazamıyorum.)
-İnek ( En çok yaygın olan)-Kıl
-Hercai
-İzdıra p
-Kız
-Kotu
-Teferruat
-Foto
-Corci
-Kont
-Baba
-Saf
-Süs
-Arazöz
-Kuş
-Kırmızı
-Fin -Şahsiyet
-Resmiyet -Eşkıya
-P… -Geveze
-Papaz
-Uykucu
-Ukala
-Zampir
-H.
Sene Sonu etkinlerinin bir bölümü: Dört yılık
güzel bir beraberlikten sonra, seçkin okulumuza,
-Zıptınk
-Kaşar-Pehlivan
değerli öğretmenlerimize ve öğrenciliğe veda etmeye
-Kinkong -San -Deve
hazırlanırken, İleride özlemle hatırlanacak programlar
-Saksı
-Hevecan
düzenlemek, Mülkiyemizin geleneklerindendi İnek
Merasimi: Renkli, neşeli bir bakıma anlamlı ve çevrede
Lakap takılması konusunda kız öğrenciler de
ilgi ile izlenirdi. (Bu konu başka arkadaşlarımız nasiplerini alırlardı: ( Ferai, Nine, Kezban. Bambi,
tarafından epey detaylı yazılmıştır sanırım.)
Venüs, Leyla, Kırıtık. Sırık vs..)
İmza Merasimi: Son sınıf öğrencileri mermerli
Kısa Kısa Birkaç Anı Daha :
büyük salonda oturmuşlardır. Karşılarında uzunca
Öğrencilik yıllarımızda pek çok hocamızın basılı
bir masa hazırlanmıştır. Bu masanın arkasında ortada
ders
kitabı yoktu. O zamanki koşullarda okulda basit
sınıf mümessili, sağında en yaşlı (!) öğrenci, solunda
en genç öğrenci yer almışlardır. Son sınıf öğrencileri, bir teksir makinesi vardı. Bir veya iki arkadaşımız
numara sırasına göre kürsüye davet edilirler. Bu not basma işini üstlenir, hocalarımızın verdiği
arada okuldaki lakapları, marifetleri tempo tutularak daktilo sayfalarını çoğaltarak sayfa başına bir ücretle
seslendirilir. Kürsüye gelen öğrenci yaşlı öğrencinin dağıtırlardı Görevi kimlerim üstlendiği ellerindeki ve
elini öper, mümessil ile kucaklaşır ve genç öğrencinin yüzlerindeki mürekkep lekelerinden kolaylıkla fark
de yanaklarından öper, anı defterini imzalar. Bazıları edilirdi!
fıkra ve anılarını anlatarak kürsüden iner. Bu arada
40
yüksek öğrenim kurumlan arasındaki seçkin yerini
daha da ileriye götürmektedir.Fakültemizin şimdiki
değerli dekanı Prof. Dr. Celal Göle'nin bunda büyük
onur payı vardır. Bir iki defa karşılaşmamızda ki
kısa sohbetlerde, "mülkiyeliden daha çok mülkiyeli"
olduğunu ve çevresinde büyük sevgi ve saygıyla
karşılandığım kıvanç duyarak izledim. Şimdi
Mülkiyemiz; seçkin öğretim kadrosu, uyguladığı
çağdaş bilimsel eğitim yöntemleri ve yüksek puanlarla
fakülteye kabul edilen öğrencileriyle, Vatanımızın
Son kısa anı rahmetti Prof. Dr. Cumhur Ferman'la parlak geleceğinde daima büyük şeref payı olacağına
ilgili. C. Ferman bizden iki sınıf önde çok çalışkan, inanıyorum.
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ. Mülkiyemizin
okulu birincilikle bitiren değerli bir ağabeyimizdi
(Haliyle, mezuniyette "inek merasiminde" de başrolü şanlarla ve şereflerle dolu 150 yıllık mazisinden aldığı
oynamıştı.) İstanbul'da ki Siyasal Bilim ler Fakültesi,- ilhamla ve güçle Birliğimiz, "mülkiyelilik bayrağını"
doruklarda dalgalandırmanın,
ki bu fakülte bir yasa
takdire değer başarıları içindedir.
değişikliği ile SBF oldu
Mülkiyeliler Birliği; cumhuriyet
ve suretle okulumuza kakazanımlarını
demokrasiyi,
nunlarla tanınmış bazı
hakkın ve hukukun üstünlüğünü
haklardan otomatikman
ve bu çerçevede ulusal çıkarları
yararlanma imkanlarına
mızı her platformda savunmakta,
kavuştu Dekan iken bir
aykırılıkları cesaretle ve ödünsüz
öğrenci sorar: "Hocam
eleştirmektedir.Yayınları, ülke
hep Mülkiye , Mülkiye
sorunlarına çözümler arayışı
deniyor,fa kültemizle ne
amacıyla düzenlediği yararlı
farla var ki” C. F. Durur,
toplantıları ve çok yönlü diğer
iğrencinin
yüzüne
çalışmaları da, başarılarının başka
dikkatle baktıktan sonra
bir alanıdır. Bu meyanda Mülkiye
( Evladım der, 140 yıl
ve mülkiyelilik
geleneklerini
fark var !!) Bu güzel
ve ruhunu yaşatmak, birlik ve
cevap . şerefli ve tarihî
beraberliğimizi canlı tutmak
bir mazının ve birikimin
yolundaki büyük gayretlerini de
ifadesiydi.
şükranla karşılamamız gerekir.
Haziran1950 talihinde
Okulumuz1950'de Siyasal Bilgiler Fakültesi oldu.
Böylece yatılılık dönemi bitti. Bize ayni yatakhanelerde
kalma imkanı tanındı ve o zaman tüm yatılı öğrencilere
bursta verildi Erteli yıl, burslu öğrenci sayısının 40’ a
ineceği ifade edilmişti. Yemekhanenin işletilmesi bir
firmaya verildi. Bazı arkadaşlarımız okuldan ayrılıp
Ankara’daki ailelerinin veya akrabalarını yanına gitti.
İsteyen okuldaki yemekhanede veya dışarıda yemeğini
yiyordu. Okulda ki yakın beraberlik havası bir ölçüde
dağılmıştı.
idari şubeden mezun
oldum. Mülkiyeden
ilk "fakülte mezunları"
bizler
olduk.
İstanbul Vilayetinde
kaymakamlık stajına temmuz ayında başladım. Stajım
bittikten sonra, mülki idarenin her kademesinde görev
yaptım. Yedi ilçede yaklaşık 12 yıl kaymakamlık, bir
yıl dört ay vali muavinliği, yedi ilde kesintisiz olarak
15 yılı aşan bir süre ile valilik yaptım. İstanbul'da
merkez valisi iken, politika dışından, 44. hükümette
üç yılı aşan bir zamanla bakanlık görevi de üstlendim.
Bütün bu mesleki gelişmelerde Mülkiyeden aldığımız
feyiz ve kazandığımız Devlete ve Millete hizmet
anlayışının her zaman büyük rolü oldu.
İllerdeki birlik şubelerimiz
de ayni yönde örnek basanlara
imza atmaktadırlar. İstanbul'da
oturduğum
için, İstanbul
Şubemizin başarılı çalışmalarını,
yararlı konferans, seminer ve kültür gezilerini izlemek
fırsatı buluyorum. Özellikle büyük özveri ve cesaretle
Üsküdar Nakkaş tepede başlattığı (Mülkiye Kültür
ve Sosyal Tesisler Sitesi) projesini de takdirle dile
getirmeyi vecibe sayarım.
Evet; Mülkiyemizle ilgili satırlarımı burada
noktalıyorum. Mülkiyemiz büyük bir derya ! Ben
bu büyük deryadan birkaç damla aktarabilmişsem ne
mutlu..
FAKÜLTEMİZ: Bugün değerli fakültemiz, çağdaş
ve ileri bilim ve eğitim teknik¬leri uygulaması ile çok
başarılı bir süreç içindedir.Ve bu başarılan ile benzeri
41
Son cümlem: "Mülkiye Hey".
Semra Erbay Şenol
fark edemedim, fark edememişim. Yıllar sonra bir
arkadaşım evleri Ankara’da olanlardan ne umduklarını
söyleyene kadar. Onlar bizlerden ev yapımı pasta
börek umarlarmış..Ah Semra ah. Adaşım bunu bana
espri yaparak söyledi ama benim yüreğimde bir sızı
Çoğu arkadaşım yurtlarda ve öğrenci evlerinde oluşturdu. Kendime kızdım hiç düşünemedim diye.
kaldılar Mülkiye yaşamı süresince. “Ev”den uzak Ona da kızdım neden o zaman söylemediki! Canım
olmanın verdiği birçok yoksunluğa rağmen şimdi bu arkadaşlarım bilseydim, düşünebilseydim Ankara’da
fotoğrafa bakınca görüyorum ki başarılı olmalarına yaşayan bütün aile efradını seferber ederdim, size neler
engel olamamış bu durum. Daha çok çalıştılar ve şimdi neler yaptırırdım inanın.
Ailesinin yanında okuyan sevgili öğrenci kardeşlerim
önemli görevler başındalar. Valileri, kaymakamları,
genel müdürleri, müdürleri, daire başkanlarını, akıl edip yapsalar bari. Şehir dışından okumaya gelen
profesörleri, milletvekillerini görüyorum bu karede. arkadaşları için zaman zaman anne elinden çıkmış ev
Baba ocağından uzakta başardıkları için iki kat yapımı pasta börek günü yapsalar. Gelecekteki en iyi
dostlarına sevgilerini katıp sunsalar...
kutlanmayı hak ediyorlar.
Ne çok özlenirmiş o günler.. Öğrenci olmak ne
tatlı bir duyguymuş. İyi okumak dışında hiç bir ciddi
sorumluluğunuzun olmadığı hele bir de okurken
ailenizin yanındaysanız el üstünde tutulduğunuz bir
dönem.. Ben öyle okudum, ailemin yanında.
Okurken onların ne sıkıntılar yaşadıklarını hiç
42
şubelerden
İzmir Şubemiz
Nikel Madeni Çal Dağında Doğayı Yok Ediyor
Mülkiyeliler Birliği ve Tema Vakfı üyeleri, Sardis Madencilik'in Çal Dağı'ndaki faaliyetlerinin ekolojik bir
yıkıma yol açacağını söyledi. Eylemciler, yerel mahkemenin red kararının ardından madenin faaliyetini
durdurması için Danıştay'a başvurduklarını açıkladı.
BİA Haber Merkezi - İzmir
16 Mart 2009, Pazartesi
Gönül İLHAN
Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi üyeleri, İngiliz Sardis
(Bosphorus) Madencilik Şirketi’nin nikel madeni çıkarmak
için insan sağlığına ve çevreye verdiği zararlara dikkat
çekmek amacıyla, Tema Vakfı üyeleri ile birlikte Çal Dağı
zirvesine tırmandı.
15 Mart Pazar günü gerçekleştirilen yürüyüşe, Turgutlu
Toplumsal Dayanışma Ve Kültür Merkezi üyeleri de
katıldı.
Kültür Merkezi sözcüsü Hasan Namak yaptığı
açıklamada; Çal Dağı katliamı sonucu bölgenin akciğeri olan çam ormanlarının yok edileceğini, 287
bin ağacın kesileceğini, dağın eteklerinde kurulacak olan sülfürük asit fabrikasında yakılacak tonlarca
kükürtle birlikte çevreye dağılan kükürt dioksit gazlarının 60 kilometrelik alana yayılarak çevre ovaları
zehirleyeceğini belirtti.
Madenin yanından geçen Gediz Nehrine karışacak olan atık nikel bileşimlerinin sulama yoluyla tarım
arazilerine vereceği zarara da dikkat çeken Hasan Namak, söz konusu firmanın ülke milli gelirine katkısının
yaklaşık 1,5 milyar dolar, götürdüğü değerin ise 25 milyar dolar olduğunu açıkladı.
1.034 metre rakımlı Çal Dağına tırmanışı gerçekleştirenlerden, Mülkiye İzmir yönetim kurulu üyesi Sunay
Çatori ise yaptığı açıklamada; "Mülkiyeliler her zaman doğal zenginliklerimizi yok edenlere karşı olan net
tavrını sürdürecektir," dedi. Turgutlu Toplumsal Dayanışma Ve Kültür Merkezi üyeleri ayrıca; Çevre Bakanlığının olumlu ÇED raporu
verdiği Sardis Nikel Madencilik Şirketi’ne karşı açılan davada mahkemenin firma lehine karar vermesi
üzerine Danıştay’da dava açtıklarını ve oradan olumlu sonuç beklediklerini belirttiler.
Kubilay Öztürk rehberliğinde gerçekleştirilen yürüyüş, saat 18’de dağın eteklerinde son buldu.(Gİ/EÜ) 43
Sempozyum Duyurusu:
'İzmirli Olmak' Sempozyumu
Ege Üniversitesi İzmir Uygulama ve Araştırma Merkezi ile ‘Mülkiyenin 150. Kuruluş Yıldönümü’nü
kutlayan İzmir Mülkiyeliler Birliği’nin işbirliğinde düzenlenen sempozyum, disiplinler arası bir anlayışla ‘İzmirlileri
ve İzmirliliği tarihi, coğrafi, iktisadi, kültürel ve psiko-sosyal bir çerçevede ortaya koymayı’ amaçlamaktadır.
21-24 Ekim 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilmesi öngörülen sempozyumda aşağıdaki konuları
ele alan bildiri ve konuşmalara yer verilecektir. Bildiri ve konuşma önerilerinin 15 Mayıs 2009 tarihine kadar
belirtilen iletişim adresine iletilmesi önemle rica olunur.
Saygılarımızla.
Prof. Dr. Hüsnü Erkan
Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi Başkanı
Dr. Eren Akçiçek
İzmir Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü
DÜZENLEME KURULU
• Başkan: Eren Akçiçek (İzmir Araştırmaları
Merkezi Müdürü)
• Mustafa Mutluer (Ege Ün. Edebiyat Fak.)
• Fergül Yücel (İzmir Büyük Şehir Belediyesi
Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürü)
• Nuran Akçay ((İzmir Büyük Şehir Belediyesi)
• Gülgün Tosun (Ege Ün. İletişim Fak. )
• Deniz Ucuzal (Mülkiyeliler Birliği - İzmir Şubesi)
• Tanju Tosun (Ege Ün. İkt. ve İd. Bil. Fak.)
• Arife Karadağ (Ege Ün. Edebiyat Fak.)
• Engin Önen (Ege Ün. Edebiyat Fak.)
• Oktay Gökdemir (İzmir Müzesi ve Kent Arşivi)
• Mete Hüsünbeyi (Mülkiyeliler Birliği -İzmir Ş.)
•
Yurdagül Bezirgan Arar (Ege Ün. İletişim Fak.)
• Emel Kayın (Dokuz Eylül Ün. Mimarlık Fak.)
•
Canan Erkan (Dokuz Eylül Ün. Hukuk Fak.)
BİLİM KURULU
DANIŞMA KURULU
• Prof. Dr. Zeki Arıkan
• Prof. Dr. Hüsnü Erkan
• Prof. Dr. Ahmet Aslan
• Prof. Dr. Nuri Bilgin
• Prof. Dr. Aylin Göztaş
• Prof. Dr. Salih Özbaran
• Prof. Dr. Engin Berber
• Prof. Dr. Ersin Doğer
KOORDİNATÖRLER
• Prof. Dr. Füsun Topsümer
 Gülgün Tosun
• Prof. Dr. Hasan Malay
 Mete Hüsünbeyi
• Prof. Dr. Mustafa Öner
• Prof. Dr. Oğuz Adanır
• Prof. Dr. Ömer Faruk Huyugüzel
• Prof. Dr. Tayfun Taner
İLETİŞİM
Arife Karadağ
Tel:
Yurdagül Bezirgan Arar Tel:
:
0232 388 11 01
E-mail: [email protected]
0232 388 48 37/164 E-mail: [email protected]
44
Sempozyumda Ele Alınması Düşünülen Konular
• Tarihsel süreçte İzmirli
• Günlük yaşamında İzmirli
• İzmir ve çevresinde felsefe
• Edebiyat ve sanatta İzmirli
• İzmirli ve göç hareketleri
• Medya ve sinemada İzmirli
• İzmir halkının demografik yapısı
• Yerel-evrensel diyalektiğinde İzmirli
• İzmir halkının kentsel yerleşimi
• İzmir’de hemşerilik örüntüleri
• İzmirlilerin mekansal dağılımı
• İzmirli ve bedensel pratikleri
• İzmir’de gruplar arası ilişkiler
• İzmir söylemleri
• İzmirli ve dünya görüşleri
• İzmirli jargonları
• İzmirli imajı ve stereotipiler
• İzmir’de yaşam öyküleri
• İzmirlilerin kendilerini tanımlayışları
• İzmirli ve sosyal sorumluluk
• İzmirli ikonaları ve kimlik göstergeleri
• İzmirli ve medenilik
• Farklı İzmirli profilleri
• İzmir'de sınıflararası iletişim
• İzmirli ve sivil toplum kuruluşları
• İzmirli ve nostaljileri
• İzmir’de siyasal temsil
• İzmirli ve travmaları
• Ekonomik alanda İzmirliler
• Popüler kültürde İzmirli ve
• İzmirli müteşebbisler ve işadamları, vb.
• İzmir/li efsaneleri, vb
Spil Dağı Gezisi
Edip Cansever Şiir Gecesi
Pazartesi akşamı 1453 Sokakta Cumbalı Evimizde Edip
Cansever’i konuk ettik. Her yaştan her meslekten her işten ve
işsizden elliyi aşkın şiir dostu da oradaydı. Dört yıl oldu Şiir
gecelerine başlayalı. Ben kaçıncısını yaptığımızı unuttum. Artık
gün belirlemek gibi bir derdimiz yok: Son bir yıldır, her ayın ilk
pazartesi Mülkiye İzmir’in şiir gecesi… Herkes biliyor ki ayın
ilk pazartesi bir şair -ister mezarında ister hasta yatağında ister
dünyanın öbür ucunda- her nerede olursa olsun kalkıp Cumbalı
Eve misafir olacak.
Edip Cansever’i coşkuyla konuk ettik. Şairin hayatını öğrendik
önce, sonra şiir anlayışını. Sahiden “kaçıncı yeni” olduğunu,
İkinci Yeni’nin Garip akımının neyi ifade ettiğini ve Üstadın
nasıl ve ne şahane şiir yazdığını öğrendik. Ama bu kadar değil.
Mesela Divan edebiyatı üzerine konuştuk. Herkes konuştu.
Bir akademisyen, Bir edebiyat öğretmeni bir edebiyat fakültesi
talebesi bir muhasebeci bir iktisat doktoru, bir esnaf, bir
memur… Ama illa da gençler… Ne çok genç vardı. Gençleştik
onlarla… Devrimci 78’liler Federasyonu üyeleri de gecemize
katıldılar. Farklı düşünceler farklı tezler dillendirildi. Bir
kürsüden konuşmak güzel olabilir ama anlaşılan kürsüler arası
konuşabilmeyi becerebilmek marifet… Sanki böyle bir şeydi
yaşadığımız. Bu geceleri seviyorum. Seviyorum çünkü özellikle şair eksenli
düzenlediğimiz son dönem “Şiirini Kap Gel Gecelerinde” ben
çok şey öğreniyorum. Füruğ Ferruhzad ve enfes şiiri ile bu
gecelerin birinde tanıştım. Otuz üç yıllık kuş ömrüne ne acılar
ne aşklar ve ne şiirler sığdırmayı başardığını o gece öğrendim.
Sonra Ümit Yaşar Oğuzcan’ı sevdim o gecelerden birinde.
Meğer kalbine batırırmış divitini Usta… Ön yargılarımı
kırmasını öğrendim. En azından bir bölümünü… Sonra Sylvia
Plath’i sonra Ömer Hayyam’ı sonra Neyzen Tevfik’i daha
bir derinden tanıdım. Kadınların şiirle ilişkisi üzerine neler
neler öğrendim sonra… Sanatı da erkekleştiren bir toplumsal
algıya karşı kadınların nasıl dizelerle kendilerini savunmaya
çalıştıklarını neler yarattıklarını ama kılık kıyafete; odalara;
sokaklara ve en tehlikelisi dile gizlenmis ayrımcılığın kadın
sanatını nasıl baltaladığını öğrendim.
Ben bu gecelerde çok şey öğrendim. Şiir geceleri benim
Rönesans’ımdır.
Ama bu kadar değil. Mülkiyeli Akademisyen Özgür Budak
birkaç hafta önce Cumbalı Evde La Boetie ile tanıştırdı
bizi. Etienne de La Boetie; dört yüz yıl kadar önce yazdığı
kitapla bugünün dünyasını kameraya alabilecek kadar öngörüsü
güçlü bir düşünür… Yazdığı tek kitabı var ve adı “Gönüllü
Kulluk Üzerine Söylev.” İnsanların iktidara biat etmelerinin
araç ve sebeplerini dört yüz yıl önce keşfetmiş Boetie’yi anlattı
Özgür bize… Marks ve Anarşizm; devlet ve iktidar, siyaset
ve toplum üzerine konuştuk. Monarkın, zorbanın tiranın
zalim iktidarın gücünü nasıl koruyabildiği üzerine düşündük
konuştuk. Aklım doydu o gece. Ve ne tuhaf ki doydukça
acıktı… Aydınlanmanın ışığı, o akşam Cumbalı evin ikinci
katındaki yüksek tavanlı odada yüzlerimize vuruyordu. Elbette
Anarşizmin renginin kara olduğunu unutmadan. Ve zarfların ve
metaforların aldatıcılığını…
Nabi Yağcı; Özgürden bir ay kadar önce bize Anadolu
düşüncesinin neden ebruli olduğundan söz etti aynı
odada… Tarihi TKP’nin son genel sekreterinden Anadolu
felsefesi hakkında yorumlar dinlemek… Herhalde Felsefi
ebruli tam da bu olsa gerek.
Mete Tunçay geldi aynı günlerde. Tıka basa dolu bir salona
konuştu. Beklemiyordum bu kadarını… Şaşırdım. Demek Mete
Tunçay’ın tarihini merak edenler o Cuma akşamı rutin hayatın
bir çok alışkanlığına Mete Hocayı tercih edebildiler. Ne güzel.
Bir ay kadar önce de Orhan Kemal Roman Ödüllü Ayşegül
Devecioğlu’nun söyleşisi vardı, ve o söyleşide romanına konu
ettiği Çingeneler... Sadece yazar değil Çingene dostlarımız
da söz aldı. Dertlerini sıkıntılarını anlattılar. Maruz kaldıkları
ayrımcılıktan dem vurdular. Ve onca aşağılanmışlıklarına
rağmen Çingene olmayı bırakmayacakları ndan… Toplantıda
en güzel sözü Mustafa Yuluğ söyledi belki de: “Çingenelerin
hayat görüşünü içeren bir Çingene Partisi kurun. Bu tüketim
çılgını mülk delisi dünyadan bizi kurtarın. Oyum sizindir!
İki ay kadar önceydi. Şair Neşe Yaşın üşenmedi ta Kıbrıstan
kalktı geldi…Kıbrıs’ı anlattı bize. Şiirle çizdiği Kıbrıs’ı.
Şiir diliyle konuşmayı tercih ediyor o da her iyi şair gibi…
Kıbrıs meselesini çözümsüz söylemlerin ötesinde bir başka
perspektiften dinledik… Farklı sesler duymak akla iyi geliyor… Bu kadar mı? Değil tabii ki! Bu akşam Halk Müziği Koro
çalışması var Cumbalı evde… Bir ay kadar sonra da konsere
çıkacaklar. Bu ilk konserleri… Sanat Müziği korosu ise artık
sayısını unuttuğum konserlerinden birisine daha hazırlanıyor.
Peki Mülkiye İzmir Tiyatro Topluluğuna ne demeli? Geçen yıl
Brecht’in zor oyununu çıkarmayı başardılar. Ve bir değil üç kez
“Perde” dediler… Üstelik ilk oyunlarını kapalı gişe oynadılar…
Bugün Mülkiye İzmir Tiyatro, çalışmalarına devam ediyor,
neşeli ve kalabalık bir ekiple hareketli enfes bir oyun için
çalışmaya devam ediyorlar. Hocamız Doğan Yağcı yılların
Tiyatrocusu ve Yönetmen… Bu oyunu kaçırmayın derim. Sadece sanat mı? Elbette hayır… Dağcı Kubilay Öztürk
Üstadın rehberliğinde İzmir’i dağ tepe arşınlıyor amatör
dağcılarımız. Bu arada150. Yıl Etkinlikleri çerçevesinde
Kubilay Üstadın öncülüğünde Ağrı Dağı Tırmanışı
gerçekleştirilecek. Ağrı’nın zirvesinde Mülkiye Flaması
dalgalanacak….
Bu arada hatırlatalım… Cumbalı Evin yarı açık terasında tenis
masamız güzel raketlerimiz ağımız var. Raketleri elimize almak
için havaların biraz daha ısınması gerekiyor. Sabrediyoruz.
Gidilen tiyatro sinema bale ve operaları yazmaya gerek yok
herhalde…
Pikniklerimize gezilerimize yeri geldiğinde değinmiştik.
46
İstanbul Şubemiz
Bu bir Rönesans…
Mülkiye İzmir Rönesansı…
Sadece yapılsın diye yapılmayan yapılırken yapana izleyene
kıyısından iştirak edene göz ucuyla bakana da bir şeyler katan
katandan bir şeyler alan bir köy sofrasında koca bir tencere
bulgur aşına kaşık sallamak gibi bir şey… Hep beraber kurulan
hep beraber doyulan bir sofranın Rönesansı…
Mülkiye İzmir Rönesansı yılların emeğiyle gerçekleşti. Bu
emek için aklını bedenini imkanını, mesaisini, fikrini, kalemini
sözünü, duygusunu koyanlara selam olsun.
Rönesans emekçilerine aşk olsun…
Mülkiye İzmir Rönesansı devam ediyor.
Işığımız katılım ve paylaşımla daha bir parlaklık kazanıyor.
O halde çoğu çoğaltma vaktidir.
Son olarak bir şiirle noktayı koyalım…
Bu şiiri yıllar önce İzmir Postasında Mülkiyeliler birbirlerinin
kucaklarına bıraktılar.
Kucaklarımıza bırakılan bu şiir aslında Mülkiye İzmir’i temsil
ediyordu.
Hakikat o ki,
Bu şiir, Mülkiye İzmir’in simgesidir.
Sevgili Mülkiyeliler,
Nihayet yeni yerimize taşındık.
Ha taşındık, ha taşınacağız derken; en son Aralık
sonu olarak planlanan taşınma, Ocak sonunda ancak
gerçekleşti.
Bu süre zarfında, mekân belirsizliği etkinlik
performansımızı da olumsuz etkiledi.
Artık yeni bir dönem başlıyor hepimiz için.
Yeni yer, yenilenme duygusunu da, yeninin heyecanını
da beraberinde getiriyor.
Bilindiği gibi, bu yıl aynı zamanda Mülkiye’nin 150.
kuruluş yılı.
Tüm Türkiye sathında 150. yılımız coşkuyla
kutlanacak. Kutlama programları yapılıyor, yakında
bunları da sizlerle paylaşacağız.
Bu arada, yeni binamızda 26 Şubat Perşembe akşamı
hep birlikte olacağımız bir yemekli buluşma organize
ediyoruz. Canlı müzik eşliğinde yeni yerimizin ön
açılışını camiamız olarak yapalım istedik.
Hepinizi yeni lokalimizin açılışına bekliyoruz.
Sevgi ve saygılarımızla,
Keyifli okumalar diliyorum.
Utkucu
Mülkiyeliler Birliği
İstanbul Şubesi
Kitap Odası İlahiyat İzmir 07:58
Edip Cansever’e saygıyla
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele. Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce.
47
mülkiyeli şairler
Alper ELİKÜÇÜK,
Kamu Yönetimi-2003
İSİMSİZ ŞİİR
Üstümüzdeki bulutun gözyaşı.
Ergene Havzası'ndaki ayçiçek tanesi,
Lambamdaki ışık tanesi,
Sabah vakti,
Gece vakti,
Yönelmiş doğuya;
Yönelmiş sokağıma, odam karanlık;
Ergene Havzası'ndaki ayçiçek tanesi.
Lambamdaki ışık tanesi.
Memleketimdeki pamuk tanesi,
Ergene Havzası'ndaki ayçiçek tanesi,
Seher vakti,
Akşam vakti,
Yönelmiş toprağa;
Yönelmiş Garba;
Memleketimdeki pamuk tanesi.
Ergene Havzası'ndaki ayçiçek tanesi.
Ergene Havzası'ndaki ayçiçek tanesi,
Rüzgardaki saçının rengi,
Öğle vakti,
Bugün,
Yönelmiş Fezaya;
Yönelmiş beyaza;
Ergene Havzası'ndaki ayçiçek tanesi.
Rüzgardaki saçının rengi.
Lambandaki ışık tanesi
Gece vakti,
Yönelmiş odana, sokağım karanlık;
VE SEDENKA...
Lambandaki ışık tanesi.
Sedenka;
Gökkubbeye yükselen ezan sesi,
Yeşil gözler,
Beş vakit,
Beyazlayan saçlar,
Yönelmiş Arş-ı Alaya;
Pembe kıyafetler,
Gökkubeye yükselen ezan sesi.
Ve o kokulu ten....
Üstümüzdeki bulutun gözyaşı,
Ben görürüm gözlerini; bir ceviz ağacının
yaprağında,
Her dem,
Yönelmiş denize;
Ben seyrederim saçlarını; bir kızın gelinliğinde,
Ben tanışırım seninle; bir kızanın elindeki pamuk
48
şekerinde,
Üzerine on adet yeşil pul yapıştırılmış,
Ve ben bulurum seni; bir gelinin eline yakılan
kınada,
Bir zarf geçer elime,
Bir damadın emeli olursun,
Bir gelinin muradı olurum...
Sedenka;
Yeşil gözler,
Beyazlayan saçlar,
Pembe kıyafetler,
Ve o kokulu ten...
Sedenka,
Ve ben bulurum seni; bir gelinin eline yakılan
kınada.
Kiraz festivaline iki hafta vardır,
Ve sevgilim;
İçindeki ticaret hukuku notlarıdır ...
YAŞAMAK
Yaşamak bir kadını,
Bir kadında yaşamak.
Yaşamak sarı saçlarını;
Beyazlayan saçlarında yaşamak.
Yaşamak bir kadını,
Ve Sedenka...
Bir kadında yaşamak.
Yaşamak isminin anlamını;
Memleketinin anlamında yaşamak.
TAKSİDEKİ KADIN
Yaşamak bir kadını,
Taksiye binerken bir kadın,
Bir kadında yaşamak,
Bakıyor ardına,
Yaşamak gözlerinin rengini;
İstanbul'a,
Gözlerinde yaşamak.
Barbaros'a.
Yaşamak bir kadını,
Taksiye binerken bir kadın,
Bir kadında yaşamak,
Bakıyor bana,
Yaşamak İstanbul'u,
Yüzündeki bir ben;
İstanbul'da yaşamak.
Yetiyor beni anlatmaya.
Yaşamak bir kadını;
Bir kadında yaşamak,
ADRESSİZ ŞİİR
Yaşlanmak bir kadınla,
Bir kadında yaşlanmak..
Tarih 2007 yılının mayıs ayının yirmidokuzudur,
Nereden geldiği belli olmayan,
49
konuk yazarlar
KRİZDEN İNSAN MANZARALARI
Sibel ÖZBUDUN
yaşıyorlar. Babaları vefat etmiş. Ev kirasının yanı sıra bir
de kâğıtları koydukları depoya 250 YTL kira veriyorlar.
Üç kardeşin her gün kilometrelerce dolaşarak
topladıkları tonlarca atığın bir ay sonunda ederi ise 700800 YTL arasında değişiyor. Hayaller sorulduğunda
ise ağızlarını bıçak açmıyor. Hayal kurmak bile çok
uzak onlara, ortak cevap ‘bilmiyorum’. Ağabey Bektaş,
‘Hayal olmadan bir şey olmaz ama boşuna hayale de
kim inanır’ diye konuşuyor. Ersoy ise ‘Hiçbir şey
istemiyorum, babam sağ olsaydı yeter’ diyor.”
Evet, Katı Atık Toplayıcıları Derneği’nin
tahminine göre Türkiye’de yaklaşık 200 bin kişi
geçimini, atık toplayıcılığından sağlıyor
ve Türkiye’deki geri dönüşümün yüzde
31’ini gerçekleştiriyorlar. Üstelik başları
belediye ile dertte. En son yürürlüğe
giren çevre kanunu bu işi yasaklıyor
ve bu onbinlerce insanın işsiz kalması
anlamına geliyor. Özellikle Ankara’da bu
işin şirketlere ihale edilmesi sonrasında
kâğıt toplayıcıları zabıtalar tarafından
dövüldüklerini öne sürüyor.” Bu da bir
“kriz manzarası”…
***
“Tüm dünyayı etkisi altına alan
finansal kriz, ABD’de iş bulamayan
kadınlar arasında hayat kadınlığına
başvurma oranını artırdı. Bunlardan
biri de daha önceden yüksek maaşlı
bir işte çalışan, 70 yaşındaki Kimberly
adıyla basına tanıtılan kadın. 30
yere iş başvurusunda bulunup cevap
alamayan Kimberly, Nevada’nın en ünlü
genelevlerinden biri olan ‘Mustang Ranch’te çalışmaya
başladı…
Mustang Ranch’de milyonlarca dolarlık iş
dönüyor. Kendisi de eskiden hayat kadını olarak görev
yapan Austin, ‘Gelenler çok ama harcayacak çok paraları
yok’ diyor. Austin, kriz dönemlerinde insanların ‘ilaç,
likör ve seks’ten kesmediğini kaydediyor.” Bu da öyle…
***
“Kadıköy’de zabıtaların kovaladığı kâğıt
mendil satan ilköğretim öğrencisi 13 yaşındaki Bülent
Çalıkıran, otomobilin çarpması sonucu öldü. Küçük
çocuğun annesi oğlunun, pantolon alabilmek için mendil
satmaya gittiğini söyledi…
“Unutulanlar hariç
yeni bir şey yok.”[1]
Geçenlerde NTV ekranında bir haber çarptı
gözüme. Mealen şöyle bir şeydi: Geçen yıl benzin
fiyatlarında yaşanan hızlı yükseliş, ABD’de bisiklete
olan talepte bir patlama yaratmış. Bunun üzerine
ekonomik krizi de hesaba katan kolları sıvamış:
bisikletle ilgili üretilebilecek her şey, farlar, terlemeyi
önleyen eşofmanlar, bisiklet kaskları, boyalar, bisiklet
ayakkabıları, havalı seleler…
tam istim hazırlanmışlar
ki… kriz petrol fiyatlarının
yere çakılmasına, benzinin
ucuzlamasıyla birlikte ABD
kentlerinin sokaklarını bir kez
daha –bir süredir ortalarda
gözükmeyen Hummer’lar
dahil- yeniden otomobillerin
kaplamasına, bisikletlerin
ise
arka
bahçelerde
çürümeye terk edilmesine
yol açmış. Yorumcu bisiklet
ve aksesuar üreticilerinin
otomobilin ABD’liler için
bir prestij nesnesi olduğuna,
dolayısıyla bisikletin de
prestij yitimini simgelediğini,
böylelikle, ABD’lilerin
fırsat
bulur
bulmaz
otomobile döneceklerini göz
ardı ettiklerini eklemeyi ihmal etmedi… Bu bir “kriz
manzarası”…
***
“Esenyurt’un işlek caddelerinden birinde bedeni
çöp arabasının ardında kaybolan bir çocuk simsiyah
ellerinin kavradığı arabanın uzun saplarını tüm gücüyle
çekiyor. Biraz ötedeki çöp koyteynırının içine sarkan
kardeşi ise kağıt ve plastik arıyor. Arkadaki yokuştan
ağabeyleri çıkıyor yavaş yavaş, arabası ağzına kadar
kartonla dolu. 30 yaşındaki Ergün, 14 yaşındaki Ersoy ve
12 yaşındaki Birol, bu üç kardeş her gün kilometrelerce
yol yürüyerek çıkarıyor ekmeğini...
300 milyon kira verdikleri evde beş kişi
50
Fikirtepe Mandıra Caddesi’ndeki bir
gecekonduda yaşayan Çalıkıran’ın babası Mehmet
Çalıkıran, günübirlik işlerde çalıştığını ve maddi
durumlarının iyi olmadığını söyledi: “Beş çocuğum
var. Oğlum bana yük olmamak ve bayram harçlığını
çıkarmak için mendil satmaya gitmişti. Oğlum alınteriyle mendil satıyor. Hırsızlık mı yapmış ki belediye
onu yakalıyor? Buna sebep olan zabıta ortada yok.
Zabıta çocuğu kolundan tutup arabanın altına atıyor.
Bunların sorumluları bulunsun…” Bu da dördüncüsü…
Dikkat ederseniz dört manzarada da bir “değer
yitimi” öyküsü var. İlkinde malların, ikincisinde emeğin,
üçüncüsünde cinselliğin, dördüncüsünde ise insan
yaşamın…
***
“İnsanlık durumu”ndan, ya da Erich Fromm’un
yıllar önce işaret ettiği üzere, “(var) olma”nın “sahip
olma”ya eşitlendiği tüketim kapitalizmi evreninde
metaların değeriyle insan(lar)ın değeri arasındaki
denkleşmeden söz edelim bugün, dilerseniz…
“İnsanlık durumu” denildiğinde akla gelen,
insanın “öz”üne değgin, tarihötesi, ebedî, değişmez,
tözsel bir “şey”dir ve “insanlık durumu”ndan söz etmek,
genellikle felsefenin ve onun “atasını tanımayan” evladı
edebiyatın işi addedilir.
Oysa Marksistler, en azından Marx’ın
Feuerbach’la girdiği tartışmadan bu yana, İnsanın somut,
iktisadî-siyasal, tarihsel-toplumsal bir varlık olduğunu,
evrensel ve ebedî bir “insanlık durumu”ndansa, somut
insanın eylediği ve deneyimlediği somut koşullar
içerisindeki durumu”ndan söz edilebileceğini bilirler.
Bir başka deyişle, “insan(lık) durumu”nu
biçimlendiren verili bir mekânda, somut, tarihsel
koşullardır; bu tarihsel koşullar ise, insanların maddî
yaşamlarını üretmek için birbirleriyle giriştikleri
ilişkilerin, yani üretim ilişkilerinin tezahürleridir.
Eğer bu böyleyse, “insanlık durumu” dediğimiz
durum ve koşullar karmaşası, üretim ilişkileriyle
bağlantılı, tarihsel, yani değişken/dinamik bir
görüngüdür; bir üretim tarzından diğerine, ya da mevcut
üretim ilişkilerinin salınımları çerçevesinde farklılaşır.
Kapitalizmin biçimlendirdiği “insanlık
durumu”nu sanırız en iyi, tarih sahnesinde ilk kez insanmeta ilişkisinin insan-insan ilişkisinin önüne geçmesi,
yani meta fetişizmi tanımlar. “Tüm toplumsal etkileşim
sürecinin meta biçimindeki nesnelerin, yani değişim
değerlerinin mübadelesi biçiminde göründüğü”[2] bir
ortamda, insanî/insana özgü olan her şey, piyasaya dâhil
olacak, onun dolayımıyla ifade edilir hâle gelecektir.[3]
Kaldı ki “küreselleşme” olarak bilinen süreç(ler) de,
piyasanın kapsamının derinleşip yaygınlaşmasından
ibarettir: dünyada kapitalist piyasa ilişkilerine dâhil
olmadık tek bir ücra mezra, piyasa tarafından temellük
edilmedik tek bir insanî hassa bırakmama, yani her yeri
ve her şeyi kapitalist ilişkilere dahil etme yolunda sınır
tanımayan köklü bir süreç… Uzayı dahi meta ilişkilerine
dahil etmeyi tahayyül eden bir süreç…
Nitekim, eğer dünyanın en derin çukuru olan
Guam çukurundan Walmart poşetleri çıkıyorsa, ya da
Meksika’nın güneyinde, Chiapas bölgesinde yaşayan
Tzotzil yerlileri senkretik kiliselerinde düzenledikleri
Pazar ayinlerinde “cin çıkarmak” için Coca Cola
tüketiyorlar ise, veya Kalahari çölü sakinleri, ‘Kung
San’lar birbirleriyle cep telefonuyla iletişim kuruyorlarsa
eğer… Ya da tüm insan duygulanım ve hâlleri: sevgi,
nefret, aile bağları, dostluk, özveri, annelik, babalık,
sadakat, şehvet, aylaklık, disiplin, özen, temizlik,
pasaklılık, haset, sevecenlik, mahcubiyet, cesaret,
ürkeklik… bir “değişim değeri”ne dönüştürülebilir ya da
bir metayla denkleştirilebilir hâle gelmiş ise… Anlamları
kapitalist piyasa ilişkileri tarafından dönüştürülüyor
ve/veya tayin ediliyorsa[4] … Günümüzde dünyanın
manzarasını, ya da “insanlık hâlini” tayin eden temel
dinamiğin kapitalist piyasa ilişkileri olduğunu öne
sürebiliriz rahatlıkla.
İnsan ilişkileri bir kez meta (ya da piyasa)
ilişkilerine tabi olduktan sonra, onun salınımları
doğrultusunda salınacağı, tabiidir. Krize endeksli
bir üretim ilişkileri biçimlenişi olan kapitalist piyasa
ekonomisinin devrî kriz evreleri çerçevesinde salındığı
biliniyor.
Pek üzerinde durulmayan ise, kapitalizmin
(küreselleşen) kriz evrelerinde yaşanan “değersizleşme”
süreçlerinin yalnız metaları, üretim araçlarını ve
onları üretme (ücretler) ve temellük edilme araçlarını
(menkûl ve gayrımenkûl değerler) değil, aynı zamanda,
kendilerine endekslenmiş tüm insanî değerleri de dibe
doğru sürüklediğidir.
Açımlayayım: Krizler, hiç kuşku yok ki,
kapitalist piyasada dolaşımda olan her şeyin: metaların
ve işgücünün değersizleştiği, “ucuzladığı” momentlerdir.
Yanı sıra, üretim araçları yani fabrikalar, işletmeler ve
onlara finansman sağlayan tüm kurum ve değerler (hisse
senetleri, para, emlak/rant, kredi sistemleri…) de değer
yitimine uğrar.
Ama kriz süreçlerinde ucuzlayan yalnızca
metalar, işgücü, para, hisse senetleri, gayrımenkuller,
vb. değildir. İnsan duyguları ve insanî değerler de bu
süreçlerde dibe vurur…
***
“İnsan duyguları”, “insanî değerler” dedik. En
çok “kutsanan”larından birini ele alalım. “Analık” mı
dediniz? Buyurun:
“(Hollanda’nın) Ghent kentinde, temmuzda
doğan bebek, anne-babası tarafından internete konulan
reklamla satışa çıkarıldı. Çocuğu olmayan Hollandalı
çift doğumdan birkaç saat sonra basının 5 ila 10 bin
Avro (10 bin ila 20 bin YTL) arasında olduğu yönünde
tahmin yürüttüğü bir fiyata bebeği aldı. Çocuk Bakım ve
Koruma Kurulu ise mahkemeye başvurdu.”
Peki ya insan emeği?
“ABD’de başlayarak tüm dünyaya yayılan kriz
300 bin kişiyi işinden etti. ABD’li Citigroup 52 bin
kişi ile en çok işçi çıkaran grup. Teknoloji ve otomotiv
devleri de zorda. ABD’deki sorunlu kredilerle patlak
veren kriz yüzbinlerce çalışanı işinden etti…”
51
“Ya insan sağlığı” mı dediniz? Mesela “bebek
ölümleri”? Okuyalım:
“Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu (UNICEF)
Doğu Asya ve Pasifik Direktörü Anapama Rao Singh,
etkisi ağırlaşan mali krizin çocuk ölümleri ve yetersiz
beslenen çocuk sayısını arttıracağına yönelik kaygısını
dile getirdi…”
Evet, kriz süreçleri, özellikle de yoksul ülkelerde
insan sağlığında net bir değersizleşmeye yol açmakta:
“Ekonomik krizlerin en gözle görünür sonuçları
gelirlerin düşmesi, işsizliğin artması ve fakirliğin
belirginleşmesidir. Kriz dönemlerinde hükümetler de
sağlık ve eğitim alanlarına yapmış oldukları sosyal
harcamaları kısmaktadırlar. 1980’li yılların başında
yaşanan Latin Amerika ekonomik krizi ile 1997-1998
yıllarında başlayan Doğu Asya ekonomik krizinin
sağlığı olumsuz olarak etkilediği ve sağlık verilerini
yaklaşık 15-20 yıl geriye götürdüğü görülmüştür.”
Bu saptamalar doğru olmasına doğru, ve doğru
olduğu ölçüde vahim de… Daha vahimi, piyasa’nın
sağlık –ya da insan yaşamı- karşısındaki, insanın
kanını donduran şu buz gibi “rasyonelliği” değil mi:
“Yoksulluktan kaynaklanan ölümlerin önlenmesi pek iyi
bir şey değildir. Çünkü bu gelecekte nüfus artışına ve
dolayısıyla da daha fazla yoksulluğa bağlı ölümlere yol
açacaktır.”[5]
Söz sağlıktan açılmışken, “akıl sağlığı”yla
devam edelim mi? İşte iki güncel haber:
“Dünya Sağlık Örgütü (WHO), 10 Ekim Dünya
Ruh Sağlığı Günü’nde gelişmekte olan ülkelerdeki ruh
hastalarının tedaviye ulaşamadığına dikkat çekti. WHO
yetkilileri, yoksul ülkelerde dört ruh hastasından en az
üçünün tedavi göremediğini, hükümetlerin ruh sağlığına
daha fazla para ayırması gerektiğini belirtti. Tablo
Türkiye’de de pek iç açıcı değil. Psikiyatri Derneği
Başkanı Dr. Şeref Özer’e göre, Türkiye’de 15-55 yaş
nüfusta en yaygın beş hastalıktan biri depresyon ve
anksiyete bozuklukları…”
“Bunlar doğrudan ekonomik göstergelerle ilgili
konular. Bu nedenle krizden etkilenmeleri doğaldır. Ama
bir de doğrudan paraya endekslenemeyecek olanlar
var” mı diyorsunuz? Örneğin büyüklere saygı gibi
geleneksel değerlerimiz? Bakalım:
“Aksaray’da 3 çocuk, Kurban Bayramı’nda
el öpme bahanesiyle kapısını çaldıkları 46 yaşındaki
A.K.’yi önce dövdü, sonra tecavüz edip 1000 YTL’sini
gasp etti. Zanlılar 15 yaşındaki A.U., kardeşi 14 yaşındaki
E.U ve arkadaşı 14 yaşındaki İ.B., kaçtıkları Ankara’da
polis tarafından yakalanarak cezaevine konuldu.”
Veya “küçüklere sevgi”?
“Hatay’ın İskenderun İlçesi’nde, erkek torunu
olmasını isteyen 46 yaşındaki Sevi Gök’ün, gelini
Müzeyyen Gök’ün 4 ay önce dünyaya getirdiği bebeği
Hatice’yi döverek öldürüldükten sonra kundağa sarıp
kanala attığı iddia edildi.”
Ya da “aile bağları?”
“Küçükçekmece’de B.K.’nın öz kızı 16
yaşındaki E.’ye 9 yıldır tecavüz ettiği ortaya çıktı.
Üç kez kürtaj yaptırdığı öğrenildi… Babanın kızına
defalarca tecavüz ettiğini E.’nin annesi ve babaannesinin
bildiği ancak korkularından sustukları öne sürüldü.
E., annesinin kendisine ‘Babanı söyleme. Daha önce
çıktığın erkek arkadaşının ismini ver’ dediğini söylediği
de öğrenildi.”
Peki ya aşk? Evlilik? Akrabalık ilişkileri?
“Kadın Dayanışma Vakfı’nın Ankara’daki
gecekondularda yaşayan kadınlar arasında yaptığı
araştırma ise kadınların yüzde 97’sinin kocalarının
saldırısına uğradığını tespit ediyor. Ankara Tabip
Odası’nın yaptığı araştırmaya göre ise, kadınların
yüzde 58’i yalnızca kocalarından, nişanlılarından,
erkek arkadaşlarından ve erkek kardeşlerinden değil,
kadın akrabalar da dahil olmak üzere kocalarının ailesi
tarafından da şiddete maruz kalıyor.”
“Doğruluk, dürüstlük” mü dediniz?
“Ankara Genç İşadamları Derneği’nin yaptırdığı,
‘Gençlik, İtibar, İş Hayatı ve Gelecek Araştırması’
anketi, Türkiye’de yaşayan gençlerin çoğunluğunun
ülkenin geleceğinden ümitsiz olduğunu ortaya koydu.
Gençlerin önemli bir bölümü rüşvetle vergi kaçırmayı
da doğal buluyor.”
Ya da daha “harbî” değerlerimiz? Mesela
“delikanlılık raconu”?
“Bursa’da jandarma tarafından düzenlenen
operasyonda, pitbull köpekleriyle korkutup tecavüz
ettikleri genç kızların görüntülerini kaydedip, tehdit
ve şantajla fuhuş yaptırdıkları öne sürülen çete
ele geçirildi… Çete elemanlarının bir bölümünün
lise öğrencilerinin de aralarında bulunduğu kızları
arkadaşlık kurarak kandırdığı belirlendi. Çete üyelerinin
evlerine götürdükleri genç kızları 4 pitbull köpeğiyle
tehdit ederek tecavüz ettikleri, kaydettikleri görüntüleri
ailelerine yollama tehdidiyle kızları fuhuşa zorladıkları
anlaşıldı. Bu kişilerin çok sayıda yaralama, yağma ve
tehdit olayının da faili olduğu belirlendi.”
“Gösterişten kaçınma, sadelik, alçakgönüllülük,
tokgözlülük” mü diyorsunuz?
“Türkiye’de televizyon izleyicisinin yıllardır
vazgeçemediği programların başını yarışmalar çekiyor.
Hele bir de bol ödüllü yarışma ünlü bir tip tarafından
sunulunca reytingleri sallıyor. İstanbul Serbest
Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO)
‘Hayaller Yarışıyor’ başlıklı araştırmasına göre,
televizyonlarındaki yarışma programlarına ilgi artıyor,
her 100 yetişkinden 15’i yarışmacı olmak istiyor.
İSMMMO’dan yapılan yazılı açıklamada yer verilen
araştırmaya göre, Türkiye’de yaklaşık 2.5 milyon insan
yarışma programlarına yarışmacı olmak için başvurdu
ve sırada bekliyor.”
Ve nihayet: “En kutsal değer, İnsan yaşamı”,
diyorsanız, bunun tezatlı iki boyutu var. Açlıktan kırılan
yoksullar ve birbiri peşisıra canlarına kıyan ünlü iş
adamları.
“BM Tarım ve Gıda Örgütü’nün (FAO)
yayımladığı rapora göre dünyada 963 milyon kişinin
2008’de açlık çektiği ortaya çıktı. Bu da 2007 ile
52
deyişle, 1929 krizinde insanlığın büyük bölümü, piyasa
ağının dışında bulunduğundan, ya da dışına çıkma
olanağına sahip olduğundan, değersizleşme bu denli
toptan olmadı.
Bu nedenle, mevcut krizi bir “uygarlık krizi”
olarak tanımlayan BM İnsan Hakları Danışma Kurulu
üyesi Jean Ziegler,[7] haklıdır. Yeryüzünde yaşamı tehdit
eden “küresel ısınma” karşısında düşünebildiği tek
alternatif “etanol” olan, yani otomobilden vazgeçmemek
için mısır üreticisi ülkelerin halklarını açlığa mahkûm
etmekten çekinmeyen kapitalist “uygarlık” çöküşün
eşiğine gelmiştir. Bu son “kriz”den çıkma/restorasyon
olanağı ne olursa olsun, kapitalist-olmayan bir uygarlığı
tasarlama ve hayata geçirmenin zamanı çoktan geldi de
geçiyor bile... Öyle gözüküyor ki, bu başarılamazsa,
önümüzde “kırk katır/kırk satır” açmazından başka bir
çare kalmayacak…
26 Ocak 2009 09:06:19, Ankara
N O T LAR
[*] 31 Ocak 2009 tarihinde Özgür Üniversite’de
(Ankara) “Kriz ve İnsanlık Durumu” başlığıyla verilen
Konferans da yapılan konuşma… Sosyalist Demokrasi,
Yıl:4, No:75, 7 Şubat 2009…
[1] Fransız Atasözü.
[2] J. Israel, Alienation, From Marx to Modern
Sociology, Boston, Allyn and Bacon, 1971, ss.272-73.
[3] Ayrıntılı bir okuma için bkz. S.Özbudun,
G. Márcus, T. Demirer, Yabancılaşma Ve… Ütopya
Yayınları, Ankara, 2008.
[4] Çarpıcı bir örneği, Quand la misère
chasse la pauvreté (Sefalet Yoksulluğu Kovduğunda)
başlıklı kitabında (Paris/Arles, Fayard/Actes Sud,
2003) Majid Rahnema veriyor: “Yoksulluk binlerce
yıl boyunca‘sıradan ölümlüler’ için, hem göreli bir
saygınlık içerisinde yaşamaya olanak sağlayan hem
de sefalete karşı mücadeleye olanak tanıyan, basit
ve sürdürülebilir (convivial) bir yaşam tarzı olageldi.
Modern iktisat, bu yaşam tarzını karalayıp toplumsal
olarak yaratılmış gereksinimlere dayalı bir başkasıyla
değiştirmek adına, insanların devasa çoğunluğunu misli
görülmemiş bir sefalete mahkûm kıldı. (…) Sefalet,
ütopik bir zenginleşme adına, yoksulluğu ve onunla
birlikte, modernitenin şafağına dek yoksullara saygın
bir yaşam sürdürme olanağını sağlayan geçim tarzlarını
‘kovmayı’ başardığına göre, bu sonuncular sefalete geçit
vermeme gücünü kendilerinde bulabilecekler midir?”
(M. Rahnema, J. Robert, La puissance des pauvres,
Actes Sud, Paris, 2008: 15-16.)
[5] T. Pogge’dan aktaran: Nadim Macit,
“Siyasetin Dili Değişecek”, Cumhuriyet Strateji, Yıl:5,
No:233, 15 Aralık 2008, s.12-13.
[6] Gündüz Vassaf, “Dünya Nereye Gidiyor?”,
Radikal, 30 Kasım 2008, s.22.
[7] L’Humanité, International, 14 Kasım 2008
kıyaslandığında 40 milyon artışa denk geliyor. Raporda
bu bilançonun özellikle gıda fiyatlarının artışı ve
ekonomik krizden dolayı ağırlaştığı kaydedildi. Kötü
beslenmeden en fazla etkilenen bölgeler Asya ve Sahra
Altı Afrika’sı olarak dikkat çekiyor.”
En yoksul ülkelerde yaşayan milyonlarca insan
açlıktan, susuzluktan, önlenebilir salgın hastalıklardan,
etnik/dinsel boğazlaşmalardan kırılıyor. Peki ya
“en zenginler”? Onların keyfi yerinde mi? Küresel
kapitalizmin krizinin patlak vermesiyle birlikte, önce
finans sektöründe başladı intihar salvosu…
“- İsviçre’de, dünyanın en zenginlerinin 300
milyar dolarını yöneten Julius Baer bankasının 52
yaşındaki CEO’su Alex Widmer, Lehman Brothers’ın
iflasından kısa bir süre sonra evinde ölü bulundu.
- Yeni Zelandalı ünlü finans uzmanı ve
İngiltere’de yatırım şirketi Olivant Advisers’in CEO’su
Kirk Stephenson, Londra’da hızlı tren raylarına atlayarak
intihar etti.
- Yüzyılın dolandırıcısı Nasdaq eski Başkanı
Bernard Madoff’a 1.4 milyar dolar kaptıran Access
İnternational CEO’su Fransa’nın ünlü finans
uzmanlarından Thierry de la Villehuchet, Newyork’ta
bir gökdelenin 22. katındaki ofisinde bileklerini keserek
canına kıydı.
- HSBC bankasının Türkiye’den de sorumlu
sigorta departmanının müdürü 49 yaşındaki Christen
Schnor, Londra’da 5 yıldızlı bir otel odasında, kendisini
gardırop demirine kemeriyle asarak hayatına son verdi.”
Salgın, ardından “reel sektör”e sıçradı:
“Ekonomik kriz sebebiyle intihar eden
işadamlarına yenileri eklendi. Dünyanın en zengin
94’üncü insanı Adolf Merckle, tren altına atlayarak,
ABD’li gayrimenkul müzayede şirketi Sheldon Good’un
başkanı Steven Good da tabancayla intihar etti.”
İntihar dalgasından Türkiye de bağışık değil:
“- AKP Yalova Çiftlikköy ilçesi eski Başkan
Yardımcısı 58 yaşındaki Erkan Başaran, piyasaya
100 bin liralık borcunu ödeyemeyince, evde başına
tabancasını dayayıp intihar etti.
- Çorum’da 28 yaşındaki market işletmecisi
Ali Çoban, borçlarını ödeme umudunu kaybedince,
işyerinde tabancasından çıkan tek kurşunla hayatına son
verdi...”
***
Evet. Yalnızca menkul/gayrımenkul kıymetlerde
bir değersizleşme değil, yaşadığımız. Aynı zamanda
“insanî değerler” de dibe vurmakta. İşin ürküntü
veren yanı, kapitalizm küreselleştiği, yani küresel
piyasaya dahil olmadık bir dünya bucağı kalmadığı ve
küresel tüketim toplumunda metaya dönüştürülmedik
en küçük bir insanî hassa kırıntısı kalmadığı ölçüde,
değersizleşme de “topyekûn” bir nitelik kazanıyor.
Unutulmasın, “1929 buhranında dünya nüfusunun
üçte ikisi kırsal kesimde yaşıyordu. Hayatlarını kendi
mahsulleriyle idame ettirebildiler. Bugün insanların
yarısından fazlası şehirlerde. Aileler küçüldü, bağlar
gevşedi. İşsiz kalmak, aç kalmak demek.”[6] Bir başka
53
MÜZİĞE DAİR NOTLAR
Temel DEMİRER
“Müziksiz hayat
bir hatadır.”[1]
John Lennon, Paul McCarthney, George Harrison, Ringo Starr’dan
oluşan, müzik tarihine adını altın harflerle yazdırmış Beatles’ın ilk plağı
5 Ekim 1962’de çıkmıştı…
O günlerden hemen sonra ya da önce miydi Zeki Müren ile
Müzeyyen Senar’ın 45’likleri…
Cem Karaca Apaşlar… ‘68…
Behiye Aksoy, Perihan Altındağ Sözeri, Nesrin Sipahi’li ‘Odeon
Yılları’…
Emel Sayın, Muazzez Abacı, Mediha Şen, Yüksel Uzel ve Seçil
Heper… Kaybolan gazino ve assolistler zamanı…
Bessie Smith, Edith Piaf…
Richard Strauss, Kazancı Bedih ve taş plaklardan compact
disklere yönelen güzergâhta, öncesi ve sonrasıyla müzik…
Gerçekten de onu var eden ne? Ya da “Müziğinizi ne besliyor?”
sorusu… Bakın Cesaria Evora ne diyor: “İnanç ve duygular... Şarkı söylerken yaşadıklarımla ilişki kuruyorum,
bu yüzden daha çok anlam kazanıyorlar. Özlem, kavuşulamayan aşıklar, şarkıları tüm dünyanın ortak diline
dönüştürüyor…”
MÜZİĞİN “NE”LİĞİNE İLİŞKİN?
Halil Cibran’ın, “Müzik, ruhun dilidir. Sevgi ve acının çiçekliği, kişinin yüreğinin düşü, acısının
yemişi, sevgililerin dili, gizemlerin açıklayıcısı, yaratıcılık kaynağı, kulaklarımızla görmeyi, yüreklerimizle
işitmeyi öğretendir müzik”; Avner Ziss’in, “Müzik, bir halkın ruhunu ve geleneklerini belli bir toplumsal
düzenin doğurduğu duyuları ve özlemleri dile getirir,” diye tanımladığı “müziğin kültürel büyüsü”nün altı
öncelikle ve özenle çizilerek eklenmeli: “İnsanın ortaya koyduğu, içinde insanın varolduğu tüm gerçeklik
kültürü oluşturuyorsa, müzik en önemli parçasıdır bu kültürün…”[2]
Kültürün başat bir alanı oluşturan “Müziğin herkesin anlayabileceği bir dil olduğunu söylemek lazım,”
diyen İdil Biret ekler: “Önce müzik dinlemeyi öğrenmeliyiz…”
Gerçekten de Melih Cevdet Anday’ın “Bir müzik yapıtı nasıl dinlenir? Özellikle çoksesli müzik için
bunu öğrenmek gerekir, ilk yapılacak olan, işi sadece kulağa bırakmama; başka bir deyişle, ezgi ve melodi ile
yetinmemektir. Çoksesli müzik akılla dinlenen bir müziktir; akıl, müziksel yapıtın yapısını anlamaya yönelik
olmalıdır. Melodi, müziğin yüzeysel görünüşüdür; asıl önem verilmesi gereken armoni için ise ‘melodinin
giysisi’ deyimi kullanılır,” diye betimlediği zenginlik içinde; “Nerede müziğe benzer bir şeyle karşılaştık
mı, orada durmalıyız; müzik duygusu, başkalarıyla özdeşleşme ve ritmik yaşam duygusu, var olmayı haklı
gösterecek bir ahenk duygusu dışında hayatta elde edilmeye değer bir başka şey yoktur,” diyen Hermann
Hesse sonuna dek haklıdır…
Bu kapsamda Felsefeci ve müzikolog Aaron Ridley şunların altını çizer:
“...Müzikal kavrayışın birincil nesneleri, tahmin edilebileceği gibi, saf bir biçimde müzikal ve müzik
ölçüleri, ritimler, armoniler, vb. anlamaya yarayan nesneler bu türdendir. Böylece bir müzik parçasını
dinlediğinde duyduğunu anlayan kişinin deneyiminde öne çıkan şeyin yokluğu, Çaykovski’yi dinlerken onun
müziğini burgulu matkap sesi dinlermişcesine duyan kişinin deneyimini eksik bırakan şeydir.’
‘Müziğin değerinin özellikle tonlarından ve onların sanatsal kombinasyonlarından kaynaklandığını
ifade eden biçimselci görüş, müzik ve duygu arasındaki ilişkinin, gerçek olmasına rağmen, yalnızca nedensel
olduğu iddiasını yüreklendirir. Bu iddia iki ana formda ortaya çıkar. Bir tanesi doğuştan gelen veya doğal
psikolojik mekanizmayı bu işin içine katan, belirli müzikal uyaranların dinleyicide otomatik duygusal tepkiler
meydana getirdiğini ifade eden bir koyuttur...’
54
‘Derinlik metafizik bilginin bir özelliğidir; müziği anlarken, dünyanın en derinindeki doğasını kavrarız.
Yani, müzik bir metafizik bilgi kaynağıdır ve bu yüzden, evet, bir müzik yapıtını anladığımızda, anladığımız
şey derin olabilir...”[3]
Sostakoviç’in, “İçimden gelen müziği yazmamı kim durdurabilir ki? Bir kalemim, bir kağıdım olduğu
sürece imkânsız, imkânsız!” diye haykırışı eşliğinde konuya ilintili olarak ekleyelim: “İyi ya da kötü müzik
yoktur. İyi ya da kötü müzisyenler vardır.”[4]
Çünkü “Müzikçilerin toplumsal iklimin meteorologlarıdır.”[5]
TÜRKİYE’DE MÜZİK
Görülmesi gerek:
Türk modernizasyon projesinin en önemli ayaklarından biri müzikti. Tiyatro, sinema, plastik sanatlar,
edebiyat gibi pek çok sanat dalının içinde Cumhuriyet’in kültürel modernizasyon projesine en yürekten bağlı
kalmış, en çok devlet koruması görmüş, kendisini Türk modernleştirmesiyle en çok özdeşleştirmiş, ‘yeni
aydın’ kimliğini en iyi yansıtan alan da müzikti.
Türkiye’nin klasik müziği bu değişim projesinin en sadık çocuğuydu ama klasik müzik maceramız
Cumhuriyet’le başlamış da değil. XIX. yüzyıl boyunca giderek yaygınlaşan ve elitlerin yeni ilgi odağı olan
Batı müziği, Cumhuriyet’in henüz ilan edilmemiş olduğu yıllarda kültürel alanın en renkli kulvarlarından
biriydi.
15 YILLIK “MUSİKA TARİHİ”
1924’te okullara müzik dersi kondu. Aynı yıl Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti halk konserlerine başladı.
1925’te müzik öğrencileri Avrupa’ya gönderildi.
1926’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Avrupa turuna yollandı. Konservatuar, Anadolu’da halk müziği derlemesine girişti.
1927’de İstanbul Şehir Bandosu kuruldu.
1928’de müzik teorisi kitaplarının yayımına başlandı.
1930’da çok sesli ilk Türk eserleri radyo konserlerinde çalındı.
1931’de Balkan Oyunları ve Müzik Festivali düzenlendi.
1932’de sayıları 5 bine varan Halkevleri’nde müzik, folklor kolları kuruldu; bandolar, korolar, halk dansları toplulukları oluşturuldu.
1933’te Joseph Marx İstanbul Belediye Konservatuarı’nın yeniden yapılanması için davet edildi.
1934’te İran Şahı Pehlevi için ilk Türk operası bestelendi. Aynı yıl Milli Musiki ve Temsil Akademisi Kanunu çıkarıldı.
1935’te Ankara’ya davet edilen Alman besteci Hindemith müziğin kalkınması için rapor yazdı.
O raporla 1936’da Ankara Devlet Konservatuarı kuruldu. Aynı tarihte Bela Bartok, Anadolu’da türkü derlemesi yapıyordu.
1938’de konservatuarın Şan bölümü yöneticiliğine dünyaca ünlü Alman Rejisör Carl Ebert getirildi. Askeri Mızıka okulu kuruldu.
Ancak süreç içerisinde “bir adım ileri iki adım geri” ilerleyen, duraklayan, kimi dönemlerde sumenaltı
edilen bu proje; AKP döneminde öldürücü darbeler aldı…
Konuya ilişkin olarak Ahmet Say, “Müzik sanatının bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine
girilmiş, bütün kadroları dağıtılmıştır,”[6] derken, bu yargısının nedenlerini de şöyle sıralıyordu:
“2005’te ilköğretimden müzik dersleri kaldırılmak istendi.
“10 bin müzik öğretmeni açığı olmasına karşın, her yıl eğitim fakültelerinin müzik bölümünü bitiren
500 öğretmen adayından 40-50 gibi çok küçük bölümünün göstermelik ataması yapıldı.
“Profesyonel müzikçi ve sahne sanatçısı yetiştiren konservatuarlara öğrenim için başvuranların sayısı,
20 yıl öncesinin yüzde 15’ine düştü.
“Konservatuvarlardan mezun olan binlerce müzikçi ve sahne sanatçısı sokağa bırakıldı.
“Devlet senfoni orkestraları ve opera bale kurumları ödenek gerekçesiyle yıkılmaya yüz tuttu…”
55
TÜRKÜ(LERİMİZ)
‘İnsanların Türküleri’nde Nâzım Hikmet’in,
“İnsanların türküleri kendilerinden güzel,/
kendilerinden umutlu,/ kendilerinden kederli,/ daha
uzun ömürlü kendilerinden./
Sevdim insanlardan çok türkülerini,/ insansız
yaşayabildim/ türküsüz hiçbir zaman./ Hiçbir zaman
beni aldatmadı türküler de./
Türküleri anladım hangi dilde söylenirse
söylensin./
Bu
dünyada
yiyip
içtiklerimin,/
gezip tozduklarımın,/ görüp işittiklerimin,/
dokunduklarımın, anladıklarımın/ hiç biri, hiçbiri,/
beni bahtiyar etmedi türküler kadar,” diye betimlediği
türküler(imiz) ise, Kemalist modernizasyonun müzik
sıkıntılarını yaşamadı…
Özlem Taner’in, “Türküleri gariban insanların
dinlediği bir müzik hâline getirdiler. Türkülerde
aslında acındırma kaygısı yok, isyan duygusu var,”
dediği konuda; Sümer Ezgü de şunların altını çizer:
“Türküler, yaşamın ta kendisidir aslında. Herhangi
bir ülke hakkında araştırma yapmak istiyorsanız,
o ülkenin folkloruna bakacaksınız. Yemek, müzik,
dans kültürleri, geleneksel yapıları, yaşam tarzlarını
araştıracaksınız. Anadolu hakkında bilgi edinmek için
de türküler çok etkili...
“Geçmişte yaşanan halk hikâyelerinde yaşam
mücadeleleri duru bir dille anlatılıyor. Türküler
dilin sağlıklı yaşaması ve gençlere ulaşması için de
çok önemli. Yaşanan acılar, mutluluklar, savaşlar...
Seyirlik oyunlara bakılırsa, geleneksel tiyatro görülür.
Dilden dile bugüne dek gelen senaryoları, köylülerin
son derece modern bir anlayışla bu oyunu nasıl
yaşadıklarını görürsünüz. Yani şehirlerde yaşayan
mutsuz ve umutsuz insanlara alternatif pencerelerdir
türküler. Folklor, türküler, kültürün ta kendisidir.
Türküler bizim kimliğimiz nüfus cüzdanımızdır.”
ARABESK MESELESİ
Orhan Gencebay’ın, “Çoğuna sorsanız ne
demek olduğunu bilmezler,” dediği arabesk, köyden
kente yönelen büyük çözülüşün ürünlerinden
birisidir…
“Bir dönem neredeyse ülkenin en büyük
sorunlarından birisiydi arabesk. Herkes bu ‘acayip’,
ne olduğunu tam olarak kimsenin tanımlayamadığı
müziğin peşine düşmüş gibiydi sanki. Üzerine tezler
yazıldı, belgeseller yapıldı, nereden çıktığına dair
fikirler yürütüldü. Ne var ki zaman içinde ‘arabesk’
kavramı yerini yavaş yavaş kerameti kendinden
menkul ‘fantezi müzik’e bırakmaya başladı.
Günün birinde Müslüm Gürses’in ‘karşı
saflarla’ işbirliği yapmasıyla da son kale de düşmüş
oldu. Artık arabeskin üzerinde uzun uzun düşünülen,
toplumsal kökleri sorgulanan bir olgu olmaktan
çıktığını söyleyebiliriz herhâlde.
“Türkiye için arabesk, bir müzik türü
olmasının ötesinde anlam taşır. Bu aşamada ‘her
müzik türü, toplumun bütününde var olan çelişkilerin
ve gerginliklerin izini taşır’ diyen düşünür Adorno’ya
hak veriyoruz. Konuya bu açıdan bakıp, müziğin bir
coğrafyanın, bir ülkenin sesli ve sansür edilemeyen
tarihsel mirası olduğunu varsaymalıyız”[7] …
Arabeski, “Türk modernleşmesinin çarpık bir
‘yan ürünü’ olan bir alt kültür” olarak değerlendiren
Çobanoğlu, “Sonuçta evrimine bakılacak olursa,
bir meydan okuma, bir protest müzik olarak ortaya
çıkan arabesk bugüne değin, önceleri kendisinden
beklenmeyen ölçüde, yaygınlaşıp, değişip kurumlaştı,”
diyor.
Toparlarsak: Minibüste, otobüste, caddede,
sokakta; bu ülkede yaşayan hemen herkes Orhan
Gencebay’ın, Müslüm Gürses’in, İbrahim Tatlıses’in
şarkılarını bir yerlerde ucundan kıyısından dinlemiştir
elbet…
Bu müziği duyar duymaz kimilerini koca bir
hüzün kaplasa da, kimileri de bu müzik eşliğinde hoş
bir seyre çıkar kendilerince. Amasyalı Sefer’in “Hakkı
Baba, yalvarıyorum ‘Ben Köylüyüm’ parçasını söyle”
yazılı kağıdı, Eminönü’nde zabıtalardan kaçmayı
başarabilmiş seyyar kasetçiler, Müslüm konserlerinin
vazgeçilmez görüntüsü kendini jiletleyen gençler,
tarihi Pera Palas Oteli’nde piyano başında poz veren
Kahtalı Mıçı ve daha niceleri...
Arebeskin hâli pür melâlini betimleyen ve
büyük şehirlerin görkemli ve karmaşık dokusunda
kendine yer edin(e)meyen arabesk tutkunlarının
yanı sıra, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Emrah,
Latif Doğan, Kahtalı Mıçı ve Kibariye gibi tanınmış
isimler...
Ve nihayet Haluk Çobanoğlu, “Kabul etmek
gerekirse arabesk parçaların önemli bir bölümü,
kişiliğini tamamlayamamış acı çekerken bile kendi
egosunu yücelten, düşündüğü ile eylemi arasındaki
boşluğu kendine söylediği acıklı yalanlarla dolduran,
kendisi ile yüzleşemeyen ‘göçmen’ bir ruh hâlini
yansıtır,” derken; 1970’lerde bu göçmenlerin çoğu
umutlarını ve umutsuzluklarını, ya bir Yeşilçam
filminde ya da Unkapanı Plakçılar Çarşısı’nda
buluyordu. 2000’lere gelince ise durum epey değişti.
Arabeskçilerin çoğu kendilerini “fantezi müzik yapan
sanatçılar” olarak görmeye başladı. Hatta kimileri bu
sözcükten nefret ettiğini dile getirdi.
Sabancı Üniversitesi’nin arabesk kulübünün
56
her yıl yaptığı konserlerde “İtiraf ediyoruz, biz bu
müziği seviyoruz,” sloganının, konuyu tümüyle
açıklamaya yeteceğine değinen Çobanoğlu şöyle
devam ediyor: “Sadece arabeskte değil, bu topraklarda
yapılan tüm müzik türlerinde arabesk öğeler var. Bu
konuda yapılan kapsamlı bir çalışma olmasa da ne
arabesk bizi bırakıyor ne de biz onu bırakabiliyoruz.
GÜNDELİK/ “POPÜLER OLAN”
“Fantezi müzik” olarak ambalajlanıp/ sunulan
gündelik/ “popüler olan” hakkında söz yazarı Fikret
Şeneş şunları der: “Hayatım halkımızın zevki o kadar
yerlerde sürünüyor ki. Zevkler ucuzladı; basitleşti,
adileşti. Halk dinlemiyor, beğenmiyor. Ama bakın eski
şarkıları nasıl dinliyorlar. Demek ki insanların içinde
biraz da olsa var. O kadar uzun süre sulanmamış ki
içindeki çiçekler, ölmüş tıpkı sevgi gibi...”
Sormadan geçmemek gerek: “Dinleyici
kabahatli de, yapımcılar sütten çıkmış ak kaşık mı?
Bu sorunun cevabı için geçen yıllarda çıkan albüm
bolluğuna bakın. Bir, iki başarılı örneğin dışında
aklımızda hangisi kaldı.
Aklımız sıra Batı taklit edilerek ucube bir
‘müzik sanayi’ oluşturuldu. Görkemli prodüktörler,
yapımcılar, burnundan kıl aldırmayan menejerler,
neredeyse kırmızı halılarda arzı endamlar ve sonuç
ortada. Herkes akıl küpü, bu işin uzmanı ama bir
gerçeği fena hâlde unuttular.
Bu özünde müziktir ve dinlenmek içindir.
Batı’dan adapte (derinliksiz gözlemlerle) yöntemlerle
gruplara yön vermek istediler. Sonra bir bakıldı ki,
harika bir görüntü ve ‘patlıyor’ çığlıkları.
90’lardaki ‘pop patlaması’nın yansıması
2000’lerde ‘rock patlaması’ oldu. Şu ‘patlama’lardan
kurtulup, ‘yükseltme’ dönemine geçsek ya. Ama
olmaz bir şeyin yükseltilmesi, çıtanın da yükseltilmesi
demektir.”[8]
Görüldüğü ya da herkesin bilgisi dahilinde
olduğu üzere memleketin saat ayarı popa göre
yapılıyor. Petek Dinçöz, Demet Akalın, Ayşe Hatun
Önal, Ebru Şimşek gibi “hem göze hem kulağa hitap
edenler”le… Bu isimler ve benzerleriyle, koparılan
anlık gürültüler, sonrasında kaçınılmaz olarak, “fos”
çıkıyor...
Yani Murat Meriç’in ifadesiyle, “Türk
pop müziği, Türk ‘fos’ müziği olma yolunda hızla
ilerliyor”!
Orta yerde müthiş bir sıradanlaşma/
apolitizasyon söz konusudur…
Geçenlerde ölen “Beethoven’ın büstünü
de kırmadım. Ama Beethoven, Mozart dinlemem”
diyen AKP İstanbul Milletvekili, yapımcı ve sanatçı
Osman Yağmurdereli, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde
okurken, Beethoven’ın büstünü kırıp okulun kurucusu
Zuckmayer’in piyanosuna pisleyen grubun içinde yer
aldığı iddia edilenlerden…
“Beethoven dinliyor musunuz” sorusuna,
“Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği’ni daha
çok dinliyorum. Günlük yaşantımda Beethoven’ı,
Mozart’ı dinlemem. Arabamda Zara, Kamil Sönmez,
İbrahim Tatlıses, Muazzez Abacı ve Seda Sayan gibi
sanatçıların CD’leri bulunur,” diye yanıt vermişti…
Tam da bu noktada Vedat Sakman şunları
vurguluyor: “Eskiden bir insan, sokaktaki meselelerle
alâkâsı yoksa ‘budala kendi için yaşıyor’ diye
kınanırdı. Şimdi işler tersine döndü. İnsanların çok
bireysel egolara döndüğü görünüyor. Sanatçının ise
dışarıdaki dinamikleri bilmesi ve elinden ne gelirse
yapması lazım. Bu tür dönemlerin sanatçının üretme
sürecine olumlu bir şey yaptığı söylenemez. Yani
her şeyde olduğu gibi rölantiye alınmış gibi bir hâl
görüyorum etrafımda…”
Ancak her şey o kadar da “umutsuz” değil!
“Ürün değil şarkı yapıyoruz,” vurgusuyla
Gökhan ve Burhan Şeşen ekliyorlar: “Günümüzün
pop şarkıları bu nasıl satar, bu sözü koyarsak satar…
gibi mantıkla düşünülüyor. Bizim gibi insanların böyle
planlarla işi yok. Biz önce şarkı yapıyoruz, sonra onlar
bizim dışımızda da gelişen bir şekilde pazarlanıyor
ürün hâline geliyor. Ama bizimkiler hakikâten şarkı.
Hiçbir şarkımızı bir albüme girsin diye yapmadık.
İçimizden geliyor, yapıyoruz yani. Farkımız bu…”
DEVRİMCİ(LERİN) MÜZİK(İ)
Devrimci(lerin) müzik(i) hakkında, “Müzik
dediğin tepki uyandırmalı, insanları ayağa
kaldırmalı,” diyen Grup Yorum gibi düşünüyorum…
John Lennon’la yürüttüğü barış eylemleriyle
hatırlanan şair, çağdaş sanatçı, müzisyen Yoko Ono,
“John Lennon’la Vietnam savaşına karşı kampanyalar
düzenlediniz. 40 yıl sonra ABD bugün yine savaşta.
Bugünkü savaşların yaşandığı ortamla ilgili ne
söylemek istersiniz?” sorusuna; “Bugün, dünle yine
aynı dünyada yaşıyoruz, birçok insanın barışı istediği
ve bazılarının sorunları şiddetle çözmeye çalıştığı bir
dünyada. Bence mesaj hâlâ aynı: “İnsanların barış ve
mutluluk içinde yaşayacağı günü umut et”.
Yine “… ‘Imagine’ parçasını Lennon’la birlikte
yapmıştınız. Nasıl bir dünya hayal ediyorsunuz?”
sorusuna da “Ben ve John yeryüzünde barışın,
sağlığın ve mutluluğun olduğu bir dünya hayal ettik:
“Tüm insanların barış içinde yaşadığını hayal et,”
yanıtını verirken; neden “böyle düşündüğümü” de
gerekçelendirmektedir.
57
Evet, burada bir an Efkan Şeşen’in ıslığını,
1980-1987 yıllarında Metris Cezaevi’ndeyken
yankılanan ıslığını anımsayın… Henüz 17-18
yaşlarında bir siyasi dava nedeniyle cezaevine
giren Şeşen’in müziğe yönelmesinin nedeni de
ıslığının gördüğü ilgi olmuştu. Başka koğuşlarda
yatanların duyabilmesi için havalandırmalara açılan
pencerelerden var gücüyle ıslık çalarmış:
“Cezaevlerinde, radyo ve televizyonun
olmadığı zamanlarda ciddi ciddi yayın yapardım.
Mektup günlerinde, şu an belki hayatta olmayan
birçok insanın, en güzel anlarının belki aracıydı
ıslık. Hüzünlenirlerdi, coşarlardı. Hiç duyma şansı
bulamadıkları ezgileri saatlerce çalardım. Her
koğuştan duyulması için öyle bir diyafram kullanırdım
ki dudaklarım, burnum, gözlerim, bütün yüzüm
uyuşurdu. Hiçbir şeye sahip olmadığınız bir zamanda
ıslık sımsıcacık bir şeydi…”
Bu ıslığın sıcaklığına bir de Rahmi Saltuk’un,
“tavır” meselesinde işaret ettiklerini ekleyin:
“Benim düşünceme göre sanatçı iktidarlarla barışık
olmamalıdır, olmayandır. Her zaman iktidarla arasına
mesafe koyan konumda olmalı. Ben buna hep dikkat
ettim. Çünkü iktidarla bir yakınlık, hele hele bir
samimiyet, bana göre sanatçılığın yara alması, gerçek
işlevini yerine getirmemesi demektir. Bu tabii ki
şöyle anlaşılmasın, sanatçı her iktidara düşman olmak
zorunda değil, ama muhakkak mesafeli olmalı…”
ONLAR GİBİ…
Tıpkı Onlar; Ruhi Su, Ludwig Van Beethoven,
Sezen Aksu, Kazım Koyuncu, Ahmet Kaya, Aşık
Mahzuni, Mozart, Jacques Brel, Victor Jara gibi…
“Düşünmek, insanları hayvanlardan ayıran
en büyük ve belirgin farktır. Hele de iyiyi düşünmek
bir toplumda suç sayılmaya başladığı zaman, bu o
toplumun suçu değil, o toplumu idare eden sistemin
suçudur. Otuz beş yıllık sanat ve ozanlık yaşamımda
bu suçun suçlusu olmayı çok tattım. Üzüldüm, inledim.
İdamlık bir insan olarak yargılandım. Gözleri kapalı
işkenceler çektim. Amma çektiklerimin hiçbirisi,
beni insanı sevmekten ne doğruyu söylemekten de
alıkoymadı,” diyen Mahzuni Şerif’den; tanınmış
orkestra şeflerinden Nicolaus Harnoncourt’un, “Bizim
onu onurlandırmamıza gereksinimi yok, ama bizim
ona gereksinimiz var” diye söze başladığı Mozart’a
uzanan yelpazenin bir ucunda Jaques Brel durur…
JACQUES BREL
Brel…
Bir 9 Ekim’de bizi bırakıp giden Jacques
O, şarkıcı, daha çok da ozandı. Besteci
ve yorumcuydu. Sözlerini kendi yazdığı, kendi
bestelediği şarkıları, sahnede olağanüstü bir biçimde
yorumlarken, yüreğinden kopan her sözcüğün, her
notanın bedelini fazlasıyla ödediğini anlardınız. Her
gözyaşının, her kahkahanın, alnında biriken her ter
damlasının bedelini ödediğini bilirdiniz...
Sevmediklerine karşı eleştirisi acımasızdı:
“Savaş bezirgânları”na; yaşlandıkça daha çirkinleşen
burjuvalara; “asla” ve “sonsuza dek” sözcüklerini
ağızlarından düşürmeyen yalancı âşıklara; “kahraman”
olabilmek için savaşı özleyenlere ve gözleyenlere,
“uygarlık adına gaz odalarını, idam sehpalarını,
elektrikli sandalyeleri, atom bombasını keşfeden arsız
maymunlara” hep öfkesini kustu.
“Kolayı seçenlere”, yani “bağışlamak için
gözlerini kapayan din adamlarına”... Yani “savaş
bittikten sonra, ‘bu sonuncuydu’ deyip geçmiş ve
gelecekteki ölümleri görmezlikten gelip ahkâm
kesen askerlere”... Yani ellerindeki nimeti bilmeyip,
“aşklarını habire hırpalayanlara”... Sanki gibi
yapanlara “kendinize gelin” diye haykırıyordu.
Yeryüzünü tümden değiştirmek isteyenlere
ve yeryüzünde hiç ama hiçbir şeyin değişmemesini
isteyenlere, “hiçbir düş, savaşı, bombaları, cinayetleri
haklı kılmaz” diyor; önümüzde uzanan pisliğin ötesine
bakmayı, kulaklarımızı tırmalayan öfkeli seslerinin
ötesine kulak vermemizi öneriyordu...
“Serüvene koşmak için trenler bekliyorsan,
güneşi yakalayıp gözlerine yerleştirmek için, beyaz
yelkenlilerin seni gelip almasını bekliyorsan...
Yarına inanmak için günbatımını görmen
gerekiyorsa, umudu yaşatmak için yarınları bilmen
gerekiyorsa... Derin görünmek için can sıkıntısına,
iyi kalpli görünmek için zayıflığa ve güçlü görünmek
için öfkeye ihtiyacın varsa... Demek ki hiçbir şey
anlamadın!” diyordu.
Kimi zaman öfkesini yatıştırıp af diliyordu
Brel.
Sevmeyi beceremediğimiz erkek ya da
kadınlar için... Bozuk para gibi harcadığımız sözcükler
için... Yerine getirmediğimiz vaatler için... Attığımız
nutuklar, verdiğimiz vaazlar için ve “yeryüzünde
yüzbaşılardan oluşan ülkeler” için, tüm insanlardan
özür diliyordu.
Neyse ki aşk vardı.
Neyse ki, tüm kötülüklere, çirkinliklere,
yozluklara, öfke ve kinlere karşı aşk vardı. “Birbirimize
sunabileceğimiz, paylaşabileceğimiz, yalnız aşksa...
Sabahları
giydirmek,
yürekleri
zenginleştirmek, her yol ayırımında yolumuzu
bulabilmek için yalnız aşk varsa... Silahlara karşı
durmak için tek sığınağımız, tek güvencemiz, yanlış
58
aşksa” korkmamalıyız. “Çünkü hiçbir şeyimiz olmasa
bile, sevmenin gücüyle, dünya avuçlarımızdadır,
dostlarım.” Sevmenin gücü sonsuzdur Jacques
Brel’de.
O, sevdiğine “yağmur yağmayan ülkelerden
topladığı, inci damlaları sunacaktır”; “ölümden sonra
bile toprağı kazıp sevgilisinin vücudunu ışıkla ve
altınla kaplayacaktır” yeter ki onu terk etmesin...
Sevdiğine, yepyeni sözcükler icat edecek, ve sevdiği
o yepyeni dili anlayacaktır... [9]
Jacques Brel’den söz ederken birden Kazım
Koyuncu çıkar karşınıza…
KAZIM KOYUNCU
O; orkestra arkadaşlarının da kendisi gibi
kafalarını kazıtmalarıyla, Yeni Melek’te hasta hasta
konser verip, ardından da, bizi koyverip gittiğinde
Haziran’ın 25’iydi…
Kazım’ın hastalığı, onun deyişiyle “fiyakalı
hastalık”, kanserdi; Çernobil’dendi…
“Yenilikler yaratmalıyım... Cesaretimi toplayıp
başka bir şeyler yapmak ve bulmak zorundayım.
İnsanlar illa ki ‘beni sevsinler’ diye hareket etmek
durumunda değilim. Ben böyle davrandıkça insanlarla
sevgi ilişkim daha da güçleniyor.” “Herkesin beni
sevmesi gibi bir düşüncem asla olamaz. Ki hayatta
muhakkak bizi sevmeyen insanlar olmalı. Aksi
takdirde çok ciddi sorundur diye düşünüyorum,”
diyen Kazım; köklerine ihanet etmeyen, popülizmin
peşinden sürüklenmeyen bir müzisyendi. Karadeniz
ve Laz ezgilerini, geleneksel enstrümanlarını öne
çıkardığı müziğinde değerlerinden taviz vermeyen
muhalif kişiliği ön plandaydı...
Sonra, sonra da bizi koyverip gitti; Victor
Jara’nın sarsıcılığıyla…
VICTOR JARA
Şili, 11 Eylül 1973… Şili’nin “Yoldaş Başkanı”
Salvador Allende, Moneda Sarayı’nı kuşatan General
Augusto Pinochet’in faşist darbesine karşı koyarken
öldürülür.
Şili sol partilerinin büyük bir kısmının
oluşturduğu ‘Unidad Popular/ Halk Birliği’
koalisyonunun adayı Allende, 4 Eylül 1970’de
yapılan seçimlerde başkan seçilmişti. O, Şili halkının
yoksulluktan kurtulması yolunda çalışmalarını
sürdürürken uluslararası sermayenin, ABD’nin hedef
tahtasındaki isim oldu.
11 Eylül 1973’de arkasına CIA’yı, Amerikan
iletişim şirketi ITT’yi ve Şili’nin Allende’den nefret
eden bakır sanayi patronlarını alan General Pinochet,
Allende’yi devirerek ülkeyi 17 yıl boyunca karanlıkta
bırakacak bir dönemi başlattı. Faşist darbenin ardından
11 Eylül 1973’de devreye sokulan “insan avı”nda,
Allende yanlıları, komünistler, sosyalistler ve sendika
yöneticileri tutuklanarak okullara, stadyumlara
dolduruldular...
12 Eylül 1973 günü Latin Amerikalıların
şarkılarını hâlâ dillerinden düşürmedikleri Victor
Jara’yı ölüme götüren günlerin başlangıcı olacaktır.
Şilili eğitmen, tiyatro yönetmeni, şair, şarkıcı ve
müzisyen Victor Jara faşist darbenin ardından ders
verdiği Teknik Üniversite’de tutuklanarak ‘Estadio
Nacional de Chile/ Şili Ulusal Stadı’na götürülür.
Şili Üniversitesi’nde tanıştığı “Yeni Şarkı”
akımının kurucusu Violetta Parra ile müzik çalışmalarını
sürdüren, şimdilerde “protest müzik” denilen türün
en iyi örneklerini besteleyen, fabrikalarda, tarlalarda,
okullarda dilden dile dolaşan şarkıların hüzünlü sesi
Victor Jara’dır tutuklanan. Müziğini şu satırlarla dile
getirir Victor Jara: “Violeta Parra’dan teslim aldım
bu duyguyu. Yapmakta olduğumuz şeylerin kıtasal
değeri olduğuna, kitleleri sürüklediğine inanıyorum.
Devrimci şarkı, devrimci güçtür. Bütün üçüncü dünya
ülkelerinde sözü geçen güçlü bir silah…”[10]
Victor Jara’nın katledildiği o gün yani 15
Eylül 1973… Victor Jara’nın ölümüne saatler vardır.
Son şarkısı ‘Şili Stadyumu’nu bestelemektedir Jara.
Tutsaklar öldürülmekte, işkenceden geçirilmektedir.
Birden Şili Ulusal Stadyum’unu dolduran binlerce
devrimci tutsak arasında bulunan Victor Jara, gitarıyla
‘Unidad Popular’ın ünlü şarkısını, Venceremos’u
söylemeye başlar: “Venceremos!/ Kıralım
zincirlerimizi!/ Venceremos!/ Zulme ve yoksulluğa
paydos!/Biz kazanacağız!”…
Stadyumda binlerce devrimcinin hep bir
ağızdan söyledikleri bu şarkı, stadın en yüksek rütbeli
gestapo subayı, Pinochet’in sağ kolu, işkenceci Albay
Mario Manriquez Bravo’yu öfkelendirir. Havaya ateş
emrini verir. Stadyum mermi sesleri ile inlerken şarkı
hâlâ devam etmektedir. Ateş kesildikten sonra, şarkıyı
söyleyeni aramaya başlayan askerler Jara’yı bulurlar
ve gitarını çalamaması için önce ellerini kırarlar. Ancak
Jara, şarkıyı söylemeyi sürdürmektedir. Jara’nın katili
olarak tarihe geçen “Prens” lakaplı Edwin Dimter
Bianchi, Jara’nın kafasını dipçikle parçalar. Bedenini
delik deşik eder.
Yetmez… kollarını keserek tribünlerin önüne
asarlar. Jara artık direnişin simgesi olmuştur; söylediği
“Venceremos” da…
Victor Jara’nın işkence edilmiş, 44 mermiyle
delik deşik edilmiş bedeni dört gün sonra Santiago
Mezarlığı yakınında bulunur ve eşi Joan tarafından
toprağa verilir.
59
Ancak o yok olmaz; artık ‘Venceremos’la her bir ilgi görmeye başlar. Çoğu konserde gözaltına
yerde; direnenlerle, başk aldıranlarladır…
alınır, tutuklanır.
Aslı sorulursa Ahmet Kaya’yı, sessizlikte
Tıpkı Ahmet Kaya gibi…
bir ses olarak değerlendirmek gerekir herhâlde. 12
Eylül’ün izleri henüz belirginken, 1985’te ilk albümü
‘Ağlama Bebeğim’i yayınladığında, sanat ve fikir
AHMET KAYA
hayatı öylesine durgun, hapishanelerde işkence gören,
idam bekleyen, sürgünde çile dolduran yüz binlerce
Ahmet Kaya’nın 1957 sonbaharında insan öylesine sahipsizdi. Bir sene sonraki üçüncü
doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün çoğunu albüm, ‘Şafak Türküsü’, bu büyük kitleye adeta
sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç tercüman oldu.
değildi. Ne kumaş fabrikasında işçi olarak çalışan
Daha ortada doğru dürüst ‘Türk popu’ da
babasının dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası vardı, yokken, Hey dergisinin listelerinin tepelerinde,
ne de doğduğu şehir Malatya’nın ve ailenin kırk bir ‘protest’ şarkıcı dolanıyordu. 1987’de
metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça ‘yorgun demokrat’lara omuz verirken, 1988’de
görebilecekleri bir penceresi.
‘Başkaldırıyorum’la ayaklarının üzerine dikilecekti.
Aile, babanın emekli olması ve alınan emekli ‘İyimser Bir Gül’ün, ‘Sevgi Duvarı’nın ardından,
maaşının geçinmeye yetemeyecek kadar az olması artık Türkiye’nin en çok dinlenen isimlerinden biri
nedeniyle Malatya’yı terk edip yeni bir iş ve çocuklar olmuştu. Solun zayıflığından bahsederken, belki
için daha iyi bir gelecek umutlarıyla İstanbul’a göç de bir potansiyel olarak yüz binlerce Ahmet Kaya
etme kararı alır.
dinleyicisine bakmak gerekiyordu. Daha sonraları,
Dönem, tüm Türkiye’de göç dönemidir. ‘düşük yoğunluklu çatışma’nın en sert, en karanlık
Yüzlerce otobüs ve kamyon doğudan, batıdaki şehirlere döneminde ‘Şarkılarım Dağlara’ diyebildi. Faili
ve özellikle de İstanbul’a her gün umut taşımaktadır. meçhuller alıp başını giderken ‘Beni Bul’ diye
Ahmet, ilk kez gördüğü denizi kocaman bir dere bağırıyordu. Mücadele nereye evriliyorsa, nerede
sanmış, eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde bir haksızlık çıkıyorsa, oraya bakmaya çalışıyordu.
yazan ‘Malatya’ yazısından dolayı küçümsendikleri Şimdilerde müzikte hasret kaldığımız bir hak arama,
bir şehre geldiklerini, ‘öteki’ olduğunu fark etmiştir. hesap sorma tavrını korumaya gayret ediyordu...
Ne bildiği kültürü tamamen bırakabilir ne de
Bir cebinde Das Kapital, bir cebinde rakı
İstanbul’u Malatya yapabilir. Müzikle yatıp müzikle şişesi, yarını belirsiz, dokunsan yanacağın bir adamdı
kalkmaktadır. Halk Bilimleri Derneği’ne gidip şarkılardaki Ahmet Kaya. Müzik dünyası onu 12
gelmeye ve oradaki kültürel çalışmalara katılmaya Eylül’ün izleri henüz çok sıcakken tanıdı.
başlar.
Ve ardından da 90’lar, Anadolu topraklarındaki
12 Eylül sabahı Türkiye, askeri marşlarla bitmeyen kavgaların bir yenisinin iyiden iyiye
uyanır. Neredeyse tanıdığı herkes hapishanelerde ya alevlenmesiyle başlar Türkiye’de: Kürt sorunu…
da bilinmeyen bir yerlerdedir. 1984’e gelindiğinde
‘Kürt diye bir şey yok, Kürtçe diye bir dil
Ahmet müzik şirketlerinin kapısını aşındırmaktadır.
yok’ denilmekte ve Kürt dilinin ve kültürünün kabul
Şarkılarının bilinen hiçbir türe benzememesi edilmesi ve buna saygı gösterilmesi gerektiğini
ve toplumsal mesajından korkulması nedeniyle söyleyen birçok insan da vatan haini ilan edilmektedir;
hiçbiri albümü yapmaya yanaşmaz. Ancak Ahmet’in bunlardan biri de Ahmet Kaya’dır.
adı ve şarkıları dillerde dolanmaya başlamıştır.
Medyanın uzattığı hemen her mikrofonda, her
Konserlerinin umulanın üzerinde ilgi görmesi üzerine, konserinde, her televizyon programında bu sorunu
elde kalan küçük bir parayla albümünü kendisi dile getirir Ahmet Kaya.
yapmaya karar verir. ‘Ağlama Bebeğim’ albümü
Neredeyse her albüm sonrası olduğu gibi ‘98
yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet Kaya yılında da bu kez Magazin Gazetecileri Derneği’nin
gözaltına alınır.
halk oylarıyla belirlediği ‘Yılın Sanatçısı’, Ahmet
İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in ‘Ağlama Kaya olmuştu. 10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en
Bebeğim’ şarkısındaki ‘Çok uzakta öyle bir yer var, ünlü sanatçılarının bulunduğu bir salonda ödül töreni
o yerlerde mutluluklar’ sözlerine takılmıştır. O güzel yapılıyor, televizyonlardan canlı yayımlanıyordu.
yerlerin nereler olduğunu sorar.
Herkes sırasıyla çıkıp ödülünü alıyordu. Sıra Ahmet
Yargılama kısa sürer ve Danıştay kararıyla Kaya’ya geldi, ‘Giderim’ isimli şarkısını söylemek
albüm serbest bırakılır. Hiç beklenmedik bir şekilde için mikrofonu eline alıp şu konuşmayı yaptı: “Ben
albüm önce hapishanelerde, sonra sokakta inanılmaz bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi
60
Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye
halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam
var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde
yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim
ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klipi
yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu
biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl
hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”
Yaptığı konuşmaya karşı çeşitli protesto sesleri
yükselirken, Ahmet Kaya, elinde ödülü, her zamanki
tavrıyla, gülümseyerek şarkısını söyledi.
Şarkısını bitirince mikrofonu bırakıp yerine
doğru yönlenmesiyle bazı sanatçıların(!), gazetecilerin,
magazin dünyasının bilinen isimlerinin masalarından
önce yuhalamalar yükseldi ve hemen ardından sağdan
soldan Ahmet’e çatal bıçak fırlatmaya başladılar. Tüm
Türkiye’nin gözleri önünde, canlı yayında kameraların
ve ayaklanmış insanların arasından Ahmet’in acı
gülümsemesi görünüyordu.
Evet, evet vakayı adiyeden olan seri linç
girişimlerinin ilk halkası belki de 1999’da Show
TV’deki Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül
gecesinde yaşanmıştı. Yılın en çok satılan albümü
onundu, ödül ona verildi, o da hâliyle konuşma yaptı.
Çıkacak albümü için Kürtçe bir şarkı okuduğunu, bir
de klip çekeceğini, büyük TV kanallarının da herhâlde
klibi yayımlayacağını söyledi. Sonra gelsin çatallar,
kaşıklar, yuhalamalar, efelenip sahneye yürümeler,
Reha Muhtar’lar, Serdar Ortaç’lar, Ebru Gündeş’ler,
Şenay Düdek’ler, onuncu yıl marşları, güvenlik
kordonları...
Ardından da yargılama başladı; hem de
‘Vatana İhanet’ suçlamasıyla…
16 Kasım 2000 sabahı Paris’te kaybettik ve
Peré Lachaise’e Yılmaz’ın yanına gitti…
Evet Ahmet Kaya, Pere Lachaise’de, Jim
Morrison’un, Laura Marx’ın, Oscar Wilde’ın,
Chopin’in, Honore de Balzac’ın, Edith Piaf’ın, Yılmaz
Güney’in yanında; Onlarladır, Onlardandir…
Egemen katliamın “kurbanı”dır Ahmet Kaya;
tıpkı ustası Ruhi Su gibi…
türkülerimize kendine özgü yorumuyla çağcıl bir
içerik kazandırmış. Anadolu halkının saz tellerine
yansımış yüzyıllar süren yalnızlığına savaşkan ve
dövüşken bir açılım getirmişti.
Özellikle 60’lı yılların devrimci gençlik
etkinliklerinde ve sosyalizm savaşımında kitleleri o
gür sesiyle coşturan, alanlarda, salonlarda, fabrika
önlerindeki grev çadırlarında, toprak işgallerinde
sazı silahımız; sesi, gölgesinde sığındığımız bir örtü
olurdu adeta. Bugün bile boşluğu doldurulamayan
Ruhi Su, sadece usta bir saz ve söz sanatçısı mıydı?
Ruhi Su, bir sanatçı olmasının çok ötesinde
asıl siyasal düşünceleriyle anımsanmalıdır. Çileli bir
yaşamöyküsünün yanı sıra sosyalist kimliğidir öne
çıkartılması gereken.
Ruhi Su’nun sanat yaşamına uzanan uzun
ve dikenli yolun taşları daha doğduğu günlerden
döşenmeye başlamıştı. 1912 yılında Van’da doğduğu
zaman anne ve babasını hiç göremeyecek, I.
Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın tozu dumanı içinde
acılı bir geleceğe doğru kulaç atacaktı. Daha çocuk
yaşta öksüz ve yetim kalan ve kendisine Mehmet adı
verilen Ruhi Su, bir ailenin yanında Van’dan Adana’ya
geldiğinde Çukurova Fransız işgali altındadır ve
burada da kendini kan ve ateş ortamında bulacaktır.
Doğuştan müziğe olan yatkınlığı nedeniyle bu
alandaki uzun ve çileli yürüyüşü, onu Ankara Müzik
Öğretmen Okulu’na, oradan da Riyaseti Cumhur
Orkestrası’na değin taşır. 1936 yılında opera sanatçısı
olarak Devlet Konservatuvarı’nda ürünler vermeye
başlar.
Vedat Nedim Tör’ün desteği ile radyoda da
türküler söyleyen Ruhi Su’nun devlet kuruluşlarındaki
sanat etkinlikleri, komünist olduğu gerekçesiyle
gözaltına alınmasıyla son bulur. Bunun yanı sıra
üstüne üstlük repertuvarındaki yapıtlar genellikle
Alevi türküleridir!
1952 yılının sonbaharında Türkiye Komünist
Partisi ile ilişkilendirilen Ruhi Su, tiyatrodan bir
arkadaşının da ihbarıyla, opera binasından çıkarken
polisler tarafından alınarak Birinci Şube’ye oradan da
Sansaryan Han’a götürülerek alt katlardaki hücrelerden
RUHİ SU
birine kapatıldı. Burada çok ağır işkenceler gördü,
tabutluğa kondu.
“Müzik, sözdeki duygusallığı abartır, ortaya
Büyük aşklar acılarla başlarmış... Ruhi
çıkarır. Bu nedenle de yanlış bir yorum abartılmış Su ile Sıdıka Su’nun aşkı da böylesi acı günlerin
olacağından, kolayca anlaşılır,” diyen Ruhi Su eklerdi: ortamında filizlendi. 1950 yılının baharında başlayan
“En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne arkadaşlıkları, 1952 yılının sonbaharında Sansaryan
onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe Han günlerinde daha da koyulaşıp güçlendi. Çünkü aynı
yeşeriyor, çiçekleniyorum…”
gerekçeyle Sıdıka Hanım da tutuklanıp aynı günlerde
Unutmak ne mümkün?
Sansaryan Han’a konmuş ve birbirlerine tutuklu
Gençlik yıllarımızın devrimci coşkusunun olduğunu, ancak beş ay sonra öğrenebilmişlerdi.
basbariton perdesiydi Ruhi Su. Ezgilerimize,
Her ikisi de Harbiye Cezaevi’nde üç buçuk
61
yıl kaldılar ve her ikisi de sonuçta beşer yıl hapse
mahkûm oldular.
Türkiye Komünist Partisi ile ilişkilendirilmesi
nedeniyle tutuklanan Ruhi Su, gözaltında kaldığı
süre boyunca ağır baskı ve işkencelere maruz kalır
ve sonunda beş yıl hapse mahkûm olur. Bu durum,
onu yıldırmak şöyle dursun, sosyalist dünya görüşü
yönünde daha da bilenmesine neden olur. İçinden
geldiği emek ordusunun siyasal savaşımında bir
sıra neferi olarak dimdik ayaktadır; sazı ve sesi artık
işçi sınıfının emrindedir ve ölene değin bu ses hiç
susmayacaktır.
60’lı yıllar Ruhi Su sanatının halkla buluştuğu,
kitlelerle kucaklaştığı yıllardı. Özellikle Türkiye
İşçi Patisi’nin gecelerinde hep bir ağızdan söylenen
türküler, salonlarda, alanlarda kitlelere verilen bir
komut olurdu. İşçiler direnirken, gençler yürürken,
köylüler hak isterken insanları bayrak bayrak taşıyan
inancın içinde Ruhi Su Türküleri’nden de bir demet
olurdu hep.
70’li yıllarda sanata dönük daha yoğun bir
yaşantı gözleriz Ruhi Su’da. 1975 yılında Dostlar
Tiyatrosu bünyesinde ilk üyelerini sınavla seçerek
aldığı Dostlar Korosu’nu kurarak çoksesli türkü
çalışmalarını başlatıyordu. Aynı yıl Sümeyra Çakır
da bu topluluğa korist olarak katılacaktı. 1976 yılının
sonunda “El Kapıları”, 1977’de “Sabahın Sahibi Var”,
1978’de ise “Semahlar” uzunçalarlarında Dostlar
Korosu Ruhi Su’ya eşlik etti. Ruhi Su koro ile birlikte
başta İstanbul, Ankara olmak üzere Anadolu’nun
birçok yerinde dinletiler verdi.
İsmi yurtdışına taştı. Avustralya’da, Avrupa’da
dinleyicileriyle buluştuğu etkinliklere katıldı. 12
Eylül askersel devirmesiyle koro çalışmaları da büyük
ölçüde etkilendi ve kendi içinde bir sessizliğe büründü.
Aslında Ruhi Su da sonsuz sessizliğine doğru hızla
yol alıyordu. Rahatsızlığı giderek artıyordu.
Prostat kanseri tanısı konmakla birlikte yaşama
olasılığı vardı. Yurtdışına gidip bu rahatsızlığına köklü
çözümler bulmak olasıydı, ama o günün yetkilileri
bu uluslararası üne sahip kültür elçimize pasaport
vermediler. Verdiklerinde ise zaman çok geçti. Yaşamı
acılarla, fırtınalarla geçmiş, ünü sınırlarımızı aşarak
evrensel boyutlara ulaşmış bu büyük sanatçı, bu aydın
ve kendisini içinden çıktığı halkına adamış politik
insan, 20 Eylül 1985’te aramızdan ayrıldı. [11]
Fiziksel varlığı toprağa düştüğünde 73
yaşındaydı ve arkasında sayısız yapıtlar bırakmıştı.
Daha çok cezaevinde ürettiği bu yapıtları sonradan
plaklara, bantlara, CD’lere döküldü. Ölümüne değin
16 adet plak ve 11 adet uzunçalar çıkardı.
Nâzım Hikmet’in şiirlerini de ilk kez
türküleştiren Ruhi Su’nun “Seferberlik Türküleri ve
Kuvayı Milliye Destanı”, “El Kapıları” ile “ŞiirlerTürküler” uzunçalarları Almanya’da da basıldı. “El
Kapıları” Köln’de yılın “Eleştirmen Ödülü” nü aldı.
1991’de, o yılın ‘Yunus Emre Yılı’ olması nedeniyle,
ABD’de bir plak şirketi “Yunus Emre” ve “Pir Sultan
Abdal” plaklarını tek CD’de toplayarak yayımladı.
Ruhi Su’nun yaşadığı dönemin siyasal
erklerinin tümünden baskı ve yasaklar görmüş bir
ömrü trajik bir biçimde noktalamış olmasına da
şaşmamak gerekir. Yaşamının son günlerinde kanser
hastalığının tedavisi için yurtdışına gitmek istemine,
12 Eylül askeri darbesinin siyasal kadrolarının izin
vermemiş olması, belki onu incitmiştir ama ölürken
bile onuruyla topluma bir ileti vermesine fırsat
yaratmıştır.
Toparlarsak: 12 Eylül darbecilerinin
öldürdüğü Ruhi Su, Aziz Nesin’in deyişiyle: “Sesi
güzel, işi güzel, kendi güzel, içi güzel bir insan”, Ruhi
Su pasaport alamadığı, yurtdışında tedavi olamadığı
için yaşamıyor artık. Darbecilerin bir “hiç” uğruna
ölümüne neden oldukları, öldürdükleri Ruhi Su,
yaşamı boyunca inandığı doğruları savunan, inatçı ve
inançlı bir komünist olan Ruhi Su şimdi türkülerde,
marşlarda yaşıyor…
Evet, güçtü bizim Bethoven’imiz olan Ruhi
Su usta…
BEETHOVEN
“Müzik, her türlü bilgelik ve felsefeden
daha üstün bir olgudur. Benim müziğimin anlamına
kim ererse, o öteki kişilerin sürüklendiği zavallılık
ve yoksulluktan arınacaktır,” diyen Ludwig Van
Beethoven kimilerine göre müziğin gelmiş geçmiş en
büyük dâhisi, kimilerince en büyük 3B’nin ikincisi
(Bach, Beethoven, Brahms), birçok müziksever ve
filozofa göre insanlık devrimini kendine ülkü edinerek
bunu sanatında, müziğinde içselleştirmiş büyük
bir yaratıcı, senfonileriyle klasik batı müziğinin ilk
anayasasını yazmış düşünürdür...
Beethoven imgesi gerek müzikte gerek
sosyal tarihte bir tür toplumsal devrim ülküsünün
simgesi olmuştur. Bu devrimcilik anarşik bir yıkıp
yok etmeciliği ya da nihilist bir değillemeciliği değil
idealizmi çağrıştırır. Köklerini materyalist bir dünya
görüşünden ya da Marksist bir işlevselcilikten alan
bir duruş değildir bu. Romantik söylemle içli dışlıdır.
Zorbalığın karşısında duran, ezen-ezilen ilişkisinde
ezilenin özgürleşmesinden yana olan, eşitlik ilkesine
tutunan, kardeşliği savunan halkçı bir devrimciliktir.
Bu aslında müzikte romantik dönemin içine işlemiş
bir sanatsal başkaldırı ruhunun, Fransız devriminin
getirdiği eleştiri ruhu ve yeni değerler anlayışıyla
62
birleşmesinden başka bir şey değildir.
Edouard Herriot’ın Beethoven hakkında
1929’da yazdığı kitap, bu politikacı ve bestecinin
ortak ülküsünü şu satırlarda ne de güzel hissettiriyor:
“Bizler, Avrupa’nın sorunlarının köhne metotlarla
çözülemeyeceğine inananlar, her ulusun içinde üstün
kişilerin barışçı bir ortamda serbestçe yetişebileceği
yeni bir yolu arayan bizler, büyük Ustanın [Beethoven]
ruhuna sadık kalıyoruz. Ve öyle düşünüyoruz ki,
insanlığın her üyesi eğer yüce ruhlu ise, bize sanata
bağlılığı, ahlâk olgunluğunu, barış için yılmadan
çalışmayı topluca öğreten bu eşsiz yaratıcıyı örnek
edinmeli, öğütlerini dinlemelidir.” [12]
Yine ironik betimlemesiyle; “Tanrı bazı
insanların kulaklarına fısıldıyor, benimkisine ise
bağırıyor. Bu yüzden sağırım,” diyen Ludwig Van
Beethoven’in yaşamöyküsünü ilk yazan müzik yazarı
olarak bilinen dostu Schindler de, Onun hakkında
şöyle bir saptama yapmıştır: “Beethoven, mevcut her
siyasi kuruma karşı muhalefetini sonuna kadar dile
getirmekten kaçınmamıştır.”
Beethoven’in (1770-1827) bestelediği
yapıtlarla insanlık tarihine kazınan yıllar, Alman
Aydınlanması’nın yükseliş gösterdiği dönem içinde
değerlendirmemiz gerekir. Beethoven doğal olarak
Fransız Aydınlanması’ndan da etkilenmiş, Voltaire,
Rousseau gibi düşünür ve yazarların düşüncelerinden
yararlanmış, ama daha çok Alman Aydınlanması ile
beslenmiştir.
Beethoven’i Aydınlanma düşüncesinden ve bu
düşüncenin toplumsal, siyasal alana uygulanmasından
doğan Fransız Devrimi ilkelerinden ayrı düşünmek
olanaksızdır. Mozart’ın (1756-1791) müziğinde
her şey yalın, melodik, incelikli ve hoş, ondan bir
kuşak sonrasındaki Beethoven’in müziğinde ise daha
etkin, daha kesin, daha kararlı, kavgacıdır. Çünkü
Beethoven’in soluduğu hava daha özgürdür.
Zaten 1800 yılında yazdığı bir mektupta,
“Sanatımı yalnızca yoksullar yararına kullanacağım,”
diyen Beethoven’nin eserlerinde “özgürlük, eşitlik,
insan sevgisi” egemendi ve O hiç kimsenin dümen
suyuna girmedi…
Gerçekten de Adnan Binyazar’ın ifadesiyle,
“Gerçek sanatçı yalnızca çağının portresini çizmez,
kendi portresinin de yaratıcısıdır o. Bilir ki, kendinden
başka kimse çizemez kendi desenini; ona uyacak rengi
bulup tuvale süremez. Görülüyor ki, yaşadıklarıyla
Beethoven kendi çizimiyle de yetinmiyor, çağının,
insanının, toplumsal duyarlığın, yurt ve insanını
sevmenin bilincini da aşılıyor yüreklere...”[13]
Ve nihayet Mozart’ın, öğrencisi Beethoven
için “Bu çocuğa dikkat edin. Yakında bütün dünya
onun önünde ayağa kalkacak,” derken; Goethe
de şunları ekler: “Şimdiye kadar Beethoven gibi
içtenliğini enerjisiyle birleştirebilmiş başka bir
sanatçı görmedim. Dünyanın karşısında nasıl dikilip
durduğunu şimdi daha iyi anlıyorum...”
Beethoven’i Beethoven yapan dünyaya
aşağıdan bakabilmesiydi; Sezen de öyleydi…
SEZEN AKSU
“Acılarım oldu herkes gibi elbet/ Herkese
kısmet olmayan sevinçlerim/ Unutulmayı da göze
aldım, evet/ Hayat sana teşekkür ederim!” diyen
Sezen Aksu’nun “- Sizi ne heyecanlandırır?” sorusuna
verdiği yanıtın “- Aşk” olmasında şaşırtıcı bir şey
yoktur; tıpkı, “- Heyecanınızı ne öldürür?” sorusuna
verdiği “- Mülkiyet duygusu” [14] yanıtı gibi…
Kolay mı? Aşk şarkılarının iflah olmaz şairidir
Sezen Aksu…
‘Belalım’, ‘Beni Yak Kendini Yak’, ‘Bir Kış
Masalı’ Onundur…
Ve Konfüçyüs’ün dediği “insanın en güzel
süsü tevazu” da ondadır...
Sonra da hep politik, yani belli bir duruşu olan
bir sanatçı kimliğiyle yolunu sürdürdü Sezen Aksu.
O duruş, kimi zaman sanki uzaktan seyredilen, ama
aslında hepimizin içinde olan bir çocuk simgesinden
yansıdı ­ “Bir çocuk gördüm uzaklarda/ Biraz çocuk,
biraz adam, biraz hiçti/ Ellerinde yaşlı zaman
demetleri/ Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti/
Bir çocuk sevdim uzaklarda/ Bir elinde yarın, öbür
elinde dün/ Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün/
Dünyanın hâline gülüp geçti.” - kimi zaman da bir
duanın söylemiyle sonraki bütün kuşaklara yönelik
bir uyarı olabildi: “Ne para, ne pul, ne iktidar, ne de
güç/ Bu değil gerçek, bu değil gerçek/ Bu kavga bir
hayırsız düş/ Uyanır neslim, uyanır elbet/ Bugün dua
ettim hepimiz için/ Yüce tanrı insanı affetsin.”
Özellikle seksenli yıllardan bu yana,
politikliği, yaşamdan ve insandan yana belirgin
tavır alma eğilimi hızla erozyona uğrayan bir sanat
ortamında Sezen Aksu, hep kendine özgü, sapasağlam
ve insandan yana çıkan bir ahlâkın temsilcisi olarak
kaldı. Bu nedenle onun şarkı sözleri, insanı daha
insanca bir dünyaya götürmeyi temel amaç edinmiş
bir müziğin olmazsa olmaz notaları sayılır.[15]
Örneğin O, Amsterdam Concertgebouw’undaki
konserinde seyircilere, “Aramızda çok saf bir şey
var. İnsanlık hâli, ben de insanım, uzaylı değilim, siz
beni anlarsınız diye umuyorum,” derken; yıllardır
şarkılarında insanlık hâllerini anlattığı için sevilmiş
olduğunun bilincindeydi…
O bizden biriydi…
“Kentsel yenilenme” vurgunu yiyen ve
harabeye çevrilen Sulukuleliler ile “Sulukulemizi yıkmasınlar…”
1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Van’da sahneye çıkıp, “Yoldaşlarım, biz barışı şarkılarla kurduk…
Sevgili arkadaşlarım, sevgili yol arkadaşlarım, bunu laf olsun diye söylemiyorum. Bizimkisi çok sahici bir
yol arkadaşlığı. Üç kuşaktır şarkılarla dünyanın beceremediği barışı yaşamayı beceriyoruz. Kalpten kalbe
köprü kuruluyor şarkı söylerken, şarkı dinlerken, bir şarkıyı, bir resmi, bir şiiri paylaşırken... Dünyanın bütün
kuralları yerle yeksan oluyor...”
Ankara’daki konserinde Türkiye’nin son dönemdeki durumundan kaygı duyduğunu dile getirerek,
“İnsanlar mutsuzken ben mutlu olamam… Ben tek başıma ne yapabilirim diye düşünüyorum. Bir insanın
bireysel öz gücünün farkına vardığı andan itibaren yapabileceklerini düşünüyorum. Kapımızın önünü
süpürürsek, hepimiz şöyle ucundan kıyısından tutarsak, inanıyorum ki çok daha güzel şarkılar paylaşacağız.
Geceleri çok daha rahat uyuyacağız. İçimiz kanamayacak hiç durmadan. Olacak, sessiz kalmamanızı bilhassa
rica ediyorum…” diye haykırandı…
Ötekilerindi; hep, ötelenenlerin, “öte”de kalanların yanında oldu Sezen Aksu...
Anımsayın: “1991 tarihli ‘Gülümse’ albümüne adını veren şiirin 1970’lerdeki yasadışı bir partinin
kurucusu Kemal Burkay’a ait oluşunda cesaret bulanlar, ya da Aysel Gürel’in 1980’de idam edilen Erdal Eren
için yazdığı ‘Son Bakış’ı yorumlayışını önemseyenler haksız değil. Ama bunları ancak bir duyarlılığın tekil
dışavurumları olarak görebiliriz. Kaldı ki, kişisel olarak, Aksu’nun, örneğin Diyarbakır’a gidip Türkiye’nin
bütün halklarını ve dillerini sahnede bir araya getirmek için OHAL’in kaldırıldığı 2002 yılını beklemesine ya
da Cumartesi Anneleri’nin eylemlerine bizzat yer alması çok etkili olabilecekken bir kaset yapmakla yetinip
bir de kendisini Cumartesi Annesi ilan edişine mesafeli yaklaşanlar arasındayım. Ne var ki, bu mesafeyi
yeniden değerlendirmemizi sağlayabilecek içtenlikli şarkılar var ‘Deniz Yıldızı’nda.
Aksu’nun Hrant Dink’e ithaf ettiği ‘Güvercin’de yer alan ‘Kaldırımlar zabıt tuttu şahidiz hepimiz/ her
yer tetikti’ dizelerindeki açıklık; ‘Memet’ adlı parçasında ‘Öteki de sen beriki de sen’ diyerek ‘öteki’nin adını
da Memet koyuşunda ve ikisine de ‘sen yine de hep hayattan bahset’ diye seslenişindeki vicdan; ‘Tanrı’nın
Gözyaşları’ adlı parçasının ‘Bir büyük gözaltı hayatımız/ ölü çocuklar coğrafyasında/ Kayıplar destanı
hikâyemiz/ melekler anaların dilsiz yasında’ dizelerindeki yakıcılık asla azımsanacak şeyler değil. Sanatçının
‘öte’ tarafa gösterdiği duyarlık kayda değer. Üstelik bu şarkı sözlerinin toplamının ifade ettiği duruş, Aksu gibi
sosyal, kültürel ve siyasi açıdan çok geniş bir yelpazede kitleleri etkileme gücüne sahip popüler bir sanatçı
tarafından sergilendiği için de ayrıca önemli ve değerli”ydi…[16]
10 Şubat 2009 15:00:33, Ankara.
N O T LAR
[*] Çoban Ateşi, Yıl:3, No:82, 5 Mart 2009…
[1] Nietzsche.
[2] Özlem Tokuş, “Zamanın Sesi Müzik”, Başka, No:4, Ekim 2008, s.73.
[3] Aaron Ridley, Müzik Felsefesi Tema ve Varyasyonlar, çev: Bilge Aydın, Dost Kitabevi, 2008.
[4] Fahir Atakoğlu, “Müzik Benim Yaşam Biçimim”, Cumhuriyet, 7 Mart 2008, s.14.
[5] Doğan Hızlan, “Müzikçiler Toplumsal İklimin Meteorologlarıdır”, Hürriyet, 17 Aralık 2007, s.24.
[6] Ahmet Say, “Müzik Yazıları”, Müzik Ansiklopedisi Yay., 2007.
[7] Haluk Çobanoğlu, Arabesk, Fotoğrafevi Yay., 2007.
[8] Aptülkadir Elçioğlu, “Müzikte Sessizliğin Senfonisi”, Cumhuriyet Hafta Sonu, 6 Aralık 2008, s.4.
[9] Zeynep Oral, “Brel, Otuz Yıl Sonra...”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2008, s.17.
[10] Adnan Özer, Ölümsüz Şarkı Victor Jara, Yarın Yay., 1985.
[11] Sönmez Targan, “Bir ‘Ezgili Yürek’in Öyküsü”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2005, s.6.
[12] Edouard Herriot, Beethoven, Çev: Cevza Aktüze, Pan Yay., 2007, s.15.
[13] Adnan Binyazar, “Sanatçının Sorumluluğu”, Cumhuriyet Dergi, No:1149, 30 Mart 2008, s.8.
[14] “Sezen Aksu 20 Soru”, Taraf, 15 Kasım 2007, s.20.
[15] Ahmet Cemal, “Bir Sezen Aksu Kitabı...”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2006, s.17.
[16] Ahsen Erdoğan, “Başka Bir Dünyanın Mümkünleri”, Radikal, 23 Temmuz 2008, s.20.
64
şiir seçkisi
Şükrü Erbaş
Hüseyin Atabaş
ANKARA
KOCAMAN BİR ÇOCUĞU ÖPÜYORSUN
Sevda sarışındır diyelim Ankara'da;
belki esmer, belki de kumral.
Rengi ne olursa olsun
bir tutam saç düşer ya alnına
ya da ne bileyim
akşam, oyundan dönen çocukları
korka korka götürür
koyardı evlerine.
Öyle öğretilmese de
ayrı dünyaların dilinden örülmüş
öyle bir sur ki Ankara
ya da suskun bir hüdayda.
Ceyhun Atuf un Kuvay-i Milliye günleri
onun sevgi pınarı yüreğindeymiş meğer,
meğer o canım kır çiçeği gözlerinde.
Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun.
Ağzında eriklerin aceleci tadı
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.
Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor
Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı
Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen
Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun.
Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı
Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa
Ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr
Sürülmüş bir deniz dibi tarla,
iç içe kale ve bozkır;
sevda mı gurbete sürülmüş
yoksa ben mi sevdaya sürgünüm?
Özlemler, yorgunlukları
ağır ağır götürür
koyardı evlerine.
Kim ne derse desin
Anadolu'nun düş kırıklığıdır Ankara
ya da dalkavuk bir bürokrat.
Bulvarda bekliyor olmalı şimdi
sekreter sevgilim Nurhayat
Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun.
Sakarya Caddesi'nde sarhoşlar
Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin
Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar.
Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum
Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun.
Örseler acıyla düştüğü yeri
Susarak büyüyen adamların sevgisi.
Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek
Siyasal görünümlerin rengi
nasıl düşünülürse öyledir
dedim ya, öyledir sevdalar da.
Evrensel gerçeği yadsımak sayrılıktır;
kurt nasıl oyarsa tahtayı
öyle bir şey yürüyor içerimde.
Karım evde, sevgilim bulvarda
beklemeler, birlikte götürür
geçim derdiyle yaşama isteğini
gömerdi evlerine.
Ama bir şeyler daha gerek;
ezan gibi ney gibi kudüm gibi!..
Ne isen öyle gel dostum
yürürlükte olanı olmaza çevirerek.
Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik
Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun.
İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk
Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını.
Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun
Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam
Yıldızlarla yedi renk gökyüzünü öpüyorsun.
Sen bende, gözlerinin anne ışığıyla
Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu
öpüyorsun.
1995
65
kentlerin tarihi
ROMA DÖNEMİNDE ANKARA
Mehmet ÖZER
Ankara’da Galatların egemenliğinin yaşandığı dönemde İtalyan Birliğini sağlamış olan Romalılar
(İ.Ö.272) doğuya yöneldiler. Anadolu’nun batı bölgelerini egemenliği altına alan Roma’nın baskısı
Anadolu’da giderek artmış (İ.Ö.189) ve Roma Konsülü Manlius Vulso Galatlarla giriştiği savaştan
zaferle çıkmıştır. Romalıların Bergama’yı ele geçirmesiyle birlikte (İ.Ö.130) Asya Eyaleti (Provincia
Asia) İ.Ö.129 yılında kuruldu ve Ankara’da Asya Eyaletine bağlandı. Romalıların Anadolu’daki
egemenliği İ.Ö.30-İ.Ö.35 yıllarında başlar. Uzun ve yıpratıcı savaşlardan sonra Roma’da Cumhuriyet
zayıflamış İ.Ö.27 yıllarında Augustus’la birlikte imparatorluk dönemi başlamıştır. İmparator Augustus
Galatları kendine bağlayarak Galatia Eyaletini kurmuştur. İ.Ö.21 yıllarından itibaren Ankara,
Galetia Eyaletinin başkenti olmuştur. Roma batının doğuya ilerlemesinin yolu Ankara’yı elde tutmak
olduğunu çok iyi biliyordu. Bu nedenle Roma İmparatorluğunun sonuna kadar Ankara metrapol
olmayı sürdürmüştür. İmparator Augustus, ölümünden önce hazırladığı vasiyeti, ölümünden sonra tüm
Roma eyaletlerine gönderilmiştir. Ölümünden sonra tanrılaştırılan Augustus bir kült haline getirilmiş,
Galatlar imparatora olan minnettarlıklarını adına bir tapınak inşa ederek vasiyetini tapınağın duvarına
kazımışlardır. Bu tapınak Ulus’taki Hacı Bayram Camiinin yanındaki Augustus tapınağıdır.
Roma döneminde yapılan yollar köprüler sayesinde ‘Kral Yolu’ yeniden canlanmış ve Ankara
bugünkü Çankırı Caddesi, Bendderesi, Hacettepe, Gençlik Parkı yönlerine doğru gelişmiştir. Roma
dönemine ait yapılar; Roma Tiyatrosu, Roma Hamamı, Julianus Sutünü, Roma Yolu, spor alanlarıdır.
Arkeolojik kazılarda gün ışığına çıkartılan heykel, süs eşyaları, mezar taşları, Anadolu Medeniyetleri
Müzesi’nde sergilenmektedir.
Ankara Kalesi surlarının onarımında kullanılan Roma dönemine ait yazıtlı süslemeli mermer
heykeller görmek mümkündür.
66
ROMA HAMAMI
Ulus Çankırı Caddesi üzerinde bulunan Roma Hamamı, Frig yerleşimi üzerine kurulmuştur.
Hamam 80 x 130 metre boyutlarında ve dikdörtgen biçimindedir.
Hamamın Roma İmparatoru Coracalla (1.S.211-217) döneminde yapıldığı bilinmektedir. İ.S.
844 yıllarında çıkan yangın sonu yıkılmıştır.
Arkeolojik kazılar sonucunda bulunan yılan kabartmaları hamamın Sağlık Tanrısı AKSLEPİOS’a
adandığını göstermektedir. Kazılarda, Frig, Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerine ait kalıntılar
bulunmuştur.
Roma Hamamı iki bölümden oluşmaktadır. Spor alanı ve hamam. Hamam Frigidarium
(soğukluk) tepidarium (ılıklık), coldarium (sıcaklık) bölümlerinden oluşmaktadır. Frigidarium
bölümü, piscina (yüzme) apoditonum (soyunma), caldarium bölümünde terleme ve yıkanma odaları
bulunmaktadır. Sıcak havanın dolaşımı sağlayan yer altı ısıtma sistemine sahiptir. Roma Hamamı,
yazıtların mezartaşlarının, sütunların sergilendiği açık hava müzesidir.
67
JULIANUS SUTÜNÜ
Roma imparatoru Julıanus’ un Ankara’yı ziyareti anısına İ.S.362 yılında dikilmiştir.
Sutün 14,5 metre yüksekliğindedir. Halk arasında ‘Belkıs minaresi’ adıyla da anılır.
Ulus semtinde, Ankara valiliğin önünde yer almaktadır.
ROMA TİYATROSU
Ankara kalesinin Bent Deresi bölgesinde bulunan tiyatro, İ.S. 1. yüzyılın yarısı ile 2. yüzyılın
başlarında yapıldığı sanılmaktadır. Ankara bir Roma kenti olarak önemli bir merkezdir. Tiyatro bu önemin
kanıtlarındandır, Tiyatro Roma döneminden sonra, Bizans döneminde de kullanılmıştır.
Tiyatro yarım daire biçiminde oturma sıralarından ve merdivenlerinden oluşan antik dönemin
geleneksel tiyatro yapısına sahiptir. Sahne oyunculara ve müzisyenlere beş kapıyla açılır. Tiyatroda
yapılan kazı çalışmaları sonucunda , Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerine ait Sikke, Seramik, Kandil,
erkek ve kadın heykelleri bulunmuştur.
68
kitap seçkisi
YÖNETİCİLER, YÖNETİCİ ADAYI GENÇLER VE ÖĞRENCİLER İÇİN BİR REHBER
“SORUMLULUKLAR VE PAYLAŞIMLAR ÜZERİNE…”
Hasan Barutçu
Hasan Barutçu, Tepe Grubu’na uzun yıllar hizmet verdikten sonra 2001 yılında Yönetim
Kurulu Murahhas Üyeliği görevlerinden ayrıldı. ‘Şirketlerin Sosyal Sorumlulukları’
konusunu, Tepe’deki deneyimlerinden hareketle bu kitapta anlatıyor.
“Bu kitabı yaşadığım deneyimlerimin çeşitli şirketlerdeki bugünün her yaştaki
yöneticilerine, özellikle de yönetici adayı profesyonel gençlere ve öğrencilere bir örnek
oluşturması için kaleme aldım.
“Daha doğrusu bunu bir görev olarak görüyorum.
“Ve onlara diyorum ki, esas işiniz şirketinizin verimli ve kârlı çalışmasını sağlamaktır.
Öncelikle bu gelir. Ancak bu yetmez. Sosyal çalışmaları göz ardı ederseniz büyüyemezsiniz,
saygın ve güvenilir olamazsınız. Bu türden çalışmalar hem topluma karşı bir görevinizdir,
hem de hiç merak etmeyin, bir şekilde size geri döner.”
Hasan Barutçu
“Bu kitap, küresel kapitalist sistemin büyük bir depremle sarsıldığı bir dönemde yayımlanıyor. Finans sistemlerinde
başlayan krizin, aşama aşama reel kesime yayılmasının sonuçlarını yaşamakta olduğumuz bu günlerde, olgular bizi
sorumlu olmanın değişik anlamları üzerinde düşünmeye davet ediyor. Bu kriz sürecinde ve sonrasında burada yazılanların
daha da önemle ele alınması bir gereklilik olarak gözükmektedir.”
İlhan Tekeli
EMEKLİ VALİDEN ANILAR
Doğan Pazarcıklı
Doğan Pazarcıklı 1939 yılında Bursa’nın Yenişehir İlçesinde doğdu. 1961 yılında
Mülkiyeden mezun olduktan sonra kaymakamlık, mülkiye müfettişliği ve valilik
görevlerinde bulundu. 1982 yılında otuz üç vali ile birlikte re’sen emekli edildi.
1990 yılında merkez valiliği görevine iade edildi. 2004 yılında yaş haddinden emekli
oluncaya kadar bu görevde kaldı. Türk İdareciler Derneği, Mülkiyeliler Birliği
ve İstanbul Mülkiyeliler Vakfında değişik görevler üstlendi. “EDEBALİ’DEN
AKDAMAR”A adlı anı kitabı kaymakamlık, mülkiye müfettişliği ve valilik anıları
ile çocukluk, gençlik, öğrencilik anılarından oluşuyor.
69