İndir
Transkript
İndir
DİYARBAKIR SOSYOKÜLTÜREL TARİHİ 2 Prof. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT (Koordinatör) Katkılarından dolayı Müh. Murat TOMAR’ a teşekkür ederiz. T. C. Dicle Üniversitesi Dicle Üniversitesi Rektörlügü SUR / DİYARBAKIR Prf. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT T. C. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi SUR / DİYARBAKIR 1 DİYARBAKIR SOSYOKÜLTÜREL TARİHİ 2 Editörler Prof. Dr. Kenan Haspolat Yrd. Doç. Dr. Nizamettin Hamidi ISBN: 978-975-7635-49-9 KASIM 2013 1. BASKI Grafik & Tasarım Eda Esra ÇELİK ve Seda ÇELİK Kapak Tasarım Edip Çelik Baskı UZMAN MATBAACILIK VE CİLTLEME Kadir TÜRKMEN Davutpaşa Cad. Güven Sanaii sitesi B / Blok No: 315 Topkapı - İSTANBUL Tel: (O212) 565 23 00 Gsm: 0555 616 17 21 Yayınların Bilimsel ve Hukuki sorumluluğu Yazarlara aittir. Kaynak gösterilerek kısa alıntı yapılabilir. Kısmen ya da tamamen çoğaltılamaz. 2 KAMU TARİHİ Bölüm editörleri: Yrd. Doç. Dr. Nizamettin Hamidi - Öğr. Gör. Aysel Yılmaz 1. Diyarbakır’ın Kısa Mimarlık Tarihi. Aygül Doru - Nizamettin Hamidi (Sayfa 1- 170) 2. Diyarbakır İdari tarihi. Prof. Dr. Kenan Haspolat (Sayfa 171- 249) 3. Diyarbakır Sağlık tarihi. a. Tarihte Diyarbakırda Sağlık Hizmetleri Hastahaneler. b. Tarihte Diyarbakırdaki Hekimler c. Diyarbakır’da Halk Sağlığı. d. Tarihte Diyarbakır’da Hijyen ve Temizlik. e. Tarihte Diyarbakır’da Engellier Prof. Dr. Kenan Haspolat (Sayfa 250- 310) YAŞAM TARİHİ Bölüm editörü: Yrd. Doç. Dr. Nizamettin Hamidi - Yrd. Doç. Reyhan Gül Güven 1. Diyarbakır düğünleri. Vedat Güldoğan (Sayfa 311- 325) 2. Diyarbakır’da tarihte yeşil ve ağaç sevgisi. (a. Yeşil Şehir Diyarbakır. b. orman kenti diyarbakır.) Aygül Doru. (Sayfa 326- 369) 3. Diyarbakır’da spor. Vedat Gündoğan (Sayfa 370- 377) 4. Diyarbakır halkı nasıl bir halktır. Prof. Dr. Kenan Haspolat (Sayfa 378- 393) 5. Zorunlu göç ve Diyarbakır. Prof. Dr. Kenan Haspolat (Sayfa 394- 411) 6. Diyarbakır’da Çayda Çıra’nın Hikayesi Mehmet Ali Abakay (Sayfa 412- 415) 3 DİYARBAKIR’IN KISA MİMARLIK TARİHİ Aygül Doru Nizamettin HAMİDİ* Ünlü seyyahlardan William Heude 1800’lerin başlarında ziyaret ettiği Diyarbekir için şöyle yazmaktadır; ‘Bütün gece ve ertesi günün sabahı, bana rehberlik eden bir ermeni ile kenti dolaştım. İstanbul da dahil olmak üzere, tüm Müslüman kentlerden daha iyi inşa edilmiş olduğunu gördüm. Sokaklar oldukça temiz, geniş ve diğer şehirlerden daha düzenli, genellikle taşlarla döşeli, çarşılar büyük ve iyi donatılmış, siyah mermerden kaplı hamamlar gösterişli olduğu kadar da kullanışlı idiler’. William Heude (1817) isimli seyyah, Diyarbakır şehrinin oldukça iyi inşa edildiğini, sokakların düzenli taşlarla döşeli olduklarını, bunların temiz ve diğer kentlerden daha geniş olduğunu belirtmektedir (11). Evliya Çelebi seyahatnamesinde Diyarbekir şehrinin çok temiz olduğunu, bunun nedeninin de şehrin çer çöpünün doğruca hamamlardaki külhanlara götürülüp yakacak olarak kullanıldığını belirtir. Yine bu hamamların atık sıcak sularından faydalanılması düşünülmüş, sular genelde hamamların yakınlarındaki tarihi camilere yönlendirilerek camilerin tabanının altında yapılan labirent şeklindeki mazgallardan günümüz tabirince alttan ısıtma sistemine dönüştürülmüş ve mükemmel bir şekilde uygulanmıştır. Bu olay 1970’li yıllarda Ulu cami tamirata alındığında tabanlar sökülünce görülmüştür (10). Bu seyyahların intibalarından da anlaşıldığı üzere tarih itibariyle mükemmel bir sicile sahiptir. Diyarbakır’da mimariye verilen önem vakıfların çeşitliliğinden de anlaşımaktadır (Tablo 1). Tablo 1. Diyarbekir Beylerbeyliği’ndeki Vakıfların Dağılımı Vakfın Adı Camiler Mescidler Medrese ve Mektepler Zâviyeler Mezarlar Çeşme ve Sebiller Su Kuyusu Köprüler Hanlar Haremeyn vd. Su Vakfı Hamamlar Toplam Sayısı 34 172 21 43 21 9 1 2 4 5 1 1 314 Yüzdesi (%) 10,83 54,78 6,69 13,69 6,69 2,87 0,32 0,64 1,27 1,59 0,32 0,32 100 *Yrd. Doç. Dr. Nizamettin Hamidi Dicle Üniversitesi Mühendislik Fakültesi 4 MİMARİ TEŞKİLAT Diyarbakır sur ve tarihi evlerin güzelliğinde şüphesiz mimarların ve bina işçilerinin katkısı olmuştur. Bunların varlığı ve isimleri surların üzerinde, tahrir defterlerinde ve resmi valilik yıllığı olan 19. yüzyıl salnamelerinde görülmektedir. Diyarbakır’da geçmişte mühendisliğin gelişmiş olduğunu Mardinkapı’nın doğusundaki burcun batısında yerden iki metre yükseklikteki kitabede ‘‘Mühendis Cemil oğlu Amildi Ahmed gözetiminde yapıldı’’ cümlesinden anlaşılmaktadır (1). Diyarbakır Mimarları Muhammed bin Selame isimli mimarın ismi Melikşah burcu (1108), Nur burcu (1089), Fındık burcu (1092) üzerinde rastlanmıştır. Ulu cami (1091) de mimarın eserleri içinde sayılır. Diyarbakır’da 1237 tarihinde iki burcun yapımında beraberinde Mesud ve Ebul Ferec isimli iki mimar daha çalışmıştır. Başmimar (üstad) olarak görev yapmıştır. Bu ekiple 1223’de Mesudiye medresesi de yapılmıştır. Cafer bin Mahmud 13. yüzyılda Diyarbakır’da mimarlık yapmıştır. 1218 tarihli Devegeçidi suyu ya da Cumek köprüsünü yapmıştır. Cafer bin Mahmud, yanında mimar Osman bin Takak’la 1223’de Ambar çayı köprüsünde de görev yapmıştır. Cafer bin Mahmud hamisi olan Artuklu hükümdarı Melik Salih bin Mahmud’un yanında içkaledeki sarayda da çalışmıştır. Cafer bin Mahmud, Yahya bin İbrahim ekibine İbrahim bin Cafer de katılmıştır. Yahya bin İbrahimin eserleri içinde Yedikardeş burcu ve İçkaledeki Artuklu sarayı (1200–22) vardır. Mimar Cafer bin Mahmud ve İbrahim bin Caferle birlikte bu eserleri yapmıştır. İbrahim bin Cafer’i 1208’de evli bende burcunu yapmıştır (2). Tarihte şehir imar ve inşa faaliyetlerinin gelişmesinde meşhur mühendis ve mimarlara rastlanılmaktadır. Bu simalara Karakuş El Hesabi ve Yakut El Hesabi örnek verilebilir (3). 19. yüzyılda da önemli eserlerde mimarlar görülmektedir. 1869–1905 tarihli Diyarbakır salnamelerine bakıldığında 19. yüzyılda mühendis kadrosunun varlığı gözlenmektedir. Teknik Ekip isimleri aşağıdaki gibi teşkil edilmiştir: Sermühendis Rıza Efendi (Sâlise) Mühendis İbrahim Efendi Mühendis Fuad Efendi Müfettiş ve mühendis Abdin Bey Kondüktör Valisemaki Efendi Kondüktör Osman Efendi Mühendislik ve Mimarlık yönünden Diyarbakır, Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin dikkatini çekmiştir. 1950–1954 yılı Reisicumhur Celal Bayar’ın nutkunda Diyarbakır’da Mühendislik koleji açılacağı ifade edilmekte ve Güneydoğu ve Doğu’da açılacak üniversitede en uygun yer olarak Diyarbakır görüldüğü belirtilmiştir (4). Mimarların yanında başka kahramanlar da var. Bunlar inşaatta 5 çalışan işçi ve ustalardır. Bunlara ne kadar değer verildiğini aşağıda Tablo 2’de verilen işçi ücretlerinden anlaşılmaktadır. 1869–1905 yıllar arası Salnamelerinde yöneticilerin aylıkları belirtilmiş olup, yapı kadrosu gündeliklerine rastlamadık. Buna karşılık 1790–1840 arasını içeren salnameler (Yılmazçelik s. 335) aşağıdaki Tablo ilginçtir. İşçi ücretinin 2 katı sıvacı, onun da 2 katı mimar ustası gündeliği oluyor. Yazarın kendi hesabına göre 1840 yılında iyi bir mimarın 2 gündeliğiyle iyi bir kırmızı çizme alınabilmektedir. Günümüzle karşılaştırılır ve çizmeye 50-60 milyon lira kıymet koyulursa, mimar aylığının bir milyarı bulduğu görülür. Tablo 2. Geçmişe ait tüketim maddelerinin fiyatları ve inşaat işçi ücretleri Cinsi Ölçü 1840 yılı fiyatı Buğday İst. Kilesi 13,5 kuruş 0,74 0,37 0,18 Ekmek Kıyye 17 para 23,52 11,76 5,88 Koyun eti Kıyye 80 para 5 2,5 1,25 Sabun Kıyye 10 kuruş 1 0,5 0,25 İyi Mimar ustası İyi Mimar ustası Günlük 10 kuruş Günlük 10 kuruş İşçi Günlük 10 kuruş Yapı gereci ve endüstrisi Diyarbakır taş ocakları, Fabrika Semti’ndeydi (eski Mardin yolu). İşçiliğinin zor ve zaman alması nedeniyle, kışın ustalar (boş aylarında) basamak, sahanlık, bingi, sal taşı pencere kapı kemer söve ve lentoları belli normlarda (ölçülerde) hazırlar, ne büyüklükte pencere, kapı, saçak, sahanlık veya merdiven isteniyorsa gidip bunlar satın alınırdı. Böylece iş hem hızlanır hem şantiye alanı rahatlardı (5). Resim 1. Günümüzde taş işçiliği ve taş ustaları 6 Resim 2. Günümüzde taş işçiliği ve işlenmiş taşlar Diyarbekirli eski mimarlar yapı malzeme imalatı ve inşasını nasıl anlatıyor: O bazalt taşı dediğimiz taştan, Diyarbakır’ın ev yaptıracak şahsiyetleri Çıkıntaş’a giderlerdi. Orada Ermeni taş ustalarının hazırladıkları eyvanlar, odalar, Melisler, havuzlar vardı. Beğenip, şu takımı getir, bizim eve işle derlerdi. Yeni yapılmış, işlenmiş taşlar numaralanarak, getirilir. Sur içindeki eve, konumuna göre yerleştirilirdi. O dişi taş o mıntıkadan başka hiçbir yerde yoktu. Karacadağ’dan akan lavın bir damarı o bölgeye akmıştır. Diyarbekir’in taşları genellikle erkek ve siyah taştır. O taşın özelliği ise delikli ve dişidir. Evlerin avlularında ve duvarlarında kullanılan o gözenekli taşlardır. Soğuğu ve sıcağı geçirmez. Taşın bir özelliği de nasıl ki fırında bir gözenekten diğerine ısı geçer ve tümüyle geçtiği yerde korunursa, suyu avluya akıttığınızda su o gözeneklerde birikir ve bir süre sonra serinlik sağlar. Diyarbakır’da avlu taşları döşendiği zaman, taşların arasından kıl çekemezdiniz. O döşeli taşlar birbirine alışmış vaziyetteydi. Eyvanlarda, taş Melislerde o taşlar birbirine bindirilerek yerleştirilirdi ve bu da o taşı işleyen ustaların maharetiydi. Ayrıca bizim Diyarbakır’ın ince derz yüzey kıhêlini Ermeni ustam bana öğretmişti. O kihêl dediğimiz, çürümüş kireçle yumurta akı macun şeklinde karıştırılarak yapılırdı. Yumurta akı kadar dünyada yapışkan başka bir doğal madde yoktur. Sıcağa, soğuğa, yağmura tahammüllüdür. Yoksa bu surlar, bu evler, bu yapılar nasıl dayanırdı bu günlere kadar. Yine bizim Diyarbekir’in eski evlerinin tavan direkleri vardı. O direkler üç türlüydü. En makbulü sudan gelen dağ kavağıydı. Kıymetli olmasının nedeni de iki şıktan dolayıydı. Hem uzun süre suda kaldığı için ağacın içindeki böcekler, kurtlar ölmüş oluyordu. Hem de suya bakır artıkları karıştığı için direkler sağlam olurdu. Ben yüz senelik direği tavandan söktüm. Halen başı çürümemişti. Direk başlarının bağlaması da kireçle yapılırdı. Sandıklı direk çok güzeldi ve dört köşe olurdu. Boydan boya olursa da pervazlı direk denirdi. O direklerin örtü tahtaları da olurdu. Toprak akmasın diye iki direk arasına, altına çıta vurulurdu. 7 Sonra odaların zeminine horasan yapılırdı. Nasıl mı? Anlatayım. Melisin örtüsü yapılmış, toprağı, talaşı serilmiş doldurulmuş olurdu ve toprak sulanıp loğlanırdı. Hem boyuna, hem de enine. Nakkaş hiristiyan kadınlar vardı. O loğlanmış toprağı işleyerek mermer gibi yaparlardı. En ince temiz kumdan ve keçi kılı kullanırlardı. Bu iki malzeme birbirini tuttuğunda o horasanın artık kırılıp dökülmesine imkan yoktu. O kıl işte o kum ve kirecin üzerinde çürümezdi. Şimdi beton dökülürken tutsun diye nasıl demir vazife görüyorsa, horasanın içinde de o kıl aynı vazifeyi görürdü. Horasanı usta serdikten sonra, ertesi gün de o nakkaş kadınlar, ellerindeki kaşıklarla işlerlerdi. Ve pırıl, pırıl yaparlardı. Ayrıca tuğlayı döverlerdi. O horasanın kırmızı rengi de oradan gelirdi. Bağdadilere uyum göstersin diye. Ve bağdadileri ve damları sıvamak için de püşrük yapılırdı. Kabarmış bölümleri usta elindeki malasıyla temizlerdi. Ondan sonra da püşrüğü yoğururdu. Sonra mala ile elindeki püşrüğü ilgili yere kuvvetle vururdu. Bu işleme de hamlama denirdi. Sonra da sıvası çekilirdi. O püşrüğün içine buğday, arpa ve saman tohumları da karışırdı. İşte bahar geldiğinde eski şehir evlerinin damlarında papatyalar açardı (13). Mühendis, Mimarlarımız ve işçilerimiz statik harikalara imza atmışlardır. Malabadi köprüsü: Diyarbakır-Batman karayolu üzerinde, iki ilin sınırında, Batman Çayı üzerinde yer alan muhteşem bir Artuklu eseridir. Yazıtından, 1147– 1148 tarihinde Artukluoğullarından Timurtaş Bin İlgazi tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Kabartmaları ve mimarisi ile eşsiz olan bu köprü için A. Gabriel şu bilgileri vermektedir. “Modern statik hesabının olmadığı devirde bu açıklıkta o zaman için böyle bir eser hayranlık ve takdiri muciptir. Ayasofya Cami’sinin kubbesi, köprünün altına rahatlıkla girebilmektedir. Balkanlar’da, Anadolu’da Orta Doğu’da bu açıklıkta, bu yaşta başka köprü yoktur”. Resim 3. Malabadi Köprüsü Behrampaşa Camii müezzin Mahfili ve Statik 1572 yılında Diyarbakır Valisi Behram Paşa tarafından yaptırılmış Osmanlı eseridir. Giriş kapısının üstündeki sağ ve sol sahanların ters düzeninin bugünkü inşaatlarda kullanılan modern sıkıştırma usulünün günümüzden 400 sene önce taş inşaatına tatbiki suretiyle yapılması fen adamlarının dikkatini çekmekte ve takdirini kazanmaktadır (6). 8 Fuat İplikçi anlatıyor: Diyarbekir’in Behram paşa camisinin harek kapısını gördünüz mü? Harç yoktur orada, kurşunla işlenmiş. Ben İstanbul’da birçok cami gezdim, böyle bir özellik görmedim. Resim 4. Behrampaşa Camii Akkoyunlu eseri Şeyh Mutahhar Camii minaresi de bizi hayrete düşürüyor. Dört ayaklı minare buna önemli örnektir. Altından sokak geçen evlerin altındaki boşluklar yani kabaltılar bir statik eseridir. Diyarbakır’da evlerin altından sokak geçebilmektedir. Statik buna göre ayarlanmıştır. Abdülsettar Hayati Avşar anlatıyor: İstanbul’dan birçok mühendis ve mimar geldi. Onun nasıl yapıldığını hala çıkaramadılar. O iki eyvanın altındaki ters döşemeyi halen çözemediler. Gerçi Deyrul Zafaran manastırında da var ama onlarınki geçmedir. Bizimkisi ters işlemedir. Sol cemaat mahalinin iki eyvanın altındadır ve o bölümün mimari tarzı çok çarpıcıdır (7). Resim 5. Dört Ayaklı Minare 9 Resim 6. Altından sokak geçen evlerin altındaki boşluklar- kabaltılar SURLARIN GENEL MİMARİ YAPISI Kara renkli bazalt taşlarından yapılmış olan Surlar, doğuda Dicle vadisinin 160 m yukarısındaki dik yamaçlar üstünde yükselir. Öteki yönlere doğru belli belirsiz, eğimli bulunur. İçkalenin bulunduğu hafif kabartı bir yana bırakılırsa, şehir bir düzlüğe yerleşmiş, surlar bu düzce yere uymuştur. Şehrin bu kesiminin, derinde akan ve dik yamaçları bulunan Dicle’nin büklüm yaptığı bir yerde olması, tarih çağları boyunca doğudan, biraz da kuzey ve güneyden olan güvenliğe önemli etki yapmıştır. İşte gerek karadan, gerek Dicle üzerindeki yollardan hepsi Diyarbakır’dan geçmek zorunda olduğundan şehir eski çağlardan beri yüksek surlarla çevrilmiştir. Diyarbakır Surları 5 km uzunluğunda, 10–12 m yüksekliğinde ve 3–5 m genişliğindedir. Surların kuşattığı saha doğudan batıya 1700 m, kuzeyden güneye 1300 metredir. Surlar, şehrin batısında bulunan eski yanardağ Karacadağ’dan akan bazalt tabakasının Dicle’ye yakın olan kısmında kurulduğu bazalt tabakaya uygun olarak kalkan balığı şeklindedir. Balığın baş kısmı İçkaleye, kuyruk kısmı ise güneybatı kesimindeki Yedi ve Evli Beden Burçlarının olduğu yere uymaktadır. Diyarbakır Surları’nın yapımında yörenin temel yapı malzemesi olan gri-siyah renkli bazalt taşı çok uzun zamana rağmen bozulmadan günümüze kadar gelebilmiştir. Motifler surlara imzalarını atmışlardır. Özellikle Romalılar, Bizanslılar, Abbasiler, Mervaniler, Selçuklular, İnaloğulları, Nisanoğulları, Artukoğulları, Eyyubiler, Akkoyunlular ve Osmanlılardan günümüze kadar gelen birçok kıymetli burç, kitabe ve kabartmalar bulunmaktadır. Bu eserler o dönemlerin canlı birer şahidi olarak hala yaşamaktadır. Surlar üzerinde her biri birer sanat eseri olan çok sayıda kitabe kabartma bulunmaktadır. Özellikle Yedi Kardeş, Evli Beden, Nur, Selçuklu Burçları gibi büyük burçların kitabeleri ve beraberindeki hayvan kabartmaları çok etkileyicidir. Surlarda figür olarak en sık aslan, çift başlı kartal, kaplan, çeşitli yırtıcı hayvanlar, at, kuş ve akrep figürleri kullanılmıştır. Özellikle aslan ve çift başlı kartal figürleri Yedi Kardeş ve Evli Beden gibi Artuklu burçlarında en sık görülen figürleridir. Çift başlı kartal figürü aym zamanda Selçuklular’in simgesi olmuştur. Bu iki figür güç ve ihtişam 10 belirtisi olarak seçilmişlerdir. Yedi Kardeş ve Evli Beden Burçlarındaki aslan figürleri ‘Avrasya Aslan Modeli’ne uymakta, doğu ve batı şeklinde kuyrukları ve başlarında taçlaı çok ilginçtir. Nur ve Selçuklu Burçlarında ise ‘Gülen Aslan’ kabartmaları dikkat çekmektedir. Ayrıca Nur Burcu, kitabenin yanı sıra simetrik olarak yerleştirilen at, dağ keçisi, kuş ve kadın motifleri ile gerçek bir sanat şaheseridir. Surlar üzerindeki hayvan ve bitki figürleri bize o zamanın sanat zevki zenginliği dışında hayvan ve bitki çeşidi hakkında da bilgi vermektedir. Dağ Kapı ve Mardin Kapı çevresindeki Roma, Bizans, Abbasi, Mervani ve Osmanlı dönemlerinden kalan onarım kitabelerinin yanı sıra muhtemelen onarımlar sırasında yerleştirilmiş mezar taşı, eski anıt parçaları ve inanılmaz canlılıkta çeşitli hayvan ve bitki figürleri çok etkileyicidir. Bunların yanı sıra çeşitli şekillerdeki gamalı haçlar ve anlamları tam bilinmeyen çok sayıda kabartmalar da bulunmaktadır. Yalnız yurdumuzun değil, bütün dünya kaleleri arasında Çin Seddi’nden sonra tarihin enginliklerini bütün heyecanıyla duyurabilen ve oradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen bugün bile sapasağlam bir kale Diyarbakır (Kara-amid) kalesidir denilebilir. 1046 yılında şehre gelen ünlü İran şair ve bilginlerinden Nasır-ı Hüsrev Diyarbakır Surlarının o tarihteki vaziyeti hakkında şu mühim bilgiyi vermektedir: “Eski Dey ayının altıncı (10 Aralık 1046) günü Âmid’e geldik. Şehir yekpare bir kayalığın üstünde kurulmuştur. Uzunluğu iki bin adımdır, enliği de aynıdır. Çevresine kara taştan bir kale duvarı yapılmıştır. Yüz batmandan bin batmana, hatta daha da ağır koca taşları birbiri üstüne istif etmek suretiyle bu kaleyi yapmışlardı. Hisarın yüksekliği yirmi, enliği on kulaçtır. Her yüz arşında, yarım dairesi seksen arşın tutan bir burç yapılmıştır: Mazgalı da aynı taştandır. Şehrin içinden kalenin üstüne çıkmak için birçok yerlerde (burçların içyüzlerindeki kapı yanlarında sağlı sollu) taş merdivenler vardır, bu şehrin dört yanından dünyanın dört cihetine açılmış dört kapısı vardır, kapıların hiç birinde tahta yoktur, hepsi demirdendir. Doğudakine Dicle Kapısı (şimdiki Yeni Kapı), batıdakine Rum Kapısı (şimdi Urfa Kapısı), kuzeydekine Ermeni Kapısı (şimdi Dağ Kapısı), güneydekine Teli Kapısı (şimdi Mardin Kapısı) derler. Bu surun dışında bir sur daha vardır, o da aynı yapılmıştır. Yüksekliği on arşındır. Bütün kale bedenlerinin üstünde mazgallar vardır, mazgalın içinde tamamıyla silahlı bir adamın geçebileceği, kolayca savaşabileceği bir geçit yapılmıştır. Bu dış kalenin de (asıl surdan ibaret) İçkalenin (kuzey, batı ve güneydeki) kapılarına karşı demir kapıları vardır, iki kale arasındaki aralıktan geçmek gerekir, bu yolun genişliği 15 arşındır. Ben dünyanın dört bucağında Arap, Acem, Hind ve Türk memleketlerinde birçok şehirler ve kaleler gördüm, fakat yeryüzünde hiçbir ülkede Amid kalesine benzer bir kale ne gördüm ne de başka yerde bunun gibi görüm diyeni duydum”. Nasır-ı Hüsrev’in bahsettiği dış sur, 1 Ekim 1232’de şehri teslim alan Eyyubi hükümdarı Melik Kamil tarafından yıktırılarak taşlarıyla esas surun tamiri yapılmıştır. Bu dış surun enkazına hala yer yer tesadüf edilmektedir. 11 1. İçkale İçkale, surların “Fis Kayası” denen kuzeydoğu ucundadır. İçkale’nin çevresi iç surlarla tamamen çevrilmiştir. İçkale Romalılar döneminden itibaren şehrin yönetim merkezi olarak kullanılmıştır. Eski dönemlerde yapılan saraylar maalesef günümüze kadar gelememiştir. İçkale’de Bizanslılar’dan kalan Saint George Kilisesi en eski yapılardandır. Bu kilise VI. yy’da yapılmıştır, halen yarı harap vaziyettedir. Bu yapının taş işçiliği ve kubbesinin yüksekliği dikkat çekicidir. İçkale’deki en önemli yapı “Virantepe” denen eski Artuklu Sarayı’dır. 1210– 1220 yılları arasında Prof. Dr. Oktay Aslanapa ve ekibi tarafından gerçekleştirilmiş, saray kalıntıları, altın yaldızlı ve motifli mozaikler ve çok gösterişli sekiz havuz ortaya çıkarılmıştır. Bu sarayda devrin önemli bilim adamları özellikle Cizreli Ebu’l-İzz’in yaşadığı bilinmektedir. Günümüzde Artuklu sarayı halen harap haldedir ve arkeolojik kazıları beklemektedir. İçkale içerisinde ayrıca I. Dünya Savaşı sırasında Mustafa Kemal Atatürk’ün kaldığı bina ve bazı adli binalar bulunmaktadır. Bu binalar 20. yy. başında yapılmışlardır. Geç dönem Osmanlı mimarisi özelliği göstermektedir. İçkaleyi saran surlar, 16. yy.’da, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, yeniden gözden geçirilmiş ve genişletilmiştir. Bu surlarda 16 burç vardır, burçlar, dört, altı ve sekiz köşelidir. Günümüze kadar iyi korunmuş olarak gelmişlerdir. Bu surlar üzerinde “Kanuni Kitabesi” bulunmaktadır. 2. Dış Kale İçkale’yi de sararak Dağ Kapı-Urfa Kapı ve Yeni Kapı- Mardin Kapı yoluyla eski Diyarbakır şehrini surlarla sarmaktadır. Dış surlar üzerinde 82 burç bulunur. Burçlar çoğunlukla yuvarlaktır. Ancak dört ve altı köşeli olanlar da vardır. Benusen ve Dicle vadisine bakan kesimde daha çok dörtgen burçlar bulunur. Savaşların en çok cereyan ettiği Dağ Kapı ile Urfa Kapı arasındaki düz alana bakan burçlar genellikle yuvarlak, daha sık, daha sağlam ve daha büyüktür. Mardin Kapı - Yeni Kapı - İçkale arasındaki surlar yalçın kayalar üzerine kurulmuştur. Bu kesimdeki burçlar daha alçak ve daha seyrektir. Burçların çoğunluğu iki katlı, bazıları 3-4 katlıdır. Alt katlar depo ve ambar, üst katlar ise askeri amaçlar için kullanılmıştır. Diyarbakır surları üzerinde çok görkemli ve tanınmış burçlar vardır, bunlar arasında Yedi Kardeş, Evli Beden (Ulu Beden, Benusen), Nur Selçuklu, Keçi, Kral Kızı, Fındık, Mervani, Akrep Burçları en iyi bilinenlerdir. Bunlar içerisinde en iyi bilinen ve efsanelere konu olan Yedi Kardeş ve Evli Beden Burçları Artukoğulları döneminde 1208–1209 tarihlerinde yapılmıştır. Yükseklikleri, büyüklükleri ve zengin motif ve kitabeleri ile hir iki burç da eşsiz anıtsal görüntüye sahiptirler. Eskiden dış kale surlarını dışarından ikinci bir surun kuşattığı bilinmektedir, bu ön surun da bazalt yapıldığı, iki sur arasında geniş ve derin bir hendek bulunduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Günümüzde bu dış surların izleri yer yer görülmektedir. 12 Diyarbakır Surları üzerinde İç ve Dış Kale’de dörder kapı bulunur. İçkale’nin kapıları, Saray Kapısı, Küpeli Kapısı, Oğrun Kapısı, Gizli kapı) ve Fetih Kapısıdır. Bunlardan Saray ve Küpeli Kapısı şehir içine, diğer ikisi ise şehir dışına açılır. Dış Kale’nin kapıları ne, kuzeyde Dağ Kapı (Harput Kapısı) güneyde Mardin Kapı (Telli Kapısı), doğuda Yeni Kapı (Dicle veya Su Kapısı) ve batıda Urfa Kapı (Rum veya Halep Kapısı)’dır. Kapılar demirden yapılmıştır. Çok sağlam ve gösterişlidir. Günümüzde Dağ Kapı ve Urfa Kapı onarılmıştır ve iyi durumdadır. Mardin Kapı ve Yeni Kapı ise son yıllarda onarılmış ve kullanıma açılmıştır. Daha sonraki yıllarda eski kapıların ihtiyaca cevap vermemesi üzerine 1950’li yıllarda Çift Kapı ve 1960’lı yıllarda ise Tek Kapı açılmıştır. Keçi (Kıçı) Burcu: Mardin Kapısının doğusunda dışa uzanan yüksekçe bir kaya kütlesinin üzerinde yer alır. Öncesi şemsilere ait bir tapınak olan ve “Kıçı” burcu adıyla tanımlanan burç daha sonra halk ağzında Keçi Burcu olarak anıla gelmiştir. Mervaniler döneminde (Miladi. 1045) tarihinde genişletilerek onarılıp bu günkü biçimini almıştır. İçe doğru yeni eklemeler yaparak onu en büyük burçlardan biri haline getirmişlerdir. İçerisinde 11 adet sütun ve kemerlerle farklı ve ihtişamlı bir plana sahip olması, öncesinin tapmak oluşuna bağlamak mümkündür. Son zamanlarda onarılan (2003) burcun iç kapısı üzerindeki beyaz malta taşından kitabe taşları kaybolmuştur. Bu gün kapı üzerinde sadece ilk satırdan iki ve alt satırdan bir taş kalmıştır. Fransız Arkeolog Albert Luis Gabriel’den alınan metinden ve amida’dan okunan bölümde Ebu Nasr Ahmed bin Mervan tarafından yapılması duyurulmuştur. Adı geçen hükümdar adına görevlisi Ebu Tahir bin Kağıd bin Selh tarafından yapılmıştır. Leblebi Kıran Burcu: Şehrin güneydoğusundaki Çift Havuzlar mevkiindedir. Mervaniler dönemine aittir. Mervanoğlu Ahmed’in masrafı kendisine ait olmak üzere M.1034 tarihinde oğlu Emir Sa’düddevle Ebul Hasan Muhammed’in velayeti ile burcun I. yapımını emrettiği kitabesinde yazılıdır. Kare planlıdır. Fındık Burcunun kuzey bitişiğindedir. Kitabesi beyaz taşlar üzerine bozuk bir kufi ile yazılmıştır. İki satır halindedir. Kral Kızı (Yeni Kapı- Mervanlı) Burcu: Yeni Kapı kuzey bitişiğinde yüksek ve ince yapılı kare planlıdır. En yüksek burçtur. Bu burca Mervanlı burcuda denir. Mervani Hükümdarı İzzü’l islamin oğlu Nasr tarafından duyurulmuştur. M. 1067 Burcun yapımı Muhammed oğlu Kadi Abdülvahid’in gözetiminde olmuştur. Kitabesi iki sıra halinde bazalt taşı üzerine güzel bir kufi ile yazılmıştır. Selçuklu Burcu: Evli Beden burcunun kuzeyindeki ilk burçtur. Kitabesinde Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslın’m oğlu Ebu’l Feth Melikşahm kendi malından yapılmasını buyurduğu ve (M: 1088) yılında yapılmıştır. Mimari Selame oğlu Urfalı Muhammed’tir. Kibatesi siyah bazalt üzerine çiçekli (Nebati-Seçeri) güzel bir küfı ile 3 sıra halinde yazılmıştır. Çeşitli hayvan kabartmalarının süslediği burç kare planlıdır. Nur (Melikşah) Burcu: Kalenin güneyinde, Yedi Kardeş burcunun doğusundaki ilk burçtur. Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan oğlu Melikşah’m buyruğu ile M. 13 1089 yılında Ebu Nasr Muhammed ve bina ustası Urfalı Selame oğlu Muhammed tarafından inşa edilmiştir. 5 sıra çiçekli küfı kitabesinin yanı sıra değişik hayvan kabartmaları 1 ve bağdaş kurmuş oturan çıplak bir kadın figüründe yer aldığı kabartmaları ile bezenmiş görkemli burçlardan biridir. 5 köşe planlıdır. Kitabesi siyah bazalt üzerine işlenmiştir. Bu kitabenin 4 m kadar altında küçük bir mihrap üzerinde “Lailahe İllallah Muhammed Resulallah” yazılıdır. Burcun doğu ve batı cephelerinde’de aynı hizada ve aynı küçüklükte birer mihrab vardır, bu mihrabların üzerinde de iki kufi yazılar bulunmakta ise de silik olduğundan okunamamıştır. Fındık Burcu: Yeni Kapı Surları civarında Çifte Havuzlar mevkiinde yer alır. Selçuklu Hükümdarı Alpaslan oğlu Ebül Feth Melikşah’ın buyruğu ile Muhammed oğlu Ebül Bereket Cehir’in gözetiminde M. 1092 senesinde Urfa’lı Mimar Selame oğlu Muhammed tarafından yapıldığı kitabesinde yazılıdır. Silindir planlıdır. Kitabesi iki kuşak halinde kara bazalt taşa kufi bir yazıttır. Akrep Burcu: Çift Kapı (Hindi Baba Kapı)’sından doğuya doğru 3. Burçtur. Üzerinde Melik Salih Eyyüb’a ait M. 1236–37 tarihli bir kitabe mevcuttur. Sultan eyyüb Melik Salih tarafından onarımı yapılmıştır. Mimari Ebül Ferac’tır. Eyyübiler zamanında da Diyarbakır surlarının köklü bir onarım gördüğü bilinmektedir. Melik Kamil’in dış suru yıktırılarak, taşlarıyla iç surun onarım ve yapımını gerçekleştirdiğini kaynaklardan öğreniyoruz (Keçi Burcu da bu onarım sırasında yeniden yapılmıştır). Onarımda silindirik taşlarla sağlamlaştırılmıştır. Kitabesinin üç metre kadar aşağısında ve ortaya yakın bir yerde yuvarlak bir taş üzerinde bağdaş kurmuş bir insan kabartması vardır, bu adamın sağ elinde kuyruğundan tuttuğu, baş aşağı sarkmış bir akrep, öteki elinde de bir asa vardır, akrep’in bir tılsım olduğu söylenir. Bu nedenle burca “Akrep Burcu” denilmektedir. Silindirik planlı bir burçtur. Tek Beden Burcu: Dağ kapısından batı yönündeki ikinci burçtur. Üç katlı ve latı köşelidir. Burcun sağ ve solundaki birkaç burç 1932’li yıllarda dinamitlenerek yıktırılarak yerleri düz bir alan haline getirilmiştir. Yanlarındaki burçlar yıktınldığmdan halk arasında Tek Beden Burcu olarak adlandırılmıştır. Mervanilere ait bir kitabe burcun doğu yönündedir. Siyah bazalt üzerinde güzel bir küfı yazıyla yazılmıştır. Mervanlı Ebül Muzaffer Mansur tarafından M. 1083 senesinde yaptırılmıştır. Mimarı Hümeys oğlu Ebul Said’tir (68). Dağ (Harput) Kapı Eskiden nöbetçilerin beklediği diğer kapılar gibi Dağ Kapı da akşam güneşin batışı ile kapanır, güneşin doğuşu ile açılırdı. Demir kanatlara sahip olan bu kapı yapılan kazılar sonucunda kapının esas zemininin 2 metre kadar derinde olduğu ortaya çıkarılmıştır (32). Silindirik gövdeye sahip perde hattını birleştiren iki yuvarlak kule arasına sadece bir geçit açılmıştır. Harput kapısı zemin kat ve birinci kat olmak üzere iki kattan oluşmaktadır. Zemin Kat: Giriş kapısı hemen önünde kemerli yan odalara girişi sağlayan bir geçit, ayrıca bu geçitin arkasında portik vardır. Yanlardaki burçlar ise yarım kubbeli ve beşik tonozlu odalardan oluşuyor. Bu odalar ana toprak düzeyinde inşaa edilmiş olup, buradan burç kapılarıyla doğrudan iletişim kurabilmektedir. Bugün 14 ise kullanılmayan duvarların dönemi hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Birinci kata, bugün de yerinde olan ancak restore edilen bir merdivenle çıkılmakta ve burada kemerli beşik tonozlu odalarla karşılaşılmakta ama büyük bölümü bugün yıkılmış bir vaziyetteki bu yapılar, silindirik bedenlerin çoğu için geçerlidir. Birinci Kat: Bedenlerin her biri, bir yarım kubbe, bir beşik tonozla örtülmüş ve mazgal delikleriyle donatılmıştır. Geçitin üzerinde, yeniden inşa edildiği tahmin edilen bir cami kalıntıları mevcuttur. Kente doğru yapılan bu caminin sahanlıklardan yüksek bir temel üzerine inşaa edilmiş olduğu da tahmin ediliyor. Bu caminin Mervanoğulları, Ebu Nasr Ahmed tarafından H. 447 (M. 1056) tarihinde yaptırılmıştır. Doğu Kapının iç kapısı üzerinde idi. Oraya birkaç basamağı kalmış bir merdivenle çıkılmakta, kırık beşik tonozla örtülü üç eyvanı vardır. Portiğin üzerinin, duvarların ince örülmüş olmasına bakılırsa, tonozla değil düz tavanla örtülü olduğu ise bir diğer tahmindir. Güneyde yarı dairesel plana sahip, süslemesiz ancak inşa edilen ve orta bölümü ayakta olan bir mihrap mevcuttur. Mazgal, korkuluk duvarları ve mazgal araları siperlerle dizilmiş beden platformlarının yapıldığı yerde, hava cereyanına göre yuvarlak yola götürmesi olasılığı vardır. Günümüzde bu yollar yok ama kalıntıları hala vardır. Harput Kapısının Cephe ve Kesimi; kapı boşluğu genişliği 2,5 m olup, yarım daire biçiminde bir kemere göre yapılmıştır. Bu kemer ince, yumurta dizisi ve akantus yaprakları gibi Antik motiflerle bezeli sütun başlıkları üzerine oturmaktadır. Duvarın çıplak yüzeyinden dışarıya doğru 4 cm çıkıntı yapan pilasterler arasında Antik kaynaklı iki niş simetrik bir biçimde yerleştirilmiştir. Her nişin içinde, alt sınırda olası bir sütun başlığıyla biten ve girişi tahkim etmek için kullanılan boyutu aynı olan bir plaster kaidesinin üst bölümü dikkat çekmektedir. Bu farklı elemanlar ortaçağa özgüdür. Kapı açıklığından yükselen kemerin üzerinde, 40 cm dışa doğru taşan bir parça yer alır ve ortada, tepeye yakın bir yerde konsollar üzerinde bir çıkma mazgal göze çarpar. Bedenlerin yan yüzeylerinde iki nişin içerisinde, Antik dönem sembolü “y” motifi ve İslami dönemi sembolü “5” motifi yer almaktadır. Beden çevrelerinin dörtte birini kuşatan, bugünkü toprak düzeyinin 4 cm üzerinde bir silme yer alıyor. Bu silmenin dışa taşan bir bölümünün neden böyle olduğu ise bilinmiyor. Harput Kapısı’nın Antik döneme ait olduğu araştırmacılar tarafından belirtilmektedir (33). Bu kapı gerçekten incelendiğinde doğruluğu kanıtlanabilir. Dikdörtgen şeklindeki giriş açıklığının üzerindeki yarım daire kemer, Bizans eserinin özelliğini taşımaktadır. Bu kemer sütun başlıkları ve yarım ayaklar üzerine fazla baskı yapmaz. Kapıyı süsleyen dört niş antik kökenlidir. Kapının Antik döneme ait olduğunu kanıtlayan bir başka yazıt ise bedenlerin silindirik duvar üzerindeki işaretlerdir. Bu işaretleri; Gamalı haçlar, harf gruplarının kazınmış olmasından oluşuyor. Daha yukarda, yapıya sonradan eklendiği anlaşılan, biri Latince ikisi Grekçe beş yazıt üzerinde yapılacak bir araştırma bu yazıtların o zaman antik kapı üzerinde yer aldığını sonradan bunların esas parçalarının Harput kapısında da kullanıldığını ortaya koyacaktır. 15 Yeni Kapı Yeni Kapı ismi 17. yy.’dan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Evliya Çelebi’de geçen bu isim 17. yy.’da bazı değişikliklerin olduğunu göstermektedir. Eski adı ise Bab-e Ma (Irmak Kapısı) ya da Bâb-el Dicle (Dicle Kapısı) olarak geçiyor. Yeni kapı ismi yapının orijinal mimari özelliğini tam olarak yansıtmıyor. Büyük ihtimalle 17. yy.’da yapılan değişiklikten dolayı orijinalliğinden uzak kalmıştır. Perde hattı üzerinde basık kemerli, basit bir kapı demir levhalarla donatılmış olup, buradaki bezemeler Mardin Kapı ve Urfa Kapı’ya göre daha sağlam ama onlara da benzerlik gösteriyor. Dıştan destek duvarları üzerine yerleştirilmiş sağlam bir yokuş ile kapıya girilir. Bu duvarlar Osmanlı döneminde yapıldığı muhakkaktır. Giriş kuzeyde iki katlı dikdörtgen bir bedenle tahkim edilmiştir. Bu bedenin üzerindeki yazıtlar birkaç değişim geçirdiğini kanıtlamaktadır. Osmanlı döneminden kalma birçok yapı Yeni Kapının çevresinde bulunmaktadır. Bunların kalıntıları günümüzde de hala bulunmaktadır. Bunlar; ev, hamam, kervansaray gibi yapılardır. Kapının kendisi ise bir uçurumun tepesinde tek kapılıdır. Perde çizgisinin üzerinde yer alan kapı, Bizans özelliklerini hala taşımaktadır. Korumalı yol boyunca, kentin bir yanındaki duvarların üzerindeki kemerli sütunlar Bizans özelliğini açığa vurmaktadır. Yeni Kapının tuğla üst tonozu ve kesme taş alın kemeri geçen yıllarda bir onarım geçirmiş ancak yapılan onarımda alın kemeri beden duvarından daha yüksek olmuştur. Mardin Kapı Bu kapı zaman içerisinde büyük değişmelere uğramıştır. Daha önce, perde hattını delen üç yapıdan yalnız ortada olanı bugün ayakta kalabilmekle beraber diğer iki kapı, duvarla örtülerek iptal edilse de bugün duvarın alt bölümünde, primitif tarzda ilk oyuntuları fark etmekle bu üç girişin yerini, doğru olarak saptayabiliriz. Bugünkü kapının sağ tarafındaki kemerli geçit İslami dönemden kalmadır. Yapıdaki inşa tarihleri farklıdır. Kente doğru uzanan perde hattının inşa tarihiyle çakışmaktadır. Ancak yapı hakkındaki bilgilerimiz kesin olmadığından pek bir şey diyemiyoruz. Aslında sonradan yapılan değişimler incelendiğinde yani değişim ve eklentiler arasında bizi Bizans’a kadar götürecek özelliklerle de karşılaşabiliriz. Kapının Genel Özellikleri a) Dikdörtgen bir plana sahip olan her üç kapının genişliği doğru olarak tespit edilmiştir. Bugün varlığını sürdüren doğudaki kapı, bir süre parvazi ile çevrilidir. Çeflier taşlarının sistemli bir biçimde dizilmesinden oluşan lento, hafifçe basık bir kemer üzerine oturuyor. Bu kapıda Urfa Kapı gibi demir kanatlara sahip ancak kanatlardan sur içinde geçildiğinde sağdaki kanatın büyük bir kısmı çürümüş durumda. b) Bu kısım tamamiyle görünen, diğer kalanları İslami devirde yaptırılmış, sütun, kemer ve duvar ayaklarının düzeniyle ilgili elemanlar, sırtını perde hattına 16 dayamış olan binalar arasında seçilebiliniyor. Bu perde hattına açılan kapı boşlukları, perde hattına dik iki kanalla sınırlandırılmış dikdörtgen bir espasla sonlanmaktadır. Arka arkaya gelen beş kemerle birleyen burası karakollara ayrılmış olan bu kemerler yandaki kapılarla bağlantılı olup sütunlarla sağlamlaştırılmıştır. Duvar ayaklarıyla birbirinden ayrılan, ortada üç sütuna yer verilmiştir. İslami devirden günümüze kadar gelen onarım ve değişimlerle ilgili bilgileri bize veren kapının iki yanında bulunan bedenler üzerindeki işaretlerdir. Önceki esere ait arma şeklinde kesme taştan yapılmış motifler, burada tekrar kullanılmıştır. Bedenlerin burada çeyrek çatkıları vardır. Bunlar Harput Kapıdaki çatlaklarla benzerlik gösterir. Bu iki kapıdaki çatkılar aynı amaç ve aynı malzemeden oluşmuştur. Bu kapının üstünde bugünkü geleneğe göre düzenlendiği tahmin edilen odalar mevcuttur. Birinci kata çıkarılan orijinal merdiven yerine tamamen yeni olan bir merdiven yapılmıştır. Bu merdivenin surlara yapılan saldırılar sonrasında inşa edilmiş olmalıdır. Sur içinde sağdaki burç M. 1150 yılında camiye çevrilmiştir. Hz. Ömer Cami denilen bu burç günümüze de cami olarak kullanılmaktadır. Urfa Kapı Kaleden batıya açılan önemli kapılardan biridir. XVIII. yy sonlarına kadar yalnızca iki kapı bulunan bu bölümde dıştan sol kapının kente açıldığı, yine dıştaki sağ kapının ise doğrudan Meryem Ana Kilisesi bağlantılı olduğu söylenir. Ortadaki büyük kapımn ne zaman ve ne amaçla açıldığı ise bilinmemektedir. Ama Cumhuriyet döneminde açıldığı söylenmektedir. Urfa Kapı’nın üç giriş kapısından kuzeydeki kapı V. yy. Bizans yapısıdır. Bu kapı Artuklu Hükümdarı Sultanı Muhammed tarafımdan onarılıp, kapı üzerine kitabe yazılarak, demir kapı eklenmiştir. Bu kapılardan kuzeydekinin içinde, her iki yanında salonlar mevcuttur. Bu salonların üzeri bu geçitte olduğu gibi tuğla örülü eşik tonozlarla örtülmüştür. Kuzey ile güney kapıları yani sağ ve soldaki kapılar birbirlerinden farklıdırlar. Güneydeki kapının daha sonra yapıldığı tahmin ediliyor. Gûneydeki geçitle merkezi geçit arasında, kente doğru perde hattının içi taş döşemesi, her tür ekleme dişinden bağımsızdır. Oysa bu geçitle komşu beden arasında bugün yıkık durumdaki bir yapıdan sökülmüş taşlar bulunmaktadır. Bu taşlar kuzey geçidine bağlanan simetrik bir kanadın varlığını kanıtlamaktadır. Urfa Kapısı’nın güney kapısı tamamiyle değiştirilmiştir. Bunu bize bitişikteki toprak düzeyinden hafifçe yüksek kapı eşiği, yapının temelinden değiştirilmiş olduğunu gösterir. Kapı boşluğu kente doğru, yuvarlak kemerli bir kovanla bağlantılı idi. Kuzey ile güney kapıları aynı dönem kapıları değiller. Kuzey kapısının üzerinde Artuklu Hükümdarı Kara Arslan’ın oğlu Muhammed’in yaptırdığı H. 574 (M. 1189) tarihli bir kitabe yer almaktadır. Bu kitabe diğer iki kapı gibi Bizans döneminden olma eski kapıdan bozma olduğunu gösteriyor. Sonraları duvarla kapatılmış olan kapı aynı yerde belli bir süreye kadar karakol olarak kullanılmış. Üç kapıdan ikisinin kapatılması, güvenlik açısından olmalıdır. 17 Artuklu Hükümdarı tarafından değiştirilen kapı boşluğu bu bölge ve bu dönem mimarisi hakkında güzel bir örnektir. Kapı boşluğunun üst köşelerine yapılmış olan iki armudi silme konsol oldukça dikkat çekmektedir. Kemerleri bağlayan yatay taş blok kemer beş taştan oluşmaktadır. Kapının üstüne yerleştirilmiş olan kitabelerden biri korniş üzerine diğeri ise kemer üzerine yazılmıştır. Urfa Kapı, iki katlı iki burçla desteklenmektedir. Bu burçların birbirinden uzaklığı 35-50 metredir. Çapları ise 22.75 m’dir. Birçok onarımdan geçen bu burçlar aynalı tonoz ve kubbelerle örtülüdür. Dış kalede sonradan açılan kapılar; Tek kapı ve çift kapıdır. Tek Kapı; Kente yeni bir geçiş sağlamak amacıyla geç dönemde yapılan bir kapıdır. Ancak üzerinde bir kitabe bulunmamaktadır. Çift (Hindibaba) Kapı; Kentin kale içini dışa bağlayan, PTT karşısındaki kapıdır. Kapının bir diğer adı ise Hindibaba kapısıdır. Adını Akkoyunlu Türk Hindi aşireti reisi Hindibabadan alan bu kapı şimdiki Vilayet konağı ile PTT caddesini birbirine bağlayan kapıdır. Cumhuriyet döneminde açılmıştır. Günümüzde bu kapıların üstü onarım geçirmiştir (69). Surlar Diyarbakır Surlarının ne zaman yapıldığı bilinmemekle beraber, Şehrin doğusunu sınırlandıran ve Dicle yatağından 100 m. kadar yükseklikte bulunan ‘Fis Kayası’ isimli sarp kayalığın, İçkale kesiminin ilk yerleşme birimi olduğu sanılmaktadır. Diyarbakır, Anadolu’da binlerce yıldan beri birçok medeniyetin canlı izlerini taşıyan bir tarih, kültür ve sanat hazinesidir. M.Ö. 9000 yıllarında Çayönü’nden başlayan ve günümüze kadar gelen, sadece bölgede değil, Dünya tarihinde de önemli roller oynayan birçok uygarlık bu yörede değerli eserler bırakmışlardır. Bu eserlerin başında “Diyarbakır Surları” gelir Diyarbakır’ın tarihi surlarını, estetik perspektiften değerlendirmek farklı bir özellik taşır. Surların ilk yapılışı kesin olarak bilinmemektedir. Yaklaşık 9000 yılı aşkın bir geçmişe sahip Diyarbakır surları o günden günümüze, tarihi, kültürel, estetik ve sanatsal şahsiyetine dokunulmasına izin vermeden ulaşabilmeyi başarmıştır. Çağların olanca tahribatına, yok ediciliğine, yıkımına karşın kendini korumasını bilmiş en etkili estetik görünümüyle Diyarbakır’ı “Müze Şehir” haline getirmiştir. Eski Diyarbakır şehrini kuşatan kaleye Diyarbakır Surları denmektedir. Çin Seddi’nden sonra dünyanın en uzun, en geniş ve sağlam surlarından biri olduğu kabul edilir. Kale, Karacadağ’dan Dicle’ye uzanan geniş bazalt yaylanın doğu ucuna kurulmuştur. Genel olarak kalkan balığı biçimini andıran Diyarbakır Kalesi, Dış Kale ve İçkale olarak iki bölümden meydana gelmektedir. Surlarla çevrili bir alanda kurulan kentin doğusunu sınırlandıran ve Dicle yatağından 100 metre kadar yükseklikte bulunan İçkale kesiminin ilk yerleşim yeri olarak çekirdeği oluşturduğu sanılmaktadır. Bu bölüm yarım çember şeklindeki bir surla çevrili olup, Dış Kale’nin yapılmasıyla İçkale rolünü üstlenmiştir. Fis Kayasına Kurulu İçkalenin, Milattan 2.000 yıl kadar önce Hurriler Döneminde kurulduğu sanılmaktadır. 18 Resim 7. Kent dışından Diyarbakır Surları Surlar, yapılışından başlayarak Diyarbakır’ı oluşturan en önemli kentsel eleman olmuştur. Boyutları ve malzemesiyle, savunma amacının yanında sembolik bir işlevde yüklenmiştir. Yapılan onarım, tamamlama ve ilaveler mimari bir özenle tanımlanmış, kentlilerin can ve mal emniyetinin garantisi olmuş, gerektiğinde dış dünyadan ayırıcılık görevini üstlenmiştir Diyarbakır Surları, Dışkale ve İçkale olmak üzere iki ana kısımdan meydana gelmiştir. Diyarbakır’ın hemen hemen her devirde onarım gören Dışkale surlarının uzunluğu 5 km. kadardır. Bu surların kuşattığı alan doğudan batıya 1700 m., kuzeyden güneye 1300 m. yi bulur. Surların yüksekliği bugün yaklaşık 10–12 m. kadardır. Kalınlıkları ise 3–5 m arasında değişir. Dışkale’nin dışa açılan dört kapısı vardır. Kuzeydeki Harput (Dağ) Kapı ile Elazığ’a, güneydeki Mardin Kapı ile Mardin’e, batıdaki Urfa Kapı ile Şanlıurfa’ya bağlantı sağlanmaktadır (Şekil1). Kentin Dicle Vadisine tek bağlantısı da doğu yöndeki Yeni Kapı iledir. 82 adet burcu bulunan Dışkale’nin dirsek yerlerinde Evli Beden, Yedi Kardeş, Keçi, Nur Burcu gibi özellikli olanları vardır. İçkale, kentin kuzeydoğu köşesinde, savunulmasındaki kolaylığı açısından düzlüğün son noktasında, vadinin en dik yerine kuruludur. İçine ayrıca burçlarla güçlendirilmiş bir höyük (Hemedek-Viran Tepe) yapılarak, saray ve savunma birliğinin bunun üstüne alındığı kalıntılardan anlaşılmaktadır. Sur içine bakan 16, kentin kuzeydoğusunu sınırlayan kayalık alanda bakan 4 adet burcu bulunmaktadır. Fetih ve Saray kapıları ile Suriçine, Oğrun Kapısı ile Dicle’ye, Küpeli Kapı ile de değirmenlere açılmaktadır. İçkale, 1819 yılında Diyarbakır’da meydana gelen olaylarda, Vali Behram Paşa tarafından bir savunma merkezi olarak kullanılmıştır (14). Surların Mimari Özellikleri Surların ana yapım malzemesi yöreye özgü bir malzeme olan bazalt taşıdır. Sur duvarlarında, burçlarda dış ve iç duvarlarda, döşemede, kemerlerde ve dendanlarda bazalt kullanılmış, dış cephe yüzeyleri kesme taş biçiminde, iç yüzeyler ise genellikle daha az işlenmiş kaba yontu taşlarla örülmüştür. Bazı burçların dış duvarlarında uzunluğu sur duvarının 2/3’üne ulaşan silindir biçimli taşlar kılıcına (dış yüzeye dik olarak) yerleştirilmiştir. Bu tür bağlayıcı taş elemanların, zeminin kayalık olmadığı ve zemin suyunun yüksek olduğu bölümlerde kullanıldığı tespit edilmiştir. Burçlardaki kapalı ve yarı kapalı alanların üst örtülerini oluşturan kubbe ile tonozlar ise tuğla örtülüdür. Boyutları ve örgü tekniği dönemin özelliklerine göre 19 değişen tuğla örtüler genelde sıvasız bırakılmıştır. Surların yapımında kullanılan harçlar ise genellikle nehir kumu ve kireçten oluşmakta, kum ve kireç oranı ile kullanılan kum parçacık boyutu, surlara müdahalelerin dönemine ve surların konuma göre değişmektedir (15). Burçlar plan tiplerine göre dikdörtgen, çokgen ve silindirik olmak üzere üç grupta toplanabilir. Kapalı mekanları iki kattan oluşan burçların zemin katları depo, birinci katları ise askerlerin kaldığı bölümler olara kullanılmıştır. Teras katları savunma amaçlı tasarlanan burçların bazılarında iki teras katı bulunmaktadır. Bu burçlar üç veya dört kattan oluşmuştur (14). 1046 yılında Diyarbakır’ı gezmeye gelen İranlı gezgin Nasır-ı Hüsrev ‘Ben dünyanın dört bucağında Arap, Acem, Hind ve Türk memleketlerinde birçok şehirler ve kaleler gördüm, fakat yeryüzünde hiçbir ülkede Amid kalesine benzer bir kale ne gördüm ne de başka yerde bunun gibisini gördüm diyeni duydum’(Nasır-ı Hüsrev: Sefernema. Çev: Abdülvahap Tarzi, s. 13–14). Diyarbakır’ı almak isteyen I. Keykubad’a komutanı Kemalettin Kamyar şunu söylemiştir: ‘Ferman padişahımındır. Eğer muzaffer ordumuz semaların kalelerini fethetmek isteselerdi burçlarını kolay kolay yerden daha çukur bir hale getirirlerdi. Fakat Diyarbekir öyle bir şehirdir ki hisarı mermerden bir dağdır. Hiçbir padişah orayı cenk ve muhasara ile fethedememiştir. Bu fetih asla kolay olmayacaktır. Alınamaz kale’. Dünyanın en büyük ve zorlu kalelerinden birini fethetmek az şehitle mümkün görünmemektedir. Bu açıdan tarihteki örneklere göz atalım. MS.349 yılında II. Constantinius Amida’nın etrafını surlarla çevirdi. Bu yarım Diyarbakır şeklindeydi. Surların sınırı dağ kapıdan Gazi caddesinden geçiyordu. Antakyalı tarihçi Ammianus Marcellinıs’un verdiği bilgilere göre: ‘M.S.359’da II. Şahpur tarafından Sasanlıların Diyarbakır’ın fethinde Diyarbakır’ın fethinde Diyarbakır’ın nüfusu 20.000.di. 120 bin civarında ordu.73 gün süren bir kuşatma oldu. Bu savaşta Pers ordusu 30.000 kayıp verdi. Kalenin etrafında hendekler vardı. Kaleden büyük taşlar atılıyordu (16). Ancak alınması mümkün olmadı. X. yüzyılın ilk yarısında şehri ziyaret eden coğrafyacı İbn Havkal, surların azametinden bahseder ve bu müstahkem şehrin savunma güçlerine ihtiyacı olmadığuını söyler’ (17). Şehri çevreliyen surla üzerindeki bütün burçlar iki katlı olup, alt katlar ambar olarak kullanılıyor, üst katlar ise askerin ikametine ayrılıyordu (18). Vital Cuinet seyahatnamesinde Diyarbakır’da her biri yaklaşık 4600 ton kapasiteli 72 burç olduğunu ifade eder (19). Surların sağlamlığı: Amid’in Timur tarafından ele geçirilmesinden sonra durum şuydu ‘Askerler kente girerler ve kenti yağma ederler, baltalar ve başka yıkıcı araçlarla surların üzerine çıkarlar, ancak taşlar o kadar serttir ki, surlardan birkaç küçük taş parçası koparabilirler. Surların tümünü yıkmak için bir yüzyıl gerekebilirdi. Timur’un askerleri de surların üst kısımlarından küçük bir bölümü yıkmakla yetinirler (20). 20 DİYARBAKIR SURLARININ MİMARİ DOKUSU Malzeme ve Yapım Tekniği İlk dönemi M.Ö.’ye dayanan, tarih boyunca çeşitli ekleme ve onarımlardan geçerek farklı müdahalelere konu olan Diyarbakır Surları’nın boyutları ve kapsadığı alan zamanla değişime uğramıştır. Bu değişim sadece görsel anlamda olmayıp, dönemlerin kendine özgü yapı malzemesi ile birlikte yapım tekniğinde de değişim gözlenmiştir. Fakat kullanılan bazalt taş, tuğla ve harç malzemelerinde hemen her konuda farklı kompozisyonlar görmekle beraber temel bir değişiklik görülmemektedir. Surların dış yüzünde ve özellikle burçlarda kesme taştan, yığılma örgü tekniği, iç yüzde ise daha çok iri parçalardan oluşan kabayonu-yığma taş örgü tekniği kullanılmıştır. Duvarların iç çeperi, yani duvarın ana gövdesi bol harçlı moloz taş ve yığma tekniğinden yapılmıştır. Surlarda kullanılan bazalt taşın iki çeşidi vardır. Bunlar dişi ve erkektir. Dişi olanın üzerinde çalışılması zor olan iri gözenekli, bu gözenekler su tutma özelliğine sahip olduğu için genelde yapıyı serin tutarlar, dolayısıyla Diyarbakır’ın ikliminden dolayı ve bu taşın bu bölgede bolca bulunması nedeniyle yapılar özellikle Diyarbakır eski evleri bu taşlardan yapılmıştır. Dişi bazaltta düzgün bir yüzey elde etmek zordur. Dolayısıyla yüzeyi daha kaba bırakır. Surların burçlarındaki kapalı mekanlarının üst örtüsünde kullanılan esas malzeme tuğladır. Kubbe ve tonozlarda kullanılan malzemenin örgü tekniği ve boyutları kendi dönemlerine göre çeşitlilik göstermektedir. Bağlayıcı olarak açık renkli harcın (Horasan harcı) kullanıldığı tuğla üst örtüler bugün sıvasız olarak karşımıza çıkmaktadır. Surlarda taşların arasındaki bağlayıcı olarak kullanılan harç, görsel olarak benzerlik göstermesine rağmen, dönemsel özelliklerine karşın veya aynı dönemin ayrı onarımlarında bile farklılık göstermektedir. Bir başka deyişle surlarda kullanılan harçlar temel olarak nehir kumu ve kireçten oluşmakla birlikte, müdahalelerin dönem ya da konum özelliklerinden bağımsız olarak kum ve kireç oranı ile kullanılan kumun parçacık boyutunun değiştiği gözlenir. Geç dönemde kullanılan çimentolu harç karışımları dışındaki tüm karışımlar kendi dönemi içinde özgün kabul edilir. Harçların bağlayıcı ve agrega oranlan ise bağlayıcı malzemenin seyreltik hidroklorik asitte çözünmesi ile belirlenmiştir. Ayregaların elenerek dane çapına göre sınıflandırılmasından sonra elde edilen 125 mikron altındaki agregaların pozzolanik aktivitelerine bakılmıştır. Örneklerle yapılan çalışma sonuçlarına göre aşağıdaki tablolar çıkarılmıştır. 21 Tablo 2. Harcın özellikleri Birim Hacim Ağırlığı (gr/ cm3) % Su Emme Yeteneği Özgül Ağırlık (gr/cm3) 1 27.50 2.46 1.47 40.35 2 30.70 2.54 1.43 43.80 29.10 2.50 1.45 42.08 Örnek Ortalama % Gözenek Tablo 3. Agregaların ağırlıkça harç içinde dağılımları % Asitte Çözünen % Agrega % 100 Mikron % 500 Mikron % 250 Mikron % 125 Mikron 1 57.83 42.17 3.15 7.68 17.45 7.76 6.13 2 59.50 40.50 11.54 6.51 13.89 6.01 2.55 Ortalama 58.66 41.34 7.34 7.10 15.67 6.89 4.34 Örnek > % 125 Mikron Orta Doğu Teknik Üniversitesinin yaptığı bu çalışmalardan elde edilen sonuçlar şunlardır: a. Harcın fiziksel özelliklerinden olan su emme yetenekleri, özgül ağırlıkları, birim hacim ağırlıkları ve gözeneklilikleri kireç kullanılarak yapılan harçların fiziksel özellikleriyle uyum içindedir. Dolayısıyla sur duvarlarında, onarımda kullanılacak yeni malzemeler bu uyumu bozmamalıdır. Örneğin çimento, kullanılarak hazırlanacak harçların temel fiziksel özelliği kireç harcından farklıdır (Az gözeneklilik, büyük birim hacim ağırlıkları gibi) ve suda çözünen tuzları içerir. Bu farklılıklar özgün kireç harçlarının ve taşlarının bozulma sürecini hızlandırır. b. Harcın asitte çözünen kısmı (Kalsiyum Karbonat) ve agrega oran analizlerinden elde edilen sonuçlardan harcın, yaklaşık ağırlıkça %50 söndürülmüş kireç (Kalsiyum Hidroksit) ve %50 agregalar kullanılarak hazırlandığı anlaşılmaktadır. Agregaların yaklaşık %9’u 1000, %9’u 500, %19’u 250, %8’i 125, %6’sı 125 mikronun altında olan agregalardan olmuştur. Bu oranlar ASTM standart testlerinde belirlenen harç içinde agrega kullanımındaki kriterlere uymaktadır. Bu sonuçlardan elde edilen bilgiler doğrultusunda onarımda kullanarak yeni harçların gerek fiziksel özellikleri gerekse kompozisyon özelliklerinin özgün harçlar ile uyum içinde olması için bu özelliklere benzer olması gerekmektedir. Bunun için bağlayıcı ve dolgu malzemesi olarak kireç harcı kullanılmalıdır. Kullanılacak kirece hiçbir şekilde çimento katılmamalı, piyasaya sağlanan kireçlerde de bu tür katkı maddelerinin olmadığı belirlendikten sonra kullanılmalıdır. Piyasada sağlanacak sönmemiş kirecin suda söndürülmesi işlemi uzun sürede gerçekleştirilmeli ve elde edilen kireç kaymağı harç yapımında kullanılmalıdır. 22 c. 125 mikronun altında kullanılan agregalarda yapılan pozzolanik aktivite deneyinden elde edilen sonuçtan, bu agregaların pozzolanik olduğunu göstermektedir. Yeni hazırlanacak harçlarda bu özelliği sağlayabilmek için yaklaşık %6 oranında pozzolanik aktiviteye sahip agregalar kullanılmalıdır. Bunun için yörede bu toprakların alabileceği yerler tespit edilmelidir. Yapılan tahlillerde toprağın gri renk olduğu anlaşılmıştır (21). Osmanlı döneminde görülen tamirler Çeşitli dönemlerde tamir görmüştür. Diyarbakır surlarındaki kitabeler burçları yaptıran ve onaran hükümdarların damgasını taşır. Melik Şah’ın yaptırdığı burç örnek olarak verilebilir. Eyyübilerin genel onarımı gibi (22). Osmanlı döneminde de bu açıdan bir ihtimam görülmektedir. Diyarbakır sur onarımları 1232. Eyyubiler- Dış sur taşları ile onarım. 1449–1450:Akkoyunlular - Cihangir şah ve Uzun Hasan Dağ kapı ve Urfa kapı onarımı. Osmanlı dönemi 1520–1526: Kanuni İçkale surlarının onarımı. 1645–1655: İçkale ve vali sarayının onarımı. 1802–1805: İçkale onarımı. 1815–1829: İçkale, Dağ kapı, Dağkapı- Urfakapı arası 51 burcun onarımı (22). 1930 yıllarında şehrin hava akımının sağlanması için surların yıkılması, ev yapımında sur taşlarının kullanılması teşvik edilmiş ve bunu Albert Gabriel engel olmuştur (23). Osmanlı döneminde ve öncesi dönemlerde ise bunun tersi uygulaması vardır. Tarihi belgelere göz atalım: Diyarbakır kalesinin kuleleri, hisarları ve yıkılan duvarlarının tamiri ile yapılan iki sundurmanın keşif defteri (24 Eylül 1824). Surlarda süsleme ve estetik Yedikardeş burcu, Artuklu dönemi eseridir. Üstündeki çift başlı kartal Türk İslam devletlerinin ve Selçukluların simgesidir. Burçdaki aslanların kuyrukları ejder başlıdır. Yedikardeş burcu kitabe üzerinde aslan kabartması vardır. Evli Beden burcu da Artuklu eseridir. Burçda toplam 6 aslan ve kabartması vardır. Başlarında taç bulunan kanatlı aslanların kuyrukları ejder başlıdır. Kitabe üstünde çift başlı 23 kartal kabartması bulunmaktadır. Burcun üst kısmında konsollar bulunmaktadır. Nur burcu Selçuklu eseridir. Kufi yazı ile yazılmış kitabesi ve çeşitli hayvan figürleriyle en zengin burçdur. Kitabede çift at kabartması, kitabe sol köşesinde gülen aslan kabartması mevcuttur. Nur burcu sol ve sağ yüzünde yırtıcı kuş ve avı kabartması vardır. Selçuklu burcunda kitabede iki keçi kabartması yapılmıştır. Kitabe sol köşesinde gülen aslan kabartması ve burcun kuzey cephesinde kitabe ve niş bulunur. Burçlarda Abbasilere ait büyükbaş ve yırtıcı hayvan kabartmalarına rastlamak mümkündür. İçkale dış surunda kitabe ve küçük kuşu boğan yırtıcı kuş kabartması, Urfa kapı güneyinde güvercin kabartması, Tek kapı yakınında İnsan ve akrep kabartmasına rastlanır (70). Aslan güç ve kudreti sembolize etmektedir. Surun dışında yapılması düşmana gözdağı verilmesidir. Surlarda yapılan araştırmada tespitine çalışılan motiflerle kabartmalar, sınıflandırılmıştır. Farkında olunmayan motiflerle kabartmalar olabilir. Geniş, oldukça büyük bir alanı içine alan surlarda, burçlarda saptanan motifler ve kabartmaların sınıflandırılmış şekli aşağıda verilmiştir: Akrep: Sonradan açılan Tek Kapı yanındaki Eyyubi Burcu’nda akrebi elinde tutan bağdaş kurmuş insan kabartması akrebe ilişkin tek örnektir. Aslan: Burçlarda oldukça rastlanan arslan kabartması, insan başlı, kanatlı, ejder kuyruklu olmak üzere farklı biçimlerde yer almaktadır. Ulu Beden, Yedi Kardeş, Nur Burcu, Melikşah Burcu, İçkale Saray Girişi, Eyyubi Burcu (Akrep Burcu yanı), Dağ Kapı, Mardin Kapı, Urfa Kapı değişik kabartmaların bulunduğu burçlardır. Nur Burcu ve Melikşah Burcu’ndaki arslan kabartmaları, kompozisyon olarak farklılık arzeder. Arslanlar, gülen simaya sahiptir. Ulu Beden’deki iki arslan kabartması insan başlıdır. Boğa-Öküz: Burç dışındaki yapılarda sıklıkla rastlanan kabartmalar, genelde arslanın avı biçimlidir. Ulu Camii ana kapısında karşılıklı yer alan arslan-boğa mücadelesine, kiliselerde de rastlanır. İçkale Saray Girişi’nde aynı kabartmalar görülür. Dağ Kapı ve Mardin Kapı kabartmaları genel kabartmalardan estetik olarak farklıdır. Kaplan kabartması şeklinde düşünülecek biçimler, kimi araştırmacılarca ‘‘Dicle Kaplanı’’ismiyle adlandırılmıştır. Yırtıcı Kuşlar: Urfa Kapı, Melikşah Burcu, Nur Burcu, Ulu Beden, Yedi Kardeş, Dağ Kapı yırtıcı kuşların bulunduğu burçlardır. Çift başlı kartal, Urfa Kapı, Ulu Beden ve Yedi Kardeş’te egemen kabartmadır. Kartal beraberinde Şahin’i anımsatan yırtıcı kuş kabartması yanında güvercin kabartması görülür. Melikşah ve Nur Burcu’ndaki Kuş tasvirlerinde kuyruk ve kanatlar açıktır. Bu, güç gösterisini andırmaktadır. Hayvan Figürleri: Mardin kapı ve Dağ Kapı’da Abbasilere ait kabul edilen boynuzlu hayvan (Keçi, öküz) figürleri bulunmaktadır. Selçuklu (Melikşah) Burcu’nda mücadele eden iki keçi kabartması, burcun kitabesinin birinci satırının 24 altında orantılı yer almıştır. Nur Burcu’nun kitabesinin son satırının üstünde iki dağ keçisi kabartması, Melikşah Burcu’ndaki kabartmalardan daha ustalıklı işlenmiştir. Kadın Figürü: Giyinik olmayan iki kadın figürü, Kitabenin son satırının sağında ve solunda yer alır. El Figürü: Dağ Kapı burcunda el figürü işlenmiştir. Bu figür, el içinden oluşmuştur. At Figürü: Nur Burcu’nda eğerli fakat binicisiz iki at hareketli biçimde yer alır. At figürü sadece Nur Burcu’nda görülür. Konsollar: Ulu Beden Burcu’ndaki konsollar, tarzıyla Yedi Kardeş’teki konsollardan ayrılır. Ulu Beden konsolları görülmeye değer biçimiyle orijinalliğini korumaktadır. Nişler-Çıkmalar: Dağ Kapı’da ana kapı yanlarında işlenmiş, mini sütunlu iki niş bulunur. Bu nişlere diğer kapılarda rastlanmaz. Sadece Yedi Kardeş Burcu’nun Alt Kısmında küçük bir niş bulunmaktadır. Geometrik Şekiller: Dağ Kapı’da, Mardin Kapı’da bu tarz şekillere rastlanır. Anlamlandırılamayan Şekiller: Kalenin ilk yapılışına ait düşünülebilir. Çünkü bu şekiller inançla ilgili olabilme ihtimali yüksektir: Gamalı haçlar, güneş kursları, çok köşeli yıldızlar ve diğer çizimler. Mardin Kapı surlarında bu tarz geometrik şekiller yaygındır. Okunamayan Kitabeler: Dağ Kapı’daki Roma ve Mardin Kapı Kitabeleri tümüyle okunmuş kitabeler değildir. Dağ Kapı’daki bir kitabenin yazı karakterinin hangi dile ait olduğu bilinmemektedir. Hilar Kitabeleri’ndeki yazıların çözümlenmeyişi gibi okunması gereken kitabelerden bazıları da Küfi yazılardır. Bu tarz yazıların beyaz taşa (Malta taşı) yazılanları, zaman içinde bozulmuştur. Bitki Figürü: Dağ Kapı’da yer almaktadır (71). Diyarbakır surlarının tarihi görünümü Osman Köker Sergisi Batı surları Albert Gabriel 25 Güney surları. Albert Gabriel , Ulu Beden. Dikran Mgunt Ben u Sen Burcu. Dikran Mgunt 26 Kapılar (Dikran Spear) Dağkapı Urfakapı Mardinkapı Dicle’den yenikapıya çıkış TARİH ÖNCESİ DÖNEMDE DİYARBAKIR EV MİMARİSİ Hallan Çemi Anadolu’nun şimdiye değin saptanmış en eski köy yerleşmeni olan Batman ilinin Kozluk İlçesi yakınındaki Hallan Çemi Höyüğü’ndeki kazılar, Diyarbakır Müzesi ve Amerika Delaware Üniversitesi’nden Dr. Michael Rosenberg’in ortak çalışmaları ile yürütülmektedir. Günümüzden yaklaşık 10.600 -10.000 yıl öncesine tarihlenen Hallan Çemi Tepesi, çanak çömleksiz Neolitik dönem yerleşme yeri olarak, bu çağın en erken evreleri konusunda yeni biljgiler sağlamıştır. Hallan Çemi’deki kazı çalışmalarında evler ve fırınlar bulunmuştur. Yapılar çember şekildedir. Çember yapılar, inşaa edilmesi dikdörtgen yapılardan daha kolaydır. Burada yapılan arkeolojik kazılardan elde edilen buluntular, insanların ilk defa tarımla uğraştığı ve yabani tohum ekerek mercimek ve bezelye elde ettikleri anlaşılmıştır. Fakat bu yerleşimde yaşayan insanlar avcılık ve toplayıcılığa devam 27 etmiştir. Hallan Çemi ayrıca domuzun ilk defa evcilleştirildiği yerleşim olduğu kabul edilir. Yapılan kazılarda, yuvarlak planlı, ahşap dikmelerle desteklenen taş temelli, duvarları kamış ve ince dallarla örülüp çamurla sıvanmamış, üst örtü ahşap direklerle desteklenmiş ev kamtıları ortaya çıkarılmıştır. Evlerin tabanları sarı renkli bir çamurla sıvanırken, bir örnekte de, düzgün sal taşlarının kullanıldığı görülmüştür. Resim 8. Dünyanın en eski yerleşimi- Çayönü Çayönü Tepesi Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınlarında yer alan Çayönü Höyüğü, Hallan Cemi’den yaklaşık 1000 yıl kadar sonra yerleşim görmüştür. 1964 yılında İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Halet Çâmbel ve Chicago Üniversitesi’nden J. R. Braidwood’un ortak başlattıkları kazı çalışmaları, 1991 yılına dek sürmüştür. Yedi evreli bir gelişim gösteren Çayönü Tepesi, İ.Ö. 7500–5000 yılları arasında aralıksız olarak, daha sonra da aralıklarla iskân edilmiştir. Yerleşme, bilim dünyasındaki ününü «Esas Çayönü Evreni» olarak adlandırılan, günümüzden önce 9500–8500 yılları arasındaki tarihlerde bin yıllık döneme ait buluntu ve kalıntıları ile sağlamıştır. Günümüz kent uygarlığının ilk temellerinin atıldığı bu dönem, insanın göçebelikten yerleşik köy yaşantısına, avcı toplayıcılıktan besin üretimine geçtikleri «Neolitik Devrim» olarak da bilinen teknolojik yaşam biçimidir. Beslenme ekonomisi ve insanın doğal ve çevre ilişkilerinin tümü ile değiştiği, kültür tarihi ile ilgili buluşlarda birçok ilki içeren, canlı ve oldukça ilginç bir dönemdir. A Keramik döneme ait «Esas Çayönü Evresi»nin en alttaki kültür katında, Hallan Çemi’dekine benzer yuvarlak planlı basit kulübelerden, taş temelli, kerpiç duvarlı dörtgen yapılara geçiş, kapı, çatı, temel, su basman, merdiven gibi özelliklerin 28 ortaya çıkışı,, toprak dolgudan kerpiç topanlarına, buradan da kerpiç, tuğlaya nasıl geçildiği gibi, günümüze kadar gelen köy mimarisinin başlangıç ve oluşum süreci ortaya çıkmıştır. Güneydoğu Anadolu’nun bilinen en eski yerleşim yeri Çayönü de geçmiş yaşamın izlerini bize aktaran başka önemli bir yerleşim yeridir. Çayönü evleri, dikdörtgen plana sahip, kerpiç duvarlı ve düz damlı yapılardı (25). Resim 9. M.ö. 7250–6750 Yıllarına Ait Dünyadaki İlk Yerleşimlerden Biri Olan Çayönü Resim 9’da görüldüğü gibi M.Ö. 7250–6750 yıllarına kadar giden, dünyadaki ilk yerleşimlerden biri olan Çayönü’ nde (60 km. Diyarbakır’ın kuzey batısında) ızgara temelli ilk ev ve köy tasarımı ortaya çıkıyor (Diyarbakır tanıtma broşürü). Resim 10. 9000 yıl önce ki ilk yerleşimlerden biri olan Çayönü Resim 10’da 9000 yıl önceki ilk yerleşimlerden biri olan Çayönü’ de ( 60 km. Diyarbakır’ın kuzey batısında) ilk ev ve köy tasarımı ortaya çıkıyor. İlk konut tipi restitüsyonu. M.Ö. 8000 Diyarbakır Çayönü’nde evlerin kapısı vardı. 29 M.Ö. 6500’lerde kurulan Çatalhöyük evleri bir birine bitişik düzende yapılmışlardı. Dışa dönük yüzlerinde pencere yoktu. Kapı zaten hiç yoktu. Evlerin içine damlardan açılan bir kapaktan taşınır merdivenler aracılığıyla girilmekteydi (58,98). Resim 11. 9000 Yıl Önceki İlk Yerleşimlerden Biri Olan Çayönü- İlk Konut Tipi Restitüsyonu (26). Resim 12. Çatalhöyükte Evlere Damdan İnilirdi (Çev: Zeynep Rür, Antik Dünya Ansiklopedisi. Tübitak Yay. 2010) 30 Çayönü Mimarisi Izgara Planlı Yapı Tipi olarak adlandırılan ve iki sıra taş duvarları bulunan bu yapılar üç bölümden oluşmaktadır. Arka bölüm, aralarında dar boşluklar bırakılarak yapılmış paralel duvarlardan oluşmakta ve ızgaraya benzediği için ismini buradan almaktadır. Orta bölüm, tüm yapı genişliğince uzanan geniş dikdörtgen bir mekândan oluşmakta ve mekânın bir köşesinde genellikle bir ocak yeri bulunmaktadır. Ön bölümde ise hücre benzeri ufak mekânlar yer almaktadır. Bu yapının ızgara duvarlı arka bölümünde zemin rutubetinden korunması istenen tahıl gibi maddelerin depolandığı, orta bölümünün yaşam alanı olarak kullanıldığı, ön bölümdeki ufak mekânların ise depolama birimleri olduğu anlaşılmıştır. Bu yapıların öncülerinin sadece ahşap kütüklerden yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Doğrudan zemin üzerine yatırılan ahşap kütüklerin zemin rutubeti nedeniyle çürümesini engellemek için altlarına taş duvarlar yapılmıştır. Yapı planının büyük ölçüde kullanılan yapı malzemesinin “belirlenmiş formu” tarafından şekillendirildiği, yeni yapı malzemesi, teknikleri ve formlarının arandığı bu dönemde mimaride “düz” yapı elemanı fikrinin ortaya çıkmasına katkıda bulunduğu söylenebilir. Bu fikir, yukarıda anlattığımız gibi, daha güneydeki bölgelerde, farklı olarak dam konstrüksüyonunun taşınması için çözüm arayışları sürecinde ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Çayönü’nde “Taş Döşeli Yapılar Evresinde” ortaya çıkan bu yapı tipi, dikdörtgen bir planın kısa aks üzerinde iki veya üç mekâna bölümlendirmesi ile oluşturulmuştur. Çayönü Izgara Planlı yapı Çayönü Hücre Planlı Yapı Çayönü’nde Izgara Planlı binaların üst yapılarının organik malzemelerle inşa edilmiş olduğu ve gergi sistemleri ile sağlamlaştırıldığı, bu nedenle de duvarlar üzerine bir yük binmediği bilinmektedir. Çayönü’ndeki örneklerde mekân tabanları özenle yerleştirilmiş taşlarla döşenmiştir. Yapı iç alanlarında payandaların 31 kullanılmış olması, hem damı taşımaya yardımcı olmak hem de yapı içinde kısmi bö-lümlendirmeler yapmak için kullanılmış olmalıdır. Taş kil ve ahşap malzeme kullanılarak, optimal çözümlerin bulunmuş olduğu bir yapı tipidir bu. Zeminde taşıyıcı özelliklere sahip taş su basman duvarları, rutubet gibi problemlere çözüm olabilecek taş döşeme, taş duvarlarla aynı özelliklere sahip yığma kerpiç duvarlar ve dikme kullanmaksızın ağır toprak bir düz damı taşıyabilecek duvarlar, payandalar ile yeterli duvar açıklıkları oluşturulmuştur (27). Hallan Çemi, Tilhuzur (Yayvantepe), Girikihaciyan Mimarisi Güneydoğu Anadolu mimarisine baktığımızda Hallan Çemi halkı, avcılık ve toplayıcılık yaptığı dönemde yuvarlak planlı yapılarda oturmuştur. Bu yapılar, zeminden 50 cm. aşağıda çukura yapılmıştır. Yapıların büyüklükleri 4–6 metre arasında değişirken iki yapı arasında bir metre boşluk bırakılmıştır. Duvarlar, tas temel üzerine kamış ve ince dallar ile örülerek, çamurla sıvanmış, üst örtü ise ahşap direkler ile desteklenmiştir. Evlerin tabanları çamurla sıvanırken, bir kısmının tabanlarına ise sal taşlar dizilmiştir. Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeki Tilhuzur (Yayvantepe) höyüğünde Son Neolitik döneme ait kerpiç yapı kalıntıları bulunmuştur. Yayvantepe’deki yapıların hemen hepsi kerpiç ile yapılmıştır. Yapıların iç bölümlenmesi, Çayönü’ndeki yapılardan daha küçüktür. Diyarbakır’ın Ergani ilçesine bağlı Ekinciler köyü yakınındaki Girikihaciyan’da, yuvarlak planlı yapıların olduğu görülmüştür. M.Ö. 6./5. bin yıllarına tarihlenen Girikihaciyan’da taş duvar kalıntılarına rastlanmıştır. Körtiktepe Mimarisi Höyüğün Akeramik Neolitik kültürel dokusu, genel anlamda, bölge kapsamında bilinen çağdaş merkezlerle paralellikler göstermekle beraber, özellikle küçük bulguları açısından önemli farklılıklar yansıtır. Bütün veriler, Körtik Tepe’nin sürekli yerleşilen bir merkez olduğu konusunda birleşmektedir. Bu olgu, barınma sorununun nasıl çözümlendiğini gündeme getirir. Özellikle 2005– 2010 yılları arasındaki kazı çalışmalarında elde edilen veriler, höyükteki mimari yapılanmanın boyutlarına önemli yaklaşımlar getirmiştir. Halen devam eden kazılarda en azından altı ayrı mimari katman saptanmıştır. Söz konusu katmanları karakterlendiren konutların tasarımları ortak özellikler içerir ki, tamamı yuvarlak planlıdır. Tek sıra halinde işlenmemiş taşlarla kuşatılmış toprak zeminli tabana sahip konutlar, bazı birimlerde belirgin yüksekliğe kadar korunmuş; çoğunluğunda ise, üst katmanlardaki yapılanmalar nedeniyle, dokusal bütünlük tahrip olmuştur. İlginç olan bir özellik ise, bazı konutların duvarlarında besin üretiminde kullanılan büyük boyutlu mortar ve öğütme bloklarının kullanılmasıdır. Çoğunluğunun tabanı, yoğun kullanım nedeniyle aşınarak delinmiştir. Dolayısıyla, işlevini yitirmiş bu mortarların konutların duvarlarında hangi amaçla kullanıldığı bilinmemekle beraber, höyükte besin üretiminin boyutunu göstermesi bakımından ayrı bir öneme sahiptirler. Bunu tamamlayan diğer kanıtlar ise, yine duvar inşasında kullanılmış öğütme taşları ve birçok konutta varlığına tanık olunan hayvan kemikleridir. 32 Körtik Tepe yapılarını üç ana grupta toplamak olasıdır. Birinci grubu, planları tam olarak kavranabilen ve toplam 86 tanesi ortaya çıkarılan yuvarlak planlı yapılar oluşturur. Bunların dışında, yeterince korunamamış çok sayıda kalıntının varlığı da söz konusudur. Çapları 2.30–3.00 m arasında değişkenlik gösteren bu yapılar, doğrudan toprak zemin üzerine inşa edilmişlerdir. Basit ve işlenmemiş taş sıralarından oluşan temelleriyle ortak özellikler içeren bu yapıların çukur tabanları sıkıştırılmış topraktan oluşur. Genel ağırlık tek sıra olmak kaydıyla, çok azında taş temel, iki ya da üç sıra halinde korunmuştur. Üst yapılarına ilişkin kesin kanıtlar olmamakla birlikte, belirli bir yüksekliğe kadar inşa edilmiş taş sıralarının, üzeri sıvanmış saz gibi bitkisel malzemeden inşa edilmiş duvarları sağlamlaştırmaya yönelik olduğu söylenebilir. Bu ayrıntılar bir tarafa bırakıldığında, ölçüleri bakımından az sayıda kişinin barınmasına olanak sağlayan, bazı durumlarda birbirleriyle bitişik olan söz konusu konutlar, yuvarlak planlı yapılar adı altında tanımlanmıştır. Bütün konusunda kesin bir yargıya varamamakla beraber, genel bir değerlendirmeyle, Akeramik Neolitik evrenin en erken yerleşimlerini karakterlendiren ve doğrudan toprak zemin üzerine inşa edilmiştir. Yuvarlak planlı; düz ya da çukur tabanlı, tek mekânlı bu konut tipine, içinde Körtik Tepe’nin de bulunduğu, Hallan Çemi, Göbekli Tepe, Tell Abr, Jefr el Ahmar, Şeyh Hasan, Mureybet, Qermez Dere ve Nemrik gibi Yakındoğu’nun Akeramik Neolitik merkezlerinde de tanık olunur. İkinci grubu, bireylerin yaşaması için elverişli boyutlara sahip olmayan yapılanma modelleri oluşturur. Kazılan alanlarda, yaklaşık bütün yapılanma seviyelerinde varlığına tanık olunan yine yuvarlak plana sahip bu yapıların çapları 1.10–2.10 m. arasında değişmektedir. Tahrip olmuş ve bütünlükleri bozulmuş olanların dışında tanımlanabilen 29 örneği saptanan söz konusu yapıların tabanı çakıl taşlarıyla döşelidir. Yoğunluk doğu kesimde olmak kaydıyla, höyüğün batısında ve orta kesiminde de yer alan bu yapıların, yaklaşık bütün derinliklerde aynı bölgelerde toplanmaları dikkat çekicidir. Taş tabanlı yapılar olarak tanımladığımız bu oluşumlar, boyutları ve taban döşemeleriyle yuvarlak planlı yapılardan ayrılırlar; ancak, tabakalaşma açısından paralellikler gösterirler. Yaşamsal gereksinimlere karşılık vermeyen boyutlarıyla söz konusu yapılar, Hallan Çemi’deki benzerlerinden hareketle, depolama birimleri olarak hizmet etmiş olmalıdırlar. Ayrıca, bu yapıların içinde yoğun bitkisel kalıntıların saptanması da, bu yöndeki işlevleri konusunda ayrı bir kanıt oluşturur. Dolayısıyla, basit besin üretim yöntemlerini bilen yerleşik avcı-toplayıcı grupların karakteri olarak algılanan ve toplanan ürünlerin ya da üretim fazlası besinlerin biriktirilmesi yoluyla sistemin devamını sağlama yönünde kendini gösteren bu uygulamanın, Körtik Tepe’de de bilindiği söylenebilir ki, bu durum höyükte yıl boyu kalmayı kolaylaştırmıştır. Devam eden kazıların varılan aşamasında sadece üç örneği (Y3, Y11, Y44, Y35) ortaya çıkarılan üçüncü grup yapılar ise, sayısal oranları yanı sıra, boyutları ve tabanlarında saptanan bulgularıyla farklı karakter sunarlar. Yine yuvarlak planlı olan yapıların ikisi höyüğün batı yakasında, diğeri ise doğu tarafta yer alır. 0.98 33 m derinlikte saptanan batıdaki Y3 yapısı, 3.45 m. lik çapıyla, diğerlerine oranla, oldukça büyük boyutludur. Balçık harçla kaynaştırılmış ve orta büyüklükte düzgün sıralanmış taşlarla inşa edilmiş temel duvarı dört sıra halinde korunmuştur. Sıkıştırılmış toprak tabanın altında bir de intramural iskelet içeren yapının ortasında, uzantıları ve işlevi belirlenemeyen bir duvar kalıntısı yer alır. Batı yakadaki diğer yapı (Y44), 3.80 m. çapındadır ve 1.35 m. derinlikte yer alır. Diğeriyle benzer teknikte inşa edilmiş temel duvarı asimetrik bir yapı sergiler. Sıkıştırılmış topraktan oluşan tabanın altında saptanan bir iskelet ve beraberinde gömülmüş yaban keçisi boynuzları, yapıya özel bir anlam kazandırmaktadır. Höyüğün doğu yakasında yer alan üçüncü örnek (Y11), 1.80 m. derinliğiyle alanda saptanmış tek yapıdır. 3.42 m. lik çapa sahip yapının temel duvarı, Y44’de olduğu gibi, asimetriklik içermekle beraber, yine balçık harçla kaynaştırılmış orta büyüklükte işlenmemiş taşlarla inşa edilmiştir. Üst seviyelerdeki yapılanmalar nedeniyle, kısmen tahrip edilmiş olan yapının taban dokusu, tamamen kazılmadığı için, anlaşılmamıştır. Boyutlarıyla diğerlerinden ayrılan ve sayısal azınlığa sahip olan bu yapıların işlevlerini açıklama konusunda veriler eksiktir. Derinlikleri esas alındığında, tamamında saptanamazsa bile, en azından bulundukları mimari seviyelerde birer örneğinin saptanması, söz konusu yapılara özel anlamlar yüklenmesi gerektiğini düşündürmektedir ki, bu olgu Hallan Çemi’de varlığı saptanan kamu yapılarını akla getirmektedir. Körtik Tepe’nin, konut ve depolama amaçlı birimlerin dışında, özellikle küçük bulgularda baş gösteren Hallan Çemi ile kültürel doku benzerliği, bu düşünceyi doğrulayan bir unsur durumundadır. Doğrudan benzerlikler yansıtmasa da, benzer oluşumlu yapılara, Çayönü ve Nevali Çori’de olduğu gibi, Anadolu’nun daha geç dönem Neolitik merkezlerinde de tanık olunur. Levant bölgesinde ise, Ain Mallaha ve Jericho gibi PPNA dönemi merkezleri yanı sıra, Beidha gibi daha geç yerleşimlerde görülür. Plan özellikleri, inşa biçimleri, bulguları ve bazı işlevleri açısından farklılıklar içerseler de, diğer konutlardan belirgin biçimde ayrılan ve sayısal açıdan az sayıda olan söz konusu konutların, kamu yapıları adı altında Körtik Tepe’de saptanmaları şaşırtıcı değildir. Çünkü Körtik Tepe yerleşimi, birçok açıdan sadece Anadolu ile değil, aynı zamanda Levant bölgesi kültürleriyle de paralellikler göstermektedir. Korunmuş yapıların sayısı ve türü esas alındığında, Körtik Tepe yerleşiklerinin barınma sorununu çözdükleri görülmektedir. Bu anlamdaki çözüm, yuvarlak planlı yapılarda bulunmuştur. Örtü sorununda kolaylıklar sağlayan bu basit plan uygulaması, yerleşik düzene geçişin en erken evrelerinde kalıcı ve sürekli yerleşilen yerleşimlere de öncülük oluşturur ki, bu konuda atılmış ilk adımlara Yakındoğu ve Anadolu’da tanık olunur. İnsanların yer değiştirmeden beslenme gereksinimlerine cevap veren olanaklara sahip alanlarda kurulan bu yerleşmeler, yaygın kanının ötesinde, tarım öncesi toplumlarda yerleşik yaşam biçimlerinin ortaya çıktığını gösterir. Bu olgunun ve gelişmenin arkeolojik olarak kavrandığı merkezlerden birisi de Körtik Tepe’dir (96). 34 Diyarbakır ili Bismil ilçesine bağlı Yukarı Salat Beldesi’nin güneydoğusunda yer alan tarihi Salat Tepe Höyüğü’ ve m imarisi ve sorunları Dicle Nehri’nin kuzeyinde yer alan Salat Çayının doğuya doğru kıvrım yaptığı kesimde ve Ilısu Baraj alanı içinde yer alır. Orta Bronz Çağında (M.Ö. 16. yy.), Kalkolitik döneme ait bir höyüğün üzerine (Ökse, 2007) kerpiç duvarlarla kurulan yerleşim, Bizans Dönemine kadar iskân edilmiştir (Ökse, 2006). Yukarı Dicle Havzası’nda yer alan Üçtepe, Giricano, Kavuşan Höyük, Ziyaret Tepe, Kenan Tepe ve Hirbe Merdon’da da görüldüğü gibi gerek yapım tarzı gerekse kap formları bakımından yerel idarecilerin ya da büyük toprak sahiplerinin konutu olabilecek tarzda yapılmıştır. Anıtsal yapıda olan binanın temeli, çakıltaşı ile kaplanan zeminin üzerine büyük kireçtaşı bloklarının döşenmesi ile oluşturulmuştur. Bu güçlü taş temel üzerine kurulan kerpiç duvarlar ortalama 1,30 m kalınlığında ve 1,60 m yüksekliğinde olup 35 x 35 x 8 cm boyutlarındaki kerpiç blokların yarım kerpiç kaydırma yöntemi kullanılarak, birbirlerine standart kerpiç ile sıkı bağlanmasıyla inşa edilmişlerdir (Ökse, 2007). Yaklaşık 7 m genişliğindeki bir avlunun etrafında çok odalı yerleşim düzeni şeklinde olan bina iki katlıdır. Özellikle 2005 ve 2006 sezonu boyunca yapılan kazılarda, avlu zemininin; yıkılan duvarlara ait kerpiç bloklar ile dolu olduğu fark edilmiştir. Duvarlar hiçbir engele çarpmadan avlu üzerine üç farklı doğrultuda yaklaşık 90° açıyla düşerek yıkılmışlardır. Devrilen duvarlara ait kerpiçlerin bazıları domino taşı gibi üst üste durmaktadır. Ayrıca bazı duvarlarda çatlaklar ve açılmalar mevcuttur. Binanın orta kısmında bulunan ahşap bir dokuma tezgahı ile bazı odalar ağır bir yangının izlerini taşımaktadırlar. Söz konusu bütün tespitler birlikte değerlendirildiğinde Salat Tepe yerleşiminin M.Ö. 16–17. yy’da deprem gibi bir felakete maruz kaldığını akla getirmektedir (99). Diyarbakır Ve Çevresinde Asur Dönemi Mimarisi Diyarbakır’daki Asur dönemi mimarisi hakkındaki bilgilere, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin en büyük höyüklerinden birisi olan Üçtepe höyüğündekibuluntular sayesinde ulaşılmaktadır. Asur ülkesinin kuzey sınırında yer alan Üçtepe bölgesi, Asurlar’ın gözünde büyük öneme sahiptir. Üçtepe’deki stellerin üzerindeki yazıtlardan edinilen bilgilere göre II. Asurbanipal, burada Urartular’a komşu bir sınır eyaleti kurmuş ve saray yaptırmıştır Üçtepe’de yapılan kazılarda, saray olabileceği düşünülen yapı kalıntıları ile sur duvarı kalıntılarına ulaşılmıştır. Yeni Asur dönemine 35 ait olduğu düşünülen eyalet sarayının bir duvarının kalınlığı 5,5 metredir. Bu eyalet sarayının M.Ö. IX. Yüzyılın ilk çeyreğinde kurulmuş olduğu bilinmektedir. Asur yapı katlarında, taş temelsiz kerpiç bir mimari geleneği hakimdir. Bu yapı katları, II. bin yılının ikinci yarısına ait dere taslarından oluşturulmuş, zayıf yapılı mimari üzerinde yer almıştır. Yeni Asur ve Erken Yeni Asur dönemleri mimarisinde, tas temelsiz kerpiç duvarlar, doğrudan toprağın üzerine yerleştirilirken, Geç Yeni Asur döneminde de direkt toprak üzerine, taş temelsiz olarak oluşturulan kerpiç duvarlı yapılar devam etmiştir. Geç Yeni Asur mimarisinde büyük boyutlu anıtsal yapılar da vardır. Bunların tabanlarına, pişmiş tuğla ve çakıl taşları döşenmiştir. Bazı mekanları ise duvar resimleri ile süslenmiştir. Bu resimlerin varlığı, toprak sıva parçaları üzerinde siyah beyaz renkte boyanmış üçgen ve damla motiflerden oluşmuş parçalardan anlaşılmıştır. Bu dönemde yaşayan insanların, çakıl taşları ile döşeli avluları da vardı (28). Kavuşan Höyük Resim 13. Bismil’de Dr. Gülniz Közbek’in Kazı Yaptığı Kavuşan Höyük Mimarisine Ait 5 Resim 36 Kavuşan höyük, Diyarbakır ili Bismil ilçesinin 10 km güneydoğusunda, yenice köyü İnardı mezrası sınırları içinde, Şeyhan çayı’nın Dicle nehri ile birleştiği noktanın hemen doğusunda yer almaktadır. Höyüğün boyutları, doğu-batı yönünde 175 m, kuzey-güney doğrultusunda 75 m, yüksekliği ise üzerinde yükseldiği çakıl ve alüvyon dolgu ile birlikte kuzeyde 8 m iken alüvyonların doldurduğu güney kesimde 2 m kadardır. 1.3 hektarlık yerleşim alanına sahip olan höyük, deniz seviyesinden 538 m yüksekliktedir. Höyükteki kazı çalışmalarındaki iki yıl içinde elde edilen verilere göre şimdilik, orta çağ, geç demir çağ, yeni Asur dönemi, Mitani-orta Asur-erken demir çağ ile M.Ö. 11. binyıl sonu-erken 11. Binyıla ilişkin tabakalar bulunmaktadır (Ege Üni. Edebiyat Fak.). İLÇELERDE NEOLİTİK DÖNEM MİMARİLERİ Bismil Tepe beldesi Ziyarettepe Tabakalanma Yerleşimde, höyük, aşağı şehir ve yamaçlar genelinde ortaya çıkarılan tabakalanma eskiden yeniye şu şekildedir; •Geç Neolitik Çağ / Erken Kalkolitik Çağ (yaklaşık MÖ 6.000 – 5.000) •Orta Tunç Çağı (yaklaşık MÖ 2.000 – 1.600) •Geç Tunç Çağı (yaklaşık MÖ 1.300 – 1.200/1100) 37 •Erken Demir Çağı (yaklaşık MÖ 1.200 / 1.100 - 900) •Geç Demir Çağı (yaklaşık MÖ 9.00 - 600) •Geç Roma Dönemi / Sasani İmparatorluğu / Erken İslam Dönemi Ziyaret Tepe’de en yoğun yerleşmenin Orta ve Geç Asur Çağı yerleşimi olduğu, höyük (akropol) ve aşağı şehre yayılan bu yerleşimde bir garnizonun yer aldığı bildirilmektedir. Höyük, Demir Çağı’ndan sonra iskan edilmemiştir. Kuzey ve batı yamaçlarda Orta Tunç Çağı’na ait çok sayıda buluntu ele geçmiştir. Ayrıca Geç Neolitik Çağ / Kalkolitik Çağ malzemesi de bulunmaktadır. Güney yamaç ise sözü edilen bu erken çağlara tarihlenen buluntu vermemektedir. Aşağı şehir ise Geç Neolitik – Erken Kalkolitik buluntu göstermez. Bununla birlikte MÖ 3. binyılda Geç Asur Dönemi’ne kadar kesintisiz bir yerleşim vardır. Buluntular Mimari Höyüğün doğu yamacında, kerpiç bir platform üzerine 450 metrekarelik alanda inşa edilmiş bir yapı kalıntısı ortaya çıkarılmıştır. Geç Asur Dönemi’ne tarihlendirilen bir kamu binasıdır. Orta Asur Dönemi yapısı olduğu anlaşılan oldukça büyük bir konut ayrıca ilginçtir. Parke döşeli bir sokaktan girilen konutun duvarları kırmızı kil kerpiçten 1,5 metre kalınlıkta inşa edilmiştir. Girişteki oda ya da avlu 5,5 metre derinlik ve en az 22 metre genişliktedir. Buradan geniş, parke döşeli bir avluya geçilmektedir. 12 x 13,5 metre boyutlarındaki bu avlu zeminini kaplayan mozaiklerin büyük bölümü iyi korunmuş durumdadır. Değerlendirme Orta Asur İmparatorluğu’nun Geç Tunç Çağı boyunca Yukarı Dicle yönünde genişlemesiyle Ziyaret Tepe’de iskan, ilk kez aşağı şehrin büyük bir bölümüne yayılarak neredeyse 32 hektarlık alana ulaşmış ve küçük de olsa bir kent haline gelmiştir. Bununla birlikte Erken Demir Çağı’nda yerleşim daralmıştır. Aşağı şehir muhtemelen terk edilmiştir. Bölgede Geç Demir Çağı’na karşılık gelen Geç Asur Dönemi’nde ise yeniden bir “hızlı kentleşme” görülür. Geç Asur seramikleri MÖ 9. yüzyılda höyük ve tüm aşağı şehir surlarının içinde yayılmış durumdadır. Bu durum, MÖ 7. yüzyıl sonlarında Geç Asur İmparatorluğu’nun çöküşünde ya da hemen sonra son bulmuş görünmektedir. Kazı başkanı Ziyaret Tepe’nin, Asur İmparatorluğu’nun Orta Asur (Geç Tunç Çağı) ve Geç Asur (Geç Demir Çağı) dönemlerinde (MÖ 1.300 – 600), Dicle kıyısındaki üç büyük sınır kentinden biri olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda Asur kayıtlarında geçen Dicle bölgesinin merkezi garnizonlarından olan Tuşhan’ın Ziyaret Tepe olduğu düşünülmektedir. Geç Asur Dönemi’nde eyalet başkenti olan Tuşhan, bazı kaynaklarda Tushu ya da Tusha olarak geçmektedir. Geç Asur Dönemi tabletlerinden Tuşhan Eyaletinin, MÖ 9.-7. yüzyıllarda imparatorluğun en önemli kuzey eyaleti olduğu anlaşılmaktadır.] Öte yandan Ziyaret Tepe kazılarında ele ge38 geçen 21 adet çivi yazılı kil tabletin bu durumu gösterdiği ileri sürülmektedir. Mari kayıtlarında kentin adı, hem ülke anlamına gelen “kur”, hem de kent anlamında “uru” tanımlayıcılarıyla yazılmıştır. Ziyaret Tepe’de bulunan ve MÖ 620-610 yıllarına tarihlenen kil tabletler, kentin düzeni ve işleyişi ile ilgili konulardadır. Tabletlerden, Tuşhan’ın bir vergi toplama ve tahıl silosu işlevi gördüğü anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Tuşhan’ın esasen Ziyaret Tepe değil Üçtepe Höyük olduğu yönünde görüşler de vardır. http://tr.wikipedia.org/wiki/Ziyaret_Tepe_H% C3% B6y%C3%BC% C4% 9F % C3 %BC Koğu Höyük Kenan Tepe Bradley, J. Parker, Utah Üniversitesi, ABD Giriş 2002 yılı yazında Yukarı Dicle Arkeolojik Araştırma Projesi çalışanları Güneydoğu Anadolu’da Diyarbakır İli içinde yer alan ve önemli bir arkeolojik yerleşim alanı olan Kenan Tepe’de üçüncü kazı mevsimini yürütmüştür. 2002 yılında Temmuz’un son haftası başlayıp Ağustos’un son haftası biten 8 haftalık kazı mevsiminde UTARP ekip elemanları yerleşmede 8 alanda 22 kazı yapmıştır. Ulusal Sosyal Bilimler Fonu, Utah Üniversitesi Araştırmalar İkinci Başkanlığı Ofisi, Curtiss T. ve May G. Brennan Vakfı, Güney Kaliforniya Üniversitesi ve IBM işbirliğinin yardımları ile UTARP 2002 kazı mevsimi bugüne kadar yapılan en büyük ve en başarılı kazı olmuştur. Aşağıda bu araştırmanın ön sonuçları sunulmaktadır. Kenan Tepe, Güneydoğu Anadolu’da Bismil’in 10 km doğusunda, Diyarbakır – Batman Karayolu’nun güneyinde 1 km. uzaklıkta yer alan ve Dicle Nehri’nin kuzey kıyısına bakan doğal seki üzerinde çok-dönemli bir höyüktür. Yerleşmede görülebilen höyük alanı yaklaşık 6 hektar, yerleşmenin uzun ekseninde en uzun yeri 39 350 m., en geniş yeri bir ucundan diğerine yaklaşık 225 m. uzunluğundadır. Ana höyükte en yüksek nokta Dünya Geodetik Datum seviyesinden 604.2 m yüksektedir. Yükseklik Dicle Nehri’nin günümüz seviyesinden ana höyüğün en yüksek noktasına 56.3 m.’ye kadar değişmekte ve ana höyüğün en yüksek noktası F alanında zemin yüzeyinin 32.9 m. üzerindedir. Dönemler: Obeid Dönemi 2002 kazı mevsiminde UTARP ekip elemanları iki açmada Obeid dönemi tabakalarına ulaştılar. Kazı mevsiminin son haftasında 5 x 10 m.’lik yukarı höyüğün dik doğu yamacındaki D5 açmasında etkileyici bulunan Obeid dönemi ev yapısı, en alçak ve 3 x 5 m.’lik basamaklı açma olan A9 açmasında da Obeid kalıntıları bulunmuştur. D5 açmasında iyi korunmuş Obeid dönemi kerpiç bir evin kuzey ucu bulunmuştur. Evin büyük kısmı açmanın güney payında olduğundan bulunan Obeid kalıntılarının çoğu bu evin dış yüzeyindedir. Bu alanda evle doğrudan ilişkili iyi korunmuş iki ocak bulunmuştur. Evin dışında, yüzeyde kalın bir tabaka dekompoze çöp bulunmuştur. Bu yüzeyde ayrıca 50 Obsedien parça, iki kemik bız, üç balık ağı ağırlığı, küçük bir parça bakır ve iyi korunmuş dokunmuş kumaş parçası bulunmuştur. Basamaklı açmada Erken Bronz Çağı duvarlarından temel yapısı görünüşü 40 D6 açmasında bulunan Erken 2. Bin fırını http://tacdam.metu.edu.tr/node/130 GELENEKSEL DİYARBAKIR EVLERİ Sosyal Yapı Eski Diyarbakır’da aile yapısı, büyük ve ataerkil bir nitelikteydi. Büyük aile; ana, baba ve çocuklarının oluşturduğu çekirdek ailelerden meydana gelmiştir. Bu nedenle çekirdek akraba ailelerin bir ortak alan (avlu) çevresinde yaşadıkları bir düzen oluşmuştur. Aile yapısının büyüklüğü, konutların büyüklüğünü, avlu ve çevresindeki kitlelerin sayısını belirler. Ayrıca dini inancın etkisindeki bir aile yaşantısı ve bunun sonucu oluşan konutun gizliliği hem içte hem de dışta olmak üzere iki şekilde konutun kitlesel biçimlenmesini etkilemiştir. İçte gizlilik harem (kadınlara ait) ve selamlık (erkeklere ait) bölümleri ile sağlanmıştır. Eski konutlarda bu bölümler iki ayrı konut gibi düşünülmüş, ancak bağlantı bir oda ile sağlanmıştır. Zengin ailelere ait konutlarda bu iki bölüme de rastlanır. Diğerlerinde ise avlu konutun haremidir. Dışa gizlilik, konutun yüksek duvarlar arkasında kalması ve dışarıya kapalı olması ile açıklanabilir. Bu kapalılık, sokağa ve yandaki komşu konutlara doğru olur. Sonuçta, eski Diyarbakır konutlarının kitlesel biçimlenmesinde gizlilik, harem ve selamlık bölümlerinin oluşmasında etkili olmuştur. 41 İklime Göre Yönlenme Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk iklim etkisi altındaki Diyarbakır’da, Suriçi eski konutları avluludur. Avlu, kuru yaz sıcağı ve soğuk kış rüzgarlarına karşı en basit korunma şeklidir. Eski Diyarbakır konu-tundaki avlu, Orta Anadolu’daki iç bahçe niteliğindeki avludan farklı olup, Mezopotamya avlusu ile aynı özellikleri taşımaktadır. Çünkü Diyarbakır, Mezopotamya’ya yakın sıcak bir iklime sahiptir. Eski Diyarbakır avlusu ile Türk konutundaki sofanın ortak niteliği bağlayıcı olmalarıdır. Ancak aralarındaki fark, değişik iklimlerden kaynaklanmaktadır. Bağlayıcı avlu, sıcak iklim bölgelerinde görülür ve üstü açıktır. Bağlayıcı sofa ise sıcak bölgelerde (Diyarbakır, Urfa v.b.) görülmez. Üstü ve genellikle de yanları kapalıdır. Sıcak ve kurak iklimin eski Diyarbakır konutu biçimine etkisi, avlu çevresindeki kitlelerin dizilişlerinde ve içe doğru yönlendirilmelerinde açıkça görülür. Avlu çevresindeki odaların oluşturduğu kitleler, uygun güneş yönüne göre yerleştirilmişlerdir. Bu yönlenme, yazın kullanılan yazlık ve kışlık kullanılan kışlık odaların ayrı yerlerde tasarlanmasına neden olmuştur. Kışlık ve yazlık odaların yanında baharlık birimlere de yer verilmiştir. Eski Diyarbakır konutlarında bütün kitle ya da kitleler genel olarak avlu içine bakarlar. Bu plan tiplerin de yazlık kitlenin yeri her zaman sabit olup avlunun güneyindedir. Genellikle bu kitlenin içinde niş şeklinde, avluya bakan ve çoğunlukla içinde havuzu olan eyvan birimi bulunur. Avlunun asal işlevi birimleri birbirine bağlamak, eyvanın ise oturma, dinlenme ve serinleme gereksinimini karşılamaktır. Bunun yanında ikisi de hem mekânları bağlama hem de oturma, dinlenme ve serinleme gereksinimini karşılamışlardır. Kışlık kitle, avlunun genellikte kuzeyinde bulunur. Kuzey kitlesi bulunmayan eski konutlarda avlunun doğusundaki, kuzey ve doğu kitlesi bulunmayan eski konutlarda ise avlunun batısındaki kitle, kışlık bölümü oluşturur. Baharlık kitle ise «U» tipi dış ve orta avlulu konutlarda görülür. Avlunun doğu ya da batısında bulunur. İklim, sonucu oluşan yönlenmenin kitlesel biçimlenmeye etkisi, mevsimlik kitlelerin (yazlık, kışlık ve baharlık) meydana gelmesinde ve bunların plan tiplerindeki değişik konumlarında görülür (29). Karacadağ’dan getirilen bazalt taşı, yerkürenin derinliklerinden yeryüzüne püsküren lavların soğumasından oluşan siyah renkli bir taş bazalt’laşırken yüzeyde ya da derinde oluşuna, ya da geç soğumasına bağlı olarak gözenekli ya da gözeneksiz olurlar. Diyarbakır’da bazalt’ın gözeneksiz olanına “erkek taş” denir, gözeneklisine ise “dişi taş”. Gözenekli dişi taşın işlenmesi ne denli kolaysa, gözeneksiz erkek taşın işlenmeside o kadar zordur. Gel gör ki, bu iki taş da Diyarbakır mimarisine can verir, ruh katar. “Erkek taş azdır. Yapıların özellikle söve, lento, sütun, başlık, havuz, pencere, kapı gibi yük binen bölümlerinde kullanılır. Kemerler, Köprüler onunla direnir. Yazıtlar onunla dile gelir. Ustaların hüneri taşın sertliğini unutturur. Ne denli zor işlenirse de, estetiğinin kalıcılığı onu Diyarbakır yapılarının bir vazgeçilmezi yapmıştır. Dişi taş erkek taşın yandaşıdır. Erkek taşın yanı başındadır her daim. 42 Birbirini tamamlar, tıpkı yaşamda erkeğin kadını, kadının erkeği tamamlaması gibi...” (67). Geleneksel Diyarbakır evlerinin mimari özellikleri Diyarbakır Geleneksel konutlarında yaşam, zemin katta avlu çevresinde odaklamıştır. Zemin kat günlük yaşamın geçtiği odalar ve servis birimlerinin bir açık avlu çevresinde konumlandığı birimlerden oluşur. Çoğu evde bodrum kat mevcuttur. Bodrum kat genellikle birkaç basamak yükseltilmiş eyvanın altında yer almaktadır. Bodrum kat yazın serin, kışın sıcak olma özelliği ile koruyucu olması bakımından kiler ve depolama amaçlı olarak kullanılmaktadır. Başoda ve diğer odaların yer aldığı üst kat gezemeğe açılır ve bir merdivenle avluya bağlanır. 3 katlı yapı yok denecek kadar azdır. Diyarbakır Geleneksel evlerinin Bodrum+Zemin+1.Kattan oluştuğuna dair bir genelleme yapılabilir. Sıcak iklim mekânsal formun açık, yarı açık ve kapalı birimlerin oluşumunda ve biçimlenmesinde etkendir. Geleneksel Diyarbakır evlerinde mekân organizasyonu birimleri Diyarbakır Sur içi yerleşmesi, konut alanları, yönetim ve ticaret bölgelerinden oluşmaktadır. Yerleşmede genelden özele giden bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşik kurgu meydan ya da meydancık, sokak ya da çıkmaz sokak, avlu ve konut dizgelerinde oluşmuştur. Geleneksel Diyarbakır evlerinde, mekân organizasyonu avlular, odalar, eyvanlar ve servis mekânlarının bir düzen içerisinde bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Taşlık: Taşla döşenmiş avlu, sofa, merdiven altı vb. Geleneksel evlerde odanın veya eyvanın hemen yanında konumlanan ayakkabıların çıkarıldığı bir geçiş mekânıdır. Oda: Geleneksel Diyarbakır evlerinde odalar çok amaçlı olarak düzenlenen mekânlardır. Her oda, her eylemi içinde barındırmaktadır. Fonksiyonlarına göre geleneksel kullanımda başoda, koltuk oda, ara oda, diye adlandırılır. Sıcaklık farkına göre yaz ve kış odaları ortaya çıkmıştır. Yaz odaları genellikle kuzeye bakar, güneş almaz ve kapıları genellikle eyvana açılmaktadır. Oda düzenlemesiyle donatım ilkeleri hemen hemen her evde aynıdır. Seki-altı (pabuçluk) ve seki-üstü olmak üzere oda iki bölümden oluşmaktadır. Bu ayırım oturma biçiminden ileri gelmektedir. Genellikle yere tahta döşeme, halı, kilim konulur, minder üstüne oturulur. Oturma yerinde temizliği sağlamak için odaya girişte seki-a1tında ayakkabı çıkarılır ve bir basamak yüksek olan seki-üstüne geçilir. Oturmak için yerin yükseltilmiş bölümü olan sedir de kullanılmaktadır. Sedir oda çıkmazında yan yana pencerelerin açıldığı duvar boyunca uzanır. Sedir dışarıyı seyretme, sohbet etme, iş işleme, dinlenme yeridir. Isınma ve yemek pişirme gereksinimini karşılamak üzere odanın uygun bir duvarında mutfaktaki gibi ocak oluşturulmuştur. Bu duvarın kalınlığından yararlanılarak ocak çevresinde nişler, yüklükler düzenlenmiştir. Odanın en önemli öğesi yüklüktür. En az eşyayla yaşama alışkanlığı gereği, gece yatarken, yere serilen döşek, yorgan ve yastıklar, duvarlarda ahşap malzemeyle kaplanarak oluşturulmuş yüklük olarak adlandırılan dolaplara kaldırılır. Bu gelenek göçebe kültürünün bir uzantısıdır. Yüklüğün alt bölümü yıkanma yerine (gusülhane) ayrılmıştır. Gusül 43 abdesti alma eylemi oda içinde çözümlenir. Konumuna göre oda, çoğunlukla eyvana ve avluya pencereyle açılır. Sokak cephesine açılan örneklerde vardır Sokağa açılan pencereler ailenin dış dünyayla ilişki kurduğu açıklık1ar olmakla birlikte gerek toz, güneş, rüzgâr ve soğuk gibi etkenleri dışlamak üzere ve gizlilik ilkesi gereği dışardan kafesli ya da kapaklıdırlar. Odalar genel olarak yüksek tavanlı ve ferahtır. Pencereler bir sedir yüksekliğinden sonra açılır. Odalar bol pencereli ve aydınlıktır. Bazılarında çeşitli renkli camlar kullanılmıştır. Bütün kapı ve pencere üstleri kemerlidir. Bu pencereler çoğunlukla sabit çerçeveli, alçıdan süslemelerle bezeli olarak yapılmıştır. Oda sayısı, ailenin yapısı ve ekonomik durumuna göre çoğalır. Kabaltı: Sokak üstü odaya Diyarbakır geleneksel mimarisinde kabaltı denmiştir. Güney Anadolu’da sokağın 3. boyutundan konutların yararlandığı bu uygulama, gerçekte Anadolu’yu aşan sıcak kara iklimi çözümüdür. Dar ve düz bir alana sıkışan kentlerde görülmektedir. Karşısındaki parsele oturan ahşap kirişlemelilerde o parselin, kabaltının yük ve giderlerine katkısı olamaz. Çok az örnek tonoz üstüne kuruludur. Yine de Diyarbakır’da toplam sayıları fazla değildir. Dar, dönemeçli ve gölgeye gerek duyulan Diyarbakır sokaklarında konutların buraya yansıyan, yaklaşık 1,5–2 kat yüksekliğindeki duvarları, soluk almaya yetmiyormuşçasına, kabaltlarının serinlemede arandığı, çocukların gölgede kümelendiği, diğer yönüyle buralara evlerin açıldığı, görünümlerine zenginlik kattığı bir ayrıntıdır. Mutfak: Mutfakta ocak ve baca dışında tasarım öğesi bir şey yoktur. İşlevlerine uygun olarak genellikle kuzey yönünde konumlanmış, yüzü bir kemerle avluya bakmaktadır. Mutfak bağlantısı avluya genellikle kemer ile olduğundan önü açıktır, kış ayları için çok soğuk olduğundan ayıklama, doğrama, temizleme işleri odalarda yapılır, daha sonra pişirmek için buraya getirilir. Zengin evlerindeki mutfakların boyutları daha büyük ve sayısı da fazladır. Mutfağa genellikle avludan ve düzayak girilir. Duvarlarında yer yer kapaksız gömme dolaplar bulunur. Yemek pişirmede ve ısıtmada kullanılan oyuklar ev inşa edilirken yapılmış öğelerdir . Mutfaklarda kazan, kepçe, bakraç vb. eşyalar yer alırdı. Balkon: Yazın sıcak aylarında serinlemek amaçlı kullanılan bu birimin görevini avlu ve eyvan, serdap gördüğünden, Diyarbakır geleneksel evlerinde çok az örneği vardır. Geçmişte yaşam biçiminden dolayı avlu ve eyvan balkon görevini üstlenmiştir. Serdap: Sıcak yaz gününde, gözenekli siyah bazalt avlu kaplamasının da bunaldığı günlerde, eyvan, iç oda, mutfak yetersiz kalınca serdap bir sığınaktır. Burası, yerleşme plânı açısından biraz gömük, bağımsız bir tür bodrum odası olup avluya açılır. Yön olarak kuzeye bakmaktadır. Serdabın Diyarbakır geleneksel evinde iki örneğine rastlanmıştır. Birincisi Cahit Sıtkı Tarancı evindedir. Güney kanadı batı uçunda, 2 gözlü eyvanın altında olup kapı ve 3 penceresiyle avluya, kuzeye açılır. Güney yönünde bir kemerle ayrılan 2. bölümü vardır. İkincisi İskender Paşa konağındadır. Kiler: Daha çok bodrum katta bodrumun serinliğinden yararlanılarak eşyaların muhafaza edildiği bu birimin, zemin katta da yer aldığı örnekler vardır. 44 Helâ: Sokağa en yakın yerde yer alır. Amaç kanalizasyon boyunu kısa tutup, helâyı kuyudan uzak tutmaktır. Zemin kat avlusunda yer alan helâlar avlu içinde veya kapı arası, sokak arası denilen geçitte düzenlenmiştir. Çalışılan evlerin çoğunda özgün helâlara rastlanmıştır. Su donatısı olmayan helâlar taşıma su ile kullanılır. Hamam: Diyarbakır Geleneksel evlerinde hamam çok az evde yer alır. Daha çok büyük zengin evlerinde rastlanan hamamların sayısı oldukça azdır Yıkanma eylemi büyük evlerde hamamlarda karşılanırken, diğerleri mahalle hamamlarına giderlerdi. Zorunlu durumlarda mutfakta yıkanılır. Geleneksel yaşamda gündüz kadınlara, gece erkeklere veya günün bir bölümünde kadınlara, diğer bölümünde erkeklere hizmet veren hamamlar vardı. Cumba: Planın genişletilmesi ve görsel zenginliğin sağlanması için yapılmış birimlere cumba denir. Cumbaların sokağa ve avluya taşan örnekleri vardır. Komşu yapıyı rahatsız etmeyecek şekilde planlanmıştır. Diyarbakır’daki cumbaların duvarları çoğunlukla eklentiyi hafif tutmak için ahşap karkastır (25). Avlu: Avlu, yazın günlük yaşamın büyük bölümünün geçirildiği, dikdörtgen planlı bir alandır. Bu alan yüksek duvarlarla çevrili olduğundan, içerideki yaşam dışarıdan görülmez. Avluya doğrudan bağlantısı olan birimler, yarı açık, kapalı ve ıslak alanlardır. Üst kata bağlanan ve bodruma inen merdivenler de yine bu alandadır. İçindeki havuzu, bahçesi ve kuyusu ile doğa, içeride yaşatılmaya çalışılmıştır. Avlu döşemesi, dişi bazalt taştır. Yaz aylarında gün batımına doğru avlu yıkanarak taşın boşluklarına dolan su aracılığıyla sonradan doğal bir serinlik yaratılmış olur. Bahçe: Diyarbakır evi bahçesiz düşünülemez. Küçük de olsa avlunun bir köşesi bu yeşil alana ayrılmıştır. Bahçe alanı Tarancı Evi’nde oldukça büyük tutulmuştur. Bu alanın ortasında çiçeklik ve çeşitli meyve ağaçları bulunmaktadır. Evin kara taşlı kasvetli havası bu yeşil doğa parçasıyla giderilmeye çalışılmıştır. Eyvan: Konutun odağı avlu ve bunun en önemli öğesi eyvandır. Eyvan, avlu ve kapalı alanlar arasında yarı açık bir alandır. Özellikle yaz aylarında ev halkının en çok tercih ettiği mekanlardan biri olmuştur. Evin güney kanadının üst bölümünde yer alan bu alan, iki kemerli önü kuzeye dönük bir yaz odası görünümündedir. Aynı zamanda odalara geçişi de sağlayan bu eyvan, paca adı verilen dolap ve nişlerle süslenmiştir. Evin en büyük açıklıkları oldukları için kemerleri süslü ve göz alıcıdır. Üst örtüleri kavak kirişli “dam”dır. Sahanlık ve Gezemek: Cahit Sıtkı Tarancı Evi’nde merdiven genellikle bir sahanlıkla son bulur. Sahanlığın uzatılarak eyvan ve odalara geçiş yapan bölümüne “gezemek” adı verilir. Bu bölüm evin batı kanadındaki odanın önünde yer almaktadır. Merdivenler yapının diğer bölümlerinde olduğu gibi dişi bazalt taştandır. Korkuluklar demir işçiliğinin en güzel örnekleriyle çevrilidir (30). Bazı varlıklı Müslümanlarla gayrimüslimlerin evlerinde küçük farklılıklar olurdu. Müslümanlara ait evlerin odalarından birinde kıble tarafındaki duvarda mihraba benzer bir oyuk olurdu. Misafirler için mutfakta yapılan yemekler tahtanın bir bölümüne konup tahtaya vurularak çevrilirdi. Böylece namahreme görünmeden yemek servisi yapılmış olurdu (100). 45 Tarihi Diyarbakır Evleri Cahit Sıtkı Tarancı Evi (Müzesi) Cahit Sıtkı Tarancı Sokak’ta bulunan yapı 1820 yılına tarihlenmektedir. Diyarbakır sivil mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak günümüze ulaşmıştır. Haremlik ve selâmlık olarak inşa edilen evin selâmlık kısmı sonradan yıkılmıştır. İki katlı bir yapıdır ve kesme siyah bazalt taşından inşa edilmiştir. Bu binada içe dönük mimari plan uygulanmış olup, cepheler iç avluya bakmaktadır. Tek katlı ahşap giriş kapısı dar bir koridorla avluya açılmaktadır. Binada mekânlar, iklim şartlarına uygun olarak mevsimlere göre cephelere yerleştirilmiştir. Beyaz renkli cas süslemeleri bu binada da en güzel şekilde kullanılmıştır. Cahit Sıtkı Tarancı Evi, şairin eşyaları ile Diyarbakır yöresinin etnografik nitelikli eserleriyle düzenlenerek müze-ev olarak ziyarete açılmıştır. Resim 1. Cahit SıtkıTarancı müzesi ve evi Ziya Gökalp Evi (Müzesi) Diyarbakır’ın tipik sivil mimarlık örneklerinden biri olan ev, 1808 yılında inşa edilmiştir. İki katlı bu yapıda malzeme olarak siyah bazalt taşı kullanılmıştır. Haremlik ve selâmlık olmak üzere iki bölüm halindedir ve mekânlar ortadaki iç avlunun etrafına yerleştirilmiştir. Cephelerden biri iki kemerli, revaklı, bir eyvan şeklindedir ve bu bölümdeki havuz ile serin bir oturma mekânıdır. Ayrıca bazı kapıların üst kısımlarında Arapça yazılmış kitabeler bulunmaktadır. Ünlü düşünür Ziya Gökalp’in doğduğu bu ev, varislerinden satın alınarak müze-ev olarak 46 ziyarete açılmıştır. Müzede yazara ait eşyaların yanı sıra, yörenin etnografik eserleri sergilenmektedir (15). Resim 2. Ziya Gökalp müzesi ve evi Diyarbakır Evlerine Örnekler Resim 3. Diyarbakır Evlerine Örnekler 47 Resim 4. Esma Ocak evi Resim 5. Dengbej evi 48 Resim 6. Muharrem Erim evi Resim 7. İskenderpaşa Konağı 49 Resim 8. Behrampaşa Konağı Resim 9. Cemiloğlu Konağı (Restorasyon Öncesi) Resim 10. Cemiloğlu Konağı (Restorasyon Sonrası) 50 Büyükşehir Belediyesi’nce Karacadağ Kalkınma Ajansı’nın katkısıyla restore edilen 200 yıllık tarihi Cemil Paşa Konağı, kent müzesine dönüştürülüyor. Diyarbakır’ın Tarihi Kültürü Cemiloğlu konağında sergilenmesi tasarlanmıştır. Osmanlı Valisi Ahmet Cemil Paşa tarafından eklentileriyle yaklaşık 3000 metrekarelik alan üzerine yaptırılan Cemil Paşa Konağı, eski Diyarbakır evlerinde olduğu gibi mekanlar geniş avlu etrafında dizili. 1600 metrekare kapalı alanı ve 40’ın üstünde odası bulunan konak, üst katlarında banyo, tuvalet gibi alanların bulunması açısından dikkati çekiyor. Diyarbakır’a özgü kesme bazalt taştan inşa edilen yapı, haremlik, selamlık ve mabeyn bölümlerinden oluşuyor. Geniş havuzlu bahçesi, misafirhanesi ve diğer bölümleriyle küçük bir saray niteliğinde olan konak, taş işçiliğinin de en güzel örneğini yansıtıyor. Diyarbakır’daki en görkemli ve en büyük konak olan Cemil Paşa Konağı, bir dönem, okul ve ipek böcekçiliği kapsamında atölye olarak da kullanılmıştır (66). Yazlık Köşkler Günümüze kadar ulaşabilmiş yazlık köşkler Diyarbakır’da köklü bir mimari geleneği ve gelişimini yansıtmaktadırlar. Bu köşklerin planını etkileyen en önemli öğe iklimdir. Diyarbakır’da yaz mevsiminin çok sıcak ve uzun geçmesi ve sur içinde sıkışık bir biçimde konumlanan evlerden uzaklaşmak için, kentin genellikle zengin bölümü sur dışında yazlık evler inşa etmişlerdir. Diyarbakır’da bulunan yazlık köşklerin birçok avantajı vardır. Sıcak yaz günlerinde ekili alanlar ve uzun ağaçlar nem ve serinlik yaratırdı. Köşklerin çoğu havalandırma sağlamak ve manzaradan faydalanmak için yüksek bir araziye kurulurdu. Şehrin güneyindeki Mardin Kapı’nın yaklaşık 2 km dışından başlayarak, genellikle nehrin sağ tarafında inşa edilen köşkler, eğimli bir yükseltide, Evsel Bahçeleri’ni ve Dicle Nehri’ni görecek konumda yer alır. Köşklerin neredeyse tamamında, yamacın üst kısmında yer alan kayalıklardan gelen su kaynakları bulunmaktadır. Çoğu, 19. yüzyılda yapılan bu yapılar Osmanlı ve Akkoyunlu dönemine aittirler. Araştırılan köşk sayısı 9 dur. Ancak bunların bir bölümünde yapının çoğu yıkılmış ve bozulmuştur. Bu köşk yapılarının dört Gazi, Kuşdili, Erdebil ve Ağuludere köşkleri, Hacı Ağa, Bekir Paşa, Pamuk ve Hami köşkleridir. Hacı Ağa Köşkü Köşkün üzerinde inşa kitabesi bulunmadığından yapım tarihi mimari özelliklerine bakılarak 19.yüzyıl Osmanlı dönemi olarak tahmin edilmektedir. Yapı Mardin kapı çıkışında evsel bahçeleri içinde yer almaktadır. Mevcut planıyla iki oda ve bir eyvandan oluşan yapının önünde eyvandan akan “selsebil”in buluştuğu dikdörtgen bir havuz yer alır. Dikdörtgen forma sahip tek katlı olan yapı şu anda bakımsızlıktan büyük bölümü yıkık durumdadır. Köşk’ün mülkiyeti Ali Keşkür’e aittir. 51 Bekir Paşa (Ömer Bekir Paşa) Köşkü Halk arasında ‘Ömer Bekir Paşa Köşkü’olarak da bilinen yapı, Dicle nehrinin batısında yüksek bir tepede, yeşil bir alan içerisinde Evsel Bahçeleri’ne hakim bir tepede yer almaktadır. Köşk, Cengiz Özgiray’ın mülkiyetindedir. Bakımından sorumlu kişi ise Mehmet AYDIN’ dır. Yapım tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber 19. yüzyıl sonları olduğu ve Osmanlıların son döneminde yapıldığı tahmin edilmektedir. Dikdörtgen bir plana sahip olan yapı zemin ve bodrum kattan oluşur. Kuzeye dönük içinde selsebili bulunan bir eyvan ve sağında bir oda yapının şu andaki durumunu belirler. Bodrum kat depo amaçlı kullanılmaktadır. Yapının dış duvarları ve döşeme bazalttır. Köşkün ön bölümü avlu bahçe ve havuzdan oluşmaktadır. Pamuk Köşkü Yapı Dicle Nehri’nin sağ tarafında yer alan yüksek bir tepede, Gazi Köşk’ünün üst bölümüne yakın konumlanmıştır. Plan ve mimari özelliklerine bakıldığında Osmanlının son döneminde, 19. yy sonu 20.yy başında yapılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Yapı dikdörtgen planlı ve tek katlıdır. Köşkün sadece iki sivri kemerli, içinde selsebili bulunan bir eyvanı ve kare planlı havuzu günümüze ulaşabilmiştir. Eyvanın duvar yüzeylerinde içine çeşitli eşyaların konulacağı nişler mevcuttur. Dış duvar cephesi kesme bazalt taştan yapılan yapının üst örtüsü düz çatıdır. Çatının alt konsolu “ayı başı” adı verilen taşlarla desteklenmiştir. Resim 11. Pamuk Köşkü 52 Gazi Köşkü (Seman Köşkü) Köşkün yapım tarihi ve kim tarafından yaptırıldığına dair, kesin olmamakla birlikte bazı bilgilere ulaşılmıştır. Plan ve mimari özelliklerine bakıldığında Osmanlının son döneminde,19. yy sonu 20.yy başında yapılmış olabileceği tahmin edilmektedir. 1. Dünya Savaşı sırasında Atatürk’ün Diyarbakır’da Kolordu Komutanı iken, karargah olarak kullandığı köşk, Diyarbakır Belediyesi tarafından 1937 yılında satın alınarak Atatürk’e armağan edilmiştir. Yapı tescillenmiştir. Dikdörtgen planlı olan yapı iki katlıdır. Zemin kat bir oda, selsebilli bir eyvan ve mutfaktan oluşur. Bu bölüm kat yükseklikleri fazla tutularak tepe pencereleri desteği ve kuzeye dönük yönlendirmeyle uygun hava akımından faydalanır. Köşkün önü kare planlı bir havuz ve bahçelerle çevrili bir avludan oluşur. Yapının ikinci katı manzaraya hakim bir konumdadır. Bu katta, eskiden bir eyvan birimi ve iki oda daha bulunduğu söylenmektedir. Döşeme bazalt, tavan ahşap kirişlemeli, üstü düz betonarme çatılıdır. Köşkün üst katında Atatürk’e ait eşyalar sergilenmektedir. Resim 12. Gazi köşkü Kuşdili Köşkü Köşk, Gazi Köşkünden sonra Dicle nehrine hakim bir tepede konumlanmıştır. Yapının bir bölümünde yer alan yazıttan 1904 yılında yaptırılmış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kimin yaptığına dair bir bilgi yoktur. Köşk, Mardin şosesinden köşke ayrılan yolun doğu tarafında bulunmaktadır. 53 Resim 13. Kuşdili köşkü Hami Köşkü Köşk, Dicle’ye hakim bir tepede Kuşdili köşkünden sonra konumlanmıştır. Mimari özellikleri göz önüne alındığında, Osmanlının son döneminde, 19.yy sonu 20.yy başında yapılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Özel bir şirketin mülkiyetinde ve bakımındadır. Bir bodrum üzerine dikdörtgen planlı olarak yapılan havuzlu bu yapı iki katlıdır. Geniş bir bahçe ile çevrili olan yapının bodrum katının önceleri ahır olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Yapının zemin katında selsebilli eyvan, hamam, ve bir seyir platformu bulunmaktadır. Üst kata zemin kattan çıkılan bir aralıktan ulaşılır. Bu katta yer alan oda dikdörtgen planlı ve bol pencerelidir. Erdebil Köşkü Köşkün yapım tarihi ile ilgili bazı bilgilere ulaşılmıştır. Plan ve mimari özelliklerine bakıldığında Osmanlının son döneminde, 19.yy sonu 20.yy başında yapılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Köşk, tescillenmiştir. Halk arasında ‘Ber Der-i Pır’ olarak ta bilinen köşk, Dicle Köprüsü’nün batısında yüksek bir tepede yer almaktadır. Yapı geniş ve etrafı çiçeklerle çevrili geniş bir alan içerisinde bulunmaktadır. Resim 14. Erdebil köşkü 54 Ağuludere Köşkü Köşkün üzerinde inşa kitabesi bulunmadığından, kesin yapım tarihi ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Plan ve mimari özelliklerine bakıldığında, Osmanlının son döneminde, 19. yy. sonu 20.yy. başında yapılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Yapı tescillenmiştir. Yapı, Mardin Kapısı’ndan 3 km. güneyde, anayoldan 200 m. içerde, yamaçta; Dicle Nehri’ne karşı yapılmıştır. Halk arasında ‘Arabın Köşkü’ olarak da bilinmektedir. Köşk, geniş ve etrafı çiçeklerle çevrili geniş bir alan içerisinde bulunmaktadır. Kavs (Cihannüma) Köşkü Çarbağ Köşkü olarak da bilinir. 1991 yılına kadar ayakta kalabilen ancak ilgisizlikten tamamıyla yıkılan bu köşk, Kavs köyünde Dicle’nin karşı tarafında Kırklardağı’nın eteklerinde yer almaktaydı. Yapım yılı XVI. yy. sonu XVII. Başlarına tarihlenmektedir. Siyah bazalt taş ve beyaz kalker taştan örülü, iki katlı bir yapıdır. güneydoğuya bakan büyük bir eyvanı, hamamı ve camisi ile oldukça büyük bir kompleks oluşturmuştur. Evliya Çelebi köşkü şöyle anlatır: Meşhur bir irem bağıdır hatta Bağdat Fatihi IV. Murat, Bağdat fethinden sonra bu bağa gelip adalet icra ve iş-ü işret etmiştir. Bu gezinti yeri cennet bahçesinden bir köşedir ki tarifi imkansızdır (31). Ferit köşkü Resim 15. Ferit Köşkü 55 Hazro Beylerinin Konağı Resim 16. Hazro Beylerinin Konağı Silvan Azizoğlu konağı Resim 17. Silvan Azizoğlu konağı 56 Silvan Sadık Bey Evi Resim 18. Silvan Sadık Bey Evi Çınar Güzelşeyh kasrı Resim 19. Çınar Güzelşeyh Kasrı 57 Çermik Beylerbeyi Konağı Resim 20. Çermik Beylerbeyi Konağı Diyarbakır Hamamları Kentte, kültür varlıklarının çoğu, bakımsızlıktan adeta yıkılmaya terk edilmiştir. Hamamlar bundan en fazla nasibini alanlardır. Daha yüzyıl öncesine kadar sayıları 20 olan hamamlardan günümüze ancak yedi tanesi ulaşmıştır. Bugün şehrin merkezinde kısmen veya tamamen ayakta kalmış 7 hamam bulunmaktadır. Bunlardan Deva Hamamı, Paşa Hamamı, Kadı Hamamı, Çardaklı Hamamı ve Vahap Ağa Hamamı bütün bölümleriyle; Melek Ahmet Paşa Hamamı sadece soyunmalık bölümü ile Küçük Hamam soyunmalık dış cephe duvarı ile mevcuttur. Günümüze ulaşan hamamlardan, Vahap Ağa Hamamı 17. yy.’da diğerlerinin ise 16. yy.’da inşa edildiği tespit edilmiştir. Diyarbakır sur içi bölgesi, dört kapıyı birbirine bağlayan iki ana yolla dört parçaya ayrılmıştır. Çardaklı Hamamı şehir haritasında görüldüğü gibi sur içi kuzey doğu çeyreğinin kuzeye yakın yerindedir. Paşa Hamamı da yine bu bölgede Yeni Kapı Sokağı’na yakındır. Güney batı diliminde; Deva Hamamı güneye doğru uzanan Gazi Caddesi üzerinde Deliler Hanı’na varmadan sağ tarafta yer alır. Melik Ahmet Paşa Hamamı da güney batı diliminde Urfa Kapı’ya uzanan Melik Ahmet Paşa Caddesi üzerindedir. Yine Melik Ahmet Paşa Caddesi üzerinde sol tarafta Küçük Şensu Hamamı ve Parlı Safa Camii karşısında Kadı Hamamı, Gazi Caddesi üzerinde Ulu Camii’ ne yakın Vahap Ağa Hamamı, kuzey batı diliminde yer alan hamamlardır. Dikkat edilirse günümüze kadar ulaşan bu hamamlar genellikle şehir giriş kapılarına yakın, ticaretin yoğun olduğu ve birkaç sokağın birleştiği mahallelerde bulunmaktadır (32). Deva hamamı Diyarbekir’de eskiden, şehrin tamamen surların içinde olduğu dönemlerde, şehrimize kapılardan girildiğinde yol yorgunluğunu atmaları ve temizlenerek şehre girmeleri için, kapıların yakınlarında ünlü ve tarihi hamamlarımızın bulunduğunu biliyor muydunuz? 58 Bu ünlü hamamlarımızdan bir tanesi günümüzde halk arasında Deva hamamı diye adlandırılanıdır. Osmanlı kayıtlarında Hüsrev Paşa (Osmanlı döneminin ikinci beylerbeyi) vakfına ait olduğunun yazılmasından dolayı 1520–1540 yılları arasında yaptırıldığı tahmin edilmektedir. 1930 yılında Vakıflar müdürlüğüne satılan hamamın asıl adı, ilk yaptırıldığı (1520–1540) yıllarında ve sonrasında ki isminin Hamam-ı Kebir (Büyük Hamam) diye adlandırılır. Sonradan adı Deva hamamı olur. Deva Hamamı olarak 1711 tarihinde esaslı bir onarım geçirdiği Diyarbakırlı Şair Hami’nin (1679–1747) satırlarından anlaşılmaktadır. “Hüsn-i Ta’mîrin görüp Hâmi dedim tarihini Sıhhati kasteyleyen gelsin Devâ hamamına”. Gazi Caddesi üzerinde Mardin Kapısı yakınında olan hamam şehrimizin en güzel hamamlarındandır. 1711 yılından sonra çeşitli tarihlerde yine onarıldığı ve gelişigüzel, bilinçsizce yapılan bu onarımların, hamamın mimari güzelliğini bozduğu gözlenmektedir (92). 1540 yılında Hamam-ı Kebir (Büyük Hamam) adını taşıdığı ve Hüsrev Paşa vakfından olduğu, yılda 6300 akçe gelir sağlandığı, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan aynı tarihli Tapu Tahrir Defteri’ndeki 200 nolu kayıttan öğrenilen bilgiye göre bu hamamın sonradan adı Deva Hamamı olmuştur. Yapılış tarihinin XVI. yy’ın ilk yarısı olduğu ve büyük ihtimalle 1520–1540 tarihleri arasında yaptırıldığı söylenebilir. Sokaktan basık kemerli kapıdan iki basamak inilerek bir taşlığa girilir. Taşlıktan yine bir kapı ile beş basamak inilerek hamamın soğukluk bölümüne ulaşılır. Soğukluk kare planlı, yanlarda ayakları yere kadar inen, ince dört sivri takviye kemeri ve köşelerde sivri kemerli dört tromp üzerinde olan kubbe ile örtülüdür. Tepede sekizgen planlı bir aydınlık feneri bulunur. Soğukluğun kubbe çapı 14,00 m. dir. Ortada 21 parça taşın birleşiminden oluşan bir havuz vardır. Bu taşların dış kısmında büyük yivler açılmıştır. Soğukluk ve ılıklık kısmının arasında kalan kapının ortasında tüteklik bacası bulunur. Bu da buharın soyunmalık bölümüne geçmesini önler. Çardaklı hamamı Yapının kitabesi olmadığından yapılış tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak hamamın 14 Ocak 1842’de, Hüsrev Paşa Vakfı’na ait olduğu ve 1930 yıllarında Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nce satıldığı bilinmektedir. Buna göre hamamın 1520–1540 tarihleri arasında inşa edildiği söylenebilir. Hamam, dikdörtgen planlı bir soğukluk, bunu takiben yine iki bölümden oluşmuş dikdörtgen planlı ılıklık, helâ, sofa, on iki köşeli yıldızvari plan tipine uygun köşelerde halvet ve halvet aralarında eyvanlardan oluşan sıcaklık, su deposu ve külhanın birbirine uzunlamasına bitişmesi suretiyle oluşmuş bölümleri içermektedir. Taşıyıcı olarak sağlam olan hamam, ferah ve aydınlıktır. 59 Diyarbakır Paşa Hamamı Eski adı Behram Paşa Hamamı’dır. Şubat ortaları 1569 tarihli vakfiyeden, Behram Paşa’nın Diyarbakır’da Şeyh Mattar Camii yakınlarındaki bu hamamın, cami, mescid ve medrese ile birlikte inşa ettiği anlaşılmaktadır.Hamam, 1564-1567 tarihleri arasında yaptırılmıştır. 1655’te Evliya Çelebi hamam için aşağıdaki tanımlamayı yapmaktadır:”Bu Paşa-yı zişan Gazzevi olmağla Arabistan’da gördüğü bir musanna hamam bina etmek için Gazze ve Kudüs’ten ustad-ı kâmil bennalar ve ruhamkarlar getirip ve nice deve yükü gûnâgûn somaki ve mermer yer kani ve zenburi sengi ebrular getirdup bu hamama döşemiştir. Hakka bir hamam-ı ibretnüma ettirmiş kim misli meğer Şam’da Defterdar Hamamı ola yahut Diyar-ı Mısır’da Menfelut şehrinde Osman Bey Hamamı ola”. Hamama güney (erkekler girişi) ve batı (kadınlar girişi) yönlerinde bulunan iki kapı ile girilmektedir. Güneyde sokaktan sağır sivri bir kemere oturtulmuş kapıdan bir avlu vasıtası ile girilir. Avludan, sivri kemerli bir kapı ile soğukluk bölümüne geçilir. Kare mekânlı soğukluk kubbe ile örtülüdür. Kubbeye geçiş, pandantiflerin sekizgen bir kasnakla birleşmesi suretiyle sağlanmıştır. Kubbe dıştan sekizgen kasnaklı olup, ortasında bir aydınlık feneri yer alır. Melik Ahmet Paşa Hamamı Melik Ahmet Paşa tarafından 1564–1567 yılları arasında yapılmıştır. Hamamın iki kapısı bulunmaktadır. Kapıların biri cadde yönünde (erkekler için) diğeri ise sokak tarafında (kadınlar için) dır. Özgün kapı caddede ve soğukluğun kuzeyindedir. Sivri kemerli küçük bir giriş nişi içinde lentolu olan kapı bugün yok edilmiştir. Oldukça özenli olan kapının sağında ve solunda kemer ayakları altında olduğu anlaşılan dört köşeli ince burmalı sütunce başlığı görülmektedir. Hamam sadece soğukluk bölümü ile günümüze ulaşmıştır. Kare planlı soğukluğu örten kubbeye geçişler, yanlarda dört sivri kemerin taşıdığı tromplar vasıtası ile sağlanmıştır. Kubbenin tepesinde sekizgen bir fener yer alır. Soğukluk cephede özgün olmakla birlikte, içerde yatayda iki bölüme ayrılmıştır. Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün 02.07.1982 tarihli kültür envanterine göre Melik Ahmet Paşa Hamamı’nın ılıklık ve sıcaklık mekanları şöyle tanımlanmaktadır: “Soğukluğun kuzeyi ile ılıklık ve sıcaklık kısımlarının kuzeyine gelen birer hücre birbirine bağlanarak erkeklere mahsus küçük bir bölüm oluşturmuştur. Soyunma yerinin güneyine açılan basit bir kapı kadınlar içindir. Ilıklık kısmı yan yana üçer kubbe ile birer yarım kubbeden oluşan iç içe iki kısımdır. Her iki bölümün kuzey hücreleri birer bölme ile ayrılarak erkelere tahsis edilmiştir. Sıcaklık, yanlarda sivri kemer gerisinde küçük birer kubbe ile örtülü dört eyvan ile köşelerde kubbeli birer hücreden oluşur”. 60 Diyarbakır Kadı Hamamı 4 Eylül 1727 tarihli vakfiyede adına rastlanır. Evliya Çelebi’nin İpariye-Eşbek Hamamı olarak söz ettiği hamamın, Kadı adını ne zaman aldığı bilinmemektedir. Safa caminin yanındadır. Soğukluk kare planlı ortasında dairesel bir havuz bulunan kubbe ile örtülü bir mekândır. Pandantifler ve sekizgen bir kasnak vasıtası ile kubbeye ulaşılır. Alaturka kiremit ile örtülü kubbeye doğru yuvarlak kemerli pencereler vardır. Ilıklık birbirine bağlı kare planlı iki mekandan oluşmuştur. İkinci odanın sonunda helâlar yer alır. Sıcaklık, dört eyvan ve köşe halvetli, haçvari plan tipindedir. Yıkanma mekânlarında ikişer üçer kurna bulunmaktadır. Eyvanlara giriş kemerlidir. Örtüsü kubbedir. Kubbelerde bulunan ışıklıklarda mekânlar doğal olarak aydınlanmaktadır. Döşemesi moloz ve bazalt taşındandır Yıkıma terk edilen hamam basit onarımlarla kullanıma açılabilir. Vahap Ağa Hamamı Hamamın esas adı Abdulvehap Ağa Hamamı’dır. 1 Eylül 1802 tarihli vakıf hüccetinden Sefa Camii’nin evkafına dahil olduğu belirtilmektedir. Mimari ve yapılış tarihi bilinmemekle beraber XVI-XVII. yüzyıl plan özellikleri göstermektedir. Kare planlı soğukluk, yanlarda dört sivri kemer ile köşelerde trompların yer aldığı kubbe sekizgen kasnak üzerine oturtulmuştur. Kasnağın dört yanında sivri kemerli birer pencere vardır. Kubbenin ortasında sekizgen planlı bir fener yer alır. Fenerin her yüzünde sivri kemerli birer pencere bulunmaktadır. Soğukluk günümüzde özgün işlevi dışında giyim mağazası olarak kullanılmaktadır. Yapılan yatay ve dikey bölünmeler ile mekânsal bütünlük yok edilmiştir. Ilıklık iki adettir. Birincisi soğukluğa paralel olarak sıralanmış üç kubbe ile örtülü bir koridordan ibarettir. Güneydeki kubbeden birinciye, oradan da dik bir mihver üzerinde yan yana üç kubbe ile örtülü ikinci ılıklığa girilir. “L” biçimindeki bu ılıklığa güney tarafından basık kemerli bir kapıdan girilir. Günümüzde “L” biçimindeki bu ılıklık soğukluk işlevini görmektedir (91). Çermik-Saray Hamamı Beyler Sarayı gibi Osmanlılar döneminde Çermik Sancak Beyleri tarafından yaptırılmıştır. Birçok kitap ve dergide hamama dair bilgiler yer almaktadır. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Saray Hamamı ile ilgili şunları yazmış: “Anılan Sarayın doğu kemsindeki Harem bölümünde bulunup, çinilerle, çok zevkli yerleştirilmiş mozayıklarla süslü bulunan dört kubbeli ve akmermerlerle karataştan yapılmış olan bu yapı, sivil mimarlığımızın bir şâheseri sayılır. Kurun (curun) ları bile yerinde duran ve çok görülmeğe değer olan bu güzel eserin üzerinde ve delinen kubbelerin altında kuşlar barınmaktadır. Bu hamamda da kitâbe bulunmaktadır.” (Kara-Âmid dergisi, c.1, s.1, Eylül 1956, s. 266–281). 61 Arifî Paşa, seyhatnamesinde: “Çermik beylerinin harâbehânesi gezildi. Şimdiki halde harebesinde on fukara hânesi vardir. Üst katındaki musanna fiskiye ile rengarenk kanâtîr ve avâmîdi ve hele musanna’pencereleri hüsn-i mimariyle âsâr-ı nefisesindendir. Harem dairesinde pek müzeyyen ve dil- arâm bir de hammâm var ise de o da harâbdır. Kesret-i huddâm bir vakit ve cevarî ile tanin-endaz ve velvele-sâz olan işbu dâ’ire-i cesîmenin sakfındaki leylek yuvalarında hasıl olan laklakalar, şakşaka şimdiki hey’et-i hüzn üzerine şenlikdir” diye beyler sarayının hüzünlü durumunu tarihe not düşmüştür (Belgeler Dergisi (Cilt: XVIII, Yıl: 1997, Sayı: 22), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998, s. 102). Rahmi Hüseyin Ünal ise, saray hamamını mimarî yönden incelemiş ve bu konudaki değerlendirmesini Diyarbakır İli’ndeki Bazı Türk-İslâm Anıtları Üzerine Bir İnceleme adlı çalışmasında yayınlamıştır (Atatürk Üniversitesi Basımevi, 1975, s.151–156). Nusret Aydın da, 2011 yılında yayınlananDiyarbekir ve Mırdasiler Tarihi adlı kitabında Mırdasiler hakkında geniş bilgiler verirken, aynı zamanda Çermik beyleri, beyler sarayı ve saray hamamı ile ilgili bilgiler de vermektedir (Diyarbekir ve Mırdasiler Tarihi, Avesta Yayınları, İstanbul, 2011, s. 351–357). Resim 21. Çermik Saray Hamamı Resim 23. Melik Ahmet hamamı 62 Resim 22. Vahap ağa hamamı Resim 24. Kadı hamamı Resim 25. Gariban hamamı Resim 27. Çardaklı hamamı Resim 26. Cemşid ağa Hamamı Resim 28. Deva Hamamı Köprüler Anadolu’nun en eski köprüleri Diyarbakır çevresinde karşımıza çıkmaktadır. Bunların bazıları Türk devri öncesi yapılardır. Fakat Türk devrinde devamlı onarım görmüş, günümüze ulaşması sağlanmıştır. Bugün ulaşım sistemi değişmiş olmasına rağmen, bu köprüler mimarileri, üzerlerindeki kabartmaları ve yazıtlarıyla ilgiyi üzerlerine çekmektedirler. Bir kısmı onarım görmüş, yaşama olanağı elde etmiş, bir kısmının ise ancak ayakları fark edilmektedir. Diyarbakır’ın yakın çevresindeki köprülerin çoğu Artukoğull arı D e v r i’nden kalmadır. Bu köprüler ulaşımı kolaylaştırma amacının yanısıra, mimari bir kaygıyla ele alınmıştır. Yer yer ilginç görünüşlerle karşımıza çıkmaktadırlar. Diyarbakır’daki Türk Devri Mimarisi bütün açıklığıyla belirtilmek istenirse, bu yapıların üzerinde ayrıntılı durulmalıdır. Ancak o zaman bir bütünlüğe erişilmiş, Diyarbakır’da egemen olmuş devletlerin bu mimariye katkıları açıklığa kavuşmuş olur. Özellikle böyle bir yöntem, Artukogulları, Akkoyunlular ve Osmanlılar Devri için yararlıdır. Çünkü bu Türk devletlerinin ürettiği sanat, yalnız dinsel yapılardan ibaret değildir. Bu yapıların yanısıra askeri ye sivil yapılar da büyük önem taşımaktadır. Köprüler bir bakıma ulaşım sistemini kolaylaştırması amacı güderler, fakat bunların yanında askerî kaygılar da ağır basar. Diyarbakır gibi, çevresini Dicle’nin ve kollarının ağ gibi bezediği bir yerde, köprüler büyük önem taşımaktadır. 63 Ortaçağda bu yöreyi gezen gezginler, özellikle anıtsal köprülerin varlığından söz etmekte, benzeri köprülere hiç bir yerde rastlamadıklarını bildirmektedirler. Bunların başında, kuşkusuz Silvan yolu üzerindeki Malabadi Köprüsü gelmektedir (Res. 60). Batman Suyu üzerindeki bu köprü M. 1147 (H. 542) yılında, Artuk oğulları’ndan Timurtaş bin İlgazi tarafından yaptırılmıştır. Köprünün önemi, büyük kemerden ve kabartmalarından gelmektedir. Benzeri örneği azdır. Bir diğer örnek Çermik Köprüsü’dür. Ortada bir büyük, yanlarda birer küçük olmak üzere, üç gözden meydana gelen bu köprü, görünüşüyle Malabadi Köprüsü’nün yanında daha yalın kalır. Artukoğlu Necmeddin Alpi’nin ölümünden üç yıl sonra, kızı Zübeyde Hatun tarafından kardeşi II. İlgazi zamanında M. 1179 (H. 575) yılında yaptırılmıştır. Ayrıca Devegeçidi Suyu üzerinde altı gözlü Sultan IV. Murat’ın bir köprüsü vardır. XVII. yüzyıldan kalan bu eser, Karaköprü adıyla da tanınır. Dicle Köprüsü-Ongözlü Köprü Mardin Kapısının üç kilometre dışında, kentin güneyinde, Atatürk Köşkü’nün altındadır. Bugün üzerindeki yazıttan M. 1065 (H. 457) tarihinde yapıldığı yazılıdır. Köprünün bu tarihten çok önce yapılmış olması gerekir. Zamanla tahrip olunca, 1065 yılında yeniden denecek şekilde elden geçirilmiş, devamlı onarım görmüştür. Bugünkü ayakta görülebilen kısımlar, yazıtından anlaşılacağı gibi Mervanoğullları Devri’nde, Diyarbakır hükümdarı Nizamüddevle Nasr tarafından yaptırılmıştır. Üzerindeki yazıtta, yapının mimarını bildiren kısımda bazı bozuk yerler bulunmaktadır. Bu yazıtı S. Savcı Numan Ubeyd bin Yusuf olarak okumuştur. J. Sauvaget yalnız Ubeyd adını vermiştir L. Mayer ise, Ubeyd bin Sencer şeklinde göstermiştir. İlk şekli, kentin kuruluşu ve gelişmesiyle ilintili olabilecek bir geçmişi bulunan Dicle Köprüsü, bugün de Silvan’a gidişi sağlamaktadır. 1065 tarihinde tamamen elden geçirildiği anlaşılan bu köprü, daha sonra devamlı onarılmış, böylece günümüze ulaşmıştır. On gözlü Dicle Köprüsü kesme ve moloz taşlardan yapılmıştır (33). Resim 29 a. Ongözlü Köprü (Dicle Köprüsü) 64 Resim 29 b Ongözlü köprü (Tarihi Görünüm Orlandao Carlo Calimeno kolleksiyonu) Osman Köker Sergisi Devegeçidi Köprüsü Diyarbakır–Ergani karayolunun 25. km.’sinde, yoldan yaklaşık 100 m. kadar içeride, Devegeçidi Suyu’nun üzerindedir. Köprü üzerinde yapım yılını ve yaptıranını belirten bir yazıt bulunmamaktadır. Beysanoğlu (1990), köprünün adını IV. Murat Köprüsü olarak verip, IV. Murat’ın Bağdat seferi zamanında yapıldığını belirtmektedir. Köprünün uzunluğu 119 m, genişliği de 6,40 m’dir. En büyük kemer açıklığı 13,70 m.’dir. Bazalt taşın hâkim olduğu yapı, boyutları birbirinden farklı yedi gözden oluşmaktadır. Dere üzerindeki dört gözün kemerleri diğerlerinden daha büyük olup, daha küçük olan diğer üç göz boşaltma görevi yapmaktadır. Üstü inişli çıkışlı olmakla beraber, yapım düzeni üstü düz olan köprüler sınıfına girmektedir (34). Resim 30. Devegeçidi Köprüsü 65 Karaköprü Karasu Köprüsü olarak da bilinen yapı, Diyarbakır- Ergani yolunun 12. km.’sinin sağ tarafındaki eski Eğil yolunda, Devegeçidi Çayı üzerinde yer almaktadır. Köprü üzerinde yapım yılını, yaptıranını veren bir yazıt bulunmamaktadır. Yapım yılı ile ilgili farklı tespitler vardır. Çulpan (2002), yapıyı 17. yüzyıla tarihlendirmiş, Sözen (1971) ise bir Osmanlı Dönemi eseri olduğunu belirtmiştir. Mansap tarafındaki ilk kemerin kilit taşı üzerindeki haç motifi ile batı yöndeki kemer üzerindeki Bizanslılara atfedilen (Tabula Ansata) dikdörtgen ve kenarlarda birer üçgenle sonlandırılan kitabeliği yapıyı Bizans Dönemine tarihlendirebilmektedir. Sanat Tarihi uzmanı Prof.Dr. Hakkı Acun ise köprüde yaptığı incelemede kemer biçimlerine dayanarak yapının bir Roma Dönemi eseri olduğunu belirtmiştir. Bazalt taşın hâkim olduğu yapının uzunluğu 94 metre genişliği 7 metredir. Altı gözden oluşan köprünün kemerleri yarım daire şeklinde düzenlenmiş olup, memba yüzünün en sağdaki kısmı diğerlerine göre daha küçük yapılmıştır. Köprünün memba tarafındaki selyaranları üçgen gövdeli ve külahlıdır. Selyaranlar, suyun açıklıklara yönelmesi ve çarparak köprüye zarar vermemesi için, köprü ayaklarının menba tarafına yapılan üçgen planlı masif taş bölümdür. Üçgen planlı olabileceği gibi altıgen ve yuvarlak da olabilmektedirler. Ortaçağdan Osmanlı devri sonuna kadar yapılan taş köprülerin günümüze kadar korunmasında selyaranların önemli rolü vardır. Resim 31. Karaköprü Kırmasırt Karaköprüsü Dicle Nehri üzerinde, Mardin Yolu’nun 23. üncü km.’sindeki Kırmasırt Beldesi’nin içerisinde yer almaktadır. Üzerinde yapım yılını ve dönemini belirten bir yazıt yoktur. Ancak İlter (1978) yapım tekniğine ve sözlü kaynaklara göre 12. veya 13. yüzyılda yapılmış olabileceğini belirtmektedir. 66 Bazalt taştan yapılı köprü, beş gözlüdür. Köprü boyu 73,90 m, genişliği 5,70m.’dir. Memba yüzündeki sivri, üçgen prizma şeklindeki selyaranlar basık külahlarla örtülmüştür. Üstü düz geçilen yapıda çeşitli dönemlere ait onarım izleri bulunmaktadır. Yanında yapılmış olan betonarme köprü taşıt trafiği için kullanıldığından, bu köprü sadece yayalar tarafından kullanılmaktadır. Yapılan onarımlardan dolayı köprü yüzeylerinde farklılıklar görülmektedir. Resim 32. Kırmasırt Karaköprüsü Haburman Köprüsü Eski Çermik–Siverek yolunda, Fırat Nehri’ne dökülen Sinek Çayı üzerindedir. H.579 (1179) yılını veren yazıtına göre bir Artuklu Dönemi eseridir Su üzerinde düz bir aksla devam etmeyip, boşaltma kemerinin de yer aldığı doğu kısmı kırılmaktadır. Yanlara eğimle inen, ortadaki büyük ana kemer ile her iki yanındaki birer boşaltma gözünden oluşan yapı, üç gözlü bir köprüdür. Korkuluğu bulunmayan yapı, 1927 yılında onarılmış ve bu onarımı belirten bir kitabe köprü üzerine yerleştirilmiştir. Toplam uzunluğu 95,5 m, genişliği 5,5 m. dir. İki kademeli üçgen gövdeden oluşan selyaranların üstü de aynı biçimde yükselen külahlarla tamamlanmıştır. Özenli bir taş işçiliğinin sergilendiği selyaranların önüne yakın zamanda eklenen duvarla destek verilmiştir. Kalker taşın hâkim olduğu yapının kemer iç yüzeylerinde ve tempan duvarlarının dökülen taş kaplamalarının altından tuğla örgülerin görülmesi, taşın bazı yerlerde kaplama amacıyla kullanılmış olabileceği düşünülmektedir. 67 Resim 33. Haburman Köprüsü Dilaver köprüsü 1615,1618 ve 1620 yıllarında Diyarbakır valisi olan Dilaver paşa bu köprüyü yaptırdı. H.1262’de ise Hacı Ragip Bey kendi parasıyla tamir ettirdi (35). Resim 34. Dilaver Köprüsü Anbar Çayı Köprüsü Diyarbakır–Silvan yolu üzerindedir. Bugün tamamen yıkılmış olup, kalıntıların bir kısmı görülmektedir. Yıkımından önce üzerinde var olan kitabesinden Artukoğullarından Ebul Feth Evdud Bin Mahmud tarafından 1223–1232 yılları arasında yapıldığı öğrenilmiştir. 68 Resim 35. Anbar Çayı Köprüsü Köprü İnşa ve Tamir Çalışmaları Yapılmış köprülerin yanı sıra yenilerinin yapımı ve tamiri çalışmaları daha sonraki dönemde devam etmiştir. Bu bilgilere aşağıda verilen Osmanlı belgeleri ile ulaşılmaktadır. Ergani madeninden Harput’a doğru Mihrabdağı yolunun şose olarak yapılıp, yüz seksen köprü, üç bekçihane ve iki pınar inşa edildiğinin mahallinden bildirilmesi üzerine valinin bu husustaki çalışmalarının takdir edildiği hakkında irade, aşağıda verilen 8 Aralık 1870 (Belge 1) ve 3 Kasım 1870 (Belge 2) tarihli Osmanlı belgelerinden anlaşılmaktadır. Belge 1. 8 Aralık 1870 tarihli Belge 2. 3 Kasım 1870 tarihli 69 Bağdat-Diyarbakır yolunda Göksu Deresi üzerine yapılacak köprü için düzenlenmiş 21 Ocak 1889 tarihli (Belge 3) ve Halep-Diyarbakır yolunda Arastol Deresi üzerine inşa olunacak köprü için düzenlenmiş 21 Ocak 1889 tarihli (Belge 4) belgelerden Osmanlı döneminde köprü inşası çalışmalarına önem verildiğini göstermektedir. Belge 3. Bağdat-Diyarbakır yolunda köprü inşası için belge (36). Belge 4. Halep-Diyarbakır Yolunda Köprü İnşası İçin Belge (36). 70 DİYARBAKIR’DAKİ TARİHİ DİNSEL MEKÂNLAR 19. yüzyıl salnamelerine göre Diyarbakır’daki Tarihi Dinsel Mekânlar aşağıda ayrıntılı bir şekilde verilmektedir. Cami ve Mescitler Diyarbakır merkez sancağında Vali İsmail Paşa zamanında 5 cami, mevcutken busayı 1308 H. yılına gelindiğinde 28 cami ve 32 aded mescide ulaşmıştır (47). 1317– 1379 H. yılında da bu rakamlar 120 Hanefi cami, 4 Şafii Cami ve 21 mescit’e ulaşır. Diyarbakır merkez sancağına bağlı kazalarda ise Cami ve Mescit sayıları şöyledir: Siverek kasabasında 1291 H. ve 1292 H. salnamelerinde 5 cami varken, 1317–1379 H. yılında 2 cami ve 3 mescit kaydedilmiştir. 1290–1291 H. yılında Lice kazasında ise cami vardır. 1317–1379 H. yılına gelindiğinde ise bu rakam 1 cami ve 2 mescit olarak kayıtlıdır. Silvan’da 1290–1292 H. salnamelerinde verilen bilgiye göre 4 cami bulunurken, 1317–1379 H. salnamesinde cami sayısı 10’a yükselmiştir (37). Diyarbakır Suriçi’nde bu gün ayakta kalan 31 adet tarihi cami, 7 tane kilise ve bir tane de havra bulunmaktadır. Bunlar şehre önemli bir oranda tarihi, kültürel ve dinsel anlamda zenginlik ve kendine özgü kentsel bir görünüm kazandırmaktadırlar. Bu mekânlar, geçmişteki sosyal ve kültürel hayat biçimi hakkında önemli bir fikir vermekle beraber, günümüzde şehir imajına etkisi bakımından da önemli bir kaynak olma özelliği göstermektedirler. Bu nedenle önce bahsedilen mekânları kısaca tarihi geçmişleriyle birlikte hatırlamak yaralı olacaktır. Bunlar; Ali Paşa Camii, Diyarbakır’ın altıncı Osmanlı Valisi Hadım Ali Paşa’nın isteği üzerine 1534–1537 yılları arasında yaptırılmıştır. Arap Şeyh Camii; Diyarbakır’ın 71. Osmanlı valisi Kara Mustafa Paşa tarafından bir yıllık görev süresi olan 1654 tarihinde yaptırılmıştır. Behram Paşa Camii; Diyarbakır’ın 13. valisi Behram Paşa tarafından 1564– 1572 tarihleri arasında yaptırılmıştır. Çağaloğlu Camii; Dönemin valisi Çağalzâde Yusuf Ziya Paşa tarafından 1581 yılında veya oğlu vali Mehmet Paşa tarafından 1604 yılında yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Fatih Paşa (Kurşunlu) Camii; bıyıklı Mehmet Paşa tarafından 1516–1521 yılları arasında yaptırılmıştır. Hacı Büzrük Camii; 15. yüzyılda yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Hacı Müştak (Aziziye) Camii; Şeyh Aziz Mahmut Urmevî tarafından 1591– 1620 tarihleri arasında yaptırılmıştır. Hançeri Güzel (Hüsamettin) Camii; Yıkılan Hüsamettin Mescidinin üzerine vali Mehmet Halit Bey tarafından 1896–1902 yılları arasında inşa edilmiştir. Hanzade Camii; Vali Mehmet Halit Bey tarafından 1896–1902 yılları arasında inşa edilmiştir. 71 Hasırlı Camii; Evliya Çelebi Seyahatnamesi’inde caminin kümin yaptırdığının bilinmediği ifade edilmektedir. Hoca Ahmed (Ayni Minare) Camii; 1489 yılında Şirazlı Hâce/Hoca Ahmed tarafından yaptırılmıştır. Hüsrev Paşa Camii; Diyarbakır’ın ikinci valisi olan Hüsrev Paşa tarafından 1521–1528 tarihleri arasında yaptırılmıştır. Hazreti Ömer Cami; Yaptıranı kesin olarak bilinmemekle beraber, Mardin Kapı üzerindeki 1145–55 tarihli kitabede Nisanoğulları döneminde, Nisanoğlu Ahmed oğlu Ebu Ali el-Hasan tarafından yaptırıldığı belirtilmektedir. Hz. Süleymen Camii; Minare üzerindeki Kitabeye göre, 1160 tarihinde Nisanoğulları döneminde, Cemalüddevle ünvanlı Nisanoğlu Kemaleddin Ebu’lKasım Ali tarafından yaptırılmıştır. Kayıtlara göre caminin avlusunda 27 sahabenin medfûn olduğu şehitlik bulunmaktadır. Kadı Camii; Akkoyunlu döneminde Kadı İsmail tarafında yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Kaşık Budak Camii; 1850’li yıllarda yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Kavas-ı Sağîr Camii; Kavasoğlu Hacı Ahmed b. Mehmet tarafından 1466– 1467 yılları arasında yaptırılmıştır. Kozlu Camii; Caminin 16. yzyıl Osmanlı eseri olduğu tahmin edilmektedir. Kurt İsmail Paşa Camii; Diyarbakır’ın 221. valisi Kurt İsmail Paşa tarafından 1869–1875 tarihinde yaptırılmıştır. Lala Bey Camii; Eğil Beylerinden Kasım b. Şah Muhammed (ö. 1535) yaptırmıştır. Melek Ahmet Paşa Camii; Diyarbakırlı Melek Ahmed Paşa tarafından 1587–1591 yılları arasında yaptırılmıştır. Nasuh Paşa Camii; Diyarbakır valisi Nasuh Paşa’nın Hanımı Servisehiy tarafından 1606–1611 tarihleri arasında yaptırılmıştır. Nebi Camii; Taş örtülü tek kubbeli caminin 15. yüzyıl Akkoyunlu eseri olduğu tahmin edilmektedir. Defterdar Camii; Diyarbakır Defterdarı Ahmed Zihnî Bâlî Bey tarafından 1594 yılında yaptırılmıştır. Safa (Parlı) Camii; 15. yüzyılın ortalarında Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Tarafından yaptırılmıştır. Salos Camii; 16. yüzyıl Osmanlı eseri olduğu tahmin edilmektedir. Sin Camii; 1518–1540 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. 72 Şeyh Matar veya Mutahhar (Dört Ayaklı Minare) Camii; 1500 yılında Akkoyunlu Hükümdarı Kasım Bey tarafından yaptırılmıştır. Şeyh Yusuf Camii; Cami 1468 yılında Kavvasoğlu diye meşhur Hacı Ahmed tarafından yaptırılmıştır. Ulu Cami; Ulu Cami Diyarbakır şehrinde bulunan camilerin en büyüğü ve en ünlüsüdür. Hicri 639’da İslam orduları Amid’i (Diyarbakır) fethedince İyaz b. Ganm tarafından Mar Thoma (Saint Thomas) Kilisesi’nin üçte ikilik kısmı camiye çevrilmiştir. Anadolu’nun en eski camilerinden olan Ulu Cami (Cami-i Kebir) birçok kez bakım ve onarımdan geçirilmiştir. En kapsamlı onarım, Büyük Selçuklular döneminde Sultan Melikşah’ın emriyle zamanın valisine yaptırılmıştır. Bu onarımdan Dolayı, Ulu Cami bir Selçuklu eseri olarak kabul edilmektedir. Bunların dışında, çeşitli zamanlarda yapılan tarihi özelliklere sahip Yahudilere ait havra ve Hıristiyanlara ait kiliseler bulunmaktadır (38). . Resim 1. Nebi (Peygamber) Resim 2. Safa (Parlı) Camii Camisi Resim 3. Hüsrevpaşa Camii Resim 4. İskenderpaşa Camii Resim 5 Alipaşa Camii Resim 6. Behrampaşa Camii Resim 7. Melik Ahmet Paşa camii Resim 8. Lalabey Camii Resim 9. Fatih Paşa Camii 73 Resim 10. Hani Ulu Camii Resim 11. Hazro Ulu Camii Resim 12. SilvanUlu Camii DİYARBAKIR ULU CAMİİ VE BİTİŞİK YAPILAR Diyarbakır Ulu Camii Gelişimi Anadolu’nun en eski camilerinden olan Ulu Camii 639 yılında îslam orduları ararından Diyarbakır fethedildiği zaman şehrin ortasında bulunan Martama (Saint thoma) kilisesinin ilk önce üçte biri sonra tamamının camiye çevrilmesi sonucu ortaya çı kmıştır. Diyarbakır’ın Büyük Selçuklu İmparatorluğu toraklarına katılmasından sonra ilk önce vali, 1090 yılında yıkılmaya yüz tutmuş olan camiyi Melik Şah’in buyruğu ve yardımlarıyla yeniden onarmıştır. Bu onarıma ait bilgi H. 484 (1091–1092) tarihli çiçekli, kufi güzel bir yazıtla belirtilmiştir. Bu yazıt 37x23x90 cm. boyundadır. Bu Selçuklu tamirinden sonra 1115 tarihinde vuku bulan zelzele ve yangın neticesi, Ulu camii büyük zarar görmüş, camide bulunan “taş kemerler” ve bütün damları kaplayan “kubbeler” de yıkılmıştır. Bundan sonra caminin şimdiki halini aldığı, içinden çıkarılan eski, renkli mermer veya kara taştan sütunlar ile korint biçimindeki yapraklarla süslü başlıklar ve üzüm dallı süslerin Ulu camii avlusunun batı, doğu ve kuzey yanlarında kurulan “Maksure” kütüphane ve medreselerin avluya bakan yüzlerini süslemelerde kullanıldığını kitabelerden öğreniyoruz. İlk olarak bu malzeme ile şimdiki “Batı Maksuresi” İnaloğlu Ebu Mansar İlaldı tarafından 1117-1118’de alt katı ve 1124–1125 yılında ise üst katı yapılarak her ikisine de otuzar metre uzunluğunda birer satirli kufi kitabe konulmuştur. Caminin Doğu Maksuresi de aynı taşlarla, İnaloğlu Mahmut ve veziri Nisanoğlu Ali zamanında ve sonraki yıllarda yapılmıştır. Şam Emeviye camide kubbeyi yaptıran Melik Şah burada aynı planı kubbesiz ve daha sade bir mimari ile tekrarlamış olmalıdır. İki katlı revaklarla bir Emevi yapısını andıran avlunun batı cephesi bir Roma tiyatro sahnesinden kalan sütunlar ve silmelerle İnaloğulları’ndan Atabey Elaldı tarafından yaptırılmıştır. Bunlar dışında İnaloğlu Mahmut ve veziri Nisanoğlu Müeyyyeddin Ebu Ali Nisan adına Ulu Camii minaresinde 1115 tarihli ve yine caminin doğuyabakan kapısı üstünde Nisanoğlu Ali’ye ait olmak üzere iki kitabe bulunur. Keza, caminingüney kısmının avluya bakan yüzünde Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev’in1241 tarihli, Artuklu Melik Salih’in 1330 tarihli ve Osmanlı Padişahı IV. Mehmed’in birer fermanı yazılıdır. 74 Caminin kuzeybatı bölümünü Osmanlılar devrinde Atak beyi Emir Ahmed Zırki yaptırmıştır. Bunu gösteren 1528 tarihli kitabe mevcuttur. Caminin çeşitli dönemlerde onarımlar gördüğü manzum kitabelerden anlaşılmaktadrır. Caminin mihrap kısmı 1712 yılında Maktulzade Vezir Ali Paşa’nın valiliği sırasında, camii mahfelinin aynı valinin kethüdası Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Caminin halkın yardımlarıyla 1824 yılında esaslı bir tamir gördüğü, Muyakıthanenin 1837 yılında inşa edildiği, cami minaresinin yıldırım nedeniyle yıkılması üzerine de 1839 senesinde onarıldığı ve de avludaki şadırvanların 1849’da inşa edildiği manzum kitabelerden belli olmaktadır. Camii çeşitli devirlere ait kitabeleri, mimari özellikleri itibariyle büyük bir değer taşımaktadır olup görenleri hayretler içersinde bırakmaktadır. Ulu caminin giriş kapıları üzeride de çeşitli motifler, kabartma hayvan ve meyve şekilleriyle süslü kitabeler bulunur. Özellikle ana giriş kapısı olan ve basamaklar ile camiye inilen doğudaki kapının üzerindeki kitabenin her iki yanında boğaya saldıran kaplan kabartması büyük ilgi görmektedir. Batı yönüne açılan küçük kapının üzerindeki taşa oyulmuş Çok zarif yaprak ve meyve motifleri arasında çoğunlukla üzüm motifinin görülmesi caminin diğer bir ilginç yanıdır. Diyarbakır Ulu caminin Antik bir tiyatro sahnesini andıran avlusunun yan cephelerindeki süslemeleri ilgi çekicidir (72). Beşinci harem-i şerif -Ulu Camii Diyarbakır Ulu Camisi ibadet mekanını enine kesen üç nef ve orta mekanın diğerlerinden daha farklı yükseklikte oluşundan ötürü Şam Emeviye Camisi’ni andırmaktadır (73). Şam emeviye Cami, erken İslam Cami mimarisine uygun şekilde enine planda genişlemektedir. Çünkü ilk İslam Mescidi olan Medine’deki Peygamber Mescidi’de bu planda inşa edilmişti. Kıbleye doğru enine gelişen bir dikdörtgen namaz kılma yeri ve arkasında uzanan geniş bir açık avlu. Bu camiyi görenler, ardından Diyarbakır Ulucami’ye giderlerse Şam’dakinin neredeyse aynısı ile karşılaşırlar (74). Bu iki caminin önemli özelliği Harem-i Şerif oluşlarıdır. Diyarbakır Ulu Camii 4 dine ibadetgâhlık yapmış Mukaddes Mabed (5. Harem-i Şerif) dir Diyarbakır ulu camiinin önemli manevi bir özelliği vardır: Anadolu’nun ilk camii olup, Diyarbakır’ın fethinden bugüne hiç bir zaman düşman işgaline uğramamıştır. Ulu camii 5 Harem-i şerif’den birisidir. Bunlar: 1. Mescid-i Haram 2. Mescid-i Nebi 3. Mescid-i Aksa 4. Şam Emevi Camii 5.Ulu Camii (Diyarbakır). 75 Resim 1. Diyarbakır Ulu Camiinden bir görüntü Evliya Çelebi Ulu caminin Hz. Musa zamanında yapıldığını İbranice bir kitabeye dayandırmaktadır. Evliya Çelebi mabedin Hz. Musa yapıldığı hususunda Rum alimlerinin tümünün hemfikir olduğunu ifade etmektedir. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde; Diyarbakır Ulu Camisinin Hz. Musa zamanında yapıldığından bahseder. İfade şu şekildedir; “Hz.Musa zamanında yapılmştır. Bahçe sütünlarının sağ tarafında bir sütun üzerinde ibranice tarihi vardır. Kale her kimin eline geçmiş ise, yine bu mabed, mabed olarak kalmıştır, içinde öyle bir ruhaniyet vardır ki; bir kimse iki rekat namaz kılsa kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder. Güya Halep’in Ulu Camii, Şam’ın Emevî Camii yahut Kudüs’ün Mescid-i Aksa’sı, Mısır’ın Ezher Camii, İstanbul’un Ayasofya’sıdır” (75,76). Resim 2. Hz. Musa Zamanına Ait Olan Ulucaminin Orta Kısmı 76 Aynı noktaya Lord Kınross isimli seyyah da parmak basar. Lord Kınross isimli seyyah’ın 1954 yılı Londra basılı Toroslardan Asyalı Türkiyede bir Yolculuk isimli eserinde Ulu cami ile ilgili şu yorumda bulunur ‘Ayrıca evliyaların Ulu caminin Mosların (Hz. Musa) zamanında yapılmış olduğuna dair önerileri de göz ardı edilmiş olabilir’ (77). Ulu camii hükümdarları da ağırlamıştır. Kanuni birinci İran seferinden dönerken 5 Ekim 1535’de Diyarbakır ulu camiinde Cuma namazını kıldı (78). Nasırı Husrevin Sefernâmesi’nden Ulu Camii Ebul Mu’in Nasırı Hüsrev; seyahati esnasında, Diyarbakır ve Silvan’a uğramış. Bu iki müstesna il ve ilçe hakkında, izlenimlerini “Sefernâme” adlı kitapta şöyle dile getirmiştir. Ulucami de bu kara taşla yapılmıştır, öyle bir mükemmel yapıdır ki ondan daha düzgün, ondan daha sağlam yapılmasına imkan yoktur. Caminin içinde iki yüz küsur taş direk vardır. Her direk yekpare taştandır. Direklerin üstüne, hepsi taştan olmak üzere kemerler yapılmıştır. Kemerlerin üstünde de öbür direklerden kısa direkler, o büyük kemerlerin üstünde yine bir sıra küçük kemerler vardır. Bu mescidin bütün damlar kubbelerle örtülmüş, her tarafı oyma işleriyle, nakışlarla süslenmiş, boyanmıştır. Mescidin ortasında büyük bir taş vardır, o taşın üstüne bîf adam boyu yüksekliğinde, çevresi iki arşın gelen pek büyük yuvarlak taş bir havuz konmuştur. Havuzun ortasında pirinç bir lüle vardır ki oradaki fıskiyeden berrak su fışkırır, o suyun nerden gelip nereye aktığı görünmez. Öyle büyük’, öyle güzel bir abdesthane yapılmıştır ki ondan daha iyisi olamaz. Yalnız binaların yapıldığı taşların hepsi karadır, Meyafarıkıyn’ın taşlarıysa beyazdır. Mescidin yakınlarında pek özenilecek taştan yapılmış bir kilise var. Kilisenin zemini nakışlı mermerle döşenmiştir. Bu kilisede Hıristiyanların ibadet ettikleri kubbeli bir yerde kafesvari bir demir kapı gördüm ki eşini, hiç bir yerde görmedim (79). Diyarbakır Ulu Camii Mimari Manzumesi Bugün Diyarbakır Ulu Cami mimari manzumesinden, ayakta duran parçalar, iki cami, medrese, iki maksure ile abdest alma tesislerinden ibarettir. Bütün bu manzumenin genel durum planına bir göz atacak olursak, manzumede ana 6ıa olarak kurulmuş olan cami ile kuzey yönündeki, etrafı revaklı ve maksureli geniş avlu, heyetin en eski yapılarındandır. Bu binanın, kuzey ve batı taraflarına çeşitli zamanlarda, çeşitli binalar kurularak, manzume genişletilmiştir. Ulu camii ve çevresini kaplayan, bina ve tesisler arasında öylesine boşluklar bulunmaktadır ki, bu yerlerde de bir takım ve manzume ile ilgili yapıların vaktiyle bulanabilecekleri düşünülebilir. Nitekim 1962 de vakıflar idaresince yapılan toprak temizleme sırasında Menzilhaneye benzer bazı bina kalıntılarının parçaları görülmüştür.. 77 Ulu caminin kuzeyindeki geniş avlusunun, doğu, kuzey ve batısında olmak üzere üç girişi vardır. Bu kapılardan doğuda olanı meydana açılan esas kapılardan biridir. Bu meydan zamanla yükseltilmiş olduğundan cami avlusu ile burası arasında bir metreye yakın bir yükseklik vardır. Kuzey tarafındaki giriş avluya uzunca bir aralıkla ulaşılır. Bu kısmın etrafı Mesudiye medresesi arka kısımları şafıiler camii yan duvarları abdestlik tesisleriyle çevrilidir. Batı tarafındaki giriş de Hanefıler Camii binasının bir köşesinde bulunmaktadır. Ulu camii mimari manzumesinin genel tanzimi, bugün Hanefıler camii denilen binanın kitlesine uyularak kurulmuştur ve yine onunla birlikte onarımlar geçirmiştir. Ulu caminin ilk kuruluş binası, caminin kapalı kısmı (Harim) ile kuzey tarafındaki üç yanı revaklar ve maksurelerle çevrili bir avlu kısmıdır. Bu şekliyle Diyarbakır ulu camii Şam Ummeye (Emeviye) camisine benzemektedir (80). Plan Özellikleri Şimdiye kadar çeşitli yönlerden üzerinde durulmuş ve incelenmiş Anadolu’nun bu en eski yapısı. Türk Mimarisine getirdiği birçok değişik sorun ve yeniliklerle çalışmalarımızın temel yapılarından biri olmaktadır. Camiinin büyük dikdörtgen bir avlusu vardır. Avlu üç yandan yapılana çevrilidir. Avlunun batısında iki katlı bir cephe ilgi çekicidir. İnaloğlu Ebu Mansur İlaldı’nın yaptırdığı üzerindeki yapıttan anlaşılan bu kısmın, bazı Sanat Tarihçilerinin ileri sürdükleri gibi bir tiyatro cephesinden alınarak kullanılmış olabileceği, bazı ayrıntıların Helenistik-Roma süslemesi taşımasından akla yakın gelmektedir. Antik Tiyatro cephesinden alınan sütun ve silmelerin aralarına gerektiği şekilde yazıtlar ve süslü silmeler yerleştirilerek de değişik bir cephe elde edilmiştir. Ayrıca iki katta değişik kemerler kullanılmıştır. Çok hareketli avlu cephesi diğer camilerin revaklarından ayrılıp, özel bir görünüş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu cephe doğuda aynen tekrarlanmıştır. Avlunun kuzeyinde ise, doğu cephesine bitişik olarak Mesudiye Medresesi, önünde şimdi tek katlı olarak görülen sütunlu, hafif sivri kemerli bir revak sırası bulunmaktadır. Bu revaklar hem camiyi bir bütünlüğe kavuşturmak hem de Mesudiye Medresesine ikinci derecede ve cami ile bağlantılı kapısını önünde bir giriş mekanı hazırlamak için yapılmış olabilir. Şimdiki görünüşü tek katlıdır. Avlu güney cephesinin yarısına kadar devam eden bu revaklar, orta kısımda bir yola geçit vermekte, sonra 1528’de Osmanlılar zamanında yapılan onarımla şekil alan İnaloğullarının Şafiiler camii başlamaktadır. Şafiler bölümünün arkasındaki mekanlar, caminin tuvaletleri olarak kullanılmaktadır. Camiinin avlusunun ortasında sekizgen sütunlara dayanan 1849 tarihli bir şadırvanla, bir kenarında üçer sütun bulunan bir namazgah ve bitişiğinde bir havuz bulunmaktadır. Camiinin avluya bakan cephesinde tam ana eksen üzerinde bir 78 mihrap göze çarpmaktadır. Sağ ve solda girişler, sonra pencereler yer almaktadır. Bu duvarda ayrıca orta alanda kesilen uzun bir şerit halinde yazı frizi dikkati çekmektedir. Yanlarda eğimli çatıyı kesen orta alanın yükseltilmiş üç sıra pencere açılmış ve yine üç pencereli eğimli bir çatıyla sonuçlandırıldığını görüyoruz. Böylece orta alan belirli şekilde ortaya çıkmakta, iç mekan şekli konusunda az çok bilgi vermektedir. Yapının iç görünüşüne gelince, iki ayak sırasıyla üç nefe ayrılan camii ortada geniş bir mekanla kesilmektedir. Ayaklar birbirine sivri kemerlerle bağlanmakta, üstte küçük ikinci bir kemer dizisi ver almaktadır. Orta mekanın soluna rastlayan bölümde ayrıca bir mihrap göze çarpmaktadır. Batıdaki sağ bölümden bir kapıyla içeriden minareye çıkılmaktadır. Çeşitli devirlerde onarım geçiren minare kare gövdeli ve yukarıda silindirik külahlı bir üst kısmı vardır. Caminin en önemli bölümü olan orta alanda göze çarpan mihrap ve minber Osmanlılar’ın son devrinde yapılmıştır. Bu yüzden orijinal mihrap ve minberi konusunda kesin bir yargıya varılamamaktadır. Yükseltilmiş olan orta mekanın kalem işleriyle süslü bir tavanı vardır. Burada yüksek eğimli çatı, bir tavanla gizlenmiştir. Diyarbakır Ulu Camiisi plan şeması olarak Şam Emeviye camisine benzemektedir. Aynı zamanda Şam Emeviye Camii, Diyarbakır Ulu Camiisine öncülük etmiştir. Her iki caminin de avlusunda doğu, batı ve kuzey yönünde açılan üçer kapısı vardır. Enine doğrultuda bunları dik kesen daha yüksek bir sahın yer alır. İki camide de üç tarafı revaklarla çevrili avlu bulunmaktadır. Emeviye’de revakların kemer köşelikleriyle içlerinde çok güzel işlenmiş mozaik yer alır. Şehir tasviyelerini yanı sıra akan suları, bahçeleri, zarif kıvrımlar çizen akantus motiflerini cami avlusunun revaklarına işlemişlerdir. Diyarbakır Ulu Camisinde ise revaklarda süslü yazı kuşağı, kabartmalı bitkisel motifler ve yer yer hayvan motifleri görülür. Diyarbakır Ulu Camisinde tek minare görülürken Emeviyede üç minare görülür. Avlu ve Revaklar Diyarbakır Ulu Camii üstün mimari ve sanatını en iyi şekilde gösteren yeri avlusudur. Avlu kısmının batısını hudutlandıran revak ve maksureleri planda cami blokuna tam 90 derece bağlanmayıp, doğuya doğru kapanan dar acıda yapılmış; dolayısıyla cami avlusunun dikdörtgen planı yamuklaşmıştır. 1470 metre karelik bu açık avlunun batı ve doğusunda altı revaklı üstü maksureli kısım, kuzey tarafında Şafiiler camii ile önü revaklı Mesudiye Medresesi yer alırken, güney tarafında Hanefiler caminin duvarı bulunmaktadır. Açık avluyu çepeçevre kuşatan bu duvar yüzlerinde taş işçiliğinin ve süsleme sanatının örnekleri görülür. Yer yer zemini çiçeklerle bezenmiş oyma ve kabartma bitkisel şeritler, panolar, sütunceler v.b. vardır. Avluya; doğu, kuzey, batı yönünde üç kapıyla girilir. Ana giriş doğudaki kapıdandır. Bu kapı kemerinin üstünde, aslan-boğa mücadelesini gösteren iki kabartma vardır: “Bu kabartma güneşin aya veya karanlığa, iyiliğin kötülüğe, yerlinin düşmanına galibiyeti v.b. karşıt fikir veya prensiplerin çatışmasını sembolize eder.” 79 Bu kabartmalı figürlerin üstünde şu yazıt vardır; Tercümesi: “Yargılayan ve esirgeyen Allah’ın adıyla, bu yapı büyük emirimiz, büyük komutan, dini kemali, İslamın şerefi, devletin güzeli, milletin en değerlisi, ümmetin rüknu, askerlerin en olgunu, emirlerin tacı, emirül mü’minin yardımcısı. Nisanoğlu Hasanoğlu Ali’nin teberruen yapılmasını ve masrafının malından ödenmesini emir eyledi”. Büyük kemerli doğudaki giriş kapısından önce bir ara mekana, buradan da ahşaptan yapılmış iki Kanatlı kapıyla dar bir geçide oradan da avluya girilir. Avlu girişindeki kemer Bursa kemeri tarzındadır. Bunun kilit taşında bir yıldız motifi yer alır (Levha-X-a). Kuzey tarafında ki giriş kapısından uzun bir aralıktan geçilerek avluya ayrılır. Bunun sağında umumi tuvaletler ve Şafiiler Camii, sol tarafından, Mesudiye medresesi yer alır. Üçüncü giriş kapısı ise batıdaki kapıdır. Zinciriye Medresesinin önünden geçen dar bir sokağın sonunda bu kapı ile cami avlusunun batı revakına geçilir. Dışa açılan avlu kapılarının önündeki zemin, zamanla yükselmiş olduğundan, camii avlusu ile çevre zemini arasında bir metreye yakın yükseklik farkı meydana gelmiştir. Camii, avlunun doğu ve batısındaki altı revaklı, üstü maksureli kısımlar, taş işleme sanatının güzel örneklerini göstermekte, en göze çarpıcı kısımları oluşturmaktadır. Avlu etrafını saran bölümleri ile içinde yer alan yapıları ayrı ayrı inceleyeceğiz. 1. Doğu Revak Bölümünde MaksureIi Kısım AvIuya bakan cephesi oldukça süslü bu yapının orta verinde avluya girişi sağlayan portal açıklığı yer almaktadır. Doğudaki bu kısım iki kat halinde olup alt katın avlu cephesi kesme taş ayaklara oturtulmuş kemerlerle, üst kaptın avlu cephesi ise alttaki kemerler hizasına açılmış büyük pencerelerle hafifletilmiştir. Kemerler arasındaki ayakların önüne iki kat boyunca yükselen bindirme sütunlar yerleştirilmiştir. Sütunlar üstte saçağı desteklemektedir. Avluya bakan cephesi oldukça süslü alt katın sütunları kaidesizdir. Gövdeler sade, başlıklar korint tarzında süsIüdür. Bu alt kattaki revak kısmının kemer boşluklarının arası bu gün ahşap camlı doğramayla kapatılmıştır. Alt katın dış tarafı, dükkan, eczane ve kıraathane vb. kullanılmaktadır. Alt kat sütun başIıkları üstünde avluya bakan cephesinde bir yazı kuşağı vardır. Üstünde sade bir taş sırası, Hemen üstünde motif sırası görülür ki motif olarak çiçek, yaprak, asma dalı bulunur. Bunun üstünde sade taş sırası, üstünde yine kabartmalı olarak işlenmiş bitkisel motif sırası yer alır. Revakın tam ortasındaki giriş kapısının her iki tarafındaki sütun başlıklarının üstündeki yazı kuşağının sütun başlığı üstündeki kısmında bir tarafta boğa başı kabartması, bir tarafta ejder kuyruklu aslan başı kabartması görülür. 80 Diyarbakır Ulu Camii avlusunun doğusundaki girişin üstündeki yazıtta şöyle yazmaktadır; Tercümesi:“Allah’ın mescidlerini, Allaha, Ahirete inanan ve namazını hakkıyla kılan, zekatını hakkıyla veren kimseler tamir ederler”. Üst kat bir maksuredir. Bu gün kütüphane olarak kullanılmaktadır. Avluya bakan yüzünde taş işçiliği ile oldukça zengin motifler ve yazı bordürü yer alır. Revakı oluşturan alt kat sütun dizisi kaidelere oturmakta, sade gövdeli korint tarzı başlıklıdır. Üstü saçakla örtülü bu sütunlar, saçağı desteklemektedir. On sütun ve dokuz kemer görülür. Kemerlerin arasında pencere yer alır. 2. Batı Revak Bölülümünde Maksureli Kısım Avlunun batısında iki katlı bu cephe ilgi çekicidir. İnaloğlu Ehul Mansur İlaldı’ nın yaptırdığı, üzerindeki yazıttan anlaşılan bu kısmın bazı sanat Tarihçilerinin ileri sürdüğü gibi bir tiyatro cephesinden alınarak kullanılmış olabileceği, bazı ayrıntıların Hellenistik-Roma süslemesi taşımasından akla yakın gelmektedir. Avluya bakan cephesi süslü bu kısım doğudaki kısım gibi iki katlıdır. Altı revaklı, üstü maksureli bu kısımda üst üste ikişer korint tarzı başlıkları ihtiva eden sütunlar yer alır. Düzgün kesme taşlarından yapılmış olan bu kısım, alt katın avlu cephesi kesme taş ayaklara oturtulmuş kemerlerle, üst katın avlu cephesi ise alttaki kemerler hizasına açılmış büyük pencerelerle hafifletilmiştir. Kemerler arasındaki ayakların önüne iki kat boyunca yükselen bindirme sütunlar yerleştirilmiştir. Antik tiyatro cephesinden alınan sütun ve silmelerin arasına gerektiği şekilde yazıtlar ve süslü silmeler yerleştirilerek değişik bir cephe elde edilmiştir. Alt kattaki revaklı kısımda sivri ve Bursa tarzı kemerler kullanılmıştır. Alt katın kaidesiz, sade gövdeli sütunlarının başlıkları hizasında bir yazı kuşağı vardır, Yazı kuşağının üstünde çiçek, asma dalı, yaprak v.s bitkisel motifler kabartmalı olarak işlenmiştir. Revakın kuzeyindeki bir kapı ile Şafiiler camiine, güneyindeki bir kapı ile de Hanefiler camiine girilmektedir. Batı duvarı güney köşesinde de Zinciriye Medresesi’ne doğru giden bir sokağa açılan avlu kapısı bulunur. Bu revakın gerisinde ve duvarında bazı kapılar bulunur ki bunlardan bazıları depo ve odalara açılır. Üst kattaki maksureye, güney ve kuzey yönünde birer merdivenli kapıyla girilir. Bu gün burası İlim Yayma Cemiyeti’ne tahsis edilmiştir. Avluya cephesinde alt kat sütunları hizasında yükselen bir sütun sırası yer alır. Bu sütunların gövde tezyinatı diğer sütunlardan farklı olarak oyma tekniğinde işlenmiştir. Bu sütunlar arasında pencere sırası yer alır. Sütunlar saçağı desteklemekte ortadaki iki sütun başlığı üstünde bir sıra yazı kuşağı bulunmaktadır. Yazı sırası üstünde kabartmalı olarak işlenmiş bitkisel motif sırası yer alır. 81 3. Avlunun Kuzey Bölümü Avlunun kuzey batısında Şafiiler Camii yer alır. Camiinin avluya bakan duvar siyah ve beyaz taştan inşa edilmiştir. Camiye güneyden girişi sağlayan iki kapı avluya bakan duvarında bir pencere sırası ve bir sıra boyunca yazı kuşağı görülür. Avlunun kuzey doğu tarafında sütunlu bir revakın gerisinde Mesudiye Medresesi yer alır. Avlunun kuzey yönündeki revakı oluşturan bu sütunlar, avlunun doğu ve batısında yer alan sütunlardan farklı olarak daha kalın ve kısadırlar. Kaidesiz, sade gövdeli, korint tarzı başlıklı bu sütunlar bir kemer sırasını taşımaktadır. Bu revaklar hem camii bir bütünlüğe kavuşturmak hem de Mesudiye Medresesi’ne ikinci derecede ve cami ile bağlantılı kapısının önünde bir giriş mekanı hazırlamak için yapılmış olabilir. Şimdiki görünüşü tek katlıdır, ikinci katı olup olmadığı anlaşılamamaktadır. Avlunun kuzey yönünde yer alan Şafiiler Camii ile önü revaklı Mesudiye Medresesi’nin arasında bir güneş saati yer alır. Kısa bir gövdenin üstünde, dikdörtgen başlık tablası üstünde ver alan bu saat, devrin zaman ayarlamasını yapma yönünden güzel bir tarih hatırasıdır. Dikdörtgen tablanın üstünde güneşin çeşitli durumlarına göre değişik gölgeler düşüren bir demir çubuk tablaya oyulmuş bulunmaktadır. 4. Avlunun Güney Bölümü Avlunun güney bölümünü Hanefiler camiinin kuzey duvarları teşkil etmektedir. Duvarda Hanefiler Camiine girişi sağlayan kapılar, pencere sırası ve bunların üstünde yazı kuşağı görülür. Siyah ve beyaz taş kullanılmıştır. 5. Avlu Çevresindeki Yapılar ve Tuvaletler Dikdörtgen planına yakın bu yapının ortasında açık avlusu vardır. Avlu etrafında çok sayıda tuvalet, hamamlık ve abdest alma yeri vardır. Avlunun etrafında ayaklara oturan kemerler bir revak oluşturur. Revakların gerisinde tuvaletler yer alır. Avlunun ortasında abdest alma şadırvanı vardır. Bu yapının doğu giriş kapısı camii avIusuna girişi sağlayan kuzey kapısının aralığına açılır. 6. Şadırvan, Namazgâh ve Açık Havuz Şadırvan, sekiz köşeli planda yapılmıştır. Ortada sekiz kenarlı bir su tesisi bulunur. Bunun etrafı kafes parmaklıklarla çevrilmiştir. Dış kısmında abdest almak için musluklar bulunur. Bu şadırvanın üstü kurşundan külahla örtülü, sekiz sütuna oturtulmuştur. Saçağın ağız kısmı ahşaptandır. Bu ahşap kısımda çeşitli geometrik süslemeler vardır. 1849 tarihli bu şadırvanın, bir kenarında üçer sütun bulunan bir namazgah ve bitişiğinde bir havuz bulunmaktadır. Namazgah, avlu ortasında, şadırvanın batısında, kare planlı ve seki halindedir. Sekiz sütun üzerine oturtulmuş külahlı üst örtüsü kurşundandır. Tavanı ahşaptandır. Namazgahın güney tarafındaki sütunlardan ortadakinde mihrabiye vardır. Bu yapının taban döşemesi taştandır. Kalabalık zamanlarda bu yer müezzin mahfili vazifesini görür. 82 Açık havuz, namazgahla bitişik, namazgahın batısında yer alıp kare plana sahiptir. Havuzun etrafındaki duvar taştan yapılmış, dış kısmında abdest almak için musluklar bulunur. Havuz duvarının üstünde demir kafes vardır. Kaç yıldır kullanılmayan bu havuz şu anda kullanılmaktadır. Harim (Hanefiler) Bölümü Bir ibadet mekanı olan Diyarbakır Ulu caminin orta avlusunun güneyinde ver alan harim: ortalama 72 m. boy ve 16 m. eninde olmak üzere 1152 metre karelik bir dikdörtgen alanı kapsamaktadır. Harime kuzeyden girişi sağlayan dört kapı vardır. Yapının iç görünüşüne gelince: iki ayak sırasıyla üç sahına ayrılan camii ortada geniş bir mekanla kesiImektedir. Ayaklar birbirine sivri kemerlerle bağlanmakta, üste küçük ikinci bir kemer dizisi yer almaktadır. Orta mekanın soluna rastlayan bölümde ayrıca bir mihrap göze çarpmaktadırBatıdaki sağ bölümde bir kapı ile içeride minareye çıkış sağlanmaktadır, Enine üç sahınnı ortasında ki sahın daha yüksektir. Enine sahınları ortadan dik kesen ve ortaya şema kazandıran bir merkezi orta sahın yer alır. Kıble duvarına dik olarak uzanan orta sahın, enine sahınlardan daha geniş ve daha yüksektir. Enine sahınların tavanı makas şeklinde ahşapla örtülüdür Güney yan sahında tavana bitişik pencere sırası yer alır. Kuzey yan sahındaki harimi avluya bağlayan kuzey duvarında da büyük pencere sırası vardır. Bu kuzey duvarlarının iç kısmı sıvalıdır. Duvarın dış kısmında iki renk taş kullanılmıştır. Kıbleye parelel enine sahınlardan daha yüksek ve geniş olan orta sahın, harimin en fazla dikkati çeken bölümüdür. Merkezi orta sahının güney-batı köşesinde Cuma günlerinde hutbenin okunduğu bir minber vardır. Yapı kesme taştan inşa edilmiş, üzeri boyanmıştır. Enine sahınları ortada dik kesen merkezi sahının mihrap karşısına rastlayan. harimin kuzey duvarına bitişik ahşaptan yapılmış ve mermer sütünlara oturmuş bir müezzin mahfili vardır. Mahfilin ait kısmında renkli lale, yıldız, çiçek gibi bitkisel motifler yer alır. Bu mahfile bir merdivenle çıkılmaktadır. Mihrap duvarına dik olarak uzanan sahnın, tavan kenarını baştanbaşa kuşatan bir yazı bordürü kaplamaktadır. Tavan orta kısmında yağlı boyadan yıldız, lale, çiçek gibi bitkisel motifler işlenmiştir. Harimin kuzey, güney, doğu ve batı duvarlarında pencereler yer alır. Minare Harimin güneyinde ver alan minare, harim ile irtibatlıdır. Batıdaki sağ bölümden bir kapıyla içerden minareye çıkış sağlanmaktadır. Çeşitli devirlerde onarım geçiren minare, kare gövdeli ve silindirik külahlı bir üst kısma sahiptir. Minarede H. 550 (M. 1137) tarihli bir kitabe vardır (81). Ulu Cami Tarihi ve Geçirdiği Onarımlar Anadolu’nun en eski camisidir. Diyarbakır 639 yılında İslam orduları tarafından fethedilip İslam dünyasının eline geçtikten sonra, kentin merkezinde ileride Cami-i 83 Kebir Mahallesi adını alacak olan yerde bulunan Mar Thoma veya Saint Thomas Kilisesi (katedral) Ulu Cami’ye dönüştürülmüştür. Kilisenin o günkü planı ve hangi yapılardan oluştuğu bilinmiyor. Emevi günlerinde harim, Şam Ümeyye Camisine benzetilerek kurulur. Eski yapının ne kadarının yıktırıldığı veya ne ölçüde yıkık olduğu artık önemini yitirmiş ve İslam dünyasında bu sonuç kaçınılmaz olmuştur. Mervanoğullan’nın yönetimi sırasında 1046 yılında şehrimize gelen ünlü İranlı Bilgin Nasır-ı Hüsrev; Ulu Cami’de harimde 200 küsur tek parçalı direkten, bunları birbirine bağlayan ve yükseldikçe küçülen 3 katlı kemerler dizisinden ve üst örtüsünün ufak kubbelerden oluştuğundan bahseder. Ayrıca mescidin yakınlarında oldukça özenli ve kullanılır döşemesi nakışlı mermerden olan bir kiliseden söz etmektedir. Nasır-ı Hüsrev’in şehrimizi görmesinden 39 yıl sonra burası Büyük Selçuklu İmparatorluğuna katıldı. 1090 yılında gelen Vali Amidüddevle Ebu Mansur Muhammed, Sultan Melikşah’ın buyruğu ve vakfı ile Ulu Camii yeni baştan onarttı. Buna dair H.484 (M. 1091) tarihli kûfî bir kitabe mevcuttur. Bu esaslı onarım nedeniyle Ulu Cami, bir Selçuklu eseri olarak kabul edilmektedir. Oktay Aslanapa bu konuda şunları yazar: “Anadolu’daki camilerin ilki olan Diyarbakır Ulu Camii, aslında alışkanlıkla ileri sürüldüğü gibi, bir Artuklu yapıtı değil, Büyük Selçuklu’ların eseridir. Büyük Selçuklu üslubunda H.484 (M. 1091–92) tarihli çiçekli kûfî kitabe, Sultan Melikşah’ın adım taşımaktadır. Planı Şam Emeviye Camiine bağlanıyor. Yalnız burada, nefleri ortadan keserek, mihraba doğru uzanan yüksek ve geniş dikey nef, dik bir ahşap çatı ile örtülüdür. Kubbe yoktur. Şam Emeviye Camisi’nde Kubbe-i Nasr’ı yaptırmış olan Melikşah, Diyarbakır’da aynı planı kubbesiz olarak ve daha sade bir mimari ile tekrarlamış olmalıdır”. İlk Selçuklu onarımından sonra 1115 yılında büyük bir deprem ve bunun ardından büyük bir yangın geçiren caminin geniş bir bölümü hasar görmüştür (Faruk Sümer bu tarihi 1119 olarak verir). Urfalı Mateos’un Vekayinamesinde yangınla ilgili şu bilgiler vardır: “Büyük caminin üzerine geceleyin gökten ateş düştü. Ateş o kadar kızıştı ki duvar taşları odun gibi yandı. Şehrin bütün erkekleri oraya koştular, fakat bu sönmez ateşi bastıramadılar. Ateş, bilakis git gide daha çok alevlendi ve göklere yükseldi. Ateş müslümanlann bu mabedini kül etti”. Yangında, Nasır-ı Hüsrev’in bahsettiği iki yüz küsur taş direk ve direkler üzerindeki taş kemerler ve bütün damları kaplayan kubbeler de yıkıldı. Yangından iki üç yıl sonra caminin yeniden inşasına ve onarımına başlandı. Cami enkazından çıkanlan veya kimi sanat tarihçilerinin ileri sürdükleri gibi, antik bir tiyatro cephesinden sökülerek getirilen renkli mermer ve kara taştan sütunlar ile korint biçimindeki yapraklarla bezeli başlıklar ve üzümdallı süslerin cami avlusunun batı, 84 doğu ve kuzey yanlarında kurulan maksure, kütüphane ve medreselerin avluya bakan yüzlerinde kullanıldığı görülmektedir. Metin Sözen’in değindiği gibi “Antik tiyatro cephesinden alman sütun ve silmelerin aralarına gerektiği şekilde yazıtlar ve süslü silmeler yerleştirilerek değişik bir cephe elde edilmiştir”. Melikşah’ın yaptırdığı bölümün pek hasar görmediği de mevcut kitabesinin ve bu bölümdeki yapının durumundan anlaşılmaktadır. Bu malzeme ile ilk olarak İnaloğlu Ebu Mansur İlaldı, batı maksuresinin zemin katını H. 511(M. 1117–18),de ve üst katını da H. 518 (M. 1124–25) yaptırmıştır. Bu durum mevcut kitabelerden bilinmektedir. Caminin doğu maksuresi ise yine aynı taşlarla İnaloğlu Mahmud ve veziri Nisanoğlu Ali döneminde H. 559 (M. 1163– 64) ve sonraki yıllarda yaptırılmıştır. Ulu Caminin batı kesiminin bir bölümünü Akkoyunlu padişahı Uzun Hasan onartmıştır. Caminin Safiler kısmını Kanuni Sultan Süleyman döneminde Atak Beyi EmirAhmet Zırkî 1528 yılında yaptırmış, caminin mihrabı Maktulzade Vezir Ali Paşa (1712) ve mahfili aynı valinin kethüdası Hüseyin Ağa tarafından eklenmiştir. Mevcut kitabeler tüm bunları kanıtlamaktadır. Yine 1824 yılında caminin halkın yardımıyla iyi bir onanm gördüğü, cami minaresinin yıldırım düşmesi sonucu yıkıldığı ve 1839’da onanldığı ve avludaki şadırvanın 1849’da yapıldığı manzum yazıtlardan anlaşılmaktadır. Cami ve külliyesi son yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğünce yeniden onarılmıştır. Cami külliyesinde bazı usta adlarına rastlanmaktadır. Fakat bunların çalıştıkları yerlerin sınırlarını kesinlikle çizmek oldukça güçtür. Bununla beraber Diyarbakır’da Melikşah devri yapılarının miman olan Urfah Selame Oğlu Mehmet’in Ulu Cami’de çalışmış olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak Nisanoğullan devrinin miman Hibetullah El Gurbani’ye ait iki yazıt vardır (82). Ulucaminin Önemli Onarımları 1091 yılında Melikşah onarıyor; 1117–1118 yılarında İnaloğlu Ebu Mansur İlaldı, batı kanadı zemin katını ve üstünü; 1155 yılında minare İnaloğlu Mahmut; 1163 yılında İnaloğlu Mahmut: doğu kanadı zemin katı; 1164 yılında Nisanoğlu Ali: Caminin doğu kapısında yazıtları var. Harimin avlu yüzünde ise: 1241 yılında Gıyasettin Keyhüsrev, 1330 yılında Artukoğlu Melik Salih Osmanlı padişahı 4.Mehmet’ ait ferman, Ulu camiinin batı kısmını Akkoyunlu Uzun Hasan onartıyor. Ulu Cami Kitabeleri Ulu Cami, çeşitli dönemlere ait kitabeleri ve mimari özellikleri itibariyle büyük bir değer taşır. Camide yaklaşık olarak yirmi iki kitabe bulunmaktadır. Bu bölümümüzde bu kitabelere değineceğiz. Yalnız kitabeleri orijinal metinleriyle değil bugünkü Türkçe’yle vermeye çalışacağız. 1. Ulu Camideki en eski kitabe h.484/m.l091 tarihli olup Büyük Selçuklu İmparatoru Melikşah’a aittir. Bu kitabe, caminin avluya bakan duvarının sağında, 85 yani batısındaki duvarın pencereleri üzerindedir. Tek satır halinde ve güzel bir şeceri kûfî ile yazılan kitabenin Türkçe metni şöyledir: “Besmele. Kelime-i tevhid. Büyük sultan, en büyük şahlarşahı, ümmetlerin ve hükümdarların ulusu, Arap ve Acemin büyüğü dünya ve dine kuvvet veren devletin büyük kudreti Ebu–1 Feth, Melikşah (Allah saltanatını devamlı kılsın) yapılmasını buyurdu. Dinin şerefi, devletin direği, vezirlerin tacı büyük vezir Cehir oğlu, Muhammed oğlu, Ebu Mansur Muhammed’in valiliği zamanında (Allah günlerini uzatsın), kadıların şerefi, ulu kadı Abdülvahid oğlu, Ebu Nasır Muhammed’in eliyle, Kudüslü Muhammed oğlu Ahmed’in vekâletiyle, H.484 (M. 1091) senesinde yapıldı”. 2. Batı tarafı maksuresinin alt sırasında H.511 /M.1117–18 tarihli bir kitabe mevcuttur. Kitabenin Türkçe metni şöyledir: “Büyük sultan, en büyük şahinşah, milletin efendisi, Arap ve Acemin sahibi, dinin ve dünyanın yardımcısı, İslam’ın ve müslümanlann hükümdarı, Emir-ül mü’mininin dostu Melikşah oğlu Ebu Suca’ Muhammed’in ülkesinde bu doğu maksuresi ile açık maksurenin değerli kadı tarafından yapılmasını, değerli Emir Muzaffer Efendi, dinin iftiharı, devletin mutluluğu, milletin değeri, ümmetin güzelliği, hükümdarın yardımcısı, emirlerin şerefi İbrahim Hüsam oğlu Ebu Mansur İlaldı (Allah ömrünü uzatsın) buyurmuştur. Sene 511”. Kitabe, Ulu Caminin batı maksuresinin alt bölümünün doğu yüzünde, sütunlar arasında ve kemerler üzerinde Kûfı bir yazı ile yazılmıştır. İbrahim oğlu İlaldı’ya aittir. Ivlelikşah’ın oğlu Muhammed’in yönetimi sırasında bu bölümdeki onarım ve inşaatın yapıldığı anlaşılıyor. 3. Batı maksuresinin üst tarafında, avluya bakan pencereler üzerindeki H.518/M. 1129 tarihli kitabenin Türkçe metni: “Besmele. Büyük emir, Serasker, dinin fahri, devletin mutluluğu, milletin, ümmetin şerefi, milletlerin tacı, emirlerin izzeti İbrahim oğlu Mansur İlaldı (Allah saltanatını sürdürsün). Büyük Sultan, en Büyük Şehinşah, ümmetlerin rikabma mâlik, Arab ve Acemin efendisi, İbadullahın nasırı, yaratıkların yardımcısı dünya ve dinin mü’mini, İslam ve Müslümanlann meliki, Emirü’l-mü’mininin sağ eli, kuvveti, Muhammed oğlu Ebu Kasım Mahmud’un zaman-ı devletinde; Allah-u Taalâ’nın rahmetine muhtaç, Muhammed oğlu Abdulvahid’in gözetiminde 518 senesinde yapılmasını buyurdu”. 4. Bir başka kitabe, camiin harem kısmı avlu duvan doğusundaki pencereler üzerindedir. Kitabenin Türkçe metni: “Besmele. Kelime-i Tevhid. Efendimiz, emîr ve başkomutan, ulu, muzaffer ve güçlü insan, bilgin, adil kişi, dinin ve devletin güzelliği, İslam’ın ve Müslümanlann değeri, milletin mutluluğu, hükümdarların ve sultanların güneşi, kafir ve müşriklerin katili, emirlerin ve ordulann iftiharı, mücahitlerin yardımcısı, sınır ve boylarının 86 emiri, Emirü’l-mü’mininin yardımcısı Alp Kutluğ Bey Ebu’1-Muzaffer Mahmud bin İlaldı (Allah günlerini sürdürsün ve yardımcı olsun)’nm devletinde bu doğu cenahının ve kuzey kemerinin yapımını ve masrafını, Allah’a muhtaç kulu el-Hasan bin Ahmet bin Nisan (Allah ona merhamet edene merhamet etsin) üstlenmiştir. Sene 550 (M.1155–56). Vekil: Urva oğlu Aydoğdu, bina ustası: Gürgânlı Hibetullah”. 5. Cami minaresindeki kitabe: Kitabenin (a) bölümü, minarenin güney yüzünde; (b) bölümü, batı yüzünde; (c) bölümü, kuzey yüzünde ve (d) bölümü, doğu yüzündedir. Daha üstte ve güney yüzünde (e) bölümü yer almaktadır. Minareye yıldırım isabet ederek yıkmış, onarım sırasmda bu kitabeler yerlerine konulurken son satırdaki kelimeler karışık bir vaziyette yerleştirilmiş bulunmaktadır. Ayrıca, kitabelerin metinlerinden de anlaşıldığı gibi, bunlar başka bir yere ait olup, minarenin h.1255 (m.l839)’da yapılan son onarımı sırasında buraya konulmuştur. Bu kitabe AMİDA’da yoktur. Kitabenin Türkçesi: “Bu iki maksurenin ve önündeki revakm yapılmasını değerli emir, dinin fahri, İslam’ın izzeti, devletin mutluluğu, miltetin güzelliği, ümmetin yüceliği, kralların tacı, İbrahim oğlu Ebu Said İlaldı buyurmuş ve efendimiz, değerli vezir, sadr-ı kebir, dinin güçlendiricisi, İslam’ın şerefi, devletin eğiticisi, kralın dostu, şerefi... Ebu Ali el-Hasan bin Ahmet bin Nisan (Allah, günlerini uzatsın) tarafından H.535 yılı Ramazan’ında (M.1141 Nisan ayında) yaptırılmıştı.” 6. Kitabe, doğu tarafındaki maksurenin alt katı üzerinde, sütunlar arasında cephe boyunca devam eder. Diğerleri gibi, güzel ve süslü bir kufi ile yazılmıştır. Türkçe metni: “Besmele. Büyük emirimiz, ulu serasker, dinin kemali, İslamın şerefi, devletin cemali, milletin bahası, askerlerin önde geleni, emirlerin tacı, Emirü’1-mü’mininin yardımcılarından, Nisan oğlu Hasan oğlu Ebu’l Kasım Ali, Tanrının nzasını arayarak, kendi malından bu maksurenin dibinden tepesine kadar tamamının kendi isteğiyle yapılmasını buyurdu. Rahmet ve mağfiret ile onu anan kimse (yani okuyana ve dua edenlere) Allah rahmet etsin. Bu, iş kalelerin emiri, ümmetin imdatçısı, milletin saadeti, İslam’ın bahası, dinin cemali, veliyi nimet, adil ve melik efendimiz, Emirü’1-mü’minin yardımcısı, İlledi (İlaldı okunacak) oğlu Ebu’l Muzaffer Mahmud’un valiliği zamamnda H.559 (M.1163–64) senesinde yapıldı. Mimarı Gürganlı oğlu Hibbetullah’tır.” 7. Kitabe, Ulu Caminin doğu tarafındaki çarşı kapısının dış yüzünde, büyük kemerin üstünde ve bir siper altında tek satır halinde, (a) bölümü satırın altında sağ tarafta, (b) bölümü sol tarafta olmak üzere, müzeyyen bir kûfî ile yazılmıştır. Kitabenin Türkçe metni şöyledir: “Besmele. Malıyla yapılmasını buyuran ve masrafım karşılayan efendimiz, emir, ordu komutanı, dinin kemali, İslam’ın şerefi, devletin güzelliği, milletin değeri, ümmetin süsü, orduların öncüsü, emirlerin tacı, EmirüT mü’mininin yardımcısı EbuT Kasım Ali bin Hasan bin Nisan”. 87 8. Cami avlusunun doğu tarafındaki maksurenin orta girişi üstündeki pencerelerinin üzerinde ve iki sütun arasındaki kitabe. Sağdaki sütunun başında EbuT -Kasım Ali, soldaki sütunun başında bin Nisan, iki sütun arasında ise “Tann’nın mescitlerini, Tann’ya, ahret gününe inanan ve namazını yoluyla kılan, zekatını yolunda veren kimseler onanrlar.” mealindeki ayet-i kerime yazılıdır. Kitabe tarihsizdir. Nisan oğlu Ebu’l Kasım Ali’nin yönetimi H.551–573 (M.1156–1178) tarihleri arasındadır. Onarımın da bu tarihler arasında yapıldığı anlaşılıyor. 9. Artukoğulları’na ait kitabelerden biri de Ulu caminin kuzeydoğusunda, Mesudiye Medresesi’nin cami avlusuna bakan güney yüzündedir. Kitabe, yerden takriben 3 m. yükseklikte bir çerçeve içerisine alınmış güzel bir nesih ile yazılmıştır. Bu duvarın önünde şimdi tek katlı olarak görülen sütunlu, hafif sivri kemerli bir revak sırası bulunmaktadır. Son yıllarda yapılan onarmda, avlu güney cephesinin yarısına kadar devam eden bu revakların üstü kapatılmıştır. Kitabenin Türkçe metni: “Turan beği, İran padişahı, cihan pehlivanı, halkı koruyan, halifenin yardımcısı, Müslüman ordularının şerefi, dinin ve dünyanın temeli, İslam ve Müslümanların direği, kafir ve müşriklerin katili, isyancıların ve haricilerin ezeni, Allah’tan yardım görmüş, güç almış, bilgin ve adil insan, güçlü ve muzaffer kişi, mücahit, Artuk oğlu, Sökmen oğlu, Davut oğlu, Karaaslan oğlu, Mehmet oğlu, Alp İnanç Beygu Kutluğ Bey Ebul-feth Mevdud padişah efendimiz yapılmasını buyurdu. Bu da emir, komutan, büyük dost Şemseddin Ebul-İzz. Mes’ud hükümdarın talimatı üzerine, Halepli Mahmud oğlu Cafer’in planı ile H. 620 (M. 1223–24) senesinde bu iş cereyan etti”. 10. Ulu Cami’nin Hanefıler kısmının doğudan ikinci kapısının sağında Anadolu Selçukluları Sultanı Gıyasettin Keyhusrev ye ait H.639 (M. 1240–41) tarihli bir ferman vardır. Metni Türkçe şöyledir: Besmele. Allah’a hamd olsun ki kaygumuzu giderdi. Amid halkına bir lütuf te’yid olunmuş, mübarek bir sadaka olarak Su Kapısı (Mardin Kapısı), Rum (Urfa) Kapısı, Yeni Kapı (Evsel) bahçelerinin haracının kaldırılması hususunda Sultan Gıyasettin’in en büyük ve yüksek emirleriyle bu kitabe buraya yazıldı (Allah saltanatını daim eylesin). İşittiken sonra tebdil edenin günahı kendisine olsun. Allah görücü ve bildiricidir. Ezici devletin devamı müddetince uygun duaları Cenab-ı Hak kabul eder. Yer ve gökler devamı müddetince Allah onu daim etsin. Bu iş H.639 senesinde cereyan etti. Cenab-ı Hak Hz. Muhammed’e salat etsin”. 14. Ulu Cami avlusunun kuzeybatı köşesinde Şafîiler Camii denilen kısmının avluya bakan yüzünde, kapı ve pencereler üzerinde H.935 (M. 1528-29) tarihli bir kitabe vardır. Kitabenin Türkçe metni: “Besmele. Saltanat gemisini saltanat denizinde yürüten, toprağın ve suyun kahramanı, karalarda Allah’ın gölgesi, zulüm ve küfrün bayrağını alçaltan, insaf ve adaletin bayrağını yükselten, Allah yolunda cihad eden, Allah’ın dini uğrunda savaşan kalem ve kılıç sahibi, Acem ve Arab’ın padişahlarının efendisi, ulu şahinşah, 88 en büyük padişah Sultan Bayezid bahadırlarının oğlu, Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman’ın adaleti zamanında (Allah mülkünü daim etsin), Diyarbakır küresinde (bölgesinden) Atak kalesinde emir bulunan Hüseyn-i Zırki ve emir Muhammed oğlu ulu beylerin iftihan Emir Ahmet bu mübarek mescidi yeniledi ve onardı. Allah ecrini iki kat ve iki dünyada kadrini ziyade etsin. sene 935”. 15. Avlu içinde ve asıl caminin batı tarafında güney batıdan itibaren 5. ve 6. pencereler üzerinde Osmanlı nesih yazısı ile yazılmış beş satırlık bir kitabe vardır. Kitabenin Türkçe metni: “Besmele. Salavat. Diyarbakırlı (Amidi) Seyyid Şemseddin oğlu, saygın ve değerli insan Seyyid İbrahim, Amid şehrinde Uzun Çarşıdaki bütün dükkanlarını ve on iki bin gümüş parayı vakfetmiştir. Dükkanlann satışından elde edilen parayla, camide içenlere sebil su dağıtılacaktır. Buz ve kar ile soğutulmuş su, haziran ayının ilk gününden itibaren 90 gün mevcut olacaktır. Mütevelli, imamdır. Buz ve kar ücreti ve mütevelli ile bu sakinin ücretleri vakfiyede belirlenmiştir. Bu caminin suyundan içenlere Allah rahmet eylesin”. Ulu Cami’ nin Hanefılere ait bölümünün doğu cenahında soldan beşinci pencere ile üçüncü pencere arasında ve dördüncü pencerenin üzerindeki taşa kazılmış bir kitabe vardır. Güzel bir Osmanlı neshi ile yazılan bu kitabe Osmanlı Padişahı IV. Mehmet’e aittir. Mukaddes bir takım vergilerin alınmamasına dair olan H. 1094 (M. 1683) tarihli fermanın Türk harfleriyle metni: “Bismillâhi elhamdü lillâhillezi ezhebe annel-hazen. İnne Rabbena leğafurûn şekûr sadakallahul azim. 1- Padişah-ı âlempenâh Gazi Sultan Mehmet Han ibni Sultan İbrahim Han eyyedehullahü ve ebkahü hazretlerinin hatt-ı hümayun-ı şevket makrun ve ma’deletmeşhunları ile Diyarbekir’den ve eyaletinden ref buyurulan bid’u mezalim ve tekâlif-i şakka ve mekârihdir ki beyan olunur. Evvelâ bikazaillâhi teâlâ kendü sun’ile ateşe yanan ve damdan ve ağaçtan düşenden ve suya gark olandan öşür ve hidmed namına bir şey alınmıya ve şeyhlik akçası alınmıya ve odunakçası kadimden ta’yin olunana muhalif alınmıya ve cami olan şehir ve kasabalarda. 2- Müslümanlar arasında hamr ve arak bey’ü şira ve şürb olunmıya ve hane ve avarıza noksan gelmiyecek tahmin olunmıya ve kara ulustan pişkeş ve zahirebaha namıyla akçalar ve çadır başına koyun ve kilim ve cicim ve keçeler alınmıya ve zimmi kethudalığına kaftanbaha alınmıya ve ispenciye yetmiş akçeden ziyade alınmıya ve evlerde tamir içün malkoç akçası ve çayır akçası ve tarh arpası ve bal ve yağ ve odun ve peynir bahası ve koruk kalemiyesi alınmıya ve menzil ve mahallelerde oda kirası ve ırgat ve meş’alesi akçası ve îdeynde cem’eyledikleri sahan ve seraye hasirbaha ve bulgur salyanesi ve buzhane. 89 3- Masrafı ve yedekçi ve bekçi ve tırpan ve bostan ırgadiyesi ve paskalya akçası ve kiliselerde sakin olan keşişler ve ruhbanlardan cizye vesair tekâlif alınmıya ve bilcümle hilâf-ı şer’ ve kanun ve hilaf-ı defter. 4- almağa rıza-yı hümayunum yoktur. Ba’delyeum zikrolunan maddelerin talep ve ahzine taife-i zalemenin eyledikleri zulme kim ki sa’y ve ianet eder ise ve mevadd-ımezkurenin tebdil ve tağyirine ikdam ederse. 5- mazhar-ı gazab-ı hazret-i melik el-kahhar ola.Femen beddelehu ba’de masemiahu feinnema ismuhu alellezine yubedilunehu innellâhe semiun alim. Fehvayı şerifi üzre asim olduğundan ma’da inne lânetallahi ale-zalimin de dahil ola .” Pencerelerin altında solda bu yazıların altında şu yazı yer almaktadır: “Lâfzan ve ma’nen anın tarihin eyle imlâ Çekti a’da ayağın hatt-ı hümâyun gelicek Tarihi oldu senetü erbeatisin ve elf (1094)”. 17. H. 1124 (m. l712) tarihinde caminin bir bölümü yanmış, Vali Maktulzâde Ali Paşa tarafından onartılmış, mihrab ve minberi yeniden yaptırılmıştır. Buna dair on dört beyitlik manzum kitabe caminin harim kısmı içinde ve orta sahanda, mihrabın üzerindedir. Kitabe siyaha boyanmış tahtalar üstüne beyaz ve ta’lik yazı ile yazılmıştır. Metni şöyledir: “Âsaf Gazi Ali Paşa vezir ibni vezîr Kim senâhânidir ahl-i fadl u dâniş bîzzarûr Nice âsaf kim zuhur-i hışm u tedbirin görüb Hırkasın başına çekti küll-i hattacin kefûr Sîr-i çeşmi matbah-ı cûd-ü sehası hırs u az Dâneçin-i harmeni ihsanıdır nezd-i küdûr Rezmde düşmengüdâz bezmde hâtırnevâz Muhlis-i ehl-i tevazu’ hasm-ı erbâb-ı gurur Cûdi rehber oldu bu yanmış yakılmış ma’bede Himmeti mi’mar olub etti imaret sa’yi gör Şimdi menber söylesün (El-hamdüli-llâhillezi Ezhebe annelhazen) hamden ilâ yevm-i nüşûr Şimdi mihrab eylesün hamgeşte kaddin müstakim Kim erişti hazret-i Âsaftan envâ-ı sürür Koydu bir a’sar-ı bakî bu ibadetgâhta kim Zikr-i hayri söylenür efvâhta tâ nefh-i sûr Mâhasal heykel minelbab ilel mihrab hep Evvelden dahi sengîn oldu dahi nevzuhûr Nakşolan etraf-ı tavanında âyât-ımübîn Nurdur amma eder çeşm-i aduy-i dini kür Vaki oldukça cihanda âdet-i hedm-i bina Nikübedden hâtıra zevk u gam ettikçe mürur. “Devletiyle dâima her canibi ma’mûr ola Hane-i naz-ı aduyi izz-ü-câhı ola kûr Yazdılar tarih-i ta’mirin bu âlî ma’bedin Heykel u mihrabı menberle yapıldı bî kusur Ben dedim her mısraı evvelden evvel harfini Adedince bî nâzir Agâh bir tarih olur”. 90 18. Aynı tarihte yenilenen mahfel için şair Agâh’m manzum bir kitabesi vardır. Mahfel tavanın kenar altında tahta üzerine ta’lik ile yazılmış, süslü ve teshibli bu kitabe şöyledir: “Fahr-ı erbab-ı himem ya’ni Hüseyin Ağa kim Ola ikbal ü saadet ile her rûzi saîd Nice ağa ki ider terbiyeti bârâver Bu mihrabın ne kadar hilkati olursa dabîd Kethüdâ-i Ali Paşa o vezir ibni vezir Ki anın zâtı ile buldu vezaret te’yid Kaalini çok da uzatma yeter Agâh yeter Şayet ol hatır-ı nazikte gubâr ola bedîd Dedi bu mahfeli yaptıkta hıred tarihin Andelib-i habeşin İanesi oldu tecdîd” . Mahfelin, Maktulzâde Ali Paşa’nın kethüdası Hüseyin Ağa tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. 19. Ulu Cami’nin h. 1240 (m. 1824-25) tarihinde bir onanm gördüğü, caminin batısında bir dolap üstünde tahta levha üzerine kağıt çekilerek nesih yazıyla yazılan şu kitabeden anlaşılıyor. ve elf. “Fi ta’mir-i hazihil camii şerif bi himmeti hayrat. Seneti erbaine ve meiteyn Türkçesi: Bu cami-i şerifin onarımı özeldir. Hayır sahiplerinin himmetiyle yapıldığı sene 1240. 20. Ulu cami’nin çarşıya açılan doğu kapısından içeri girerken sol yanındaki oda muvakkithane idi. H.1253 (m. 1837) tarihinde açılan bu muvakkithanenin kapısı üzerindeki bir levhada Osmanlı sülüsü ile yazılmış şu manzum kitabe asılı idi: “Gel ey mahzun gönül bir nâzm-ı rengin eyle amade Ayan olsun hemişe dürr-i yekta remz-i ma’nade Dua-yı devletin yad eyle evvel padişahın kim Ola zıll-i hümayun-u müebbed dâr-ı dünyâde Vezir-i Ekrem-i İskender-i Dara sipehsâlâr Dıraht-ı sayesi her canibe düştü bu esnâde Acep midir kamu serkeşlere ser kestirirse ol Zaferyâb olduğu hem sure-i innâ fethnâ’de Hususa kim vekil-i mutlak-ı paşa-yı âlişan Ki Sa’dullah kadim-i nusretin bulmuş tecellâde Muazzam bir eser bünyâd edüb bu şehr-i Amid’de Ne zibâ gör muvakkithane nakşi harikulade Muvakkithaneye Bâsim nivis tarih-i mergûbe Hûda banisin kılsın aziz dünya ve ukbâde” (H. 1253). Vali Sadullah Paşa’nm yaptırdığı bu muvakkithane için şair Cevdet’in de şu manzum kitabesi vardır: “Etti teşrif çünki Sa’dullah Paşa Amid’i Nîknâmla zatını tercih-i akran eyledi Saha-i rahat görünce ehl-i belde cümleten Dem-be-dem saat-be-saat şükr-i Yezdan eyledi Bu muvakkithaneyi inşaya hakka himmeti Çaldı saat bir felekten halkı şâdân 91 eyledi Bir vakitte eyleme fevt doğrusu ed’iyyesin Tab’i ra’nâya ayarın kim ki iz’ân eyledi Himmet-i hayriyyesi çok her mahal i’mânna Şehr-i i’mâr içün Allah saat ihsan eyledi İki tarih-i mücevher ile Cevdet bendesi İrtifâ’i kadr içün ol zatın i’lan eyledi.” (H. l253). 21. Ulu Cami minaresine yıldırım isabet etmiş. Yıkılan minare h.1255 (m.1839) tarihinde onartılmış. Buna dair kitabe cami avlusunun ortasındaki namazgahın güneyinde saçak altına asılmış levha üzerindedir. Metni: “Ta’mir olundu işbu minare bu sâlde Oldu müzeyyen aldı cihanı nezâresi Yıldız gibi donattı leyâliden ser-be-ser Tuttu Diyarbekir’i kanâdil inâresi Şehrin Kebir Camiinin ki minâridür İ’mâr oldu beldeye tevfık emaresi Karb-i savâik etmişti çak cismini Zalimi sağaldı merhemini buldu yaresi Ta’mire bâdı el-Hac Şeyh Muhammed Sa’id’dür Anda bulundu çünkü bu vakfın idaresi Tarih yazdım ola dua celbine sebep Raşid hitâm buldu çü yerin imaresi Hep geldi seyr-i Behçet tarihine mü’minan Oldu cedid ma’bed-i hâmis minaresi” (sene: 1255). 22. H. 1266 (M. 1249–50) tarihinde yapıldığı bilinen namazgah ile havuzun ayni yerde bulunan kitabesi şöyledir: “Arşen fi aşr havz-ı kebir dedim tarih Bina havz-ı kebir ile namazgah”. Bu tarih ebced hesabına göre H.1269 çıkıyor (82). Ulu Camii Süslemeciliği Ulu Camiin taş işçiliğini bir büyük sanat haline getiren önemli özelliklerinden biri de “Taş Süslemeciliğidir“. Kendi döneminin, yaşadığı ortamı ve kullandığı eşyayı göze en hoş gelecek şekilde süslemek, onu sanat anlayışı ile biçimlendirmek, Ulu Camii Taş ustalarının, sorumluluğun ötesinde; doğal bir tutkuları olduğunu göstermektedir. Onbir ve onikinci yüzyıl İran Selçuklularının kendine öz kavramları, ilhanlıların parlak ve atak sanat ibdaları, Timurluların ince ve zarif sanat görüşleri, Memlükların, Celayirlerin, Muzafferilerin, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenlerin ve nihayet Safevilerin süsleme sanatlarında gösterdikleri başarılı buluşlar, Türk Süslemesinin oluşmasında büyük rol oynadığı kesin olarak kabul 92 edilebilir. İşte o dönemin Taş ustaları, süslemeleri ile taşı taş olmaktan çıkaran bir büyük sanat eseri haline getirmeleri, Ulu Camiyi bir Güzel Sanatlar Galerisine dönüştürmüştür. Ulu Camii’deki Süslemeciliğin tarihsel süreç içerisinde kendi geleneksel yorumlarına sıkı sıkıya bağlı kalarak, Ulu Camiin kültür ve sanat dünyasında seçkin bir yer almasına neden olmuştur. Bitkisel Motifler: Sanat, milletlerin kültür ve zevklerini açıklayan, toplulukların geleneklerini, duygularım yansıtan bir kavram olduğuna göre bitkisel motifler “Taş Süsleme Sanatlarında“ ne denli bir mucize olduğu, Ulu Camii duvarlarında görülür. Kendi devirlerinde oluğu kadar sonraki devirlerin de estetik değerlerini yönlendiren Ulu Camiideki Bitkisel motifli taş süsleme sanatı; Mazinin derinliklerinden gelen sır dolu esintilerini günümüz insanın ulaştırdığı gibi geleceğe de götürecektir. Bitkisel motifler yarı natüralistik, yarı stilize bir üslup ile çalışmıştır. Çeşit çeşit çiçeklerin yepyeni stilizasyonla Taş üstünde biçim bulduğu Ulu Camii sanki tarihi bir çiçek bahçesine dönüşmüştür. Bu bitkisel motifler Türk dekorasyon sanatının ilk örnekleri olarak gösterilebilir. Hayvansal Figürler: Ulu Caminin en önemli özelliklerinden bir de, taş süslemeleri arasında hayvan figürlerinin yer almış olmasıdır. Hayvan figürlerinden oluşan kompozisyonlar bitkisel motifli Küfî kitabelerle yan yana yer almaktadır. Ulu Camiye üç kapıdan biri ve esas kapı niteliğinde olan doğu kapısının hemen üstünde birbirlerine simetrik olarak yerleştilmiş kabartma hayvan figürlerini görmek mümkündür. Hayvan figürleri; boğa üzerinde Arslan kompozisyonudur. Kitabenin hemen alt bölümünde yer almaktadırlar. Bu kapının kısa bir koridorundan geçildikten sonra hemen üstüne gözatılırsa; avluya bakan cephesinde kapının içtarafının her iki bölümünde boğa ve arslan başları görülür. Ayrıca ne zaman hangi amaçla konulduğu ve üstüne efsaneleri bulunan bir de demir yılan heykeli bulunmaktadır. Ulu Camiideki Hayvan Figürlerinin Plastik Analizi: a. Ulu Camii Doğu Kapışı Dış Cephesindeki Hayvan Figürleri: Ulu Camiye Doğu kapısından girildiğinde, kapının her iki yanında hayvan figürleri görülebilir. Bunlar birbirlerine bakar biçimde yapılmıştır. Her iki bölümdeki rölyef olarak yapılan hayvan figürlerinin hemen üstünde ve bir siper altında tek satır halinde (a) bölümü bu satırın altında sağ tarafta, (b) bölümü sol tarafta olmak üzere, müzeyyen bir küfî ile yazılmıştır. Kitabe metninin Türkçesi: “Besmele, Malı ile yapılmasını buyuran ve masrafım karşılayan efendimiz, emir, ordu komutanı, dinin kemali, İslamın şerefi, devletin güzelliği, milletin değeri, ümmetin süsü, orduların öncüsü, emirlerin tacı, Emîr-ül-mü’mininin yardımcıyı Ebu’l- Kasım Ali bin Hasan bin Nisan” (16). 93 Ulu Camiin kapı dışında Aslan ve Boğa gibi iki güçlü hayvan arasında bir üstünlük mücadelesi yer almaktadır. Boğa güç’ü sembolize ederken Arslan da üstünlüğü simgelemektedir. İşte bu iki güçlü hayvan arasındaki kavga ve mücadele Ulu Camiin Doğu yönündeki esas kapının üzerinde yer almasına halk arasında şöyle bir yorum getirilmektedir; “Mücadele ve kavga bu camiin dışında kalsın”... Halk arasında her ne kadar böyle bir yaklaşım olmasına rağmen Camiin avluya bakan taraflarında da hayvan figürlerinin yer almaşı şöyle açıklanabilir; Kilise’den çevrilen ve çeşitli nedenlerle tamirat ve tadilat geçiren Ulu camiinin taş malzemeleri yer değiştirmiş, böylece hayvan figürleri de Camiin iç ve dış mekanlarında yer almıştır, tsiamın getirdiği hoş görü ile Müslüman cemaatler yüzyıllardır bu Hayvan figürlerine dokunmamış, herhengi bir zarar vermemiştir. b. Ulu Camii doğu Kapısından girerken dış-sağ tarafındaki Arslan-Boğa Figürü: Ulu Camiin doğu kapışı dış-sağ tarafındaki Arslan-Boğa Hayvan figürleri dikdörtgen bir taş üzerine dış kabartma tarzında işlenmiştir. Hayvan figürleri dikdörtgen taş yüzeyi üzerine alttan ve üssten, sağdan ve soldan dengeli boşluklar bırakılarak kompozisyon düzenli bir biçimde yerleştirilmiştir. Bu özellik Resim sanatının temeli olan desen çalışmalarında da hassasiyetle üzerinde durulan konulardan biridir. Konu için ayılan alanın yerli yerince değerlendirilmesi resim sanatının temel amaçlarından biridir. Konu gözü rahatsız edecek derecede küçük buyutlu olmadığı gibi kontur çizgisi dışına da taşmamalıdır. Bu Arslan- Boğa figüründe de bu plastik denge ideal bir biçimde uygulanmıştır. Arslan- Boğa figürleri izleyiciye bir mesaj vermesi yanında iyi estetik değerleri de üzerinde taşımaktadır. Arslan-Boğa figürü kısmen deformasyona uğratılarak belli bir üsluportaya konmuştur. Bu üslup bir yerde küfî yazılarla benzeşen bir üslup olsa gerek. Kitabelerle Hayvan figürleri biçimsel farklılıklara rağmen özde birbirleri ile örtüşmektedirler. Bitkisel Motifli küfî yazılar ile hayvansal figürler aynı yüzey üzerinde birlerine kontras düşmemektedirler. Arslan ile Boğa arasında geçen bir mücadeleyi konu edinen bu sahne, anlatım veya ifade açısından zayıf görünmektedir. Bu da sanatçısının olayı iyi gözlemlemediğini göstermektedir. Figürler yüzeyde bir “biblo“ görünümündedir. Bu görüşü; Arslanın sağ arka ayağının, Boğa’nın kuyruğun üzerinde yer alması desteklemektedir. Zaten figürüler kendi aralarında kıyasıya bir mücadele görüntüsü vermekten çok, poz veriyormuş edasıyla durgun bir halde görünmektedirler. Boğa figürünün karnında yer alan çizikler, cılız ve zayıf bir hayvan izlenimi bırakmaktadır. Ağzının açık olması acı ile direnirken, sanki yenileceğinin farkındadır. Boğazının altındaki kıvrımlar dört boğumdur. Gövdeden taraf sert bir köşe ile bağlanmıştır. Boğanın sağ boynuzu kırılmıştır. 94 Resim 3. Kitabeler ve Hayvan Figürleri (Aslanın Boğa ile mücadelesi) c. Ulu Camii doğu Kapısından girerken dış-sol tarafındaki Arslan-Boğa Figürü: Ulu Camiin doğu kapısından girişte, kapının sol tarafında yer alan ArslanBoğa figürü Kare şeklinde bir taş yüzeyi üzerine işlenmiştir. Kompozisyonun yüzey üzerine dengeli bir biçimde yerleştirildiği söylenebilir. Bununla beraber figürlerin Altında ve üstünde yeterli boşluk bırakılmıştır. Figürler sağ ve sol taraflarından kontur çizgileri ile birleşmiştir. Boğa figürünün boğazındaki boğumlar altı tanedir, figürün karnında belirgin bir biçimde üç çizik yer almaktadır. Figürler yüzeyde bir “biblo “görünümündedir, figürüler poz veriyormuş edasıyla durgun bir halde görünmektedirler. d. Ulu Camii doğu Kapısından girerken dış-sol ve sağ taraflardaki Arslan-Boğa Figürülarinin karşılaştırılması: I. Sağ taraftaki Arslan - Boğa figürü dikdörtgen bir yüzeye işlenmişken, sol taraftaki kare bir zemin üzerine işlenmiştir. II. Sağ taraftaki Boğa’nın ağzı açık iken sol taraftakinin ağzı kapalıdır. III. Sağ taraftaki Boğa’nın boğazında dört boğum varken, sol taraftakinde altı boğum vardır. IV. Sağ taraftaki Boğa’nın boğum bitimi köşeli bir gövde ile başlarken sol taraftakinde böyle bir durum yoktur. V. Her iki taraftaki figürler yüzeyde bir “biblo“ görünümündedir. VI. Her iki taraftaki figürüler poz veriyormuş edasıyla durgun bir halde görünmektedirler. Ulu Camii doğu kapısının iç avluya bakan tarafındaki iki hayvan figürü: Ulu camiin doğu kapısının iç avluya bakan tarafında kapının her iki tarafında Arslan ve Boğa baş’larının rölyefleri yer almaktadır. Her ikiside cepheden yapılmıştır, kare bir zemin üzerinde bitkisel süslemeler arasında yer alan bu Boğa ve Arslan 95 başları Ulu camiin batı yönüne bakmaktadır. Boğa başı stilize edilmiştir, çevresindeki bitkisel süslememler Boğa başı dikkate alınarak ona göre düzenlenmiştir. Boğa basının her iki tarafındaki stilize edilmiş bitkisel motiflere bakılırsa birbirine bekar tarzda simetrik olarak işlendiği görülür. Arslan figürünün her iki tarafında iki farklı bitkisel motif yer almaktadır. Ayrıca Arslan basının çene kısmında halkalar yer almaktadır. Sütun başlıkları üzerinde yer alan bu figürler, Camii avlusunda da namaz kılındığı dikkate alınırsa; ayrıca bir önem taşır. Ulu Camii doğu kapısının iç avluya bakan tarafındaki Yılan veya Akrep figürü: Ulu Camiin doğu kapısının avluya bakan tarafında kemer üstünde demirden yapılmış bir yılan veya akrep figürü yer almaktadır. Bu figürün plastik ve tarihi bir değeri olmamakla beraber efsanesi vardır. Halk arasında dolaşan rivayete göre;” kimi yılan olduğunu, kimi de akrep oluğunu iddia etmektedir. Ama güçlü olanı Akrep olduğuna dairdir. Söylentiye göre eski Diyarbakır’da Akrep oldukça fazla imiş. Ulu camiye namaz kılmaya gelen cemaat bu durumdan rahatsız olurlarmış. Evliyanın biri, akrep biçiminde bir heykel yaptırıp bunu efsunlamış ve şimdiki yerine yerleştirmiş. O zamandan beri halk arasında Akreplerin bu civarda insanlara zarar vermediğine inanılır. Demir heykelin ucundaki boynuz biçimine bakılısa bunun yılan figüründe çok akrep figürüne benzediği görülür. Ulu camiin batı cephesindeki hayvan figürleri: Bu hayvan figürleri avluya bakan batı cephesinde yer almaktadır, yan yana iki sütun başlığının üzerinde yer alan hayvan başlarıdır. Bu figürlere bakıldığında sağ taraftaki hayvan basının, Boğa figürü olduğu belirgin bir şekilde görülmektedir, sol taraftaki ise yüz kısminin uzun olmasından dolayı bunun da Boğa başı olarak yorumlanması mümkündür. Her iki baş figürünün etrafında bitkisel süslemeler yer almaktadır, kare zemin üzerinde kabartma figürler aşınmış bir haldedir. Bunlardan başka ayrıca iki sütun başlığı üzerinde dikdörtgen alan üzerinde yer alan hayvan figürü mü yoksa başka bir bitkisel motif mi olduğu belli olmayan süsleme yer almaktadır, bu da daha detaylı bir incelemeyi gerektirmektedir. Ulu Camiin Batı kapısının dış cephesinde yer alan bitkisel ve hayvansal resimler: Ulu Camiin batı kapısının üstünde hayvan bitki ve natürmort resimler yer almaktadır. Bir asma dalı üzerinde yaprak ve Üzüm işlemeleri tek gövde halindeki taş üzerine yayılmaktadır. Türü belli olmayan kuş resimleri birbirine simetrik bir halde görünmeleri ile beraber arka arkaya durdukları izlenimi vermektedirler. Ortada duran vazo ya da saksının her iki yanında yer alan kuşlar kapladıkları alana biçimsel yönden zenginlik katmışlardır. Resme bakıldığında sağ taraftaki kuşun kuyruk tüyleri soldakine nazaran daha belirgindir. Bu figürün işlenme tarzı, Ulu Camideki diğer figürlerden farklılık göstermektedir. Bu sahnede asma yaprakları, üzüm taneleri ve kuşun kanatları daha zarif işlendiği söylenebilir (83). 96 Tarihi Kalorifer Tesisatı Evliya Çelebi seyahatnamesinde Diyarbekir şehrinin çok temiz olduğundan behsederek bunun nedeninin de şehrin çer çöpünün doğruca hamamlardaki külhanlara götürülüp yakacak olarak kullanıldığını belirtir. Yine bu hamamların atık sıcak sularından faydalanılnması düşünülmüş, sular genelde hamamların yakınlarındaki tarihi camilere yönlendirilerek camilerin tabanının altında yapılan labirent şeklindeki mazgallardan günümüz tabirince alttan ısıtma sistemine dönüştürülmüş ve mükemmel bir şekilde uygulanmıştır. Bu olay 1970’li yıllarda Ulu cami tamirata alındığında tabanlar sökülünce görülmüştür (84). Restorasyon Sonrası Ulucamii Hz. Musa zamanında yapıldığı ifade edilen Diyarbakır ulu camii heykel kısmı 97 Ulu cami içi Ulu Camii Şadırvan 98 Tuğla süsleme (Ulu camii) Tavan Süsleme 99 HZ. SÜLEYMAN CAMİİ VE 27 SAHABE Hz. Süleyman ve Nasıriye Camisi isimleri ile de tanınan bu cami İçkale’de surlara bitişiktir. Caminin minaresi üzerinde bulunan kitabesini okuyanlar değişik tarihler ileri sürmüşlerdir. J. Sauvaget 1160 tarihi üzerinde durmuş, Diyarbakır camilerini inceleyen Prof. Dr. Metin Sözen de bu tarihi kabul etmiştir. Kitabelerden anlaşıldığına göre bu camiyi Nisanoğulları’ndan Ebu’l-Kasım Ali yaptırmıştır. Mimarı da Hibetullah el Gürgani’ dir. Kale Camisi çeşitli dönemlerde onarılmıştır. Bu yüzden de bazı yerlerinde değişiklikler meydana gelmiştir. Yapının hemen hemen tamamında kesme taş kullanılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanındaki, genişletilmeden önceki durumunda cami İçkale surlarının iki burcuna dayanmakta idi. Ayrıca bulunduğu arazi eğimli olduğundan da yapı kademeli bir plan şekli göstermektedir. Caminin iki girişi bulunmaktadır. Bunların biri batıda, diğeri de güneydedir. İbadet mekanına kale burcuna bitişik basık kemerli bir kapıdan girilmektedir. Bu girişin üzerine ikinci bir kat yapılmıştır. Kuzey tarafında kubbeli bir bölüm ve bir de şadırvan yerleştirilmiştir. Cami kısmı beşik tonozla örtülü olup, üzerinde iki sütuna dayanan bir mahfili vardır. İbadet mekanı enine üç bölüme ayrılmıştır. Girişteki ilk iki bölüm birbirine eşit olduğu halde, mahvelli kısım onlardan ayrılarak enine beşik tonozla örtülmüştür. Buradaki bölümlerin ikisi duvara, ikisi de ayrı olan dört ayağa dayalı temellerle ayrılmıştır. İç mekanda önemli bir süsleme elemanına rastlanmamaktadır. Caminin XII. yüzyılda yapıldığı sanılan minaresi, Diyarbakır ve çevresindeki pek çok örnekte olduğu gibi kare biçimindedir. Minare üzerindeki yer yer silmeler ile yeknesak görüntüsü önlenmeye çalışılmıştır. Şerefeden sonra ince bir petek bölümü ve sivri külahlı üst örtüsü onu tamamlamaktadır. Caminin bitişiğinde Halid Bin Velid’in oğlu Süleyman ile Diyarbakır’ın Araplar tarafından alınması sırasında şehit düşen sahabelerin burada gömülü olduğuna inanılmış ve bu da caminin kutsallığını arttırmıştır. Ziyaret yeri olarak daha da önem kazanan bu camiye her dönemde yeni eklemeler yapılmıştır (85). Kale (Hz. Süleyman) Camisinin Yapılışı ve Yapılış Tarihi İslam orduları yukarıda da değindiğimiz Amed’i fethetmiş ve Amed bundan sonra müslümaların eline geçmiştir. Fetih sırasında Halid b, Velid’in oğlu Hz. Süleyman başta olmak üzere seçkin sahabeden oluşan kimi kaynaklarda yirmi beş kimi kaynaklarda ise yirmi yedi olarak geçen sahabenin şehit düştüğünü söylemiştik. Amed müslüman araplardan sonra birçok islam devletinin egemenliği altına girmiştir. Bunlardan biri İnanoğulları’dır. İnanoğulları içinde onların hakimiyeti altında bulunan Nisanoğulları döneminde Kale (Hz Süleyman) Cami yapılmıştır. 100 Nisanoğulları’nın başında bulunan Nisanoğlu Kemaleddin Ebu-l Kasım Ali şehid düşen sahabeler için daha önce harabe şeklinde olan mescidi H. 55O–575/ M. 1156–1179 yılları arasında El Benna Hibetullah El Gurgani’ye yaptırmıştır. Caminin doğu penceresi üzerindeki şu manzum kitabeden anlaşılıyor: “Ey insanlar, ilahi Kemaleddin Ebu-l Kasım Ali için iyi dost ol. Nasıl ki bu meşhedin binasını teşyid (yükseltme, sağlamlaştırma) etti. Nebiyyi Mürsel hürmetine sende kendisinden razı ol”. Ayrıca cami minaresinin doğu yüzünde birinci kemer altında, beyaz taşlar üzerine ibtidai bir nesih ile yazılan yazıda da “Allah’u Sübhane, Ebu-l Kasım Ali b.Nisan... Allah rahmet etsin, sene 555 (M.1160)”. Yine başka bir yazı minarenin güney yüzündedir. “Allah’ın şanı yücedir. 0, Ebu-l Kasım Adi Nisandır.’ Son olarak cami duvarında bulunan yazı Murtaza Paşa Hücresinin dam toprakları ile örtüldüğü için vakıflar idaresi tarafından kaldırılmış olan yazıdır. Camiye Takılan İsimler Caminin çeşitli isimlerle anıldığını görüyoruz. Bunlardan ilki ve en önemlisi Hz.Süleyman isminin takılmasıdır. Hz. Süleyman-isminin takılmasının nedeni Hz.Süleyman’ın bu camide şu andaki türbelerin yerinde yirmi dört veya yirmi yedi sahabeyle birlikte şehit düşmesinden dolayıdır. İkinci olarak bu camininin İçkale’de olmasından dolayı İçkale Camisi ismini de almıştır. Üçüncü olarak Kale Camisi ismi takılmıştır. Dördüncü olarak Nasıriyye Camii olarak anılmaktadır. Ve son olarak Diyarbakır Valiliği yapan Silahtar Murtaza paşanın camii onarımdan geçirmesiyle caminin onun ismiyle anılmasıdır. Bunlardan halk arasında en çok kullanılan Hz. Süleyman ismidir. Hz. Süleyman Camisinin Mimari Özellikleri Hz.Süleyman camisi her şeyden önce orijinal halinden eser kalmadığını şu andaki yapısından anlıyoruz. Ancak İslam’ın ilk camilerinden olması araştırılmasını gerektirmektedir. Yapı topluluğuna iki yerden giriş vardır, bunlardan biri batıda diğeri güneydedir. İki taraftan da girildiğinde güneyden mihrabı kuzeyde üç sütuna dayanan dört kubbeli abdest alma musluklarının bulunduğu alan vardır. Burası yaz aylarında açık namaz kılınacak yer durumundadır. Açık alanın doğusunda yer alan caminin önündeki türbe daha geç bir devirde yapılmış, yapılırken tam olarak camiye uydurulamamıştır. Cami kısmına burca bitişik basık kemerli bir kapıdan girilmektedir. Bu giriş bölümünün üstünde ikinci bir kat vardır, kuzey tarafında ise kubbeli kısım ve şadırvan yer almaktadır. Olanakların el verdiği kadar eğilimli arazi kullanılmaya çalışılmış surlarla bağlantısı olduğundan boşluklar gerektiği şekilde doldurulmuştur. Burada ortada kapı, iki yanda bu kısma birer penceresi 101 bulunan camiye girilmektedir. Bu kısmın üstü beşik tonozla örtülüdür ve üste iki sütuna dayanan bir mahfili bulunmaktadır. Bu mahfile, minareye doğu kısmından taşan beşik tonozlu olaya, soldaki merdivenle geçit sağlanmıştır. Caminin iç kısmı mahfilli kısımla beraber enine üç bölüme ayrılır. İlk iki bölüm hemen hemen birbirine eşit olduğu halde girişteki mahfilli kısım onların yarısı kadar düşünülmüş hepside enine beşik tonozlarla örtülmüşlerdir. Bölümler ikisi duvarda, ikisi bağımsız olmak üzere dört ayağa dayanan kemerlerle ayrılmışlardır. Yalnız dar birinci bölümdeki ayakların kuzey tarafa bakan yüzleri belirli bir yükseklikten sonra niş şeklinde biçimlendirilmiş diğerleri yalın bırakılmıştır. Yapıda ilgi çekici önemli süsleme özelliklerine rastlanmamaktadır. Caminin batı duvarına bitişik olarak eklenen türbeye camiden geçitler sağlanmış fakat yer yer örtü şekillerinde beliren kesimlerden bu eklenen kısmında zaman zaman değişiklik gördüğü anlaşılmaktadır. Caminin güney duvarı dışında mihrabın tam arkasına rastlamak üzere arkada üçgen, yanlarda birer dikdörtgen şeklinde dayanaklarla beslenmiştir. Bu yapıyı eğilimli bir araziye oturtmanın sonucu olarak belirmiş, fakat dayanakları aynı zamanda yapıldığından devir ayrılığı ortaya çıkmamıştır. Diyarbakır’ın bu eski yapısı, arazinin ortaya çıkardığı zorunluluklar yüzünden bazı doğal olmayan görünüşler göstermekteyse de, cami kısmında aksamalar giderilmiş yapı düzenli bir görünüme ulaştırılmıştır. Ayrıca surlarla bitişik kısımda ikinci bir katın varlığı da yer durumuyla ilgilidir. Ana namaz kılınan kısım tek katlıdır. İçerden beşik dışarıda düz çatıyla örtülmüştür. İçerde ana mekan her şeye rağmen bir birlikten yoksundur. İster istemez enine iki ayak sırası yapıyı üçe bölmektedir. Ayakların kalın oluşu da ayrıca mihrabın bulunduğu bölümle bağlantıyı zayıflatmaktadır. Caminin minaresi Diyarbakır ve çevresinde rastladığımız gibi kare biçimindedir, enine yer yer silmeler atılarak dikey görüntüsü zayıflatılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı diyebiliriz ki minare eklenti tarihine aittir. Belgeler Diyarbakır’da 57. Osmanlı Valisi (1631–1633) Silahtar Murtaza Paşa’nın bu camiyi yaptırdığı yazılıysa da bu yenilercesine onarıldığı için ve planını değiştirildiğinden olabilir. Nitekim daha sonra 1875 yılında Vali Ahmet Tevfik Paşa dekorasyonuyla ilgilenecek ve türbeyi de onaracaktır. Yerine dikkat edilirse cami eklentiden önce İçkale’de de değil onun hemen güneyinde halka açık yerdedir. Bu nedenle kumandanların ve daha çok halkın desteği ile fethin gerçekleşmesinde bir süre sonrada yapılmış olabilir. Kent İslam dünyasının eline geçince merkezde bulunan katedralin hemen Ulu Cami’ye çevrilmesi usülden olduğuna göre Hz Süleyman Cami’sinin Ulu Cami’den eski olduğunu sanmamak gerekir. Bu bir yerde sahiplerinin gurur ve sevinçlerini ifade eder. Avluya batıda (1. kapı) girildiğini söylemiştik. Solunda (kuzey) yeni abdest alma muslukları, sağında (güney) açık namazlık alanı (yerden bir kademe 102 yükseltilmiştir) yer alır. Bununla türbe arasında güneye açılan merdivenli ikinci kapı vardır. Türbenin güneyinde Hz. Süleyman ve diğer şehitler vardır. Yapı topluluğunun güneyi, doğuya ilerledikçe inen yola göre bir dayama duvarıyla sınırlıdır. Harimin güneyindeki ilk bölümü enine planlı olup kıble duvarında iki pencere ve mihrabı vardır. Batısındaki pencere hazireye, kapı ise türbeye açılır. Doğu yünde sadece bir pencere vardır. 56 m karelik bu alanın güneyinde 67 m karelik ikinci bölüm olup aralarında sadece kemerli üç kapı vardır. Yine doğuya tek penceresi, batıya bir pencere ve türbeye açılan kapısı bulunur. 30 m karelik üç kapılı üçüncü olan kuzeydedir. Bunun doğusunda merdivenle ulaşılan 15 m karelik bir hücre kuzey kenarında merdivenle ulaşılan 15 m karelik bir hücre ve kuzey kenarı doğusunda kare kesitli minare yer alır. İkinci bölümle arasında yine üç kapı vardır. Batıda burca, kuzeyde sura yaslanan kubbeli ufak türbe ve bunun doğusundaki musluklu kesim ile harim arasında ancak kesiti sağlayan ufak bir kapalı koridor olup doğuya, merdivenle ikinci kata çıkılır. Planında eklentiler ve değişiklikler fark edilir. Türbe harimin birinci ve ikinci bölümüne birer kapıyla bağlantılıdır. Üstte üç yöne akıntılı ve kurşun kaplı örtü, duvardaki Osmanlı çinileri, hareme bakan demir parmaklıklar, bunun dışında çevreleyen ikinci türbe revak, dahası güney koldaki mezarlar özgün olmayıp 17.yy. ve sonrası değişikliklerdir. Tüm bu işlemler arasında mezarların bile yerlerinden kaldırılıp yeni geometrik düzen içine yerleştirildiğini söyleyebiliriz. Yapının adından başka hemen hemen özgünlüğü kalmamıştır. İlk şeklini koruyamamış olsa bile ilk mescit güneydeki mihraplı ufak alandı. Minareyle arasında avlu vardı ve bu yörenin tasarım anlayışına çok uygundu. İkinci ve üçüncü bölümler sonra eklenerek cami büyütüldü. Yarım sekizgen mihrabın sadedir. Türbenin Osmanlı çinileri güzel olup sağlam duruyor. Kare planlı minare üç ara silmeyle daralmadan yükselir. Mazgal pencereleri batıdadır. Silindirli petek gövdeye göre cılız kalır. Pek çok onarım gördüğü örgüsünden anlaşılıyor. Ulu camii minaresi, Kasım Padişah ve Silvan’daki Ebu Muzarettin il Gazeye ait (Eyyübiler, l2. yy. 4. çeyreği ve 13.yy. 1. çeyreği) minarelerde kare planlı ve bazalttandır. Harimin doğu yakası kuzey ucundaki hücre, mektep amacıyla Amid’e valilik yapan Murtaza Paşa tarafından (1631–1633) yılları arasında eklenmiştir. Aynı vali türbeyi de esaslı bir biçimde onarmış ve burada yatan kapı üzerinde olup Ebu-l Kasım Ali tarafından 1156–1179 yılları arasında yaptırıldığı görülür. Bunların Türkçeleri için verilen yayınlar vardır. Burada dikkati çeken bir nokta bu tarih ile Kanuni Sultan Süleyman günlerine kadar ortalama 400 yıl buranın kuşkusuz onarıldığı fakat yazıtlarıyla belgelenmediğidir. Surlar ve Ulu Camii dışında aynı kopukluğu diğer önemli yapılarda da görüyoruz. Belgelere Nasuriyye, Nasuriye, Tahiriyye ve Kale camisi olarak da geçen Hz.Süleyman Camiisi ve hazirenin ardında başka özgün yanı olmadığı anlaşılıyor. Mimar adı yazıtlarda görülmüyor. 103 a) Mihrap Durumu Kıble duvarında doğuda 71, batıda 67cm taşkınlık yapan altta 3,84 m enindeki mihrap kitlesi bugünkü döşemeden 4,12m yukarıda silmesiz olarak son bulur. Üstte kemerle yana devam ederek pencere girintileri oluşturur. Bu nedenle bir bakıma, mihrabın kıble duvarı içinde taşkınlık yapmadan düzenlediği, buna karşılık pencerelerin içte kemerli girintiler içine alındıklarını söylemekte olası minber nedeniyle sağdaki sağırlığın (en) daha fazla tutulduğu görülür. (solda 1,05, sağda 1,63 metre) 1,16 m enindeki yarım sekizgen planlı mihrap girintisi (kenarları doğudan başlayarak batıya doğru sırasıyla 39, 47, 48 ve 38cm olup ön yüzde 1,54 m. enindeki, 1cm derinliğinde bir çerçeve (girinti) içine alınmıştır. Sekiz sıradan oluşan mukarnaslı örtü, verilen harf ve numaralara göre şöyledir: 8 - sıra – K; 7 - sıra - D4; 6 - sıra – H; 5 - sıra –G; 4 - sıra - C,E2; 3 - sıra A,D; 2 - sıra – B1,C2; 1 - sıra - A Dizi kozağıyla başlar bunu kaçınılmaz olarak B1 ve C2 den oluşan sıra izler. Bu yükseliş A ve B birimlerini zorunlu kılar, ‘C’ ve ‘E’ ler alışıla gelen tasarımlardır. Daha çeşitlik ve yükselti istense 5. Sıradaki ‘G’ lerin asağlanabilirdi. Sadesinin yeğlendiği anlaşılıyor. Yalnız 3 dilimli kemerin, ‘K’ nin üstünü biraz kestiğini görüyoruz. 3 dilimli kemerin üst gergelinin iyi ayarlanmadığı (basık kaldığı) bellidir. Mukarnas dizisinin düzenli ve yumuşak bir geometrik uyum sağladığı görülüyor. Hz Süleyman Camisinin mihrabının kemer dilim sayısı 3 tür. Bezemesi sade ve mihrabı badanalıdır. Mihrap eni ve yüksekliği 3,84x4,12, köşegen taban açısı kullanılan araç ve gereç beyaz taş kullanılmıştır. b) Caminin Örgüleri ve Uzunluk Ölçüsü Caminin hemen hemen özgün hiçbir yeri kalmamıştır. Doğudaki medrese (tek odalı göz) batısındaki örtülü türbe ve hazire bölümü eklenti olup taş sıraları ana kitleye uydurulmaya çalışılmıştır. Helalar, abdest alma bölümü, yazlık namazlık bölümü, çevre duvarı (güney duvarı) merdivenler buna bağlı olarak kapılar ve düşeme kaplamaları hep gördüğümüz ve anımsadığımız kadar yakın dönemin inşaatlarıdır. En az değişen kesim harimin kıble yününe ve doğuya bakan duvarlarıdır ve buda özgün değildir. Üst örtüsü betonla örtülürken silme şekli kortu be çörtenleriyle oynandığı ortadadır. Bu durumda ilk şeklini koruyan duvar örgüsünden söz edemiyoruz. Ancak ilklerin ve eskilerin günümüzdekinden farklı olduğunu da düşünmemek gerekir. Taş ocaklarının iri taş verimine göre taş sıraları (yüksekliğini) giderek azalmış olabilir. Yazıtına bakılırsa minare özgündür. Kare ve geniş kesitli yıkılmaya karşı güvenli tutulmuştur. İri taşların alt kesimde yoğunlaştığı ince oyunu örgüsü günümüzde de sağlam görünüyor. Bu gün avluya güney ve batıdaki kapılardan girildiğini görüyoruz. Sade yeni olup taç kapı sözcüğünden anladığımız nitelikte değildir. 104 Hz. Süleyman Camisinde Bulunan Türbeler Diyarbakır fethi Hz Ömer gerçekleşmiş İslam fetihlerinden biridir. Yukarıda Diyarbakır’ın (İçkale’nin) fethini anlatırken Iyaz b. Ganem komutasındaki ordunun Diyarbakır’ı fethettiğini söylemiştik. Bu fetih hareketinin en tipik özelliklerinden biride elbette fethe katılan ordunun sahabelerden oluşması ve bu sahabelerin birinci kuşak sahabelerden oluşudur. Bu fetih sırasında bazı kaynakların yirmi beş, bazı kaynakların yirmi yedi olarak verdiği sahabelerin şehit oluşudur. Bütün kaynaklar burada fetih sırasında şehit olduğunu kabul etmekte ancak hem şehit sayısı hem de şu anda türbede bulunanların gerçekte bu şehitler olup olmadığı gerçeğidir. Bu ihtilafın nedeni türbelerin yapılışı ile fetih dönemi arasındaki süreçtir. Bunun dışında bu sahabelerin hayatı hakkında pek fazla bilgi olmayışındandır. Her ne kadar kaynaklar türbelerin bu sahabelere ait olduğunu söylese de ihtiyatlı davranmak gerekir. Ancak buna rağmen bu türbelerin birçoğu sahabelere ait olduğu fikri daha çok yaygındır. Hatta Vakidi gibi tarihçiler Halid b Velid’le birlikte gizli geçitten geçenlerden on-on beş kişinin ismini zikretmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: ‘Amr b. Ehves, Huzeyde b. Sabit, İmran b. Bişir, Selame b. Ya’sub, Mecid b. Talha, Musanna b. Asım, Salim b. Adiyy, Melik b. Hafz, Hattab b. Cebir, Efleh b. Saide isimlerini zikretmektedir’. Türbede bulunan şehitlerin isimlerini 1631–1633 yılları arasında Diyarbakır valiliği yapan Silahtar Murtaza Paşa’nın türbeleri onarmasından sonra astığına dair manzumede görmekteyiz. Bu kitabede şöyle yazılmaktadır: “Halid oğlu Fatih-i Amid Süleyman Hazreti Kim yiğirmi dört Sahabeyle olup bunda şehit Kubbenin altında medfundur sehabe cümlesi, Bu müşerref yerde mesken kaldılar vakfı-ı medid Murtaz paşa silahtara Huda edüp Bir müzehhep perde astı üstüne anın cedid Kıldı ihya zib-ü ziynetle der ü divarını Kim okursa fatiha ruz-i ceza ola Said Türbedeki ashab-ı kiramın adları şu şekildedir; ancak şunu da belirtmekte yarar vardır. Bu isimler herhangi bir İslam tarihi kaynağında doğrulanmış değildir. Reis-i cümledir Sultan Süleyman Rıdvan, kardeşi Mesud ey can Beşir u Hamza, Amr u Şa’be, Sabit İki Zeyd, iki Halit biri Numan Muhammed iki, Abdullah üçtür. 105 Hasan nam iki bir kab-i Zişan Fudayl u Malik ü Fahr u Ebu’l Hand Ebu-Nasr u Mağire eyle iz’an” İçkale (Sultan Süleyman) Camii’nin şehitliğe bakan penceresinin yanına Mustafa Asım’ın şu manzumesi asılmıştır. Ey şahidanın Süleyman-ı muazzam mefhari Hazret-i Seyf-i Huda’nın necl-i a’zam serveri Kahraman fatihi sensin bu şehr-i Amid’in Ceyş-i paki evliyanın müntehab seraskeri Böyle bir sur-i metin içre yapılmış beldeyi Zabt u teshir eyledin bir günde ey din rehberi Hazret-i Haydar misali kal’a Hayber gibi Bir cihad ettim ki dilşad eyledin Peygamberi Bahtiyardır belde halkı minnetinle serteser Mazhar-ı gufran-ı Rahman oldu kabrin makberi Zairine bahşeder envar-ı misk u anberi Ya İlahi gazi-i Sultan Süleyman aşkına Bahşkıl müştakına uhrada ab-ı kevseri Her gelen züvare minnet eylerim adab ile Fatiha ihlası takdim eylesinler her biri Bu mukaddes mescid içre farzını ifa eden Abidine müjdeler olsun cinandır yerleri Ey! sipehdar-ı gaza senden tazarru eylerim Kıl şefaat Asım-ı şeydaya ruz-i mahşeri. Cami ve Türbenin Geçirdiği Onarımlar Hz Süleyman Camisinin yukarıda da değindiğimiz gibi hemen hemen hiçbir yeri özgün kalmamıştır. Yani orijinal halinden hiçbir eser kalmamıştır. Ancak buna rağmen bütün İslam devrinde ve birçok şahıs tarafından onarılmasına rağmen kaynaklarda geçmemektedir. Ancak buna rağmen özellikle Osmanlı döneminde yapılan onarımların resmi kayıtlara alındığını ve kaynaklarda geçtiğini görüyoruz. 1631–1633 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin Diyarbakır Valiliği yapmış olan Silahtar Murtaza Paşa tarafından hem cami hem de türbenin esaslı bir onarımdan geçtiğini caminin duvarındaki manzum kitabeden ve resmi kayıtlardan anlıyoruz. Caminin Silahtar Murtaza Paşa Camisi ismiyle anılması caminin bu Vali tarafından onarıldığını bize götürmektedir. Hz. Süleyman Camisini onaranlardan birisi de yine Osmanlı Devleti’nin Diyarbakır Valiliğini 1875 yılında yapan Ahmet Tevfik Paşa’nın da Hz. Süleyman Camisini onardığını mevcut kaynaklardan öğreniyoruz. 106 Bunlar dışında birçok onarım geçirdiği muhakkaktır. Çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi caminin hemen hemen hiçbir yeri özgün kalmadığını söylemiştik. Bu konuda da kaynaklarda veya resmi belgelerde kayıtta rastlamıyoruz. En son onarım 2012 yılında Vakıflar Müdürlüğüncedir (86). Resim 4. Hz. Süleyman Camii (Gece) KİLİSELER 19. Yüzyıl Salnamelerine Göre Kiliseler: Diyarbakır merkez sancağında 1287 H. salnamesinde 2 Patrikhane, 13 Kilise,11kilise, 3 şapel,1300 H. yılından, 1317–1379 H. yılına kadar Diyarbakır’da 5 adet merkez kilise olmak üzere 11 kilise daha vardı. Bütün Osmanlı topraklarında olduğu gibiDiyarbakır’da da dinler ve bunlara bağlı olan müntesipleri serbest olarak dini ve sosyalhayatlarını devam ettirmişlerdir. Günümüze kadar ulaşan kiliseler ise şunlardır: Süryanilerin Ortodoks mezhebine ait Meryem Ana (Mor Yakup) kilisesi bugünde faaliyetlerine devam etmektedir. Hala mevcudiyetini koruyup ancak ibadete açık olmayan kiliseler ise şunlardır:Keldanilerin Katolik mezhebine ait Mar Petyum (Pityon) kilisesi, Gregoryan Katolik Ermenilere ait; Surp Sargis Kilisesi, Surp Giragos Kilisesi, Süryanilereait kilise, Nasturilere ait Sen Corc ( Kara Papaz) Kilisesi, Latinlere ait bir kilise, ErmeniKatoliklere ait bir kilise vardır. Diyarbakır merkez sancağına bağlı kazalarda ise kilise sayısı şöyledir: Siverek kasabasında 3 kilise vardır H.1317–1379 yılında bu rakam 1 kiliseye düşmüştür. Re’sülayn kazasında 3 kilise vardır. Lice kazasında H.1290–1292 yıllarında yapılan salnamelere göre 1 kilise bulunurken H.1317–1379 yılında kilise sayısı 3’e çıkmıştır. Silvan’da ise H.1291 yılında 2 kilise, H.1317–1379 yılındaki salnamede verilen bilgiye göre 4 kilise kayıtlıdır (37). 107 Günümüzde kiliseler: Ermeni Katolik Kilisesi; 16.veya 17. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Mar Petyun Kilisesi; 17. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Saint George Kilisesi; Kilisenin 4. veya 5. yüzyıllarda yapılmış bir Bizans eseri olduğu kabul edilmektedir. Surp Giragos Ermeni Kilisesi; 16. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Surb Sagis Kilisesi; 16. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Süryani Kadim Meryem Ana Kilisesi; En geç 3. yüzyılın başlarında inşa edildiği tahmin edilmektedir. Süryani Protestan Kilisesi; 19. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Sinagog (Havra); Havranın 1840 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır (38). Akkoyunlu Cami Mimarisinin Osmanlı Cami Mimarisine Etkileri. Nebi Camii Külliyesi bütünlüğündeki yola giden ilk yapısı, sanat tarihi açısından maalesef şimdiye kadar değerlendirilmemiştir. Oysa bu ilk yapı Anadolu Selçuklularının, mihrap önü kubbesiz ulu cami plan yorumuna bağlı olarak inşa edilmiş, önemli bir örnektir. Bu tip plan yorumunun Diyarbakır Akkoyunlu cami mimarisi bütünlüğünde yaşadığını gösteren örneklerin İbrahim Bey Mesicidi, Tâceddin Mescidi ile Hacı Büzürk Mescidi ‘nde yaşamakta olduğu görülmektedir. Diyarbakır’da Osmanlı hâkimiyetinde 1587 tarihli Ragıbiye Cami-z’nde de uygulanmıştır. Diğer taraftan Aynî Minare Camii’nde görülen ters T plan yorumu Hüsrev Paşa Medresesi ‘nin (1535) bütünlüğünde yer alan mescid-dershane bölümünde benzer şekilde uygulanmış, gene eyvan şekli Ali Paşa Medresesi ‘nde de kısmen tekrarlanmıştır. Akkoyunlu Mimarisi‘nde Osmanlı Mimarisi için öncü olarak kabul edilen iki önemli uygulama ise merkezî plan şemasında görülür. a) Enine dikdörtgen plan yorumunda merkezî kubbe uygulaması, Nebi Camii ile Safa Camit nin plan yorumunda görüldüğü gibi. bu plan yorumunun Diyarbakır’daki Osmanlı camilerine etkisi ancak 17. yüzyıl ortalarına doğru, Diyarbakır’da inşâ edilen Melek Ahmet Paşa (1635-38) Camii ‘nde benzer yorumla tekrarlanmıştır. Bu plan yorumunun en erken tarihli örneği, Mut’ta Lal Ağa Camii’nde (1356) görülmekle beraber, daha sonra Osmanlı cami mimarisinde, 16. yüzyıl Mimar Sinan Ekolu ‘nün uygulamalarında tipolojik olarak devam etmiştir. b) Kare plan yorumunda merkezî kubbe uygulaması, Akkoyunlu Mimarisi’nde Lala Kasım Bey, Şeyh Mutahhar camilerinde görülen kare plân yorumu üzerinde merkezî kubbe uygulaması, 16. yüzyıl, Hadım Ali Paşa Camii’nde (H.1534–37) benzer şekilde uygulanmıştır. Behram Paşa Camii’nde (1570’ler) ise, kare plan yorumunda duvara bağlı paye ve kemer sistemi ile oluşturulan, sekiz destekli merkezî kubbe uygulaması olarak Mimar Sinan Ekolü’nün farklı bir plan tipine öncü olmuştur. 108 Kare plân yorumunda kubbeye geçiş bölgesi (tromplar), kare prizmatik hacim içinde yer almış, kubbe ile kare hacim buluşması, kare prizmanın kenarları üzerinde çakışmış, bunun sonucu olarak kubbe içerden küresel, dış görünüşüyle çokgen kasnaklı küre parçası görünümü kazanmıştır. Bu uygulama bazı Batı Anadolu Beylikleri tek kubbeli camilerinde de görülmekte, ancak Bolu Mudurnu’daki Yıldırım Bayezid Camii (1382) ‘nin 19.60 m. çaplı kubbesi, bu uygulamanın en büyük ölçüde örneği olurken, Osmanlı Mimarisi’nde kare prizmatik hacimle bütünleşen büyük merkezî kubbe uygulamasının da başlangıcı olmuştur. Diyarbakır’daki Akkoyunlu Mimarisi’nin gene Diyarbakır’daki Osmanlı cami mimarisine etkileri, plan yorumundan başka, cephe mimarîlerinde çok daha fazla olmuştur; Akkoyunlu ve Osmanlı Dönemi, Diyarbakır’daki mimarlık eserlerinde aynı kaynaklı malzeme kullanıldığından cephelerin ifadelendirilmesi, iki renkli taş kullanımıyla olmuştur. Ancak ulu cami plan geleneğinde inşa edilen camilerde de hacimsel bir ön cephe niteliğinde iki yanı kapalı son cemaat yeri ile Selçuklu geleneğinden ayrılmıştır. Mimarî cephelerin pencere ve kapılarının özelliği olarak yay kemerler, düz atkı taşları üzerinde yer almıştır. Cümle kapısı üzerinde büyük pencerelerin açılması, Akkoyunlu Mimarisi özelliği olarak belirlenmiştir. Eş zamanlı Orta ve Batı Anadolu Beylikleri’nde görülen kapı üstlerinde yer alan pencere varlığı, Osmanlı Mimarisi’nde özgün şeklini almış, Bursa ters T plan yorumundaki camilerde hünkâr mahfillerini aydınlatan unsur olmuştur. Akkoyunlu Türkmen Mimarisi’nde süsleme cephelerde doku taşı yüzeyleri, profilli silmeler, konsollar, mukarnaslar, üç dilimli kemerler, bezemeli sütunce başlıklan ile cephe ve minarelerin bölünmüş yüzeylerinde yer alan damla veya dilimli madalyonlar, yazı kuşaklan gibi biçimlenmeyle yer almıştır. Bu biçimlenmede yazı nesih, kufi; geometrik bezeme çok ışınlı geometrik geçme kurgulu yıldız, dörtlü düğüm; bitkisel bezeme Rumî-palmet, hatayı üslûbu örnekleri olarak yer alırken, malzemeye bağlı tekniklerle yüzey alanlarının biçimlerine uygun olarak programlanmıştır. Kapalı mekânlarda kalem işi, çini bezemeler duvar ve üst örtü yüzeylerini ifade ederken, taşçini beraberliği Safa (İparlı) Camii minaresinde günümüze ulaşan tek uygulama olmuş, Osmanlı Dönemi’nde Melek Ahmet Paşa Camii minaresine örnek oluşturmuştur (42). Diyarbakır Camii, Kilise ve Hanlarda Yatay Elemanlar Bunlar iki türlüdür. Çoğunluğu ahşap kirişlemeli ve toprak damlıdır. Camilerin büyük kısmında ise üst kısımda kâgir kubbeler vardır. Diyarbakır da ki kiliselerin ufak olanlarında kubbe denemiş, büyük olanlarında ise uygulanmamıştır. Büyük olan kiliselerin, kemer dizili, bol nefli ve yatay örtülü olmaları yolu tercih edilmiştir. Ahşap kavak kirişlerin boyuna bağlı olarak, kenar dizileri aralarına ölçü verilmiş, ancak dizideki sütun sayısını azaltmak için, kendi iç açıklık arttırılmış, buna bağlı olarak da kenarlar yükseltilmiştir. Diyarbakır’daki mescit ve kiliselerin büyük çoğunluğu bu yöntemle örtülüdür. 109 Diyarbakır Camii, Kilise ve Hanlarda Taş ve İşçiliği Bazalt mermer den sonra en sert taştır. Lavların yüzeyde veya derinde oluşuna bağlı olarak çabuk veya geç soğumaları sonucu gözeneksiz veya gözenekli olurlar. Gözeneksizleri daha sert olup işlemesi zorlaşır. Ocaklardan uzun olarak çıkarılmış olan gözeneksiz taşlar söve, lento, sütun, başlık, eşik taşı, havuz, pencere ve kapılarda kullanılmıştır. Gözeneksiz olanların bu tür taşıyıcılarda kullanılmasının sebebi daha yoğun ve sağlam yapıya sahip olmalarıdır. İşlenebilirliğin tüm zorluğuna karşın gözeneksiz taşlar, yazıt ve kemerlerde sütun alt ve üst başlıklarında özellikle tercih edilmiştir. Gözenekli taşlar, suyu daha fazla tutabilmelerinden dolayı döşemelerde (akça geçmez) iki yönde de birbirine iyice yanaştırılarak örülmüştür. Diyarbakır’ın günümüze ulaşan en eski yapısı Viran Tepe’yi çeviren sur ve burçlardır. Bunu Saint George Kilisesi izler. Bu yapılar incelendiğinde uygulanan taş işçiliğinin o dönemlerde çok gelişmiş olduğunu göstermektedir. Bazalt taş yüz ve yanları gönyelerinde yonulmuş, aralarında harç görünmeyecek kadar yanaştırılarak (akça geçmez veya ince yonu) örülmüştür. Taslak taşlar biraz daha prizmatikleştirilerek, yüz açılmasıyla (ön yüzünü düzelterek) yan yana harçla tutturan sıralı moloz taş örgü ikinci planda uygulanmıştır. Daha özensiz, arada kalan (iki yüzü de sıvanan iç duvar) veya ince yonulu dış duvarın iç yüzünde uygulanmıştır. O dönemlerde ocaktan hep ince yonu taş çıkartma çok maliyetli olduğundan bu örgü de bölgedeki tüm yapıların temellerinde kullanılmıştır. Daha küçük (kırma taş) olanlar ise harçlı dolgularda ve blokajda kullanılmıştır. Böylelikle ince yonu taş üretiminden artan parçalar da değerlendirilmiştir (15). Kilise Mimarisi Kilise planlarına Erken Ortaçağın sonunda zengin bir işleve sahip, çok sayıda mekandan oluşan iyi düşünülmüş bir mimari egemen olmuştur. 7. ve 10. yy arasında sergilenen ise daha fazla katmanlı ve daha zengin çeşitlemeli ise de aynı ana çizgi ortaktır. Roma düşüncesinden kaynaklanan çok sayıda sunaklı düzen, ortaçağın sonuna kadar manastır keşişlerinin hizmet ettiği kilise bölümünün biçimlenmesindeki gelişimin ana sebebidir. Romanesk ve Gotik üslup, dinsel mimari, kilise mimarisi içinde yaratılırken, Rönesans, mimarlık kuramları temeli üzerinde geliştirilmiş bir mimari ortaya atılmıştır. Ortaçağ ardından barok mimarlıkta ise kiliseler organik yeni kompozisyonları ile kent düzenine katılmışlardır. Kilisenin Bölümleri Narteks; genellikle yapının batısında bulunan kuzey – güney doğrultusunda yer alan, dikdörtgen planlı, duvar veya sütunlarla ana mekandan ayrılan giriş bölümüdür. Naos; narteksten sonra gelen, cemaatin ibadetini gerçekleştirdiği, sütunlarla neflere ayrılmış ana ibadet mekanıdır. 110 Apsit; kiliselerde koronun arkasında bulunan ve camilerin mihrap kısmının karşılığı olan, yarım daire veya yarım çokgen şeklindeki çoğu tonozla örtülü bölümdür. Apsitler çoğu zaman apsidiyollerle* çevrili olurlar. Romalılar yapı dışına taşan yarım daire şeklindeki gözlere “absida” derlerdi. Bazilikaların uçlarında bir apsida bulunurdu. Bu bölümlerde, vaftiz için gerekli olan eşyalar ve kilisenin değerli kutsal nesneleri korunmaktadır. Çoğu zaman taştan yapılan ve takdis ayini için kullanılan masa veya yüksekçe döşemeye atlar denir. Kiliselerde altarın bulunduğu, halkın giremediği, apsitin önünde bulunan yükseltilmiş bölüm de “bema” dır. Kadınlar mahfili; Erken Bizans kaynaklarında galeri katının kadınlara ayrılan bir olduğu, Ortaçağ kaynaklarında ise kadınların alt katta yan neflerinde olduğu ifade edilmektedir. Zaman içinde kadınların kendileri için belirlene bölümlerde yer değiştirdiği anlaşılmaktadır. Plan Özellikleri Açısından Değerlendirilmesi Diyarbakır kiliseleri geleneksel mimariye göre şekillenmiş dikdörtgen planlı yapılardır. Narteks, naos, kadınlar mahfili ve apsit mekanları mevcuttur. Surp Sargis, Ermeni Katolik ve Surp Giragos Kiliseleri’nin narteks kısımları kemer boşluklarıyla dışarıya açılır, yani galeri şeklinde düzenlenmiştir. Narteks üzerindeki kadınlar mahfili yine bu kiliselerde yer alır. Naos, Ermeni Katolik Kilisesi dört nefli, Surp Giragos Kilisesi ve Surp Sargis Kilisesi’nde beş nefli düzenlenmiştir. Apsit bölümü de Surp Sargis ve Surp Giragos Kiliseleri’nde iki katlı olup, Ermeni Katolik Kilisesi’nde tek katlıdır. Ermeni Kiliseleri Bu başlık altında Diyarbakır Sur İçi’nde yer alan Ermeni kiliselerinin tarihçeleri ve mimari özellikleri incelenmiştir. Ermeni Katolik Kilisesi, Surp Giragos Kilisesi ve Surp Sargis Kilisesi günümüzde kısmen ayaktadır. Ancak Mar Kuzma (Kosmos) Kilisesi, Madin Araklos Kilisesi, Makababaus Kilisesi, Sen Teodoros (Teodaros) Kilisesi yok olmuştur. Ermeni Katolik kilisesi Adres: Hasırlı Mahallesi, Muallak Sokak, No: 33 Plan özelliklerine baktığımızda, kilise; narteks, naos, kadınlar mahfili, apsit ve çan kulesi bölümlerinden oluşmaktadır. Muallak Sokaktan ön avlu ve güney avlusuna girilir, narteks giriş kapısı güney ve kuzey yöndeki avluya açılmaktaydı ayrıca 3 adet kemerli giriş de mevcuttu. Fakat narteks kısmının konut olarak kullanılması sebebiyle bu kapı ve narteks ile dışardan bağlantılı tüm giriş ve çıkışlar duvar örülerek kapatılmıştır. Güney ve kuzey yöndeki kapılardan naosa girildiğinde, diğer bazı Diyarbakır kiliselerinde de ortak olduğu gibi, sütunlar üzerinde sivri kemerli yapı strüktürü dikkati çeker. Naos, yanlarda iki, ortada ana nef olmak üzere üç neften oluşmaktadır. 111 Her nef sütunlarla, bunları birbirine bağlayan kemerlerden ve bu kemerler arasında ses akustiğini ve duvarı hafifletmeyi sağlayan boşluklardan oluşmaktadır. Şekil açısından daha özenli yapılmıştır. Naostan günümüzde konut olarak kullanılan batı yöndeki narteks üzerine çıkan merdivenden kadınlar mahfiline ulaşılır. Naosun doğusunda apsit bölümü bulunur. Apsit 3 gözden ve bu gözler arası geçişlerden oluşmaktadır. Apsis derinliği enine alçı duvarlarla ikiye bölünmüştür. Güney yöndeki apsis kanadında bulunan merdiven, dört sütun üzerinde yükselen bazal malzemeden oluşan, kurşun kaplamalı kubbesi olan çan kulesine çıkmaktadır. Kilisenin cephesi, bazalt malzemenin sertliğinden dolayı, Diyarbakır yapılarının çoğunda olduğu gibi oldukça sadedir. Saçaklar, kapı boşluklarında kemer ile geçişler derz aralarına yapılan caslarla zenginleştirilmeye çalışılmıştır. Dikdörtgen prizma şeklindeki yapının üst örtüsü ahşap kirişlemeli toprak damdır. Yalnızca apsit bölümünün üzeri beşikküpler mevcuttur. Diyarbakır’daki kiliselerin içinde en zengin dekorasyona, süslemeye sahip kilisedir. Mar Kuzma (Kosmos) Kilisesi Adres: Lala Bey Mahallesi, Ada/Pafta/Parsel: 229/14/5–12 Tescil: Tescilsiz; Cemaati: Ermeni; Yapım yılı : Yaklaşık 7.yy.; Mevcut Durum: Yok olmuş Resim 5. Mar Kuzma Kilisesi’nin batı görünüşü (Berchem ve Strzygovksi, 1910) 112 Sen Teodoros (Teodaros) Kilisesi Adres: Özdemir Mahallesi, Ada/Pafta/Parsel: 204-211/45-44 Tescil: Tescilsiz; Cemaati: Ermeni? / Rum?; Yapım yılı: 13.-14. yy.; Mevcut Durum: Yok olmuş Surp Giragos Kilisesi Adres: Özdemir Mahallesi, Göçmen Sokak, No: 1,Ada/Pafta/Parsel: 198/45/4Tescil: 21.00.00 (1.0) 125; Cemaati: Ermeni – Katolik; Yapım yılı: 16.yy. Surp Sargis Kilisesi Adres: Ali Paşa Mahallesi, Atalar Sokak, Ada/Pafta/Parsel: 285/17/3 Tescil: 21.00.00 (1.0) 46; Cemaati : Ermeni– Katolik; Yapım yılı: 16.yy.; Mevcut Durum: Kısmen Yıkık ve Boş; Yapı Strüktürü: Yığma Taş Duvar; Yapı Malzemesi : Bazalt; Üst Örtü : Ahşap Kirişlemeli Toprak Dam (39). Saiııt George Kilisesi İçkale nin kuzeydoğu ucunda, Dicle vadisine bakan sert uçurumun üstünde sur duvarlarıyla bir bütün olacak şekilde kurulmuştur. Saint George Kilisesi bir giriş, kubbeyle örtülen orta alan ve doğu yönündeki tonozdan oluşur. Tonozlu doğu alan 11,97 x 9,04 m iç ölçülerindedir. Bazalt kemer ayaklarının önü yuvarlak mermer sütunlarla desteklenmiştir. Orta dikdörtgen alanın batısında giriş bulunur. Dört mermer sütun üzerinde kesme bazalt kemerlerle yana ve geriye bağlanır. Bunu kubbeli, önünde kolonları olan ayaklı bölüm izler. Bu bölüm kiliseye Artuklu döneminde eklenmiş ve Selçuklu döneminde hamam olarak da kullanılmıştır. Oldukça görkemli olan bu yapı 2006 yılına kadar askeri alan içerisinde kaldığı için restorasyonuna aynı yıl başlanabilmiş ve devam edilmektedir. Yapı malzemesi olarak taşıyıcı kâgir duvarlarda gözenekli ve gözeneksiz ayırt edilmeksizin bazalt kabayonu, ince yonu ve moloz taşlar kullanılmıştır. Bu kısımlarda ölçülere dikkat edilmediği gibi farklı ölçülerde şekilsiz taşların kullanıldığı gözlenmiştir. Derzler oldukça açık (2–3 cm) ve yer yer tuğlaların da kullanıldığı görülmüştür. Kemerler, tonozlar ve kubbeyi taşıyan ayaklarda ise ince yonu gözeneksiz bazalt taşlar kullanılmış ve derzler 2–3 mm açıklıktadır. Ayak önlerinde ise yuvarlak mermer sütunlar kullanılarak yapıya estetik bir görünüm ve ek dayanaklar sağlanmıştır. Kubbe ve tonozlar eski tip tuğlalarla örtülmüştür. Ayrıca kimi tonoz önlerinde ise yuvarlak ahşap kemer gergileri kullanılmış ve bunlar günümüze kadar sağlam bir şekilde gelmiştir (15). Meryem Ana Kilisesi Meryem Ana Kilisesi bugün gerçek anlamda faal durumda olan tek kilise diye bilinir. 1300 yıllık bir kilisedir. Geçen yıl onarımı bitirilip hizmete açılmıştır. Oldukça popülerdir. Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği Haçın bir parçası dünyada sadece Diyarbakır Meryem Ana Kilisesinde bulunmaktadır. 113 Kilise 6. Yüzyıldan kalma olup zamanında birçok onarımlar görmüştür. Bizans devrinden kalma bir mihrabı vardır. Roma biçimi kapısı ilgi çekicidir. Kilisede bazı azizlerin türbeleri mevcuttur. Süryani Kadim Yakubi Mezhebine ait olan kilisede bazı azizlerin tasvirleri bulunmaktadır. Kilisenin yapı topluluğuna baktığımızda Kilise, Mor Yakup kutsal alanı, dört avlu, derslik ve bir lojmandan oluşur. Giriş Ana Sokak kuzey yakasındaki 34 numaralı kapıdan olup tonozlu ufak giriş eyvanından, ufak bir avluya, oradan da kuzeyindeki ana avluya geçilmektedir. Birinci Avlunun batısındaki derslik ile doğusundaki konut ve derslikler Ana Sokak boyunca sıralanırlar. Bunların en doğu ucunda şimdi kapalı olan Patrik Kapısı vardır. Bu kesimi kiliseden ikinci avlu ayırmaktadır. Girişi ana avludandır. Ana Avlunun güneyini derslik olarak yapılmış olan ancak şimdi öğrenci olmadığı için bu amaçla kullanılmayan bölüm yer alır. Giriş, yedi dilimli kemerle girinti içine alınan ana kapı, erkek bazalt taşından, yığma söveli, dokuz parçadan oluşan basık kemerli olup Diyarbakır kimliğindedir. Yani Diyarbakır’ın diğer eski yapılarının tipik özelliklerini taşır. Kapı kemeri üstünde ayna bölümü, dıştaki dilimli kemerler, bunların üst ve yanları, üst silmeye kadar yine yerel özellikte olup yerel harçlı yapıştırma süslerle bezelidir. Ayrıca sağ ve sol üst kısım başlarında birbirine bakan, yüzleri dışa dönük iki aslan kabartması bulunmaktadır. Patriklik kapısı üzerinde “Bu divan Patrik 2. Yakup tarafından inşa edilmiştir(1860). 1896 da da Patrik 2. Abdülmesih tarafından müminlerin malından onarılmıştır” yazıtı vardır. Sağda bekçi odası, solda üst kata çıkan on basamaklı merdiven, kiler ve orta oda bulunmaktadır. Üst kat planı ve avluya bakan yüzü ile tipik bir Diyarbakır evidir. Giriş eyvanı üzerindeki yazıtta da “Bu binalar 1881 yılında Amidli Süryani cemaatimizin malından inşa edilmiştir” denmektedir. Avluya gelince doğu batı doğrultusunda uzanan avlu, kuzeyindeki kilise ile güneyindeki servis kanadı dediğimiz derslik, konut ve patriklik binası arasındadır. Patrik 2. Yakup bir sorundan dolayı Mardin’de kalamayınca buraya gelip yerleşir ve hayatının sonuna kadar burada kalır. Bu arada vefatında Meryem Ana Kilisesine bolca taşınmaz bağışlamıştır. Kilisenin içinde gömülüdür. Dersliğin üstünde yine yapının yapılışı ile ilgili bilgi yer almaktadır. Patrik kapısı bunun doğusundadır. İkiyüz yıldan daha eskiye inmeyen bu kanadın yerinde eskiden ne olduğunu bilmiyoruz. Ana Avlu, güney yöndeki tek alanlı derslik, bodrumlu ve betonarme tabliyelidir. Avluya lentolu altı pencere ve batı uçtaki sahanlıklı, merdivenli bir kapıyla açılır. Üstündeki yazıttan bu okulun 1850 yılında Patrik 2. Yakup döneminde, kilisenin ve Musa oğlu Yusuf Beyin malından tamamlanmış olduğunu anlıyoruz. Ana avlunun kuzeyinde şimdi papaz evi olarak kullanılan okul vardır. 1915 yılına kadar burada Süryanice Eski Türkçe ve Arapça eğitim veriliyordu. Özel bandosu vardı. Süryanilerin müdür lojmanı yine bu kanattaydı. Tam bir Diyarbakır evi düzenlemesi düzenlemesi ve süslemesindedir. Bodrumu yüksek kurulmuştur. 9 basamakla eksendeki eyvana, buradan da arka ve yandaki odalara ulaşır. Dörder penceresi vardı odaların. Tavanın betonarme tabliyeye dönüştürüldüğü görülüyor. Buna karşılık 8 pencereyi örten 114 yuvarlak kemerleri yerel nitelikte değildir. Eyvan kemer özengilerinin 2 sıra üstünde, doğu ‘Süryani Cemaatinin işi ya da isteğiyle 1914 yılında tamamlanmıştır. Batıdaki ise ‘bu nakışlar 1914 yılında puşucu gençlerin yardımıyla yapıldı’ şeklinde iş dalını da aydınlatan yazı, diğerleri ile simetrik olarak çevresindeki süslemelerle bir bütünlük gösterir. Ana avlunu tek öğesi sekizgen havuzdur. Siyah erkek bazalt taşlarının kenarları, ortasındaki çanağı çevre su arkı (kanal), musluk, demir parmaklık curunuyla (kurna) geleneksel bir Osmanlı Diyarbakır havuzudur. Kilise aksında olup bunu daha geniş az düşük kare planlı bir platform çevrelerken köşelerine konan çiçeklerle zenginleştirilmiştir. 520 metrekareyi bulan sal taşı kaplı avlunu temizliği hemen dikkati çekiyor. Avlunun batısı şu anda bakımsız ve az kullanılan bir bahçedir. Ana avlunun doğusunu kilise ve ona ait giriş kanadı belirler. Ortadaki ikisi bağımsız diğer ikisi yanda duvara bağlı çapları 60 santimetre gelen 4 pembe basık kolon, bunları içine bağlayan yarım daireden biraz basık bazalt kemerli, ön yüze bağlı giriş kanadı, kilise kitlesinin yarısı kadar yüksekliktedir. Üst başlıkları sade olup, alttakiler seki içinde kalmıştır. Bu pembe mermerleri ana kapı ve içeride doğu yöne bakan ana kemer yanlarında da göreceğiz. Avlu üstünde 3 yazıt vardır. Sol kolon üstündeki, ilk iki kelimesi Süryanice, geri kalanı Arapça olup ‘Bu kilise 2000 Yunan yılında=1689, H 1400 yenilendi’ şeklindedir. Sağ kolon başlığındaki (Süryanice-Gerşuni) ‘Bu kilise 1844 Yunan yılında= İ.S. 1533, Patrik Abdullah ve metropolit Yuhanna döneminde onarıldı’ diyor. En sağ üstte, beyaz mermere kazınan Türkçe yazıt, giriş bölümünün 1965 yılında onarıldığı belirtiliyor. Narteks (giriş kanadı) aslına uyularak yenilenirken, üst kara damın, betonarmeye dönüştürüldüğü ve bu iki yazıtın yerlerine konduğu anlaşılmaktadır. İç Alan batı yönde kapıdan içeri girildiğinde ufak ön boşluk ayakkabılıktır. Giriş yönündeki yeni ahşap kadınlar mahfili iki boru ayağa taşıtılmışken sekizgen planın doğu bölümünü kaplar. Diğer uçları yığma ayaklardaki taş bingilere oturtulmuştur. Sekizgen plan doğu yönde daha büyük ve biraz daha yüksek tutulan kemeriyle apsisi vurgular. İçinde aynı mermerin kullanıldığı iki kolon vardır ve mukarnas dizili basık bir kemerle birbirine bağlanırlar. Örtü sekiz kemeri izleyen altın yaldızla boyalı kemeri izleyen silme, özengilerinde birbirine damlalarla bağlanırken üst örtüyü başlatmış olurlar. Kubbe sekizgen yıldızlı ve aynalı bir göbekle son bulmaktadır. Köşelerinden ve ortalarında sarkan zincirlere kandil asılmıştır. Mobilya ve Donatılar bunları iki başlıkta toplamak gerekir. İnce yapı bölümüne giren taşınır, ancak yerinden oynatılmayan, mihrap kapı, masa, demir parmaklık ve kürsü gibileridir. Kandil, avize, şamdan, asa, ikon, perde, şamdan ve metal kaplar diğer kümeyi oluştururlar. Apsisi ayıran iki kanatlı kapıyı yanlarda yine ikişer kanatlı, daha ufak ve ondan daha sade birer kapı daha izleyerek arayı sağlar. 115 Üçüncü Avlu giriş kanadı sol yarısından süslü bir kapıyla buraya geçilir. Güneyinde Meryem Ana kilisesi vardır. Tuğla bir kemeri bulunur. Sağ ve sol yandaki pencereler farklıdır. Üçüncü avlunun doğusunda Suruçlu Mar Yakup Kilisesi vardır. Kuzey uçtaki diğerlerinden dar olan dört tonozlu alandan oluşan bu kilisenin avluya açılan üç penceresi vardır. Erkek taştan, yığma söveli ve kemerli beyaz taşlı silmeyle taçlanmış lentolu kapısı olup üzerinde de bir yazıt bulunmaktadır. 1693 yılına ait bir yazı: Burasının Tanrı inayetiyle yenilendiğini ifade eden bir yazıdır. Meryem Ana kilisesinin yapılış tarihi belli değildir. Bu kilisenin Mar Thoma Kilisesi gibi dönüştürülmüştür. Önceden Şemsilerin tapındığı bir tapınak işlevini görmesi muhtemel olup İ.S. 280 yılında kiliseye çevrilmiştir. Mar Petyun Keldani Katolik Kilisesi Diyarbakır Özdemir Mahallesinde Yeni Kapı Caddesinde bulunan Mor Pedyun Kilisesinin ne zaman yapıldığı kesinlik kazanmamakla beraber tarihi 17. Yüzyıla kadar iner. Katolik Keldaniler tarafından günümüzde de kullanılan fakat şu anda onarımda olan bir kilisemizdir. Bununla birlikte ibadete açıktır. Diyarbakır’daki birçok eski yapıda olduğu gibi bu kilisenin de ana yapı malzemesi siyah bazalt taşıdır. İbadet mekanı kemerler ve sütunlarla bölünmüş olup dört neflidir. Keldanilerin asıl yaşadıkları yer Bağdat’tır. İstanbul’da ise 250 Keldani yaşamaktadır. Diyarbakır’da cemaati bulunmamaktadır. Giriş Şeftali Sokak2 nolu demir bir kapıdan girişin yapılır. Yığma söveli ve üstü yedi dilimli kemerle örtülen kapıyı basık bir kemer örter. Doğu avlusu sokak kapısından iki kemerli bir revağa girilir. Güneyindeki avlunun sonunda da bunun aynısı bulunmaktadır. Soldaki kapıdan sonradan yapıldığı belli olan kilisenin lojmanına ulaşılmaktadır. Giriş eyvanının üstü yine lojmandır ve avluya üstü yuvarlak kemerle örtülen beş pencere ve bir kapıyla açılır. Bağlantısı doğusundaki lojmandan bir sahanlıkladır. Kilise apsis kanadı bu avluya bakar. Çan kulesi de bu yöndedir. İç alanı enine gelişen ve doğu yöne yönelen dört nefden oluşur. Tavan yüksekliği ve kemerleri, kilisenin boyutuna bağlı olarak daha alçak tutulmuştur. Bunu apsis kanadı tamamlar.İlk doğu nef 2.88 m., ikincisi 2.90, üçüncüsü 2.80 ve doğudaki son nef 2.72 m. enindedir. Çapı 0.38 m. gelen altı kolonun alt başlıkları, yükseltilen akça geçmez döşeme kaplamasına gömülüdür. Üst örtü kilise iç alanını duvarlara ve kolonlara asılmış 1.00m’lik floresan lambalar aydınlatıyor. Üç kemerli üç dizi ahşap tavan kirişlerinin oturmasını sağlamaktadır. Ahşap yastıklara oturdukları görülüyor. Doğu ve batı duvarında bunlar da yoktur. Üst toprak damın yanlara ve doğu yöne akıntılı olduğu bu yöndeki çörtenlerden belli oluyor. Apsis kanadı beş gözden oluşur. Bunların dışa destekleri olmayıp duvarları kalın tutulmuş ve içe yansıtılmıştır. Son nef diğerlerinden daha ensiz olup kuzey ucunda bir pencerenin yerini, mukarnas dizisiyle örtülü dolap alır. İçi ikonla süslüdür. Bunun karşıtı güney duvarındadır. 116 Mar Petyun Kilisesi günümüzde görevini sürdüren ikinci kilisedir. Kilise duvarlarında taşıdığı tüm eskiliğin izlerine karşın, naif resimleri, yapma çiçeklerle süslü apsisleri, duvara asılmış ayin giysileriyle, çarmıha gerilmiş İsa ikonuyla ve Türkçe On Emir levhasıyla sanki bir ev izlenimi vermektedir (40). Diyarbakırda ayakta kalmış kiliseler: Resim 6. Meryem ana Resim 7. Surp Giragos Resim 8. Hızırilyas Resim 9. Keldani Resim 10. Saint George Resim 11. Protestan Resim 12. Ermeni . Katolik Resim 13. Mar- Kozma Resim 14. Duymana Kilisesi ve Kalan Kapısı Resim 15. Eski Diyarbakır ve kiliseleri 117 Resim 15. Eski Diyarbakır ve kiliseleri Resim 16. Alipınar Kilisesi Resim 17. Günümüzde Meryemana Kilisesi Resim 18. Saint George Kilisesi 118 Resim 19. Keldani Kilisesi Kiliselerin tarihi görünümleri Osman Köker Sergisi Meryemana Kilisesi - Dikran Mgunt - Amidayi Artsakankner Kilise apsisi Max van Berchem-Joseph Strysgowski-Amida 119 Mar Kozma-Batıdan görünüş. Max van Berchem-Joseph Strysgowski-Amida Orlando Carlo Calumeno kolleksiyonu-1919 Önde Surp Sarkis Çan Kulesi, Arkada Mar Kozma Kilise Çatısı ve Çanı Saint George 120 Ermeni protestan kilisesi (Osman Köker) Diyarbakır mimari de Hiristiyan âlemine de katkıda bulunmuştur 1872–76 yıllarında Diyarbakır’dan toplanan paralarla Mardinde Deyrülzeferan manastırının en heybetli cephesi olan güney cephesi inşa ediliyor. Bunun için 2500 Osmanlı Lirası harcanıyor. Deyrüzzeferan manastırın da 1903 yılında kilisenin üst kısmında bulunan ve koro ile özel törenlerde cemaatin kullandığı ziyah yapıldı. Kilisenin kuzeyindeki büyük kapı onaraılıp açıldı. Sunaklar ile Azizler evinin ve Ana avlunun yer döşemesi yapılıyor. Bunu yapan Diyarbakırlı mimar Karkaciyan Boğoz’dur. Diyarbakır kiliselere sanatsal olarak da destek oldu. Mor hananyo kilisesindeki yazıta göre bu sütunları 1900 yılında Diyarbakır’da yaptık ve Elçisel Antakya Kürsü manastırına getirdik, denmektedir (9). Hastaneler 19. yüzyıl salnamelerine göre Diyarbakır merkez sancağında Gureba hastanesi, belediye hastanesi, askeri hastane ve mahkumların tedavi edildiği hastane olmak üzere dört tedavi merkezi vardı. Gureba Hastanesi, Diyarbakır’ın en güzel, en havadar bir mekanda kurulmuş olup, biri fakirlere ve biri yöneticilere diğeri erkeklere mahsus olmak ve her ikisi kırk yataklı kapasiteye sahip bir hastane olarak o dönemde hizmet vermektedir (37). Mühendislik ve Mimarlık ve Diyarbakır’a Has Özellikler 1937 yılında şehrimizde incelemelerde bulunan Mimar Sedat Çetintaş, Osmanlı devri camilerindeki stil karşılığının sebebleri hakkında şu değerlendirmeyi yapar: «Muhakkak olarak o zamanlar merkezde hükümetin kuvveti ve otoritesi memleketin her tarafına hâkim bir inşaî ve mimarî bürosu vardır ki, Diyarbekir 121 valileri yaptıracakları âbidelerin projelerini bu merkez bürosundan getirterek orada mahallî mimarlara tatbik ettirirlerdi. Bu projeler avan proje halinde geldiği için tatbikatta detaylar tamamiyle mahallî mimarların ve küçük san’atkârların görüş ve telâkkilerine bağlı idi. Diğer cihetten ise bazı âbidelerinde de Amidî diye mimar isimlerini gördüğümüz veçhile ötedenberi Diyarbekir’de oldukça kuvvetli bir san’atkâr grubu ve zengin bir san’at hayatı vardı. Buradaki san’atkârlar Selçuk mimarisine göre yetişmişlerdi ve sanat hayatı bu esasa göre teessüs etmişti. Ayni zamanda İstanbul’dan sureti mahsusada Diyarbekir’e bir mimar da gelmemiştir. Böyle bir mimar eserini Diyarbekir’de görmek mümkün değildir. Binaenaleyh mimarların İstanbul’dan gelen bir avan projenin tatbikatında gösterecekleri muvaffakiyet de işte böyle esasta kendini gösterirse de teferruatta mağlûp olacağı tabi idi. Bu sebeblendir ki Diyarbekir mimarları İstanbul’dan gelen kanuna itaat ettikleri halde kendi an’anelerine de sadık kalmakta devam etmişlerdir. Neticede Diyarbekir’in Osmanlı medeniyet eserleri bir hususiyet arz etmektedir. Hulâsa olarak arzedeyim ki, mimarî tarihimizi ehemmiyetle alâkadar eden şu üç neticeyi Diyarbekir âbidelerinde bir kanaat halinde kazandım. 1- İstanbul atölyelerinin yetiştirdiği mimarlardan bu istikamette ancak Adana’ya kadar gidip çalışan olmuştur Fakat daha öteye geçmemişlerdir. 2- Merkez bürosu yurdun her tarafına olduğu gibi Diyarbekir’e de projeler ihzar ederek yollamış ve orada yerli mimarlar tarafından tatbik edilmiştir. imiş. 3- Diyarbekir’de kuvvetli bir san’atkâr grubu ve esaslı bir sanat hayatı mevcut Ben bu üç noktaya inandıktan sonra ufak bir noktaya daha temas etmek istiyorum. Bu nokta Diyarbekir’in âbidelerine mahsus olan arap tesiridir. Bu tesirin en bariz ciheti siyah beyaz tabakalardan teşekkül eden duvar konştroksiyonu olup son asra kadar yaşamıştır. Sebebini millî duygularla ve kültür üslerinde aramak doğru olamaz, en realist sebebi malzeme zaruretinden doğmadır. Diyarbekir’in en mebzul taşı siyah bazalttır, hattâ bugün bile şoseler ve tren yollarındaki sun’i çakılların bu siyah bazalttan olduğunu zikretmiştim. Kale burç ve bedenlerini bu siyah taştan yapan Amidliler pekâlâ yapmışlar ve yakıştırmışlardır. Fakat sivil mimaride bu siyah ve monoton rengin ruhlarda yapacağı kasvetli tazyika tahammül edemiyen Diyarbekirliler müşkül olsa da beyaz taşlar tedârik ederek siyahla karışık olarak kullanmağa mecbur olmuşlardır. Bu siyah beyaz taşı karışık kullanmak mecburiyeti karşısında da Arap tarzı ol mazsa ne olursa olsun bundan daha muvafık bir şekil bulamazlardı ki işte bu surette de son zamanlara kadar bütün mühim binalarda bu usulde kesme taşduvar inşası payidar olagelmiştir» (8). 122 TÜRBE MİMARİSİNE YAKLAŞIM Diyarbakır Türbeleri Hazreti Süleyman Türbesi: İçkale içinde, Hazreti Süleyman Camii’nin bitişiğindedir. Diyarbakır’ın 7. Yüzyılda Arap orduları tarafından ilk alınışında şehit olan, kumandan Halid bin Velid’in oğlu Süleyman ile diğer şehit sehabenin anısına yaptırılmıştır. 17. Yüzyılda, Osmanlı valisi Silahtar Murtaza Paşa tarafından içi çinilerle süslenerek 1631–1633 yıllarında türbe haline getirilmiştir. Zincirkıran Türbesi: Ne zaman ve kimin tarafından yaptırıldığı bilinmeyen bu türbenin kimim için yaptırıldığı da bilinmemektedir. İçkale yakınlarındaki Nasuh Paşa Camii’nin güneyinde yer alır. Siyah beyaz taşlardan yapılmıştır. Ve her cephesinde bir pencere bulunan sekizgen bir yapı özeliği gösterir. İskender Paşa Türbesi: İskender Paşa Camii’nin doğusunda yer alan ve bir mescit, biri türbe olan iki bölümlü bir yapıdır. Orta kubbeyi çevreleyen yarın kubbeler, yapısal özeliğini oluşturur. 16. Yüzyılda yapıldığı sanılan bu türbenin mimarının Mimar Sinan olduğu söylenir. Özdemiroğlu Osman Paşa Türbesi: Kafkas Fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa için 1585’te yaptırılmıştır. Fatih Paşa Camii (Kurşunlu Cami) nin doğu avlusundadır. Siyah beyaz kesme taştan yapılmıştır. Her cephesinde bir pencerenin bulunduğu dört köşeli ve kubbeli bir yapıdır. Sultan Süca Türbesi: 13. Yüzyılda yapıldığı sanılan bu türbe Mardin kapı yanında, Deliler Hanı’nın karşısındadır. Sarı Saltık Türbesi: Urfakapı’nın karşısında, Melek Ahmet Paşa Caddesi’nin başındadır. Alp erenlerden Sarı Saltık’a ait olduğu sanılmaktadır. Kesme taşlardan yapılmıştır. Sekizgen bir yapı özeliği gösterir. Ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı belli değildir. Şeyh Abdülcelil Türbesi: Safa Camii avlusunun doğu kısmındadır. Akkoyunlular zamanında yapıldığı sanılmaktadır. Şeyh Abdulcelil ve türbenin mimari hakkında da bilgimiz yoktur. Kesme taşlardan yapılmış, sekizgen bir türbedir. Doğu ve batıya bakan iki penceresi, güneyinde de mihrabı vardır. Lala Bey Türbesi: Lala Bey Camii’nin kuzeydoğu köşesindedir. Cami ile yapıldığı sanılmaktadır. 16. Yüzyılda, camii yaptıran Kasım Bey’in yakınlarından biri için yaptırıldığı düşünülmektedir. Dört köşelidir ve kesme taş ile moloz taşlardan yapılmıştır. Mevlana Şeyh Muhammet (Amidi) Türbesi: Halvetiye tarikatının bir kolu sayılan Gülşeniye tarikatının kurucusu İbrahim Gülşeni’nin babasına aittir. Mardinkapı’nın güneyindeki “Şeyh Muhammed Düzlüğü” diye de anılan mezarlığın içindedir. Kesme taşlardan, dört köşeli olarak yapılmıştır. Etrafı, yüksek olmayan taş duvarlarla çevrilmiştir. Avlusu taşlarla döşelidir. Kuzeyindeki duvarda alçak bir kapısı vardır. 15. Yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. 123 Şeyh Yusuf Hemedani Türbesi: Aynı adı taşıyan caminin avlusundadır. Yapıldığı tarih tam olarak bilinmemektedir. Fatih Paşa Türbesi: Fatih Paşa (Kurşunlu Cami) Camii’nin güneyindedir. 16. Yüzyılda yapılmıştır. Arap Şeyh Türbesi: Arap Şeyh Camii avlusundadır ve bugün şadırvan olarak kullanılmaktadır. Sekizgen yapılı bir türbenin 17. Yüzyılda yapıldığı sanılıyor. Rıdvan Ağa Türbesi: Dağkapı’da bulunuyordu. 17. Yüzyılda yaşamış ünlü bir türk hekimine ait bir türbe idi. 1930 yılında bu ve bunun gibi birçok mezar ve türbe yeni binalarn yapmak için ortadan kaldırılmıştır (43). Resim 1. Hz. Süleyman ve 27 Şehit Sahabe Türbesi . Resim 3. İmam Ukayl türbesi Resim 6 İbavender 124 Resim 2. Sultan Sa’sa Türbesi-1925 Yılı Resim 4. Mir Seyyaf türbesi Resim 5. Malik-i eşter türbesi Resim 7. Sahabe Abdurrahman Resim 8. Sultan Suca Ashab’dan “Malik Bin. Eşter (R.A:) Hz.”Türbesi ve 114 Yıllık Bir Mimari Proje Tarih 22 Kasım 1897’dir. O tarihlerde Diyarbakır Valiliğini ise “Mehmed Halid” efendi yürütmektedir. Bu zat Padişah’a bir mektup gönderir ve o mektubunda Diyarbakır’ın genel durumunu anlatırken bu şehirde medfun bulunan peygamberlerin, sahabelerin ve evliyaların makamları, kabirleri ve külliyelerin içindeki cami ve mescitlerin tamire muhtaç olduklarını belirtir. Bu cümleden olarak da 22 Cami ve Mescid, 2 medrese ve 7 zaviyenin tamire gerek duyulacak şekilde harap olduklarını dile getirir. Ecdadımız, herhangi bir yerde bir imaret, cami, mescit veya medrese, tekke, zaviye gibi hayır müesseseleri yaptıklarında onların yapıldıktan sonra da hayatlarının devamını sağlamak için “vakfiyeler” kurarlardı. Ancak vakfiyesi olanlar olduğu gibi olmayanların da bulunduğunu sözünü ettiğimiz mektup bize bildiriyor ve deniyor ki: “Bunlardan vakfiyeleri bulunanların gelirlerinden ve bulunmayanların yardımlarla tamirlerine çalışılmakta olduğu”. Şu anda “Aşifçiler” dediğimiz sokakta bulunan ve maalesef çevresindeki seyyar satıcılar ve dükkânlar tarafından çevresi kapatıldığı için çok dikkat edildiğinde fark edilebilen Sahabe-i Kiram’dan olup Diyarbakır’ın fethi için bu şehre İslam ordusu ile gelerek burada şehid düşen “Malik bin Eşter (r.a.)” hazretlerinin, halk arasında bu isim Malik-i Ejder olarak da telaffuz edilir. Türbesinin diğerlerinden çok daha yıkık olduğu ve en önemlisi bu türbenin vakıf gelirlerinin de bulunmadığı Diyarbakır Valisi Mehmed Halid’in Padişaha yazdığı mektupta özellikle vurgulanır. Vali Mehmed Halid bu bilgileri verirken, yine bu türbe ilgili olarak daha başka konularada değinir ki, şu cümle ne kadar calib-i dikkattir “Diyarbakır Şehri Bağdad Caddesi üzerinde birçok sahabe kabirleri olduğundan.” “Bağdad caddesi” Gazi caddesinin eski adıdır, bu caddenin yönü Bağdad şehrine doğru olduğu için ve o tarihlerde özellikle Dicle nehri üzerinde keleklerle Diyarbakır-Bağdad arası nakliye işleri yapıldığı için bu caddeye bu isim verilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur, bilinen bu cadde üzerinde sadece “Sultan Sa’sa” dediğimiz ve İslam’ın Anadolu’daki ilk İslam Valisi’nin kabr-i şerifinin bulunduğu idi, oysa mektupta “Birçok sahabe mezarı” denmesi daha başka sahabelerin mezarlarının bu cadde üzerinde bulunduğu gerçeğine bizi götürüyor. Şimdi bu şehirde bu kadar Peygamber, Sahabe, Evliya makam ve kabri varken bu kutsal mekânlar ziyaretçisiz kalır mı? Kalmamış, kalmadığı için bakınız o mektupta daha başka neler yazmış Vali Mehmed Halid Efendi padişah’a: ”…Bu makamları ziyarete gelen yoksul ziyaretçiler ve gezginleri misafir ederek yemek ikram eden Diyarbakır Nakibü’l Eşraf Kaymakamı Hacı Mesud Efendi, bu insanları evinde kabul ederek yemek ve barınma konusunda yardım ettiği, fakat Diyarbakır’daki bir 125 karışıklık sırasında çıkan yangında evi yanan Mesud Efendinin kendisinin yardıma muhtaç hale düşmesi sebebiyle bu ziyaretçilerin cami civarlarında kalmakta oldukları ve çok perişanlık çektikleri..”. Diyarbakır’da “Nakibler” çok eski ve köklü bir ailedir. Nitekim O yüce sahabenin bulunduğu sokağın başındaki camiye birçok isim verilirken bir isminin de “Nakibler Camisi” olduğunu bilmekteyiz, şu anda “Rağıbiye Camisi” diye anılır ki bir zamanlar “Defterdar camisi olarak da anılmış. Ve şu bilgiyi de aktaralım, merhum “Hacı Osman Ocak” bu ailedendir ve Diyarbakır’da “Nakiboğlu” olarak da tanınırdı. Mektup bizlere Hacı Mesud Efendiyi tanıtırken onun cömertliğini, misafirperverliğini dile getirir ve kapısının ziyaretçilere nasıl açık tutulduğunu, yemek ikramının yanısıra barınma ihtiyacı duyanlara bu konuda da yardımcı olunduğunu açıkça bildirir ve “düşmez kalkmaz bir Allah” sözünü da bizlere hatırlatır. Yardım eden elin, yardıma muhtaç olması ne hazin bir sonuç değil mi? O günlerin Diyarbakır Valisi Mehmed Halid Efendi şehri bu şekilde anlatırken, çözüm yolunu da sunar o mektubunda ve der ki: “Bu duruma çözüm olarak Malik bin Eşter Hazretlerinin türbesinin yanında bulunan ve ücretsiz olarak bağışlanan arsaya bir imaret ve misafir odaları inşa olunarak buraya Hacı Mesud Efendinin “beratla” atanması ve yemek masrafı olarak da aylık “1200 kuruş” ihsan edilmesi” şeklinde talepte bulunur. Okurlarım bütün bu bilgilerin aslını, yani o mektubun orijinalini adını andığımız kitabın 221. sahifesinde bulabilirler, bizim yaptığımız kitabı baskıya hazırlayanların sadeleştirerek verdikleri bilgilere iltifat emekten ibarettir. Kendilerine yardımcı olalım ve belgenin numarasını da burada açıklayalım: ‘BOA, Y. MTV.170/26-a’. Ve yine aynı eserin (BOA, Y.MTV; 170–26-b no. lu belgesinde ki bu belgenin tarihi 23. Kasım. 1897’dir, yani yukarıda sunmaya çalıştığımız mektuptan bir sonraki gündür, o belgede Diyarbakır Başmühendisinin çizdiği bir şemada gerek türbe, gerek misafir odaları ve gerekse medrese şeklen gösterilmektedir. Malik bin Eşter gibi bir Allah dostu ve peygamber yaranı başka bir yerde olsa idi acaba bu günkü gibi mi olurdu türbesi? Fazla söz söylemeyeceğim, zira içim yanıyor, kahroluyorum. Ve yüce Rabbim’den, o zatın yüzü hürmetine diye af dileyeceğim ama buna da ne kadar hakkım olduğunu 114 yılda bitirilemiyen Proje (44). Diyarbakır Valiliği ile Dicle Üniversitesinin müştereken hazırladığı ‘Osmanlı belgelerinde Diyarbakır’kitabı yeni sahabe kabirleri ve onlarla ilgili detayları veriyor (Belge 1: BOA. Y.MTV.170/26-a; 22 Kasım 1897). 126 Belge 1. BOA. Y.MTV. 170/26-a; 22 Kasım 1897 Diyarbakır valisi Mehmet Halid Bey imzasıyla padişaha gönderilen peygamber ve sahabe kabirleriyle ilgili belgede ‘Diyarbekir şehri Bağdat caddesi (Gazi caddesi) üzerinde birçok sahabe kabirleri olduğundan, bu makamları ziyarete gelen yoksul ziyaretçiler ve gezginleri misafir ederek yemek veren Diyarbakır Nakibüleşraf kaymakamı Hacı Mesud efendiye aylık 1200 kuruş ihsan edilmesi buyrulmaktadır. Gazi caddesinde Sultan sasa dışında sahabe bilmiyoruz. Dağkapıda Sahad bin Vakkas (İbavender) hazretleri de bulunmaktadır. Ancak belge Gazi caddesinde birçok sahabe kabrinden bahsetmektedir. Acaba diğer sahabe kabirleri nerede? Aynı belge Ashab-ı kiramdan Malik bin Eşter’in türbesinin daha harap olduğunu ifade eder. Ancak aşağıdaki ikinci belge 114 yılda bitirilemiyen bir projeyi yansıtıyor (Belge 2: BOA, Y.MTV,170/26-b,23 Kasım 1897). Belge 2. BOA, Y.MTV, 170/26-b, 23 Kasım 1897 127 Diyarbakır’da bulunan Sahabe-i Kiramdan Malik bin Eşter (RA) hazretlerinin yeniden inşa olunacak türbe-i şerifleriyle imarethanesi ve bitişiğinde bulunan medresenin Diyarbakır Başmühendisi tarafından çizilmiş olan planı(siyahla çizili olan) mevcut olan medreseyi,(pembe boyalı yer)yeniden yapılacak imaret ve misafirhane odalarını göstermektedir (45). MEDRESELER Mesudiye Medresesi Diyarbakır Ulu Camiinin kuzey-doğusundadır. Yapıdaki en erken kitabe 590 H. (1193/4, en geç kitabe de 620 H. (1224/5) tarihli olup, portalden 596 H. (1200) senesini ve kurucusu olarak da, Muhammet oğlu el-Melik el-Mesud Sukman’ı öğreniyoruz. Medrese iki katlıdır. Plân bütünüyle düzgün bir şekle sahip değildir. Medresede giriş kuzey-doğuda yer alırken, ana eyvan ve yanlardaki iki oda, üç yönden revaklarla çevrili avlunun doğu yüzündedirler. Ayrı bir kısım meydana getirecek şekilde, eyvan ve hücre topluluğundan ibaret olan mescit bölümü ise, batı kanadı meydana getirir. Medrese, düz, boş ve sağır cephe yüzü ile son derece sadedir. Portal, kuzeydoğu köşedeki yeriyle, cepheyi asimetrik bir bölüntüye uğratmıştır Kuzey-batı duvarı ile portal çıkması arasındaki boşluk ev ve dükkânlarla doldurulmuştur. Portal, sade ve sivri kemerli girişi ile enlilemesine dikdörtgen bir yere açılır. Dışarıda, kemerle silmeli saçak kornişi arasında uzanan, ince, uzun beş parçanın yanyana sıralanmasıyla meydana gelen kitabe, çiçekli bir fon üzerine, neshi yazıyla yazılmış olup, bir satırdır ve portalin yegâne süsüdür Dehliz, son derece sade portalle, profile edilmiş silmelerle çevrili, stalâktitlerle tepelenmiş, derinliği az bir kavsara içine açılmış kapıyı birbirine bağlar. Zengin profilâsyonlu silmeleri ve karşısına gelen mihrapla bağlantılariyle bu kapı, esas kapı olmaya ilkinden daha lâyıktır Buradan zengin dekorlu revaklarıyla, şaşırtıcı bir görünümü olan avluya girilir. Medresenin en sağlam kısımlarından biri de, avluyu üç yönden kuşatan bu arkadlardır. Doğuda büyük bir eyvan iki kat boyunca yükselir. Önünde, anlam verilemeyen bir merdiven kalıntısı ve bir de kuyu bulunur. Avluyu iki kat halinde üç yönden kuşatan arkadlardan, alttakilerin şahane işçiliğine karşı, ikinci kat arkadları, alt kata yakışmayacak kadar sade, süslemesiz sivri üçlü kemerlerle kurulmuşlardır Bu ahenksiz kuruluş karşısında, ikinci katın sonradan ilâve edilmiş olabileceğini söyleyen Gabriel’in fikrine biz de katılmaktayız. Eyvanın, yüksek, sivri, silmelerle kademelenen kemerinin kilit taşında, hayvan başına benzer bir kabartma varsa da, ne olduğunu söylemek kolay değildir. Eyvan orijinal halinden çok şey kaybetmiş, her üç duvarından da büyük hasar almıştır. Eyvan duvarlarında, kuzey ve güneyde, kısım kısım aşınmış, kûfi ve neshî, kitabe kuşakları vardır Eyvan içindeki köşeli nişler, üç duvarı da ortalayarak yerleştirilmişlerdir. 128 Zengin bezemeleriyle avluyu çevreleyen kemerler, ortadaki yüksek ve geniş, yanlardaki dar ve alçak olmak üzere, üçlü gruplar halinde inşa edilmişlerdir. Kemerler kalın, köşeli ayaklar üstünde yükselir. Başlıklar taşkın ve yassı olup, kemer boynuyla birleşen üst kısımları iki sıra yivlidir. Köşelerde ise, küt L şeklinde ayaklar yer alır. Kemerler arasındaki rozetler, daire veya kare şekiller halinde taşa oyularak yapılmışlardır. Her yüzde iki tane olmak üzere, altı rozet işlenmiştir. Resim 1. Avluyu Çevreleyen Kemerler Giriş katıyla üst kat arasında, silmeli saçak kornişi altında, stilize palmet motiflerinden örülü, bitkisel arabesk bir fon üzerindeki neshi yazı şeridi kemerler üstünden geçerek avluyu çevreler. Yazı kuşağı, siyah bazalt taşlarıyla kaplı duvarlar üzerinde, açık renk malzeme üzerine işlenmiş olmasıyla da ilk bakışta belirmektedir. Kemer süslemelerinde özellikle, motiflerin ve şekillerin değişmesine rağmen, boşluğa sarkan ve üstleri işlenmiş dilimler ayrı bir önem taşır. Bu arada yanlardaki küçük kemerlerden bazılarının üç dilimli olduğu görülür. Üçlü kemerlemelerden öncelikle, batı cephedeki, eyvan karşısına gelen ve avludaki kemerler için de en ustalıkla bezenmiş olanını ele alalım. Taş işçiliğinin eşsiz örneklerinden biri olan ve yanlardaki üç dilimli kemerler arasında yer alan orta kemer, yuvarlaktır. İçlerinden çıkan dallar zincirine tutunmuş, üçgen kaideli dört köşe karınlı vazolar dizisine benzeyen süslemede, dört köşe kısımlar bitkisel arabesklerle işlenmişlerdir. Üçgen kaideler prizmalar halinde uzayarak, kemer karnını bir dolu bir boş dikdörtgenlerle bir ışıklandırır bir karartırlar. Kemer üstteki yazı şeridini içe kavislendirip daraltacak kadar yüksektir. Yanlardaki kemercikler ise üç dilimlidir. Taşlar bir atlayarak bitkisel arabesklerle ince kabartmalar halinde bezelidir. Diğer iki cephe, yani kuzey ve güneydeki arkadlar ilk nazarda eş intiba bırakırlarsa da, orta kemer süslemeleri farklıdır. Revaklarda örtü haç tonoz olup malzeme tuğladır. Özellikle kıble duvarı önünde tonozlar doğu-batı yönünde geniş bir çatlakla ikiye ayrılmışlardır Girişin tam karşısında, ölçüleri ve süslemesiyle sürpriz teşkil eden bir mihrap bulunur. 129 Zengin nakışlı kemerler arasında hemen seçilir Mihrap stalâktitli başlıkları olan desteklere dayanan beş dilimli bir kemer içinde, istiridye tepelikli yuvarlak bir niş halindedir. Bünyesinde topladığı elemanlarla, ilk nazarda Duneysir Ulu Camii mihrabını hatırlatır Birçok hususlarda da ikinci giriş kapısı özelliklerini tekrarlar. Kemer alınlığı neshî yazıyla doldurulmuştur. Mihrap nişi, çift sıralı silme kuşağı ile sınırlandırılmış istiridye tepeliği altında, üçlü bir sistemle sathi, sağır, uzun nişlere bölünür. Nişlerde, revaklardaki üçlü kemerleme esprisi vardır. Ortadaki daha yüksek, geniş ve tepeliği ile daha zengindir. Resim 2. Zengin Bezemeler İle Süslenmiş Üçlü Grup Kemerler Mihrabın her iki yanında, dikdörtgen kenarlı, birer pencere vardır. Girişe göre mihrabın sağında kalan pencere açıklığı üstünde, enine dikdörtgen bir pano içindeki iki satırlık kitabe neshi yazılıdır. Bu kitabeden «Halepli Mahmud oğlu üstad Cafer’in plânlarına dayanarak 620 H. (1224/5) yılında Mesud tarafından inşa ettirildiğini öğreniyoruz Güney revağına, doğudan, eyvanın sağındaki uzun beşik tonozlu odanın kapısı açılır. Üzengileri, stalâktit konsollu, düz söveli kapıda, lentonun üzerini yuvarlak kemerli bir açıklık kaplar. Aynı şekildeki diğer bir kapı eyvanın solundaki, küçük beşik tonozlu odayı kuzey revakına bağlar. Yalnız bu kapıda, stalâktitli konsollar üzerindeki atkı taşı artık yerinde yoktur. Odaların fonksiyonları hakkında pek kesin birşey söylenemezse de, türbe olarak yapılmış olabileceklerini kabul etmek en uygun çözümdür. Giriş katında, yukarıda tanıtmağa çalıştığımız avlu, eyvan, revaklar ve hücrelerden sonra, batı kanadı teşkil eden mescid bölümü gelir. Bu kısma dört kapı açılır. Batı kemerlerinin arkasında kemer gözleri doğrultusundaki üç kapıdan ortadaki, ana kapı olup, diğerlerinden yüksek ve geniştir. Söve ve lentosu düzdür. Yan kapılarda ise lento, konsollu üzengilere oturur. Mescid, harap eyvanlar, odalar, tonozlardan düşmüş taş yığınları ile bu katın en yıkık bölümüdür. 130 Resim 3. Üst Kattaki Kemerler Dökülmüş kesme taşlar altından tuğla ve moloz taş, duvar konstrüksiyonu görülür. Kapının karşısındaki sivri kemerli eyvan, dip duvarındaki küçük bir pencere ile aydınlatılmıştır. Eyvan girişinin yanında orta bölümün haç tonozunun başlangıç kalıntıları görülür. Bu kalıntılar dışında tonoz tamamen yıkılmıştır. Haç tonozlu orta kısma sağdan açılan ikinci eyvanın kemeri, üstü çökmüş olarak yalnızca ayakta kalmıştır Eyvana batıdan tek pencereli, beşik tonozlu bir odanın kapısı açılır. Güney duvarındaki mihrap, dışa doğru hafifçe çıkmalıdır. Mihrap nişi yuvarlak kemerli (bir kertik yaparak aşağı doğru uzaması ile at nalı şeklini alır) dairevi bir niş olup, silindirik gövdeli, basık topuz başlıklar üzerinde, kübik yivli abakusları olan sütunçelerle çevrilmektedir. Başlıkların altı, sütun boynu, iki sıralı yassı kabartma ile bileziklenir. Resim 4. Beşik Tonozlu Kemer 131 Abakuslardan sonra yuvarlak kemere varmadan evvel, yassı kabartma bir silme, kemerin üzengiye bindiği yerden nişin içini dolanır ve karşıki üzengide son bulur. Silmenin üstündeki niş tepeliği, yarı kürevi şekilli olup, altta, ortada, bir noktadan çıkıp açılarak kemere kadar uzanan çizgilerle bir istiridye şeması verir. Yuvarlak kemer üstünde, etraftaki kademeli, profilli dikdörtgen çerçeveye kadar dayanan, çiçekli düğümlü kûfî yazı enine dikdörtgen bir pano halindedir. Kitabe ters olarak durmaktadır. Muhtemelen bir tamir sırasında ters olarak yerleştirilmiştir. Mihraplı duvarın arkasındaki odaya, revaklardan normal bir giriş olduğu halde, bir de ayrıca mihrabın hemen yanından bir girişin daha olması düşündürücüdür (87). Zenciriye Medresesi Ulu Cami mimarî manzumesinin önemli ve bugüne kadar ayakta kalabilmiş bir eseri de, (H. 634) tarihinde yapıldığı anlaşılan Zenciriye Medresesidir. Bu medrese binası manzumeye dahil isede, merkez yapısı olan cami ile arasında, bir başka binaların bulunduğu anlaşılmaktadır. Şu hale göre, Zenciriye’nin doğusunda ve güneyinde belki de, küçük sokak arası ile kuzeyinde de, aynı manzumenin başka tesisleri bulunmakta idi. Zenciriye Medrese Binasının Plân Durumu Bu medrese binası dış sınırı itibariyle, kareye yakın bir dikdörtgendir. Kuzey tarafında, önü geniş kemerli, tonoz örtüsü bulunan, basit şekilde, yapı ve mimarî gösteren kapısından binaya girilmektedir. Giriş holü, iki tarafa taş sekili, içe doğru eyvan biçiminde kemerle açık bir mekândır. Buradan revaklı kısma ve avluya geçilir, orta avlu 36,50 m2lik küçük alandır. Etrafında inşaî ayaklar ve çeşitli açıklıkta revak kemerleri vardır. Kemerler çevresi muntazam revak sahanlığı halindedir. Arka duvarlarda çeşitli oda = hücrelerin, kapıları bulunmaktadır. Tam giriş aksı ilerisinde baş eyvan bulunur, bu eyvan avluya doğrudan doğruya açılmayıp, önünde, geniş açıklıkta ve süslü bir kemer ile bağlanmaktadır. Zenciriye Medresesi’ndeki yazıtlar arasında, binanın yapılış tarihi kesin görülmez. Amma eserin yapıcısı Mimarin adı dolayısiyle, kale surlarındaki bir yazıt yardımıyle, Zenciriye yapısına (H. 634) tarihini kabul edebiliyoruz. Avlu ve revaklı kısım etrafında 15 adet, çeşitli plânda ve çeşitli ölçüde oda hücreler sıralanmaktadır. Bölmelerden, doğu ve güney taraflarda olanların dışa açılmış pencereleri vardır. Medresenin kuzey taraf yüzünde ve batı köşesine doğru bir çeşme binası bulunmaktadır. Batı tarafı duvarı, sağır duvar şeklinde olup, bir başka binaya komşu olduğu anlaşılmaktadır. 132 Pencereli yüzler, yanındaki binalarla, müşterek avlu veya müsait koridorlarla bağlı olduğunu anlatmaktadır. Bölmelerden, kuzey ve batı köşesine düşen kısım abdestlik tesislerini kapsar, burada boy abdesti için genişçe bir de havuz bulunur. Diğer odaların, çevre duvarlarında uygun sayıda ve ölçüde dolap nişleri de vardır. Yine batı duvarı dibinde ve avlunun Doğu -Batı aksi üzerinde bir oda daha vardır ki, bunun zemini revak seviyesinden yüksektir. Revaklara geniş ve büyük pencerelerle bağlıdır. Buranın bir dershane olması gereklidir. Resim 6. Zenciriye Medresesi Sunduğumuz rölöve plânjlarının incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, Zenciriye Medresesi etraf araziye 1,5-2 metreye yakın gömülü bulunmaktadır. Bu yüzden giriş yapılan sokaktan basamaklarla ve rampa ile medrese içine âdeta inilir. Zenciriye Medresesinin Yapı ve Mimari Özelliği Zenciriye Medresesi de dışa karşı oldukça kapalı bir binadır. Kuzey tarafta kesme taşla işlenmiş sade bir yüzü vardır. Giriş kapısı eyvanı ile çeşme nişi bir hareket yaratıyorlarsa da, bu yüzdeki anlam basitlik ve sadelik kelimelerinin deyimi içinde kalır. Giriş eyvanı yarım yuvarlak kemerdir. Giriş yeri, düz lentoludur. Çeşme sivri kemerli bir, niş halindedir Esas monümantel anlam, bu eserde de orta avlu içinde ve etrafında toplanmıştır. Burasının her yeri muntazam kesme taşla yapılmış olup, mimaride olgunluk gösteren bir anlayış taşır. Bilhassa avlu yüzlerini meydana getiren, revakların, ayak ve kemerleri, incelik, çeşitli tertip ve buluşlariyle, bu kısmı mimarî anlamda zenginleştirirler. Revak ayakları, köşelerde (L) şeklinde ve ortalarda kare olarak plânlanmıştır. Her yüzün, orta kemerleri geniş ve birbirlerine benzemez şekildedir. Bunlardan en 133 tipik ve sanatkârane olanları, giriş aksı üzerine raslayanlardır. Yan küçük kemerlerde de, çeşitli güzel buluşlarla değişiklikler yapılmıştır. Avlu fasatında, küçük kemerler üst seviyesinde, bütün avluyu çevreleyen (Nesih) süslü bir yazı kuşağı bulunmaktadır. Üst seviyede de saçak konsolları ve plâkları sıralanmaktadır. Revakların dip duvarlarındaki kapıların üst başları, düz lentolu olup, onun da üstünde yarım daire kemerli aydınlık pencereleri bulunur. Revakların tonozları tuğla malzeme ile örgülüdür. Odaların da böyle olması gereklidir. Oda, eyvan kısımlarının duvar ve tonozları sıvalıdır. Avlu zemini ve bölmelerin içleri taş döşelidir. Binanın üstü toprak örtüsüne benzer şekilde, kısmen grobeton olarak örtülmüştür. 1982 yılı Zenciriye medrese binası doğusunda yapılan bir kazıda, bu husus anlaşılmıştır. Güney kısmı arsalarda’da, eski yapıların enkazı görülmektedir. Zenciriye Medresesi, Diyarbakır Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmaktadır. Son onarımlar da, Müzeler Genel Müdürlüğünce yapılmıştır. Bu onarımlarda eseri tarihi hüviyetine kavuşturma amacı güdülmediğinden Restorasyona fazla itina gösterilmemiştir. Zenciriye Medresesinde görülen bazı mimari detaylar Mimarî varlığın orta avluda toplandığını yukarıdaki açıklamalarımızda yazmıştık. Üzerinde durulacak detaylarda yine bu kısımda olacağı aşikârdır. Zenciriye mimarı İbrahim Dirhemin maharetli yapı detayları hiç şüphe yokki buradaki revakların kemer çeşitlerinde kendini göstermektedir. Avlunun orta akslarına düşen geniş açıklıktaki kemerler, maharetli ve üstün buluşlu örneklerdir. Girişin hemen önü, üç sıra örgülü, içli dışlı geçmelidir. Yüzlerden biri tek taş, yanındaki iki taş olarak örülmüştür ve konsol kemer şeklindedir. Aralarında başka renk taşda vardır. Baş eyvan önündeki kemer de (Elips) kemer şeklindedir. Buna lâmbalı kemer de diyebiliriz. Önden yarısı aşağı doğru çıkıntı yapar. Yüzden bir atlayarak örgüde bulunan taşların yüzleri rûmî motiflerle bezelidir. Köşe kısımlariyle yanlarda olan küçük kemerlerden aynı sıradakiler, birbirinin aynı olmak üzere çeşitlilik gösterirler. Aralarında, orta özengisi havada çifte kemer olanı da vardır. Bunlar arasında da lâmbalı, yarım uygulu olanlar bulunur. Bugün epeyce harap görülen bu kemerlerin yapımı, oldukça maharetli ve başarılı mimarî buluş ve işçiliği temsil ederler. Zenciriyenin bütün taş işçiliği iyi kalitededir. Son onarımlarla hayli bozulmuş olmakla beraber, eskilerin üstün başarısı en küçük parçasında bile görülmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki; Zenciriye Medresesi plân özelliği ile tam anlamiyle ölçülü bir medrese kuruluşundadır. Yapı ve detay özelliğiyle de; mübalâğaya gitmeyen bir kuruluş ile orta çapta bir yapıdır (88). 134 Hatuniye Medresesi Hatuniye Medresesi üzerinde herhangi bir inşâ kitabesi bulunmadığı gibi, bir kitabe kalıntısına da rastlanmamıştır. Bu nedenle yapının kesin olarak ne zaman ve kim tarafından inşâ edildiği bilinmemektedir. Medresede birtakım incelemelerde bulunmuş olan Metin Sözen yapıyı, XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başlarında yapılmış bir Artuklu eseri olarak tanımlarken; Ara Altun yapıyı, Artuklu devrine konması şüpheli bir eser olarak tanımlamıştır. Yapı üzerinde en kapsamlı çalışmayı Hüseyin Rahmi Ünal yapmıştır. 1975 yılındaki çalışmalarında yapıyı detaylı bir şekilde incelemiş olan Ünal, burada bulunan bitkisel süslemelerdeki özelliklere dayanarak, yapıyı en geç XIII. yüzyılın ilk yarısına tarihlemiştir. Hatuniye Medresesi, Hani ilçe merkezindeki Ulu Camii’nin güney-batısında yer almaktadır. Kuzey-güney doğrultusunda kareye yakın dikdörtgen bir alan üzerine kurulmuş olan yapı, 20.57m x 24.28m ölçüleriyle iki eyvanlı açık avlulu bir plan şeması göstermektedir. Ortasındaki revaklı avlu dışında tüm bölümleri içten beşik tonoz, dıştan düz dam örtülüdür. Kesme taş malzeme ile örülmüş olan bu tonozların, yapıya sonraki onarımlarla birlikte örtüldüğü bilinmektedir Tamamen düzgün kesme taş malzemeden inşâ edilmiş olan yapının güney eyvanı ve bu eyvanın iki yanındaki hücreleri, pencere açıklıklarının üst bölümüne kadar, orijinaldir. Kaldı ki, beşik tonoz ile örtülü olan eyvanın iki yanındaki hücrelerin, aslında pandantif geçişli birer kubbe ile örtülü oldukları, onarımlar öncesindeki eski kalıntılarından anlaşılmaktadır. Dış Cepheler Hatuniye Medresesi’nin güney cephesi, orijinal haliyle günümüze kadar gelebilmiş tek cephedir (Fot. 117). Burası dışarı doğru çıkıntı yapmış sivri külahlı beşgen bir mihrap ve bu mihrabın iki yanındaki ikişer adet pencere açıklığı ile hareketlendirilmiştir. Mihrap çıkıntısının doğu ve batısında bulunan pencereler düz atkılı birer açıklık şeklinde olup, iç içe ikişer adet dikdörtgen çerçeve içerisine alınmışlardır. Dıştaki çerçeveler yatay bir şerit ile birbirine bağlanmıştır. Halat şeklindeki silmelerle sınırlandırılmış olan bu çerçevelerden ilki geometrik desenli, ikicisi ise kıvrım dallı bitkisel bir örnek teşkil etmektedir. Buradaki ilk çerçeveler çaprazlama yerleştirilmiş kırık hatlarla düzgün sekizgenlerin örülmesinden oluşmaktadır. Aralarda oluşan sekizgen kollu yıldızları andıran boş sahaların ortasına ise tabii çiçek şekilleri nakşedilmiştir. 135 Güney cephedeki bu pencere açıklıklarındaki son bir detay da düz atkı taşının üzerinde örülü kûfi kitabe parçalarından kalan kalıntılardır ki, mihrabın hemen doğusundaki pencerede bu kalıntılar açık bir şekilde seçilebilmektedir Güney cepheye hareketlilik katan bir başka yapı ise yarım yuvarlak biçimindeki mihrabın beşgen biçimli destek çıkıntısıdır. Tamamen kesme taştan inşâ edilmiş olan bu yapı, orijinalde yarım yuvarlak bir çıkıntı şeklinde iken, 2005 yılındaki onarımlardan sonra bu biçimi almıştır. Bugünkü haliyle dış taraftan beşgen bir plan şemasına sahip olan mihrabın üzeri de yine beş dilimli sivri bir külah ile örtülmüştür. Üzerinde herhangi bir süsleme unsuru bulunmayan mihrap son derece sade bir şekilde inşâ edilmiş olup, külah kısmı saçak yapacak bir biçimde gövdeden dışa doğru uzanmış durumdadır. Gövde kısmının her bir kenarı da aşağıya doğru uzanan dikdörtgen bir silme ile son bulmuştur. Medrese’nin batı cephesi düz bir duvar şeklinde inşâ edilmiş olup buradaki masif düzeni bozan tek unsur, revaklı avlunun batı kısmında bulunan hücrelerin batıya açılan pencere açıklıklarıdır. Bu açıklıklar dışarıya dikdörtgen planlı basit bir görünüm vermektedirler. Söz konusu pencerelerin hemen üzerinde de ikinci katın yarım kalmış pencere açıklıkları ve beş sıra halinde inşâ edilmiş olan ikinci kat beden duvarları bulunmaktadır. Kuzey cephesi kör bir duvar şeklinde inşâ edilmiş olan yapının doğu cephesi ise biraz daha hareketli tutulmuştur. Doğu cephedeki hareketlilik, dışa taşıntı yapmış giriş eyvanı ile bu eyvanın kuzey ve güneyinde yer alan hücrelerin pencere açıklıkları vasıtasıyla sağlanmıştır. Tüm cepheyle birlikte tamamen sonraki onarımlar sırasında inşâ edilmiş olan pencere açıklıkları, düz atkı taşlı dikdörtgen bir plan şemasına sahiptirler. İç Mekan Hatuniye Medresesi’nin iç kısmına, yapıdan yaklaşık 2.68 m. kadar dışa doğru taşıntı yapmış olan bir giriş eyvanı ile ulaşılmaktadır. Kırık kemerli beşik bir tonoz ile örtülü olan bu mekan son derece yüksek ve dar tutulmuş olup, bu bölümün kuzey ve güney duvarlarına 0.60m. genişliğinde, 1.12m. yüksekliğinde, 0.59m. derinliğinde yarım yuvarlak ve kaş kemerli birer niş açıklığı yerleştirilmiştir. Nişlerin hemen bitiminde düz atkı taşlı giriş kapısı açıklığı bulunmaktadır ki, bu bölümün üzerindeki alınlıkta kare çerçeveli boş bir kitabelik yer almaktadır. Asıl giriş kapısı olarak adlandırılan bu açıklıktan zemini bir basamak alçak tutulmuş, ilk koridordan yaklaşık 0.40 m. daha geniş ve 1.31m. uzunluğundaki ikinci bir koridora girilmektedir. Burası da kırık kemerli beşik bir tonoz ile örtülüdür. Diğer iki bölmede olduğu gibi sivri kemerli beşik bir tonoz ile örtülü olan bu alanın güney tarafında yaklaşık 0.75m. genişliğinde sivri kemerli bir kapı açıklığı 136 bulunmaktadır. Burası yapının üst katına çıkışı sağlayan taş basamaklı bir merdiven şeklinde düzenlenmiştir. Bu bölümde dikkati çeken diğer bir özellik de yaklaşık 0.44m. derinliğinde, 1.12m. genişliğinde olan ve bölümün güney-batı köşesine yerleştirilmiş olan sivri kemerli niş yapısıdır. Bu nişin de süsleme unsuru meyanında sonradan buraya konulduğu bilinmektedir. Farklı ebatlarda art arda dizilmiş bu üç giriş koridorundan sonra, avlunun doğu bölümündeki revağın kuzey-doğu köşesinden avluya girilir. Doğu ve batı yönlerden bir dizi revak ve gerisindeki ikişer adet hücre ile çevrilmiş olan avlu güney ve kuzey yönden revaksız olup, ortadan birer eyvan ve bu eyvanların iki yanındaki birer hücre ile çevrelenmiş durumdadır. Avlunun güney tarafında bir eyvan ve bu eyvanın her iki yanında birer öğrenci hücresi bulunmaktadır Hatuniye Medresesi’nin günümüze kadar ulaşabilmiş en özgün bölümü, güney eyvanıdır. Gerek yan duvarları, gerekse de kırık kemerli tonozuyla orijinal kimliğini hala muhafaza eden eyvanın doğu ve batı duvarlarında hücrelere açılan birer pencere açıklığı, güney duvarında ise ortada bir mihrap nişi ve iki yanında iki adet pencere açıklığına yer verilmiştir. Eyvanın üç cephesini dolanan ayet şeridinin hemen altında yer alan bu pencereler, eğik kesimli düz bir silme ve sekiz kollu yıldızlardan oluşmuş dikdörtgen bir çerçeve içerisine alınmışlardır. Düz atkı taşlı pencere açıklıklarının kenarları yivlerle süslü kalın bir silme ile çevrelenmiş olup, söz konusu silme yukarıdan kırık bir kemer oluşturmuştur. Kemerin sağ ve sol kısmındaki üçgen alanlar ile kemer kilit taşının hemen altındaki alınlıkta bitkisel süslemelere yer verilirken, bu süslemelerin de hemen altındaki bölüme de iki sıra halindeki mukarnaslara yer verilmiştir (89). Zinciriye medresesi 137 DİYARBAKIR HANLARI Diyarbakır’da Osmanlı döneminde birçok han yapılmıştır. Gerek yol genişletmeleri gerekse ilgisizlik ve bakımsızlıktan birçoğu yıkılmış olup günümüze kadar ulaşanlar ise Hasan Paşa Hanı, Çifte Han ve Deliller Hanı (Hüsrev Paşa Hanı)’dır. Diyarbakır’ın tarihi geçmişi içinde, özellikle ticari hayatında hanların önemli yeri olmuştur. Bu hanları ve kervansarayları önemli kılan, Yukarı Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçiş yolu üzerinde bulunan Diyarbakır’ımızın, her devirde ekonomisiyle, sanayi ve ticaretiyle, sanat ve kültürü ile sosyal yaşamıyla bölgemizin hatta Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olmasıdır. Bunun sonucu olarak da Diyarbakır’ın yüzyıl öncesine kadar bile gelişmiş bir ticareti de vardı. 1600’lü yıllardan sonra kenti sıkça ziyaret eden yerli ve yabancı gezginlerin hemen tümünün anılarında; o yıllardaki adıyla AMİD’in, Avrupa’ya hitap edebilen, Asya ve Avrupa ülkelerinde ürünleri tercih edilen, dokumada, kuyumculukta, dericilikte, ipekçilikte, bakırcılıkta, çinicilikte, özellikle de kökboyalı iplikçilikte önemli bir sanayi ve ticaret kenti olduğunu anlatırlar. Kentte, uzak diyarlardan ticaret için gelen bezirgânların, tüccarların katıldığı serbest pazarlar kuruluyor, buralardan alınan mallar, Buhara’ya, Semerkant’a, Bağdat’a, Musul’a, Haleb’e, Basra’ya, Bursa ve İstanbul yolu ile Avrupa’nın çeşitli kentlerine götürülüyordu. Diyarbakır’da dokunan ipekliler, Avrupa pazarlarında kapışılırdı. Anadolu’nun en gelişmiş bakırcılığı, ipekçiliği, dokumacılığı, kuyumculuğu Diyarbakır’daydı. Kafkas ülkelerinden, İran’dan, Moğolistan’dan, Bağdat ve Basra’dan, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden, hatta Moskova’dan buraya gelen tüccarlar ipek, pamuklu ve fevkalade güzel işlenmiş deri ürünleri alıp ülkelerine dönerlerdi. Ticari hayatın gelişme içinde olduğu 1760’li yıllarda Diyarbakır’da bölgesel Gümrük İdaresi vardı. Uzak ya da komşu ülkelerden batıya mal götürmek üzere gelen tüccarlar vergilerini Diyarbakır Gümrüğü’ne yatırırlardı. Yine bu yıllarda Diyarbakır’da İran, Rus, İngiliz ve Fransız konsoloslukları vardı. Bu konsolosluklar bölgenin siyasi yapısı ile ilgilendikleri kadar, ticareti ile de ilgileniyor, kendi ülkeleri ile bölge arasındaki ticareti geliştirmeye çalışıyorlardı. Özellikle İngilizler bu bölgeye daha o yıllarda büyük önem veriyor, ticareti ellerinde tutmaya çalışıyorlardı. Diyarbakır’da ipekçilik, ipek dokumacılığı hayli gelişmiş bir sanat dalıydı. Kentin çeşitli yerlerinde kurulu tezgahlarda dokunan kök boyalı ipek puşular, Diyarbakır Mantini, çadır bezi kirpasları, yün dokuma kutnileri Anadolu’nun dört bir yanına, bu arada Ortadoğu ve Avrupa ülkelerine ihraç ediliyordu. 138 İpekçilik kadar çinicilik de Diyarbakır’da önemli bir sanat dalıydı. Çini ve cam sanayi hayli ileri düzeydeydi. Bu alanda faaliyet gösteren atölyeler Kurşunlu Cami ile İçkale arasındaki Nasuhpaşa Camii çevresindeydi. Bu atölyelerde imal edilen çiniler İstanbul’a kadar gönderiliyordu. Diyarbakır’daki Kurşunlu Cami, Behrampaşa Camii ile diğer bazı cami ve mescitlerin çinileri buradaki atölyelerde imal edilmiştir. Osmanlı ordusunun silah ihtiyacının büyük bir bölümü de Diyarbakır’dan karşılanırdı. Özellikle OBÜS topları İçkale’de bulunan dökümhanede dökülüyor, İstanbul’a gönderiliyordu. Diyarbekir Salnameleri’nde (Yıllıklar), İçkale‘deki silah fabrikasının dökümhanesinde dökülen 6 adet OBÜS topunun 1842 yılında Diyarbakır Müşiri Ziya Paşa tarafından bizzat İstanbul’a götürülerek Tophaneye teslim edildiğine dair kayıtlar vardır. Günümüzde İçkale’de devam eden restorasyon çalışmaları sırasında, bir süre önce yapılan kazılarda bulunan cephaneliğin o dönemden kaldığını söylenebilir. Kısaca; Diyarbakır’ın ticari hayatı, asırlar öncesinde çok daha zengin ve canlıydı. Ve elbette, bu zenginliği, bu canlılığı sağlayan, tamamlayan önemli çarşıları, hanları, kervansarayları vardı. Uzak diyarlardan kente gelen tüccarlar, bezirganlar bu hanlarda ve kervansaraylarda kalıyor, buradaki dükkan ve imalathanelerden alışveriş yapıp ülkelerine dönüyorlardı. Özellikle Selçukluların Anadolu’daki ticareti geliştirmek adına başlattıkları han, kervansaray ve bedesten yapımına Osmanlıların da önem verdiklerini biliyoruz. Bu konuda araştırmalar yapan Prof. Dr. Metin Sözen, “Diyarbakır Tanıtma ve Turizm Derneği yayınları arasında çıkan 1971 tarihli “Diyarbakır Mimarisi” adlı eserinde hanların ve kervansarayların Anadolu’nun ticari hayatındaki önemini vurgularken şu tespitlerde bulunur; “Selçukluların egemenlik yıllarında Anadolu’da düzenli işleyen bir yol sistemi vardı. O dönemde kullanılan bütün yollarda, güzergahın önemine göre belirli uzaklıklara han ve kervansaraylar yaptırılmıştı. Doğudan gelen kervanlar büyük bir güven içinde Anadolu’yu geçip geri döndüklerinden bu anıtsal yapılar uzun yıllar önemlerini korudular. Çeşitli yönlerden gelen yolların birleştiği yer olması nedeniyle Diyarbakır ve çevresindeki hanlar ve kervansaraylar da uzun yıllar işlevlerini sürdürdüler”. Diyarbakır’ın ticari hayatında önemli bir yer tutan hanların günümüze kadar ayakta kalmış olanlarının tümünün Osmanlı yapıları olduğunu söyleyebiliriz. Kent içinde çeşitli amaçlı hanlar olduğu gibi, kent dışında da özellikle kapılara yakın yerlerde konaklama amaçlı hanlar vardı. Akşam güneş battıktan sonra kentin kapıları kapanınca, gelen yolcu ve bezirganlar bu hanlarda konaklar, kente girebilmek için sabahı beklemek zorunda kalırlardı. Kentin her dört ana kapısının girişinde bir han, bir hamam ve bir de cami mevcuttu. 139 Kente giren yabancılar, salgın hastalıklardan korunmak amacıyla önce hamamlara sokulur, buralarda yıkanmaları sağlandıktan sonra kente girmelerine izin verilirdi. Kentteki büyük hanlar en az üç katlıydı. Tümünde hayvan barınakları yer altındaydı. Tüm hanlarda, bodrum katlarda ahırlar, zemin katlarda iş yerleri, üst katlarda da yatacak odalar bulunurdu. Değerli araştırmacı-yazar Dr. Şevket Beysanoğlu, 1963 tarihli “Bütün Cepheleriyle Diyarbakır” adlı eserinde, kentte irili, ufaklı 30 dolayında han bulunduğunu belirtir. Bunlardan Ketenciler Hanı, Eğilliler Hanı, Pamukçular Hanı, Abacılar Hanı, Kilimciler Hanı, İpekçiler Hanı, Yeni Han, Çifte Han gibi yapıların 1915 ve sonrasında çıkan olaylarda, bazıları da sonraki yıllarda çıkan yangınlarda harap olduğunu anlatır. Kentte özellikle köylü pazarlarının bulunduğu Eski Saman Pazarı, Eski Kömür Pazarı, Yoğurt Pazarı, Buğday Pazarı, Melikahmet Çarşısı, Mardin Kapı ve Urfa Kapı semtlerinde yakın yıllara kadar varlıklarını sürdürdüler. Ancak hanların çoğu 1960’lı yıllarda ve sonraki yıllarda kentte motorlu araçların sayısının artmasıyla hayvanlarla yapılan taşımacılın bitmesiyle iş yapamaz duruma düşmeleri sonucu yıktırılarak pasajlara dönüştürüldüler. Bakırcılar Çarşısı, Mardinkapı ile Melikahmet semti çevresinde bulanan Abdülkerim Kaçmaz’ın Hanı, Hana Ömere Ceve, Hana Reşit, Hana Hamit, Hoca Hüseyin Hanı, Abdulgani Begin Hanı ve daha pek çok küçük han yıktırılıp işhanı oldular. Kuşkusuz kent merkezindeki hanların en önemlileri, Ula Cami karşısındaki Hasan Paşa Hanı ile Mardinkapı’daki Deliller Hanı, bir başka adıyla Hüsrevpaşa Hanı’dır. Eskiden, bölgeden Hicaz’a gidecek tüm hacı adayları Diyarbakır’a gelir, Mardinkapı’da Deliller Hanı karşısındaki “Hacılar Harabesi” denilen alanda toplanır, belirlenen günde de buradan kervanlarla yola çıkarlardı. Bu hacıları Hicaz’a götürecek rehberler ise Hüsrevpaşa Hanı’nda barınırlardı. Bu nedenle bu hana “Deliller Hanı” da denilirdi. Bu isim halk arasında sonraki yıllarda bozularak “Deliler Hanı”na bile çevrildi. Ünlü gezgin Evliya Çelebi burayı “Bezirgan Hanı” olarak anar. Diyarbakır fatihi adıyla da anılan Bıyıklı Mehmet Paşa’dan sonra Osmanlı döneminin ikinci valisi olarak kente gelen ve burada 7 yıl görev yapan Hüsrev Paşa tarafından 1527 yılında cami ve medrese ile birlikte yaptırılan bu hanın, kentteki tarihi anıtlar içinde önemli bir yeri vardır. Osmanlı döneminde askeri birliklerin barındırıldığı han, ikinci dünya savaşı yıllarında da hem barınak, hem de askeri İŞ OCAĞI olarak kullanıldı. Özellikle askere alınmış ister Müslüman, ister Gayrimüslim olsun sanatkarların çalıştırıldığı buradaki İş Ocağı’nda askeri birliklerin her türlü ihtiyacını karşılayacak imalat ve onarımlar yapılıyordu. 140 1940’lı yılların sonlarında burada askerliğini yapan Gayrimüslimler arasında bir dönemin ünlü Fenerbahçeli futbolcusu, (Futbolun Ordinaryüsü olarak da ün yapan) Lefter Küçükandonyanis de vardı. Lefter hem burada çalışıyor, hem de o yıllarda çok popüler olan Karagücü takımında oynuyordu. 1950’li yılların başlarında Askeri İş Ocağı kapatıldıktan sonra bir süre kapalı kalan, bu arada da Vakıflar Müdürlüğü’nce onarıldıktan sonra bir ara belediye tarafından sebze hali. Daha sonra da hurdacılara mekan olarak tahsis edilen Deliller Hanı, 20 yılı aşkın süreden beri de “Kervansaray” adıyla turistik otel olarak kullanılıyor. Kentin merkezi yerindeki Hasan Paşa Hanı ise kentin ortasında bulunması nedeniyle, önemli bir ticaret merkezi olarak işlevini asırlardır sürdürüyor. Günümüzde, kapalı bölümü Kuyumcular Çarşısı olarak kullanılan Hasan Paşa Hanı için ünlü gezgin Evliya Çelebi “Kale gibi gayet metin ve müstahkem” tanımını kullanır. Diyarbakır Valilerinden Vezirzade Hasan Paşa tarafından 1575 yılında, etrafında çeşitli dönemlerde çarşı olarak kullanılan kapalı mekanları ile yaptırılan Hasan Paşa Hanı uzun yıllar bakımsız bir biçimde toptancılar çarşısı ve otel olarak kullanıldıktan sonra son yıllarda yeni düzenlemelerle turistik eşya çarşısına dönüştürülerek ticarete açıldı. Bitişiğindeki Kapalı Çarşı da geçen yıllar içerisinde çok değişik amaçlarda kullanıldı. Halen tahtacılar ve kürsü imalatçıları tarafından kullanılan hanın arkasındaki bölüm de eskiden Kuyumcular çarşısı gibi kapalı bir mekan iken geçirdiği büyük bir yangın sonrasında harap oldu. Halen Kuyumcular Çarşısı olarak kullanılan kapalı bölüm, 1940’lı yıllarda Demirciler Çarşısı iken, 1950’li yıllarda Kasaplar ve Sebzeciler çarşısı, sonrasında da Kuyumcular Çarşısı oldu. Burası da asırlar öncesinde Hasan Paşa Hanı’nın ticaretini canlı tutan bedesten bölümüydü. Kısaca; Hasan Paşa Hanı, Deliller Hanı ile Eski Diyarbakır’da ipeklilerin pazarlandığı Urfakapı semtindeki İpekoğulları Hanı, Ulucamı Yakınındaki Çifte Han, Yeni Han, Eski Yoğurt Pazarı’ndaki, şimdilerce çöplük haline gelmiş olan Eski Borsa Hanı, onarımı bir süredir devam eden Demirciler Hanı Diyarbakır ticaretinin can damarı yapılardı (90). Çifte Han Mardin Kapısı’ndan gelen caddenin sağında, sokak ortasındadır. Birbirine bitişik iki handan meydana geldiği için “Çifte Han” ismi verilmiştir. Bu hanın ne zaman inşa edildiği bilinmemektedir. Bugün sadece bir kısmı ayaktadır. Yakın zamana kadar yıkılmadan önce Borsa olarak kullanıldığından Borsa Hanı olarak da bilinmektedir. 141 1810 tarihli vakfiyeye göre Çifte Han “ ulu gözde yukarıda otuz oda ve tahtında yirmi dokuz oda diye bir havuz ve iki ahur ve biri sağîr biri kebîr bir mağaza mülhakatından ve beş adet dükkan ve memşa ve Susuz Gözde yukarıda yirmi altı oda ve tahtında yirmi bir oda ve bir kahve dükkânı ve memşa ve üç adet terzi dükkânı ve kapu arası içinde iki dükkân ve bir ahur ve memşa iki mağaza ve su kuyusu ve mülhakatından dört dükkân” dan meydana gelmiştir. 1804 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden İnciciyan Çifte Han’ı önemli hanlar arasında saymıştır. Resim 1. Çifte Han Deliller Hanı Mardin Kapısı’ndan şehre girerken sağdaki ilk büyük yapıdır. Esas adı Hüsrev Paşa Hanı olup. 1527 yılında Diyarbakır valilerinden Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmıştır. İki katlı olan bu hana Deliller Hanı adının verilmesinin sebebi İslam ülkelerinden Hicaz’a gitmek üzere toplanan hacı adaylarını götürecek delillerin bu handa kalmalarından kaynaklanmaktadır. Resim 2. Dellier Hanı 142 Hasan Paşa Hanı Diyarbakır valilerinden Hasan Paşa ilk önce kuyumcular çarşısını, sonrada Ketenciler çarşısını yaptırmış. Bu iki çarşıya gelen tüccarların konaklaması için de 1572–1575 yılları arasında Diyarbakır’ın ikinci büyük hanı olan Hasan Paşa Hanı’nı yaptırmıştır. Gazi Caddesi üzerinde olan hanın avlusunun ortasında altı sütuna oturmuş üstü kubbeli bir şadırvan yer almaktadır. Bodrumunda ise gelen tüccarların hayvanları için ahır kısmı bulunmaktadır. 1612 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden Polonyalı Simeon şehre geldiği zaman bu hana inmiştir. Simeon, Hasan Paşa Hanını “Mu’azzam kârgir bir bina olan bu hanın 500 beygiri barındırabilecek yer altında iki ahırı, rengarenk demir parmaklıklarla çevrilmiş çok güzel bir havuzu, üç kat üzerine birçok kârgir odaları vardı.” diyerek çok güzel bir şekilde tanıtmıştır (1). IV. Murad Bağdad’ı aldıktan sonra Emakin-i mübareke tezyinatını ve İmam-ı Azam türbesinin altın ve gümüş işlemeli kapısı, avize, şamdan ve kandilleri bu handaki Diyarbakırlı ustalara yaptırmıştır. Resim 3a. Hasanpaşa Hanından Görüntüler 143 Resim 3b. Hasanpaşa Hanından Görüntüler İbrahim Paşa Hanı Ne zaman yapıldığı bilinmeyen bu han 1810 (H.1225) tarihli Şeyhzâde İbrahim Paşa vakfiyesinden anlaşıldığına göre, Salos Mahallesi’nde, Muallak Mescidi’nin alt tarafında ve Deva Hamamı yakınında idi. Bugün mevcut değildir. Resim 4. Sülüklü han (1683) 144 İpekoğlu Hanı Kayseriye Han Melek Ahmet Paşa Hanı Rüstem Paşa Hanı Tütün Han gibi hanlar bugün mevcut değildir (46). İLÇE HANLARINA ÖRNEKLER Hantepe Kralkızı barajı yanı Hesti Hanı 145 Kralkızı barajı yanı Hesti Hanı Şelbetin hanı 146 Şelbetin hanı Şelbetin hanı iç kısmı 147 Çermik Siverek arası Ağaçhan’da 4. Murat’a ait han kalıntısı SU MİMARİSİ Seyyah Rev. Horatıo Southgate’in intibaları’Şehrin kendi surları da hayranlık uyandırıyordu. Şehir hayat konforlarıyla iyi bir şekilde donanmıştı. Caddede taş fıskiyeler vardı Seyyah Dr. Edmund Naumann Diyarbekir’de su bolluğu var. Bu sular altı kanalla şehre taşınıyor demektedir (47). 1873–1876 yılında Diyarbakır merkezde 130 çeşme, 28 değirmen,5 su kuyusu vardı. Silvan’da19 çeşme, Ergani’de 18 çeşme, 2 değirmen, Çermik’te 83 çeşme, 2 su kuyusu, Hani’de 4 çeşme, 8 değirmen, Hazro’da 13 çeşme,1 su kuyusu, 16 değirmen vardı. Eğil kasabasında 4 dink ve değirmen, 2 hamam mevcuttu. 1877 yılında Vali Ahmed Tevfik paşa su kemerlerini onarttı (48). Kanuni Süleyman Bağdat Seferi’ne giderken Karacadağ’dan getirilen “Hamravat Suyu”nu içip rahatladıktan sonra, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi” özdeyişini söylemiş Hamravat suyu:1535’te Kanuni kendi kesesinden bu suyu Diyarbakıra getirdi. Mimar sinanın kalfası Kastamonulu Kasım çelebiyi bu hayırlı işi başarmaya memur etti. Şehre 14 km mesafede bulunan bu su, fen erbabının bugün bile hayretle gördükleri en ince ve derin hesaplarla, kaynağındaki irtifa seviyesini, geçtiği ivicaclı ve tümsekli yerlerde hiç kaybetmemek için tünellerden geçirilerek getirilmiştir. Bağlar mevkiinde 31 m. yüksekliği sağlanarak bu suretle evlerin en üst katlarına çıkabilecek bir boy ve durumda kalması temin edilmiştir (49). Su kantaraları Diyarbakır’ın tarihinde suyun kaynağı ve su yapılarıyla ilgili yapılan araştırmalar incelendiğinde; Diyarbakır sularının Sur içi’ndeki kaynaklar ve şehre dışarıdan getirtilen kaynaklar olmak üzere ikiye ayrıldığını görülür. M. Akif Tütenk 148 Kara Amid Dergisindeki makalesinde Sur içi’nde Ayn-ı Zülal (Anzele, Balıklı), Ali dede ve Kal’a suyu olmak üzere üç kaynaktan bahsetmektedir. Dışarıdan getirtilen kaynakları ise üç ayrı kaynak olarak belirtilmekle beraber dört kaynağın adını vurgulamıştır. Bunlar; 1.) Ulucami’in Payas suyu; 2.) Kaynar’dan getirilen İbrahim Bey suyu; 3.) Yine Payas’tan getirilen Özdemiroğlu Osman Paşa suyu ve 4.) Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle 1538–1541 yılları arasında Diyarbakır valiliği yapan Bali Paşa’nın Gözeli köyünden getirttiği Hamravat suyudur. Ancak dışarıdan getirtilen bu kaynaklardan Ulu Cami suyu, seyahatnamede bir diğer adı olan Ali Pınar suyu olarak geçmektedir. Evliya Çelebi’de ve diğer kaynaklarda Karacadağ yakınlarındaki Gözeli köyünden getirtilen Hamravat suyu hakkında bilgi vardır. Diyarbakır şehrini 1867 yılında ziyaret eden Garden’a göre Hamravat suyu batı yönünden ve çok uzak mesafelerden bir su yoluyla gelmekte idi. Bu yol biribirine iyice geçmiş ve çok muntazam yontulmuş taşlardan inşa edilmiştir. Şehre yaklaşınca üçbuçuk ila dört kadem genişliğinde bir kantara üzerinden geçer. Bu kantara siyah volkanik taşlarla yapılmış ve 27 müstakil ayak üzerine oturmuştur. Birçok yarı yuvarlak kemerler meydana getirir. Rum (Urfa kapı) ve Dağ kapı arasından şehre girer. Şehre 14 kilometre mesafede bulunan bu suyun getirilmesi için yapılan künkler bugün mühendislerin bile hayretle ifade ettikleri biçimde yapılmıştır. Son derece ince ve derin hesaplarla kaynağındaki irtifa seviyesini geçtiğini, tümsek olan yerlerden su kaybı olmadan tünellerden geçirilerek evlerin en üst katlarına ulaşabilecek şekilde yapıldığı bilinmektedir (50). 1928 yılında Diyarbakır valisi olan Mehmed Nazım paşa 1930 yılında hamravat suyunu demir borular içine aldırarak temiz bir surette akıtılmasını sağladı (51). Ergani belediyesi ve su hizmetlerinde, Erganide ilk belediye başkanı Şevki beyin rolü vardır. Daha sonra Loşo Hanifi gelmiştir. 1960’larda Cemal Gülbaharla kanalizasyon gelmiş, ayrıca borularla içme suyu getirilmiştir (52). Resim 5. Suya İrtifa Vermek Amacı İle Yapılan Su İletimi Köprüsü (Su Kantaraları) 149 Resim 6. Karacadağ Suyunu Getiren Su Kantaraları Diyarbakır Su Sistemi Diyarbakır’da mevcut içmesuyu iki ana gruptan ibarettir; kaynak suları ve derin kuyulardan dalgıç pompalarla çıkarılan sular. Gözeli su kaynakları ve 20 kuyudan dalgıç pompa ile çıkarılan sular Bağlarbaşı ana su deposuna isale hattı ile gelmekte ve dağıtımı yapılmaktadır. Ayrıca şehirdeki mevcut depolardan dalgıç motorlarla su çıkarılıp dağıtılmaktadır. İçmesuyu ana kaynaklarının başında Gözeli su membası gelmektedir. Diyarbakır’ın en eski su kaynağıdır. Zamanla kaynağın su kapasitesi artırılmıştır. Bu kaynaktan sağlanan içme suyu 810 l/s kapasiteli bir isale hattı ile şehir şebekesine verilmektedir. Ayrıca şehrimizin değişik semtlerinde bulunan 3 kaynak ve bir su sondaj kuyusu mevcuttur. Bunlardan Alipınar su kaynağı 50 l/s civarında bir debiye sahip olup kaynak üzerinde kurulmuştur. Aynı şekilde pompa sistemi ile suları şehir şebekesine verilen Anzele su kaynağı 150 l/s, İçkale su kaynağı ise 40 l/s’lik bir debiye sahiptir. Koşuyolu su sondaj kuyusunun debisi ise 15 l/s’dir. Bu su direkt olarak şehir içme suyu şebekesine verilmektedir. Halen 34 su kuyusu mevcuttur. Diyarbakır’da kullanılan yıllık ortalama içme suyu miktarı 30000000 metreküptür. Su kirliliği için özel klorlama cihazları kullanılmaktadır. Klorlamanın sağlıklı yapılıp yapılmadığı her gün Çevre Sağlık Müdürlüğü teknisyenlerince şehrin çeşitli yerlerinden alınan su numunelerin tahlili ile denetlenmektedir. İlimizde içme ve kullanma sularının Hıfzıssıhha Müdürlüğü tarafından kimyasal ve bakteriyolojik analizleri yapılmakta olup Çevre Sağlık Müdürlüğü’nce kontrolü yapılmaktadır (53). Diyarbakır’da içme ve kullanma suyu ile ilgili paket proje kapsamında Dicle Barajı şehiriçme suyu isale hattı, isale hattı üzerinden yapılacak hamsu arıtma tesisleri, şehir içi içme suyu projesi, şehir içi kanalizasyon şebekesi projesi, yüklenici firma tarafından yapılmıştır. 2002 yılından beri içme suyu Dicle Baraj Gölünden temin edilerek arıtıldıktan sonra halka verilmektedir. 150 TARİHTE YOL YAPIMI ÇALIŞMALARI M.Ö. 18. yüzyılda Asurlu tacirler Urfa, Maraş, Adana üzerinden Diyarbakır’a ve oradan Malatya yolunu kullanarak Anadolu içlerine ulaşıyorlardı. Diyarbakır daha ilk kuruluşundan beri güney-doğu kültürünü birleştiriyordu. Dağıstan’dan gelen yollar Şam ve Bağdat’a Diyarbakır’dan giderdi. Bir taraftan Bitlis, Van gölü kuzeyi, Hazar denizi güneyi ve hem Kars-Çıldır üzerinden Hazar’ın kuzeyinden gelen yollarla bütünleşmiştir. Diyarbakır BitlisMuş- Çıldır- Kars üzerinden Aras nehri havzasına, Erzurum, Çoruh havzasından Batum’a ve Kafkaslara uzanan yolları içerirdi. İran, Irak ve Azerbeycan’dan gelen yollar Diyarbakır’da kesişirdi Diyarbakır özellikle Van, Halep ve Bağdat yolları üzerinde bir merkezdi. Ayrıca Harput-Sivas– Samsun yolu ile de Mezopotamya, Karadeniz kıyıları bağlanıyordu (61). 4. yüzyıldan itibaren Diyarbakır’ın Suriye, Karadeniz ve Anadoluyu bağlayan kentin kuzey-güney ve doğu-batı yönüne uzanan ana yollarının, başlangıçtan beri ticari faaliyetlere hizmet ettiği anlaşılmaktadır. 1046 yılında Tebriz’den Şam’a giden Nasır-ı Hüsrev adlı seyyahın Farsça seyahatanesine göre güzergah Van, Adilcevaz, Ahlat, Bitlis, Silvan, Urfa, Harran ve Halep şeklindeydi (62,63). Selçuklular döneminde Trabzona hayvan, yün, ipek kumaşlar Diyarbakır üzerinden geliyordu X.yüzyıl Arap coğrafyacılarından Mes’udi ve Istahri doğu ürünlerinin önemli bir antreposu olarak Trabzonu gösteriyor. Halep de bölgede ipek açısından en önemli merkezdi. İpek üretim merkezleri Hazar bölgesindeki Mazandıran, Gilan ve Şirvan vilayetleriydi. Buradan Halep’e ve Bursa’ya ipek giderdi. Halep’e gisen yollar Diyarbakırdan geçerdi. Tebrizden glen kervanlar da Bitlis, Diyarbakır ve Birecikten Halep’e giderdi (64). Artuklu dönemi yol yapım çalışmaları Ahlat-Çermik-Karacadağ-Urfa yolu; Çermik’te Haburman köprüsünün, henüz Amid’i ele geçirmemiş olan Artuklular tarafından Tebriz-Ahlat kervan yolunu, Çermik-Karacadağ üzerinden Urfa-Halep yoluna çevirmeyi başarmak için her altı saatlik yolda yaptırdıkları kervansaraylar dizisinden yaptırılmış olduğu kaydedilir (54). 1780–1840 yılları arasında Diyarbakır-Bağdat yolu bu dönemde, 1- İstanbul-İskenderun-Diyarbakır-Bağdat; 2- Samsun-Diyarbakır-MardinBağdat; 3- İstanbul-Sivas-Diyarbakır-Bağdat olarak bağlantılı idi. Söz konusu yolların XIX. yüzyılın sonuna kadar işlek olduğu görülmektedir. Bu yolun Bağdat tarafından gelen Hint malları, Diyarbakır üzerinden diğer bölgelere sevkedilmiştir. 151 Bu yollara 1- İran veya Dağıstan-Diyarbakır-Sivas-İstanbul; 2- İran veya Dağıstan-Diyarbakır-Halep-Şam; 3- İran veya Dağıstan-Diyarbakır-Bağdat yollarını ilave etmemiz gerekir.1780–1840 tarihleri arasında bu yollar oldukça işlekti (63). Diyarbakır şeriye sicillerine göre XIX. yüzyılda Diyarbakırda ticaret maksadıyla gelen ve değişik hanlarda ikamet eden tüccarlar arasında Halep, Van, Musul, İran, Manastır, Gümüşhane, Rakka gibi değişik şehirlerden tüccarların olması Diyarbakır’ın ticari hayattaki canlılığını göstermektedir (63). Diyarbakırda Tarihte Ulaşımın güzergahını Evliya Çelebi’den de öğrenilebilir: E. Çelebi hamisi Melek Ahmet paşa ile Van’a gitmektedir. En kısa yol tercih edilmektedir. Malatya’dan sonra Vali Van’a geçecektir. Ancak Diyarbakır valisinden alacağının tahsili ve çadır temini için E. Çelebiyi Diyarbakır’a yönlendirir. Ergani yakınlarındaki Başhandayız. Valinin Van güzergahı: Tercil (Hazro) yakını ve Silvan üzeridir. O halde Malatyadan gelecek kısa güzergah burasıydı. E. Çelebinin Validen ayrıldığı yer: Başhandan hareket edip Çermik kalesi yoluyla Sakırdiken hanı, Diyarbakır sınırları içindeki Ortahan ve Eğil yol ayrımına yakın olan Şerbetin hanı (Kalkan) yolu tercih edilmiştir (93). Diyarbakır, İstanbul-Irak güzergahı üzerinde bir şehirdir. Osmanlı imparatorluğunda İstanbul merkez olarak üzere Rumeli ve Anadoluya uzanan güzergahlar vardı. Anadolu güzergahları 3 koldur. 1- Sağ kol: Üsküdar-Gebze-Eskişehir-Akşehir-Konya-Adana-Antakya-HalepŞam-Medine 2- Orta kol: Üsküdar-gebze-İznik-Bolu-Tosya-Merzifon-Tokat-Sivas-Hasan Çelebi-Malatya-Harput-Diyarbekir-Nusaybin-Musul-Kerkük-Bağdat-Basra 3- Sol kol: Üsküdar-gebze-İznik-Bolu-Tosya-Merzifon-Ladik-NiksarKarahisar-ı Şarki-Aşkale-Erzurum-Hasankale-Kars-Tebrizdi (94). Sestini Seyahatnamesinde ‘Diyarbekir kenti, kervanların buluştukları yerdir; kervanlar, İzmir’den, Halep’ten, Tokattan, Erzurum’dan, Şam’dan, Bağdat’tan, Tauris’den ve İran’dan, İstanbul’dan, Trabzon’dan, Musul’dan, Adana’dan ve Cizre’den buraya geliyorlar. Hepsi de başkentler arasında aktif ya da pasif ticaret yapıyorlar’ demektedir (65). Yol yapımı 19. yüzyılda Vali Halid Bey zamanında hız kazanır Diyarbekir vilayeti yirminci yüzyıla hukuk alanında eserler vermiş adliye mesleğinden gelme bir valinin, Kıbrıslı Mehmed Halid Bey’in idaresinde girmiştir. 1880’lerde beş yıl Diyarbekir İstinaf Mahkemesi’nde reislik yapan Halid Bey’in 1896 Ekiminde bu vilayete vali atanmasından sonraki beş buçuk yıl, Sultan II. Abdülhamid devrinden bugüne kadar Diyarbakır idaresinin bir valiye emanet edildiği en uzun süreli dönemdir. 152 Vali Halid Bey yol ve köprü yapımı gibi bayındırlık işlerine de el atmıştır: “Vilayetin turuk ve maâbir inşaatı evvelce matlub-ı âlî derecesinde ilerleyememiş iken, zat-ı âlî-i Vilayetpenâhînin ibtida-yı memuriyet-i celîle- sinden beri ittihaz buyurdukları tedâbir-i sâ’ibe ve serî’a semeresiyle emsâli gayr-i mesbûk bir fa’aliyet ile icrasına muvaffak oldukları bunca me’ser-i umraniyye vilayet halkını ilelebed minnettar edecek ve nâm-ı âlîlerini sitayişle yâd etdirecek âsâr-ı nâfi’a ve hayriyyedendir” (59). Yol ve Köprülerin Onarımı ve İnşası ile faaliyetlerine bakalım. Vilayetin sahile uzaklığı ve yolların bozukluğu, şehrin ziraat, ticaret ve sanayisinin gelişimini olumsuz yönde etkilemişti. Ürettikleri ürünleri ihraç edemeyen ziraatçılar zor durumdaydı. Vali Halid Bey, ziraatçıların bu sıkıntılarını gidermek ve mahsullerini rahat bir şekilde dışarıya nakletmelerini sağlamak için yol ve köprülerin inşaat ve tamiratını hızlandırdı. Halep ticaret yolu vilayet sınırına kadar götürüldü. Bağdat yolu ile Bitlis askeri yolu tamir edildi. 1313 (1897) mali yılı ilk ve sonbaharında vilayet içerisinde yaklaşık 45 km.lik yol, 17 adet köprü, 12 adet kasis; 1314 (1898) mali yılında yaklaşık 42 km.lik yol, 22 adet köprü ve menfez; 1315 (1899) mali yılında yaklaşık 28 km.lik yol, 3 adet köprü ve 18 adet kasis; 1316 (1900) mali yılında ise, 40 km.lik yol, 18 adet köprü, 16 adet kasis tamir ve inşa edildi (60). Ergani-Diyarbakır yolu yapımı 19. yüzyılda Kurt İsmail paşa Harput’a bir şose yaptırmış, yol Ergani’de Bavur köyünün yanından geçmiştir. Bu durum Eski Ergani’nin, şose yakınlarına göçmesine neden olmuştur.1867’de Ergani şosesi yapılmış,1874’de Diyarbakır-Ergani-Elazığ şosesi oluşmuştur (52). Ergani yol yapımıyla ilgili 1869 yılına ait gazete haberi “1869 Yılında Diyarbakır Şehrinden Umur-U Nafıa Haberleri” (Diyarbekir Gazetesi, 12 Ağustos 1285 (24 Ağustos 1869), S.4, s.1-2.). (Diyarbakır) ile (Ergani Maden) i arasında vaki olub onaltı saat imtidadı olan tarikin pek bozuk ve müteassirü’l mürur olması ve tarik-ı mezkur hem dersaadetin caddesi ve hem de şu vilayetin en işlek yolu bulunmasıyla bunun dahi şose olarak yaptırılması ehem göründüğünden vali-i esbak devletlu Mustafa Paşa hazretleri zamanında mübaşeretle (Diyarbekir) in Dağ Kapısından Seyran Köşkü nam mahalle ve Şilbi karyesinden dahi öte tarafa doğru iki koldan bir saate karib mahalle yaptırılmış ise de nakl-i muhacirin vesair bu gibi gailelerin araya girmesiyle ikmaline muvaffak olunamayub kalmışdı. Müşarun ileyh hazretleri zamanında bırakılmış olan mahalden bed’ ile geçen sene yirmi iki dakikalık mahalli yaptırıldıktan sonra kış gelerek bakiyesi bu seneye bırakıldığından mukaddemce ikmaline mübaşeret olunmuş ve (Ergani 153 Maden) kasabasından dahi bir kol olmak üzere beru tarafa doğru tesviye-i tarika başlanmış olubfakat Maden ile (Ergani) kasabası arasındaki tarik gayet iniş ve yokuş olduğundanbunun araba işlemesine salih olacak derecede tesviyesine bir suret verilmesi mümkünolamadığı cihetle bizzarur eski tarikın terkiyle aşağıdan dolaşdırılarak mücedded bir yolyapdırılsa her ne kadar buudiyeti tarik-ı atika nisbetle fark eder ise de iniş ve yokuştankurtulup yüzde sekiz metrodan ziyade irtifaa tesadüf etmeyeceği ve bu takdirce araba istimali de mümkün olacağı ınde’l keşf anlaşıldığına mebni o tarik ihtiyar olunarak iki buçuk mah-ı mukaddem inşasına başlanmışdı. Meclis-i idare-i vilayet azasından olub emr-ü inşaya memur olan ve muvakkaten (Maden) kaymakamı bulunan izzetlü Cemil Paşanın eser-i ikdamatı ve mühendis ve memurin-i sairenin sa’y_ ügayretleriyle şimdiye değin yapılmış olan yol (Maden) den bir canibe doğru iki saat mikdarı imtidad etmiş ve (Diyarbekir) cihetinden inşa edilen kol dahi Üç Kapular nam mahalle takarrübeylemiş olmağla bimennihi teala şu iki tarikın ahd-i karibde birbirine ittisali içün saye-imehasinvaye-i mülükanede vilayetce pek aşurı sarf-ı mesai olunmakdadır. Tarik-ı mezkurun mümerrinde ve (Diyarbekir) e dört saat mesafede vaki Deve Geçidi denilen nehrin kış mevsimlerinde tuğyanıyle mürur u ubur mümkün olamayub yolcular zaruri iki saat kadar yolu uzatarak Şerbetli tarikıyla gidüp gelmeye mecbur olduklarından masrafının amele ciheti usulü üzere ahali-i mükellefeye ve mimar ve gereç mesarıfı daire-i belediyeye ait olmak üzere nehr-i mezkur üzerine bir köprü inşasıkararlaştırılarak bundan bir buçuk mah-ı mukaddem anın dahi inşasına başlandı. Divan-ı Ahkam-ı Adliye Nazırı mehasin müessiri devletlü Cevdet Paşa hazretleri birinci numaralı gazetemizde münderec olduğu üzere (Diyarbekir) rüşdiye mektebi içün (54). Tarihte Diyarbakırda şehirlerarası yollarla ilgili önemli çalışmalar yapılmıştır. Diyarbakır salnamelerine (c.4) bakalım: Turuk ve Me’âbir- Üç yüz on üç sene-i maliyesi ilk ve son baharlarında vilayet dahilinde müceddeden ve tamiren vuku bulan turuk inşaatının mikdarı kırk dört bin altı yüz yetmiş metre tulünde olup bundan Bitlis tarîk-i askeriyesiyle vilayete ait olan ve Silvan tarîkinde inşa edilen on beş bin metrenin on üç bin üç yüz doksan iki metresi mükemmel şose olduğu gibi bin altı yüz sekiz metresinin de tesviye-i türâbiyesi icra ve külliyen şose halinden çıkan Haleb Caddesi’nde vaki Siverek tarikiyle Samsun Caddesi olan maden tarîkinde de tamiren inşa edilen yirmi dokuz bin altı yüz yetmiş metreden on üç bin sekiz yüz kırk metresinin şosesi mükemmelen inşa kılınıp on beş bin sekiz yüz otuz metresi de derdest-i ikmâldir. Biri üç diğeri iki gözlü ve tam kârgir iki köprü ve dört kasis ile iki bin sekiz yüz kırk metre mik’abî duvar müceddeden ve on beş aded köprü ile sekiz aded kasis tamiren inşa ve ameliyat-ı mezbûrede yirmi dört bin yüz altmış yedi amelenin ma’a-cezâ ve cezasız olarak yüz kırk bin dört yüz yetmiş yedi yevmiyelerine mukabil mükellefiyetleri icra ettirilmiştir. Üç yüz on dört senesi ilkbaharı ameliyatının mikdarı da otuz üç bin üç yüz on beş metre tülünde olup bunun on bin yetmiş beş metre şosesi ile üç yüz metre mik’abî 154 duvarı Bitlis tarîk-i askeriyesinde müceddeden ve yirmi üç bin iki yüz kırk metre şose ile altı menfez beş yüz elli metre mik’abî duvarı da Haleb tarîkinde tamiren tesviye ve inşa olunduğu gibi ameliyât-ı mezbûre on dokuz bin yüz kırk amele-i mükellefenin ma’a-cezâ ve cezasız yüz elli bin dört yüz yevmiyelerine mukabil îkâ kılınmıştır. Vilayetin turuk ve me’âbir inşaatı matlûb-ı âlî derecesinde ilerleyememiş ve pek geri kalmış olduğu halde zat-ı âlî-i vilayet-penâhînin zaman-ı memuriyetleri olan on yedi mâh zarfında ittihâz buyurdukları tedâbîr-i sâibe ve serî’a semeresiyle emsali gayr-i mesbûk bir faaliyet ile icrasına muvaffak oldukları bunca me’ser-i Ümraniye vilayet halkını ilelebed minnetdâr edecek ve nam-ı âlîlerini lisan-ı sitayişle yâd ettirecek âsâr-ı nâfi’a ve hayriyedendir. Bu yoldaki ikdâmât-ı ciddiyet-perverâne beher sene teyessür-nümâ-yı husul olursa bâdî-i şahrâh-ı selamet olan tesviye-i turuk ve me’âbir işi vilayetçe sene be-sene tayy-ı merâhil ve mesafât ile az zaman içinde vâsıl-ı menzil-i aksa’l-gâyât olacağı şüphesizdir. ŞEHİRCİLİK VE MİMARİ Tanzimat Dönemi 1839 yılında Tanzimatın ilanıyla birlikte geleneksel Osmanlı idaresinden vazgeçilmiş, kurumlar kurallar ile oluşmaya başlamıştır. Tanzimat Fermanı ile başlayan yeni yönetim arayışları tüm Osmanlı kentlerinde olduğu gibi Diyarbakır’ın kent yapısında da önemli dönüşümlere yol açmaya başlamıştır. Aslında, Osmanlı kentlerinde karşılaşılan karşıt odaklı bir gelişme süreci Diyarbakır kentinde de görülmekte ve kent eski kent alanının etrafına eklenen yeni parçalarla genişleme göstererek büyüme sürecine girmektedir. Diyarbakır’da Tanzimat sonrası bayındırlık çabalarının ilkine 1868–1875 yılları arasında Diyarbakır’da valilik yapan Kurt İsmail Paşa döneminde rastlanılmaktadır. İlk kent dışına çıkış hareketi bu valinin Elazığ yolu üzerinde “Seyran Tepe” olarak bilinen yerde bir hastane, bir kışla, bir cami ve “Mülkiye Dairesi”ni yaptırmasıyla başlar. Daha sonra ise bunları Rüştiye Okulu ile “Fis Kayası” üzerinde yaptırdığı bir sanat okulu izler. 1870 tarihli Vilayetler Kanunu ile vilayet merkezlerine İstanbul’dan gelen devlet memurlarının yerleştirilmesi, yeni tanımlanan yönetim işlevlerini barındırması için bir merkez inşa edilmiştir. Osmanlı döneminin güvenli ortamında kale yerleşmelerindeki düşük yoğunluğa rağmen kale dışında varoşların olması ve buna bağlı olarak artan konut talebi ve yoğunluğu, zaten ateşli silahların gelişmesiyle işlevsiz kalan kalenin önemini yitirmesi sürecini başlatmıştır. Kent merkezi yayılma göstermeye başlamış, dükkanlar ana eksenler boyunca evlerin alt katlarında da belirmeye başlamıştır. Bu dönem aynı zamanda, yönetici sınıfın konaklarında görülen işlerin devlet dairelerine taşındığı dönem olmuştur. Bu amaçla kentte, vilayet konağı, hükümet konağı gibi binalar yapılmaya başlanmıştır. 1873 yıllı “Diyarbekir Vilayeti Salnamesi”ne göre, 155 Diyarbekir merkezinde 1 vilayet konağı, 1 hükümet konağı, 1 cezaevi, 4164 hane, 14 han, 7 karakol, 1868 dükkan, 124 ambar, 25 fırın, 23 kahve, 13 hamam, 27 dink, 32 dabakhane, 6 iplikhane, 7 boyahane, 8 çömlekhane, 4 meyhane, 28 değirmen, 9 böcekçilik, 28 cami, 32 mescit, 4 medrese, 4 mektep, 1 Rüştiye, 11 köşk, 5 tekke, 6 türbe, 8 havuz, 130 çeşme, 5 su kuyusu, 11 kilise, 16 buz kuyusu, 83 buz gölü, 7 İslam kabristanı, 4 Hıristiyan mezarlığı, 22 bostanlık mevcuttur. Vali Derviş Paşa zamanında, Dağ ve Mardin kapıları ile İçkale kapısının onarıldığı, İsmail Hakkı Paşa zamanında ise 5 camii şerif ve İçkale camii bitişiğindeki Hz.Süleyman Türbesinin tamir edildiği, 1 rüştiye mektebi, 3 kışla, 1 vilayet konağı inşa edildiği, 5 çeşme yapıldığı, Millet Bahçesi’nin açıldığı, su bentleri ile Hamravat su yolunun tamir edildiği, Guraba Hastanesi’nin açıldığı, 21 dükkan, 2 fırın, 1 kahve, 1 dabakhane inşa edildiği yazılıdır. 1876 yıllı Vali Tevfik Paşa zamanında çıkarılmış olan “Diyarbekir Vilayeti Salnamesi”ne göre de kentte, 4119 hane, 2111 dükkan, 8 cami, medrese, mescit, 54 dink ve değirmen bulunmaktadır. 1873 yıllı salnameyle karşılaştırıldığında 3 yıl içinde konut sayısında azalma olurken dükkan sayısında artma olduğu görülmektedir. 1884 yılında Vali Sırrı Paşa tarafından şimdiki Numune Hastanesinin ilk nüvesi olan “Gureba” hastanesi açılmıştır. 1885 yıllı “Diyarbekir Vilayeti Salnamesi”ne göre Diyarbakır kentinde artık, 4164 hane, 3916 dükkan, 28 cami, 32 mescit, 4 medrese, 1 Mülkiye Rüştiyesi, 1 Askeri Rüştiye, 35 mektep, 7 kütüphane, 5 tekke, 11 kilise, 6 Hıristiyan mektebi bulunmaktadır. 1889’da ise daha önce yapılmış sanat okulunun karşısına idadi ve sultani binası yapılarak bu iki okul sur dışından açılan bir yolla kente bağlanmıştır. Naumann 1890’da Diyarbakır’a geldiğinde Dağkapı tarafında surların altında çok renkli bir hayatın olduğunu ve burada çingeneler ile Kürtlerin konakladığını belirterek büyük kale kapısından içeri girildiğinde ise, sokaklarda gerçek bir doğu hayatının hüküm sürdüğünden bahsetmektedir. 1891 yıllı “Diyarbekir Vilayeti Salnamesi”ne göre, belediye binası Vali Arif Paşa zamanında inşa edilmiştir. Vali Hacı Hasan zamanında da idadi mektebi binası, Buğday pazarı (Kebir Çarşısı), İçkale’de hapishane ve jandarma kışlası yapılmıştır. 1894 yıllı “Diyarbekir Vilayeti Salnamesi”ne göre de, adliye binası 1893’de inşa edilmiştir. Guraba Hastanesi de 1893’de 40 yataklı bir hale getirilmiş, İdadî 1892’de, leylî (gece) kısmı ise 1894’de açılmıştır. Darülmüallimin ve Enas (kız) rüştiyesi 1893–1894 ders yılında eğitime başlamıştır (55). Genel anlamda kent, XVII. yy. başlarında ulaştığı sınırlarını XIX. yy. sonlarına kadar korumuştur. 1899 yılında Müşir Semih Paşa Urfa kapısında Askeri Rüştiye binası yaptırmış; Ordu kumandanı Ferik Cemal Paşa döneminde ise Ordu Kumandanlığı binası ile Adliye binası İçkale’de hizmete girmiştir. Bu dönemlerde kentte Ermeni nüfusun artmasına bağlı olarak, özellikle yabancı misyonun sağladığı imkanlar da kullanılarak Protestan kilisesi inşa edilmiş ve daha önce yapılanlar da onarılmıştır. 156 1950’ye kadar ki dönem: En elverişli alanlar düz bir ova karakteristiği gösteren doğu ve özellikle kuzey yönüdür. Yeni Demiryolu ve istasyon da kuzeyde yer almaktadır. Bu nedenle kentin kuzeye açılması daha kolay olacağından, biri kentin istasyonla bağlantısını sağlayacak öteki Elazığ yolu bağlantısını kuracak iki yeni sur kapısı (Dağ kapı, Urfa kapı) açılarak geniş iki bulvarla bu ilişkilerin kurulması sağlanmıştır. İki bulvar arasındaki bağlantı ise biri sura yakın ve paralel öteki biraz daha kuzeyden buna paralel iki caddeyle oluşturulmuştur. Bu ikinci caddenin orta konumunda yeni bir yönetici merkeze temel oluşturmak amacıyla Genel Müfettişlik bina ve lojmanları, kolordu Komutan evi, diğer kamu yönetim binaları inşa edilmiştir. Lise, memur evleri, öğretmen lojmanları bu yönetim merkezini çevreleyen öteki yapılar arasında sayılabilir. Dağ Kapı-Elazığ yolu Bulvarı üzerinde ise Tiyatro, Sinema ve diğer çok yönlü kültürel amaçlı bir bina, Orduevi, Halk evi, Vali konağı, Parti Merkez binası, Kız Enstitüsü gibi binalar bulvarı geliştirmek amacıyla yapılan çeşitli kamu fonksiyonlu binalar olarak sayılabilir. İstasyon caddesi üzerinde ise 1950’ye doğru ve 1950’nin ilk aylarında şehir stadyumu ve bir ilkokul binası yapılarak, daha sonraki yıllarda ise Sümerbank Şayak Fabrikasıyla tamamlanacaktır. Bir başka oluşum ise yine Dağ kapısından ayrılıp surlara paralel olarak Dicle yönüne uzanan yol üzerinde 1935–45 yıllarında yapılan yapılardır. Tekel Rakı Fabrikası, Devlet Hastanesi, bunlar arasında sayılabilir. 1950’lere doğru Yatılı Öğretmen Okulu, bir açık hava sineması bu yapılara eklenmiştir. Sözünü ettiğimiz yapılar yol bitiminde (Fis kayası mevkii) meşrutiyet dönemi yapılarından olan bir süre Lise ve Sanat okulu olarak kullanılan karşılıklı iki tarihî yapıyla son bulmaktadır. Sözünü ettiğimiz imar hareketleri halkın geniş ölçüde günlük hayatında sur dışına açılması ve bir gel - git olayının yaşanmasını yeni bir kent yaşam ve yapı tarzıyla karşılaşmasını, aynı zamanda kullanmasını sağlamıştır. Özellikle Elazığ Caddesi, geceleri halkın nefes aldığı gezinti yerleri haline gelmiştir. Yani bir gelişme alanının açılması daha ileriki tarihlerde eşraf ve esnafın yerleşme tercihlerini bu yönde etkileyecektir. 1945 yılına kadar kent nüfusunun tamamı sur içinde yaşamaktadır ve 1945 kent nüfusu 40.000 dir. Sur içinde yapılan ilk imar operasyonu 1916 yılında Vali İzzet Paşa tarafından, bugün kendi adını taşıyan Dörtyol-Saray kapısı arasındaki caddenin açılmasıyla başlar. İkinci operasyon ise Dağ Kapı’smdaki Kale kapısı ile bugünkü sur yıkıntısı arasındaki surların yıkılarak yeni gelişme alanlarına geniş bir çıkışın sağlanmasıdır. Bu operasyonla dört yol-dağ kapı caddesi oluşmuş ve Elazığ yolu ile ilişkilendirilen bulvarla bütünleştirilmiş, Dört yol- Urfa kapı caddesi bir ulaşım aksı olarak açılmıştır. Bu operasyonlar geleneksel ticaret aksının sözünü ettiğimiz yeni 157 caddelere kaymasını ve genişlemesini sağlarken, Belediye ile Dört yol arasındaki ticaret aksımn da kendini yenilemesine yol açmıştır. Sur içinde bir başka önemli değişme geleneksel Diyarbakır evleri nin kullanımındaki dönüşümlerdir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Cumhuriyet Döneminde Diyarbakır’ın yönetsel açıdan önem kazanması ve bölgesel bir hizmet kenti özelliğini kazanması, geniş ölçüde bir memur ve asker nüfusunun birikimine neden olmuştur. Bu nedenle ortaya çıkan kiralık ev sorunu sur içindeki konutlarda ortak kullanış sistemiyle çözümlenmiştir. Geleneksel Diyarbakır evlerinin avlulu kullanış yapısı, avlu çevresinde bağımsız birimler şeklinde düzenlenmiş odaların kiraya verilmesi, diğer fonksiyonların ise ortak kullanılmasına elverişli olduğundan, artan nüfusun emilmesine elvermiştir. Bu kullanışta fiziksel bir bozulma veya konutun parçalanması ya da eklerinin yapılması söz konusu değildir. Konutların ortak kullanışa açılmasının, yeni bir komşuluk ilişkisi toplumsal iletişim ve değişmeyi birlikte getirdiği söylenebilir. Bu dönemin bir başka önemli olayı 1944 yılında sur içi için Koruma Kararının alınmasıdır. Bu karara paralel koruma imar planının yapılması için 1990 yılını beklemek gerekecektir. Dönemin olumlu bir adımı da gelişme alanlarında oldukça geniş bir alanı kamulaştırılmasıdır. Sözünü ettiğimiz kamu kurumlarına ait binalarla memur konutlarının öteki kamu ve kültür binalarının yapımı bu yolla sağlanabilmiştir. 1950 -1960 Dönemi: a) Sur dışına ilk çıkışlar Tüccar ve Esnaf kesimiyle başlamıştır. Yerleşmeler önceleri ayrık düzende, bahçeli genellikle iki ya da üç katlı evler şeklindedir. Kooperatiflerin ve kredilerin teşvikiyle daha sonraları çok katlı bitişik düzende apartmanlaşma gözlenmektedir. Kat Mülkiyeti yasasının bu konuda etkili olduğu söylenebilir. Her iki tür yapılanma da kendi adını taşıyan «Müfettişlik» çevresinde ve Lise caddesi üzerinde yer almıştır. Bu yeni oluşum içinde mahalle çarşıları diyebileceğimiz küçük alışveriş nüveleri oluşmuştur. Belediye alt yapı ve arsa açısından bu eğilimleri desteklemiştir. b) Sur içindeki gelişmeler birkaç yönlüdür. Bir kere geleneksel Diyarbakır evleri hızla el değiştirmektedir. Yeni malikler kasaba ve kır kökenlidir. Ancak bu dönem içinde henüz bir fiziksel bozulmadan söz edilemez. Sur içinde konut edinemeyen daha düşük gelir grubu içinde yer aian kırsal kökenli nüfus, sur ile eski geleneksel evlerin bitim sınırları içinde kalan alanlarda yine avlulu fakat köy evleri tarzında gecekondu aıanlarmı oluşturmuştur. Benzeri küçük nüvelerin sur dışında ona bitişik şekilde oluşmaya başladığı da gözlenebilmektedir. Ali Paşa, Abdal-dede gibi mahalleler bu dönemin konut yerleşmeleridir. 1960 yılma gelindiğinde sur içi dahil üç tip konut seçilebilmektedir. Siyah bazalt taştan yapılmış geleneksel Diyarbakır evleri, kerpiçten yığma tekniği ile yapılmış kenar mahalle veya gecekondu evleri, yeni şehir kesiminde yer alan betonarme ev ve apartmanlar (56). 158 1960’lardan Sonra Diyarbakır’da Şehircilik ve 1962–1964 Yılı İmar Planları Türkiye’de 1960’lı yıllar ülke yönetiminde yeni bir dönemin başladığı yıllar olurken 1961 Anayasa’sı, devlet yapısında önemli değişikliklere yol açıp, önemli kurumsal yapıların oluşumuna öncülük etmiştir. Bunu takiben yerel yönetimlerde de yeni bir yapılanma sağlanmaya çalışılmış ve 1960–1963 yılları arasında yerel yönetimler merkezi idarenin yönetiminde kalmıştır. Merkezi idarenin tüm kentlerin sağlıklı planlanması yönündeki çalışmaları sonucu, 1962 yılında birçok kentte olduğu gibi Diyarbakır sur içini ve dışını kapsayan 6 paftalık 1/1000 ölçekli imar planları yapılmıştır. Ancak, Diyarbakır’ın nüfusunun 1960 yılında ilk kez 100 binin üzerine çıkarak 124 718 kişiye ulaşmış olması, bu planların yetersiz kalmasına neden olmuştur. Bu dönemler, kırdan kente nüfus hareketlerinin yoğunlaştığı dönemlerdir. Tarımsal yapı çözülmüş, büyük köylü kütleleri kente göç etmeye başlamıştır. Diyarbakır, 1960’lara dek kamu yatırımları ve dengeli nüfus artışının getirdiği sosyo-ekonomik ortam içinde dengeli ve planlı kentsel gelişmeyi sürdürmekte iken, 1960 sonrası göç ve nüfus artışının baskısı, merkezi ve yerel yönetimlerin planlı kentleşmeyi yönlendirmedeki yetersizlikleri nedeniyle, genel olarak plansız bir gelişme süreci yaşamıştır. Ancak kontrolsüz olarak gelişen bu durum, çevre tahribinin hızlanmasına yol açmıştır. Bunun bir yansıması, Bağlar Bölgesi’nin plansız biçimde hisseli parseller üzerinden denetimsiz olarak yapılaşması olarak görülmektedir. Kuzey doğusu demiryolu, batı ve kuzeyi karayolu ile sınırlanmış olan Bağlar Bölgesi, 1960 öncesi Anadolu kentlerine özgü bağların yer aldığı bir bölge iken, 1963’ten başlayarak kuralsız ve denetimsiz biçimde yapılaşmıştır. Başlangıçta hisseli parseller üzerinden gecekondu niteliğinde kaçak yapılaşma biçiminde süren gelişmeler, göç ve nüfus artışının da baskısı ile kaçak apartman yapımına dönüşmüştür. 1960’ların ikinci yarısında Diyarbakır’ın nüfusu 162 467 kişiye ulaşmış, Bağlar’da başlayan plansız gelişme devam etmiş, 1970’lere kadar demiryolu istasyonunun doğusu planlı, batısı plansız gelişen ikili bir kent yapısı oluşmuştur. Diyarbakır’ın 1965–1967 yıllarında da 1/1000 ölçekli sur içi ve sur dışı planları hazırlanarak yürürlüğe konmuş, kent, kale dışındaki gelişimini bu plan çerçevesinde gerçekleştirmiştir (3). Bu plan, sur dışındaki apartmanlaşmayı yaygınlaştırıcı nitelikteki kararlara sahipken, sur içinde de çok katlı betonarme binaların yapılmasının yasal zeminini oluşturmuştur. Sürekli bir nüfus artışına maruz kalan Diyarbakır’ın nüfusu ise, 1970 yılında 238 504 kişiye, 1975 yılında 281 960 kişiye ulaşmıştır. Artan nüfusun konut talebi Kayapınar Bölgesinde başlangıçta kırsal nitelikli Kayapınar (Peyas) yerleşiminin çevresinde ve 1970’lerde Huzurevleri bölgesinde plansız gelişmeler biçiminde olmuştur. Diyarbakır kentinin gelişmesini kısıtlayan doğal ve yapay eşikler aynı zamanda gelişme yönlerini etkilemiş, kentin makraformunun oluşumunda belirleyici olmuş, Dicle vadisinin batı yamaçlarının topografyası doğu yönündeki gelişmeyi sınırlandırmıştır. Havaalanı güney-batıdaki gelişmeleri, kuzeydeki askeri alan ise bu bölgedeki gelişmeleri kısıtlamıştır. 159 1960 sonrası plansız ve yağ lekesi gibi yayılma eğilimi gösteren kent, mevcut yollar ve yeni açılan karayolu bağlantıları boyunca gelişme göstermiştir[. Kent dışında kamu tarafından 1978’de kurulan Tekel Tütün Fabrikası, 1968’de başlanan küçük sanayi sitesi, Sümerbank İplik Fabrikası gibi çalışma alanları ile kent dışında yer seçen kamu kuruluşlarının çekiciliği de kent makroformunun oluşmasında etken olmuştur. Bu ve benzeri etkilerle kuzeyde 1975’lerde Elazığ yolu çevresinde Seyrantepe, 1970’lerde Sanayi civarında Huzurevleri, Şehitlik Mahallesi’nde Ben-u Sen Bölgesi’nde kamu arazisi işgali ya da hisseli parseller üzerinde yapılmış gecekondu bölgeleri oluşmuştur. 1980’lerden Sonra Diyarbakır’da Şehircilik ve 1985–1994 Yılı İmar Planları Diyarbakır kentinin nüfusu, 1980 yılında 374 264 kişiye, 1990 yılında ise, 600 640’a ulaşmıştır. Bağlar bölgesinde 1960’lardan sonra başlayan plansız yapılaşmaya, 1985 planı ve 1994 planı ile planlanma ve denetim arayışı getirilse de bu çabalar yeterli olamamış, altyapısız, plansız gelişme yoğunluk artışı ile sürmüştür. 1985’lerde, yeni Mardin ve Urfa yollarının da etkisiyle gelişmeler bu yolların çevresine kaymış, bu bölgelerde işyerleri ve kamu kuruluşlarının yanı sıra planlı ve plansız konut gelişmeleri yoğunlaşmıştır. 1985 yılında yürürlüğe giren planın alanı Sur, Yenişehir, Bağlar ve o dönemde köy statüsünde olan Kayapınar bölgesidir. 1985 sonrası kentin yayılma alanı Şanlıurfa ve Elazığ yolu ile bu yollar arasındaki Kayapınar Bölgesi’nde yoğunlaşmıştır. Bu dönemde, güneyde Şehitlik bölgesi büyümesini sürdürmüştür. Kentin mekânsal gelişme sürecinde, bazı eski kırsal yerleşme alanları da kentin yayılma alanı içinde kalmıştır. 1990 yılının temel olgularından biri, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşanan ve “zorunlu göç” olarak adlandırılan nüfus hareketinin oluşması ve kentlerde nüfusun artmasına bağlı olarak yaşanan yoğunlaşma baskısıdır. Türkiye’deki birçok kent merkezinde olduğu gibi Diyarbakır da bu durumdan etkilenmiş ve göç eden kesimin tercih ettiği kent merkezlerinden biri olmuştur. Yaşanan bu durum yerleşme alanlarını etkilerken, geleneksel ticaretin yoğun olduğu sur içi bölgesi ile zaten bir kısmı çarpık gelişen bağlar bölgesi daha fazla yoğunlaşma baskısına maruz kalmıştır. Yeni göç edenler, genellikle daha önce köyden göçerek yerleşen ailelerin yanına sığınmış ya da aynı avlu üzerinde niteliksiz kaçak yapılar yaparak bu alanlara yerleşmiş, böylelikle mevcut parseller kendi içinde bölünmüş ve yoğunluk artmıştır. Bu bölgeler, yapılaşma, sosyal ve teknik altyapı eksikliği, nüfus yoğunluğu ve sosyoekonomik açılardan kentin en sorunlu bölgelerinden birisi olmuştur. Ayrıca, yoğun göç bir taraftan, 5 Nisan, İplik Fabrikası ve Beşyüzevler gibi hiçbir altyapı hizmetinin gitmediği yeni semt ve mahallelerin doğmasına yol açmıştır. Diğer taraftan da öncelikle Bağlar ve sur içinin dışında Şehitlik, Ofis, Yenişehir, gibi kentin eski yerleşim alanlarının değişmesine ve özellikle bu bölgelerde dikey büyümelerle konut ve nüfus yoğunluklarının artmasına neden olmuştur. Gözeli, Yolaltı ve Dokuzçeltik gibi köy 160 yerleşmeleri kent alanına katılmış, Huzurevleri, Kayapınar, Dicle Mahallesi ve Benu- Sen gibi mahallelerde gecekondulaşma katlanarak artmıştır. 1990’ların ikinci yarısında yaşanan bir gelişme süreci de Seyrantepe, Aziziye mahallesindeki toplu konut gelişmesidir. 1970’lerde Seyrantepe civarında başlayan gecekondulaşmayı önlemek amacı ile 1983’te Gecekondu Önleme Bölgesi olarak planlanan arazi kamu eline geçmiştir. Toplam 266 hektarlık bölge 1994 yılında Toplu Konut bölgesi ilan edilmiştir. Bunun 165 hektarlık bölümü Gecekondu Önleme Bölgesi olarak 1983’te kamulaştırılmıştır. 22 hektarlık bölümü üzerinde kaçak yapılaşma ve gecekondu bulunan bölgede 1994’ten bu yana 3 etapta 3586 konut üretilmiştir. Bunun yanı sıra, Elazığ yolu üzerinde Üçkuyu Bölgesi’nde de 188,24 hektarlık toplu konut alanı planlanmıştır. Alanın %57’si TOKİ’ye ait olup, diğerleri özel mülkiyettedir. Toplu konut alanında yaklaşık 4600 konuta (23,000 nüfusa) yönelik planlama yapılmıştır. 1. Etap proje çalışmaları TOKİ tarafından sürdürülmektedir. Son dönemlerde, özellikle 1990 sonrası gelişmeler Elazığ ve Şanlıurfa yolları arasındaki Kayapınar Bölgesine kaymıştır. Bu bölgenin plansız gelişimi, 1985 planı ile kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bu bölgede düşük yoğunluklu Diclekent konut kooperatifi ve benzeri gelişmeler bölgenin çekiciliğini arttırarak planlı gelişmeyi de özendirmiştir. Ancak 1994 ve daha sonraki planlar ile yapılan revizyonlar ve yeni plan çalışmaları ile bölgenin yoğunlukları 1985 planına göreli olarak 3–4 kat artırılmıştır. Bu bölge kentin başlıca gelişme alanlarından birisi olup, temel sorunu aşırı yoğunlukla gelişme eğilimidir. Şanlıurfa, Elazığ, Silvan ve Mardin yolları ulaşabilirlikleri nedeniyle çeşitli kullanımların ve kentsel fonksiyonların çekim alanları durumundadır. Kentin makroformu bu yollar üzerindeki gelişmelerle saçaklanmaktadır. Yolların çevresinde akaryakıt ve servis istasyonları gibi yolboyu tesisler, satış yeri, galeriler, sanayi, depolama tesisleri, kamu kurumları, farklı nitelikte yerleşim alanları gibi kentsel kullanışlar yer seçmektedir. Bu yollardan Şanlıurfa ve Elazığ yollarının çevresi, mikroklima vb açılardan çekici olması nedeniyle, konut yerleşimi açısından da çekicidir. Yenişehir Bölgesi ile Şehitlik, Bağlar ve Kayapınar yerleşmelerinin bir bölümü düzenli ve planlı gelişme gösteren kent parçalarıdır. Toplam konut alanlarının %36’sı düzenli gelişen bölgelerden oluşmuş, Bağlar, Huzurevleri, Seyrantepe, Şehitlik, Dicle yamaçları Yeniköy gibi bölgelerde ise, konut alanlarının %26’sı düzensiz ve plansız gelişmiştir Kayapınar yerleşmesinin, Diyarbakır Belediyesi Mücavir alandan çıkarak ayrı belediye olarak örgütlenmesi ve bu bölgedeki gelişme baskıları gelişmelerin plan değişiklikleri ile yönlendirilmesini önlemek amacı ile Kayapınar bölgesi 2005 yılında bütün olarak planlanmıştır. Bu planla, plan sınırları batı ve kuzey batı yönünde genişletilmiştir. Planlama raporuna göre, 2287 hektar alan planlanmış olup bunun 143 hektarı mevcut, 723 hektarı gelişme konut alanı niteliğindedir. Kayapınar İmar Planı ile bölgenin yoğunlukları artırılmış, 1985 onaylı planlara göre yoğunlukları iki katına çıkartılmıştır. Halen kentin en fazla gelişen bölgesi niteliğinde olan bölgede imar planlarının en önemli sorunu yoğunlukların yüksek olmasıdır (57). 161 İLÇE EVLERİNDE TAŞ MİMARİ ÖRNEKLERİ Ergani ilçesi evleri Zeki Efendinin Konağınin harabe hali ektedir Bu konak Çiftpinar caddesi üzerinde eski hastahanenin yanındaydı. Zamaninda görrkemliydi. Şimdi bu yıkıntılı hali bile kalmadı,. tamamen yıkıldı. duz bir tarla haline getirildi. (Müslüm.Üzülmez) Siverek yol ayrımı-Ergani arası köylerde evlerde bazalt taş kullanılıyor. Alitaş köyü 162 Alitaş köy, Köyde bazalt taş kullanımı yaygın Demirli köyü camisi 163 Karacadağ’ın etkisiyle bazalt taş kullanılmış 164 Silvan evleri Silvan Sadık bey evi 165 KAYNAKLAR 1. Birgül Savaş: Diyarbakır surları. D.Ü. Arkeoloji bölümü lisans tezi. 2000.s.32 2. Zeynep Rona, Müren beykan (eds) Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi. YEM yayın Bölüm yazarları. Z. Sönmez., G. Yalçıner. 1/311, 2/824, 2/1305, 3/1911 3. Eyüp Önal ve ark: Diyartbakır’da Eğitim. MEB. Diyarbakır. 1998. s. 8 4. Türk Parlemento Tarihi. TBMM. Yay. 1950–1954. VI/7276 5. Prof. Dr. Orhan Cezmi Tuncer. Diyabakır Yapı Sanatından Kesitler. 1. Bütün Yönleriyle Diyarbakır sempozyumu. 27–28 Ekim. 2000. 6. www.Vikipedi.org 7. Şehmus Diken. Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İletişim yay.İst. 2003.s. 272 8. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakır Tarihi. Büyükşehir Belediye yay. Ank. 2003…c.2.s.718 9. Yakup Bilge: Geçmişten Günümüze Deyrulzafaran Manastırı. İst. 2006 s.25,48,81,84,91,142,145 10. William Heude. Voyage de la Cota deMalabor a Constantinople. Paris.1820 M. Şefik Korkusuz: Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yay. İst. 2007.s .13,54 11. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. 1995. 12. Yrd. Doç. Dr. Alpay Bizbirlik 16. yüzyıl ortalarında Diyarbeiır beylerbeyliğinde vakıfları. Ank. TTK yay.2002. 13. Şeyhmus DİKEN Mimarlık Kentleşmenin Neresinde? BİA Haber Merkezi Diyarbakır 30 Ekim 2004, 14. Meral Halifeoğlu. Tarihi Diyarbakır Surları ve Suriçi Bölgesi. Diyarbakır’da Tarım. Çevre ve Doğa Sempoyumu. 2011. c. 2 15. Aylin Erçin Kahveci Danışman: Yrd. Doç. Dr. Abdullah Kadayıfçı Diyarbakır Yöresinde Bazalt Taşının Yapı Malzemesi Olarak Kullanımının İncelenmesi Üzerine Bir Araştırma. T.C. Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Bilimleri EnstitüsüYüksek Lisans Tezi Yapı Eğitimi Anabilim Dalı Isparta–2008 16. Şevket Beysanoğlu: Anıtları ve kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi. 1/110–112: 17. Doç. M. Faruk Toprak: Arap kaynaklarında Diyarbakır. Diyarbakır Müze Şehir. s: 132 18. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. 1995. s. 19 19. M Şefik Korkusuz: Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003.s.61 20. Albert Gabriel. Diyarbakır Surları. Çev. Kaya Özsezgin. Ank. 1993. s. 32 166 21. Doç. Dr. Vecihi Özkaya. Birgül Savaş. Diyarbakır surları. D.Ü. Arkeoloji. Lisans tezi. 2000. s. 7 22. Prof. Dr. Halil Değertekin. Dünden bugüne Diyatrbakır ve Diyarbakır surlarının onarımı. 1. Diyarbakır sempozyumu. 27–28 Ekim. 2000. s. 28 23. Mazhar Bağlı – Abdülkadir Binici. Kentleşme tarihi ve Diyarbakır kentsel gelişimi. Bilim adamı yay. Ank. 2005.25 24. Nevin Soyukaya Diyarbakır Ve Çevresi Arkeolojlsînîn Anadolu Arkeoliojisindeki Yeri ve Önemi Diyarbakırı Tanıtan Adam. San Matb. Ank.1998 . S.286 25. Havva Özyılmaz. Diyarbakır Geleneksel Konut Mimarisinde Morfolojik Analiz: Geleneksel Konutların Güncel Kullanımda Değerlendirilmesi (Doktora Tezi) Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Ocak 2007 26. Prof. Dr. Zülküf Güneli Diyarbakır Kent Kimliği İçin Önemli Bir Öğe Suriçi Dokusu ( Diyarbakır Kale-Kent ). 1.Uluslararası Nebiler Sahabiler, Kralalr Kenti Sempzoyumu.2009 27. Erhan Bıçakçı. Tarih öncesi devirlerde malzeme ve mimarlık XXII. Dünya Mimarlık Kon gresi. İst. 2005. s. 25–32. 28. Ayşe Demirtaş. Prof. Dr. Muhammet Besir Asan İslam Fethine Kadar Diyarbakır Yüksek Lisans Tez_T.C. Fırat ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Elazıg 2007 29. Zülküf Güneli, Ayhan Bekleyen. Eski Diyarbakır konutları Diyarbakırı Tanıtan adam. San matb. Ank. 1998 30. Mine Baran, Aysel Yılmaz. Bazalt Taşlı Kent: Diyarbakır. Diyarbakır Tarım Çevre ve Doğa sempozyumu. 2011. c. 2 31. Yrd. Doç. Dr. Mine Baran, Öğr. Gör. Aysel Yılmaz. DİYARBAKIR KÖŞKLERİ. Birinci uluslar arası Nebiler Sahabiler Azizler Krallar Kenti sempozyumu. 2009 32. Öğrt. Görv. Dr. Emine Dağtekin. Eski Diyarbakır’da Hamam Mimarisi Ve Hamam Kültürü Birinci Diyarbakır Nebiler Sahabiler Azizler Krallar Kenti Diyarbakır. 2009 33. Metin Sözen Diyarbakır’da Türk Mimarisi. İst. Evren ofset. 1971. s. 114 34. Yrd. Doç. Dr. Neslihan Dalkılıç, Yrd. Doç.Dr. F. Meral Halifeoğlu. Diyarbakır Merkez Ve İlçelerinde Yer Alan Tarihi Köprüler. Birinci Diyarbakır Nebiler Sahabiler Azizler Krallar Kenti Diyarbakır. 2009 35. Diyarbakır İl Yıllığı –1967. s. 275 36. 2. Uluslararası Diyarbakır sempozyumu. Osmanlı belgelerinde Diyarbakır 37. Şengül Baydur Yrd. Doç. Dr. Davut Kiliç. Salnamelere Gore Diyarbakir Vilayeti’nde Dini ve Sosyal Yapı (Yüksek Lisans Tezi ) Elaziğ–2007. 38. Metin GÜLTEKİN Diyarbakır’daki Dinsel Mekânların Kent İmajı Üzerine Etkileri Diyarbakır’da Tarım Çevre ve Doğa sempozyumu. 2011. c. 2 167 39. Nimet Gökçe Korkmaz. Doç. Dr. Can Binan (Ytü) Diyarbakır Kiliseleri Kapsamında ‘’Surp Sargis Kilisesi’’ Koruma Ve Restorasyon Önerisi. Yüksek Lisans Tezi. Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü İstanbul, 2006 40. M. Hadi Tezokur. Diyarbakır’da Ayakta Duran Üç Kilise. I. Uluslarası Nebiler Sahabiler Azizler Krallar Kenti Diyarbakır sempozyumu. 2009 41. Prof. Dr. Kenan Haspolat. Diyarbakır’ın manevi envanteri 2.Uluslararası Nebiler Sahabiler Krallar Kenti Sempozyumu. Diyarbakır. 2011 42. Gönül Çantay Akkoyunlu Cami Mimarisinin Osmanlı Cami Mimarisine Etkileri. Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır. 2008. s. 474. 43.http://www.diyarbakirrehber.net/sayfalar–77-Diyarbak%C3%BDr_ Turbeleri.html 44. Mevlüt Mergen 30 Kasım 2011, Yeniyurt Gazetesi Ashabdan Malik Bin. Eşter (R.A:) Hz. Türbesi Ve Bir Mektup 45. Kenan Yakuboğlu, M. Salih Erpolat, Mustafa Sarıbıyık. Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. Dicle Üniversitesi. 2011. 46. Vedat Güldoğan. Diyarbakır Kültürü. Kripto yay. Ank.2011. 47. M. Şefik Korkusuz. Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay.İst. 2003. s. 43,47,179 48. Diyarbakır İl Yıllığı–1967. s. XIX. 49. Şevket Beysanoğlu: Diyarbakırım. 1986. II/151–156 50. Öğr. Gör. Aysel Yılmaz, Yrd. Doç. Dr. Mine Baran. Diyarbakır’ın Tarihi Suları Ve Çeşmeleri Diyarbakır’da Tarım Çevre ve Doğa Sempozyumu. 2011. C. 2 51. Abdülgani Fahri Bulduk: Diyarbakır valileri. yayına hazırlayanlar: Eyyüp Tanriverdi. Ahmet Taşğın. Medrese yay Ank. 2007. s. 186 52. Müslüm Üzülmez: Çayönü’nden Ergani’ye Uzun Bir Yürüyüş. Ladin matb. İst. 2005. s. 676,263 53. T.C. Diyarbakır Valiliği Çevre Ve Orman Müdürlüğü Diyarbakır 2004 il Çevre Durum Raporu Diyarbakır - 2005 54. Ara Altun: Anadoluda Artuklu Devri Mimarisinin Gelişmesi. Kültür bak yay. İst.1978. s. 206 54. Dr. M. Halis Özer“1869 Yılında Diyarbakır Şehrinden Umur-U Nafıa Haberleri”* E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi - Issn: 1308–9633 Sayı: Iıı Nisan 2010 55. Yrd. Doç. Dr. Türkan Kejanlı. diyarbakır’da sur içinin tarihi gelişim evreleri 1.UluslararasıNebiler Sahabiler Azizler Krallar Kenti sempozyumu. 2009. Diyarbakır 56. Prof. Dr. Rıfkı Arslan Diyarbakır Tarihî Kentsel Kesiminde Toplumsal - Ekonomik ve Mekansal Yapı Özellikleri Diyarbakır’ı tanıtan Adam. San matb. Ankara.1991 57. Yrd. Doç. Dr. Türkan Kejanlı Diyarbakır’da Şehircilik Ve Çarpık Kentleşme Tarım Çevre Ve Doğa Sempozyumu. Diyarbakır. 2011 168 58. Derman Bayladı. Dinler Kavşağı Anadolu. Say yay. Ank.1998. s. 17 59. Abdulhamit Kırmızı. Kıbrıslı Halid Bey’in Diyarbekir Valiliği (18961902)Editörler Bahaeddin Yediyıldız Kerstin Tomenendal. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır. 2008. c. 1 60. Hatip Yıldız. DiyarbakırValisi Mehmed Halid Bey’in Beş Yıllık İcraatı ve Hazırladığı RaporEditörler Bahaeddin Yediyıldız Kerstin Tomenendal. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır. 2008. c. 2 61. İbrahim Özcoşar. 315 no’lu Diyarbakır şeriyye sicili. D.Ü. Tarih Bilim dalı yüksek lisans tezi. 2000. s. 6–7 62. Doç. Dr. Fatma Acun. 16. Yüzyılda Diyarbakır şehrindeki ekonomik faaliyetler. 1. Bütün Yönleriyle Diyarbakır sempozyumu. 27 Ekim. 2000. s. 201 63. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. 1995. s. 13,14,15,315 64. Serkan Sarı: Ortaçağda Diyarbakırda ticaret. I. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır. 2004 . s.8 64 65. M Şefik Korkusuz: Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003 66. www.diyarinsesi.org. 27 Nisan 2012. 67. Taşlar ve Düşler DİYARBAKIR - Diyarbakır Büyükşehir Beld. Yayını 68. Doç Dr. Abdurrahman Acar. Arzu Güzel. Tarihçesi ve mimari özellikleriyle Diyarbakır. D.Ü. İlahiyat Fak. Lisans tezi.2005. s. 8 69. DoçDr. Vecihi Özkaya. Birgül Savaş. Diyarbakır. Surları. Lisans tezi.2000. s. 18 70. Prof. Dr. Halil Değertekin. Diyarbakır surları. Kitabeler ve kabartmalar. Diyarbakır tanıtma vakfı yay. 71.Mehmet Ali ABAKAY. http://www.edebiyatdostlari.com/tarih/946diyarbakir-kalesinde-motiflerle-kabartmalar. htmlDiyarbakır Kalesinde Motiflerle Kabartmalar 72. Doç Dr. Vecihi Özkaya, Yrd. Doç. Dr. Gürol Barın, Hasan Kunağ. Diyarbakır Ulu camii kitabeleri. D.Ü. Arkeoloji. Lisans tezi. 2001.13 73. www.kenthaber.com 74. http://www.gezikitap.com/ 75. Beysanoğlu, Şevket, Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, l. Cilt, Sf.271 76. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, c. 6, sf. 122. Zuhuri Danışman yayını 77. Şefik Korkusuz. Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003. s. 255 ‘ 78. Hayri Yoldaş. Celal Güzelses. Diyarbakır. 2005. s. 6 79. Sefernâme Sayfa: 11,12,13,14.: Z. Abidin Çiçek. Diyarbakırın fethi,Tarihi ve Kültürü. Diyarbakır. 2007 80. Doç Dr. Vecihi Özkaya, Yrd. Doç. Dr. Gürol Barın, Hasan Kunağ. Diyarbakır Ulu camii kitabeleri. D.Ü. Arkeoloji. Lisans tezi. 2001. 13 169 81. Ali ÖZKAN D iyarbakır ulu camiiDicle Ünv. Fen Edeb. Fak. Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Diyarbakır- (Lisans Tezi)- 2000 82. Doç Dr. Abdurrahman Acar. Pınar Malkoç. Ulu Cami. D.Ü. İlahiyat Fak. Bitirme tezi. 2005.s.7 83. Atan, A. “Diyarbakır Ulu Cami ve Hayvan Figürleri Üzerine”, D.Ü. Eğitim Fakültesi, Resim-İş Eğitimi Bölümü Dergisi, Nisan 1996, S. 4, s.1–8 84. William Heude. Voyage de la Cota deMalabor a Constantinople. Paris.1820 M. Şefik Korkusuz: Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yay.İst. 2007.s. 13,54 85. /www.turkmania.com/ 86. Resul Çoban D.Ünv. İlahiyat Fak. Diyarbakır / 2004 HZ. SÜLEYMAN CAMİİ (Lisans Tezi) 87. Fügen İlter (Tunçdağ), Artuk Oğulları Sanat Eserleri, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1963, S. 34–35,154, 167. Fügen İlter Erken Devir Anadolu Türk Mimarisinde 12. ve 13. Yüzyıl Artukoğulları Medreselerinin Yeri 88. Mahmut Akok Diyarbakır Ulu Camii Mimarî manzumesi, Vakıflar Dergisi: S.VIII, Ankara: Ongun Kardesler Matbaası, 1969, s. 113–139, 30 89. Mehmet Latif Demir. Ortaçağ’dan Günümüze Eğil Ve Hani’deki mimari Eserler Yüksek Lisans Tezi Van–2007 T.C. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı Genel Sanat Tarihi Bilim Dalı 90. Mehmet Mercan Diyarbakır’ı Anlatmak; 31. Diyarbakıryahoogrup 91. Emine Dağtekin Osmanlı Döneminden Günümüze Ulaşan Geleneksel Diyarbakır Hamam Mimarisi. Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır sempozyumu.2008 92. Ergün Eşsizoğlu. Diyarbakır mail grup 93. Martin van Bruinessen ve Hendrik Boeschoten. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İst. 1997. s. 243. 94. Prof. Dr. Yusuf Hallaçoğlu. XIV- XVIII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet teşkilatı ve Sosyal Yapı. TTK yay. Ank. 2007.s.166–167 95. Orhan Cezmi Tuncer. Anadolu Kervanyolları. Vakıflar genl md. yay. Ank. 2007. s.59,167 96. http://kortiktepe.com/ 97. Prof. Dr. Muhammet Besir Asan Ayaş Demirtaş. İslam Fethine Kadar Diyarbakır Yüksek Lisans Tez_ T.C. Fırat ÜnSosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Elazığ 2007 98. Derman Bayladı. Dinler Kavşağı Anadolu. Say yay. Ank.1998. s. 17 99. Yasemin Esentürk, Ayşe Tuba Ökse, Ahmet Görmüş. Anadolu Bronz Çağın’dan Deprem İzleri. İnternational earthquake symposıum Kocaeli. 2007 100. Şefik Korkusuz. Eski Diyarbekir’de Gündelikhayat. Kent yay. İst. 2007. s. 22 170 DİYARBAKIR İDARİ TARİHİ Kenan HASPOLAT* Nizamettin HAMİDİ** Diyarbakır Tarihi Kronolojisi M.Ö.10.400 Bismil-Körtiktepe (Neolitik dönem) M.Ö. 8.000 Ergani Çayönü (İlk yerleşik düzen) M.Ö.3000–1260 Hurri (İçkalenin yapımı) M.Ö.1260–653 Asurlar (Eğil kalesi) M.Ö.775–736 Urartu-İskitler-Medler M.Ö.550–331 Persler-Büyük İskender-Partlar-Sasaniler M.Ö.69-MS.395. Romalılar. Surların yapımı MS.395–639. Bizanslılar MS.639–661. Müslüman Araplar MS.661–750. Emeviler MS.750–869 Abbasiler-Hamdaniler MS.984–1085 Mervaniler MS.1085–1183 Selçuklular-İnaloğulları-Nisanoğulları (Müslüman Türkler) MS.1183–1231 Artukoğulları MS.1232–1401 Eyyübiler-Anadolu Selçukluları-Timur MS.1401–1507 Akkoyunlular MS.1507–1515 Şah İsmail MS.1515–1923 Osmanlılar MS. 1923-------- Türkiye Cumhuriyeti (66) Diyarbakır ve Çevresinde Kurulan Kentler ve Bu Kentlerin İdaresi Yazılı belgelere göre Yeni Asur döneminde Diyarbakır ve çevresinde Tushan ve Amedi adlarıyla iki Asur eyalet merkezi oluşturulmuştur. Bu iki eyalet çevresinde olan Tidu, Sinabu ve Damdammusa ise birer Asur kenti olarak kurulmuş ve buralara özel önem verilmistir (1). Kentlerden Tidu ve Sinabu’nun I.Salmanassar (Sulmanuasared) (MS. 1274–1245) zamanında Nairi ülkelerinin sınır bölgesinde, Tushan’ın Orta Asur döneminde Dicle kıyısında, Damdammusa’nın da Tur-Abdin’in kuzeyinde II. Assurnasirpal (883–859) öncesinde kurulduğu bildirilmektedir. Bu kentlerden Tushan, Üçtepe’ye; Sinabu, Üçtepe ile Diyarbakır arasındaki Murattası (Pornak) na; kralı ve güçlendirilmiş kent olarak tanımlanan Damdammusa, Kazıktepe veya *Prof. Dr. Kenan HASPOLAT **Editör: Yrd. Doç. Dr. Nizamettin HAMİDİ 171 Tavşantepe’ye; Tidu ise Tepe höyüğüne denk gelmektedir. Kalhu yazıtının Yukarı Dicle yöresine düzenlenen 882 yılı seferi ile ilgili bölümünden aktarılana göre Damdammusa kenti, II. Assurbanipal’in kentidir. Yine II. Assurbanipal’in yazıtından aktarılana göre Tushan’da ise kralın ikametgâhı için bir saray kurmuştur. Kuruh Monolitinden aktarılana göre II. Assurbanipal, bölgedeki savunma ve diğer ihtiyaçları için Tushan, Damdammusa, Sinabu ve Tidu’yu üs olarak kullandığı gibi, ülkesinin geçimi için Nairri ülkelerinin hasadını toplayıp depoladığı kentler olarak da kullanmıştır. Kentlerin idaresine gelince Asur devletinde, imparatorluk ortalarda merkezileştirilmiş valiler ile idare ediliyordu. Sınır boylarında ise Asur kralını tanıyan, vergi ödeyen ve harp zamanlarında asker gönderen yarı müstakil krallıklar mevcuttu. Kentlerin yöneticiliğine gönderilen valiler vardı. Kentlerden Tushan’a gönderilen adları bilinen valiler, III. Adad-Nerari (810–783) döneminde 794 yılında Mukin-abua; III. Assur-dan (772–755) döneminde 764 yılında Sidqu-ilu; III. Tukultiapil-Esarra (Tiglat-Pileser) (744–727) döneminde 728 yılında Duri-Assur; II. Sarrukin (721–705) döneminde 707 yılında Sa-Assur-duppi ve Sin-Sarra-iskun (623-612) döneminde 616 yılında Bel-iqbi’dir. Amedi’ye tayin edilen valiler ise 799 yılında Marduk-ismeani, 768 yılında Aplaja, 762 yılında Tab-bel, 726 yılında Mardukbela-usur, 705 yılında Nashurbel’dir. Bu valilerden Nashur-bel’in bir başka belgede Sinabu kentinin de valisi olarak geçmesi, kentin Amedi’ye bağlı olabileceğine kanıt olarak gösterilmektedir (67). DİYARBAKIR’DA TARİHİ KAMU BİNALARI VE FAALİYETLERİ Diyarbakır’da tarihi kamu binaları İç kale dışında ve İçkale içinde olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır. İç Kale dışında; Belediye, Gureba hastanesi, Mekteb-i İnas (Kız mektebi), Mekteb-i İadi, Fiskaya’da önce Islahhane, sonra Sanayi mektebi, sonra Darülmuallimin (Öğretmen okulu) olan bugünkü (2012 yılı) Ticaret ve Sanayi Odası faaliyet göstermiştir. İç Kale içinde; Daha çok idari binalar mevcuttur. Bunlar Hükümet konağı, Adliye, Jandarma binası, Cephanelik (Ziraat Bankası), Vakıflar müdürlüğü ve Defterdarlık. DİYARBAKIR İÇ KALESİ Diyarbakır İç Kalesi, toplum olarak, tarih içerisindeki evrelerin ortaya çıkartılıp, incelenmesinde çok önemli bir yere sahiptir. İç Kale’nin tarihinden biraz bahsedilirse; İç Kale’nin bulunduğu Viran Tepe Diyarbakır’ın ilk yerleşim yeri olup, tarihi neolitik döneme kadar uzamaktadır. İç Kale 367– 375 tarihleri arasında Romalılar Döneminde inşa edilmiştir. Diyarbakır’a egemen olan tüm devletlerin yönetim merkezi olmuştur. Diyarbakır İç Kalesi, surlarla çevrili alanın kuzeydoğu köşesine inşa edilmiştir. Burada yapay bir yığma tepe (Viran Tepe veya Top Tepe) 172 oluşturulup, tepenin çevresi ise sur duvarları ve burçlar ile güçlendirilmiştir. İç Kale Dicle Vadisi’nin bilinçli olarak en sarp yerinde kurulmuştur. Fiskaya ve yakınları, topoğrafik açıdan savunmanın en kolay yeridir. Karacadağ’dan püsküren bazalt taşları burada son bulurken derin bir uçurum oluşturmuştur (1). İç Kalenin Fethi ve Fethediliş Tarihi Diyarbakır-İçkale’nin fethi sırasında Bizans’ın başında Heraklius bulunuyordu. Diyarbakır-içkale o dönemde Dara adında bir kadının elinde idi. Diyarbakır’ın fethi de içinde bulunduğu “Cezire” fethiyle aynı tarihte olmuştur. Zira İslam fetihleri içersinde en kolay ve en kısa zamanda gerçekleşen fetih şüphesiz cezire fethi olmuştur. Iyaz bin. Ganem islam ordusu birkaç koldan Urfa, Resulayn, Mardin, Samsat, Dara ve Amid’i çok kısa bir sürede fethettiler. Bu konuda her hangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Ancak asıl net olmayan genel adıyla Cezire, özelde Amed’in fetih tarihidir. Bu ihtilaflarla beraber, ittifak edilen husus Diyarbakır’ın Cezire bölgesindeki diğer yerlerle beraber aynı tarihte fethedilmiş olmasıdır. Tarihi kritiği bir yana İslam Ordusunun oraya gelişinin yılını, ayını hatta gününü dahi zikreden tek tarihçi Vakidi’dir. Bunun dışında “Cezirenin fethinden söz eden kaynaklar; bu bölgede fethe konu olan şehir, köy ve kalelerin isimlerini vermelerine rağmen, Amid’in ismini zikretmemişlerdir. İşte bu açıdan Vakidi’nin bilgileri bu yönden büyük bir önem arz etmektedir. Fetih olayını en ince detaylarla aktardığı gibi Amid önüne geliş gününü de zikretmiştir. Vakidi’ye göre İslam Ordusu; 638 yılı 7. Cemadil’ula cuma günü Amid’in önüne gelmiştir (57). İyaz b. Ganem komutasındaki ordu sekiz bin kişilik olduğu ve bu askerin içinde bine yakın sahabenin olduğu kaynaklardan aktarılmıştır. Ordu yol boyunca mevcut kaleleri fethederek, bazılarını da barış yoluyla alarak Diyarbakır Surları önüne gelmiştir. İyaz b. Ganem, Tell (şimdiki Mardin Kapı), Said b. Zeyd Rum (Urfa) kapısına, Muaz b. Cebel, Ermen (Harput-dağ) kapısını, Halid b. Velid Babul-ma (Su-Dicle-Yeni kapı) tarafını kuşattılar. O tarihte Amed, Meryem-i Dara adında bir kadının yönetimi altında idi (58). Said Paşa ise, bu sırada Antak isminde bir Rum emirinin Amid veya Meyyafarikin (Silvan) vali ve muhafızlığına atanmış olduğunu ve İslam Orduları bölgeye gelmekte iken Amid’ de mevcut askeri ve tahkimatı savunma için yeterli bulduğunu kendisinin Meyyafarikin’i müdafaaya gittiğini ileri sürer. Kuşatma uzun sürdü. Bütün saldırılar, şehri baştanbaşa kuşatan muhkem ve muhteşem surlar karşısında neticesiz kalıyordu. Müslümanlar beş ay kadar bu kale duvarları dibinde beklemeye katlandılar. Bu arada İyaz b. Ganem, Hakem b. Hişam’ı bir miktar kuvvetle Meyyafarikin’e göndererek fethetti. Nihayet Halid b. Velid, sur dibinde sık sık yaptığı keşiflerden birinde surun doğu (Dicle vadisine bakan) yönünde, şimdiki Adalet Dairesi’nin (Eski hükümet konağı) bahçesi içindeki sur duvarında gördüğü gizli bir deliğin genişleterek oradan içeri girebileceğini tespit etti. 173 Durumu İyaz b. Ganem’e anlattı. Halid b. Velid, bir gece yanına yüz kadar iyi savaşan ve çoğu sahabeden oluşan erleri alarak bu delikten içeri girdiler. Bu yere yakın olan ve şehrin fethinden sonra Fetih kapısı (lçkaleden hastahanelere çıkan yol üzerindeki kapı) ismini alan kapıyı açarak müslümanların içeri girmesini sağladılar. Bu kapıyı açmak için nöbetçilerle yapılan savaşta en az yirmi beş kişinin şehit olduğu anlaşılmaktadır. Böylece Amed fethedilmiş oluyordu (58). Vakidi Kitabul Futuh eserinde Amed’in fethini söyle rivayet eder. “Arap Ordusu gelmezden önce Amid de iki kardeş hüküm sürmekte idi. Bunlardan birinin ismi Pıtris, diğerinin adı Yuhanna idi. Pıtris şehrin doğu tarafında, Yuhanna batı tarafında otururdu. Yuhanna’nın Rağura, Pıtris’in Satura isrninde birer kızları vardı. Her iki kardeşten her biri arası surla bölünen kısmında kendilerine ait işlerle uğraşırlardı. Günün birinde Yuhanna evlenmek istedi. Dara hükümdarı ismi Meryem olan Mantavus’un kızına talip oldu ve evlendi. Meryem, zeki ve kurnaz bir kızdı. Amid’e gelince şehrin güzelliği, havası ve manzarası, bol su ve bahçeleri gözünü kamaştırdı. Aradan bir müddet geçti. Bir gün Pıtris, kardeşi Yuhanna’nın kızı Sufra’yı oğlu Lavene’e istedi. Yuhanna da Pıtris’in kızını kendi oğluna diledi. Ancak uyuşmadılar ve araları açıldı. Aradaki surun kapılarını kapadılar, birbirlerine gidip gelmez oldular. Bu durumu memnuniyetle karşılayan Meryem, şehri ele geçirmek için artık faaliyet zamanın geldiğine kanaat getirerek işe koyuldu. Dolabını çevirmek için ortaya düştü. Kardeşlerin arasını bulacağım diye büyük bir ziyafet hazırladı. Her iki tarafın bütün yakınlarını davet etti. Bir hayli naz ve ikramdan sonra taraflara ve yakınlarına kendi eliyle zehirli şaraplar sundu. İçenlerin tamamı öldü. Her iki hükümdarın soyundan kimse kalmamıştı. Meryem hemen hükümdarlığını ilan etti. Halka huylarına göre muamele ederek, sevgi ve güvenlerini kısa sürede kazandı. Amid’in Rum kapısı tarafında Rum ülkelerinde benzeri olmayan büyük bir kilise inşa ettirdi. Rum ülkelerinden getirilen ünlü din bilginlerini himaye etti. Bu şekilde şehri on iki yıl yönettikten sonra İyaz b. Ganem orduları geldi. Vakidi aynı zamanda gizli su deliğinin tespitini de şu şekilde aktarır: “Amid’in sarılışı sırasında çadırını su kapısı civarında (bu günkü Kıtırbil ve Yeni köyde karargâh yeri olmuş) kurmuş olan Halid b. Velid her gün yanındaki askerlerle şehrin o yanlarında gözcülük yapıyordu. Human adında bir kölesi vardı. Bu köle her gün arpa unundan yapılma olan birkaç ekmeği iftar için Halid b. Velid’in çadırına bırakırdı. İki üç gün ekmek bulamayan Halid b. Velid ‘azık mı tükendi nedir üç akşamdır ekmek yok’ diye sordu. Kölesi de her akşam ekmeği bıraktığını söyledi ve çadırı gözetlemeye koyuldu. Kale duvarının dibinde bir köpek gelerek çadırına girip ekmeği kaçırdığını gördü. Köpeği takip etti, köpeğin kale duvarı dibindeki bir sel çukuru yolundan içeri girdiğini tespit etti. Koşup Halid b. Velid’e haber verdi. Halid b. Velid gidip baktı ve sevindi. ‘Mahiyetimde suyolundan şehre girmek için Allah uğruna kendimi kodum. Benimle içeri girmek için sizden yüz kişi isterim’ dedi. Çıkan yüz kişiyle doğruca Iyaz b. Ganem’in yanına gidip keyfiyeti bildirdi. O da 174 ordusuna kale içinden tekbir sedaları işitir işitmez hemen harekete geçmelerini teklif etti. Halid b. Velid gece yarısı yüz kişiyi alıp su yoluna gitti. İlkin Halid b. Velid, ikinci Amr b. Avsah, üçüncü Huzeyfe b. Sabit, dördüncü Amr b. Beşir ve diğerleri içeri girdiler. Doğru şehrin orta yerine vardılar ve orada yüksek sesle tekbir getirmeye başladılar. Uykuda olanlar uyandı uyanık olanlar da korkudan titremeye başladılar. Halid b. Velid, icab eden yerleri tutturdu ve on çeri gönderip surun kapısını açtırdı. Meryem, İslam askerlerinin şehre girdiğini anlayınca kıymetli eşyaları ve maiyeti ile birlikte kendi sarayında bulunan azim ve gizli yolla Ermen kapısından taşraya çıkıp Bilad-ı Ruma gitti. Yer altından giden bu gizli yolun Seyrantepe’ye çıkmakta olduğu bu gün bile halk arasında söylenmekte ve bazı izlerine rastlanmaktadır (58,59). İç Kale de Viran Tepe denilen tepe üzerinde askeri birlikler tarafından, 1957 yılında yapılan bir inşaatın temel kazıları sırasında, tesadüfü olarak Artuklu saray kalıntıları ortaya çıkmıştır. Artuklu hükümdarı Melik Salih Nasıreddin Mahmud (1200– 1222) zamanına ait bu sarayın temellerinde sel sebil ve sekiz köşeli muhteşem havuzu ortaya çıkmıştır. Havuz ve sel sebil, zengin renkli taş mozaik ve çini süslemeleriyle çok gösterişlidir. Renkli taş ve cam küplerden mozaik süslemeler, Türk mimarisinde ilk defa burada görülmektedir. Bunlar geometrik örnekler olup, aralarında karşılıklı balık ve ördek figürleri vardır. Artukoğulları devrinden kalan bu saray, Anadolu da karşımıza çıkan diğer saraylar içerisinde kendine özgü bir yer almaktadır. Aslında bu sarayın, Anadolu’daki diğer saraylardan farklılık göstermesinin temelinde birçok devletin bu saraya yaptığı katkılardan kaynaklanmaktadır. Artuklular’a ait bir diğer önemli yapı ise, İç Kale’ye girişi sağlayan kemerdir. Artuklu kemeri 10 metre genişliğinde, sivri kemerli bu girişin üzerinde nesih yazılı bir kitabe, her iki tarafında ise aslan– boğa mücadelesinin sahneleri yer almaktadır. Kanuni Sultan Süleyman, Diyarbakır Valisi olan Hüsrev Paşa’ya verdiği ilk emir İç Kale’nin genişletilmesi olmuştur. Beylerbeyinin ve diğer üst yöneticilerinin ikamet edecekleri yer İç Kale’ydi. İç Kale Osmanlılara küçük geldiğinden dolayı, İç Kale’yi büyütme gereği ortaya çıkmıştır. İç Kale’ye 16 burçlu ve iki kapılı bir bölüm daha eklenerek İç Kale’nin kapladığı alan iki katına çıkartılmıştır. Fetih ve Orgun Kapıları şehir dışına, Saray ve Küpeli Kapıları ise şehir içine açılırdı. Saray kapısının kitabesinde; «Al-i Osman’dan, faziletleri besleyen cihanın efendisi, İskender rütbeli Süleyman Han zamanında bu kale bina edildi (1526 – 1527)». Aynı tarihte Diyarbakır valisi Hüsrev Paşa tarafından, Arbedaş Suyu’nun kaynağı onartılmıştır. Arbedaş Suyu’nun kitabesinde «Ey Hüsrev, senin eser-i devletin olarak bulunmaz bir şekilde bu hayat suyu çeşmesi zahir oldu. Güzellikte suyun tadı şeker gibi tatlı olduğu için tarihide tatlı çeşme suyu oldu (1526)». Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde “ bu su gayet soğuk olup, soğukluğunun şiddetinden hiç kimse, dört taşı içinden birbiri arkasından çıkaramaz”. Bu yüzden Erbaa-taş (Arapça) dört taş adı verilmiştir (1) . 175 İç Kale Yerleşim Planı Diyarbakır’da tarihte şehrin kalbi İç kale idi. İç Kalenin 20 burcu vardır. Tüm Diyarbakır kale burç sayısı ise 82’dir.İç kalede 4 burç dış surlarda, 16 burç İç kaleyi kentten ayıran surlarda bulunmaktadır. Burçlar iki katlıdır. Burçlara sağlı sollu merdivenlerden çıkılmaktadır Üst katta askerler barınıyor, alt katta silah ve erzak bulunmaktadır. Burçlardan bir tanesi ise hapishane olarak kullanılmakta idi. İçkalede Osmanlılar döneminde obüs topları ve yuvarlaklar üretilmekteydi. İç Kale’nin küpeli, saraykapı, fetih kapısı ve gizli kapı olmak üzere dört kapısı bulunmaktadır. Küpeli kapısına giden sokakta solda Dıngılhava havuzunun olduğu yerde Mervani sarayı, sağda Romalılara ait agora ve anfi tiyatro mevcuttu. Mervani sarayı, Dıngılhava sokağı ile buna denk gelen burç arasındaydı. İç Kalede Osmanlı Diyarbakır valilerinin kaldığı şu an mevcut olmayan 150 odalı saray da bulunmaktaydı (2). İç Kalede ayrıca 27 şehit sahabenin metfun olduğu Hz. Süleyman Camii de bulunmaktadır (Şekil 1). Resim 1. Hz. Süleyman Camii Tarihi İç Kale idare kompleksi ise şu şekildedir; Hükümet binası Dicle’ye nazır binadır. Önünde Nasuruddevle ve eşinin türbesi vardır. Daha önce var olan sarayda hükümet binası varken, bugün saray yoktur. Hükümet binası 1887’ye kadar şehir içindeki kiralık binalarda çalıştı. İç Kale’deki bina inşasına Sırrı paşa zamanında başlandı,1888’de Hacı Hasan paşa zamanında bitirildi. Atatürk müzesi 1906’da yapıldı. Umumi müfettişlik olarak 1938’e kadar hizmet verdi Mustafa Kemal 1917 tarihinde 2. Ordu komutanlığı karargahı olarak bu binada çalıştı. Vakıflar müdürlüğü 1907 yılında hemen iç kaleye girişte sağdaki ilk yapıdır. Onun yanındaki bina defterdarlık binasıdır. 2007-2008’de burası İl Turizm müdürlüğüydü. Askeri yapılardan Kolordu binası Saint George kilisesinin yanındadır. 1901’de Vali Mehmet Faik paşa zamanında yapıldı. 1887 yılında Hacı Hasan paşa zamanında yapılan Jandarma süvari alay birliği Artuklu kemerinden içeri girince hemen soldaki binadır. Cephanelilik 1906’da Atatürk müzesinin yanında yapıldı (3). 176 İç Kaleden Görüntüler Resim 2a. İç Kale’den Görüntüler (Foto: Fırat Türkoğlu) 177 Resim 2b. İç Kale’den Görüntüler (Foto: Fırat Türkoğlu) Diyarbekir Eyaleti İdare Sistemi 1515 yılı Eylül ayında Diyarbekir bölgesi Osmanlı devletine katılınca, Diyarbekir şehri de Osmanlı devletinin en geniş ve önemli eyaletlerinden birinin beylerbeyi merkezi oldu. Diyarbekir eyaleti, 11 tanesi normal Osmanlı sancağı, 8 tanesi idaresi özel bir şekle bağlanmış yurtluk ve ocaklık sancakları, 5 tanesi de yönetimi babadan oğla geçmek üzere mahalli beylere bırakılan 24 sancağı kapsıyordu. Bu sancaklardan 11 tanesi isimleri Amid (merkez), Harput, Akçakale, Ergani, Siverek, Çemizgezek, Hasankeyf, Siirt, Sincar, Silvan ve Nusaybin sancakları doğrudan doğruya idare edilirdi. İsimleri Atak, Pertek, Tercil, Çapakçur, Çermik, Sağmen, Kelap ve Mihrani olan sancaklar idaresi özel bir şekle bağlanan 8 sancak idi. Eğil, Palo, Cizre, Hazro ve Genç sancakları ise yerli beylerince idare edilen ve yönetimi babadan oğla geçen 5 sancak idi. 178 Bunlar dışında zeamet ve tımar sahibi aşiret beyleri de vardı. Devlete ait zeamet ve tımar sahipleriyle bu aşiret eshabı 4017 kılıç olup cebelleriyle beraber 18 bin kişilik seferi bir kuvvet teşkil ederdi. Ayrıca ulufeli yerlikulu askeri de bulunurdu. 1518’de tutulan ilk Osmanlı tahrir defterinde Diyarbekir eyaletinin 12 sancağı kayıtlıdır. Bunlar Amid, Mardin, Sincar (Tel’afer ve Hateniyedahil), Çemişgezek, Kiğı (batı Bingöl), Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapkir, Urfa ve Birecik sancaklarıdır. 1529 yılı tarihine göre ise yukarıdaki sancaklardan başka Musul, Ane, Deyr-i Rahbe, Hısnkeyf sancaklarının da Diyarbekir eyaletine bağlandığını ve böylece Diyarbakır’ın Osmanlı imparatorluğunun en büyük eyaleti haline geldiği görülmektedir. Yukarıda bahsi geçen beş sancak da durumunu devam ettirmektedir. 1540 tarihli tahrir defterinde 15 sancak, 11 Ocaklık kayıtlıdır (52). XIX. Yüzyılın İlk Yarısında İdarî Taksimat XIX. yüzyılın başlarında Diyarbakır eyaletinin idari taksimatına bakıldığında, XVIII. yüzyıldaki idari taksimatla pek fazla bir ayrılık arz etmediği görülmektedir. XIX. yüzyılın hemen başlarında Diyarbakır eyaletine bağlı aşağıda isimleri belirtilen kazalar ile 35 sancaktan oluşmaktaydı. 1- Amid 2-Siverek 3-Çermik 4-Meyafârikin (H) 5-Hasankeyf 6-Beşiri 7-Tercil (H) 8-Behramki 9-Hani (Y) 10-Çıska 11-Telbisme 12-Mardin 13-Salat 14-Birazi 15-Birecik 16-Kulb 17-Atak (Y) 18-Siird 20-Savur (H) 21-Eğil (H) 22-Karakeçülü 23-Çapakçur 24-Çemişgezek 26-Musul-ı Atik ve Cedîd 27-Sağman 28-Derik 29-Ergani 30-Çüngüş 31-Sincar 32-Harput 33-Palu 34-Çarsancak 35-Mahal XIX. Yüzyılın hemen başlarında, Diyarbakır Merkez Sancağı ise her biri birer ayrı adlî-idarî birim olan şu 21 kazadan oluşmaktaydı: 1-Amid 2-Siverek 3-Mihrani 4-Meyafârikin (H) 5-Eğil 6-Beşiri 7-Tercil(H) 8-Çapakçur 9-Hani (Y) 10-Çıska 11-Telbisme 12-Mardin 13-Salat 14-Birazi 15-Mahal 16-Kulb 17-Atak (Y) 18-Siird 19-Savur (H) 20-Eğil (H) 21-Karakeçülü. Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere incelenen dönemin hemen başlarında Diyarbakır eyaleti oldukça geniş bir alanı ihtiva etmekteydi. Bu tarihlerde idari taksimatta Diyarbakır eyaletine bağlı olan Palu, Çarsancak, 179 Harput, Eğil, Çermik, Çemişgezek, Ergani ve Çüngüş kazaları, Maden-i Hümâyûn merbutatından sayılıyorlardı. Söz konusu kazalar malî açıdan “ Maden-i Hümâyûn” a bağlı olmakla birlikte, idarî açıdan Diyarbakır eyaletine bağlı olma statülerini devam ettiriyorlardı(60). Saraylar Diyarbakır’da Türk devrinden bütünüyle ayakta kalabilen saray yoktur. Hâlbuki kaynaklar Türklerin İç Kale’de saray yaptırdıklarını yazmaktadır. Bugün bu saraylardan ancak birine ait iz bulunmaktadır. Özellikle Osmanlı Devri’nden kalan ünlü saray tamamen yıkılmıştır. 1654 yılında Diyarbakır’ı gezen Evliya Çelebi, İç Kale’de gördüğü bu saray konusunda şunları söylemektedir: ‘‘İçinde yüzelli odalı, birkaç divanhaneli bir büyük saray vardır. Her gelen vezir ve vükelâ buraya birer oda ve hamam, havuz, şadırvan yaptırmakla kat kat süslü bir saray haline gelmişti. Bütün pencereleri, balkonları Şattülarap’a, sahraya bakan manzaralı bir yerdir. Sarayın bir eski divanhanesi var. Eski sultanlar binasıdır. Burada olan tarz nakışları, meğer Kahire’deki Sultan Kalavun divanhanesinde ola. Bu sarayı yapan I. Selim veziri Bıyıklı Mehmet Paşa’dır. Hayli geniş bir büyük saraydır. Daima bekçileri hazır olup beklerler’’. İlk şeklini, Diyarbakır’ı Osmanlı topraklarına katan Bıyıklı Mehmet Paşa’nın verdiği bu özellikli saraydan, günümüze bir şey kalmamıştır (E. Çelebi, Seyahatname, İst. 1970, C VI, s. 121; M. Sözen, Anadolu Kentleri, İst. 1971, s. 23). Basri Konyar ise, araştırma yaptığı yıllardaki durumu şöyle açıklamaktadır: ‘‘İç Kale’de Evliya Çelebi’nin bahsettiği saraydan bir iz ve eser kalmamıştır. Ne havuz, ne hamam ve ne de bir şadırvan mevcut değildir. Yalnız çeşme vardır. Hamamın bu çeşme karşısında bulunan Evkaf Dairesi’nin bitişiğinde olduğu ve eski sarayın da umum müfettişlik garajı önündeki çınar ağacının bulunduğu sahayı yakın zamanlara kadar harap ve yıkık vaziyette işgal eylediği mervidir’’ (B. Konyar, Diyarbakır Yıllığı, Ankara 1936, C. III, s. 185) (68). Sonra Ulu Cami yapı topluluğunda Mesudiye Medresesine taşındı. Onarımı, Restorasyon Teknisyeni Cafer Hanlıoğlu yapmış ve son dönemlerine bende yetişmiştim. İnönü Caddesinde Tek Kapıya karşı kendi bina ve lojmanları yapılana dek, bu böyle sürmüştü. Bir ara Hazine Avukatlarıyla Vakıflarda Komşu Binada kalıyor, İç Kalede Adliye grubuyla bağlantılarını kolaylıkla sürdürüyorlardı. Pratikte bu, serbest çalışan avukat yazıhanelerinin İzzet Paşa Caddesinde sıralanmalarını beraberinde getiriyordu. Adliye Binası yeni yerine Seyrantepeye doğru yapılana dek bu böyle sürdü. Konyar, Evliya Çelebi’den alıntılar yaparak konuyu günümüze getirip şöyle anlatmaktadır: ‘‘Hükümet Dairesi, 1. Umum Müfettişlik dairelerini, kolordu, adliye, Jandarma, hapishane, matbaa dairelerini muhtevi olan İç Kale Evliya Çelebi’nin bahsettiği saraydan bir iz ve eser kalmamıştır. Ne havuz, ne hamam ve nede şadırvan mevcuttur. Yalnız Kolordu Suyu denilen bir suyun aktığı çeşme vardır. 180 Hamamın bu çeşme karşısında bulunan Evkaf Dairesinin bitişiğinde olduğu ve eski sarayın da müfettişlik garajı önündeki çınar ağacının bulunduğu sahayı yakın zamanlara kadar harap ve yıkık vaziyette işgal eylediği bilinir. Şimdiki Hükümet Konağının kaya altlarından sızan sular, alt tarafta yapılan bir havuza gitmektedir. Burada bir de kahvehane açılmıştır. 3-4 değirmen kale içinde ve Oğrun kapısının dışında bulunmaktadır. Yakın zamana kadar İç Kalede 50-60 haneli bir mahalle vardı. İmparator II. Constantin’in İç Kalede harp makineleri için yaptırdığı Darüs sanaa’ dan dan bir eser yoktur. Ancak Kolordu Binasının üst bölümünde iki yapı bulunur. Birisi kilise olan bu yapıların İmparator Justinyen’e ait olması gerekir. Paşa Konağı, Kurt İsmail Paşa zamanına kadar İç Kalede iken, şehrin dışarıya çıkmasını daha o zamandan kararlaştıran Büyük Paşa, bugün askeri hastanesi olan binayı, cami ile diğerlerini yaptırarak (1878) Hükümet Konağını oraya naklettirmişti. Birkaç sene memurlar orada vazife gördüler. Dağ Kapısı ağzında bekleyen 2 araba, onları sabah akşam işe götürüp getirirdi. Eski hapishane yeri İç Kale’deki Adliye Dairesinde bulunuyordu. Şimdiki Hapishane Binası 1305/1887’de Vali Hasanpaşa zamanında bu görevi yapabilecek şekle sokuluyor. Şimdiki Kolordu Binası, Fırka Kumandanı Ferik Mehmet Kamil Paşa zamanında 1319/1901 yılında yapılır. Bu kale içinde Şeyh Tahiri Halveti Türbesi bulunduğu gibi, Hamza Bey Mescidi de vardı’’ bilgilerini verir. 7. Kolordu Binası Kuzeyindeki yapı Sen Corc Kilisesi ve ona batı yönde bitiştirilen tek kubbeli olan (hamam) Artukluların eklediği kesimdir (Daha geniş bilgi için bakınız: Diyarbakır Camileri, Ankara 1996, s. 29). Bu yapılardan ancak 7. Kolordu Atatürk Müzesi, 2 adliye binası, sur üstüne oturtulan eski Evkaf Binası günümüze erişmiştir ki bunlarda 19. yüzyıl son çeyreğinden bu yana olan yapılardır. Vezirlerin oturduğu saray için ancak yazışmalarda adı geçen (Haziran 1801, 13 Mart 1818, 2 Nisan 1829). Cami Köşkü, Divan Efendisi Köşkü, Voyvoda Konağı ve Mütesellim Konağı, gibi adlar biliniyor. Diğer odalarda valiye ayrılanlar dışında, kapu halkı, Tütüncü Adası, Kapucular Kethudası Odası, Şamdan Ağası, Baş Çavuş Ağa Odası, İççukadar Ağa Odası, Kaftan Ağası Odası, Silahtar Ağa Odası, Alemdar Ağa Odası, Hazinedar Ağa Odası, Miftah Ağa Odası, Peşgir Ağa Odası, İbrikdar Ağa Odası, Kahya Odası, Kethuda Odası, İmam Efendi Odası, Delil Başı Odası, Haytabaşı Odası, Baş Çukadar Odası, 2. Kavvas Odası ve Mühürdar Odası, Arz Odası, Camlı Oda, Mabeyn Odası, Misafir Odası ve Harem vardı. Diyarbakır valiliğine atanan kimseler kapu halkları ile birlikte sarayda otururlar, buraya ait konaklardan birini devlet işine ayırırlar, atanınca göreve başlamadan önce bunların bakım, onarım ve temizliğini yaptırırlardı. Bunlarla ilgili söz gelimi 1817, 1818, 1823, 1840 (vb) yıllarına ait belgeler mevcuttur. Bunlar diğer yönetsel birimlerin de İç Kale’de olduğunu gösterir. Bunlara Evkaf İdaresi de dahildir. 181 İÇ KALE’DE KAMU YAPILARI HÜKÜMET KONAĞI VE ADLİYE SARAYI İç Kale’de Hükümet konağı 1888’de vali Sırrı paşa tarafından inşasına başlanmış, inşaat 1889’da Hacı Hasan Paşa zamanında bitirilmiştir. İç Kale’de Dicle nehrine nazır bir mekandadır. İç Kale’de Hükümet konağı ve Adliye Sarayına ait tarihi yapının resimleri aşağıda görülmektedir. Resim 3a. İç Kale’de Hükümet konağı ve Adliye Sarayına ait tarihi yapıya ait üç resim 182 Resim 3b. İç Kale’de Hükümet konağı ve Adliye Sarayına ait tarihi yapıya ait iki resim Resim 3c. İç Kale’de Hükümet konağı ve Adliye Sarayına ait tarihi yapı (Yan Taraf) 183 Tarihçesi Hükümet dairelerinin sur dışına çıkarılması ve sur içinde kalması tartışması Diyarbakır’daki resmi binaların hepsine yansımıştır. Dolayısı ile XIX. yüzyılın ilk yarısında hükümet konağının büyük ihtimalle aynı yerde olduğu ve şehir yönetiminde görevli kişilerin de burada oturdukları kaynaklarda belirtilmektedir. Saray hakkındaki bilgilere göre hükümet konağının saraya dahil olduğu ve bununla birlikte saraydan geriye bugün hiçbir şey kalmadığı, ancak hükümet daireleri olarak kullanılan resmi yapıların yıkılmayarak günümüze kadar ulaştığı kaynaklarda belirtilmektedir. Hükümet binası olarak 1304 (1887)’ye kadar şehir içinde kiralanan binalar kullanılmıştır. 1306 (1889) yılında İç Kale’deki yeni hükümet konağının yapımının tamamlanması üzerine hükümet daireleri yeni konağa taşınmıştır. Sırrı Paşa’nın ilk valiliği zamanında yapımına başlanmış olan hükümet konağının inşaatı Hacı Hasan Paşa zamanında bitirilmiştir. Bu da 1888 tarihlerine tekabül etmektedir. Yapının Konumu İç Kale’nin doğu tarafında Dicle’ye hakim bir konumda yer almaktadır. İç Kale’ye Saray Kapısı’ndan girdikten sonra abidevi bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapının batı tarafında İç Kale’deki resmi binaların çevrelediği avlu, kuzeyinde Kolordu Binası, doğusunda Dicle vadisi yer almaktadır (4). Diyarbakır’ın İdarecileri 1515 yılında Bıyıklı Mehmet Paşa İlk Diyarbekir beylerbeyi olmuştur. Bu eyalete 30 küsur sancak ve vilayet bağlanmıştır. Mardin, Urfa, Birecik, Siverek, Elazığ, Arabgir, Kiğı, Çemigezek bağlananlar arasındaydı. 1515’de fethedilen Bayburd, Erzincan, Kemah ve İspir sancakları da ilk etapta Diyarbekir eyaletine bağlanmıştır (5). İç Kale idare merkeziydi. Evliya Çelebi içinde yüz elli odalı, birkaç divanhaneli bir büyük saray vardır. Her gelen vezir ve vükela buraya birer oda ve hamam, havuz, şadırvan yaptırmakla kat kat süslü bir saray olmuştur. Bu sarayı yaptıran Bıyıklı Mehmet Paşadır diye yazmaktadır (6). Diyarbakır 1515 tarihinde eyalet merkezi olmuş, burası vezir rütbeli paşalar tarafından yönetilmiş, belirli bir süre sonra sadrazamlığa yükselme söz konusu olmuştur. Özdemiroğlu Osman paşa buna örnek verilebilir. Özdemiroğlu Osman’ın Diyarbakır valiliği ve müteakiben sadrazamlık görevi dikkat çekicidir (7). Kanuni Diyarbakır’ı on tuğluk vezirlik haline getirmiştir (8). Diyarbakır valilerinin müteakip yükselme yeri Osmanlı sarayları idi. Osmanlıda Köprülü Mustafa Paşa dönemi meşhurdur. Köprülü Mustafa paşanın kızı, paşa Diyarbakır valisiyken vefat etmiş ve Hz. Süleyman camii haziresine defnedilmiştir. Diyarbakır valisi Rüstem paşa vezir oluyor ve 1540’da Kanuninin kızı Mihrimah sultanla evleniyor, padişah damadı oluyor (9). Valinin bütçesi ise çok büyüktü. Diyarbakır beylerbeyi yılda 1.200.600 akça has ve 50.000 altın tahsisat alır. Merkez sancağında 5000 sipahi, eyalette 30.000 asker vardır (10). Eyâletlerin idaresi Kanuni Sultan Süleyman›ın vefatına 184 kadar (Mısır eyâleti müstesna) beylerbeylerine yani iki tuğlu paşalara verilirken, daha sonraları mühim olan eyâletlerden Budin, Yemen, Bağdat›a vezir rütbesiyle valiler tayin edilmiş ve XVI. yüzyıl sonlarına doğru 992 HJ–1584 M. de senesinde Diyarbakır ve bunu müteakip vezirlerin çoğalması sebebiyle diğer eyâletler de yavaş yavaş vezirlere verilmiştir. Eyaletlerin böylece vezirlere (üç tuğlu paşalara) verilmesi sebebiyle Osmanlı vezirleri dâhil ve hâriç veziri olarak ikiye ayrılmıştır, bunlardan iç vezirler kubbe altındaki müşavir yani sandalyasız vezirler olup dış vezirler de eyaletlerdeki vali vezirler idi (70). Eyalet valileri görev yaptıkları eyaletin olduğu kadar şehrin de en yüksek idari ve mali amiri durumunda olup, bütün mukataaların denetimi ve iltizam işleri, şehirde bulunan dini sosyal yapıların ve su yollarının tamiri, tabii afet durumunda temel ihtiyaç maddelerinin temini ve ihtiyaç duyulan görevliler için merkeze arz yazılması gibi görevleri ifa etmekte idi. Ayrıca eyaletin idari ve askeri bakımdan en önde gelen görevlileri olduklarından, çağrıldıkları vakit gerek kapu halkları ve gerekse diğer sancaklardan emirlerine girecek olan askerlerle savaşa gitmeye yükümlü idiler. Osmanlı, valilerin adil olmasına dikkat etmiş, halkı rahatsız eden valileri görevden almıştır. 1822–1823 yıllarında valilik yapan Gevranlızade Mehmed paşa,1823–1824 yıllarında vali olan Hüseyin paşa,1826’da vali olan Mehmet paşa halka yaptıkları zulümden ötürü azledilmişlerdir (71). 1515–1838 tarihleri arasında 323 senede Diyarbakır eyaletinde 253 vali görev yapmıştır. 1516–1600 arasında 84 senede 34 vali görev almış, ortalama vali görev süresi 2,5 yıldır. Bu dönem istikrarlı olduğundan bu süre biraz daha uzundur. 1600– 1700 arasında 86 vali görev yapmıştır, ortalama görev süresi bir buçuk yıldır. 1700– 1800 tarihleri arasında 91 vali görev yapmıştır. Görev süreleri bir ile bir buçuk yıldır. 1800–1838 tarihleri arasında 39 vali görev yapmış, görev süreleri bir yılın altına inmiştir. Ancak bazı iyi idareciler uzun görev yapmıştır. Örneğin şeyhzade İbrahim paşa altı yıl görev yapmıştır. İstikrarın iyi olduğu XVI yüzyıl da İskender paşa 1551–1565 tarihleri arasında İskender paşa 14 yıl Diyarbakır eyalet valiliğini yürütmüştür. 1521–1528 tarihleri arasında Hüsrev paşa 7 yıl, 1516–1521 tarihleri arasında Bıyıklı Mehmet paşa 6 yıl görev yapmıştır. Bazı valiler de birkaç kere Diyarbakır’da valilik yapmıştır. Örneğin 1740–1759 tarihleri arasında Çeteci Abdullah paşa 5 defa Diyarbakır eyalet valisi olmuştur. Osmanlı devletinin kuvvetli olduğu dönemlerde istikrar olmaktadır, merkezi idare zayıfladığında eyalette de rahatsızlıklar ortaya çıkmakta, vali görev süreleri kısalmaktadır. Bu eyalette görevlendirilen valilerin iyi yetişmiş olmasına da dikkat edilmiştir (72). İdarede Gayrimüslimler Osmanlı döneminde merkezi yönetimin bir uzantısı olan valilik makamı ile yerel yönetimin bir ifadesi olan Meclis-i İdare-i Vilayet, şehirdeki en üst ve en yetkili 185 makamları ifade etmektedir. 1286 tarihinden başlamak üzere, en son yayınlanan 1323 yılına ait salnamede, Meclis-i İdare-i Vilayet kademesinde gayrimüslimlerin de yer aldıkları görülmektedir. Örneğin; Bedon Efendi, Toma Efendi. Miriumera Bedon Efendi, 4. dereceden Mecidi Nişanı’na sahiptir. Rum Metropoliti Ayakofos Efendi, 3. dereceden Mecidi Nişanı’na sahip iken, Piskopos Tomas Efendi, 4. derecede Mecidi Nişanı’na sahiptir. 1301 tarihli salnamede, bu makamlarda Keşiş Mihail Efendi ile Minasyan Ohannes Efendi, Kazazyan Osib Efendi bulunurken, 1316 tarihinde, Erkan-ı Vilayet vali muavini Vagleri Efendi’dir. Yine, 1318 tarihinde, Meclis-i İdare-i Vilayet biriminde 6 gayrimüslimin adı geçmektedir. Şehrin eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının planlandığı, yapılandırıldığı Meclis-i Maarif Komisyonları’nda da gayrimüslimler görev almışlardır; 1290/1873 yılı: Meclis-i Maarif Muhakkiki (müfettiş); Bedoli Tomas Efendi ve Mığırdiç Efendi. 1312/1894 yılı: Meclis-i Maarif; Kazazyan Hanna Efendi, Rahip Stepan Efendi 1323/1905 yılı: Hamidiye Sanat Mektebi; Agop Efendi (73). 1515–1900 tarihleri arasında görev yapan valilerden eser bırakanlar Bıyıklı Mehmet paşa Kurşunlu Camii, Silahtar Melik Ahmed paşa camiini yaptırmıştır. Hüsrev paşa Hadım Alipaşa, İskender paşa Nasuh paşa camisini yaptırmıştır. Silahdar Murteza paşa cami ve çeşme, Taltaban Mustafa paşa mescid, Köprülüzade Abdullah paşa Darul kura, Sarı Abdurrahman paşa kütüphane yaptırmıştır.1815’te Süleyman paşa surları tamir ettirmiştir (11). Valilerin hizmet amaçlı han da yaptırdığı görülmektedir. Deliller Hanı (Hüsrev Paşa Hanı) Mardin Kapı yakınlarında bulunan Deliller Hanı, Hüsrev Paşa tarafından 1527 yılında yaptırılmıştır. Gerek geçmişte gerekse günümüzde halk arasında “Hüsrev Paşa Hanı” veya “Kervansaray” da denilmektedir. Ancak halk tarafından Deliller Hanı denilmesinin nedeni islam ülkelerinden Hicaz’a gitmek üzere burada toplanan hacı namzetlerini götürmek için gelen rehberlerin (delillerin) bu handa kalmalarındandır. Hasan Paşa Hanı Hasan Paşa Hanı, Diyarbakır Ulu Camii’nin doğu girişinin karşısında ve Gazi Caddesi üzerindedir. Osmanlı döneminin üçüncü valilerden Sokollu’nun oğlu Vezirzade Hasan Paşa tarafından 1572–1575 yılları arasında yaptırılmıştır. Yine Hasan Paşa döneminde gelip gidenler tarafından kullanılan Kuyumcular ve Ketenciler çarşıları yaptırılmıştır. Dilaver paşa’nın yol yaptırdığı gözlenmektedir. 1615,1618 ve 1620 tarihlerinde Diyarbakır valisi oldu. Mardin kapısında ve iki saat mesafede yolcular 186 için bir han yaptırmıştır. Urfa kapısına giderken Mürdar su kahvesi olan yerde mescit olarak inşa ettirmiş, küçük hamam ve gazi mektebi olan yeri maristan olarak yaptırmıştır.1892’den sonra enkazı kalmıştı (12). Silahtar Murtaza paşa sahabelere karşı büyük hizmette bulunmuştur. 1658’de Diyarbakır valisi oldu. Kale camiinin sayfiye döşemesini ve çeşmeleri ve harem kapısına karşı merdivenin yukarısında küçük bir mescid, Hz. Süleyman türbesine girilecek büyük kapıyı, Aynüzzelal mevkiinde su mahzenini, kıbleye karşı pınarları yaptı (12). Çeteci Abdullah paşa Çermiklidir.1740’dan itibaren beş defa Diyarbakır valiliği vardır. Çermikte medresesi, rum kapısı haricinde bir su bendi vardır (12). Sarı Abdurrahman paşa 1763’de Diyarbakır valisi oldu Ulu camide bir kütüphane yaptırdı. Hanzade mahallesinde paşa hamamı da bunun evkafıdır (12). Mehmed Nazım paşa 1928 yılında Diyarbakır valisi olan Mehmed Nazım paşa 1930 yılında hamravat suyunu demir borular içine aldırarak temiz bir şekilde akıtılmasını sağladı (12). Vali Halid Bey zamanında yapılan çok sayıda eserler arasında Çarşıyı Kebir’in, Latifiye Camii’nin ve Hanzade Camii’nin müceddeden inşa ve tefrişinden başka İmâdiye, Hisarlı, İbn-i Müderris ve Kaşıkbudak mescidleri zikredilmektedir. Halid Bey’in hayırseverliği ve cömertliği, İmâdiye Mescidi’nin “3500 kuruş mikdarı bir mebâliğin kâmilen vali-i müşarünileyh hazretleri cânibinden sarfiyla bina ve inşa ve avlusu derûnuna bir havuz yaptırılarak bir imam nasb u tayin ve maaşının da taraf-ı vilayetpenâhîden temin” edildiği kaydından anlaşılmaktadır. Salname’de camiler, türbeler, vakıflar, zaviyeler, hanlar, kütüphaneler, mektepler, lokantalar ve misafirhaneler için yaptığı harcamalar, vesile olduğu tamirler 83 madde halinde tek tek sayılmıştır. Padişahın 25. cülus yıldönümüne yetiştirilen Diyarbekir Sanayi Mektebi’ne o sıralarda adet olduğu üzere Sultan II. Abdülhamid’e izafeten Hamidiye adı verilmiştir. Açılış günü yanındaki çeşmeden birkaç saat Diyarbakır’ın ünlü şerâb-ı harîr denilen çeşmeden birkaç saat Diyarbakır’ın ünlü şerâb-ı harîr denilen şurubu akıtılmıştır. Aslında Halid Bey’in yaptığı, halktan topladığı bağışlarla Kurt İsmail Hakkı Paşa’nın inşa ettirdiği ve bakımsızlıktan harap olmuş sanayi mektebini yeniden diriltmek olmuştur. Sanayi mektebi, bir müddet sonra kaldırılan askeri rüştiyenin Urfa Kapısı’ndaki binasına taşınmış, kendi binası ise Darülmuallimîn’e, öğretmen okuluna verilmiştir (61). Diyarbakır Vilayeti resmi idarecileri aşağıdaki fotoğrafta görülmektedir (14). 187 Resim 4. Diyarbakır Vilayeti resmi idarecilerinden bir fotograf Diyarbakır valilerinin de belli vasıfları olması gerekir. Diyarbakır’ı yöneteceklerin vasıflarıyla ilgili olarak Ziya Gökalp şunları ifade eder. Ziya Gökalp’in Peyman gazetesinde yayınlanan “Diyarbekir nasıl bir vali ister” isimli makalesinin de çok ünlü olduğunu ve bir hayli ses getirdiği de bilinmektedir ve değindiği konuların bugünde ihtiyacı duyulan bir konu olması açısından da ilginçtir. Ziya Gökalp bu makalesinin bir bölümünde şöyle yazar: «Diyarbekir›e vali olacak zatın yalnız hüsn-i niyyet sahibi, müstakim, faal olması kafi değildir. Azm-i hürriyet-perveride tamamen mücahid (hürriyet yandaşlığında mücadeleci) ve iğfalata kapılmayacak (aldanmayacak), telkinata kulak asmayacak, suretde basir ve dekaayik-şinas olması da muktezidir (Etki altında kalmayacak, ileri görüşlü ve prensip sahibi olması gerekir). İcraatı esasiyyeye hasretkeş olan Diyarbekir Vilayeti, masa başında evrak havalesiyle idare olunamaz. Kazalarda, sancaklarda, nahiyelerde gözle görülecek, elle yapılacak çok işler vardır. Bu intizamsız ülkeye vali olacak zatda kuvvetli bir yürek, kuvvetli bir beyin, kuvvetli bir pençe mevcut olmalıdır. Öyle bir yürek ki, havfu gazab (Korku ve kızgınlık) yerine muhabbetle meşhun (Sevgi ile dolu), Öyle bir beyin ki, i’tiyat ve taklide bedel fikr-i ibda’ile (Yaratıcılıkla) münevver. Öyle bir pençe ki, tereddüt ve tehalüke mükaabil (aceleciliğe karşılık) azmi kat’i ile mücehhez (kesin karar sahibi) bulunsun. İşte Diyarbekir böyle bir vali ister» (103). Kurt İsmail paşa Kurt İsmail Paşa, Amid’ın 271. Osmanlı Valisiydi. 1868 yılından başlamak üzere 7 yıl 9 ay görev yaptı. Kentin dışa taşınmasına önayak oldu. Yenişehir semti İlk Kurt İsmail paşa tarafından 19. yüzyılda kurulmuş, resmi daireler buraya taşınmış, ancak halk sur dışına çıkmayı tercih etmemiştir. Ancak 20. yüzyılın sonlarında buraya göç başlamıştır. Dağkapı haricindeki kışlaları, hükümet konağını, camii, evrak 188 mahzenini, ıslahhaneyi, iki büyük havuzu, zaptiye koğuşunu, zabıta dairesini, ahırı, burçlu hapishanesini, polis odasını, gureba hastanesini, 21 dükkanı, bir kahvehaneyi, bir fırını, bir dabbağhaneyi, şose tarikini (yolunu) açtıran hamravat suyunu tathir eden, Zülkifl nebi türbesinde ziyaretçilere mahsus bir daire ve sarnıç inşa ettiren vali Kurt İsmail paşadır. 1940 yıllarında ilk kent dışına çıkış hareketi bu valinin Elazığ yolu üzerinde “Seyran Tepe” olarak bilinen yerde bir hastane, bir kışla, bir cami (bakınız: Şekil 5) ve “Mülkiye Dairesi” ni yaptırmasıyla başlar. Daha sonra ise bunları Rüştiye Okulu ile “Fis Kayası” üzerinde yaptırdığı bir sanat okulu izler (12, 15, 16). Resim 5. 1940 yılı Kurt İsmail paşa camii, hastane ve kışla DİYARBAKIR İLİNDE GÖREV YAPAN VALİLER Günümüzden geçmişe doğru Cumhuriyet dönemi, Milli Mücadele dönemi Tanzimat dönemi ve Tanzimat öncesi dönemlerde Diyarbakır’da görev yapan valilerin isimleri, göreve başlama ve bitiş tarihleri ya da yılları aşağıdaki tablolarda kronolojik olarak ayrıntılı bir şekilde verilmiştir (13). Diyarbakır’da günümüze kadar Cumhuriyet döneminde (1923–2012) 59 vali, Milli Mücadele döneminde (1918–1923) 7 vali Tanzimat döneminde (1839–1918) 63 vali ve Tanzimat öncesi dönemde (1515–1839) 248 vali olmak üzere 498 yılda toplam 377 vali görev yapmıştır. Örneğin sayıları az olduğu için Milli Mücadele dönemi Diyarbakır valileri geçmişten ileri doğru görev tarihleri şu şekildedir: Mustafa Nadir Bey (Göreve başlayış. 30.1.1918), Faik Ali Bey (5.7.1919), Mustafa Nadir Bey (30.1.1919), Hüseyin Mazhar Bey (20.1.1920), Hilmi Bey (10.10.1922), Cevat paşa (17.5.1923), Defterdar Rıza Bey (24.8.1923). 189 Tablo 1. Cumhuriyet Dönemi Valilerin İsimleri ve Görev Tarihleri DİYARBAKIR İLİNDE GÖREV YAPAN VALİLER CUMHURİYET DÖNEMİ VALİLERİ Sıra Göreve Başlama Görev Bitiş No Adı ve Soyadı Tarihi Tarihi 59 Mustafa TOPRAK 01.06.2010 Devam ediyor 58 57 56 55 54 53 52 51 50 49 48 47 46 45 44 43 42 41 40 39 38 37 36 35 34 33 32 31 30 29 28 27 Hüseyin Avni MUTLU Efkan ALA Nusret MİROĞLU A. Cemil SERHADLI Nafiz KAYALI Emir DURMAZ M.Doğan HATİPOĞLU İbrahim ŞAHİN Muzaffer ECEMİŞ Cengiz BULUT Hamdi ARDALI Hayri KOZAKÇIOĞLU Ahmet ELBEYLİ İhsan DEDE Kadir AYDOĞAN Erdoğan ŞAHİNOĞLU Yılmaz TÜRKTEKİN A.Haydar ÖZKIN B.Cahit BAYAR N.Kemal DİNİZ 19.09.2007 14.09.2004 07.02.2003 11.10.1999 14.11.1997 20.04.1996 03.07.1994 21.02.1992 17.08.1991 09.08.1988 26.02.1988 12.01.1987 26.06.1985 09.02.1984 15.08.1983 08.12.1979 24.07.1978 22.02.1978 08.10.1977 21.07.1975 11.05.2010 10.09.2007 14.09.2004 07.02.2003 11.10.1999 12.11.1997 16.04.1996 25.06.1994 19.02.1992 17.08.1991 09.08.1988 19.07.1987 12.01.1987 26.06.1985 08.02.1984 06.08.1983 06.12.1979 19.07.1978 15.02.1978 07.10.1977 Mehmet KARASARLIOĞLU Ali Rıza YARADANAKUL Hasan Basri KURDOĞLU Namık Kemal ŞENTÜRK Nezihi FIRAT Niyazi AKI Muhlis BABAOĞLU Niyazi TOKER Şevket ÖZENALP Fahrettin AKKUTLU Şevket ÖZENALP Celalettin ÜNSELİ 14.08.1970 20.01.1966 14.12.1964 31.10.1962 10.01.1961 11.06.1960 25.10.1959 26.12.1958 14.10.1957 22.11.1955 29.12.1953 21.04.1953 16.07.1975 08.08.1970 24.01.1966 14.12.1964 15.10.1962 10.01.1961 08.06.1960 14.10.1959 20.12.1958 14.10.1957 11.11.1955 22.12.1953 190 26 25 24 23 22 21 20 Servet SÜRENKÖK Emin Nihat SÖZERİ Fevzi GÖKMENOĞULLAR (Vekil) Hayri ORHUN Kemal HADIMLI Şevket EKER (Vekil) Nizamettin ATAKER 05.02.1952 28.08.1950 25.01.1952 28.06.1950 14.03.1949 11.10.1948 30.09.1948 21.04.1953 25.12.1952 05.02.1952 27.08.1950 24.06.1950 14.04.1949 11.10.1948 19 18 17 16 15 14 13 12 11 10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 Ali Rıza ÜNAL Asım TÜRELİ Osman Nuri TEKELİ Tevfik EŞMELİ (Vekil) Cevat ÖKMEN Şevki YALVAÇ Cevat ÖKMEN Mithat SOYLUM (Vekil) Feyzi GÜREL Mithat ALTIOK Kazım DEMİREL (Vekil) Ferit NOMER Faiz ERGUN Nizamettin Bey Ali Rıza Bey Rüştü Efendi Cemal Bey Rüştü Efendi Mithat Bey 28.08.1947 25.05.1946 12.02.1944 04.02.1944 01.08.1943 06.06.1942 06.05.1942 25.11.1941 29.07.1940 31.07.1937 02.07.1937 30.04.1936 25.02.1931 03.10.1927 07.09.1926 03.09.1926 25.07.1925 19.07.1925 06.10.1923 30.09.1948 16.08.1947 23.05.1946 12.02.1944 04.02.1944 01.08.1943 06.06.1942 06.05.1942 11.11.1940 16.07.1940 31.07.1937 02.07.1937 13.04.1936 15.02.1931 03.10.1927 07.09.1926 03.09.1926 25.07.1925 19.07.1925 191 Tablo 2. Milli Mücadele Dönemi Valilerin İsimleri ve Görev Tarihleri Sıra No 7 6 5 4 3 2 1 DİYARBAKIR İLİNDE GÖREV YAPAN VALİLER MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ VALİLERİ Göreve Başlama Adı ve Soyadı Tarihi Görev Bitiş Tarihi Defterdar Rıza Bey (V.) 24.08.1923 06.10.1923 Cevat Paşa (V.) 17.05.1923 24.08.1923 Hilmi Bey 10.10.1922 17.05.1923 Hüseyin Mazhar Bey 20.01.1920 10.10.1922 Mustafa Nadir Bey (V.) 30.01.1919 20.01.1920 Faik Ali Bey 05.07.1918 27.01.1919 Mustafa Nadir Bey (V.) 30.01.1918 05.07.1918 Tablo 3. Tanzimat Dönemi Valilerin İsimleri ve Görev Yılları Sıra No 63 62 61 60 59 58 57 56 55 54 53 52 51 50 49 48 47 46 45 192 DİYARBAKIR İLİNDE GÖREV YAPAN VALİLER TANZİMAT DÖNEMİ VALİLERİ Göreve Başlama Adı ve Soyadı Yılı Görev Bitiş Yılı Kadı Necip Efendi (Vekâleten) 1918 1918 Mutasarrıf Kadri Bey (Vekâleten) 1918 1918 Mutasarrıf Şevket Bey (V.) 1918 1918 Haydar Bey 1917 1918 Bedrettin Bey (Vekâleten) 1916 1917 Süleyman Naci Bey(Vekâleten) 1915 1916 Bedrettin Bey (Vekâleten) 1915 1915 Hamit Bey (Vekâleten) 1915 1915 Reşit Bey 1914 1915 Mardin Mutasar Şefik Bey (V.) 1913 1914 Mirliva Sait Paşa (V.) 1913 1913 Van Valisi İsmail Bey (V.) 1913 1913 Hüseyin Celal Bey 1911 1912 Mirliva Sait Faik Paşa (V.) 1910 1911 Galip Paşa 1908 1909 Defterdar Rıfat Bey (V.) 1907 1907 Naim Paşa (V.) 1907 1907 Ferik Kazak Süleyman Paşa 1906 1907 Ferik Emin Paşa (V.) 1906 1906 44 43 42 41 40 39 38 37 36 35 34 33 32 31 30 29 28 27 26 25 Mahmut Arif Paşa Fehmi Paşa Musul Valisi Fevzi Paşa Mardin Mutasarrıfı Arif Paşa (V.) Ferik Bahri Paşa (Vekil) Maliye Mektupcusu Atabey Ferik Bahri Paşa (Vekil) Nazım Paşa Mehmet Faik Paşa Hacı Asaf Paşa (Vekil) Halid Bey Enis Paşa Sırrı Paşa Hacı Hasan Paşa Sırrı Paşa Arif Paşa Aziz Paşa Hüseyin Sami Paşa Mehmet İzzet Paşa Abdurrahman Paşa 1905 1904 1904 1903 1903 1902 1902 1901 1900 1900 1895 1894 1890 1888 1887 1885 1885 1881 1878 1876 1906 1905 1904 1904 1903 1903 1902 1901 1901 1900 1900 1895 1894 1890 1888 1887 1885 1885 1881 1878 24 23 22 21 20 19 18 17 16 15 14 13 12 11 10 9 Ahmet Tevfik Paşa Kurt İsmail Hakkı Paşa İbrahim Derviş Paşa Mustafa Paşa Halil Kamil Paşa Ali Rıza Paşa Mahmut Paşa Halil Kamil Paşa Besim Paşa Hacı İzzet Paşa Hamdi Paşa Ragıp Paşa Vecihi Paşa Abdulkadir Bayram Paşa Esat Muhlis Paşa Hamdi Paşa 1875 1867 1867 1863 1861 1859 1858 1858 1856 1854 1853 1852 1852 1850 1848 1848 1876 1875 1867 1867 1863 1861 1859 1858 1858 1856 1854 1853 1852 1852 1850 1848 193 8 7 6 5 4 3 2 1 Hayrettin Paşa Hakkı Paşazade İzzet Paşa Pilaslı İsmail Paşa Vecihi Paşa Zekeriya Paşa Mirza Said Paşa Maraşlı Süleyman Paşa Sadullah Paşa 1847 1845 1842 1841 1841 1840 1840 1839 1848 1847 1845 1842 1841 1841 1840 1840 Tablo 4. Tanzimat Dönemi ÖncesiValilerin İsimleri ve Görev Yılları Sıra No 248 247 246 245 244 243 242 241 240 239 238 237 236 235 234 233 232 231 230 229 228 227 194 DİYARBAKIR İLİNDE GÖREV YAPAN VALİLER TANZİMAT DÖNEMİ ÖNCESİ VALİLER Göreve Başlama Görev Bitiş Adı ve Soyadı Yılı Yılı Hafız Mehmed Paşa 1836 1839 Sadrıesbak Mehmed Reşid Paşa 1833 1836 Çötelizade İshak Paşa 1833 1833 Çötelizade Hacı İbrahim Paşa 1832 1833 Ali Rıza Paşa 1831 1832 Yahya Paşa 1828 1831 Salih Paşa 1826 1828 Ebu Lebud Mehmed Paşa 1824 1826 Salih Paşa 1823 1824 Kut Hüseyin Paşa 1822 1823 Gevranlızade Mehmet Paşa 1821 1822 Hacı Alaaddin Paşa 1821 1821 Güranlıoğlu Ali Paşa 1820 1821 Derviş Hafız Ali Paşa 1819 1820 Ahmed Paşa 1819 1819 Deli Behram Paşa 1818 1819 Hacı Ali Paşa 1818 1818 Abidin Paşa 1817 1818 Moralı Hacı Ebubekir Sıdkı Paşa 1816 1817 Baba Paşa 1815 1816 Maraşlı Kalender Paşa 1815 1815 Süleyman Paşa 1814 1815 226 225 224 223 222 221 220 219 218 217 216 215 Erzurumlu Veysizade Emin Paşa Şehzate İbrahim Paşa Abdi Paşa Mehmed Şerif Paşa Murad Paşa Katarağasızade Mehmed Paşa Hacı İbrahim Paşa Hasan Paşa Hüsrev Paşa Kösepaşazade Veliyyüdin Paşa Ebû Merâk Mehmed Paşa Zühdü İsmail Paşa 1813 1808 1807 1806 1806 1805 1804 1804 1803 1803 1802 1802 1814 1813 1808 1807 1806 1806 1805 1804 1804 1803 1803 1802 214 213 212 Tayyarzade Mahmud Paşa Gürcü Osman Paşa Çorumlu Hüseyin Paşa Diyarbekirli Şeyhzade İbrahim Paşa Adimoğlu Abdullah Paşa Katarağası Silâhtar Hacı İbrahim Paşa Hacı Salih Paşa Kürt Ali Paşa Bekir Paşa Hasan Paşa Yusuf Ziya Paşa Ferhad Paşa Süleyman Paşa Abdi Paşa Firuz Paşa Bekir Paşa İzzet Mehmed Paşa Yeğen Hacı Mehmed Paşa Kiki Abdi Paşa Mikdad Ahmed Paşa Azmzade Abdullah Paşa Nasuh Paşa Kiki Abdi Paşa 1801 1801 1800 1802 1801 1801 1800 1799 1800 1800 1798 1798 1795 1794 1793 1792 1790 1789 1788 1788 1787 1787 1786 1786 1785 1784 1783 1781 1799 1798 1798 1795 1794 1793 1792 1790 1789 1788 1788 1787 1787 1786 1786 1784 1784 1783 211 210 209 208 207 206 205 204 203 202 201 200 199 198 197 196 195 194 193 192 195 191 190 189 188 187 186 185 184 183 182 181 180 179 178 177 176 175 174 173 172 171 170 169 168 167 166 165 164 163 162 161 160 159 158 196 Osman Paşa Mehmet Paşa Gürcü Hasan Paşa Emirülhac Osman Paşazade Mehmed Paşa Ahmed İzzet Paşa Kemahlı Halil Paşa Abdullah Paşa Hazinedar Ali Paşa Koca Abdi Paşa Uzun Abdullah Paşa 1780 1780 1779 1781 1780 1780 1779 1778 1778 1777 1776 1776 1774 1779 1779 1778 1778 1777 1776 1776 Ispanakçızade Mustafa Paşa Hacı Osman Sadık Paşa Kör Hazinedar Ali Paşa Moldovani Ali Paşa Bostancılıktan Mahrec Ahmed Paşa Abdulcelilzade Gazi Mehmed Emin Paşa Hüseyin Paşa Ali Paşa Sarı Abdurrahman Paşa Ağazade Mustafa Paşa Feyzullah Paşa Çeteci Abdullah Paşa Abdullah Paşa Numan Paşa Abdullah Paşa İbrahim Paşa Şehsüvarzade Mustafa Paşa Çeteci Abdullah Paşa Yeniçeri Ağası İbrahim Paşa Yahya Paşa Seyyid Hasan Paşa Şehlâ Hacı Ahmed Paşa Çelik Mehmed Paşa Polatzade 1773 1773 1771 1771 1774 1773 1773 1771 1770 1771 1768 1767 1766 1763 1761 1760 1759 1759 1758 1757 1753 1752 1751 1750 1748 1747 1747 1746 1770 1768 1767 1766 1763 1761 1760 1759 1759 1758 1757 1753 1752 1751 1749 1748 1747 1747 157 156 155 154 153 152 151 150 149 Çeteci Abdullah Paşa Kazıkçı Hüseyin Paşa Abdi Paşazade Ali Paşa Güleç Ali Paşa Kethüda Hüseyin Paşa Çeteci Abdullah Paşa Mehmed Memiş Paşa Tuz Mehmed Paşa Abdi Paşazade Ali Paşa 1744 1743 1741 1741 1740 1739 1738 1737 1737 1746 1744 1743 1741 1741 1740 1739 1738 1737 148 147 146 145 144 143 142 141 140 139 138 137 136 135 134 133 132 131 130 129 128 127 126 125 124 123 122 121 120 Silahtar Mehmet Paşa Genç Ali Paşa Silahtar Firari Mustafa Paşa Sarı Mustafa Paşa Gürcü İsmail Paşa Kara Mustafa Paşa Silahtar Mehmet Paşa Kara Mustafa Paşa Hekimbaşızade Ali Paşa Hacı Mustafa Paşa Kürt İbrahim Paşa Silâhtar Mehmed Paşa Recep Paşa Arifî Ahmed Paşa Küçük Osman Paşa Köprülü Abdullah Paşa Kara Mustafa Paşa Şehlâ İbrahim Paşa Maktulzade Ali Paşa Recep Paşa İbrahim Paşa Palabıyık Yusuf Paşa Çelebi Yusuf Paşa Hasan Paşa İbrahim Paşa Topal Yusuf Paşa Bıyıklı Mehmed Paşa Çelebi Yusuf Paşa Dursun Mehmed Paşa 1737 1736 1735 1734 1734 1733 1732 1730 1729 1728 1726 1725 1724 1720 1719 1719 1714 1712 1709 1706 1705 1704 1702 1701 1701 1699 1698 1697 1697 1737 1737 1736 1735 1734 1734 1733 1732 1730 1729 1728 1726 1725 1724 1720 1719 1715 1714 1712 1709 1706 1705 1703 1702 1701 1701 1699 1698 1697 197 119 118 117 116 115 114 113 112 111 110 109 İbrahim Paşa Daltaban Mustafa Paşa Topal Hüseyin Paşa Kavanoz Ahmed Paşa İsmail Paşa Oğlu Ahmed Paşa Koca İsmail Paşa Hacı Osman Paşa Hacı Ali Paşa Basra Valisi Halil Paşa Kalaylıkoz Ahmed Paşa Şahin Mehmed Paşa 1697 1696 1695 1694 1694 1694 1693 1693 1693 1692 1690 1697 1697 1696 1694 1694 1694 1694 1693 1693 1693 1692 108 Hacı Ali Paşa Serçeşme Palulu Kemankeş Seyyid Ahmed Paşa Osman Paşazade Ahmet Paşa Müfettiş Cafer Paşa Damat Hüseyin Paşa Siyavuş Paşa İbrahim Paşa Osman Paşa Kara Mehmed Paşa Kemankeş Mehmud Paşa Kaplan Mustafa Paşa Defterdar Ahmed Paşa Damad Hüseyin Paşa Kaplan Mustafa Paşa Şatır Mehmed Paşa Silahtar Hacı Ömer Paşa Çuhadar Hasan Paşa Hacı Mehmet Paşa Kadir-Billâh Tavil İbrahim Paşa Yeniçeri Ağalığından Mazul Kenan Paşa Çuhadar Hasan Paşa Defterdar Hacı Hüseyin Paşa Kethüda Mehmed Paşa Silahtar Kenan Paşa 1688 1690 1688 1687 1686 1685 1683 1682 1682 1681 1678 1677 1677 1676 1674 1673 1673 1671 1668 1666 1689 1688 1687 1686 1685 1683 1682 1682 1681 1678 1677 1677 1676 1674 1673 1673 1671 1668 1663 1662 1662 1662 1661 1666 1663 1162 1662 1662 107 106 105 104 103 102 101 100 99 98 97 96 95 94 93 92 91 90 89 88 87 86 85 198 84 83 82 81 80 79 78 77 76 75 74 Mirahor Mustafa Paşa Silahtar Osman Paşa Tayyarzade Ahmet Paşa Abaza Hasan Paşa Silâhtar Ahmed Paşa Tayyarzade Ahmed Paşa Şatır Kara Mustafa Paşa Gürcü Cafer Paşa Bostancı Mehmed Paşa Mısırlı Mustafa Paşa Haydarzade Mustafa Paşa 1660 1658 1657 1656 1655 1655 1654 1654 1653 1652 1651 1661 1660 1658 1657 1656 1655 1655 1654 1654 1653 1652 73 72 71 Kara Mustafa Paşa Saçbağı Mehmed Paşa Çağırgan Mehmed Paşa Bosnalı Tarhuncu Sarı Ahmed Paşa Mısırlı Mustafa Paşa Çavuşzade Mehmed Paşa Melih Ahmet Paşa Telli Mustafa Paşa Silahtar Melik Ahmet Paşa Kara Mustafa Paşa Derviş Mehmet Paşa Maksud Paşa Silâhtar Melek Ahmed Paşa Derviş Mehmed Paşa Tayyar Paşa Silahtar Murtaza Paşa Tayyar Mehmed Paşa Demirkazık Halil Paşa Halıcızade Mustafa Paşa Gürcü Mehmed Paşa Koca Hüsrev Paşa Deli Murad Paşa Hafız Ahmed Paşa Süleyman Paşa Dilaver Paşa 1650 1649 1649 1651 1650 1649 1649 1648 1647 1646 1645 1645 1644 1641 1640 1639 1638 1633 1631 1631 1629 1628 1627 1626 1624 1623 1620 1620 1649 1649 1648 1647 1646 1645 1645 1644 1641 1640 1639 1638 1633 1631 1631 1629 1628 1627 1626 1624 1623 1620 70 69 68 67 66 65 64 63 62 61 60 59 58 57 56 55 54 53 52 51 50 49 199 48 47 46 45 44 43 42 41 40 39 38 Kemankeş Ali Paşa Mustafa Paşa Dilaver Paşa Tekeli Mehmed Paşa Muallimzade Mehmed Paşa Mustafa Paşa Zülfikar Paşa Nasuh Paşa Zircirkıran Ali Paşa Cigalazade Mahmud Paşa Koca Osman Paşa 1619 1617 1614 1613 1613 1611 1610 1605 1605 1604 1603 1620 1618 1617 1614 1613 1613 1611 1610 1605 1605 1604 37 36 35 34 33 32 31 30 29 28 27 26 25 24 23 22 21 20 19 18 17 16 15 14 13 Ketenci Ömer Paşa Sofu İbrahim Paşa Hadım Hüsrev Paşa Kuyucu Murad Paşa Ferhad Paşa Mehmed Paşa Hadım Osman Paşa Çulgiydiren Mehmed Paşa Deli İbrahim Paşa Saatçi Hasan Paşa Deli İbrahim Paşa Çağalzade Sinan Paşa Koca Mehmed Paşa Hadım Cafer Paşa Şehid Mehmed Paşa Hüsrev Paşa Cigalazade Sinan Paşa Damad İbrahim Paşa Hadım Mehmed Mesih Paşa Sağır Behram Paşa Derviş Ali Paşa Özdemiroğlu Osman Paşa Vezirzade Hasan Paşa Tavaşî Hüsrev Paşa Halhallı Behram Paşa 1602 1601 1601 1596 1595 1595 1594 1594 1593 1592 1590 1589 1587 1585 1583 1582 1580 1579 1577 1576 1575 1571 1570 1567 1564 1603 1602 1601 1601 1596 1595 1595 1594 1594 1593 1592 1590 1589 1587 1585 1583 1582 1580 1578 1577 1576 1575 1571 1570 1567 200 12 11 10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 İskender Paşa Ayas Paşa Tokatlızade Mehmed Paşa Bali Paşa Rüstem Paşa Sofu Mehmed Paşa Hadım Ali Paşa İbrahim Paşa Süleyman Paşa Fil Yakub Paşa Hüsrev Paşa Bıyıklı Mehmed Paşa 1550 1547 1544 1542 1539 1536 1534 1532 1530 1528 1521 1515 1564 1550 1547 1544 1542 1539 1536 1534 1532 1530 1528 1521 Diyarbakır Valilerin Vasıfları Diyarbakır’ı yöneteceklerin vasıflarıyla ilgili olarak Ziya Gökalp şunları ifade eder. Ziya Gökalp’in Peyman gazetesinde yayınlanan “Diyarbekir nasıl bir vali ister” isimli makalesinin de çok ünlü olduğunu ve bir hayli ses getirdiğini de biliyor muydunuz? Ziya Gökalp, 28 Haziran 1909 da yayınlanan Peyman gazetesinin ilk sayısında yayınlanan “Diyarbekir nasıl bir vali ister” isimli makalesinde değindiği konuların bugünde ihtiyacı duyulan bir konu olması açısından da ilginçtir. Ziya Gökalp bu makalesinin bir bölümünde şöyle yazar: “Diyarbekir’e vali olacak zatın yalnız hüsn-i niyyet sahibi, müstakim, faal olması kafi değildir. Azm-i hürriyet-perveride tamamen mücahid (hürriyet yandaşlığında mücadeleci) ve iğfalata kapılmayacak (aldanmayacak), telkinata kulak asmayacak, suretde basir ve dekaayik-şinas olması da muktezidir (Etki altında kalmayacak, ileri görüşlü ve prensip sahibi olması gerekir). İcraatı esasiyyeye hasret-keş olan Diyarbekir Vilayeti, masa başında evrak havalesiyle idare olunamaz. Kazalarda, sancaklarda, nahiyelerde gözle görülecek, elle yapılacak çok işler vardır. Bu intizamsız ülkeye vali olacak zatda kuvvetli bir yürek, kuvvetli bir beyin, kuvvetli bir pençe mevcut olmalıdır. Öyle bir yürek ki, havfu gazab (Korku ve kızgınlık) yerine muhabbetle meşhun (Sevgi ile dolu), Öyle bir beyin ki, i’tiyat ve taklide bedel fikr-i ibda’ile (Yaratıcılıkla) münevver. Öyle bir pençe ki, tereddütve tehalüke mükaabil (aceleciliğe karşılık) azmi kat’i ile mücehhez (kesin karar sahibi) bulunsun. İşte Diyarbekir böyle bir vali ister” (117). 201 Diyarbakır Valiliği Resim 6. DiyarbakırValilik Binası (Foto: Fırat Türkoğlu) Resim 7. DiyarbakırValilik konağı (Foto: Fırat Türkoğlu) 202 Resim 8. 1938 Lice Hükümet Konağı Resim 9. 1938- Yenişehirde Birinci Umumi Müfettişlik Dairesi (74). Resim 10. 1938 yılı idare binaları Resim 11. Ergani eski hükümet konağı (2010 yılı) 203 Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze Diyarbakır Milletvekilleri Tablo 5. Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze Kadar Diyarbakır Milletvekilleri Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze Kadar Diyarbakır Miletvekilleri 1. Dönem 2. Dönem 3.Dönem Feyzi Pirinççioğlu Cavit Ekin Zekai Apaydın Zülfü Tiğrel Feyzi Pirinççioğlu Zülfü Tiğrel 4.Dönem Hacı Şükrü Aydındağ Ziya Gökalp Abdülhamid Hamdi Zülfü Tiğrel Zekai Apaydın 5.Dönem Bedri Üçok İbrahim Tali Öngören Kadri Ahmet Kürkçü İhsan Hamit Tiğrel Zekai Apaydın Huriye Öniz Baha Mustafa Akif Tütenk 6.Dönem 9.Dönem 12.Dönem Yok Abdurrahman Ferit Alpiskender Alpdoğan Şen 7.Dönem Yusuf Azizoğlu Hilmi Güldoğan 10.Dönem Yok Şeyhmus Aslan 8.Dönem Yusuf Azizoğlu Vefik Pirinççioğlu 11.Dönem Cavit Ekin Adnan Aral Ali Recai İskenderoğlu Vedat Dicleli Yok Yusuf Azizoğlu 13.Dönem 14.Dönem 15.Dönem Aydın Turgut Aytuç Abdüllatif Ensarioğlu Adüllatif Ensarioğlu Hasan Değer Behzat Eğilli Mahmut Kepoğlu Feyzi Kalfagil Necmettin Gönenç Bahattin Karakoç Nedim Metin Cizreli Sabahattin Savcı Mahmut Uyanık Ali Recai İskenderoğlu Tarık Ziya Ekinci Hasan Değer Ali Recai İskenderoğlu Nafiz Yıldırım Hasan Değer Yusuf Azizoğlu Yusuf Azizoğlu Halit Kahraman 16.Dönem 17.Dönem 18.Dönem Abdüllatif Ensarioğlu Cevdet Karakurt Abdülkadir Aksu Mahmut Kepoğlu Özgür Barutçu Mahmut Kepoğlu Eşref Cengiz Hayrettin Ozansoy Nurettin Dilek Bahattin Karakoç Kadir Narin Ferit Bora Halil Akgül Şeyhmus Bahçeci Fuat Atalay Mehmet İskan Azizoğlu Ahmet Sarp Hikmet Çetin M.Yaşar Göçmen Mahmut Altınakar Mehmet Kahraman Salih Sümer 204 Tablo 5 (Devamı). Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze Kadar Diyarbakır Milletvekilleri Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze Kadar Diyarbakır Miletvekilleri 19.Dönem 20.Dönem 21.Dönem Hatip Dicle Abdülkadir Aksu Osman Aslan Mehmet Salim Ensarioğlu Muzaffer Arslan Nurettin Atik Ahmet Fehmi Işıklar Ferit Bora Nurettin Dilek Mehmet Salim Mehmet Kahraman Ensarioğlu Mehmet Salim Ensarioğlu Salih Sümer Sacit Günbey Abdülbaki Erdoğmuş Mahmut Uyanık Seyyid Haşim Haşimi Sacit Günbey Sedat Yurttaş Ömer vehbi Hatipoğlu Seyyid Haşim Haşimi Leyla Zana Yakup Hatipoğlu Salih Sümer Sebgetullah Seydaoğlu Abdussamet Turgut Salih Sümer 22.Dönem 23.Dönem 24.Dönem Aziz Akgül Mehmet Mehdi Eker Mehmet Mehdi Eker M.İhsan Arslan Kutbettin Arzu Mehmet Galip Ensarioğlu Osman Aslan M.İhsan Arslan Mine Lök Beyaz Mehmet Süleyman Mesut Değer Osman Aslan Hamzaoğulları Mehmet Mehdi Eker Abdurrahman Kurt Cuma İçten Muhsin Koçyiğit Ali İhsan Merdanoğlu Oya Eronat Ali İhsan Merdanoğlu Aysel Tuğluk Leyla Zana Cavit Torun Selahattin Demirtaş Emine Ayna Mehmet Fehmi Uyanık Gültan Kışanak Altan Tan İrfan Rıza Yazıcıoğlu Akın Birdal Nursel Aydoğan Şerafettin Elçi 1981 Danışma Meclisi üyeleri: Vehbi Dabakoğlu ve Ahmet Sarp 205 Resim 12. 1967 Yılı Senatör Ve Vekillerimiz Resim 13. Merhum Diyarbakır Milletvekilleri 206 Osmanlı Dönemi Milletvekillerimiz 1908–1911 Osmanlı meclis-i mebusan milletvekillerimiz İbrahim Efendi, Ziya bey, İstepen Çaıraçıyan efendi, Kamil efendi, Mehmet Reşit paşa, Kadir efendi, Rüşdi beydir (76). 2. Meşrutiyet Diyarbakır milletvekili olarak önce belediye reisi Pirinçizade Arif beyi görüyoruz. Vefat edince oğlu Pirinççizade Fevzi Bey milletvekili olmuştur. Yine Diyarbakır milletvekili Rıza Efendi, Ergani’den Niyazi bey ve Ergani’den İbrahim efendi de milletvekili idi (77). 1843-1908yıllarında Osmanlı mebusundaki 12 ermeni mebustan birisi Diyarbakır’dandı.Bu Hovsep Kazazyan efendiydi (119). Resim 14-a. Diyarbakır Mebusu Pirinççizade Feyzi Bey 1908 (77). Resim 14 b.Osmanlı Ermeni mebusu Hovsep Kazazyan ve oğlu (118) 207 Resim 15. Birinci Dönem Diyarbakır TBMM milletvekili Abdülhamid Hamdi bey Diyarbakırın Tarihi Stratejik Önemi Diyarbakır kendisiyle yaşıt olan binlerce yıllık ve doğuda kalan Babil, Ninova ile batı yakadaki Efes, Fasilis ve Truva bugün tarih sahnesinden silinmiş ve birer arkeolojik kalıntı şehirlerdir. Ama Diyarbakır hala dimdik ayaktadır (106). Tarihte Diyarbakır bir bölge, Amid ise bölgenin veya eyaletin merkezi idi. Diyarbakır’ ı MS.639 ’da fethe gelen sahabe ordusunun başkumandanı İyaz bin Ganem ‘Bilinizki bu şehir çok iyi korumaya sahiptir Burası Diyar-ı Bekir’in gözüdür. Allah buranın fethini bize nasip ettiğinde Müslümanlar bütün Diyar-ı Bekir bölgesine hakim olurlar’demiştir (107). Martin van Bruinessen Hendrik Boeschoten, Akkoyunluların Diyarbakır’ı başkent yapmasının stratejik öneminden ötürü olduğunu belirtir. Diyarbakır, Bursa-Halep; Tebriz-halep ticaret yolu üzerindeydi. İpek ticaretinin yapıldığı yol güzergahındaydı. Doğudan misk, ravent ve Çin porseleni, ters yöne ise Avrupa yünlüleri, sırmalı kumaşları, kadifeleri, altın ve gümüşü gidiyordu. Akkoyunlular bu stratejiyi iyi kavrayıp burayı başkent yaptı. Uzun Hasan’ın en önemli geliri de ipek ticaretindendi (108). İdrisi-i Bitlisi’nin Yavuz Sultan Selim’e yazdığı mektupta‘Özellikle Hamid ahvali (Diyarbakır merkezi) fethedilirse etrafında bulunan bütün şehir ve kasabalar elimize geçmiş olur. Böylelikle bölgemizde hiçbir düşman da kalmazdı’ demektedir. (109) İdris-i Bitlisinin Yavuza gönderdiği belgede Diyarbakır ve önemi: Bilad-ı Ekrad’ın Osmanlı devletine iltihakı İstanbul’un fethi zaferini tamamlayacak 208 derecede ehemmiyetlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir taraftan Irak yani Bağdad ve Basra’nın yolları, diğer taraftan Azerbeycan yolları ve bir diğer taraftan da Halep ve Şam yolları açılmış olacaktır. Bende-i ahkar ve çaker-i efkar İdris (110). Nitekim Stanford Shaw ‘Diyarbakır, Osmanlı’nın Azerbeycan ve Suriye seferleri için önemli bir üstür.’demektedir (111). Amand von Schweıger-Lerchenfeld isimli seyyah Diyarbakır ile ilgili şu yorumda bulunur. ‘Asya Türkiyesinin güneydoğusundaki çeşitli vilayetlerin ortasında kalan merkezi konumu Diyarbekir’e özel bir önem kazandırmaktadır (112). Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde›Diyarbekir vilayetinin bulunduğu kıta, dünyanın en güzel servet-i tabiiyyesi, en mebzul parçasıdır. Tarih-i kadimin ekser sahaifi bu kıta ile iştigal eder’ demektedir (5/84) (113). Kavalalı Mehmet Ali paşa da Nizip savaşından sonra ana gaye olarak Urfa ve Diyarbakır’ı tamamen ele geçirmek arzusundaydı. Ancak Ruslar bu olayı stratejik gördü. Eğer Urfa ve Diyarbakır’a girilirse Rus ordusu Mısır ordusuna savaş ilan edeceğini Kahire konsolosuna bildirdi (114). Diyarbekir önemi gereği merkez olmuş, kendisine bölge bağlanmıştır. 1515 yılında Bıyıklı Mehmet Paşa Diyabekir beylerbeyi olmuştur. Bu eyalete 30 küsur sancak ve vilayet bağlanmıştır. Mardin, Urfa, Birecik, Siverek, Elazığ, Arabgir, Kiğı, Çemigezek bağlananlar arasındaydı.1515 ‘de fethedilen Bayburd, Erzincan, Kemah ve İspir sancakları da ilk etapta Diyarbekir eyaletine bağlanmıştır (115). Diyarbekir’i idare edenlerin de önemli vasıfları olması gerekirdi. Diyarbakır 1515 tarihinde eyalet merkezi olmuş, burası vezir rütbeli paşalar tarafından yönetilmiş, belirli bir süre sonra sadrazamlığa yükselme söz konusu olmuştur (116). Özdemiroğlu Osman paşayı buna örnek verilebilir. Stratejik önemi nedeniyle 20. yüzyıl başında kurulması planlanan devletlerin hepsinin içine Diyarbakır konmuştu: — Suriye Şemmer aşireti, kurulan Suriye devleti içine Diyarbakır’ın dahil olmasını istedi. — Paris büyükelçisi Lord Crewe ve ABD barış komisyon uzmanları Ergani ve Diyarbakır’ın Ermenistana dahil olduğunu ifade ediyordu. — İngiliz delegasyonu Musul, Urmiye, Diyarbakır ve Urfayı içine alan bir Nesturi devleti kurma gayretine girdi. ADLİYE BİNASI Diyarbakır’da adalet hizmetlerine çok önem verilmiş, Osmanlıdaki en kıdemli hâkimler Diyarbakır’da görev almıştır. XVI. asırdan itibaren Diyarbakır kadılığı ‘mevleviyet’ payeli kadılıklar arasına girmiştir. XVI. yüzyıl ortalarından, XVII. Yüzyıl sonlarına kadar Eyüp ve Üsküdar kadılığından alınan kadılara Diyarbakır kadılığı verilirdi. Dihyarbakır’dan azlonunan kadılar Filibe ve Bağdat kadısı olurdu (17). 209 Diyarbakır Kadılarının Osmanlı Hiyerarşisinde Yeri Diyarbakır kadısı olmak için ülkenin değişik yerlerinde tecrübe kazanmak gerekiyordu. Bu açıdan Sinaneddin Yusuf Efendinin yükselme serencamına bakılırsa; Bursa Emir Sultan medresesi, 1593’te Muradiye, 1596’da Çorluda Kanuni Sultan Süleyman müderrisi, 1599’da Bursa sultanisi müderrisi oldu. 1600’da Eyüp kadısı; 1601’de Yenişehir, 1602’de Manisa, 1605’te Filibe, 1609’da Diyarbakır kadısı oldu. Kâtip Mahmut Efendi: 1573’te Bağdat kadısı oldu, iki yıl sonra Diyarbakır kadısı oldu. Burada vefat etti. Emir Hasanzade Suudi Efendi: 1588’de Halep 1590’da Medine ve müteakiben Diyarbakır kadısı oldu ve 1 sene sonra vefat etti (18). Diyarbakır kadıları Osmanlıda en yüksek maaş alan bürokratlardandı. Diyarbakır kadısı günde 500 akça maaş ve yılda 800.000 akça tahsisat alır (10). Demokratik ortam geçmişte Diyarbakır’da hakimdi. Yargı alanında da gayrimüslimlerin etkin görevlerde bulunduğunu görmek mümkündür. Tanzimat ile ikiye ayrılan mahkemelerden, Şeriyye Mahkemeleri’nde gayrimüslimler yer almazken, Nizamiye Mahkemeleri’nde özellikle; istinaf hukuk, istinaf ceza, bidayet hukuk ve Ticaret Mahkemelerinde ise neredeyse gayrimüslimler eşit oranlarda yer almışlardır. 1301 tarihinde Diyarbakır’da bulunan avukatlardan biri müslüman iken, 4’ü gayrimüslimdir. 1308’de Diyarbakır’da bulunan avukatların dördü de gayrimüslimdir. Bunlar; Bogos Efendi, İrmoş Efendi, Aynokyan Efendi, Dabağyan Natık Efendi’lerdir. Ticaret Mahkemesi’nin reisi müslüman iken, daimi azalardan biri gayrimüslimdir. Yerel güvenlik teşkilatının henüz yapılandırıldığı Tanzimat sonrasında, polis taburlarında gayrimüslimlere de yer verilmiştir. 1308/1890 tarihinde, polis taburunda Kırikor Efendi adında iki ayrı polis görevlisi yer alırken, 1317/1899 tarihli salnamede bu kategoride görevli 9 memurun ikisi gayrimüslimdir. Bunlar; Hanna Efendi ve Mığırdiç Efendi’dir. 1301 tarihinde, mevcut bulunan Polis Meclisi’nde Mülazım-ı Sani derecesinde Ohannes Efendi görev almıştır. 1302’de polis taburunun 1. bölüğünde 1 müslüman ve 2 gayrimüslim görevlidir. Hapishane Müdüriyeti’nde 1. sınıfta 2 gayrimüslim, 2 müslüman, 2. sınıfta ise sadece gayrimüslimler yer almıştır (19). 19. yüzyılla ilgili en değerli bilgileri Resmi valilik yıllığı olan Salnamelerde bulabiliyoruz. 19. Yüzyıl Diyarbakır Salnamelerine Göre Adliye Ekibi. İstinaf Kalemi Başkâtib Tevfik Bey Hukuk Dairesi Zabıt Kâtibi Abdülkadir Kemali Efendi Hukuk Dairesi Zabıt Kâtibi Mehmed Kemal Efendi Ceza Dairesi Zabıt Kâtibi Abdülhamid Naili Efendi Ceza Dairesi Zabıt Kâtibi Abdurrahman Fazlı Efendi 210 Bidayet Hukuk Mahkemesi Reis Ali Naili Efendi (Sâlise) Aza Mahmud Efendi Aza Papasyan Yosef Efendi Aza Mülâzımı Abdülcelil Efendi Bidayet Ceza Dairesi Reis Mucib Efendi Aza Hacı Şerif Efendi Aza Kürkçüyan Yosef Efendi Aza Mülâzımı Hanna Efendi Müdde’î-i Umumi Muavini Necati Efendi Bidayet Kalemi Başkâtib Osman Nuri Efendi Hukuk Zabıt KâtibiKarabet Efendi Hukuk Zabıt KâtibiCemil Efendi Ceza Zabıt KâtibiZünnun Bey Ceza Zabıt KâtibiHasib Efendi İstintak Dairesi SermustantıkMünir Bey İkinci MustantıkNazif Efendi Mustantık MukayyidiMehmed Ali Efendi İcra Dairesi İcra Memuru Said Efendi İcra Mübaşiriİbrahim Halil Efendi Evrak Kalemi Müdür Osman Sakıb Efendi (Saniye 10 Za 306) Mukayyid Hasan Efendi Mukayyid Arif Bey Mukayyid Ahmed EfendiMukayyid Hikmet Efendi Mukayyid Sabri Efendi Hamişe Mukayyid Abdülmesih Efendi Mukayyid Baki Efendi Mukayyid Mehmed Efendi 211 Sicilli Ahvali Memurin Komisyonu Reis Mektubî-i Vilayet Aza Mektubî Mümeyyizi Zülfikar Efendi Aza Meclis Başkâtibi Feyzi Efendi Aza Evrak Müdürü Osman Sakıb Efendi Aza Muhasebe Mümeyyizi Vahid Efendi Aza Mektubî Müsevvidi Hüseyin Sıdkı Efendi Aza Mektubî Müsevvidlerinden Ragıb Efendi Kâtib Mektubî Hulefâsından Şevket Efendi Mahkeme-i Şer’-i Şerif Başkâtib Abdülkadir Hakkı Efendi Edirne Müderrisi (13 Ra 309) Mukayyid Yusuf Necib Efendi Müsevvid Ahmed Efendi Zabıt Kâtibi Zülfikar Efendi Mübeyyiz Halil Sırrı Efendi Müsevvid Mehmed Şükrü Efendi Mübeyyiz Sıdkı Efendi Vilayet Devâir-i Adliyesi Vilayet Adliye Müfettişleri Yaver Efendi Mütemayiz Selim Hindi Efendi Mütemayiz Encümen-i Adliye Reis İstinaf Mahkemesi Reis-i Evveli Mehmed Tevfik Efendi Aza İstinaf Mahkemesi Ceza Reisi Hüseyin Yahya Efendi Aza İstinaf Müdde’î-i Umumis Sıdkı Efendi Aza Bidayet Mahkemesi Reis-i Evveli Ali Nailî Efendi Aza Bidayet Mahkemesi Ceza Reisi Mucib Efendi Aza Merkez Müdde’î-i Umumi Muavini Necati Efendi Encümen Kâtibi Mehmed Tevfik Bey İstinaf Hukuk Mahkemesi Reis Mehmed Tevfik Efendi Aza Subhi Efendi İzmir Pâye-i Mücerredi (25 Za 310) Aza Abdülgani Bey Aza Fethullah Efendi Aza Çelebioğlu Rızkullah Efendi Aza Mülâzımı Hacı Remzi Efendi 212 İstinaf Ceza Dairesi Reis Hüseyin Yahya Efendi Mütemayiz (12 Ra 312) Aza Arif Bey (Sâlise) Aza Ahmed Efendi Aza Naum Efendi Aza Çıracıyan Stepan Efendi Diyarbakır Mahkeme-i Şer’iyye ketebesinden: Abdülrezzak efendi, Mustafa efendi, Zülfikar Efendi Diyarbekır Mahkeme-i şer’iyye Muhzırı: Ömer ağa Diyarbakır Mahkeme-i Şer’iye mukayyidi: Mahmud Zeki Efendi Diyarbakır Mahkeme-i Şer’iyye Zabıtı katibi: Yusuf Neci efendi Diyarbakır naibi: Ahmed Hilmi efendi (20). Mehmed Halid Bey Kıbrıslı olup 1851 yılında Lefkoşa’da doğdu. Babası Hacı Mustafa Necati Efendi’dir. Diyarbakır Vilayet Salnameleri’ndeki kayıtlara göre, Hicri 1300 (Miladi 1882–1883) yılında saniye rütbesiyle Diyarbakır İstinaf Mahkemesi Ceza Dairesi ikinci başkanlığını Hicri 1301 (Miladi 1883–1884) yılında ise yine aynı rütbeyle aynı mahkemenin başkanlığını yaptı. Hukukçu olarak Diyarbakır’daki hizmet süresi beş yıldır (61). Kâtip ve Mukayyidler XIX. yüzyıl ilkyarısındaki dönem Diyarbakır mahkemesinde başkâtipten ayrı olarak, üç kâtip daha görev yapmaktaydı. Görevde bulundukları mahkemelerde yapılan duruşmaları saati saatine sicillere kaydetmenin yanı sıra, merkezden gelen ferman, buyruldu, mektub, berat ve naiblerin verdikleri hüccet, ilâm ve benzeri yazıları sicillere kaydetmek görevininin kâtip ve mukayyidlerce yürütüldüğü bilinmektedir. Kâtip ve mukayyidler de diğer mahkeme görevlileri gibi naiblerin mürâseleri ve padişahın beratı ile atanmakta idiler. Genellikle kâtipliğe tayin edilen kişiler bir yerde kâtiplerin yardımcıları durumunda olan Mukayyyidler arasından seçilmekteydi. Meselâ 17 Aralık 1785 tarihinde Amid Mahkemesinde kâtip olan Ebubekir Efendi vefat ettiğinden hizmeti boş kalmış ve yerine aynı mahkemede mukayyid olan Mevlâna Sadullah tayin edilmişti. 21 Mayıs 1792 tarihinde de kâtip Hafız Ali Efendi›nin ölümü üzerine söz konusu göreve aynı mahkemede mukayyid olan Seyyid Hüseyin getirilmiştir. Kâtip veya mukayyid tayininde başkâtibe hitaben gönderilen mürâselede, söz konusu görevlere tayin olunacak kişilerin kâtip veya mukayyid olarak tayin edildikleri belirtildikten sonra, mahkemede istihdam edilmeleri ve doğru yoldan çıkmamaları tembih edilmekteydi. Mahkemelerde kâtip veya mukayyidlik görevini yürütenler yukarıda belirtilen görevlerinin yanı sıra «Şühûdü’1-hâl in de 213 değişmez üyeleri olup, bu hizmeüeri karşılığında belirli bir ücret almaktaydılar. Bunun dışında yürüttükleri görev karşılığı olarak aldıkları ücretler konusunda fazla bir bilgiye sahip değiliz. Tereke taksiminden de belirli bir ücret alan bu görevlilerin daha başka gelirlerinin olduğu söylenebilir. Eldeki belgelerden söz konusu görevlilerin görev sürelerini belirlemek de mümkün olmamıştır. Bununla birilikte kâtip ve mukayyidlerin gerek görüldüğünde görevden alındıklarına bakılırsa, söz konusu görevlerin devamlılık göstermediği söylenebilir. Mesela 13 Aralık 1793 tarihinde Amid Mahkemisinde mukayyid olan el-Hâc İbrahim Efendi mukayyidlik hizmetinde istidadı olmadığı için bu görevden alınarak yerine Ferdi Ahmed Efendi tayin olunmuş idi. 5 Aralık 1822 tarihinde ise mukyyid olan Abdurrahman Efendi bi’l-iktiza azl edilmiş ve yerine Mehmet Esad Efendi tayin edilmiştir. Muhzırbaşı ve Muhzırlar Diyarbakır mahkemesinde de diğer şehirler de olduğu gibi, mahkemenin güvenliği muhzırlar tarafından sağlanmaktaydı. Davalıları mahkemeye getirip götürme görevini üstlenen muhzırlar, yerinde bir benzetme ile Mustafa Akdağ tarafından “Adlî Polis” olarak isimlendirilmişlerdir. Muhzırbaşılar da bu Adlî Polislerin Reisi durumundadır. Muhzırbaşılık görevi XVI. yüzyıl sonlarına kadar Berat-ı padişahî ile Altıbölük sipahilerine verilen bir hizmet durumunda idi. Daha sonraları yeniçerilerden de bu görevi alanlar ölmüş, XVII. yüzyıldan itibaren ise “Dergâh-ı Mu’alla kapucubaşılığına” mensup kişilere de, tevcih edilmeye başlanmıştır (7). Bölge Mahkemesi Diyarbakır tarihte bölgeye de hizmet veren bir merkezdi. Sultan Abdülhamid zamanında bazı illerde valilik olmasına rağmen başka illere temyiz mahkemesine gidildiğini görülür. Örneğin Elazığ’daki dava için Diyarbakır’a gitme zarureti vardı (21). İç Kaledeki Adliye binası 1891–1893 tarihleri arasında yapılmıştır. Adliye binası İç Kaleye Artuklu kemerinden girince hemen soldadır ve dikdörtgen şeklinde bir binadır. Resim 16. 1933 Yılı İç Kale’de Eski Hükümet Konağı (Eski Adliye Binası) (14) 214 Resim 17. Günümüzde Restorasyonu Bekleyen Eski Adliye Resim 18. Günümüzde restorasyonu bekleyen Eski Adliye’nin giriş kapısı Adliye hizmetlerine verilen önemi Resim 19 da resmi belgelerde de görüldüğü gibi yeniden inşa edilmekte olan Diyarbakır adliye dairesi için gerekli olacak parayla ilgili Sadarete gönderilen yazı (22).BOA, BEO, 42216 (2 Şubat 1895). Resim 19. Adliye Binasının yeniden inşası ile ilgili belge 215 Resim 20. Lice Adliye sarayı– 1965 Resim 21. Eski adliye binası- Silvan Resim 22. Ergani eski Adliye binası– 1966 Foto: Adil Öztürk (78). 216 Kutsal Topraklarda Kadılık Yapan Diyarbakırlılar Hüseyin Diyarbekri 1573’te Mekke kadılığı yapmıştır. Hamis isimli tarih eser, Kâbe ve mescid haramın mufassal tasviri isimli Hidiv kütüphanesinde bulunan yazma eseri vardır (79). Mukaddes emanetleri Mekke şerifi ile birlikte Yavuz’a teslim eden kişidir. Nakipoğlu, 2 asır önce Medine kadılığı yapmış, ayrılırken Diyarbakır’a ait olmak üzere sakal-ı şerif hediye edilmiştir.(Kaynak: Mevlüthan Mustafa). Kasım Gubari Efendi, H.1027 yılında Nakibül Eşraf makamına getirildi. Diyarbakır, Mekke ve İstanbul kadılığı yaptı. Gubari yazı biçimini icat etti. El Amidi Mela Çelebi, 1066 yılında vefat etmiştir. Şam kadılığı yapmıştır (80). Mekke kadısı Hacı Ragıp Bey: Canip Yıldırım, Ragıp bey’in anne tarafından atası olduğunu belirtir (81). İsmail XVII. yy’da yaşamıştır. Siyaset-i şer’iyye ve riyaziye isimli eserleri vardır. 1721’de Medine kadısı olmuştur (82). Kanunları Kim ve Nasıl Hazırlardı? Diyarbekir Eyaletine ait Yavuz devrindeki kanunnamelerin, Osmanlı ve Hasan Padişah Kanunları esas alınarak hazırlandı. Kanunnamelerin baş taraflarındaki izahlardan anladığımıza göre, bu kanunları kaleme alanlar, başta İdris-i Bitlisi ve Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa ve Eyalet merkezi kadısıdır. 1520’de vefat eden İdris-i Bitlisi, din âlimi tarihçi ve devlet adamıdır. 1515’de önce Bayburd ve Erzincan idareciliğine getirilen sonra da Diyarbekir Eyaleti beylerbeyliğine tayin edilen Bıyıklı Mehmet Paşa ise Yavuz’un gözde valileri arasındadır. Diyarbakır kadısının en az bir mevliyet kadısı olduğunda şüphe yoktur. Kanunların hazırlanmasında, her mahallin ileri gelenleri, Kethüdalar ve ilim adamlarının bulunduğu da görülmektedir. Bunları kanunların başından öğrenmek mümkündür. Zikredilen ehliyetli kalemlerce yazılan kanunnameler, tapu tahrir defterleriyle beraber padişaha arzedilmekte ve tastik edilince kanun hüviyetini kazanmaktadır. 1518 tarihli defterden Amid kadısının Mevlana Abdullah Çelebsi ve Diyarbekir Kethüdasının da Bali Bey olduğunu anlıyoruz. Bu kanunnamelerde para birimleri, sıvı, ağırlık ve alan ölçüleri Akkoyunlular’a ve mahalli adetlere göre zikredilmiştir (84). Osmanlı imparatorluğunun değişik illerinde Diyarbakır’lı Müftü ve Adliye teşkilatı elemanlarını Sicil-i Ahval dosyalarının incelenmesi şu şekilde öğrenilmektedir (83): Cilt/ sayfa 1/347 V/23 I/397 I/397 V/113 Adı Baba adı Doğum yeri Doğum-Ölüm Feyzullah ef. Ahmed cemil İsmail ef Mehmed faik Ahmed Fehmi ef Ahmed ef Ramiz İsmail ağa Mehmed ef Hüseyin ef Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Çermik 1293(h)1268(h)1288 1303(h)- 217 III/169 I/329 II/459 II/459 IV/117 IV/117 II/345 Mesud ef Mehmed Hulusi. ef.Seyyid Ahmed Hilmi ef Yusuf ağa İbrahim Halil Abdülhamid ef.Müftizade Zülfikar ef Hayrullah ef Mehmed Sabir ef Ömer ef Yusuf Necibe f. Mehmed ef.Şeyh Abdurrahman Ahmed ef.Hacı rahmi Mehmed ef Sibgatullah Diyarbakır 1271(h)- Diyarbakır Ergani 1257(h)-1317 h 1266(h)- Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Lice 1274(h)1300(h)1280(h)-1332h 1288(h)- Lice 1268(h) Mehmed Salih Abdülfettah ef Lice 1271(h) Mustafa ef Osman ef Lice 1282(h)- Abdülkadir ef İsmail ef Hani 1277(h)- Ahmed Şükrü Mustafa ağa Lice 1287(h)- Mehmed Said Ömer ağa Diyarbakır 1303(h)- Mustafa Vasfi ef İbrahim ağa, hacı Çermik 1281(h)- Burhaneddin ef Ali ef Ergani 1287(h)- Ali Ulvi ef Hüseyin ağa Ergani 1300(h)- Mehmed şerif ef Mahmud b.Zülfikar ef Ahmed ef Ergani 1281(h)- Ergani 1303(h)- Hasan ağa Topaloğlu Halil ef Ergani 1287(h)- Ergani 1300(h)- Abdülgani ef. Seyyid Yusuf Ziya ef Diyarbakır 1286(h)- Diyarbakır 1264(h)- Hüseyin Hüsnü Diyarbakır ef Ahmed Hamdi ef Diyarbakır Sadık ef Diyarbakır 1299(h)- Diyarbakır Diyarbakır 1300(h)1281(h)- Mustafa Kemal ef Mehmed Şükrü ef İsmail hakkı ef VI/232 İbrahim ef Mahmud ef Muhyiddin ef VI/225 VII/146 VI/75 VII/88 218 Mehmed said ef Mehmed Necati ef Mehmed sabir ef Ömer ef Mehmed Salih ef Hüseyin Salih ef 1300(h)-1331 1277-1336 ATATÜRK MÜZESİ Yapının adı Atatürk Müzesi olup, İç Kalede bulunmaktadır. 1906’da İç Kalede Umumi müfettişlik binası olarak yapıldı. Bu bina 1917’de Mustafa Kemal’e çalışma mekanı olmuştur. Atatürk 5 Mart 1917 yılında. Ordu Komutanlığına atanınca, 13 Martta Diyarbakır›a gelmiştir. Silvan da bulunan 16. Kolordu karargâh komutanlığı 2. ordu karargâhını oluşturmak üzere Diyarbakır›a alındı. Karargâh binası İç Kalede bulunan ve halen Atatürk Müzesi olarak faaliyet gösteren yapıya taşınmıştır. Resim 23. İç Kaledeki Atatürk Müzesi Tarihçesi Mustafa Kemal Pasa Birinci Dünya Savasında 5.3.1333 tarihinden 9.7.1333 (1917) tarihine kadar ikinci orduya kumanda ettiği zamanlar Diyarbakır’da bulunmuş ve bu binada çalışmıştır. Binanın inşa tarihi ve sahibi hakkında açık bilgi bulunmamaktadır. İç kalede bulunan resmi yapılarla aynı tarihte yapıldığı muhtemeldir. Genel müfettişlik kurulduğu günden 1938 Temmuzuna kadar buradaki binada çalışılmıştır. Bu bina Genel Müfettişin oturduğu bina olup, 1916 da 2. ordu komutanlığı karargâhı olmuştur. (o zaman üst katı yapılmamıştı. I. Meşrutiyetin ilanından önce ülkede baş gösteren karışıklık Diyarbakır’da da etkisini göstermiştir. 1906’da hürriyetin ilanıyla imar faaliyetleri tekrar Atatürk’ün ikametinden sonra bu bina muhtelif askeri maksatlarla kullanılmış olduğundan bina askeri şube başkanlığının işgalinde bulunduğu sırada 7. kolordu komutanı bulunan korgeneral Şükrü Olcay tarafından Komutan Atatürk Müze ve Kütüphanesi olarak hizmete girmesi kararlaştırılmış ve binada restorasyon ve onarım faaliyetlerine girilmiştir (4). 219 Resim 24. Umumi Müfettişlik Binası (Atatürk müzesi) arka taraf Mustafa Kemal Paşa Kulp ve Hazro Rusların Diyarbakırı ele geçirmek için üç yol seçeneği vardı a) Bitlis yolu b) Bingöl yolu c) Kulp yolu. En önemlisi Kulp yolu idi. Buradan geçilirse Diyarbakır ele geçmiş demekti. Bu açıdan Ahmet İzzet paşa ve M. Kemal düşmanı kulp boğazına çekmeyi planladı. 8.Fırkamız hazırlanmıştı.14 yaşından büyüklerin çatışmaya alındığı 7 aşiret Konuklu Şeyh Muhammed Emin komutanlığında savaşa katıldı ve Boğazın iki yakasına siperler kazıldı. Ruslar Pomak mevkiine gelince ateş başladı. Ruslar büyük zayiat vererek çekildi. 16.000 kişi esir alındı. Kulpta 6500 şehit verdik. Bu noktada buraya bir anıt çok yakışır. M. Kemal Kulp, Şenyayla ve M. Kemal çeşmesi denen mevkide üç yerde çadır kurdu. M. Kemal paşa ordusunun ikmalini yapmak üzere KulpŞenyayla yolunu yaptırdı. 3 ayda Kulp ve köylülerin yardımıyla yol bitti. Erzurum’da Ruslara karşı kazanılan zaferle Aziziye tabyasında şehitlerimize gösterilen anıt ve saygıyı Kulp›ta da bekliyoruz. Aziziye tablasında 1000 şehidimiz var, alınan esir sayısı ise 2000 idi. Kulp’lu Hakkı Tel’in anlattıkları: Babam Sabri, Mustafa Kemal Paşa’nın milis kuvvetlerinde binbaşı idi. Osmanlı başarı madalyası aldı. Kulp’ta büyük evimizi boşaltarak Paşa’nın emrine verdi. Paşa Şin yaylasında çadırını bir ceviz ağacının altında kurdurmuştu. Temmuz ayında Ruslar taarruza geçtiler; 8. Fırka çok zayiat verdi. Darakuluk’ta yapılan bu savaşta Alay kumandanı Recai Bey şehit oldu. Mersinli Binbaşı Turgut Bey bacağından yaralandı. Hastahane olarak kullanılan evimize getirildi; tedavi sırasında o da öldü. 8.Fırka kumandanı Rifat Beyle Anduk dağına çıkıldı. Rus taarruzunu durdurmak için tedbirler düşünüldü. Hakkı Tel Rus ilerlemesini durdurmak için Kulp ve çevresindeki köylülerle kadın, erkek ve çocuk demeden çalıştılar, çarpıştılar. Orduya yardımcı oldular. Babalarımız ezeli düşmanımıza yurdumuzu çiğnetmemek için canlarını verdiler (62, 63). 220 Hazro’lu Budakların fedakârlığı: 16. Kolordu komutanı olarak Silvanda görev yapan M. Kemal askerin iaşesini düşünüyordu. Paşa birgün Hazroda Mehmet Budak’a karargâh subayları ile misafir olur. Öğle yemeği çok mükemmeldi. Ancak paşa asker açken sofraya oturamam dedi. Mehmet Budak Bey sofraya oturun, askerin 1 aylık ekmek ihtiyacı benden dedi. Mehmet Budak Bey 240 ton buğday, Hatip bey 120 ton buğday ve halk da 150 ton buğday hibe etti (63). 1936 yılında tüm Diyarbekir buğday mahsülünün 7235 ton olduğunu hatırlarsak bu verilen buğday miktarının çok önemli olduğu görülür (64). Mustafa Kemal, Milli mücadelenin başlangıcında Hazro’da Memet bey’in evine misafir olur. Bir gün Memet bey’e sorar.’Hazro dağları beni korur mu diye’.İşler yolunda gitmezse, güvenli bir yer arayışı bu. Tabii diyor ki Memet Bey Atatürk’e,’ Paşam Hazro dağları sizi korur’ (63,65). CEPHANELİK 1900’lü yılların başında yaptırıldı. Atatürk müzesinin yanındadır. Cephanelik olarak kullanıldığı gibi Ziraat bankasına da mekân olmuştur. İçkale Osmanlı öncesi dönemde de cephaneliğe ev sahipliği yapıyordu. Kazılar sırasında 74 ve 75 numaralı burçlar arasında Osmanlı dönemi ve öncesine ait olduğu belirlenen içerisinde ok, mızrak başı, kılıç ve kalkan gibi dönemin silahlarından çok sayıda bulunan bir cephanelik ortaya çıkarıldı. Diyarbakır tarih itibariyle stratejik bir bölgede olması, ticaret yollarının kesiştiği noktada bulunması nedeniyle savunmaya çok önem vermiş, İçkalede Savunma sanayi kurulmuştur. Resim 25. Cephanelik Binası Diyarbakırda Savunma Sanayi Osmanlı döneminde Diyarbakır’da büyük bir Tophane vardı, burada top dökülmekteydi (85). Bakır harp sanayinde önemli bir madde idi. Bakır, kalay ve çinko karışımından toplar ve diğer silahler, silahların bazı bölümleri yapılırdı. Bakır üretimine Ergani önemli bir üretim yeri olarak ön plana çıkmıştır (86). 221 Tarihte Diyarbakırın savunma sanayi alanında ileri olduğu hatta İstanbul’a da yardımcı olduğunu görülür. 2 Nisan 1842 tarihinde tophane ferikine gönderilen tahrirat müsveddesinde ‘Diyarbakır’da dökülerek Diyarbakır müşiri Zekeriya Paşa tarafından İstanbul’a getirilen 6 kıta Obüs topu ve koşum ve yuvarlak vesaire’nin Tophaneye teslim edildiğini gösteren kayıt, bu dönemde Diyarbakır İç kalesinde bir dökümhane olduğunu göstermesi açısından önemlidir. 25 Aralık 1814 tarihli bir belgeden, dökümhanenin daha bu tarihlerde bulunduğunu tespit etmekle beraber 3 Ekim 1843 tarihli hülasadan ‘Diyarbakır dökümhanesinin Zekeriya Paşa tarafından küşad edildiği anlaşılmaktadır. 29 Eylül 1785 tarihli bir belgede İçkalede 51 topçu olduğunu görülür. BA.,Cevdet,Asker, No.25257-BA., Cevdet Askeri, No.9745-BA.,Cevdet Askeri, No. 3228 (11). Diyarbakır Osmanlı sınırları içindeki birçok bölgeye de katkıda bulunduğunu tarihi belgelerden öğrenmekteyiz. Savunma sanayinde de Diyarbakır’ın önde olduğunu ve katkılarda bulunduğunu öğreniyoruz: Amid şehrinde bir güherçile imalathanesi olduğu, Halep ve Trablusşam’a güherçile gönderildiğini belgeler göstermektedir (BA, MD, nr.5, s.380; BA, MAD, nr.2775.s.196). 1566’da Erciş kalesinin yeniden yapılışında kullanılmak üzere gereken toplar (50 adet darpzen) Diyarbekir’de döktürülmüştür (İslam Ansiklopedisi.9.467). Tüfek İmalatı Osmanlı dönemi Diyarbakır kalesi tüfenk imalatında önemli bir merkezdi (87). Kılıç, Ok, Hançer, İmalatı Evliya Çelebi’de Amid (Diyarbekir) notları: “Tamamı 2008 adet dükkan, bayındır çarşıyı, o güzellik pazarını meydana getirir. Fakat sipahi pazarındaki bedesten gayet bakımlı, süslü ve iki tarafı demir kapılı, sağlam taş yapıdır. Bu bölgede işlenen kılıç, gaddare, külünk, balta, ok, hançer, mızrak yalmanı ve ok peykanı başka yerde işlenemez” demektedir (88). Ziraat Bankası Cephanelik binası Ziraat bankası olarak da hizmet vermiştir.Ziraat bankasının Diyarbakır tarımına ciddi katkıda bulunduğunu Osmanlı belgelerinden öğreniyoruz. Örneğin (BOA, BEO, 159734.30 Mart 1903) Diyarbakır vilayetinde bir numune çiftliği tesis olunmak üzere kuruluş masrafları için bir defaya mahsus olmak üzere 100.000 kuruş ile ziraat faaliyetlerine harcanmak üzere senelik olarak da 28.000 kuruşun Ziraat bankasından karşılanması (22). CEZAEVİ Yapının adı Atatürk Müzesi olup, İç Kalede bulunmaktadır. İçkale surlarının kuzey ucunda yer alan yapı uzun yıllar Hapishane binası olarak kullanılmıştır. Yapının giriş kapısı üzerinde farklı dönemlere ait kitabeler bulunmaktadır. Bu kitabelerden 222 en son tarihli olan da yapının, Hasan Paşa zamanında tamir edilip Hapishane olarak faaliyete geçirildiği anlaşılmaktadır Hapishane binası ilk olarak şimdiki Adliye binasında bulunuyordu. 1298’de yeni bir hapishane yapılması emri verilmişse de 1305 (1887) tarihinde Vali Hacı Hasan Paşa zamanında şimdiki hapishane binası, bu işi görecek fonksiyona kavuşturulmuştur (3,4). İnsani ölçülerde hapishane yapılması ile ilgili çalışmalar yapıldığını Osmanlı belgelerinden öğreniyoruz (22). Hapishane hizmetlerini kaliteli şekilde verilmesi için de iyi bir ekibin olduğunu görülmektedir. Resim 26. Eski Cezaevi Resim 27. İçkalede Eski Cezaevi ( Foto: M.Sutlas) 223 Resim 28. İçkalede Eski Cezaevinden Başka Görünüş 1 Haziran 1882 tarihinde Diyarbakırdaki mevcut hapishane güvenli ve yeterli olmadığından, yeni bir hapishane yapılması için Dâhiliye nezaretine sunulan proje ve yazı aşağıda görülmektedir. 1980 yılında meşhur olan Diyarbakır cezaevi sicil olarak bir leke idi. Ancak Osmanlı döneminde hapislere karşı yaklaşım çok iyiydi. Tarih08R/1315 Hicri. Dosya No.12. Gömlek No. 8. Fon Kodu. DH. TMIK. S. Başbakanlık arşiv belgelerine bakıldığında; Diyarbekir vilayetleri dahilindeki hapishane ve tevkifhanelerin ıslahı için gereken tamirat ve tecdide bir an önce başlanmasıyla, burada bulunan mahkumlara ait tayinatların tedariki vardır. 224 Mahkûmlara Sanat Öğretilmesi Resmi devlet belgesi olan 1869 yılı Diyarbakır salnamelerinde Mahbusinin hapishanelerde sanayi ile iştigaliyle esbab-ı maişetlerinin tedarik ettirilmesi hakkında hüküm vardır (95). Tarihi eşya ve eser kaçakçılığının önlenmesi; Resmi devlet belgesi olan 1869 yılı Diyarbakır salnamelerinde 9 Ağustos 1286 ve 23 Temmuz 1290 seneli emirname bu hususla ilgilidir. Uyuşturucu ile mücadele; Resmi devlet belgesi olan 1869 yılı Diyarbakır salnamelerinde Esrar satanların 1 yıl hapis edilmesi ile ilgili emirname. Silah kaçakçılığı ile mücadele; Resmi devlet belgesi olan 1869 yılı Diyarbakır salnamelerinde Barut imaliyle iştigal eden kesanın men ve tatil-i imalatına ceyedlerinde bulunan barut ve edevatın zabtına dairdir (95). 19. yüzyıl Diyarbakır salnamelerine göre Hapishane Memurları Müdür Ahmed Şefik Efendi Müfettiş Asâkir-i Şahane Alay Kâtibliğinden Mütekâ’id Halil Tahsin Efendi Rusya Muharebe Madalyası İmam Ali Efendi Kâtib İsa Ruhi Efendi Bir hoşgörü örneği: Gayrimüslim Hapishane Müdürü Hapishane Müdürü Kevork Çarşafçı (Project Save) Osman Köker sergisi. 225 GÜVENLİK TEŞKİLATI 19. yüzyıl salnamelerine göre Güvenlik teşkilatı Merkezi Vilayette Müstahdem Polis Memurları Serkomiser Ahmed Tevfik Efendi İkinci Sınıf Komiser Mustafa Asım Bey İkinci Sınıf Komiser Mehmed Said Efendi Beşinci Mecidî 4 M 309 Üçüncü Sınıf Komiser Yusuf Raci Efendi Sâlise 29 Za 311 Üçüncü Sınıf Komiser Abdurrahman İzzet Efendi Üçüncü Sınıf Komiser Abdülkadir Hicabî Efendi Üçüncü Sınıf Komiser Mehmed Nuri Efendi Polis Memurları Hüseyin Hüsnü Efendi Mahmud Galib Efendi Halil Hayalî Efendi Mehmed Sabri Efendi Abdülkerim Efendi Süleyman Salim Efendi Mehmed Sadık Efendi Bahaüddin Efendi Abdülkerim Şevki Efendi Mıgırdıç Efendi Güvenlik Ve Diğer Hizmetler Güvenlik yeniçeri serdarlarınca sağlanmaktaydı. Mahalle imamlarının dini görevlerinin yanı sıra mahallenin asayişi ve rahatının sağlanmasıyla ilgili görevi de vardı. Yargı kadı tarafından ifa edilmekteydi. Mahkemede başkâtip, kâtip, muhzırbaşı ve muhzırlar ve nöbetçiler de vardı. Devlete ait yapıların inşa ve tamirinden bina eminleri sorumluydu (6). Yeniçeri Serdarı Klasik Osmanlı şehir yönetiminde XV. ve XVI. yüzyıllarda şehirlerin güvenliği, subaşılar ve onlara bu işte yardım eden yatakçılar (Ases, Pasban) tarafından sağlanmaktaydı. Ancak 1558 Bayezıd isyanından sonra, kapıkullarının (Yençeri ve Altıbölük Halkı), Anadolu şehirlerinde garnizonlar kurup, ticaret, esnaflık, çiftçilik gibi işlerle uğraşmaya başlamaları sonucu, şehir merkezlerinde Kadı, Subaşı, Şehir Kethüdası ve diğer ileri gelenlerin yanı sıra Yeniçerilerin işleriyle uğraşan Yeniçeri Serdarı ile Altıbölük halkından olanların işlerine bakan Kethüda Yeri’in ortaya çıkmasına yol açmış ve böylece şehir idaresinde iki yeni otorite ortaya çıkmıştır. Bunların şehir idaresine karışmaya başlamaları ile eski düzen önemli ölçüde bozulmuştur. Diyarbakır’da bulunan, Yeniçeri Serdarı incelediğimiz dönemde diğer Anadolu şehirlerinde olduğu gibi1, Diyarbakır’daki yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacısı, gılman-ı acemi ve kul oğullarının serdar ve zabiti olarak, Dergâh-ı ‘Alî Yeniçeri Ağası’nın “mektubu” ile atanmaktaydı. Yeniçeri ocağından olup, belirli bir süre için Serdârlık Câ›izesi adı altında Yeniçeri Ocağı’na belirli bir miktar para ödeyen kişiler, Yeniçeri Ağası tarafından bir mektubla atanıyor, aynı zamanda Diyarbakır 226 Kadısına da, yine Yeniçeri Serdarı tarafından yazılan bir mektubla bu atama işlemi tamamlanıyordu (6). VAKIFLAR MÜDÜRLÜĞÜ BİNASI Artuklu tkemerinden girince hemen sağdadır. 1900-1907 yıllarında yaptırılmıştır,karşısında Aslanlı çeşme,arkasında Hz. Süleyman camii bulunmaktadır. Resim 29. Vakıflar Müdürlüğü Binası- Ön cephe Resim 30. Vakıflar Müdürlüğü Binası- Arka cephe 227 Vakıflar Müdürlüğü’nün varlık nedenini anlamak için Diyarbakır›daki vakıf müessesesini anlamamız gerekiyor. Vakıflar, Osmanlı şehirlerinde ayrı bir belediye teşkilatı veya bu işleri yerine getiren devletin bir kurumu konumunda olmuşlardır. Vakıfların yol inşaatı, köprü inşaatı, bahçeler oluşturulması, aydınlatma gibi çalışmaları da vardır. Yol inşaatı konusunda büyük vakıflardan pay ayrıldığı, köprü inşaatı ve bakımı konusunda Diyarbekir ve Hasankeyf’te birer vakfın hizmet verdiği bilinmektedir. Şehirlerin su ihtiyacı çoğu zaman vakıfların ilgi alanına giriyordu. Suyun sağlanması yanında, taksimi sonucu ortaya çıkan çeşmelerin kırsal alanda su kuyularının, yazları soğuk su ihtiyacını karşılayan sebillerin korunup, bakılması hizmetleri vakıflarca karşılanıyordu. Bu vakıflardan XVI. yüzyılda Diyarbekir Beylerbeyliği’nde 11 tane vardır ve bu tutar tüm vakıfların % 3,24’ünü teşkil eder. XVI. yüzyılda Diyarbekir Beylerbeyliği vakıflarında bu ünitelerden elde edilen gelir 2.652.061 akçelik bir meblağa ulaşmakta olup, bu miktar o dönemde bölge ekonomisi için oldukça önemli bir unsuru oluşturmakta idi. Diyarbekir Eyaleti’nde bulunan vakıflarda 1.371 kişi görev yapmaktadır. Bu insanlar vakıfların bulundukları şehirlerde ihtiyaçlarını karşıladıkları için aldıkları yevmiye de bölge ekonomisinde canlılık kaynaklarından birini oluşturuyordu. Çalışan her bir kişinin bir aileyi temsil ettiği ve bir ailenin de 5 kişi olduğu varsayılırsa 6.855 kişi vakıf ödenekleri ile geçinmektedir. Bu rakam de XVI. yüzyıl ölçülerinde orta büyüklükte bir belde nüfusuna denktir. Dolayısıyla inanç temelli kurumların şehre kattığı ivme açısından bu durum dikkate değerdir (23). 16. yüzyılda Diyarbakır’da vakıflarla çok büyük hizmetler verilmiştir.34 cami ve 172 mescid vakfı halkın ibadete yaklaşımını gösterir. Mekke ve Medine için 5 vakıf kurulması kutsal mekanlara saygıyı yansıtmaktadır. Hele cüz ve süre okunması için 6 vakıf kurulması ise Bölgenin dinine ne kadar saygı gösterdiğini göstermektedir. Bunun dışında halka hizmet etmek için çeşme, sebil, köprü, hamam gibi vakıflar sosyal yardımseverliği gösteren hususlardır. Bir de vakıflarda çalışan personel istihdamı ve ailelerine bu açıdan katkı da önemlidir. Vakıfların bulundukları bölge ekonomisine katkıları bunlarla sınırlı değildir. Tablo 6’da görüldüğü gibi Diyarbekir Eyaleti’nde bulunan vakıflarda 1.371 kişi görev yapmaktadır. Bu insanlar vakıfların bulundukları şehirlerde ihtiyaçlarını karşıladıkları için aldıkları yevmiye de bölge ekonomisinde canlılık kaynaklarından birini oluşturuyordu. Çalışan her bir kişinin bir aileyi temsil ettiği ve bir ailenin de 5 kişi olduğu varsayılırsa 6.855 kişi vakıf ödenekleri ile geçinmektedir. Bu rakam de XVI. yüzyıl ölçülerinde orta büyüklükte bir belde nüfusuna denktir. Diyarbakır önemli bir geçmişi nedeniyle çok sayıda vakıfa ve vakıf eserine ev sahipliği yapmaktadır Bu sadece hayır işlerine yönelik olmayıp ticari hayata da yönelmiştir. Aşağıda önemli meslek vakıf isimleri görülmektedir (25): 228 Tablo 6. Diyarbekir Beylerbeyliği’ndeki Vakıfların Dağılımı (24). Vakfın Adı Camiler Mescidler Medrese ve Mektepler Zâviyeler Mezarlar Çeşme ve Sebiller Su Kuyusu Köprüler Hanlar Haremeyn vd. Su Vakfı Hamamlar Cüz ve Sure Okuma Diğerleri Toplam Sayısı 34 172 21 43 21 9 1 2 4 5 1 1 6 18 338 Yüzdesi(%) 10,05 50,88 6,21 12,72 6,21 2,66 0,29 0,59 1,18 1,47 0,29 0,29 1,77 5,32 100 MESLEK VAKIFLARI 1. Zeynettin ecza-i şerifi vakfı 2. Dağ kapısında mezaristan mezarcılığı vakfı 3. Asyab hattat ve Pir Ali değirmeni hattat vakfı 4. Bağburunda demircilik vakfı 5. Esnaf-ı berbaran şeyhliği vakfı 6. Kuyumcu esnaf meşihat ciheti vakfı 7. Palancılar esnaf meşihat vakfı 8. Nalbantlar esnaf meşihat vakfı 9. Murtaza Paşa Muallimhanesi vakfı 10. Bab-ı Cebelde Semercilik vakfı 11. Diyarbakır’da Muhsirbaşılık vakfı 12. Secaat buk’as vakfı 13. Hini beytül mal vesaireden dellalbaşılık vakfı 14. Mahkeme kitabet evvelilik vakfı 15. Cenanlar meşihat vakfı 16. Mahkeme kassar muhsırlığı vakfı 17. Diyarbakır’da Şeyh Meni kabilesi ile tevabii aşiret kethüdalığı vakfı 18. Cami-ül mesalih vakfı Boyahane Zemin vakfı (25). 229 Vakıfların en önemlilerinden birisi hac mekanlarına hizmet ve hacılara Mekke ve Medine fakirlerine hizmettir. Diyarbakır Vilayetinde bulunan Harem-i Şerifeyn vakfı, Mekke ve Medine’ye kakıda bulunan vakıflardır.1564 senesinde vilayette 9 köy,6 mezra, bağ ve bostan mahsülü ve gayrimenkul kiraları Mukaddes toprakların finansına adanmıştı (24). İslam alemine Diyarbakırın katkısı olarak bir örnek verelim: İbrahim Paşa vakfı: Akar olarak Erdebil köşkü, Çifte han, Tütün han,15 dükkân, 2 değirmen, 2 dink, 6 ev, 2 köşk, Urfakapıda hamam. Gider olarak Mekke ve Medine fakirlerine harcanacak. Yine gelir olarak Diyarbakır vakıflarında 3. sırada Haremeyni Şerifeyn vakfı (Mekke ve Medinedeki kutsalları finanse eder) yıllık geliri 9583 akçedir (26). DEFTERDARLIK BİNASI Vakıflar müdürlüğünün hemen yanındadır,onun solunda ise cephanelik bulunmaktadır. Arka tarafta ise Hz. Süleyman camii vardır. Tarihte Diyarbakır defterdarlığının varlığı Diyarbakır ekonomisinin büyüklüğü nedeniyledir. Osmanlı ekonomisini ayakta tutan en önemli bürokrasi defterdarlıktır. Doğu ve Ortadoğu ekonomisinin düzenlenmesinde Diyarbakır’daki ekonominin büyüklüğü ve önemini anlıyoruz. II. Selimin saltanatının ilk yıllarında Doğu Güneydoğu ve Ortadoğu şekillendirmesinde Halep, Diyarbakır, Şam, Erzurum ve Trablusşam olmak üzere 5 ayrı defterdarlık oluşturulmuştur (27). Resim 31. Defterdarlık Binası- Ön cephe 230 Resim 32. Defterdarlık Binası- Arka cephe KOLORDU BİNASI Yapının adı Kolorodu Binası olup, İç Kalede bulunmaktadır. 1902 yılında vali Mehmet Faik paşa tarafından yaptırıldı. Tarihçesi 1901’de Diyarbakır’da valilik yapan Mehmet Faik Pasa zamanında 1902 (1319) yılında fırka kumandanı Ferik Mehmet Kamil Paşa’nın emirleri ile İçkale’deki kolordu binası yapılmıştır. Yapı bu dönemde Diyarbakır’ın yerel ustalarından Tavit Usta tarafından inşa edilmiştir. Yapının İncelenmesi Eski Kolordu Binası olarak kullanılan yapının güneyinde Hükümet Binası, batısında Adliye Binası ve Hapishane Binası, doğusunda üç yönden kapalı bir avlusu, avludan sonra Dicle Vadisi yer almaktadır. Bina yanlarına son dönemlerde yapılan ilavelerin arasına sıkışıp kalmıştır. Kuzey tarafında St. George kilisesinin duvarları ile çok yakın olarak yapılmıştır. Güneyinde yer alan yapı ile duvarları bitişik olup, avluyu doğu-batı istikametinde kapatmıştır. Kolordu binası, Adliye ve Hükümet binasının baktığı avlunun biraz dışında kalmıştır. Ön cephenin görünümü, cephelerde iki renkli taş kullanılması ve girişin önünde yer alan revaklı bölümler yapıya abidevi bir görünüm katmıştır. Yapının doğu cephesi hükümet binasında olduğu gibi kale duvarına bitişik değildir. Doğu cephesinin önünde büyük bir avlusu ve içinde şadırvanı bulunmaktadır. Avlu yanlarda yer alan yapılar tarafından çevrelenmiştir (3). 231 Resim 33. Kolordu binası Resim 34. İçkale Eski Kolordu Binası Ve Arka Tarafı 232 Tarihte Büyük Bir Askeri Üs Olarak Diyarbakır Mervanlı emirliğinin Büyük Selçuklu devletine bağlandığı 1042 yılından itibaren Diyarbekir bölgesi Bizans eline geçen Kuzey Suriye ve Orta Anadoluya karşı yapılmakta olan gazalara hareket üssü olmuştu (89). Evliya Çelebi seyahatnamesinde; ‘Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman Han, Bağdat fethine giderken bu Diyarbekri’in su ve havasından hoşlanarak ‘‘ Mamur ola benim Kara Amidim’’ diyerek kışlık (kışın konaklama) verdi’ denmektedir (90). Osmanlı döneminde buranın İran’a karşı yapılan seferlerde merkez üssü olarak kullanıldığı görülmektedir. Diyarbakır İran’a karşı oluşturulan ordunun üssü ve kışlama yeri olduğundan Kanuni, İran seferi dönüşünde 20 Ekim 1535 tarihinde Diyarbakır’ı ziyaret etmiştir. Kaleye kadar giderek Ulu camii’nde namaz kılmış ve bu ziyareti 20 gün kadar sürmüştür. Yine bu ziyareti sırasında şehrin suyunu bollaştırmak için Hamravat suyunun Diyarbakır’a getirilmesini emretmiş ve bir darphane yaptırarak para bile basmıştır. Kanuni ikinci İran seferine giderken 1554’te yine Diyarbakır’a uğramış ve bu defa sekiz gün kalmıştır. Kuyucu Murat paşanın Celalileri tenkilinden sonra çıktığı, İran seferi dönüşünde kışı Diyarbakırda geçirdiği ve baharda tekrar İran üzerine hareket etmek üzereyken 6 Ağustos 1611 tarihinde burada vefat ettiği görülmektedir. Yine 1617 yılında Veziri Azam Halil paşa kumandasında İran seferine çıkan Osmanlı ordusu Kırım hanı’nın kendilerine katılmasını beklemek üzere, Diyarbakır’da kışlamıştır. IV. Murat döneminde ise İran seferi için padişahtan önce Veziri azam Mehmet paşa, Diyarbakırda kışlamış ve IV. Murad’da Bağdat seferine giderken (1638) buraya uğramış ve bu defa 70 gün kalmıştır (91). İran seferi için padişahtan önce Vezir-i azam Mehmet Paşa da Diyarbakır’da kışlamıştır (92). Diyarbakır valisi Ahmed paşa, Tiflis ve Revan canibi Seraskeri olarak görevde bulundu. XVIII. Yüzyılda Diyarbakır, doğu seferlerinin merkez üssü olmuş, ordunun ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli bir yere sahip olmuştur (93). Ayrıca Birinci dünya savaşında İran körfezinden kuzeye doğru ilerleyen İngilizlere karşı çarpışacak Türk ordusunun askerleri Diyarbekir’de toplanıyor,keleklerle cepheye yollanıyordu (94). Seferlerde Diyarbakır Ordusu Gücü Diyarbakır’da orduya alt yapı teşkil eden önemli bir oluşum Diyarbakır’ı başkent yapan devletlere (Örneğin Akkoyunlular gibi) aittir. Akkoyunlu sarayında elçi olarak bulunan Venedik elçisi, Uzun Hasan’ın atlılarının 100.000 olduğunu hesap etmiştir (106). Olayı Akkoyunlu devleti olarak düşünürsek bu rakam abartılı sayılmaz. Yalnız aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere Diyarbakır ordusu 20.000 atlı şeklindeydi. 16.yüzyıl ortalarında Karaman ile Diyarbekir beylerbeyliğinin her biri sefere 15.000 sipahi, gönderirken Amasya beylerbeyi 10.000 sipahi, daha yüksek rütbeli Anadolu beylerbeyliği 8000 sipahi gönderiyordu (104). Tarihte at sahibi olmak bir övünç vesilesiydi. Meşhur gezgin Tavernier Diyarbakır’la ilgili hatıralarını anlatırken ‘Paşanın birçok atlı süvarisi var ve yirmi bin atlıyı toparlayabilecek güçtedir’demektedir (105). 233 JANDARMA BİNASI (Jandarma Kışlası - Süvari Alay Birliği) 1887–1891 tarihleri arasında Hacı Hasan paşa tarafından yaptırılmıştır. Artuklu kemerinden girince hemen soldadır. Resim 35. Jandarma Kışlası- Süvari Alay Birliği İÇKALE DIŞINDAKİ KAMU BİNALARI Bunlar Belediye, Gureba hastanesi ve üç eğitim kurumudur. BELEDİYE Ulucami’nin karşısında yer alan tarihi belediye binası bugün Belediye binası olarak hizmet vermemektedir. Yaklaşık olarak 20 yıl önce Sur dışında yeni bir Belediye binası yapılmıştır. Diyarbakır’da Belediyecilik Artuklular dönemine uzanır. Bu dünya tarihi açısından kayda değer bir olaydır. Diyarbakır’da şehircilikte ilkleri yaşamıştır. Urfalı Mateos, Mervanoğulları döneminde Reis’ül beled olduğunu, Reisin şehir halkının meseleleriyle meşgul olduğunu, yangın söndürülmesi, zabıta görevleri hususunun o zamanlarda da olduğu gözlenmektedir. Bu işleri maaşlı gençler yapardı. Diyarbakır, belediyecilikte bir zamanlar İstanbul da dahil olmak üzere hiçbir Osmanlı şehrinde görülmeyen güzel bir örnek sunmuştur. Şöyle ki; Miladi 1880 tarihli Diyarbekir salnamesinde şehir nüfus yoğunluğuna göre ikiye ayrılmış ve her bölüme bir belediye ve bunların birinin başına gayri müslim, diğerinin başına da müslüman bir başkan tayin edilmiştir. Çarşı pazarlar Diyarbekir’de 1868’de kurulan ilk belediyeden sonra hep belediyelerce denetlenmişti (28). Diyarbakır belediye ve idaresinde gayrimüslimleri görülmektedir. 1869–70 yıllarında il idare meclisi üyeliğinde Bedon ve Toma, Adliyede Agop, Osep ve Garabet, İl Vilayet idare meclisinde Ohannes ve Mihail, Belediye meclisinde Kigork ve Mıgırdıç efendiler, kendi kesimlerinin sözcüsü olarak yönetime katılan birer devlet memuruydular. Bayındırlıktan yana aynı yılda Mösyö Raviç başmühendis, Korvin 2. mühendis ve Romer 3. mühendis idi (29). 234 Resim 36. 20. Yüzyıl Başında Ulucami’nin Yakınıdaki Tarihi belediye Binası (31) Resim 37. 1973 Yılındaki Tarihi Belediye Binası Resim 38. Eski tarihi Belediye Binası (Restorasyon sonrası) 235 Diyarbakır’a özgü olan bir uygulama, belediye örgütlenmesinde %50 temsil oranının getirilmiş olmasıdır. Şehir, adeta iki belediye başkanı tarafından idare edilmiştir. 1300/1882 tarihli salnamede, Reis-i Evvel (birinci Başkan) Abdulfettah Efendi, Reis-i Sani (ikinci başkan) Osib Efendi’nin adları geçmektedir. Her başkanın 7 adet alt kademe azaları (üye) bulunmaktadır. Bu durum, 1301–1302 yıllarında da devam eder. Müslüman olan başkanın azalarından 5’i müslüman, ikisi gayrimüslim iken, gayrimüslim başkanın azalarından 5’i gayrimüslim, ikisi müslümandır. Buna göre, temsili demokrasi ve büyük şehir anlayışında bir uygulamanın varolduğu söylenebilir (30). Cumhuriyet Dönemi Belediye Başkanları Cumhuriyet dönemi Belediye başkanlarının isimleri aşağıda verilmiştir: Hüseyin Uluğ, Nazım Önen, Dr. Gafur Kubat, Şeref Uluğ, Hekimzade Dr. Muhittin Mustafa Vasfi (Vekil), Hikmet Kılıç (Vekil), Şeref Uluğ, Nazım Önen, Tevfik Esmeli (Vekil), Reşat Koksal, Zekâi Arman (Vekil), Âdil Tiğrel, Osman Nuri Tekeli (Vekil), Kemal Kubat (Vekil), Vehbi M. Dabakoğlu, Zekai Arman, Abdulkadir Cizrelioğlu, Nuri Onur, Asım Balaban (Vekil), Adil Tekin (Vekil), Dr. Kamil Tayşi, Nuri Onur, Osman Erdem (Vekil), Sezai Demiray, Cahit Gürkaş, EminTopalan, İhsan Koçak, Niyazi Akı (Vali), Nezihi Fırat (Vali), N. Kemal Şentürk (Vali), Nejat Cemiloğlu, Okay Kalfagil, Mehdi Zana, Feyyaz Üzümcü (Albay), Muhsin Akar (Vali Yardımcısı), Nurettin Dilek, Mehmet Baydur (Vekil), Turgut Atalay, Ahmet Bilgin, Cemal Toptancı (Sur Bel. Bşk.), Ahmet Yağmur (Bağlar Belediye Başkanı), Mehmet Güran (Yenişehir Belediye Başkanı). Resim 39. Belediye Başkanı Abdülkadir Cizrelioğlu– Cemil Asena ve Vilayet Görevlileri (14) 236 BELEDİYE HİZMETLERİ Temizlik Hizmetleri Evliya Çelebi hamamların şehir çöpleriyle ısıtıldığını anlatır, yani hem beden temizliği hem de şehir temizliği kendini gösteriyor (28). Bu noktada Cumhuriyet dönemindeki temizlik faaliyetleri için Musa Tutka’yı dinleyelim: Mesela temizlik konusu üzerinde değerlendirme yapmaya kalkarsak, denirdi ki Diyarbekir Şarkın Parisidir. Gerçekten de o günler için Diyarbekir Paristi. Teknoloji, maddiyat ve bakım bu kadar yoktu. Ama Paris’ti işte. Diyarbekir’de sokağa çıktığımızda mis gibi toprak kokusu geliyordu. Anlatayım: Sabah ezanla belediyede çalışan temizlikçi kadınlar sokak ve caddelere tenekelerle su dökerlerdi. İkinci grup kadınlar gelir süpürürlerdi. Üçüncü grup erkekler merkeplerle gelirlerdi. Tekneler üzerinde topladıkları pisliği, çöpü toplayıp götürürlerdi. Her evsahibi de daha sonra kendi evinin önünü, paket taşlarını yıkama ile temizlerdi. Evin erkeği işine giderken sokaklar pırıl pırıl olurdu. Taşlar da güzelce yıkanmış olmaktan masmavi görünüme kavuşurdu (32). Bu çöpçüler çöpleri iki yanında tahtadan büyükçe kutuların olduğu eşeklerle toplarlardı. Çöpler bu kutulara boşaltılırdı. Döküleceği yere gelindiğinde kolayca boşaltılabilmesi için bu kutuların altı demir çengellerle tutturulmuştu. Çöpçüler belirli mesafelerde Çöööp diye bağırır ve ev sahipleri de hemen çöplerini dışarı çıkarırlardı (28). 237 Kanalizasyon Hizmetleri Paris’ten sonra Dünyanın en büyük, en geniş, en uzun kanalizasyonu bu kenttedir (96). 1936 yılında H. Basri Konyar’ın kaleme aldığı Diyarbakır yıllığında (s.172) Diyarbekir şehrinde kadimen mevcut olan ve esasında çok muntazaman olup şehrin her noktasına teşmil edildiği tetkik edilen bir kanalizasyon vardır denmektedir. Kapadokya yeraltı şehirleriyle meşhur olup oldukça fazla turist çeker. Almanya’da da kanalizasyon sistemleri için yaygın bir turist aksiyonu vardır. Diyarbakır’ın altında ismi ne olursa olsun geniş bir yeraltı oluşum var. Eskilere sorduğumda Fis kayaya uzanan bir oluşum ağı bulunmaktadır: Fiskaya– Çift- kap- Urfa kapı bir güzergâh; Melikahmet-Urfakapı bir güzergâh; Fiskaya-Mardinkapı bir güzergâh. Mardinkapıdan da şemsilerin kullandığı Dicle nehrine inen bir yeraltı yolundan bahsediliyor. İçkalenin altında da yaygın bir yeraltı geçitleri var. Hatta Vakid’nin anlattığına göre MS.639’da Meryem Darakale fethedilince servetiyle yeraltı geçidinden Seyrantepeye ulaşmıştı. Bu oluşumlar genelde yol çalışmaları sırasında ortaya çıkmaktadır. Eski SSK, şimdi Çocuk hastanesinin karşısındaki yol artık isyanları oynuyor, zira altında bahsedildiği üzere Dicle nehrine kadar inen bir hapishane var. Bu yeraltı oluşumu yolun çökmesine neden oluyor. Bu yeraltı oluşumu (muhtemelen hapishanenin) kapısı bir gecekondunun içindedir. Buranın mukimi bu geniş hapishaneye bu evin içinden bu kapıyı açıp girmekte ve depo olarak kullanmaktadır. Turizm adına ne büyük kayıptır. Bu yeraltı oluşum her ne ad alırsa alsın turizm adına kullanılmalıdır. İskenderoğullarının torunlarıyla görüştüğümde büyük nenelerinin İskenderpaşa konağından yeraltı yoluyla faytonlarla Fiskayasına pikniğe gittiğini ifade ettiler. Bu yeraltı oluşum bence bir kanalizasyon değildir. Son derece geniş, bazalt taşlarıyla kaplı, kavisli ters U şeklide bir oluşum. Melikahmette yol çalışmalarında bu yeraltı oluşumunda odalar ve kapılardan bahsedilmekte ve çıkan oldukça büyük altınların yağmaya gittiği kulaklarımızdadır. Albert Gabriel şöyle bir yorumda bulunur: ‘Kentin ortasında diyor Cuinet, oldukça iyi korunmuş iki toprakaltı stratejik yol, iki ana kaynağa bağlanır: Mardinkapı ve Dağkapısı. Daha ilerde göreceğimiz gibi, Dağkapı, bir başka harput kapısıdır, öyle ki, kuzeyden güneye uzanan büyük yolun altında, bir başka toprak altı yol olacaktı’. Yıkık olan bölümlerde geçitler, duvar dolgusu ile kapatılmıştırTimur ordularıyla Amid’e giren Yazdi, bu yeraltı geçidinin, kalenin önemli bölümlerinden biri olduğuna değinmeden geçemiyor. Onun anlattığına göre tanık olduğu bu geçit, kalenin öteki bölümleriyle bağlantılı bir dolaşım serbestliği sağlayabilmekteydi (97). Adı kanalizasyon dahi olsa bir yol genişliğinde olması önemlidir. Rahmetli Erdal İnönü ‘Bir ülkenin gelişmişliği kanalizasyon hatlarının çapıyla doğru orantılıdır’demiştir (98). 238 Hüseyin Abdioğlu: Diyarbekir Sur içinde kanalizasyon sisteminin çok ender bir yapıda örümcek ağı benzeriyle yapıldığı söylenir. Diyarbekir’in kanalizasyon sistemi yapılış itibariyle çok enderdir. Yapıldığı dönem itibariyle İstanbul’da bile böyle bir sistemin olduğunu zannetmiyorum. Hikmet Çelebioğlu Mardin Kapı’da bir bina yapmıştı. Bilmem hatırlayanınız var mı? O binayı yapmak için yeri kazdıklarında bir kanalizasyon sistemi çıktı. Üstü Bazalt, Nahit taşlardandı. O zamanlar Diyarbekir belediyesinde bir ermeni mühendis vardı. Yanlış hatırlamıyorsam Dilan sinemasını da projelendirip yapan şahıstı. Adı Sarrafyandı. İşte o Sarrafyan soyunup o kanalizasyon teşkilatının içine girdi. Her tarafını inceledi. Dedi ki; ‘Serbestsin, beş kata kadar bu bazaltların üstüne yapı yapılabilir. Yani temelsiz olarak akan kanalın üzerine beş kat izin verdi (99). İç Kaleden doğuya, Dicle’ye inen bir gizli yol gibi, Mardin Kapısını, Dağ Kapısına bağlayan ve kenti ortasından, güneyden kuzeye ikiye bölercesine uzanan bir yeraltı geçidinden kaynaklar sözetmiyor. Bunun, İç Kaleye bağlanmadıkça kime ne yararı olabilir? Oysa Gabriel burada kentin en eski dış surundan sözeder. Bu, Özsezgin’nin üstünde durduğu bir geniş kanalizasyon olabilir. Diyarbakır’ın çok düzenli bir kanalizasyonu vardı ve herhalde Roma günlerindendi (100). Dr. Edmund Naumann seyahatnamesinde; Kalenin yakınında eski saray, hükümet binası, jandarma merkezi ve su deposu bulunuyor. Yeni yapıların olduğu yerden kuzeye doğru duvar kalıntılarının olduğu kale tepesine baktım ve orada bir şeyleri farkettim. Sorduğumda bana onların dehlizler olduğu söylendi (101). 1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini ayrıntılı olarak anlatmıştır. İki senedenberi Diyarbakır belediyesini başarı ile idare etmekte olan Belediye başkanı Bay Abdülkadir Cizrelioğlu’ndan bazı malumat rica ettim: Cevaben’Diyarbakır’ın altı kayadır. Fakat sert kayalar hendek hendek yarılmış, kanalizasyon yapılmıştır. Kanalizasyonu uzunluğu 30 kilometredir. Hiçbir arızası yoktur. Yeraltı şehri Diyarbakır’da ilginç bir başlangıç noktası da eskiden Mecusi tapınağı olan Keçi burcunun son bölümünde dehliz veya yer altı girşi olduğu tahmin edilen bir kuyudur.. Bu kuyudan Mardinkapısından Seyrantepe semtine kadar uzanan geniş bir cadde büyüklüğündeki bir yer altı geçidi rivayet edilmektedir. Yeraltı geçidine açılan bu kuyunun girişi yakın zamanda beton bir blokla kapatılmıştır (102). Yeraltı şehri Diyarbakır’ı eski tanıklardan dinliyoruz. Sur belediyesinde çalışan Kasım Şenol 1962’de Melikahmet Caddesi, genişletilirken caddenin altında kantırmalar, hanlar, dükkanların olduğunu gözleriyle gördüğünü ifade etmektedir. Vahap Akbaş (turizmci–60 yaş) ‘Dedem 1966’da 96 yaşında vefat etti. Ulu cami ve Hasanpaşa hanına girmek için 12 basamakla girilirdi. Hasanpaşa hanına ise hayvanlar doğrudan içeriye girer ve ahırlara geçerdi. Şu an çarşının bulunduğu yerin altında çarşı vardı’ der. Vahap Akbaş Büyük postane yapılırken kazı yapıldı, içinden 1 kamyonun geçeceği şekilde etrafı tuğlalarla örülü tüneli gözlerimle gördüm. 239 Mehmet Mercan anlatıyor: AR Pasajı ve Sineması, 1950’li yıllara kadar işletmeciliğini babamın dayısı Halil Bakır Bey’in yaptığı BOZKURT Oteli 1960 yılı başlarında yıktırılarak yerine inşa edildi. Buranın temeli hafriyatı sırasında zeminden üç metre kadar derinde Roma döneminden kalma geniş kemerli geniş kanallar ve geniş SUR temeli çıktığını ifade etti (96). Diyarbakır’da dünyanın en uzun kanalizasyonlarına örnek olacak Roma yapımı kanalizasyonlar söz konusudur. Kazılardan Romalılara ait Rogarlar çıkmaktadır. Resim 40. Kazılardan Romalılara Ait Rogarlar Çevrecilik Diyarbakır’da belediye çevreciliğe de önem vermiştir. Bu husustaki bilgiyi bize Osmanlı belgeleri yol gösteriyor. Resmi devlet belgesi olan 1869 yılı Diyarbakır salnamelerinde kimyevi usullerle balık avlayanların cezalandırılması ile hükümler Diyarbakır salnamelerinde mevcuttur. Hayvanların öldürülmesinin menine dair tenbihname bulunmaktadır. Cami, kilise ve hane civarına cenaze gömülmesinin menedilmesi ile ilgili emirler vardır. Memleklet haricinde salhane yapılması ve belediyenin bundan sorumlu olması ile ilgili emir. Bir mahallede hayvan hastalığı haberi alındığında bunun yetkililere ve umuma duyurulması ve tedbiri. Tezkiresiz avcıların men’i hakkında emir (33). Çoban köpeklerinin muhafazası için bazı vesayaya dair Nehir ve bataklıkları tathir ile ziraate Salih hale getirenlere meydana çıkacak arazinin bila bedel tefviz olunmasına dair (33). Diyarbakır’da Şehir İçinde Akarak Etrafa Zarar Veren Pis Suların Kapatılması İçin Hazırlanan Keşif Defteri. 2 Haziran 1893 (31). Nehrin çevreye zarar vermemesi için bend yapılmasıyla ilgili belgeaşağıda verilmektedir (31). 240 1938 Yılı Belediye Ve Eletrik Hizmetleri (34) Daha önceleri merkezi hükümet elektrik hizmeti vermiyordu. Görevi belediye yapardı. İmar Hizmetleri 1936 yılında H. Basri Konyar’ın kaleme aldığı Diyarbakır yıllığında (s.112) Diyarbakirde tuğla ve kiremit kullanılmazdı. Yapılar taş, kerpiç ve toprakla yapılırdı. Belediye şehrin asri olması için toprak dam yapılmasını men etti, çatı yapılmasını istedi. 1934’den itibaren kiremit ve tuğla kullanılmaya başlandı. Yol hizmetleri Belediye Diyarbakır merkez ve çevresinde yol hizmetlerinde bulunmuştur. Bunun için Osmanlı belgelerine bakalım (31). Diclenin Diyarbakır şehrine yaklaştığı 241 yaklaştığı yerde ve Mardinkapısı dışında bulunan ve eski eser kabul edilen köprünün yıkılan kısımlarının tamir edilmesi hakkında mazbata (25 Mayıs 1875). Diyarbakır’ın dağ ve Mardin kapıları haricindeki yolların araba geçişine elverişli hale getirilmek üzere düzeltilmesi hakkında mazbata. (25 Mayıs 1875). 11 Kasım 1864 BOA. MVL, 695/42 Osmanlı belgelerinde (31). Diyarbakır kale kapılarından başlayıp iki taraflı olarak düzenlenen şosenin yapımında üstün gayretinden ötürü Mehmed Hulusi efendinin ödüllendirilmesiyle ilgili yazı aşağıda görülmektedir (22). 242 Park Hizmetleri Belediye yeşil alan ve park yapımında da gayret göstermiştir. Şehrin parkları, Dağkapı dışında Halkevi parkı ve orduevi, Halkevi bahçeleri, şehir içinde Melek Ahmed ve belediye bahçelerile hükümet bahçesidir, denmektedir (35). 1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini detaylandırmıştır. Yeni hükümet kapısından Sümer sinemasına kadar olan kısım yeşil saha haline getirilmiştir. Mardin kapısı dışında bir park yapılmıştır (36). Resim 41. Belediye Parkı 1937 Yılına Ait Bir Kitaptan Su hizmetleri 1930 yılında hamravat suyunu demir borular içine aldırarak temiz bir surette akıtılmasını sağlandı (12). Bu kadar hizmet veren belediyeye ödül de gerekir. 6 Nisan 1904. Hizmetlerinden dolayı Diyarbakır belediye reisinin ödüllendirilmesiyle ilgili yazı (22). 243 KAYNAKLAR 1. Diyarbakır Söz Gazetesi. Diyarbakır İç Kalesi 01.06.2009. 2. İbrahim Sarı. Şehrimiz Diyarbakır. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları. İsatanbul, 1966. 3. Dr. Özden Gökhan Baydaş. Diyarbakırdaki kamu yapıları. Diyarbakır mimarisi. Diyarbakır Valiliği. s. 479, 2011. 4. Özden Gökhan Baydas ve Prof. Dr. Abdüsselam Uluçam. Diyarbakır ve Mardin’deki Tarihi Kamu Yapıları. Doktora Tezi. T.C. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı Van. 2007. 5. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz. Diyarbekir eyaleti kanunları ve şer’i tahlilleri. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 2.Uluslararası Diyarbakır Sempozyumu. 15–17.Kasım 2006, Bildiri özetleri. s. 6, Diyarbakır, 2006. 6. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. 1995.s .21–23. 7. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara. 1995.s337. 8. Doç. Dr. Rıfkı Aslan. Diyarbakır ve çevresinde şehirleşme hareketleri. Kara-Amid Dergisi. Haziran 1979.s.59. 9. Prof. Dr. Cahit Baltacı. XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı medreseleri. İFAV Yayınları. İstanbul. 2005.c.2.s.603. 10. Yılmaz Öztuna Osmanlı Devleti Tarihi. Faisal finans yay.İst.1986.2/327. 11. Doç.Dr. İbrahim Yılmazçelik.1780–1838 tarihleri arasında Diyarbakır eyalet valileri. Bütün Yönleriyle Diyarbakır Sempozyumu. 27–28 Ekim 2000. Neyir matb. s.271,305,38,39 12. Abdülgani Fahri Bulduk: Diyarbakır valileri. Yayına hazırlayanlar: Eyyüp Tanriverdi. Ahmet Taşğın. Medrese yay Ank. 2007.s. 13. İbrahim Sarı: Şehrimiz Diyarbakır. Büyükşehir belediye yay. 1999.s.22,23 14. Şefik Korkusuz. Bir Zamanlar Diyarbekir. Kent yay.2003. 15. Dr. Emrullah Güney. Diyarbakır ve yöresinde Doğa-Kültür Turizmi. Diyarbakır. 1991.s.37 16. Doç. Dr. D. Türkan Kejanlı. Diyarbakır’da Şehircilik Ve Çarpık Kentleşme. Diyarbakırda Tarım Çevre ve Doğa Sempozyumu. 2011.c.2 17. İbrahim Özcoşar. 315 no’lu Diyarbakır şeriyye sicili. D.Ü. Tarih Bilim dalı yüksek lisans tezi. 2000. s. 259–264. 18. Prof. Dr. Cahit Baltacı. XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı medreseleri. İFAV yay. İst.2005.c.2.s.669,757,799. 244 19. www.suryanilik.com 20. Hümeyra Zerdeci. Osmanlı ulema biyografilerinin arşiv kaynakları. Diyanet vakfı yay. Ank. 2008 21. Abdulhamit Kırmızı. Abdülhamid’in Valiler, Klasik yay. İst. 2007.s.141. 22. Kenan Yakuboğlu, M.Salih Erpolat, Mustafa Sarıbıyık. Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır. Diyarbakır Valiliği. Dicle Üniversitesi.2011. 23. Alaattin Dikmen Şehirleşmede İnancın Etkisi: Diyarbakır Örneği. Diyarbakır’da Tarım Çevre ve Doğa sempoyumu. 2011.c.2 24. Alpay Bizbirlik. 16. Yüzyıl Ortalarında Diyarbakır Beylerbeyliği’nde Vakıflar, Türk Tarih Kurumu Yayınları. 2002 25. Yrd. Doç. Dr. Cahit Aydemir. Diyarbakır´Da Bulunan Vakıfların Envanteri Üzerine Bir Çalışma http://www.e-sosder.com/dergidetay.php?id=110 26. Ali Kılcı. Diyarbakır’ın vakıf mimari eserleri ve vakıfları üzerine bazı notlar. Diyarbakır Mimarisi. Diyarbakır Valiliği. Diyarbakır. 1011.s.46 27. Enver Çakar. XVII Yüzyılın İlk yarısında Şam Eyaleti. Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Dergisi. Temmuz.2003.c.I. sayı. 2.s.52 28. M. Şefik Korkusuz. Eski Diyarbekir’de Gündelik hayat. Kent yay. 2007. s.91,28 29. Prof. Dr. Orhan Cezmi Tuncer. Diyarbakır kent kimliği.1.Diyarbakır sempozyumu. 27 Ekim. 2000. Neyir matb. s.170 30. www.suryanilik.com 31. Ekici C. (ed) :Osmanlı belgelerinde Diyarbakır. Devlet Arşivleri genel md.2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Ankara. 2006. 128. 32. Şeyhmuz Diken: Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İst. 2003.s.62, 33. Ömer Tellioğlu (ed) Diyarbakır salnameleri. Diyarbakır Büyükşehir Belediye yay. İst.1999.c.4.s.172,178,185 34. Cumhuriyetin 15’inci yılında Diyarbakır .1938 35. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb.1937. 36. Cahit Beğenç: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara.1949.s.18 37. Diyarbakır İl Yıllığı–1967.s.223 38. Yaşar Parlak. Silvan. Ank.1997.s.50 39. Prof. Dr. İlhami Nasuhioğlu: Tıp Tarihine Kısa bir Bakış. Ayyıldız matb. Ankara.2. baskı. s1975.s.125. 245 40. Yrd. Doç. Dr. Murat Akgündüz. Artuklular zamanında Diyarbakırda ilmi faaliyetler. 1.Uluslararası. Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu.20–22 Mayıs 2004. Diyarbakır.2004 41. Ömer tellioğlu. Diyarbakır salnameleri. V/38,44,45,138,244,351,358— IV/225,231,322,- III/247 42. Prof. Dr. Turhan Baytop. Türk Eczacılık Tarihi. İ.Ü. yay.İst.1985.s.131 43. İbrahim Sarı: Şehrimiz Diyarbakır. Büyükşehir belediye yay. 1999.s. 130,127 44. Diyarbakır İl Yıllığı–1967. s.2 45. Şevket Beysanoğlu. Bütün Cepheleriyle Diyarbakır İst. 1963.S.62 46. H. Basri Konyar 1936 Diyarbakır Yıllığı 47. www.ddh.gov.tr/ 48. Eyüp Önal ve ark: Diyartbakır’da Eğitim. MEB. Diyarbakır.1998. s25,73,69,66 49. M. Şefik Korkusuz. Cumhuriyet Öncesi Diyarbekir’de Maarif. Kent Işıkları. İstanbul.2009 50. Doç. Dr. Kenan Ziya TAŞ. 20. yüzyılın başında güneydoğu anadolu’daki azınlık / Ermeni okulları. SBArD. 2005. sayı. 6.sh: 627–636 51. Diyarbakır İl Yıllığı–1967.s. XIX 52. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. 1995. s. 182,9-12 53. Mehmet Şimşek. Amid’den Diyarbekir’e Eğitim Tarihi. Kent yay.İst. 2006. s.54 54. Talip Atalay Sokak Çocukları İçin Başarılmış Bir Proje: Diyarbekir Islahhanesi II. Uluslar Aras osmanlı’dan Cumhuriyete Diyarbakır sempozyumu. 2009 Diyarbakır Valiliği TOBB ETÜ Fen-Edebiyat Fakültesi 55. [email protected] 56. İbrahim Sarı. Şehrimiz Diyarbakır. Diyarbakır Büyükşehir Belediye yay. İst.1966 57. Karan, Cuma, “Diyarbakır’ın Müslümanlarca Fethi”, Yüksek Lisans Tezi, s:61–62. 58. Beysanoğlu, Şevket, “Anıtlan ve Kitabeleriyle Diyarbakır”, Cilt–1 s: 150–156. 59. Resul Çoban D.Ünv. İlahiyat Fak. Diyarbakır / 2004HZ. SÜLEYMAN CAMİİ (Lisans Tezi) 246 60. Yılmazçelik, İbrahim, Diyarbakır Eyaletinin Yeniden Teşkilatlandırılması (1848-1864), Osmanlı Ansiklopedisi, C.:6, Teşkilat, Ankara, s.221-237, 1999 61. Abdulhamit Kırmızı.Kıbrıslı Halid Bey’in Diyarbekir Valiliği (1896-1902)Editörler Bahaeddin Yediyıldız Kerstin Tomenendal. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır. 2008.c.1 61. Hatip Yıldız. Diyarbakır Valisi Mehmed Halid Bey’in Beş Yıllık İcraatı ve Hazırladığı RaporEditörler Bahaeddin Yediyıldız Kerstin Tomenendal. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır. 2008.c.2 62. Ali Sarısu. Mustafa Kemal paşa Kulpta. Kara Amid dergisi. Atatürk Yılında Diyarbakır.s 52,54 63. Şevket Beysanoğlu: M.Kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki Kafkas cephesi Komutanlığı. Atatürk Araştırma merkezi Dergisi. c.II. Mart 1986. sayı.5 s.496 64. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb.1937.s.23 65. Orhan Miroğlu: Canip Yıldırım’la Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı. İletişim yay.İst.2005.s.82 66. Prof. Dr. Halil Değertekin. Dünden bugüne Diyarbakır.1. Diyarbakır Sempozyumu. Ankara. 2000.s.27 67. Prof. Dr. Muhammet Besir Asan Ayaş Demirtaş. İslam Fethine Kadar Diyarbakır. Yüksek Lisans Tezi. T.C.Fırat Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Elazığ 2007 68. Metin Sözen Diyarbakır’da Türk Mimarisi. İst. Evren ofset.1971.s .225 69. Orhan Cezmi Tuncer. Diyarbakır Sur içi Anıtları. Büyükşehir belediye yay.2012.s .12 70. http://www.osmanlimedeniyeti.com/ 71. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara. 1995.187,191 72. Doç.Dr. İbrahim Yılmazçelik. 1780–1838 tarihleri arasında Diyarbakır eyalet valileri. Bütün Yönleriyle Diyarbakır Sempozyumu.27–28 Ekim 2000. Neyir matb. s.271,305 73. www.suryanilik.com 74. Cumhuriyetin 15’inci yılında Diyarbakır.1938.s.28,21 75. Müslüm Üzülmez. Çayöünden Erganiye Uzun Bir Yürüyüş.İst.2005. s. 128–129 76. Ekici C. (ed): Osmanlı belgelerinde Diyarbakır. Devlet Arşivleri genel md.2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Ank. 2006. 77. Naci Kutlay: Kürtler. Peri yay. İst. 2002.s.71 247 78. http://www.licevakfi.com/eresimler.htm 79. Diyarbakır İl Yıllığı–1967.s.265 80. Mehmet Çağlayan: Şark Uleması. Şura dağıtım. İst.1996.s. 129,182 81. Orhan Miroğlu: Canip Yıldırım’la Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı. İletişim yay. İst. 2005.s.72 82. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. 1995.s210 83. Hümeyra Zerdeci. Osmanlı ulema biyografilerinin arşiv kaynakları. Diyanet vakfı yay. Ank. 2008 84. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz. 2. Uluslararası Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır sempozyumu.14-16 Kasım. 2006. Diyarbakır valiliği 85. Özden Gani, Osmanlı imparatorluğunun harp sanayi tesisleri. Askeri Tarih Bülteni. sayı 22, şubat 1987 s.62 86. Sabri Zengin. Osmanlı’nın Fetih yöntemleri Nesil yay. İst.2008. s. 222 87. Tülin Çoruhlu. Osmanlı tüfekleri üzerinde görülen kontrol damgaları. Türk dünyası tarih Dergisi. sayı.18.1988. s. 9 88. Martin Van Bruinessen. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İletişim Yayınları ergun ([email protected]) adına [email protected] 89. Prof. Dr. Muzaffer Arıkan, Prof. Dr. Refet Yinanç, Prof. Dr. Mesut Elibüyük, Yrd. Doç. Dr. Yılmaz Kurt: Diyarbekir vilayeti Mufassal tahrir defteri.c.1 Ankara.1999.s.VIII 90. Şevket Beysanoğlu: Diyarbakırım.1986 II/150 91. Prof.Dr. Hüseyin Düzgün: İbrahim Gülşeni menakibinde Amid ve Diyarbakır kültürü. I.Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır.2004 s:33 92. Hasan Kunağ: Diyarbakır Ulu camii kitabeleri. D.Ü.Arkeoloji bölümü lisans tezi.2001.s.12 93. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. 1995.s.16 94. Dr. Emrullah Güney. Diyarbakır ve yöresinde Doğa-Kültür Turizmi. Diyarbakır. 1991.s.37 95. Ömer Tellioğlu (ed) Diyarbakır salnameleri. Diyarbakır Büyükşehir Belediye yay. İst. 1999.c.4.s.174–179 com 96. [email protected] adına diyarbekir@yahoogroups. 97. Albert Gabriel. Diyarbakır Surları. Çev. Kaya Özsezgin. Ank.1993.s.6,15 248 98. İnternethaber. 31.10.2007 99. Şehmuz Diken. Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İletişim yayİst.2003 s.128. 100. http://rehber.diyarbakir.com/ 101. M. Şefik Korkusuz Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003 102. Mehmet Türk. Hevsel bahçelerinden Keçi Burcu. Medlife. Sayı. 2. 2006.s .18 103. Mehmet Mercan Anadolu’da Gazetecilik Ve Diyarbakır Basını/ Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti 1998. Diyarbakır 104. Johann Wılhelm Zınkeısen. Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. Yeditepe yay. İst. 2011.3/98 105. M. Şefik Korkusuz. Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003.s.20 106. Şehmuz Diken: Gezginlerin güncelerinde Diyarbakır. Diyarbakır 1. Uluslar arası Suriçi sempozyumu.20–22 Nisan. 2006. s .122 107. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Acar: Amid şehrinin fethi. D.Ü.İlahiyat Fak. Dergisi .c: 1,sayfa. 199,1999 108. Martin van Bruinessen, Hendrik Boeschoten. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İletişim yay. İst. 2003. s. 77 109. A. Demir. Köprü. Sayı: 98 .s: 177,180,2007 110. M. Törehan Serdar: İdris-i Bitlis-i. Ötüken yay. İst. 2008 s: 151–152 111. Stanford J Shaw. Osmanlı imparatorluğu ve Modern TürkiyeE yay. 2008.s.168 112. Şefik Korkusuz. Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003.s.134 113. Ömer Tellioğlu (ed=Diyarbakır salnameleri. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi. İstanbul Acar matb.1999. 114. Bilal N. Şimşir. Kürtçülük. Bilgi yay. 2007.s.77,87 115. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz. Diyarbekir eyaleti kanunları ve şer’i tahlilleri. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 2. Uluslararası Diyarbakır Sempozyumu. 15– 17.Kasım 2006. Diyarbakır. Bildiri özetleri. s.6. 2006. 116. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara. 1995.s337. 117. Anadolu’da Gazetecilik Ve Diyarbakır MercanGüneydoğu Gazeteciler Cemiyeti 1998.Diyarbakır Basını/ Mehmet 118. Dikran Mgunt -Amidayi Artsakankner- Osman Köker sergisi 119. Adem Ölmez. İstanbul Ermeni olayları ve Yahudiler. Kurtuba kitap.İst. 2010. s 30,69,111 249 DIYARBAKIR SAĞLIK TARIHI. Tarih Öncesi Dönemde Diyarbakır’da Sağlık Kenan HASPOLAT* Ergani-Kızılca (Otluca) denilen köyün güneyindeki Giresor ile kuzeyindeki Balahur’ın (Kızılyamaç) da bir şehir harabesi olduğu meydandadır. Bunların Enüş peygamber tarafından kurulduğu, Hz.İdris’in burada yaşadığı ve ilk yazının onun tarafından burada yazıldığı ve ilk defa demiri erittiği yerli efsaneler arasındadır (1). Hz. İdris’in Ergani civarında ikamet ettiği dikkati çekmektedir (2). İdris peygamberin Tıpla ilgili temel bilgileri oluşturduğu ifade edilir (3). Neolitik devirlerde cerrahi işlemlerin mükemmel olduğunu görüyoruz. Trepenasyon ‘beyine, beyin zarına zarar vermeden kafatasından parça çıkarılma’ işlemidir. Trepenasyon metodu olarak kazıma, oluk açma ve delme– kesme ile düz kesiklerle kesme yöntemleri vardır. Anadolu’da bilinen en eski trepenasyon işlemi M.Ö. 9200’lere tarihlenen Ergani- Çayönü neolitik toplumunda gerçekleşmiştir (4). Prof. Metin Özbek tarafından yayınlanan bu trepenasyon işleminden sonra bireyin yaşadığı, işlem yapılan bölgedeki kemik kenarlarının iyileşmesinden anlaşılmaktadır. Diyarbakır Müzesinde sergilenen Çayönü buluntuları arasında tıp aleti olarak yorumlayabileceğimiz obsidyen parçalar mevcuttur. Prof. Dr. Orhan Hamamcı bu noktada keski ve delgi aletlerini tanımlamasını yapmıştır. Neolitik çay obsidyen alet buluntuları (Çayönü, Diyarbakır müzesi) Çizim. Prof. İ. Uzel) (5) *Prof. Dr. Kenan HASPOLAT 250 D.Ü Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Vecihi Özkaya’nın başkanlığında gerçekleştirilen Bismil Körtiktepe’de kazılarda çıkarılan Ortaçağ dönemine ait 120 insana ait olduğu belirtilen kemik parçaları, protokol kapsamında antropometrik incelemelerin yapılması amacıyla D.Ü Anatomi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vatan Kavak’a teslim edildi. İlk beyin ameliyatı Doç. Dr. Vatan Kavak, yıkama ve temizleme işlemi sırasında iskeletlere ait bazı kafataslarında yuvarlak düzgün açılmış kesitlere de rastladıklarını belirterek, bunun o dönemde beyin ameliyatlarının gerçekleştirildiğinin bir göstergesi olabileceğini söyledi. İnceleme sonucunda elde edilecek veriler ışığında kafatası kemiklerinden ayrıca Ortaçağ›da uygulanan tıbbı girişimlerle ilgili bilgilerin de elde edilebileceğine dikkati çeken Kavak, temizlenmiş kafatasında özel tekniklerle yapılacak inceleme sonucu, önemli arter dallanmalarının haritasını da çıkartmayı hedeflediklerini belirtti (6). Prof. Dr. Metin Özek’in Çayönünde 402 adet iskelet üzerinde yaptığı araştırmada Çayönü bebeklerinden ikisinde menenjit hastalığına rastlanmıştır. Çayönünde bu hastalığın teşhis edilmiş olması, en azından Anadolu’da menenjiti; zamanımızdan yaklaşık 10.000 yıl öncesine kadar götürmemize imkân sağlamıştır (4). HALK SAĞLIĞI Çavönü halkının yaşadığı doğal çevre Güneydoğu Anadolu “Verimli Hilal” olarak adlandırılan bölgenin birbirinden çöller ile ayrılmış iki uzak ucunun birleştiği ve kuzeye doğru en çok sokulduğu ve en büyük genişliğe eriştiği orta kesimini oluşturmaktadır. Bu bölgeyi, Doğu Anadolu platosundan doğup Basra Körfezi’ne dökülen iki büyük nehir Fırat ve Dicle ve onu besleyen, bazıları mevsimlik, akarsular yarmaktadır. Bölgenin kuzey-kuzeybatısında dağ eşiğinde yer alan ve yüzölçümü yaklaşık 15 hektar olan Ergani Ovası birbirinden farklı üç kuşak ile çevrilidir: Kuzeyde, Güneydoğu Toroslar, Torosların eteği boyunca uzanan fay çöküntüsü üzerine yerleşmiş yerel koşullara bağlı olarak ayrı oluşumlar gösteren dağ ovası dizisi, güneyde de Güneydoğu Anadolu platosu Çayönü, ikinci kuşağın ortasında, üç kuşağın birbirine geçiş alanının çok dar olduğu yerde, kuzeyden gelen Dicle’nin bir yan kolu olan Boğazçay’ın kuzey kıyısında kurulmuştur. Bu konum Çayönü halkına bir günlük yürüme mesafesinde değişik bölgelere gidip gelme ve çeşitli doğal kaynaklardan yararlanma olanağı tanımıştır. Çayönü Tepesi bugünkü yerleşim alanlarına göre, Ergani İlçesi’nin 7 km. kadar güneybatısında Hilar kayalıklarının üzerinde kurulu Hilar (Sesverenpınar) Köyü’nün kuzeyinde, K-G 160 m. DB 350 m. boyutlarında bir höyüktür. Deniz seviyesinden yüksekliği 832 m. kültür dolgusunun kalınlığı güney yarıda 4,5 m. olmasına karşın kuzey yarısında 6,5- 7 metreyi bulmaktadır. Çevresinde tarlalar uzanmaktadır. Bu doğal çevre farklı bitki ve hayvan topluluklarına yaşam alanı tanımıştır. Bugün bitki örtüsü açısından oldukça çıplak olan ova ve çevresinin görünümü 10.000–7.500 yılları arasında günümüzden çok farklıydı. Neolitik dönem insanları yerleşmek için ovanın bazalt- 251 genç alüvyon dolgu sınırını ve/veya dağ eşik bölgesini tercih etmişler. Bugün yazın en sıcak aylarında bile sürekli akan bir deresi ve bir dizi gözeleri bulunan ovanın o zamanlar çok daha sulak, geniş tatlısu havzaları ile kaplı olduğu, saz, kamış, keten gibi sulak ortam bitkilerinin, kunduz, susamuru gibi derin sulak alana gereksinim duyan hayvanların, çok sayıdaki tatlısu kabuklarının varlığı açıkça göstermektedir. Domuz gibi daha ormanlık ve yumuşak topraklı ve sazlıklarla kaplı nemli bir ortamı yeğleyen, geyik gibi çok sık ağaçlıklı olmayan nehir boyundaki orman ortamında yaşayan hayvanların varlığı, meşe (Quercus) gibi oldukça geniş bir dağılım alanı gösteren ağaçların, karakafesotu (Anchusa), sabunotu (Vaccaria) ve madımak (Polygonum) gibi sulak nemli daha serin iklimi yeğleyen bitkilerin yanı sıra melengiç/sakız (Pistacio), sorguçotu (Stipa), süpürgeotu (Bromus) gibi daha kurak bozkır bitkilerinin varlığı ve özellikle sulak ortamı seven hayvan ve bitkilerin daha çok eski evrelerde bulunması, çevrede doğal olarak yetişen mercimek ve fığ gibi baklagillerin, emmer ve einkorn gibi daha çok otsu görünümlü tahılların yavaş yavaş başlayan tarımının artması sonucu çevrenin değiştiğini (tarla açmak için genç ağaçların kesimi, çalılıklardan arındırma gibi) belki de zaman içinde gölün dolarak küçülmüş olabileceğini de göz önüne alırsak, iklimsel ve ekolojik açıdan değişiklik olmamakla birlikte özellikle insanın doğal çevresini değiştirmesinin getirdiği sonuçlar yerleşmede kazılar sırasında hissedilmektedir. Bugün tepenin güneyinden akan Boğazçay, yatağını ancak 3. binlerde açmıştır. Açık ağaçlıklı alanlarda yaşayan yabani sığır; genellikle derin vadilerle yarılmış yüksek dağlık araziyi tercih eden küçük topluluklar halinde yaşayan yabani keçi; yazın daha çalılık-otluk dağ yamaçlarını yeğlerken kışın dağ etekleri ve vadileri yaşam alanı olarak seçen büyük sürüler halinde dolaşan yabani koyun; dağlık arazi yerine vadilerde de barınabilen ama genellikle ovaya da alçak tepeleri tercih eden ceylan ve yabani at; büyük ölçüde yabani yemişler ile beslenen alt örtüsü zengin sık ormanların hayvanı olan ayı yukarıda sözünü ettiğimiz değişik ortamları çok iyi yansıtmaktadır. Bütün ortamlara uyum sağlayan tilki, kaplumbağa gibi hayvanları ile çevre insanlara besin kaynağı sunmaktadır (7). BESLENME Çayönünde halk buğdayı ve mercimekgilleri ekmek için taş kazmalar ile tarlalarını düzeltip kazdılar. Ektikleri buğdayı hasat için geyik boynuzlarına yuvalar açarak çakmaktaşı bıçaklar yerleştirerek çeşitli doğal yapıştırıcılarla sabitleyip oraklar yaptılar. Orakları kullanırken ellerini acıtmaması için sapına keten lifinden ördükleri kumaşları sardılar. Buğdayı toplarken aynı zamanda ‘ellik’ görevini gören sığırın kürek kemiklerinden yaptıkları V biçimli bir aletten yararlandılar. Buğdayı evlerindeki bazalt yassı taş üzerinde bazalttan ellerine oturan ağır taşlarla öğüttüler’ (8). Çevrede bol miktarda bulunan zengin melengiç, sakız, badem gibi yağlı bitkiler bitkisel yağ gereksinimini karşılamış. Çevrenin yenilebilir bitki örtüsü de çok zengin. Bitkisel gıdalarda en büyük pay yabani mercimek ve fiğde. Yabani tahıllar 252 da yeniyor. Çayönü halkının einkorn buğdayının tarım denemeleri ancak Izgara Planlı Yapılar’da oturanlar tarafından gerçekleşmiş. Hücre Planlı yapıda oturanların olasılıkla küçük tarlaları var. Hemen yanı başlarındaki akarsu ve göllerden tatlı su yumuşakçaları toplamışlar balık avlamışlar. Çayönü halkının temel besin maddesi et. Et uzun süre av hayvanlarından karşılanmış. Yerleşmenin ilk önemlerinde daha çok domuz, geyik, yabani koyun ve keçi avlanmış. Daha sonraları yabani sığır da önemli bir yer tutuyor (7). KAYNAKLAR 1. Şerafettin Güneli: Ergani: 1966. s: 18 2. Cenk Yolcu: Ergani Tarihi ve Eserleri. D.Ü. Eğitim fak. Tarih AD. Mezuniyet tezi. 1995. s. 4 3. Doç. Dr. Levent Öztürk. İslam Tıp Tarihi. İz yay. İst. 2006. s. 39 4- Prof.Dr. M.Özbek. Çayönünde kafatası delgi operasyonu. Hacettepe Ün. Edebiyat fakültesi Derg. 75. yıl özel sayısı.109-126 5. Prof. Dr. İlter Uzel. Anadolu Tıp tarihine Giriş. Egeyay. İst. 2008. s. 26 6. 01 Şubat 2011 Cumhuriyet gazetesi Kazıdan kadına şiddet çıktı 7. Müslüm Üzülmez. Çayönünden Erganiye Uzun Bir Yürüyüş. Ladin matb. İst. 2005. s. 42 8. Dr. Aslı Özdoğan. Çayönü. Diyarbakır Müze Şehir. YKYİst. 1999. s. 21 253 TARİHTE DİYARBAKIR’DA SAĞLIK HİZMETLERİ HASTANELER Kenan Haspolat* Diyarbakır geçmişte ticaret yollarının kesişme noktasında olup önemli bir sanayi merkeziydi. Bu durum şehrin ekonomisini pozitif etkilemiş, bu durum da sağlı hizmetlerine önemli katkıda bulunmuştur. Konunun arka zeminini anlamak için Diyarbakır’da sağlık ve hastanecilik tarihine bakalım: Mervani dönemi Mervaniler döneminde hastane hizmetlerinin varlığını öğreniyoruz. M. 1043 yılında Nasrüddevle Silvan’da bir hastane yaptırmıştır (1). Artuklu dönemi Diyarbakır Mesudiye medresesi 1198 yılında Artuklu hükümdarı Ebu Muzaffer Sökmen II zamanında yapılmaya başlanmıştır Yapımı Kayseri şifaiyesinden 10 yıl öncedir. Burada astronomi, tıp, fizik, matematik, biyoloji, edebiyat ve felsefe okutulmuştur (2). Diyarbakır’da tıp ilminde hamleler yapılmıştır. Tıp öğretimi için Artuklular döneminde bir darüşşifa yaptırılmıştır. Artuklu emiri Necmeddin İlgazi’nin hanımı Sıtti Hatun’un 1176-1185 tarihleri civarında yaptırdığı bir tıp medresesi olan bu Darüşşifa günümüze ulaşamamıştır (3). Artuklular, Diyarbakır Silvan ilçesinde bir hastane inşa etmişlerdir (4) (5). Osmanlı dönemi Evliya Çelebi’ye göre Diyarbakır’da tarihte tıp çok ileriydi E. Çelebi Diyarbakır’la ilgili yazısında sayfanın altına şöyle bir not düşmüştür: ‘‘Mümin beğe paşa mektupları verüp paşaya zahire gönderüp şehrün ‘imaristanı’ yazıla cümlesinden Diyarbakır’da 1655 yıllarında bir imaristan olduğu anlamı çıkmaktadır. Bu hastanenin Cerrahi yönünde ileri olduğunu seyyah şöyle anlatır: Yetkin, usta cerrahları sayısızdır. Fakat bunlar arasında Cami-i kebir yakınında olan üstad Kara Rıdvan, işinde en ünlüdür (6). Osmanlı paşalarının da hastane hizmetlerine öncülük yaptığını öğrenmekteyiz. Dilaver paşa 1615, 1618 ve 1620 tarihlerinde Diyarbakır valisi oldu, gazi * Prof. Dr. Kenan Haspolat 254 mektebi olan yeri maristan olarak yaptırmıştır.1892’den sonra enkazı kalmıştı (7). 1841 ve 1845 tarihli belgelere göre iç kalede bir hastanenin olduğunu öğreniyoruz (8). Kurt İsmail Paşa, Amid’ın 271. Osmanlı Valisiydi. 1868 yılından başlamak üzere 7 yıl 9 ay görev yaptı, hastane inşa ettirdi (7). Bu hastane Kurdoğlu kışlasındaydı. Diyarbakır salnamelerinden burada çalışan personel hakkında fikir ediniyoruz 1286/1869-1321/1903 tarihleri arasında yayınlanan salnamelerde Diyarbakır Gureba Hastanesi’nde (ki bu salnamelerde adı geçen tek sağlık kuruluşudur) “Diyarbekir’de icra-yı sanat eden diplomalı etıbba” başlığı altında verilen bilgilerde, 4 doktor ve 4 eczacının görevli olduğunu öğreniyoruz. 1869-1905 tarihli Diyarbakır salnamelerine baktığımızda Belediyenin sağlık hizmetler verdiğini gözlüyoruz. Belediye dairesinde Tabip İsmail Bey, Tabip Eyüp Sabri efendi Cerrah Ali efendi, Eczacı Agop efendi görevli olarak sağlık hizmetleri vermiştir. Diyarbakır hastane görevlileri (9) O tarihlerde salnamelere göre Gureba hastanesinde Tabip İsmail Bey, Tabip Bahaeddin Efendi Katip Kasım efendi, Serhademe Abdülvahhab efendi, Serhademe Şamlızade Mustafa efendi, Serhademe Abdurrahman efendi fakirlere sağlık hizmeti vermişlerdir. Gureba hastanesi salnamelerde şöyle anlatılıyor: Bu hastane masarıf-ı inşaiyesi merkez ve mülhakat-ı devair-i belediyesinden ianaten tedarik ve temin olunarak Diyarbekir’in en güzel, en havadar, en ferahfeza bir mevkiinde ve fevkalade metin ve dil-nişin surette vücuda getirilmiş bir dar-ı merhamet ve biri ricale diğeri zükura mahsus olmak ve her ikisi kırk yatak 255 istiab etmek üzere iki daireden ibarettir. Ameliyat-ı inşaiyesi rehin-i hitam olarak tefrişatına başlanıldığından bi-mennihi’l-kerim kariben her türlü levazımı suret-i mükemmelede istihzar edildikten sonra resmi küşadı icra olunmak mukarrerdir. Bu hastanenin emr-i tesisiyle saye-i kemalat-vaye-i hazret-i cihan-baide bu gibi bir lazıme-i azime-i medeniyeden memleketin vayedar edilmesi hususunda ibzal buyurulan mesai-i müşkilat bir endazane hakikaten cedir-i takdir ve şükrandır. Hastanenin temin-i devam ve idame-i intizamı için her türlü tedabir evvelden düşünülerek Cizre cisri ile Diyarbekir şehrinde daire-i belediyeye aid olan bazı emlak varidatı bu emr-i hayra tahsis olunmuştur. Askeri birliklerde ise Nizamiye yetmiş üçüncü alay dördüncü taburunda Tabip Yüzbaşı Tahsin Efendi, Cerrah Ali Fehmi efendi, Eczacı Nikolaki efendi Dördüncü bölükte Tabip kolağası Bahaeddin efendi görevliydi. Aramsız Süvari yirminci alayında Tabip kolağası Hüseyin efendi, Cerrah-ı evvel İsmail Hakkı efendi, Eczacı-ı evvel Garamanis efendi, Eczacı-ı sani Emin İsmail efendi Aramsız dördüncü taburda Tabip Yüzbaşı Ali Raci efendi Aramsız Süvari yirminci alayda Tabip kolağası Hasan efendi görev yapmaktaydı. Nizamiye 73.alay, 3. tabur. Tabip Yüzbaşı Yanko Efendi, Eczacı Natali efendi, Cerrah Mustafa efendi. Nizamiye 73. alay, 4. tabur. Tabip Yüzbaşı Tahsin Efendi, Tabip Yüzbaşı İbrahim ağa, Tabip Yüzbaşı Hasan ağa. Nizamiye 28. alay, 1. tabur. Tabip Panapot Efendi, Cerrah-ı evvel Hasan Bedri efendi, Eczacı Hüseyin efendi. Aramsız 23. süvari alayı. Tabip Hüseyin Efendi, Eczacı Ergonos efendi, eczacı Minas efendi, Cerrah Nuri efendi, Cerrah Osman Nuri efendi (10). Askeri hastane (11) 256 Askeri hastane ile Merkezi hükümet yakinen ilgilenilmiştir 14 Eylül 1850 Diyarbakır’daki askeri hastanenin tamiri için sadaretten gönderilen yazı (12) Günümüzde Askeri hastane 20. yüzyıl başlarında işçi sağlığına önem verildiği zamanki şartlarda Sosyal Sigortalar kurumunun kurulduğunu anlıyoruz DH. İD. 55/87 A 9 Aralık 1912 Ergani bakır işçilerinin hastalanma veya sakatlanma durumunda tedavi ve ameliyatlarının ücretsiz olarak Belediye tabibince yapılacağına dair belge. (11) 257 GUREBA HASTANESİ Eski Numune (Gureba) Hastane Girişi Ve Arka Tarafı 1884 yılında Vali Sırrı paşa bir ev yeri satın almış 25 yataklı Gureba hastanesini kurmuştu.1924’te bu binaya bir kat eklenmiş yatak sayısı 50’ye çıkmış, 1932’de binaya bazı eklemeler yapılarak yatak sayısı 105’e çıkarılmış ve adı numune hastanesi olmuş,1936’da hastane yanmış ve bir yıl sonra şimdiki bina inşa edilmiştir (14). Osmanlı belgeleri bu hastane hakkında bize fikir veriyor (11) BOAH. MKT. 230/76 29 Nisan 1894 Belediye dairesince yaptırılan Gureba hastanesiyle ilgili belge. 258 Hastanenin zaman zaman finans sıkıntısı çektiğini, merkezi hükümetin ise destekte bulunduğunu anlıyoruz. 11 Ocak 1895 Diyarbakır belediyesi tarafından halk için yaptırılan hastanenin borçlarının ödenmesi için hazinece alınan bazı vergilerin belediyeye bırakılması Sultan Abdülhamid emri (11). Eczaneler 1885 yılında Anadolu’daki eczane sayısı: Adana: 5, Ankara: 2, Bursa: 7, Diyarbakır: 8, Edirne: 7,Erzurum: 4, Konya: 2, Trabzon: 3 idi (13). 1962 yılında 8 eczane mevcuttu. Gündoğdu, Diyarbakır, Yeni Eczane, Güney Eczanesi, Sıhhat eczanesi, Dicle ve Cihan Eczanesi (22). 1937 yılında Diyarbakır ecza laboratuvarı açıldığını, Ferro-lecithin isimli ilacın üretildiğini öğreniyoruz. Keşke ileriki yıllarda da bu hamle devam edebilseydi (20). Hastanelerde bakım seviyesi Hastanelerde bakımın kalitesini tarihi belgeler göstermektedir. Askeri hastanelerde günlük yiyeceklere mahsus formlar da sayıca çoktur. (1845 Yılından 832 A ve 2249 A arşiv birimleri). Ayrıca sıradan nüfustan kişilere mahsus hastaneler de varmış. 1634 A arşiv biriminden 1865 yılında tımarhanede tedavi altında bulunan fakir ve parasız kişilerin beslenmesi için 750 kg ekmek satın alınmış olduğunu öğreniyoruz (21). 259 Cumhuriyet Dönemi Diyarbakır’da Diğer Tıbbi Olay Kronolojisi Kasım 1932: 1884’te Gureba hastanesi olarak yapılan ve 1924’te onarılan hastane, kapasitesi 125 kişiye çıkarılarak Numune hastanesi adını aldı. 1938. Trahom hastanesi açıldı. 1950 Sosyal Sigortalar Kurumu şubesi hizmete girdi. 1959 SSK hastanesi açıldı. Eğitim yönünden de 1961 yılında sağlık koleji açılmış, 1965’te 47 mezun vermiştir. 1963 Doğum ve Çocuk bakımevi hizmete girdi. 13 Haziran 1963 Göğüs hastalıkları hastanesi hizmete açıldı. 17 Ocak 1969 Tıp Fakültesi açıldı. 1981 D.Ü kampüsü ve Tıp Fakültesi yeni binalarına taşındı (15). Sağlık Tesisleri: edildi. Numune Hastanesi: 1936 da hastane yandı. Bir yıl sonra şimdiki bina inşa Bu Hastane, 75 yataklı Göğüs Hastalıkları Pavyonu ile beraber 285 yataklıdır. Oldukça geniş bir saha içinde inşa olunmuştur. 285 yatağın servislere tevzii şöyledir: Göğüs pavyonu: 75 yatak Hariciye pavyonu: 50 yatak Dahiliye pavyonu: 40 yatak Bevliye pavyonu 10 yatak İntaniye pavyonu: 20 yatak Kadın-doğum pavyonu 20 yatak Çocuk pavyonu 10 yatak Çocuk cerrahisi Ve Ortopedi pavyonu 10 yatak Asabiye pavyonu 10 yatak Göz pavyonu 20 yatak Kulak-boğaz-burun 10 yatak Cildiye pavyonu (16) 260 10 yatak 1938 yılında Diyarbakır’da göz ameliyatı (17) 1936 yılında H. Basri Konyar’ın kaleme aldığı Diyarbakır yıllığında Cumhuriyetten evvel Dağ kapı haricinde bir Gureba hastanesi vardı. On sene içinde Diyarbekir’de umumi müvazeneye ait dağ kapısı haricinde iki katlı, konfürlü, tıbbın yeni ve fenni vesaite mücehhez yüz beş yataklı bir numune hastanesi, Hususi idareye ait yirmi yataklı Zühreviye hastanesi, Kuduz tedavihanesi ve mülhakatta beşer yataklı muayene ve tedavi evleri vücude getirilmiştir. Bu müesseselerde her şubenin mütahassıs tabip, Kabile, Hemşire ve memurları vardır. Avrupa hastanelerinden farksız olan bu müesseseler halkın sıhhi ihtiyaçlarını mükemmelen ve büyük bir alaka ile temin etmektedirler. Sari ve salgın hastalıklara karşı yapılacak tedbirlere ait mücadele vasıtaları bütün merkezlerde lüzumu kadar mevcut bulunmaktadır (S. 170). Numune hastanesi Diyarbekir Nümune hastanesi 1340’ta Sıhhat ve İçtimai Muavenet vekaleti tarafından tesis edilmiştir. Ondan evvel bir katlı ve kırk sene evvel Vali Sırrı paşa tarafından tesis edilen yirmi beş yataklı bir hastane idi. Sıhhat vekaleti bu ufak kısmı devralmış ve 1340’ta bunu baştan başa tamir ettirdiği gibi bir kat daha ilave edilmiştirSonraları bu büyük kısma Mutfak, İntani hastalıklar, Çamaşırhane, Motör dairesi ve Tephirhane ile Poliklinik olmak üzere beş güzel pavyon daha ilave edilmiştir (131). İlk teşekkülünde elli yatak üzerine açılan hastane, tesisat ve teşkilatının tevessüü üzerien tedricen 1932 senesinde 105 yatağa iblağ edilmiştir. 261 Tamamen son sistem alat ve echizeyi havi olan hastane bugün dahiliye, hariciye, Kulak, göz, cildiye ve röntken olmak üzere yedi şubeyi muhtevi ve hepisinin mütehassısları mevcuttur. Emrazı Zühreviye hastanesi Kadrosu bir mütehassıs tabip ile bir bakteriyologdan ve bir de idare memurile sair müstahdemlerden ibarettir. 20 yataklıdır. Maaş ve masrafı Vilayet hususi bütçesinden verilmektedir. Kuduz tedavihanesi. Bir mütehassıs müdürüyle müteferrik müstahdemleri vardır. Bir de askeri hastanesi vardır ki, Kolordu merkez hastanesidir. Muayene ve Tedavi evleri. Silvan, Lice, Osmaniye kazaları merkezinde birer muayene ve tedavi evi vardır (s. 171). Eczeneler 1928 mardı iptidasında bir belediye eczenesi açılan Diyarbekirde bugün İtimad, Sıhhat, Şifa vw Kilsi namlarında dört husuis eczane vardır (s. 172) (18). 1968 ile 1982 yılları arasında Devlet hastanesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi olarak hizmet vermiştir. 1982 yılının Ağustos Ayında şimdiki ana bina 500 kadro yataklı olarak tamamlanmış, Tıp Fakültesi Hastanesinin kendi binasına taşınmasıyla Devlet Hastanesi adı verilerek hizmete devam etmiştir. 2000 yılında Bağlar Semt Polikliniği hizmete açılmış, 2003 yılında eski Numune Hastanesi Binası onarılarak Fizik Tedavi ve Psikiyatri servisleri olarak hizmet vermeye başlamıştır.2006 yılında SSK Diyarbakır Bölge Hastanesinin kapatılması ve Diyarbakır kent merkezindeki hastanelerin yeniden yapılandırılması sırasında, eski SSK hastanesinin poliklinik binası Devlet Hastanesinin Ek Poliklinik Binası olarak hizmet vermeye başlamıştır (19). Dicle üniversitesi Tıp Fakültesi bölümleri olarak kullanılan devlet hastanesi bölümleri. Doğumevi ve ana çocuk sağlığı merkezi 262 Cerrahi Servisler Poliklinik binaları Göğüs hastanesi Eski SSK hastanesi 1966’Da Üniversite Kurmayla İlgili Çalışmalar Adil Tekin. 1966 263 Tıp Fakültesi Açılışında Afişler 264 KAYNAKLAR 1. Yaşar parlak. Silvan. Ank. 1997. s. 50 2. Prof. Dr. İlhami Nasuhioğlu: Tıp Tarihine Kısa bir Bakış. Ayyıldız matb. Ankara. 2. baskı. s 1975. s. 125. 3. Yrd. da. Dr. Murat Akgündüz. Artuklular zamanında Diyarbakır’da ilmi faaliyetler. 1. Uluslararası. Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu. 20-22 Mayıs 2004. Diyarbakır. 2004 4. Prof. Dr. Ali Bakkal. İslam’ın doğuşundan Artuklular döneminin sonuna kadar Mezopotamya’da tıp eğitimi ve hastaneler. Artuklular. Mardin valiliği kültür yay. Editör. Dr. İbrahim Özcoşar. Mardin. 2008. c. 1. s. 446 5. Prof. Dr. H. Kadircan Keskinbora Aruklularda Bilim ve sağlık. Artuklular. Mardin valiliği kültür yay. Editör. Dr. İbrahim Özcoşar. Mardin. 2008. c.1/508 6. Martin van Bruinessen, Hendrik Boeschoten. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İletişim yay. İst. 2003. s. 269. 274.34 7. Abdülgani Fahri Bulduk: Diyarbakır valileri. Yayına hazırlayanlar: Eyyüp Tanriverdi. Ahmet Taşğın. Medrese yay Ank. 2007. 8. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. 1995. s. 21–23 9. M. Şefik Korkusuz. Eski Diyarbekir’de Gündelik hayat. Kent yay. 2007. s. 91,28 10. Ömer Tellioğlu. (ed) Diyarbakır salnameleri. V/38,44,45, 138,244, 351, 358— IV/225,231,322,-III/247 11. Kenan Yakuboğlu, M. Salih Erpolat, Mustafa Sarıbıyık. Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. Dicle Üniversitesi. 2011. 12. Ekici C. (ed): Osmanlı belgelerinde Diyarbakır. Devlet Arşivleri genel md. 2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Ank. 2006 13. Prof. Dr. Turhan Baytop. Türk Eczacılık Tarihi. İ.Ü. yay. İst. 1985. s. 131 14. Diyarbakır İl Yıllığı-1967. s. 223 15. İbrahim Sarı: Şehrimiz Diyarbakır. Büyükşehir belediye yay. 1999. s. 130,127 16. Şevket Beysanoğlu. Bütün Cepheleriyle Diyarbakır İst. 1963. S. 62 17. Cumhuriyetin 15’inci yılında Diyarbakır. 1938 18. H. Basri Konyar 1936 Diyarbakır Yıllığı 19. www.ddh.gov.tr/ 20. Usman Eti. Diyarbekir. 1937 21. Slavka Draganova: Diyarbakır ve yöresi için Bulgaristan’daki Osmanlı evrakı. Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır. 2008. s. 81 22. Şevket Beysanoğlu Diyarbakır coğrafyası. Şehir matb. İst. 1962 265 TARİHTE DİYARBAKIRLI HEKİMLER İslam öncesi dönem Kenan Haspolat* Mar Dimet IV. yüzyılın ünlü tıp bilginlerindendir. MS. 410’da vefat etmiştir. Amildi Aetius VI. yüzyıl bilginlerindendir. MS. 543 yılında sağ olduğu Diyarbakır’da öğrenimi tamamladığını öğreniyoruz. Tıp ilminin çeşitli dallarına ait 16 eseri vardır. Bunlardan göz hastalıklarına ait olanı, J. Hirschberg tarafından 1899 yılında Almanca ve Yunanca olarak yeniden bastırılmıştır. Doğumla ilgili olan eseri Max Wegscheinder tarafından Almancaya çevrilerek 1901 yılında yayınlanmıştır. Diğer eserlerinin de çeşitli, tarihlerde basılmış ve başka dillere çevrilmiş sayıları mevcuttur (1). VI. yüzyılda Diyarbakır’da yaşayan ve öğrenim gören ünlü hekim Amidalı Aetius, Tetrabiblion adını taşıyan 17 ciltlik tıbbi eser yazmıştır. Bu esere rönesans hekimleri tarafından büyük değer verilmiştir (2). Mar Marutha İslam öncesi dönemde (?-421) Silvanlı Marutha hem tıpta hazık hekim olmuş, hem de hükümdarın baş gözdesi olarak Sasan lı şehinşah Yezdgerd’e elçi olmuştur (3). Artuklu dönemi Diyarbakır’da Artuklular döneminde Tıp kitabı tercüme çalışmaları yapıldı. Miladi birinci asırda Adana civarında Aynızeride yaşayan Discorides’in birçok dünya dillerine tercüme edilmiş Kitabül Haşayişi Artuklu Şehab’ın oğlu, Necmeddin Ilgazi’nin oğlu, Hüsameddin Timurtaş’ın oğlu Diyarbekir meliki Necmeddin Alp kitabı tercüme ettirmiştir. Tercüme Mihran bin Mansur bin Mihran tarafından yapıldı. Şarkda resimler geçmiş asırlarda zatlara ait bile olsa İslam kıyafetinde gösterilmiştir. M. 1228. yılında Ahlat, Diyarbekir ve Urfa vilayetlerinin emiri Selçuklu ümerasında Şemsüddevletü Veddin lakabını taşıyan ve Nasıri Emirül müminin unvanını hazi Muhammed’in kütüphanesi için de eser yazılmıştır (4). Artuklular devrinde, Şerh-i Kaside-i İbn Sinâ adlı eserin yazarı olan Fahrüddin, hocası, Emineddevle İbn-i Telmiz’den İbn-i Sina’nın ‘Kanun fi’Tıb’bını öğrenmiş ve yıllarca Mardin’de kaldıktan sonra Şam’a gitmiştir. Diyarbakır’da meslek icra * Prof. Dr. Kenan Haspolat 266 etti Tabip Fahreddin, Artuklular döneminde Diyarbakır’da tıp dersleri vermiş ve 1198’de Diyarbakır’da vefat etmiştir (5) (6). Diyarbekir hekimleri yurtdışında da şöhret bulmuş, haklarında biyografiler yazılmıştır. 1203-1270 yıllarında yaşamış Şamlı bir hekim olan İbn Ebi Useybia ‘Uyunul Emba, fi tabakatil etibba’isimli kitabında Diyarbakır ve çevresinde yetişen tabipler hakkında geniş bilgi vermektedir (7). Akkoyunlular dönemi Diyarbakır’da Tarihte Hekimbaşılık müessesesi vardı. Diyarbakır Akkoyunlularının başkentiydi. Akkoyunlu sarayında görev icra eden tabiplerin mevcudiyeti, sultanların hastalıklarının tedavisi esnasında yaptıkları faaliyetlerden anlaşılmaktadır. Sarayda hekimlerin tümünün başı olan hekimbaşı da bulunmakta idi. Sultanın özel ve genel toplantılarının tümünde, onun yanında bulunurdu. Onun görevi sultanın şahsına tıbbi bakım yapmaktı. Hekimler Akkoyunlu sarayında büyük saygı görmekte idiler, hekimler sadrdan hemen sonra yüksek bir poziyonu işgal etmekte idi (8). Mervanoğulları dönemi İbnudinar ünlü İslam tabiplerindendir, Nasiruddevle bin Mervan zamanında Silvan’da bulunuyordu. Ekarr-ı Bazeyn adlı güvenilir bir kitabı vardır. Şemseddin sami.Kamus-u alam. 1889c.1. s. 625. Mervaniler Döneminde Kültür ve Medeniyet – Tabipler Hasan ibn Mervan (990-997) Mümehhiduddevle Sa’id (997-1011) Nasruddevle Ahmed ibn Mervan (1011-1061) Nizamuddevle Nasr (1061-1079 ) Nâsıruddevle Mansur (1079-1085) Mervaniler ortaçağda hüküm sürmüş ve Abbasi halifeliğine bağlı tevaif-i muluk denilen beyliklerden biridir. Cebrail bin Ubeydullah bin Bahtişo: Cebrail H. 311 yılında doğdu. Bu tabib Mervanî hükümdarı Mümehhiduddevle zamanında onu tedavi için Meyyafarıkin’e geldi ve buraya yerleşti. Saray tabibi olarak vefat ettiği tarih olan H. 396 senesine kadar hizmet verdi ve bu yılda vefat etti. Cenazesi Silvan’ın’in dışındaki Musalla’ya defnedildi. Eserleri; El-Künnaşu’l-Kebir: Cebrail bu eserini Büveyhî hükümdarı Sahib bin Abbad için kaleme aldı. Eser beş cildden oluşmaktadır. Bu eserin bir cildi Kütahya Vahid Paşa Kütüphanesi 2832 numarada mevcuttur. 267 El-Künnaşu’s-Sağir: 200 vapraklık bir eserdir. Günümüze ulaşmamıştır. Makaletun fi enne efdali istiksâti’l-beden huve’d-dem: Bu eserini de Sahib ibn Abbad için kaleme aldı. Risaletun fi asâbi’l-ayn: Göz sinirlerini ele alan bir eserdir. Makaletun fi elemi’d-dimağ bi muşareketi femi’l-mi’deti ve’l-hicabi’lfasıl beyne alati’l- ğiza ve alati’t-teneffüs el-müsemma diyafrağma: Sindirim sistemi ile alakalı bir eser. Bu iki eserini Deylem meliki Hüsrevşah bin Mübadir için kaleme aldı. Ebu Saîd Ubeydullah bin Cebrâil bin Bahtişu: Tıp alanında üstün bilgi ve deneyime sahip olan bu bilgin metod ve ayrıntı hususunda da sağlam bilgilere sahipti. Tabibler arasında öne çıkanlardan biri olarak tıb alanıyla ilgilenen İbn Bahtişu’nun çok sayıda eseri vardı. Meyyafarıkin’de ikamet edip İbn Butlan ile çağdaştı. Çoğu zaman onunla bir araya gelip sohbet ederdi. Aralarında iyi bir dostluk vardı. İbn Bahtişu yaklaşık olarak 450 H. de vefat etti. Mümehhiduddevle tarafından H. 392’de Cizre’de darbettirilen bir sikke. İbn Bahtişu’nun serleri ise şunlardır: yazdı. Makaletun fi’l-ihtilaf beyne’l-elbân : H. 447 senesinde bazı arkadaşları için Kitabu Menâkıbu’l-etıbbâ: H. 423 de yazdığı bu eserinde tabiblerin yaşamlarına dair bilgi verir. Bu eserden gerek İbn ebi Useybia ve gerek de İbnu’lKıftî eserlerinde alıntıda bulundular. Kitabu’r-ravzatu’t-tıbbiyye: Üstad Ebu’l-Hasan Muhammed bin Ali için kaleme aldı. Bu eser 1927 yılında Kahire’de Paul Sbath tarafından yayınlandı. Kitabu’t-tevâsul ila hıfzı’t-tenâsul: İnsanın üremesiyle ilgili bir eser. H. 441 de kaleme aldı. Mümehhiduddevle adına basılmış bir diğer sikke. Ubeydullah bin Bahtişu ile Amid emiri Sadeddin’i gösteren bir minyatür. Kitabu tahrimi defni’l-ahyâ Risaletun ila Ebi Tahir bin Abdulbaki İbn Katremin Taharet ve gerekliliği hususunda sorduğu soruya verilmiş bir cevap niteliğini taşır. Risaletun fi beyani vucûbi hareketi’n-nefs Risale fi’t-tıb ve’l-ahdasi’n-nefsaniyye: Hollanda-Leiden Kütüphanesi 1332’deki yazma. 1977’de Beyrut’ta Felix Klein Franke tarafından yayınlandı. Kitabu nevâdiri’l-mesâil: İlk dönem tıp ilmine dair bilgileri içerir. 268 Kitabu tezkiretu’l-hazır ve zâdu’l-müsâfir: Bu eserin muhtasarı erRavzatu’t-Tıbbiyye’dir. Kitabu’l-has fi ilmi’l-havâss Kitabu tabâyîi’l-hayavân ve havâssuha ve menâfiî a’zâiha: Bu eserini Emir Nasruddevle için kaleme almıştır. Bu eserin Londra’da British Museum Or. 2784 numarada ve Paris’te. Bibliotheque Nationale’de 2782 numarada gayet mükemmel minyatürlü nüshaları mevcuttur. Bu eser üzerinde A. Contadini, 1992’de Londra Üniversitesinde bir tez hazırladı. İbn Buhtişu’nun en önemli eseri olan bu yapıt İslam dünyasındaki en eski zooloji ansiklopedilerden biri olan bu eser henüz yayınlanmamıştır. İbn Bahtişo’ya ait Tabâyiu’l-hayavân isimli eserden bir sayfa (British Lib. Or. 2784). İbn Butlân: meşhur tabiplerdendir. Çok gezip birçok tabipden ilim öğrendi. Önce Mısır’a oradan İstanbul’a daha sonra Antakya’ya gitmiş bir ara Silvan’a gelmiş. Buradaki meşhur bir tabipten ilim almıştır. Çok sayıda tıbbi eser kaleme almıştı. Bu eserlerinden birisi de Mervani Hükümdarı Nasruddevle için kaleme aldığı. Da’vetu’l-etıbbâ isimli eseridir. Bu eser birkaç kez yayınlandı. En son olarak 2003 yılında. İzzet Ömer tarafından Beyrut’ta yayınlandı. Bu eserin Türkçe’ye tercümesi tarafımızdan yapılmaktadır. Da’vetu’l-etıbba’da İbn Butlan’ı gösteren bir minyatür (Ambrossiana Ktp.) İbn Dînâr: Nasruddevle ibn Mervân zamanında Meyyafarıkin’deydi. Tıp ilminde üstün bilgiye sahip iyi tedavi eden ve ilaç yapma konusunda da deneyimli birisiydi. İ. İbn Dinar Kitabu’l-Akrâbâzîn isimli eşsiz ve değerli bilgiler içeren bir eser kaleme aldı. Fadl bin Cerir et-Tekritî: Bir çok ilimde bilgi sahibiydi. Tıp alanında üstün bilgi sahibi olup iyi tedavi ederdi. Tıbbi bilgisiyle Emir Nasruddevle bin Mervan’a hizmet ederdi. Eserleri ise; Tashihu’l-Kehnut: Bu eserden kardeşi el-Mürşid isimli eserinde söz eder. Makaletun fi esmâi’l-Emrâd ve iştikâkâtuha: Bu eserini bazı kardeşlerine yani Yuhanna bin Abdulmesih’e yazdı. Ebu Nasr Yahya bin Cerîr et-Tabib et-Tekritî en-Nasranî: Tıp, astronomi, felsefe ve ilahiyat alanında bilgi sahibi bir bilim adamıydı. Tıp alanında tıpkı kardeşi gibi bilgili ve seçkin birisiydi. Nasruddevle Ahmed ibn Mervan’ın tabibliğini yapıyordu. Ebu’l-Ğanâim Hibetullah bin Ali bin Hüseyin bin Aserdî, Makaletun fi enne’l- lezzete fi’n-nevm fi eyyi vaktin tuced minhu isimli eserini onun için kaleme aldı. 497 H. Senesinde Silvan’da vefat etti. 269 Kitabu’l-ihtiyârât fi ilmi’n-nucûm: Bu eserin Beyrut, Londra ve Beyazıt Kütüphaneleri’nde birer nüshası vardır. Kitabun fi’l-bâh ve menâfiî’l-cima’ ve mezârrihi Risaletun fi menâfiî’r-riyâde ve cihetu isti’maliha, Bu eserini Kafi’l-Kufât Ebu Nasr. Muhammed bin Muhammed bin Cuheyr için yazdı. Kitabu’l-Mürşid, İlahiyat alanında kaleme aldı. Bu eserin çok sayıda yazma nüshası mevcuttur. Bunlar Oxford, British Müzesi ve Diyarbakır Keldani Kilisesi nüshalarıdır. W. Cureton tarafından 1865 yılında Londra’da yayınlandı. Makaletun fi şeriati’l-Mesih: Halil Samir tarafından 1996 yılında el-Menare isimli dergide yayınlandı. Zahidu’l-Ulema Ebu Said Mansur bin İsa: Tıp alanında Nasruddevle bin Mervana hizmet ederdi. Nasruddevle onun tıp alanındaki bilgisine güvenir ve ona bundan dolayı çok ihsanlarda bulunurdu. Zahidu’l-Ulema Silvan Bimaristanının inşasına vesile olan zattır. Buna neden olan olay ise şudur: Nasruddevlenin bir kızı Meyyafarikinde hastalandı. Bu kızına da çok değer veriyordu. Kendine şu sözü verdi: Şayet kızım iyileşirse onun ağırlığınca parayı sadaka olarak dağıtacağım. Zahidu’l-Ulema onu tedavi edip iyileşince Nasruddevleye dağıtacağı parayı insanların yararına olmak üzere bir bimaristan inşasına sarf etmesini tavsiye etti. Böylelikle bu işten daha çok ecir alacak ve bu iyiliği her tarafa yayılacaktı. Bunun üzerine Nasruddevle ona bimaristanın inşası için emir ve bu iş için çokça para verdi. Bimaristanın ihtiyaçları için birçok araziyi vakfetti. Bimaristanda kullanılacak alet edevat ve diğer ihtiyaç maddelerine kadar birçok ihsanlarda bulundu ve bu konuda hiçbir masrafdan kaçınmadı. Zahidu’l-Ulema hakkında bkz. Halil Samir “ Note sur le médecin Zahid alUlama frére d’Elie de. Nisibe” Oriens Christianus 69 (1985) s. 168-183 Eserleri ise şunlardır; Kitabu’l-Bimaristanat: Hastanelerden bahseden bir eserdir. İbn ebi Usaybia ve Makrizi bu eserden alıntıda bulunur. Kitabun fi’l-fusul ve’l-mesail ve’l-cevabat: Bu eser iki cüzden oluşur. Birinci cild Hasan bin Sehl’in eserlerini içerir. İkinci cüz Silvan bimaristanında icra edilen ilmi meclislerde sorulan sorulara verilen cevablardan oluşur. Kitabun fi’l-menamat ve’r-rü’ya: Rüya tabirlerine dair bir eserdir. 270 Kitabun fima yecibu ale’l-müteallimine li sınaati’t-tıb: Doktorların muhakkak bilmeleri gereken bilgilerden söz eden bir eser. Kitabun fi emradi’l-ayn ve müdavatiha: Göz hastalıkları ve tedavisine dairdir (9). Osmanlı dönemi 1500’lü yıllar Diyarbakır İl Halk kütüphanesinde ‘Kitabül-Mühimmat’ isimli bir tıp el yazma eseri vardır. Yazar tercümelerden alıntı yapmış, ilim ahlakına uygun olarak kaynaklarını vermiştir. Ancak eser aynı zamanda telif eserdir, tabip kendi tecrübelerini de aktarmıştır Eser M. 1519’da Diyarbakır’da yazılmıştır. Eserin bir nüshası Nuruosmaniye kütüphanesindedir (10). Prof. Dr. Sadettin Özçelik bu kütüphanede Hülasa-i Divan ve Risale-i basur isimli 1500’lü yıllara ait 2 kitabın daha olduğunu ve bu kitapların konularda kaynakları belirtmek suretiyle yazıldığını, bilimsel metodolojiye uygun eserler olduğunu ifade etti. Diyarbakır’ı bu alanda teori bakımından da iyi görüyoruz. Diyarbakır İl Halk Kütüphanesindeki Türkçe Yazmaları bu noktada yol göstericidir. Kayıtlı eserler bize fikir vermektedir. Bunlar. Kitabü’l-Mühimmat. 1353/1’de kayıtlı Hülasa-i Divan. 1352/’’de kayıtlı; 160 sayfa Manzum Tıp Risalesi. Nidayi Mehmet öÇelebi. 503/5’de kayıtlı Risale-i Basur 1353/^’de kayıtlı Risale-i Tıp.1367/2’de kayıtlı. Risale-i Tıp, Ahi Mehmed Çelebi. 1569/7’de kayıtlı (11) Muslihiddin-i Lari İstanbul’da Ebussud efendiyle beraber oldu. Sonra Diyarbakır’a geldi. İskender paşa çocuklarına onu hoca tayin etti. Hüsrev paşa medrese müderrisliğini verdi1591’de vefat etti.Palu (Parlı) Camii ismi de verilen yapı batısında büyük Hekim Muslihiddin-i Lari’nin mezarı vardır.29 eseri vardır.. Bu eserler Kandilli ve Süleymaniye kütüphanesindedir. Kara Rıdvan E. Çelebiye göre Diyarbakır’da Yetkin, usta cerrahları sayısızdır. Fakat bunlar arasında Cami-i kebir yakınında olan üstad Kara Rıdvan, işinde en ünlüdür (12). 1700’lı yıllar: Mehmed Rıza Amedi ( ?-1766) 271 Aslen Amed (Diyarbakırlı) olup Tıp Hocası geçen asrın değerli hekimlerinden Şaban Şifai’dir. Şaban Şifai Diyarbakır’da bulunduğu esnada bu yetenekli genci yetiştirmeğe başlamış,hatta hizmet süresi bitip İstanbul’a dönerken onu da yanına almış. Ancak Şaban Şifai dönüş yolunda vefat ettiği için Rıza efendi İstanbul’a gelerek Süleymaniye Tıbbiyesinde Tıp tahsilini tamamlamış ve sonra kendi ülkesine dönerek hekimlik yapmıştır. 1766’da vefat etti. Diyarbakır’da gömülüdür. Rıza efendi pratiği kuvvetli bir hekim olduğu kadara eser veren bir insandır. Eserleri arasında şunlar vardır: Risale-i Asafiye fi külliyat-ı Tıbbiye: Bir nüshası Süleymaniye kütüphanesindedir. O, bütün insan hastalıkları ve tedavileri dahil olmak üzere tıpla ilgili hemen her konuyu içine alan bir tıp eseridir B) Kitab-ı Muhtasar fi’t-tıb. Mehmed Rıza Amedi’nin hocası ve Diyarbakır’da görev yapan Şaban Şifai Süleymaniye darüşşifası başhekimliği yapmış bir kişidir. 1701’de yazdığı Tedbir almevlut doğum ve çocuk hastalıkları ile ilgilidir. Eser Süleymaniye Beşir ağa küt. 501. Topkapı sarayı müzesi küt. Bağdat kitaplığı 345 no’dadır 1704’de yazdığı Şifaiye fit-Tıp basit ve kompoze ilaçlar ve panzehirleri anlatır (13) (14). 1800’lü yıllar Osman Kadri Efendi. Diyarıbekir fırkası sertabibidir. H.1303 senesi mezunudur. Mehmed Nuri Efendi, kıdemli yüzbaşıdır, Diyarıbekir’dedir. H.1319 senesi mezunudur. Ali Şefik Efendi, kıdemli Yüzbaşı, Diyarıbekirdedir. H. 1319 senesi mezunudur. 1871 yıllarında Diyarbakır’lı doktorlar eser katkısında da bulunmuştur. Antoin Bossut’a ait Mirat-ı Sıhhat isimli eseri Diyarbakır memleket tabibi kolağası Mehmed Zeki Efendi ve Süleyman Nazif’in babası Sait paşa tercüme etmiştir. 349 sayfalık eser Diyarbekir vilayeti matbaasında 1871’de basılmıştır (15). Abdülkadir Ahmet Uluğ 1897’de Diyarbakır’da doğdu. 1913’de Askeri Tıb okuluna girmiş, 1920’de diplomasını almış, 1921’de kendi, hesabına cerrahide ikmali tahsil etmek üzere Almanya’nın Leipzig üniversitesine gitmştir. Avdetinde Askeri okulda müzkereceliğe başlamış ve bu ara ihtisas imtihanını da vermiştir. 1945’te tekaüt olmuştur (16). 1900’lu yıllar Cemal Yeşil. (1900-1977) Ünlü şair ve devlet adamı Şair. 1921’de Mülkiye Mektebi’ni bitirdikten sonra Kurtuluş Savaşı’na katılma amacıyla Anadolu’ya geçti. TBMM Hükümeti Maliye Vekaleti’nde ve Bütçe 272 Encümeni’nde çalıştı. Cumhuriyet Dönemi’nde de çeşitli mali görevlerde bulundu, 1942’de Başbakanlık Müsteşarlığı, 1947’den 1950’ye değin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yaptı 1950-1965 arasında çeşitli elçiliklerde bulundu.Yazın çevrelerinde tanınması 1919’da yazdığı “Mülkiye Marşı” ile oldu. Sonraki yıllarda Varlık dergisinde yayınlanan rubaileri, günümüz Türkçesi’nin ustalıklı kullanımına örnek gösterildi. Bu şiirleri 1950’de Rubailer adıyla yayınlandı. (Kenthaber). Babası Dr. Binbaşı Edhem Hakkı bey 1.Dünya savaşında Kafkas cephesinde şehit düştü (17). Prof. Dr. Sıtkı Göral 1933’de Diyarbakır’da doğdu. 1958’de İ.Ü. Tıp Fakültesinden mezun oldu. 1963’de ihtisasını buradan alıd. 4 yıl ABD’de çalıştı. 1978’de profesör oldu. 1991’de vefat etti, Dr. Fethi Aksu 1916’da Diyarbakır’da doğdu. Diyarbakır Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğretim görevlisi oldu. Güncel duygular isimli şiir kitabı vardır. 1994’de vefat etti. Prof. Dr: Selahattin Yazıcıoğlu (1921-2002) Diyarbakırlı tanınmış ailelerden eski İstinaf mahkemesi başkatibi Mustafa Şevki Bey’in oğludur 1945 İstanbul Tıp fakültesini bitirdi, 1974’te doçent, 1979’da profesör oldu.1980’de D.Ü. rektörü oldu. Asbest ve göğüs hastalıkları alanında dünya çapında ciddi yayınları vardır. Prof. Dr. Orhan Muzaffer Baykal 5 Ocak 1924’de Diyarbakır’da doğdu.1947 yılında Tıp Fakültesini bitirdi. 1952-1953 tarihinde Kore Türk Tugayında görev yaptı.1958 ABD’ye gitti klinik patoloji üzerine çalıştı. Sonra Ankara Ün merkez laboratuvarı patoloji şefi, daha sonra Mikrobiyoloji profesörü oldu (18). Prof. Dr. Gazi Yaşargil Dünyaca ünlü cerrahımız (6 Temmuz 1925, Lice, Diyarbakır) Türk bilimadamı ve nörocerrah. 273 KAYNAKLAR 1. Şevket beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve sanat adamları. San matb.Ankara. 19661/. s. 5 2. Dr. Hüseyin Yalçınkaya. Meudiye medresesi. DÜTF. Derg. 13 (1-4). 153156,1986 3. Eyüp Önal ve ark: Diyarbakır’da Eğitim. MEB. Diyarbakır. 1998. s. 7,4 4. Prof. Dr. Süheyl Ünver: İstanbulda Discorides eserleri ve Artıklılar. Dirim. 1941. c. XVI, sayı. 3-4, s. 1-5 5. Ş. Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet. Tarih Vakfı yay. 2001: 90-91 6. Prof. Dr Ahmet Ağırakça. Artukoğlu dönemi tabiplerinden Fahruddin... Artuklular. Mardin valiliği kültür yay. Editör. Dr. İbrahim Özcoşar. Mardin. 2008.c. 1/423 7. Prof. Dr. İlhami Nasuhioğlu: Tıp Tarihine Kısa bir Bakış. Ayyıldız matb. Ankara. 2. baskı. s 1975. s. 125. 8. Prof. Dr. İlhan Erdem, Yrd. Doç. Dr. Kazım Paydaş. Birleşik kitabevi. Ank. 2007. s. 183 pdf 9. http://beroj.com/e_kitap/Mervaniler_Doneminde_Kultur_ve_Medeniyet_I. 10. Yrd. Doç. Dr. Saadeddin Özçelik, Doç. Dr. Halil Kaya. 15. yüzyılda yazılmış bir tıp kitabına geçen tıbbi terimler. Tıp Tarihi Araştırmaları. İst. 1997. s. 63 11. Prof. Dr. Saadettin Özçelik: Diyarbakır İl Halk Kütüphanesindeki Türkçe Yazmalar kataloğu. Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi. 2005. V(2): 247-255 12. Martin van Bruinessen, Hendrik Boeschoten. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İletişim yay. İst. 2003. s. 269, 274, 34 13. Prof. Dr. Bedii N. Şehsuvaroğlu, Doç. Dr. Ayşegül Demirhan, Doç. Dr. Gönül Güreşsever: Türk Tıp Tarihi. Bursa. 1984. s. 101,118) 14. Prof. Dr. Esin Kahya, Prof. Dr. Ayşegül D. Erdemir. Osmanlıdan Csumhuriyete Tıp ve Sağlık Kurumları. Diyanet vakfı yay. Ank. 2000. s. 204 15. Binbaşı Elhaç Rıza Tahsin. Prof. Dr. Aykut Kazancıgil: Mir’at-ı Mekteb-i Tıbbiye. Özel yay. İst. 1991.2/30,98 16. Hadi Gediz, Ziya B.Aksoy, Süheyl Ünver: Tıb Fakültesi 1920 Mezunları Albümü. İ.Ü. Tıp Yarihi Enstitüsü. İstanbul. 1947. 17. Şevket beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve sanat adamları. San matb.Ankara. 1967.2/ s. 416 18. Şevket beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve sanat adamları. San matb. Ankara. 1967. 2/s. 459,3/60,172 274 DİYARBAKIRDA HALK SAĞLIĞI Kenan Haspolat* Evliya Çelebi Seyahatnamesine Göre Halk Sağlığı. Evliya Çelebi, başka bir yerde, yine iklimle bir bağlantı kurarak Diyarbakır halkı için “Suyunun ve havasının tatlılığından dolayı halkı gayet zeki, çocukları gayet akıllı ve soyludur demektedir. Evliya Çelebi, gençlerin güzelliğini de Diyarbakır’ın havasına bağlar. Ona göre Diyarbakır’ın “havası o kadar yumuşaktır ki, seher vaktinde sabâ rüzgârı esince insan sonsuz hayat bulur. İnsan uykudan uyandığında canlı ve yaşam dolu kalkar. Sekiz rüzgâr estiği zaman bile, havası güzeldir. Bundan dolayı gençlerinin hepsi güzeldir.”, “halkının yüz rengi, su ve havasının tatlılığı ve Hamrevat suyunu içmelerinin etkisiyle kızıldır. Çoğunlukla orta boylu, sağlam bünyeli, güzel yüzlü ve iri adam olurlar. En az yaşayanları yetmiş ve seksene ulaşmışken bile çalışmak ve kazanmaktan geri durmazlar. Yazın Diyarbakırlılar zengin fakir ailecek nehir kıyısında kendilerine verasetle intikal eden yerlerde çadırlar kurar, bostanlarına karpuz, kavun ve çeşit çeşit sebze meyveler, çiçekler ekip çalışırlar. Her bağ ve bostan verimli reyhanlarla dolu, şat nehrinden gelen havuz ve şadırvanlara sahiptir. İnsanlar tam yedi ay boyunca Şat kıyısında dost, arkadaş ve akrabalarıyla; saz sözle yiyip içerek zevkle yaşarlar. Sanat erbabı bostan mevsiminde kazanç ve işlerle meşgul olup her tür yiyecek ve içeceğe sahiptir. İnsanlar sabahleyin şehre işine gider, ikindiden sonra tekrar nehir kenarındaki bağlarına döner sefa sürerler. Evliya Çelebi Şat kıyısında insanların Şafii Vakti’ne kadar eğlendiklerini, ondan sonra ezan sesleriyle tevhid zikirleri ettiğini anlatır (1). DİYARBAKIR VE BESLENME Diyarbakır, Dicle nehri, tarıma elverişli arazileri, şehrin sanayi ve ticari zenginlikleri nedeniyle iyi bir beslenme avantajına sahipti. Konu yabancı seyyahların kitaplarına da ilham kaynağı olmuştur. W.Heude (1817) isimli seyyah.’Amid’in üzerine yerleştiği alan her tarafı ile verimli ve üretkendir. Dicle’den geçerken, kasabanın üzerine oturduğu tepenin eteğinde zirai bir refah ve dahili bir uygunluk görülür, demektedir. Lamec saad (1890) ‘Dicle kıyısı boyunca uzayan bahçeler, çeşitli nehir kollarının akmasıyla da Diyarbekir’in güneyinde ve doğusunda verimli alanlar oluşturuyor’ demektedir (2). Beslenme yönünden önemli bir avantaj da şehrin başka illere göre daha ucuz olmasıydı. * Prof. Dr. Kenan Haspolat 275 Etin 1 kıyyesi 1847 yılında Diyarbakır’da 40 para iken,1839 yılında Gaziantep’te 1 kıyye et 110 para idi. Diyarbakır’da 1840 yılında 1 kıyye ekmek 17 para iken, Gaziantep’te 1833 yılında 1 kıyye ekmek 20.7 para idi. Diyarbakır’daki zeytinyağı fiyatları da Antakya’daki zeytinyağı fiyatlarına göre daha düşüktü. Antalya’da arpa ve buğday fiyatları ise Diyarbakır’a göre çok pahalı idi. 1840 yılında bir usta yevmiyesi ile günde 23.5 kıyye ekmek,5 kıyye et alabiliyordu (3). Zirai verimin iyi olması halka beslenme avantajı sağladığı gibi bu bereketten başka iller de nasibin alıyordu. Diyarbakır eyaletinde başta hububat olmak üzere, pek çok ürün yetiştirilmiş ve Irak bölgesinin hububat ambarı durumuna gelmişti. XVII yüzyılda Evliya Çelebi, Diyarbakır eyaletinde 7 türlü taneli buğday ekildiğini ve mahsulün oldukça fazla olduğunu kaydetmiştir. 22 Mart 1733 tarihli bir fermana göre Diyarbakır’dan 1025.6 ton buğday ve 1282 ton arpa Bağdat’a gönderilmişti (4). Seyyah Sestini Diyarbakır için şunu der ‘Ekmek ve et lezzetli ve çok ucuz. Meyveler, bitkiler bol miktarda bulunuyor ve nehirden bol balık avlanılıyor (2). XVII yüzyılda Diyarbakır’dan Halep’e büyük miktarda hayvan ihracı yapılmıştı (5). Hayvani proteinler şehre büyük bir imkan sağladığı gibi fazlalığı da ihraç ediliyordu. 17. yüzyıl kayıtlarında Diyarbakır’dan Halep’e büyük miktarda hayvan ihracı söz konusu iken şimdi bu tersine dönmüştür. Tarihte Diyarbakır İstanbul’un et ihtiyacını karşılıyordu. Bu hususta fermanlar vardır: Diyarbakır’dan İstanbul’un Et İhtiyacını Temin İçin Koyun Gönderilmesi İçin Diyarbakır Beylerbeyine Gönderilen Hüküm 8 Temmuz 1560. İstanbul’un Et Sıkıntısı Gidermek İçin Diyarbakır’dan Koyun Gönderilmesi Hakkında Hüküm 17 Temmuz 1565 (6). Atatürk’ün Diyarbakır Mutfağına hayranlığı şehrin beslenmesi hakkında fikir vermektedir. Hazro’lu Mehmet Budak bey’in oğlu anlatıyor: ‘Mustafa kemal Atatürk Babamı Çankaya köşküne yemeğe davet etmiş, yemekte Latife hanıma der ki: Mehmet beyin evinde, sofralarında yediğim mütenevvi ve mütelezziz taam senin sofranda yoktur’ (7). Dicle nehri şehre balık proteini yönünden imkan sağlıyordu. Geleneksel yemek türleri içinde etin çok özel bir yeri vardır. Et derken kuzu eti, koyun eti anlaşılmalıdır. Yanı başındaki Dicle nehri nedeniyle geçmişte balık çok tüketilirdi. Dicle nehrinde yakalanan balıklar tür olarak çok çeşitliydi. Balık çokça bulunduğu ve çokça tüketildiği için halen bir semtin adı Balıkçılarbaşı’dır. Balık 276 kızartmasında eskiden diğer yağ türleri yerine şirik (susam) yağı kullanılırdı, yoğurt pazarından hemen aşağı inildiğinde şirikhaneler vardı (8). 1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini detaylandırmıştır. Diyarbakır balıkları ile ilgili olarak’ Dicle nehrinin balığı meşhurdur’ demektedir (9). Et dışında da hayvani protein yönünden imkanlar fazlaydı. Yoğurt pazarı diye bir çarşı adı hemen dikkati çekmektedir. Yumurta, süt ürünleri, peynir ve yoğurt Diyarbakır’da çok tüketilir (8). Beslenme; büyüme, gelişme, sağlıklı ve verimli olarak uzun süre yaşamak için gerekli olan enerjiyi ve besin öğelerinin her birini yeterli miktarlarda sağlayacak olan besinleri, besin değerlerini yitirmeden, sağlığı bozucu duruma getirmeden, ekonomik şekilde almak ve vücutta kullanmaktır. Diyarbakır yöresinde geleneksel beslenme biçimleri, beslenme alışkanlıkları hâlâ etkisini korumaktadır. Son yıllarda köyden kente göçen halkın, bu alışkanlıkları pekiştirdikleri de gözden kaçmamaktadır. Köyden, kente göç eden halk; örf, âdet ve ananelerini de birlikte getirmişlerdir. Diyarbakır yöresinde çok zengin bir mutfak kültürü vardır. Geleneksel yemek türlerinde etin Özgün bir yeri vardır. Yemekler genellikle, ekşili, acılı ve yağlıdır. Zeytinyağı az kullanılmaktadır. Balık ve diğer su ürünleri de çok azdır. Et olarak kuzu ve koyun eti çok kullanılır. Sığır, dana ve tavuk eti daha az tüketilmektedir. Yumurta, süt ve süt ürünleri bol miktarda tüketilir. Özellikle peynir ve yoğurt çok fazla yenilmektedir. Sebzeler ve meyveler da önemli bir yer tutmaktadırlar. İlkbahar’da marul, hıyar; yazın kavun ve karpuz; sonbaharda da üzüm çok fazla tüketilen meyvelerdendir. Bu meyvelerden başka elma, erik, kiraz, portakal da yenilmekledir. Toplumsal değişmenin sonucu olarak geleneksel beslenme alışkanlıkları ve sofra âdabı değişime uğramaktadır. Evlerde hazırlanan bazı yiyeceklerin yerini, hazır yiyecekler almıştır. Diyarbakır’ın zengin mutfak kültürü, halkın beslenmesinde olduğu gibi, yapılan çeşitli yemeklerde de kendini göstermektedir (10). Diyarbakır yemek tatlılarını başlık olarak sunalım: Çorbalar: Lebeni,bütün çorba (Habenisk), tarhana çorbası, kulak çorbası, ezme çorbası, mercimek çorbası (mahruta), simindirik, Kürt Mustafa, ekşili tavuk çorbnası, kurutlu lapa, hedik, işkembe çorbası, etli yoğurt çorbası. 277 Yemekler: Patlıcan meftunesi, kış kabağı meftunesi, kenger meftunesi, çelem çükündür meftunesi, karışık dolma, domates dolması, soğan dolması, yoğurtlu salatalık dolması, yalancı sarma, kuzu dolması, sarma, kaburga dolması, pencegoşt, kelle paça, kellegoşt, Kibe mumbar, sac kavurma, ayvalı kavurma. Dizmeler: Patlıcan dizmesi (pürlezzet), kabak dizmesi, patates dizmesi, Musakkalar: Patlıcan musakka, kabak musakka, beli bağlo. Tencere kebabı: Patlıcanlı tencere kebabaı, kabak tencere kebabı, üsküre kebabaı (tas kebabı), kişnişli kebap, çöp kebabı, yoğurtlı kebap, sade ciğer kebabı, perdeli ciğer kebabı, bahar türlüsü, güveç, ayva aşı, bahçe aşı, bezirgan aşı, aluce aşı, nardan aşı (hıllorik), ekşili, ıspanak yemeği, livinç aşı, biber aşı, kuru fasulye, etli bamya, patates yemeği, taze yeşil fasulye, kabak çırtması, patlıcan çırtması, karnıyarık, ılık suha, tavuk kızartma, şebbot balığı pilakisi, keme, ekşili tavuk, kızartma, sıkmaiacem kebabı, bakla boranisi, babakannuç, yumurtalı ağbandır, yumurtalı boğ, yumurtalı pırpırım (semiz otu), kenger borani, nergizleme, maydanoz lokması, zerafet (sirimast). Pilavlar: Duvaklı pilav, şehriyeli bulgur pilavı, kibe budur pilavı, cücük pilavı, soğanlı lapa, keşkek, kapama, şehriyeli pirinçpilavı, kengerli bulgur pilavı, etli nohutlu bulgur pilavı, Köfteler: İçli köfte, patates köftesi, mercimekli köfte (bellöh), lepik Börekler ve ekmekler: Su böreği, sac böreği, puf böreği, patile, kahki, lavaş, bulgur ekmeği, Laco katkatı, Kağırdaklı ekmek, dövmeç, çörek. Tatlılar: Kadayıf: Burma kadayıf, peynirli kadayıf, cevizli kadayıf, sargı burma, cendere, şeker lokum, Nuriye, tane tatlısı, zingil, taş ekmeği, balık ekmeği, lokma, halbur-hurma, zerde, aşure, kayganak, bulamaç, un helvası, peynir helvası, pestil tatlısı, ekmek helvası (devşeviti), peynir tatlısı, badem ezmesi (lebüzünye), kahi, kayısı tatlısı. Hoşaf ve kompostolar: Karaş, eşpabiye, vişne, incaz (kırmızı erik), meyan şerbeti. Reçeller: Ayva reçeli, şeftali reçeli, kış kabağı reçeli, vişne reçeli, şerab-i harir, çilek reçeli, kayısı reçeli. Kış hazırlıkları: Patlıcan kurutması, dolmalık biber kurutması, sivri biber kurutması, şehriye, zahter, tarhana, pastırma, kavu rma, örgü peynir, otlu erimiş peynir, karışık turşu, patlıcan turşusu, sirke, koruk (8). 278 KAYNAKLAR 1. Ejder Okumuş Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde Diyarbakır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır. Editörler Bahaeddin Yediyıldız Kerstin Tomenendal. 2008. c. 1 157 2. M Şefik Korkusuz: Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003. s. 3. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. 1995. s. 12,324.326 4. Yrd. DoçDr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara. 1995. s. 281 5. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara. 1995. s. 312 2008 6. 2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır. 7. Kara Amid dergisi. Atatürk Yılında Diyarbakır. 56 2003. 8. Diyarbakır kültür ve tanıtma vakfı komisyonu: Diyarbakır mutfağı. İst. 9. Cahit Beğenç: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara. 1949. s. 8 10. Doç. Dr. Mebrure Değer Diyarbakır Halk Kültüründe Yemek Müze şehir Diyarbakır İstanbul. 1999. s. 417 279 TARİHTE DİYARBAKIRDA HİJYEN VE TEMİZLİK Kenan Haspolat* Bir şehrin sağlığında temizlik önemli rol oynar. Yıkanma unsuru hamamlarla paralellik österir. 19. Yüzyılda Buckingham isimli seyyah Diyarbakır’da 20’nin üzerinde hamam olduğunu ifade etmektedir. Hamamlar konusunda dikkat çeken bir diğer nokta da şehir kapılarının dördününde hemen yanında hamam bulunmasıdır. Böylece dışarıdan gelenler hangi kapıdan girerse girsin temizlenme imkanına sahip oluyordu. O dönemin şartları içerisinde bu durumun şehri bir kısım hastalıklardan koruduğu söylenebilir. Çöplerin de hamamlarda yakılması önemli bir enfeksiyon kaynağını devreden çıkarmaktadır (1). Diyarbakır surları salgın hastalık yönünden de kalkan görevi yapıyordu. Salgın hastalık durumunda kale kapıları kapatılıyor, hastalığın şehre girmemesi sağlanıyordu (2). Temizlik de bir husus ise çevre temizliğidir. Konuyu yaşlı Diyarbakır yerlilerinden dinleyelim: Temizlik açısından da Diyarbakır tarihinin sicili pekiyi idi Bu noktada Musa Tutka’yı dinleyelim: Mesela temizlik konusu üzerinde değerlendirme yapmaya kalkarsak, denirdi ki Diyarbekri Şarkın Parisidir. Gerçekten de o günler için Diyarbekir Paristi. Teknoloji, maddiyat ve bakım bu kadar yoktu. Âmâ Paris’ti işte. Peki, Diyarbekir’de sokağa çıktığımızda mis gibi toprak kokusu geliyordu: Anlatayım, sabah ezanla belediyede çalışan temizlikçi kadınlar sokak ve caddelere tenekelerle su dökerlerdi. İkinci grup kadınlar gelir süpürürlerdi. Üçüncü grup erkekler merkeplerle gelirlerdi. Tekneler üzerinde topladıkları pisliği, çöpü toplayıp götürürlerdi. Her ev sahibi de daha sonra kendi evinin önünü, paket taşlarını yıkardı. Evin erkeği işine giderken sokaklar pırıl pırıl olurdu. Taşlar da güzelce yıkanmış olmaktan masmavi görünüme kavuşurdu’ (3). Şefik Korkusuz Diyarbakır yaşamını anlatan eserinde Diyarbakır kadınlarının çok temiz olduğunu sabah kalkar kalkmaz ilk önce evin içini, avlusunu, sokak önlerinin yıkandığını anlatır (4). Mevlüt Mergen geçmiş yıllara uzanıyor. Yıllar ötesine götürdü bu haber beni ve “bir zamanlar bizim de Belediyemizin eşekleri vardı ve onlar da şehrin temizlik hizmetlerinde kullanılırlardı dedim kendi kendime. * Prof. Dr. Kenan Haspolat 280 Diyarbakır surları beş kilometreyi aşkın bir mesafeyi çevreler ve o sur içinde bulunan şehirde müthiş bir “çevre kültürü” yaşanırdı. Belediye ayrı bir özen gösterir şehrin temizliğine, halk ayrı bir özen. Görev her ne kadar Belediyenin idi ise de, halk bu görevi paylaşırdı adeta. Dükkânlardaki esnaf, sabah erkenden kepenklerini kaldırır kaldırmaz hemen ilk iş olarak dükkânının önünü süpürürdü. Çünkü “temizlik imandan gelir” ve bu inanç hakimdi çarşı ve cadde esnafına. Evlerde de aynı inancı sergilerdi hanımlar. Ama onlardan önce Belediyenin temizlikleri vardı, küçeleri silip süpüren. Çoğu kere çalı süpürgelerinin hışırtısıyla uyanırdı insanlar tatlı uykularından. Kimlerdi bu çalı süpürgelerini hışırdatanlar? Belediyenin görevli “çöpçü kadınları” idi bunlar, üzerlerine giydikleri şalvarlarını bellerine kadar çeker, ellerindeki kocaman süpürgelerle süpürmeye başlamadan önce hafifçe bir sulama yapalardı ki toz duman kalkmaya ve insanlar rahatsız olmaya, sonra süpürme işine başlarlardı. Süpürüp topladıkları çöpleri küçenin bir köşesine istifler, sonra öteki, daha öteki derken bütün küçelere girer ve işlerini yaparlardı. Onlar ayaklarını daha çekmeden küçelerden, bu kez evlerde başlardı küçe önünü yıkamak ve süpürmek işi. Sonradan moto-guzziler girdiler şehrin küçelerine, onlar şimdilik konumuz dışında kalsın. Hanımlar yetinmezlerdi Belediyenin görevlilerinin temizliğiyle, ille de kendileri de sulayıp süpüreceklerdi evlerinin önünü, böylece o meşhur İngiliz atasözünü hayata geçireceklerdi “herkes evinin önünü süpürdüğü için şehir tertemiz” olurdu. Ev hanımları da topladıkları çöpleri kapılarının bir tarafına istifler, sonra içeride temizlik yapmaya başlarlardı da evin içindeki çöpleri tenekeye bırakır ve o tenekeleri de ya kıpının önüne veya arkasına bırakırlardı ki, birazdan birileri gelecek kapıyı şakşakını vuracak ve “çöööp” diye bağıracaktı. Bazen bu bağırtılara karışırdı eşeklerin anırmaları. Böyle idi Diyarbekir halkının çevre temizliği tutkusu, abartısız söylüyorum, Diyarbakır surları değil beş kilometreyi beş bin kilometreyi bile sarıp sarmalamış olsa idi şehir yine öyle tertemiz olurdu, çünkü bu kültür zenginliği egemendi şehir insanında. Diyarbekir’li temizdi ve temizliği severdi. Öyle olmasa hangi kentte yirminin üzerinde hamam vardır? “Hamam” dedim de bu hamamların bir tanesi yukarıdan beri sözünü ettiğimiz o eşeklerle toplanılan çöplerin nerelere döküldüğünü söylemediğimi fark ettim ki, bu hamamlardan bir tanesinin adı “eşbek” hamamıdır, ya da eşekçiler hamamıdır, çünkü 281 o çöpler bu hamama getirilir, külhanında yakılmak suretiyle hem imha edilmiş olur, hem o hamamın suyu ısıtılır ve hem de çevre temizliğine katkıda bulunulurdu. Diyarbekir’de eşekler yalnız çöpçülük de değil, diğer hizmet alanlarında da kullanılırdı, hewsel bahçelerinden getirilen sebze ve meyveler bunların sırtında girerdi şehre, çay önünden odun bunlarla getirilirdi, evlerdeki tamirat işlerinde gerekli olan kum bunların sırtından başka hayvan sırtına yüklenebilirdi ki. Bir anda otuz kırk tane merkebin küçeden geçtiklerini boyunlarındaki çıngıraklarının çıkardığı seslerden ve bazılarının anırmalarından anlardınız ki bunlar kum taşıyan eşeklerdir (5). Diyarbakır’da Temizlik Güzel Bir Sicile Sahiptir. Kadınların En Önemli İşerinden Biri Bulunduğu Sokağı Yıkamaktı Temizlik Duygusu Verilmiş Bir Çocuk Sokağı Temizliyor 282 Şimdi Günlük ev temizliğini Mahalli aksanla olayı dinleyelim: Ayvanlarımız vardi, ayvanlarımızı yıhardıh. Tulumba vardi, tulumba. Su çekidıh öle, kaldıridıh koyidıh su çekidıh. Su geldidi vuridıh üstine. Çogi içerdıh o tulumbanın suyından içerdıh biz. Ondan sora havşı yıhardıh güzel, temiz, hoş otururdıh, suhbet ederdıh. Ey ne bileyim, çamaşır güni olacaydi kahacahtıh, ikindi vahti odunlarımızi çıharacahtıh. Ondan, külli su, satan eskiden iki yüç gün evvel merken (toprak kap, küçük küp). Deyidıh merken özine, şedendır, toprahtandır. Desti habene nasıl, o da bele ondan olidi. Alidi dört beş tene, alti teneke su. Küli çıharidıh onu sobadan yahut mankaldan, atidıh o merkenin içine. Kalurdi dört beş gün, süzülürdi. Kül kalırdi altta. Çamaşuri yaptığımız gün alırdıh, doldururduh kazana. Doldururduk kazana, odunlari da yandıridıh. Miligle (ince boru) üfiridıh. Üfür babam üfür, ta ki odunlar tutuşa. Ta ki tutuşa. Tutuşurdi, suyumuz kayniyacahti. Getiracahtıh taşti altında. Kasnağı koyacahtıh, teş te üstine. Otururduh, sabunu da getirirdıh. Sabunla o külli, kazandaki kül suyu da alırdıh. Tökerdıh, yıkardıh çamaşırımızi. Bu sever kahardıh dama. İp bagliyacagıh dama, götürürdıh agaclar. Sıtara agacları vardi. O sıtara agacları çıharırdıh dama. İpi güzelce yürurduh, tutardıh güzel baglardıh. Bazi loga baglardıh. Bi tarafı loga, bi tarafi da eger duvarda bi çivi mivi halka malka yapmişıh ne’ala, ne güzel. Yohsa yoh işte böle düşer. Atardıh çamaşırlarımız. İkki merdiven, iki merdivanlan dama çıhardıh (6). Anzele’de Çamaşır Yıkayan Kadınlar 283 KAYNAKLAR 1. Yrd. Doç Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara. 1995. s. 89. 2. Yrd. Doç Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara.1995. s 246 3. Şeyhmuz Diken: Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İst. 2003. s. 62 28,32 2010 88,90 284 4. Şefik Korkusuz. Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yayİst. 2007. s. 5. Mevlüt Mergen Bizimde Eşek Çöpçülerimiz Vardı. Yeniyurt. 29 Aralık 6. Yrd. Doç. Dr. Münir Erten: Diyarbakır Ağzı. TDK yay. Ankara. 1994. s TARİHTE DİYARBAKIRDA ENGELLİLER Kenan Haspolat* ÖZET Diyarbakır’da engellilerle ilgili ilk verileri, M.Ö. 7000 Çayönü kazılarındaki insan kemiklerinde görüyoruz. Diyarbakır’ın fethinde bedensel engelli sahabe Muaz bin Cebel’e rastlıyoruz. 1200 yıllarında Artuklular döneminde ilk görme engelliler okulunun açıldığını müşahede ediyoruz. 1691 yılında Diyarbakır’da zihinsel engellilerle ilgili görevlilerin olduğunu öğreniyoruz. Diyarbakır’ı yöneten 8 valinin engelli oluşu, günümüzde engelliler için bir hedef olmalıdır. Cumhuriyet dönemi görme engellilerin musikiyle ilgilendiğini, besteleri olduğunu, hafız olduklarını, bunun dışında kuyu temizleme, bulgur çekme işleriyle de ilgilendiklerini gözlüyoruz. 1956 yılında Diyarbakır’da Sağırlar ve dilsizler okulunu açılması da engelliler için önemli bir hizmet olmuştur. Diyarbakır halkının zihinsel engellilere karşı çok müşfik olduğunu, zihinsel engellilerden çok şey öğreneceğimizi hatıralardan öğreniyoruz. GİRİŞ Dünyanın en eski yerleşim yeri olan Ergani Çayönü’nde 14 yaşında bir çocukta hematom (beyinde kanama), iki bebekte beyin zarı iltihabı olduğu anlaşılmaktadır. Bu iki durum da çocukta işitme, görme ve bedensel engelliliğe neden olabilmektedir. Kemik erimesi (osteoporoz) vakaların da görülmesi bunun sonucunda omur, bacak kemiği kırıkları da felç nedenidir. Yine Çayönü halkında osteoartrit, osteomyelit denen kemik iltihabi hastalıkları da engelliliğe neden olabilmektedir. Çayönü İnsanında Boyun Ve Sırt Omurlarında Yaygın Travmatik Bozukluk (15) * Prof. Dr. Kenan Haspolat 285 CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM DİYARBAKIR’INDA ENGELLİLER Artuklular döneminde her alanda okumaya önem verilmiş, görme engelliler için de bu alanda bir merkez yapılmıştır. Ülkemizde tarihte böyle bir oluşumun başka bir yerde olduğunu bilmiyorum. Tarihte engellilere önemli destek verilmiştir. Artuklu alimleri körleri ilimden mahrum etmemiştir. Nitekim Ali b. Ahmed Zeynudin Amedi körler için bir okul oluşturarak onlara yönelik ilmi faaliyetlerde bulunmuştur (11). Engelli sahâbîler: Sahâbe’den doğuştan âmâ olanların veya gözlerini hastalık ya da savaşta yaralanmalar sonucu sonradan kaybedenlerin sayısı hayli fazladır. Tespit edebildiğimiz âmâ sahâbîler arasında, Hz. Ebû Bekr’in babası Ebû Kuhâfe, Berâ b. Azib, Câbir b. Abdullah, Ka’b b. Mâlik[, Hassân b. Sâbit, Ebû Sufyân, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ebî Evfâ, Abdullah b. Cahş, Abbas b. Abdulmuttalib, Mâlik b. Rabîa, Itbân b. Mâlik ve İbn Ummu Mektûm, hanımlardan da iri ve âmâ biri olan Abdullah b. ez-Zubeyr’in annesi Esmâ[ zikredilebilir. Sahabeden Muâz b. Cebel, Mucâlid b. Mes’ûd es-Sulemî ile Amr b. elCemûh’un da topal olduklarını bilmekteyiz.. (4). Diyarbakır’ın sahabelerce fethinde 4 büyük komutandan topal olan Muaz bin cebel. Vakidi, Hz. Peygamberin önde gelen sahabelerinden Muaz b. Cebel’in Diyarbakır’ı kuşatan ordunun içinde bir komutan olarak, Diyarbakır’ı, Babu’l-Cebel (Dağ kapı) yönünden kuşattığını belirtmektedir (13). Dağkapı Muaz Bin Cebel’in Kılıcı (30) 286 Mervanoğulları dönemi 990-1089 döneminde bölgeye hakim olan Mervanoğulların atası Mervan ama’ydı (3). Beylik dönemi Eğil beyliği 1543 – 1604 yılları arasında yaşayan Bitlis Emiri Şeref Han’ın “Şerefname” adlı eserde verilen bilgilere göre, Eğil Beyliğinin kurucusu Mırdasîlerden Seyyid Hüseyin el A’rac (topal) oğlu Pîr Mansur’dur. Eğil Osmanlı Dönemi Engelli Diyarbakır valileri (1) Kör Hazinedar Ali Paşa 1771 1773 Sağır Behram Paşa 1576 1577 Deli İbrahim Paşa 1593 1594 Deli İbrahim Paşa 1590 1592 Deli Murad Paşa 1624 1626 Topal Hüseyin Paşa 1695 1696 Topal Yusuf Paşa 1699 1701 Telli Mustafa Paşa 1646 1647 287 Diyarbakır Valiliği Diyarbakır’da akıl hastalarının bakımına da pozitif yaklaşım vardır: 1691 yılında Diyarbakır’da meslekler zikredilirken 1 Gullabi’nin varlığından bahsedilir. Gullabi: akıl hastanesinde bakıcılık yapan kimse demektir Bu açıdan 1691’de Diyarbakır’da zihinsel engellilere bir yaklaşım olduğu anlaşılıyor. Bu durum büyük bir ekonomik refahın sonucudur. Zira 1568 tarihli Tahrir defterine göre Diyarbakır’da 186 meslek bulunmaktadır. Bursa’da tespit edilen meslek sayısı 50, Kayseride XVI. yüzyılda 18, XVIII. yüzyılda 23, Kastamonu’da 34’dür (14). Köroğlu Destanı ve Diyarbakır Bir görme engelli ile ilgili Diyarbakır yaklaşımı ilginçtir Bu destan anonim bir destandır. Ali Şamil Hüseyinoğlu (Azerbeycan Milli İlimler Akademisi, Bakü) Köroğlu Destanında (Tebriz nüshası) Diyarbakır ve Yöresi ’başlıklı tebliğinde olayı Diyarbakır’da gösterir. Köroğlu’nun 23. meclisi Celali Köroğlu’nun adamlarından biri Diyarbakır’a, Melik paşanın kızı Mehveş Hanım’ın ardınca gitmesi ve esir düşmesi. Köroğlu’nun olayı duyar duymaz adamının ardınca gitmesi ve Melik paşa ile savaşarak onu yenmesi ve öldürmesi ‘şeklinde anılmaktadır (2). Sanatçı Musa Eroğlu Köroğlu destanıyla ilgili şunları anlatıyor. Benden selam olsun Bolu Beyine” türküsünün öyle olmadığını, Köroğlu’nun da Bolu’ya hiç gitmediğini söyledi. Eroğlu, yapılan araştırmalar ışığında ünlü türkünün gerçek halini şöyle açıkladı. 288 “Benden selam olsun Bolu beyine” türküsünün aslının öyle olmadığını, Köroğlu’nun da Bolu’ya hiç gitmediğini söyledi. Bolu’da Bey yok. Bolu değil Boluğ eski Türkiye isimlerinde Kaan, Han, Uluğ bey gibi isimler vardır. Bu da Boluğ bey. Fakat benim kastettim olay şu; Köroğlu her yerde var. Kazakistan’da Köroğlu var, Orta Asya’da Köroğlu var, Azerbaycan’da bizdekinden 10 katı fazla Köroğlu var. Şiirleri var operası var opereti var. Bolu değil o Boluğ beyi. Şimdi bazı menkıbeler mesela Kazakistan’da, Azerbeycan’da Köroğlu var. Azerbeycanda da aynı. Ama orada Boluğ Bey diye söyleniyor Bu türkünün Bolu’ya ait olduğunu söylemek ya da söylememek bir şeyi değiştirmiyor. Ama Bolu beyi değil çünkü Bolu da beyler yok. .”Benden selam söyle Bolu’daki beye değil Boluğ beye “diyor. Ben bu türküyü her zaman okuyorum. Boluğ diye okuyorum, Çok güzel bir türküdür aslında (31). CUMHURİYET DÖNEMİ DİYARBAKIR’INDA ENGELLİLER Cumhuriyet döneminde engelli eğitimine katkısal yaklaşım yapıldı. 1956 yılında sağır ve dilsizler okulu açıldı.70 talebesi vardı (23). Cumhuriyet Dönemi Görme Engelli Meslekleri Diyarbakır’da tarihte sokaklarda ‘Kuyi paaaaaakliyaaan, Bulgur çekaaaan, Çermik sakıziiii, Sabun alan, Sabun’ seslenişinde amaları hatırlamalıyız (21). Kuyu temizleyicilere örnek verelim Kör Kasım, Kör Sado. 289 Cumhuriyet Dönemi Görme Engelliler Mevlüt Mergen’in hatıralarını dinleyelim: Diyarbakır’lı hiçbir zaman gözleri görmeyen birisine “kör” yada “ama” demez, ona seslenirken, onunla sohbet ederken hitabı “hafız efendi” dir.. Bunda haklıdır bu şehrin insanı, çünkü gelenekleşen bir durum idi o zamanlar göz nimetinden mahrum olanları “Kur’an nimetiyle” teselli etmek düşüncesi.. Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim biliyorsunuz altı bin altı yüz altmış altı ayetten oluşur.. Bütün bu ayetleri ezberlemek işine de ehli olanlar “iğne ile kuyu kazmak” derler.. Gözü görenler bu ezberleme işini belki görmeyenler kadar rahat ezberleyemedikleri için de olsa gerek görme özürlülerin çoğu “Hafız-ı Kur’andır” Bunlardan bazılarını ismen anacağız ancak, bazıları da vardır ki, çeşitli sebeplerle Kur’an tedrisatına gönderilmemiş ve fakat hayat kavgasına atılmıştır. “El açmak” Cami kapısında dilenmek işin en kolay yanı, ancak bunu pek benimsemez Diyarbakır insanı, benimsemez de çalışmayı yeğ tutardı dilenmeye karşı.. Yapabileceği işler vardır mutlaka, mesela bu kentin hemen her evinde bulunan kuyuların yılda bir iki kere temizlenmesi gerekirdi, bunu kim yapacaktır? Elbette ki görme özürlüler yapacaklardı.. Nasıl? Önce bir tanesi sokak, sokak dolaşıp “Kuyu paklayan” diye bağıracak, yani bir nevi pazarlama yapacak.. Aldığı siparişleri ve adresleri belirleyip iki üç arkadaş birlikte derinliği en az beş metre olan kuyulara inecekler ve kovalarla o kuyunun kirlenmiş suyunu dışarı atıp “paklayacaklar” o kuyuyu.. Diyarbakır’da kuyu temizleyenlerin tamamı “görme özürlülerdir” ve bu hizmet onların eliyle yürütülür, başkaları bu işe talip olamaz, olsa da beceremezdi.. Kuyuya inerken merdiven gibi, ip gibi güvenlik tedbirleri yoktur bu insanların.. Sadece kuyunun taşlarını ayaklarıyla yoklar, basabileceğine kanaat getirirse basar ve öylece yavaş, yavaş kuyunun dibine kadar iner.. Çıkışı da aynı yoldandır.. Başka bir işleri daha vardır bu insanların “bulgur çekmek” kuyu paklamada olduğu gibi, yine sokak, sokak “bulgur çeken” diye birisi bağırır, siparişleri toplar ve verdiği randevuya göre gidilerek bu görev yerine getirilir.. Bulgur çekenler de en az üç kişidir ve hepsi de görme özürlüdür.. Makineleri önceleri kolludur, sonradan “mazotla” çalışanları çıktı..Çekilecek bulgur evin hanımının isteğine göre çekilecektir, önce az bir miktar nümune çekilir, hanım biraz daha inceltin, yada biraz daha büyütün habbeleri derse ona göre makinenin dişleri ayarlanır ve pilavlık, içli köftelik, çiğ köftelik gibi çeşitlere ayrılırdı. Görme özürlülerin bir kısmı bu işleri yaparken bir kısmı sokaklarda seyyar satıcılık yaparlardı ve en çok dillendirilen ise “soğuk su sabunu” ve “çermik sakızı” idi bu satılan ürünlerden.. “Seyfo” idi kısaltılmış ismi bu kişinin, hem bir gözü özürlü, hem de bir ayağı özürlüydü, ve protezi de tahtadan idi ayağının ama, çalışkandı, o haliyle bile sabahtan akşama kadar sokak, sokak dolaşır ekmek parasını çıkarırdı. Çünkü “çalışmak ayıp değildi” el açmak ve hırsızlık yapmak ayıptı o zamanlar.. 290 Diyarbakır evleri genelde iki, özelde üç katlıdır.. Şehrin en yüksek yapıları ise minarelerdir.. Buralardan evlerin içini görmek çok rahattır.. O’nun için müezzinlik görevini de bu görme özürlülere verirdi o günlerin insanları.. Aile mahremiyetleri sağlansın, fitneyi mucip olmasın diye.. Gözleri görmezdi ama, 80-90 tane dolambaçlı basamaklarını minarenin taş patlasa iki veya üç dakikada çıkarlardı.. İnişleri daha çabuk olurdu ki sünneti kılıp kamet getirme işini de onlar yapacaklar.. Sözün başında görme özürlülere kör yada ama denmeyip “hafız” dendiğini vurgulamıştık.. Diyarbakır insanı her sene Ramazan ayına girdiğinde evinde mutlaka “mukabele okuturdu” istek böyle çok olunca, Kur’an Hafızlığına da haliyle rağbet fazla oluyordu. Diyarbakır’da her evin nasıl ki bir loğcusu varsa, çarşıda bir kasabı, bir manavı bulunuyorsa, mukabelesini her yıl okuyan ve okuyacak olan bir Hafızı da mutlaka vardır.. Bunlardan bazılarını ismen anmak ve o güzel insanları burada hayırla yad etmek istiyor ve öncelikle “Hafız Celal Sevimli” diyorum.. Gözlerini küçük yaşta bir hastalık sebebiyle yitirmiş, gayet dindar ve mütedeyyin olan ailesi günü gelince onu “Hafız-ı Kur’an” olsun diye okutmuş.. kendisini yakından tanımış birisi olarak şunu söyleyebilirim “müthiş” bir hafızdı.. Müthiş derken Kur’an-ı Kerim’e olan vukufiyetini kast ediyorum.. Unutmak durumu hariç asla yanlış okumazdı.. Ulu Camide ve evlerde okuduğu “mukabeleler” çok insanın yanlışının düzelmesine de öncülük etmiştir.. Ramazan aylarında oruçlu ağzıyla onlarca evi gezmek, hepsinde bir cüz okumak maharetini bilmiyorum günümüzde gösterebilen var mıdır? Ayrıca Sevimli hocamız bir Kur’an öğreticisidir.. Önceleri “Lala Kasım Camisinde” bir hücrede, sonraları “Hacı Arif Yenice Mescidinde” yine kendisi gibi görme özürlü tam on sekiz tane talebeye icazet vermiştir.. Ve bu talebelerin bazıları hala hayatta olup, deyim yerinde ise bülbül gibi şakımaktadırlar.. Emekliliğine kadar geçen otuz yıllık süre zarfında binlerce talebeye de yüzünden okutmuştur yüce Kitabımızı.. Hafız Celal Sevimli aynı zamanda “musikişinastır” makamları gayet güzel bilir ve okurken bir makamdan bir başka makama geçmekte de mahirdir.. Günümüzde zevkle dinlenen “Suzan” türküsü de onun derlemesidir.. Nur içinde yatsın demekten başka ne diyebiliriz? Hafız Celal Sevimli’yi anlatıp, Hafız Tarık Çıkıntaş dememek olmazdı.. Bu güzel insanda tıpkı Sevimli gibi küçük yaşta gözlerini kaybetmiş, ailesi çok varlıklı olmasına rağmen, dediğimiz gibi o günlerin gelenekleşen inancı sonucu onu da Hafızlık eğitimine vermişlerdi. Çok güzel Kur’anımızı güzel okurdu Hafız Tarık.. Öylesine güzel okurdu ki, kulaklardan ziyade kalplere duyururdu sesini, göz yaşını tutamazdı kendisini dinleyenler.. O’nun da ikinci uğraşı müzikti.. Enstrüman kullanırdı.. “Diyarbekir Peşrevini” onun gibi cümbüşle çalabilen bir kimse henüz çıkmadı ortaya.. Gözleri görmezdi bu insanların ama, gönülleri şen şakraktı, sevgi yüklüydüler, sevilir ve severdiler.. Sevimli ve Çıkıntaş ikilisi kol kola çarşıya çıktıklarında bütün esnafa neş’e gelirdi.. 291 Merhum “Şark Bülbülümüz” Celal Güzelses ömrünün son günlerinde Ulu Camide “ser müezzinlik” yapmıştı.. Genelde Cuma günleri hutbe ezanlarını kendisi okurdu. Bazı günlerde de başındaki sarığını çıkarır, hemen yanı başında oturan bu iki hafızdan birinin başına bırakırdı ki en çok Tarık olurdu bu kişi.. Tarık bilirdi ki hutbe ezanını okumak işi kendisinindir ve büyük bir zevk ve heyecanla okurdu.. Görme özürlüydüler ama, düşünme özürlü değillerdi, kin özürleri yoktu, dünya hırs ve tamahı nedir bilmezlerdi.. El açmak güçlerine giderdi, yediremezlerdi kendilerine.. Çalışırlardı, kuyu paklar, bulgur çeker, minareye çıkar ezan okur ve “Kur’an Hafızlığı” gibi yüce bir makama çıkarlardı.. Tarık Çıkıntaş. (1924-1979) (Bilgi kaynağı: Kenan Aksu-Feyza Serçe) Diyarbakır’ın simge isimlerinden olan Tarık Çıkıntaş, köklü bir ailenin tek oğlu olarak 1924 yılında Diyarbakır’da doğdu. İki yaşlarında iken geçirdiği ateşli bir hastalık sonucu görme yeteneğini kaybetti. O yıllardaki bütün tıbbi imkanlar denenmesine rağmen başarılı olunamadı. 1930’lu yıllarda Diyarbakır’a tayin olan ve 3 yıl müddetle evlerinde kiracı olan Nuruosmaniye Camii hocası sayın hafız Akkuş’tan Kur’an ve Mevlit öğrendi. Kulağı sesleri çok iyi algılıyordu, duyduğu birinin sesini yıllar sonra işittiğinde hemen tanıyordu. Müziğe karşı ilgisi hissedildiğinde evdeki orgla çalışması sağlandı. Radyodan işittiklerini orgla çalmağa çalıştı. Kendisi gibi görmeyen çocukluk arkadaşı Celal Sevimli ile çok uzun sürecek dostlukları ile birlikte müzik hayatlarına başladılar. Kendi kendine cümbüş çalmayı öğrendi. Duyduğu bir şarkıyı kısa sürede hem çalıyor, hem de güzel sesi ile söylüyordu. Ünlü sanatçı şark bülbülü Celal Güzelses’in öğrencisi oldu. 1950’li yıllarda Anadolu’yu dolaşıp türkü derleyen ünlü sanatçı, hoca Muzaffer Sarısözen’le tanışma fırsatı bulud. TRT arşivlerinde Tarık Çıkıntaş’tan alınan ‘Çay içinde düğme taş’ diye adlı bir türkü bulunmaktadır. 1955-1970 arası Diyarbakır’da müzik alanında önemli isimlerden biri olmuştur. İki evlilik yapmış 4 kız, 2 erkek çocuğu olmuştur. Son yıllarını hastalıkla geçirmiş, 1979’da 55 yaşında hayata veda etmiştir. 292 Diyarbakır Halk Mûsıki Cemiyeti Keman: Selahattin MAZLUMOĞLU – Cümbüş: Tarık ÇIKINTAŞ Hüsnü İPEKÇİ (Keman) Tarık ÇIKINTAŞ (Cümbüş) Tarık ÇIKINTAŞ Selahattin MAZLUMOĞLU Celal SEVİMLİ 293 Celal sevimli türküleri içinde en önemli derleme Suzan Suzi,yani Kırklardağı’nın düzü. Türküsüdür. Celal Sevimli 5. Ekim 1988’de vefat etti. Lalabey camisinde ve Hacı Arif Yenice mescidinde 18 hafız yetiştirdi (16). Görme engelliler kötü alışkanlıkların önlenmesinde de örnek oluyordu. Musa Tutka anlatıyor. 36 yıldır sigara içiyordum. Celal Sevimli Ramazan süresinde sigara içmememi istedi, söz verdim. 20 yıldır kullanmıyorum. Musa Tutka Celal Sevimli Mehmet Mercan anlatıyor “Eski ezanlar”, dediniz. “Eski mevlüthanlar” dediniz. Yine yüreğimden vurdunuz beni. Gerçekten ne güzel günlerdi. Celal Güzelses, Tarık Çıkındaş, Celal Sevimli, Seyfi… Ve daha başkaları… Hepsinin de sesleri güzel, musikişinas insanlar. Ama aynı zamanda mevlüthan ve Hafız-ül Kur’an… Bu günkü sözümona hocaların, müezzinlerin kulakları çınlasın. Musiki icra ederken de Kur’an veya Mevlüt okurlarken de ciddiyetlerinden, saygınlıklarından sapmaz, ödün vermezlerdi. Tarık bazen keman, bazen cümbüş çalardı. Celal Sevimli çoğunlukla def ve darbuka çalardı… Seyfi de koroyu tamamlardı. 294 Üçü bir araya geldiklerinde ilginç bir ÜÇLÜ oluştururlardı. Çünkü üçü de AMA idiler… Celal Sevimli ramazan ayında bazı tanınmış ailelerin evlerine gider HATİM her gün bir CÜZ okur, hatim indirirdi. Ayrıca da camilerde Mukabele- CÜZ okurdu. Kandil günlerinde, Ramazan’da Cuma akşamları, Kadir gecesi ve arife günleri yatsı ezanından önce beraber minareye çıkar en az yarım saat birlikte münacatkasideler okur, tekbirler getirirlerdi. Birkaç kez rahmetli Celal Güzelses’le minareye çıkıp birlikte SELA okuduklarını da hatırlıyorum. Tarık Çıkındaş’ı bilirsiniz; Diyarbakır’ın yakın tarihindeki olaylar içinde sıkça adı geçen Hacı Niyazı Çıkındaş’ın oğluydu ve 10 Gözlü Köprü’nün az ilerisindeki Çıkındaş köyünün sahibiydiler… (17). Amalardan Hafız İzzet ve Hafız Abdülkerim de meşhur mevlüthanlardandı. Baharatçı Kör Yusuf-130 yıl 130 yıl önce baharatçılığa başlıyan Kör Yusuf gayrimüslimdi. O zaman Diyarbakır’ın tek baharatçısıydı. Cumhuriyet dönemi amaları için Prof .Dr. Mehmet Ali Taş’ın hatıralarında şu hususlar var.Amalar genellikle çiçek hastalığı sonucu gözlerini kaybetmişti, yüzlerinde de çiçek sonucu çukurlar vardı. Cuma günü ulu cami önünde arbana (def) ile kasideler söylerdi. Cumhuriyet döneminde bedensel engelliler Ulu Camii Ve Bir Görme Engelli 295 Mergen’in hatıralarına göre Cumhuriyetin ilk döneminde bedensel engelliler de toplumsal üretime katkıda bulunurdu. Bunların bir kısmı kahvecilik yapardı. Engelliler arasında imece usulü bir çalışma da vardı. Daha önce söylediğimiz üzere görme engelliler bulgur çekme ve kuyu temizleme işi yapardı. Ancak bunların organizasyonunu bedensel engelli Topal Seyfeddin organize ederdi. Topal Hasan Altunboğa ve Kadayıf Kadayıf Diyarbakır’da 18. yüzyıldan beri yapıla gelen bir tatlı türü olup, Türkiye’de kendine özgü bir yeri vardır. Bir Diyarbakır tatlısı olan kadayıfın imalatını ilk kez Diyarbakırlı bir ermeni olan Ako adındaki bir şahıs yapmıştır. 1900 yıllarında ölmüştür. Kendisi tarafından yetiştirilen çıraklar, Diyarbakır kadayıfını bugüne kadar getirmişlerdir. 1900 yıllarından bu yana lakabı topal olan Hasan ALTUNBOĞA, Diyarbakır kadayıfını günümüze kadar getirmişlerdir. Ortopedik Engelliler Yorumsuz Bir Resim 296 Bir Bedensel Engelli İbadet Ederken Engelliler mümkün mertebe bir iş bulur çalışırdı. Yaşlı ve sakat olmasına rağmen Topal Halil belediyede eşeklerle çöpçülük yapardı. 2 ayağından da engelli Topal Selahattin terziydi (19) Prof. Dr. Mehmet Ali Taş anlatıyor: Yanık çarşıda topallar boncuk, tesbih, ayna satardı. Vatandaş bir bahaneyle bunlardan alışveriş yaparak toplumsal destek verir, dilenciliğe giden yolu kapatırdı. Diğer esnaflar da topalların sattığı malları satmaz, dolaylı yoldan katkıda bulunurdu. Bazı engellilerin bahçeleri de ünlüydü. Hevsel’de Topal Timo bahçelerinde (Şeftali ve can erik yetiştirilirdi). 297 Gazeteci İbrahim Evirgen anlatıyor (6) Tope (Topal Mehmet Elalmış) 2 kolu ve ayağı da sakattı. Önceleri bir lastik üzerinde sürünerek çalışırdı, sonra kendisine bir engelli arabası hediye edildi. Sakız, sigara,kağıt mendil satarak 5 çocuklu bir aileye baktı ve onları büyüttü,dilencilik yapmazdı. İşitme engelliler Tarihte İşitme engelliler de üretim içindeydi. Örneğin Terzi Fikri işitme engelliydi ŞU AN ANLATMAYA ÇALIŞACAĞIMIZ ZİHİNSEL ENGELLİLER KISMI MİZAH YAPMAK İÇİN DEĞİL, DİYARBAKIRLININ ZİHİNSEL ENGELLİLERDEN ALINACAK DERSLER OLDUĞU İÇİNDİR. AYRICA DİYARBAKIRLI ZİHİNSEL ENGELLİYE OLDUKÇA İNSANCIL YAKLAŞMIŞTIR Meşhur zihinsel engelliler Deli Bardıhan, Deli Çeto, Deli Şeyho, Deli Sofi Sait, Deli Sakalli sait, Deli cübbeli sait, Deli Ferho, Deli Cevdo, Deli Bekir, Alişan, Lahmacun (21). Leymunci Deli Yaşo, Deli Ayşo, Deli Havva, Karateci hamo, Trafik hamo (9) Diyarbekir zihinsel engellileri bir de Şeyhmus Diken’den dinleyelim: Diyarbekir’i uzun uzadıya anlatan bir şiirin bir bölümünde şair der ki; “ Ali Şan’i, Şêğo’yi, Deli Veli’yi / Sen bilir misin ?” Bilenler zaten bilir de! Belki onlara anımsatmak. Bilmeyenlere de Diyarbekir’de bir zamanlar alim gibi deliler vardı demek için Diyarbekir Delileri dedim. 298 İçlerinden en alımlısı da tereddütsüz Deli Ferhê. Memleketin son Yahudileri 1950’lerde İsrail’e giderken geride bırakmışlardı Ferhê’yi, anlatıma göre. Birileri de bu şehirde yaşamak Ferhê’nin hafif aklına rağmen gizli bir cennette yaşamak gibiydi demişlerdi. Belki de şehrin çekim gücüydü Ferhê’yi akrabalarından alıkoyan. Doğrusu da buydu sanki. Sık, sık “Ben buranın delisiyem, bi yerlere gidemem” demesi boşuna değildi. Neyse, bir şekilde kalmıştı işte Ferhê Diyarbekir’de. Anlatıya göre adını da değiştirmiş, Müslüman olmuştu. Adı Selma olmuştu Ferhê’nin. Selma deyip, sondaki a harfini uzattığınızda, o kadar hoşuna giderdi ki “ Ha! heyran “dediklerinden biri de bendim. Ve bu “Heyran” demek de en çok Deli Ferhê’ye yakışırdı. Deliydi Ferhê, ama Ferhê dendiğinde de kızardı. İlla ki Selma olacaktı, adını ünlemek. Kadir kıymet de bilirdi, güvenilirdi de. Hançepek’teki Paşa Hamamı’nın kadınlara tahsisli saatlerinde hamama giren kadınların pışpışlasın diye el kadar bebelerini Ferhê’ye emanet ettikleri anlatıya denk düşendi. En alımlı Ferhê’ydi dedik ya. Baskın çıkacak bilcümle kadın delilere, inat. Sözleri de ağzında bir keskin bıçak: “Yağmur yağar şiş kimi Gezerem dervêş kimi Sen orada ben burda Yanaram ataş kimi”. Memleketin velisi Alişan inat ediyordu onlara. Entarisinin ucu ağzında orta yere işemekle meşguldü. “Ayıptır Alişan, etme eyleme. Etraf insan dolu”, diyenlere. “ Hani neredeler, ben göremiyorum onları” diyordu. Belki de Alişan bilmeden bilge kişiliğiyle Mevlana’yı çağrıştırıyordu. Demeye getiriyordu ki ; Şeyh. “ Elinde bir mumla kenti dolaşıyordu ‘Kederliyim’ diyordu. ‘Bu adam kılığındaki yaratıklardan. İnsan arıyorum ben.’ Dedim ki: ‘Bulunmaz o. Biz çok aradık.’ ‘İşte tam da onu arıyorum,’ dedi Şeyh ‘ o bulunmazı’...”*** Alişan (22) 299 Musa Tutka anlatıyor. Ben şimdiye kadar 3 kalabalık cenaze gördüm. Celal Güzelses, Şeyh güzel ve Alişan. Herkes meczup alişanın veliliğine inanıyordu. Harabat ehline hor bakma. Defineler gizli viraneler var. denmektedir. Musa tutka bir şöför arkadaşının hatırasını anlattı. Gavur dağını tırmanıyordum. Yoğun kar vardı, karlar arasında takılıp kaldım. Aklıma Alişan geldi. Eğer kurtulursam Alişan’a 2000 TL vereceğim dedim. Kontağı açtım, araba çalıştı ve kardan çıktı, kurtuldum. Ancak ben borcu unuttum. Birgün Ulucaminin önünde arkamdan bir el beni çekti,ver borcunu dedi, döndüm Alişan’dı. Hemen 2000 TL verdim. Alişan ancak parayı harcamazdı, toplar. Mezarlıkta cimri olan birisinin mezarına gelir, bir delikten paraları atar ve yakardı. Berber Sait Çim anlatıyor. Otöbüste Alişan’la beraberdik. Alişan büyük tuvalet için surların dışına çıkardı (Muhtemelen surların içinde çok sahabe mezarı olması nedeniyle) DSİ’nin bulunduğu yerde koleje gelirdi. 1 saat sonraki otöbüsle dönerdi. Şöförler onu bilir para almazdı. Ben koleje bir iş için geldim, Alişan ve ben indik. Kolejde işim olmadığını anlayınca aynı otöbüsle döndüm ve Ulucami’de cumaya yetiştim. Alişan bir saat sonraki otobüsle dönecekti. Cumaya geldim, baktım Alişan camide??? Şeyhmuz Diken Anlatıyor. Şair Deli Aziz. Ama bu koronun asli elemanı Deli Aziz eksikti. Onun en sona kalması doğaldı. Deli Aziz, hem şairdi, hem de musikişinas. Daha bir gece evvel Diyarbekir’in dört kapısından biri Yeni Kapıdaki evinden, kış kıyamet demeden avucunun içinde taşıdığı yarım tas pekmezi Ali Paşa’daki kadim dostu Muharrem Ağabeyine götürüp şiiriyle beraber vermemiş miydi ? (20). Avrupa’da yaşayan bir hemşerimizin bu konuda yazdığı güzel satırları okuyalım: “......1970 in başlarına kadar da varlardı. Nasıl oldu bilmiyorum, ortadan kayıp oldular. üç Ali paşalı kardeş vardı. Lehmecun (lakabi öyleydi), Alişan ve Şeho. Lehmecun en büyükleri olanıydı daha çok ulu cami ve sipahi pazarı çevrelerındeki oyunsuz, sadece çay içilen kahvelerde yaşlıların yanında sessiz bir şekilde otururdu. 300 Şeho Benim İçin Deliler KralIYdI. Genelikle Mardin garajının aşagısındaki mescite karşi çayhanede oturuyordu. Mescitin kapısında her Cuma akşamı kör reso-Resul- oturur arabanesi ile kurdçe ``beyt`` ilâhi okurdu. Cuma akşamı oldugu için mardin kapıdaki mezarlığa gidenler ona para bırakırlardı. Şeho karşıdaki çayhanede oturur kör reso,yu dinlerdi. Ona o zaman hiç karışamazdık çünkü büyüklerin gazabindan korkardık. Zihinsel Engelliyi Etkileyecek En Önemli Yaklaşım Şefkattir Mardin kapısında, degirmenlerin hemen üstundeki -simdi degirmenler varmi bilmiyorum- karakolu ve oradaki dik yokuşu her Diyabekirli bilir. Bir gün aniden yağan bir yagmur sonrasinda tüm Mardin kapisinin suyu bu yokuştan aşağiya akıyordu. Şeho Elinde Bir Süpürge İle Suyu Tersine Çevirmeye ÇalışıYordu. Biz çocuklar Şeho yu durdurmak için dil doküyoruz. Şeho bizi dinlemiyor ve işine devam ediyordu. Tam arkamızda ``beden,e```surlara yapışık bir cami vardı. Caminin üst katında ``feqi`` din telebeleri okurdu. Iste o camiden yaşlı bir adam yavaş yavaş Şeho,ya yaklaştı, yumuşak bir şekilde kolunu tutu ve şefkatli bir sesle`` `` yeter oglum yeter yoruldun artık dedi.Şeho hiç protesto etmeden yaşli ile birlikte tek kelime konuşmadan yavaş yavaş camiye girdiler. Mardinkapı yokuşu Diyabekiri’n akıllılarını sevdigim kadar delilerini de seviyorum......” (10) 301 Mehmet Şafi ya da “Bayraklı Adam” ?.. Diyarbakır’ın caddelerinde,her gün karşımıza çıkabilen,aylak aylak dolaşan, orta boylu zayıf bir adam görürsünüz. Üzerinde hangi giysi olursa olsun, yalnız giysisinde değil, kışın kabanının yakasında, kaşkolunda, anahtarlığında, yazın şapkasında mutlaka Türk bayrağı bulunan bu adam; yani Mehmet Şafi Çalışıcı Onu bütün ulusal bayramlarda maçlarda, bütün sportif yarışmalarda elinde Türk bayrağı ile ya koşarken ya da tribünlerde amigoluk yaparken görmek mümkün. 1958, Diyarbakır Silvan ilçesi Onbaşılar ( Boğaz) köyü doğumlu.Ulu Camii yakınlarında, izbe bir otelde (Çam Palas’ta) kalıyor. “Benim tek dostum Yüce Allah’tır” diyor. (Hüseyin Elçi’nin “Aşkını Bayraklaştıran Adam” isimli makalesindenTemmuz 1997). Gönüllü trafikçi Hamo Trafik polisleri de, az önce evlerine gitmişti. Giderken de görevi, mahallenin gönüllü trafik polisi Mehmet’e, ya da halk arasındaki yaygın ismiyle ‘Hamo’ya devretmişlerdir. Aslında bu devir teslim işinin resmiyeti yoktu ve hatta devredip alanlar birbirlerini görmezler bile. Polisler gider gitmez, nerden geldiğini kimsenin bir türlü görmediği Hamo, trafik ışıklarının altında belirir, 1.90’ı bulan boyu, ağzında düdüğü ile. -“düüürrrt’ -“geç geç hade geç’ Trafik polisinin gönüllüsü olur mu hiç? Olmaz demeyin, ‘Hamo’yu tanıyana kadar ben de olmaz diyordum. Ama oluyormuş. Her kentin bir delisi, her delinin de bir hobisi vardır mutlaka. Hamo’nın hobisi de trafiği düzeltmek. O da Diyarbekir’in kadim Dörtyol’unun değişmez bir figürüydü. Sur dibindeki küçük bir ‘kulık’te annesiyle beraber yaşıyordu. O da caddenin diğer figürleri gibi, sır küpüydü. Sadece caddede göründüğü kadar tanınıyordu. Trafiğin yoğun olduğu saatlerde köşe başını tutan Hamo, sakin zamanlarda ise bir yerlere sığınırdı. Kimseler onu görmez ama trafikle ilgili bir sorun (!) oldu mu, hemen bitiverirdi. Her ne kadar gönüllü olsa da, yaptığı işin bir bedeli de var Hamo’nun.. kolay mı, koskoca Dörtyol trafiğini yönetmek (!). ara ara haline acıyanlar, Hamo’ya üç beş kuruş vermeyi de ihmal etmiyordu. Sadece trafiği yönetmekle kalmıyor Hamo, bazen esnafın halini de soruyor. Bir gece Dörtyol’daki bir dükkanda oturken, Hamo’nun içeri giren kafasıyla yüz yüze kalabilirsiniz. Karanlıkla başlayan Hamo’nun mesaisi, gecenin ortalarına doğru son bulur. Sessizce geldiği Dörtyolu yine sessizce terkeder. Sur dibindeki ‘kulık’e doğru sessizce yol alır, kafasında ertesi gün ‘şehir trafiği için ne yapabilirim’ düşüncesiyle. 302 Sonraki gün yine aynı saatlerde, işne bıraktığı yerden devam eder. Bazen mesaisinin gerçek polisinkiyle çakıştığı da olur. Bir yandan Hamo, bir yandan polis düdük öttürür. Sürücülerse hangi sese kulak asacaklarını şaşırır. Trafiği düzenlemek şöyle dursun, gerçek polisin kafası da karışmaya başlayınca, mekanı terk etme zamanı gelmiştir. Hamo, polislerin nazik uyarısıyla, ortalık sakinleşene kadar Dörtyol’un başka köşesine çekilir. Ortalık sakinleşince, trafik ışıklarının altındaki yerini alır yine. Derlerdi ki, Hamo’nu menzili Dörtyol’un ötesine geçmez. Devre arkadaşı bütün polislerin tayini çıktı ama Hamo, hala aynı yerde. Yıllar yılları kovaladı ve Hamo nihayet tayin oldu. Nereye mi? Birkaç yüz metre ötedeki, Çamlıca Kavşağına. En az Dörtyol kadar kalabalık olan başka bir kavşak... Rivayete göre Hamo, yüksek yerden bulduğu torpil sayesinde, tayinini hemen yaptırıvermişti (12). Trafik polisi Hamo Şefik Korkusuz Diyarbakırda gündelik hayat isimli eserinde günlük hayatla ilgili hatıralarını anlatırken ‘Ahmet Sana’isimli birinden bahseder: Ahmet Sana, 1974 Kıbrıs çıkarması zamanında Bol Küçe dediğimiz biraz geniş olan sokağımızın ortasında büyük bir Türk bayrağını bir damdan aşağı sarkıtmış ve eline Cenah (Başı topuzlu sopa) alarak sokakta nöbet tutup, gelen geçene selam verdiriyordu. Durumu soranlara da, Bu gün namus günüdür, selam vermiyen Rumların ajanıdır, öldirmağ lazım diyordu. Bizim Ahmet Sana ağabeymiz meğerse geceleri de nöbet tutuyormuş, ola ki bir Yunan ajanı çıkıp bayrağa zarar verir diye. Nihayet Kıbrıs çıkarması zaferle sonuçlanıncaya kadar, o bayrak damdan inmedi ve gelen geçen de selam vermek mecburiyetinde idi (21). 303 Yaşo Yaşo kendi halinde yaşayan, sağa sola bakmadan yürüyen bir insandı. En büyük dostları kedi ve köpeklerdi.En saldırgan köpek bile Yaşo’ya dost olurdu. Yaşo iyi bir çevreciydi.Yerlerde izmaritleri toplar,hepsini bir deliğe götürür ,atardı. Lokantacılar ona yemek verirdi. Zihinsel engelliler çalışabilecek durumda olunca çalışıyordu. Örneğin Alişan’ın teyze oğlu Büyük Şeho dört yolda çöpçülük yapıyordu (19). Diyarbakırlılar zihinsel engellilere çok iyi davranır,ikramda bulunurdu Çiğköfteci Hasan, zihinsel engelli Alişan, hale Hüseyin ve Doktor salo ile sohbet yapıp, ikramda bulunurken (22). Vedat Güldoğan anlatıyor Keramet sahibi idi. Çiğköfteci Hasan bununla yakından ilgilenir, her türlü ihtiyacını karşılardı. Alişan öldüğünde cenazesi çok büyük bir kalabalıkla Ulu Camiden alınarak mezarlığa götürülmüştür. Resim: Çiğköfteci Hasan (gözlüklü), Alişan (kafası açık olan), Hale Hus, (sakallı), Doktor ile sohbet ederken Folklor araştırmacısı Vedat Güldoğan’ın çalışmalarına göz atalım. “Adım Veli İdi Veli” Türküsünün Otantik Hikayesi 304 Diyarbakır’ın Camii Kebir Mahallesinde, Ziya Gökalp Müzesi’nin yakınındaki evde ikamet eden Süleyman Efendi (Abe Paşa)’nin Abdurrezzak, Ahmet ve Veli adlarında üç oğlu vardır. Soyadı kanunu çıktığında Selimoğlu soyadını alırlar. Veli, Erkek Sanat Enstitüsünde okumaktadır. Yakışıklı, kültürlü, hürmetkar, alçak gönüllü ve çevresinde sevilen bir gençtir. Veli Ulu Camii’nin arkasında, Akif’in kahvesinin yanındaki dükkanında gazocağı tamirciliği yapan ve aynı zamanda çok güzel cümbüş çalan Cahit (Çüt dudak Cahit)’in kız kardeşi olan Münevvere gönlünü kaptırır. Münevver de Veli’nin bu sevgisine karşılık verir ve arada bir görüşürler. Veli aşk sarhoşu olmuştur. Aklından Münevveri hiç çıkarmaz, okulun tatil olmasını beklemektedir. Tatilde Münevveri ailesinden istetecektir. Güzelliği dillere destan olan Münevveri Diyarbakır Hava Üssünde görev yapan bir subay görür ve Münevveri istetir. Münevverin ailesi kızlarını bu subaya vermeyi uygun bulurlar. Çünkü o yıllarda tahsilli kişilere ve bilhassa subay veya astsubaylara kız vermek ayrıcalıktı. Sebebi ise kızlarının rahat ve müreffeh bir hayat süreceği düşüncesi vardı. Bu düşüncedendir ki Münevveri de bu subaya verirler. Veli, Mecnunun Leyla’sını sevdiği kadar Münevver’ sevmektedir. Münevver ile buluşur, “Sen bu evliliği nasıl kabul edersin” diye hiddetle sorar. “Benim yapacağım bir şey yok, ailemin kararıdır, benim fikrimi almadılar, sen de bilirsin ki benim söz söylemeye hakkım yoktur. Sen kendi ailenle konuş bir şeyler yapsınlar. Çünkü ben de seninle evlenmek istiyorum” der Münevver. Veli sevdiği kızın başkasına verileceğini ailesine bildirir. Ailesi de zaten Veli’nin Münevvere aşık olduğunu önceden bilmektedir. Ailesi Veliye; “Sen bu sevdadan vazgeç, söz kesilmiş, şerbeti içilmiş birisini istemek doğru değildir” diyerek Veliyi ikna etmeye çalışmışlardır. Münevver istese de, istemese de bu subay ile evlendirilir. Veli, Münevveri unutamaz, okula gitmez, evden kaçar, Mecnun gibi sokaklarda dolaşmaya başlar,. Leyla’sını kaybeden Mecnun misali Veli Selimoğlu artık Diyarbakır’da Deli Veli olarak anılır. Veli’yi tanıyan yakın çevresi bu bilgili, kültürlü insanın deli olmasına çok üzülürler. Temiz giyinen, çok güzel hitabesi olan Veli, pejmürde bir halde yalnız başına dolaşmaya başlar Diyarbakır’da. Dörtyol’daki Nebi Camii’nin karşısında bulunan, bir zamanlar İbrahim Beğ Tekkesi evkafından olan çok önceleri Sadaka ve Suvaykiyye isimleri ile anılan, Evliya Çelebi’nin ise Zibilci Hamamı adıyla bahsettiği şimdi ise Su Akar Hamamı adıyla bilinen ve bu hamamı işleten Veli’nin abisi Abdurrezzak ile yengesi Saadet hanım Veliyi Elazığ’a götürüp akıl hastanesine yatırırlar. Fakat Veli bir müddet sonra hastaneden ayrılır, tekrar Diyarbakır’a gelir ve asıl ismi Abdulvahap Ağa Hamamı olan ve şimdi Vahapağa hamamı olarak bilinen Gazi Caddesi üzerindeki bu hamamın külhanında yatıp kalkmaya başlar. 305 19. yüzyılda Hüsrev Paşa Camii evkafından olan ve Gazi Caddesi üzerinde Mardin Kapı yakınında Abdal Dede mahallesinde bulunan Deva Hamamının (Halk arasında bu hamama Deve Hamamı denmektedir) işletmeciliğini üstlenen Veli’nin abisi ve yengesi, Veli’nin bu durumuna çok üzülmektedirler. Veli artık bu hamamın külhanında yatıp kalkmaktadır. Yengesi; “Veli gel evde yat” dediğinde, “Ben buralara layığım, benim yerim evdeki temiz yataklar değil bu hamamın külhanıdır” cevabını verir. Velinin sevdiği kız olan Münevverin üzerine yaptığı bir türküsü vardı. “Bana bu türküyü çaldırırdı, kendisi de okur idi. Fakat bu güzel türkünün sözlerini unuttuk. Her iki koluna dövme ile “Ah Yandım Münevver” yazdırmış idi”. Dörtyol da Onur Palas (şimdi iş yeri olmuş) Otelinin altında tekel maddeleri satan iki dükkan vardı bu dükkanları Ermeni olan Ciro ile Aydo (Aydın) işletirlerdi. Veli bir gün içki almak için bu dükkana gider. Dükkan sahibi Ciro, Veliyi dükkanının içerisine alır oturtur. O sırada tesadüfe bakın ki Münevver ile beyi sığara almak için bu dükkana uğrarlar. Münevver, Velinin içeride oturduğunu görür, baka kalır, gözleri dalar. Münevverin beyi durumu fark eder ve hanımını kolundan tutup götürmek ister. Fakat Münevver dalgın ve gözleri dolu bir halde Veliyi seyreder. Veli de ona bakar. Hiç konuşmazlar ve Münevver ile beyi alış verişlerini yaptıktan sonra oradan ayrılırlar. Bu hazin olaya şahit olan “Abdo’nun mezarını kayadan oyun” türküsünün Kahramanı Abdurrezzak (Abdo)’ın oğlu Şehmus Nas babası ile ilgili olayı bana anlatırken konuşmamız sırasında şahit olduğu bu durumu da duygulanarak anlattı. Deva Hamamı civarında çocuklar Veli’ye takılır kızdırmaya çalışırlar. “Nakif Türküsü”nün kahramanı Nakif İzgü’nün küçük kardeşi Orhan Reşit İzgü abisi ile ilgili sohbetimiz sırasında Veli’den bahis açılınca şu bilgileri aktardı; “Veli Kamışlı ziyaretinin çevresinde sık gezerdi. Dünya malına yüz çevirmiş, hanımlardan kaçan, çocukları ise seven biri idi. Bir gün kendisine “Neden bu çocukların sana sataşmalarına tepki göstermiyorsun, kızmıyorsun” diye sorduğumda Veli; “Onlar bana dokunmazlarsa ben yaşayamam, çocukların bana takılmaları keyif veriyor, bundan ben de zevk alıyorum. Bu çocuklar bizim geleceğimizdir, nasıl isterlerse öyle hareket etsinler. Ben onları seviyorum. Onlar gelecekte Diyarbakır’a hizmet edecek nesillerdir. Onlara kızmaya, gücendirmeye hakkımız yok ”dedi”. Veli kimseden yardım almaz ve kabul etmezdi. Bilgisinden, kültüründen, alçak gönüllülüğünden bir şey kaybetmemişti. Sadece Münevveri unutamıyordu. Hüsnü İpekçi, Veli ile ilgili bizzat şahit olduğu bir olayı şöyle anlatmaktadır; “Gazi caddesinde Vahapağa Hamamının orda Veli ile karşılaştık, bana “Hüsnü bir gün cümbüşünü al gel de eğlenelim dedi. Ben de peki gelirim dedim. Tam bu sırada biz konuşurken karşıdan siyah kürk mantolu güzel bir bayanın geldiğini gördüm bu Münevver idi. Veli de gördü ve gözlerini ondan ayırmadı, öylece durdu. Ben Veli’nin yanından biraz ayrılıp seyretmeye başladım. Münevver, Velinin yanına 306 geldi, birbirlerine bakıp duruyorlar, Gazi Caddesinde herkes benim gibi onları seyrediyordu. Hiç konuşmadılar. Bir ara Münevver çantasından kağıt 2,5 lira para çıkardı Veli’ye verdi. Veli parayı aldı. Bir paraya bir Münevvere bakıp durdu. Bir müddet sonra aldığı parayı hiç konuşmadan Münevvere iade etti ve sokağa doğru yürüdü. Münevver, Velinin arkasından bakarken gözleri dolu idi”. Veli daha sonra Darulacuze’ye yerleştirildi ve orada vefat etti. Olay 1940’lı yıllarda yaşanmıştır. Veli’nin sevgilisi Münevver için yaptığı eserin sözlerini tam olarak bu güne kadar bulamadık fakat ezgisini Hüsnün İpekçi’den derleyerek notaya aldırttım. Türkünün bulabildiğimiz kadarı ile sözleri şunlardır: Münevverdir kız senin adın Münevver Ben ölürsem seni kimler gömerler Gömerlerse kara yere gömerler Ben ölürsem seni kimler överler Bu yaşanan hüzünlü olayın anısına sözü ve müziği bana ait olan “Adım Veli idi Veli” adlı türküyü, derlediğim olaydan esinlenerek yaptım ve Rahmetli Veli Selimoğlu’nun anısına armağan ediyorum. Türkünün sözleri şöyledir: Gel deva hamamına Çıhah külhanın damına Bir sen söyle bir de ben Olah deli divana Adım Veli idi Veli Dedim Münevverim geli Diyarbakır içinde Adım oldu deli Veli Çıhtım külhanın damına Bade doldur ver bana Hüsnü’de cümbüş çalsın 307 İçah olah divana Adım Veli idi veli Dedim Münevverim geli Diyarbakır içinde Adım oldu deli Veli Gazi caddesinden geli Gülerek de selam veri Birde bu yetmezmiş gibi Çanta açıp para veri Adım veli idi Veli Dedim münevverim geli Diyarbakır içinde Şimdi oldum deli Veli Hale Hus Çok gezen biriydi. Bir derviş gibi yaşardı, konuşmaları ile insanlara nasihat eder ve adeta mesaj verirdi. Avare Asıl ismi Ahmet olan Avare, Balıkçılarbaşı’nda Mahmut Kavak’a ait olan Savur Otelinin köşesinde mevsimlik meyve satardı. Daha sonraları Dörtyol’da tavla içerisinde şeker satmaya başladı. Gayri Müslimler için de de engelliler vardı Silvan ilçesinin Tigranocorte (Digranacert) olma ihtimali yüksektir.Ancak Diyarbakır Ermenileri Diyarbakır’ın Digranagerd oluşunda ısrarlıdır,bu arada yaşamış kral Dikran onuruna çocuklarına Dikran ismini koyarlar Çulcu Dikran, Yemenici Dikran, Kuyumcu Dikran, Taşçı Dikran, Sobacı Dikran, Kazancı Dikran, Demirci Dikran, Deli Dikran….(18). Süryaniler alanında uzman Mehmet Şimşek zangoçlardan ama olanlar vardı demektedir. Prof. Dr. Remzi Oto anlatıyor: Kuyumcular çarşısında boynunda bir tabla ve içinde çikolata bulunan zihinsel engelli Mehmet’e esnaf sahip çıkmakta, sembolik alış veriş yaparak onun geçimini sağlamaktadırlar. 308 Diyarbakır’da esnafın önemli bir geleneği zihinsel engellileri hamama götürüp onları yıkamaktı. KAYNAKLAR 1. Abdülgani Fahri Bulduk. Diyarbakır valileri. Diyarbakır hizmet vakfı yay. 2007 2. Ali Şamil Hüseyinoğlu (Azerbeycan Milli İlimler Akademisi, Baku) Köroğlu Destanında (Tebriz nüshası) Diyarbakır ve Yöresi. Osmanlı’dan Cumhuriyete Diyarbakır. ed. Yediyıldız B, Tomenendal. Ank. 2008 c. 3. s. 815 309 3. Altan Tan. Turabidin’den Berriyye’ye. İst. Nubihar yay. 2011. s. 61 4. Bünyamin erul. engelliler ile ilgili hadislerin analizi Diyanet Aylık Dergi (Sayı: 161) 5. Diyarbakırsöz 13.08.2009 6. İbrahim Evirgen. yeniyurt gazetesi-Mülakat 8- ezberim.com/cocukhastaliklari/ 9. İbrahim Yavuz. Şehır Çocuği. İst. 2010. s. 150 10. Kadim Kan- Diyarbakır yahoo grubuna yıllar önce yazdığı bir iletisinden) 11. Kamiran Özervarlı. Aruklularda ilim ve Ebul-İzz el Cezeri. Artuklular. Mardin valiliği kültür yay. Editör. Dr. İbrahim Özcoşar.. Mardin. 2008. c. 2./14 12. Mahmut Bozarslan [email protected] 13. Mehmet Azimli ilk islam fetihleri bağlamında diyarbakırın fethine katılan sahabilerle ilgili bazı mülahazalar. I. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır sempozyumu. 2004. s. 820 14. Mehmet Salih Erpolat Osmanlı döneminde Diyarbakır’daki esnaf grupları ve meslekler c. 2, ..Osmanlı’dan Cumhuriyete Diyarbakır. ed. Yediyıldız B, Tomenendal. Ank. 2008. s. 316 15. Metin Özbek. Çayönü’nde İnsan. Arkeoloji ve sanat yay. ist. 2004. s. 32,46,47,50 16. Mevlüt Mergen. Bibi’nin Diyarbekir feryadı. Diyarbakır. 2011. s. 77 17. Mehmet Mercan. [email protected] 18. Mıgırdıç Margosyan. Tesbih Taneleri. Aras yay. İst. 2007. s. 25 (Mıgırdıç Margosyan: Gavur mahallesi). 10. Baskı. Aras yay. 2006. s. 579 (Mıgırdıç Margosyan: Söyle Margos Nerelisen. 7. Baskı. Aras yay. İst. 2005. s. 10.) 19. Musa Tutka. Mardinkapı eşrafından 76 yaşında. Mülakat 20. Şeyhmus DİKEN Diyarbakır - BİA Haber Merkezi 05 Temmuz 2003, Cumartesi 21. Şefik Korkusuz: Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yay. İst. 2007. s. 59,87,81 22. Şefik Korkusuz. Bir Zamanlar Diyarbekir. İst. 1999. s. 45,164 23. Şevket Beysanoğlu Diyarbakır coğrafyası. Şehir matb. İst.1962. s. 83 26. www.diyarinsesi.org18 Nisan 2011 27. www.Diyarinsesi.org. 28 Eylül 2010 28. www.diyarinsesi.org . 18 Şubat 2011 29. www.diyarinsesi.org. 15 Mart 2011 30. www.ozmena.com 31-.http://www.boluolay.com/haber/706/17/8220bolululari-turkulerinesahip-ciktiklari-icin-kutluyorum 8221 310 DİYARBAKIR DÜĞÜNLERİ Vedat Güldoğan Diyarbakır’da evlenme çağına gelen delikanlının annesi oğluna münasip bir gelin aramaya başlar. Oğluna gelin arayan analar genellikle düğünlerde, kına gecelerinde, mesire yerlerinde, mevlitlerde, kışın ev gezilerinde, şehriye kesimlerinde ve bilhassa hamamlarda ararlar. Gelin olacak kız bulunup karar verilirse kızın ailesinin kendilerine uygun hünküf (denk) olup olmadığı araştırılır. Çok önemli olan bu araştırmada şunlara dikkat edilir: Kızın becerikli, maharetli, gelin olacağı evi idare edip edemeyeceği, düzenli, görgülü ve oğullarının beğenebileceği bir güzellikte olması gerekliliğidir. Oğlan ile kızın önceden birbirlerini görmeleri, konuşmaları, birbirlerini yakından tanımaları ve evliliğe müşterek karar vermeleri mümkün değildi. Bazen evlenecek gençler arkadaşlarının ve yakınlarının yardımlarıyla kızı görüp tanımak isterler, bu da genellikle bazen toprak damlara çıkıp gözetleyerek bazen de küçe (sokak) kapısı aralığından gözetlenerek olabilirdi. Aksi takdirde anasının beğendiği kızı kendisi görmeden almak mecburiyetinde olurdu. Oğullarını evlendirecek aileler tespit ettikleri ve evlenme çağına gelmiş olan kız evlerine ziyaretçi gönderirlerdi. Bu ziyaretçiler kızın nişanlı olup olmadığını veya sözlenip sözlenmediğini öğrenirlerdi. Buna “Dünür gezme” ve bu ziyaretlere gidenlere “görücü” veya “aracı” denir idi. Aradıkları vasıflara uygun kız bulunduğunda istemek için karar veren oğlan tarafı kız istemeye gidilmeden önce kız tarafının temayülünü öğrenmek için, her iki tarafı yakinen tanıyan, hatırı sayılır yaşlı bir kadın; istenecek kızın evine gönderilir. Kız evine giden bu hatırı sayılır yaşlı kadın kızın anasına durumu anlatır. Kendilerinin de uygun görmeleri halinde oğlan tarafının kızlarını istemeye geleceklerini bildirir. Üç gün sonra da müspet veya menfi cevabı almak için tekrar geleceğini belirtir. Bu üç günlük süre kız tarafının oğlanın ve ailesinin hakkında bilgi sahibi olmaları ve karar vermeleri içindir. Kız tarafı damat olacak oğlan ve ailesinde şu vasıfları arar: Damat olacak gencin işinin olup olmadığı, kazancının ev geçindirecek, kızlarına bakabilecek düzeyde olup olmadığı, oğlanın kumar ve içki gibi kötü alışkanlıklarının olup olmadığı, kızlarına kaynana olacak olan oğlanın anasının ve görümce olacak olan bacılarının durumları, kızlarının gelin gideceği evde rahat edip etmeyeceği ve huzurlu bir yaşam sürdürüp sürdüremeyeceği. Bu araştırmalar doğrultusunda üç gün sonra gelecek olan aracı kadına cevap verilir. Üç gün sonra gelen kadına müspet cevap verilince oğlanın babası, anası ve 311 yakın akrabalarından bazıları ve hatırı sayılan bir kaç kişi ile önceden kararlaştırılan günde kız evine giderler. Kız evinde de kızın ana ve babasının yakın akrabaları bulunur. Biraz sohbet edilip hal hatır sorulduktan sonra asıl konuya girilir ve oğlanın babası “Allah’ın emri Peygamber efendimizin kavliyle kızları ......... yi oğulları ....... na eş olarak” istediklerini bildirir. Kızın babası da “Allah mesut ve bahtiyar etsin “ deyince artık kız verilmiş olur. Sıra başlığa (kalın) gelir yani “kesi-bici” (verilecek olan başlığın tespiti) yapılır. Söz kesildikten sonra şerbet içme günü belirlenir. Dua okunur ve kız evinden neşeli bir şekilde ayrılınır. Şerbet İçme Söz kesiminden sonra bir hafta içerisinde oğlan tarafı kız evine şeker ve şerbet gönderir. Şekerler renkli kağıtlarla yapılan külahlara konur ve krep ile sarılarak güzelce süslenir. Süslenen şeker külahları güzel bir tepsiye muntazaman konarak bağlanır. Kız evine gönderilecek olan şerbet büyük bir kazan içerisinde kaynatılarak elde edilir. Kazanda kaynatılan şerbete gülsuyu, karanfil ve bazı baharatlar katılır. Renklendirmek için de boya kullanılır. Bu şerbete genelde “şarabıharir” denir. Hazırlanan şerbetler galon şişelere doldurulur ve kreple bağlanarak Diyarbakır’ın o meşhur gülleri ile süslenerek kız evine gönderilir. Şeker ve şerbet kız evine gönderildikten üç gün sonra kız evi oğlan evini şerbet içmeye davet eder. Şerbet içmeye oğlan evinin yakınları da katılır. Bundan sonra yapılacak iş çeyiz ve nişan hazırlığıdır. Nişan Nişan her iki tarafın müştereken kararlaştırdığı günde yapılır. Nişanı yapmak kız evinin görevidir. Oğlan evi kız evine götürecekleri nişan hediyelerini hazırlar. Nişana oğlan ve kız evinin yakınları ve nişanlanacak olan kız ve oğlanın arkadaşları davet edilir. Oğlan tarafı kız evine büyük bir sini (tepsi) içerisinde birkaç tane elbiselik kumaş, mendil, çorap, eşarp, iç çamaşırı, Diyarbakır’ın meşhur burma bileziği, kol saati, yüzük, götürür ve nişan yüzükleri takılır. Nişan günü yapılacak olan masraflar kız evine aittir. Çeyiz Hazırlanması Nişandan sonra çeyiz hazırlıkları başlar. Kız evi damada bir bohça içerisinde iç çamaşırı, pijama, terlik ve kumaş gönderir. Oğlan evi kızın kalacağı odayı dizer. Buna “mükeffe” denir. Kız evi imkânları nispetinde çeyiz hazırlıkları yapar. Terzilere elbise siparişleri ve ölçüler verilir. Tüccarlardan kumaşlar beğenilir. Yatakların yapılması, yorganlar ve rengarenk yastıkların dikilmesine başlanılır. Bunlar hazırlandıktan sonra asıl önemli olan gümüş takımlarına sıra gelir. Gümüş çekmece, gümüş kupa, dış yüzü ve etrafı işlemeli el aynası, hülyat koymaya mahsus kafes, çekmece (peştahta) şerbet ve çay takımları, hamam takımları (kirşan, su peştamalları, nalın), sofra takımları, çay takımı, gülabtan, buhurdan, 312 kaşık ve çatal takımları, oyalı yazmalar, dantelli oda takımları hazırlanır. Tüm bunlar hazırlandıktan sonra düğün günü kararlaştırılır. Düğün ve Kına Gecesi Düğün günü genellikle perşembe günüdür. Kız evi hazırlanan çeyizleri bir odaya serer. Buna “çeyiz serme” denir. Komşular ve akrabalar çeyiz görmeye gelirler. Gelenler hediyelerini de beraberlerinde getirirler. Çeyizin serili kalması oğlan evinin kınayı göndereceği güne kadar sürer. Oğlan evi düğünden bir hafta önce mum ve kınayı kız evine gönderir. Kınayla beraber gelinin başına serpilecek küçük şekerleri de gönderilir. Çeyiz, pazartesi günü kaldırılır. Çeyizin serili kalması üç günü geçmez. Oğlan evinden gelen kız ve erkek birkaç kişi çeyizi kaldırır. Çeyiz kaldırılırken oğlan evinden gelenlerden biri kız evinden bir fincan çalar. Kız evi bu geleneği bildiği için görünen bir yere fincanı koyar ki fincan rahatlıkla alınsın. Kız ve oğlan evinden birer kişi kaldırılan çeyizi bir deftere yazarlar ve imzalarlar. Buna “cihaz defteri” denir. Bu defter iki nüsha olur biri kız evinde diğeri de oğlan evinde saklanır. Toplanan cehiz, oğlan evine götürülür. Artık düğün günü yaklaşmıştır. Düğüne davet edileceklere haber vermeleri için birkaç kadın görevlendirilir. Buna “indekci” denir. Kına Gecesi Oğlan evinde düğün hazırlığı yapılırken, diğer tarafta yani kız evinde de kına gecesi hazırlığı başlamıştır. Kına gecesi düğünden bir gün evvel yani çarşamba günü akşam yapılır. Bu geceye her iki taraftan akrabalar çağrılır. Bu gece de kadın çalgıcılar ud, keman, zilli tef, maşa, darbuka çalarak gelenleri coşturur. Şarkı türkü ve hoyratlarla gelenleri eğlendirmeye çalışırlar. Bu coşku içerisinde gelin kına yakılmak üzere evin diğer bir odasında yakın arkadaşları tarafından hazırlanır. Gelin giydirilip süslendikten sonra koluna giren iki genç hanımla beraber misafirlerin bulunduğu salona getirilirken önde yürüyen bir hanım da üzeri mumlarla süslü olan içi kına dolu tepsi ile yürür ve misafirlerin olduğu yere gelir. Gelin önce büyüklerin ellerini öper sonra avlunun içinde bir tur dolaştırılırken çalgıcı kadınlar da geline eşlik ederler. Bu arada “Mübâreki” denen türküyü söylerler: Daha sonra kendisine ayrılan yere oturtulan gelin elleri göksünde, başı önüne eğik bir şekilde bekler. Çalgılar devam etmekte, şarkılar söylenmektedir. Kına yakımına geçilirken şu türkü çalınır ve söylenir: Hanım kelepuşi örtmüş başına Henüz girmiş on üç on dört yaşına Sürmeler çekilmiş kara kaşına Endamı güzel, yordamı güzel, kendisi güzel 313 Alını alını geymiş gümüş nalını Asilzadenin torunu Gelininiz mübarek olsun Anasından ayrılan Babasından ayrılan Müşkül hal olur Evlenince yediği içtiği Şeker bal olur Alçaktan yüksekten gördüm boyunu Huriden melekten sordum huyunu Dün gece bu gece kurdum toyunu Endamı güzel, yordamı güzel kendisi güzel bu türkünün söylenmesine gelen misafirler de iştirak eder. Kına yakımına geçildiğinde gelin avucunu açmaz. Bunun üzerine oğlanın anası gelinin avucuna altın koyup avucunu açar ve kına yakımına başlanır. Oğlan tarafından ge gelenler gelinin başına şeker ve para serperken kızın anası ve yakınları hüzünlü olduklarından ağlamaya başlarlar. Çalgıcılar bu sırada şu türküyü söylerler: Sürmelenmiş sürme çekmiş gözüne Küçük yaşta duvak çekmiş yüzüne Görenleri hayran eder özüne Senin bu ayrılığın dayanamam ben de Ellerine kına yakılan gelinin sıra ayaklarına gelmiş, ayaklarına kına yakılırken Gelin ağlar yaşın yaşın Diyor gitmem sallar başın Sağ olsun baban kardaşın Ağlama gelin ağlama El oğludur bel bağlama 314 Gelinin geydiği atlas Atlasa iğneler batmaz Gelin güveyisiz yatmaz Ağlama gelin ağlama El oğludur bel bağlama Ağlama gelin yalandır El oğlu senin kölendir Sevdan yolunda ölendir Ağlama gelin ağlama Sakın karalar bağlama türküsü söylenir. Türküler şarkılar devam ederken kına merasimi de tamamlanır. Kına merasiminden sonra, Haydi gidah toyuna Kurban olam boyuna Kına yahah eline Hel hele bah hele Gelin ağlar vış kele Güveği güler bah hele Kızlar kalksın oynasın Düğün evi eğlene vah eğlene türküsü söylenir. Bu arada misafirlere çörek, şeker, lokum ikram edilir. Çalgılar çalınır, oyunlar oynanır ve şu türkü okunur: Gitme, gitme dur ki sahan ne deyim Ağzın dilin dudakların ben yeyim El altından sahan bir çift söz deyim Yürü dilber sağ selamet gelesen 315 Sen gidersen benim halim nice olur Altun yüzük parmağımda tunç olur Sevip sevip ayrılması güç olur Yürü dilber sağ selamet gelesen Türkü okunduktan sonra gelin odasına çekilir ve kına gecesine gelen misafirler yavaş, yavaş dağılmaya başlarlar. Düğün Perşembe günü oğlan evinden yaşlı bir kadın ile öğlene doğru kız evine “Sağdıç katı” denilen gelinlik takımı gönderilir. Gönderilen bu takımın içerisinde gelinlik, iç çamaşırı, duvak, tel ve çorap mevcuttur. Bu takımı getiren kadına bahşiş verilmesi adettir. Gelen bu takımlar geline giydirilir. Üzerinden çıkan eski giysileri daha sonra evlenememiş kızlara, onların da kısmetleri açılsın diye verilir. Bir diğer yaşlı kadın da içerisinde iskarpin, çarşaf, şemsiye bulunan ve geline ait olan bohçayı kız evine getirir. Kız evine bu malzeme taşıyıcıları ile gelen misafirler evin kapısında çalgıcılar tarafından karşılanır. Gelenlere gülab dağıtılır, meşrubat ikram edilir. İkindi ezanı okunmadan gelin evden çıkarılmaz, çıkarılırsa uğursuzluk sayılırdı. Bundan dolayı da kız evinde çalgıcılar ikindi ezanının okunacağı zamana kadar beklemek mecburiyetindedirler. Oğlan evinde çarşamba günü yapılan yemekler ısıtılmaya başlanır. Eksikler varsa tamamlanmaya çalışılır. Hazırlanan bu yemeklere “düğün yemeği” denir. Düğün yemeğinde genellikle zerde, meftune, duvaklı pilav, türlü, hoşaf bulunur ve gelen misafirlere ikram edilir. Gelinin baba evinden çıkma zamanı gelmiştir. Çünkü ikindi ezanı okunmaktadır. Gelin öyle vakti giydirilirken kısmetinin bol olması için büyük bir sini veya teşt içerisinde giydirilir, giydirme işlemi bittikten sonra sıra peçeleme faslına gelmiştir. Gümüşle işlenmiş olan Bağdat kârı ve kemerbent olarak tabir edilen telli çarşaf giydirilir. Yüzüne peçe yerine al renkli bir yazma örtülür. Başına şemsiye açılarak bir koluna kız evinden diğer koluna da oğlan evinden iki hanım girer. Bu hanımlar bekar veya kocası ölmemiş veya kocasından boşanmamış olmalıdırlar. Gelin, evden dışarıya çıkartılır. Çalgıcılar, gelin evin küçe kapısından çıkana kadar içeride çalgılar çalmaya ve mani ve hoyratlar söylemeye devam ederler. Gelinin baba evindeki vedalaşması bitince oğlan evinden gelen bir grupla beraber oğlan evine götürülmek üzere baba evinden çıkacağı sırada erkek kardeşi kapıyı tutarak gelinin çıkmasını engeller, buna bir hediye (silah, elbise vs.) bunlardan birini vermedikçe kardeşi gelini dışarı çıkartmaz. Bu isteğe “peşgeş” denir. 316 Gelin, oğlan evine geldiğinde hemen içeri girmez. Bir kurban kesilir ve gelin bu kesilen kurbanın üzerinden atlayarak içeri girer. Bu esnada genç bir kız gelinin başına Kuran-ı Kerim tutar, gelinin eline içi su ve para dolu bir testi verilir. Gelin bu testiyi kapının eşiğinde yere çarparak kırar ve içeriye girer. Gelin evin avlusunun ortasında bir sandalyeye oturtularak sağ eli ve sağ ayağı bir leğen içerisinde ibrikten dökülen suyla yıkanır ve leğende biriken su, bereket getirmesi için kilere dökülür. Gelinin el ve ayağının yıkanması bittikten sonra gümüş işlemeli nalınları giydirilerek mutfakta bulunan kaynanasının elini öpmeye götürülür. Kaynanası elinde iki şeker tutar. Birini geline verir diğerini dişiyle ikiye bölerek bir bölümünü yer diğer parçasını yine geline verir, gelin de önceden aldığı sağlam şekeri kaynanası gibi ikiye bölüp bir kısmını yer, diğerini kaynanasına verir ve elini öper. Bu hareket her ikisinin de karşılıklı sevgi ve sayı münasebetini kurmak inanışıdır. Gelin daha sonra davetlilerin bulunduğu odaya götürülür. Burada büyüklerin elini öper ve kendisine ayrılan yerde oturur. Şarkılar, türküler söylenir, oyunlar oynanır, çalgılar çalınır. Bu eğlence akşama kadar devam eder. Damadın Hazırlanması Bir başka evde damadın hazırlanışı vardır. Damat önce tıraş edilir. Yanında sağdıcı ve arkadaşları vardır. Tıraş esnasında berberin önlüğüne para takılır. Buna “peşkeş” denir. Damat tıraş edilirken türküler söylenir ve şakalaşmalar olur. Tıraş bittikten sonra güveyinin giydirilmesine başlanır. Çalgılar çalınır uzunhavalar ve türküler söylenir. Bilhassa güveyi giydirme türküsü olan “ Bir mumdur iki mumdur” türküsü çok söylenir. Güveyinin Düğün Evine Götürülmesi Yatsı vakti geldiğinde güveyi düğün evine yanında sağdıcı ve yakın arkadaşlarıyla götürülmek üzere yola çıkarılır. Ellerinde fanus ve lüks lambası tutan arkadaşları ile küçe küçe gezdirilir. Uğursuzluk sayıldığından güveyi gezdirilişinde sokaklarda bulunan örtmelerin altından güveyinin geçirilmemesine dikkat edilir. Damat evden çıkışında kıbleye doğru döner. Damadın gezdirilişinde ilahiler okunur tekbirler getirilir. Naatlar, uzunhavalar okunarak evin önüne getirilir. Bu damat gezilerinin unutulmaz ismi rahmetli Berber Enver Balçık idi. Okuduğu uzunhavalar ve mayalar halen kulaklarımızda çınlamaktadır. Evin önüne gelen güveyi sırtına vurulan yumruklarla dış kapıdan içeriye sokulur. Büyüklerin elini öper. Başına Kuran tutularak sağdıcı tarafından odasına sokulur. Gerdek Gecesi Damat odasına girince ev boşaltılır. Şayet ev büyük ise evde kalacak olanlar başka bir bölüme geçerler yatak çarşafının çıkmasını beklerler. Çarşaf gelinin bakire olduğunu kanıtlayan belgedir. 317 Güveyi odada iki rekat namaz kılar, duasını yapar. Geline yüz görümlüğü olarak altın bir gerdanlık veya küpe, bilezik takar ondan sonra gelinin duvağını açar. Zifaftan sonra damat odadan çıkar uygun bir yerde beklemekte olan sağdıcı onu alır ve birkaç arkadaşı ile beraber hamama götürür. Hamamdan sonra sağdıç, damadı evine götürür ve böylelikle sağdıç, görevini yerine getirmiş olur. Gelin Hamamı Evliliğin yedinci günü gelinin hamama gitme günüdür. Buna “gelin hamamı” denir. Hamama gelinle beraber kız ve oğlan tarafının yakınları gider. Çalgıcı kadınlar da hamama getirilir. Yiyecek ve içecekler önceden hazırlanıp hamama getirilir. Gelin hamamda gelinlik elbiselerini giyer ve kendisine ayrılan yere bir sandalye konularak oturtulur. Bu sandalyeye “ya star” sandalyesi denir. Gelinin hamam bohçasına kildan, tas, nalın, kilim konur ve bunları bir kadın evden alıp hamama getirir. Hamam bohçasını getiren bu kadına natıra (hamam hizmetçisi) denir. Hamamdaki curunun etrafına bir leğen, üstüne de bir badiya konur. Su doldurulur ve yıkanmaya başlanır. En sonunda gelin yıkanır. Gelin yıkanırken şarkılar, türküler söylenir, “tili li li” çekilir. Gelinin yıkanması bittikten sonra ipekli peştamala sarılan gelin, giyinme yerine götürülür, giydirilir ve eve götürülür. Editör notu: Diyarbakır’da Müslümanlar dışında Ermeni ve Süryanilerde yaşıyordu. Objektiflik olması açısından Silva Özyerli isimli hemşerimizin Diyarbakır mail grubuna yazdığı Ermeni düğünleriyle ilgili alıntı yapacağım. DÜĞÜN HAZIRLIKLARI Öncelikle düğün hazırlıklarının en önemli hususu düğün sahiplerinin, düğünde giyecekleri kıyafetleri, dönemin ünlü mahalle terzilerine diktirip hazırlamalarıdır. (Konfeksiyon olmadığı için, düğünde pişti olma olasılığı da yoktur!) Daha sonra yarım kalan gelin kızın el işi çeyizi de bitirilerek, bu konudaki sonalışverişler yapılır böylece çeyiz işi de bitirilirdi. Düğünden bir hafta veya 10 gün önce belediyede resmi nikah çok sade bir şekilde kıyılır, davetliler nikahtan sonra erkek tarafının evine gider, mevsimine göre limonata veya çayla o güne özel olarak hazırlanan çörek, börek ve pastalar yenir, içilirdi. Kız ve erkek tarafı aileleri her şeyden önce, hangi Dandigin Baco ile (*Gevre Baco, Feride Baco, Xatun Baco, Hana Baco, Horosma Baco, Dudu Baco, Enno Baco, Topal Tüme, Nıvart (Nıvo) Baco, İncik Baco, Meryem Baco, Bayzar Baco v.s.) ile düğünü yapacaklarına karar verirlerdi. Dandigin Baco’ların buradaki görevleri, şimdinin “düğün organizatör”lerine benzetilebilir... Düğün sahibi her iki evin de ayrı ayrı dandigin bacoları olur. Aileler bu konuda 318 karar verdikten sonra, hazırlanmış olan davetiyeleri ev ev dağıtmaları üzere, dandigin bacolara teslim edilirdi. Düğün davetiyeleri olabildiğince gösterişten uzak, sade seçilirdi. Ayrıca şimdiki gibi “davetiye 2 kişiliktir” diye bir yazı olmadığı gibi, üzerinde LCV (lütfen cevap veriniz.) ibaresi de asla bulunmazdı. Doğal olarak davetiye gönderilen, evin tüm bireyleri düğüne davetli olurdu. (zaten bize de yakışan bu gönül ve sofra zenginliğidir.) Kız tarafına dağıtılacak davetiyeleri kız tarafının dandigin bacosu, erkek tarafına dağıtılacak davetiyeleri erkek tarafının dandigin bacosu dağıtırdı. Dandigin bacolar yakın akrabalara davetiye götürdüklerinde, asla eli boş dönmezler... Yakın akrabalar dandigin bacolara, tülbent, havlu veya elbiselik kumaş hediye ederlerdi. Düğünde ikram edilecek yemek seçimi ve listesini dandigin bacolarla birlikte yaparak, karar verir, dandigin bacolara sadece davetli sayıları söylenirdi! O bacolar yılların tecrübesi ve bilgeliği ile işinin ehli edasıyla kolları sıvardı. Düğün öncesinde kız ve erkek tarafı ayrı ayrı hazırlıklara başlarlar... Bu hazırlıklar resmi nikahın kıyılmasına müteakip başlar. Söz konusu evlerde neredeyse aynı hazırlıklar yapılırdı. Yaz düğünü olacaksa şayet, çuvallarla limon alınır ve limonata yapılırdı. Yine aynı şekilde kasalarla vişne alınarak konsantre vişne suyu, aynı zamanda da meyan kökü ile de olağanüstü lezzette şerbet hazırlanırdı. Çöreksiz düğün asla olmaz!. Kilolarca undan çörek yoğurulacağı için, mevsim ilkbaharsa şayet, kış için hazırlanan erimiş peynir suyunu çörek için saklar, değilse kilolarca kuyruk yağı alınır, ince ince kıyılarak; bakır bir tencerede kuyruk yağı eritilerek, yoğurulacak çöreğin yağı hazırlanırdı. Çörek baharatları (rezene, anason, mahlep, kakule, çörek otu, karanfil, zencefil, tarçın) taneleri un haline getirene kadar tunç havanlarda öğütülürdü. Önce, meşhur Diyarbakır karpuzundan elde edilip, yazın damlarda kurutulan karpuz çekirdeği tuzlu suda haşlanır, kavrulurdu. Kavun çekirdeği de aynı işlemlerden geçerek kavrulurdu. Leblebi yapmak için nohutlar, bir gün önceden yarım haşlanır ardından süzülerek kurutulur. Daha sonra Dicle Nehri’n kıyısından nehir kumu temin edilir. Büyükçe yayvan bakır tavalara kumlar konarak, odun ateşinde saatlerce kızdırılır. Daha sonra ise sıcak kuma havuz şekli verilerek nohutlar yerleştirilir ve yine kumla üstü örtülürdü. Bu şekilde olan leblebiler, daha sonra iri eleklerden geçirilerek elde edilirdi. Kahvesiz düğün olur mu? (sarhoşumuz hiç olmaz! ) Kahveler kulplu bakır tavalarda kavrulur, kocaman taş dibeklerde tunç havan kolu ile genç kızlar tarafından “kakule” baharatı katılarak öğütülürdü. Kahveler de hazır olunca, düğün yemeklerinin pişirileceği boy boy kazanlar ve bu kazanların üstünü örtecek, kapak görevi görecek siniler temin edilirdi. Çuvallarla pirinç satın alınarak, imece usulü ayıklanır ve düğünde kullanılmak üzere kilere kaldırılırdı. 319 Düğünün yapılacağı avluları aydınlatmak için elektrikçi çağrılarak, avlunun her tarafı rengarenk ampullerle avlu donatılırdı. Çalgısız, çalgıcısız (kambersiz) düğün olur mu? Dönemin ünlü müzisyenleri Kor (kör) Diran, Hayg, Hagop, Bubo ve Kel Beşo düğünden haberdar edilerek, davet edilirdi. Diyarbakır’da herkes birbirine saygılı davrandıkları için, düğün tarihleri asla çakışmaz. Düğün için gerekli olan masa ve sandalyeler mahalledeki komşulardan temin edilerek, eve taşınır. Yetersiz kaldığında yakın çevrede kahvelerden de istenirdi. Düğünde kullanılmak üzere kalıp kalıp buzlar alınır ve kilerlerde talaşlar içinde bekletilirdi. Diyarbakır “Gâvur Mahallesi” tarihinde asla temmuz ayında düğün yapılmamıştır! Bunu hep duyar ama nedenini bilmezdim. Bunun nedenini sorunca, herkesin verdiği cevap aynı: “Temmuz ayı eksiktir, düğün yapılmaz!” *DANDİGİN BACO: Ermenice kelime anlamı: Ev Hanımı, becerikli, eli iş tutan ve evi yöneten kişi. Diyarbakır Ermenilerinde ise bu bambaşka bir anlamda, çöpçatan, iş bitiren ve her türlü organizasyonda görev kişiye verilen bir sıfattır. NOT: Bu yazıda ve bu konuda yazacağım yazı dizisinde adı geçen tüm kahramanlar, hayal ürünü olmayıp, dönemin gerçek kahramanları olduğunu belirtmek isterim. Bizleri bu denli zenginleştirdikleri ve anlatılacak gerçek hikayeleri oluşturdukları için HEPSİNİ SAYGIYLA ANIYORUM.... Silva Özyerli ÇEYİZ HAZIRLIKLARI Bugün sabah erkenden kız tarafının yakın ve becerikli akrabalarıyla, gelinin arkadaşları toplanarak, el birliğiyle çeyizi teşhire hazırlamaya girişirler. Çeyizler şimdiki gibi hazır alınmaz!. Bu çeyizlerin uzun yıllar boyunca kim bilir hangi hayallerle, hangi umutlarla ve kimleri düşünerek işlendiğini, bizler asla bilemeyeceğiz... İçinde el becerisi, sabır, yaratıcılık, estetik ve zerafet barındıran desenler, çiçekler, motifler renk renk ipliklerle saf ipeklere, satenlere, patiskalara ve dantellere aktarılır. Hazırlanan tüm çeyiz daha önceden yıkandığından, bugün sadece kolalanarak, ütülenecek. Bakalım gelin çeyizinde neler olur? En az beş yatak takımı. Bunların bir kısmı borode diye bilinen delik işidir. Bu borodoleri daha güzel gösterebilmek için altına mutlaka renkli saten dikilir, satenden yapılan bu işlem, el emeğini daha görünür kılar. Ara danteli, etamin ve kanaviçeyle yapılan el işi yatak takımları, karyola etekleri, çarşaflar, yastık örtüleri ve kılıflar... Hatta minderler de çeyizin olmazsa olmaz parçalarıdır. Ara dantellerini el emeği piko işlemi yaparak kumaşa monte ederler. Yastıklar tek ve uzun olduğundan, “bir yastıkta kocasınlar” deyimini dedoğrular gibidir. En az beş adet gecelik sabahlık ve sayısız iç çamaşırı... Bu gecelik ve sabahlıklar ya tamamen elde dikilir ya da işinin ehli terzilere diktirilir. Bu 320 kadarla da kalınmaz gecelik ve sabahlıklar kasnaklara geçirilerek, kergefte çamaşır ipeği ve rafyalarla işlenir. Mutfak takımları, peçeteler, masa ve raf örtüleri, kumlu ketenden dikilir. Bunun yanı sıra etamin ve kaneviçeden de yapılır. Masa örtülerinin dört kenarı, peçetelerin de bir kenarı özenerek işlenir. Mendilleri unutmak olmaz... Genelde beyaz ipekten, kenarları elle bükülerek dikilir. Özel bir teknik olan ip çekme yöntemi ile incecik kumaş üzerinde minik desenler oluşturulur. Mendil kenarlarına da inci gibi işlenmiş danteller dikilir. Diyarbakır evlerinin mimarisinde iç mekan duvarlarında gömme pencereler bulunur. Bu pencereler doğal vitrin görevini de yerine getirir. Özel günlerde kullanılan bardak ve fincanlar bu raflarda sergilenir. Bu “vitrin” aynı zamanda evin satüsünü de belli eder. Bu raflara kare veya dikdörtgen şeklinde iğne oyası veya dantel örtüler işlenir. Yine misafirlere ikramda kullanılan kahve tepsisisinin içine tekniği muhtemelen unutulmuş, mekik işi veya yine tam bir zerafet ve estetik harikasi olan iğne oyasından örtüler işlenir. Dumanı tüten kahveler bu şekilde ikram edilir. Gelin çeyizinde bohçalar çok özel bir yer teşkil eder. Bohçalara ayrı bir özen gösterilir. Beceri ve emekle ortaya çıkan güzellikler bu bohçalara yansıtılır. Bohçalar genelde pastel tonlarda ipek satenlere, kumaşın altını pamukla doldurarak, kabartma sağlanır ve kergefte gelin teliyle işlenir. Bu kadar emek verildikten sonra ortaya çıkan bu bohçalar birer sanat eseridir artık. Çeyizde üç bohçanın hazırlanması büyük özen gerektirir. Damat bohçası, kirve bohçası ve hamam bohçası... Damat ve kirve bohçalarına iç çamaşırından gömleğe, mendilden terliğe kadar herşey ayrı ayrı konarak hazırlanır. Hamam bohçasında gelin bornozu, hamam havluları, tülbentler, bir adet pamuklu peştemal, bir adet futa yer alır. Bu futalar, diğer adıyla peştemallar, dönemin Süryani mesleği olan ünlü puşiciler tarafından üretilen, tamamen ham ipekten mamül el dokumasıdır. Gülkurusu renginde saten kumaştan, arasına ince sünger yerleştirerek hamam döşemesi dikilir. Hamam bohçasının içine ayrıca “dzıngan peşkir” yani diz peşkiri koyarlar. Bu peşkir de çok özel bir şekilde, içi altın sim sarma tekniğiyle işlenir, kullanım alanı da çok özeldir. Şimdilerde bu peşkir örneklerine ancak Osmanlı Sarayları’nda rastlamak mümkündür. Gelin hanım müstakbel kocası ile bir yastığa baş koyacakları gece, bu peşkirle onlar için hazırlanan özel sini içindeki yemekleri yerken dizini örtecektir. Daha sonra çocukları olduğunda ba dzıngan peşkir bebeğin vaftizi esnasında gınkahayrın yani kirvenin çocuğu kollarında taşıyacağı vaftiz örtüsü olacaktır. Gelinin hamama ait çeyizlerini bundan ibaret sanıyorsanız, yanılıyorsunuz... El işçiliğiyle üretilmiş bakır dzak legen (yavru legen) kazandan biraz yüksek boyutta, ince belli, gelinin özellikle düğünden sonra yapılacak gelin hamamında 321 yıkanması için yapılan özel bir leğendir. Yine işinin ehli bakır ustaları tarafından üretilen kildanın içine lif, kese, sabun ve tarak konur. Gelin için özel olarak yaptırılan el işi dövme bakırdan hamam tasına gelinin adı da yazdırılarak tas bir kez daha özel kılınır. Dönemin ünlü marangozlarına ceviz ağacından gelin gardrobu, sandık ve hamam kürsüsü yaptırılır. Yine döneme damgasını vurmuş gümüş zanaatkârlarına gelinin maddi durumuna göre gümüş kakmalı veya çift işi, tamamı gümüşten hamam takunyaları yaptırılır. Gelin için özel hazırlanan bu dzak legene hamam kürsüsü, kildanı, tası ve takunyaları konur. Yine gelin çeyizinin olmazsa olmazlarından olan, şimdiki futbol takımı kaptan pazubandı gibi iki beyaz kolluk dikilir. Kollukların üzerine de herkesin maddi durumuna göre değişebilen yarım altın veya beşibiryerde dikilir. Bu kollukların biri damada, diğeri ise kirveye aittir. Damat ve kirve pazar günü kilisede gerçekleşecek dini nikaha bu kollukları takarak gideceklerdir. Çeyizin tamamı ütülenir ve evin en geniş odasında sergilenmek üzere bekletilir. ÇEYİZİN SERGİLENMESİ Şimdiye kadar aktardığım bilgilerden de anlaşılacağı üzere düğün hazırlıkları bitti. Diyarbakır’da düğün haftası, çarşamba günü gelinin çeyizinin sergilenmesiyle başlar, aralıksız bir hafta sürer. Bu bir hafta boyunca yerine getirilmesi gereken ritüeller, başta dandigin bacolar olmak üzere hamarat yöre kadınlarının becerileriyle bir şenliğe dönüşür. Çarşamba günü çeyizin sergilenmesiyle başlayan süreç, hem evliliğe giden tünelin ilk ışığı hem de yapılacak olan düğünün mühürü olma özelliğini taşır. Bakalım çeyizi nasıl sergilerler? Gelinin manto, pardesü, elbise gecelik ve sabahlıkları askılarıyla asılır. Odadaki sedire gelinin el emeği göz nuru bohçaları açılır. Bu bohçaların üzerinde gelinin el işi yatak örtü ve takımları, masa örtüleri ve mutfak takımları sergilenir. Hamam bohçası diğer ürünlerden ayrı bir yerde sergilenir. Bohçanın üzerinde çeşitli bornoz, havlu, tülbent, dzıngan yani diz peşkiri ve peştemallar sergilenir. Hamam döşemesinin üzerine takımın bir parçası olan beyaz borodeli örtü yayılır. Üstüne ise dzak legen yani yavru leğen, kildan, hamam tası ve hamam kürsüsü konulur. Gelin çeyizini sıradan bir çeyiz görme merasimine benzetmeyin, lütfen. Yani aslında şunu söylemek istiyorum; insanlar müze kültürüne sahip olmayabilirler, yani öğretici bilgi her zaman insana çekici gelmeyebilir. Ama sanat her nerede sergilenirse sergilensin çekicidir. Bütün davetliler çeyizi gezip gördükten sonra evin başka bir odasına geçerler. Yani çeyiz bulunduğu odada mahremiyetiyle kalır. İçine kakule katılmış dumanı üstünde kahveler afiyetle içilir. O sırada ölülere de rahmet gider... (Ölüler sadece öldükleri günde değil mutlu günlerde de mutlaka anılırlar. Bu rahmet yeni evlilere bolluk ve bereket getirir...) 322 Daha sonra bugüne özel hazırlanan börek ve çörekler eşliğinde çay, limonata, meyve suları ve şerbetler içilir. Davetlileri sokak kapısına kadar uğurladıktan sonra, çeyizin sergilendiği odaya tekrar dönülür. Gelinin çeyizi özel bir itinayla sergilendiği gibi, aynı itinayla tasnif edilerek toplanır ve bohçalarına yerleştirilir. Çeyiz, Perşembe günü damat evinde sergilenmek üzere son yolculuğuna hazırdır artık. Çeyiz, Perşembe günü damat tarafının davetlilerine gösterilecektir. Gelin-Damat Yatağı ve Çeyizin Taşınması Genç kız ve erkeğin birlikteliğe ilk adım atacakları odanın son hazırlığının yapılacağı ve bir önceki gün gelin evinde sergilenen çeyizin son durağına varacağı gündür. Daha önce içine çivit atılarak renklendirilmiş kireçle odanın boya-badana işi bitirilmiş, pirinç karyola da odada pencere önündeki yerini almıştır. Sadece gelin tarafının göndereceği gardrobun monte edilmesinden sonra birkaç ufak detaydan başka yapacak işleri kalmayacağının bilincinde beklemeye koyulurlar. Pencerelere daha önceden takılmış üzerinde demet demet gül desenleri bulunan perdelerin kapattığı odaya monte edilen gardropla birlikte odanın boş görüntüsü de bir nebze ortadan kalkmış olur. Şunu belirtmekte fayda var, odaya ne kadar eşya girerse girsin ileride doğacak çocuğun beşiği için boş bir köşe saklı durur. Bu sahne, odaya umut ve sevgi dolu gözlerle bakmaya ve hayaller kurmaya sebep olur... Öğlene doğru damat tarafının yakın akrabaları gelin-damat yatağını hazırlamak üzere bir araya gelirler. Biz Diyarbakırlılar her ne kadar inkâr etsek de, batıl inançlarımız vardır. Yatak hazırlama ritüeline yaşlılar ve dullar katılmak bir yana, sokağın uzağından yakınından geçmezler. Bu kendiliğinden gelişen bir şeydir, yani dul ve yaşlıları bu konuda kimsenin uyarmasına gerek kalmaz. Doğal olarak yatağı gençler ve mutlu evliliği olanlar başta olmak üzere, yakın akrabalar yaparlar. Bu kişiler yeni yatağa darısı başınıza diyerek evlenecek çiftin mutlu olması için “el” verirler. Bu temenni aynı zamanda odada bulunan bekâr gençlere dilenen bir dilektir. Sadece bu dileklerle kalınmaz yatağa ait özel çarşaflar ve yastık kılıfları dualar zılgıtlar eşliğinde Tililiiliili... Tilililili... Tiilililİlerle gelin-damat yatağı yapılır.. Gelin yatağı hazırlandıktan sonra yatağa pirinç ve çörek otu atarlar. Pirinç ve çörek otu bereketi sembolize eder. Bol bol erkek çocukları olsun diye de yatağa erkek çocuğu oturturlar. Bu yatak hazırlama işlemi bittikten sonra davetliler dandigin baconun getireceği gelin çeyizini beklemeye koyulurlar. Zılgıtlar Gâvur Mahallesi semalarına yükseldiğinde, çeyiz kafilesinin damat evine doğru yaklaşmakta olduğunu gösteren bir “ses” olur. Bu zılgıt sesleri meraklı Hançepek sakinlerini sokak kapılarının önüne çıkmasını ve zılgıtlarla karşılık vererek bu sevince ortak olmalarını sağlar. Hep birlikte gelin odasına çıkılır, bohçalar açılır, misafirlere çeyizi birer birer 323 gösterme sırası damat evindedir artık... Davetlilere gösterilen çeyiz büyük bir itinayla yerlerine yerleştirilir. Bu güne özel olarak hazırlanan çörek ve börekler çay veya limonata eşliğinde yenilir. Dandigin, yünücü ve natırlar karınlarının yanı sıra ceplerini de doldurarak iyi dileklerde bulunur ve ayrılırlar. Cuma günü başka bir yoğunluk beklemektedir ahaliyi. Bir an önce hazırlıklara başlamak üzere herkes evlerine dağılır. DÜĞÜN ÇÖREĞİ, GELİN VE DAMAT HAMAMI Bu gün “Diyarbakır Düğün Geleneği” içinde çok özel bir gündür. Mutlu sona doğru telaşlı koşuşturmalar bugün daha bir hız alır sanki... Kız tarafında da, erkek tarafında da bugün çörek yoğurulacak ve hem gelin hamamı hem de damat hamamı yapılacaktır. Çalgıcılar da bugün gelir ve gerekli hazırlıkları yaparak bir nevi gelecek günlerin provasını da yapmış olurlar. Gınkamayr yani gelinin vaftiz annesi gelin hanımla birlikte on-onbeş genç kızı alır, gelin hamamına götürür. Gelin hamamında herkes neşe, eğlence, şarkılar ve türküler eşliğinde yıkanır. Gelini bir taraftan vlanoğlar, yani yünücüler, diğer taraftan da genç kızlar bir daha hiç kirlenmeyecek gibi yıkarlar! Bu sahnelerde de tilililili... Tilililili... Tilililililer hiç eksik olmaz. Damadın kirvesi, yine damadın yakın arkadaşlarını da alarak hep birlikte hamamın yolunu tutarlar... Yine büyük bir eğlence içerisinde, erkek erkeğe yapılan şakalarla bir güzel yıkanılır. Arkadaşları hamamda damadı bir güzel yıkarlar. Sonra damadın her hamamdan çıkması ile birlikte kafasında yumurta kırılması bir olur! Bu hamamda omlet olma hali defalarca hiç bıkmadan tekrarlanır. Damat tekrar, tekrar hamama girmek zorunda bırakılır! Kırılacak yumurta kalmadığı zaman herkes yıkanıp çıkar. Haydi sıhhatler olsun. Bugün Gavur Mahalleliler sabahın erken saatinde uyanmak için asla zorlanmazlar. Bu gün çok yoğun bir gün olacağından, hanımlar çok becerikli olmak zorundalar... Yine başlarında dandigin bacolar olmak üzere akşama ikram edecekleri yemekleri ve mezeleri hazırlamaya koyulurlar. Bu yemekler, demirden yapılan üçayaklar yani sac ayağı üzerine oturtulan büyük kazanlarla, odun ateşinde ve birkaç yerde birden pişirilir. Bakalım neler hazırlarlar? Başta yöremize mahsus olan sumakla yapılan meftune. Başka bir kazanda da bizim sumakla yapılan meşhur ekşili dolmamız... Diğer bir kazanda da 15-20 adet köy tavuğu pişirilerek, tavuklar didiklenir. Söğüş şeklinde akşamın soğuk mezesi olarak bekletilir. Haşlanan tavuk suyu ile mutlaka pirinç pilavı pişirilir. Bu yemeklere de lahana salatası eşlik eder. Meze olarak mutlaka fasulye pilakisi ve acılı ezme yapılır. Bol miktarda da ciğer kızartılır. 324 Kına geceleri kebapsız ve çiğköftesiz asla geçmez! Gün, akşam üstüne yaklaşırken çalgıcılar avluda yerlerini alır, davetliler de birer birer gelmeye başlar. Mutfaktaki işleri hafifleyen hanımlar da giyinip, süslenip avludaki yerlerini almaya başlar. Müzik sesiyle birlikte şarkılar, türküler hep bir ağızdan koro halinde söylenmeye başlar. Davetliler olabildiğince eğlenmeye ve tam halaya ısındıkları sırada hooopp yemek arası verilir! Masalara bazen melamin bazen de porselen tabaklar içinde taşınan meftune, dolma, pirinç pilavı ve lahana salatasından oluşan menü afiyetle yendikten sonra boşalan masalarda mezeler, çerez, meyve ve muhtelif içkiler yer alır. Evin bir bölümünde gelinin gınkamayrı yani vaftiz annesi kınayı yoğurur, başka bir yerde mangal yakılır, diğer bir bölümünde ise sessiz sessiz çiğköfte yoğurulur... Müzik eşliğinde nameler tekrar hep bir ağızdan söylenerek halaylar çekilir. Bu arada erkek tarafından genç ağırlıklı bir grup Dandigin Bayzar Baco önderliğinde, ellerinde fener ve fanuslarla Diyarbakır’ın karanlık ve dar sokaklarından geçerek, geline kına yakmak üzere yola çıkarlar. Sokaktan zılgıt sesleri yükselirken çalgıcılar da Diyarbakır halayına geçerek erkek tarafına hoş bir sürpriz yaparlar. Gelenler ellerindeki fenerleri söndürerek halayda yerlerini alırlar. Geldi düğün alayı, çatlasın kız anası, patlasın... Oğlan bizim, kız bizim, geliyor düğün alayı kaynanalar çeksin halayı... Damat evinde eğlence çoktaan başlamıştır. Gelin evine giden kafilenin dönüşüyle birlikte eğlence doruğa tırmanır... Esas eğlence tam da bu saatte başlar... Avlunun ortasına iki sandalye yerleştirerek, damatla kirveyi ortaya yan yana oturturlar. Sahneye kına tepsisi çıkar (uyanıklar damadı ağlatmazlar!) yine Kİ ZAVA? Kİ ZAVA? ANTO ZAVA HEYYYY diyerek, damat ve kirvenin çevresinde oynaya oynaya kına tepsisini elden ele dolaştırırlar. Hep birlikte söylenen şarkılar, türkülerle damada ve kirvesine kına yakarlar. Kına yakma ritüeli ile birlikte esas eğlence başlar. Hele bir de çalgıcılar formdaysa eğlence sabahın ilk ışıklarına dek sürer. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte içilen kakuleli acı kahvelerle evlere dağılırlar... Artık sarhoşlar nasıl ayılır? Bilemeyeceğim.... Silva Özyerli 325 DİYARBAKIRDA YEŞİL VE AĞAÇ SEVGİSİ Aygül DORU YEŞİL ŞEHİR DİYARBAKIR Diyarbakır’ın bitki örtüsünün günümüzden 10.000-7500 yılları arasında çok farklı olduğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, özellikle de Çayönü’nde yıllarca süren araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bilgilerin günümüzle bağlantı kurulmasıyla anlaşılmaktadır. Çayönü ve çevresinde, günümüzde yazın sıcaklığında bile sulak alanların olması eski zamanlarda daha geniş su havzalarının olduğu izlenimini vermekte, saz, kamış, keten bitkileri ile kunduz, susamuru gibi sulak alanlara ihtiyaç duyan hayvanların varlığı bunu ispatlamaktadır. Çayönü’ndeki bitki kalıntılarından meşe, fıstık,badem, dişbudak, ılgın, akçaağaç, katran ardıcı, çitlembik, kavak gibi ağaçlar; papirüs, hodan, burçak, labada, kuzukulağı, çobandeynegi, geven, yonca karakafes otu, sabunotu, madımak, sorguç otu, melengiç/ sakız, süpürgeotu gibi bitkiler yetiştiği anlaşılmıştır. İnsanların Çayönü’ne yerleşmesiyle birlikte bitki örtüsünde azalmalar olmuştur. Tarih boyunca Dicle Irmağı yoluyla Musul bölgesinin odun ihtiyacının. Diyarbakır Havzası’ndan karşılanması, havzanın göçebe aşiretler tarafından mera alanı olarak kullanılması sonucunda aşiretlerin odun ihtiyaçlarını karşılamak için meşe ormanlarını tahrip etmesi, günümüzde de yapıldığı gibi tarla açmak ve evlerin üzerlerini kapatmak için ağaçların kesilmesi ormanların azalmasının sebepleridir. Bitki örtüsünün aşırı otlatılması ve buharlaşmanın artmasıyla topraktaki su miktarının azalması, var olan bitki örtüsünün ortadan kalkarak yerini bozkır bitki örtüsüne bırakmasını beraberinde getirmiştir (11). Diyarbakır dünyada tarıma öncülük yapan Çayönü yerleşim yerine ev sahipliği yapmaktadır. M.Ö. 8000’de dünyada ilk tarım Diyarbakır’da yapılmıştır. Karacadağ ‘Einkorn’ isimli ilk buğdayın yetiştiği mekandır. Arkeolog Wooley’in Mezopotamya’da bulduğu bir stel’e göre Kral II.Sargon gül, incir ve üzümü bu bölgeden Güney Mezopotamya’ya götürmüştür. Bu alt yapı doğrultusunda Diyarbakır yerüstü kaynaklarına çok eski yüzyıllardan beri ev sahipliği yapmakta, yeşilin ve ağacın geçmişte ata yurdu özelliğini taşımaktadır. Osmanlı öncesi Diyarbakır’ı İslam coğrafyacılarının analizine göre değerlendiren bir kaynak Diyarbakır’ın yeşil bir şehir olduğunu vurguluyor 326 Tarihi kaynak analiz yapan Doç. Dr. Cem Zorlu ‘kaynakları şöyle topluyor’Anlaşılan odur ki Amed şehri bir su cennetidir. Kentte ağaç çoktur. Bu su bolluğunun yanı sıra şehrin toprağı da son derece verimlidir.Verimli toprak bu bol su ile birleşince değişik meyve ağaçları,bağlar ve bahçeler kente bereket katmaktadır (1). 16. yüzyılda seyyah Evliya Çelebinin dikkatini Dicle kenarında bağlar çekmiştir E.Çelebi Dicle kenarındaki fesleğen bahçelerini şu şekilde tanımlar. Aşağıda akmakta olan büyük nehrin iki yanı güllük, gülistanlık, bağ, bostan ve reyhanlıktır. Reyhanların hepsinin kökü toprakta olduğundan bütün yaprakları yeşil olmakta ve yerden sürekli nem alarak da büyümektedirler. Bir evin reyhan duvarından görünme imkânı yoktur. Bunlar, o derece sık reyhanlı, reyhandan kulübeler olup gece gündüz içinde oturan erkek ve kadınların genizlerine reyhanların ve gül, sümbül ve erguvan gibi diğer çiçeklerin kokuları dolar (2). Dicle aynı zamanda bir estetiktir, şair bu estetiğe dikkat çeker Diclenin kenarı bağ ile bostan Suyundan içerdi tarla, gülistan Masmavi tül gibi her baharistan Çevre nakışından bahseden yoktur. (M. mergen) Tarihte yeşil alanlar(Hevsel)’ai eski albümlerden görüyoruz MEB AEM Diyarbakır Albümü No: 0002 Diyarbakır’ı çeşitli tarihlerde ziyaret eden seyyahların Diyarbakır’ın bu yeşil dünyası karşısında büyülenmişlerdir. Yeşil Bursa tabirine benzer bir durum geçmişte Diyarbakır, için de geçerliydi. Şimdi belli ölçülerde yeşil olan Diyarbakır’ın geçmişi muhteşemdi. Bu açıdan seyahatnamelere göz atmak yararlı olacaktır Buckingham seyahatnamesinde Diyarbakırın bahçelik olduğunu ifade eder. 327 H. Peterman Doğu’da Yolculuk isimli seyahatnamesinde Diyarbakır’ı şöyle anlatır ‘2 saat boyunca Dicle’nin kıyısından çeşit çeşit meyvelerle dolu bahçelerin, Diyarbekri’in ismiyle ün yapmış muhteşem büyüklükteki karpuzların yanından geçtik. Dr. Lamec Saad Diyarbakır 1890 yılı izlenimlerini şöyle anlatır: Dicle kıyısı boyunca uzayan bahçeler, çeşitli nehir kollarının akmasıyla da, Diyarbakır’ın güneyinde ve doğusunda verimli alanlar oluşturuyor. Bu alanda çeşitli sebze ve meyve yetiştiriliyor ki, bunlar arasında en ünlü ikisi şehrin adıyla anılan kavun ve karpuzdur. Özellikle meyveler çok lezzetli kayısı ve üzüm bu meyvelerin en ünlüleridir. Bu verimli alan ilkbaharın gelmesiyle gül ve menekşe bahçesine dönüşmektedir. Halkın eğlence yeri olarak da Dicle kenarında Urfa kapı ile Dağkapı arasında bahçeler çok ünlüdür. Lord Warkworth ise 1898 yılı intibalarında ‘Güneye doğru uzanan vadi dut vadi dut bahçelerinin devamlı bir uzantısı diye bahseder. Lowthıan Bell isimli seyyah ise 1911 yılı seyahatnamesinde ‘Güneybatı tarafı dut bahçeleri ve bağlarla süslüdür’ der. Armand Colin ise seyahatnamesinde ‘Diyarbekir.Nehrin ötesinde ilginç ve hoş bir manzara araz eden yeşil bir vadiye bakmaktadır’ demektedir (3). Von Hammer ‘Osmanlı Tarihi’eserinde ‘Diclenin sahilinde bahçeler mevcuttur. Aldıkları mahsul Mezopotamya kıtasının en iyi mahsulü olarak tanınır. Türk seyyahı Evliya, Diyarbakır’ın Reyhan bağını, Batı Asya’nın en güzel bahçeleri olan Dimaşk (Şam), Malatya, Konya, Adaliye, Maraş bağlarına muadil bulur (4). Örnekleme Olarak Diyarbakır’ın Yeşil Alanlarından Hevsel Bahçelerine Uğrayalım: 328 Hevsel ve Dicle (F Türkoğlu) Dicle Kenarı da Yeşilliktir 329 Dicle nehri çevresi 330 Dicle kenarı Cumhuriyetin ilk yıllarında da Diyarbakır yeşil yönünden zengindi. Diyarbekirin mesire yerleri, bağlar, istasyon ve Mardin kapı dışındaki köşklerle Dicle kıyısındaki bahçeler ve yakın köylerdir. Şehrin parkları, Dağ kapı dışında Halkevi parkı ve ordu evi, Halkevi bahçeleri, şehir içinde Melek Ahmed ve belediye bahçeler ile hükümet bahçesidir (5). Bölge bitki bakımından zengindir. En çıplak Karacadağ’da bile güzellikler vardır. Karacadağ’da süs bitkisi olarak dağ lalesi, kan damlası, Linaria, Lathyrus, trahycarpus, lotus türleri vardır Süs bitkisi olarak ağaçsı türlerden Cerasus, çalı formunda Rosa cinsinden bitkiler vs. yetişir. Karacadağda 254 bitki çeşidi vardır. Dr. Taşkın’ın çalışmasına göre Diyarbakır Ziyaret dağında 297 bitki türü görmekteyiz. 331 Hüseyin Abdioğlu o yeşil günleri anlatıyor: Hevsel bahçeleri Mardin kapı’dan Dicle nehrinin önüne uzanırdı. Bizim toplam 80 parça bahçemiz vardı. Her hafta bahçelere inerdik. Dicle nehrinin önünde bostanlar kurulurdu. Zaten Diyarbekirliler yazlık diye bir yerlere girmezlerdi. Diyarbekirlilerin bir de Karacadağ eteğinde Ova bağ yolu dedikleri manzarası güzel mekânları vardı. Orada çadırlar kurulurdu. Orada herkesin bir çevirmesi vardı. Rahmetli dedem anlatırdı: O kadar kalabalık olurmuş ki, yazın orada bezzaz dükkanı bile açılırmış. O zamanlar Ali pınar köyü bile orman içindeymiş. Milli aşiret Hamidiye kumandanı İbrahim paşa o ormanların hepsini yaktırmış. Diyarbakır’da 101 bahçe, köşk ve piknik alanı belirtilmektedir (6). Şimdi Diyarbakır’ın geçmişte başka bir yeşil deposu olan Ben U Sen’e gidelim Tarihte Ben u Sen Ben u sen için Osmanlı belgelerine göz atalım. Resmi devlet belgesi 1869 Diyarbakır salnamelerinde Ben u Sen için şu ifadeler var: Ben u Sen mevkii dahi bir çemenistandır ki (çimenlik), senenin dokuz ayı içinde taravetine (tazeliğine) halel gelmez (7). Arif paşa seyahatnamesinde Ben u Sen’i şöyle tasvir eder: İşbu iki burcun önünde ve Kıbleye ma’ruz bir mevki’de meşhur (Ben u Sen) mesiresi vardır. Ve mesirenin onu ağaçlar ve köşkler ve değirmenler ile müzeyyen bir vadi-i nikdir. Ben u Sen mevkii kal’anın şaranbolu pişgahında bir sath-ı mai’ilden ibarettir. Çemenzardır (çimenlik). Bir iki menba ve üç adet havuz vardır… Erzincani İzzet paşa Diyarbekir valisi iken bu mesire hakkında söylediği manzume-i Dilara aşağıya yazılmıştır: 332 Manzume-i Ben u Sen Bir aceb sefa Gülşen-i rana Ben u Sen Görse ger Sa’di Gülistan’a yazardı vasfın Çün viri revnak-ı gülgeşt-i musalla Ben u Sen Mevki’inde varanın feyz-i meserretden eser Gerçi bir vadi-i pür sahra ve saha Ben u Sen Gösteririm sana sinemde olan yareleri Olmaya kimse bu gülzarda illa ben u Sen Gerçi ki her tarafı Amid’in ‘adn-asadır Nice mümkün idelim vasfına aya ben u Sen (8) Ben ü sen (19. yüzyıl) (9) (Dr. Adil Tekin. Ben u Sen. 1945 333 Ben U Sen’ü daha iyi anlamak için 1987’de Mevlüt Mergen’in yazdığı Benu Sen Türküsüne bakalım: Benu sen bir efsane Dutları tane tane Geçip gitmeden sene, Kavuşalım benusen Bahçe adı benu-sen Gönül söyler benusen Çatlasın el uşağı Kavuşalım benusen Benu-sen’de mazim var Şahittir eski canlar Ne hoş öterdi kuşlar Yeşil iken benu-sen ……. Ben u Sen’de Mezarlık 334 Diyarbakır’ın İlçeleri Aynı Ölçüde Güzeldi 1937 yılına ait bir kitapta Lice ilçesi bağ ve bahçeleri çoktur denmektedir 1937 yılına ait bir kitapta Silvan’ın bağlık ve bahçelik olduğu söyleniyor. 1937 yılına ait bir kitapta Yeşil bahçeleri olan Hani görülmeğe değer denmektedir (10). Yeşil şehir Diyarbakır’a bir örnek Silvan ilçesinden. Resim:Silvan mücadele gazetesi. 335 Yeşil Lice Gül şehri Diyarbakır Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma Daire Başkanı Samet Uçaman 360 bin mevsimlik çiçek üretip 71 bin tanesini yurttaşlara ve kurumlara dağıttıklarını söyledi. Bu yıl içerisinde 30 bin fidanın 4 bin 480’inin belediye alanlarında kullanılırken, 15 bin adet çalı bitkisinin ise kurumlara dağıtıldığını söyleyen Uçaman, bunların 4 yaş fideleri olduğunu bildirdi. 14 çeşit gül yetişecek Uçaman ayrıca Diyarbakır’ın tarihinde 14 çeşit gül yetiştirildiği bilgisine sahip olduklarını, bunun için yaptıkları araştırma sonucu saha çalışmalarında fide topladıklarını söyleyerek, “Bu fideleri kendi tavalarımızda çelikledik. Şu an büyümeye başlıyor” dedi. Dicle Üniversitesi’nin de teorik olarak böyle bir çalışmasının olduğunu ancak saha çalışması yapmadıklarını ifade eden Uçaman, “Konuyla ilgili Üniversite’deki hocalarla da ilişkiye girdik. Bu bitkiler yetiştikten sonra tek tek isimlendirilip, çeşitlerine göre tescillenecek” diye konuştu. Uçaman, aroması ve yüksek kokusuyla esans yapımında kullanılan bu güllerin Diyarbakır’daki gül yetiştiriciliğini de teşvik edeceğini belirtti. Büyükşehir Belediyesi’ne ait serada; aralarında Mavi Servi, İran Çamı, Çınar, Dişbudak, Tespih Ağacı gibi fidelerin bulunduğu 50 bin ağaç fidesi yetişiyor. 35 bin adet 5 yaş üstü bitkiler ise replikajda bekletilerek, Kent Ormanı’nda değerlendirilecek. Yine Fidanlık’ta aralarında Taflan, Ateşdikeni, Berberis, Mahonya, Keçisakalı, Kuşdili, Zakkum, Leylak ve Bahçekülü’nün bulunduğu 9250 adet çalı bitkisi de şaşırtma usulü ile poşetlere alındı (12). 336 KAYNAKLAR 1. Doç. Dr. Cem Zorlu. İlk İslam coğrafyacılarına göre Diyarbakır1. Uluslararası.Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu. 20-22 Mayıs 2004. Diyarbakır. 2004. s. 857 2. Martin van Bruinessen ve Hendrik Boeschoten. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İst. 1997. s. 364.279.253 3. M. Şefik. Korkusuz. Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003, s. 93,94;127,157;158; 192,213; 219 4. Von Hammer. Büyük Osmanlı Tarihi. Emir yay. İst. 2/449 5. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb. 1937. s. 48,55,85,86 6. Şehmus Diken. Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım.İletişim yay.İst. 2003. s. 83131 7. Ömer tellioğlu (ed). Diyarbakır salnameleri. Büyükşehir belediye yay4/63 8. Şefik Korkusuz. Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İt. 2003. s. 143 9. Ekici C. (ed): Osmanlı belgelerinde Diyarbakır. Devlet Arşivleri genel md. 2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Ank. 2006. 10. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb.1937. s. 47,49 11. Prof. Dr. Muhammet Besir Asan Ayaş Demirtaş. İslam Fethine Kadar Diyarbakır. Yüksek Lisans Tez_T.C. Fırat ÜnSosyal Bilimler Enstiİüsü Tarİh Anabilim DalıElazığ 2007 12. 13 Ağustos 2012 www.diyarinsesi.org 337 ORMAN KENTİ DİYARBAKIR Aygül Doru Diyarbakır tarihöncesi dönemden beri yaygın orman topluluklarına sahipti. Arkeolojik kazıların yapıldığı Çayönü, Hallan Çemi gibi mekanlarda yaygın orman yapısı dikkat çekmektedir. Bu açıdan önce bu bölgelerin doğal çevresine göz atalım: Neolitik dönemde orman Güneydoğu Anadolu “Verimli Hilal” olarak adlandırılan bölgenin birbirinden çöller ile ayrılmış iki uzak ucunun birleştiği ve kuzeye doğru en çok sokulduğu ve en büyük genişliğe eriştiği orta kesimini oluşturmaktadır. Bu bölgeyi, Doğu Anadolu platosundan doğup Basra Körfezi’ne dökülen iki büyük nehir Fırat ve Dicle ve onu besleyen, bazıları mevsimlik, akarsular yarmaktadır. Bölgenin kuzey-kuzeybatısında dağ eşiğinde yer alan ve yüzölçümü yaklaşık 15 hektar olan Ergani Ovası birbirinden farklı üç kuşak ile çevrilidir: Kuzeyde, Güneydoğu Toroslar, Torosların eteği boyunca uzanan fay çöküntüsü üzerine yerleşmiş yerel koşullara bağlı olarak ayrı oluşumlar gösteren dağ ovası dizisi, güneyde de Güneydoğu Anadolu platosu Çayönü, ikinci kuşağın ortasında, üç kuşağın birbirine geçiş alanının çok dar olduğu yerde, kuzeyden gelen Dicle’nin bir yan kolu olan Boğazçay’ın kuzey kıyısında kurulmuştur. Bu konum Çayönü halkına bir günlük yürüme mesafesinde değişik bölgelere gidip gelme ve çeşitli doğal kaynaklardan yararlanma olanağı tanımıştır. Çayönü Tepesi bugünkü yerleşim alanlarına göre, Ergani İlçesi’nin 7 km. kadar güneybatısında Hilar kayalıklarının üzerinde kurulu Hilar (Sesverenpınar) Köyü’nün kuzeyinde, K-G 160 m., DB 350 m. boyutlarında bir höyüktür. Deniz seviyesinden yüksekliği 832 m., kültür dolgusunun kalınlığı güney yarıda 4,5 m. olmasına karşın kuzey yarısında 6,5- 7 metreyi bulmaktadır. Çevresinde tarlalar uzanmaktadır. Bu doğal çevre farklı bitki ve hayvan topluluklarına yaşam alanı tanımıştır. Bugün bitki örtüsü açısından oldukça çıplak olan ova ve çevresinin görünümü10.000-7.500 yılları arasında günümüzden çok farklıydı. Neolitik dönem insanları yerleşmek için ovanın bazalt-genç alüvyon dolgu sınırını ve/veya dağ eşik bölgesini tercih etmişler. Bugün yazın en sıcak aylarında bile sürekli akan bir deresi ve bir dizi gözeleri bulunan ovanın o zamanlar çok daha sulak, geniş tatlısu havzaları ile kaplı olduğu, saz, kamış, keten gibi sulak ortam bitkilerinin, kunduz, susamuru gibi derin sulak alana gereksinim duyan hayvanların, çok sayıdaki tatlısu kabuklarının varlığı açıkça göstermektedir. Domuz gibi daha ormanlık ve yumuşak topraklı ve sazlıklarla kaplı nemli bir ortamı yeğleyen, geyik gibi çok sık ağaçlıklı olmayan nehir boyundaki orman ortamında yaşayan hayvanların varlığı, meşe (Quercus) gibi oldukça geniş bir dağılım alanı gösteren ağaçların, karakafesotu (Anchusa), sabunotu (Vaccaria) ve madımak (Polygonum) gibi sulak nemli 338 daha serin iklimi yeğleyen bitkilerin yanısıra melengiç/sakız (Pistacio), sorguçotu (Stipa), süpürgeotu (Bromus) gibi daha kurak bozkır bitkilerinin varlığı ve özellikle sulak ortamı seven hayvan ve bitkilerin daha çok eski evrelerde bulunması, çevrede doğal olarak yetişen mercimek ve fığ gibi baklagillerin, emmer ve einkorn gibi daha çok otsu görünümlü tahılların yavaş yavaş başlayan tarımının artması sonucu çevrenin değiştiğini (tarla açmak için genç ağaçların kesimi, çalılıklardan arındırma gibi) belki de zaman içinde gölün dolarak küçülmüş olabileceğini de gözönüne alırsak, iklimsel ve ekolojik açıdan değişiklik olmamakla birlikte özellikle insanın doğal çevresini değiştirmesinin getirdiği sonuçlar yerleşmede kazılar sırasında hissedilmektedir. Bugün tepenin güneyinden akan Boğazçay, yatağını ancak 3. binlerde açmıştır. Açık ağaçlıklı alanlarda yaşayan yabani sığır; genellikle derin vadilerle yarılmış yüksek dağlık araziyi tercih eden küçük topluluklar halinde yaşayan yabani keçi; yazın daha çalılık-otluk dağ yamaçlarını yeğlerken kışın dağ etekleri ve vadileri yaşam alanı olarak seçen büyük sürüler halinde dolaşan yabani koyun; dağlık arazi yerine vadilerde de barınabilen ama genellikle ovaya da alçak tepeleri tercih eden ceylan ve yabani at; büyük ölçüde yabani yemişler ile beslenen alt örtüsü zengin sık ormanların hayvanı olan ayı yukarıda sözünü ettiğimiz değişik ortamları çok iyi yansıtmaktadır. Bütün ortamlara uyum sağlayan tilki, kaplumbağa gibi hayvanları ile çevre insanlara sonsuz (!) besin kaynağı sunmaktadır (1). Çayönü (M.Ö. 7000)’nde Meşe önemli bir ağaç grubudur Ayrıca melengiç, gülgiller, dişbudak ve teke dikeni mevcuttu (2). Osmanlı döneminde de ormanların varlığını gelir defterlerinde görüyoruz. 1670 yılında Ömer paşa’nın en önemli gelir kaleminin orman ürünlerinden olduğunu anlıyoruz Gelirler Çüngüş, Ergani ve Çermik kazalarının bez ve bağ ve üzüm akçesidir. Kulp kazasının arpa ve bez ve bağ akçesidir Atak’dan arpa akçesi Mihrani’den odun akçesi Hani’den odun akçesi Ergani’den odun akçesi Tercil kazasından odun akçesi (3). 19. yüzyılda orman Yüz sene evveline kadar Diyarbakır bölgesinin büyük bir kısmı ormanlıktı. Karacadağ çevresi, Çermik, Çüngüş, Ergani, Piran, Eğil, Hani, Lice, Kulp ve Hazro dağlık mıntıkaları baştanbaşa meşe ormanıyla örtülü idi. Köylerimiz bağ ve bahçelerle donatılmıştı. Diyarbakır şehrinin hemen civarında (Seyrantepe’den) başlayan ormanlık saha, kuzeye yani eğil’e doğru gittikçe genişler ve yükselirdi. 339 Sur dışı bahçeleriyle Alipiınar ötelerine kadar üzüm bağlarıyla kaplıydı. Kıtırbil önlerinden başlayarak kaynaklarına değin Dicle vadisi bağ ve bahçelerle doluydu. 1870 yılında Diyarbakır- Siverek yolunu açtıran Vali Kurt İsmail paşa’nın bugünkü Kırgalı (Pirinçlik) ötesinden (şehrin 25 km.kadar batısı) yol güzergahını geçirmek için baltacı kolları gönderdiği ve Karacadğ’ın bu kuzey eteklerinde günlerce orman içinden ağaç kestirerek yolu açtırdığı bir hakikattir (4). 1869 seneli tahrirde 76 kereste ambarı, 22 kavaklık, Dicle kenarında iki odun iskelesi olduğu belirtilmektedir (5). Bu bilgi bölge orman rezervi hakkında fikir verir. Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde ‘Vaktiyle bu havaliye zinet bahş olan vasi ormanlar mamuriyet-i mahalliyeyi tezyide hadim bulunmuş iken memleketin Kurun-u ula ve vüstada uğradığı mücadelat-ı mütevaliye ve müteselsile ile ormanların emri muhafazasına ahali tarafından itina edilmesinden dolayı o menafi-i servet ve umran mahv u na-yab olup gitmiştir. Şimdi havileyn (Lice), Nerib (Eğil), Derik dağlarından çıkarılan meşe ağaçlarıyla ancak levazım-i ihrakiye (yakacak) tredarik olunabilir. Kerestelerin kısm-i azamı suret-i mahsusada yetiştirilmekte olan ağaçlarından, bir kısmı azamı suret-i mahsusada yetiştirilmekte olan ağaçlarından, bir kısmı kalili de cevizden istihsal edilmektedir. (5/87) Kavak ve söğüt ağaçları şehir ve kasaba ve eker kurada ziyadesiyle yetiştirilir ve ihtiyac-ı mahalliden fazlası kelekle aşağılara sevk olunur (3/360). Yine salnamelerde sınai mamül olarak ahşab mamul 30.000 yekün mahsul keyl-i aşari denmektedir. (4/73) (6). Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde ‘Haric-i surda bahçeler ve bostanlar kesret üzere bulunup her nevi sebze ve eşcar (ağaç) yetişmekte ise de eşçarın çoğu dut ve kavak ve söğüt ağaçları olduğundan duttan pek çok harir (ipek) imal olunur. Ve kavak ve söğüt ağaçlarının bir kısmı kelek bağlanarak Dicle ile Musul vilayetine sevk ve ihrac olunur. Lice kasabası beğ ve bahçeliktir (3/222,223) . Dahil ve haric-i şehirde bir hayli bağlar, bahçeler, güzel güzel mesireler ve köşkler mevcuddur.Hele mevsim-i baharda dağ ve Mardin kapıları haricindeki nüzhetgahlarda temaşagah-ı erbab-ı tabiat olan badem, şeftali, elma çiçeklerinin manzara-i ferah-bahşasıyla Dicle nehrinin sağa ve sola temayül ede ede cereyan-ı tabiisinin teşkil etmekte olduğu cetveller o manzaraya başka letafetler vermekte ve bahçelerin bazısında huda-yi nabit menekşe çiçeği, yetiştirilen gül fidanları adeda birer gülzar-ı nükhet-i nisar-ı letafet teşkil edip bülbüllerin,tuyurun enva-ı nağamat-ı ferah efzası da da teşnif-i sevami eyler. (5/84) (6). Ormanların harikden muhafazası hakkında emirneme bulunmaktadır. Ormanların muhafazası hakkında 11 teşrin-i sani 1291’de talimat gönderilmiş ve bu hususla ilgili memur tayin edilmiştir (4/180,187) (6). 340 Hevsel bahçeleri Diyarbakır’ın önemli üretim maddelerinden biri başta deri olmak üzere,pamuk ipliği ve deri boyanmasında kullanılan mazu idi. Bu durum Diyarbakır çevresinin meşe ormanları bakımından zengin olduğunu göstermektedir (7). Diyarbakır’a gelen Ali bey ‘Seyahat jurnali’eserinde Dicle nehri memleketin önünden akar. Şehrin bulunduğu yer yüksek olduğundan kaleden Dicle’ye kadar yokuş aşağı bahçeler dedikleri ormanlar vardır (8). Diyarbakır’ın çevresinin orman olduğunu anlamak için Diyarbakır-ErganiMaden yolunun açılış hikayesine göz atmak gerekir. Kurt İsmail Paşa çevresindeki eşrafa bu yolun açılmasında yardımcı olunmasını ister. Bu noktada Ahmet Cemil Paşa ön plana çıkar. A. Cemil Paşa’nın ambar çayı civarında kendinse ait 20 köyü ve ayrıca kendisine bağlı ilaveten 30 köyü vardı. Aşiretine verilen talimat üzere yol açma çalışması başlar’ Yol patika yol,ancak bir hayvan geçebiliyor. İşe başlıyorlar. Yirmibeşer metre mesafe ile başlıyorlar çalışmaya. On beşi ağaç kesiyor, on neşi kesilen meşe ağaçlarını kenara taşıyor, on beşi de yolu tesviye ediyor. Bu şekilde kısa zamanda yollar açılıyor (9). İlçelerde de zengin orman varlığını seyahatnamelerde öğreniyoruz. Arif paşa seyahatnamesinde Çüngüş’den şu şekilde bahseder: Çüngüş’de İslamların ekserisi odunculuk ile geçinir’ (10). Bu şekilde bir tasnif önemli bir dini grubun geçimi için ormancılığın yeterli olduğu anlamına gelir. Cumhuriyetin ilk yıllarında orman 50 yıl önce bugünkü şehitlik mevkii ormandı. Sarıkız ormanı ismi verilen bu orman Alipınar’a kadar uzanıyordu. 1916 yılında Iraktaki Türk ordusunun nehir taşımacılığında kullandıkları kelekler için ağaçlar Diyarbakır’dan gönderiliyordu (11). 341 1967 yılında 264.472 hektar orman sahası olduğu ve 54.500 ster odun elde edildiği belirtilmektedir (12). Orman varlığının artırılması için fidanlıklar kurulduğunu görüyoruz. 1938 Merkez numune fidanlığı (13). Diyarbakır İlçelerinde Orman 1936 yıllarında Diyarbekir’de 1.933.250 dönüm orman olduğu ifade edilmektedir. Ancak tam kadastro yapılmadığı için kesin rakam verilememektedir. Ormanlıklar Eğil, Lice, Kulp ve Çermik ilçelerindedir. Ormanlarda en çok meşe, kara ağaç ve ardıç yetişir. Toprağın bünyesi çam yetiştirmeğe de elverişlidir (14). 1937 yılına ait bir kitapta ormanı bol olan Kulp görülmeğe değer denmektedir (15). Orman varlığını artırmak için ilçelerde fidanlıklar kuruluyor: 1938 yılı Silvan Fidanlığı (13) 342 İlçe ormanlarının nasıl katledildiğini de görüyoruz. Fuat İplikçi anlatıyor: Vatandaşlar Karacadağ’a kadar kesip getirmişler ormanları. Evliya Çelebi de ağaçlardan gökyüzünün görünmediğini söyler. Ben son zamanlarda yetiştiğimde Dicle nehri üzerinde keleklerle o güzelim Pirincman odunlarını taşıdıklarını gördüm. Fidan gibi, kalem gibi kesilirdi odunlar (16). Tarihte Yenikapı Sağlık Ocağı Civarında Bu Oluşumu Gözlüyoruz Basri Konyar 1936’larda Eğil’i anlatırken’ ormanlıklı boğazlar geçildikten sonra bağ ve bademliklerle süslü sırtların yamaçlarından geçir. Artık eğile yaklaşılmıştır. Eğil’in birbuçuk saat ilerisinde Şain mevkii Diyarbekir odunlarının keleklerle taşındığı yerdir’‘Dicle, Eğile çok faideler temin eder. Odunculuk ve tahtacılık bu ırmak sayesinde oldukça inkişaf eder. Tahtalık ağaçlar maden köylerinden ve Hazrodan alınır. Ve ekseriya Eğilde kesilip Diyarbekire sevkedilir. Orada biçiir. Diyarbekirde kale içinde görülen tahtalar hep eğilin sevkiyatıdır.Harpten evvel elli altmış bin kütük bulunurdu.Şimdi yılda oniki bin kütük gelmektedir.demektedir (17). 949 yılında ormanlarımız 1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini detaylandırmıştır. Dicle boyunda yeşillikler ağaca kucak açmıştır. Bütün güney illerimizde olduğu gibi burada da kavağın büyük bir yeri vardır. En güzel alanlar şirinliğini, cana yakınlığını kavaktan alır. Kavak kerestesi, kaşık, beşik, eşik yapımında halkın imdadına yetişir. Kızların gergefi, aşıkların çalgısı kavaktandır. Diyarbakırın ormanları daha ziyade kuzeydeki dağlık kısımlardadır. Çermik, Kulp, Eğil, Ergani, Silvan, Lice ilçelerinin dağlık çevreleri hep ormanlarla doludur. 343 Güneyden Dicleye doğru sıralanmış olan Çınar ilçesi dağlarında da meşelikler vardır. Eğil ormanlarından kesilen odunlar keleklerle Diyarbakır’a nakledilir (18). Konyar ‘Hani için 1936’larda civar dağlardaki meşelikler odun ihtiyacını temin etmektedir. Söğüt ağaçları burada zikre değer bir varlıktadır. Nahiyenin ihracatı kereste, bilhassa ceviz tahtalarıdır’ifadesini kullanır (17). 1962 yılı Dicle-Lice arası ormanlar (ortada Bırklin suyu) (19). 1962’de Diyarbakır’da 227020 ha Ormanlık Alan Mevcuttu (19) Günümüzde orman Karacadağ volkan konisi (1938 m). bulunmaktadır. Bu volkan konisi, türü (Hawaii) gereği , yaymış olduğu lav bazaltik olup, siyah ve çok akışkandır. bundan dolayı Karacadağ Volkanı yükselmemiş ancak geniş alanlara yayılmıştır, genel olarak bazik lav karakterli bazalt (karataş) taşları yayılmış durumdadır.İlçenin en yüksek yeri olan Karacadağ volkan konisinin zirvesi (1938 m). ile bu koniye bağlı oluşmuş olan bazı parazit konilerdir.Bunlardan en önemlileri ise Kurt Tepesi (604) ile (Beş Tepe)’dır. Karacadağ’ın bulunduğu alanda yer yer Meşe (Quersus) ormanlarına rastlanmaktadır.20.yy’ın ortalarına doğru bu alanlar orman açısından zengin bir örtüye sahip iken,bu yıllardan sonra kaçak kesimler ve yakacak temin etmek için büyük oranda tahrip edilerek yok olmayla yüz yüze bırakılmıştır.Ormanın yok edildiği alanlarda dikenimsi Garig toplulukları yer almaktadır (20). Sık, güzel meşe ormanları tükenmiştir. Ormanların kalıntısı olarak çalılıklar, fundalıklar görülür ve geçmişin büyük ormanlarının belgeleri olarak dikkati. Meşeden başka kızılağaç, gülgen, isfendan, yabani gül, yabani fındık ağaçları kuru ormanlar halinde yer yer kalabilmişlerdir. Dağ keçisi ve benekli pars tükenmiştir. Yaban ördeği, çulluk,keklik, bıldırcın hala görülmektedir (21). 344 Diyarbakır havzası, Basra Körfezi’nden başlayıp Toros Eteklerine kadar uzanan ve. Toroslar yayını Çizerek Amanos Dağları ve Lübnan yolu ile Filistin’e ulaşan verimli. “Hilal”ın kuzey sonunda yer alır. Havza; Karacadağ, Mardin Eşiği ve Toros Dağları arasında bir step adacığı görüntüsündedir. Bu step adacığının çerçevesini orman tahripleri sonucunda çıplak kalmış sahalar veya bodur meşe toplulukları meydana getirmiştir. Bu nedenledir ki Diyarbakır Bölgesi bitki örtüsü ve orman yönünden çok fakir bir durumdadır. Step kenarında yer alan meşeler Bölgede Akdeniz iklimine yaklaşan kontinental bir ilelim tipi hüküm sürdüğü için kurakçıl orman karakterindedir. Tabii ormanın alt sınırı Diyarbakır Havzasının Kuzey batı ucu ile Mardin Eşiği’nin dış eteklerinde diğer bölgelere göre biraz daha yüksektir. Dicle ilçesi ile Hazro arasında çizilecek bir hattın kuzeyinde ise yer yer, nispeten az tahrip edilmiş meşe toplulukları yer almaktadır. Yabani meyve ağaçları ise Dicle nehri yakınlarında yer almaktadır. Meşe türleri arasında en yaygın olanı Quercus infestoria (mazı meşesi) dir. Bununla beraber Quercus brantii,Quercus vesca, gibi türlere de rastlanmaktadır. Havzayı kuzey ve kuzey doğudan kuşatan Bitlis-Hakkari Torosları’nda da başlıca ağaç türlerine meşeler (Quercus iberica, Quercus castaneafolia, Querscus infectoria vb). oluşturmaktadır. Kışların uzun sürdüğü yüksek kısımlarda meşelerin yerini soğuğa karşı. daha dayanıklı olan ardıçlar yer almaktadır. Kuytu ve sulak vadi tabanların ise Söğüt, Çınar, ceviz kavak ve melengiç gibi değişik ağaç türlerine rastlanır. Bu dağlık sahada ormanın üst sınırı tahribatın olmadığı yerlerde 2400 m’ye kadar çıkmakta ve bu sınırın üzerinde de Astragalus ve Acanthalimon’ların geniş çapta yayıldığı Alpinkat yer almaktadır. İlin önemli bir bölümünü oluşturan steplerde yağış az, bağıl nem düşük ve kurak dönem çok uzundur. Bu durum bitki yaşamı için önemli bir engel oluşturur. Havzadaki. Step bitkilerinin başlıcaları; Velbuscum, Astragalus, Delphinium, Eryaglum, Euphorbia, Gentiana, Silene, Trifolium, Bromus, Thymus, Achillea ve Convulvulus’ların çeşitli türleridir. Doğal orman alt sınırının Siirt civarında 700 m., batıda ise Ergani’nin güneyindeki kalker topografya üzerinde 800 m’ye kadar inmesi Step’in çekirdek sahasını az çok belirmektedir. Çeşitli nedenlerle orman alanları gittikçe daralmış ortaya çıkan step alanı ise genişlemiştir. Bitki örtüsü aşırı otlatma sonucu ortadan kalkmış, toprağın ince taneli üst tabakası aşınarak verimi düşmüştür. 345 Diyarbakır Havzası yaklaşık olarak 6000 yıl daha eski bir zamanda beri yerleşim sahasıdır. Diyarbakır’a yerleşen ilk insanlar kendilerine tarım arazisi temin etmek, yakacak ihtiyaçlarını karşılamak ve hayvanlarını otlatmak için meşe ormanlarını tahrip etmiştir. Bunun en canlı örneğin Ergani – Dicle yolu üzerine görmek mümkündür. Yol boyunca uzana bağlar, meşe çalılıkları arasında küçük parseller biçiminde yer alır ve insanın doğal bitki örtüsü üzerinde yol açtığı değişikliği yansıtır. Diyarbakır ili stepleri büyük ölçüde doğal değil, antropojendir. (İnsanın olumsuz etkilemesi sonucu ortaya çıkmış). Özellikle dağlık alanlarda ve tepelik yörelerde rastladığımız ağacın hiç olmadığı, çalının bile bulunmadığı yerler insanın doğaya verdiği zararların sonucunda bu duruma gelmişlerdir. Bugünkü Ergani ve dolayları, Karacadağ, Güneydoğu Toroslar geçmişte büyük ölçüde ormanlarla kaplıydı. Ormanların hiç tükenmeyeceği sanılarak ağaçsız Arap Çöllerine, Musul’a Bağdat’a yüzyıllar boyunca odun ve tomruk taşındı. Ormanlar yakılarak tarlalar elde edildi. Diyarbakır’da sayısı pek çok olan hamamlar dağlardaki ormanların tüketilmesinde önemli rol oynadı. Yüzyıl kadar önce kuzey yamaçları ormanlarla kaplı olan Karacadağ’da bugün bu ormanlarda eser kalmamıştır. Doğal bozkır bulunmayan Diyarbakır ilinde antropojen bozkırlar da 1950’li yıllarda başlayan tarımda makinalaşma sonucu tahıl yetiştirilen ekeneklere dönüştürülmüştür. İlimizde tesbit edilen karasal ve aquatik tür ve populasyonları Sulak Alan ve Etrafında Bulunan Bitki Toplulukları Yerel ismi Bilimsel ismi Sucul Bitkiler Düğün Çiçeği Saz Rumex Rumex Darıcan Sinir otu Nilüfer Su Mercimeği Potamogeton Su Yosunu. vs. ). Sulak Alan Etrafındaki Bulunan Bitki Topluluklar: ( Otsu Bitkiler, Diken Çalı Yerel İsmi Bilimsel İsmi Ağaçlar Söğüt Salix Otsu Bitkiler Halep Otu Yulaf Lale YoncaÜçgül Arpa ,Dikenli Bitkiler Geven, Brom (22). - 346 İller Orman Varlığı (2000). Tarım master planı Toplam Alanı İller (ha) Ağaçlandırılmış Alan Potansiyel Alan % (ha) % (ha) % Adıyaman 130.000 10.13 22.500 46.74 120.000 29.92 Batman 30.254 2.36 271 0.56 20.153 5.03 Diyarbakır 341.607 26.61 913 1.90 36.632 9.13 Gaziantep 88.739 6.92 16.052 33.35 69.045 17.22 Mardin 119.370 9.30 - - 134.000 33.42 Siirt 315.046 24.54 695 1.45 12.850 3.20 9.537 0.74 7.704 16.00 1.600 0.40 Sımak 248.837 19.40 - - 6.700 1.68 Toplam 1.283.390 100 48.135 100 400.980 100 Şanlıurfa Üniversite Camii Ve Ağaçlar 347 Dicle Kenarında Ormanlar İLÇE ORMANLARI Kulp ormanları İlçe bitki örtüsü bakımından oldukça zengindir. Nitekim ilçe yüz ölçümünün arazi dağılışına baktığımız zaman arazinin % 59’unu meşelik ve fundalık alanların oluşturduğunu görmekteyiz. Özellikle Mazı Meşesi ve Palamut Meşesi türleri çok yaygındır. Ayrıca Lübnan Meşesi ile Saplı Meşe türlerine de rastlanır. Meşe ormanları yıllarca insanlar tarafından tahrip edilmelerine rağmen geniş bir yayılım sahasına sahiptir. Ayrıca akarsu vadileri boyunca Kavak ve Söğüt türlerine sıkça rastlanır. İlçedeki diğer ağaç türleri: Badem, Akçaağaç, Alıç, Ardıç ve cevizdir. Bozkır formasyonu olarak, Geven, Sağırkuyruğu, Çobanyastığı, Kekik, Karaçalı ve Sütleğen gibi türlere rastlanır. İlçede bozkırların geniş yer kaplaması hayvancılığın gelişmesini sağlamıştır. Ayrıca ilçede Sarıçam ormanlarının kalıntılarına rastlanmaktadır. Bu da ilçede daha eski dönemlerde sarıçam ormanlarının bulunduğunun kanıtıdır (23). Ergani ormanları Ergani ilçesinin sınırları içinde tarıma elverişsiz alan 213 400 dekar; çayır ve mera 39 400 dekar; ormanlık alan ise 22 000 dekardır. Ergani çevresinde tabii orman alt sınırı 800 metredir. Buna göre orman olmaya elverişli geniş bir alan vardır. Ergani Orman Amirliği, Dicle İlçesi Orman Şefliğine bağlıdır. Ergani ilçesinin bulunduğu bölge, orman varlığı bakımından zengin sayılmaz. Ergani’nin Kuzey kısmındaki dağlık alan ormanlıktır. Güneydoğu Toros Dağları M.Ö. dönemlerden M.S 15. yy’a kadar ormanlarla kaplıydı. Uzun yıllar ormanlar bilinçsizce tahrip edilmiş. Ağaçlar yüzyıllarca keleklerle Musul’a, Bağdat’a taşınmış. Ergani Bakır Madeni’nin odunla işletildiği devirlerde, civarda bulunan zengin ormanlık alanlar yok edilmiştir. Ergani’nin kuzeyindeki dağlarda meşe ormanları vardır. Korunan alanlarda 348 ormanların geliştiği görülmek-tedir. Çevrede tek-tük kalan büyük meşe ağaçları eskide geniş ormanların var olduğunun göstergesidir. Ne yazık ki geniş dağlık alanlar çıplaktır (24). Dicle Ormanları Dicle ilçesinde Arazinin %30’u meşe ormanıdır.Bu yüzden daha fazla yağmur alır.Ormanlık alanlardan yılda 1000 ton yakacak odun elde edilir (25). Pirejmanda Meşe Ağaçları Tarihte Dicle ilçesi ağaçları Kelekçi köyüne getirilir. Oradan keleklerle Diyarbakır’a getirilirdi. Kelekçi, Diyarbakır ilinin Dicle ilçesine bağlı 17 km uzakta bir köydür. Köyün adının eski zamanlarda kelek ile dicle nehrinden taşımacılık ile ticaret yapıldığı için konulduğu söylenir. Adıda bu nedenle kelekçi köyü olmuştur. 349 Hani İlçesi Hani’de Dağlık kısımlarda meşelikler odun ihtiyacını karşılar.bir de önemli ölçüde söğüt ağaçları vardır, ilçeden her yıl kereste satışı yapılmaktadır (25). Lice Antak Ormanları 350 Lice - Dibekköy Ormanları Hazro Ormanları 351 Silvan Ormanları (Foto Suat Ergin) (Tepede Boşat Kalesi) 352 Kocaköy Ormanları Foto: Yahya kamçı Diyarbakır’da Odun Sektörü (Silvan yolu) 353 Odun Pazarı (Bağlar) Diyarbakır’da Ormancılığa Önemli Katkıda Bulunan Bir Müessese ORMAN FİDANLIĞIMIZ (26) Silvan Yolu Üzeri 3. Km adresinde bulunan fidanlığımız 1962 yılında kurulmuş olup rakımı 580 metredir. Toplam üretim alanı 60 Ha olup, üretim kapasitesi 2.500,000 adettir. Fidan talebi olması halinde fidanlığımızda üretim kapasitesi arttırılabilmektedir. Sahamız 52 parsele bölünmüş ve her parsel 10 dönümlük alana sahiptir. Yıllık 2 milyon Adet civarında fidan üretimi ve 5 ton civarında tohum üretimi yapılmaktadır. Diyarbakır ve çevresinin fidan ihtiyacı büyük oranda fidanlığımız tarafından karşılanmaktadır. 354 Fidan üretim şeklimiz rootball, tüplü, torbalı, saksı, sepet ve çıplak köklüdür. Fidanlarımız hastalıksız, sağlıklı ve dikim mevsiminde uygun bakım koşulları altında tutma olasılığı yüksektir. Fidan üretim sahasın da repikajlı, boylu fidan üretimine yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Üretimimiz olan boylu fidanlar hastalıksız, çevresel koşullara uyum sağlayan yapraklı ve ibreli türler olup kamu ve kamu kuruluşlarının istediği boy ve çap özelliklerine sahiptir. Orman Fidanlığımız ülkemizdeki Devlet Fidanlıkları içerisinde en fazla boylu yapraklı fidan üreten fidanlık olmuştur. YIllara Göre Fidan Üretim Miktarları 355 Fidanlığımızda Üretilen / Satışı Yapılan Türler : • Ağaçlandırma Amaçlı Türler: Altuni Mazı Çınar Dut Dallı Servi Gladiçya Japon Ayvası Kızılçam 356 Aylantus Ceviz Dişbudak Fıstık Çamı Karaağaç Mahlep Mavi Servi Oya Piramit Servi Tesbih Yalancı Akasya Süs Bitkileri Acem Borusu Berberis Altınçanak Ateş Dikeni Dağ Muşmulası 357 Diken Ardıcı Hanımeli Kapari Keçi Sakalı Leylak Ligustrum Mahonya Sabin Ardıcı 358 Orman Sarmaşığı Süs Narı Taflan Diyarbakır’da Yetişen Ağaçlar Hazırlayan: M.Emin TEKİN Orman Mühendisi Alıç Antep fıstığı Armut 359 Badem Ceviz Çitlenbik 360 Diken ardıcı Dışbudak Dut 361 Kavak Mahlep Mavi Servi 362 Mazı Menengiç 363 Meşe Salkım Söğüt 364 DİYARBAKIR’DA ORMAN KÖYLERİ (27) KÖYLERİMİZİN NÜFUSU İlimizdeki toplam köy sayısı: 714 İlimizdeki Toplam Köy Nüfusu: 441317 İlimizdeki Orman Köyü sayısı: 319 Orman Köylerindeki Hane sayısı: 26571 İlimizdeki Orman Köyü Nüfusu: 169442 DİYARBAKIR İLİ ORMAN KÖYLERİ LİSTESİ İLÇE ADI Merkez Çermik Çınar Çüngüş Dicle Eğil Ergani Hani Hazro Kocaköy Kulp Lice Silvan TOPLAM ORMAN İÇİ 9 9 9 21 4 17 12 3 47 54 19 204 ORMAN BİTİŞİĞİ 3 39 12 19 11 11 13 5 1 1 115 TOPLAM ORMAN KÖYÜ SAYISI 3 48 21 28 32 15 13 17 17 4 47 54 20 319 DİYARBAKIR’DA AĞAÇLANDIRMA (28) Diyarbakır’da ağaçlandırmaların 1980’li yıllarda aktif olarak başlamakla birlikte bölgenin sosyo – ekonomik durumu, halkın ağaçlandırma kültürü konusunda bilgi noksanlığı gibi durumlardan dolayı son 15 yıl içerisinde bilinç seviyesinin yükselmesi sonucunda başarılı çalışmalar gerçekleştirilmiş ve artarak devam etmektedir. Genelde geniş ovalar ve platolardan oluşmaktadır. Güneydoğu Anadolu Geçiş Bölgesi coğrafi açıdan Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile Doğu Anadolu’nun Hakkari 365 Bölümü’nü kapsar. Bölge batıda Antalya – Kahramanmaraş oluğunun doğusundan başlayarak kuzeyde Güneydoğu Toros dağlarının doruk hattına kadar uzanır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Doğu Anadolu ile Akdeniz Bölgeleri arasında bir geçiş özelliği gösterir. Akdeniz ikliminin etkisi olan bölgenin batı bölümünden doğuya doğru karasal etkilerin arttığı Hakkari Bölümü’ne geçilir. Güneydoğu Anadolu’nun güney kesimindeki alçak sahalarda ise cılız bozkırlar yer alır. Bu koşullara bağlı olarak batıda kızılçam ormanları yetişirken doğuya doğru, özellikle yüksek sahalarda meşe ormanların yaygınlaşır. DİYARBAKIRIN ORMAN VARLIĞI Normal Ormanlar 78.400 ha Bozuk Ormanlar 274.426 ha Toplam Orman Alanı 352.826 ha Ormansız Alanlar 1.155.310 ha Genel Alan 1.508.136 ha 2002 Yılından 2009 Yılına Kadar Diyarbakır’da Yapılan Ağaçlandırma Çalışmaları: 2008 Sonu İtibariyle (ha) 2009 (ha) Toplam ağaçlandırılan alan 8.013 - Erozyon Kontrolü uygulamaları yapılan alan 4.861 800 Mera Islahı uygulamaları yapılan alan 165 - Özel Ağaçlandırma yapılan alan 419 48,92 510 101.082 85.800 1.713 7.500 Faaliyet Türü Rehabilitasyon uygulamaları yapılan alan Fidan Üretimi (1.000 Adet) Tohum Üretim Miktarı (Kğ) 366 Ülkemizdeki çölleşme ve kuraklığın etkilerinin ortadan kaldırılması veya azaltılmasına yönelik başta erozyonla mücadele, ağaçlandırma, bozuk ormanlık alanların ve meraların ıslahı için 4122 Sayılı “Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Seferberlik Kanunu” gereği Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğünce gerçekleştirilecek olan Ağaçlandırma Seferberliği Eylem Planı 2008 – 2012 yılları arasında uygulanacak olup Diyarbakır İl Çevre ve Orman Müdürlüğü Ağaçlandırma Şube Müdürlüğünce bu plan kapsamında 5 yıl içerisinde 1.800 ha erozyon kontrolü ve 2.500 ha rehabilitasyon çalışması gerçekleştirilecektir. Ağaçlandırma Projeleri Orman Bölge Müdürlüğü’nün verilerine göre planlama alanı içinde orman statüsünde alan bulunmamaktadır. Alanda orman içi dinlenme yeri de yoktur. Milli Park tabiatı Koruma Alanı, Tabiat Parkı gibi koruma statüsünde alan da bulunmamaktadır. Mevcut Ağaçlıklar: Çalışma alanında çeşitli kuruluşlarca ağaçlandırma çalışmaları yapılmıştır. Bunlar; Mardin yolu üzerinde yer alan karayolları fidanlığı (20 hektar) Elazığ yolu üzerinde, DSİ piknik alanı (28 hektar) Elazığ yolu üzerinde, jandarma tesisleri (12 hektar) Çarıklı çevresinde, Günübirlik tesis alanı (20 hektar) Silvan Köprüsü çevresinde Belediye Fidanlığı (75 hektar) Dicle Üniversitesi kampüsü içindeki ağaçlandırmalar Kamu kurumlarının hizmet alanlarında yaptıkları ağaçlandırmalar Askeri alanlar içindeki ağaçlıklar mevcut ağaçlıklardır. Ağaçlandırma Projeleri: Kentsel alanlar çevresinde yapılan ağaçlandırma ve yeşil kuşak projelerinin, doğanın kent içine sokulması nedeniyle sağlıklı kentsel gelişmeye katkısı bilinmektedir. Diyarbakır çevresinde yeterli ağaçlandırma yapılmamıştır. Ancak ağaçlandırma girişimlerinin çoğaldığı görülmektedir. Başlıca ağaçlandırma projeleri, Maliye Ormanı, Çarıklı yerleşmesinin kuzeybatısındadır (5ha) Büyükşehir Belediyesi Barış Ormanı, Dicle Vadisi’nin batı kısmındadır (62ha) Büyükşehir Talay Tepe-Mastrofoştepe Kent Ormanı Projesi (1045 hektar) Dicle Üniversitesi ağaçlandırma projesi (230 ha) Mili Eğitim Hatıra Ormanı, Silvan yolu çevresindedir (5,5 ha) Gözeli su kaynakları çevresi ağaçlandırması (72 ha) Bunlardan Talay Tepe-Mastrofoş Tepe Ağaçlandırma Projesi kentin makroform gelişmesini etkileyecek önemdedir. 367 Aktif Yeşil Alanlar: Diyarbakır’da 2005 yılı itibariyle parklar, çocuk bahçeleri vb. aktif yeşil alan 77.41 hektar olup, kişi başına 1.0 m² yeşil alan düşmektedir. Nazım imar planında bölgesel ve kentsel ölçekte hizmet verecek aktif yeşil alanlar Dicle Vadisi’nde ve kentin batısında yer alan Talaytepe-Makrofoştepe çevresinde önerilmiştir. Bu planda gösterilemeyen ancak imar planlarında yer alan aktif yeşil alanların daha çok mahalle ve semt ölçeğinde hizmet vermesi öngörülmektedir. Nazım imar planında toplam 2939.2 hektar aktif yeşil alan planlanmıştır. Planda kişi başına 18.4 m² aktif yeşil alan önerilmiştir (29). KAYNAKLAR 1. Müslüm Üzülmez. Hilar. Arkeoloji ve Sanat yay. İst. 2009. s. 48 2. George Wıllcox. Manon Savard. Güneydoğu Anadolu’da tarımın benimsenmesine ilişkin veriler.Mehmet Özdoğan, Nezih Başgelen/ed): Türkiye’de Neolitik Dönem. Arkeoloji ve Sanat yayİst. 2007. s. 427-440 3. İ. Metin Kunt. Bir Osmanlı valisinin gelir-gideri. Diyarbekir. 1670-71. Boğaziçi Ün yay. No.162 s. 64 4. A. Bilal Altunboğa: Diyarbakır Folklorundan kesitler. Büyükşehir belediye yay. İst. 1999. s. 30,31 5. Şehmuz Diken: Gezginlerin güncelerinde Diyarbakır.Diyarbakır 1. Uluslar arası Suriçi sempozyumu. 20-22 Nisan. 2006. s. 120 6. Ömer Tellioğlu (ed) Diyarbakır salnameleri. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi. İstanbul Acar matb. 1999. 7. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. 1995. s. 344 8. Şefik Korkusuz. Seyahatnamelerde Diyarbekir.Kent yay. İst. 2003. s. 173 368 9. Malmisanj. Diyarbekirli Cemilpaşazadeler ve Kürt Milliyetçiliği. Avesta yay. İst. 2004. s. 22 10. M. Şefik Korkusuz: Seyahatnamelerde Diyarbekir. Kent yay. İst. 2003. 11. Orhan Avcı. Irakta Türk Ordusu. 1914-19189. Vadi yay2004. S. 86 12. Diyarbakır İl yıllığı-1967. s. 362 13. Cumhuriyetin 15’inci yılında Diyarbakır. 1938 14. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb. 1937. s. 20,28 15. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb. 1937. s. 49 16. Şehmus Diken. Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İletişim yay.İst. 2003. s. 283 17. H. Basri Konyar. Diyarbekir Yıllığı. 1936. 18. Cahit Beğenç: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara. 1949. s. 39 19. Şevket Beysanoğlu Diyarbakır coğrafyası. Şehir matb. İst. 1962 s. 93-110 20. Hikmet Yüksel. (Coğrafya Öğretmeni). Viranşehir bld 21. Dr. Emrullah Güney. Diyarbakır ve yöresinde Doğa-Kültür Turizmi. Diyarbakır. 1991. s. 25 22. Diyarbakır Valiliği Çevre Ve Orman Müdürlüğü Diyarbakır 2004 İl Çevre Durum Raporu Diyarbakır – 2005 23. Kulp Haber Gazetesi. 09.06.2006 24. www.ergani.bel.tr 25. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. 1995. s. 38 26. Murat Haspolatlı Orman fidanlığımız. Diyarbakır’da Tarım Çevre ve Doğa sempozyumu. 2011. c 2 27. Ahmet Mutlu Diyarbakır’da Orköy Diyarbakır’da Tarım Çevre ve Doğa sempozyumu. 2011. c 2 28. Yaşam Alhas Geçmişten Günümüze Diyarbakır’da Ağaçlandırma Diyarbakır’da Tarım Çevre ve Doğa sempozyumu. 2011. c 2 29. Akın Gölcük. Kentsel Planlama Sürecinde Kent Formundaki Değişimlerin Diyarbakır Kenti Örneğinde Araştırılması. Çukurova Üniversitesi. Fen Bilimleri Enstitüsü. Peyzaj Mimarlığı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi. Adana, 2010 369 DİYARBAKIR’DA SPOR VEDAT GÜLDOĞAN* Diyarbakır’da ilk spor faaliyetleri 1913 yılında İdadi Mektebi bünyesinde başlamıştır. Bizim de çocukluğumuzda küçelerde (mahalle arasındaki sokaklarda) oynadığımız “Üç Adım” ve “Çır” adlı mahalli oyunların o zamanlarda da oynanması Diyarbakır’da sporun çok eski tarihlerde başladığının belirtisidir. Bu tarihlerde Darü’l-Muallim öğrencilerinin okul bahçesinde oynadıkları futbol ile ilgili Zeki Arman şu bilgileri vermektedir: “O yıl karşımızda bulunan Darü’l-muallimin’in bahçesinde öğrencilerin büyük bir topa ayak vurarak havaya kaldırdıklarını hayretle görmüştük. Aynı yıl içinde okulumuz Sultani’ye tahvil edildi. 1914’de ailece Halep’e gittiğimiz zamana kadar, Sultani’yeye futbol hiç girmedi”. Diyarbakır Sultanisi’nin öğretmen yokluğu nedeniyle kapanması üzerine birçok genç Diyarbakır’dan Halep’e gitmiştir. Bu gençler Halep Sultanisi’nde ilk defa futbol müsabakaları ile karşılaşırlar. Daha sonraları Diyarbakır’a dönen gençler Diyarbakır’da futbol oynanmasına öncülük etmişlerdir. Bu gençlerden biri olan Zeki Arman, Diyarbakır’da futbolun gelişmesi ile ilgili şu bilgileri vermektedir: “Babamın mağazasında çalışmaya başladığım 1918 senesinde, elime bir top geçti. Bununla ‘Çinobaşı’nda akşamları birkaç arkadaş toplanarak top oynamaya başladık. Musul’dan Türkiye’ye iltica etmiş Afgan’lı birkaç Müslüman İngiliz Subayı bir gün sahaya gelerek oyunumuza katıldılar. Onların maharetini görünce hepimiz şaşırdık. Bunlar her akşam sahaya gelerek bizi yetiştirdiler ve çift kale şeklinde oynamaya başladık. Sonra ‘siyah’ ve ‘beyaz’ adıyla iki takım yapıp oynadık”. Çinobaşı’nda bu oyunlar devam ederken gençliğin ilgisi günden güne artmış ve Diyarbakır’da bir kulüp kurma isteği belirmiştir. Bu arzu 1921 yılında Diyarbekir Mektebi Sultanisi Fransızca ve beden terbiyesi muallimlerinden Said Nazif Bey başkanlığında, madden ve manen kuvvetli ve zinde bir gençlik yetiştirmek üzere nizamnamesi hazırlanarak “Diyarbekir Dicle İdman Yurdu” adıyla 1921 yılında resmen kurulmuştur. Kurulan Dicle İdman Yurdu spor kulübünde izcilik, boks, güreş, binicilik, yüzme, futbol, tenis gibi birçok spor dallarında faaliyette bulunmak amacıyla kurulan kulübün 37 maddeden oluşan tüzüğü şöyledir: Dicle İdman Yurdu Nizamname-i Umumisi Tarih-i Te’sisi Nisan 1337 Madde–1 Diyarbekir’de Dicle İdman Yurdu namıyla bir terbiye-i bedeniye yurdu teşkil etmiştir. 370 Madde–2 Maksadı gerek ma’nen ve gerek maddeten kuvvetli ve zinde bir gençlik vücuda getirmektir. İstihdaf ettiği gayenin istihsali uğrunda her türlü vesaiti ihzar edip memlekette halen gençliğin ma’ruz bulunduğu ataletin izalesine çalışmaktır. Siyasetle iştigal etmez. Madde–3 Yurd biri re’is, biri re’is muavini, biri doktor olmak üzere yedi azadan müteşekkil bir hey’etle idare olunur. İcabı halinde hey’et-i idare irşad için fa’al azalardan bazılarını tavzif eder. He’yet-i idare azasından biri katiplik ve biri veznedarlık vazifesini ifa edecektir. Madde–4 He’yet-i idare üç ayda bir yeniden intihab olunur. Madde–5 He’yet-i idare her üç ayda bir bilançosunu umuma arz etmek mecburiyetindedir. Madde–6 He’yet-i idarenin kararları ekseriyet-i aza ile ittihaz olunur. Tesavivuku’unda re’is’in bulunduğu tarafın reyi tercih olunur. Madde–7 İstifa veya suver-i saire ile inhilal edecek olan he’yet-i idare azalıklarına azayı faaleden bi’l-intihab ta’yin olunur. Ancak he’yet-i idareye yeniden intihab olunan zat, aza-yı mevcudeden la-akali dört de birinden re’y almakla beraber hey’et-i idareye dahil azalardan nısfdan bir fazlasından muvafık re’y almak mecburiyeti vardır. Madde–8 He’yet-i idarenin veya azalarından birinin hakk-ı istifası vardır. Madde–9 İstifa eden hey’et-i idare yerine geçecek hey’eti aza-yı mevcudenin la-akail üçde ikisi intihab eder. Madde–10 Hey’et-i idarenin icraatına diğer azanın hakk-ı müdahalesi yokdur. Madde–11Yurdu fahri ve fa’al aza olmak üzere iki kısım azası vardır. Fahri aza yurda muavenet-i lazımede bulunan zevat-ı kiramdır. Fa’al aza bi’z-zat idman mecburiyetinde bulunanlardır. Madde–12 Yurda dahil olacak fa’al aza doktorun muayenesine tabi’dir. Madde–13 Yurda mukayyed fa’al azalar başka idman kulübüne dahil olamazlar. Madde-14 Dahil olacak efendiler on iki yaşını ikmal etmiş bulunmalıdır. On iki yaşından on sekiz yaşına kadar olan efendiler velilerinin müsaade-i mutlakalarını natık birer senet getirmek mecburiyetindedirler. Madde–15 Yurda fa’al aza olarak kayıt edilip de idmanlara devam etmeyenler fahri azalığa idhal edilirler. Madde–16 Duhuliye bir def’aya mahsus olmak üzere la’akall otuz ve aylığı on kuruşdur. Fahri azalar için mikdar-ı muayyen yoktur. Madde–17 Yurda dahil olan azalar birinci aylık da peşin olarak verecekdir. İki ay taksidini vermeyenlerin kaydı tebligat yapıldıktan sonra terkin edilir. 371 Madde–18 Mektebli efendiler için nısf ücrettir. Ancak mektebçe musadak bir hüviyyet varakası ibrazı mecburidir. Madde–19 Müzakere ve müsamere veya manfaat-i umumiyeye müteallik sair ictimalarda mühim ma’zeretleri olmadığı takdirde fa’al azanın behemehal bulunması mecburidir. Bu gibi ictima’larda he’yet-i idarenin göstereceği nisbet ve derecede fahri ve fa’al azanın ba’zı imtiyazatı bulunur. Madde–20 Fahri veya fa’al her azaya hey’et-i idare tarafından resmi bir hüviyyet varakası i’ta olunur. Madde–21 Yurdun fa’al azasının hey’et-i idare tarafından vuku’ olacak ihtarata tamamen riayet etmesi lazımdır. Madde–22 Elbiseler yurdça tedarik edilir, yalnız bedeli sahibinden istifa olunacaktır. Madde–23 Fakir çocuklar yurda maccanen dahil olabilirler. Hey’et-i idarenin kendilerine muavenet-i mümküne ifasına selahiyetdardır. Madde–24 Yurda izci teşkilatı da yapılacaktır. İzci olarak dahil olacaklara hey’et-i idare ve rehberler tarafından ta’limat-ı muktaziye verilir. Madde–25 Gayeye menafi addedilecek ahval ve hareket de bulunanlara hey’et-i idare tarafından evvela ihtaratda bulunulup tekrarı halinde yurdca terkin-i kayıdları icra olunur. Madde–26 Şu’belerin umumuna intisab memnudır. Vücudun kabilkiyet ve istidadı ve şahsın temayülü nazar-ı dikkate alınarak dahil olacak şu’beler muallimlerinin inzimam fikriyle hey’et-i idare taraflarından ta’yin edilir. Doktorun tavsiyesi haricinde idmanlarla iştigal etmek memnu’dur. Madde–27 Şu’belere tefrik edilenler kendi idman saatlerinin haricinde muallimden ders istemeye hakları yoktur. Madde–28 Muallimin idman esnasında gösterdiği program dahili olan harekat yapılmadan diğerine geçilmez. Madde–29 İdman saatlerinden gayri zamanlarda herkes kendi şu’besinde çalışmak üzere müsaid zamanlarda istifade edilebilir. Madde–30 Şu’belerde çalışırken yek-diğerlerini işgal edecek her hareket memnüdur. Madde–31 İdman esnasında sigara içmek memnüdur. Madde–32 Yurdun formasından gayri bir forma ile umumi müsabakalara iştirak olunmaz. Madde–33 İdman esnasında forma giymek mecburiyeti yoktur. 372 Madde–34 İdman esnasında muallimin arzusuna mutavaat mecburiyyet-i kat’iyyesi vardır. Madde–35 İdman şu’beatı ber-vechi atidir; Jimnastik, ayak topu (futbol), koşular, atlamalar, alafranga güreş, meçta’limi, yumruk güreşi (boks), tenis, hokey, kriket, bisiklet, kargı atma, kros (disk) atma, sıklet atma, yüzmek, binicilik, nişancılık, patinaj ve sair oyunlarla izcilikdir. Madde-36 Dicle İdman Yurdu’nun alemet-i farikası kırmızı ve sarı renklerdir. Madde-37 Yurd hey’et-i idaresi namına muamelat-ı resmiyeyi idareye Mekteb-i Sultani Fransızca muallimi ve yurdun idare katibi Said Bey me’zundur. Çok iyi niyetlerle kurulan bu kulüp her nedense başarılı olamayıp kısa zaman içerisinde kapanarak faaliyetine son vermiştir. Gençlik Derneği Bünyesinde Kurulan “Gençlik İdman Yurdu” Ziya Gökalp 19 ay 8 gün Malta’da sürgün ve mahpus hayatı geçirdikten sonra 19 Mayıs 1921 Perşembe günü akşamı 33 sürgün ile İstanbul’a gelmiş, burada bir müddet kaldıktan sonra Samsun yoluyla Ankara’ya gelir ve buradan da memleketi Diyarbakır’a gelmiştir. Diyarbakır’a gelir gelmez Malta’da yaptığı gibi burada da evinde konferanslar vermeye başlar. Gelenlerin sayısı çoğalınca sonradan Gazi İlkokulu adını alacak olan ilk mektepte “Gece Dersleri” adı altında konferanslarına devam eder. Kış mevsimi devam eden bu derslere yaz sıcağı başlayınca son verilir. Ziya Gökalp gençleri bir araya getirip memleket folklorunu toplamak, sosyal meselelerle alakadar olmak gerektiğini anlatır ve onlara bir çalışma programı yazıp verir. Böylece kısa zamanda bir “Gençlik Derneği” kurulur. Bir ev kiralanır, açılış töreni yapılır. 1922 yılı Ağustos ayı ortalarında Cenup Cephesi Kumandanı Cevat Paşa bu derneğin “Fahri Reisi” olmayı kabul eder. Bu dernek bünyesinde “Gençlik İdman Yurdu” adlı bir spor kulübü kurulur. Bu kulüp halktan büyük ilgi görür. Gençler kulübün futbol takımında yer almak için yarışırlar. Artık Diyarbakır’da resmen kurulmuş ikinci spor kulübüdür Gençlik İdman Yurdu. Bu derneğin ve dolayısıyla kulübün kapanmasını Ziya Gökalp’in büyük damadı olan Ali Nüzhet Göksel şöyle anlatmaktadır: “...çok geçmeden İdare Hey’eti aralarında Reislik ve Umumi Katiplik mücadelesi başladı. İki nüfuzlu ailenin çocukları bu makamlar için birbirine girdiler, bu yüzden Dernek ikiye bölündü. Yapılması icap eden faaliyetler durdu. Ziya Gökalp bu duruma bir çare bulmak için bir gün bunları topladı. Orada Gökalp ve Şeref Uluğ bunların arasını yapacaktı. Gökalp’in emriyle ben de onlara katılmıştım. ‘Gençlik Derneği’ne gittik, iki tarafı da ayrı ayrı dinledik; anlaşmaları hakkında Ziya Beğ konuştu, Şeref Beğ söyledi. Fakat o iki nüfuzlu aile çocuğu bir türlü anlaşma yoluna yanaşmıyorlardı. Bizim bulunduğumuz odanın karşısında geniş salondaki gençler de gürültülü münakaşalar yapıyorlardı. 373 Nihayet, biz yeniden reislik seçimine gidilmesine karar verdik. Fakat, reylerin tasnifi neticesinde o rakip gençlerden birisi Reis, öteki Umumi Katip seçilince tekrar münakaşalar başladı. Katip seçilen genci tutanlar, tekrar seçime gidilmesini, ilk seçimin hileli olduğunu söyleyince, bizler meclisi terk ettik. Onlar yeniden münakaşaya başladılar. Yolda Ziya Beğle ben yalnız kalmıştık. Gökalp, bu vaziyete üzülerek: İşte dedi, yıllardan beri bu aile nüfuzlarının mücadelesi yüzünden bu memlekette bir şey yapılamıyor. Halbuki bu gençler arasında bu ikisinden çok daha ehliyetli kimseler vardır. Fakat berikiler halk çocukları oldukları için bunları başa getiremiyorlar. Bu memlekette asıl mücadele edilecek dert, bu haleti ruhiye meselesidir. Hakiki ıslahat, köylerden ağaların, beğlerin, şehirlerde de aile nüfuzlarının sultasını (otoritesini) kaldırmaktır. Bu yapılmadıkça, bu memlekette halkçılık zihniyeti tahakkuk edemez’ demişti”. Ziya Gökalp’in ümitle kurduğu bu dernek o iki gencin ihtirası yüzünden dağılmış ve Gençlik İdman Yurdu Kulübü de böylece kapanıp gitmiştir. 1924 yılında Diyarbakır Türk Ocağı bünyesinde bir spor şubesi açılınca daha önce Gençlik İdman Yurdu’nda bulunan gençler ile Dicle İdman Yurdu’ndan bir grup genç bu kulübe katıldılar. Burada futbol oynamak isteyen sporcuların sayısı artınca Türk Ocağı bünyesinden ayrılan iki gurup daha sonraları Ay SporGençlik Kulübü ve Yıldız SporGençlik Kulübü olarak kurulan kulüplerde toplandılar. Ay Spor Kulübü forma rengi olarak sarı-mavi renkleri, Yıldız spor Kulübü de sarıkırmızı renkleri seçmişlerdir. Yıldız Spor Kulübü spor faaliyetlerinin yanı sıra kültür ve folklor ile ilgili bünyesinde oluşturduğu komisyonlarla faaliyetini yürütmüştür. Diyarbakır musikisinin gelişmesine, yaygınlaşmasına buradaki çalışmalar ve verilen konserler ile katkı sağlamıştır. 1952 yılında Yıldız Kulübü bünyesinde Celal Sevimli, Tarık Çıkıntaş, Selahattin Mazlumoğlu ve Hüsnü İpekçi gibi değerli sanatçılar musiki dersleri vermişler, haftanın iki günü kulüpte verdikleri konseri hoparlörlerle kulüp dışındaki halka dinletmişlerdir. Yıldız Kulübü kendisinden önce kurulan kulüplerin yapmak isteyip de yapamadıklarını başararak büyük hizmette bulunmuştur. 1928’de Birinci Umumi Müfettişlik kuruldu. Umumi Müfettişliğe bağlı olan vilayetler de iller arası spor müsabakaları yapılmaya başlandı. Bu müsabakalar Diyarbakır’da halkın ve gençliğin ilgisin çekti. Diyarbakır gençliği zamanının büyük bir kısmını spora ayırıyordu. Ay Spor Kulübü’nün Diyarbakır spor tarihinde bugüne kadar ulaşılmamış bir başarısı vardır. Bu başarı 1932 yılında Ay Spor Kulübü’nün Türkiye üçüncüsü olmasıdır. Usman Eti 1937 yılında yayınladığı “Diyarbekir” isimli eserinde Diyarbakır’da Ay, Yıldız ve Bozkurt adında üç spor kulübünün Türk spor Kurumu Diyarbakır 374 bölgesine bağlı olduğunu belirtmektedir. Ayrıca birde Avcılar Kulübü’nün olduğunu belirterek, 1938 yılında ise bir stadyum yapılacağını yazmaktadır. 1949 yılında Ay Spor Gençlik Kulübünden ayrılan bir gurup Karacadağ Gençlik kulübünü, 1950 Yıldız Gençlik Kulübünden ayrılan bir gurupta Dicle Gençlik Kulübünü kuruyorlar. İlerleyen yıllar içerisinde Hava Gücü, Kara Gücü, Sümer Spor, Ülkü Spor, Ergani Spor gibi kurulan spor kulüpleri Diyarbakır’da futbolun sevilmesine katkı sağlamışlardır. Futbol Federasyonu 1968 yılında almış olduğu bir kararla her ilde kurulacak bir takımın Türkiye liglerinde vilayetlerini temsil etmeleri hayata geçirilince Diyarbakır’da Ezeli rekabet halinde olan Yıldız Gençlik ile Dicle Gençlik yöneticileri, iş adamları taraftar temsilcileri toplantılar yaparak bir komisyon kurarlar. Kurulan bu komisyon Belediye Başkanı Necat Cemiloğlu başkanlığında İl valisini ziyaret edip kararlarını bildirmek için vali beyle randevulaşırlar. Heyette Necat Cemiloğlu, Abdurrahman Özbek, İzzet Nakışçı, Gençlik Spor Bölge Müdürü Sait Dikleli ile yanlarında bulunan diğer şahıslarla Vali Ali Rıza Yaradanakul’u ziyaret ederek düşüncelerini ve kararlarını bildirirler. Karacadağ, Ülkü ve Ay spor ile de görüşmeler yapılır. Bu kulüpler birleşmeye sıcak bakmazlar. Dicle Gençlik Spor ile Yıldız Gençlik Spor birer hafta aralıkla kongrelerini yaparak Diyarbakır Spor adı altında birleşme kararı alırlar ve kulübün forma rengi olarak da Dicle Sporun yeşil rengi, Yıldız Sporun Kırmızı rengi alınarak kulübün forma rengi yeşil kırmızı renkler olarak kabul edilir. 24 Haziran 1968 yılında resmen kurulmuş olan Diyarbakırspor’un başkanlığına Necat Cemiloğlu, yönetim kuruluna da Nuri Akçam, Erdoğan Vursavaş, Hacı Abdurrahman Özbek, Şahap Bozacı, Nazmi Çakın ve Bedrettin Köprülü seçilirler. Diyarbakır’da spor olarak futbolun öne çıkmasıyla diğer spor dalları gerilemiş ve zaman içerisinde ehemmiyetini ve sempatisini yitirmiştir. Diyarbakır Stadyumu 375 Ziya Gökalp’in 1922 yılında kurduğu Diyarbekir Gençlik Kulübü merkezinde Oturanlar: Soldan sağa: Kurmay Yarbay Basri Bey, Ziya Gökalp, Bayındırlık Bakanı İhsan Hamit (Tigrel) Bey Yıldız Gençlik Kulübü 376 1937 yılında Ay Spor Kulübü Futbolcuları Dicle Spor Kulübü Diyarbakır Spor Kulübü’nün kuruluşunu gerçekleştiren Yıldız ve Dicle Spor Futbol Takımı bir arada (1968) 377 DİYARBAKIR HALKI NASIL BİR HALKTIR Kenan Haspolat* Evliya Çelebi Diyarbakır halkını şöyle tanımlar: ‘Suyunun ve havasının tatlılığından dolayı,halkı gayet zeki,çocukları gayet akıllı ve soyludur. Düzgün ve sanatlı olarak rahatlıkla konuşan kimseleri vardır. Gariplere dost ve fakirlere sevecen olan çok sayıda adamı vardır. Hepsi şuh, Şengül,şakrak, nedim, zarif, nükteci ve anlayışlı olan adamları vardır. Bütün halkı Müslüman ya da bir kitaba inanan,temiz inançlı, tevhid ehli ve dindar insanlardır. Kadınlar arasında Rabia-i Adeviyye düzeyinde son derece namuslu,dindar ve güzellik sahibi olanları vardır (1). 1869-1905 yılı Diyarbakır salnamelerinde Diyarbakır tanımlanır: halkı şu şekilde Ahali hep zeki ve fatin olurlar. Zekavetlerinin her mahalde şöhreti vardır (3/314). Sestini isimli seyyahın Diyarbakır izlenimlerinde’Diyarbekir’de insanlar iyi karşılanıyor’ifadesi mevcuttur. H. 1314’te Diyarbakırı ziyaret eden Sabık Trabzon valisi Ali bey’Hanedan ve ahalisinde pek çok edip, zarif, terbiye, tahsili mükemmel zatlar vardır’demektedir. (2). Diyarbakır halkı konuksever bir halktır. Rus işgali zamanında Bitlis halkına gönül açmış, zdenginler büyük kazanlar kaynatarak göçmenlere yardımcı olmuştur. Saddam’ın zulmünden kaçan peşmergelere de misafirperverliğini göstermiştir. Bugün çeşitli il ve bölgelerin halkına Diyarbakır ev sahipliği yapmaktadır Bitlisliler’in Diyarbakır’a gelişleri üç ayrı şekilde olmuştur: 1) Birinci Dünya Savaşı. 2) İkinci Dünya Savaşı, 3) Bitlis’in ekonomik koşulları ve iklim şartları. En büyük göç, 1. Dünya Savaşı ile birlikte yaşanmış ve binlerce insan hicret etmek zorunda kalmıştır. Günlerce süren o günlerin zorlu Kış şartlarında yaya olarak göç etmek zorunda kalan Bitlis’li muhacirler, anlatılmaz derecede meşakkatli bir yolculuk yaşamışlardır. Tarifi imkânsız güç koşullarda bir yolculuk yaşayan muhacirlerden bazıları yanlarına değerli eşyalarını da almış, ancak daha yolun henüz başında eşkıyalar tarafından soyulmuşlardır. Çetin Kış mevsiminin getirdiği zahmetin yanısıra yiyecekleri ve değerli eşyaları da eşkiyalar tarafından gaspedilen muhacirlerden bazıları bu acıya dayanamayarak, üzüntüden yolda hayatlarını kaybetmişlerdir. *Prof. Dr. Kenan Haspolat 378 Açlık, yorgunluk, zemheri soğuk ile yapılan mücadelenin yanısıra üstüne üstlük kalabalık nedeniyle kimileri yolda aile bireyleri ve yakınlarını kaybetmiş ve bir daha da bulamamışlardır. Geriye kalanlar ise yolarına devam ederek, Diyarbakır şehir merkezine varabilmişlerdir. Varışlar Dağkapı, Yenikapı, Mardinkapı’dan kafile kafile olmuştur. Devlet, bu gelen ailelerden sadece bir kaçına ev verebilmiş, kalanlar ise kendi olanaklarıyla barınabilmişlerdir (6). Özellikle Deliller hanı karşısında kazanlar kaynamış, Diyarbakırlılar Bitlislilere yardım etmişlerdir. Diyarbakır diğer il, ilçe ve bölgelere de yardımcı olmuştur. 379 Diyarbakırlı Güleryüzünü Levhasına Yansıtmış 380 Diyarbakırda Halk Fakiri Ve İftara Yetişemiyeni de Düşünmektedir Halkımız Zor Durumdaki Hastaya Da Yardıma Koşmakta Ve Kan Vermektedir HAYVAN SEVGİSİ Diyarbakır’da köpekler el üstünde tutuluyor Diyarbakır’da açılan ve AB standartlarında yapılan hayvan barınağında köpeklere büyük özen gösteriliyor. Aşıları zamanında yapılırken, gıdaları da özenle seçiliyor. Kimsesiz köpekler bakımları yapıldıktan sonra sahiplendiriliyor. . Diyarbakır- Ergani karayolunda kurulan barınakta, iki veteriner hekim, iki veteriner sağlık teknisyeni ve 17 bakıcı bulunuyor. Personel, barınaktaki 57’si yavru, toplam 355 köpeğe deyim yerindeyse gözü gibi bakıyor. Veteriner Hekim Akın Koçhan “Biz onları barınakta asla yalnız başlarına bırakmıyoruz. İçlerine girip oyunlar oynuyor, başlarını okşayıp seviyoruz,” diyor. dhs 23 Ağustos 2008. 381 Diyarbakır’da hayvan sevgisi bahçelere yansımaktadır Diyarbakır Halkında Hayvan Sevgisi Doruktadır Kuşçuluk Merakı Diyarbakırda Profesyonel Hale Dönüşmüştür Güvercinler Caddeleri İşgal Edecek Kadar Özgürdür Diyarbakır’da Hayvan Sevgisi Üniversitede de Belirgindir. Özerk Üniversitede Özerk Bir Kedi Diyarbakırlılar Sadece Bina İçini Değil, Dış Mekanları da Temiz Tutmaya Özen Gösterir 382 Hayırseverdir Diyarbakırlılar Nazar’a Çok Önem Verir Diyarbakır’da Allah Sevgisi Doruktadır Diyarbakır’da Allah Sevgisi Doruktadır Kutsal Ay Ve Günlere Saygılıdır Diyarbakır Halkı Dindar Bir Halktır. Teravihte Camide Yer Kalmamakta, Avlular İse Tamamen Dolmaktadır. 383 Esnafın Dükkanı Besmeleyle Açılır . Apartmana Giriş Allah Ve Hz. Muhammed İsmi İle Olur Diyarbakır Halkının Namazın Kaçmasına Tahammülü Yoktur. Çimde Namaz Kılan Bir Vatandaşımız Diyarbakır Halkı Çok Doğaldır 384 Diyarbakır Halkı Yeşili Sever Diyarbakır Halkı Mevlana’yı Ve Hümanizmini Çok Sevmektedir Diyarbakır Halkı Hümanizmine Bir Örnek Diyarbakır halkı tarihten bu yana kitap kurdu olarak ünlenmiştir Selahattin Eyyubi Diyarbakır’ı fethettiğinde ,Zinciriye nmedresesinde 1. 040. 000 kitap buldu. Veziri Fazıl kitaplardan seçti 70 Deve ile bunu Kahire’ye götürdü, bununla Fazıliye mederesesini kurdu. Mısır Ezher üniversitesi bu kitapların zemininde ortaya çıktı. Diyarbakırlı Ali Emiri’nin kitap bağışlarıyla İstanbul Millet Kütüğhanesi kuruldu. Asırlardır kayıp olan Kaşgarlı Mahmut’un kayıp olan dev eseri Divan-i lügatüttürk eserini Ali Emiri ortaya çıkardı Diyarbakır’lılar için Kitaba harcanacak para sınırsızdı. Mühendishane matbaasında 1800 yılında 800 adet basılan Vankulu lugati için Diyarbakır’da 10 fındık altını verilmiştir. O tarihte Diyarbakır’da 2. 3 altına bir Kur’an, 2. 5 altına bir tefsir kitabı almak mümkündü (3). 385 Yunus Emre Ve İnsan Sevgisinin Yansımasına Bakalım Diyarbakır’da Yunus Emre Ve İnsan Sevgisi Ön Planda Diyarbakır’da Yunus Emre Sevgisi 386 Bu Minibüs Sahibinin Yazısını Yorumsuz Aktarıyorum Diyarbakır’da Aile İçi Dayanışma Ön Plandadır Bu Davranışta Sun’ilik Var Mı 387 Diyarbakır Halkı Dünyada Tüm Mazlumların Yanındadır Halkımızın Filozof Yönü de Vardır Diyarbakır Şöförleri de Pek Filozof 388 Diyarbakır Halkı Yerde Ekmeği Gördüğünde Yukarıda Bir Yere Koyar. Genelde Bunu Ekmeği Öperek Yerleştirir Diyarbakır Halkı Vefalıdır. Daha Önceleri Şehit Edilen Emniyet Müdürü Gaffar Okan’ı Hiç Unutmadı Diyarbakır Halkı Toleranslıdır 389 DİYARBAKIRLI’NIN CESARETİ “Zemini kayalıktır, iklimi serttir İnsanları cesurdur, merttir, erkektir”. Cesaret mert insanların, korkaklık ise hain kişilerin kârıdır. Cesur kişi, tanıdığı veya tanımadığı kimselerin haklı davaları için mücadeleden kaçmayandır. Bütün kahramanlar cesurlardan çıkmıştır. Bunlardan biri de Diyarbakır’ın cesur evladı Süleyman Nazif’tir. “Karagün” başlıklı yazısıyla 1918 de işgal altındaki İstanbul ufuklarını çınlatan ve işgal kuvvetlerinin kumandanlarını çileden çıkaran Süleyman Nazif, kurşuna dizilmek üzere aranırken, bastonunu sallayarak pervasızca işgal kuvvetlerinin kumandanına gidip “Beni arıyormuşsunuz işte karşınızdayım!” diyebilmiştir. Bu medeni cesareti gösteren Diyarbakır’ın mert evladı Süleyman Nazif, doğduğu memleketin hüviyetini dünyaya ilan ederek, Mustafa Kemal’in de takdirlerine mazhar olmuştur. “Konuşan cesaret” diye adlandırılan, sözünü kimselerden esirgemiyen, sevilmeye layık olmayanları eline, diline ve kalemine doladı mı yerden yere vuran, sevilmeye layık olanları ise azizlerin azizi kılan Süleyman Nazif (4). DİYARBAKIRLI’NIN VATAN SEVGİSİ 1900 yılında dünyaya gelen Mülkiye Mektebi mezunu Diyarbakırlı “Şair ve Devlet adamı” Cemal YEŞİL’in bestelenerek MÜLKİYE MARŞI olarak da ünlenen şiiri Diyarbakır insanının kalbindeki vatan sevgisinin mısralara yansımış en güzel ifadesidir: Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz, Ey Vatan! Gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz, Gül ki sen, neş’enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz, Ey Vatan! Gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz. 390 Diyarbakır Halkı Doğaldır İnançlıdır Bilge Halk 391 Diyarbakır Halkı Barışçı Bir Halktır. Araya Niza Girince Arabulucular Devreye Girer. 1862- Diyarbekirli Bir Arabulucu (5) 392 Tüm dinler kardeş olarak yaşamıştır Can Kulesi ve Minare-Diyarbakir- Fot. Nejat Satici KAYNAKLAR 1. Martin van Bruinessen, Hendrik Boeschoten. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İletişim yay. İst. 2003. s. 282. 2. Şefik Korkusuz. Seyahatnamelerde Diyarbekir. İst. Kent yay. 2003. s. 69,173 3. Prof. Dr. Kemal Beydilli. Mühendishane. Eren yay. İst. 1995. s. 181 4. Kadri Göral Cevahir çıkını. Ank. 2009 5. Mehmet Bayrak. Gravürlerle Kürtler. Özge yay. Ank. 2002 6. Cemil Erbaş Diyarbakır Ve Bitlisliler (2). 09 Aralık 2010, Yeniyurtgazetesi 393 ZORUNLU GÖÇ VE DİYARBAKIR Kenan Haspolat* Türkiye’nin yoğun göç alan diğer büyük kentleriyle karşılaştırıldığında, Diyarbakır kentleşme ve kentle bütünleşmedeki en temel farklılığı, 1950. lerde kırsaldan Diyarbakır kent merkezine doğru başlayan göçle birlikte aynı dönemlerde kentin yerleşik halkı veya kent kökenli ve aynı zamanda kent kültürü sahibi nüfusun da Diyarbakır.dan diğer kentlere doğru bir göç hareketi içinde olmasıdır. Bu eğilim, 1970. lerde en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Nitekim kentin sahip olduğu zengin kültürel ve dinsel dokusu bu süreçte değişmeye başlamıştır. Kentin ileri gelenlerinin, yetenekli zanaatkarların ve kentin tarihi dokusu ile bütünleşen farklı dinsel cemaatlerin öncü isimlerinin, özellikle 1980’lerden sonra diğer kentlere göç etmeleri ile kent, tamamen kırdan gelenlerin. bir yerleşim birimi haline gelmeye başlamıştır. Kente göç edenlerin,İstanbul, Ankara, İzmir örneğinde olduğu gibi bir kentli kültürle karşılaşma durumlar Diyarbakır’da neredeyse imkansız hale gelmiştir. Kırsaldan gelenlerin yeni bir kentli kültür oluşturma durumları ise, ancak kentin sahip olduğu kentli istihdamla mümkün olabilirdi, fakat kentte sanayi sektörünün yeterince gelişmemiş olması bu süreci ortadan kaldırmıştır. Bunun sonucunda kırsal nüfus, hem üretim ilişkilerini hem de kırsal nüfusa özgü davranış ve ilişkileri Diyarbakır’a taşımıştır. Bu durum ise hem kentin kentsel bir kimlik kazanmasını hem de fiziki olarak planlı bir kentin gerçekleştirilmesini ciddi boyutlarda engellemektedir. Buradaki sorunun asıl kaynağı ise, diğer büyük kentlerden farklı olarak, zorunlu göçün de yoğun bir biçimde yaşanmasıdır. Kabul edileceği gibi zorunlu göç, kentle bütünleşmeyi ve kentlileşmeyi engelleyen en önemli faktörlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bireyler kendilerini hem psikolojik hem de sosyolojik olarak göçe ve kent yaşamına hazırlamış değildirler. Kentle bütünleşmeyi genel anlamda, kente yeni göç edenlerin kent yaşamına uyum sağlama ve kentin yerleşikleriyle aradaki farkı kapatma süreci olarak tanımlayabiliriz. Fakat kent göçmenleri .marjinal. konuma düştükleri zaman, onlarda kente karşı bir güvensizlik duygusu ortaya çıkmakta ve kentsel değerlere karşı giderek tepkisel bir tutum oluşabilmektedir. Bu durum günümüzde gecekondu semtlerinde radikal ideolojik tutumların benimsenmesinde de etkili olmaktadır. 1. Diyarbakır’daki gecekondu semtlerinde yaşayanlar arasında Türkiye’nin diğer büyük kentlerinde görülen ve nöbetleşe yoksulluk adı verilen ilişki sistemi bulunmamaktadır (1). 2. Diyarbakır’da gecekondu bölgeleri tampon kurumdan çok birer sefalet bölgesidir. Ayrıca yoksulluk alanlarında göç ve kentle bütünleşme eğilimi arasındaki ilişkileri sınamak amacıyla şu iki hipotez test edilecektir. *Prof. Dr. Kenan Haspolat 394 1. Zorunlu göç edenlerde kentle bütünleşme eğilimi gönüllü göç edenlere göre daha düşüktür. 2. Kentte yaşama süresi arttıkça kentle bütünleşme eğilimi de artmaktadır. Köyleri boşaltılan insanlar, sorunlarıyla beraber önce bölgedeki en büyük kentler olan Diyarbakır ve Şanlıurfa başta olmak üzere Mersin, Adana ve Antalya gibi kentlere yönelmişlerdir. Zorunlu göç ani ve toplu olduğundan yetkililer tarafından gerekli önlemler alınmadığından kentler göç edenleri özümseyememiş, başta Diyarbakır olmak üzere bir çok kent hızlı bir köyleşme, gecekondulaşma, yoksullaşma sürecine girmiştir. Bu şehirlerin zaten yetersiz olan altyapıları giderek tıkanma noktasına gelmiştir. Güneydoğu Anadolu Bölgesiyle Türkiye’nin Batı bölgeleri arasındaki refah ve gelişmişlik düzeyi farkı, Güneydoğu Anadolu.daki kentlerde zaten yetersiz olan sermaye ve insan gücünün bölgeden göçüne de neden olmuştur. Bunun sonucunda başta Diyarbakır olmak üzere bölgedeki kentlerin eski yerleşikleri (kentlileri) giderek azalmış, kente göç edenler de kentli bir kültürle karşılaşmadıkları için kentlileşme sürecine girmeleri engellenmiştir. Başta Diyarbakır olmak üzere bölgede göç edilen kentler, ekonomik bakımdan gelişmemiş ve sanayileşmemiş olmalarından dolayı bu kentlerde Türkiye’nin batıdaki büyük kentlerinde olduğu gibi bir enformel sektör de yeterince oluşmamıştır. Kente göç edenlerin genellikle tarım ve hayvancılık dışında bir becerilerinin bulunmaması nedeniyle de bu insanların büyük oranda işsiz durumuna düşmüş ve bunun sonucunda da bu yerleşim yerleri yoksulluğun en önemli alanları olmuştur (1). Türkiye’de kentleşme hızının artışı II. Dünya Savaşı sonrasına rastlar. 1950’li yıllarda önemli siyasal ve ekonomik değişmeler yaşanmış; tek parti iktidarı sona ermiş ve çok partili yaşama geçilmiştir. Çok partili yaşama geçilmesi ile birlikte kentlere olan göçler özendirilmiştir. 1950’lerde kentlere başlayan göç hareketleri 1960 ve 70’lerde büyük boyutlara ulaşmıştır. Bu dönemde göçler özellikle Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde çok etkili olmuştur. 1980’lerden sonra ise özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan terör olaylarına bağlı olarak önemli göçler yaşanmış ve kırsal alanlar adeta boşalmıştır 2007 yılı verilerine göre Türkiye’de kentlerde yaşayanların oranı %70’e ulaşmıştır. Kentlere doğru olan bu göç dalgası gecekonduların ortaya çıkmasına, yeni yaşam biçimlerinin doğmasına, yeni zevk ve beğenilerin ortaya çıkmasına, kültürel çatışmaların yaşanmasına, yeni mahallelerin ortaya çıkmasına vb. yol açmıştır. Kentlere yığılan bu nüfus kitleleri çoğunlukla mesleki formasyonu olmayan, formel işlerde çalışamayacak gruplardır. Birçoğu hemşerilerinin hemen yakınında kurdukları gecekondularda yaşamakta ve sosyal bir dayanışma ile ayakta kalabilmektedir. Geçim kaynakları ise genellikle gündelik işlere ve seyyar tezgâhlarına dayanmaktadır. Kırdan göçen kitlelerin kentlerdeki sanayi ve örgütlenmiş işler tarafından istihdamının mümkün olmaması; şehir ekonomisinde oldukça geniş bir yere sahip olan yeterince örgütlenmemiş bir kesimin doğmasına neden olmuştur. Genellikle marjinal sektör olarak adlandırılan 395 bu kesimde, bir organizasyon boşluğu, işler arasında standardizasyon yokluğu ve yeni girişleri engelleyici rol oynayan bir mekanizmanın bulunmayışı göze çarpar. Bu kesimde çalışanları iki kategoride değerlendirmek mümkündür. Birinci kategoriyi, kabaca kendi kendini nitelendiren imalatçılar, el sanatı işçileri, küçük ölçekli ticaret ve hizmet çalışanları ve sanayi öncesi döneme ait küçük esnaf ve sanatkârlar meydana getirir. İkinci kategoride ise, seyyar satıcılar, evlerde gündelik temizliğe giden hizmetçiler, kapıcılar, park bekçileri, arzuhalciler, profesyonel dilenciler ve yankesiciler gibi yer altı işçilerinden ibaret olan iş grupları bulunur. Bu iş grupları ferdi üyeler için oldukça istikrarlı olabilmesine rağmen iş istikrarı göstermez. Bu sektörde geçimini sağlayanların bazıları, özellikle genç olanları, işler arasında yanlamasına hareket etme eğilimine sahiptir ve aynı anda birkaç işle meşgul olabilirler. Bazı durumlarda yüksek olmasına mukabil, genelde kazanç örgütlenmiş sektöre göre daha düşük, istikrarsız ve geçimlik bir düzeydedir. Özellikle Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerine olmuştur. Bu göçler Diyarbakır’ı da etkilemiş ve 1985’te 305.940 (DİE, 1986: 3) olan Diyarbakır kent nüfusu, 22 yıllık süreçte nüfus % 154’lük bir artış göstererek 2007 yılında 778.343’e ulaşmıştır. Bu hızlı nüfus artışı kentin mekânsal olarak büyümesine, nüfusun yığılmasına yeni fonksiyon alanlarının gelişmesine ve bazı fonksiyonlarda değişikliklere yol açmıştır. Alt yapıdan yoksun İskanevleri, Alipınar, Cumhuriyet, İplik, Aziziye, Kayapınar, Huzurevleri vb. gibi yeni mahalleler ortaya çıkmış ve Diyarbakır mekânsal olarak çok büyümüştür, bu mahallelere binlerce insan göç ederek yerleşmiştir. Bu mahallelerde ve kentin merkezi semtlerinde yeni işyerleri açılmıştır. Kırsal kesimden gelen bu insanlar şehre uyum sağlamakta güçlük çekmişler ve şehirde yaşayan insanlarla kültürel çatışma içine girmişlerdir (2). Diyarbakır, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin metropol kenti niteliğini taşıması nedeniyle, 1990’lı yıllarda zorunlu göçe tabi tutulan insanların akın ettiği önemli merkezlerden biri olmuştur. İlin nüfusu 1990-95 yılları arasında, 5 yıl gibi kısa bir sürede, ikiye katlanmıştır. Zorunlu göçle kente yerleşenlerin büyük çoğunluğu, halen kentin merkezinde ve çeperlerinde yer alan bazı mahallelerde bir arada yaşamaktadırlar. Bu mahallelerde doğan bebekler, çocukluklarını aile büyüklerinden dinledikleri köy ve göç hikâyeleri, gittikleri mahalle okulları, ailelerinin geçimini sağlamak için Diyarbakır’ın sokaklarında verdikleri uğraş ve yine çalışmak için aileleriyle birlikte gittikleri pamuk ve fındık tarlaları arasında sıkışmış bir biçimde geçirmişlerdir. Son 15 yıllık süre içinde bu mahallelerde yaşamın çok da fazla değiştiğini söylemek mümkün değildir. Zorunlu göçle sadece yerlerinden ettirilmemiş, aynı zamanda evlerini, arazilerini, hayvanlarını, meralarını, ağaçlarını, neredeyse tüm mal varlıklarını geride bırakarak mülksüzleştirilmiştir. Bütün bunlara ilaveten, mal ve mülklerini kaybetmelerinin de ötesinde, zorunlu göç mağdurları aynı zamanda vasıfsızlaştırılmıştır. Köylerinde yaşarken edindikleri, yüzyılların birikimine dayanan bilgi ve becerileri, kentlerdeki işler için uygun vasıf olarak addedilmediğinden, köylüler kentlerde vasıfsız işçi konumuna düşmüş ve bu durum yoksullaşmalarına yol açmıştır. Zorunlu göçe maruz kalanların yaşadıkları mahallelerde yapılan görüşmelerde köye geri dönüş kararını değişik 396 faktörlerin etkilemekte olduğu görülmüştür. Örneğin, Kulp, Hani ve Lice’nin dağlık kesimlerinden gelenler arasında geri dönüş yaygın değildir. Buna karşılık anayollara yakın köylerde geri dönüşler olmaktadır. Daha çok mevsimlik tarımsal faaliyetleri gerçekleştirmek için dönemsel olarak köylere gidilmekte, evler yaşanacak durumda olmadığı için çadır ve geçici barınaklarda kalınmaktadır. Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi (KDRP) kapsamında köylülere konutlarını onarmak için verilen inşaat malzemesi yardımları ihtiyacı karşılamaktan uzak kalmıştır. Köye dönüş konusunda aynı ailenin bireyleri bile farklı görüşlere sahip olabilmektedir. Orta yaş ve üzeri olanlar içinde köye dönme eğilimi yüksek iken gençler ve kadınlar içine çoğunluk kentte kalmayı tercih etmektedir. Zorunlu göç mağdurlarının kentte doğan ve yetişen gençleri ise ruhen ve bedenen köy yaşantısına ayak uydurmayacaklarını düşünmektedir. Zorunlu göç mağdurlarının arasında son yıllarda işsizlik artmış ve yoksullaşma derinleşmiş, mahallelerde düzenli ve sürekli bir işi olanların sayısı azalmıştır. İnsanların büyük çoğunluğu geçimlerini inşaat işçiliği, seyyar satıcılık, hamallık, hayvan kesimi, çöpten katı atık toplama, ev temizliği ve çocuk bakıcılığı, tarım ve inşaat işçiliği geçici işlerde çalışarak sağlamaktadır. Yapılan bütün bu işlerin bir sürekliliği bulunmadığı gibi kazanılan gelirin de bir garantisi ve sürekliliği yoktur. İki üç aylık bir süreyle yapılan işleri uzun bir işsizlik dönemi takip etmektedir. Bölgedeki kentlerdeki yüksek işsizlik nedeniyle, erkekler ailelerini geride bırakarak inşaat işçiliği, katı atık toplama gibi sürekli olmayan işlerde çalışmak üzere batının büyük illerine de gitmektedir. Bu durum, aile yaşamını olumsuz etkilemekte, kadınların sırtına ilave sorumluluklar yüklemektedir. Batıya göç etmiş ailelerden bazılarının ise ya işlerini kaybettikleri ya da Batı illerinde maruz kaldıkları ayrımcılık ve dışlanma sonucu geri döndüğü gözlenmiştir. Diyarbakır’ın genelinde kronik bir sorun olan işsizlik, zorunlu göç mağdurlarının yaşadığı mahallelerde kendini çok daha yakıcı ve yaygın bir şekilde hissettirmektedir. Ailenin geçimine katkıda bulunabilmek için, çalışabilecek yaşta olan herkes (ki bu zaman zaman 6-7 yaşındaki çocuklar bile olabiliyor) ne iş bulabilirse yapmaktadır. Devletin verdiği yardımlara olan yoğun talep mahallelerde yoksulluğun derinliğine göstermektedir. Örneğin, Aziziye Mahallesi’ndeki ilköğretim okulundaki 1.853 öğrenciden 1.400’ü şartlı nakit transferi almaktadır. Zorunlu göçe maruz kalanların çalıştıkları iş alanları Türkiye ve dünya kapitalizminin geçirdiği değişimden en çok etkilenen sektörler arasında bulunmaktadır. Örneğin, pamuk fiyatlarının düşmesiyle ekim alanlarının azalması sonucu mevsimlik işçi olarak çalışanlar gün geçtikçe iş bulamaz duruma düşmektedir. Ayrıca, pamuk toplama makinelerinin yaygınlaşması da bu süreci hızlandırmaktadır. Aileler çocuklarını dershaneye gönderecek maddi imkâna sahip olmadıklarından üniversiteye gidebilenler ise parmakla gösterilecek kadar azdır. Çocukların bir kısmı hem okuyup hem çalışarak ailelerinin geçim mücadelesine katkıda bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, mevsimlik işçilik zamanı geldiğinde birçok çocuk okullar daha kapanmadan bir iki ay önce aileleriyle birlikte çalışmaya gitmekte ve ancak okullar açıldıktan bir ay sonra geri dönüp eğitimlerine devam edebilmektedir. Kaliteli bir eğitim alamadıkları için gençler, 397 ebeveynleriyle karşılaştırıldığında daha iyi koşullarda iş bulma açısından mesafe alabilmiş değillerdir. Bu bağlamda, yeni kuşaklar için olumlu bir değişim ya da yaşam standartlarında bir iyileşme sağlanamamakta, yoksulluk, yeni nesillerin yoksulluğunu da beraberinde getirmektedir. Tüm bunların yanı sıra, yaptığımız görüşmelerde hemen hemen herkes yaşadıkları mahallelerde madde bağımlılığı ve uyuşturucu kullanımı ve satışının, özellikle gençler arasında, arttığını dile getirmiştir. Çalışmanın yürütüldüğü mahallelerdeki ailelerin büyük çoğunluğu çekirdek aile dediğimiz anne-baba ve çocuklardan oluşmaktadır; ortalama hane büyüklüğü 6,9 kişidir. Mahallelerde oldukça genç bir nüfus yaşamakta olup, mahalle sakinlerinin %74’ü 30 yaşın altındadır. Nüfusun %35’ini 0-11 yaş grubundaki çocuklar oluşturmaktadır. Hanelerdeki ortalama yaş 21,2 dir (3). Fatihpaşa ve Savaş mahallesi Diyarbakır’ın en eski yerleşim birimlerinden olan Fatihpaşa ve Savaş mahalleleri Sur içinde yer almaktadır. Birbirine bitişik olan bu iki mahallenin tarihi MÖ 5000 yıllarına kadar gitmektedir. Yaklaşık 50 yıl öncesine kadar Süryaniler, Keldaniler, Yahudiler, Kürtler, Türkler ve Ermeniler bu mahallelerde birlikte yaşamaktaydılar. Eskiden kentin ileri gelenlerinin yaşadığı Suriçi mahalleleri son 30 yılda maddi gücü olanların başka mahallelere taşınması, zorunlu göçle gelenlerin onların yerlerine taşınmasıyla bir dönüşüm geçirmiştir. Mahallelerde, konutlar ve sokaklar Diyarbakır bazalt taşından inşa edilmiş olup, eski evlerin bir kısmı yıkık durumdadır. Fatihpaşa ve Savaş mahalleleri son 20 yılda yaşanan göç dalgasında insanların sığındığı mekânlardan biri olmuştur. Yıkık durumdaki evler göçün en yoğun olduğu dönemlerde naylonla örtülerek konuta dönüştürülmüş, surun duvarları kullanılarak ve eski binaların üzerine kat çıkılarak mekânlar genişletilmeye çalışılmıştır. Şu anda, bu evlerin üst katları konut olarak kullanılmakta, alt katlarında ise bazı aileler hayvancılık yapmaktadır. Eski mahallelerin özelliğinden kaynaklanan dar sokaklar (kûçe) nedeniyle ulaşım zorlukla yapılabilmekte, belediyenin temizlik araçları, itfaiye gibi büyük araçlar mahallelere girememektedir. Fatihpaşa’nın 2003 yılı nüfusu 12.575, Savaş mahallesinin ise 4.110’dur. Bu mahallelerde Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nün kadınlar için bir okuma evi bulunmaktadır. Mahalle sakinleri geçimlerini, inşaat işçiliği, seyyar satıcılık, hamallık, evlerde çocuk bakımı ve temizlik işleri, çek çek arabasıyla taşımacılık gibi işler yaparak ve batı kentlerine tarım ve inşaat işlerinde çalışmak üzere mevsimlik işçiliğe giderek sağlamaktadır. Bu mahalleler Diyarbakır’da suç oranının en yüksek olduğu mahalleler arasında sayılmaktadır. 398 Benusen 2003 yılı toplam nüfusu 62.942 olan Şehitlik mahallesinin büyük bir bölümünü oluşturan Benusen’in nüfusu yaklaşık 10.000’dir. Diyarbakır’ın güneyinde, surun hemen dışında yer alan Benusen, 1990’larda göçle birlikte çok hızlı bir büyüme göstermiştir. Gecekondulardan oluşan mahallenin yol sorunu bulunmakta, ayrıca elektrik tesisatının eski olması ve kaçak elektrik kullanımı nedeniyle elektrik de sık sık kesilmektedir. Diyarbakır’ın kentsel dönüşüm planı çerçevesinde bu mahallelerdeki evlerin yıkılması ve evleri yıkılanlara yeni yerleşim yerleri gösterilmesi planlanmaktadır. Benusen mahallesinde yaşayanların en önemli gelir kaynaklarından biri kaçak hayvan kesimidir. Birçok aile canlı hayvanların mahalleye taşınması, kesimi ve etlerin kasaplara dağıtımından kazandıklarıyla geçinmektedir. Benusen mahallesinde çalışan çocuk sayısı oldukça yüksektir (3). Aziziye mahallesi Aziziye Mahallesi’ne yerlesen haneler çoğunlukla zorunlu göçle gelen hanelerdir. Göçün Aziziye Mahallesi’nde yasayan hanelere etkisi birçok yönden ele alınabilir. Herşeyden önce, göç etmek zorunda kalan haneler, basta konut olmak üzere, üretim araçlarını ve diğer birikimlerini kısa bir süre içinde yitirmek durumunda kalmış, daha önce görece iyi durumda bulunan bir çok hane kendisini bir anda kent yoksulu olarak Diyarbakır’da bulmuştur. Kırsal yapıdan göç olgusu genellikle belli bir strateji ile gerçekleştirilen bir harekettir. En sık rastlanılan durum önce hane reisi ya da yetişkin erkeklerden birisinin kente gitmesi ve belli bir altyapı sağlandıktan sonra diğer hane üyelerinin kente gelmesidir. Zorunlu göç sürecinde ise bu tür bir planlanan bir göç sürecinden söz edilemez. Bir gün içinde kente gelmek zorunda kalan bu hanelerin kentsel yasama eklemlenebilecek maddi ve beşeri kaynaklardan yoksunluğu hızla kentte yoksul statüsünü kazanmalarına neden olmuştur. Bu tür bir donanım eksikliğinin en önemli boyutu emek pazarına girebilecek niteliklerden yoksun olmalarıdır. Hali hazırda geniş bir yedek issizler ordusu tarafından sarılmış bulunan emek pazarında kendilerine yer açmaları mümkün olmayan bu kesimin emek pazarına girişi daha çok inşaat isçiliği, işportacılık ve benzeri alanlarda olmuştur. Emek pazarına girişin bir başka yolu ise mevsimlik göç stratejisi ile pamuk, tütün toplama gibi geçici ve zahmetli alanlara yönelmek olmuştur. Zorunlu göç ve yoksullaşma sürecinin etkileri sadece çalışma yasındaki erkeklere yönelik değildir. Bu süreçten en dramatik etkilenen kesimler kadınlar ve çocuklardır. Kentleşme sürecinin en önemli pozitif etkilerinden biri eğitim olanakları olarak tespit edilmektedir. Ancak Diyarbakır örneğinde bu tür bir pozitif dışsallığın yeterince oluşmadığı gözlenmektedir. Göç döneminde kente gelen çocukların dikkate değer bir bölümü eğitim olanaklarının dışında kalmıştır. Çocukların dikkate değer bir bölümünün ise okul saatlerini de kapsayacak biçimde enformel islerde 399 çalışmaya başlaması geleceğe yönelik önemli maliyetlerinde habercisi olmuştur. Gider azaltma konusunda en görünür yöntem çocukların eğitimine son verilmesidir. Burada da ilk tercih edilen kişi kız çocukları olmaktadır. Ölçülmesi zor bir konu olsa da hane içindeki eşitsiz yoksulluk düzeyleri konusunda önemli bir ipucu olduğu düşünülmektedir. Geçinme stratejilerinden biri olan kadının çalışması Aziziye Mahallesi’nde görülmemektedir. Bunun nedenlerinden biri ataerkil toplumsal sistemdir. Diğeri ise emek piyasasının kadının çalışabileceği biçimde gelişmemiş olmasıdır. Kadının emek pazarındaki konumuna ilişkin vurgulanması gereken en azından iki temel boyut vardır. Birincisi, kadınların emek piyasasına girecek nitelikli emek gücünü oluşturmamalarıdır. Bu konuda sorun sadece bir konuda uzmanlaşma değildir. Kadınların dikkate değer bir bölümü okuma yazma bilmemektedir. Bunun yanında ikinci engel kültüreldir. Alanda yasayan hanelerin ataerkil değerler etrafında şekillenen yasamı kadınların çalışmasına olumlu yaklaşmamaktadır. Bu nedenle, kadının yoksulluk sürecindeki katkısı daha çok hane içi stratejilerdeki rolüne indirgenmektedir (4). Göç ve konut sorunu İlde yaşanan bu yoğun göç sonucu çarpık yapılaşma hayatın her alanında kendisini hissettirdi. Var olan diğer kent sorunlarının (eğitim, sağlık, işsizlik, ulaşım, konut, çevre, kirlilik, altyapı v.b.) yenileri eklendi ve içinden çıkılmaz bir hal aldı. Göçün yoğun yaşandığı varoşlarda büyük bir gecekondulaşma, kent merkezinde yoğun yapılaşma yaşandı. Diyarbakır büyük bir köy görünümü kazandı. Ayrıca insanlar göç ettikleri yerlerden kendi kültürlerini ve yaşam biçimlerini de şehre tabiydi. Sosyal ve kültürel dönüşüm ve değişim sağlanamadığından ve insanlarda kentleşme bilinci gelişmediğinden Diyarbakır›a adeta köy-kent kültürü hakim olmuş durumdadır. Şehir merkezinde kent kültürü tam olmasa da egemen, Varoşlarda ise köy kültürü baskın durumdadır. Bu sosyal ve kültürel farklılıklara bir de işsizlik ve sefalet eklendiğinde, şehirde yaşayanlar adeta bir psikolojik travmaya uğramışlar (5). Özellikle 1980’li yılların sonunda bölgede tırmanan gerilim ve şiddet olayların sonucunda, zorunlu veya isteyerek boşalan köylerden bir kısmının Diyarbakır’a göç etmesi çarpık kentleşme sürecini arttırmıştır. Nüfus yoğunluğunun ve yapılaşmanın yoğun olduğu kentlerdeki mevcut yığma yapıların yatay yüklere karşı dayanımlarının düşük olması münasebetiyle sorun teşkil etmektedir. 1970’den itibaren yoğun göçle birlikte gelişigüzel projesiz ve kuralsız olarak inşa edilen (çok katlı, tuğla duvarlı) yığma yapılar Diyarbakır ilinde çevre ve altyapı gibi birçok problemlere neden olmuştur. Sur içindeki betonarme yapıların büyük bir kısmı 1975 sonrası inşa edilmelerine karşın 1975 Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik İlkelerinde yer alan yığma yapıların yapım ilkelerine çok büyük bir oranda uyulmadığı ve çoğunun çevre koşulları ile birlikte yıprandığı yığma yapılar tehlike arz etmektedir.Son dönemlerde kontrolsüz bir şekilde inşa edilmiş çok katlı 400 yığma yapıların meydana getirdiği yapılaşmanın kentsel dokuya uyum sağlamadığı görülmektedir (6). 1928 yılında yeni devlet politikaları ile Diyarbakır bir dönüşüm sürecine girmiştir. Yeni yapıların yer aldığı kent, Diyarbakır tarihi surlarının dışında kurulurken, 1945 yılından itibaren Sur içi bölgesinde imar faaliyetleri başlamıştır. 1970’li yılların başına kadar fiziksel bir bozulma söz konusu olmazken, 1980’li yıllarda kent hem nüfus hem de mekânsal açıdan büyümüştür. Yoğun göç sonrası şehirleşme sürecinin tüm olumsuzlukları Diyarbakır örneğinde görülmektedir. Yapılan yanlış imar uygulamaları ve kaçak yapılaşmalar, kent dokusunun tahrip olmasına yol açmıştır. Günümüzde Diyarbakır ve öteki bazı Güneydoğu kentlerinde ivedi çözüm bekleyen sorunların başında barınma gelmektedir. Öteden beri tüm büyük kentlerimizde var olan gecekondu ve imar dışı konut sorunu bir yana, son yıllarda zorunlu göç nedeniyle ortaya çıkan ve değişik bir nitelik ve nicelik sergileyen bu olguya değişik bir yaklaşımla el atmak gerekmektedir. Yoğun göç, Diyarbakır kenti alan kullanımındaki ve fiziksel yapılaşmasındaki düzensizliğin en önemli nedenlerinden birisidir. Bu neden öylesine bir sosyal faktöre dönüşmektedir ki, kaynak dağılımını ve ekonomisinin kaderini tayin etmekte toplumsal yapıyı belirlemektedir. Diyarbakır kentinde 1990’dan günümüze kadar 34000 konut yapıldığı ya da kullanıma alındığı araştırma bulgularından çıkarılabilmektedir. Ancak, bu denli büyük bir yapılaşma sürecinde ve yine aynı dönemde 882 konuta belediye tarafından ruhsat verilebilmiş olması düşündürücüdür. Diyarbakır’da oturulan konutların fiziksel kapsamında ele alacağımız bir diğer veride konutların kullanım alanı büyüklükleri ve konut refahı için bir ölçü olabilecek kişi başına düşen konut alanıdır. Araştırma kapsamında yer alan hanelerde ortalama hane halkı 6,67 kişidir. Türkiye ortalaması aynı dönemde bu oran 4.2 dir. Genel bir tanımlama ile Diyarbakır’da kişi başına düşen konut alanı 12,90 m2 olup bu rakam 100 m2 alana sahip bir konutta ortalama olarak 8 kişinin yaşadığını göstermektedir. 1990-1994 döneminde inşa edilen konut miktarı bakımından Türkiye ortalaması 40.6 birimiken Diyarbakır’da bu oran 29.26 birim olmuştur. Bu veriler göç eden nüfusun önemli bir kısmı münferit konutlar yerine birim konutların birden fazla aile tarafından ortak olarak kullanıldığını göstermektedir. Aynı dönemde Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi mevzuatının gerektirdiği ruhsat işlemleri yapılmadan gerçekleştirilmiştir. 1940’lı yıllara kadar ilin nüfusunun hemen hemen hepsi surlarla çevrili bir kale kent içerisinde ve kendine özgü avlulu evlerde yaşarken, günümüzde ilin toplam nüfusunun %80’inden fazlası surun dışındaki kısmen planlı ama büyük bir çoğunlu çarpık kentleşme diye adlandırabileceğimiz bölgelerde yaşamaktadır. 1990 yılından sonra Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşanan güvenlik sorunları bölgedeki kırsal 401 göçü daha da hızlandırmıştır. Bu göç yoğunluğu Diyarbakır kent nüfusunun artış hızını 2–3 katına ulaştırmıştır. Bu olumsuz gelişmeler zaten yetersiz olan kentsel altyapı sorunlarını arttırmış, kentsel hizmetleri yetersiz kılmış ve tarihi dokunun tahribatında hızlandırıcı bir faktör olmuştur. 1992-1998 tarihleri arasında meydana gelen yoğun göçler neticesinde artan nüfusun 500.000 civarında olup bu nüfusun barındığı yapıların çok büyük bir kısmı kentsel altyapı yetersizliği nedeniyle insanca yaşam olanaklarından uzaktır. Sonuç olarak; düzenli bir yapılaşma ve mevcut yapıların ıslahı ile ileride meydana. gelebilecek doğal afetlerde, can ve mal kayıpları gibi unsurların önüne geçilebileceği ve azaltılacağı düşünülmektedir. TOKİ’nin Diyarbakır Şilbe Bölgesinde 6500 konutluk projesinin 2050’sine 1994 yılında başlayarak, bölümler halinde uygulamaya koyduğu konut projeleri kentsel açıdan örnek teşkil etmiş olup 2000’li yıllardan sonra yeni yapılaşma sürecine katkı sağlamıştır. Kentte konutlaşma sürecine girmesi ile yeni yapılan site tipi konutlar çevre koşulları, yeşil alanlar, çocuklar için uygun koşulları ile kentin gelişiminde ve görsel görünümünde güzel bir oluşum oluşturmuştur. Gecekondu bölgelerinin oluşumunu engellenmesi, alt gelir grubunun konut sahibi olması, nitelik ve nicelik yönünden konut sorununu çözmesi açısından TOKİ’ nin yaptırdığı konutlar kentin gelişimine ve çarpık kentleşmeyi engelleyici unsuru ile olumlu bir yapı sergilemektedir (6). Zorunlu Göçün Sonuçları Göç olgusu incelenirken zorunlu göçle gönüllü göçü ayrı ayrı ele almak gerekir. Çünkü zorunlu göç, göç kararının alınışından göçün neden olduğu sonuçlara kadar birçok yönü ile gönüllü göçten farklı özellikler göstermektedir. Zorunlu göç, etkileri itibariyle gönüllü göçe nazaran çok daha derin psikolojik ve sosyal kopuş ve altüst oluşa neden olur. Zorunlu göç konusunda yapılan çeşitli çalışmalara göre, göç edenler çok zor koşullarla karşılaşmaktadırlar. Zorunlu göçe maruz kalanların yaşadıkları en büyük sorun ise iş bulamamaktan kaynaklanan geçim sıkıntısı olarak tespit edilmiştir. Evlerini, mallarını, geçim olanaklarını kaybeden insanlar için göç maddi bir kayıp olup, yeni mekânda iş bulamamak bu kayıp duygusunu pekiştirmektedir. Göçenlerin kent ortamında geçerli olan beceri ve bilgilerle donatılmış olmamaları da yaşamlarını son derece zorlaştırabilmektedir. Zorunlu göç genellikle travmatik olayların tetiklemesi ile başlar. Memleketten, yuvadan, ana ocağından ayrılma kararının verildiği süreç, çoğu zaman ailelerin parçalanması ile sonuçlanır. Güvensizlik, yalnızlık ve yas gibi pek çok bilişsel sorun bu süreçte tetiklenir. Zorunlu göç, yarattığı etkiler bakımından bir afet türü olarak değerlendirilmektedir. 402 Zorunlu iç göç mağdurları yedi tipik boyutta yoksunlaşmayla karşı karşıya kalmaktadırlar, Bunlar; topraksızlık, evsizlik, işsizlik, marjinalleşme, besin kalmaktadırlar, Bunlar; topraksızlık, evsizlik, işsizlik, marjinalleşme, besin güvencesizliği, ölüm oranlarında artış ve toplumsal kopukluktur. Bu yoksunlaşma, marjinalleşme ve toplumsal kopukluğun, özellikle göç edenlerin belirgin bir etnik aidiyetleri söz konusu olması durumunda daha yoğun yaşandığı söylenebilir. Zorunlu göçe maruz kalanlarda travma sonrası stres bozukluğu, duygu durum bozuklukları, davranış bozuklukları gibi psikiyatrik sorunlara sıklıkla intihar düşünceleri ve girişimleri eşlik etmektedir. Zorunlu göç; geleneksel geçim kaynaklarından kopma ve bu kaynaklara ulaşamama, sosyal yurttaşlık haklarından yararlanamama, konut sıkıntısı, iş gücü piyasasında rekabet edememe ve yoksulluk ile çocuk emeğinin istismarı, eğitim hakkı ve fırsatlarından yararlanamama gibi sonuçları ile yerinden edilenler açısından bir sosyal dışlanmaya yol açmaktadır. Zorunlu göçle kent merkezlerine gelenler başta sağlık, eğitim, istihdam ve konut olmak üzere çok boyutlu sorunlarla karşılaşırlar. Köylerini çok kısa bir sürede terk etmek zorunda kalan aileler kente maddi ve manevi yönden hazırlanmadan, gerekli ekonomik birikimi yapmaya ve ilişkileri kurmaya fırsat bulamadan göç etmek zorunda kalırlar. Özellikle köyleri yakılan veya köye giriş çıkışları yasaklanan zorunlu göç mağdurlarının köyleri ile bağlantıları tümüyle koptuğu için, önceki göçmenlerin kentteki yaşam stratejilerinde önemli bir yer tutan köyden mal desteği kesildiğinden göçmenler kentte çaresiz kalmaktadırlar. Uygunsuz fiziki şartlarda inşa edilmiş gecekondular birçok sosyal ve psikolojik sorunu beraberinde getirmektedir. Örneğin, 70–80 metre karelik gecekondulara yerleşen göçmenlerde, geleneksel mahremiyet anlayışı yozlaşmaktadır. Bazı durumlarda gençler mahremiyetten mahrum kalma gerekçesi ile yaşlıları dışlamaktadırlar. Göçmenlerdeki gelecek kaygısı köklü değerlerde aşınmalara yol açmaktadır. Örneğin kendileri için uygun görmemelerine rağmen kadınlar, geleceklerini güvence altına alma ümidiyle, çocuklarının uygunsuz giyimlerinde hoşgörülü ve bağışlayıcı olabilmektedirler. Genç kızlarda ve kadınlarda dini duygu zayıflığı, yoksulluğa tahammülsüzlükle birleşince, kolay kazanç yolu olarak düşünülen fuhuş ortamlarına da iltifat edilmektedir (7). Diyarbakır’da Göç ve Kadınlar Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşanan göçler; kadınlar üzerinde etkileri açısından çok az araştırılmıştır. Ancak son zamanlarda özellikle bazı sivil toplum kuruluşlarının da girişimleriyle konuya ilişkin çok yönlü çalışmalarda bir artış gözlenmektedir. Örneğin Yerel Gündem 21 Kadın Meclisi’nin Diyarbakır’da, 18 Ocak 2006 – 25 Ocak 2006 tarihleri arasında 450 Evler, Gürdoğan, Aziziye, Benusen, 403 ve Fatih Paşa mahallelerinde ‘Göçün Kadınlar Üzerine Etkileri’ ile ilgili, 555’i evli, 463’ü bekâr 1018 kadına yönelik kapsamlı bir anket yapmıştır. Bu çalışmada, Diyarbakır’daki kadınların göç sürecine katılımları, göçten nasıl etkilendikleri ve beklentileri gibi konularda önemli istatistikî veriler elde edilmiştir. Bu veriler ışığında şu sonuçlara ulaşılmıştır; Diyarbakır’a göç etmiş evli kadınların %31,5’i göç nedeni olarak köylerinin yakılmasını, % 29,0’ ı geçim sıkıntısını ve %12,6 ‘sı da bölgedeki olayları göstermiştir. Bekârların ise %41,9’ u köylerinin yakılmasını, %33,9’u geçim sıkıntısını, %9,32ü de bölgedeki olayları göç etmelerine sebep olarak göstermişlerdir. Bu durumda özellikle 90’lı yıllarda Diyarbakır’a yönelen göçlerde köy yakılmalarının temel etken olduğu görülmektedir. Göçmen kadınların %15,5’inin hiçbir sosyal güvencesi bulunmamaktadır. Kurumlardan ne tür yardım istiyorsunuz? sorusunu evlilerin % 29,2’si ekonomik yardım, %16,7’sı iş, %18,4’ü okuma-yazma şeklinde cevaplamışlardır. Bekârların ise aynı soruyu: % 26,3’ü ekonomik yardım, %18,6’sı iş istemek şeklinde cevapladıkları görülmektedir. Bu kadınların % 37,5’inin göç ettikleri yerde ailelerine ait mal varlığı bulunmaktadır. Ancak terk edilen yerde bırakılan bu mallardan şu anda gelir elde edenlerin oranı ise sadece % 2,9’dur. Söz konusu araştırmanın, kadınların kültürel ve sosyal durumlarının tesbitine yönelik şu veriler elde edilmiştir; Evli kadınların % 75,9’u okuma yazma bilmemekte, günlük hayatta % 82,2’ si Kürtçe’yi, % 15,3 Kürtçe-Türkçe’yi kullanmaktadır. Bekârların okuma yazma bilmeyenlerin oranı ise % 31,1’dir. Yine bekârların gündelik hayatta kullandıkları dilin % 54,4 Kürtçe, % 36,5 Kürtçe-Türkçe, % 8,6 Türkçe olduğu anlaşılmıştır. Kadınların şiddete maruz kalma oranı ve maruz kaldığı şiddet türü konusunda da ilgi çekici bilgilere ulaşılmıştır. Buna göre; evli kadınların %34,5’i fiziksel, %33,2’i psikolojik, %28,1’i de cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Bekârların da %22,92 fiziksel şiddet, %28,5’’i psikolojik şiddete uğramaktadır. Kadınların kendi ifadeleri ile sağlık konusunda elde edilen istatistikî bilgile göre göçmen kadınlar önemli oranda sağlık sorunu yaşamaktadırlar; Araştırmaya konu olan kadınların %72,6’sı herhangi bir sağlık sorunu olduğunu, %28,1’sinde -kendi ifadelerinden-, en çok görülen sağlık problemlerinin anemi olduğu anlaşılmış, Ayrıca %12,6’sı böbrek ve idrar yolu enfeksiyonundan, %11,3’ü kadın hastalıklarından, %10,2’si sinirsel psikolojik rahatsızlıklardan, %8,4’ü midesinden, %6,1’i kalbinden, %7,3’ü tansiyonundan şikâyetçi olduğunu ifade etmişlerdir. Hamilelikte tetanos aşısı yaptıranların oranı: %39,6, Çocuklarının aşılarını düzenli yaptıranların oranı da %75,5’tir. Evli kadınların %60’ı, bekârların ise % 68,7’i psikolojik danışmanlık hizmeti istemişlerdir. 404 Diyarbakır’a göç etmiş kadınların durumlarına ilişkin bu verilerden sonra, onların göçten sonraki sosyal ve kültürel durumları şöylece özetlenebilir: Diyarbakır’a göç eden kadınların tamamının, göç sonrası karşılaştıkları sorunları homojen bir değerlendirme ile ele almak doğru değildir. Çünkü kadınların, göç kararının alınış şeklinden göç sürecinde yaşananlara, geride bıraktıklarından şehirde yerleştikleri mekâna ve burada nasıl karşılandıklarına kadar birçok etken kadının göçten etkilenme düzeyi konusunda belirleyici olmaktadır. Özellikle ani ve hazırlıksız gerçekleşen, çoğunlukla her şeyin birkaç gün içinde olup bittiği zorunlu göçle, göç kararının aile bireyleri tarafından özgürce alındığı ve gerekli ekonomik hazırlıklar yapıldıktan sonra gerçekleşen gönüllü göçte kadınların yaşadıkları psikolojik ve sosyal travmanın boyutu çok farklı olmaktadır. Göçten sonra kadınlar karşılaştıkları yeni ortamda erkeklere göre daha derin bir kültürel şok yaşamaktadırlar. Erkekler genellikle askerlik veya çalışmak için daha önce geldikleri şehirlerde, şehir kültürünü tecrübe etme fırsatı bulduklarından sonraki karşılaşmalarda kadınlara göre daha az sorun yaşamaktadırlar. Kadınların bütün hayatlarını yaşadıkları ve aralarında romantik bir bağın oluştuğu köyünden ve sosyal çevresinden bir anda kopmaları ve şehir hayatında yeni bir kimlik inşası mecburiyeti ile yüz yüze kalmaları ile yaşadıkları travma hali, -duygusal yapıları da göz önüne alınırsa onların psikolojik durumlarının önemli bir parçası haline gelmektedir. Kadınların göç sonrasında yaşadıkları psiko-sosyal ve kültürel sorunlarının boyutu ekonomik durumları ile yakından ilişkilidir. Daha iyi ekonomik şartlara sahip aileler göçten sonra mekân olarak daha iyi yerlere yerleşmekte ve çevrede kabullenilişleri bu imkânlara sahip olmayan ailelerden çok farklı olmaktadır. Genellikle mallarını geride bırakıp büyük ekonomik kayıplarla şehir merkezine zorunlu olarak gelen göçmenler şehrin, yapılaşma ve alt yapı olarak yoksun mahallelerine yerleşmekte ve buralarda ciddi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Gecekondu mahallelerindeki hemşeri dayanışmaları sorunları bir ölçüde hafifletmekteyse de boşaltılan köylerden gelen kırsal yardımlar kesildiği için ekonomik sıkıntılar olanca ağırlığını hissettirmeye devam etmektedir. Kırsalda çalışıp üreten, aile ekonomisine katkıda bulunan kadınlar göçle birlikte mesleki becerilerinin şehir ortamında bir getirisi olmadığından ekonomik olarak salt bir tüketici konumuna düşmektedirler. Göç sırasında beraberlerinde getirdikleri geçimlik kaynakları bir süre sonra tükenmesi ve erkeklerin vasıfsız işçi konumunda iş bulamamaları nedeniyle aile ciddi ekonomik bunalım içine düşmektedir. Bu durum aile içindeki gerilim ve şiddet ortamını beslemektedir. Şiddet ise en fazla kadına yönelik olmaktadır. Bu ortamda kendisini değersiz hisseden kadın çeşitli psikolojik sorunlarla karşılaşmakta ve bazen intihar yolunu seçmektedir. Diyarbakır’a göç eden kadınların büyük çoğunluğunun gündelik hayatı evi ile sınırlanmaktadır. Kırsalda kadının üretim gücüne ihtiyaç duyulması, cemaat toplumu ilişkilerinin bireyler arasında oluşturduğu karşılıklı güven ortamı kadınların ev dışındaki etkinliklerinin sınırlarını genişletirken, şehir ortamının yabancılığı ve 405 oluşan güvensizlik ortamı kadının, evi dışındaki etkinliklerinin hoş karşılanmamasına neden olmaktadır. Son dönemlerde artan kapkaç ve hırsızlık olaylarının da etkisi ile dışarıdaki hayatın güvensizliği kadının agorafobiye (ev dışına çıkma korkusu) yakalanma riskini artırmaktadır. Kırsaldaki geleneksel aile ve akraba ilişkileri göç sonrasında değişime uğramaktadır. Şehir ortamında erkekler daha baskıcı roller benimsemekte, kadından koşulsuz olarak itaat etmesini istemektedir. 158 Böylece kadınla sınırlı ve düzeysiz bir iletişim kurmaktadırlar. Oysa kadının karşılaştığı sorunlar onun aile içinde sağlıklı iletişim kurmasını zorunlu kılmaktadır. Bu sakat iletişim kadının yalnızlaşmasına ve içine kapanmasına neden olmakta ve yaşadığı psikolojik sorunların daha da ağırlaşmasına yol açmaktadır. Kırsalda sosyal destek bağları ve cemaat içi duygusal paylaşımla daha kolay tolare edebileceği bu gibi sorunlarla baş başa kalan şehir kadını çaresiz kalmakta bu çaresizlik onu hayatı konusunda radikal kararlar almaya sevk edebilmektedir. Diyarbakır’ın alt ve üst yapısıyla 1990’lı yıllarda gerçekleşen zorunlu göç dalgasında, gelenleri hazmedememesi, kırsal değerlerin nicelik olarak değişmeden şehir ortamına taşınması, yoksulluğun geliştirdiği şiddet kültürü, ikinci neslin farklı beklentilerinin artırdığı kuşak çatışmaları vs. sebeplerin de etkisi ile kadınlar arasında intihar olayları -2003 verileri esas alındığında- ciddi bir artış göstermiştir. Bu intiharlarda etkili olan sebepler genel olarak; göç sonrasındaki hızlı değişime uyum konusunda yaşanan sorunlar -kimlik bunalımı ve kendini değersiz görme, televole kültürünün tetiklediği lüks hayat özlemi ile sahip olunan imkânlar arasındaki uçurumun neden olduğu hayal kırıklıkları, kız çocuklarının eğitim taleplerinin engellenmesi, aile içinde şiddet tabanlı iletişim-iletişimsizlik, dini inançlardaki zayıflık ve batıl inançlar olarak sayılabilir (7). Göçmen kadınların dini gruplara olan ilgisine bakıldığında ekonomik ve sosyal yaşam düzeyi olarak orta tabakadaki kadınların cemaat ve tarikatlara daha çok ilgi gösterdikleri görülmektedir. Bu dini gruplara devam eden kadınların diğerlerine göre, göçmenlerin mutad olarak karşılaştıkları sorunlardan bazıları ile başa çıkma imkânlarına da kavuştukları anlaşılmaktadır. Bu kadınlar göç sonrası yaşanan aidiyet ve kimlik krizi ile beliren yalnızlaşma sorunlarını bağlı bulundukları dini grup içindeki dayanışma ile kendilerine sosyal destek bağları sağlamakta ve bu sorunlarını hafifletebilmektedirler. Bu vesile ile dini toplantı, konferans kermes gibi sosyal içerikli etkinliklere katılan kadın bir taraftan sosyal ihtiyaçlarını karşılama fırsatı bulmakta diğer taraftan şehirsel modernleştirici aracıları kullanma yönündeki eğilimi artmaktadır. Son zamanlarda söz konusu dini grupların modernleşme yönündeki temayülleri kadının bu noktadaki durumunu rahatlatmaktadır. Sosyo-ekonomik düzey olarak daha düşük hayat standartlarında yaşamakta olan ve çoğunlukla Fiskaya, Suriçi, Şehitlik, Benusen ve Bağlar gibi az gelişmiş 406 semtlerde oturan kadınlar daha çok, iktidarla etnik bir söylem düzleminde hesaplaşmayı öne çıkaran siyasi ve kültürel oluşumlara ilgi göstermektedirler. Bu ilgide kadınların kendilerini çeşitli yönlerden ‘öteki’ olarak görmelerinin etkili olduğu kabul edilebilir (7). Söz konusu siyasi söylemler bir taraftan çeşitli eşitsizlikleri kadın üzerinden dillendirirken diğer taraftan kadını geleneksel kimliğinden sıyrılma konusunda güdülemektedirler. Bu yöndeki telkinleri olumlayan davranışlar sergileyen kadınlar aile içinde çok boyutlu sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Zaten eğitim düzeyi ve kültürel alt yapısı hazır olmadan böyle bir değişim talebinin kadın açısından istenen sonuçları doğurması beklenemez. Ekonomik ve sosyal imkânsızlıkların beraberinde getirdiği sorunlar yumağı kadının manevi değerlerinde de aşınmaya neden olabilmektedir. Suçluluğun ve kanunsuzluğun yoğun olduğu, sosyal kontrolün zayıf ve suçun gizlenme fırsatının daha rahat bulunduğu çarpık yapılaşma alanlarında ahlaki dejenerasyon ve çarpık ilişkiler yaygınlık göstermektedir. Diyarbakır’da son dönemlerde cinsel suçlarda anormal bir artış olduğu konusunda ülke çapında çeşitli spekülasyonlar yapılmıştır. Ancak bu konuda derinlemesine yapılmış bir araştırma bulunmamaktadır. Şehir ortamında sosyal kontrolün azalması ve toplumun kültürel kabulleri ile erkekler eşlerini fütursuzca aldatabilmektedirler. Kadının bu durum karşısında yapacak pek bir şeyi yoktur. Hakkını adli düzeyde aramaya teşebbüs etmesi hoş karşılanmamakta, hatta böylesi durumlarda cezalandırılan yine kadın olmaktadır. Geleneksel anlayışın dul kadına bakışı ve kocasından ayrıldığında sığınacağı bir yerinin olmamasından dolayı kadın boşanmayı göze alamamaktadır. Bu durumda her şeye katlanmak mecburiyetinde kalmakta veya intihar etmektedir. Türkiye’de son dönemde meydana gelen ekonomik ve sosyal açılımlar, Avrupa birliği sürecinin etkisinde insan haklarında yapılan iyileştirmeler ve toplumda kadına yönelik hak ihlallerini önlemek amacıyla oluşan bilinç, kadınlara hizmet veren sosyal hizmet kurumlarının çabaları, çatışma ve şiddet ortamının nisbeten yumuşaması, göçmen kadınların zamanla Türkçe öğrenmiş olmaları gibi sebeplerin etkisi ile. Diyarbakır’da göçmen kadınların sosyal hayattaki görünürlüklerinde artış olduğu gözlenmektedir. Kız çocuklarını okutmama yönündeki geleneksel anlayış göç sonrasında kısmen aşılmış görünmektedir. Bu durumda, geleneğin dönüşümünün yanında cezai müeyyidelerle, devletin kırtasiye yardımları ve yoksul ailelere yaptığı şartlı nakit transferi de önemli bir etkendir. Ayrıca kadınların bir veli olarak çocuklarının eğitimleri konusunda gösterdikleri hassasiyette ve okulla işbirliği çabalarında az da olsa bir artış olmaktadır. Kadınların kendileri için faaliyet gösteren sivil ve resmi kurumlara ilgisi artmaktadır. Sosyal hizmetler, GAP idaresi, belediyeler ve çeşitli sivil girişimlerin öncülüğünde hizmet veren kadın merkezlerinin etkinliklerine kadınların katılımındaki artış dikkat çekmektedir. Bu merkezlerin sayısının artırılması ve gerekli desteğin 407 sağlanması halinde kadınların rehabilitasyonu ve toplumsallaşmaları konusunda ciddi bir işlev görecekleri kesindir. Batman’da bu amaca hizmet eden merkezlerin bulunduğu yerlerde intihar olaylarının düşüş gösterdiği tespit edilmiştir. Sonuç olarak, kadınların 1990’larda gerçekleşen ani göç dalgası ile geldikleri şehir ortamındaki kuşatılmışlıklarının giderek etkisini yitirdiğini ve normalleşme eğiliminin yavaş da olsa devam ettiğini söylemek mümkündür (7). Diyarbakır’da “Sokak Çocukları” ve göç Diyarbakır, Türkiye’de sokak çocukları açısından oldukça yüksek bir düzeye sahiptir. Diyarbakır’da gerek sokak çocuklarıyla ve bazı yetkili ve ilgililerle yapılan görüşmelerde, gerekse 8 yıldır yazar tarafından yapılan gözlemlerde çıkan sonuçlara göre, Diyarbakır’da sokak çocuklarını, sokakta çalışanlar, aylak gezenler, kapkaç yapanlar, hırsızlık yapanlar, dilencilikte araçsallaştırılanlar, uyuşturucu ve bali kullananlar, hırsızlık yaparken yaralama ve öldürme eyleminde bulunanlar vs. oluşturmaktadır. Çocukların günlük çalışma süreleri 2-3 ile 14-15 saat arasında değişmektedir. Çocukların çoğu kalabalık ve kirli mekanlarda haftanın 7 günü tam gün veya yarım gün çalışmaktadır. Sokakta çalışan çocukların profiline bakıldığında, seyyar satıcılıktan ayakkabı boyacılığına, tartıcılıktan şeker satıcılığına kadar pek çok işle ilgilenmenin söz konusu olduğu görülür. Denilebilir ki çocuklar sokaklarda kağıt mendil, sakız, su, buz, şeker, balon ve simit gibi şeyler satmakta; ayakkabı parlatmakta ve boyamakta, otomobillerin camlarını silmekte; pazarlarda el arabasıyla mal taşıma, çöp toplama, su taşıma ve mezarlıklarda temizlik işleri gibi psikolojik gelişimi olumsuz etkileyebilecek işler yapmaktadır. Bu arada çöp toplama işinde çalışanlar da vardır. Diyarbakır Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’nün yaptığı bir araştırmaya göre kentte çöp toplayarak para kazandıran ve kazanan yaklaşık 500 çocuk var (NTV, 2007). 2004 yılında yaptığımız anket çalışmasıyla da sokakta çalışan çocukların, burada belirtilen bütün işleri yaptıkları tespit edilmiştir. Yapılan ankette %95,0 (397 çocuk) oranında erkeklerin ve %4,3 (18) oranında kızların temsil edildiği çocuklar, 6-20 yaş arasındadır ve örneklemin büyük çoğunluğunu 8-18 yaş arası teşkil etmektedir. Çocukların %73,7’sinin (308 kişi) okula devam ettiği, yaklaşık % 10’unun (41 kişi) okulu terkettiği anlaşılmıştır. Hiç okula gitmeyenlerin oranı da %4,1’dir (17 kişi). Örneklemin %16,5’inin (69 kişi) sigara içme, %4’ünün (17 kişi) ise sigaraya ek olarak bira, esrar, bali gibi alışkanlıklarının olduğu belirlenmiştir. Çocuklardan %38,0’ı (159 çocuk) aile içinde ve %51,7’si (216) sokakta çevrede şiddet gördüğünü belirtmiştir. Çocukların %27,5’i (115) ailesine maddi katkıda bulunmak için sokakta çalıştığını, %17,2’si (72 çocuk) okul harçlığı veya ihtiyacını karşılamak için, %16,5’i (69 çocuk) ekonomik sebeplerle vs, fakat son tahlilde %85’i maddi ihtiyaçları karşılamak üzere sokağa çıktıklarını ifade etmişlerdir. Diyarbakır Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü tarafından yapılan araştırmada, kentte 3 bin 302 çocuğun sokakta çalıştığı, çalışan çocukların kazançlarını ise ailesine verdikleri belirlenmiştir. Aynı araştırmaya göre 78 çocuğun madde bağımlısı olduğu, 14 çocuğun dilendiği tespit edilirken, sokakta çalışan 3 bin 408 302 çocuktan 97’sinin de kız çocuğu olduğu, 2 bin 742’sinin okuluna devam ettiği, 560›ının ise okulu bıraktığı belirlenmiştir. Araştırmada, çocukların yüzde 70.5’inin günde sokakta 2- 3 saat, yüzde 25’inin 6- 10, risk düzeyi yüksek olan 150 çocuğun da 10 saatten fazla sokakta çalıştığı, çocuklardan yüzde 84.2›sinin kazandığı parayı annesine, yüzde 8.4’ünün ise kazandığı parayı babasına verdiği, yüzde 7.4’ünün ise sokakta çalışarak kazandığı parasını kendisinin harcadığı ortaya çıkmıştır (8). Yapılan bir çalışmada (Güneş–Kalaycı, 2004) “yapılan inceleme ve temaslarda Diyarbakır’ın hem genel olarak sosyal hizmet ve yardım programlarının yürütülmesi ve özel olarak sokakta yaşayan ve çalışan çocukların sorunlarının çözümü bakımından özel bir dikkat gerektirdiği tespit edilmiştir. Diyarbakır’la ilgili tespitler aşağıdaki gibidir: 1. Diyarbakır’da çocukların dikkat çekici bir kısmı kent merkezindeki sokaklarda bulunmaktadır. 2. Kentte çocukların sokakta bulunma nedenleri seyyar satıcılık ve dilencilikle sınırlı değildir. 3. Farklı kaynaklardan alınan bilgiye göre Diyarbakır’da sokaktaki çocukların sayısı 20.000 civarındadır. (Bu sayı sokaktaki çocukların tamamını kapsamıyor). 4. SHÇEK’ bağlı Çocuk ve Gençlik Merkezine kapasitenin üstünde kayıtlı yaklaşık 700 çocuk devam etmektedir. Ancak bu merkez uzman personel ve bütçe yetersizliği nedeniyle yeterli hizmet verememektedir. Emniyet müdürlüğüne bağlı Çocuk Şube Müdürlüğüne intikal eden çocuk suçluluğuna dair kayıtlar bu sayının iki katıdır. (Yıllık 1.500 civarında). 5. Diyarbakır sokaklarındaki çocukların önemli bir kısmının göçle çevre illerden (Muş, Bingöl, Siirt, Batman vs.) gelen yoksul ve işsiz/ evsiz ailelere mensup olduğu belirtilmiştir. Sokak Çocukları, Değerler ve Din Denilebilir ki bölgede 1980’li yılların ikinci yarısında başlayıp daha sonraki yıllarda yoğunlaşarak artan şiddet olaylarının kent merkezindeki en önemli sonuçlarından biri, hızlı nüfus hareketleridir. 1950’li yıllardan itibaren yaşanan ve daha çok ekonomik motivasyona bağlı olarak gelişen ilk dönem göçün aksine, 1990’lı yıllarda giderek yükselme eğrisi çizen ikinci göç hareketi, bölgenin sıcak şartlarından kaynaklanmış olup hızlı, gayr-i iradî, plansız ve kitlesel bir şekilde gerçekleşmiştir. Kitlesel boyutta yaşanmış olması nedeniyle, göç eden gruplar kent merkezindeki mevcut şartları içselleştirememiş, aksine kentsel alanlar hızla kırsal kimliğe bürünmeye ve gettolaşmaya başlamış, Diyarbakır bir bakıma metro-köy haline gelmiş; yetersiz olan kentsel altyapı ve üstyapılar bütünüyle tıkanmıştır. Yaşanan yoğun göç sonrasında, kent merkezinde başta sağlık, eğitim, konut ve istihdam olmak üzere çok boyutlu sorunlar ortaya çıkmıştır. Kadın ve çocuklar arasındaki sorunların erkeklere oranla çok daha farklı ve fazla olduğunu da belirtmek gerekir. 409 Fiziksel yer değiştirme yanında, sosyo-ekonomik çevrenin değişmesi, sosyal destek ağlarının zayıflaması veya ortadan kaldırılması, şehir kültürüne uyum sağlamaya bağlı olarak kadınların ve çocukların sorunları kar topu gibi büyümüştür. Göç sonrasında, yeni yerleşim alanlarına uyum sürecinde, kadın ve çocuklar açısından mevcut verili değerler sistemi ile sokaktaki yaşam çatışmış, bu durum çocuk ve kadın grupların önemli bir bölümünde davranış bozukluklarına yol açmıştır. Söz konusu uyumsuzlukların en önemli yansımalarından biri de, sokak çocukları sorunu olmuştur. Diyarbakır’da bu sorunun çözümüne yönelik bazı hususlar, başta yoksulluk temelli izahlara dayalı çözüm önerileri getirilmiş, fakat Müslüman olan bir toplumda sorunun çözümünde değerlerin önemi ve din faktörü neredeyse tamamen gözardı edilmiş ve edilmeye de devam edilmektedir. İslam’ın sokak çocukları ve çocuk suçlarını nasıl önlediği veya azalttığı, nasıl önleyebileceği veya azaltacağı, Diyarbakır’da söyleşi ve katılımcı gözlem teknikleriyle ortaya konulabilir, anlaşılmaya çalışılabilir. Amaç, dinin suçları önleyici işlevselliğini uygulamalı olarak göstermek ve modernleşen bir toplumda dahi dinin sosyal kontrol boyutunun ne denli etkili olduğunun anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. Dicle ilçesine bağlı bir köy halkı, zorunlu nedenlerle köylerini terk edip Diyarbakır’a göç etmiş ve bunun sonucunda da yukarıda belirtilen sosyal sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu sorunların en önemli boyutlarından biri de, köyden Diyarbakır’a göç eden ailelerin çocuk ve gençlerinin sokak çocukları halkasına katılması ve çocuk suçları kategorisinde çeşitli eylemlere girişmesidir. Balicilik, uyuşturuculuk hırsızlık, kapkaçcılık bu çocukların en çok dikkati çeken yönleriydi. Kendileriyle Eylül 2006’da görüştüğümüz çocuk ve gençlerin sayısı 120 civarında. Bir imamdan Kur’an öğrenmiş ve dini bilgiler almışlardır. Çocuk ve gençler, çoğunluğu 16 yaşından büyük olmak üzere 12-22 arasında değişen yaşlardadırlar. İlköğretim ve Lise mezunu eğitim düzeyindedirler. Tamamına yakını işsiz olduğunu ve iş olması durumunda çalışacaklarını söylüyor. Bir kısmı seyyar satıcılık, örneğin balıkçılık yaptığını söylüyor. Bu gençlerin tamamına yakınının ortak özelliği, ailelerinin ekonomik düzeyinin oldukça düşük olmasıdır. O gruptan 30 genç sokak çocuğu iken ve sokakta suç işler iken Kur’an öğrendikten sonra sokak çocuğu olmaktan ve kötü davranışlardan kurtulduğunu belirtmiştir. Şimdi artık çalışmak için iş aramaktadırlar. Belirtmek gerekir ki bu çocukların, Kur’an ve dini öğrenmeye başladıktan sonra din adına tehlikeli oluşumların için yer almadıkları tespit edilmiştir. Bu olay, dinin insan, özellikle de çocuk ve gençler üzerindeki olumlu etkisini ve kontrol gücünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu, insanların, yoksul ve işsiz olduklarında suç işlemeyebileceklerinin bir göstergesidir. Bunu söyleyerek burada, sorunun çözüm yollarının önüne dini koymak amacı taşınmamakta, bilakis dindar bir toplumda ters giden bir şeye çözüm bulmada toplumun dindarlığından yardım almanın mümkün olduğu söylenmeye çalışılmaktadır (8). 410 KAYNAKLAR 1. Rüstem ERKAN Mazhar BAĞLI Göç ve Yoksulluk Alanlarında Kentle Bütünleşme Eğilimi: Diyarbakır Örneği Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi 2005 / Cilt: 22 Sayı: 1 / ss. 105-124 2. Taner Kılıç Harun Tunçel Kentsel Mekânların Kullanımı ve Seyyar Satıcılık: Diyarbakır Örneği Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi, Coğrafya Eğitimi Anabilim Dalı, Diyarbakır, Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Elazığ. 3. Kalkınma Merkezi Derneği. Zorunlu Göç ve Diyarbakır. Yayın No: 3 Gün Matbaacılık. İst. 2006 4. Hatice Kursuncu Prof. Dr. Can Hamamcı Kentsel Yoksulluk: Diyarbakır. Yüksek Lisans Tezi. Ankara-2006 T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstđtüsü Kamu Yönetimi Ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Kent Ve Çevre Bilimleri. 5. Zülküf Karatekin .Diyarbakır İli-Kentleşme ve Göç. Tmh - Türkiye Mühendislik Haberleri Sayı 412 - 2001/2 6. Havva Özyılmaz, Sertaç Karakaş ve Abdulhalim Karaşin. Diyarbakır’da Yoğun Göçün Getirdiği ÇarpıkKentleşme Sorunları Tmmob Afet Sempozyumu 329 7. Abdusamet Kaya Doç. Dr. Ejder Okumuş. T.C. Göç Bağlamında Kadının Dinsel Dönüşümü (Diyarbakır Örneği) Diyarbakır–2007Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler EnstitüsüFelsefe Ve Din Bilimleri Anabilim DalıDinler Tarihi Bilim Dalı 8. Prof. Ejder OkumuşSokak Çocukları”nın Sosyolojisi- Diyarbakır ÖrneğiDinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, IX (2009), sayı: 1 411 DİYARBAKIRDA ÇAYDA ÇIRA’NIN HİKAYESİ(*) Mehmet Ali ABAKAY** Dicle Nehri Çay akar, şehrimin önünden; ismi şad konulmuş, şet denilir, Dicle’ye. Asırlardan asra olan çağlaması dur-durak bilmeyen Dicle, tanığıdır, olanın bitenin binlerce senedir. O çağlayıp akar ve her yöneldiği yerleşim alanının adeta kurucusudur. İnsanlık tarihinde suyun yolculuğu, suyun olduğu yerde hayatın inşâı olarak bilinir. Nerede su varsa orada hayat vardır, insanlığın yerleşik yaşama geçme durumu söz konusudur. Çay akar, yüreğimin bir köşesinde ve nereyi sulamış ise Dicle, orada tabiatın binbir nebatı yetişmiştir, yetişmektedir. İnsnalığın ortak tanığı olan Dicle, tarihten bugüne Cennet Akarsularından bilinir, gümrahlığıyla, kendisine kutsallık atfedilir, açıkça. Suyun olduğu yerde medeniyet nevş u nema bulur, uygarlık tarihinde kurulan bunca devlet bunun şahididir, açıkça. Su olunca tabiatın çehresi değişir ve değişim insanlığın hayatına akseder, kuşkusuz. Mimarî gelişir, musıkî farklılaşır, kilimdeki motiften işlenen nakışa, kullanılan giysiden eldeki destmala, dilden gönüle, herşey farklılaşır. Diyarbekir’de Dicle’nin sularına dilekçeler bırakılır, sahibine ulaşması için. Dilekler, temenniler, şikâyetler ve arzulanan ne varsa. Dicle’nin sahibine varması için kalemin mürekkebi suyuna karışır, kâğızı erir bu yolculukta. Edilen dualar, Sahibine ulaşması için eller havada kalır uzun zaman ve duaların kabulü için yüze sürülür, gönlünden geçenlerin yerine gelmesi için. Ateşin aydınlığından kalma mıdır, Çayda Çıra? Şehrin Müslüman Arapların kuşatmasında yaktıkları her geceyi aydınlığa, gün ışığına çeviren meşalelerin aydınlığına telmih midir? Belki de hasad zamanı devasa karpuzlardan elde edilen verimden sonra Dicle’ye salınan karpuzların yakılan fitilleri ile şehrayine dönüşen aydınlığı, belki bir festivaldir, topluca eğlenmedir, bir yılın yorgunluğunu üzerinden atmadır, bahçElerde, bağlarda çalışan insanın. Çayda Çıra’nın ne zaman çıktığı hususunda kesin bir görüş belirtmek oldukça güçtür. Yine de araştırmalarımız bu geleneğin yüzlerce yıldan bugüne süzülerek geldiğini, Çayda Çıra’nın kadîm kültürün mirası olduğunu, bugünden yarına taşınması gerektiği hususunda bize bilgi vermektedir. (*)Çayda Çıra Konulu Araştırmalarımız **Araştırmacı-Yazar 412 e-mail: [email protected] Yıllardır söylenegelen ve şehrimizin kültürel yapısında bilinen, geleneğinde tatlı hatıraların içinde yer alan Çayda Çıra nedir? “Çayda Çıra” denince halk oyunlarında nasıl bir iz bırakmıştır? Bu söylenegelen ve 20. Yüzyıl başına kadar düzenli biçimde uygulanan etkinlik, neden bugün yaşatılmamış? Çayda Çıra’nın geceyi aydınlatan, karanlığı kovan, herkesi bir potada toplayan, kaynaştıran, eriten, herkesin sevinçle birbirini kardeş bildiği, bağrına bastığı, alkışlarla, zılgıtlarla, seyrine doyum olmayan bu etkinlik nasıl yapılırdı? Yaşlılarımızdan dinlediğimiz ve görenlerden kayda aldığımız biçimde aktaracağımız bilgilerden yola çıktığımızda Çayda Çıra’nın günümüzde eskiyi aratmayacak derecede tekrar geçmişteki şeklini kazanması gerekmektedir. Diyarbakır Karpuzu Haklı bir şöhrete ulaşmış, büyüklüğü ve tadıyla şehrin sembolleri arasında yer edinmiş Diyarbakir Karpuzu, Diclenin alüvyonlu kenarlarında açılan derin çukurlarda, güvercin gübresi karıştırılmış toprakla yetiştirilir. Karpuzun büyük olması için genelde bir karpuzun dışında diğer çiçekler, olgunlaşmadan kesilir. Bazen karpuza verilen güvercin gübresi olan koğa dışında kökün iyi beslenmesi için değişik katkılar yapılabilir. Büyüyen karpuzun gelişimi için yetiştirici, güneşin durumuna, suyun gerektiğinde verilmesine dikkat eder. Yetişen karpuz, özel olarak korunur ve hediye verilmek üzere ancak hatırı sayılır kişilere sunulmak için hazırlanır. Özel yetiştirilen karpuzların şehir dışına gönderilmesi de ihtimam ister. Bu sebeple karpuuzn zedelenmemesi için tedbirler alınır. Kimi zaman ağırlığı altmış kiloya varan ve develere yüklenerek şehirde satışa sunulan Diyarbakır Karpuzu, satışta kılınçla kesilir, dilimler halinde verilirdi. Özel ihtimam gerektirmeyen karpuzların da en az on beş-yirmi kiloya yakın bir ağırlıkta olduğunu yakın zamanda gördüğümüzü belirtirken, son dönemde artan karpuz üreticilerine destek ve karpuzu tekrar eski ağırlığına getirme çalışmaları söz konusudur. Diğer ülkelerde yetiştirilmek istenen karpuzun şehrimizdeki verime ulaşmamasının sebebpleri arasında Dicle’nin aluvyonlu toprağı ile güneş gösterilmektedir. Karpuz ve Sağlık Karpuz hakkında söylenegelen bir rivayet şu şekilde özetlenebilir: Lokman-ı Hekim, ölümsüzlük iksirini-ilacını bulmak için yollara düşmüş ve Urfa Kapı’ya gelmiş. Yığılı patlıcanları görünce şehirde insanların yaşamısa taacüp etmiş. Dünyada yapılan zehirlerin ana maddesi bilinen patlıcanı bu denli yiyenlerin sağlıklarını nasıl koruduğunu merak etmiş. Karpuz alanlarını görünce, endişesinin boş olduğunu anlamış. 413 Karpuuzn sindirimi hazmetmesi, toksinleri dışarı attığının bilinmesi ve diğer sağlık alanında insan bedenine katkıları, demek geçmişten bilinmektedir. Karpuzun Özellikleri Genelde karpuzun susuz yetiştirilenine “Bejî” denir. Sulu yetiştirileni de “Avî” adını almaktadır. Bejî karpuzlar, Dicle kenarlarında yetiştirilen karpuzlara göre fazla ağırlığa sahip değildir. Lakin bejî karpuzlar, kış mevsimine dek saklanabilir özelliktedir. Avî karpuz, ağırlığı yanında sulu olduğu için fazla ömürlü sayılmaz, çekirdeklerinin yeşermesi söz konusudur. Bu çekirdek filizlenmesi, bejî karpuzunda daha bir gecikmelidir. Her karpuzun çeşidine göre kabuk kalınlığı farklı olduğu için dayanıklılık süresi on beş gün ile beş-altı ay arasında değişmektedir. Karpuzun dayanıklılığı için saklandığı alana toprak yayma esastır. Karpuzun ezilmemesi için üst üste bırakılmaması gerekir. Diyarbakır’a özgü çekirdeği büyük olan karpuzun çekirdeği de kışın çerez olarak tüketilmekteydi. Bu çekirdekler siyahî ve beyaz olmak üzere ikiye ayrılır. Siyah çekirdek, oldukça kaygan ve kabuğu sert iken, beyaz renkli çekirdek kabuk olarak yumuşak ve yorucu değildir. Karpuz çekirdeğinin pişirilmesi için öncelikle odun külüyle yıkanması ve pişirilmesi esastır. Odun külündeki maddelerle sterilhijyenik hale gelen çekirdeğin, karın ağrısı, bağırsak kurdu olmak üzere değişik rahatsızlıklara engel olduğu bilinir. Çekirdeklerin tuz oranı da pişirilme şekline göre değişmektedir. Çayda Çıra Nasıl Yapılır? Karpuz hasadı genelde sonbahar sonuna ve Aralık ayına rastlar. Havaların soğuması ile hasad başlayınca Esfel Bahçalarında hummalı çalışmalar söz konusudur. Diclenin kıyıları boyunca başlayan hasad, üreticinin yüzünü güldürür. Hasad öncesi hayvan besleyicileri ile yapılan pazarlıkta karpuz ekim alanlarındaki yeşilliklere karşılık pazarlık yapılır, serbest bırakılan alanlarda hayvanlarını otlatanlardan besili birkaç hayvan alınır. Aslında bu hayvanların alınışı, yapılacak olan hasada katkıdır. Çayda Çıra için hazırlığını yapanlar, kesimi yapılan bu hayvanlarla misafirlerini ağırlamaya çalışır. Yakın zamana kadar kelle-paça pişirmek, kibe-mumbar, bu adedin farklı biçimde günümüze gelmesidir. Hüllelerde yapılan bu yemeklere, hasad için çalışanlara önemli pay ayrılır. Bazen kimi yemek kazanlarının çalınarak (!) dostlarla afiyet içinde yenilmesinin bile hoş karşılandığı zamanlarda kazan sahibi habersiz yemeğe davet edilirmiş. Davet edilen kazan sahibine çalışanları mağdur olmasın diye gereken tedbirlerin de alındığını belirtelim. Bu esnada alışılmış böylesi kazalara kurban gitmemek için karpuz hasadı sahibi gereken tedbirleri de almakta kusur etmezmiş.. 414 Karpuz Çekirdeği Toplanması Dicle kıyılarına toprağı olanlar, karpuz ekimini yarı yarıya üreticilere verir. Üretici olanlar, kendi payına aldıkları karpuzu hasad ile eve, satış amaçlı tezgahlara taşır. Geride kalan karpuzun çekirdekleri de değerlendirilir. İşte Çayda Çıra, bu çekirdekleri alınmış karpuzlardan doğmuştur. Karpuzun üst kapağının az ilerisine kadar kesilir. Çıkarılan içten çekirdekler ayıklanır. Çayda Çıra Hazırlığı Biriken boş karpuz kabuklarının içi, kırmızı toprakla temizlenir. Suyu alınan kabukların içine odun külü yarıyı geçecek biçimde doldurulur. İç yağı damlatılan külün ortasına fitil yerleştirilerek, yüzlerce karpuz, çaya salınmak için bekletilir. Bazen keleklere yüklenen karpuzlar, diğer bahçelerdeki keleklerle akşam karanlığında fitilleri ateşlenerek çaya salınır. Bu salınma noktaları genelde Keçi Burcu ve On Gözlü Köprü çıkışıdır. Çayda Çıra ve Diyarbakır Halk, günü belirlenen Çayda Çıra’yı seyir için Mardin Kapı Bedenlerinin üzerindedir. Bir kısım Diyarbekirli Dicleye bakan Köşkleri mesken tutarken Kırklar Tepesi de bu manzarayı görmek için ideal alanlardan biridir. Binlere varan meşaleleri andıran Çayda Çıra, Arzuoğlu-Yuvacık olmak üzere bir çok köye aralıklı desteklenen katılımlarla devam eder. Suda salınan karpuzların suyun debisiyle yaylanarak gitmesi, halk oyunlarındaki motiflere de yansımıştır. Nişan ve Düğünlerde mumlu oyuna bakıldığında karpuzun suda yaylanması adımların iki ileri bi,r geri gitmesinden anlaşılmaktadır. Söyelegelen “Yek mumık, dû mumık sé mumık, çehâr mumık çehârde mumık” şarkısı, günümüzde “Bir mumdur iki mumdur…” biçiminde söylenmektedir. Çaya salınan çıralar (karpuzlar), etrafa renk cümbüşü verirken, halkın oyunlar oynaması, çağrışmaları, Dicleye atfettikleri kutsallık sebebiyle hayran bakmaları söz konusudur. Manilere, şarkılara konu olmuş Dicle ve Karpuz hakkında söylenenler, belki o dönemden bu güne gelmiş ifadelerdir. Kim bilir? Çayda Çıra’nın diğer illerin musıkîsine konu olması, bir etkileşimdir, nişan ve düğünlerde söylenegelen Yek Mumık Şarkısı, artık kına gecelerinin vaz geçilmezi haline gelmiştir.Biz, bu güzel geleneği, birliği ve beraberliği çağrıştıran festivali bir daha yeniden günümüze getirirsek, daha önce yapılan Karpuz Festivali’nin de devamlılığını sağlamış oluruz. 415 a. Çayda Çıra’nın Hikayesi – “Diyarbakır Folklorundan Kesitler Celal Güzelses - Diyarbakır Halk Musıkisi Üzerine İnceleme” adlı 1995’te yayınlanan kitabımızın s 24 vd.. b. 5 Mayıs 2000’de İl Halk Kütüphanesi’nde verdiğimiz “Diyarbakır Folklorunda Bayram - Kutlama Şenlik ve Hıdırellez Motifi” adlı konferans metni. c. Aynı konferans adını taşıyan makalemiz, Diyarbakır Kültür Sanat Bülteniİl Kültür Müdürlüğü Yayın Organı Mayıs- Haziran 2000 s 1-2 d. Çayda Çıra’nın Hikayesi-1, Diyarbakır Kültür Sanat Bülteni TemmuzAğustos 2000 s 1-2 e. Çırayı İlk Kim Yaktı?–Aydın Öztürk’ün çalışmalarımızı konu alan makalesi Diyarbakır Gün 30-Mart-2004 s 7 f. Çayda Çıra’nın Öyküsü– Hakim Turay’ın Röportajı-Güneydoğu Ekspres 8- Nisan- 2004 s 4) Vâkidi, Kitabü’l-Fütühu’ş-Şam, Mısır 1302, c. 2 s138-154 (Şevket Beysanoğlu’ndan alınan tercüme). Çayda Çıra’nın Hikayesi-1’de şenliğe ve şenlikte yapılan uğraşılara dair açıklamalara bakınız. g. ABAKAY Mehmet Ali Diyarbakır Folklorundan Kesitler Celal Güzelses...s 159-163 Editör notu: Ben Ü Sen isimli şiirde şair şunları der: Gece gündüz yaşanan hülle sefalarını Kazan kaynayan kelle paçalarını Karpuzlardan yapılan çayda çıralarını Yüzdürüken dedin mi Allah selamet vere Mevlüt Mergen de Dicle üstüne şiirinde derdini anlatır Kelekler.. kelekler, üstünde odun, Çayda çıra derler bir güzel oyun Komşu il mal etti kendine duyun Kültür çöküşünden bahseden yoktur ‘Dicle’ye hasretiz, Dicle’de bize, Kelekle hulleyi anlatsam size Gitti çayda çıra’ şu Elaziz’e, Dizinize vurdurursa inanın (M. Mergen) 416