çoğulculuğun meydan okuması

Transkript

çoğulculuğun meydan okuması
ÇOĞULCULUĞUN MEYDAN OKUMASI
Beş Demokraside Kilise ve Devlet
Stephen V.Monsma
J.Christopher Soper
Çeviren Bilal SAMBUR
İçindekiler
Önsöz
1. Giriş
2. Birleşik Devletler: Katı Ayırımcılık
3. Hollanda: İlkeli Plüralizm
4. Avustralya: Pragmatik Plüralizm
5. İngiltere: Yarı Resmi Kurumsallık
6. Almanya: Ortaklık ve Otonomi
7. Plüralist Demokrasilerde Kilise ve Devlet
ÖNSÖZ
Devlet ve kilise kurumları arasında uygun bir ilişkinin ne olması gerektiği
konusunda Amerika toplumu derin bir
bölünmüşlüğü tecrübe etmektedir.Her yıl
Yüksek Mahkemenin önüne kilise-devlet ilişkileri konusunda onlarca dava dosyası
gelmektedir.Bu davalar Amerika toplumunda kilise-devlet ilişkileri konusunda
varolan keskin bölünmenin bir aynası gibidir.Amerika Birleşik Devletler’inde kilise
–devlet ilişkilerini tartışırken aklımıza diğer Batı demokrasilerinin kilise ve devlet
arasındaki gerilimleri nasıl çözdüğüne dair karşılaştırmalı bir analiz yapmak geldi.
Bu karşılaştırmalı analizin Amerika politikasında artık kalıcı hale gelmiş bu konunun
anlaşılmasına yeni bir katkı getireceğini umut etmekteyiz. Bu kitap Amerika Birleşik
Devletleri, Hollanda, Avustralya, İngiltere ve Almanya’de uygulanan kilise-devlet
politikalarını karşılaştırmalı olarak ele almaktadır.Biz bu kitabın Amerika Birleşik
Devletler’inde yapılan bu politik tartışmayı çözeceğini düşünmüyoruz. Beklentimiz
bu kitabın tartışmaya farklı bir perspektif getirmesidir.
Beş ülke üzerine yaptığımız çalışmanın ilerleyen bölümlerinde bu ülkelerdeki
modern kilise-devlet ilişkilerine dair uygulamaların her ülkenin özgün tarihiyle ve
dinin
kamu hayatındaki yerine dair kültürel öngörüleriyle
büyük ölçüde ilgili
olduğunu görmek bizi çok şaşırttı.Bu kitap çalışmaya konu olan beş ülkeden herhangi
birinde varolan kilise-devlet uygulamasının bir savunması değildir fakat her ülkenin
hikayesini anlatırken ülkelerin özgün tarihleri konusunda hassas olmaya çalıştık.
Aynı zamanda yapmış olduğumuz bu çalışmada beş ülkenin kilise-devlet tecrübeleri
arasında görmüş olduğumuz benzerlikler bazı genel sonuçlara ulaşabileceğimize
bizi ikna etmiştir.
Bu ülkelerin tecrübelerinden çıkarılacak dersler özellikle şimdi çok
önemlidir.Modern dünyada dini plüralizmin gelişen yeni biçimleri
dini gruplar
arasında gerilimlere neden olmaktadır ve çalışmamıza konu olan ülkelerin kilisedevlet modellerine meydan okumaktadır.Ayrıca refah devletinin büyümesi idareyi
toplumun din dahil bütün özelliklerine katılmaya yönlendirmiştir ve bu durum dini ve
politik
kurumlar arasında geçmişte varolan ilişkileri zayıflatıp tehdit etmektedir.
Yaşanılan bu çatışmalara verilecek cevabın şu olması gerektiği konusunda biz
ikna olmuş durumdayız: Kilise-devlet ilişkileri konusunda devletin takip edeceği
politika bütün dini gruplar arasında, dini gruplar ve seküler perspektifler arasında
tarafsız olmaya dayanmalıdır ve bu tarafsızlık politikası her ulusun doğal bir
karakteristiği olan dini plüralizmi desteklemelidir. Biz devletin bazı dini grupları ve
pratikleri destekleyip diğerlerini desteklememe ya da dine yardım etmeyip
görüşlere
karşı
politikasıyla
seküler
devletin
perspektifleri
gerçek
anlamda
desteklemesi
tarafsızlığını
şeklindeki
dini
kilise-devlet
gerçekleştiremeyeceğine
inanmaktayız. Bu iki politika biçimi devletin tarafsızlığı kriterini ihlal etmektedir.
Her ülkenin takip edeceği kilise-devlet politikasının özünü devletin tarafsızlığı ölçüsü
oluşturmalıdır. Çalışmamıza konu olan beş ülkenin uygulamalarının bu ölçüye ters
düştüğü durumlarda biz onların uygulamalarına karşı eleştirel bir tavır takındık. Bu
ülkelerin herbirinin tarafsızlığı gerçekleştiren ve bizim kendi tecrübelerinden dersler
çıkardığız modeller olmasını umut ediyoruz.
Bu kitap için yaptığımız araştırma boyunca
birçok kişiden
yardım ve
dayanışma gördük. Çalışmamıza konu olan ülkelerde görüşme yaptığımız onlarca
kişiye teşekkür etmek istiyoruz. Onlar zamanlarını ve bilgilerini bizimle cömertçe
paylaştılar, ülkelerindeki kilise-devlet uygulamaları konusunda değerli fikirler
sundular ve onlar bize göstermiş oldukları misafirperverlikle bizim daimi destek
kaynağımız oldular.
Metnin değişik kısımlarını okuyup
değerli önerileriyle
çalışmaya katkıda bulunan şu kişilere teşekkür etmek istiyoruz: J.B.Balkenende,
Sophie van Bijsterveld, Gary Bouma, Stanley Carlson-Thies,
Lothar Coenen,
Michael Hogan, Cees Klop, Frans Koopmans, George Moyser, Jorgen Rasmussen,
Gerhard Robbers ve Jerry Waltman. Almanya’da birçok kişi ile görüşmemizi
sağlayan Lothar Coenen’e yardımları için teşekkür etmek istiyoruz. Kitaptaki
hataların bütün sorumluluğu bize aittir. Editörümüz Stephen Wrinn metnin baştan
sona dışarıdan biri tarafından okunmasını sağlayarak onun
faydalı önerilerini bize
ulaştırdı. Çalışmaya konu olan ülkelere yaptığımız gezilerin masraflarını kaşılayan
Amerika Politika Bilimi Derneğine ve Pepperdine Üniversitesine teşekkür borçluyuz.
Son olarak çalışmamız boyunca bize gösterdikleri sevgi, destek, ilgi ve
sabır için ailelerimize teşekkür borçluyuz: eşlerimiz Jane ve Mary, çocuklarımız
Katharine ve David ile Martin ve Kristin. Onlar bu kitabın kendilerine ithaf edilmesini
fazlasıyla hakettiler.
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
Din ve devletin –kilise ve devlet- insani kurumlar arasında çok güçlü ve köklü
bir yeri vardır. Din ve devletin uygun bir şekilde birbiriyle nasıl ilişkilendirileceği
sorusu eski dönemlerden
günümüze kadar tartışılmaktadır.Plato Yasalar (Laws)
isimli kitabında bu soruyu tartışırken ortaçağda kral Henry IV ve Papa Gregory VII
arasındaki çatışmanın temelini bu soru oluşturmaktaydı. Günümüzde kamusal
politikaların yapımında dini grupların üstleneceği uygun rolün ne olması gerektiği
konusunda bu soru çerçevesinde tartışmalar yapılmaktadır. Dünyamız din ve devlet
ilişkisi konusunda bir tartışma yetersizliğine şahit olmamıştır.1 Din insan varlığının
çok derin ve
dominant bir özelliğidir.İnsan toplumlarında
dinin önemli roller
oynamadığı örnekleri bulmak çok zordur ya da bu tür örnekler çok nadirdir.Din
gibi devlette insan toplumlarının hakim bir özelliğini oluşturmaktadır. Hükümet ya
da politik çerçevelerden yoksun bir insan toplumu bulmak çok zordur.İnsan
toplumlarında kilise ve devletin kalıcı varlığı ve gücü insan toplumlarını sürekli şu
soruyla yüzyüze bırakmıştır: İnsan hayatının din ve devlet boyutunu birbiriyle nasıl
ilişkilendirmeliyiz?
Bu kitap
beş batılı liberal demokrasinin –Amerika Birleşik Devletleri,
Hollanda, Avustralya, İngiltere, Almanya- bu soruyla
ilgili tavırlarını keşfetmeyi
amaçlamaktadır.Bu beş ülke başarılı ve istikrarlı demokrasiler olmalarına rağmen
bunların kilise-devlet ilişkisi sorusuna göstermiş oldukları yaklaşımlar birbirinden
farklıdır.Özellikle Amerika Birleşik Devletler’inde
kilise-devlet konuları ateşli
tartışmalara neden olmaktadır.Birleşik Devletler’de kilise-devlet konularının tek bir
1
Kitabımızda kullandığımız ‘kilise (church)’ kelimesi dinin değişik tezahürlerini ifade etmektedir.
boyutuyla ilgilenen çıkar grupları vardır.Kongre her sene kilise-devlet ilişkileriyle devlet okullarında ibadet tartışması başkanlık kampanyalarının düzenli konusudurilgili temel
anayasal ilkeleri değiştirme mücadelesine sahne olmaktadır. Yüksek
Mahkeme her sene kilise-devlet davaları konusunda kararlar vermektedir.Verilen
kararlar konusunda derin görüş ayrılıkları vardır. Araştırmamıza konu olan diğer
demokrasilerde ise
kilise-devlet ilişkisine dair yeni konular ortaya çıkmaktadır.
Kilise-devlet ilişkisi konusunda bu ülkelerde ortaya çıkan yeni sorunlar
batılı ve
Hırıstıyan olmayan ciddi sayıdaki bir kitlenin bu ülkelere göçünün sonucunda ortaya
çıkmıştır.Bu ülkelere batılı ve Hırıstıyan olmayanların göçü
çoğulculuk yaratmıştır.
koymasından sonra
büyük bir dini
Avrupa Birliği’nin yeni insan hakları standartları ortaya
bu dört demokrasiden üçü yeni
kilise-devlet sorunlarıyla
karşılaşmaktadır.Bu kitap beş Batı demokrasisinde kilise-devlet ilişkisiyle ilgili
yaklaşımları mukayese etmektedir.Amacımız kilise-devlet ilişkileri konusunda bütün
demokrasilere ve özellikle Birleşik Devletler’e bireylerin din özgürlüğünü ve dinin
toplumda oynayacağı rolü destekleyen bir klavuz sunmaktır.
Bu ülkelerde kilise-din ilişkilerini araştırmanın yeni bir önemi vardır çünkü
devletin yaptığı birçok aktivite ve programın
özel organizasyonlara devrinden
bahsedilmektedir. Bu özel organizasyonların çoğu dini hayır kurumlarıdır. Batılı
hükümetler
özel
dini
organizasyonların
üstlenebileceklerini düşündükçe
toplumda
daha
geniş
roller
kilise-devlet ilişkisi ile ilgili sorularda
büyümektedir. Devletin yapmış olduğu bazı aktivite ve programlar dini nitelikli özel
kurumlara devredildiği takdirde -devlet finansmanıylaniteliklerini
kaybedebilirlermi?
Özel
organizasyonların
oryantasyonlarını kaybetmeleri gerekiyormu?
destekli
programlardan
bu özel kurumlar
dini
nitelik
dini
ve
Özel dini organizasyonların devlet
dışlanmaları-Amerika’da
ilköğretim
okullarıyla
ilgili
uygulamada olduğu gibi-
bir diskriminasyon biçimi değilmidir?Bu sorular yeni
değildir.Yeni olan şudur:
Hükümetler sağlık, eğitim ve diğer hizmetleri
özel
kurumlara devretmeyi esas alan kamusal politikalar oluşturma eğilimi içine girdikçe
bu sorular üzerinde geçmişte olduğundan daha çok durulmasıdır.
Giriş bölümünde araştırmamızın konteksini demokratik politikalarda kilisedevlet ilişkileriyle ilgili sürekli olarak ortaya çıkan üç temel soruyu ele alarak
ortaya koyacağız.İlerleyen bölümlerde beş ülkenin bu soruları nasıl cevapladığını
inceleyeceğiz.Gelecek bölümde temel din özgürlüğünü amaç olarak belirleyeceğiz.
Bu amaç ışığında beş ülkenin kilise-devlet ilişkileri konusundaki yaklaşımlarının
zayıf ve güçlü taraflarını değerlendireceğiz.Üçüncü bölüm
kilise-devlet ilişkileri
konusundaki üç modeli tasvir edecektir.Son bölüm bu beş ülkenin niçin bu çalışma
için seçildiğini açıklayacaktır.
Üç Soru
İstikrarlı ve başarılı demokrasilerde bile kilise-devlet ilişkisiyle ilgili sorular
çok tartışmalıdır. Tarihin değişik dönemlerinde olduğu gibi
günümüzde de
demokratik toplumların yüzleşmek zorunda olduğu üç temel soru vardır. Birinci soru
şudur: Toplumsal refah ya da normlara zıt olan din motifli davranışlara demokratik
bir idare nereye kadar izin verebilir?
Bir grubun
dini özgürlüğünü kullanması
sonucunda toplumsal hayatın işlevselliği kesintiye uğruyorsa ya da diğer insanların
sağlık ve güvenliği tehlikeye giriyorsa toplumun geniş kesimlerinin refahı için dini
özgürlük
iddialarından vazgeçilmesi gerektiği konusunda genel bir fikir birliği
vardır.Birçok Batı demokrasisi bu temelden hareketle dini özgürlükler konusunda
tavır geliştirmektedir. Örneğin Batılı demokrasiler dini gömme pratiklerinin normal
sağlık standartlarına uygun yapılmasını
büyüklükte gerçekleştirilmesini
ve dini törenlerin uygun zaman
şart koşmaktadırlar.Fakat bu tavır birçok soruyu
beraberinde getirmektedir. Dini motifli davranışların
kullandığı
ve
sınırlaması için hükümetin
kamusal sağlığa ve güvenliğe tehdit oluşturma gerekçesi ne kadar
ciddidir?Hükümete dini motifli pratikleri yasaklama ya da sınırlama hakkı veren
toplumun normal işlevinin kesintiye uğraması durumu ne kadar önemlidir?
Sorunun toplumsal normları ihlal eden dini gruplarla ilgili bir boyutu da
vardır.Modern demokrasiler –dini plüralizmi ne kadar benimserse benimsesinlerdini inancın gereği olarak insanın kurban edilmesine izin veremezler.Dini özgürlük
adına insanın kurban edilmesine izin verilmesi toplumu birarada tutan insan hayatına
saygı gibi bir değerin ihlal edilmesine neden olacaktır. Din özgürlüğünü benimsemiş
demokratik toplumlar insan için vazgeçilmez olan kesin norm ve değerlerden
vazgeçemezler ve
dinin onların ihlal edilmesinin temeli olarak kullanılmasına izin
veremezler. Bu durumlarda din
geniş toplum kesiminin
değerlerine uymak
zorundadır.Dini gruplar bu değerleri ihlal ettikleri takdirde onlara karşı yasal güç ve
yaptırım kullanılacaktır.Politik düzen bazen belirli dini pratikleri yasadışı yapabilir
ya da onları cezalandırabilir.
Din adına yapılan pratiklerden hangisine izin verilip verilmeyeceği konusu
önemli soruları beraberinde getirmektedir. İnsanın kurban edilmesi
konusundaki
yasaklama kabul edilebilir fakat poligami gibi bir konuda nasıl tavır takınacağız-
ondokuzuncu yüzyıl Amerika’sında bu konu çok hararetli bir şekilde tartışılmıştı-?
Kadının sünnet edilmesine günümüzde ne diyeceğiz?Kadının sünnet edilmesi bazı
Afrika kültürlerinde dini ritüel olarak uygulanmaktadır. Batıda yaşayan Afrikalıların
bu ritüeli yapmalarına izin mi verilmelidir?Batı toplumlarındaki Müslüman okullar
Batının reddettiği değer ve tavırları öğrettikleri zaman – toplumda kadının rolüyle
ilgili konular gibi- ne yapacağız? Bunlar önemsiz sorular değildir. Dini özgürlük
temel bir özgürlüktür.Birçok Amerikalı dini özgürlüğe ‘birincil özgürlük’ olarak atıfta
bulunmakta ve onun için dini özgürlük Haklar Düzenlemesindeki yerinden çok daha
fazla şeyi ifade etmektedir.
Din savaşlarının korkunçluğu ve heretiklerin ateşte
yakılması din özgürlüğünün öneminin canlı tanıkları olarak hatırlanmaktadır. Din
özgürlüğüne hiç kimse lütuf olarak bakamaz ve onu kenarından bile olsa çiğneyemez.
Din özgürlüğü kadar
toplumsal birlik ve refah da önemlidir.Bir toplumu
toplum yapan temel aynı bölgedeki insanların karışımından fazla bir şeydir.Bir
toplumu toplum yapan şeyler toplumsal refahın gelişmesi için kişilerin göstermiş
olduğu ortak çabalardır; insanların kendilerini toplum olarak ifade etmesini sağlayan
ortak değerler, mitler ve hatıralardır. İnsanlar kendilerini toplumun bir üyesi olarak
gördükleri zaman ortak işler yapılabilir, daha geniş yararların elde edilmesi için
fedakarlıklarda bulunulabilir ve insanlık kültürünün diğer temel ihtiyaçları
gerçekleştirilebilir.Toplumun ortak değer ve inançları sarsıldığı zaman ya da bazı
kişilerin pratikleri diğer insanların hayatını kesintiye uğrattığı zaman
bütünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı
toplum
karşıyadır: Böyle bir durumda
dayanışmanın olması mümkün değildir ya da
barbarizm ve iç savaş
artık
durumları
kaçınılmaz hale gelmektedir.Saygı ve medenilik bağları sarsıldığı zaman ortaya ne
kötülüklerin çıkacağının en çarpıcı sembolü Saraybosna’dır.
Söz konusu olan toplumsal bütünlükten daha fazla bir şeydir.Birçok teorisyen
özgür demokratik idarelerin kesin içsel değerlere ve zihin alışkanlıklarına sahip bir
nüfusa dayanması gerektiğini öne sürmektedirler.Clinton Rossiter şunu yazmaktadır:
“Özgürlük için mükemmel bir idare planından daha fazla şeye ihtiyaç vardır. Barışçıl
itaati
güçlendiren
ve toplumu ayakları üstünde tutan bir şeye ihtiyaç
vardır.Demokratik idare kesin bir ahlaki temel olarak şu unsura dayanmak zorundadır:
Erdemli insanlar.”2 Erdemli insanların varlığı bir demokrasinin başarıyla işlemesinin
şartı olarak kabul edildiği takdirde bütün hareketlerin –dini olanlar dahil- erdem ve
etik
hissini toplumda inşa etmeyi ve
kişilere diğerlerinin haklarına saygıyı
öğretmeyi kendilerine amaç edinmeleri gerekmektedir. Sağlıklı bir demokrasi için bu
şarttır. Erdem, etik ve başkalarının haklarına saygı değerlerini zayıflatan her hareket
demokrasi için bir tehdit oluşturmaktadır. Demokrasinin kendisini koruması kamusal
erdem ve etiği
kesintiye uğratan dini hareketlere
dini özgürlük ve koruma
verilmemesi anlamına mı gelmektedir?
Kısacacı din özgürlüğünün, ortak değer ve inançların, kamu
güvenliği ve
sağlığının büyük bir önemi vardır.İdarenin toplumsal refaha ve normlara aykırı olan
davranışlara ne kadar izin verebileceği -bu dini inançlar temelinde
olsa bile- sorusunun çözümlenmesi
gerçeğiyle
bizi
yüzyüze
meşru kılınmış
ne kadar önemli şeyleri kaybedebileceğimiz
getirmektedir;
bu
durum
çözümü
hiç
de
kolaylaştırmamaktadır.
Bu bizi demokratik idarelerin günümüzde din ve toplum ilişkisi konusunda
yüzleşmek zorunda kaldığı ikinci temel soruya yöneltmektedir: Devlet
birarada tutan
sağlanmış
ortak değer ve inançları
desteklemek için
toplumu
üzerinde konsensüs
dini inanç ve gelenekleri teşvik edip yaygınlaştırmalımıdır? Bu soru
birinci sorunun pozitif versiyonudur.
Belirli ortak değerler toplumsal bütünlük ve demokratik idare için önemli
olduğu takdirde hükümet bu değerlere karşı olan ya da bu değerleri kesintiye
uğratan dini pratik ve hareketlere karşı olmalımıdır?Hükümetler ortak değerlerle
uyum içerisinde olan üzerinde konsensüse varılmış dini değer ve sembolleri pozitif
tarzda teşvik etmelimidir?Ondokuzuncu yüzyıl Amerika’sında kamu okulları çok
önemliydi çünkü bu okullar bilgi ve sanat öğretmenin yanında değer ve inançları da
öğretiyorlardı.Horace Mann ve New England okul reformcuları
eğitimsiz çiftçilere ve yabancı göçmenlere karşı korunmasında
demokrasinin
kamu okullarını
anahtar araç olarak görüyorlardı. Bundan dolayı Kutsal Kitap okumaları, dualar ve
ahlak dersleri
kamu okulları müfredatının bir parçasını oluşturmaktaydı.Kamu
okullarına üzerinde konsensüse varılmış sivil bir din damgasını vuruyordu. Çünkü
devletin bu çeşit bir dini desteklemesinin ve propagandasını yapmasının önemli
olduğu düşünülüyordu. Günümüz İngiltere’sinde Anglikan kilisesi ulusal birlik, onur
ve ahlakın –bunlar özgür ve demokratik bir idare için önemli olan değerlerdir- esin
kaynağı olarak görülmektedir.Fakat devlet bu çeşit bir dini desteklediği zaman
2
C.Rossiter, Seedbed of the Republic, New York : Harcourt, Brace &World, 1953, 447. Ayrıca bkz.:
herkes için geçerli olan dini özgürlük normunu ihlal etmiş olmuyor mu? Herşeyden
önce farklı azınlık inançlarını benimseyen birçok insan mevcuttur ya da konsensüsel
sivil dinin dışladığı seküler nitelikteki dünya görüşlerini kabul eden kişiler vardır.Bu
insanlar devletin konsensüsel
sivil dini
desteklemesini kendi inaçlarının ya da
seküler dünya görüşlerinin zayıflatılması olarak görebilirler.
Endüstrileşmiş ve şehirleşmiş
Batılı demokrasilerde hayatın temel
gerçeğinden üçüncü temel soru ortaya çıkmaktadır: Modern devletin hayatın bütün
alanlarını kapsayacak şekilde genişlemesi.Ekonomiden sağlığa, radyo-televizyon
bandrolü ve düzenlemesinden tarihsel alanların korunmasına modern yönetici devlet
hayatın her alanını düzenleme, destekleme ve servisler sunma konusunda çok
aktiftir.Devletin aktif olduğu alanlar dini grupların da aktif olduğu alanlardır.Bu bizi
şu soruya yöneltmektedir: Devlet ve din aynı alanlarda faaliyet gösterdiğine göre
devletin
bir dini diğeri üzerinde avantajlı ya da dezavantajlı konuma düşürüp
düşürmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz?
Devlet bütün vatandaşlardan
seküler
okulları ve geleneksel dini okulları finanse etmek için vergi toplamaktadır. Fakat bu
vergiler seküler ve geleneksel dini okullar için harcanırken
yeni
dini
inançlar
ışığında
eğitim
veren
okullara
ana eğilimin dışındaki
hiçbir
maddi
kaynak
ayrılmamaktadır.Bu durum bazı dinlere avantaj sağlarken diğer dinleri avantajsız
konuma düşürmüyor mu?Ya da devlet kendi seküler sosyal hizmet programlarını ve
diğer seküler organizasyonların faaliyetlerini finanse ettiği zaman devlet desteği
almayan fakat aynı hizmet alanlarında faaliyet gösteren
dini organizasyonlar
dezavantajlı duruma düşmüyor mu? Ya da devletin dini kendi faaliyet alanlarına
sokup dinin faaliyetlerini finanse etmesi durumunda bu diğer din ve seküler inanç
yapıları karşısında bir dinin yanında
olmak değilmidir? Modern devlet hizmetler
alanına girdikçe, onları düzenleyip ve finanse ettikçe bütün dini ve seküler gruplar
arasında devletin tarafsız olmasıyla ilgili sorunlarda artış meydana gelmektedir.
İlerleyen bölümlerde
araştırmamıza konu olan beş devletin kilise-devlet
ilişkisine dair prensip ve uygulamalarının bu üç soruya nasıl karşılık geldiğini analiz
edeceğiz.
Temel Amaç
Önceki bölümde ortaya koyduğumuz üç sorunun cevaplarını ileride tartışırken
din konularında idarenin nötr olması gerektiği (neutrality) şeklindeki amacı
J.Q.Wilson, The Moral Sense, New York : Free Press, 1993.
desteklediğimizi ifade etmek istiyoruz.Nötraliteyi idarenin hiçbir spesifik dinin ya da
bütün olarak
ne dinin ya da seküler inanç sistemlerinin ne lehinde ne aleyhinde
olması olarak tanımlıyoruz.İdari dini nötralite devletin vatandaşların dini tercihlerine
herhangi bir inanç sistemi lehine ya da aleyhine avantajlar ya da dezavantajlar
oluşturmak suretiyle müdahele etmemesiyle gerçekleşir.Din konularında devletin nötr
olması fikrini ifade etmek
için
Douglas Laycock ‘asli tarafsızlık (substantive
neutrality)’ terimini kullanırken Stephen Monsma ‘pozitif tarafsızlık (positive
neutrality)’ ifadesini kullanmaktadır.3 Laycock’a göre devlet hiçbir dini inanç ya da
inaçsızlık sisteminin pratize edilip edilmemesi, ona
uyulup uyulmaması konusunda
teşvik edici ya da teşviksizlik şeklinde bir tavır takınmadığı takdirde asli tarafsızlık
yerine getirilmiş olacaktır. 4
Bu amacın kilise-devlet ilişkilerini yapılandırmak için ileri sürülen spesifik
araç ve teorilerin üstünde –hakim kilise, çoğulcu yapı, hiçbir dine yardım etmeme,
kilise ve devletin birbirinden ayrılması, dinin değişik ifade biçimlerine devletin
finansal destek sağlaması gibi- bir önceliğe sahip olduğunu düşünmekteyiz.Bütün bu
teori ve araçlar ele aldığımız
bu beş demokraside
şu ya da bu şekilde
uygulanmıştır.Fakat biz bu teori ve uygulamaların hiçbirinin bizatihi amaçlar olarak
ele alınması gerektiğini düşünmüyoruz. Bütün dini gruplara, sistem olarak din ve
seküler dünya görüşlerine karşı
idari tarafsızlık uygun amaç
olarak
benimsenmelidir.Spesifik kilise-devlet prensip ve teorilerinin ya da bu prensip ve
teorilerin uygulama araçlarının değerlendirilmesinde bu uyulması gereken standart
olmalıdır. Amerika Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Potter Stewart’ın şu sözleri
tarafsızlık idealini çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir: “Anayasamız Yahudi,
Agnostik, Hırıstıyan,
Ateist, Budist ya da Özgür düşünceli (Freethinker) olan
herkesin özgürlüğünü korumaktadır. Herkes ibadet ve dua edip etmemeye, inanıp
inanmamaya
kendi
bilincine göre karar vermektedir. İdare bu konuda hiçbir
sınırlama ya da zorlamada bulunmamaktadır.” 5
Bkz.: D.Laycock, ‘Formal, Substantive, and Disaggregated Neutrality Toward Religion,’ DePaul Law
Review, 39, 1990, 1001-6. S.Monsma, Positive Neutrality, Westport, Conn .: Greenwood, 1993,
Beşinci Bölüm. S.V.Monsma, When Sacred and Secular Mix: Religious Nonprofit Organizations and
Public Money, Lanham, Md.: Rowman & Littlefield, 1996, Altıncı Bölüm.Hükümetin dini tarafsızlıkla
ilgili bu idealinin nötralite olmadığını not etmemiz lazımdır.Bu yaklaşım belirli bir tip dini nötraliteyi
gerçekleştirme amacındadır ve belirli değer ve fikirleri yansıttığından dolayı Erastian ve Aydınlanmacı
liberal düşünceden farklılık göstermektedir.
4
Laycock, ‘Formal, Substantive, and Disaggregated Neutrality Toward Religion,’ 1001.
5
Bkz.: Abington School District v. Schempp, 374 US , 319-320, 1963.
3
İnanç ve inançsızlık konularında idari tarafsızlık ideali büyük ölçüde Batı
toplumundaki liberal geleneğin kapsamı içerisinde bulunmaktadır. Fakat bu ideal
bazı açılardan liberal gelenekten farklı açılımlar gösterebilmektedir.Liberal gelenek
Batıda onsekizinci yüzyıl Aydınlanmasının ürünü olarak ortaya çıkmış olup Fransız
Devriminin somut tezahürü haline gelmiştir. Ondokuzuncu yüzyılda güçlü bir sosyal
ve politik hareket haline gelen liberal gelenek
ele aldığımız beş demokraside
günümüze kadar aktif bir güç olmayı sürdürmektedir.6 Genel olarak bugünkü Batı
toplumunun liberal olduğunu söyleyebiliriz. Bireysel haklara evrensel olarak saygı
gösterilmektedir (teori ve pratikte),
soyluluğa dayalı
sınıfsal gruplara
politik
ayrıcalıklar tanınmamaktadır, tek kişi-tek oy prensibi norm olarak uygulanmaktadır,
politik liderler
serbest ve rekabetçi
seçimler sonucunda seçilmektedir. Bu
prensiplerin uygulanması anlamında seçtiğimiz beş demokrasinin hepsinin liberal
demokrasi olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak liberalizmin daha spesifik
bir felsefik hareket ya da teori olarak
görülmesi mümkündür.Bu anlamdaki liberalizme genelde Aydınlanma Liberalizmi
diye atıfta bulunulmaktadır.Aydınlanma Liberalizmi
onyedinci yüzyıl din
savaşlarının korkunçluğuna, soyluluğa dayanan ayrıcalıklara, otoriteryan idareleri
destekleyen dini kurumların tutucu yapısına tepki göstemiştir. Liberaller insan aklına
büyük güven duymuşlardır. Liberallere göre insanlar ekonomik, politik ve dini
sınırlamalardan kurtuldukları takdirde akıllarını kullanmak suretiyle
müreffeh bir toplum
özgür ve
için gerekli olan erdem ve kurumlar hakkında konsensüse
varacaklardır.Dinin spesifik tezahürlerinin
otorite
ve hurafelere dayandığı
düşünülmüş ve dinin politik alana girmesi çok tehlikeli görülmüştür çünkü dinin
politik alana girmesi toplumu bölebilmekte ve politikleşen din bir grubun politik
düzeni
kullanarak diğer gruplar üzerine iradesini empoze etmesinin temeli
olabilmektedir.Öte yandan
keşfedebileceği
insan aklının
iddia edilmiş ve bunun
kurulmasında yeterli olacağı
temel konsensüsel dini
inançları
özgür ve müreffeh bir toplumun
düşünülmüştür.Aydınlanma liberalizmi
parçalayıcı bir güç olarak dinin spesifik tezahürlerinin
tehlikeli
politik alandan
yasaklanmasını öngörürken öte yandan dinin rasyonel ve konsensüsel tezahürlerinin
kamusal alanda pozitif ve birleştirici bir rol oynayabileceğini kabul etmektedir.
Aydınlanma liberalizmi ve Batı toplumu üzerindeki etkisi için bkz.: P.Gay, The Enlightenment: An
Interpretation, New York : Knopf, 1966. H.A.May, The Enlightenment in America, New York : Oxford
University Press, 1976.
6
Aydınlanma liberalleri katı bir şekilde kilise ve devletin birbirinden
ayrılmasından yanaydılar. Onlar bu ayırım sayesinde
spesifik bir dinin empoze
ettiği bölünmelerden devletin uzak tutulacağına ve dinin özel alanda gelişmeye
devam edeceğine inanmışlardır. Dini inanç bireylerin özel hayatlarında serbestçe
ifadelendirebilecekleri bir şeydir ve onun devletle bir ilişkisi yoktur. Bundan dolayı
devlet dini konularda nötr kalmalıdır. Devlet hiçbir dine ne yardım etmeli ne de hiçbir
dini
engellemelidir.Devlet sadece
rasyonel
görev, dürüstlük, sorumluluk ve saygı
gibi
konsensüsel dini konuları desteklemeli ve belirlemelidir. Rasyonel
konsensüsel dini konular üzerinde dindarlar ve makul olan dinsizler bir anlaşma
sağlayabilirler.Din konularında devletin tarafsızlığı ve kilise ile devletin birbirinden
ayrılması prensiplerini Aydınlanmacı liberaller katı bir şekilde savunmuşlardır.Bu
Aydınlanmacı liberallerin
gördükleri
dini özgürlüğü tamamen
ve din özgürlüğünü
negatif bir özgürlük olarak
dini uygulamaların devletin
sınırlamalarından
tamamen bağımsız olması olarak anladıkları anlamına gelmektedir.İnsanların din
konularında özgür olmaları için
devletin
dini konulardan uzak durması gerekli
görülmüştür.
Aydınlanma liberalizmi var olan kilise otoriteleriyle hep gerilim içerisinde
olmuştur. Kilise otoritelerinin
liberallerin teorik iddialarına ve bu iddiaların
sonuçlarına direnmeleri sürpriz değildir.Bu Aydınlanma liberalizminin anti-klerikel
bir doğaya sahip olduğu anlamına gelmektedir. Fransız Devriminin
otoriteryan
monarşiye olduğu kadar kilise kurumuna ve sosyal sınıf ayrıcalıklarına da karşı
olduğu gerçeği günümüzde sıklıkla unutulmaktadır.
Araştırmamızda ele aldığımız beş demokrasinin hepsinin geçmişinde güçlü
Aydınlanmacı liberal hareketler vardır ve herbirine özgü kilise-devlet ilişkisine dair
hikaye
Aydınlanmacı liberaller ve karşıtları arasındaki
mücadelenin farklı
bir
hikayesinden başka bir şey değildir. İlerleyen bölümlerde bu konu üzerinde tekrar
duracağız.
Din konularında devletin tarafsızlığı fikri Batı toplumlarının genel gücü olan
liberalizm geleneğinin bir parçasıdır. Fakat bu fikir Aydınlanma liberalizminin
inanç ve faraziyelerinden önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Aydınlanma
liberalizmi birbiriyle ilişkili üç temel iddia üzerine dayanmaktadır: Kişilerin dini
inanç ve pratiklerine müdahele etmeden
din tamamen özel alana bırakılmalıdır,
bütün dini elementlerden arındırılmış kamusal alan
farklı inanç ve inaçsızlık
sistemleri arasında nötr bir bölge haline gelmelidir, idari sınırlamalar olmadan dini
özgürlüğün gelişmesi mümkündür, din ve dindışı grupların sahip olduğu avantajları
eşitlemek için pozitif idari icraatlara gerek yoktur.
Günümüzde bu iddialar yoğun eleştirilere maruz kalmaktadır.Robert Bellah
ve arkadaşları şöyle yazmaktadırlar: “Din özellikle de Kutsal Kitap dini bütün
hayatla ilgilenmektedir-sosyal, ekonomik, politik, özel ve kişisel konuların hepsiyle.Kutsal Kitabın dili
Amerika’nın
kamusal ve politik söyleminin
bir parçasını
oluşturmaktadır. Ayrıca kiliseler geçmişten günümüze kamusal hayatı etkilemeye
devam etmektedirler.”7
Araştırmamıza konu olan beş Batı demokrasisinde
dini
gruplar sosyal politika konularıyla yakından ilgilenmekte eğitim, sağlık ve diğer
sosyal hizmetleri sunmada aktif davranmaktadırlar.Dinin güçlü bir kamusal yüzü
olduğu ve onunda devlet kadar eğitim ve diğer hizmetlere katıldığı gerçeğinin
farkına varmamız
devleti din konularında
tarafsız yapmanın tek yolunun
dini
tamamen özel alana inhisar etmek olduğunu öne süren Aydınlanmacı liberal inancın
eksikliğini görmemize olanak sağlayacaktır.Eğer durum bu ise kamusal alanın dini
elementlerden arındırılmasını ve hiçbir dinin tanınmaması ve desteklenmemesi için
din özgürlüğünü geliştirecek herhangi bir pozitif adıma gerek olmadığını savunan
yaklaşımın
sorgulanması bir gereklilik haline gelmektedir.Biraz önce yapmış
olduğumuz idari tarafsızlık tanımını kilise ve devletin katı bir şekilde ayrılması
açısından yapmamıştık.Biz tanımımızı bütün inanç sahiplerinin ve inançsızların
eşitliği açısından yapmıştık.Biz nötraliteyi idarenin herhangi bir dini ya da seküler
inanç sistemi lehine ya da aleyhine vatandaşların tercihlerine müdahele etmemesi
olarak algılamaktayız.Devlet dine ne avantaj sağlamalı ne de engel olmalıdır.Biz
devletin desteğini herhangi bir dinden çekerek konsensüsel dine devlet desteğinin
sağlanması
ya da dinin uygulanmasında
bütün idari kısıtlamaların kalkmasının
zorunlu bir şekilde tarafsızlığı gerçekleştireceğini düşünmemekteyiz.
Üç Model
Beş demokraside uygulanan
baktığımızda bile
herbirisinin farklı
kilise-devlet ilişkilerine kuşbakışı
olarak
kilise-devlet politikalarına sahip olduğunu
görebilmekteyiz.Bu ülkelerdeki kilise-devlet ilişkilerine daha sistematik bakmamız
ve yoğun olarak yapmış olduğumuz gözlemlerimizi organize etmemiz için modern
Batı demokrasilerinde uygulanan kilise-devlet politikalarını üç model açısından
düşünmemiz yararlı olacaktır.
Birinci model kilise ve devletin katı bir şekilde birbirinden ayrılmasıdır.Bu
modelin kökleri Aydınlanmanın
gitmektedir-din ve siyaset
görülmekte
toplum ve siyasetle ile ilgili görüşlerine kadar
birbirinden tamamen ayrı insani faaliyetler olarak
ve her ikisinin mutlaka birbirinden ayrı tutulması gerektiği
varsayılmaktadır.-Bu model dini kişisel ve özel bir konu olarak görmekte ve onu
kişisel tercih ve davranışa terk etmenin en iyi şey olacağını düşünmektedir.Din ve
politika birbiriyle karıştırıldığı takdirde –devletin dini inanç ve pratikleri dikte etmesi
ya da dinin devleti kendi amaçları için araç olarak kullanması- hem din hem siyaset
bundan zarar görecektir.Devlet dini konularda tarafsız olmalıdır ve tarafsızlık ancak
din ve siyasetin birbirinden uzak tutulmasıyla başarılabilir.Bu modeli savunanlar din
ve siyaset
birbirine karıştırıldığı
takdirde ortaya ne korkunç sonuçların ortaya
çıkabileceğine örnek olarak onyedinci yüzyıl din savaşlarını, günümüzdeki BosnaHersek çatışmasını
ve Ortadoğuyu örnek olarak vermektedirler.Araştırmamızda
incelediğimiz beş demokrasi arasında Amerika Birleşik Devletleri din-devlet ayırımı
modelini en katı bir biçimde uygulayan ülke olarak karşımıza çıkmaktadır.
İkinci model –kilise-devlet ayrılığı modelinin zıddıdır- hakim bir konuma sahip
resmi kilise modelidir. Bu modele göre devlet ve kilise ortak amaçlarını geliştirmek
için bir işbirliği biçimi oluşturmuşlardır. Kilise ve devlet istikrarlı ve müreffeh bir
toplumun dayandığı iki direk olarak görülmektedir.Devlet kiliseye tanınma, barınma
ve finansal destek sağlamaktadır. Kilise ise buna karşılık devlete meşruluk, gelenek
ve kabul edilme atmosferini ulusal birlik ve amaçla beraber sunmaktadır. Günümüz
modern demokrasilerinde politik istikrar ve dini zenginlik için kilise ve devletin
işbirliği yapmış olması zararsız ve geleneksel bir şey olarak görülmektedir. Modern
dünyada
bu geleneksel ilişki biçiminden çok canlı ve dinamik bir kilise-devlet
modeline ihtiyaç duyulmaktadır.
Dini kurumun formel ya da informel bir çok biçimi olabilir.Formel kilise
kurumlarının olduğu
yerde
devlet tek bir kiliseyi
ya da mezhep grubunu
desteklerken diğer dini gruplara ise tölerans göstermektedir. Fakat diğer dini gruplar
devlet nazarında hakim konumdaki formel kilise kadar önemli
bir yere sahip
değildirler.Dini kurum yapısı informel de olabilir. Burada devlet bir kilisenin yanında
olabilir ve kilise de varolan politik düzeni destekleyebilir. Fakat bu iki durumun
olmasında formel ve yasal şartlar etkili olmayıp bir dinin ya da geleneğin kültürel
7
R.Bellah, R. Madsen, W.M.Sullivan, A. Swindler ve S.M.Tipton, Habits of Heart, New York : Harper
ve sayısal ağırlığı gibi informel nedenler etkin olmaktadır.Kilise kurumuna tek bir
kilise hakim olabileceği gibi ona birçok kilise sistemine dayalı bir yapı da hakim
olabilir.Kilise kurumunun birçok kiliseden oluştuğu durumlarda devlet tek bir kilise
yerine birçok kilisenin lehine bir tavır almakta ve onların hepsiyle çalışma yoluna
gitmektedir.Burada devlet genele hitap eden bir dini (religion-in-general)8
geliştirmeyi arzulamaktadır. Devlet burada spesifik bir dinin yanında yer
almamaktadır. O sadece
kendisini ve geleneklerini savunan
sivil bir dini
desteklemektedir. Çalışmamıza konu olan beş demokrasi arasında sadece İngiltere
resmi bir kilise kurumuna sahiptir. Bazıları Almanya’da informel çoğulcu bir dini
yapının olduğunu söylemektedirler.
Üçüncü model plüralist ya da
yapısalcı plüralist modeldir.9
Bu model
topluma birbiriyle rekabet eden ya da birbirini tamamlayan kısımlardan oluşan bir
birim olarak bakmaktadır.
10
Eğitim, iş, sanat, aile, din ve hükümet
toplumsal
aktiviteler alanını oluşturmaktadır.Bu alanların hepsinin kendilerine özgü aktiviteleri
ve sorumlulukları vardır. Bunlar faaliyet ve sorumluluklarını yerine getirebilmek için
otonomi ve özgürlüğe sahiptirler.Plüralist model liberal ayırımcılar gibi dini diğer
alanlardan ayırmamakta ya da dinin diğer alanlarla çok az ilişkisi olduğunu
düşünmemektedir. Plüralist model dinin hayatın bütünü üzerinde etkisi olduğunu
kabul etmektedir.Plüralistler dinden ayrı seküler perspektif ve inançların olduğunun
ve bunların da toplumda din kadar önemli roller oynayabileceğinin farkındadırlar.
“Plüralizm özgür bir toplumun
farklı ihtiyaçlarını karşılayan
farklı kurumların
benimsediği değişik dünya görüşlerine devletin politik saygı duyması anlamına
gelmektedir.”11 İdare toplumdaki farklı dini ve seküler dünya görüşleri arasında taraf
olmamaktadır.Devlet onların hepsine eşit ve adil davranmaktadır. Burada adaletten
kasıt hiçbir dünya görüşüne avantaj ya da dezavantaj sağlamadan hepsine özgürlük
verilmesidirHollanda bu modeli bilinçli olarak takip eden bir ülkedir. Almanya –her
ne kadar çoğulcu informel
yapı modelinin bazı özelliklerini gösterse de- ve
Avustralya bu modelin bazı özelliklerine sahiptirler.
& Row, Perennial Library, 1986, 220.
8
Bu terim Martin Marty’ye aittir. Bkz.: M.Marty, The New Shape of American Religion, New York :
Harper & Row, 1958, 2, 31-44.
9
Bu model için bkz.: C.H.Esbeck, ‘A Typology of Church-State Relations in Current American
Thought,’ içinde L.Lugo, (ed.), Religion, Public Life, and the American Polity, Knoxville : University
of Tennessee Press, 1994, 15-18. Monsma, Positive Neutrality, 137-71.
10
J.G.Francis, ‘The Evolving Regulatory Structure of European Church-State Relationships,’Journal of
Church and State, 34, 1992, 782.
11
Esbeck, ‘A Typology of Church-State Relations,’ 15.
İlerleyen bölümlerde beş ülkedeki kilise-devlet ilişkilerini tasvir edeceğiz ve
bu üç model açısından onları sınıflamaya çalışacağız. Fakat bu ülkelerden hiçbiri üç
modelden herhangi birinin saf bir örneğini oluşturmamaktadırlar.
Beş İstikrarlı Demokrasi
Bu kitabın
demokrasisinin
modern, liberal ve istikrarlı olma niteliklerine sahip beş Batı
kilise-devlet ilişkilerinin doğurduğu sorulara nasıl karşılık
verdiklerini araştırma amacında olduğunu söylemiştik. Araştırmamız için seçtiğimiz
beş ülkenin üç nedenden dolayı amaçlarımıza uygun düştüğüne inanmaktayız. Birinci
neden bu ülkelerin hepsinin istikrarlı bir demokrasiye sahip olması
ve din
özgürlüğünü benimsemiş olmalarıdır.Almanya’nın geçmişinde Nazi rejimi olmasına
ve Doğu Almanya’nın baskıcı komünist rejimden yeni kurtulmasına rağmen Batı
Almanya -Doğu Almanya onun bir parçası olmuştur- elli yıldan beri liberal Batı
demokrasilerinin
bir
parçası
olarak
kabul
edilmektedir.Olgun
ve
başarılı
demokrasilerin kilise-devlet ilişkilerine dair sorunları nasıl çözümlediğini keşfetmeye
yönelik amacımıza bu beş demokrasi çok iyi uymaktadır.
İkinci neden bu ülkelerin dini açıdan plüralistik bir yapıya sahip olmalarıdır.
Bu ülkelerin nüfusunun hakim çoğunluğu Hırıstıyan Protestan geleneğine mensup
olmasına rağmen bu ülkelerde ciddi bir Katolik nüfusu ve birçok dini azınlık grubu
mevcuttur.Almanya ve Hollanda’da Protestan ve Katolikler sayı olarak birbirine eşit
olmasına rağmen
modern dönemde sosyal ve politik anlamda Protestanlar hakim
olmuştur. Bundan dolayı bu ülkelerde kilise-devlet ilişkilerinin rengini belirleyen
Protestanlar olmuşlardır.Bu beş ülkenin hiçbirinde nüfus İskandinav ülkelerindeki
gibi Protestan olmadığı gibi
İspanya ve İtalya’da olduğu gibi Katolik de değildir.
Dini çoğulculuk bu beş ülkede bir olgu olarak vardır.Geniş sayıdaki Katolik ve
Protestanla birlikte diğer Protestan grupların varlığı bu ülkelerdeki dini plüralizmi
karakterize etmektedir.Bu beş ülkede son yıllarda Hırıstıyan olmayan inançlar ve dini
olmayan inanç grupları varlıklarını hissettirmeye başlamıştır.Dini açıdan bu beş ülke
plüralizmin meydan okumasıyla yüzyüzedir.
Üçüncü neden şudur: Benzer kültürel miras ve dini kompozisyonlara sahip
olmalarına rağmen
bu beş ülke kilise-devlet ilişkileri konusunda kendilerine özgü
yaklaşımları benimsemişlerdir. İngiltere resmi statüde bir kiliseye sahiptir; Amerika
Birleşik Devletleri katı bir şekilde
kilise-devlet ayrımını uygulamaktadır;
Avustralya’nın Amerika’nınkine benzer anayasal şartları olmasına rağmen bunların
yorum ve uygulaması çok farklı olmaktadır; Hollanda bilinçli bir şekilde uyguladığı
dini plüralizmiyle bilinmektedir;Almanya resmi bir kiliseye sahip olmamasına rağmen
kilise ve devlet arasında gerçekleşen yakın işbirliğinin uzun bir tarihine sahiptir. Bu
ülkelerden hiçbiri bir diğerinin kopyası değildir. Bunlar bize zengin farklılıkların
olduğu yapılar sunmaktadır ve bu durum onları karşılaştırmalı çalışma için
mükemmel konular haline getirmektedir.
Bundan sonraki beş bölümün her birinde bu beş ülkeden biri incelenecektir
ve hepsinde aynı temel başlıklar ele alınacaktır.
İKİNCİ BÖLÜM
BİRLEŞİK DEVLETLER: KATI AYIRIM
1947 Yılında Amerika Yüksek Mahkemesi din-devlet ayrımını şu ifadelerle
deklare etmiştir:
Hiçbir dini grup ve aktivite için öğretileri ve pratikleri ne olursa olsun
toplanan vergilerden küçük ya da büyük oranlarda para
ayrılmayacaktır.Hiçbir eyalet ya da Federal hükümet açık ya da gizli
olarak hiçbir dini organizasyonun ya da grubun aktivitelerine
katılmayacaktır.Aynı şekilde hiçbir dini grup ya da kurum
devlet
işlerine hiçbir şekilde katılamaz. Jefferson’un ifadesiyle din kurumuna
karşı hukuk kilise ve dini birbirinden ayıran bir duvar inşa
etmelidir.12
Daha sonra Yüksek Mahkeme kilise ve devlet arasında örülen duvarın yüksek
ve aşılmaz olmasında ısrar etmiştir.13
Mahkemenin
sert sözlerle
vermesinden sonra Birinci Tadilata (First Amendment) dayanarak
bu kararı
devletin dini
okullara çocukların taşınması için mali yardımda bulunabileceğine izin vermesi bir
ironidir. Bu karara muhalif olan bir hakim Mahkemenin vermiş olduğu bu kararı
şöyle değerlendirmiştir: ‘Asla izin verilmemesi gereken bir şeye izin verildi.’14
Yüksek Mahkeme’nin kilise-devlet ilişkilerine
olan tipik yaklaşımını
gösteren bu eski kararda çok şey vardır.Genellikle Yüksek Mahkeme teorik ve pratik
olarak kilise ve devletin birbirinden ayrılmasında ısrar etmesine rağmen bazen kilisedevlet ayrılığı prensibini uygulamada gevşeten
Yüksek Mahkeme Amerika halkının
yollar bulmuştur.Böyle yapmakla
büyük çoğunluğunun benimsediği tavrı
yansıtmaktadır çünkü toplum kilise-devlet ayrımını prensip olarak desteklemesine
rağmen spesifik durumlarda devletin dini desteklemesine sıcak bakmaktadır. Bunun
12
Everson v. Board of Education, 330 U.S. at 16 (1974)
Everson v. Board of Education, 18.
14
Muhalif Yargıç Robert Jackson’dan, Everson v. Board of Education, 19.
13
sonucunda ortaya karışık bir hukuki uygulama çıkmaktadır.15 Birçok gözlemcinin
ifade ettiği gibi bu karışık hukuki uygulama bünyesinde birçok zıt ilkeyi, belirsiz bir
şekilde tanımlanmış testleri ve eksantrik ayırımları içermektedir.16
Bu bölümde kilise-devlet ilişkisine dair Amerikan yaklaşımını ele alacağız.
Kilise ve devletin
uygulamada
birbirinden ayrılmasına büyük itina gösteren
Amerika’nın
bazen değişiklikler yaptığını not etmemizde yarar vardır.Amerikan
yaklaşımını altı kısım halinde ele alacağız.İlk olarak Amerika toplumu ve politikası
hakkında ilgili bilgileri verdikten sonra gerekli tarihsel arkaplan üzerinde duracağız.
Sonraki üç kısımda özgür uygulama teorileri ve pratikleriyle (free exercise theories
and practices) –bu teori ve pratiklerin ilk ve ortaöğretimle olan ilişkisi bağlamındakurumsalık teorileri ve pratikleri (establishment theories and practices) -bu teori ve
pratiklerin diğer konularla olan ilişkisi bağlamında- üzerinde duracağız.Son kısımda
ise bazı gözlemlerimizi ifade edeceğiz.
Ulus
Farklı milletlerden oluşan 250 milyonluk nüfusuyla
Amerika Birleşik
Devletleri incelediğimiz beş demokrasi arasında nüfusu çok çeşitli ve en büyük olan
ülkedir.Amerika dünyanın en istikrarlı ve –bazılarının diyebileceği gibi- en lider
demokrasisidir.Dünyanın en eski yazılı anayasasına Amerika sahiptir. Amerika
anayasasındaki din özgürlüğüyle ilgili maddeler bu özgürlüğü koruyan en eski yazılı
anayasal garantilerdir.
Amerika halkının iki karakteristiği araştırmamız açısından not edilmeye
değerdir.Birincisi Amerika halkı büyük bir dinsel çeşitliliğe sahiptir. Bu kitapta ele
aldığımız
beş
ülke
arasında
dinsel
çeşitliliği
en
büyük
olan
ülke
Amerika’dır.Ondokuzuncu yüzyılda Amerika büyük ölçüde Protestan bir ülkeydi.
Protestanlıkta kendi içinde birçok farklı kollara ayrılmaktaydı. Ondokuzuncu yüzyılın
ortalarından itibaren Protestanlığın ana mezhepleri –Metodistler, Presbiteryanlar,
Kongregasyonalistler, Episkopelyanlar, Baptistler ve Luteranlar- Amerikan dini
hayatını işgal etmeye başladılar. Günümüzde muhafazakar evanjelik Protestanlar ile
Roma Katolikleri Protestanlığın hakimiyetine meydan okumaktadır –bu
okuyuş
sayısal
açıdan
olduğu
kapsamaktadır.Araştırmalara göre
15
gibi
kültürel
ve
politik
meydan
gücü
nüfusun yüzde yirmiikisi kendisini
de
beyaz
Bkz.: T.G.Jelen ve C.Wilcox, Public Attitudes toward Church and State, Armonk, N.Y. : Sharpe,
1995, 57-97.
Protestan olarak düşünürken nüfusun yüzde yirmiüçü kendisini beyaz Evanjelik
Protestan olarak algılamaktadır.Nüfusun yüzde yirmisi ise kendisini beyaz Katolik
olarak
görmektedir.17
Nüfusun
yüzde
dokuzu
siyah
Hırıstıyanlardan
oluşmaktadır.Katolik ve Protestanlar arasında daha önce varolan eğitsel ve sosyal
farklılığın kapanmış olması önemlidir.İki araştırmacının vardığı sonuç şudur: “Beyaz
Katolikler Amerika orta sınıfının bir parçası oldukları gibi üst sınıflarında bir parçası
haline gelmişlerdir.”18 Benzer bir şekilde
muhafazakar ve evanjelik
bir siyasi
organizasyon olan Hırıstıyan Koalisyonu’nun ikimilyon üyesi vardır. Bu
sayı
Evanjelik Protestanların büyüyen sosyal ve politik gücünü ortaya koymaktadır.
Amerika nüfusunun yüzde ikisini
Yahudiler oluştururken
Mormonlar
nüfusun yüzde ikisini teşkil etmektedir. Amerika’daki Müslümanlar nüfusun
%
0,5’ini meydana getirmektedirler.19 Sekülerler –hiçbir dine bağlı olmayanlar- bugün
Amerikan nüfusunun yüzde onbirini
oluşturmaktadırlar.20 Yeni Çağ maneviyatı,
Hinduizm, Budizm ve Amerika’nın yerel dinlerine mensup
küçük dini gruplara
Amerika’da rastlamak mümkündür.Dünyada varolan bütün dinlerin Amerika’da
mensubu olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Protestanlığın ana çizgisine mensup
kişilerin sayısının azalması, Katolik ve muhafazakar Protestanların sayısının
yükselmesi ve dini çoğulculuk faktörlerinin bir sonucu olarak günümüzde toplumsal
ve politik olarak hiçbir din Amerika’da hakim pozisyonunda değildir.Hırıstıyanlık
hakim din olmasına rağmen binlerce ayrı gruba bölünmüştür.
Amerika halkının ikinci karakteristiği yüksek orandaki dini mensubiyeti ve
aktivitesidir. Amerikalılar diğer modern ve endüstrileşmiş ülkelerin halklarıyla
karşılaştırıldığında gerçekten çok aktif bir dini hayata sahip gözükmektedirler.1994
Yılında yapılan bir araştırmanın verileri araştırıcıları şu sonuca yöneltmiştir:
“Yirminci yüzyılın sonunda dünyanın en zengin, en güçlü ve en eğitimli ülkesi olan
P.E.Johnson, ‘Concepts and Compromise in First Amendment Religious Doctrine,’ California Law
Review, 72, 1984, 817.
17
Bu oranlar bir araştırma kuruluşunun –Pew Research Center for the People and the Press- 1996
yılında yapmış olduğu araştırmadan alınmıştır. Bkz.: G.Niebuhr, ‘Public Supports Political Voice for
Churches,’ New York Times, 25 Haziran 1996, A1 ve C18.
18
B.A.Kosmin ve S.P.Lachman, One Nation under God: Religion in Contemporary American Society,
New York : Crown, 1993, 256.
19
R.B.Fowler ve A.D.Hertzke, Religion and Politics in America, Boulder, Colo.: Westview, 1995, 35.
G.Gallup ve J.Castelli, The People’s Religion: American Faith in the 90’s, New York : Macmillan,
1989, 114.Bazı araştırmalar Amerika’daki Müslüman nüfusun oranını yüzde iki olarak
göstermektedirler. Bkz.: ‘Campaign Highlights Muslims’ Quandary,’ Los Angeles Times, 10 Ağustos
1995, B4.
20
Bkz.: J.D.Hunter, Culture Wars: The Struggle to Define America, New York : Basic Books, 1991,
76. Niebuhr, ‘Public Supports Political Voice for Churches,’ C18.
16
Amerika hala en dindar ülkelerden biridir.”21 Amerika halkının yüzde kırkdördü
haftada bir ya da daha fazla dini ayinlere katılırken bu oran Batı Almanya’da yüzde
onsekiz, İngiltere’de yüzde ondört ve Fransa’da yüzde ondur.22 Amerikalıların yüzde
seksenikisi kendilerini dindar olarak tanımlarken bu oran İngiltere’de yüzde ellibeş,
Batı Almanya’da yüzde ellidört ve Fransa’da yüzde kırksekizdir. Bir araştırmacı
şöyle yazmaktadır: “Bir araştırmacının kullanacağı her ölçü Amerikalıların diğer
endüstrileşmiş uluslardan daha dindar olduğunu ortaya koyacaktır.” 23
Anayasanın yorumlanmasında
Amerika Yüksek Mahkemesinin oynadığı
politik rolü unutmamak lazımdır.Yüksek Mahkeme’nin hayat boyu üyesi seçilen beş
hakim Birinci Tadilatın (First Amendment) dini özgürlük dilini yorumlamada son
söze sahiptirler. Onlar lokal ya da ulusal hükümetin herhangi bir uygulamasını Birinci
Tadilata aykırı bulup geçersiz sayabilirler.Bundan dolayı Birleşik Devletlerde kilisedevlet ilişkilerinin hikayesi Yüksek Mahkemenin Birinci Tadilatın temel ve basit –ve
bir o kadar belirsiz- kelimelerini yorumlamasından oluşmaktadır. Birinci Tadilat
şöyledir: “Kongre dini kurumla ilgili hiçbir yasa yapmamalıdır ve dinin özgürce
uygulanmasını yasaklamamalıdır (Congress shall make
establishment
of religion, or prohibiting
no law respecting an
the free exercise thereof).”Bu alanda
yapılan mücadeleler üzerinde durmadan önce
kilise-devlet ilişkilerinde gelişen
anahtar tavırlar, pratikler ve prensipler üzerinde durmakta yarar vardır.
Tarihsel Arkaplan
Amerikan kilise-devlet teorisi ve uygulaması geçen üç asırda dört ana
aşamadan geçmiştir.Birinci aşama
onyedinci ve onsekizinci asırlardaki kolonyal
dönemde dinin kurulmasıdır.Amerikan kolonileri yerine oturur oturmaz çoğunun
yaptığı ilk işlerden birisi Avrupa modelini esas alarak kiliseler kurmak olmuştur.New
England’daki İngiliz Püritanlar,
New Amsterdam’daki
Dutch Reform kilisesi
mensupları, Virjinya’daki Anglikanlar ve diğer kolonilerde yaşayanlar
tek biçimli
din modelinin kolonilerde yerleştirilmesinin ve devam ettirilmesinin gerekli olduğunu
varsaymışlardır.24 Bu düşünce politik birliğin esasının din birliği olduğu varsayımına
dayanmaktaydı.Bundan dolayı desteklenen kiliselere değişik vergiler ayrılıyordu. Bu
‘Spiritual America,’ U.S.News & World Report 116, 4 Aralık 1994, 48.
The Public Perspective, Nisan-Mayıs 1995, 25.
23
E.C.Ladd, ‘Secular and Religious America,’ içinde R.J.Neuhaus, (Ed.), Unsecular America, Grand
Rapids, Mich.: Eerdmans, 1986, 16.
24
S.E.Mead, The Lively Experiment, New York : Harper & Row, 1963, 17.
21
22
uygulamaya karşı çıkanlar şiddetli bir şekilde cezalandırılıyorlardı. Sivil otoriteler
bazı kilise işlerini kendileri kontrol ediyorlardı.
Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında bu sistemi rahatsız eden büyük bir
gelişme yaşandı. Britanya’dan bağımsızlığını isteyen bir hareket aynı zamanda kurulu
kiliseleri yıkmayı istiyordu.Bu yıkım isteği birbirine benzemeyen iki hareketin tuhaf
bir koalisyonda
bir araya gelmesi
sonucu oluşmuştu.25Bu hareketlerin birincisi
Büyük Uyanış (Great Awakening) hareketidir. Büyük Uyanış hareketi
1740 ve
sonrasında bütün kolonileri silip süpürmüştür.Bu ihyacı hareketin derinliğini ve
kapsamını abartmak çok zor bir şeydir.Büyük Uyanış hareketi kurulu kiliselere olan
karşıtlığına sıklıkla vurgu yapmaktaydı çünkü bu hareket
kiliselerin varolan
formalizm ve ortodoksluklarına şiddetli tepkilerde bulunuyordu. Büyük Uyanış
hareketinin vurgusu güçlendikçe kilise ve ruhban sınıfının onlara karşı gösterdiği
negatif tepkide artıyordu. Kilise
sivil otoriteler üzerindeki nüfuzunu kullanarak bu
hareket mensuplarının hapis ve para cezalarına çarptırılmalarını sağlamıştır.
Bu
tuhaf
koalisyonun
ikinci
ortağı
Aydınlanmacı
liberal
rasyonalistlerdi.Thomas Jefferson ve James Madison gibi kişiler bu grubu
yönlendiriyorlardı.
Hırıstıyanlığın
Bu insanlar dindar Hırıstıyanlar olmalarına rağmen
tarihsel
geleneksel doktrinlerini idari konularla ilgisiz buluyorlardı ya da
varsayılan böyle bir ilgiyi reddediyorlardı.Bu insanlar iyi eğitim görmüş
kozmopolitan kimseler olarak Avrupa’nın geçmişine ve o anda kolonilere damgasını
vuran dini baskılara isyan etmişlerdi. Onlar istikrarlı bir ahlaki toplum ve politik
düzen için gerekli olan temel dini prensiplerin insan aklı tarafından keşfedileceğini
hisseden rasyonalistlerdi.Değişik dinlere ait spesifik doktrinlere ihtiyaç yoktu hatta
onlar kamu düzeni için tehlike olarak görülüyordu. Bu yüzden spesifik dini doktrinler
kamusal alandan uzak tutulup özel alana hapsedilmeliydi.
Bu iki hareket onsekizinci asrın son çeyreğinde bir araya gelip kiliselerin
kurumsuzlaşması
için bir hareket meydana getirdiler.Entellektüel ve politik elit
olarak Aydınlanma liberalleri kurumsuzlaşma için lazım olan gerekçeleri sundular;
Büyük Uyanış hareketi ise kurumsuzlaşma için gerekli olan kitle desteğini temin
etti.Virjinya’da
Anglikan kilisesinin kurumsuzlaşması
etrafındaki olaylar kilise-
devlet konseptleri açısından meydana gelecek değişmelerde önemli etkilerde
Tuhaf koalison (strange coalition) kavramı Mead’a aittir. Bkz.: Mead, The Lively Experiment, 35.
Bu iki farklı hareketin onsekizinci yüzılda kiliselerin resmi statülerini kaybetmede oynadıkları rol
25
bulunmuştur. 1776 Yılında Virjinya parlementosu Anglikan kilisesine tanınan birçok
yasal imtiyazı iptal edip kilise için vergi toplanmasını yasaklamıştır.26
sonra 1784 yılında Patrick Henry Genel Değerlendirme yasasının
Bu olaydan
(General
Assessment Bill) çıkarılmasını önerdi. Bu düzenleme hakim kilise kavramını ortadan
kaldırmasına rağmen toplanan vergilerden bir kısmının bütün Hırıstıyan kiliselerine
dağıtılmasını öngörmekteydi.Bu yasama önerisi parlementoda çoğunluğun desteğini
almasına rağmen Madison onun oylanmasını bir yıl erteletmeyi başardı. Madison bu
arada kendi meşhur önerisini yazdı : ‘Memorial and Remonstrance against Religious
Assessments.’ Madison kamusal vergilerin kiliseler için ayrılmasını reddediyor ve
şunu iddia ediyordu: “Vatandaşını bir kiliseye üç pens vermeye zorlayan bir otorite
vatandaşlarını diğer kiliselere de uymaya zorlayabilir.”27 Madison’un entellektüel
eleştirileri sonucunda
kökleri Büyük Uyanışa dayanan kiliseler –Baptistler ve
Presbiteryanlar- Henry’nin önerisine karşı çıkan bir halk kitlesi oluşturdular.
Düzenlemeye karşı onbirbin kadar imza topladılar. 1785 Yılında
Virjinya
parlementosu Genel Değerlendirme düzenlemesi (General Assessment Bill) ile ilgili
yasa tasarısını geri çevirdi ve onun yerine Jefferson’un önerisini (Bill for Establishing
Religious Freedom) yasalaştırdı ve yasaya şu ifadeler konuldu: “Hiç kimse dini bir
ibadeti yapmaya, dini bir yere gitmeye ya da bir kiliseyi takip etmeye zorlanamaz…
Bütün insanlar dini uygulamalarında özgür olmalıdırlar. Kişilerin dini konulardaki
görüşlerini korumaya hakları vardır.Dini konulardaki görüşleri kişilerin sivil
kapasitelerini zayıflatmamalı, ihata etmemeli ve etkilememelidir.”28 Bundan sonra
diğer eyaletlerde kendilerinde hakim olan dini kurumu yasaklayan değişik yasalar
çıkardılar.Massachusetts en son eyalet olarak 1833 yılında hakim kilise kurumu
uygulamasını terketmiştir.
Bu olaylardan ve Birinci Tadilatın yazılmasından sonra kilise-devlet ilişkileri
1800 ve 1950 yılları arasında yeni bir aşamaya girdi.Ondokuzuncu yüzyılın başından
itibaren Hırıstıyanlık toplumdaki varlığını kaybetmeye başladı.Kiliseler kurumsal
statülerini kaybettiler ve sadece nüfusun yüzde onu herhangi bir kiliseye üye olarak
üzerine yapılmış bir araştırma için bkz.: S.V.Monsma, Positive Neutrality, Westport, Conn.:
Greenwood, 1993, 83-113.
26
Bu olayların bir sunumu için bkz.: L.W.Levy, The Establishment Clause: Religion and the First
Amendment, Chapel Hill : University of North Carolina Press, 1994, 58-75.
27
J.Madison, ‘Memorial and Remonstrance against Religious Assessments,’içinde R.S.Alley, (Ed.),
The Supreme Court on Church and State, New York : Oxford University Press, 1988, 19-20.
28
T.Jefferson, ‘Bill for Establishing Religious Freedom,’ içinde Alley, (Ed.), The Supreme Court on
Church and State, 26.
kaldı.29
Ortodoks olmayan dini görüşlerinden dolayı tutucu kiliseler tarafından
inançsız (infidel) olarak damgalanan Jefferson 1800 yılında başkan seçildi. Fakat
Amerika hükümeti ve toplumu konusunda saygın bir yorumcu olan James Bryce
1888 yılında farklı bir şey yazmaktadır: “Ulusal hükümet ve eyalet hükümetleri
Hırıstıyanlığı resmi olarak tanıyan bir dizi uygulamalarda bulunuyorlardı. Bu tavır
sivil idarenin din konularında mutlak olarak tarafsız olmasını öngören görüşle mutlak
bir tutarsızlık içerisindeydi. Konu şöyle özetlenebilir: Hırıstıyanlık yasal olarak kurulu
din olmamasına rağmen ulusal din muamelesi görüyordu.”30 Ondokuzuncu yüzyıl
gayr-i resmi olarak Protestan Hırıstıyanlığının yeniden kuruluşuna şahit olmuştur.
Dinin yeniden kurulmasının bir sebebi ondokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında
ortaya çıkan İkinci Büyük Uyanış hareketidir.31
Bu harekette birincisi gibi bütün
ülkeyi silip süpürdü. Kilise üyeliğinde patlama meydana geldi. Onsekizinci yüzyıl
kurumsuzlaşma hareketi
kiliseleri yasal ve resmi açıdan kurumsuzlaştırmak
istemesine rağmen toplumun genel olarak dini destekleyip desteklememesi gerektiği
sorusu üzerinde durmamış olması dinin yeniden kurulmasının bir başka sebebiydi.
Büyük Uyanış hareketinin varisleri açık bir şekilde hükümetin Pazar ayini, kumarın
önlenmesi ve Hırıstıyan toplumun diğer alamet-i farikalarını destekleyeceğini tahmin
etmişlerdir.Madison ve Jefferson gibi Aydınlanmacı liberaller bile bu konuda kararsız
kalmışlardır.Madison başkan olarak ulusal dua günleri tertip ettirmiş ve Kongrenin
kamusal fonlarından bazı rahiplere ödeme yapılmasına izin vermiştir. Madison daha
sonra bu davranışlarının anayasaya aykırı olduğunu yazmıştır.32
Hırıstıyanlık ondokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında bir yükselme yaşamasına
rağmen popülist Protestan Hırıstıyanlığı kilise ve devleti birbirinden ayrı tutuma
eğilimleri karşısında
birçok gerilemeyi tecrübe etmiştir.Dualar ve Kutsal Kitap
okumaları devlet destekli
kamu okullarındaki eğitimin bir parçasıydı, Amerikan
yerlileri arasında yapılan Hırıstıyan misyonerlik faaliyetleri
devlet tarafından
desteklenmekteydi ve Pazar ayini yasalarla güvence altına alınmıştı.1890 Yılında
29
Bkz.: R.Handy, A Christian America: Protestant Hopes and Historical Realities, New York :
Oxford University Press, 1984, 24-25.
30
J.Bryce, The American Commonwealth, cilt. 2, New York : Macmillan, 1911, 769-70.
31
İkinci Büyük Uyanış ve Amerikan Hırıstıyanlığı konusunda meydana getirdiği sonuçlarla ilgili
yapılan bir araştırma için bkz.: N.Hatch, The Democratization of American Christianity, New Haven :
Yale University Press, 1989.
32
Bkz.: D.L.Dreisbach, Real Threat and Mere Shadow: Religious Liberty and the First Amendment,
Westchester, III.: Crossway, 1987, 151-55.
birçok devlet üniversite ve kolejinde dini hizmetler icra edilmekteydi hatta bazıları
Pazar ayinine katılmayı zorunlu tutmaktaydı.33
İkinci Dünya savaşından sonra Birleşik Devletler kilise-devlet ilişkilerinde
dördüncü
bir
aşamaya
girdi.
Dördüncü
aşamaya
dinin
ikinci
defa
kurumsuzlaştırılması olarak bakabiliriz.Aydınlanmacı liberal düşünce yeniden ortaya
çıktı ve Yüksek Mahkeme kararlarına ve toplumu idare edenlerin düşünce biçimine
hakim olmaya başladı.Bu bölümün başında Yüksek Mahkeme kararından alıntılanan
olaylar büyük değişimi temsil etmektedir.Jefferson’un ayırım için kullandığı duvar
metaforu yeniden dirildi ve bu ayırımcı yaklaşım mahkemeleri ve Amerikan halkının
çoğunluğunu kaplamaya başladı.Daha sonra detaylı olarak göreceğimiz gibi Yüksek
Mahkeme kamu okullarında dinsel elementleri yasakladı ve din temelli okullara
yapılan
bütün yardımların
anayasaya aykırı olduğunu ilan etti.Ayrıca Yüksek
Mahkeme kilise-devlet dayanışmasının diğer formlarını da anayasaya aykırı
bulduğunu deklare etti.Birleşik Devletlerde liberal toplum görüşü açık bir şekilde
galip gelmişti.Bu kitapta incelediğimiz diğer demokrasilerde Aydınlanma liberalizmi
muhafazakar dini güçlerle uzlaşmaya zorlanmıştır. Fakat Bireşik Devletler’de bu
olmamıştır. Paradoks olarak gözüken şey bu beş ülkenin en dindar olanında ulusun
kamusal hayatında dinin kendisine meşru bir rol bulmayı başarmış olmasıdır.
Bu paradoksun tarihsel
açıklaması
ondokuzuncu yüzyıl Amerikan
Protestanizminin üç temel karakteristiğinde gizlidir:
kültürel hakimiyeti, onun Katolik karşıtlığı ve
Amerikan Protestanizminin
entellektüel sığlığı.Ondokuzuncu ve
yirminci yüzyıllarda Protestanizm kültürel olarak hakimdi: Kamusal tartışmanın
şartlarını ve sosyal tarihin yönünü Protestanizm belirliyordu.Katolikler büyük ölçüde
marjinalize edilmişlerdi ve Aydınlanma liberalizmi bağımsız bir güç olarak çok
zayıftı. Hollanda’da olduğu
gibi
Protestan elit
Katoliklerle ortak dayanışmaya gitmedi
seküler liberalizme karşı
çünkü kültürel olarak hakim olan
kendisiydi.Ondokuzuncu yüzyıl Protestanlığında da Katolisizm karşıtı güçlü
eğilimler vardı.34
Roma Katolikleri yabancı bir Papa’nın buyruğunda olarak
Bkz.: G.M.Marsden, ‘The Soul of the American University: A Historical Overview,’ içinde
G.M.Marsden ve B.J.Longfield, (Ed.), The Secularization of the Academy, New York : Oxford
University Press, 1992, 11.
34
Bkz.: J.Higham, Strangers in the Land: Patterns of American Nativism, New Brunswick : Rutgers
University Press, 1955. S.V.Monsma, When Sacred and Secular Mix, Lanham, Md.: Rowman &
Littlefield, 1996, 136-142. B.Welter, ‘From Maria Monk to Paul Blanshard : A Century of Protestant
Anti-Catholicism,’ içinde R.Bellah ve F.E.Greenspahn, (Ed.), Uncivil Religion: Interreligious Hostility
in America, New York : Crossroad, 1987, 43, 71.
33
görülüyor ve onların Birleşik Devletler’e olan bağlılığı tartışma konusu haline
getiriliyordu.Çoğu Katoliğin göçmen statüsünde olması ve
çocuklarını
mahalli
okullara göndermeleri onların şu imajını güçlendirmekteydi: Amerikan yaşam tarzı
ve değerlerine asimilasyonda özel problemler ortaya çıkaran Amerikalı olmayan
yabancı bir unsur.
Değişik yorumcular
ondokuzuncu yüzyıl Protestanizminin entellektüel
darlığını not etmektedirler. Popülist ve girişimci nitelikleriyle Protestanizm bir halk
diniydi.Tarihçi Nathan Hatch ondokuzuncu yüzyıl Protestanlığının bu karakterini
şöyle tasvir etmektedir: “Kendine güvenen sıradan halk kesimleri artan bir şekilde
kendi liderlerinin sade ve mütevazi olmasını,
kendi doktrinlerinin gerçekliğinin
kendinden menkul ve gökten yere inmiş olmasını, müziklerinin canlı ve söylenir
olmasını ve kiliselerin yerel ellerde olmasını istiyorlardı.”35 Tarihçi Sidney Mead’a
göre
ondokuzuncu yüzyıl popülist Hırıstıyanlığı sonucunda
entellektüel yapısının büyük bir bölümü yıkılmıştır.36
Protestanizmin
Ondokuzuncu yüzyıl
Protestanlığının bu üç temel karakteristiğine ek olarak Avrupa liberalizminde olduğu
gibi Amerika liberalizminin güçlü ve açık anti-klerikal eğilimlere sahip olmadığını
not etmek lazımdır.Amerikan liberalizmi
genel anlamda dine ve Kutsal Kitab’a
dayanan ahlaka izin vermeye ve ona saygı göstermeye hazırdı.
Ondokuzuncu yüzyılda Protestanlar ve liberaller genelde dayanışma içinde
olmuşlardır. Liberalizm ve Protestanizmin Katolisizme güven duymaması, Amerika
liberalizminin katı anti klerikel bir eğilime sahip olmaması ve liberalizmin genel bir
Hırıstıyanlık anlayışını barındırmaya arzulu oluşu bu dayanışmada teşvik edici
unsurlar olarak etkili olmuştur.Ondokuzuncu yüzyıl Protestanlığının sığ oluşunun bir
anlamı da Protestan liderlerin
dinin sosyal rolü konusunda gelişmiş bir anlayışa
sahip olmamasıydı.Yirminci yüzyılın başında ortaya çıkan yeni teolojik trendler
karşısında Amerikan Protestanizmi çok zayıfladı ve onlara karşı entellektüel açıdan
direniş gösteremedi. Bir nesil bile geçmeden teolojik açıdan muhafazakar ve biblikal
bir oryantasyona sahip Protestanlar ana Protestan gruplarında, üniversitelerde ve
diğer kültür liderleri arasındaki hakimiyetlerini kaybettiler. Onların yerine
Aydınlanma liberalizmi düşüncesine sahip
bir entellektüel ve sosyal
elit kaim
oldu.İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde –bu dönemde dinin oynayacağı kamusal
rol konusunda iyi düşünülmüş bir gerekçe sunulmamamaktadır ve Aydınlanmacı
35
Hatch, The Democratization of American Christianity, 95.
liberal düşünce sosyal ve kültürel elit arasında çok yaygındır- Yüksek Mahkeme
kilise-devlet ilişkilerini düzenleyen Birinci Tadilatı dinin liberal yorumu ışığında
açıklamaktadır. Yüksek Mahkeme dini saf bir kişisel mesele olarak görmekte ve ona
kamusal hayatta hiçbir meşru rol tanımamaktadır.
Bütün bu eğilimler ondokuzuncu yüzyılda gelişen kamusal okul (common
school) hareketinde görülebilir. Bu hareket kilise-devlet ilişkileri konusunda meydana
gelen diğer gelişmelerde çok önemli etkiler bırakmıştır.Kamusal okul hareketi
Amerikan toplumunda güçlü bir etkiye sahip olmuştur.1789 Yılında Amerika
kurulduğundan beri Amerikalılar coğrafik uzaklıklar, keskin sınıfsal farklılıklar ve
göç dalgaları karşısında ulusal birliğin nasıl korunacağı konusunda
hep
kaygılanmışlardır.Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze Amerikalıların bu soruya
verdiği cevap kamusal okul olmuştur.Ondokuzuncu yüzyılın başında Avrupa’da
eğitimin devlet eliyle herkesi kapsayacak şekilde yapılması çabaları Horace Mann ve
New England elitlerinin dikkatini çekmişti.Bu reformcular kamusal okula
sınıflara mensup ailelerin
bütün
çocuklarına – özellikle düşük ve eğitimsiz ailelerin
çocukları- sosyal ve politik erdemleri öğretecek temel araç olarak bakıyorlardı.
Kamusal okul taraftarları
kamusal okula birincil olarak çocuklara
okuma ve
matematik gibi yetenekleri öğreten bir yer olarak bakmaktan çok ona ulusal birlik,
özgür ve demokratik bir toplum için gerekli olduğu düşünülen erdemleri öğreten bir
yer olarak bakıyorlardı.Os Guiness şu gözlemde bulunmaktadır: “Kamusal okullar
belirli yetenekleri öğretmenin ötesinde karakter, idealler ve sadakatler konusunda
çocukları eğitiyordu. Bundan dolayı kamusal okullar karakter formasyonu ve ulus
inşasında moral güç olmuşlardır.” 37
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında Amerika göç dalgalarıyla yüz yüze kaldığı
zaman kamusal okul kavramı elitler arasında yer bulmuştu ve karşılaşılan olaylara
uygulanmaya hazırdı.İrlanda, İtalya gibi Katolik ülkelerden Amerika’ya çok göçler
olmuştu. Asimilasyonu güç ve demokratik değerler konusunda eğitim almamış
milyonlarca
insanın
göç
etmesinin
Amerikan
toplumunu
zayıflatmasından
Amerikalılar endişe duyuyorlardı.Bu endişe ve korkular ortak okul idealini elit bir
teori olmaktan çıkarıp Amerikan toplumunun büyük ölçüde benimsediği popüler bir
ideal haline geldi. Charles Glenn şöyle demektedir: “1830 Yılında olanlar küçük bir
36
Mead, The Lively Experiment, 54.
elit grubunun ilgisini çekiyordu ve bu elit Amerikan toplumunu kendi imajlarına göre
şekillendirmekle ilgiliydiler. Fakat bu yıldan sonraki yirmi yılda bu durum bütün
Amerikalıların ilgilendiği canlı bir konu haline geldi.”38
Kamusal okul
ulusal
birliğin gerçekleştirilmesi, asimilasyonun sağlanması ve iyi vatandaş alışkanlıklarının
öğretilmesi için önemli bir araç olarak görülüyordu.
Kamusal okul idealinde spesifik bir dini anlayış önemli rol oynadı. Çünkü
din sivil erdemin esin kaynağı ve kültürel ve ulusal asimilasyonda önemli bir araç
olarak görülüyordu. Mann bir Üniteryandı –onun New England’daki bir çok
reformcu arkadaşıda Üniteryandı.- Bunlar hem partikülaristik dini hemde dindışı
sekülarizmi reddettiler. Onlara göre okullar rasyonel, Hırıstıyan ve konsensüsel
olmalıydı. Glenn şöyle yazmaktadır:
Üniteryanlar mezhepsel ve ayırıcı doktrinleri ayıklamakla onlara göre bunlar İsa’nın öğretisinin bir parçası değillerdiHırıstıyanlığın özünü koruduklarına inanıyorlardı. Bu temel
Hırıstıyanlık kamu okullarında öğretilmeliydi çünkü bu temel
Hırıstıyanlık cennetin dinini temsil etmekteydi. Kişisel olarak
benimsediği ve evde çocuklarına öğrettiği inanç ne olursa
olsun hiçbir sağduyulu ebeveyn bu dine itiraz edemezdi.39
Kamusal okullarda öğretilen Hırıstıyanlık –kamusal okulun Üniteryan
destekçilerinin gözünde-
rasyonel ve konsensüseldi.Kişi sonunda
mezhepsel
olmayan genel bir Protestanizme varıyordu. Mann şöyle yazmaktadır:
Hırıstıyanlığın gerçeği temsil ettiğini iddia eden görüşler ile onun
genele ait gerçekleri ifade ettiğini öne süren yaklaşım arasında ile
okul müfredatına dahil edilecekler ile yasanın dışladığı
mezhepsel görüşler arasında kesin bir çizgi çizmek zor olmasına
rağmen okullarımızda bu konuda pratik bir zorluğun
çıkmayacağına inanılıyordu.40
Carl Kaestle kamusal okul ideolojisini şöyle tasvir etmektedir: “Bu ideoloji
cumhuriyetçilik, Protestanizm ve kapitalizm üzerinde yoğunlaşmıştı. Sosyal inancın
bu üç kaynağı karşılıklı olarak bütünleşip birbirini destekliyordu.”41 Kamusal okul
O.Guinness, The American Hour, New York : Free Press, 1993, 228. Bu nokta için ayrıca bkz.:
C.F.Kaestle, Pillars of the Republic: Common Schools and American Society, 1780-1860, New York :
Hill and Wang, 1983, Beşinci Bölüm.
38
C.L.Glenn, The Myth of the Common School, Amherst : University of Massachusetts Press, 1987, 87.
39
Glenn, The Myth of the Common School, 154. Kamu okullarında Hırıstıyanlığın birleştirci doğası
için bkz.: G.M.Marsden, The Soul of the American University, New York : Oxford University Press,
1994, 89.
40
Glenn, The Myth of the Common School, 164.
41
Kaestle, Pillars of the Republic, 76.
37
ideali kesnlikle
Jefferson’un, Madison’un ve diğer Aydınlanmacı liberallerin
görüşleriyle uygunluk içerisindeydi.
Çok az Evanjelik Protestan
ve Roma Katoliği liberal dinin bu formunu
protesto etmiştir. Ondokuzncu yüzyılda Katolikler toplumsal ve politik açılardan
marjinalize edilmişlerdi.Protestanların büyük çoğunluğunun Mann ve diğerlerinin
ortaya attığı kamusal okul idealini kabul etmesi çok şaşırtıcıdır. Amerika’ya
Katoliklerin dalgalar halinde göç etmesini bir tehdit olarak algılayan muhafazakar
Protestanlar müfredatlarında Kutsal Kitap okumalarının ve ahlak derslerinin olduğu
kamusal okulları
Katolik tehdite karşı bir önleyici duvar olarak görüyorlardı. Bu
açıdan muhafazakar Protestanlar için bu okulların Kutsal Kitaba dayalı tam bir
ortodoks Hırıstıyanlığı öğretmemesi bile büyük sorun olmamıştır. Guinness bu
durumu iyi ifade etmektedir: “Ondokuzuncu yüzyılda evanjelik Protestanlar toplumsal
bir ruhla dolu olduklarından devletin kontrolündeki okulları desteklemekte bir sakınca
görmemişlerdir. Aynı zamanda bu okullar sivil bir din olarak Protestanlığın belirsiz,
mezhep dışı ve moralistik olarak kurulmasınında bir aracıydı.”42 Protestan liderlerin
Aydınlanmacı liberallerle beraber kamusal okul hareketine yönelmeleri Protestanlığın
entellektüel sığlığı anlamına gelmektedir.Egemen Protestan elitler kamu okullarının
demokrasi, Amerika ve Hırıstıyanlık ideallerini bütünleştirerek ulusal birliği
sağlamada güçlü araçlar olacağına inanıyorlardı.Kamu okullarındaki Hırıstıyan
elementler muhafazakar evanjelik Protestanların kendilerine ait ayrı okullar kurma
ihtiyacı duymamalarına neden olduğu gibi onların bu harekete bütünüyle katılımlarını
sağlamıştır. Onsekizinci yüzyılda
kurumsuzlaşma hareketini yönlendiren tuhaf
koalisyon (strange coalition) aynı şekilde
kamusal
okul hareketini de
desteklemiştir.Yirminci yüzyışın ortalarında Yüksek Mahkeme
Birinci Tadilatın
liberal ve katı bir separasyona dayanan yorumunu benimseyip bunu eğitim alanına
uyguladığı zaman Protestanlığın bu trende karşı
direnecek ne entellektüel ne de
politik gücü kalmıştı.
Dinin özgürce uygulanması
Bu çalışmada incelediğimiz beş demokrasinin hepsi herkes için din
özgürlüğünü desteklemektedir.Hiç kimse Tanrı’ya –ya da tanrılara- nasıl ve nerede
ibadet edip etmediği için cezalandırılmamalıdır. Ancak Amerika –diğer demokrasiler
gibi- dini özgürlüğün tam anlamı ve uygulaması konusunda çözülmesi zor tartışmalı
42
Guinness, The American Hour, 229.
konularla karşılaşmaktadır. Bu soruların en zoru şudur:
normlara aykırı
Toplumsal refah ya da
dini davranışlar korunmalımıdır? Bu soruya cevap çabalarında
Amerika tutarlı bir yol takip etmemektedir.
Birinci Tadilat şöyle demektedir: “Kongre dinin özgürce uygulanmasını
yasaklayan hiçbir yasayı çıkarmamalıdır.”
açıklamak için hep
istikrarsız ve kesin
Yüksek Mahkeme
bu kelimeleri
olmayan bir yol izlemiştir –ifadenin
kısalığının bu duruma neden olup olmadığı belli değildir.- 1870 Yılında Yüksek
Mahkemenin önüne ilk dava geldiğinde
ve Yüksek Mahkeme bu kelimeleri
yorumlamakla yüzyüze kaldığında sular iyice bulanık hale gelmiştir.Dava poligamiyi
yasaklayan fedaral bir yasayla ilgiliydi. Mormonlar yasaya itiraz etmiş ve dini
inançlarının bir gereği olarak çok eşli evlilikler yaptıklarını iddia etmişlerdir. Yüksek
Mahkeme federal yasanın Mormonların anayasal haklarını ihlal etmediği kararını
vermiştir çünkü
Birinci Tadilatın koruduğu
şey
aksiyonlar değil inançlardır:
“Yasalar aksiyonların idaresi için yapılmıştır. Yasalar
müdahele edemezler ama pratiklere edebilirler.”43
dini inanç ve görüşlere
Bu karar tersinden alınarak şöyle
yorumlanmıştır: “Aksi takdirde uygulanan dini inancın doktrinleri
yürürlükteki
yasalardan daha üstün hale gelebilirler. Bu da her vatandaşın kendi başına bir yasa
olması sonucunu doğurabilir.”44
İnanç-aksiyon ayırımı seküler regülasyon kuralı olarak terimlendirilen şeydir:
Hükümet geçerli bir seküler nedene ve regülasyonun kesin bir biçimine angaje
olmak için legal otoriteye sahip olarak kişilerin dinlerini özgürce uygulamalarına
müdahele etmesi ya da kesintiye uğratması
vatandaşların yapılan regülasyondan
kaçmaları için bir temel olamaz.45 Seküler regülasyon kuralı ve inanç-aksiyon
çelişkisi
şu soruyu ortaya çıkarmaktadır:
Özgürce uygulama için getirilen
korumalardan geriye ne kalmaktadır? Eğer özgür uygulama maddesi dini pratikleri
değilde
sadece inançlar koruyorsa (Anayasanın diğer maddeleride inançları
koruyabilir) ve meşru seküler bir yasa bir dini grubun pratiklerinin altındaki inançları
dikkate almadan çıkartıldığı takdirde özgür uygulama maddesinin verdiği
fakat
vatandaşların faydalanmadığı bir koruma varmıdır? Bu sorunun iki cevabı vardır.
Yüksek Mahkemenin desteklemeye devam ettiği birinci görüş şudur: Bir dini grup
özgür uygulama hakkına getirilen sınırlamaları ve dezavantajları kasıtlı olarak ihlal
43
Reynolds v. United States, 98 US, 166, 1879.
Reynolds v. United States, 167.
45
Bkz.: C.H.Pritchett, The American Constitution, New York : McGraw-Hill, 1977, 392-94.
44
bir hareket yaparsa bu koruma dışında olacaktır. 1993 Yılında örneğin
ederek
Yüksek Mahkeme
Florida eyaletinin Hialet şehrindeki birçok yönetmeliği iptal
etmiştir. Yönetmeliklerin spesifik olarak Santeria dininin kurban ettiği hayvanları
yasadışı ilan etmeyi hedeflemesi bu iptallerin temeli olmuştur. “Yönetmeliklerin
objesi dinin baskı altına alınmasıdır.”46 Yüksek Mahkeme bu sonuca şuradan
varmıştır: Yönetmelikler kurban edilecek hayvanların kesimini yasadışı kılmada
dar bir yaklaşım sergilemiş olup yemek için bu hayvanların avlanarak öldürülmesini
ya da koşer için hayvanların kesilmesini yasaklamamıştır.Yönetmelikler spesifik
olarak Santeria dininde uygulanan
hayvanların kurban edilmesi ritüelini hedef
almıştır ve bu da özgür uygulama maddesinin ihlali olarak görülmüştür.
Seküler regülasyon ışığında
özgür uygulama için getirilen korumalardan
geriye ne kaldığı sorusunun ikinci cevabı güçlü devlet çıkarı testidir. Bu alanda aşırı
derecede
yasal belirsizlik vardır. Yüksek Mahkeme bu testin uygulanmasında
mütereddittir ve etkin olarak bu testi terketmiş gözükmektedir. Kongre bunu yasayla
yeniden getirmeyi istemiştir. Güçlü devlet çıkarı testi şuna dayanmaktadır: Seküler
ve nötr bir yasa bir grup insana dini inançlarını uygulamada önemli derecede yük ve
dezavantaj sağlıyorsa bu durumda devlet güçlü bir gerekçeye sahip olduğu takdirde
bu grubu seküler uygulamaya zorlayan bir yasa yapabilir. Bu uygulama seküler
regülasyon kuralını değiştirmektedir.Yüksek Mahkemeye göre bu temel alındığı
takdirde şu durumlar ortaya çıkacaktır: Amish çocuklarını sekizinci sınıftan sonra
okula göndermek zorunda değildir, bir Seventh-Day Adventist Pazar günü çalışmayı
reddettiği için işsizlik yardımı almaktan mahrum bırakılamayacaktır, bir pasifist silah
endüstrisinde çalışmayı reddetmesi sonucu işini kaybettiği takdirde işsizlik tazminatı
alma hakkını
kaybetmeyecektir.47 Mahkeme bu üç davada hükümetin güçlü bir
toplumsal çıkar gerekçesi ortaya koymadığına ve var olan yasalarda bazı istisnalar
yapmanın dini fikirleri desteklemek olmadığına karar vermiştir.
Yüksek Mahkeme hiçbir zaman güçlü devlet çıkarı konusunda tutarlı olarak
bir standardı takip etmemiştir. 1961 Yılında Yüksek Mahkeme Pazar tatili
regülasyonundan dolayı dezavantajlı duruma düşen ortodoks Yahudi işadamlarını
özgür uygulama güvencesi altına almamıştır.1982 Yılında sosyal güvenlik vergisi
ödemenin dini bilinçlerini ihlal ettiğini iddia eden bir Amish işverenin ve işçinin
46
Church of the Lukumi Babalu Aye v. Hialeah, 508 U.S., 542, 1993.
Davalar şunlardı: Wisconsin v. Yoder, 406 U.S. 205, 1972. Sherbert v. Verner, 374 U.S. 398, 1963.
Thomas v. Review Board, 450 U.S. 707, 1981.
47
davasında da Yüksek Mahkeme aynı şeyi yapmıştır. 1986 Yılında inancı gereği
kippa
giymekte ısrar eden
ortodok Yahudi olan bir hava subayınında talebini
Mahkeme reddetmiştir.48 Her üç davada da Yüksek Mahkeme güçlü devlet çıkarı
standartını takip etmesine rağmen bu standarta ulaşılmayı çok düşük düzeyde
tutmuştur. Her seferinde Yüksek Mahkeme idarenin güçlü devlet çıkarını başarıyla
gösterdiği kanaatine vararak özgür uygulama hakkı konusundaki talepleri geçersiz
saymıştır.
1990 Yılında Yüksek Mahkemenin önüne geleneksel dini seremonilerinin
bir parçası olarak uyuşturucu kullanan Amerikan yerli dinlerine mensup bir grupla
ilgili bir dava geldi. Yapılan testlerde bu kişilerin uyuşturucu kullandıkları tespit
edildi ve bundan dolayı işlerinden atıldılar. Geçerli bir nedenden dolayı
işten
atıldıkları için bunlara işsizlik tazminatı ödenmedi. Mahkeme kararında şu görüşü
savundu: “Bireyin dini inançları yasanın yasakladığı bir şeyi –devlet bu konuda
istediği düzenlemeyi yapmakta hürdür- ihlal etmek için mazeret olamaz.”49 Güçlü
devlet çıkarı testi de parçalanmış olarak sunulmaktadır: “Bireyin bir yasaya uymasını
sağlamak için yasanın kişinin dini inançlarıyla uyum içinde olması gerekir. Güçlü
devlet çıkarının olduğu ve dini inançların anayasal geleneklerle ve ortak sağduyu
ile çatıştığı durumlarda bu prensip geçerli değildir.”50
Yüksek Mahkemenin bu kararına büyük tepkiler ve eleştiriler geldi. Dini
kurumsallık sorunları üzerinde geleneksel olarak anlaşamayan kişi ve gruplar bu
sefer onun reddi konusunda birleştiler. Bu grupların meydana getirdiği koalisyon
1993 yılında Kongreyi Dini Özgürlük Restorasyon Yasasını (Religious Freedom
Restoration Act –RFRA-) geçirme konusunda ikna etti.Bu yasanın bir kısmı şöyledir:
“Hükümet güçlü devlet çıkarının devamlılığını ortaya koyduğu takdirde kişinin dini
uygulamalarına kısıtlama getirebilir.”51 Bu düzenleme güçlü devlet çıkarını standart
olarak yasaya sokmayı amaçlıyordu. Yüksek Mahkeme tarafından güçlü devlet
çıkarı ilk olarak ifade edilmesine rağmen bu standart hiçbir zaman tam olarak
uygulanmamış olup sonrada reddedilmiştir.1996 Yılında Yüksek Mahkeme San
Antonio, Texas’dan
bir davayı gözden geçirmeyi
kabul etti. Dava konusu bir
kilisenin RFRA’yı temel alarak yerel yasaların doğurduğu tüm sonuçlardan hariç
Davalar şunlardır: Braunfeld v. Brown, 366 U.S. 599, 1961. United States v. Lee, 285 U.S. 252 1982.
Goldman v. Weinberg, 475 U.S. 503, 1986.
49
Employment Division v. Smith, 58 LW, 4435, 1990.
50
Employment Division v. Smith, 4435.
51
Public Law 103-141, 103d Congress, Section 3 (b).
48
tutulmasıyla ilgiliydi. 1997 Yılında Yüksek Mahkeme
karar
düzenlemenin anayasallığını
önemli bir karar verdi. Bu
ve onun etkisini güçlendirip ya da
sınırlandırmakta ileride belirleyici olacaktır.Bu karar RFRA düzenlemesinin güçlü
devlet çıkarını
belirlemede çok
özgür uygulama davalarında güçlü bir standart olup olmadığını
önemli bir referans olacaktır. RFRA düzenlemesi
değişik
gruplardan oluşan geniş bir koalisyonun desteğini aldığı için büyük bir çoğunlukla
Kongrede kabul edildi.Kongrenin ve bu geniş koalisyonun sergilemiş olduğu tavır
toplumun ve politik organın dini özgürlükleri koruma konusundaki hassasiyetini ve
bağlılığını göstermektedir. Ancak bu normal bağlılık ve hassasiyet zayıfladığı zaman
popüler olmayan
dini azınlıkların durumu çok hassas hale gelmektedir. Yüksek
Mahkemenin yorumladığı gibi
özgür uygulama
maddesinin getirdiği koruma
kesinlikten mahrumdur.
Yüksek Mahkemenin kesin pozitif dini hakların uygulanması için özgür
uygulama fıkrasını esas alarak ileri sürülen argümanları –Hollanda ve Almanya’da
olduğu gibi- reddetmesi enformatif niteliktedir.Bu tarz argümanların oluşturduğu
konsept şu şekilde ifade edilebilir: İnsanlar tam bir din özgürlüğüne sahip oldukları
takdirde
dini
inaçlarına
göre davranmayı ileri sürerek yasal sınırlamalardan
bağımsız olmaları gerektiği gibi dindar insanlar bazı faaliyetlerini yerine getirmeleri
için idarenin yardımına gereksinim duyabilirler-dindar olmayan insanların seküler
inançlarına göre hareket etmelerini sağlamak için hükümetin yardım etmesi gibi.Yüksek Mahkemenin bu mantığa dayalı iki davayı reddetmesi
bilgilendiricidir.
Birinci kararda devletin hiçbir duayı –Lord Prayer dahil- ve Kutsal Kitap okumasını
düzenlemeyeceğini ve bunların devlet okulları programının bir parçası olamayacağı
şeklinde Yüksek Mahkemenin iki görüşü ortaya konmuştur.52 Her iki davaya Potter
Stewart itiraz etmiş ve özgür
uygulama argümanını kullanmıştır. Stewart şöyle
yazmaktadır: “Her iki davada bazı
aileler çocuklarının
gittiği okulların Kutsal
Kitap’tan pasajlar okunarak açılmasını arzu etmektedir.Her iki dava onların bu
isteklerini desteklediği için
özgür uygulama iddiasını ihtiva etmektedir.”53 Ve
sonra açıklamasını şöyle sürdürmektedir:
Zorunlu devlet eğitimi sistemi çocuğun hayatını derin bir
şekilde yapılandırmaktadır.Okullarda dini aktivitelere izin
verilmediği takdirde din yapay ve dezavantajlı bir konuma
getirilecktir. Bu açıdan bakıldığında okulların gerçek anlamda
52
53
Davalar şunlardır: Engel v. Vitale, 370 U.S. 421 (1962). Abington v. Schempp, 374 U.S. 203, 1963.
Abington v. Schempp, 313.
dini konularda tarafsız olması isteniyorsa isteyenler için
okullarda dini aktivitelere izin verilmelidir.Dini aktivitelere
okullarda izin verilmemesi
devletin tarafsızlığının
realizasyonu olarak değil bilakis bu sekülarizm dininin inşa
edilmesi olarak görülecektir. Ya da bu dini aktivitelerin özel
olarak yapılmasını savunanların görüşünün devlet tarafından
desteklenmesi olarak görülecektir.54
Stewart’a göre okullardaki dini aktiviteler isteğe bırakılırsa bu aktiviteleri
yapmak isteyenlerin hakları dini aktivitelere katılmak istemeyenlerin hakları ihlal
edilmeden
korunmuş olacaktır.Alman Anayasa Mahkemesinin
bu konudaki
pozisyonu da tam olarak bu şekildedir. Fakat Amerikan Yüksek Mahkemesi bu
görüşü kesin bir şekilde reddetmiştir.
Benzer bir şekilde bazı yargıçlar dini okullara devletin yardım etmesi
konusunda özgür uygulama argümanını kullanmışlardır. Mahkemenin çoğunluğu dini
okullara yapılacak kamusal yardımın Birinci Tadilatı ihlal edeceği sonucuna ulaşınca
Yargıç Byron White
özgür uygulama argümanına dayanarak
bu görüşe karşı
çıkmıştır:
Kurumsallık fıkrası Birinci Tadilatın özgür uygulama
fıkrasıyla beraber vardır ve bu tür davalarla özgür
uygulama maddesi doğal bir şekilde ilişkilidir.Bu anayasal
düzenlemeler bir devlet programının özel ya da kamu
okullarında dini desteklemeyi yasakladığı gibi öğrencilerin
bu kurumlarda inançlarını serbestçe yaşamalarını
desteklemeyi de ihtiva etmektedir.55
Dini okullara devlet yardımı yapılması ile ilgili başka bir davada gene Yargıç
White özgür yaşama argümanını ileri sürmüştür.Ona göre bu tür okullara devlet
yardımının yapılmaması çocuklarının hem seküler hem dini bir eğitim almalarını
isteyen velilere bilinçlerine uygun olarak davranmayı imkansız kılmaktadır.56
Fakat Yargıç
Stewart ve Yargıç White hep Yüksek Mahkemede yalnız
kalmışlardır. Yüksek Mahkemenin Birinci Tadilatın dinin kurumsallaşmasına yönelik
kısıtlamalarını dar olarak yorumlaması dinin özgürce yaşanması için devlet yardımı
yapılması şeklindeki argümana hep galip gelmiştir.Yüksek Mahkeme serbestçe
yaşama fıkrasını insanların inançlarını serbestçe yaşamalarını güvence altına almak
için devletin pozitif
54
adımlar atması şeklinde yorumlamamıştır.Gerçekte bu
Abington v. Schempp, 313.
Lemon v. Kurtzman, 403 U.S., 665, 1971.
56
Committee for Public Education v. Nyquist, 413 U.S.US., 814, 1973.
55
düzenleme insanları inançlarını uygularken dezavantajlı duruma düşüren yasalara
karşı korumada belirsiz bir tavır ortaya koymaktadır.Yüksek Mahkemenin açıkladığı
gibi özgür uygulama fıkrası doğası gereği sınırlı kalmaktadır.Kamuoyu ve hükümet
organlarının azınlıkların dini haklarını koruyamadıkları durumlarda özgür uygulama
fıkrası
kişilerin inançlarını serbestçe yaşama özgürlüklerini korumada başarısız
kalmaktadır.
Dini Kurumsallık ve ilk ve orta öğretim
Amerika’nın kilise-devlet konularına yaklaşımı bu kitaba konu olan diğer
demokrasilerden tamamen farklıdır. Bu kitabın ilerleyen bölümleri bu farklılığı net
olarak ortaya koyacaktır.Bu farklılıkların merkezini din ve eğitim konusunda takip
edilen zıt yaklaşımlar oluşturmaktadır.Amerika’daki kilise-devlet ilişkilerinin bu
önemli bölümüne dikkatlice bakılması önemlidir. İlk olarak kamusal okullarda din
konusunu ele alacağız. Daha sonra dini okullara devlet yardımı yapılması sorununu
inceleyeceğiz.
Otuz yıl sonra bile Yüksek Mahkemenin vermiş olduğu iki karar tartışmalı
olmaya devam etmektedir. 1960 Yılında Yüksek Mahkeme kamu okullarında dua
etmenin ve Kutsal Kitap okumanın anayasaya aykırı olduğuna karar verdi. New
York otorteleri okulun açılış gününde okunmak üzere hiçbir mezhebe ait olmayan
şu duayı yazmışlardır: “Yüce Allahım, Sana olan bağlılığımızı itiraf ediyoruz. Senin
lütfunun ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz ve ülkemiz üzerine olmasını niyaz
ediyoruz.” Yüksek Mahkeme
bu uygulamanın
Birinci Tadilatın
kurumsallık
yasağını (Kongre hiçbir dini kurumla ilgili yasa yapamaz) ihlal ettiğine karar verdi.
Mahkemeye göre resmi dua yazmak devletin işi olmadığı gibi hükümet böyle bir
duayı da dinsel bir programın parçası olarak hiçkimseye okutturamaz.57 Bir yıl sonra
Yüksek Mahkeme okullarda günün başlangıcında Lord Prayer duasının okunmasının
ve Kutsal Kitabı okuma programlarının düzenlenmesinin anayasaya aykırı olduğuna
karar verdi. Mahkemeye göre burada söz konusu olan dini uygulamalardır. Birinci
Tadilatın
bütün eyaletlerde
devletin tarafsızlığını
bozmayacak şekilde
uygulanması lazımdır. Devletin tarafsızlığından kasıt devletin hiçbir dine ne yardım
etmesi ne de karşı olmasıdır.58 Ayrıca Mahkeme kurumsallık fıkrasını da dikkatlere
sunmuştur: “Uygulamada seküler yasama amacı olmalıdır ve
57
58
Engel v. Vitale, 421 U.S., 425, 1962.
Abington School District v. Schempp, 203 U.S., 225, 1963.
uygulamalar dini
ilerletmediği gibi geriletmemelidir.”59 Kutsal Kitap ve dua okumaları bu testlerin
ikisini de geçmemiştir. Gerçekte dini uygulamaların isteğe bağlı olması (itiraz eden
çocuklar mazur görülebilir) hiçbir farklılık yaratmamaktadır çünkü
kurumsallık
fıkrasının ihlali zorlama unsurunun varolmasını şart koşmamaktadır.
Bu karardan sonraki davalarda da Yüksek Mahkeme kamu okullarında dini
uygulamalarla ilgili ayrımcı pozisyonunu tutarlı bir şekilde devam ettirmiştir.
Mezuniyet ve açılış günlerinde dua ve meditasyon yapılmasını yasaklayan kararlar
vermesi Yüksek Mahkemenin ayrımcı çizgisini tezahür ettirmektedir.60 Bütün bu
kararlarında Mahkeme hükümetin hiçbir dini teşvik etmemesi, desteklememesi ve
lehinde olmaması prensibine dayanmıştır.
Yüksek Mahkemenin bazı kararlarını
mahkeme kararlarında bazı açıklar
bulmak
anayasal düzenlemeler yapmak ve
suretiyle delme girişimleri devam
etmektedir. Çünkü kamu okullarında belirli dini elementlerin bulunması konusunda
ciddi bir halk desteği vardır.61 George Gallup şöyle demektedir: “Yüksek Mahkeme
1962 ve 1963 yıllarında verdiği kararlarla kamuya ait okullarda dua ve Kutsal Kitap
okuması gibi dini uygulama ve ibadetlerin anayasaya aykırı olduğunu net bir şekilde
ortaya koymuştur. Yüksek Mahkeme bu pratiklerin ihyası için
girişilen bütün
çabaları sonuçsuz bırakmıştır.Ancak araştırmalara göre Amerikalılar belirli bir form
içinde okulda dua edilmesini desteklemeye devam etmektedirler.”62 Bir araştırmaya
göre halkın yüzde yetmişyedisi isteyen öğrencilerin kısa bir süre için dua etmesini
desteklemektedir.63
Yüksek Mahkeme
kamu okulları programına dinin entegre edilmesi
konusunda katı bir separatisyonist tavra sahiptir.Yüksek Mahkeme
değişik dini
grupların öğrencilerin boş vakitlerinde ya da haftada bir defa okula gelerek kendi
mensuplarına dini telkinlerde bulunmasını anayasaya aykırı bulmuştur.Dini öğüt ve
telkin
almak
istemeyen
öğrencilere
ise
alternatif
aktiviteler
tanınmıştı.Mahkemenin çoğunluğu adına konuşan yargıç Hugo Black
seçeneği
böyle
programların vergilerle kurulan ve desteklenen kamu okullarında dini grupların
59
Abington School District v. Schempp, 222.
Bkz.: Lee v. Weisman, 60 LW 4723, 1992. Wallace v. Jaffree, 472 U.S., 38, 1985.
61
Bkz.: K.D.Wald, Religion and Politics in he United States, Washington, D.C. : Congressional
Quarterly, 1992, 158-61.
62
Gallup ve Castelli, The People’s Religion, 20.
63
The Williamsburg Charter Survey on Religion and Public Life, Washington, D.C. : Williamsburg
Charter Foundation, 1988, Tablo 34.
60
inançlarını yaymaya yardım edeceğini söylemektedir.64 Bir kaç yıl sonra Mahkeme
böyle programlara izin verdi. Fakat bu
dini rehberlik programlarının okul
alanlarından uzak yerlerde yapılmasını şart koştu.65 Yüksek Mahkeme Luisiana
yasasının zıddına da bir karar vermiştir. Luisiana yasası evrim teorisinin öğretildiği
okullarda aynı şekilde yaratma teorisinin de öğretilmesini şart koşmaktadır.66
Bazen yerel ve bölgesel okullar alt mahkemelerin iznini alarak Yüksek
Mahkemenin
verdiği kararın gerektirmediği şeylerin ötesinde uygulamalar
yapmaktadırlar.Beşinci dereceden bir öğretmene
Kutsal Kitabı masasında
saklayamayacağı ya da sınıf sessiz okuma periyodunda iken onu okuyamayacağı
söylenmiştir.Federal Mahkemenin temyiz
desteklemektedir.67
kararları
okulun bu uygulamasını
Dokuzuncu dereceden bir öğretmen sınıfından bir araştırma
yazısı yazmalarını ister. Bir öğrenci İsa’nın hayatı konusunda bir yazı yazar ve
öğretmen ona F verir. Öğretmen bunun sebebini şöyle açıklar: “Yasa sınıfta dini
konularla ilgilenmememiz gerektiğini söylemektedir.”Daha alt federal mahkemeler
öğretmenin bu tavrını teşvik etmektedir.68
Bir sınıf valediktoryanı
mezuniyet
töreninde bir konuşm yapmaya davet edilir ve o konuşmasının bir bölümünü İsa’nın
kendi hayatındaki önemini ifade etmeye ayıracağını okul müdürüne söyler.Ona o
bölümü konuşmasından çıkarması söylenince o bunu reddeder ve bunun üzerine
onun konuşması bütünüyle mezuniyet programından çıkarılır.69Bu tür uygulamalar
işgüzar
öğretmenlerin,
müdürlerin
ya
da
lokal
okul
yönetimlerinin
marifetleridirler.Yüksek Mahkemenin separasyon duvarı ve dini düşünceye yardım
etmeme temeline dayanarak
meditasyonu yasaklaması
kamu okullarının sınıflarında
gibi
sessiz duayı ya da
çabalarla dini, okulların dışında tutmaya gayret
göstermesi sürpriz değildir.
Öte
yandan
Yüksek
Mahkeme
dine
düşman
olmadığında
ısrar
etmektedir.Mahkeme kamu okullarına dinin öğretilmesine, dinin tarihteki rolünün
öğretilmesine ve Kitab-ı Mukaddes’in edebiyat olarak öğretilmesine izin verdiğini
ifade etmektedir.Örneğin bir kararında Mahkeme şunu ifade etmiştir: “Dinlerin ve
Kutsal Kitabın edebi ve tarihsel bir bakış açısıyla öğretilmesi objektifliği ve seküler
eğitim programının bir kısmını temsil etmektedir.Böyle bir şey Birinci Tadilatın (First
64
McCollum v. Board of Education, 333 U.S., 210, 1948.
Bkz.: Zorach v. Clauson, 343 U.S. 306,1952.
66
Bkz.: Edwards v. Aguillard, 107 S.Ct.2578, 1987.
67
Bkz.: Roberts v. Madigan, 921 F.2d 1047 (10th Cir. 1990).
68
Bkz.: Settle v. Dickson County School Board, 53 F.3rd 152 (1995).
65
Amendment) dinin desteklenmesi şeklindeki yasağına aykırı değildir.”70 1984 Yılında
Kongre’den geçen bir yasaya göre (Equal Access Act)
okullar müfredat dışı
kulüplerin kurulmasına ve bu kulüplere ders dışı saatlerde okul
olanaklarını
kullanmalarına izin verdikleri takdirde aynı izni dini bir kulübün kurulması ve onun
okul olanaklarını kullanması için de vermeleri gerekmektedir.Yüksek Mahkeme bu
yasayı destekledi ve bu kanuna göre kurulacak dini kulüpler “bir çok gönüllü öğrenci
kulübünden biri olarak kaldıkları sürece”
clause)
kurumsallık fıkrasının (establishment
ihlal edilmemiş olacağına karar verdi.711995 Yılı
ağustosunda Başkan
Clinton Eğitim Departmanıyla beraber hangi dini pratiklerin kamu okullarına dahil
edileceğini hangilerinin dahil edilmeyeceğini belirleyen bir rapor yayınladı.72 Rapor
özel olarak dua edilmesine, öğrencilerin arkadaşlarının dini inançlarını etkilemesine
ve dinin objektif olarak çalışılmasına izin verirken öğretmenin öncülüğünde dualar ya
da
dini toplantılar yapılmasına, okulun herhangi bir dini desteklemesine izin
vermiyordu.
Ancak denge açısından bakıldığında kamu okullarında dine verilen rol çok
küçüktür.Burada takip edilen çizgi
gene dinin hiçbir şekilde tanınmaması ve
desteklenmemesi yaklaşımı şeklindedir.Aynı zamanda kamu okullarına ahlaki
hassasiyeti olan konularla –yetişkin öğrencilerin hamile olması, AIDS konusunda
bilincin geliştirilmesi, ırksal ve etnik saygı, okulda şiddet, gençlik suçları ve iyi
vatandaşlık konuları gibi- daha çok ilgilenmeleri konusunda çağrılar yapılmıştır.Bu
konular dinin yakından ilgilendiği konulardır.Okulların seküler cevaplarını verdiği bu
sorularla ilgili kendi dini cevaplarını bulmak için
Amerikalıların çoğu dinlerine
döndüler.Bu Yüksek Mahkemenin ve birçok Amerikalının kabul etmekte başarısız
olduğu bir açmazın meydana gelmesine neden oldu.Açmazın bir tarafında şu vardı:
Kamu okullarının bazı dini perspektifleri müfredatlarına entegre etmeleri ya da bazı
dini pratiklere izin vermeleri durumunda devletin dini konulardaki tarafsızlığı
normunun ihlaline yol açabilirlerdi. Toplumun çoğunluğunun mensup olduğu dini
reddeden veliler bulunmaktadır.Bazı dini pratiklerin yapılması
bu velileri ve
çocuklarını dezavantajlı duruma düşürme olasılığı vardır.Dini pratiklere katılmak
istemeyen öğrencilere izin verilmesi ya da onların dini boyutu olan sınıflardan muaf
69
Bkz.: Guidlry v. Broussard, 897 F.2d 181 (5th Cir.1990).
Epperson v. Arkansas, 393 U.S., 106, 1968. Benzer bir ifade için bkz.: Abington School District v.
Schempp, 225.
71
Westside Community Schools v. Mergens, 58 LW, 4727, 1990.
70
tutulmaları
bu tür öğrencilerin arkadaşları gözünde “farklı (different)” olarak
değerlendirilmesine yol açabilirdi.Bundan dolayı
ortak dini uygulamaların ve
öğretilerin kamu okullarına entegre edilmesi devletin dini tarafsızlığının bozulmasına
neden olabilirdi.
Öte yanda dinin okullardan elimine edilmesi din ve sekülarizm arasında
tarafsız bir bölge yaratmıyordu; dinin okullardan dışlanması sadece sekülarizme bir
alan bırakıyordu –Yüksek Mahkeme ve Amerika elitlerinin anlamakta başarısız
oldukları şey budur.- James Reichley şöyle yazmaktadır: “ Dinin dışlanması din ve
sekülarizm arasında bir tarafsızlık durumunu temsil etmemektedir; dinden artık hiç
söz etmeyen kamusal kurumların davranış tarzı tamamen sekülarizme göredir.”73
Sonuç din karşıtı bir hareket olarak sekülarizmin açık bir şekilde desteklenmesinden
ziyade
sekülarizmin gizli bir güç ya da etos olarak dolaylı bir şekilde
geliştirilmesidir. Suç, AIDS, şovenizm ve ırk problemleri dine referans verilmeden
tartışılıyorsa –okulların serbest zaman programlarında bile- böyle bir tavrın verdiği
kapalı mesaj
dinin bu konularla ya ilgisiz olduğu ya da önemsiz olduğu
şeklindedir.Kamu okullarından dinin dışlanması ayrıca devletin tarafsızlığı normunu
ihlal etmektedir çünkü devlet dolaylı ve kapalı bir şekilde sekülarizmin yanında yer
almaktadır. Devletin sekülarizmin tarafını tutması dindar aileleri ve çocuklarını
dezavantajlı bir pozisyona düşürmektedir.
Bu açmazın tam olarak tatmin edici bir çözümü olmayabilir fakat okul içinde
din eğitiminin verilmesi için düzenlenen serbest zaman programları ile özel olarak
dua etmek için zaman ayrılması gibi çabalar farklı inanç topluluklarına mensup
öğrencilerin varlığının tanınması anlamına gelmektedir. Bu tür çabalar kamu
okullarının çoğunda varolan dini çoğulculuğun ifadelendirilmesini mümkün hale
getirmektedir.Okul müfredatlarına konsensüsel dini unsurları koymaktan ya da dini
okullardan tamamen
atmaktan ziyade
bu adımlar tarafsızlık normunun
gerçekleştirilmesi yönünde atılan önemli adımlar olacaklardır.Ancak Yüksek
Mahkeme okul içi serbest zaman programlarını, özel olarak dua ve tefekkür etmek
için zaman ayrılmasını Birinci Tadilat (First Amendment) ile ilgili yapmış olduğu
yorumlarla
iptal etmiştir.Mahkemenin verdiği kararlar ve bu kararları verirken
yürüttüğü muhakeme biçimi Yüksek Mahkeme’nin yukarıda açıklanan açmazı
Bkz.: S.Holmes, ‘Clinton Defines Religion’s Role in U.S. schools,’ New York Times, 26 Ağustos
1995, A1 ve A8.
72
tanımadığını göstermektedir. Yüksek Mahkeme açmazın sadece bir bölümünü
görmektedir. Diğer bölümlerde göreceğimiz gibi çalışmamıza konu olan ülkeler farklı
bir yaklaşımı takip etmektedirler.
Bu
bizi
özel
dini
okullara
devletin
yardım
etmesi
sorusuna
getirmektedir.Burada da Yüksek Mahkeme yine katı ayrımcılığa dayanan yaklaşımı
benimsemekte ve dina yardım yok şeklinde tavır takınmaktadır.Bu konuyla ilgili
alınan ilk kararı bölüme başlarken aktarmıştık. Bu karar şartları açık bir şekilde ortaya
koymaktadır: 1.Kilise ve devlet arasında yüksek ve aşılmaz bir duvar vardır. 2.
Vergilerle hiçbir dini aktivite ya da kurum desteklenmeyecektir.Bu karardan yirmidört
yıl sonra Mahkeme vermiş olduğu bir başka kararında (Lemon v. Kurtzman ,1971)
açık bir şekilde özel dini okulların devlet tarafından finanse edilmesini
reddetmiştir.Mahkeme daha sonraki resmi kurumsallık fıkrasıyla ilgili davalarda
kullanılacak olan üç kısımlı bir testi (buna davanın isminden dolayı lemon testi
denilmektedir) –bugün bile bu test tartışmalara neden olmaktadır- ifade etmektedir.
Devlet programının Lemon testini geçebilmesi için şu üç şartı gerçekleştirmesi
gerekmektedir: “Birincisi programın seküler bir amacı olmalıdır; ikincisi onun temel
sonucu dinin gelişmesini sağlamayacağı gibi geriletmemelidir; üçüncüsü program
aşırı şekilde dinle ilgili olmamalıdır.”74
Mahkeme özel okullara devlet yardımı yapılması ile ilgili davaların çoğunda
geçerli şu seküler amacın olduğuna karar vermiştir: Özel okullara giden çocuklara
genel eğitimin sunulmasına yardımcı olmak.Fakat dini okullara devlet yardımı almak
için girişilen birçok teşebbüs Lemon testinin ikinci şartını geçememiştir: Devlet
yardımının
temel
olarak
dinin
güçlenmesine
ya
da
zayıflamasına
neden
olmaması.Meşhur bir anayasa hukuku uzmanı olan Laurence Tribe pratikte
Mahkemenin yardım programının dine olan birincil etkisini sormadığını bu yardımın
dini etkileyip etkilemediğini sorduğunu belirtmektedir. ‘Birincil seküler etki’
şeklindeki anayasal şart böylece yanlış bir isimlendirme haline gelmiştir.Mahkeme bu
ifadeyi kullanmaya devam etmekle
onu dolaylı, ikincil ve uzak olan seküler –ama
esasında seküler olmayan- etki şartına dönüştürmüştür.75 Tribe’ın bu gözleminin
doğruluğu bir başka davada da görülmektedir. Devlet okullarında çalışan
öğretmenlerin özel dini okullarda din dışı derslere girmesi şeklinde bir program
73
A.J.Reichley, Religion in American Public Life, Washington, D.C. : Brookings Institution, 1985,
165.
74
Lemon v. Kurtzman, 403 U.S., 612-613, 1971.
düzenlenmişti. Yüksek Mahkeme bu programı anayasaya aykırı bulmuştur.Mahkeme
öğretmenlerin dini endoktrinasyonla karşılaştığına dair bir delil bulunmadığını kabul
etmektedir.76Ancak Mahkeme dini mesajın açık ya da kapalı bir şekilde
sınıfa
taşınması tehlikesi olduğu şeklinde bir görüş ileri sürmektedir.77 Mahkeme ayrıca
görüntünün önemine de atıfta bulunmaktadır: “Bu program kilise ve devletin
sembolik birliği olarak anlaşılıp hükümetin uyguladığı politikaya bir meydan okuma
oluşturabilir.Bu programı kontrol eden dini grupların taraftarları bu uygulamayı bir
destek olarak algılarken
taraftar olmayan kimseler bunu kendi bireysel dini
tercihlerinin devlet tarafından onaylanmaması olarak düşünebilir.”78
Devletin bu
uygulamasının dini bir etkisi ya da dinin devlet tarafından desteklendiği izlenimi
verme tehlikesi olasılığı karşısında Mahkeme devletin davranışının Lemon testinin
ikinci bölümünün ihlali olduğu sonucuna varmıştır.
Lemon
testinin
üçüncü
ilgilenmemesidir.Yüksek Mahkeme
özelliği
devletin
dinle
aşırı
bir
şekilde
bu testi New York belediyesinin bir şehir
programını geçersiz kılmak için kullanmıştır. Bu programa göre kamu okullarının
dışında okuyan düşük gelirli ailelerin çocuklarına rehberlik ve danışmanlık hizmeti
verilmesi öngörülüyordu.79 Mahkeme danışmanlık ve rehberlik hizmetine hiçbir
şekilde dini unsurların karıştırılmaması gerektiğine karar verdi çünkü bu programa
dini unsurların dahil edilmesi devlet ve kiliseyi aşırı bir şekilde birbiriyle
ilişkilendirecekti.
Mahkeme okula öğrencilerin otobüsle
getirilip götürülmeleri için ulaşım
ücretinin ödenmesine, bazı seküler ders kitapları, bazı diagnostik psikolojik testler ve
bir kaç küçük yardım için ödeme yapılmasına izin verdi.Mahkeme genellikle kamu
vergilerinin dini ilköğretim okullarına gitmemesi yönünde karar vermektedir. Birkaç
yardım biçimine izin verildi çünkü bu yardımlardan okul değil öğrenciler
yararlanacaktı ve bu yardımlarda hiçbir şekilde dini bir unsur bulunmamaktaydı.
Kamu okullarında dini uygulamaların kaldırılmasına olduğundan daha fazla
kamuoyu desteğine
dini okullara devletin yardım etmemesi şeklindeki fikir
sahiptir.Kamu okulu ideali Amerika kültürünün derinliklerine kök salmıştır. Bunun
sonucunda toplumsal liderlerin ve kamuoyunun büyük bölümü dini okullara devletin
75
L.H.Tribe, American-Constitutional Law, Mineola, N.Y. : Foundation Press, 1988, 1215-16.
Grand Rapids Schools District v. Ball, 473 U.S., 388, 1985.
77
Grand Rapids Schools District v. Ball, 387.
78
Grand Rapids Schools District v. Ball, 390.
79
Bkz.: Aguilar v. Felton, 473 U.S. 402 1985.
76
yardım etmesine karşı çıkmaktadır.1988 Yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasında
akademi, medya, hükümet, ve iş dünyasında olan toplumsal liderlerin ikisinden biri ya
da üçte biri devletin özel dini okullara yardım etmesine karşı çıkmaktadır.
Akademisyenlerin yüzde
yetmişdördü, medya liderlerinin
yüzde altmışyedisi,
yüksek düzeydeki federal idarecilerin ve iş dünyasının önde gelenlerinin
yüzde
altmışikisi devletin özel dini okullara yardım etmesine karşı çıkmaktadır.80 Aynı
kamuoyu araştırması halkın da devletin özel dini okullara yardım etmesi konusunda
derin bir şekilde bölündüğünü göstermektedir.Kamuoyunun yüzde kırkbiri devletin
dini okullara yardım etmesinin lehinde iken yüzde ellisi buna karşı çıkmaktadır. 81
Kısacası Yüksek Mahkeme çoğunlukla –kamuoyunun büyük desteğini
arkasına alarak- Anayasanın Birinci Tadilatına (First Amendment) dayanarak devletin
özel
dini
okullara
yardımda
bulunmasını
ya
da
desteklemesini
reddetmektedir.Mahkeme ayrıca dine yardım gibi görünen programları da
reddetmektedir çünkü devletin dine yardım etmesi ya da desteklemesi Mahkemenin
aşılmaz bir şekilde inşa ettiği devlet-kilise ayrılığı duvarını ve dine yardım yok
prensibini ihlal etmektedir.Dini unsurları yasaklayan kararları,
kamu okullarında
serbest zamanlarda din eğitimi verilmesini yasaklayan kararları özel dini okullara
devlet yardımı yapılmasını yasaklayan kararlarla birleştirdiğimizde çocuklarına din
eğitimi
verilmesini
arzu
edenlerin
düşürüldüğü
zor
pozisonu
açıkça
görmekteyiz.Kamu okullarında dindar ailelerin görmek istediği unsurlar elimine
edilmektedir ve onlar çocuklarını dini eğitim veren özel okullara gönderdikleri
takdirde finansal yardım da almamaktadırlar.Dindar aileler hükümetin uyguladığı
politika sonucunda dezavantajlı duruma düşürülürken din eğitimini arzu etmeyen
aileler ise avantajlı hale getirilmektedir. Bu çalışmaya konu olan dört demokrasinin
hiçbiri bu pozisyonu benimsemememiştir –gerçekte bildiğimiz hiçbir demokratik ülke
bu pozisyonu benimsememiştir.-Bu pozisyonun Amerika’da kabul görmesinin –en
azından entellektüel ve idari elit arasında- kökenleri kamu okulu idealini asimilasyon
ve ahlak eğitiminin temel bir aracı olarak görmeye kadar dayanmaktadır. Ancak kamu
okulu ideali okullarda
genel bir doğaya sahip din eğitimi verilmesine
dayanmaktaydı. Kamu okullarından dini unsurların elimine edilmesi ya da dini
okullara devlet yardımının yapılmaması devletin dindar ve dinsiz ailelere eşit ve
tarafsız muamele edip etmediği konusunda soruların ortaya çıkmasına neden
80
The Williamsburg Charter Survey.
olmaktadır.İleride Amerika’nın bu yolu takip etmeyi niçin seçtiğini, diğer
demokrasilerin ise bu yolu niçin seçmediği üzerinde durulacaktır.
Dini Kurumsallık: Diğer Konular
Yüksek Mahkeme’nin ortaöğrenim konularıyla ilgili davalarda takındığı katı
kilise-devlet ayrımı pozisyonunu ve anayasanın kullandığı güçlü dili (‘Küçük ya da
büyük
hiçbir orandaki vergi adı ne olursa olsun
dini aktivite ve kurumları
desteklemek için kullanılmayacaktır’) gözönüne aldığımızda anayasal yorumların
devletin aynı derecede dinle işbirliği ya da destek tarzında olabilecek ilişkisini
kısıtladığını anlayabiliriz.Ortaöğretim konularının dışında Yüksek Mahkemenin
kilise-devlet arasındaki dayanışma biçimini anayasaya uygun bulması –Amerika
kamuoyu ve diğer politik kurumların desteği sayesinde- çok şaşırtıcıdır.Kilise ve
devletin katı bir şekilde birbirinden ayrılması prensibi büyük ölçüde ortaöğrenim
konularıyla sınırlıdır.Ancak eğitim konusunda
ortaya konan konsept ve ilkelerin
kilise-devlet ilişkilerinin diğer biçimlerine temel olması açısından önemli sonuçları
olmaktadır.
Örneğin Amerika’da birçok özel kolej ve üniversite bulunmaktadır.Üniversite
ve kolejlerin yüzde kırkdokuzu özel çıkardışı kurumlar şeklindedir. Üniversite
öğrencilerinin yüzde yirmisi bu kurumlara kayıtlıdır.82 Özel üniversite ve kolejlerin
yüzde yetmişsekizinin dini bağları bulunmaktadır ve hemen hepsi hükümetten mali
yardım almaktadır.83 Devletin özel dini üniversite ve kolejlere yardım etmesi ile
ilgili dört dava Yüksek Mahkemenin önüne getirildi.Bu dört davada Yüksek
Mahkeme
devletin bu üniversitelere ve kolejlere yardım etmesinin
anayasanın
Birinci Tadilatındaki dine resmi kurumsallık kazandırmayı yasaklayan hükmünü ihlal
etmediği şeklinde karar vermiştir.Bu kararlarına rağmen Yüksek Mahkeme kilise ve
devletin birbirinden ayrılmasını ve devletin hiçbir şekilde dine yardım etmemesi
şeklindeki yaklaşımını korumaya devam etmektedir.Yüksek Mahkeme özel dini kolej
ve üniversitelere devletin yardım etmesini onaylarken büyük ölçüde iki legal prensibi
uygulamaktadır.
Bu legal prensiplerin birincisi kutsal-seküler ayırımıdır. Dava konusu haline
gelen devletin dini kolej ve üniversitelere yardım etmesi onaylanmıştır çünkü Yüksek
Mahkeme özel dini kolejlerde yapılan eğitimin dini ve seküler özelliklerini kabul
81
82
The Williamsburg Charter Survey, Appendix, Tablo 37.
L.M.Salamon, America’s Nonprofit Sector, New York : Foundation Center, 1992, 73.
etmektedir. Bundan dolayı Mahkeme yapılan yardımın kolejin dini misyonundan çok
verilen eğitimin seküler misyonunu destekleyeceğini düşünmektedir.Kolej eğitiminde
seküler ve dini unsurlar arasında böylesine kesin bir ayırım yapıldığı takdirde
devletin dini koleje dine yardım etmeden mali destek sağlayabileceği düşünülebilir
(en azından legal teori açısından). Davaların birinde Mahkeme yapılan yardımın kolej
tarafından
dini işlevleri yerine seküler aktiviteleri için kullanılacağının güvence
altına alındığı şeklindeki gözlemini ifade etmektedir.84 Başka bir kararda kolejlerin
seküler ve dini aktivitelerinin çok kolay bir şekilde birbirinden ayırdedilebileceği
ifade edilmektedir.85
Ancak bu yaklaşım yüksek öğrenim ve ortaöğrenimle ile ilgili davaları
birbirinden ayırdetmemektedir çünkü Yüksek Mahkeme dini ortaöğrenim kurumlarına
devlet yardımı yapılması ile ilgili davaların hemen hepsini reddetmiştir.Mahkemenin
yapmış olduğu önemli bir ayırım ölçüsü kolej ve üniversitelerin baskın bir tarzda
mezhepsel olmamalarına rağmen dini ortaöğrenim kurumlarının hakim özelliğinin
mezhepsel oldukları şeklindeki görüştür.Güney Karolina’da bir kolej ve üniversite
binasının kurulması ile ilgili verilen kararda Mahkemenin çoğunluğunu oluşturan altı
yargıç –altıya karşı üç-
baskın bir dini doğaya sahip olmanın önemine vurgu
yapmışlardır: “Devlet yardımı baskın bir dini karaktere sahip bir kuruma gittiğinde
bu yardımın dini geliştirebileceği düşünülebilir çünkü
yardım alan kurumun
faaliyetlerinin büyük bölümü dini misyonunu gerçekleştirmeye yöneliktir.”86 Daha
sonra Mahkeme devlet yardımı almaktan dolayı dava edilen kolejin baskın bir dini
doğaya sahip olmadığına karar vermiştir.
Ancak hakim mezhepsel özelliklere sahip bir kurumu daha az mezhepsel
özelliğe sahip bir kurumdan nasıl ayrılacağı konusu tam olarak net değildir. Roemer
v.Maryland Public Works Board (1976) davasında çoğunluk adına kararı kaleme alan
Yargıç Harry Blackmun dini kolejlere yardım edilmesi şeklindeki Yüksek
Mahkemenin yaklaşımını bütüncül olarak ortaya koymaktadır.Blackmun hakim olarak
dini
bir
doğaya
sahip
olmanın
ne
anlama
geldiğini
yazdığı
kararda
açıklamaktadır.Kararda verilen birinci indikasyon devlet yardımı aldığından dolayı
dava edilen Katolik kolejlerin hakim özelliklerinin mezhepsel olmadığı ve kurumsal
‘Institutional Identifying Characteristics,’ HEPS Profile of Independent Higher Education, 1 Nisan
1991, 8. Monsma, When Sacred and Secular Mix, 64-80.
84
Tilton v. Richardson, 403 U.S., 679, 1971.
85
Roemer v. Maryland Public Works Board, 426 U.S., 764, 1976.
86
Hunt v. Mc.Nair, 413 U.S., 743, 1971.
83
otonomiye sahip oldukları şeklindedir.Kolejlerin Katolik Kilisesinin kontrolünde
olmaması ve ondan mali yardım almaması önemli kabul edilmektedir.Buckman’ın
not ettiği ikinci önemli nokta dini endoktrinasyonun dört kolejin temel amacı ya da
aktivitesi olmadığıdır. Bu kolejlerde dini pratiklere katılmak şart olarak ileri
sürülmemekte ve manevi gelişim kolejlerin birincil amacı olarak sunulmamaktadır.87
Dört kolej kampüsünde akademik özgürlüğün olması Blackmun’un not ettiği
üçüncü noktadır.Hocalar entellektüel özgürlük atmosferinde istedikleri kursu
açabilmektedirler.88 Zorunlu din ve teoloji kurslarının olması bu kolejlerin hakim
özelliklerinin mezhepsel olduklarını göstermemektedir çünkü böyle kurslar liberal
sanatlar programına ek olarak verilmektedir.89
Dördüncü nokta şudur: Derslerin
başında dua edilmesine ve kampüslerde dini semboller yaygın olarak bulunmasına
rağmen kurslar normal akademik standartlara göre verilmektedir.Ayrıca dua ve dini
semboller bu kolejlerin hakim özelliklerinin mezhepsel olduklarını göstermeye yeterli
değildir.Öğretim
üyelerinin
Blackmun’un not ettiği
işe
alımında
dinin
kriterlerden
beşinci noktadır. Dini inançlarına göre
biri
olmaması
personelin işe
alınması kolejlerin baskın özelliğinin mezhepsel olduğunu gösterebilir fakat böyle
bir şey bu kolejlerde söz konusu değildir.90
Altıncı nokta dört kolejde öğrenci
derneklerine alınan kişilerin seçiminde din dikkate alınmamaktadır.91
Ancak Blackmun’un Roemer davasında ortaya koyduğu bu ilkelere bir dini
kurumun baskın özellliğinin mezhepsel olmaktan sakınmak için takip etmesi gereken
ölçüler olarak bakılmamalıdır.Blackmun şöyle yazmaktadır: “Bir kurumun hakim
özelliğinin mezhepsel olup olmadığı sorusuna cevap bulmak için kurumun genel
resminin çizilmesine ve onu oluşturan birçok unsura bakmak lazımdır.”92 Blackmun
için bu altı nokta kolejlerin baskın özelliğinin spesifik bir mezhebin hakimiyetinde
olmadığını göstermesi açısından önemlidir.Bir kolejin baskın karakterinin mezhepsel
olmadığını gösteren kaç noktanın gözden kaçtığı ise pek bilinmemektedir.On yıl
sonra Blackmun’un kendisi şu sonuca vardığını
itiraf etmektedir: “Hakim bir
mezhebi karaktere sahip olma standardı belirsiz ve kesinlikten yoksun bir şekilde
tanımlanan bir ölçüdür.”93
87
Roemer v. Maryland Public Works Board, 755.
Roemer v. Maryland Public Works Board, 756.
89
Roemer v. Maryland Public Works Board, 756.
90
Roemer v. Maryland Public Works Board, 757.
91
Roemer v. Maryland Public Works Board, 758.
92
Roemer v. Maryland Public Works Board, 758.
93
Bkz.: Bowen v. Kendrick, 487 U.S., 631, 1988.
88
Yüksek Mahkeme kutsal-seküler ayırımı ve hakim mezhep standardına
dayanarak genelde devletin dini kolej ve üniversitelere yardım edeceğine karar
verirken bazen kararlarında yardımın direkt olmayan doğasına atıfta bulunmaktadır.
Dini bir koleje yapılan devlet yardımıyla ilgili görülen son dava 1986 yılında
görülmüştür. Dava Protestan bir koleje papaz olmak için giden kör bir öğrenciyle
ilgiliydi.Yüksek Mahkeme Waşington eyalet mahkemesinin vermiş olduğu kararı
bozdu. Yüksek Mahkeme
bu kör öğrenci için kullanılmak üzere koleje yapılan
dolaylı yardımın anayasanın kurumsallık fıkrasını ihlal etmediğine karar verdi. Bu
kararın temel gerekçesi yardımın dolaylı bir doğaya sahip olmasıydı. Paranın koleje
verilmesinin nedeni öğrencinin bunu istemesinden dolayıydı. “Waşington programı
çerçevesinde koleje para verilmesi tamamen paranın alıcısı öğrencinin kararı
çerçevesinde olmaktadır.”94 Gerçekte dini bir okulda din adamı olmak için okuyan
bir öğrenciye yapılan yardımın Mahkeme tarafından onaylanması onun dini kolej ve
üniversitelere devlet yardımı yapılmasını -dini ortaöğretim kurumlarına kamusal
yardım yapılmasının aleyhinde olmasının aksine- onaylama yönünde büyük bir arzuya
sahip olduğunu göstermektedir.
Amerika dini kolej ve üniversitelere kamusal yardımda bulunmasının yanında
dini özel hayır kurumlarına da kamusal yardım sağlanmaktadır.95
içerisinde Katolik hayır kurumlarının yıllık
Son bir yıl
gelirinin yüzde altmışbeşini kamu
yardımı oluşturmaktadır. Anı şekilde Yahudi Aile ve Çocuk Hizmetleri Kurumunun
yıllık gelirinin yüzde yetmişbeşi, Lutherci Sosyal Hizmetler Birliğinin gelirinin ise
yüzde ellibeşini devletten sağlanan yardım meydana getirmektedir.96 Bir araştırmaya
göre çocuk ve aile konusunda faaliyet gösteren hayır kurumlarının bütçelerinin
yüzde kırkı hükümet kaynaklarından oluşmaktadır. 97
Dini hayır kurumlarının çoğuna kamusal yardım yapılmasına rağmen şimdiye
kadar bu uygulama iki defa yargıya götürülmüştür.Her iki davada da Yüksek
Mahkeme uygulamanın anayasaya uygun olduğu yönünde karar vermiştir.Birinci
dava ondokuzuncu yüzyılın sonunda Kolombiya Katolik hastenesiyle ilgili olarak
açılmıştı.Yüksek Mahkeme hastaneye yapılan yardımı kutsal-seküler ayırımı
94
Witters v. Washington Department of Services for the Blind, 474 U.S., 487, 1986.
Bu alanda yapılan bir çalışma için bkz.: Monsma, When Sacred and Secular Mix, 4-10 ve 64-80.
96
Bu organizasyonlardan ilk ikisi için bkz.: S.Mehegan, ‘The Federal Connection: Nonprofits ara
looking more and more to Washington,’ The Nonprofit Times, 8 Kasım 1994, 43. Bu organizasyonların
üçüncüsü için bkz.: 1996 Annual Report, Şikago : Division of Church and Society of the Evangelical
Lutheran Church in America, 1996.
97
Monsma, When Sacred and Secular Mix, 68.
95
prensibine dayandırarak onayladı.Mahkeme hastaneyi Katolik olan kişiler tarafından
idare edilen bir seküler kurum olarak değerlendirdi.98 Ayrıca hastanenin seküler
doğası ona devlet yardımı yapılmasını güvence altına almaktaydı: “Kongrenin yapmış
olduğu
düzenlemeye
göre
kurumda
herhangi
bulunmamaktadır.Waşington’da hastanenin açılış
amacı
bir
dini
özellik
hasta ve ihtiyaç duyan
kimselerin tedavisi ve bakımıdır.”99
Anayasal konular 1988 yılında açılan Bowen v. Kendrick davasında çok daha
net olarak ortaya çıktı. Yetişkin Aile Hayatı Yasasına göre –The Adolescent Family
Life Act (AFLA)- devlet yetişkin cinselliği ve hamilelikleri konusunda hizmet sunan
kamu ve özel hayır kurumlarına mali yardımda bulunmak zorundaydı. Yüksek
Mahkeme beşe karşı dört oyla vermiş olduğu kararda kongrenin yapmış olduğu
düzenlemenin anayasanın kurumsallık fıkrasına aykırı düşmediğine karar verdi ve
Yüksek Mahkeme yardımın uygun bir şekilde kullanılıp kullanılmadığının
belirlenmesi işini alt mahkemelere bıraktı.Mahkeme için
Lemon testinin ikinci
bölümü problem oluşturmaktaydı. Lemon testinin ikinci bölümü bu düzenlemenin
dinin gelişmesine sebeb olup olmadığıyla ilgiliydi.Yüksek Mahkeme çoğunluğun
oyuyla şu kararı verdi: “AFLA’nın otoritesi çerçevesinde kurulan programlar
kurumlara yapılan yardımların dini geliştirmeye yönelik
olarak kullanılıp
kullanılmadıklarını tespit etmek amacıyla denetlenebilirler.”100 Para dini hayır
kurumlarının seküler aktiviteleri için de harcanabilirdi.Ayrıca Mahkeme devlet
yardımı alan özel hayır kurumlarının baskın bir dini karakteri olmadığına karar
verdi.Dini ortaöğrenim kurumlarına devlet yardımı yapılmasını reddeden Mahkeme
üniversiteler ve kolejlerde olduğu gibi özel hayır kurumlarına devlet yardımı
yapılmasını onaylamaktadır: “AFLA çerçevesinde
federal yardım alan bu hayır
kurumunun hakim özelliğinin mezhepsellik olduğunu gösteren hiçbir gösterge
bulunmamaktadır.”101
Özet olarak dine yardım yok sınırlaması içerisinde hareket eden Yüksek
Mahkeme kamu yardımına dini temeli ya da baskın dini karaktere sahip olmayan özel
hayır kurumlarının seküler aktiviteleri için harcandığı sürece izin vermektedir.Para
hizmeti alanlar aracılığıyla dini hayır kurumlarına gittiği zaman kamusal yardım
programlarının anayasaya uygun görülme şansı çok yüksek olmaktadır.
98
Bradfield v. Roberts, 175 U.S., 298-299, 1899.
Bradfield v. Roberts, 299-300.
100
Bowen v. Kendrick, 615.
99
Yüksek
Mahkemenin
bazen
kilise-devlet
konularını
şimdiye
kadar
tartıştıklarımızdan farklı olarak bir temel içerisinde değerlendirdiğini not etmemiz
gerekmektedir.Bu temel eşit muamele ya da tarafsızlık ilkesidir.1995 Yılında
Rosenberg v. Rector isimli davada verilen karar bu prensibin kullanıldığını
göstermektedir. Virjinya Üniversitesi öğrencilerin görüşünü yansıtan onaltı yayının
giderlerini karşılamasına rağmen Hırıstıyan öğrencilerin görüşünü yansıtan bir
yayının masraflarını karşılamayı reddetti çünkü Üniversite Hırıstıyan öğrencilerin
yayınlarının giderini karşıladığı takdirde kilise-devlet ayırımı ilkesini ihlal edeceği
kanaatindeydi.Dörde karşı beş oyla verilen kararda Mahkeme Üniversitenin bu yayın
masraflarını karşılamamakla öğrencilerin özgür ifade haklarını kısıtladığını ve bu
yayının giderlerini karşılamanın resmi kurumsallık fıkrasının ihlali olmayacağına
karar verdi. Çoğunluğun bu görüşü açık bir şekilde eşit muamele ve tarafsızlık
prensibine dayanmaktaydı.Karar tarafsızlık ilkesini şu şekilde ifade etmektedir:
Dinin resmi bir statüye kavuşmasını yasaklayan anayasa
fıkrasıyla ilgili vermiş olduğumuz kararların ortak özelliği
hükümet programlarının dine karşı nötr olmasıdır. Devletin
yapmış olduğu yardım programlarının yararları dindarlar
dahil değişik fikir ve ideoloji sahiplerini kapsadığı zaman
tarafsızlığın
güvence altına alınmasını ve tarafsızlık
ilkesinin ihlal edilmemesini savunmaktayız.102
Dini bir yayının giderlerinin devlet tarafından karşılanması
böylece
Üniversiteyi kurumsallık fıkrasını ihlalden kurtarmış olmaktadır çünkü özel olarak
dinin lehine bir durumdan bahsedilmemektedir. Dinin yerine dini ya da din karşıtı ya
da başka bir görüşü kapsayan geniş bir ifade özgürlüğünden bahsedilmektedir.103
Bu kararda tarafsızlık prensibi çerçevesinde yürütülen muhakeme dine yardım
yok
yaklaşımı
içerisinde
yürütülen
muhakemeden
çok
farklı
gözükmektedir.Tarafsızlık ilkesi çerçevesi içerisindeki yaklaşım dini gruplara sınırlı
biçimlerde –finansal yardım dahil- yardım etmesine olanak sağlamakta ve kapsamına
eşitlikçi bir tarzda bütün dini ve din dışı grupları alabilmektedir.Tarafsızlık ilkesi
çerçevesindeki bu yaklaşım şimdiye kadar dine yardım yok yaklaşımına meydan
okumada bulunmamıştır fakat bunu yapacak potansiyele sahip gözükmektedir. Dine
yardım yok ilkesi, kutsal-seküler ayırımı ve hakim mezhepsel nitelikler görmezlikten
–bunlara meydan okunmasa bile- gelinerek dini grupların
101
102
Bowen v. Kendrick, 610.
Rosenberger v. Rector, 1995 WL 382046 U.S., 10-11.
dini özelliklerinden
vazgeçmeden din dışı grupların katıldığı kamusal programlara katılmalarına olanak
sağlayabilir.Rosenberg davasında karara karşı olan dört yargıç kararın dine yardım
yok prensibini ve kutsal-seküler ayırımını –bu legal prensip dini grupların bazen
devletten yardım almasına olanak sağlamaktaydı- zayıflattığının farkındaydılar.Karara
muhalif yargıçlar şunu yazmışlardır: “Geçmişte Mahkeme seküler ve dini
fonksiyonları bir arada yürüten kurumlara
vermesine rağmen
verilen yardımın
yardım edilmesi yönünde kararlar
dini aktiviteler yerine seküler aktivitelere
harcandığını güvenceye alan araştırmalar yapmıştır.”104
Ve sonra bu yargıçlar eşit
muamele yerine dine yardım yok prensibini desteklediklerini ifade etmişlerdir. 105 Bu
çalışmaya konu olan diğer demokrasileri incelerken bunların eşit muamele yaklaşımı
içerisinde değişik uygulamalar içinde olduklarını göreceğiz. Fakat bu yaklaşımı
Amerika Yüksek Mahkemesi asla takip etmemiştir.
Yüksek Mahkemenin kilise-devlet dayanışması konusunda onayladığı üç
örnek bulunmaktadır: Kiliselerin vergiden muaf tutulması anayasaya uygun buldu,
yasama oturumlarının maaşlı bir papazın okuyacağı dua ile açılması onaylandı ve kreş
ve monorahlar tatil şovlarının bir parçası olarak onay kazandı.106 Dine yardım yok
ilkesi ve ayrılık duvarı destek görmesine rağmen bunlar onaylandı çünkü
bu
pratiklerdeki dini elementler uzun süreden beri seküler özelliklerin gölgesinde
kalmıştı.Devletin dinle olan diğer ilişki biçimleri Yüksek Mahkeme önünde dava
konusu edilmedi.Silahlı kuvvetlerdeki din görevlilerine maaş ödenmesi, bayrağa
bağlılık yemininde ve paraların üstünde Tanrı’nın tanınması,başkanlık törenlerinde
ve ulusal parklarda yapılan kilise ayinlerinde yapılan dualar yargıya götürülmedi.
Kısacası ortaöğretim alanının dışında Yüksek Mahkeme
kilise-devlet
işbirliğinin değişik biçimlerini genellikle anayasaya uygun bulmaktadır ancak bunu
katı ayırım ve dine yardım yok –eğitim alanında özellikle uygulanan bu ilkeleriprensiplerini koruyarak yapmaktadır.
Yüksek Mahkeme bu yaklaşımında Amerika halkının ve hükümetinin kapalı
bir desteğine sahip
bulunmaktadır. Ulusal ve eyalet düzeyinde dini hayır
kurumlarının kamusal yardım programlarının kapsamına hiçbir tartışma yapılmadan
alınması bunun en güçlü kanıtıdır.Temel Eğitim Fırsatı (Basic Education Opportunity
103
Rosenberger v. Rector, 11.
Rosenberger v. Rector, 24.
105
Rosenberger v. Rector, 27.
106
Bkz.: Walz v. Tax Commision, Marsh v. Chambers, 463 U.S. 783, 1983. Lynch v. Donnelly, 465
U.S. 668, 1984. Allegheny v. ACLU, 109 S.Ct. 3086, 1989.
104
Grant) ve çalışma bursları (work-study grants) özel kolej ve üniversitelere (seküler ve
dini olanlara) düzenli olarak verilmektedir.Bu bursların verilmesi dini ortaöğretim
kurumlarına devlet yardımının yapılması konusunda olduğu gibi sıcak tartışmalara
neden olmamaktadır.Aynı şey daha önce İkinci Dünya savaşından sonra gazilere
verilen harç bursları –GI Bill- (bu harcın seküler kurumlar için kullanılmasına izin
verildiği gibi dini kurumlar için de kullanılabilirdi) için de söylenebilir.1993 Yılında
Newsday gazetesinin iki muhabiri yüzmilyonlarca dolarlık kamu parasının New York
Katolik hayır kurumlarına gittiğini belgeleyen
yayınlardan
sonra
konuyla
ilgili
küçük
ya
yazı dizileri yayınladılar. Bu
da
büyük
hiçbir
tartışma
olmadı.Muhabirlerden birisi yazılarının hiçbir tepkiyle karşılaşmaması karşısında
hayrete düştüğünü belirtmektedir.107Bunlardan başka hiçbir protestoyla karşılaşmadan
hükümetin dinle işbirliğini gösteren birçok örnek olay vardır.
1996 yılında Kongre refah reformu ile ilgili bir düzenlemeyi geçirirken
meydana gelenler bunun en son örneğini oluşturmaktadır.Düzenlemeye Senatör John
Ashcroft’un yapmış olduğu bir değişiklik önerisi eklendi. Yapılan değişikliğe göre
refah hizmetlerinin sunumunda özel hizmet kurumlarından daha fazla istifade
edilecekti.Bu değişiklik devletin özel sosyal kurumlarla hizmet sunulması karşılığı
anlaşma yapılması ya da kupon karşılığında hizmet sunulmasına olanak sağlıyordu.Bu
durumda devlet dini hizmet kurumlarını seküler sosyal kurumlarla aynı eşitlikçi
temelde düşünmek zorundaydı.Ayrıca yapılan düzenleme
mali destek alan dini
kurumların dini özgürlük haklarını koruma altına alıyordu.Dini kurumlar dini
oryantasyonlarını koruma ve geliştirme hakkına sahip olacaklardı,
sundukları
olanaklarda dini sembol ve resimlerini kullanabileceklerdi ve personelini kendi dini
inancından olan kişiler arasından seçebileceklerdi.108 Bu değişiklik Kongrede ezici
bir çoğunlukla kabul edildi, Başkan Clinton tereddütsüz bir şekilde düzenlemeyi
imzalayarak yasalaşmasını sağladı ve bu değişiklik medyada büyük bir eleştiriyle
karşılaşmadı.109
Bu örnek ortaöğrenim alanının dışında olduğu sürece politik
sistemin kilise-devlet işbirliğini desteklediğini göstermektedir.
Thomas Maier’le yapılan telefon mülakatı, 7 Nisan 1994.
Bkz.: Public Law 104-193, section 104. Kanunun bu kısmını açıklayan iyi bir çalışma için bkz.: A
Guide to Charitable Choice: The Rules of Section 104 of the Federal Welfare Law Governing State
Cooperation with Faith-based Social-service Providers, Washington, D.C. : Center for Public Justice
and Annandale, VA : Center for Law and Religious Freedom of the Christian Legal Society, 1997.
109
Bazı istisnalar vardır. Bkz.: J.B.Walker, ‘Separating Church and State,’ New York Times, 14 Eylül
1995, A17.
107
108
Yüksek
Mahkeme
devletin
dini
kurumlara
yapmış
olduğu
yardım
programlarını onayladığı durumlarda bile dine yardım yok prensibini korumaya özen
gösterdiğini daha önce not etmiştik.Yüksek Mahkeme şu teori temelinde bu tarz
devlet yardımı programlarına izin vermiştir: Devlet sadece kurumun seküler
aktivitelerine mali yardım sağlamaktadır, kurumun dini faaliyetleri seküler
fonksiyonlarından kolaylıkla ayrılabilmektedir ve yardım alan kurumların baskın
özelliği din değildir.Bu temelde dini kurumlara devletin yardım sunması dini
kurumların seküler aktivitelerine dini unsurları entegre edip etmedikleri sorusunu
ortaya çıkarmaktadır.Evsizlere hizmet sunan bir sığınma evinde –kamusal yardım
alan- dini resimler ve semboller sergilenmelimidir?Kamu yardımı alan bir dini kolej
sadece kendi dindaşlarını çalıştırabilirmi?Şiddet gören çocuklara hizmet veren bir
hayır kurumu hizmet standartlarının dini inançla uygun olması gerektiğini
personelinden isteyebilirmi? Bu yaklaşımda problem olan şey şudur: Bu tür özel dini
hayır kurumlarının dini inançlarından bağımsız olarak seküler hizmet sunabildikleri
kabul edildikten sonra
onların dini standartlarının ya da inançlarının sunmuş
oldukları hizmetlerin bir parçası olmasında ısrar etmelerini mantıken düşünmek zor
görünmektedir.Ayrıca mevcut uygulamada bir belirsizlik vardır çünkü kamu yardımı
alan hayır kurumlarının hakim mezhebsel bir karaktere sahip olmadığını söylemek
programı yöneten resmi yetkililerin ya da alt mahkemelerin dini kurumlara dini
pratiklerinden
vazgeçmeleri
için
baskı
uygulamalarına
yol
açabilir.Örneğin
Connecticut’taki bir evsizler barınma evi yardım alması için duvarlardaki İsa
resimlerini indirmeye zorlanmıştır.Mississipi’deki bir alt mahkeme Salvation Army
isimli grubun ev içi şiddet programında çalışan Wicca pagan dinine inanan bir
danışmanı işten atamayacağına karar vermiştir.110 Ancak eldeki sistematik verilere
göre kamu yardımı alan özel dini hayır kurumları dini unsurları aktivitelerine entegre
etmektedirler ve periyodik
ya da kestirilemeyecek şekilde din özgürlükleri
kısıtlamalara maruz kalabilmektedir.111 Katı ayırım duvarı, Yüksek Mahkeme’nin
dine yardım yok retoriğine dayanan kararları ve dini hayır kurumlarına
devlet
yardımını anayasaya uygun bulan kararların dayandığı temeller gözönüne alındığında
hayır kurumlarının din özgürlüğünün periyodik olarak kesintiye uğraması sürpriz
değildir.İleride göreceğimiz üzere bu çalışmaya konu olan diğer demokratik ülkeler
Bkz: ‘Picture of Jesus Blocks Public Funds for Salvation Army,’ Church and State, 42, Ekim 1989,
207. Dodge v. Salvation Army, 1989 WL 53857 (S.D.Miss).
111
Bkz.: Monsma, When Sacred and Secular Mix, 80-99.
110
dine yardım yok yaklaşımı ve kutsal-seküler ayırımı ilkesini benimsemenin yerine eşit
muamele temelinde bütün dini kurumlara kamusal destek sağlayarak bu problemlerin
ortaya çıkışını engellemişlerdir.
Sonuçlar ve Gözlemler
Bu bölümde gördüğümüz üzere Amerika kilise ve devletin katı bir şekilde
birbirinden ayrılmasına dayanan bir model benimsemiştir. Çalışmamıza konu olan
ülkeler arasında bu modeli benimseyen tek ülke Amerika’dır. Sonuç bölümünde
Amerika’nın niçin bu yolu seçtiği sorusu üzerinde durmak istiyoruz. Bu sorunun en
ikna edici cevabı bize şu gözükmektedir: Ondokuzuncu yüzyılda Aydınlanmacı
liberaller ile Protestanlar bir araya gelip Amerika’daki Katolik etkisine karşı işbirliği
yaptılar
ve
kendi
genel
Protestan
kurumlarını
bütün
topluma
empoze
ettiler.Ondokuzuncu ve yirminci asırlarda bu liberal-Protestan koalisyonunun hakim
gücünü Protestanlar oluşturmaktaydı.Ancak yirminci yüzılın
ortasından itibaren
kilise içi çatışmalar sonucunda muhafazakar Protestanlık atıldı ve yerine liberal bir
Protestanlık kaim oldu. Liberal Protestanlık Aydınlanmacı liberalizmin birçok temel
fikrini kabul etmiş bulunmaktaydı.Evanjelik Protestanlar ve Katolikler sayısal ve
sosyal açıdan siyaset ve medyayı etkileyerek kendi pozisyonlarının mahkemelerde
ve etkin elitler arasında hissedilmesini sağlayacak güce sahip değillerdi.Sonuç olarak
kilise ve devlet konusundaki Aydınlanmacı liberal görüş hakim bir pozisyonda kaldı
ve bu pozisyon Yüksek Mahkeme’nin Birinci Tadilatla ilgili yapmış olduğu
yorumlarda etkin oldu.Özellikle toplumda asimile edici bir rol oynaması beklenilen
kamu okullarıyla ilgili mahkeme kararlarında bu pozisyon açık bir şekilde belirleyici
oldu.
Amerika’daki mevcut kilise-devlet ilişkisinin
üç temel dezavantajı ya da
problemi vardır.Birinci problem mevcut kilise-devlet hukukunu bile tehlikeye
düşürebilecek olan karışıklık, kızgınlık ve belirsizliktir.Uzmanlar mevcut kilisedevlet hukukunu ‘tutarsız (incoherent),’ ‘eksantrik (eccentric),’ ve ‘karışık hukuki
düzenlemeler (tangled body of law)’ olarak nitelemektedirler.112 Hiç kimse mevcut
durumdan memnun gözükmemektedir.Steven Smith çok önemli bir noktayı şöyle
ifade etmektedir: “Çok nadir bir biçimde Yüksek Mahkeme’nin kurumsallık fıkrası
ile düzenlemeleri herkesi şu görüşte birleştirmiştir: Kanundaki herşey konusunda
Bkz.: M.A.Paulsen, ‘Religious Equality, and the Constitution: An Equal Protection Approach to
Establishment Clause Adjudication,’ Notre Dame Law Review, 61, 1986, 317. Reichley, Religion in
American Public Life, 117. Johnson, ‘Concepts and Compromise,’ 817.
112
fikir ayrılığı içinde bulunan herkes kurumsallık fıkrası doktrininin ciddi bir şekilde
eksik olduğu konusunda fikir birliği içerisindedir.”113 Yüksek Mahkeme’nin yargıçları
bile kilise-devlet konularında kendi aralarında ayrılıklara düşmektedirler. Çoğunluk
ya da azınlık durumunda kalan yargıçlar bile niçin bu sonuçlara varmış oldukları
üzerinde
anlaşamamaktadırlar.Sonuç olarak hukuk yara almakta, belirsizlik
büyümekte ve hükümet yetkilileri kişisel dini hakları ihlal eden uygulamalar içerisine
girebilmektedirler.Bu çalışmaya konu olan diğer ülkeler kilise-devlet konularını daha
az tartışma ve belirsizlikten uzak olarak çözmüş gözükmektedirler. Onlardan kilisedevlet konularında öğrenilecek birçok şey vardır.
Kilise-devlet ilişkilerinin mevcut durumunun ve katı ayrımcılık konseptinin
neden olduğu ikinci problem dinin toplumda bir sosyal güç olarak saygınlık gördüğü
bir
etosun
yerine
seküler
kültürün
tarafında
yer
güçlendirilmesidir.Birinci bölümde ortaya koyduğumuz
alınması
ve
onun
dini konularda devletin
tarafsızlığı normu bundan dolayı açık bir şekilde ihlal edilmektedir.Kamu
okullarından bütün dini unsurların elimine edilmesi ile ilgili ısrarlı Amerikan
yaklaşımını ele alırken bu durumu not etmiştik.Bu yapıldığı zaman hükümet din ve
sekülarizm arasında nötr bir bölgede olmayacaktır çünkü dini implikasyonu olan
herşeyin kaldırılması kapalı bir şekilde sekülarizmin yanında yer alınması anlamına
gelmektedir.Bütün konuların ve modern problemlerin tartışılması ve sunulması dine
hiçbir referans vermeden yapıldığı takdirde verilen dolaylı mesaj dinin bu konularla
ilgisinin olmadığı şeklindedir. Aynı şekilde kamu okullarının devlet tarafından finanse
edilmesi –kamu okullarında verilen eğitim seküler dünya görüşlerine sahip ailelerin
yaklaşımlarıyla daha bir uyum göstermektedir- fakat dini okullara hiçbir yardımda
bulunulmaması -çocuklarının dini bir eğitim almasını isteyen aileler için dini okullar
vazgeçilmezdir- dinin hükümetin uygulaması sonucunda dezavantajlı bir konuma
düşürülmesi anlamına gelmiyormu?
Mevcut kilise-devlet ilişkisi teorisi ve pratiğinin dini serbestçe yaşama hakkını
hassas ve kırılgan bir pozisyona koyması üçüncü proplemdir. Dini azınlıklara mensup
olanlar ya da geleneksel olmayan inançlardan birini benimseyenler bu tehlikeyle
yüzyüzedirler.Amishler, Ortodoks Yahudiler ve
Yerli Amerikalılar gibi gruplara
Anayasanın Birinci Tadilatı dinlerini serbestçe yaşama hakları konusunda çok
güvence sunmamaktadır.Ancak problem bu marjinal grupları aşmış olup
113
daha
S.D.Smith, ‘Separation and the Secular: Reconstructing the Disestablishment Clause,’ Texas Law
geleneksel ve daha büyük olan grupları kapsamaya başlamıştır çünkü Amerika
yaklaşımında pozitif dini
özgürlük kavramı yoktur.Din özgürlüğü dini inanç ve
pratiklerin idarenin sınırlamalarından uzak olması olarak anlaşılmaktadır.Devletin
dini ve din dışı gruplar arasında nötr bir bölgede olduğu farzedildiği için devletin dini
destekleyen pozitif adımlar atmasına ihtiyaç görülmemektedir.Herşeyden önce idare
tarafsız olarak düşünülmektedir.Bazı dini gruplara ya da dine bütünüyle özel bir
destek vermek tarafsızlığı ihlal eden bir uygulama olabilir.Ancak
bu durumda
mevcut olan durumu hatırlatmak zorundayız: Devlet sistematik olarak dini inançları
dışlayıp
herçeşit seküler görüş ve uygulamayı destekleyip yardım ediyorsa
bu
durumda devletin tarafsızlığından bahsetmek artık mümkün değildir.Seküler
perspektifler ve inanç yapıları dini inançlar gibi bir bakış açısını temsil
etmektedirler.Dini inanç gruplarına karşı seküler grup ve programların desteklenmesi
tarafsız olmaktan ziyade başka bir şeydir.
Kilise-devlet konularındaki Amerikan yaklaşımının kökü Aydınlanma
liberallerinin kilise ve devletin birbirinden ayrılması ve dini konularda devletin
tarafsızlığını güvenceye alması şeklindeki fikirlerine dayanmaktadır.Ancak bu fikirler
liberallerin çok gerçekleştirmek istedikleri tarafsızlık normunu ihlal eder bir hale
dönüşebilmektedir.Bu çalışmaya konu olan diğer ülkelerin kilise-devlet konularına
olan aykırı yaklaşımlarını incelememiz bize şu soruyu sordurtmaktadır: Günümüz
dünyasında devletin dini konularda tarafsız olmasını sağlamaya
Aydınlanma
liberalizminin fikir ve idealleri yeterli olmaktamıdır?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HOLLANDA: İLKELİ PLÜRALİZM
Hollanda istikrarlı ve başarılı demokrasisiyle
uzun bir dini özgürlük
geleneğine sahiptir.Hollanda aynı zamanda töleranslı bir toplumdur.Bazı bölgelerde
fahişelik ve esrar kullanımı serbest olup ötenazi yaygın değildir.Hollanda’nın sosyal
refah sistemi genellikle İsviçre’ninkiyle ilişkilendirilmekte ve ikisi dünyada en
cömert iki ülke olarak bilinmektedir.Uluslararası olarak yapılan araştırmalarda
Hollanda eğitim alanındaki başarılarıyla önde gelmektedir –Amerika’dan daha yüksek
Review, 67, 1989, 955-56.
bir eğitim başarısına sahiptir.114-
1876 Yılından beri Hollanda’da ölüm cezası
uygulanmamaktadır. Onyedinci yüzyıldan beri Hollanda ve Danimarka baskı gören
dini grupların iltica ettiği bir mülteci cennetidir. Hollanda Nazi işgali boyunca
Yahudilere en çok koruma sağlayan ülkedir. Kilise-devlet ilişkileri konusunda
Hollanda çok köklü
teorik yaklaşımlara sahiptir. Bu açıdan Hollanda’nın örnek
olarak ele alınması özellikle konumuz açısından aydınlatıcıdır.
Bu bölüm
başlamaktadır.
Hollanda’nın ve onun idari sisteminin kısa bir tasviriyle
Sonraki bölümde Hollanda’nın kilise-devlet ilişkilerine
olan
yaklaşımının tarihsel arkaplanı üzerinde durulacaktır. Daha sonra serbest uygulama
konularında
ve
sorunlarında
Hollanda’nın
alınacaktır.Hollanda’nın dini kurumları
ilişkilendirdiğinin
ortaya
koyduğu
yaklaşım
ele
eğitim ve sosyal hizmetlerle nasıl
üzerinde diğer kısımda durulacaktır. Son bölümde bazı
gözlemlerde bulunacağız.
Ulus
Hollanda onbeş milyon nüfusu ve 16.000 kilometrekare toprağıyla dünyanın
nüfus yoğunluğu en fazla
coğrafyasının
insanları
bölgelerinden biridir. Hollanda’nın tarihinin ve
hem bağımsız yaptığını hem de birbirine bağladığı
söylenmektedir.Hollanda’nın bağımsızlığı büyük ölçüde sosyolojik çoğulculuğunun
ürünüdür. Tarihsel olarak Rhine, Meuse ve Scheldt nehirlerinin aktığı bir deltanın
ortasında bulunuşu bölgelerin göreceli olarak birbirinden bağımsız olarak gelişmesini
sağlamıştır.115 Bugün Hollanda olarak bilinen coğrafya Romalıların bölgeye bütün
olarak hakim olmalarına engel olmuştur.Orta Çağlarda Hollanda bağımsız birçok
bölgeden oluşmaktaydı. Onaltıncı yüzyılın sonunda bağımsız bölgeler bir araya gelip
birleşik cumhuriyeti meydana getirdiler.Günümüzde Hollanda’nın Hollandaca ve
Frisian olmak üzere iki resmi dili vardır. Frisian dili ülkenin kuzey bölümünde
yaşayan ve nüfusu dörtyüzbin olan Frisianlar tarafından konuşulmaktadır.
Protestan Reformasyonu
Hollanda’yı
Katolik güney ve Protestan kuzey
olarak ikiye ayırmıştır. Protestanlarda Reformist, Calvinist, Lutherci ve Mennonites
gibi guruplara ayrılmıştır.Hollanda altın çağını ticari zenginliğin geliştiği onyedinci
yüzyılda yaşamıştır. Bu dönemde bir Hollandalının gerçek işi iştir denilmekteydi.
Amsterdam’ın ve diğer bölgelerin ticari elitleri teolojik gerçeği araştırmak yerine
Bkz.:R.W.Philips, ‘Cross National Research in Mathematics Education,’ içinde T.N.Postlethwaite,
(Ed.), International Educational Research, New York : Pergamon, 1986, 67-110.
114
para kazanmanın peşindeydiler. Avrupa din savaşlarını yaşarken Hollanda değişik
dini geleneklere tölerans göstermiştir. Günümüzde Hollanda değişik etnik, dini ve
bölgesel gruplardan oluşan bir mozaiktir. Her grup özgün kimliği ve bağımsızlığı
konusunda çok hassas davranmaktadır.
Fakat Hollanda’nın bu plüralizm ve bağımsızlığı resmin sadece bir
bölümüdür.Resmin
diğer
tarafını
ise
güçlü
dayanışmaya
olan
bağlılık
oluşturmaktadır.Birçok gözlemci Hollanda’nın bu özelliğini denize karşı verilen
sürekli savaşa bağlamaktadır.Nüfusun yüzde altmışı ve Hollanda’nın yüzde yirmibeşi
deniz seviyesinin altında bulunmaktadır. Denize karşı
birbiriyle entegre halinde
bulunan kanallar ve deniz duvarları zinciri yapılmıştır.Hollandalılar hayatta kalmak
için
birbiriyle dayanışma içinde olma zorunluluğunu duymuşlardır.1953 Yılı
baharında ağır fırtınalar serisi 1800 kişinin denizde boğulmasına neden olmuştur.
Yirminci yüzyılda Hollanda’nın nüfusu beşmilyondan onbeşmilyona çıkmıştır.Şehir
planlaması, ev gelişimi ve ulaşım ağının kurulması için dayanışma içinde olmaya
Hollandalılar tekrar ihtiyaç duymuştur.
Farklı dini, etnik ve diğer yaşam tarzlarına Hollanda’nın gösterdiği tölerans
bağımsızlık ve dayanışma niteliklerinin bir araya gelmesini sağlamıştır.Denize karşı
mücadelede ve bir refah ekonomisi kurmak için gösterilen çabaların dayanışmaya
dönüştürülmesi
birbirinin farklarını kabul etmek ve farklara rağmen birbiriyle
çalışmakla mümkün olan bir şeydir.
Dini açıdan Katolikler ve Reformcu Protestanlar (Calvinistler) ülkenin en
büyük iki dini grubunu meydana getirmektedirler.Onbeş milyonluk nüfusun
milyonu Katolik, 4.5 milyonu Protestan olup
4.7
altı milyon kişinin hiçbir dini
mensubiyeti bulunmamaktadır. 4.5 Milyon nüfusa sahip Protestanların 3.3 milyonu
iki büyük Reform kilisesine mensup bulunmaktadır.Ayrıca 25.000 Yahudi ve
600.000 Müslüman bulunmaktadır. Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu Türkiye ve
Fas’tan göç etmiştir. Budist ve Hindu nüfusun oranı 60.000 civarındadır.116
1960 Yılından beri Hollanda’da güçlü bir sekülarizasyon trendi vardır.1959 ve
1986 Yılları arasında
Roma Katolik Kilisesine mensup insanların oranı
yüzde
otuzyediden yüzde otuzbire düşerken iki büyük Protestan Reform kilisesinin üyelik
oranı ise yüzde otuzsekizden yüzde yirmibire düşmüştür. Aynı zaman diliminde
Hollanda plüralizminin tarihsel arkaplanı için bkz.: R.C.Tash, Dutch Pluralism, New York : Lang,
1991, İkinci Bölüm.
116
Statistical Yearbook, 1996, The Hague : Central Bureau of Statistics, 1996, 53.
115
hiçbir dine mensup olmayanların oranı yüzde
çıkmıştır.117
yirmibirden
yüzde kırkdörde
Kilise faaliyetlerine katılmada büyük bir düşüş meydana gelmiştir.
Katolikler arasında 1959 yılında kilise servislerine katılma oranı yüzde 87 iken bu
oran 1986 yılında
yüzde 26’ya düşmüştür.Reformcu Protestanlar arasında düşüş
yaşanmıştır. Aynı zaman dilimi içerisinde iki büyük Reformcu Protestan kilisesinde
bu oran yüzde 36’dan yüzde 33’e düşerken diğer iki küçük kilisede bu oran yüzde
88’den yüzde 65’e düşmüştür.118
Sekülerizasyon eğilimine rağmen güçlü bir dini inanç vardır.Michael Fogarty
Hollanda’yı şöyle tasvir etmektedir: “Hollanda batı Avrupa’da kiliseye gitmeyen en
yüksek yetişkin
nüfus oranına sahip olduğu
gibi
en yüksek orandaki kalbi
Hırıstıyanada sahiptir.Bu Hırıstıyanlar sadece dinlerini pratik etmekle yetinmemekte
aynı zamanda kendi kiliselerinin faaliyetlerine aktif olarak katılmaktadırlar. Bu
Hırıstıyanların oranı 1990 yılında yüzde yirmiüçtür.”119 1981 Yılında yapılan bir
araştırmada
Fogarty’nin vardığı sonucu desteklemektedir.Batı Avrupa ulusları
arasında sadece İspanya ve İtalya’da kilise katılımı en az ayda bir kere şeklinde
yüksek olmakta iken Danimarka ve Fransa’da asla kilise aktivitelerine katılmama
açısından yüksek olmaktadır.120 Hollanda
ayda bir kilise aktivitelerine katılma
açısından yüzde kırk oranına sahipken hiç kilise faaliyetlerine katılmama açısından
ise yüzde kırkbir şeklinde bir orana sahiptir. Başka bir deyişle Hollanda hem kiliseye
katılım hemde katılımsızlık açısından en yüksek orana sahiptir. Dini açıdan Hollanda
güçlü inananlar ile inanmayanlar arasında bölünmüştür.
Politik olarak Hollanda anayasal monarşi rejimine sahiptir.Kraliçe Beatrix
devlet başkanı konumundadır.121 Parlementer sistem yürürlüktedir-bu sisteme States-
G.A.Irwin ve J.J.M. van Holsteyn, ‘Decline of the Structured Model of Electrolar Competition,’
içinde H.D.Daalder ve G.Irwin, (Ed.), Politics in the Netherlands: How Much Change? Totowa, N.J. :
Cass, 1984, 34.Burada verdiğimiz bazı oranlar önceki paragrafta verdiğimiz oranlardan farklıdır çünkü
bu oranlar değişik araştırmaların bulgularına dayanırken bu paragraftaki oranlar değişik dini gruplardan
alınan bilgilere dayanmaktadır.Sekülarizason trendinin son durumu ile ilgili bir araştırma için bkz.:
J.C.Kennedy, Building the New Babylon: Cultural Change in the Netherlands during the 1960s, PhD
Dissertation, University of Iowa, 1995.
118
Irwin ve Holsteyn, ‘Decline of the Structured Model,’ 36.
119
M.Fogarty, ‘How Dutch Christian Democracy Made a New Start,’ Political Quarterly, 1995,
142.Sophie van Bijsterveld ise şunu not etmektedir: “Hollanda’da sekülerleşme eğilimi diğer Batılı
ülkelere göre yüksek olmasına rağmen Hollanda’da kilise üyelerinin kendi kiliselerine aktif katılma
oranı da diğer Batılı ülkelere göre daha yüksektir.”S.C. van Bijsterveld, ‘State and Church in the
Netherlands,’ içinde G.Robbers, (Ed.), State and Church in the European Union, Baden-Baden :
Nomos Verlagsgesellschaft, 1996, 210.
120
Bkz.: R.J.Neuhaus, (Ed.), Unsecular America, Grand Rapids, Mich.: Eerdmans, 1986, 116.
121
Hollanda hükümet biçimi konusunda yapılan iyi bir çalışma için bkz.: R.B.Andeweg ve
G.A.Irwin,Dutch Government and Politics, New York : St. Martin’s Press, 1993.
117
General denilmektedir.- Yüksek Parlemento yetmişbeş üyeden oluşmakta olup bu
üyeler bölgesel parlementolar tarafından dolaylı olarak seçilmektedir.Alt parlemento
halk tarafından oransal temsil sistemiyle seçilen yüzelli üyeden meydana gelmektedir.
Yasamanın çoğu hükümetten kaynaklanmakta ve bütün yasalar her iki parlementodan
geçmek zorundadır.Alt parlemento düzenlemeleri değiştirebilir ya da yenilerini ortaya
koyabilir. Dört büyük siyasi parti vardır: The Christian Democratic Appeal (CDA),
Labor Party (PvdA), The People’s Party for Freedom and Democracy (VVD)-liberal
bir karaktere sahiptir- ve Democrats 66 (D66)-değişimden yana politik reformu
savunan bir parti.Şu andaki hükümet 1994 seçimlerinden sonra işbaşına gelen bir
koalisyon hükümetidir. Koalisyon hükümetini oluşturan partiler şunlardır: PvdA,
VVD, ve D66. CDA 1989 ve 1994 seçimlerinde yirmi sandalye kaybetmiş olup-bu
kayıp Hollanda standartlarında çok büyüktür-
1918 yılından bu yana ilk defa
hükümette yer almamaktadır.
Hollanda politik sistemi korporatist ve
konsososyonal
olarak tasvir
edilmektedir.122 Korporatist terimi anahtar toplumsal örgütlerin kendi aralarında ve
resmi
yetkililerle
uzlaşarak
kamu
politikalarını
oluşturma
trendini
vurgulamaktadır.Konsososyonal demokrasi terimi ise birbiriyle uzlaşmaz taleplere
sahip değişik toplum kesimlerinin farklılıklarının yerine pragmatik uzlaşmalarla
toplumsal birliği korumalarını ifade etmektedir.Hollanda politik sistemi son yirmi yıl
içerisinde önemli değişikliklerden geçmesine rağmen
bu sistemin
korporatistik
karakteri hala korunmaktadır.Rudy Andeweg ve Galen Irwin şöyle yazmaktadır:
“Yeni korporatizm hala olgunlaşmış gözükmemektedir… Farklı çıkar gruplarının
karar sürecine dahil edilmesi
Hollanda politikasının hala karakteristiklerinden
birisidir.”123 Danışma organlarının sayısı azaltılmasına rağmen Refah, Sağlık ve Spor
departmanındaki danışma organlarının sayısı
otuzüç iken bu sayı
Tarım
departmanında onbirdir.124 Konsososyonal konseptinin hala Hollanda politikasının
bir karakteristiği olup olmadığına dair sorular ortaya atılmaktadır. 125 Bu konudaki
Bkz.: Andeweg ve Irwin, Dutch Government and Politics, İkinci ve yedinci
bölümler.Konsososyonal teori için bkz.: A.Lijphart, ‘Consociational Democracy,’ Comparative
Political Studies, 1, 1968, 3-44.
123
Andeweg ve Irwin, Dutch Government and Politics, 175.
124
S.C.Bijsterveld’in –Katolik University of Brabant- mektubu, 31 Mayıs 1996.
125
Bkz.: Andeweg ve Irwin, Dutch Government and Politics, 33-44. A.Lijphart, ‘From the Politics of
Accommodation to Adversarial Politics in the Netherlands: A Reassessment,’ in Daalder ve Irwin,
(Ed.), Politics in the Netherlands, 140-53.
122
görüşümüz ne olursa olsun Hollanda politik sistemi kazanan ve kaybeden arasındaki
zıtlaşmadan çok uzlaşmaya ve tartışmaya dayanmaktadır.
Bütün bunları Hollanda’nın kilise-devlet ilişkileri konusundaki prensiplerini
ve uygulamalarını daha iyi anlamak için anlattık.Hollanda’nın kilise-devlet ilişkileri
konusundaki prensip ve pratiklerini daha iyi anlamak için
Hollanda’nın konuya
yaklaşımının arkasındaki tarihsel güçleri üzerinde durmamız lazımdır.
Tarihsel Arkaplan
Ondokuzuncu yüzyılda Batı dünyasında liberal Aydınlanma düşüncesi ortaya
çıkınca Amerika ve Hollanda benzer bir meydan okumayla yüzyüze kaldılar.Amerika
ve Hollanda bu meydan okuma karşısında birbirinden farklı iki yol takip ettiler.İki
ülkenin
kilise-devlet ilişkileri konusundaki farklı yaklaşımları günümüze kadar
devam etmiştir.Hollandanın
kilise-devlet ilişkileri sorusuna verdiği cevab ve bu
cevabın sonuçları eğitim etrafında dönmektedir.Ondokuzuncu yüzyıl Hollandalı
liberaller yarı resmi Reform kilisesini (Netherlands Hervormde Kerk) destekleyen
eski muhafazakar düzene ve aristokratik sınıflara tanınan ayrıcalıklara reaksiyon
gösterdiler.Liberaller idareye halkın daha çok katılması, devletin rolünün daha çok
sınırlanması ve hiçbir dini grubu devletin desteklememesi için çalıştılar.
Aydınlanma liberallerinin desteklediği reformlar
onların ideal toplum
hakkında sahip oldukları görüşten kaynaklanmaktadır.Bu toplum görüşü toplumsal
istikrar bozulmadan politik sisteme daha çok halk katılımının olması gerektiğine
liberallerin niçin inandıklarını açıklamaktadır.Bir Hollandalı araştırmacı bu zamanın
temel liberal yaklaşımını şöyle tasvir etmektedir: “Bütün sınıflar arasında eğitimin
yaygınlaşması ve liberal kültürün propagandasının yapılması vatandaşlarının
bakışaçısını ve devletin temelini genişletecektir.Bu çerçevede liberal bir renk alan
daha homojen bir Hollanda ulusu meydana gelebilecekti.”126 Liberallerin amacı
mezhepdışı olan ortak değerler üzerinde konsensüse varmış bir toplum meydana
getirmekti.Böyle bir toplum sosyal ve politik kaos yaratmadan geniş demokratik
katılımı
mümkün kıldığı gibi aristokratik
sınıflara tanınan ayrıcalıkları elimine
edebilirdi. Kamu okulları liberal kültürün ortak değerleri olan birlik, tölerans ve
erdemin öğretilmesinde anahtar bir role sahiptiler.
Bundan dolayı ondokuzuncu yüzyılın başında Hollanda’da kamu okullarının
açılmasını öne süren güçlü bir hareket meydana geldi. Bu hareket kamu okullarına
bütün çocukların gitmesini şart koşuyordu.Stuurman ulusun homojenize edilmesinin
liberal okul politikalarının özünü oluşturduğunu yazmaktadır: “Ulusu şekillendiren
kurumlar olarak okullar birbiriyle yarış halinde olan mezhep okulları ile siyasi ya da
kilise partisinin ellerine terk edilmemeliydi.”127 Johannes van der Palm (1763-1840)
liberal harekette yer alan bir Protestan din adamı ve
üniversite profesörüydü.O
okulların kiliselere bırakılması problemiyle ilgili yazarken fanatizm ve toplumsal
kaosu önlemek için eğitimin ulusal regülasyonuna duyulan ihtiyacı
etmektedir: “Eğitimin ulusal regülasyonu
şöyle ifade
fanatik aptalların öğretmen olarak
atanmaması ve gençlerin önyargı duvarlarının arkasında kalmaması için-bunun yıkıcı
sonuçları toplumda görülmektedir- bir ihtiyaçtır.”128
etmemektedir. Bilakis o
O din ve ahlakı ihmal
doktrinel farklılıkların üstünde olan bir Hırıstıyanlık
anlayışının çocuklara öğretilmesini istemektedir.129 Bu liberal eğitim görüşünün
özünü oluşturmaktadır ve bu görüş Amerika’da Horace Mann’in savunduğu görüşle
benzerlik göstermektedir.Eğitim evrensel olmalıdır ve devlet ayrımcı Hırıstıyan
doktrinleri elimine edip ulusal birliğe inanan iyi ve sorumlu vatandaşların yetişmesi
için eğitimi dikkatle regüle etmelidir.
Fakat Hollanda’nın farklı dini topluluklarına ne olacaktır?Liberal çerçeve bu
soruya
farklı dini inançların özel alana bırakılması şeklinde bir cevap
vermektedir.Sonuç olarak kamusal okul şemasının dışında kalan okullara şüphe ile
bakılmakta ya da yasaklanmaktaydı.Ancak 1848 anayasası ve 1857 okul yasası ile
ebeveynlere kendi çocukları için okul kurmaları hakkı tanınmıştır.
Ondokuzuncu yüzyılın
ilerleyen
yıllarında
Katolikler ve ortodoks
Reformcular (en büyük reformcu grup Gereformeerde Kerk grubudur)-ortodoks
reformcu grupların çoğu yarı resmi Reform kilisesinden (The Hervormde Kerk)
kopmuştu- bu okul konseptine karşı çıkarak böyle bir eğitim anlayışının geleneksel
ortodoks Kalvinist teoloji ve pratiğini terketmek anlamına geldiğine inanıyorlardı.130
Bu karşıtlığın bir sonucu olarak hem Katolikler hem Reformcular 1860’ larda kendi
politik hareketlerini meydana getirdiler.
126
C.L. Glenn, The Myth of the Common School, Amherst : University of Massachusetts Press, 1987,
46.
127
Glenn, The Myth of the Common School, 46.
128
Glenn, The Myth of the Common School, 47.
129
Glenn, The Myth of the Common School, 47.
130
Bu mücadele için bkz.:Glenn, The Myth of the Common School, 244-49.S.Carlson-Thies,
Democracy in the Netherlands: Consociational or Pluriform? PhD Dissertation, University of Toronto,
1993, 44-231.
Bu arada liberalizmde değişmekte daha sert çizgilere doğru kaymaktaydı.
Liberalizm daha çok anti klerik olmaya ve seküler felsefeye daha çok bağlanmaya
başladı.Politika bilimcisi Stanley Carlson-Thies 1870’lerde Hollanda liberalizminde
meydana gelen değişmeleri şöyle özetlemektedir: “Gelişme, bilim yoluyla ilerleme,
eskimiş dogmalardan kurtulma.Bunlar yeni neslin sloganlarıydı.Günün gerisinde
kalan Hırıstıyan dogmalarını reddetmek yeterli değildi.Bu dogmalara dayanan
inançlar, okullar ve politik hareketlerle
yüzleşmek ve onları yenmek bir
zorunluluktu.”131
Parlementoda çoğunluğa sahip Aydınlanma liberalleri ile Ortodoks reform
grupları-çoğunluk Hervormde Kerk grubundan ayrılmıştı- ve Katolikler arasındaki
gerilim çok yükselmişti. Katolikler ve ortodoks Reformcu gruplar 1878 yılında yeni
bir okul yasasının geçmesine ortak reaksiyon gösterdiler.Kappeyne van de Coppello
liderliğindeki liberaller yeni bir eğitim yasasının
zorladılar.Yeni
eğitim yasası
bütün okullar için
geçmesi için parlementoyu
yeni ve yüksek sandartlar
getiriyordu-kamusal okullar belediyeler tarafından idare edilirken alternatif okullar
ise
Katolik ve ortodoks Reform gruplarının kontrolündeydi.-Zorunlu görülen
gelişmeleri
gerçekleştirmek için kamusal okullara devletin parasal yardımda
bulunması öngörülürken
alternatif
dini okullara ise hiçbir maddi yardımda
bulunulmuyordu.Alternatif dini okullar yeni standartlara ulaşmak için ek parasal
kaynaklar bulmak zorundaydılar. Aksi takdirde
bu alternatif dini okullar eğitim
otoriteleri tarafından kapatılacaktı.Bu kontekste Katolikler ve ortodoks Reformcular
bunu dini okullara bir saldırı olarak gördüler ve bunu 1848 anayasası ile 1857 okul
yasasının – liberaller anayasa ve yasayı desteklemişlerdi- tanıdığı
eğitim
özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirdiler.
Bu yeni yasa ülkede fırtına gibi esti. Bu yasa kitlesel politik bir hareketin
doğmasına
ve ortodoks Reformcular ile Katoliklerin-bu iki grup tarih boyunca
birbirlerine karşı antagonistik ve güvensiz bir tavır içerisindeydiler- güçlü ve aktif
politik müttefikler haline gelmesine neden oldu.Sadece beş gün içerisinde-yasanın
parlementodan geçmesi ve kralın onaylanmasından sonra- yasaya karşı ortodoks
Reformcular 300.000 imza toplarken Katolikler 160.000 imza topladı.Carlson-Thies
şöyle yazmaktadır: “Toplam nüfusun dört milyon olduğu dikkate alınırsa 122.000
seçmen ciddi bir sayıdır.Bu kitlesel duygunun giderek kabarması anlamına
131
Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 138.
geliyordu.”132 Bir yıl içerisinde Reformcu gruplar Anti-Revolutionary Party isimli
bir parti kurdular. Hans Daalder bu partinin Hollanda’da modern kitle-parti teknikleri
konusunda öncülük yaptığını söylemektedir.133 1883 Yılında Katolik parti için bir
program hazırlandı Katolikler arasında program yaygın bir şekilde dolaştırıldı.Bu
olay resmi bir Katolik partisinin kurulmasından yıllarca önce meydana gelmiştir.
1878 Okul yasası
bir
Hollandalı gözlemcinin deyimiyle Katolikler ve
ortodoks Reformcular arasında korkunç bir ittifakın (monstrous alliance) oluşmasına
neden olmuştu.134 ARP-Katolik ittifakı kısa sürede en büyük siyasi güç haline geldi
ve 1888 yılında alt parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etti.Kırk yıl süren mücadele
sonunda bu hareket kendi eğitim vizyonunun bütün olarak onaylanmasını sağladı:
Değişik tipteki dini okullar ve kamu okulları nötr ve konsensüsel bir felsefeyi
destekleyeceklerdi ve her iki okul da kamu yardımı alacaktı.Bu konsept 1917
anayasasında yer aldı ve günümüze kadar bu anlayış anayasada kalmaya devam
etmektedir.Bu anayasal zafer şu partiler arasındaki pragmatik koalisyon sayesinde
elde edilmiştir: Bütün okulların eşit kamu yardımı almasını isteyen ARP-Katolik
koalisyonu, erkeklerin oy kullanma hakkını savunan sosyal demokratlar, oransal
temsile dayanan seçim sistemini isteyen Liberal parti.Bütün partiler elde etmek
istediklerine kavuşmuşlardı. Buna 1917’inin pasifikasyonu denilmektedir.
Güçlü Katolik-Reformcu ittifakı Hollanda politikasında önemli roller
oynamaya devam etmektedir. Catholic People’s Party, the ARP, ve Christian
Historical Union (1908 Yılında kurulan ikinci Reformcu partidir) isimli partiler
1980 yılında Christian Democratic Appeal (CDA) isimli siyasi oluşumu meydana
getirdiler. Bu parti Hollanda politikasında büyük bir güç olmaya devam etmektedir
ve 1918 yılından 1994 yılına kadar kurulan bütün hükümetlerde yer almıştır.
Bu ittifakın liberallere entellektüel açıdan üstün geldiğini not etmek lazımdır.
Birçok Reformcunun öncülüğünü yaptığı ve Katolik liderliğininde desteklediği
çoğulcu toplum anlayışına dayanan birçok teori geliştirilmiştir.Bu teoriler devletin
hem özel hem kamusal eğitimi desteklemesini öngörmekteydi.Bu teoriler okulların
dışındaki toplumsal alanlarda uygulandı ve Hollanda toplumunda büyük kabul gördü.
132
Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 144.
H.Daalder, ‘The Netherlands: Opposition in a Segmented Society,’ içinde R.A.Dahl, (Ed.), Political
Opposition, New Haven : Yale University Press, 1966, 201.Partinin karşı olduğu devrim Fransız
devrimiydi ve özellikle reformcu grupların dayandığı liberal ilkelere karşıydı.
134
Bu terimi G.J. Rooymans’dan aldık. Bkz.: Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 172.
133
1996 Yılında Hollandalı birçok hükümet yetkilisi, kilise, eğitim ve sosyal hizmet
lideriyle yaptığımız röportajlarda bu kavramların
Hollanda zihin yapısının
bir
parçası haline geldiğini görmek bizi çok etkilemişti. Bu konseptleri anlamak
önemlidir. Bu konseptler ilkeli plüralizm dediğimiz olgunun özünü oluşturmaktadır.
Hollandalı Protestanların kamu okulları ile ilgili liberal vizyona genel, ahlaki
ve dini kültür görüşüyle ve ondokuzuncu yüzyılın sıcak Hırıstıyan Protestanlığına
dayanan yaklaşımı çerçevesinde reaksiyonda bulunduklarını düşünebiliriz.Bu liberal
kamusal vizyonuna gösterilebilecek birinci yoldur. Onlar bunu uygun ve iyi bir şey
olarak kabul etmiş olabilirler.Ne de olsa sınıfların atmosferini dolduran genel bir
Protestan ruhtu.Böylece
Katolikler ve inançsızlar mezhepsel olmayan
bir
Hırıstıyanlık anlayışıyla karşılaşacaklardı. Mezhepler üstü Hırıstıyanlık Katolisizm
ve militan sekülarizmden ziyade Protestanlığa daha yakındı.Önceki bölümde
gördüğümüz gibi ondokuzuncu yüzyılda Amerika Protestanlarıda benzer bir durumla
karşılaştıklarında temelde aynı şekilde reaksiyon göstermişlerdir.Daha liberal olan
büyük Hervormde Kerk grubu da aynı biçimde reaksiyonda bulunmuştur. Daha aşırı
ve ortodoks olan Calvinist gruplar-Gereformeerde Kerk grubunun öncülüğünü
yaptığı- liberal görüşlerden esinlenen kamusal okulları reddetmişlerdir.
Protestanlar kamu okullarının bütünüyle kendi doğru inançlarını yansıtması
şeklinde liberal okul vizyonuna ikinci bir reaksiyonda bulunabilirlerdi. Benzer bir
şekilde Katoliklerde okulların tamamen Katolikleşmesini isteyebilirlerdi. Tarihte
devlet gücü yanlarında olduğu zamanlarda her iki dini geleneğin inançlarını bütün
topluma empoze etmek istediği ve teokrasiler kurmak arzusunda olduğu dönemler ve
yerler olmuştur.
Fakat Hollanda’da hem ortodoks Reformcu gruplar hem Katolikler farklı bir
yolu seçmişlerdir. Onlar plüralizm yolunu seçerek
değişik dini ve entellektüel
hareketlere olanak tanımışlardır.İki grubun kendilerini içinde buldukları pragmatik
durum onları böyle bir karşılık vermeye teşvik etmiş olabilir çünkü iki grupda azınlık
olduğundan bütün ulusa inançlarını empoze edemezlerdi.Ancak onlar pozisyonlarına
uygun ilkeli bir tavır takınmışlar ve bu ilkeli tavır Hollanda toplumunu kalıcı bir
şekilde etkilemiştir.Bunun nasıl meydana geldiğini anlamada özellikle üç kişi –iki
Calvinist bir Katolik- önemli rol oynamıştır.
Guillaume Groen van Prinsterer (1801-1976) tarihçi ve milletvekilidir. O
büyük Hervormde Kerk grubundan ayrılıp kendi kiliselerini kurmak isteyen daha
ortodoks grupların yaşlı bir büyüğüydü. O bir geçiş kişiliğidir. Onun muhafazakar
kişiliği belirli teokratik görüşleri korumasına neden olmasına rağmen o plüralistik
düşünceye büyük eğilim duymaktaydı.Onun plüralistik eğilimi 1840 yılında ifade
ettiği görüşlerinde bulunabilir. O kamu okullarının Reform, Katolik ve Yahudi
okulları şeklinde ayrılmasını önermiş ve her okulun kendisine ait dini öğretmesini
istemiştir. O kamu okullarının dini açıdan çoğulcu olan bir toplumun bütün
unsurlarına hizmet etmesinin zor olduğunu iddia etmiştir çünkü eğitim tek bir bakış
açısına dayandığı için bazı görüşler diğerlerine göre diskrimine edilmektedir.
Ortodoks Calvinistlerin takip ettiği çoğulcu yolun benimsenmesinde rol
oynayan merkezi figür Abraham Kuyper’dir (1837-1920). Bir teolog ve eğitimci olan
Kuyper 1901 ve 1905 yılları arasında başbakanlık yapmıştır.Fogarty Kuyper’den
Hollanda Protestanizminin modern zamanlarda ürettiği en büyük lider olarak söz
etmektedir.135
The Hague’deki günümüzdeki Kuyper caddesinde CDA’nın genel
merkezi bulunmaktadır. Genel merkezde bulunan Kuyper odasında ondan kalan
birçok tarihi hatıra sergilenmektedir.Kuyper’in ve kurmuş olduğu ortodoks Reform
Partisinin (ARP) etkisini abartmak mümkün değildir.
Kuyper açık bir şekilde Hırıstıyan inanç ve değerlerini yaymayı kendisine
görev kabul eden teokratik devlet görüşünü reddetti.O sürekli toplumun dini
plüralizmini tanıyan ve destekleyen bir siyasi sistemi savundu.Liberallerin dini
özelleştirmesine karşı onun amacı
toplumsal alanda teokrasiyi
değildi.Başbakan ve inanç blokunun lideri olarak
görüşlerin eşit olduğu
bir sistem
yeniden kurmak
o devlet ve toplumda
bütün
kurmayı amaçladıklarını söylemiştir.136 1898
Yılında Kuyper Princeton Üniversitesinde Stone konferansları serisini vermek üzere
davet edildi. Onun konferanslarından birisinin konusu Calvinizm ve politikaydı.Bu
konferansta o idarenin her vatandaşına tam bir bilinç hürriyeti tanıması gerektiğini
ifade etmiştir çünkü bilinç hürriyeti insanın en orijinal vazgeçilmez hakkıdır.137 O
‘özgür bir devlette özgür kilise’ konseptini
övmüştür. O Çarlık Rusya’sının ve
Luthercilerin seküler idarecilerin kendi krallıklarındaki dini belirleme şeklindeki
konseptlerini eleştirmiştir çünkü bu konseptler onun özgür kilise ve çoğulcu toplum
ideallerini ihlal ediyordu.Kuyper ayrıca Fransız devriminin dinsiz tarafsızlığa dayalı
yaklaşımınıda eleştiriyordu
135
çünkü bu yaklaşım özgür devlette özgür bir kilise
M.P.Fogarty, Christian Democracy in Western Europe, 1820-1953, Londra : Routledge & Kegan
Paul, 1957, 172.
136
Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 229.
137
A.Kuyper, Calvinism: Six Stones Foundation Lectures, Grand Rapids, Mich.: Eerdmans, 1943, 108.
kavramını
ihlal ediyordu.138
Kuyper sıklıkla paralelizmin lehine konuşmuştur.
Paralelizm farklı dini ve felsefi perspektiflerin ve hareketlerin ayrı fakat birbirine
paralel yollar takip ederek özgürce gelişmeleri anlamına gelmektedir. İdare onları
engellemediği gibi onlara yardımda etmemektedir.
Kanadalı siyaset bilimcisi Herman Bakvis’in vardığı sonuç şudur: “Groen van
Prinsterer ve Abraham Kuyper liderliğindeki Calvinistlerin tecrübesi Katoliklere bir
parti organizasyonuna
gitmeleri için esin kaynağı olmuştur.”139 Katoliklerin
partileşme hareketlerini yönlendirecek kişi Herman Scheapman’dır (1844-1903). Bir
papaz olan Scheapman aynı zamanda bir gazeteci ve milletvekiliydi.1883 Yılında o
bir Katolik siyasi partinin kurulması çağrısında bulundu ve bu partinin programını
oluşturmak üzere
bir gazete kurdu.Scheapman’ın düşüncesi büyük ölçüde
Kuyper’inkiyle paralellik göstermektedir.Carlson-Thies’a göre Scheapman’ın arzu
ettiği Katolik Parti Katolikler için egemenlik değil eşitlik istemektedir.Bu parti din
özgürlüğünü teşvik etmekte, kiliselerin devletten bağımsız olmasını savunmakta ve
bütün vatandaşlar ve dini gruplar için eşit hakları istemektedir.140 Ona göre okullar
konusunda Katolikler ile Devrim karşıtlarının amacı aynıydı çünkü her iki grupda
kendi eğitim sistemlerini kontrol etmek istiyorlardı.141
Yirminci yüzyılın başında liberal düşünceye karşı zafer kazanan bu plüralistik
ilkelerdir-bu ilkelere dayanan yaklaşım töleransı savunmakla beraber değişik dini
inançların kamusal politikaların oluşumunda en az seküler görüşler kadar eşit haklara
sahip olmasında ısrar etmiştir.-1917 Yılında yapılan anayasal düzenlemeyle kamusal
okullarla beraber bütün inanç okullarına finansal yardımda bulunulması kabul edildi.
Böylece plüralizmin ilkeleri
toplumsal düşünceye hakim hale geldi ve plüralist
zihniyet kamusal hayatın diğer alanlarınada uygulanmaya başlandı. 1920 Yılından
1970’e kadar –bazıları günümüze kadar diyebilir- pilarizasyon (verzeuiling) denilen
sistem Hollanda toplumuna damgasını vurdu.
Pilarizasyon sistemi altında
insani aktivitenin birçok sosyal
alanı-siyasi
partiler, sendikalar, eğitim, televizyon yayıncılığı, huzurevleri, sosyal servis ajansları,
rekrasyon klüpleri gibi- farklı dini ve seküler görüşleri temsil eden ayrı
138
Kuyper, Calvinism, 106.
H.Bakvis, Catholic Power in the Netherlands, Kingston, Ontario : McGill-Queen’s University
Press, 1981, 61.
140
Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 168-169.
141
Bakvis, Catholic Power in the Netherlands, 62.
139
organizasyonlarla dolmaya başladı.142 Dört ana direk vardı: Reformcular, Katolikler,
Sosyalistler, tarafsızlar (liberaller). Örneğin bu Katolik bir siyasi partinin olduğu,
ilkokuldan üniversiteye kadar Katolik okulların olduğu, Katolik televizyon ağının
olduğu, Katolik gazetenin olduğu ve Katolik rekereasyon kulüplerinin olduğu
anlamına gelmektedir.Bu organizasyonlar Katolik direğini oluşturmaktaydı. Katolik
bir ailede büyüyen bir kişi
hayatını büyük ölçüde Katolik organizasyonlarının
konteksinde yaşıyordu (Katolik direk).Reformcu, Sosyalist ya da liberal bir evde
büyüyen bir kimsede benzer bir durumla karşı karşıyaydı.Bu sosyal yapı Groen van
Prinsterer ve Kuyper tarafından ifade edilen ilkelere çok uygundu ve Katoliklerde bu
yapıya çok rahat adapte olmuşlardı.Hayatın her alanına dini ve seküler inançlar
dokundukça kişi ne okuduğunda, nasıl oy verdiğinde, nasıl bir eğitim istediğinde
hatta nasıl bir rekreasyon yapmak istediğinde bile kişinin dini inançları ilgili hale
geliyordu.Bu sistem bir Amerikalı gözlemciye her ne kadar yabancı gözüksede 19201960 yılları arasında Hollanda’da iyi işlemiştir. Almanya, Fransa, İspanya ve İtalya
gibi Avrupa uluslarının aksine çoğulcu bir toplum sosyal ve politik istikrar içerisinde
yaşayabilmiş ve müreffeh hale gelebilmiştir.
1960 Yılından itibaren olaylar değişmeye başladı.Güçlü sekülarizasyon trendi
dini direklerin sahip olduğu manalara büyük darbeler vurdu. Din adına oy verenlerin
oranı özellikle Katolikler arasında büyük düşüş gösterdi.Hollandalı çocukların yüzde
yetmişi hala özel okullara gitmesine rağmen ebeveynler okulları dini karakterinden
çok başka nedenlerle seçmektedirler. Birçok Protestan Katolik okullarına giderken
Katolikler
Protestan
okullarına
gitmektedir.
İnançsızlar
ise
her
ikisine
gidebilmektedir. Direk organizasyonların diğer formlarına olan destek büyük ölçüde
azalmıştır. Sonuç olarak
eski direk organizasyonlar birleşmektedir: Protestanlar
Katoliklerle ya da ikisi seküler olanlarla birleşmektedir. Hollandalılar artık hayatlarını
tek bir direğin sınırları içerisinde yaşamamaktadır. Onlar artık istediğini seçip
almaktadır. Bir aile Gereformeerde Kerk’in üyesi olmasına rağmen çocuklarını
Katolik bir okula gönderebilir. Eş seküler bir uyuşturucu tedavi merkezinde çalışırken
koca CNV’ye (Hırıstıyan-Katolik-Protestan işçi birliği) üye olabilir.Kişiler büyük
ölçüde ticari televizyon kanallarının izleyicisi olabilir ve son seçimde dindar olmayan
reform yanlısı D66’ya oy vermiş olabilir.Günümüz Hollanda’sında pilarizasyonun
Pilarizasyon için bkz.: E.H.Bax, Modernization and Cleavage in Dutch Society, Aldershoot,
Netherlands : Avebury, 1990, Beşinci ve altıncı bölümler.H.Post, Pillarization: An Analysis of Dutch
and Belgian Society, Aldershot, Netherlands : Avebury, 1989.
142
negatif bir anlamı vardır çünkü o artık geçmişe ait bir şey olarak düşünülmekte ve dini
dışlayıcılık ve bölünmüşlüğün olduğu bir çağı anımsatmaktadır.
O zaman pilarizasyon öldümü?Bazıları bu soruya evet diyerek cevap
verebilir.Fakat başkaları pilarizasyonun ölmediğini fakat onun otuz ya da kırk yıl
öncesine göre radikal olarak değiştiğini söyleyebilir.1996 Yılında CNV’den resmi bir
yetkili pilarizasyondan nötr, Hırıstıyan ya da diğer ilkeli organizasyonlar arasındaki
ayırım kastedildiği takdirde pilarizasyon sisteminin hala çok canlı olduğunu
söylemiştir.Değişik alanlarda dini ve seküler temellere dayanan birçok organizasyon
hala varlığını sürdürmektedir.Bu organizasyonların spesifik bir dini ya da seküler
görüşü temsil etmelerini hükümet tanımakta ve buna izin vermektedir.Dayanışmacı
bir tarzda bu grupların liderleri kendilerini ilgilendiren konularda çağrılmakta ve
bunlar hükümete konuyla ilgili
tavsiyelerde bulunmaktadırlar.Müslüman bir
organizasyonun başında olan yaşlı bir zat bize gururla son olarak yaşlı müslümanların
problemlerini görüşmek üzere resmi bir grupla görüştüğünü bize aktarmıştır –daha
önce sadece Katolik, Protestan ve Hümanist organizasyonların temsilcileri hükümete
sunumda bulunabiliyorlardı.-Organizasyonların dini ve felsefik temelleri dikkate
alındığında bunların temsilcilerini görüp dinlemek aydınlatıcıdır. Seküler bir yaşlılar
organizasyonunun bütün yaşlılar için konuşabileceği düşünülmemektedir.Toplumun
dinsel, inançsal ve etnik plüralizmi hala tanınmaktadır ve korunmaktadır.
Pilarizasyon 1950 yılından beri değişmektedir. Fakat bu sistem toplumsal
organizasyonlar konusunda Hollanda’nın takip ettiği idare ve düşünce biçiminin hala
bir parçasıdır.Pilarizasyon terimi artık çok tasvir edici değildir.Var olan şey şudur:
Dini ve felsefik oryantasyonlarına göre ayrılmış organizasyonlar vardır, toplum ve
devlet bu organizasyonların meşruluğunu tanımakta ve bunları değişik alanlarda
barındırmaktadır.Organizasyonlar toplumun değişik görüşlerini
ödeyen
vatandaşlara
hizmet
eden
kurumlar
olarak
yansıtan ve vergi
desteklenmekte
ve
tanınmaktadır.Şimdiki bölümde bu plüralistik toplum görüşüne dayanarak kilisedevlet ilişkilerinin nasıl geliştiğini ele alacağız.
Dinin özgürce uygulanması
Kişinin dinini özgürce uygulama hakkı Hollanda anayasasının bir ve altıncı
maddelerinde
temel hak olarak ortaya konmuştur. 1983 Yılında anayasa revize
edilmiştir. Birinci madde şöyle demektedir:
.
Hollanda’daki bütün kişiler eşit şartlarda eşit muamele
görmelidir.Dine, inanca, politik görüşe, ırka, cinsiyete ya da başka bir
şeye dayanarak insanlar arası diskriminasyon yapılmasına izin
verilemez.143
Altıncı madde ise şöyle demektedir:
1.Herkes dinini ya da inancını serbestçe bireysel ya da grupsal olarak
yasaya karşı sorumluluk önyargısı olmadan tezahür ettirme hakkına sahiptir.
2.Bu hakkın uygulanacağı
yerler ve binalar ile ilgili kurallar halkın
sağlığının korunması, trafiğin engellenmemesi, karışıklıkların önlenmesi ya da onlarla
mücadele edilmesi için parlamento tarafından düzenlenebilir.
Bu anayasal kuralları anlamak için Hollanda yargısının parlementodan geçen
yasaları yargısal olarak
değerlendirme gücüne
sahip olmadığının bilinmesi
lazımdır.Yüzyirminci
madde bunu açıkça ifade etmektedir:
düzenlemeler
anlaşmaların
ve
anayasallığı
“Parlementer
mahkemeler
tarafından
yargılanamaz.”Ancak mahkemeler belediye, yerel yönetim ve yönetici kurumların
bazı düzenlemelerini anayasaya aykırı bulabilirler.Ayrıca doksandördüncü madde
uluslararası kurumlarla-Avrupa Birliği gibi- yapılan anlaşma ve düzenlemelerle
çatışan
parlementer
düzenlemelerin
kabul
edilir
etmektedir.Tarihsel olarak Hollanda mahkemeleri
kurumların
parlementer
olup
olmadığını
ifade
yerel yönetimlerin ve yönetici
düzenlemelerini anayasaya aykırı ya da doksandördüncü maddeyi
düzenlemelere
karşı
kullanma
konusunda
çok
mütereddit
davranmışlardır. Ancak son yıllarda mahkemelerde bu eğilimin değiştiğine dair
davranışlar
görülmektedir.Hollandalı
vatandaşlar
ve
gruplar
Amerikalılarla
karşılaştırıldığında mahkemelerde anayasal haklarını ortaya koyma konusunda daha
yavaştırlar.Hollanda kültürü legal davalardan çok
uzlaşma ve tartışarak çözüm
bulmaya daha çok eğilimlidir.Bundan dolayı Amerika’da olduğu gibi yargısal
yorumlar
serbest uygulama haklarının gelişiminde dominant bir etkiye sahip
değildir.Ancak anayasal şartlar önemlidir çünkü onlar
hem Hollanda düşünce
biçimini yansıtmakta hem de yasal olarak bağlayıcı şartlar getirmektedir.
Bir ve altıncı maddelerde kullanılan dini özgürlük dilinin dört önemli özelliği
vardır. Birincisi altıncı madde özgürce uygulama hakkını hem dine hem inanca
tanımaktadır.İnanç ve dinin korunmasıyla ilgili düzenleme 1983 yılında yapılan
Hollanda Anayasasından yapmış olduğumuz alıntıları şu kurumun yapmış olduğu İnglizce baskıdan
yapıyoruz: Constitutional Affairs and Legislative Division of the Ministry of Home Affairs, Ekim
143
anayasal revizyonla gerçekleştirilmiştir. Bu değişikliğin amacı dinlere olduğu gibi
seküler görüşleride yasal koruma altına almaktır.Bu değişiklik Hollanda’nın plüralist
anlayışına çok uygundur çünkü bu anlayışa göre dinlerle beraber seküler görüşlerde
saygı ve korunmayı hak etmektedir. İnanç için kullanılan Hollandaca terim
levensovertuiging ‘yaşamsal hüküm (life conviction)’ olarak tercüme edilebilir.Sadece
inançlar anayasal koruma altına alınmakla yetinilmemekte ayrıca kişiye yaşamında
rehberlik eden
güçlü kanı ve hükümlerde koruma altına alınmaktadır. Bunların
geleneksel olarak bir dine dayanmaması önemli değildir.
İkinci özellik şudur: Altıncı madde bireyin inancını kişisel ya da grupsal
olarak
uygulamasını
açık bir şekilde koruma altına almaktadır.Bireyin hakları
korunduğu gibi geniş bir topluluğun parçası olarak grupların da hakları
korunmaktadır.Bu toplumsal vurgunun kökenlerini gene Hollanda plüralizminde
bulabiliriz. Çünkü Hollanda plüralizmi dini ve yaşamsal hükümlerin çoğulluğuna ve
farklı grup ve derneklerin toplumda oynayacakları meşru role vurgu yapmaktadır.Bu
yaklaşım Amerikan düşüncesine hala hakim olan Aydınlanmacı liberal düşünceyle
zıttır.Liberalizm bireyi ve özel dini inancı korumanın yeterli olduğu kanısındadır ve
dinin hemen hemen bütünüyle inanç grupları içinde yaşandığı gerçeğini gözardı
etmektedir.
Üçüncü özellik şudur: Altıncı maddenin ikinci bölümü Amerikanın zorunlu
devlet çıkarı testi (compelling state interest) gibi bir istisna yapmaktadır.Din
özgürlüğünün uygulanması kamu sağlığı yararına, trafik akışını sağlamak ve kamusal
düzensizliği önlemek için kısıtlanabilir.
Dördüncü nokta özellikle önemlidir.Birinci madde bütün vatandaşların eşit
şartlarda eşit muamele göreceği hükmünü getirerek dini organizasyonlarında seküler
organizasyonlar gibi inançlarını uygularken
devlet yardımı alacaklarının temelini
meydana getirmektedir.Hollanda’daki kilise-devlet ilişkileri konusunda uzman olan
Sophie van Bijsterveld şöyle yazmaktadır:
Birinci madde bütün vatandaşların eşit şartlarda eşit muamele
göreceğini
garanti
etmektedir.Anayasaya
göre
kamu
otoritelerinin Hollanda’da dini ve din dışı organizasyonlara
karşı tarafsız olması lazımdır.Otoriteler bir aktiviteyi
destekledikleri ya da finanse ettikleri takdirde dini grupların
1989.
bundan dışlanması düşünülemez. Çünkü birinci madde bunu
yasaklamaktadır.144
Sonra o şu notu düşmektedir: “Eşit muamele finansal desteğin dini ya da din
dışı olarak faaliyet
gösteren bütün organizasyonlara
sunulmasını gerekli
kılmaktadır.”145 Kendisiyle yapılan bir röpörtajda Van Bijsterveld şöyle demektedir:
İdare dinin serbestçe uygulanmasını mümkün kılmalıdır. Hiçbir
şekilde idare dinin serbestçe uygulanmasını imkansız hale
getirmemelidir.Bu dinin pozitif olarak korunması anlamına
gelmektedir.Örnek olarak eski kilise anıtlarını ele alalım. İdare
eski şato ve diğer eski yapıları koruduğu gibi eski kilise anıtlarını
da korumalıdır. Onlar dışlanmamalıdır. Eşit muamele bu anlama
gelmektedir.146
Hollanda zihin yapısında ayırım yapmamak ve
eşit muamele şu anlama
gelmektedir: Genel yardım ya da destek programları dine dayalı inanç yapılarını ve
organizasyonlarını
dışlamamalıdır.Bu
plüralizmin
temel
konseptinin
uygulanmasıdır.Değişik dini ve seküler inançlar organizasyonlarıyla beraber hükümet
tarafından eşit muameleye tabi tutulmalıdır.Bu prensip kilise-devlet ilişkilerine
Hollanda’nın göstermiş olduğu yaklaşımda temel olduğu gibi
Amerika’nın dine
hiçbir yardım yapılmaması prensibine de terstir.
İlgili anayasal şartlara ek olarak yürürlükteki yasal düzenlemelerle
çelişebilecek azınlık dinleriyle Hollanda’nın nasıl ilgilendiği üzerinde durmamız
faydalı olacaktır.Biz Hollanda’nın tölerans anlayışının problemleri tartışarak çözme
yönünde olduğunu not etmiştik.Bu töleransın ve tartışarak
sorunları çözmenin
sınırlarının gözlemlenmesi mümkündür.Gerilim konularından birisi dini tatil
günlerine uyulmasıyla ilgilidir. Dini tatil günlerine uymanın iş saatlerini ve okula
gitmeyi nasıl etkileyeceği endişe verici bir soru olarak önümüzde durmaktadır.1919
Yılında yapılan düzenlemeyle
Yahudilere ve Seventh-Day Adventistlere
Pazar
yerine Cumartesi günleri tatil etme olanağı sağlanmıştır.Dükkan kapatma yasasıyla
tatil günü pazarın dışında olan tüccarlara istedikleri günde tatil yapma hakkı
S.C. van Bijsterveld, ‘The Constitutional Status of Religion in the Kingdom of the Netherlands,’
The Constitutional Status of Churches in the European Union Countries, European Consortium for
Church-State Research, proceedings of the 1994 meeting, University of Paris, 207 ve 211.
145
Van Bijsterveld, ‘The Constitutional Status of Religion,’ 211.
146
Van Bijsterveld’le yapılan röportaj, 9 Şubat 1996.
144
verilmiştir.147Mahkemeler dini bayram günlerinde çalışanların önceden başvurmaları
halinde izinli sayılacaklarına dair kararlar vermiştir.Zorunlu eğitim yasasında
önceden
bildirildiği
takdirde
çocukların
dini
bayram
günlerinde
okula
gelmeyeceklerine dair bir düzenleme vardır.Özel bir düzenleme ile uygun sağlık
şartlarına uymaları koşuluyla Hindulara ölülerinin yakılan küllerini etrafa serpmeleri
ile Müslümanlara ölülerini tabutsuz gömmeleri izni verilmiştir. Son olarak Eşit
muamele komisyonu -azınlık dinlerinin sorunlarıyla ilgilenmek üzere kurulan
mahkeme statüsünde bir organ- okul idarecilerinin Müslüman kız öğrencilerin
başörtüsü giymelerini yasaklayamayacağı hükmünü vermiştir.148Yahudi toplumunun
liderlerinden birine Yahudilerin tam olarak Hollanda’nın plüralist politikalarına dahil
edilip edilmediği sorulduğunda o tereddütsüz bir şekilde evet demiştir.149
Hollanda Hırıstıyanlık dışı dinlerin ortaya çıkması
sonucu gelişen yeni
plüralist durumla başa çıkmaya devam etmektedir.Azınlık dinlerine tam
bir din
özgürlüğünün verilmesi her zaman başarılmamaktadır.Ortaya çıkan konulardan birisi
kilise çanlarının çalınması ya da başka biçimlerde ibadete yapılan çağrılarla
ilgilidir.1988 Yılında Kamusal tezahürler düzenlemesi yasalaştı. Bu düzenleme kilise
çanlarının çalmasına ve diğer ibadete çağırma biçimlerine izin vermekteydi. Fakat
yasa ses ve süreyi belediyelerin düzenlemesine bırakmıştı. Van Bijsterveld şunu not
etmektedir:
Kilise çanının çalması hala genel bir ifade biçimi olarak kabul
edilmektedir.Lokal topluluklar güçlerini daha çok İslami ezan
konusunda bir düzenleme yapılması için sarfetmetmektedir.Normal
olarak bu tür ibadet çağrılarına haftada bir izin verilmektedir.Çok
az topluluk ezanın günde bir defadan fazla okunmasına izin
vermektedir.150
Van Bijsterveld Hollanda mahkemelerinin Hırıstıyanlık dışındaki dinlerin dini
tatil günlerinin Pazar günü gibi değerlendirilmeyeceğine karar verdiğine dikkat
çekmektedir çünkü Pazar günleri sadece dinsel bir fonksiyona sahip olmayıp aynı
Paragrafda sözü edilen yasal şartlar için bkz.: S. Van Bijsterveld, ‘Religious Minorities and
Minority Churches in the Netherlands,’ içinde The Legal Status of Religious Minorities in the
Countries of the European Union, European Consortium for Church-State Research, proceedings of
the 1993 meeting, Thessaloniki, 293-94.
148
C.J. Klop’un 30 Mayıs 1996 tarihli mektubu.
149
Haham R.Evers’le yapılan röportaj, 29 Şubat 1996.
150
Van Bijsterveld, ‘Religious Minorities and Minority Churches,’ 90.
147
zamanda sosyal bir fonksiyona da sahiptir.151 O başka bir proplemli alana da işaret
etmektedir. Lokal planlama ile çatışan binaların dini amaçlarla kullanılması önemli
bir problem alanıdır:
Müslümanlar ve Evanjelikler gibi dini topluluklar binaları dizayn
amacına aykırı bir şekilde kullanmaktadırlar. Belediyeler bu duruma
tölerans gösterme eğilimi içerisindedirler.Fakat bazen bu duruma
tölerans göstermedikleri de olmaktadır.Anayasanın din ve inanç
özgürlüğüyle ilgili maddelerine rağmen mahkemeler binalar
konusunda
belediyelerin
güçlendirilmesi
gerektiği
görüşündedirler.152
Müslüman bir organizasyonun lideriyle yaptığımız görüşmede o bize bazı
işverenlerin Müslüman işçilere Cuma namazı için izin vermediklerini ve Ramazan
ayında onlara esnek davranılmadığını söylemiştir.153 O ayrıca Müslüman çocukların
okullarda bazı problemlerle karşılaştığını ifade etmiştir. Özellikle kız çocukların
erkeklerle beraber sportif ve jimnastik faaliyetlere katılması geleneksel Müslüman
aileler tarafından hoş karşılanmamaktadır.Onun bildirdiğine göre bazı okul idarecileri
bu endişelere olumlu yaklaşım gösterirken bazıları göstermemektedir.Müslümanların
taleplerine olumsuz yaklaşılınca birçok Müslüman kendisini bu konuda bir şey
yapamaz olarak hissetmektedir.Bazı Müslümanlara şu denilmiştir: “Şu anda
Hollanda’dasınız. Buraya gelmeyi siz seçtiniz. O halde bizim kurallarımıza uymak
zorundasınız.”Onun bildirdiğine göre çok az olayda
mahkemeler Müslüman
öğrencileri koruyan kararlar vermişlerdir ve Müslümanlar
mahkemelere gitme
konusunda çok mütereddittirler. Ancak ona göre Hollanda’da birçok Batı Avrupa
ülkesiyle karşılaştırıldığında daha çok özgürlük ve daha az diskriminasyon vardır-bu
durum Müslümanları pasifizme itmekte ve onların güçlü organizasyonlar meydana
getirmelerini zorlaştırmaktadır.
Azınlık dinleri ve pratikleri konusunda asıl norm kapsayıcı olmaktır. Fakat
bazı istisnalar da vardır. Hollanda’da Hırıstıyanlık dışı azınlık dinlerinin sayısı
arttıkça -özellikle Müslümanların- Hollanda tölerans ve esnekliğinin tam olarak
ortaya konmadığı
gerilim alanları meydana gelmektedir.Fakat
dinin özgürce
uygulanması konusunda Hollanda’nın geniş ve kapsayıcı bir anlayışa sahip olduğu
inkar edilemez.Hollanda dini ve din dışı organizasyonlara ve programlara eşitlik
Van Bijsterveld, ‘Religious Minorities and Minority Churches,’ 294.
Van Bijsterveld, ‘Religious Minorities and Minority Churches,’ 290-91.
153
Süleyman T.K.Damra ile yapılan röportaj, 1 Şubat 1996.
151
152
içerisinde yaklaşmaya çalışmakta ve azınlık dini grupların pratiklerini buna dahil
etmeye gayret etmektedir.
Kilise, Devlet ve Eğitim
Hollandanın plüralizm anlayışı eğitime uygulandığında seçim özgürlüğüne
olan derin bağlılık ortaya çıkmaktadır.Hollanda’da ebeveynlerin çocuklarının
alacakları eğitim türünü seçebilmeleri düşüncesine büyük destek vardır.Bu düşünceye
göre Katolik, Reformcu Protestan, Müslüman, Hindu, seküler görüşleri benimseyen
kişiler ya da Montessori gibi felsefeleri kabul eden kimseler çocuklarına istedikleri
eğitimi vermekte hürdürler.OECD’nin yapmış olduğu bir araştırma şu
sonuca
varmaktadır: “Seçim özgürlüğünün merkezi değeri bugünkü Hollanda eğitim
sisteminin temel özelliğidir.”154 Protestan okullar federasyonundan bir yetkili şöyle
demektedir: “Biz eğitim özgürlüğü üzerine çok titremekteyiz.Bu Hollanda düşünüş
biçiminin bir parçasıdır.” O Hollanda toplumunu bölen ayrı okulların yaratacağı
potansiyel problemlerin hiç gündeme gelmediğini ifade etmektedir. “Fakat
bu
problemler tartışıldığı anda özgürlüğe duyulan arzu hep üstün gelmektedir.”155
Seçme özgürlüğü anayasanın yirmiüçüncü maddesinde
şu şekilde yer
almaktadır: “Bütün kişilere özgür bir eğitim olanağı sağlanmalıdır.” “Bütün özel
ilkokulların devlet okullarının standartlarına sahip olması için onlara kamu
fonlarından para ayrılmalıdır.” Bu madde ayrıca özel ortaöğrenim okullarına da
kamu fonlarından para aktarılmasını öngörmektedir. Eğitim ve Bilim bakanlığının
ortaöğretim dairesi başkanı L.S.J.M. Henkens yirmiüçüncü maddenin şu üç temel
özgürlüğü koruma altına aldığını ifade etmektedir:
Okul kurma özgürlüğü, bu
okulların dayandığı prensipleri belirleme özgürlüğü, müfredatı organize etme
özgürlüğü.Bu özgürlüklerden ikincisi okul idaresine okuldaki eğitimin dayanacağı
ideolojik
ya da felsefik prensipleri belirleme özgürlüğü vermektedir. Üçüncü
özgürlük okul idaresine öğretimin içeriğini ve
okulda takip edilecek öğretim
metodlarını belirleme hakkı tanımaktadır.”156 Ve en sonunda o şöyle demektedir:
“Seksen
yıl
önce
anayasaya
konulan
bu
özgürlüklere
hiçbir
şekilde
dokunulmamıştır.”157
154
OECD, School: A Matter of Choice, Paris : OECD, 1994, 68.
W. Bos’la yapılan röportaj, 26 Ocak 1996.
156
L.S.J.M Henkins, ‘The Development of the Dutch Education System,’ içinde T.J. van der Ploeg ve
J.W.Sap, (Ed.), Rethinking the Balance: Government and Non-Governmental Organizations in the
Netherlands, Amsterdam : VU University Press, 1995, 52.
157
Henkens, ‘The Development of the Dutch Education System,’ 55.
155
Bir Reform araştırma merkezinin müdürü olan Wilfred Vollbehr bir bakanın
son olarak yirmiüçüncü maddenin değişmesi ya da ondan vazgeçilmesi ile ilgili
önerisi hakkında şöyle demektedir:
Bu konuda çok tartışma yapıldı. Ve herkes bu maddenin
değişmemesi ve onun olduğu gibi korunması konusunda fikir
birliğine vardı. Çünkü bu maddenin anayasamızda temel bir yeri
vardır: Bu madde bütün gruplara kendi eğitim biçimine sahip olma
olanağı sunmaktadır.Bu madde anayasamızdaki önemini hala
korumaktadır.Liberaller plüralistik bir eğitime sahip olmanın
önemini vurgulasalarda eğitim özgürlüğüne sahip olmak çok daha
önemlidir.158
Biz bu bölümde eğitimi seçme özgürlüğünün-anayasanın
yirmiüçüncü
maddesinde yer alan ve Hollanda’nın plüralizm anlayışında kök salmış bulunan bu
özgürlüğün- pratikte nasıl uygulandığı ve bunun kilise-devlet ilişkilerini nasıl
etkilediği üzerinde durmak istiyoruz.
Anayasanın yirmiüçüncü maddesine uygun olarak merkezi hükümet bütün
okullara fon ayırmaktadır. Buna belediyelerin idaresindeki kamu okulları, özel dini
ve dini olmayan okullar dahildir. Seçme özgürlüğünü maksimum derecede güvence
altına almak için yeni bir okul kurmak isteyen yeterli sayıda ebeveyn olduğu takdirde
hükümet onların kurmak istediği okulu devlet okulu gibi finanse etmektedir. Bu seçim
özgürlüğünü maksimum derecede güvence altına almak için yapılmaktadır.Devletin
yapmış olduğu yardım okul olanaklarının kurulmasını da kapsamaktadır. Bir bölgede
yeterli sayıda okul bile varsa böyle bir okul okul önerisi desteklenmektedir.
Hollanda’da günümüzde ilkokul öğrencilerinin yüzde altmışikisi ve ortaokul
öğrencilerinin yüzde yetmişüçü kamusal olmayan okullara gitmektedirler. Bu oranlar
araştırmamıza konu olan beş ülkenin en yüksek oranlarını oluşturmaktadır.159 1993
Yılında ilkokul düzeyinde 2900 kamu okulu, 2400 Katolik okulu, 2200 Protestan
(liberal) okulu, 260 Protestan (Ortodoks) okulu, 320 seküler özel okul, 76 Rudolph
Steiner okulu, 30 İslami okul, 3 Hindu okulu, ve 2 Yahudi okulu vardı. 160 Ortaokul
düzeyinde İslami ve Hindu okulu olmamasına rağmen
benzer bir durum söz
Wilfred Vollbehr’le –Center for Reformational Philosophy- yapılan röportaj, 25 Ocak 1996.
OECD, ‘The Netherlands: Equal Treatment for public and private schools,’ içinde OECD, School: A
Matter of Choice, 68. Bu rakamlar 1990 yılına aittir.
160
B.M.Janssen, ‘The Position of Umbrella Organizations, Advocacy and Commitment to the Central
Policy,’ içinde Van der Ploeg ve Sap, (Ed.), Rethinking the Balance, 65-66.Haham Evers’in
bildirdiğine göre üç Yahudi okulundan biri ortodokstur.Özel okullardaki öğrenci sayısı için bkz.:
E.James, ‘Public Subsidies for Private and Public Education, The Dutch Case,’ içinde D.C.Levy, (Ed.),
158
159
konusudur.Hollanda’nın bütün özel okulları finanse etmesi okullar konusunda geniş
bir seçim alanının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Hollanda’nın
bütün okulları finansal açıdan desteklemesi pratik düzeyde
birçok konuyu çözümsüz bırakmaktadır.Birinci konu okul açılması için hükümetin
şart koştuğu yeterli ebeveyn ve öğrenci sayısı ile ilgilidir.Yeni bir okul açılması için
gerekli olan öğrenci sayısı
ulusal standartlara göre belirlenmektedir ve bu sayı
bölgenin çocuk nüfusu yoğunluğuna göre değişiklik göstermektedir.Kırsal bölgelerde
seksen öğrenci yeterli olabilirken şehirlerdeki yerleşim birimlerinde bu sayı ikiyüz ya
da üç yüz olarak şart koşulabilmektedir. Bir bölgede aynı ya da benzer oryantasyona
sahip bir okul varsa o okul yakın olarak düşünülmektedir. Eğer halihazırda benzer ya
da aynı dini ve seküler oryantasyona sahip bir okul bölgede olduğu takdirde resmi
makamlar yeni bir okul açmak için yüzelli ya da daha fazla sayıdaki bir öğrenci
sayısını zorunlu kılabilmektedirler.Hollanda’nın kompakt biçimi, mükemmel ulaşım
sistemi ve bisiklet yolları okula ulaşımı çok kolay hale getirmektedir.Resmi yetkililer
yeni bir seküler ya da dini okulun kurulmasını neyin gerekli kıldığını belirlemek
zorundadırlar. Bir toplumda bir Protestan okulu mevcut olmasına rağmen bazı annebabalar onun teolojisinin çok modern olduğuna inanabilirler.Fakat bu okul kurmak
için yeterli bir temelmidir?Bazı Müslümanlar hükümetin İslam içindeki farklı
gruplara karşı duyarsız olduğunu düşünmektedir.Başka bir konu öğrenci sayısının
azalması durumunda okulun kapanmak zorunda oluşudur.Eğer kırsal kesimde öğrenci
sayısı otuzun altına ya da şehirde bu sayı yüzellinin altına düştüğü takdirde okul
devlet yardımından yararlanamama durumuyla yüzyüze kalmaktadır. Böyle bir
durumla karşılaşıldığında bu okulun benzer bir okulla birleşmesi konusunda baskı
yapılabilmektedir.Bu konuda kesin standart kurallar yoktur. İdare konuyla ilgili
birçok hükümde bulunmak zorundadır.Son yıllarda hükümet küçük ölçekteki okulları
önleyici daha ekonomik bir politika takip etmeye başlamıştır.Yeni okullara fon
aktarılması konusunda daha yavaş davranılmaktadır ve küçük okulların büyük
olanlarla birleşmesi teşvik edilmektedir.
İki faktör bu sistemi potansiyel olarak istismar ve çatışmaya uygun hale
getirdiği gibi aynı faktörler sistemin birçok gerilim ve çatışma ile başa çıkmasını da
sağlamaktadır.Birincisi Hollanda halkı bütün olarak
-kamu otoriteleri dahil-
plüralistik bir eğitim sistemini desteklemektedir. Otomatik olarak devlet yardımı
Private Education: Studies in Choice and Public Policy, New York : Oxford University Press, 1986,
almadan okul açmaya teşebbüs eden aile gruplarına saygı duyulmakta ve onların
yardım talepleri ciddi olarak ele alınmaktadır.İkincisi
Hollanda
idari sistemi
tartışmaya, uzlaşmaya ve konsensüse varmaya dayanmaktadır.Eğitim alanında
faaliyet gösteren değişik dini ve seküler grupları temsil eden ana organizasyonlar
vardır.Özel bir gruba ait olarak herhangi bir okulun kurulması ya da kapatılması söz
konusu olduğunda bu ana organizasyonlarla aktif fikir alış-verişleri yapılmakta ve
sorun uzlaşma ile çözülmeye çalışılmaktadır.Görüştüğümüz kimseler
hükümet
otoritelerinin kararlarından duymuş oldukları mutsuzluğu ifade etmelerine rağmen
kamu otoriteleri temelde seküler ve dini okulların kurulmasına destek vermektedirler.
Okul açmak için ailelerden bir talep geldiği takdirde kamu otoriteleri genelde bu
isteklere olumlu cevap vermektedirler.
Özel okullara mali destek sağlama biçimleri hem değişken hem de
komplekstir.Geleneksel olarak merkezi hükümet bütün maaşları ödemektedir.Bu özel
ya da devlet okullarındaki öğretmenlerin
aynı ölçülerde maaş aldığı anlamına
gelmektedir. Normal olarak binaları yerel idareler bulmakta ve daha sonra merkezi
hükümet binaların ücretlerini yerel idarelere ödemektedir.Her okul yıllık harcamaları
–bina bakımı, malzeme ve hizmet harcamaları gibi- için belirli bir oranda devletten
mali destek almaktadır.161 Son dönemde okullara aktarılan yeni fonlarla okullar büyük
bir mali özerkliğe kavuşturulmuştur.Bu fonlar öğrenci sayısı, bina tipi ve diğer ilgili
faktörler dikkate alınarak okullara verilmektedir. Bütün ortaokullar bu sisteme 1996
yılında dahil edilirken ilkokullar sisteme 1998 yılında dahil edilmiştir. Bu değişim
kurumsal hale getirilmiştir çünkü hükümet yetkilileri okul bütçelerinin çok açık uçlu
olduğunu düşünmekteydiler ve okul bütçelerinin daha idare edilebilir
olmasını
istemekteydiler.
Velilerin okullara gönüllü bağışta bulunmalarına izin verilmesine rağmen
okulların ek ücret talep etmelerine izin verilmemektedir.Özel okulların çoğu ve bazı
kamu okulları bu türlü bağış taleplerinde bulunmaktadırlar fakat onlar yıllık olarak
ortalama 100 guilder (ortalama altmışüç dolar) bağış almaktadır.
Kamu yardımı alan özel okulların çoğu baskın bir dini doğaya sahip
bulunmaktadır –Katolik, Protestan, Yahudi, Müslüman ve Hindu okulları.-Yahudi
okulları arasında devletten yardım alan bir okulun dini doğası ortodokstur.Katolik
118.
161
Bkz.: James, ‘Public Subsidies,’ 119-21. M.L.Kreuzen, ‘Freedom within Bonds-or the Regulated
Autonomy,’ içinde Vander Ploeg ve Sap, (Ed), Rethinking the Balance, 73-74.
okulların dini doğasını vurguladığımızda
Dominique Majoor
bir Katolik eğitim organizasyonundan
bazı Katolik okulların sadece ismen
belirttikten sonra şunu sözlerine eklemektedir: “Ancak
isimlerinin yanında
organizasyonum
Katolik olduğunu
bazı Katolik okulları
ne yaptıkları ve nasıl yaptıklarıyla da Katoliktirler. Benim
Katoliklik idealini geliştirmeye çalışmaktadır.Ancak bize bağlı
okullara baktığımızda onların gerçekten Katolik olduğunu görmekteyiz.”162
Hatta katı Reformcu inançlara sahip ve devletten mali yardım alan çok küçük
bir okulu ziyaret ettik. Bu okul Zwolle şehrinde Greijdanus Kolejidir.Kolej müdürü
Kars
Veling
okulun
mali kaynağının yüzde
yüzünü
devletten aldığını
söylemektedir ve bütün öğretmenlerin uygun niteliklere sahip olduğunu ve bütün
gerekli konuların okulda öğretildiğini vurgulamaktadır.Ancak o din eğitimi
sınıflarının olduğunu ve diğer konularla dini ugun bir şekilde ilişkilendirdiklerini
vurgulamaktadır. “Derslerin muhtevasını nasıl öğreteceğimiz
tamamen bizim
tercihimize kalmış bir şeydir.”163 Bütün öğretmenlerin aynı dini inançtan olmaları
gerekmektedir ve öğrencilerin yüzde doksanı
aynı dini inanca mensup
bulunmaktadır.Amerika Yüksek Mahkemesinin tabirini kullanacak olursak
kolej
‘hakim bir mezhebi karaktere (pervasively sectarian)’ sahip bulunmaktadır.Kısacası
kamu yardımı alan özel okulların çoğu dini bir doğaya sahipken bazı okullar spesifik
bir mezhepsel ya da dinsel karaktere sahip bulunmaktadır.
Hollandalılar sistemlerini kilise-devlet ayırımının tipik bir biçimi olarak
karakterize etmektedirler. “Kilise ve devlet ilişkilerini bütünüyle kilise ve devlet
ayırımı
karakterize etmektedir.”164
Bu kelimelerin yazarına
okullar dahil dini
organizasyonlara devletin yardım etmesinin nasıl devlet-kilise ayırımıyla uyuştuğunu
sorduk.Onun vermiş olduğu cevap şu şekildedir: “Hollanda’da resmi bir kilise yoktur
ve devlet kiliselere maddi yardımda bulunmamaktadır.Ancak
hizmetleri
destekleyen
düşünülemez.”Devlet
nötr
eğitim ve sosyal
devletin bu alanlarda dine karşı ayırımcı
organizasyonları
desteklediğine
olması
göre
dini
organizasyonların mali destek alması kilise-devlet ayırımını ihlal etmemektedir.
Hükümetin sosyal işi, hayır işi ve gençlik işini desteklemek zorunda
olmadığına dair mahkeme kararları vardır ancak devlet bu çeşit bir
Dominique Majoor – General Bureau for Dutch Catholic Education- ile yapılan röportaj, 26 Ocak
1996.
163
Kars Veling ile yapılan röportaj, 1 Ocak 1996.1991 Yılında Newsweek dergisi bu okulu dünyanın en
iyi on okulu arasında saymaktadır.Bkz.: ‘The Best Schools in the World,’ Newsweek, 2 Aralık 1991,
38-50.
164
Van Bijsterveld, ‘Church and State in the Netherlands,’ 215.
162
işe destek verdiği zaman hayır kurumları arasında din ve inanç
temelinde diskriminasyon yapamaz.Nötr bir organizasyon bu işe
başvurduğunda işi ve yardımı alabilir ancak kilise ya da dini bir kurum
bu işi yapmak için başvurduğunda
o bu işi yapmaktan
dışlanmamalıdır çünkü böyle bir şey eşit muamele olmayacaktır.165
Eşit muamele temelinde -bütün dini ve seküler okullara devletin eşit mali
destek sağlaması- dini okulların desteklenmesi kilise-devlet ayırımıyla uygun hale
getirilmektedir.
Bu uygulama dini okullara ne kadar özgürlük ve otonomi verildiği sorusunu
ortaya koymaktadır.Dini okullar istedikleri kadar dini olmakta özgürmüdürler? Dini
mesajlarını zayıflatacak baskılarla karşılaşmaktamıdırlar?Birincisi bütün okullar –
kamu ve özel, dini ve seküler- birçok sınırlama altındadır.Hollanda ileri derecede
düzenlenmiş bir toplumdur ve hükümet regülasyonları
hayatın bütün alanlarını
etkilemektedir.Eğitim bunun istisnası değildir.Diploma standartları ve öğretmenler
için çalışma standartları olduğu gibi müfredatın büyük bölümü ulusal düzeyde
belirlenmiştir.Bütün okul öğrencileri aynı sınavlardan geçmektedirler.Okullar
istediklerine istedikleri şeyi öğretme özgürlüğüne sahip değildirler.
Ancak okullar resmi anlamda istedikleri kadar dindar olma özgürlüğüne
sahiptirler.Anayasanın yirmiüçüncü maddesi bu din özgürlüğünü korumaktadır. Bu
madde “hükümet standartlarının özel okullara dini inancına ya da diğer görüşlerine
göre
madde
eğitim
verme özgürlüğü sağlaması” gerektiğini ifade etmektedir.Sonra bu
özel okulların kullandıkları öğretim metodlarına ve istedikleri öğretmeni
çalıştırma özgürlüğüne saygı gösterilmesi gerektiğini ifade etmektedir.Bu kontekste
ders kitapları, haritalar, filmler ve diğer eğitim materyalleri öğretim malzemesi olarak
kabul edilmektedir.Önemli bir Katolik okul organizasyonunun müdürü
şöyle
yazmaktadır: “Eğitim kurumları bütün düzeylerde istedikleri eğitimi verme
konusunda özgürdürler.Kendi ders kitaplarını ve öğretmenlerini seçme özgürlüğüne
sahiptirler.
Hatta
öğretmenlerini
din
ve
yaşam
tarzı
kriterine
göre
seçebilmektedirler.”166 Greijdanus Koleji müdürü Veling sınıflarında istedikleri şeyi
öğretme konusunda özgür olduklarını söylemektedir.
Ancak bu hikayenin tamamı değildir.Okulların dini karakteri üzerinde üç baskı
kaynağı vardır.Birincisi dini okullarla ilişkili birçok kimse ulusal müfredat ve ulusal
165
166
Van Bijsterveld’le yapılan röportaj, 9 Şubat 1996.
Janssen, ‘The Position of Umbrella Organizations,’ 68.
sınıfların yarattığı baskı duygusundan yakınmaktadır. Müfredat derslere ne kadar
zaman ayrılması gerektiğini bile belirlemektedir ve ulusal sınavlar her okulun
öğrencilerini
ona
iyi
hazırlamaları
anlamına
gelmektedir.Ulusal
müfredat
genişletildiği zaman ya da ek derslerin müfredata dahil edildiği durumlarda okullara
kendi özgün perspektiflerini öğretecek
hükümet
çok az ders saati
kalmaktadır. Ulusal
daha çok şart koşma ve daha çok amacı gerçekleştirme eğilimi
içerisindedir.Son olarak evrim teorisinin geçerliliğini varsayan
soruların ulusal
sınavlara dahil edilip edilmemesiyle ilgili sıcak bir tartışma meydana geldi. Birçok
tartışmadan sonra Kraliyet Bilimler Akademisi okullara evrim teorisini öğretip
öğretmeme konusunda seçim özgürlüğü tanınmasına karşı çıktı. Bilimler Akademisi
dini okullarla mutabakat sağlanması gerektiğini vurgulayarak sınavlara evrimle ilgili
soruların
dahil
regülasyonlarının
edilmemesi
gerektiğini
savundu.Ancak
bu
tartışma
devlet
dini okulların din özgürlüğüne koymuş olduğu baskının bir
örneğini oluşturmaktadır.
Dini okulların devlet baskısını hissedecekleri ikinci şey işe alma
uygulamalarıyla ilgilidir.Bir boş pozisyon olduğu zaman okullar istedikleri nitelikli
elemanı işe alma konusunda özgürdürler ancak halihazırda çalışmayan bir öğretmeni
–onun okulun dini inancını benimseyip benimsemediğine bakılmaksızın- işe almanın
birtakım finansal avantajları vardır. Bir Protestan okulunun müdürü şöyle
yazmaktadır: “Diğer okullardaki işlerini kaybetmiş öğretmenlere güçlü bir neden
olmadıkça öncelik vermek zorunda kalmaktayız.”167 Bu baskılara direnilebilir fakat
bu baskılar mevcut bulunmaktadır.
Üçüncü baskı okulların kayıtlarında düşme olması ve
okulları
ekonomik
maliyetleri
düşünerek
hükümetin
küçük
özendirmemesinden
kaynaklanmaktadır.Okulların kayıtlarında düşme meydana geldiği durumlarda devlet
bu okullara başka okullarla –aynı dini oryantasona sahip olmasalar bile- birleşmeleri
için baskı uygulamaktadır.
Kısacası Hollanda yüksek düzeyde regüle olmuş bir toplumdur ve okullar da
bu yüksek regülasyon sisteminin içinde yer almaktadır.Okullar dini
karakterleri
üzerinde ciddi baskılarla karşılaşmaktadırlar. Dini okullar bu baskılara direnmek
istiyorlarsa
kendi dini karakterleri konusunda özgün bir anlayışa sahip olmaları
gerekmektedir.Böyle bir anlayış olmadığı takdirde onlar baskılara başarılı bir şekilde
167
Krauzen, ‘Freedom within Bounds- Or the Regulated Autonomy,’ 73.
direnemeyeceklerdir ve onlara anayasada söz verilen resmi özgürlük
pratikte
gerçekleşmeyecektir.
Bu bizi kamu okullarında dinin rolünün ne olması gerektiği sorusuyla başbaşa
bırakmaktadır.Yirmiüçüncü madde şöyle demektedir: “Kamu otoritelerinin sağladığı
eğitim herkesin din ve inancına saygılı olmalıdır.” Bu “dine pozitif olarak yaklaşmayı
gerekli kılan tarafsızlık fıkrası olarak yorumlanmıştır.Bu madde kamu okullarında
din eğitiminin isteğe bağlı olmasını şart koşmaktadır. Ayrıca din dışı inançların –
hümanizm gibi- öğretiminin
desteklenmesine
sağlanmasına ve onlarında dini eğitim gibi
yönelik bir dizi mahkeme kararı vardır.”168 Bu şartların nasıl
gerçekleştirileceği bir yerden diğerine göre değişiklik göstermektedir.Dinler ve
onların toplumsal rolleri ile ilgili bir çeşit objektif öğrenme biçimiyle bu şartlar
yerine getirilmeye çalışılmaktadır.Normal okul saatlerinin dışındaki boş zamanlarda
değişik din temsilcilerinin
din dersi verdiği serbest zaman programları
uygulanmaktadır.Dua ve diğer ibadet aktiviteleri nadir olarak kamu okullarında yerine
getirilmektedir ancak bu uygulamalar mahkeme ya da parlemento kararıyla asla yasa
dışı hale getirilmemişlerdir.Kamu okullarında konsensüsel dini inançları teşvik
etmeye ya da geliştirmeye yönelik hiçbir teşebbüs yapılmamıştır.Böyle bir çaba
Hollanda’nın benimsediği dini plüralizm ilkesine aykırı olacaktır.
Ancak üniversite düzeyinde çok az eğitim tercihi vardır.Bir Reform
üniversitesi ve iki Katolik üniversitesi bulunmaktadır.Üniversite öğrencilerinin yüzde
sekseni kamu üniversitelerine giderken, yüzde yedisi Reform üniversitesine ve yüzde
onikisi Katolik üniversitelere gitmektedir.169
bölümüdür.Protestan
ve
Katolik
Ancak bu hikayenin sadece bir
üniversitelerinin
kamu
üniversitelerinden
ayırdedilmesi imkansızlık derecesinde zordur.Üniversitelere aşırı bir talep olduğunda
öğrenciler bir çeşit kura sistemiyle değişik üniversitelere gönderilmektedirler.Dini
üniversiteler dahil bütün üniversiteler
merkezi hükümetten mali yardım
almaktadır.Teolojik okullar da hükümetten yardım almakta ve bu okullar arasında
özgün dini farklar hala devam etmektedir. 1962 Yılından itibaren Hümanist
Danışmanlar Eğitimi de devlet yardımı programının içine dahil edilmiştir.
Hollanda’nın eğitim yaklaşımının özünü eğitsel tercih oluşturmaktadır.Dini
okullar devlet tarafından desteklenmektedir ve bu kilise-devlet ayırımı ve dini
tarafsızlık ilkelerinin ihlali olarak algılanmamaktadır.Bilakis bu devletin dini ve
168
Van Bijsterveld, ‘State and Church in the Netherlands,’ 219.
seküler inanç ve perspektifler karşısında gerçek anlamda tarafsız olmasının şartı
olarak görülmektedir.Bunun aksine bir uygulama bir tarafın tutulmasını dışlanan diğer
tarafların ise özgür uygulama haklarının ihlal edilmesi sonucunu doğuracaktır.
Kilise, Devlet ve Hayır Kurumları
Özel dini okulların devlet tarafından desteklenmesi mücadelesi
hayır kurumlarının toplumda oynadığı role ve onların devlet tarafından
özel dini
finanse
edilmesi konusuna yönelik Hollanda’nın yaklaşımı üzerinde şekillendirici bir etkide
bulunmuştur.Eğitim alanında uygulanan model
hayır kurumları alanında da
uygulanmaktadır çünkü bu alanda hayır kurumları devlet desteğiyle değişik kamusal
hizmetleri yerine getirmektedirler.Bu model sağlık, sosyal hizmet, yayın ve diğer
toplumsal hizmetler alanında takip edilmektedir.Özel kurumlar –bunların çoğu dini
niteliklidir-
sosyal hizmetlerin çoğunu sağlamakta ve devlet yardımının büyük
bölümünü bunlar almaktadırlar.Herman Aquina şöyle yazmaktadır: “GNP’lerin
yüzde yetmişi bir şekilde hükümet tarafından dağıtılmış bulunmaktadır; GNP’lerin
sadece yüzde onu direkt olarak hükümet tarafından kontrol edilmektedir. Kurumların
yüzde altmışı hükümet dışı organizasyon (para-government
organisation-PGO-)
olarak değerlendirilmektedir.” 170
Uyuşturucu tedavisi alanında da benzer bir durum sözkonusudur: “Yetmiş
kurumda çalışan yaklaşık üçbin kişi Hollanda’ya dağılmış ikiyüz yerde uyuşturucu
tedavisi konusunda çalışmaktadır. Yıllık olarak bu kurumların seksenbin müşterisi
olmaktadır.Çok az sayıdaki belediyenin sunmuş olduğu uyuşturucu bağımlılığını
tedavi programlarını bir tarafa koyacak olursak bu hizmet alanının tamamen özel bir
karaktere sahip olduğunu söyleyebiliriz.”171 Radyo ve televizyon yayıncılığı da
geleneksel olarak
hayır kurumlarının elinde bulunmaktadır. Hayır kurumları
kendilerine bağlı radyo-televizyon
istasyonlarında
perspektifleri halka sunmaktadırlar.
BBC gibi
değişik dini ve felsefik
bir devlet yayıncılık kurumu
Hollanda’da mevcut değildir. “Ful programlar (hafif ve ciddi programlar artı
magazinsel programlardan oluşan bir karışık yayın çizgisi) yapabilen, kültürel ve dini
grupları temsil eden ve yeterli sayıda aboneye sahip her hayır kurumu yasal olarak
Janssen, ‘The Position of Umbrella Organizations,’64.
H.Aquina, ‘PGOs in the Netherlands,’ içinde C.Hood ve G.F.Schuppert, (Ed.), Delivering Public
Services in Western Europe, Londra : Sage, 1988, 94.
171
M.J.Hoekstra, ‘The Division of Roles between Government and Non-Governmental Organizations
in Making Youth Drug Polic,’ Van der Ploeg ve Sap, (Ed.), Rethinking the Balance, 98.
169
170
radyo-televizyon yayıncılığı yapabilir.”172 Devlet yardımı almak için yaklaşık olarak
dörtyüzbin aboneye sahip olmak lazımdır.
Devletin özel hayır kurumlarına yardım etmesini güvence altına alan bir
madde -Yirmiüçüncü madde gibi- anayasada mevcut değildir ve yapılan devlet
yardımlarının oranı ve biçimi kurumdan kuruma göre değişmektedir.Fiziksel ve
zihinsel engelli insanlara hizmet veren bir hayır kurumunun başı
bütçelerinin
birbuçuk milyon insana hizmet vermeye göre ayarlandığını söylemektedir. Ancak
hükümet
altmışbin kişiye
vermiş oldukları hizmet oranında onlara yardımda
bulunmaktadır. 173 Fakat bu hayır kurumunun barınma ile ilgili branşı tamamen devlet
tarafından finanse edilmektedir.Yaşlılara hizmet veren Müslüman bir hayır
kurumunun yetkilisi devletten hiçbir yardım almadıklarını fakat bazı belli projeler
için devletin kendilerine yardımda bulunduğunu
ifade etmektedir.Uyuşturucu
rehabilitasyonu alanında faaliyet gösteren bir hayır kurumunun temsilcisi devlet
yardımı almak için dokuz yıl uğraştıklarını ve bütün faaliyetlerinin şimdi devlet
tarafından finanse edildiğini söylemektedir.Bu farklı tecrübeler karşısında iki gerçeğin
unutulmaması lazımdır. Birincisi özel organizasyonların yapmış olduğu hayır
hizmetlerinin büyük bölümü devlet tarafından desteklenmektedir –Aquina’dan daha
önce yapmış olduğumuz alıntıdaki oranların gösterdiği gibi.- İkincisi hayır kurumları
devletin yapmış olduğu genel kamu desteğinden istifade etmeseler bile
projelerinin devlet tarafından finanse edilmesi için başvurabilmektedirler
kurumlar
uygun
nitelikteki
müşterileri
için
sosyal
güvenlik
özel
ve bu
yardımı
alabilmektedirler.Özel hayır kurumlarına çok yaygın bir şekilde kamusal mali destek
verilmektedir.
Çoğu hayır kurumu başlangıçta dini çizgilerde teşkilatlanmıştı.174 Okul ve
diğer gönüllü kurumlar alanında varolan pilarizasyon sistemi hayır kurumları için de
geçerliydi.
Ondokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren ve yirminci yüzyılın
ortalarına kadar değişik dini motifler ve politik ideolojiler bir çok
farklı nitelikte organizasyonun ortaya çıkmasına sahne oldu –
Katolik, Protestan (Kalvinistik), sosyalist ve hümanist nitelikte olan
organizasyonlar gibi.- Toplumun bütününü bu dini ve ideolojik
Aquina, ‘PGOs in the Netherlands,’ 99.
Martin J. De Jong –The Child of the King- ile yapılan röportaj, 30 Ocak 1996.
174
R.M.Kramer, ‘Governmental-Voluntary Agency Relationships in the Netherlands,’ Netherlands’
Journal of Sociology, 25, 1979, 155.
172
173
organizasyonlar yapılandırdı.Pilarizasyon sistemi politik alanda
olduğu gibi hayır hizmetleri alanında da geçerliydi.175
Özel hayır sektörü pilarizasyon sisteminin zayıflamasından ve sekülerizasyon
trendinin güçlenmesinden büyük ölçüde etkilenmiştir.Bu gelişmelere rağmen din
temelli hayır kurumlarının çoğu varlığını sürdürmeyi başarmıştır ve seküler hayır
kurumları gibi devletten yardım almaya devam etmektedirler.Hayır kurumlarının çoğu
isimlerinin
ötesinde
gerçek
anlamda
dini
bir
karaktere
sahip
bulunmaktadırlar.Örneğin dört tane uluslararası yardım kurumu vardır –bir Katolik,
bir Protestan ve iki seküler.- Hollanda
bulunmaktadır.Yapılan
kamusal
her dört kuruma da kamusal yardımda
yardımın
yüzde
altmışını
iki
dini
kurum
almaktadır.176 Bir Katolik organizasyonu olan Cebemo’nun özel programlarından
sorumlu olan
yetkili kişi bize şunu söylemiştir: “Köklerimiz misyoner harekete
dayanmaktadır ve
bunu inkar etme ihtiyacını duymamaktayız.Biz Hırıstıyan
olduğumuzu ve Katolik bir felsefeye sahip olduğumuzu söylüyoruz.Dünyada herkes
için adalet fikrinden biz şunu anlıyoruz: Toplumda bizim sahip olduğumuz adalet
düzeyinden yoksun olan
Güneyin halkına biz elimizden gelen desteği vermek
istiyoruz.”177 Cebemo hem Katolikleri hem Katolik olmayanları sunmuş olduğu
hizmetlerde çalıştırmaktadır ancak on anahtar pozisyonun Katolik kimselerin elinde
bulunmasını şart koşmaktadır.
Bir Yahudi hahamı yaşlılara hizmet veren üç Yahudi huzurevinin, bir Yahudi
sosyal refah organizasyonunun, birYahudi çocuk refahı organizasyonunun ve diğer
birçok Yahudi organizasyonun olduğunu bize bildirdi.Yahudi organizasyonların
Hırıstıyan hayır kurumları gibi kamu yardımı alıp almadığını ya da onlara bu konuda
bir diskriminasyon yapılıp yapılmadığını sorduğumuzda o çok tereddütsüz bir şekilde
devlet yardımı aldıklarını ve kendilerine hiçbir diskriminasyonun yapılmadığını ifade
etti.178Protestan yayın kuruluşu olan NCRV’nin genel merkez lobisinin duvarında
Zebur’dan şu ifade
yer almaktadır: “Tanrım!Senin ismin bütün yeryüzünde ne
büyüktür. (Psalm 8)”Bu yayın organizasyonunun araştırma bölümü sorumlusu
T.J. van der Ploeg, ‘Changing Relationships between Private Organizations and Government in the
Netherlands,’ içinde KD.McCarthy, V.A.Hodgkinson ve R.D.Sumariwalla, (Ed.), The Nonprofit Sector
in the Global Community, San Francisco : Jossey-Bass, 1992, 194.
176
Ellen van Moorsel –Cebemo- ile yapılan röportaj, 31 Ocak 1996. Bkz.: B. Van Leeuwen, ‘The
Netherlands’ Co-Financing Programme,’ içinde Van der Ploeg ve Sap, (Ed.), Rethinking the Balance,
115-19.
177
Ellen van Moorsel ile yapılan röportaj, 31 Ocak 1996.
178
Haham R. Evers ile yapılan röportaj, 29 Şubat 1996.
175
yayınlarının
Kutsal Kitaba dayandığını ve açık bir Hırıstıyan karaktere sahip
olduğunu ifade etti.179 Bu yayın kurumunun gelirlerinin üçte ikisi radyo-televizyon
vergisinden sağlanmaktadır.
Dordrecht’te De Hoop
(Umut –the Hope) isimli bir uyuşturucu
tedavi
programı vardır. Resmi olarak bu program bir psikyatri hastanesi olarak kamusal
yardım niteliğine sahip kabul edilmektedir.Umut programı belirli bazı projeleri için
başvurduğunda
devletten
kamu
yardımı
alabilmektedir.Evanjelik
Protestanık
anlamında bu program bir Hırıstıyan programıdır. Personelle beş on dakika
görüştükten sonra bu programın özgün karakterinin Hırıstıyanlık olduğunu hemen
anladık.Bu programda çalışan herkesin Hırıstıyan olması gerekmektedir. Ayrıca bu
kuruma ait yerlerde yemeklerden önce dua edilmekte, her akşam ibadet ve dua
yapılmakta ve haftada iki defa Kutsal Kitap çalışması yapılmaktadır.Bütün bu dini
aktivitelere katılım isteğe bağlıdır ancak müşteriler bu dini hizmetlere katılmaya
davet edilmektedirler.Daha önce belirttiğimiz gibi katı bir şekilde Reformcu olan bir
organizasyon altmışbin müşterisi için devletten yardım almakta ve kurumun barınma
branşının bütün masrafları devlet tarafından karşılanmaktadır.Açık bir dini karaktere
sahip olan Tanrının Çocuğu (Dit Koningskind -The Child of the King) –bu kurumun
isminden bile onun dini karaktere sahip olduğunu anlayabiliriz- isimli hayır
kurumunun amacı sadece kendi mezhep mensuplarına hizmet vermektir.
Kısacası Hollanda özel hayır kurumlarının
sosyal hizmetleri yaygın bir
şekilde yerine getirmelerine büyük olanak sağlamaktadır ve özel hayır kurumlarının
büyük bölümü dini bir oryantasyona –az ya da çok- sahip bulunmaktadır.
Birçok Amerikalı bu uygulamaları din özgürlüğünün inkarı olarak
görmektedir.Çünkü inançsızlardan toplanan vergilerin paraları Yahudi huzurevine
gitmektedir, Yahudilerden toplanan paralar Hırıstıyan uyuşturucu rehabilitasyon
programlarına
gitmektedir,
Katoliklerden
toplanan
paralar
Protestan
yayın
kurumlarına gitmektedir.Ancak Hollandalılar bu tür dini organizasyonların finanse
edilmesinin din özgürlüğünün inkarı olmadığında ısrar etmektedirler.Yapmış
olduğumuz görüşmelerde bu konu tekrar tekrar gündeme geldi. De Hoop uyuşturucu
tedavi merkezi direktörü Frans Koopmans devletin özel hayır kurumlarına yardım
etmesi şeklindeki Hollanda yaklaşımını iyi ifade eden bir şey söyledi: “Her hastanenin
ve her yardım kurumunun kendi ilkeleri ve öncelikleri vardır. Hayır kurumlarının
179
Daan Buddingh –NCRV- ile yapılan röportaj, 7 Şubat 1996.
hepsi Hırıstıyan olmasa bile herkes bir felsefeye göre çalışmaktadır.Biz Hırıstıyan
felsefesine göre çalışmaktayız çünkü biz Hırıstıyanlığın gerçek olduğuna bütün
kalbimizle inanmış bulunmaktayız.”180Bu yaklaşım dini ve din dışı organizasyonlara
eşit ve tarafsız olarak yardım edilmesinii gerekli kılmaktadır.Hoopmans gene şunu
söylemiştir: “Hollanda’da Hırıstıyanlar vardır. Biz nüfusumuzun bu spesifik
bölümüne yardım etmekteyiz. Bir yerde hümanist insanlar varsa o yerde hümanist bir
hastane de olmalıdır.Böyle bir durumda antroposofik psikyatri hastanesine bile sahip
olmamız gerekmektedir.”181 Bu zihniyet biçiminin temelleri Hollanda’nın kendi
plüralizm anlayışında kök salmış durumdadır.
Ödedikleri vergilerin açık bir şekilde Hırıstıyan organizasyonlara gitmesine
inançsızların, Müslümanların ve Yahudilerin negatif tepki göstermesi konusunda
Tanrı’nın Çocuğu isimli organizasyondan Martin de Jong şöyle demektedir:
Biz şimdiye kadar asla böyle bir şeyi tartışmadık çünkü onlar
da benimsemiş oldukları yaşam yorumları çerçevesinde
yaptıkları benzer faaliyetler için para almaktadır.Bu tür
aktiviteler için para almak herkesin hakkıdır.Onların bu tarz
aktiviteleri için para almaya hakları vardır; bizim de bu tür
aktivitelerimiz için para almaya hakkımız vardır. Ben bunun
sadece benim hakkım olduğunu söylemiyorum. Ben bunun
ortak bir hak olduğunu söylüyorum. Bu sadece Hırıstıyanlara
ya da Yahudilere özgü bir hak değildir;bu ortak bir haktır.182
VKMO’dan (Katolik sosyal hizmet kurumlarının ana organizasyonu) Maria
Martens kendi kurumlarının devletten yardım almasını şu ifadelerle savunmaktadır:
“Eğer hükümet yaşlılara hizmet veren
huzurevlerine yardım ediyorsa neden
Katoliklere yardım etmesin?Bütün vergilerimizi ödediğimize göre neden yapmış
olduğumuz bu faaliyetler için devletten yardım görmeyelim?”183
Koopmans, De Jong ve Marten açık bir şekilde plüralist toplum kavramı
çerçevesinde devletin değişik dini ve seküler görüşler arasında tarafsız olmasını ve
hepsini aynı oranda desteklemesini savunmaktadırlar.Van Bijsterveld’in bahsetmiş
olduğu şey de aynı konsepttir: “Hükümet herhangi bir sosyal işi, hayır faaliyetini ya
da gençlik aktivitesini desteklemek zorunda değildir.Ancak bu tip herhangi bir işi
desteklediğinde din ve inancı esas alarak diskriminasyon yapmamalıdır.Eğer kilise ya
da dini kurum bu işi yapmak istiyorsa onlar bunu yapmaktan dışlanmamalıdır çünkü
Frans Koopmans –The Hope- ile yapılan röportaj, 5 Şubat 1996.
Frans Koopmans ile yapılan röportaj, 5 Şubat 1996.
182
M.J. de Jong ile yapılan röportaj, 30 Aralık 1996.
180
181
böyle bir şeyin yapılması
eşit muamele olmayacaktır.”184Devlet dini ve seküler
kurumlara eşit bir şekilde yardım ettiği sürece özel hayır kurumlarına devletin mali
destek sağlaması Hollanda’da kilise-devlet ayırımı ilkesinin ya da devletin dini
tarafsızlığı prensibinin ihlali olarak görülmemektedir. Bunun aksi bir uygulama dine
karşı diskriminasyon olarak algılanmaktadır. Bu yaklaşım seküler organizasyonları
nötr,
dini
organizasyonları
ideolojik
gören
Amerikan
anlayışını
reddetmektedir.Hollanda’da hem seküler hem dini kurumlar özgün ideolojik çizgilere
göre hareket eden kurumlar olarak görülmektedirler.
Bu bizi dini hayır kurumlarının -kamu yardımı alan- ne kadar özgürlüğe sahip
oldukları sorusuna götürmektedir.Kamusal yardımın devletin özel hayır kurumları
üzerindeki kontrolünü arttırdığı şeklinde güçlü iddialar vardır.Amsterdan Free
Üniversitesi Hukuk Fakültesi aile hukuku profesörü Jaap Doek şöyle yazmaktadır:
Hükümet çocukların korunması konusunda özel kurumlar
üzerindeki etkinliğini arttırmaktadır.Bu kurumlar çocuk
bakımı ve himayesi konusunda hükümetin kullandığı
araçlardır.Bu kurumlar hükümetin ortaya koyduğu şartlara
sahip olduklarında devlet bunları tanımaktadır ve ancak
onlar çocuk koruması ile ilgili hizmetler alanında faaliyet
gösterebilmektedirler.185
Birçok kişi bu fikri başka alanlarda dile getirmektedir.186 Kamu yardımı alan
özel hayır kurumları üzerindeki devlet kontrolünün derecesi çok büyüktür. 1980
Yılında
hükümet daha ekonomik olmak amacıyla
küçük hayır kurumlarının
birleşmesi hususunda ve diğer bazı konularda bir takım değişiklikler yaptı.Yapılan
değişiklikleriin kurumların otonomisi açısından ciddi implikasyonları vardır. Hayır
kurumları okullar gibi anayasal koruma altında değildirler –anayasanın yirmiüçüncü
maddesi okulları koruma altına almaktadır.
Ancak hükümetin özel hayır kurumları üzerindeki kontrolünün onların dini
aktiviteleri ve kimliklerini kapsamadığına dair önemli göstergeler bulunmaktadır.De
Hoop’un evanjelik uyuşturucu rehabilitasyon programının başında olan Koopmans
Maria Martens –VKMO- ile yapılan röportaj, 5 Şubat 1996.
S.C. van Bijsterveld ile yapılan röportaj, 9 Şubat 1996.
185
J.E.Doek, ‘Relations in Child Protection: An Overview,’ içinde Van der Ploeg ve Sap, (Ed.),
Rethinking the Balance, 86.
186
Hayır kurumları üzerinde hükümet kontrolünün olması olayı son dönemde ortaya çıkmış bir
şeydir.Ralph Kramer’e göre bu uygulama 1981 yılından itibaren başlamıştır: “Parayı veren düdüğü
çalar şeklinde bir inanç olmasına rağmen CRM’nin (Ministry of Culture, Recreation and Social
Welfare) gönüllü kurumlar üzerinde çok az kontrolü vardır.” R.M.Kramer, Voluntary Agencies in the
Welfare State, Berkeley : University of California Press, 1981, 32.
183
184
şöyle demektedir: “Bizim uygulamak zorunda olduğumuz regülasyonları bütün
psikyatri hastaneleri uygulamak zorundadır.Bu düzenlemeler Hırıstıyanlık karşıtı
regülasyonlar
değildirler.Hollanda
bilinmektedir.Başkalarına
zarar
her
zaman
vermediğin
töleranslı
sürece
bir
ülke
istediğine
olarak
inanmakta
serbestsin.”187
Bazı kimseler devlet kontrolüne karşı koymanın en etkili yolunun kurumların
spesifik inanç doğalarını güçlendirmek olduğunu bize söylediler.Van Bijsterveld
şöyle demektedir: “Özgün bir Hırıstıyan kimliğine sahip kurumların
diğer
organizasyonlarla birleşme baskısına dayanmaları daha kolaydır. Genel bir Hırıstıyan
kimliğine sahip olan kurumlar ise
bu baskılara çok güçlü bir şekilde karşı
koyamamaktadırlar. Çünkü bu kurumlar başka kurumlarla birleşmeleri halinde
spesifik kimliklerini –richting- kaybedeceklerini
belgeleyememektedirler.”188
Protestan yayın şirketi NCRV’nin araştırma bölümünün başında olan Daan Buddingh
kuruluşlarının istedikleri kadar dini program yapma özgürlüğüne sahip olup olmadığı
sorusuna şu cevabı vermiştir: “Bu soruya vereceğim cevap evetten öte bir
evettir.Hükümetin açısından bu sorunun cevabı evettir.Seyirciler açısında bu sorunun
cevabı sınırlı bir evet şeklinde olacaktır –televizyon programlarının çoğu eğlence
programıdır.Bu bizim sınırımızdır.Hükümet bizden maksimum düzeyde dini
görünmemizi beklemektedir. Bizim dini kimliğimizin ekranda tanınmasını hükümet
istemektedir.”189
Hollanda’nın hayır kurumlarıyla ilgili uygulamaları okullar konusundaki
uygulamalarıyla benzerlik göstermektedir.Her iki alanda da Hollanda hükümeti dini
ve seküler kurumlara büyük mali destekler sağlamaktadır.Bu kamu politikası
dayanağını plüralist toplum kavramından almaktadır.Plüralist toplum görüşüne
toplumda birbirinden çok farklı seküler ve dini görüşler bulunmaktadır.Bu görüşlerin
hepsi meşru olarak görülmekte ve topluma pozitif katkılarda bulunacak güçler olarak
devlet onlara eşit
yardım –kendisine uygun düşen pay oranında- sağlamaktadır.
Hükümetin yapmış olduğu regülasyonlar kamu yardımı alan kurumları ciddi bir
şekilde etkilemektedir –son regülasyonların yapmış olduğu etkiler gibi.Ancak devlet
özel hayır kurumlarının dini kimliklerine ve aktivitelerine karışmamakta onların dini
doğasına saygı göstermektedir.
Frans Koopmans ile yapılan röportaj, 5 Şubat 1996.
S.C. van Bijsterveld ile yapılan röportaj, 9 Şubat 1996.
189
Daan Buddingh ile yapılan röportaj, 7 Şubat 1996.
187
188
Gözlemler ve Sonuçlar
Hollanda kilise-devlet ilişkileri konusunda plüralist modelin açık bir örneğini
meydana getirmektedir.Amerikalılar dine olan herhangi bir yardımı katı kilise-devlet
ayırımı politikasıyla engelleyerek devletin dini tarafsızlığını korumaya çalışırken
Hollanda bunu farklı bir
yol izleyerek gerçekleştirmeye çalışmaktadır.Hollanda
devletin dini tarafsızlığını bütün dini ve seküler grup ve okulları destekleyen bir
plüralizm anlayışı ile gerçekleştirmektedir.Bu ilkeli plüralizm sistemidir.Hollanda’nın
plüralist modeli bilinçli olarak sahip olunan ilkelere dayanmaktadır.
Kilise-devlet ilişkilerinde Hollanda’nın uyguladığı ilkeli plüralizm sistemi iki
temel fikirde kendisini göstermektedir.Birinci fikir şudur: Toplumun farklı din ve
inançlardan oluşması toplumun refah ve birliğine tehdit teşkil etmeyip bilakis
toplumun
çoğulcu
yapısı
sınırlanmamakta ya da
normal
görülmektedir.Bu
hareketler
özel
alanla
inançlar ve değerler konsensüsel nitelikte olduğu sürece
kamusal alana sokulma gibi bir anlayış takip edilmemektedir.İkinci fikir şudur: Din
dışı fikir ve hareketler nötr olarak görülmemektedir -Aydınlanmacı liberal toplum
görüşünün düşündüğünün aksine- bilakis onlar da belirli bir yönü gösteren –richtingdeğerler ve inançlar olarak ele alınmaktadır. Din dışı fikir ve inançlar dini inançlar
kadar eşit olarak meşru –daha fazla meşru değil- kabul edilmektedir.
Uygulanan kamu politikaları dini ve seküler inanç yapılarını desteklemekte ve
kapsamaktadır.Amsterdam Free Üniversitesinde ekonomi profesörü olan Bob
Goudzwaard’ın şu yorumları Hollanda’nın kilise-devlet konularındaki yaklaşımını
anlamamıza yardım eder niteliktedir: “Hollanda zihin yapısında dine karşı
diskriminasyonun olmaması şu anlama gelmektedir: Hırıstıyan yaklaşımına sahip
olmanın iyi bir şey olduğunu düşünen bir organizasyona yapılan yardımları kesmek
için bir neden bulunmamaktadır. Böyle bir şeyin yapılması diskriminasyon
olacaktır.Bu
yaklaşım
hala
Hollanda
zihin
yapısını
oluşturmaya
devam
etmektedir.”190Bu temel nokta çalışmamız boyunca değişik biçimlerde ortaya
çıktı.Amerika’da dinin lehine
ve dini resmileştiren olarak algılanan bir şey
Hollanda’da dine karşı diskriminasyon olarak algılanmaktadır.Bu temelden hareket
eden hükümet özel dini okullara, üniversitelere, teoloji okullarına, sosyal hizmet ve
sağlık kurumlarına büyük mali yardımlarda bulunmaktadır. Bunun aksi bir uygulama
dini grupları seküler gruplar karşısında eşit olmayan bir muameleyle karşılaşma
190
Bob Guidzwaard –Free Üniversity- yapılan röportaj, 7 Şubat 1996.
durumunda bırakacaktır.Van Bijsterveld şöyle demektedir: “Din özgürlüğü sadece
devletin müdahele etmemekle yetindiği bir negatif özgürlük değildir. Aynı zamanda
devlet dinin özgürce yaşanabileceği dini bir atmosfer yaratacak yasal bir yapı
oluşturmak zorundadır.”191 Dinin tam olarak özgür olması için hükümetin seküler
inançlarla beraber onun serbestçe yaşanmasını mümkün kılan pozitif adımları atması
gerekmektedir.
Bu plüralizm konseptini takip eden Hollanda dini konularda devletin tarafsız
olması şeklindeki
liberal ideali realize etmiş gözükmektedir.Ancak burada bir
paradoks vardır.Spesifik dini inançların özel alana itilmesi ve genel nitelikteki
inançların desteklenmesi şeklindeki liberal toplum vizyonunun aksine Hollanda
herkese özgürlük veren plüralistik bir yaklaşımı
uyarlayarak liberal tarafsızlık
idealini gerçekleştirmiştir.Hollanda spesifik dini inançların hepsine izin vermekte ve
destek sağlamaktadır.Liberalizm geleneksel olarak bunun ayırımcılığa ve bir grubun
diğer
bir
gruba
karşı
farzetmektedir.Konsensüsel
baskı
moral-dini
altına
alınmasına
inançların
çoğunluk
yol
açabileceğini
tarafından
kabul
edilmesine rağmen onların bütün toplum tarafından kabul edilmediğini ve kamu
kurumlarından ve uygulanan programlardan bütün dini elementlerin atılmasının
tarafsızlık olmadığını bilakis bunun belirli bazı felsefik ya da moral perspektifleri
yansıttığını kabul ettiğimizde Hollanda’nın şu fikrinin aksine düşünmek çok zor hale
gelmektedir: Gerçek idari tarafsızlık bütün dini ve din dışı inançlara sahip kişi ve
kurumlara eşit muamelede bulunmak, diğerlerinin aleyhine hiçbirinin lehinde ya da
aleyhinde olmamaktan geçmemektedir.
Hollanda’nın ilkeli plüralizmi bu kadar başarı ile nasıl uyguladığını anlamamız
için Katolik-Protestan dayanışmasının oynadığı rolü unutmamamız lazımdır.1870
Yılında Katolikler ve Reformcu Protestanlar arasında meydana gelen bu korkunç
ittifak (monster alliance) hakim liberal güçlere üstün geldi ve o dönemdeki politik
gelişmelere hakim oldu. Amerika’da ise Protestanlar Katolik kilisesine karşı
liberallerle ittifak yaptılar.Ancak Hollanda’da Protestan-Katolik ittifakı kendi
amaçları için bir rasyonalizasyon geliştirme yerine dini plüralizm ilkelerini
geliştirdiler. Realitede bu ittifakın bağlandığı şey
bir ideolojiydi.Başlangıçta
Yahudiler, sosyalistler ve seküler hümanistler bu plüralist sisteme dahildiler.
191
S.C. van Bijsterveld ile yapılan röportaj, 9 Şubat 1996.
Günümüzde Müslüman ve Hindular sisteme dahil edilmiştir.Bu ittifak plüralizme
gerçek anlamda bir bağlılıktan meydana gelmektedir.
Son olarak bu sistemin Hollanda’da başarılı olmasının bir nedeni Hollanda’ya
özgü koşullar olduğunu not etmemiz lazımdır.Ülkenin küçük ve kompakt yapısı
mükemmel bir ulaşım sisteminin ve harika bisiklet yollarının oluşumunda bile etkili
olmaktadır.Bu uzak yerlerden çocukların güvenli bir şekilde okula gidip gelmeleri
anlamına gelmektedir ve bu ulaşım kolaylığı dini ve felsefik değerlere bağlı
çocukların çözülmesine olanak sağlamaktadır.Toplu ulaşım sistemi vatandaşların
istedikleri özel sosyal ya da sağlık kurumundan hizmet almalarını mümkün
kılmaktadır.Ortak tarih ve dilin meydana getirdiği (Frisian diye bir dil konuşan azınlık
bir grup hariç) dayanışma ve ulusal birlik duygusunun da bu sistemin iyi işlemesinde
bir payı olabilir.Uzun bir beraber yaşama geleneğine sahip olmayan ülkeler Hollanda
gibi dayanışma ve birlik duygularını kolaylıkla koruyamamaktadırlar.Ancak Hollanda
önümüzde dini konularda idari tarafsızlığın, dini ve seküler okul ve kurumlara eşit
muamelenin
ve ulusal birliğin gerçek bir örneği olarak durmaktadır.Hollanda
tecrübesinden öğrenecek çok şey vardır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
AVUSTRALYA: PRAGMATİK PLÜRALİZM
Avustralya’nın kilise-devlet ilişkilerindeki en önemli ilkeleri pragmatizm ve
töleranstır.Avustralya tarihinin her döneminde kilise-devlet ilişikilerinde meydana
gelen sorunlara devletin ürettiği çözümler
pragmatik
düşünceler ışığında
şekillenmiştir.Çünkü kilise-devlet problemlerine getirilen pratik çözümler zamanla
değişmektedir. Avustralya ikiyüz yıllık tarihinde kilise-devlet ilişkileri konusunda
dört farklı modele sahip olmuştur: kurumsallık (establishment), çoğulcu kurumsallık
(plural establishment), liberal ayrımcılık (liberal separationism), ve pragmatik
plüralizm (pragmatic pluralism).Hollanda gibi
Avustralya politikası da
idari
tarafsızlık ve dini plüralizmle tutarlılık içerisindedir. Fakat Avustralya politikası
Hollanda’da olduğu gibi
temel teorik prensiplere dayanmaktan çok
pragmatik
endişeleri esas almaktadır.Avustralya’da Amerika’nın ayrımcı modeline çok az destek
vardır. Avustralya’nın pragmatizm politikasının arkasında sosyal töleransa dayanan
bir politik kültür vardır. Avustralya’nın sosyal ve politik töleransa dayanan
kültürünün esasını “yaşa ve bırak yaşasın (live and let live)” tavrı oluşturmaktadır.Bu
tölerans
tavrı
dini
azınlıklara saygı
duyulmasını
ve onların
korunmasını
sağlamaktadır.
Bu bölümün başında Avustralya’nın dini kompozisyonunu ve ulusun politik
yapısını kısaca tasvir edeceğiz.Bundan sonra Avustralya kolonilerinde kilise-devlet
ilişkileri tarihini ve 1901 yılında kolonilerin Avustralya federasyonunu oluşturduktan
sonra
meydana
Avustralya’nın
gelen
gelişmeler
üzerinde
duracağız.Bu
dinin özgürce uygulanması ve
bölümden
sonra
kurumsallık konularına olan
yaklaşımını inceleyeceğiz.En son kısımda Avustralya’nın pragmatik plüralizminin
kilise-devlet konularıyla ilgili
kamusal politikalar hakkındaki implikasyonları
üzerinde duracağız.
Ulus
Onyedimilyon nüfuslu Avustralya Amerika Birleşik Devletleri büyüklüğünde
bir yüzölçüme sahiptir.Ağır çevre koşullarından dolayı –Avustralya’nın
bölümü yerleşime uygun değildir- nüfusun yüzde sekseni
büyük
güneydoğu sahil
şeridindeki Adelaide ve Brisbane şehirleri arasındaki bölgede yaşamaktadır.
Avustralya’nın en büyük iki dini grubunu
Roma Katolikleri ve Anglikanlar
oluşturmaktadırlar.1991 Nüfus sayımına göre Avustralya’da 4.6 milyon Katolik ve
4 milyon Anglikan bulunmaktadır.1.3 Milyon nüfusuyla Birleşik Kilise ve 700.000
mensubuyla Presbyteryanlar diğer iki büyük Hırıstıyan grubunu oluşturmaktadırlar.
Ülkede
ayrıca
150.000
Müslüman,
150.000
Budist
ve
75.000
Yahudi
bulunmaktadır.192
Geçen yıllarda dini açıdan yoğun olarak farklılaşan
Avustralya aynı
zamanda daha çok seküler hale gelmiştir.1971 ve 1991 Yılları arasında kendisini
Hırıstıyanlık dışı dinlere mensup olarak bildirenlerin sayısı yüzde 0.78’ den yüzde
2.64’e yükselmiştir.Asya ve Ortadoğu ülkelerinden yapılan göçler sonucu Müslüman
ve Budist sayısında büyük bir artış meydana gelmiştir.Avustralya’da yükselen bir
sekülerizasyon trendi vardır.1971 ve
1991 Yılları arasında kendisini hiçbir dine
mensup olmayan olarak bildirenlerin sayısı yüzde 6.1’den yüzde 12.9’a yükselirken
dini bildirimde bulunmayanların sayısı yüzde 6.1’den yüzde 10.1’e yükselmiştir.
1950 ve 1989 Yılları arasında kiliseye aylık katılım oranı yüzde 36’dan yüzde 24’e
düşmüştür. 1983 Yılında Avustralya nüfusunun yarısı
hiçbir kilise ayinine
katılmadığını bildirmiştir. Özellikle Anglikan, Presbyteryan ve Birleşik kiliselerde
kiliseye katılım oranı
belirgin bir ölçüde düşmüştür. Evanjelik Hırıstıyan gruplar
arasında insanlar kiliseye gitmediklerini daha az ifade etmekte olup Hırıstıyan
olmayan kimselerde dini faaliyetlere katılmadıklarını
getirmektedirler.Karşılaştırılacak
olursa
daha düşük bir sesle dile
Avustralya’da
kiliseye
katılım
oranı
İngiltere’nin iki katı iken Amerika’daki oranın yarısına denk düşmektedir. 193
Politik yapı olarak Avustralya
İngiltere’nin
parlementer idare biçimiyle
Amerika’nın kurumsal federalizmini birleştirmiştir.194 Avustralya devlet başkanı
olarak İngiliz monarşisinin başında bulunan kişiyi kabul etmektedir.İngiliz kral ya da
kraliçesi çok az yetkisi olan genel bir vali ile temsil edilmektedir.Temsilciler
Meclisine karşı sorumlu olan Başbakan etkili bir yönetim gücüne sahiptir.148 Üyeli
Temsilciler
Meclisi
İngiliz
Avam
Kamarasının
dengi
olup
Avustralya
parlamentosunun en etkili organıdır.Başbakan ve Temsilciler Meclisinden daha az
politik güce sahip olan senatonun 76 üyesi vardır.Avustralya’da iki büyük ve birçok
küçük siyasi parti vardır.Avustralya’nın politik solunu temsil eden Avustralya İşçi
Partisi (Australian Labor Party-ALP) ve serbest teşebbüs yanlısı Liberal Parti en
büyük partilerdir. Kırsal kesimin çıkarlarını temsil eden Ulusal Parti (The National
Party) Temsilciler Meclisinde 16 sandalyeye sahip olup Liberal Parti’nin koalisyon
ortağıdır. Ulusal Parti Avustralya’nın üçüncü büyük partisidir.1996 Yılı seçimlerinden
sonra iktidara gelen Liberal Parti hükümetinin başında John Howard vardır.1983
Yılından beri iktidarda olan Avustralya İşçi Partisi 1993 ve 1996 yıllarında yapılan
seçimlerde 31 sandalye kaybetmiştir. Bu seçim sonuçları onun İkinci Dünya
Savaşından sonra yaşadığı en büyük siyasi yenilgilerdir.
Federal politikalarıyla Avustralya federalizmi çok komplekstir. Federal
hükümet ile altı eyalet hükümeti ve özerk iki bölge arasında çok dinamik ilişkiler
vardır.Federasyon döneminde
federal hükümetin gücü sayılı anayasal güçlerle-
devletler arası ticaret, savunma,
dış işleri, kitle iletişimi ve göçmenlik-
sınırlıydı.Eyaletler federal hükümetin spesifik olarak yasa yapmadığı konularda yasal
düzenlemeler yapabiliyorlardı.195 Ancak güç dengesi geçen elli yıl içerisinde federal
192
P.Bentley, T.Blombery ve P.J.Hughes, A Yearbook for Australian Churches: 1994, Melbourne :
Christian Research Association, 1993.
193
G.D.Bouma ve M.Mason, ‘Bab Boomers Downunder: The Case of Australia,’ içinde W.C.Roof,
J.W.Carroll ve D.A.Roozen, (Ed.), The Post-War Generation and Establishment Religion, Boulder,
Colo.: Westview, 1995, 27-58. P.Kaldor, Who Goes Where, Who Doesn’t Care? Canberra : Lancer
Books, 1987.
194
D.Solomon, Australia’s Government and Parliament, Melbourne : Longman Cheshire, 1988.
195
G.Maddox, Australian Democracy: In Theory and Practice, Melbourne : Longman Cheshire, 1985,
Beşinci Bölüm.
hükümetin lehine değişmiştir.Federal hükümet finansal otorite olarak tanındıktan
sonra iyice güçlenir hale gelmiştir.Gelir ve satış vergilerini toplama yetkisi ulusal
hükümete aittir.Ancak eyalet ve yerel idareler eğitim, sağlık, refah, ceza yasası, şehir
sorunları ve adaletin idaresi konularında yasal düzenleme yapma yetkisine sahip
bulunmaktadırlar.196 Bu federal hükümetin
eyalet ve lokal düzeyde yapılacak
programların idaresini finanse edeceği anlamına gelmektedir.Federal hükümet toplam
bütçesinin üçtebirini eyalet ve yerel idarelere ayırmaktadır. 197
Avustralya’nın
dini kompozisyonu ve politik yapısının
kilise-devlet
ilişkileriyle ilgili uygulamalara çok önemli etkisi vardır.Bu faktörlerin kilise-devlet
politikasını nasıl şekillendirdiğini ortaya koymak için şimdi Avustralya’nın politik
tarihi üzerinde duracağız.Çünkü Avustralya politik tarihi pragmatik plüralizm
modelinin çerçevesini meydana getirmektedir.
Tarihsel Arkaplan
Avustralya kolonilerinde din
Amerika kolonilerinde olduğu gibi ortaya
çıkmamıştır. Kilise-devlet konuları yeni doğan Avustralya devletinde çok farklı bir
seyir takip etmiştir.1788 Yılında İngiltere İngiliz şehirlerindeki suçluları hapishaneye
koymak için New South Wales bölgesinde bir yerleşim merkezi kurmuştu.Amerika
devriminden sonra suçlular artık Georgia’ya gönderilmiyordu. Avustralya’daki bu
bölge İngilizlerin suçlularını
hapiste tutmak için kullanacakları alternatif bir
yerdi.Avustralya’ya yerleşim için gönderilen geminin yolcularından beşyüz tanesini
bu İngiliz suçlular oluşturuyordu.Devletin bu seküler amacı Avustralya’da dini ve
politik kurumlar arasındaki ilişkinin şekillenmesine neden olmuştur. Bu etkileşim
İngiltere’nin Avustralya’ya 1868 yılında yolladığı son suçlu kafilesine kadar devam
etmiştir.Kolonyal elitler Avustralya’da da İngiltere’de olduğu gibi resmi statüde bir
Anglikan kilisesinin varolacağını varsaymışlardır.Yıllarca eğitim, ruhban sınıfı ve
kilise binaları için devletten mali yardım alan tek dini kurum Anglikan Kilisesi
olmuştur.Kolonyal yöneticilerin bunu yapmaktaki amacı dini konversiyon ya da dini
özgürlük olmaktan çok Avustralya’ya gönderilen suçlu nüfusunu kontrol altında
tutmaktı.198
C.Sharman, ‘The Commonwealth, The States and Federalism,’ içinde D.Woodward, A. Parkin ve J.
Summers, (Ed.), Government, Politics and Power in Australia, Melbourne : Longman Cheshire, 1985,
108-20.
197
Solomon, Australia’s Government and Parliament, İkinci Bölüm.
198
I.Breward, A History of the Australian Churches, Sydney : Allen and Unwin, 1993, İkinci Bölüm.
196
Kurumlar bütünleştikçe güçlü ve aktif olan devlet kilise ve diğer sivil toplum
kurumlarına hakim olmaya başladı.Devlet finansal açıdan zayıf olan dini kurumlara
yardımda başı çekti. Amerika kiliselerde büyük enerjinin doğmasına neden olan dini
ihya hareketlerine
ve onların devlet yardımı almadan büyümelerine şahit
olmuştu.Ama Avustralya’da devlet böyle bir şeyi tecrübe etmemişti.199 Avustralya
Anglikan Kilisesi finansal yardım için kolonyal otoritelerin merhametine bakıyordu.
Papaz ve yöneticiler arasında sık sık devlet desteğinin yeterliliği konusunda
tartışmalar çıkıyordu.Devlet kiliseye utiliteryan ve pragmatik amaçlarla yardım
ediyordu.Devlet yardımının arkasında dini unsur hemen hemen hiç yok gibiydi. Din
topluma ahlaki bir düzen sunmakla ve tehlikeli suçlu nüfusunu kontrol etmekle
devletin seküler amacına hizmet etmiş oluyordu.Yapılan yardımlara karşılık kolonyal
otoriteler kilisenin yeni devletin meşruluğunu desteklemesini istiyorlardı.200 Bazı
Anglikanlar kilisenin evanjelist mesajından ve bağımsızlığından taviz verildiği
gerekçesiyle bu ilişkiyi eleştirmişlerdir.Ama Anglikanların çoğu ahlak zabıtası, suçlu
ve göçmen nüfusun papazı şeklinde kendilerine verilen
rolleri benimsemiş
bulunmaktaydılar.İngiliz tahtına Anglikan Kilisesinin geleneksel
bağımlılığı
düşünüldüğünde bu durum hiç de sürpriz değildir.Kilise geleneksel olarak devlet
yardımına alışmış bir haldeydi ve yapılan yardımlara karşılık devletin meşruluğunu
savunuyordu. 201
Devletin dini regüle etme derecesi Avustralya’da
değişmekteydi.New South Wales
kurulduğunda
inançlardan
devlet buraya
papazların
kolonilere göre
bölgesinde ilk kolonyal yerleşim merkezi
Anglikan din adamlarını tayin etmiştir ve diğer
hükümlü
nüfusun
din
işlerine
karışmasına
izin
vermemiştir.1800 Yılının başlarında hükümlü nüfusunun üçte biri Roma Katoliği
olmasına rağmen hapishane yetkilileri Katolik papazların cezaevlerine girmesine izin
vermemişler ve bütün hükümlülerin
Anglikan ayinlerine katılmasını zorunlu
tutmuşlardır.Hükümlü nüfusun büyük çoğunluğunun Anglikan Kilisesini reddetmesi
sürpriz değildir.202 Ancak büyük ölçüde koloniler dini pratikleri regüle etmedikleri
H.Jackson, ‘White Man Got No Dreaming: Religious Feeling in Australian History,’ Journal of
Religious History, 15, 1988, 1-11.
200
B.S.Turner, ‘Religion, State and Civil Society: Nation-Building in Australia,’ içinde T.Robbins ve
R.Robertson, (Ed.), Church-State Relations: Tensions and Transitions, New Brunswick, N.J.:
Transaction Books, 1987, 233-51.
201
M.Hogan, The Sectarian Strand, New York : Penguin Books, 1987, Birinci Bölüm.
202
R.C.Thompson, Religion in Australia: A History, Melbourne : Oxford Universit Press, 1994,
Birinci Bölüm.
199
gibi
sosyal ve politik rahatsızlıkların sorumluluğunu diğer
inançlara mensup
insanların üstüne yıkmıyorlardı.Devlet yetkilileri kendilerini Anglikan Kilisesinin
yayılmasına adamamışlardı. Onlar için önemli olan İngiltere’de din yanlıları arasında
meydana gelebilecek olan politik tartışmalara neden olmamaktı.Sonuç olarak her
kolonide
dinin özgürce uygulanma hakkı konusunda
liberal bir politika
geliştirilmişti.Devletin bir dini empoze etmemesi Avustralya’nın dini açıdan çoğulcu
olmasına neden olmuştur. Anglikanlar, Katolikler, Presbyteryanlar ve diğer inançlar
Avustralya’nın dini çoğulculuğunu oluşturan unsurlar olmuşlardır.
Dini çoğulculuk kolonilerin İngiliz kilise-devlet modelini takip etmelerini
zorlaştırmıştır. Anglikan Kilisesine yapılan devlet yardımı
diğer inançların
düşmanlığına neden olmuştur.Devlet elitleri resmi bir kilise modeli uygulama
konusunda kendilerini dini nedenlerden dolayı
zorunlu hissetmiyorlardı. İngiliz
modelinden farklı bir politik düzenleme arayışında olan devlet elitleri daha zevkli bir
kilise-devlet düzenlemesi için
yeni seçenekler üzerinde durmaya başladılar.1836
Yılında yapılan New South Wales Kilise Yasası devlet elitlerine ideal çözümü sunar
gibi gözüküyordu.Bu yasa resmi kilise modelinde bir değişiklik yapmıştı. Yasaya göre
kolonyal fonlar üç büyük dini grup (Anglikanlar, Katolikler ve Presbyteryanlar)
arasında hiçbir diskriminasyon yapılmadan bölüştürülecekti.Bu çoğulcu düzenleme o
zaman için çok
cesur ve yenilikçi bir adımdı. Diğer Avustralya kolonileri bu
düzenlemeyi sonraki yıllarda takip etmişlerdir.203
Kilise Yasası dini çoğulculuğa dinle pek ilgisi olmayan kolonyal idarecilerin
vermiş olduğu seküler bir karşılıktı.Kolonilerdeki dini tartışmaları politika dışında
tutmak ve kiliselerin daha etkili bir şekilde Hırıstıyanlık ahlakını ve Avustralya
devletinin politik meşruluğunu desteklemeleri için devlet üç büyük dini grup arasında
tarafsız kalmayı seçmişti. Bu görüşe göre tarafsızlık devlet yardımının kesilmesi ya da
devletin mevcut bütün dinlere yardım etmesi anlamına gelmiyordu; sadece politik
açıdan en güçlü üç Hırıstıyan grup kilise ve ruhban sınıfı için para alacaktı.Hollanda
tecrübesinin aksine Avustralya elitleri bu çeşit devlet tarafsızlığının felsefik ya da
dini meşruluğu konusunda çok az şey öne sürmekteydiler. Onları bu politikaya
yönelten plüralizme olan ilkeli bağlılıkları değildi; çok az kişi kilise yasasını dini
çoğulculuğu
destekleyen
ve
dinler
arasında
ayrım
yapmama
temelinde
G.D.Bouma, ‘The Emergence of Religious Plurality in Australia: A Multicultural Society,’
Sociology of Religion, 56, 1995, 285-302. H.Mol, The Faith of Australians, Sydney : Allen and Unwin,
1985, Dokuzuncu Bölüm.
203
savunmaktaydı.Bu politikanın iki amacı vardı: Birincisi mezhep çatışmalarından
bunalan kolonyal otoritelerin hayatlarını kolaylaştırmak ve ikinci olarak kiliseleri
güçlendirerek onların üyelerine ahlaki rehberlik yapmalarını sağlamak.
Aynı zamanda Kilise yasası çok önemli iki temeli kurmuş bulunmaktadır. Bu
iki temel modern Avustralya’nın kamu politikalarını şekillendirmeye devam
etmektedir.Birincisi hükümet dini gruplar için ayrılan fonları onlara bir çeşit eşitlik
temelinde dağıtacaktı.204 Devlet yardım yaptığında kiliseler arasında ayırım yapmama
prensibine bağlı olmalıdır.Devletin dini okullara ve diğer hayır kurumlarına yapmış
olduğu yardımlarla ilgili şu andaki politikasına bakıldığında bu daha belirgin bir
şekilde
ortaya
çıkmaktadır.İkincisi
politik liderler
kilise-devlet
konularında
pragmatizmi norm olarak benimsemişlerdir. Politika yapıcılar dini konuları en pratik
biçimde çözmenin peşinde olmuşlardır.Bu yaklaşım onları ondokuzuncu yüzyılın
ortalarında çoğulcu kurumsallaşmayı
çok etkileyici bir şekilde destekleyen bir
politikaya yönlendirmiştir.Başlangıçta devlet yardımı üç büyük Hırıstıyan grubuyla
sınırlıydı fakat bu kiliseler Avustralya nüfusunun neredeyse tamamını temsil
etmekteydiler. O günkü şartlar içerisinde bu politika Roma Katolikleri gibi dini
azınlıkların haklarına saygı göstermekteydi.Bir karşılaştırma yapacak olursak bu
dönemde İngiltere Katoliklerin üniversitelere girmesini yasaklamıştı. New South
Wales bölgesinde Kilise Yasası yürürlüğe girdiği zaman
İngiltere daha yeni
Katoliklere politik özgürlük tanıyordu.
Ancak
Kilise
Yasası
gruplar
arasındaki
mezhepsel
çekişmeyi
yumuşatamamıştı.Birçok kilise bu politikanın Anglikan Kilisesinin avantajlı
pozisyonunu devam ettirdiğine inanmaktaydı çünkü onun büyüklüğü, organizasyonu
ve Anglikan olan devlet idarecilerinin Roma Katoliklerine ve diğer inanç gruplarına
olan önyargılı yaklaşımı
Anglikan Kilisesini daha avantajlı kılıyordu.Yasa
mezheplere yapılan devlet yardımı farkını en aza indirgemesine rağmen Anglikan
Kilisesi payından daha fazlasını almaya devam etmekteydi. 205
Roma Katolikleri
yasanın yeniden düzenlenmesini istediler. Dinin dışında farklı düşünceleri
benimseyen kimseler Anglikan hakimiyetinden kurtulmak için devlet yardımının
kaldırılmasını önerdiler. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında sekülerler Avustralya’da
artık taban bulmaya başlamışlardı.206
Avustralya devleti istikrarlı hale geldikçe
Hogan, The Sectarian Strand, İkinci Bölüm.
Breward, A History of the Australian Churches, Dördüncü Bölüm.
206
Gary Bouma bize bu noktayı açıklığa kavuşturduğu için teşekkür ederiz.
204
205
politik meşruiyet için kilise
gibi sosyal kurumların desteğine eskisi gibi ihtiyaç
duymamaya başladı.Devlet yardımının seküler temellerinin olmaması siyasi liderlere
bu politikayı savunmak için çok az şey bırakıyordu.Çünkü devlet dini plüralizmi
destekleme konusunda çok istekli değildi. Resmi yetkililer bedelinin çok yüksek
olması,
yönetiminin zorlaşması ya da politik olarak tartışmalı duruma gelmesi
hallerinde Kilise Yasasını çok kolaylıkla terkedebiliyorlardı.Yüzyılın başında her
Avustralya eyaleti kilise-devlet ayırımına dayanan yeni politikayı kendisine göre
uyarladı. Kilise-devlet ayırımının kökleri Aydınlanma liberalizmine dayanıyordu.Bu
politika değişikliği devletin kilise binalarını ve ruhban sınıfını finanse etmesinin sonu
anlamına gelmekteydi.
Çoğulcu kurumsallık modeline en büyük politik meydan okuma eğitim
alanından geldi.Ondokuzuncu yüzyılda
Avustralya kolonilerinde
dini okullar
özellikle Anglikan okullar eğitim üzerinde tam bir tekele sahiptiler.Kilise Yasası
çerçevesinde
kolonyal
idareler
mezhep
okullarını
eşitlikçi
bir
temelde
desteklemişlerdi.Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dini okullar artık kamusal eğitim
talebini karşılayamaz duruma gelmişlerdi.Bütün Avustralya kolonilerinde serbest,
zorunlu, ve seküler bir eğitim sistemi için yapılan baskılar büyüyordu.207 1860 Yılına
kadar Anglikanlar ve Katolikler
eleştirel dindarlara ve seküler liberallere karşı
mezhebsel eğitim sisteminin korunması için güçlü bir politik koalisyon meydana
getirmişlerdi.Eleştirel dindarlar ve seküler liberaller eğitimin devletin bir fonksiyonu
olması gerektiğine inanıyor ve eğitimin dinsel kontrolünün evrensel eğitim sisteminin
asimilasyoncu amaçlarını zayıflattığını düşünüyorlardı.
Ancak Anglikan dini liderler Katolikler gibi eğitimin dini bir fonksiyonu
olması gerektiği prensibine o kadar bağlı değillerdi.Bundan dolayı Anglikanların
devlet kontrolünde eğitime olan muhalefetleri kademeli olarak azaldı.Amerika’da
Protestanların dini okulların kamusal destek görmesine itirazları Katolisizme olan
Protestan düşümanlığıyla yakından ilgiliydi.Protestanlar mezhepsel eğitim sisteminin
devlet tarafından finanse edilmesinin Katolikleri güçlendireceğine inanmışlardı.
Katolisizme güçlü bir şekilde karşı olduklarından dolayı bütün dini okullara devlet
yardımının kesilmesi konusunda Protestanlar kamusal eğitimini savunanlarla
birleşmişlerdi.208
Ayrıca Protestanlar
seküler bir eğitim sisteminin kendi dini
değerlerini tehdit ettiğini düşünmüyorlardı
207
Thompson, Religion in Australia, İkinci Bölüm.
çünkü seküler eğitim sistemi
Hırıstıyanlığın genel prensiplerinin öğretilmesine ve ibadetlerinin yapılmasına izin
vermekteydi.Hollanda’nın aksine Avustralya’da kamu
okullarını kendi
dini
değerlerine zıt olarak gören bir Protestan hareketi yoktu. 1880 Yılında çıkan bir yasa
(The New South Wales Public Instruction Act) din öğretimine gösterilen seküler
yaklaşımın tipik bir örneğini oluşturmaktadır: “Bu yasaya göre öğretim bütünüyle
mezhepler üstü olmak zorundaydı. Seküler öğretim kavramı dogmatik ve polemiksel
teolojiden uzak olarak genel dini bilgileri kapsamaktaydı.”
Henry Parker seküler eğitimin
209
dini öğretimi dışlamadığını
Yasanın yazıcısı Sir
not etmektedir: “Bu
yasayı hazırlayanların niyeti asla bütün Hırıstıyanların sahip olması gereken Kutsal
Kitap bilgisini ya da Vahyin büyük doğrularının bilgisini dışlamak değildir.” 210
Avustralya’nın seküler eğitim sistemi
Amerika kamusal okul hareketinin
birçok liberal fikrini paylaşmaktaydı.Birinci benzerlik
kamu okullarının birincil
işlevi konusundaydı çünkü Avustralya seküler eğitim sistemine göre kamu okullarının
temel fonksiyonu kişilere Avustralya toplumunun anahtar değerlerini öğreterek farklı
dinsel,
etnik
ve
sınıfsal
orijinlere
sahip
kimselerin
asimilasyonunu
sağlamaktı.Avustralya’da bu birincil olarak Roma Katolikleri anlamına gelmekteydi.
Roma Katolikleri yabancı dini görüşlere sahip kişiler olarak düşünülmekte ve onların
politik bağlılıklarından şüphe edilmekteydi.Bütün okul çocuklarına Tanrı’ya sadık
olmanın yanında İngiliz kral ya da kraliçesine sadık olmanın öğretilmesi sürpriz
değildir.Kamu okullarının
çocuklara öğreteceği anahtar değerler arasında
yurtseverlik önemli bir yere sahipti çünkü İngiliz imparatorluğuna tarihsel olarak
muhalif olan İrlandalı Katolikler gibi uygun sosyal ve politik değerlerle topluma
adapte edilme ihtiyacında olan başka gruplarda vardı.
İkincisi kamusal okul hareketini yönlendiren
okullarda
mezhepler
üstü
görüşündeydiler.Reformcular
ve
ahlaki
nitelikli
değişik kiliselerin
tehlikeli olarak görmelerine rağmen
Aydınlanmacı liberaller
bir
dine
yer
olduğu
spesifik unsurlarını bölücü ve
Hırıstıyanlığın konsensüsel inançlarının ortak
bir ahlak için temel oluşturabileceğine inanmaktaydılar.Onlar ortak dini inançların
insan aklıyla keşfedilebileceği şeklindeki Horace Mann’in optimistik yaklaşımını
benimsemişlerdi. Dini ve ahlaki görüşler arasındaki
eşitsizlik ve politik iktidar
yapılarının kurumsal Protestan bakışaçısını rasyonel ve konsensüsel olarak algılaması
Hogan, The Sectarian Strand, Dördüncü Bölüm.
Bu alıntı şu eserden alınmıştır: Discrimination and Religious Conviction, Sydney : New South
Wales Anti-Discrimination Board, 1984, 319.
208
209
bu görüşün ihmal ettiği bir şeydi.Protestan kilise liderleri bu liberal vizyona itiraz
etmemişlerdir çünkü onlar bu görüşü Hırıstıyanlığın sosyal rolü konusundaki
anlayışlarıyla uyumlu görmüşlerdir.Bununla birlikte ancak Protestanlar liberal eğitim
modelinin okullarda dini bakış açısını zayıflatan rasyonel faraziyelerini kabul
etmemişlerdir.
Değişik eyaletlerde yürürlükte olan eğitim yasaları bağımsız dini okulların
açılmasına izin vermesine rağmen
onlara
hiçbir devlet yardımında
bulunulmamıştır.Resmi yetkililer kamusal mali destek olmadan Katolik okulların
biteceğini
ve
kamu
okulları
aracılığıyla
İrlandalıların
asimile
ummuşlardır.Bu beklenti gerçekleşmemiştir.Katolik hiyerarşi
tehlikeli derecede liberal ve din karşıtı bularak reddetmiştir.
olmasını
kamu okullarını
Katolik eğitim
prensiplerini savunan Katolik hiyerarşi Katolik okul sisteminin korunması için ek
kaynak ayırmıştır.Katolik aileler
kamusal okulları kendi kültürel ve
dini
hassasiyetlerine yakın bulmamışlardır. Katolik okul sisteminin çocukları Protestanlık
antipatisiyle doldurması gelecek yarım yüzyılda Avustralya’da
Katolikler ve
Protestanlar arasındaki dini gerilimin yoğunlaşmasına neden olmuştur.
Yüzyılın sonunda Avustralya’nın federasyona doğru gitmesinde din çok küçük
bir rol oynamıştır.1901 Yılında altı koloni federal Avustralya’yı oluşturmak üzere bir
araya gelmiştir. Yeni ulusal anayasanın girişinde Tanrı’dan lütuf talep edilmektedir.
Anayasayı hazırlayanlar bilinçli bir şekilde Amerika Anayasasının Birinci Tadilatını
(First Amendment)
model alarak 116.Kısmı hazırlamışlardır.
116.Kısım şu
şekildedir:
Federal idare hiçbir dini resmi olarak benimsemek için ya da
herhangi bir dini pratiği empoze etmek için ya da herhangi bir dinin
serbestçe uygulanmasını yasaklamak için ya da resmi bir görev için
herhangi bir dini testten geçmeyi şart koşan bir yasa yapmayacaktır.
116.Kısmın amacı mümkün olduğu kadar dini politika dışı tutmak ve federal
idarenin dini alanın dışında kalmasını sağlamaktı.Bütün Avustralya kolonilerinde
mezhepler arası mücadele politik bir realiteydi ve politik liderler dini çekişmelerin
federal politikalara bulaşmasını istemiyorlardı.Avustralya’nın dini çoğulculuğu resmi
bir kilisenin kurulmasını savunulmaz kılıyordu.Federasyon döneminde Anglikanlar
210
Discrimination and Religious Conviction, 321.
nüfusun yüzde kırkını, Katolikler yüzde yirmiüçünü, Metodist ve Presbiteryanlar ise
yüzde yirmidördünü oluşturmaktaydı.211
Ayrıca anayasayı hazırlayanlara göre resmi bir Anglikan kilisesi için
bastırmanın
pratik bir nedeni yoktu.Din konusunda devlet çıkarları genellikle
pragmatizmi gerektirdiği gibi Anglikan Kilisesi politikacılara resmi kilise statüsü
için yaptırım uygulatacak politik gücede sahip değildi.Aynı zamanda Avustralya’daki
politik elitler devletin resmi bir kilise kurmak gibi pozitif bir görevi olduğunu
düşünmüyorlardı.Resmi bir kilisenin kurulması fikrine felsefik olarak bağlı olmayan
politik liderler
bütün enerjilerini federasyona olan desteğin maksimum düzeyde
artması için harcamışlardır.Anayasa federal idare için
kurmasına ya da
resmi olarak bir kilise
dinin serbestçe yaşanması hakkını kısıtlamasına yasaklama
getirmesine rağmen
eyalet idareleri ikisinide yapabilmekteydi.Kilise-devlet
sorunlarının çözümünde eyalet idarelerinin önemi Avustralya Yüksek Mahkemesinin
özgür uygulama hakkıyla ilgili daha sonraki kararlarında belirgin bir şekilde ortaya
çıkmıştır.
Dinin Özgürce Yaşanması
Avustralya çalışmamıza konu olan beş ülke gibi toplumsal refah ve normlarla
çatışma içinde bulunan dini inanç ve pratiklere nereye kadar izin vereceği sorusuyla
mücadele etmektedir.Avustralya Anayasasının 116. Kısmı ve Avustralya Yüksek
Mahkemesi hükümete
dinin özgürce uygulanmasını yasaklayan yasa yapmasını
yasaklamaktadır.Ancak Avustralyalılar
dinin özgürce uygulanımı konusunda
Hollandalılar gibi teorik yeterliliğe sahip değildirler.Yüksek Mahkeme agresif
düzeyde din özgürlüğünü korumamaktadır.Özgür uygulama ile ilgili iki davada
Mahkeme Anayasanın
Avustralya vatandaşlarının dini inanç ve pratiklerini
koruduğuna dair yaklaşım geliştirmiştir. 116. Kısmı çok dar olarak yorumlayan
Mahkeme dini özgürlük haklarını politik sürecin merhametine bırakmaktadır.Daha
sonra göreceğimiz gibi Avustralya ideal din özgürlüğü yönünde büyük manevra
yapmıştır fakat bu gelişme Mahkeme kararları aracılığıyla olmamıştır.
Avustralya’da özgür uygulama hakkını test eden birinci dava Adelaide
Company of Jehovah’s Witnesses Inc v. Commonwealth (1943) dosyasıdır.
Dava
Yahova Şahitlerinin Avustralya’nın İkinci Dünya Savaşına katılmasına karşı
göstermiş olduğu tavırla ilgilidir. Quakerlar dahil birçok Avustralya kilisesi dini
211
Mol, The Faith of Australians, Birinci Bölüm.
temellerde savaşa karşı çıkmıştır
fakat onlar
devlet için
bir güvenlik riski
taşımadıkları konusunda devleti ikna etmeyi başarmışlardır. Yahova Şahitleri bu
kadar şanslı değillerdi. Yahova Şahitlerinin kiliselerinin mallarına federal hükümetçe
el konuldu ve kilisenin Adelaide kolu yasaklandı.Yasaklama bir eyalet hükümetinden
değil federal hükümetten gelmişti.Kilise Anayasanın 116. Kısmında yer alan serbest
uygulama hakkının federal hükümetçe ihlal edildiği gerekçesiyle mahkemeye gitti.
Başyargıç John Latham mahkeme kararında 116. Kısmın amacının azınlık
gruplarının dini haklarını korumak olduğunu kabul ettiğini ifade etmektedir. Ancak o
sivil idareyi
ve toplumun devamlılığını korumak için devletin
dini özgürlüğe
müdahele edebileceği kararını vermiştir: “Anayasanın 116.Kısmı federal hükümetin
dini inançlardan dolayı savaş karşıtlığını öneren doktrinleri yasaklamasına engel
değildir.”212
Latham bu kararda şu önemli konuya vurgu yapmaktadır: Dini serbestçe
uygulama hakkı politik topluluğun varlığını tehlikeye düşürdüğü takdirde devletin
dini özgürlüğü kısıtlaması uygun görülmektedir.İkinci Dünya Savaşında Avustralya
Japonya tarafından işgal edilme tehlikesiyle yüzyüzeydi ve Darwin şehri daha önce
bombalanmıştı.Devletin savaşa girme konusunda meşru kaygıları vardı ve hükümetin
kendisine savaş konusunda muhalif olan gruplar hakkında endişe duyması anlaşılır bir
şeydi.Ancak Latham’ın
kararla ilgili incelemediği şey problem oluşturmaktaydı:
Yahova Şahitlerinin söz ve davranışları gerçekten hükümet ya da toplum için bir
tehdit oluşturuyormuydu?Bu sorunun cevabını bulmak yerine o federal hükümeti
şeytanın bir organı olarak gören
kilise öğretisinden hareket ederek
bu inancın
ülkenin savunmasına önyargılı yaklaştığı sonucuna varıyordu.Böyle bir durumda
hükümetin böyle bir organizasyonu yasaklaması meşru hale gelmektedir. Mahkeme
bu kararı devletin hangi durumlarda dini özgürlükleri kısıtlayabileyeceğinin meşru
olduğuna dair bir ölçü ortaya koymak için kullanmamıştır.Bunun yerine din
özgürlüğünün güçlü bir destekçisi olmayacağının mesajını vermiştir.Bu yaklaşım
Hollanda’nın durumuyla tezat teşkil etmektedir.Hollanda Anayasasının Altıncı
Maddesi spesifik olarak devletin din özgürlüğünü kısıtlayabileceği durumları ifade
etmektedir.
Özgür uygulama ile ilgili ikinci önemli dava Grace Bible Church Inc. v.
Reedman (1984) dosyasıdır. Bu dava Avustralya Anayasası altında özgür uygulama
212
Hogan, The Sectarian Strand, 228.
hakkının sınırlı bir şekilde korunduğunu göstermektedir.Dava 1972 ve 1981 yılları
arasında Grace Bible Kilisesinin Güney Avustralya’nın eğitim yasalarına aykırı
olarak kayıt dışı bir okul işletmesiyle ilgiliydi.Yasaya göre eyalet yönetimi okul
idaresini
kayıt
dışı
olarak
öğrencilere
eğitim
verdiği
için
cezalandırabilmektedir.Kilise kaydın okulu devletin otoritesi altına almak olduğunu
iddia ett. Böyle bir durum ise kendi dini inançlarını ihlal etmektedir çünkü inançlarına
göre Tanrı okulu kontrol etmektedir. Güney Avustralya otoriteleri Grace Bible
Kilisesini yargıladılar ve okul idaresini 365 dolar para cezasına çarptırdılar.
Okul kararı Yüksek Mahkemeye götürdü ve Güney Avustralya eğitim
yasasının dini ibadet ve ifade özgürlüğüne-Avustralya anayasasına göre bu özgürlük
vazgeçilmezdir- müdahele ettiğini iddia etti.Mahkeme bu argümanı reddetti ve bu
davayla 116.Kısmın ilgisinin olamayacağına karar verdi çünkü 116.Kısım Federal
Parlementonun
yasa yapma gücüne
bir yasaklama getirmektedir.213
Devletin
davranışlarının din özgürlüğünü sınırlandırıp sınırlandırmadığı tartışmalı bir konu
olmasına rağmen Mahkemenin
böyle bir eyalet yasasını yargısal olarak gözden
geçirme gücü yoktu.Mahkeme 116.Kısmın dini alanda devlet gücünün sınırlanması
olarak yorumlanmasını reddetti. Adelaide davasından sonra Mahkeme Avustralya
Anayasasına ya da federal yasaya göre din özgürlüğü diye vazgeçilmez bir özgürlük
olmadığını ileri sürdü. Böyle bir hak olsa bile devlet parlamentosu ona yasa ile
müdahele edebilirdi.214
Mahkeme okul açmazına sempatiyle yaklaştı ve hükümet dışı bir okulun
kaydının okul yönetiminin tatminine bağlı bir şey olduğuna karar verdi. Bu karar
resmi yetkililerin dini eğitim için daha uygun yerler belirlemelerine neden
olmuştur.Ancak Mahkeme eyalet yasalarından tatmin olmayan gruplar için tek yolun
politik süreç olduğu sonucuna vardı: “Bu tür sorunların çözüm yolu politiktir, yasal
değildir.”215 Mahkeme Güney Avustralya yasasının dine bir yük getirip getirmediğini
tartışmadı. Ayrıca Mahkeme bu yasanın dine yük getirmesi durumunda yasadaki
devlet çıkarının
böyle bir sınırlamayı meşru kılıp kılmadığını da tartışmadı.
Kendisinin kanun idaresi ve anayasayla bağlı olduğunu ortaya koyan Yüksek
Mahkeme
213
anayasa ve yasaların dar bir yorumunu yapmıştır. Dini özgürlük
Grace Bible Church Inc. v. Reedman, 54 ALR 571, 1984.
Grace Bible Church Inc. v. Reedman.
215
Grace Bible Church Inc. v. Reedman.
214
uygulamaları konusunda eyalet parlementolarının yasalarını yargısal olarak kontrol
etme gücü olmadığını açık bir şekilde belirtmiştir.
Avustralya Yüksek Mahkemesi Amerika’nınkinden daha az araca sahiptir.
Amerika Anayasasındaki Ondördüncü Maddenin dengi olan bir madde Avustralya
Anayasasında yoktur: “Hiçbir eyalet Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının
ayrıcalıklarını sınırlayan yasalar yapamaz.” 116.Kısmın eyaletleride kapsaması
şeklindeki öneri Avustralya’da 1944 referandumunda reddedildi.Son dönemde haklar
düzenlemesinin ya da
116.Kısmın eyaletleride kapsaması için teşebbüslerde
bulunulmaktadır.216
Yüksek Mahkemenin dönüm noktası niteliğindeki son kararı Australian
Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia (1992)
davasıyla ilgilidir.Karar dinin serbestçe uygulanması hakkının gelecekte Mahkeme
tarafından onaylanabileceği olasılığıyla
başlamaktadır.217
Bu davada Mahkeme
televizyon ve radyo yayıncılığını düzenlemekle görevli bir yönetici kurulla ilgili yasal
düzenlemeyi değiştirdi.Yasa yayın istasyonlarının politik propaganda için her partiye
belirli bir süre ayırmasını zorunlu tutarken
diğer politik yayın ve bilgilerin
yayınlanmasını ise yasaklıyordu. Yasanın amacı partiler üzerindeki baskıyı
ve
adayların televizyon ve radyo propagandalarında büyük oranlarda para harcamalarını
en aza indirgeyerek seçim sürecinin güvenilirliğini korumaktı.218
Başyargıç Anthony Mason Anayasanın temel hak ve hürriyetleri garanti altına
almadığını itiraf etmektedir: “Anayasayı yazanlar –hakim İngiliz düşünce tarzına
uygun olarak- vatandaşların haklarının korunmasının en iyi yolunun parlementer
hakimiyet doktriniyle bağlantılı olarak onları anayasanın (common law) korumasına
bırakmak olduğunu düşünmüşlerdir.”219 Ancak Mason Anayasada yer almayan
iletişim özgürlüğüyle ilgili şunları söylemektedir: “İletişim özgürlüğü etkili br temsili
idare biçimi için vazgeçilmez niteliktedir. Anayasa etkin bir temsili hükümeti şart
koşmuştur. Bu şart iletişim özgürlüğünün vazgeçilmezliğini içermektedir.”220
Bu kararın verdiği implikasyon şudur: Anayasa federal hükümete ve Yüksek
Mahkemeye liberal bir politikayla ilişkili olarak hakları ve özgürlükleri savunma
216
P.A.Buttar ve L.J.Mattingley, Religious Conviction and the New Magna Charta, Brisbane : James
Cook University, Centre for Southeast Asian Studies, 1986.
217
Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia, 108 ALR 577,
1992.
218
Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia, 587.
219
Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia 592.
220
Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia 596.
gücü vermektedir.Mahkeme ima edilen haklar fikrini dini özgürlük alanında test
etmemesine rağmen o teorik olarak 116.Kısmı dini özgürlüğün temel güvencesi
olarak yorumlayabilir. Ancak bunun için Mahkemenin gücünü dini haklar alanında
etkin olarak kullanması gerekmektedir. 221
Grace Bible Kilisesi ile ilgili kararında Mahkeme şu temeli meydana
getirmiştir: Eyalet idarelerinin uygulamalarına karşı
anayasal temeller yoktur.Adelaide davasında
belirleyen
dini özgürlükleri koruyan
Mahkeme dini hakların
sınırını
bir standart ortaya koyma konusunda başarısız olmuştur. Bu davada
önemli olan şey Mahkemenin kurumsal olarak dini özgürlüklerin bir destekleyicisi
olmayacağının mesajını vermiş olmasıdır. Özgür uygulama konularına Mahkemenin
göstermiş olduğu yaklaşımı kilise-devlet ilişkilerinde bütün Avustralya tarihi boyunca
sergilenen pragmatizm politikasının bir yansıması olarak görmek mümkündür.Devlet
din ile ilgili tartışmalarda hep pratik çözümlerin peşinde olmuştur.Bu kilise-devlet
politikasında takip edilecek en iyi şeyin ne olduğuna
karar verilmesi
gücünün
kolonilere ya da eyaletlere bırakılması anlamına gelmektedir.222
Yüksek Mahkeme gibi eyalet anayasaları ve yasal düzenlemelerde
Avustralya’da dini hakları çok az savunmaktadır.Eyalet anayasaları içinde sadece
Tazmanya anayasasında özgür uygulama şart olarak yer almaktadır. Anayasada
serbest uygulama hakkı bir şart olarak yer almasına rağmen anayasa bu hakkı çok az
güvence altına almıştır. Tazmanya parlementosunun bir yasal düzenlemesiyle bu hak
etkisiz hale getirilebilmektedir.Federal düzenleme (Commonwealth legislation) dini
korunmuş bir hak olarak içermektedir fakat bu spesifik olarak güçlü değildir ve dini
ayırımcılığı önlemede yetersiz kalmaktadır.Avustralya’da dini ayırımcılık vardır ve
bazı durumlarda politik süreç
büyük kiliseleri korurken
azınlık inançlarını
dezavantajlı bir konuma düşürebilmektedir.223
Ancak daha önce not ettiğimiz gibi Avustralya dini haklar alanında önemli
ilerlemeler kaydetmiştir.Hukuk her ne kadar yeni yeni bu değişimi
yakalamaya
başlamışsada
en
kamuoyu
ve
kültürel
değerler
bu
değişimim
belirleyicileridirler.Gary Bouma şunu not etmektedir: “Avustralya adalet,
önemli
insan
Michalel Hogan’a dikkatlerimizi mahkeme kararına çevirdiği için teşekkür ederiz.
Avustralya’da dini serbestçe yaşama konusunda yapılan bir çalışma için bkz.: Discrimination and
Religious Conviction.
223
G.D.Bouma, Mosques and Muslim Settlements in Australia, Canberra : Australian Government
Publishing Service, 1994, 90.
221
222
onurunun eşit
değeri, yaşa ve bırak yaşa
nosyonlarını geliştirmştir.”224 Politik
tölerans kültürüne sahip Avustralya tarihsel olarak dini pratiklerin çoğulculuğuna
açık bir geleneğe sahiptir.Bu toplumsal değerler dini serbestçe yaşama atmosferine
katkı sağladı ve göçmen dini grupların yaşam tarzlarını Avustralya hayat stiliyle
uzlaştırmalarını olanaklı kıldı.Bunun en iyi örneği Avustralya’nın şu an yürürlükteki
okul politikasıdır. Avustralya şu anda büyük ya da küçük bütün dini gruplara kamusal
fon ayırmaktadır. Eşitlikçi muameleye dayanan adalet ve sosyal tölerans anlayışı
dini özgürlüğü koruyan daha çok yasanın yapılmasını sağladı.
Birçok eyalet hükümetinin antidiskriminasyon yasası çıkardığını
ve bu
yasalara dinin koruma altına alınan özgürlük olarak dahil edldiğini not etmemiz
lazımdır.Bu yasaların uygulanabilirliğini sağlamak için eyaletler dini ayırımcılık
olaylarıyla
ilgilenmek
üzere
anti-diskriminasyon
kurulları
oluşturmuşlardır.Avustralya’nın en kalabalık eyaleti olan New South Wales-eyalet
anti-diskriminasyon kurulunun dinin yasaya dahil edilmesi gerektiği şeklindeki güçlü
tavsiyesine rağmen- Anti-diskriminasyon yasasına dini dahil etmemiştir.225
Kamuoyu ve kültürel değerler dini özgürlüğü korumanın belirsiz bir yoludur
ancak Avustralya’da İngiltere’de olduğu Müslümanların hakları konusunda belirgin
bir çatışma yoktur.Avustralya dini azınlıklarla uzlaşma sürecine girmiş gözükürken
İngiltere resmi kilise modelini daha çok savunma pozisyonundadır.İngiltere’nin bu
yaklaşımı dini hakları kısıtlamakta ve dini gruplar arasında çatışmaya davetiye
çıkarmaktadır.
Avustralya’nın yaklaşımında meydana gelen
değişikliğin birinci nedeni
göçmen politikasının liberalizasyonudur.Göçmen politikasının liberalizasyonu son
yirmi yılda Avustralya’nın dini ve etnik yapısının daha çok heterojen olmasına neden
olmuştur.Beyaz Batılı göçmenlere öncelik tanınması Avustralya’nın yirminci
yüzyıldaki
politikasının büyük bir kısmını oluşturmaktaydı.1900 ve 1945 yılları
arasında uygulanan Beyaz Avustralya göçmen politikası ırki özelliklere dayanmış
olup beyaz ve Hırıstıyan olmayanları Avustralya’ya girmekten dışlamıştır. 1947 ve
1972 yılları arasında devlet kamu parasını batılıların -İngiliz, kuzey ve güney
Bu New South Wales Anti-diskriminasyon kurulu raporunun vardığı sonuçtur.Discrimination and
Religious Conviction.
225
L.Foster ve D.Stockely, Australian Multiculturalism: A Documentary History and Critique,
Philadelphia : Multilingual Matters, 1988.
224
Avrupalılar- Avustralya’ya göç etmelerini teşvik için kullanmıştır.Örneğin 1957
yılında devlet ‘bir Britanyalı getirmek (Bring out a Briton)’ kampanyası düzenlemiş
ve bu politikanın gerçekleşmesi için kiliselerle yakından işbirliği yapmıştır.226 Bu
politikanın amacı Protestan ve Katoliklerin Avustralya’ya göçünü sağlamaktı. Bu
grupların çok kolay bir şekilde varolan kültürel ve dini potaya gireceği ve onların
rahat bir şekilde Avustralya toplumunun
hakim değerleri içinde asimile olacağı
düşünülüyordu.1947 Yılının sonlarına kadar üç büyük dini grup –Anglikan, Roma
Katolisizmi ve Birleşik Kilise- Avustralya’nın dini nüfusunun
yüzde doksanını
oluşturmaktaydı.
Bu üç büyük dini grup hala Avustralya’nın dini nüfusunun yüzde seksenini
temsil etmektedir.Ancak yeni Hırıstıyan grupların –Pentekostal, Mormon, Yahova
Şahitleri ve Ortodokslar- ve Hırıstıyanlık dışı dinlerin –Budist, Hindu ve Müslümansayısında büyük bir artış gerçekleşmiştir.Yeni dini grupların göçü Avustralya’yı
dünyada etnik çoğulculuğa en fazla sahip ülkelerden biri haline getirmiştir ve
Hırıstıyan olmayan grupların politik gücünün artmasına neden olmuştur. 227 Birçok
organizasyon giyim,
diyet kısıtlamaları ve dini tatil günlerinin tanınması gibi
konularda dini serbest uygulama hakkının şart olarak benimsenmesini sık olarak
gündeme getirmektedirler.Diğer ülkelerde olduğu gibi Avustralya Hırıstıyan olmayan
grupların göçüne savunmacı bir karşılık vermemiştir. Avustralya azınlıklarla dini
çatışmaları minimize eden bir uzlaşma sürecine girmiş gözükmektedir.
Dini hakların Avustralya’daki mevcut durumu ideal değildir. Dini özgürlük
anayasal koruma altında değildir ve hiçbir federal yasa spesifik
olarak dini
ayırımcılığı yasaklamamaktadır.Ancak devlet bütün dinlerin eşit muamele gördüğü
çoğulcu bir yaklaşıma doğru gitme çabası içerisindedir. Birçok resmi otorite
diskriminasyon konusunda yapılan şikayetlere dini temelli olanları dahil etmektedir
ve
büyük
dini
gruplar
da
dini
diskriminasyonu
yapmaktadırlar.Gelecek bölümde ortaya koyacağımız
gibi
önleyici
çalışmalar
dini kurumsallık
konularında bu plüralistik modele bağlılık görülmektedir. Özellikle bu durum dini
okullara ve çıkardışı organizasyonlara yapılan kamusal yardımlarda
belirgin kılmaktadır.
226
227
Foster ve Stockely, Australian Multiculturalism, 21.
Hogan, The Sectarian Strand, Dokuzuncu Bölüm.
kendisini
Kilise, Devlet ve Eğitim
Devletin mezhep okullarına yardımı kesmesine rağmen Katoliklerin kendi
bağımsız okul sistemlerini ondokuzuncu yüzyılın sonuna kadar koruduğunu tarihsel
arkaplanı bölümünde gördük.Protestan mezhebine ait yüksek ücretli çok az özel
okulda bu dönemde varolmaya devam etmiştir.Sınırlı mali kaynaklar ve artan okul
masraflarından dolayı Katolikler devlet okullarıyla rekabet edemeyeceklerini
anladılar. 1950 Yılının sonlarında devlet ve Katolik okulları arasındaki eşitsizlik artık
kapanamaz bir duruma gelmişti ve Katolikler devlet yardımı olmadan Katolik okul
sisteminin son bulacağı sonucuna vardılar. Katolik okullarını korumak amacıyla
kolları sıvayan Katolik din adamları
devlet yardımı almak için baskılarını
yoğunlaştırdılar.
1963 Yılında yapılan federal seçimde ondokuzuncu yüzyıldan bu yana ilk
defa devlet yardımı siyasi bir gündem maddesi oldu.Devlet yardımı için yapılan
baskılar Katolik sağ ve İşçi Partisi içindeki seküler sol arasındaki böyük bölünmenin
olduğu bir döneme rastlamıştı.Geleneksel olarak İşçi Partisine oy veren işçi kökenli
Katolikler
dini okullara devlet yardımı yapılmasına muhalif parti politikasının
değiştirilmesi
yönünde parti üzerinde yoğun baskı oluşturdular.Katoliklerin İşçi
Partisine olan soğukluğunu oya tahvil etme umuduyla Liberal Başbakan
Robert
Menzies bilimsel eğitimi geliştirmek için kamu ve özel okullara devlet yardımı
öngören bir politika takip edeceklerini ilan etti.Protestanlar başından beri seküler
liberallerle beraber dini okullara devlet yardımı yapılmasına karşı çıkıyorlardı çünkü
Protestanlar Katoliklere düşümanlık duyguları içerisindeydiler. Ancak 1960 yılının
başında Protestanların Katoliklere beslediği düşmanlık ciddi düzeyde kayboldu. Bu
durum Protestan Liberal Partinin
desteklemesini
özel okullara devlet yardımı yapılması fikrini
kolaylaştırdı.Protestanlar
ebeveynlerin
okul
seçme
haklarını
kullanmaları için bu fikri desteklerken hükümette öğrencilerin bu hakkını finanse
etmek için devlet yardımı fikrine sıcak yaklaşım gösterdi.Bunun sonucunda İşçi
Partisinin başbakan adayı Gough Whitlam partisinin
okullara devlet yardımı
yapılması fikrine olan geleneksel muhalefetini bastırmayı başardı.228
Menzies’in girişimi federal hükümetin okullara devlet yardımı yapılması
sorununa ilk defa girmesi anlamına gelmektedir.Fakat bu sorun buzdağının sadece
görünürdeki bir yüzüydü.Hem Liberal Partinin hem İşçi Partisinin devlet yardımı
için bastırmak konusunda politik yükümlülükleri vardı. 1972 Seçimlerinde her iki
partide özel okullara yapılan mali yardım oranlarını büyük ölçüde arttırma sözü
verdi.Whitlam’ın liderliğindeki İşçi Partisi seçimi kazandı ve
federal eğitim
politikasını formalize etmek için Okullar Komisyonunu oluşturdu. Komisyonun
oluşturduğu politika çerçevesinde 1974 yılında federal hükümetin özel okullara
yardım yapması öngörüldü.
Devlet yardımına muhalif olanlar bu politikaya şu temelde bir itiraz
geliştirdiler: Mezhep okullarına devlet fonlarından yardım yapılması Avustralya
Anayasasının 116.Kısmını ihlal etmektedir
çünkü bu bölüm federal hükümetin
herhangi bir dinin resmiyet kazanması yönünde
kanun yapmasına izin
vermemiştir.Hemen hemen bütün özel okulların dini bağları vardı ve onlara devlet
yardımı yapılmasına muhalif olanlar dini okullara yardım etmenin fiili olarak dini
kurumsallaştırmak anlamına geldiğini iddia ettiler. Attorney General for the State of
Victoria v. The Commonwealth of Australia (1981) isimli davada Yüksek Mahkeme
idari uygulamanın geçerliliği yönünde karar verdi. Çoğunluk adına kararı yazan
Yargıç
Garfield
Barwick
116.Kısımda
yer
alan
‘herhangi
bir
dinin
kurumsallaştırılması (for establishing any religion)’ kelimeleri için şöyle demektedir:
“Herhangi bir dinin resmen kurumsallaştırılması dinin sivil otoriteyle özdeşleşmesini
ve vatandaşlara uymaları gereken bir görev verilmesini kapsamaktadır. Böyle bir
durumda resmi dinin korunması, yaygınlaştırılması
hükümetin yükümlülüğü haline gelecektir.”229
ve desteklenmesi Federal
116.Kısmın böyle okunması
durumunda özel okullara maddi kaynak aktarılması düzenlemesini Hırıstıyanlık dinini
resmleştiren bir yasa olarak görmenin rasyonel olarak mümkün olamayacağını
Barwick söylemektedir.230 Aynı görüşü Yargıç Harry Gibbs daha güçlü bir şekilde
ifade etmektedir: “Ben 116.Kısmın kelimelerini şöyle anlıyorum: Federal Parlemento
herhangi bir din
ya da kiliseye devletin resmi dini pozisyonu verecek bir yasa
yapamaz.”231
228
Attorney General for the State of Victoria (at the Relation of Black) v.
Australia, 146 CLR 559, 328, 1981.
229
Attorney General for the State of Victoria (at the Relation of Black), v.
Australia, 330.
230
Attorney General for the State of Victoria (at the relation of Black) v.
Australia, 345.
231
Attorney General for the State of Victoria (at the relation of Black) v.
Australia, 326.
The Commonwealth of
The Commonwealth of
The Commonwealth of
The Commonwealth of
Devletin özel okullara kaynak aktarması düzenlemesine karşı çıkıp
Mahkemeye başvuranlar Amerikan Yüksek Mahkemesinin anayasanın Birinci
Tadilatını (First Amendment) resmi kurumsuzluk olarak algılayan anlayışını referans
olarak
gösteriyorlardı.
Mahkeme
bunu
reddetmiştir.Barwick
Amerika
dava
kararlarının dini okullara yardımı yasaklamasının konuyla ilgisi olmadığını iddia
etmiştir
çünkü
Avustralya
kullanılmaktadır.
Avustralya
Anayasasında
Anayasasında
radikal
yer
derecede
alan
farklı
“herhangi
bir
bir
dil
dini
kurumsallaştırmak (for establishing any religion)” ifadesi Amerika Anayasasının
Birinci Tadilatında yer alan
“dinin kurulmasıyla ilgili olarak (respecting an
establishment of religion)” ifadesinden anlam olarak daha dardır.Barwick’e göre
Avustralya Anayasası resmi olarak dini kurumsallaştıran parlementer yasaları
yasaklamaktadır.
getirmemektedir.232
Anayasa
dini
pratiğe
yardım
eden
yasalara
yasak
Böylece dini okullara devlet yardımı yapılmasının önündeki
engelde aşılmış olmaktaydı. Fakat şu soru hala cevapsızdı: Devlet yardımı okul
kurmak isteyen bütün dini gruplaramı yapılacaktı ya da kamusal yardım sadece
varolan kilise okullarınamı yapılacaktı?
Yardım programlarına göre –General Recurrent Grants Program, the Capital
Grants Program ve The National Equity Program for Schools- özel okullar federal
yardımı almaya yeterli durumdaydılar. Öğrenci başına genel ve düzenli yardım
yapılıyordu.Hükümet okulları finans ve gelir kaynaklarına göre oniki yardım
programından birine yerleştiriyordu.233 En fakir okullar en büyük yardımları alırken
zengin özel okullar bile yardımdan yararlanıyorlardı.Küçük sayıdaki zengin okula
yardımın yapılmaması için sarfedilen çabalar başarısızlığa uğradı çünkü özel okul
lobisinin gücü ve birliği tutarlı bir şekilde bu çabalara karşı çıktı.1993 Yılında özel
okullara öğrenci başına verilen yardım 423 ile 1701 dolar arası değişiyordu –bu oran
ilkokullarda 315 ve 1275 dolar arası iken ortaokullarda bu oran 671 ile 2486 dolar
arasıdır.-234 Düzenli federal yardımlar federal hükümetin özel okullara yapmış
olduğu yardımların üçteikisini oluşturmaktadır.Federal hükümet okul olanaklarının
geliştirilmesi ve korunması içinde özel okullara yardım etmekteydi -National Equity
Program for Schools.- Bu politikanın amacı
232
İngilizcenin çocukların ikinci dili
Attorney General for the State of Victoria (at the relation of Black) v. The Commonwealth of
Australia, 330.
233
1990 Yılında yapılan bir revizyona göre yeni okullar altı yardım kategorisinden sadece birine uygun
olabilirler.
olmasını sağlamak ve sakat çocukların eğitimini olanaklı kılmaktır.Özel okullar ayrıca
eyalet hükümetlerinden de öğrenci başına yardım almaktaydılar.
Özel okullara devlet yardımının yapılması Avustralya eğitim sisteminde köklü
etkilere sebeb olmuştur.Özel okullara kaydolan öğrencilerin oranı 1960 yılında yüzde
25 düzeyinde düşerken bu düşme oranı
1971 yılında yüzde 22’dir. Ancak
hükümetten düzenli olarak yardım alınmasıyla beraber özel okullardaki öğrencilerin
oranı 1994 yılında yüzde 29’a yükselmiştir.Devlet yardımını savunanlara göre bu
büyüme özel okul pazarının öğrenci sayısının dörtte birine ya da üçte birine karşılık
geldiğini göstermektedir.Devlet okulu taraftarlarına göre ise özel okullar paylarını
büyütmüşlerdir çünkü onlar şimdi daha çok güçlerini arttırmışlardır.
Devlet yardımı özel okulların ücretlerini düşürdü ve onları orta gelirli aileler
için bir cazibe merkezi haline getirdi.Özel okullar devlet okullarını test sınavlarında
ve mezuniyet notlarında geçtiler.Özel okul ücretleri ödenebilir hale geldikçe onlara
olan talepde doğal olarak artmaktadır. Toplam mali kaynakları içerisinde federal ve
eyalet yardımları birçok özel okul için çok önemli bir gelir kaynağı durumundadır.
Federal ve eyalet yardımları Katolik okulların öğrenci masraflarının yüzde 75’ini235,
Avustralya Hırıstıyan Okulları Birliğine (AACS) bağlı –evanjelik sektörün en önemli
kuruluşu- okulların masraflarının
yüzde altmışını karşılamaktadır.236
eyalet yardımları diğer okullar için
Federal ve
çok daha az önemlidir çünkü onlar Katolik
okulların üç ya da dört katı fazla okul ücreti almaktadırlar. 1994 Yılında Katolik
okulları ortaöğrenim için yıllık olarak 1214 dolar alırken diğer özel okullar 3639
dolar tahsil etmekteydi. 237 Daha çok elit olan özel okulların yıllık harcı 7000 dolara
kadar yükselebilmekteydi.
Aynı zamanda özel okulların popülaritesi ebeveynlerin eğitim tercihlerinin
dini perspektifle birleştiğini göstermektedir.Bu özellikle göçmen grupları ve Evanjelik
Hırıstıyanlar için doğrudur.Avustralya Yahudi Göçmen Bürosu tarafından yapılan bir
araştırmaya göre Melbourne’de Yahudi okullarına giden çocuk sayısı 8800’dür. Bu
sayı Yahudi toplumunda okul çağına gelmiş
234
çocuk nüfusunun yüzde yetmişini
National Report on Schooling in Australia: 1994, Melbourne : Ministerial Council on Education,
Employment, Training ve Youth Affairs, 1994.
235
National Catholic Education Commission: School Funding Policy, Canberra : National Catholic
Education Commission, 1987.
236
1994 Annual Report of the Australian Association of Christian Schools, Australian Association of
Christian Schools, tarihsiz.
237
Discussion Paper: Review of the New Schools Policy, Canberra : Australian Government Publishing
Service, 1995, 27.
meydana getirmektedir. Araştırmanın vardığı sonuç şudur: “Gençlerin Yahudi fikir
ve değerlerini destekleyen pedagojik ve sosyal çevrede okul yıllarını geçirmeleri
halinde daha güçlü bir Yahudi kimliği geliştireceklerine dair güçlü ortak bir inanç
vardır.”238
Başka bir Göçmen Bürosu Avustralya Müslüman topluluğunun durumunu
araştırmıştır. Araştırmayı yapan Gary Bouma ebeveynlerin büyük çoğunluğunun
Müslüman okulları tercih ettiğini yazmaktadır. Raporun sonucu şudur: “Göçmenler
kendi kültürlerine uygun
okul ve programları kurmak için daha çok bir araya
gelmektedirler.”239 Müslüman okullara kayıt olan öğrenci sayısı 1986 yılında 325
iken bu sayı 1994 yılında 2500’e çıkmıştır.240 Evanjelik Hırıstıyan okulların sayısında
da geçen yıllarda büyük bir artma meydana gelmiştir. Bu da din temelli eğitimin daha
çok tercih edildiğinin bir yansıması olarak görülebilir.AACS 1994 yılı raporunda
şöyle demektedir: “Çocuklara İsa merkezli dünyayı anlamalarını öğretme ihtiyacı ve
onları İsa’yı hayatlarının
her alanında takip edecek şekilde donatmak
tarihin
herhangi bir döneminde olduğu kadar acil bir ihtiyaçtır.”241
Devlet yardımının orijinal amacı Katolik okul sistemini korumaktı.Bu
politikanın beklenmeyen bir sonucu Katolik olmayan din temelli özel okulların
ortaya çıkmasıydı.1971 Yılında Katolik okullar özel okul öğrencilerinin yüzde
seksenini kaydederken bu oran 1992 yılında yüzde altmışsekize kadar düşmüştür.1986
Yılından bu yana Katolik okullara kayıt oranı yüzde 3.5 oranında artarken bu artış
oranı Katolik olmayan okullarda yüzde 33’tür.1994 Yılında devlete bağlı 6428
ilköğretim okulu varken 1977 özel okul vardı. Birçok değişik dini gruba ait okullara
devlet yardımı yapılmıştır: Roma Katolik (1686 okul), Anglikan (120), Luterci (72),
Seventh-Day Adventist (71), Baptist (42), Pentekostal (21), Yahudi (19), Assemblies of
God (17), ve Hare Krishna (2).Ayrıca devlet dini temelli olmayan şu özel okullara da
yardım sağlamıştır: Montessori (19 okul), Rudolph Steiner (34).242
Katolik olmayan özel okul sektörünün büyümesi özel okullara mali yardımda
bulunma konusunda hükümetin tarafsızlığını yansıtmaktadır.Yüksek Mahkeme
Federal hükümetin dini okullara yardımda bulunabileceğine karar verdikten sonra
hangi dini okulların yardım alacağı sorusu cevapsız kalmıştı.Federal hükümet ve
238
J.Goldlust, The Melbourne Jewish Community: A Needs Assesment, Canberra : Australian
Government Publishing Service, 1993, 62.
239
Bouma, Mosques and Muslim Settlements in Australia, 52.
240
Discussion Paper: Review of the New Schools Policy, 15.
241
1994 Annual Report of the Australian Association of Christian Schools, 1.
eyalet yöneticileri büyük bir tarafsızlık politikası takip ederek dini ve dini olmayan
okullara eşit derecede yardımı dağıtmaya çalıştılar. Avustralya’nın bu durumu
İngiltere ile büyük zıtlık içerisindedir.İngiltere’de yapılan kamu yardımı büyük
mezhep okullarını avantajlı hale getirirken azınlık okullarını dezavantajlı konuma
düşürmektedir.Amerika Birleşik Devletler’inde kamu okullarına mali yardımda
bulunulurken bağımsız dini okullar desteklenmemektedir.Eğitim, İş ve Gençlik İşleri
bölümünden (Department of Education, Employment, and Youth Affairs –DEEYA-)
Aurora Andrushka’ya göre “mali yardım konusunda favoritizm yapılmamaktadır.
Avustralya’da dini bağına, müfredatına, ya
da felsefesine bakılmaksızın
bütün
okullara yardım edilmektedir.”243
Bize göre Avustralya politikası hiçbir dini spesifik olarak avantajlı ya da
dezavantajlı kılmayan, genelde de dini ya da sekülerizmi avantajlı ya da dezavantajlı
konuma düşürmeyen bir tarafsızlık politikasıdır.Devlet yardımı
çocuklarına dini
eğitim vermek isteyen ebeveynlere bu isteklerini gerçekleştirmeyi mümkün kıldığı
gibi seküler eğitim almak isteyenler içinde devlet okulu ya da dini olmayan özel okul
seçeneğini sunmaktadır. Devlet kademeli olarak
gereken bir değer olduğunun farkına
kazandırma komitesinin
eğitim tercihinin desteklenmesi
varmıştır.Senato’nun İş, Eğitim ve Beceri
1995 yılı raporunda
vurgulanmaktadır: “Komite özel okulların
uygulanan politikadaki bu değer
topluma zengin eğitim seçenekleri
sunduğunu düşünmektedir.” 244
Hükümetin bütün okullara eşit mali yardımda bulunma politikası kendisini
yeni okulllar açılmasına izin veren politikasında da göstermektedir.Yeni Okullar
Komitesi –bu komiteyi hükümetten, Katoliklerden ve diğer özel okul sektöründen
temsilciler
oluşturmaktadır-
okul
açmak
için
yapılan
her
başvuruyu
değerlendirmektedir.Komite birincil olarak yeni okulun mali yardım almak için
minimum öğrenci sayısına ulaşıp ulaşmayacağını ve okul açılması düşünülen bölgede
yeni bir okula ihtiyaç duyulup duyulmadığını değerlendirmektedir.Komite yıllık
olarak yeni okul açma başvurularının çoğunu kabul etmektedir. Çünkü yeni dini
okullara olan talep çok yüksektir, hükümet bütün okullara ayırım yapmadan yardım
etmektedir ve dini okulların sayısı artmaktadır.
242
Discussion Paper: Review of the New Schools Policy.
Aura Andrushka ile yapılan röportaj, Eğitim, İş ve Gençlik İşleri Departmanı, 26 Temmuz 1995.
244
Report of the Inquiry into Accountability in Commonwealth-State Funding Arrangements in
Education, Canberra : Australian Government Publishing Service, 1995, 76.
243
Düzinelerce özel okul organizasyonunun kuruluşu –mezhepsel ve üst
organizasyonlar şeklinde-
yeni okul açma için geçilmesi gerekli olan
sürecin
atlatılmasını kolaylaştırmakta ve özel okul sektörüne büyük politik destek
sağlamaktadır.Organizasyonlar yeni okul başvuruları için danışmanlık yapmakta ve
özel okulların çıkarlarını hükümet mercileri önünde temsil etmektedirler. Devlet
yardımı konusu geçmişte dini gruplar arasında varolan din ayrılığını bir hiç düzeyine
indirdi.
1960 Yılında bütün büyük kiliseler birleşerek devlet yardımı konusunda
birleşik cephe oluşturdular ve uygun nitelikteki bütün özel okulların devlet yardımı
almasını savundular. Ulusal Katolik Eğitim Komisyonunun (National Catholic
Education Commission-NCEC-) ve Avustralya Hırıstıyan Okullar Derneğinin
(Australyian Association of Christian Schools) yöneticileri
devlet yardımının
Müslüman okullarını kapsamasını desteklediklerini bize ifade etmişlerdir.
Sayıları hızla artan dini okullar diğer ülkelerde en çok tartışmaya neden olan
iki dini gruba aittir:
Evanjelik Hırıstıyanlar ve Müslümanlar.Parlementoda bu
gruplara ait okulların müfredatıyla ilgili bazı sorular ortaya atılmıştır fakat
özel
okulların özerkliğine hiçbir resmi müdahele olmamıştır ve hükümetin politikasının
hikmeti kamuoyunda tartışılmamıştır.Bağımsız Okul Dernekleri Ulusal Konseyinin
başında olan Fergus Thomson görüşünü şöyle ifade etmektedir: “Genel kabul gören
prensip
şudur:
Hükümet
okullara
neyi
öğretip
neyi
öğretmeyeceğini
söylememelidir.”245 Cinsel Ayrımcılık Yasasının geçmesinden sonra dini okulların iş
alımları konusunda da bazı sorular ortaya atılmıştır. Ulusal Katolik Eğitim Konseyi
1994 yılı raporunda kendi pozisyonunu şöyle ifade etmektedir: “Kilise medeni bir hak
olarak Katolik doktrin ve ahlakını yaşam tarzları ya da öğretileriyle açık ya da kapalı
bir şekilde rededenleri teşvik etmeyip desteklememeye devam etmelidir.” 246 Özel
okullar yürürlükte olan politikanın dini bir prensibi ihlal ettiğini ortaya koydukları
anda antidikriminasyon yasasından istisna tutulmaktadırlar. Hiçbir Katolik okulu
şimdiye kadar ayırımcılık yapıldığı iddiasıyla kendisine karşı açılan bir davayı
kaybetmemiştir.247
Düzenli olarak yardım almak için özel okullar DEEYA ve her eyaletin
Eğitim Departmanından izin almak zorundadırlar.Avustralya federalizmine göre
Fergus Thomson’la yapılan röportaj, Bağımsız Okullar Birliği Ulusal Konseyi direktörü, 27
Temmuz 1995.
246
1994 Annual Report of National Catholic Education Commission, National Catholic Education
Commission, tarihsiz, 12.
247
Kevin Vassaroti ile yapılan röportaj, Katolik Ulusal Eğitimi Komisyonu üyesi, 28 Temmuz 1995.
245
eyaletler
özel
okullar
üzerinde
düzenleme
gücünün
çoğunu
ellerinde
bulundurmaktadırlar.Bazı eyaletlerde öğretmenlerin resmen kayıtlı olması yerine
getirilmesi gereken bir zorunluluktur ve okullar tatmin edici bir müfredatı takip etmek
zorundadırlar. Eyalet regülasyonu
pratikte çok esnek olup
personel, kayıt ve
müfredat üzerinde kontrol gücüne özel okullar sahip bulunmaktadır.248 Dini okulların
çoğu kendi okul
felsefelerini benimseyen personeli
çalıştırmayı tercih
etmektedir.Dini okulların kendi müfredatlarını geliştirme hakları da vardır. Avustralya
Hırıstıyan Okullar Birliğine mensup okullar kollektif olarak İsa merkezli bir eğitimi
savunmaktadırlar.249 Roma Katolik okullarında müfredat inanca merkezi bir yer
vermek zorunda olup Hırıstıyanlığın bütün hayat alanlarıyla olan ilgisi Katolik
geleneğe göre açıklanmak zorundadır.250
DEEYA bütün okullardan
aldıkları
yardımları nasıl kullandıklarının hesabını vermeyi ve bu politikanın etkinliğini
değerlendiren araştırmalara katılmalarını şart koşmaktadır. Bu şarta rağmen Federal
Hükümet özel okulları katı bir şekilde regüle etmemektedir.Andrushka’ya göre
verilen yardımlarla ilgili tam bir hesap verilebilirliğin açık bir resmini elde etmek
zordur.251
Federal ve eyalet hükümetleri gelire dayalı bir stratejiyle özel okulları regüle
etme eğilimi içerisindedirler.Özel okul öğrencileri diploma almak için bitiş sınavlarını
vermek ve üniversiteye yerleşmek için giriş sınavlarını geçmek zorundadırlar.Dennis
Doyle şöyle demektedir: “Avustralya özel okullarının değerlendirilmeye tabi
tutuldukları standart performanslarıdır.”252 Bu özel okulların yüksek kalitede sonuç
alma konusunda hep içten baskı duyacakları anlamına gelmektedir.Öğrenci çekmek
için özel okullar öğrencilere çıkış ve üniversiteye giriş sınavlarını kazandıracak bir
eğitim müfredatı sunma konusunda kendilerini zorunlu hissetmektedirler. Sistem
pazar güçlerini kullandığı zaman bu durum tamamen serbest piyasa yaklaşımına
dayanmayıp işletilebilir tercih sistemi içerisinde
gelişmektedir.253
Özel okullar
minimum sayıdaki öğrenciyi çekme konusunda başarısız oldukları takdirde mali
248
H.Praetz, Public Policy and Catholic Schools, Hawthorn, Victoria : Australian Council for
Educational Research, 1982, 63.
249
1994 Annual Report of the Australian Association of Christian Schools, 13.
250
National Catholic Education Commission: School Funding Policy, 3.
251
Aurora Andrushka ile yapılan röportaj, Eğitim, İş ve Gençlik İşleri departmanı, 26 Temmuz 1995.
252
D.P.Doyle, ‘Family Choice in Education: The Case of Denmark, Holland and Australia,’içinde
W.L.Boyd ve J.G.Cibulka, (Ed.), Private Schools and Public Policy: International Perspectives,
Londra : Falmer Press, 1989, 53.
253
J.Knight, B.Lingard ve P.Porter, ‘Restructuring Schools Toward the 1990’s,’ içinde J.Knight,
B.Lingard ve P.Porter, (Ed.), Schooling Reform in Hard Times, Londra : Falmer Press, 1993, 2-22.
yardım hakkını kaybetmektedirler ve hükümet yeni okullara izin verme ve onlara
yapılacak mali yardım düzeyini belirleme gücünü saklı tutmaktadır. Örneğin yaratıcı
bilim öğreten okullar vardır. Bu tür okulların karşılaştığı baskı hükümetten
gelmemektedir fakat
bu baskı ortaöğrenimin sonundaki sınavlarda öğrencilerin
başarılı olmasını isteyen velilerden ve Hırıstıyan eğitimcilerden gelmektedir.AACS
direktörü tam olarak bu görüşü şöyle ifade etmektedir: “Hırıstıyan eğitim perspektifi
temeldir fakat okullarımızın kabul edilebilirliği de çok önemlidir. Hırıstıyan okullar
ülkedeki en iyi özel okullar olduklarını göstermedikleri takdirde öğrencilerini ve
velilerini kaybedeceklerdir.”254
İronik olan özel okul taraftarlarının devlet yardımından çok devlet okulu
yanlılarından korkmasıdır.Geçmişte değişik eğitim sektörleri arasında büyük bir
dayanışma meydana geldi. Bu dayanışma özel okul organizasyonlarının gönüllüce
okul için ulusal amaçlar konusunda anlaşmalarına ve ulusal bir müfredat oluşturmaya
doğru bir eğilimin doğmasına neden oldu. Okullara yardımın eşitlenmesi ve değişik
okul sektörleri arasında dayanışmacı politik düzenlemelerin yapılmasının özel ve
devlet okulları arasındaki farkları arttırması bir paradokstur.255 Crimmins kendi
organizasyonundaki bazı okulların Hırıstıyanlıktan çok akademik performansa vurgu
yaptığına dikkat çekmektedir.Devlet yardımı
potansiyel bir tehdit oluşturmasına rağmen
dini organizasyonun
özerkliğine
biz esas meydan okumanın devlet
regülasyonundan çok dini okul ve kurumların değişen normlarından geldiğine
inanmaktayız.Önemli olan nokta mevcut sistem altında
dini okul ve kurumların
özgün manevi ya da felsefik perspektiflerini koruma kapasitesine sahip olarak işine
devam etmesidir ve birçoğu bunu yapmayı seçmektedir.
Özel ve devlet okullarının performanslarını değerlendirmede birçok zorluk
olmasına rağmen bütün ölçülere göre
özel okullar daha iyi durumda
gözükmektedirler. Özel okul öğrencilerinin mezuniyet ortalamaları devlet okullarında
okuyan öğrencilere göre daha yüksek olmakta ve üniversiteye giren özel okul
öğrencilerinin oranı hayli yüksek bir yüzdede bulunmaktadır.Fakültelere giden
öğrenci oranında Katolik okullar devlet okullarına göre önde giderken bu oran diğer
özel okullarda daha düşüktür. Aynı zamanda özel sektörün seçebilmesi ve problemli
öğrencileri atabilme şansına sahip olması ona devlet okullarıyla rekabette avantaj
Peter Crimmins ile yapılan röportaj, Avustralya Hırıstıyan Okullar Birliği üyesi, 27 Temmuz 1995.
W.L.Boyd, ‘Balancing Public and Private Schools: The Australian Experience and American
Implications,’ içinde Private Schools and Public Policy: International Perspectives, 162.
254
255
sağlamaktadır. Çoğu dini okul üyelerinin sosyo-ekonomik şartlarına bakmaksızın
onları eğitmeyi amaçlamaktadır. Devlet okullarının çoğu büyük ihtimalle devlet
yardımına bağlı kalmaya devam edeceklerdir ve öğrencilerinin çoğunun ikinci dili
İngilizce olduğundan özel okullara göre daha dezavantajlı durumda olacaklardır.256
Son olarak kamu okullarında dinin rolü sorusu üzerinde durmak istiyoruz.257
Birçok eyalet mezhepsel olmayan seküler bir eğitim müfredatı sunmakta ve bu
müfredat içerisinde genel din eğitimi yer almaktadır. Daha önce not ettiğimiz gibi
liberal reformcular devlet okullarında mezhepsel dini eğitime karşı çıkmışlardı fakat
onlar ortak bir ahlakın temelini sağlayabilir düşüncesiyle seküler bir eğitimin
Hırıstıyan
inancının
konsensüsel
özelliklerini
düşünmekteydiler.Devlet ortak kimliği güçlendirmek ve
kapsaması
gerektiğini
temel sosyal değerleri
yerleştirmek için dini pratikleri meşrulaştırdı.Ondokuzuncu yüzyılın sonunda devlet
kamu eğitimi vermeye başladığı zaman düzenleme dogmatik olmayan din eğitimine
izin veriyordu.Pratikte genel din eğitimi Hırıstıyanlık –Protestan Hırıstıyanlığıüzerinde yoğunlaşıyordu ve Katolisizme büyük antipati gösteriliyordu.Genel din
öğretimi son yıllarda genel Hırıstıyanlık üzerinde daha çok durmaya başladı fakat
okullarda dini eğitimin uygun olup olmadığı sorusu ortaya çıktı.1976 Yılında New
South
Wales eyaleti Yüksek Mahkemesinin vermiş olduğu karara göre
okul
yemekleri öncesinde dua edilmesi, Kutsal Kitap okunması ve ilahi söylenmesi genel
din eğitimiyle tutarlılık göstermekteydi. Mahkemenin kararına göre devlet spesifik bir
kilisenin doktrinini desteklemediği sürece
dini eğitim hatta Hırıstıyanlık eğitimi
uygun bir şeydi: “Devlet okullarında öğretilmek üzere Hırıstıyan inançlarının ortak
bir biçiminin adapte edilmesi
doğal ve kabul edilir bir durumdur.Ancak devlet
spesifik bir kilisenin inançlarını diğerlerinin üstüne hakim kılmamalıdır.Devlet genel
din eğitiminde parçalanmayı en düşük seviyede tutacak ortak değerleri öğretmeyi
güvence altına almalıdır.”258
Avustralya dini açıdan plüralistleştikçe
bu yaklaşımın neden olduğu
problemler daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Hırıstıyan ve Hırıstıyan
olmayan gelenekler devlet okullarında Hırıstıyanlığın ayırımı en düşük seviyede
tutacak ortak değerlerinin öğretilmesinden rahatsızdırlar. Onlar konsensüsel dini
256
National Report on Schooling: Statistical Annex 1993, Melbourne : Ministerial Council on
Education, Employment, Training and Youth Affairs, 1994.
257
Kamu okullarında dinin durumuyla ilgili yapılan bir araştırma için bkz.: Discrimination and
Religious Conviction, Altıncı Bölüm.
258
Discrimination and Religious Conviction, 325.
inançların devlet okullarında öğretilmesiyle
ortak sosyal bir ahlakın temelinin
yaratılacağı şeklindeki ondokuzuncu yüzyıl düzenlemesinin optimizmine itiraz
etmektedirler.Toplumu bir arada tutacak
duyulmasına rağmen
bazı ortak değer ve inançlara ihtiyaç
onları dinle temellendirmek
devletin dini konulardaki
tarafsızlığını ihlal etme riskini beraberinde getirmektedir.Devlet konsensüsel dini
değerleri desteklemekle Hırıstıyanlığın geleneksel pratiklerine resmi onay vermiş
olmaktadır. Bizce bu uygulama kilise-devlet ilişkilerini yönlendirmesi gereken
devletin tarafsızlığı ilkesini ihlal etmektedir. Din eğitimini devlet okullarından
kaldırmanın büyük bir riski vardır çünkü bu köklü bir şekilde dindar olan velilere
karşı diskriminasyon olacaktır.Ancak dini eğitim müfredatının
gerçekten nasıl
tarafsız olacağını düşünmek çok zordur.
Avustralya’nın tarafsızlık ve plüralizme daha çok bağlanması sonucu yüzyılın
başında her altı eyalette Özel Dini Egitim Programları (Special Religious Instruction
–SRI-) kurulmuştur ve bu programlar hala kullanılmaktadır.Özel Dini Eğitim
Programlarına göre-Amerikalılar bu programlara serbest zaman programları
demektedir-
okulu ziyaret eden din görevlileri
çocuğunun din eğitimi almasını
isteyen velilerin çocuklarına bu hizmeti sunmaktadırlar. 1980 Yılında New South
Wales eyaletinin Eğitim Bakanlığı devlet okullarındaki din eğitimini incelemek
üzere bir komisyon kurdu ve bu komisyon özel din eğitimi programlarının şartlarına
uyulup uyulmadığına yakından baktı. Komitenin raporuna göre devlet kiliseyle olan
ilişkilerinde sağlıklı bir tarafsızlık içerisindedir. Bu raporun vardığı iki ana sonuç
vardır. Birincisi dini grupların okulların ulaşma kriterleri genişletilmelidir. Toplum
tarafından kabul edilen bütün grupların dini bir karaktere sahip olduğu düşünülerek
bütün dini grupların okullara ulaşması sağlanmalıdır.259 İkincisi özel dini eğitim
programlarını seçen öğrencilere
education)” verilmelidir.260
“amaçlı seküler eğitim (purposeful secular
Bu politikalar dinler arasında ve dinler ile dinsizlik
arasında devletin tarafsız olmasını güvence altına alacaktır.
Kilise, Devlet ve Yarardışı Hizmet Organizasyonları
Dini
okullara
kamu
yardımının
yapılması
devletin
dini
refah
organizasyonlarına yardım etmesi modelinin bir parçasını oluşturmaktadır.Hırıstıyan
gruplar Avustralya tarihi boyunca hayır sektörünün büyük bölümüne hakim
olmuşlardır. Ancak eğitim alanından başlamak üzere tarafsızlık politikasının bir
259
Discrimination and Religious Conviction, 339.
sonucu olarak devlet Hırıstıyan olmayan hayır kurumlarına da kamusal yardımda
bulunmaya başlamıştır.Kiliseler kolonyal Avustralya’da sosyal refahın temininde
öncülük etmişlerdir.Özellikle Evanjelik Hırıstıyanlar hayır kurumlarının oluşmasına
dini bir unsur katmışlardır. Bu organizasyonlar fakirlik, çocukların ihmal edilmesi ve
evsizlik gibi problemleri gündeme getirmişlerdir.261 Ondokuzuncu yüzyılın başında
hayır işlerini yönlendirmede devletin direkt olarak çok az katkısı vardı. Bundan dolayı
bu organizasyonlar işsiz ve fakirlere yardım eden tek hayır kurumlarıydı.Bu hayır
kurumlarını kiliseler ve zengin filantropistler finanse etmekle birlikte devlette hayır
kurumlarına ciddi bir şekilde destek veriyordu.Kilise kurumlarının yoksulların dini
reformasyonuna yönelik çalışmaları devlet tarafından memnuniyetle karşılanmaktaydı
çünkü artan yoksul nüfusun sosyal kontrolü devletin çıkarına hizmet ediyordu.262
Yüzyılın başında ortaya çıkan reformist fikirler
kilise temelli
hayır
organizasyonlarının değerini sorgulamaya başladı. Reformcular hayır hizmetlerinden
yararlanmanın evrensel bir hak olduğunu ve ahlaki değerin seçiciliği fikrinden çok
ihtiyaç temelinde desteklenmesini savunuyorlardı.Aynı zamanda 1890 ve 1930
yıllarında çıkan ekonomik krizler sonucunda hayır işlerine ihtiyaç duyanların
sayısındaki patlama kilise kurumlarını hayır taleplerini karşılayamaz hale getirdi.
Kademeli olarak devlet daha önce desteklediği hayır alanlarına daha çok el atmaya
başladı. Temel gelir desteği, çocuk bakımı ve yaşlılık aylığı gibi reformcu fikirleri
politika olarak adapte etti.1946 Yılında yapılan anayasa değişikliği
Federal
hükümetin sosyal refah alanındaki gücü konusundaki şüpheleri dağıttı. Bu anayasa
değişikliğiyle hükümet sosyal refahın onbir önemli alanında düzenleme gücünü elde
etti. Annelik ve aile yardımları, dul aylığı, çocuk bağışları, işsizlik ve hastalık
yardımları bu onbir sosyal refah alanına dahil edilmiştir. 263
İkinci Dünya Savaşından sonra federal hükümet bütçe konusunda eyaletlere
üstün hale geldi ve federal hükümetin vergi gelirlerini toplaması ve ulusal refah
önceliklerini belirlemesi modeli doğmaya başladı. Ancak bu dönemde
insani
hizmetlerin çoğunu sağlayan eyalet hükümetleri ya da özel kurumlardı.264 Hükümet
260
Discrimination and Religious Conviction, 334.
B.Dickey, No Charity There, Sydney : Allen and Unwin, 1989.
262
E.Windschuttle, ‘Women and the Origins of Colonial Philanthropy,’ içinde R.Kennedy, (Ed.),
Australian Welfare History: Critical Essays, Melbourne : Macmillan, 1982, 10-31.
263
Australia’s Welfare 1993: Services and Assistance, Canberra : Australian Government Publishing
Service, 1993, Birinci Bölüm.
264
A.Graycar ve A.Jamrozik, How Australians Live: Social Policy in Theory and Practice, Melbourne :
Macmillan, 1989, 115.
261
1960 ve 1970 yıllarında
refah rolünü genişletti çünkü
sağlık sigortasına, gelir
dağılımına ve Aboriginal haklara olan kamu desteği çok büyümüştü.Özel refah
organizasyonları
(NGWOs) sosyal refah şebekesinin önemli bir parçası olmaya
devam ettiler ancak onlar devlet yardımına daha çok bağımlı hale geldiler ve kademeli
olarak yeni yeni doğmaya başlayan sosyal refah işinin normlarını adapte etmeye
başladılar.Savaş sonrası yıllarda çok sayıda seküler nitelikli özel hayır kurumu ortaya
çıktı ve bu kurumlar profesyonel sosyal iş modelini hayır faaliyetlerinde kullandılar.
İlerleyen yıllarda organizasyonlar profesyonel sosyal uzmanları çalıştırdıkça ve
Federal hükümetin refah önceliklerini benimsedikçe Hırıstıyan değerlerine dayanan
kilise kurumları ortadan kalkmaya başladı.265
1970 ve 1980 yıllarında İngiltere ve Amerika’da refah sistemlerine yönelik
muhafazakar eleştiri Avustralya politikasını da etkiledi. Kısa vadede yeni sağın refah
devletine yönelik saldırılarından özel organizasyonlar yarar sağladılar çünkü onların
sunduğu hizmetler devletin sunduklarından daha etkili, daha esnek ve daha düşük
maliyetli
olarak
görülüyordu.Politika
yapıcılar
sosyal
hizmetlerin
özel
organizasyonlara devrinin lehinde oldular. 1976-77 ve 1986-87 yılları arasında
Avustralya hükümeti
özel organizasyonlara olan desteğini iki katına çıkardı.Bir
değerlendirmeye göre Avustralya’da sosyal refah hizmetlerinin yarısından fazlasını
özel organizasyonlar
sağlamaktadır.266 Özel refah sektörünün 1992-1993 yılları
arasında yapmış olduğu harcamaların toplam tutarı 4.4. milyar dolardır. Hükümet özel
organizasyonların genel harcamalarının
yüzde altmışını (2.5 milyar dolar)
karşılamıştır. Ancak büyük organizasyonlar küçüklere göre daha az devlet yardımına
bağımlı kalmışlardır.267
Avustralya’nın refah politikası pragmatizminin bir yansımasıdır. Pragmatik
nitelikli bu politika hükümetin hizmetlerde ekonomik etkinliği ve düşük maliyeti
esas almasının bir sonucudur.Özel organizasyonlara devletin yapmış olduğu yardımın
en tipik biçimi hizmet için harç ödenmesi şeklindedir.Organizasyonlar hükümetle
belirli
bir
bedel
karşılığında
anlaşarak
huzurevi
gibi
hizmetleri
yerine
getirmişlerdir.Hizmet programlarının kontrolünde olan bu muhafazakar model özel
A.Nichols, ‘From Charity to Social Justice,’ içinde D.Harris, D.Hynd ve D.Millikan, (Ed.), The
Shape of Belief: Christianity in Australia Today, Canberra : Lancer Books, 1982, 140-62.
266
M.Lyons, ‘Government and the Nonprofit Sector in Australia,’ içinde K.D.McCarthy,
V.A.Hodgkinson ve R.D.Sumariwalla, (Ed.), The Nonprofit Sector in the Global Community, San
Francisco : Jossey-Bass, 1992, 254-77.
267
Charitable Organizations in Australia, Melbourne : Australian Government Publishing Service,
1995, Onikinci Bölüm.
265
organizasyonlar
tarafından
üretilen
hizmetlerin
sonuçları
yoğunlaşmaktadır.Seküler kurumlar gibi dini organizasyonlar da
ekonomisinin
prensiplerini
uygulamadıklarından
sosyal
sorumlu
hizmetlere
uygun
olmuşlardır.Avustralya
üzerinde
serbest piyasa
olarak
uygulayıp
Toplumsal
Hizmetler
Kurumuna göre- Birleşik Kilise refah kurumlarının en üst organı- “hizmetin kalitesi
ekonomik etkinlikten ziyade insanların
hayatları, iyi halleri ve toplumda kabul
edilmeleriyle ilgili birşeydir.”268
Zihinsel sağlık ya da sakat insanlara verilen hizmetler konusunda pozitif
müşteri memnuniyetini oluşturan şeylerin tartışmaya açık olduğu kaçınılmaz bir
şeydir.Hükümetin etkin ve düşük maliyetli hizmetler üstüne yoğunlaşması özel bir
kurumun sunduğu hizmetin nasıl değerlendirileceği sorusunu çözmemesine rağmen
pragmatizm politikasının erdemi hizmetlerin nasıl ve kimlere sunulacağı konusunda
hükümetin tarafsız kalmasını sağlamasıdır.Sosyal hizmetler konusunda analizler
yapan ve hükümete önerilerde bulunan Endüstri komisyonunun başkanı
Pollard fon düzenlemelerini şu şekilde tasvir etmektedir: “Fon ayırma
David
hedeflenen
bir gruba hizmetlerin sunulması şeklinde bir anlaşma yapılmasını içermektedir. O
hedeflenen gruba kilisenin
hali hazırda
hizmet götürüyor olmasi ihtimal
dahilindedir.”269 Pollard’ın tavrı hükümetin kurumların sunduğu hizmet sayısına
gösterdiği tavrın pragmatik bir yansımasıdır. Hükümet geniş kitlelere hizmetlerin
sunulmasıyla
ilgilenirken
kimin
o
hizmetleri
nasıl
sağladığıyla
pek
ilgilenmemektedir.
Pragmatizme ek olarak Avustralya
sosyal refah politikasında
plüralizm,
tölerans ve idari tarafsızlık ilkeleride yeterince oturmuştur.Özel organizasyonların
büyük bölümü dini kimliklerini korumaktadır. 1995 Yılında Endüstri Komisyonunun
hayır sektörü konusunda yapmış olduğu araştırmaya göre en büyük elli özel hayır
kurumundan yirmibirinin dini bağı tespit edilmiştir. Bu dini bağı olan organizasyonlar
arasında Salvation Army, World Vision, Wesley Sydney Mission, Anglican Homes for
Elderly, ve Baptist Commünity Services gibi kurumlar vardır. Binlerce küçük
Müslüman, Yahudi ve Hırıstıyan hayır kurumu daha vardır. Dini etosun bu
kurumların aktivitelerini ne dereceye kadar desteklediği büyük değişkenlik gösteren
bir konudur. Orijinal dini misyonlarını kaybeden birçok hayır kurumu olmasına
‘Response to Draft Report: Charitable Organizations in Australia,’Community Services of
Australia, tarihsiz .
269
David Pollard’la yapılan röportaj, Endüstri Komisyonu, 7.19.1995.
268
rağmen dini misyonlarını koruyan hayır kurumlarının sayısı da az değildir.Kendisini
kilise olarak sunan Wesley Sydney Mission –Avustralya’nın beşinci büyük özel hayır
organizasyonu-
misyonunun İsa’nın İncilini bütün Avustralya’ya yaymak olarak
deklare etmektedir.270 Hükümet dini ve dini olmayan hayır kurumlarına eşit derecede
mali yardımda bulunmaktadır.Büyük dini kurumların gelirlerinin ortalama yüzde
48.4’ünü hükümet yardımı oluştururken bu oran dini olmayan organizasyonlar için
yüzde 51.6’dır.271
Hükümet dini hayır kurumlarına yaptığı yardımların yanında onlara hizmetleri
nasıl sunacakları konusunda da ciddi bir otonomi tanımaktadır. Dini kurumlar kimi
çalıştıracaklarına tamamen kendileri karar vermektedir.Dini kurumların hepsi kendi
dinlerinden olan insanları çalıştırmaya öncelik vermemesine rağmen çoğu kurum
çalıştırdığı personelin dindaşı olmasına dikkat etmektedir.Katolik Sosyal Refah
Komisyonundan Marilyn Webster şöyle demektedir: “Hizmet anlaşmaları personelin
niteliklerini spesifik olarak belirlememektedir.Katolik kurumların çoğunda işe alma
konusundaki standart uygulama Katolik sosyal refah şebekesi içerisinde yer almış
olan kimseleri çalıştırmaktır.”272 World Vision, Salvation Army ve Wesley Sydney
Mission gibi Hırıstıyan hayır kurumları kendi dindaşlarını çalıştırmaya öncelik veren
kurumlar arasındadır.World Vision kurumunun Avustralya
direktörü Philip Hunt
kurumun bu personel politikasını şu şekilde meşrulaştırmaktadır: “World Vision
organizasyonunun dini misyonunu korumasının tek yolu
kurumun
değerlerini
benimseyen kişileri çalıştırmasıdır.” World Vision personeli için dini ayinler ve
Kutsal Kitap çalışmalarıda düzenlemektedir. Bu dini faaliyetlere personalin katılması
zorunlu olmamasına rağmen personelin büyük bir bölümünün onlara gönüllü olarak
katıldığını Hunt not etmektedir.273
Yardım programlarının bir parçası olarak hayır kurumlarının dini hizmetler
yapmasına izin verilmektedir. Salvation Army’nin Doğu Karargahı toplum hizmetleri
sekreteri Ed Dawkins şöyle demektedir: “Güçlü bir manevi boyuta sahip olan
uyuşturucu ve rehabilitasyon programımız
vardır. Rehabilitasyon için
boyutun hayati derecede önemli olduğuna inanıyoruz.”274
manevi
Salvation Army
müşterilerini programlarının dini unsurlarının farkına varması için çaba sarfetmesine
Wesley Sydney Mission Response to the Industri Commission’s Draft Report on Charitable
Organizations, Wesle Sydney Mission, tarihsiz.
271
Charitable Organizations in Australia, Appendix C.
272
Marilyn Webster ile yapılan röportaj, Katolik Sosyal Refah Komisyonu, 18 Temmuz 1995.
273
Philip Hunt ile yapılan röportaj, Avustralya World Vision direktörü, 21 Temmuz 1995.
270
rağmen kendi programlarına katılan Hırıstıyan olmayan kişilere karşı bir
diskriminasyon tavrı içerisinde değildir.Dawkins yirmibeş yıllık sosyal hizmeti
boyunca yapmış olduğu dini faaliyetlere kimsenin karışmadığını söylemektedir.275
Denizaşırı ülkelerde faaliyet gösteren yardım ve gelişme kurumlarının projelerindeki
dini amaçlar için devletin parasını kullanmalarına izin verilmemesine rağmen dini
değer ve pratikler bu organizasyonlardan çoğunun faaliyetlerinde önemli bir parça
oluşturmaktadır. Kilise merkezli gelişme kurumlarıyla lokal kilise aracılığıyla kontak
kurulmaktadır. World Vision dahil bu kurumların çoğu literatürlerinde evanjelizm ve
gelişme arasındaki bağa sıklıkla vurgu yapmaktadırlar.276
Bazı hükümet programları dini organizasyonlardan sundukları hizmetlere
eşitçe
herkesin
oryantasyonu
ulaşabilmesini
olan
bir
sosyal
sağlamalarını
hizmet
şart
isteyen
koşmaktadır.Ancak
dini
müşterilerin
dini
kendi
organizasyonlarını seçmelerinden dolayı kaynaklanan bir önyargı vardır.Cantacare –
Katolik sosyal refah kurumları ulusal konseyi- direktörü Paul Tyrell Centacare’in
müşterileri arasında din temelli bir diskriminasyon yapmamasına rağmen hükümetin
Katolik bir kurum olarak
müşterilerinin
çoğunun Katolik olmasını anlayışla
karşıladığını ifade etmektedir.Tyrell’a göre müşterilerinin yarısını Roma Katolikleri
oluşturmakta olup kurumlarını müşterilerine genelde yerel kilise papazı tavsiye
etmektedir. Biz bu veriyi David Pollard’a bildirdiğimizde o bize şunu ifade etmiştir:
“Dini kurumların müşterilerinin kendi dindaşlarından olmasında endişe verici bir şey
yoktur.”277
1970 Yılında
sosyal hizmetlerin özel organizasyonlara devredilmesi
Avustralya’ya yeni dini ve etnik grupların göç etmesi olayına rastlamıştı.Bu çok
kültürlülük hükümetin plüralizme olan bağlılığını yeni bir testle yüzyüze bıraktı
çünkü yeni göçmen grupları mevcut olarak hükümetin ve özel kurumların sunduğu
hizmetler
yerine
kendi
gruplarının
sunduğu
hizmetleri
tercih
etmekteydiler.Avustralya’daki Yahudi topluluğu hakkında yapılan bir araştırmaya
göre Yahudi ebeveynlerin yüzde elliüçü çocukları için Yahudi çocuk bakım
hizmetlerini tercih ederken
yaşlı Yahudilerin
yüzde seksenikisi Yahudi
E.Dawkins-Salvation Army- ile yapılan röportaj, 31 Temmuz 1995.
E.Dawkins –Salvation Army- ile yapılan röportaj, 31 Temmuz 1995.
276
L.Zivetz ve A.Ryan, ‘World Vision of Avustralya,’ içinde L.Zivetz, (Ed.), Doing Good in Australia,
Sydney : Allen and Unwin, 1991, 267-80.
277
P.Tyrell –Centacare direktörü- ile yapılan röportaj, 26 Temmuz 1995.
274
275
huzurevlerinde kalmayı istemektedir.278
Aynı şey Müslüman ve Budistler içinde
geçerlidir.Hükümet bu taleplere dini ve etnik organizasyonları kendi toplumlarına
birinci dereceden hizmet sunan kurumlar olarak tanımakla karşılık verdi. Özel hayır
kurumlarının çoğu etnik ve spesifik hizmetler sunmaya başlamıştır. Bu eğilim
Endüstri Komisyonunun son raporunda desteklenmektedir: “Kültürel farklılıklar
toplumun ihtiyaçlarının tamamen yeni bir yaklaşımla karşılanmasını gerekli
kılmaktadır.”279 Hükümet dini ve etnik organizasyonların göçmenler arasında çok
popüler olduğunun ve göçmen gruplarına en iyi onlar aracılığıyla ulaşılacağının
farkındadır. Pollard’ın bize ifade ettiği gibi “İslami organizasyonlara hükümet yardım
etmektedir
çünkü
ulaşmaktadır.”280
hükümetin hedeflediği gruplara en iyi biçimde onlar
Bu yorum devletin çıkardışı özel organizasyonlara yardm
etmesinde takip ettiği normun pragmatizm olduğunu bir kere daha yansıtmaktadır.
Sonuç ve Gözlemler
İki yüzyıllık tarihi boyunca Avustralya’nın kilise-devlet politikası dört model
arasında gidip gelmiştir:
resmi dini kurumsallık, çoğulcu kurumsallık, liberal
seperasyonizm ve pragmatik plüralizm. Avustralya’da politika yapıcıları kendilerini
asla bir modelle sınırlamamışlardır çünkü onlar zamana uygun model hangisiyse
politik olarak onu adapte etmişlerdir. Avustralya’da teorik yaklaşımlardan çok politik
ve pragmatik düşünceler
kilise-devlet ilişkilerinde
daha çok önemlidir.
Avustralya’nın bu durumu tamamen Hollanda’ninkine çok ters düşmektedir çünkü
Hollanda devletin tarafsızlığı ve plüralizm gibi önemli ilkeleri çok bilinçli olarak
kilise-devlet politikasında uygulamıştır.Avustralya’nın kilise-devlet ilişkilerine dair
uygulamaları pragmatik bir karaktere sahip olmasına rağmen Hollanda’nın konuyla
ilgili yaklaşımına yakındır. İki ülkede birçok dini ve seküler inancı kapsayacak ve
destekleyecek politikaları takip etmeye çalışmaktadır.Bu yüzden Avustralya’nın
politikaları üçüncü modelimize daha uygun gelmektedir: Plüralizm. Devlet dini
hayatın özel alanla sınırlı olmadığını kabul etmektedir ve dinin kamusal hayatın
önemli bir parçası olduğunu tanımaktadır. Bundan dolayı devlet birçok farklı dini
grubun
eğitim, zihinsel sağlık ve sosyal yardım
alanlarında yapmış oldukları
faaliyetlere mali destek sağlamaktadır. Ayrıca devletin genel politikası diğer dini
gruplara karşı spesifik bir dini grubun tarafında olmamaya ya da dini inançları
278
Goldlust, The Melbourne Jewish Community, xv-xvii.
Charitable Organizations in Australia, 48.
280
David Pollard –Endüstri komisyonu- ile yapılan röportaj, 19 Temmuz 1995.
279
seküler
perspektifler
karşısında
dezavantajlı
konuma
düşürmemeye
dayanmamaktadır.
Avustralya’nın pragmatik plüralizmi dini grupların özgürce dinlerini yaşama
haklarını arttırmıştır. Avustralya’nın bu alandaki uygulaması çalışmamıza konu olan
diğer ülkelerin uygulamalarından çok farklı değildir.Diğer ülkeler gibi Avustralya’da
dini hakların ne kadar genişletilebileceği sorusu ile cedelleşmektedir çünkü
Avustralya’nın dini fikirlerin özgürce ifade edilmesini mümkün kılan tarafsızlık,
uyuşma, tölerans ve kapsayıcı olma değerlerine kültürel bağlılığı vardır. Ancak
Avustralya yaklaşımında problem olan şey devletin
garantisini
yargı
kararları
ya
da
dini özgürlük konusundaki
düzenlemeleri
ile
güçlendirmemiş
olmasıdır.Avustralya Yüksek Mahkemesi Anayasanın 116. Kısmını çok dar olarak
yorumlamaktadır ve
federal yasa
dini diskriminasyonu spesifik olarak yasaklayan herhangi bir
bulunmamaktadır.Bize göre spesifik olarak dini diskriminasyonu
yasaklayan bir yasanın olmaması önemli bir eksikliktir. Bunun eksiklik olarak
görülmesinin nedeni Avustralya’da yaygın olarak dini diskriminasyonun olması
şeklinde bir şey değildir çünkü Avustralya’da çok yaygın bir dini diskriminasyon
yoktur. Böyle bir yasanın olmayışının
grupların
dini özgürlüklerini
eksiklik olarak görülmesinin nedeni dini
nereye kadar kullanabileceklerini gösteren
resmi
nitelikte klavuz bir belgenin olmamasıdır.
Pragmatizm devletin dini okullara ve çıkar dışı dini hayır organizasyonlarına
yardım etmesine neden olmuştur.1960 ve 1970 yılları arasında devletin dini okullara
yardım etmesinin pragmatik ve politik bir nedeni vardı.İki büyük politik parti dini
okullara yardım etmekle Katolik desteğini arkalarına almayı umuyorlardı. Benzer bir
şekilde hizmetlerin daha düşük maliyetle karşılanması şeklindeki pragmatik yaklaşım
hükümetin sosyal hizmetleri 1970 ve 1980 yıllarında hayır kurumlarına devretmesine
neden olmuştur.Devlet çok kültürlü hale geldikçe dini temelli eğitime ve hizmetlere
olan talep artış göstermiştir.Avustralya Müslümanlar gibi yeni dini grupları başarılı
bir şekilde entegre etmiştir ve
onlara farklılıklarını kamusal yardım gören
organizasyonlar aracılığıyla ifade etmelerine izin vermiştir.Bu devletin pratik düzeyde
farklılığı ve plüralizmi teşvik ettiğini göstermektedir.Avustralya bu politikaları
çalışmamıza konu olan ülkelerde dinle ilgili meydana gelen tartışmalara meydan
vermeden uygulamıştır. Bu çok etkileyici bir başarıdır.
Avustralya’lı politika yapıcıları
kendi kilise-devlet politikalarının
normatif implikasyonlarını pek hesaba katmamaktadırlar. Devletin korumak zorunda
olduğu pozitif bir hak olarak dini özgürlüğe pek atıfta bulunulmamaktadır.Ancak
Avustralya’nın pragmatik plüralizmi kapalı bir şekilde
devletin tarafsızlığı
kilise-devlet konularında
idealini gerçekleştirmiş gözükmektedir. Pratikte Avustralya
politikası bir dini diğerlerine karşı korumadığı gibi
dini ve dindışı perspektifler
arasında da ayırım yapmamaktadır.
BEŞİNCİ BÖLÜM
İNGİLTERE: YARI RESMİ KURUMSALLIK
Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında resmi bir kilise kurumuna sahip tek
ülke İngiltere’dir.Anglikan Kilisesi
onaltıncı yüzyılın yarısından
bu yana
İngiltere’de resmi kilise statüsündedir. O zamandan beri kilisenin politik güç ve
imtiyazlarına ilerici bir ruh hakim olmasına rağmen resmi bir kurum olarak kilisenin
varolması önemli bir realitedir. Kısmi kurumsallık olarak terimlendirdiğimiz kilisedevlet modeli
İngiltere’de
kilise-devlet işlerinin çözüm yapısını meydana
getirmektedir. Bu modelde önemli olan şey dinin
olduğunun kabul edilmesi ve
bir kamusal fonksiyonunun
bu yüzden devlet ve dinin ortak amaçları
gerçekleştirmek için dayanışma halinde bulunmasının uygun olarak görülmesidir.
Bu bölüm İngiliz politik kurumlarının ve dini hayatının kısa bir tasviriyle
başlamaktadır.Ardından İngiliz dini kurumuna tarihsel olarak bakılacaktır. Bu
kısımdan sonra bu kilise-devlet modelinin serbest uygulama konularına, sorunlarına,
eğitim ve çıkardışı organizasyonlarla ilgili kurumsallık konularına İngiliz yaklaşımını
nasıl şekillendirdiği üzerinde durulacaktır. Son kısımda yapmış olduğumuz gözlemler
ifade edilecektir
Ulus
Büyük Britanya İngiltere, İskoçya ve Galler’den oluşmaktadır.Birleşik Krallık
bu ülkelere ek olarak Kuzey İrlanda’yıda içermektedir.Bu bölüm sadece İngiltere
üzerinde yoğunlaşacatır çünkü İngiltere
arasında
kırksekiz milyon nüfusuyla bu ülkeler
nüfus ve yüzölçümü açısından en büyük olanıdır.281
İngiliz politik
kültürünü pragmatizm karakterize etmektedir çünkü bu kültürün oryantasyonu soyut
teoriden çok
neyin işe yaradığına yöneliktir.Bu açıdan İngiltere Avustralya
gibidir.İngliz tarihindeki değişimlerin devrimci bir biçim yerine kademeli olarak
gerçekleşmesi bu pratik oryantasyonun bir ürünüdür.Onüçüncü yüzyılda Büyük
1991 Yılında Birleşik Krallığın toplam nüfusu 57.5 milyondu (İngiltere 48 milyon, İskoçya 5
milyon, Galler 3 milyon, Kuzey İrlanda 1.5 milyon).Aksi belirtilmedikçe ifade edilen oranlar sadece
İngiltere için geçerlidir.
281
Buyruğ’u (Magna Charta) imzalamakla sınırlı temsili demokrasiye geçen İngiltere
tam katılımcı demokrasiye geçişini kademeli olarak ondokuzuncu yüzyılın sonunda
tamamlamıştır.Günümüzde İngiltere iki yasama organına dayanan parlementer idare
biçimine sahiptir. Üyeleri seçimle belirlenen 650 kişilik Avam Kamarası politik
açıdan
çok
güçlüdür.Hükümetin başında olan Başbakanı
Avam
Kamarası
seçmektedir.Lordlar Kamarası 1100 kişiden meydana gelmiş olup üyeleri seçimle
belirlenmemektedir. Lordlar Kamarası’nın üyeleri ya doğuştan dolayı bu hakka sahip
olmakta
ya
da
Kraliyet
tarafından
atanmakta
ya
da
pozisyonuna
göre
belirlenmektedir. Resmi olarak yasaların başbakan ve iki kamaradan geçmesi zorunlu
olmasına rağmen Lordlar Kamarasının bir hükümet düzenlemesini geri çevirme gücü
yoktur. Onların rolleri yapılan düzenleme hakkında tartışma yapmakla sınırlıdır.282
Çalışmamıza konu olan diğer ülkelerin
aksine İngiltere’nin yazılı bir
anayasası –-yazılı anayasa maddelerinin kilise-devlet konularına çok etkisi olmaktdıryoktur. Yazılı olmayan İngiliz anayasasına göre hukukun üstünlüğü, sınırlı bir
monarşi altında
parlementonun
parlementer idare sistemi, politik sistemin bütünlüğü ve
egemenliği en önemli prensiplerdir.Dini haklar
özgürlüklerin hiçbiri
dahil temel
anayasal emir ya da haklar düzenlemesi bağlamında ifade
edilmemesine rağmen demokratik toplumun ve parlementonun kapasitesi ortak
değerleri korumaya büyük ölçüde yeterli olmaktadır.
İngiltere’deki en büyük dini gruplar Anglikanlar (% 37), Roma Katolikleri
(%11) ve Metodistlerdir (% 4).Ancak yirminci yüzyıl boyunca din önemini büyük
ölçüde kaybetmiştir.Aktif kilise üyeliği ve katılımı açısından (haftada bir ya da daha
fazla) İngilter çalışmamızda en seküler ülke olarak gözükmektedir.1970 Yılında
İngiltere’de aktif kilise üyeliği yüzde yirmi iken bu oran 1990 yılında yüzde onbire
düşmüştür. Bu oran Galler’de çok az yüksekken İskoçya ve Kuzey İrlanda’da ciddi
derecede yüksektir.Geçen yirmi yıl içerisinde Anglikan, Roma Katolik, Metodist ve
İskoç Presbiteryan kiliseleri ciddi derecede üye kaybına uğramışlardır.Geçen yıllarda
büyüme
kaydeden
Hırıstıyan
kiliseler
bağımsız
Evanjelik
ve
Pentecostal
kiliseleridir.Fakat bu kiliseler 600.000 gibi çok küçük bir üye sayısına
sahiptirler.Anglikan Kilisesi 1.5 milyon aktif üyesiyle İngiltere’nin en büyük
kilisesidir. Onu 1.3 milyon üyesiyle Roma Katolik ve 400.000 üyesiyle Metodist
282
İngiliz siyasi sistemi için bkz.: P.Norton, The British Polity, New York : Longman, 1991.
kilisesi takip etmektedir.283
İngiliz nüfusunun çoğu nominal olarak
Hırıstıyan,
Tanrı’ya inanan ve dini uygulayan Anglikanlar olduklarını idda etmelerine rağmen
İngiliz halkının büyük bölümü dini açıdan aktif değildir.Son olarak yapılan bir
araştırmaya göre İngiliz nüfusunun yüzde ellibeşi kendilerini dindar kişiler olarak
görmekte iken nüfusun yüzde elliyedisi cennete inandığını söylemektedir. Nüfusun
yarısı Anglikan Kilisesinde vaftiz edildiğini ifade etmiştir.284
Hırıstıyanlık dışındaki dini grupların en büyüklerini Müslümanlar, Sihler ve
Yahudiler meydana getirmektedir.Şu anda İngiltere’de birmilyon Müslüman
bulunmaktadır (bu ülke nüfusunun yüzde ikisini oluşturmaktadır).Ancak aktif dini
üyelik açısından Müslümanlar Anglikan ve Roma Katoliklerinden sonra üçüncü
büyük din grubunu oluşturmaktadırlar.İngiltere’de yaklaşık olarak 500.000 Sih ve
300.000 Yahudi’nin olduğu tahmin edilmektedir.Büyük bir kesim hiçbir dini inanca
sahip değildir.1992 Yılında yapılan bir araştırmada kendisinin inanmış
Ateist
olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde dört iken hiçbir sepesifik dine inanmadığını
söyleyenlerin oranı yüzde otuzdörttür.285
Anglikan Kilisesi
daha önce ‘dua eden Muhafazakar Parti’ olarak tasvir
ediliyordu.Bu tasvir iki kurum arasında tarihsel olarak varolan güçlü politik ittifakı
göstermektedir. 1992 Yılında Muhafazakar Parti üyeleri arasında yapılan bir
araştırmaya göre parti ve kilise arasındaki ilişkinin hala güçlü olarak varolduğu
ortaya konmuştur. Parti üyelerinin
yüzde yetmişi düzenli olarak kilise ibadetine
katıldığını iddia etmiştir.286 Öte yandan Muhafazakar Parti’ye Anglikan ruhban sınıfı
ve avamdan gelen destek gerileme içerisindedir.Anglikan Kilisesi Genel Meclisinin
(General Synod of the Church of England) beşyüz üyesi arasında yapılan bir
araştırmaya göre üyelerin sadece dörtte biri 1992 seçiminde Muhafazakar Parti’ye oy
vermiştir. Muhafazakar Parti’ye avam kesiminden gelen yüzde ellibirlik destek 1983
yılında yüzde kırkdörde düşmüştür.287 Kuzey İrlanda hariç bütün Britanya’da din
önemini kaybetmiştir. Dinin yerine sosyal sınıf İngiltere’de politik ayrılığın en önemli
noktası haline gelmiştir.İngiliz Parti sistemi sınıfın önemini yansıtmaktadır çünkü İşçi
Partisi çalışan sınıfın desteğine dayanırken Muhafazakar Parti orta sınıflardan destek
283
P.Brierley ve D.Longley, United Kingdom Christian Handbook 1992-93, Londra : MARC Europe,
1993.
284
The Public Perspective, 1995, 25.
285
British Social Attitudes: Cumulative Sourcebook, Brookfield, Vt.: Gower, 1992.
286
P.Whiteley, P.Seyd ve J.Richardson, True Blues: The Politics of the Conservative Party, Oxford :
Clarendon Press, 1994.
287
R.Gledhill, ‘Church Turns into Liberal Democrats at Prayer,’ The Times, 14 Şubat 1996.
görmektedir.İngiltere büyük ölçüde beyaz ve İngilizce konuşan bir nüfusa sahip
olmasına rağmen nüfus yapısı tamamen homojen değildir.Beyaz olmayan nüfus son
yıllarda büyük bir artış göstermiş olup toplam nüfus içerisindeki oranı şu anda yüzde
beşe dayanmış bulunmaktadır. Bu farklılaşmalar etnik ve ırksal gerilimlere neden
olmaktadır. Etnik ve ırksal gerilimler özellikle beyaz olmayan nüfusun yoğun olarak
yerleştiği şehir yerleşim bölgelerinde meydana gelmektedir.
İngiltere’nin dini farklılığına ve sekülarizmi üzerinde sonra duracağız. Şu an
için İngiltere’de mevcut kilise-din ilişkisini şekillendiren modelin tarihsel güçlerini
anlamak daha önemli bir konu olarak önümüzde durmaktadır.
Tarihsel Arkaplan
Papa Clement VII
İngiliz kralı Henry VIII’ye Aragon’lu Catherine’den
boşanma izni vermeyince o Anne Boleyn’le evlenerek Roma Katolik Kilisesinden
koptu ve Anglikan Kilise’sinin politik kontrolünü eline aldı. İngiliz Protestan
Kilisesinin resmi kuruluşu Elizabeth I
döneminde 1559 yılında yapılan İkinci
Üstünlük Düzenlemesiyle (Second Act of Supremacy) gerçekleşmiştir.Kurulduğu ilk
günden itibaren Anglikan Kilisesi
yaptığı atamalarda ve
mali kaynaklarını
yönetmede geniş bir özerkliğe sahip olmuştur.Kilise ve devlet arasındaki yakın ilişki
iki kurumunda ortak politik ve dini amaçlar için çalışmasına neden olmuştur. Richard
Hooker’in idealine göre –Richard Hooker onaltıncı yüzyılda Anglikan Kilisesinin
resmi kilise olmasını savunan birisidir- kilise üyeliğiyle politik toplumun üyeliği
birleşmeliydi böylece
devletin seküler amaçları ve
kilisenin kutsal amaçları
arasındaki parçalanma ortadan kalkacaktı. Hooker böylece bu politik düzenleme için
gerekli olan teolojik meşrulaştırmayı sağlamış oluyordu. Hooker kilisenin sivil
topluma karşı pozitif bir yükümlülüğü olduğuna ve devletin kilise içerisinde yer
almasının değerine inanıyordu. Hukuki açıdan bu devlet destekli dinin farklı dini
fikirlere sahip kişiler üzerine değişik kısıtlamaları dayatması anlamına geliyordu.288
1661 Tarihli Korporasyon düzenlemesi ve 1673 tarihli Test düzenlemesi Roma
Katoliklerini ve konformist olmayan Protestanları politik işlere katılmaktan
dışlıyordu.
Dini plüralizm ve dini gruplar arasında –Anglikanlar, Roma Katolikleri ve
konformist olmayan Protestanlar- meydana gelen yoğun gerginlikler Hooker’in
organik vizyonunu devam ettirmeyi zor hale getiriyordu.Örneğin 1707 Yılında
İskoçya ile yapılan birleşme anlaşması İskoç Presbiteryan Kilisesinin kurulmasına
izin veriyordu. Dini huzursuzluğun bütün Büyük Britanya’ya yayılması üzerine devlet
1689 yılında geçirdiği Tölerans Aktiyle Protestan gruplara isteksiz bir şekilde ibadet
etme özgürlüğü hakkı tanıdı. Tölerans Akti konformist olmayan Protestanlar
üzerindeki ibadet için toplanma ve uygulama konusundaki kısıtlamaları kaldırmasına
rağmen Test ve Korporasyon Akitleri oldukları gibi devam etmişlerdirir.Devlet
ancak ondokuzuncu yüzyılda farklı dini düşüncelere getirilen kısıtlamaların çoğunu
kaldırmıştır. Konformist olmayan Protestanlar ve Katolikler 1824 ve 1829 yıllarında
politik özgürlüklerini kazanırken Yahudiler 1858 yılında parlemento üyesi olma
hakkını elde etmişlerdir. Parlemento üniversiteye giriş için yapılan dini test sınavlarını
1871 yılında kaldırmıştır. 1920 Yılında
Galler Kilisesi’nin resmi statüsüne son
verilmiştir.289
Anglikan Kilisesi yapılan bu reformları destekleyen bir güç olmadı. Bilakis
Anglikan Kilisesi Lordlar Kamarasındaki gücünü kullanarak
dini kısıtlamaları
kaldıran değişik düzenlemelerin geçmesini engellemeye kalkıştı. Kilise reformların
idareyi Hırıstıyansızlaştırmasından ve
ülkenin dinini tehlikeye sokmasından
korkuyordu. Reformlar kilise-devlet ayrılığına dayanan liberal bir politik felsefenin
sinyallerini vermiyordu. Sosyal ve dini plüralizm çok politize olmuş dini çatışma
konusunda devleti daha liberal bir politika izlemeye zorladı. Steve Bruce ve Chris
Wright şöyle demektedir: “Dini kültürün parçalanması bir araya getirilemeyecek hale
geldiyse ve dini ortodoksiyi desteklemenin bedelinin büyük olduğu durumlarda
devlete etkin bir devlet dininin olmayacağının farkına varmaktan başka bir şey
kalmamaktadır.”290
Anglikan Kilisesi’nin resmi statüsünün ortadan kaldırılması içinde bir takım
çabalar vardı. Devlet Kilisesi Karşıtlığı Derneği (The Anti-State-Church Association)
1844 yılından kurulurken Özgürlük Topluluğu (the Liberation Society) 1853 yılında
kuruldu. Bu iki topluluk kilisenin resmisizleştirilmesi hareketinin öncülüğünü
yapıyorlardı. Ancak bu dönemde bu hareketin etkin politik ve elit desteği
yoktu.Anglikan Kilisesi’nin resmi statüsüne en büyük meydan okumanın dindar
özgürlükçülerden çok
Anglikan Kilisesi içindeki Katolik (Anglo-Katolik) ve
Hooker’ın etkisi için bkz.: P.Cornwell, Church and Nation, Oxford : Basil Blackwell, 1983, Birinci
Bölüm.
289
Bu dönemin iyi bir analizi için bkz.: J.Madeley, ‘Politics and the Pulpit: The Case of Protestant
Europe,’ West European Politics, 1982, 149-71.
288
Evanjelik kanattan gelmesi bir ironidir.Her iki tarafda resmi din kurumuna karşı
değildi; her iki fraksiyonda devletin zorlayıcı gücünü tek doğru dinin yayılması için
kullanmasını
istiyordu.
Ondokuzuncu
yüzyılda
devlet
kilisesini
ele
geçiremeyeceklerini anlayan Anglo-Katolikler devletle bütünleşmiş bir kiliseye sahip
olmanın hikmetini sorgulamaya başladılar.291
Ondokuzuncu yüzyılda Anglikan Kilisesi ve diğer konformist olmayan
kiliseler arasındaki çekişme parti politikalarına da sıçradı. Liberal Parti dini gruplar
arasında devletin tarafsızlığını savundu ve konformist olmayan grupların büyük
desteğini aldı. Ondokuzuncu yüzyılın seçim modelleri konusunda önemli bir çalışma
yapan Kenneth Wald konformist olmayan Protestanlığın bu dönemde Liberal Parti
için en büyük destek kaynağı olduğunu not etmektedir.292 Öte yandan Muhafazakar
Parti resmi kilise statüsünü savundu ve Anglikan oyların büyük bölümünü aldı. Bu
dönemde İngiliz politikasındaki dini bölünmeyi kristalize eden konu
eğitim
konusudur. Anglikan okulları sayıca çok olmalarına rağmen ondokuzuncu yüzyılda
bütün büyük kiliseler kendi okullarını kurup çocuklara kendi inançları doğrultusunda
eğitim vermeye başlamışlardı.1870 Yılında yapılan Eğitim Aktine –bu düzenleme
vergilerle desteklenen ve yerel yönetimlerin kontrolünde olan okullar yaratmıştırkadar devletin eğitimdeki rolü çok azdı.Hükümet yapılacak devlet yardımıyla dini
okulların üyelerine eğitim olanağı sunacağını
öngörüyordu. Devletin görevi
kiliselerin eğitime olan büyük talebi karşılayamaması durumunda ortaya çıkacak
boşlukları doldurmaktı.Devlet okulları mezhepler üstü bir dini eğitim veriyordu. Fakat
dini eğitimin müfredatında Hırıstıyanlık
kilise okullarına göre daha az yer
alıyordu.293
Özgürlükçü Protestanlar ve Liberal Parti eğitim düzenlemesine iki temelde
karşı çıktılar.Birincisi dindar voluntarist olan bazı Liberaller dini organizasyonlara
devlet yardımı yapılmasına karşı çıktılar çünkü bunun kilisenin otonomisinden taviz
vermek anlamına geldiğini
hissettiler. Ayrıca onlar kamusal eğitimin kilise ve
Anglikan kontrolünden bağımsız olması gerektiğini iddia ettiler. Aydınlanma
liberalizminin hamurunda yoğrulan
etkilerden
tamamen
arınmış
Liberal Partinin daha radikal unsurları dini
seküler
bir
devlet
eğitim
sistemini
talep
S.Bruce ve C.Wright, ‘Law, Social Change and Religious Toleration,’ Journal of Church and State,
37, 1995, 110.
291
K.H.Smith, Evangelicals in the Church of England, Edinburgh : T & T Clark, 1988.
292
K.D.Wald, Crosses on the Ballot, Princeton : Princeton University Press, 1983.
290
etmekteydiler.İkincisi Protestanların çoğu Roma Katoliklerine karşıydı ve devlet
parasının doğru olmayan bir dine gitmesini istemiyorlardı. Öte yandan düzenlemeyi
Muhafazakarlar ve Anglikanlar beraber savundular ve onlar bu düzenlemenin hem
kilise hem devlet için en iyi
sonuçları gerçekleştireceğine inanmaktaydılar.
Düzenleme daha çok çocuğun temel eğitim almasını olanaklı kılmasına rağmen o
devletin varolan kilise okullarına –bu okulların çoğu Anglikanlara aittir-
yardım
etmesine hala izin vermekteydi. Ayrıca Anglikanlar devlet destekli okullarda dini
eğitim yapılmasının bütün ulusa yarar getireceğine inanıyorlardı. Bu zihinsel yapıya
göre
dini eğitim ulusun çocuklarına
ortak bir Hırıstıyanlık ahlakının temelini
sunabilirdi. Düzenleme yasalaştı ama eğitim konusu gelecek otuz yıl boyunca dini
tarafları bölmeye devam etti.294
Farklı dini görüşlere sahip kişiler üzerindeki
ondokuzuncu yüzyılda İngiliz toplumunun
sınırlamaların gevşetilmesi
hızla sekülerleştiği bir zamana denk
geliyordu. Bu durum yirminci yüzyılın başında dini tartışmaların depolitize olmasına
yardım etti. Yeni doğan İşçi Partisinin kökleri özgürlükçü kiliselerde atılmıştı ama
İşçi Partisi yirminci yüzyıl ilerledikçe sosyalist ideolojiyle daha yakınlaşma içerisine
girdi. 1920 Yılında İşçi Partisi Liberal Partinin yerine geçip iki büyük partiden biri
olunca
dini konuların yerine sosyal sınıf konuları politik alana hakim olmaya
başladı.295
Bu dönemde diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İngiltere’de de
kiliselerin
politikadan
atılması
onların
yokluğunu
belirgin
derecede
hissettiriyordu.Michael Fogarty’nin not ettiği gibi İngiliz kiliseleri kendileri üzerinde
devletin ya da sekteryan liberalizmin üstünlük kurması gibi bir meydan okumayla
yüz yüze gelmemişlerdir.296
Aydınlanmacı liberalizmden bir tehdidin gelmemesi
kiliselerin sahip olduğu güçle açıklanamaz. Bu durum ancak kiliselerin politik açıdan
önemsiz olmasıyla açıklanabilir.Çünkü devlet din konularıyla ne düşmanca ne de çok
yakın olarak ilgilenmekteydi. Bundan dolayı İngiltere’de asla bir Demokratik
Hırıstıyan hareketi gelişmemiştir. Böyle bir tehlike olmadığı için –sosyalist İşçi
Partisi bile dine düşman olmaktan çok ona karşı sadece ilgisizdi- kiliseler Hollanda’da
olduğu gibi kendilerini korumak için politik bir Hırıstıyan parti ya da başka sosyal
organizasyonlar kurma yoluna gitmemişlerdir.
Bu yasa hakkında yapılan bir çalışma için bkz.: D.Beales, From Castleragh to Gladstone: 18151885, New York : Norton, 1969, Ondokuzuncu Bölüm.
294
D.W.Bebbington, Evangelicalism in Modern Britain, Londra : Unwin Hyman, 1989, Dördüncü
Bölüm.
295
S.Beer, Modern British Politics, Londra : Faber & Faber, 1969, İkinci Bölüm.
293
Hukuken olmasa bile pratikte Anglikan Kilisesi ondokuzuncu yüzyıl mezhep
düşmanlıklarından doğmuştur. Yirminci yüzyılın başları ise Hooker’in ikiyüz yıl
önce öngördüğü idealden çok farklı bir şeydi.Amerika ve Avustralya’nın aksine
Anglikan Kilisesi İngiltere’de resmi kilise olma statüsünü korudu ve bu resmi
kurumun doğası radikal olarak değişti. Parlemento kilise organları üzerindeki
kontrolünden vazgeçtikçe kilise ve devlet arasındaki resmi bağlar gevşemeye başladı.
Kilisenin sosyal ve politik rolü kaybolmaya ve törensel bir nitelik kazanmaya
başladı.Hooker’ın modelinin aksine Anglikan Kilisesi kendisini ulusal kültürel
normları koruyan ve sivil toplumun dini bir organı olarak çalışan tamamlayıcı bir
ulusal kurum olarak görmeye başladı.Din sosyal açıdan daha az önemli hale geldikçe
Anglikan Kilisesi daha ekümenik ve plüralizmi kabul eden bir pozisyona geldi.
Sonuç olarak hem kilise hem devlet diğer dini grupların devlet tarafından tanınmasını
destekledi ve yirminci yüzyılda politik dini tartışmaların İngiliz politikasından
kaybolmasına neden oldu. Kilise politik bir rol için bastırmaya devam etti fakat
ulusal konularda mezhepsel bir görüşten çok ekümenik nitelikte olan bir Hırıstıyan
yaklaşımını benimsedi.
1944 Tarihli Eğitim Akti etrafındaki tartışmalar İngiltere’de dinin değişen
rolünü ortaya koymaktadır.Ondokuzuncu yüzyılın sonunda Anglikan Kilisesi ve diğer
Hırıstıyan gruplar eğitim konusunda birbiriyle kavgalıydılar. Ancak 1944 yılında
kiliseler arası düşmanlıklar en aza indirgendi
ve kiliseler okullarının ayrıcalıklı
pozisyonunu korumak için güçlü bir politik koalisyon kurdular.Anglikan ve Katolikler
–özel dini okulların çoğu bunlara aitti- dini gruplara ait okulların devlet yardım alması
gerektiğini savundular çünkü kilise okulları kamu yararını temin etmelerinin yanında
anne-babalara çocuklarının eğitimini yönlendirme hakkı da sağlamaktaydı. Bu dini
grupların politik gücünün farkında olan politika yapıcıları dini eğitimin kamu yararına
uygun olduğu görüşünü paylaşıyorlardı ve bütün kilise okullarının giderlerini finanse
ediyorlardı.Eğitim Akdi devlet okulları ve dini okullar şeklinde ikili bir sistem
yaratmıştı.Devlet ve dini okullar İngiliz çocuklarını eğitme sorumluluğunu ortak
olarak paylaşıyorlardı.297
Ayrıca Eğitim yasası
devlet okullarında dini eğitimin verilmesini şart
koşuyordu ve okullar her gün toplu ibadetle eğitime başlıyordu. Eğitim Yasasına göre
yerel yöneticilere dini eğitimin nasıl verileceği konusunda danışmanlık yapmak üzere
296
M.Fogarty, ‘The Churches and Public Policy in Britain,’ Political Quarterly, 63, 1992, 302.
Dini Eğitim Danışma Konseyi (Standing Advisory Council for Religious Education –
SACRE-) kuruldu.Bu konsey Anglikan Kilisesinden, diğer Hırıstıyan gruplardan
öğretmen sendikalarından
ve
yerel
oluşuyordu.Kısacası mevcut kiliselerin hepsi
yönetimlerden gelen temsilcilerden
devlet okullarındaki dini eğitimin
müfredatının belirlenmesinde ciddi bir etkinliğe sahiptiler. Ancak Eğitim Yasası
devlet okullarında dar bir mezhep öğretiminin yapılmasını yasaklıyordu. Çünkü dini
eğitimin amacı geniş kapsamlı bir Hırıstıyan perspektifini öğrencilere vermekti.
Ebeveyn ve öğrencilere dini eğitim ve ibadete katılmama seçeneği tanınıyordu fakat
diğer inançlara göre dini eğitim verilmesi yasaklanıyordu.298
Politika yapıcılar kilise liderlerini tatmin etmekten çok dini eğitimin devletin
amaçlarını destekleyecek şekilde dizaynını sağlamışlardı.Yasa çıktıktan sonra dini
eğitimin İngiliz çocuklarına bir amaç birliği sağlayacağı şeklinde iyimser bir beklenti
vardı.Çocukların İngiliz toplumunun hakim değer ve inançlarına –bu değerler ve
inançlar Hırıstıyan değer ve inançlarıydı- göre büyümeleri umut ediliyordu. Alan
Storkey’in ifadesiyle “dini eğitim dinin genel sivil tanımının bir parçası haline
gelmişti.Ulusal mirasın bir parçası olarak Hırıstıyanlık inancının kamusal ve kültürel
bir rol oynayacağı düşünülüyordu.”299 Devlet okullarında dini eğitimin verilmesi
Anglikan Kilisesinin resmi statüsü konusunda varolan kültürel konsensüs ile uyum
içindeydi.Her iki durumda da politik elitler İngiliz kültürü, toplumu ve tarihi üzerinde
önemli bir etki bırakmış olan Hırıstıyanlığın
toplumun moral değerlerinin
şekillenmesinde faydalı bir rol oynamaya devam edeceğine inanıyorlardı.
Çalışmamıza konu olan beş ülke arasında sadece İngiltere’nin resmi kilise
modelinde
devlet
konsensüsel
dini
değerlerin
geliştirilmesini
desteklemektedir.Resmi kilise devletle beraber ortak değerleri geliştirme rolünü daha
çok üstlenmiş gözükmektedir. Kilise bu rolüne son dönemde ekümenizm ve plüralizm
açısından yaklaşmaktadır.Toplumu birbirine bağlayan normları İngiliz çocuklarına
öğreterek moral bir çerçeve oluşturma ihtiyacını karşılamak için din eğitimi uygun
araç olarak gözükmekte ve Anglikan Kilisesine biçilen rolle uyum göstermektedir.
Ancak dini farklılığın ve sekülerizasyonun çatışmaya sebeb olabileceği ve bu sivil
din modeline meydan okuyacağı ya da dindarların kamu hayatında dine biçilen
utiliteryan konuma itiraz edecekleri pek hesap edilmiyordu.Yirminci yüzyılın
B.O’Keeffe, Faith, Culture and the Dual System, Londra : Falmer Press, 1986.
P.Mitchell, ‘Protestanism and Educational Provision,’ içinde W.Tulasiewicz ve C.Y.To, (Ed.),
World Religions and Educational Practices, Londra : Cassell, 1993, 125-43.
297
298
sonlarında meydana gelen değişmeler bu öngörülere meydan okumaya başladı ve
devlet okullarında dinin yerinin sorgulanmasına neden oldu. Ancak şimdi bu
tartışmalar üzerinde durmaktan çok
Anglikan Kilisesinin yasal rolü üzerinde
duracağız. Bu kilisenin resmi statüsü kilise-devlet konularının çözümünü etkilemeye
devam etmektedir.
İngiltere’nin Kısmi Resmi Kurumsallığı
Ondokuzuncu yüzyılın sonunda
kaybetti
Anglikan Kilisesi
imtiyazlarının çoğunu
ancak İngiltere’nin resmi kilise kurumu ile ilgili
legal ve kültürel
implikasyonlar kalmaya devam etti. Avrupa topluluğundaki bazı kiliselerin aksine
Anglikan Kilisesi devletten direkt yardım almamaktadır ancak birçok açıdan kilise ve
devlet arasındaki bağlar daha yakın gözükmektedir. Anglikan Kilisesi sadece
İngiltere’de resmi kilisedir. Britanya’nın hepsinde bu statüye sahip değildir. İskoç
Presbiteryan Kilisesi 1707 yılından beri İskoçya’da resmi kilise statüsündedir ve
Galler Kilisenin resmi statüsü 1920 yılında ortadan kaldırılmıştır.300 Kilisenin başı
monark olup onun Katolik olması ya da bir Katolikle evlenmesi hala mümkün
değildir. Kilise tahta çıkma törenini düzenlemekte ve dua ya da dini ritüellerin
gerektiği devlet işlerinde bunları yerine getirmektedir.
Tarihsel açıdan bakıldığında Parlemento ve Anglikan Kilisesi
resmi bağlar
arasındaki
büyük ölçüde ortadan kalkmış gözükmektedir ama mukayeseli bir
perspektifden bakıldığında kilise hayatında hükümetin hatırı sayılır bir rolü olduğu
görülecektir.Resmi bir kilise olarak Anglikan kilisesi hukuku İngiliz hukuk sisteminin
bir parçasıdır ve yirminci yüzyılın başına kadar yapılan yasama faaliyeti Anglikan
kilisesini etkilemekteydi. 1919 Yılında çıkarılan bir yasa ile (Enabling Act) Kilise
genel meclisi (general synod) litürji ve doktrinde değişiklik yapma otoritesine sahip
olmasına rağmen Parlementonun teknik olarak kilise hukukunun bazı konularındaki
sorumluluğu devam etmekte ve
parlemento kilise genel meclisinin yaptığı bir
düzenlemeyi reddedebilmektedir (böyle bir durum
nadir olarak meydana
gelmektedir). Ayrıca monark başbakanın görüşünü alarak
başpsikoposları ve
psikoposları atama gücüne sahip bulunmaktadır. Ancak bu atamalar
kilisenin
gösterdiği adaylar arasında yapılmaktadır.Çalışmamıza konu olan
ülkelerin
hiçbirinde devlet ve kilise arasındaki resmi bağlar İngiltere’deki gibi güçlü değildir ve
299
A.Storkey, ‘The Case for Christian Schools,’ Spectrum 16, 1983, 4-14.
bu ülkelerde devletin varolan kiliseler üzerinde böyle bir otoriteye sahip olmasını
hayal etmek bile imkansızdır.301
Kilise özellikle Lordlar Kamarasında politik bir rol oynamaya devam
etmektedir. Lordlar Kamarası çok az etkili politik güce sahiptir ve o Avam
Kamarasının altında bir pozisyonu işgal etmektedir Ancak hükümet geçirdiği her
yasanın Lordlar Kamarası tarafından onaylanmasını güvence altına almak zorundadır.
Ancak Lordlar Kamarasının yaptığı şey hükümetin yapmış olduğu düzenlemeler
hakkında tartışmalar yapmaktır.Canterbury ve York
başpsikoposu ile Anglikan
Kilisesinin önde gelen yirmidört psikoposu Lordlar Kamarasında sandalyeye sahip
bulunmaktadır.Diğer kiliselerin dini liderleri de Lordlar Kamarasına atanmasına
rağmen sandalye sayısı saklı tutulan tek kilise Anglikan Kilisesidir.Anglikan
Kilisesinin ve onun psikoposlarının
ahlaki düzenlemelerden önemli bir rol
oynadığına dair yaygın bir kanaat vardır. Boşanma yasasında yapılan son reform bu
kanaati yansıtmaktadır.
1995 Yılında hükümet Avam Kamarasından Aile Hukuku Yasasını geçirmek
istedi. Yasa yirmi aylık bekleme döneminden sonra boşanmaya izin veriyordu.Yasa
Lord Mackay tarafından Lordlar Kamarasına getirildiğinde ciddi bir muhalefetle –
Anglikan
Kilisesinin
muhafazakar
kanadı
özellikle
yasaya
karşı
çıktı-
karşılaştı.Canterbury Başpsikoposu Dr. George Carey hükümetin düzenlemesine
destek verirken
York
Başpsikoposu
Dr. David Hope ve
önde gelen diğer
psikoposlar evliliğin hayat boyu süren bir bağ olduğu şeklindeki Hırıstıyan evlilik
idealini ihlal ettiği gerekçesiyle düzenlemeye karşı çıktılar. Lordların yasayı
onaylamama riski vardı fakat onlar pozisyonlarını hükümeti zor duruma düşürmek ve
hükümetin düzenlemesinde bazı değişiklikler yapmak için kullandılar. Medya
Anglikan kilisesi liderlerinin düzenlemeye olan muhalefetlerine geniş yer ayırdı ve
kamuoyunda bu muhalefetin düzenlemenin yapılmasında ciddi bir engel olduğu kanısı
oluşturuldu.302 Düzenleme iki kamaradanda geçti ancak hükümet Lordlardan gelen
talepler üzerine boşanma anında tazminat ödenmesi önerisini ve Avam Kamarasında
Anglikan Kilisesinin legal statüs, içibn bkz.: K.Medhurst ve G.Moyser, Church and Politics in a
Secular Age, Oxford : Clarendon Press, 1988. K.Medhurst, ‘Reflections on the Church of England and
Politics at a Moment of Transition,’ Parliamentary Affairs, 44, 1991, 240-61.
301
D.McClean, ‘State and Church in the United Kingdom,’ içinde G.Robbers, (Ed.), State and Church
in the European Union, Baden-Baden : European Consortium of Church and State Research, 1996,
307-22.
302
A.Doran, ‘Divorce Bill is against God’s Will, says Bishop,’ The Daily Mail, 11 Ocak 1996.
300
Muhafazakarlardan gelen
boşanmayı zorlaştıran önerileri kabul etmek zorunda
kaldı.303
İngiltere’nin irtidat yasası da (blashemy kaw) Anglikan Kilisesinin özel yasal
statüsünü yansıtmaktadır çünkü bu yasa sadece Anglikan Hırıstıyan doktrinlerini
koruma altına almaktadır.304 Son yıllarda çok önemli irtidat davaları yaşanmıştır. Şu
anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önünde İngiliz irtidat yasasına itiraz eden
bir dava bulunmaktadır. İngiliz Film Sınıflama Kurulu Nigel Wingrove’ un Visions of
Ecstasy isimli filmini yasakladı. Kurula göre filmde İsa’nın bir rahibeyle cinsel
ilişkide bulunmasını işleyen sahneler İngiliz irtidat yasasına aykırıydı ve bundan
dolayı yasaklanmalıydı.305 Bu karara AİHM nezdinde itiraz edildi.
Hakaret, saldırı
ve sapkınlıklara karşı Hırıstıyan olmayan dinler irtidat yasasının korumasında
değildir. Bu durum Salman Rüşdi olayı esnasında Müslüman toplumun kendi arasında
büyük bir tartışma yapmasına neden olmuştur.306
Kilisenin legal statüsünden daha önemli olan şey
Anglikan Kilisesinin
vazgeçilmezliğini savunan kültürel öngörülerdir.307 Daha önce ifade ettiğimiz gibi
kilise üyeliği çok düşüktür. Aktif olarak kiliseye üye olanların oranı sadece yüzde
beştir. Ancak kiliseye üye olanların çoğu orta sınıfa mensup kişilerdir.308 Ayrıca
İngiltere’nin en iyi özel okulları Anglikan Kilise’sine bağlı bulunmaktadır. Bu iki
gerçek Anglikan Kilisesinin politik ve yasal kurumlarda üst derecede bu kadar nasıl
temsil edildiğini açıklamaktadır.
Anglikan Kilisesi çok ciddi bir politik ve sosyal nüfuza sahiptir. Bu durum
sadece kilise hayatına katılan kişilerin sayısıyla açıklanamaz.İki yazarın not ettiği gibi
Anglikan Kilisesi’nin resmi statüsü sosyal ve politik konularda yapılan tartışmalara
katkı sunması için ona önemli bir platform olma olanağı sağlamaktadır.309 Kilise
basında genişçe yer almaktadır. Özellikle kilise hükümet politikasına aykırı görüşler
ifade ettiği zaman basının kiliseye olan ilgisi artmaktadır.1982 Yılında Kilisenin
A.Leathley ve A.Thomson, ‘Pension Split Deal Saves divorce Reforme Bill,’ The Times, 18 Haziran
1996.
304
E.Barker, ‘The British Right to Discriminate,’ içinde T.Robbins ve R.Robertson, (Ed.), ChurchState Relations: Tensions and Transitions, New Brunswick, N.Y. : Transaction Books, 1987, 273.
305
S.Lyall, ‘Rights Panel for Europe Stirs Anger in Britain,’ New York Times, 6 Mayıs 1996. Mary
Whitehouse’ın Gay News isimli dergiye karşı açmış olduğu dava en meşhur irtidat davasıdır. Bu dergi
İsa’ya karşı homoseksüel aşkı ifade eden bir şiiri basması sonucu dava edilmişti.
306
T.Modood, ‘British Asian Muslims and the Rushdie Affair,’ Political Quarterly, 61, 1990, 143-60.
307
G.Moyser, (Ed.), Church and Politics Today, Edinburgh : T &T Clark, 1985, 7.
308
D.Martin, ‘Great Britain,’ içinde H.Mol, (Ed.), Western Religions: A Country by Country
Sociological Study, The Hague : Mouten, 1972, 229-45.
309
Medhurst and Moyser, Church and Politics in a Secular Age, 316.
303
Sosyal Sorumluluk Komitesinin hazırladığı ve
tek taraflı nükleer silahlanmanın
savunulduğu Kilise ve Bomba (The Church and the Bomb) isimli rapor basında geniş
bir şekilde yer almıştır.
1985 Yılında Canterbury Başpsikoposuna bağlı Şehirde
Öncelikli Bölgeler Komisyonunun hazırladığı Şehirde İnanç (Faith in the City) isimli
rapor medyanın büyük ilgisini çekmiştir Rapor şehirlerdeki sosyal problemlere dikkat
çekmiş ve kilise Başbakan Thatcher’in politikalarını reddetmiştir. Canterbury
Başpsikoposu George Carey’nin 1996 yılında hükümetin kriminal adalet politikasına
saldırması büyük sansasyon yaratmıştır. Dr. Carey’e göre hükümetin suç politikası
adaletten çok intikama dayanmaktadır.310 Kilise temsilcilerinin hükümet politikalarına
karşı ifade ettikleri görüşlere medya geniş yer ayırmaktadır. Bu medyatik ilginin
nedeni kısmen Anglikan Kilisesinin Lordlar Kamarasında politik görüşlerini ifade
edeceği bir platforma sahip olmasıdır. Ama bundan daha önemli olan şey Anglikan
Kilisesinin ulusun dini sesi olarak görülmesi ve kilisenin ulusal konularda Hırıstıyan
görüşleri ifade etmesinin doğal karşılanmasıdır.
Ayrıca kamuoyu resmi kilise kurumunun lehindedir.Kilisenin aktif üyelik
oranı çok düşük olmasına rağmen halkın yüzde
altmışı
kendisini Anglikan
Kilisesinin üyesi olarak düşünmekte vaftizm, düğün ve cenaze işlerini yerel
kiliselerde icra etmektedir. Kamuoyu araştırmalarına göre bu nominal Hırıstıyanların
çoğu Kilise kurumunu desteklemekte ve çocuklarına okullarda din eğitimi verilmesini
istemektedir.311 Zaman zaman Anglikan Kilisesi’nin resmi statüsünün kaldırılmasına
yönelik çağrılar Liberal Parti tarafından yapılmaktadır ancak yapılan çağrıların
arkasında halk desteği bulunmamaktadır.312
Tarihsel durumla karşılaştırıldığında devletin ve halkın resmi kiliseye olan
desteğinin azaldığı görülmektedir.Anglikan Kilise’sinin sahip olduğu legal avantajlar
politik açıdan çok önemli değildir. Devlet Anglikan Kilisesi’ni yaymak için çok çaba
sarfetmediği
gibi
Anglikan
olmayan
kiliselere
de
sınırlamalar
getirmemektedir.Devlet yarı resmi bir kilise kurumunu benimsemiş gözükmektedir.
Devlet bütün olarak kurumsal dinin lehine olan politikaları izlemeye özen
göstermektedir çünkü elitlerin ve halkın çoğu dinin sosyal ve ahlaki açıdan yararlı
olduğunu düşünmektedir. Halk en iyi
şartlarda resmi kilise kurumuna
sosyal
R.Gledhill ve J.Sherman, ‘Carey Attacks Howard over Wild Frontier Policy of Revenge,’ The
Times, 10 Mayıs 1996.
311
P.Brierley, (Ed.), United Kingdom Christian Handbook: 1987-88, Londra : MARC Europe, 1989.
312
D.McClean, ‘Church and State in England, 1993,’ European Journal of Church and State Research
1, 1994, 19-22.
310
bütünlüğün ve konsensüsün kaynağı olarak bakmakta ya da onu en kötü şartlarda
zararsız olarak değerlendirmektedir. Geçen yüzyılda -Kuzey İrlanda hariçBritanya’da
dinin
politik
çatışma
kaynağı
olmaması
bu
düşünceleri
desteklemektedir.313
Bu resmi kilise zihniyeti İngiltere’de çok az kişi kiliseye gitmesine rağmen
halkın çoğunun niçin kendilerini Hırıstıyan olarak gördüğünü açıklamaktadır. Çünkü
devlet özgür bir din sunmaktadır – kişiler kilisede evlenmek istediklerinde ya da
çocuklarını
vaftiz etmek istediklerinde Anglikan kiliseleri
diyememektedir- ve insanlar
onlara kolayca hayır
formel olarak kiliseye gidip gelme konusunda çok
isteksizdirler. Rodney Stark ve Laurence Iannacone’nin önerdiği gibi devletin resmi
kiliseyi desteklemesi –bu destek minimal düzeydedir- diğer kiliselerle bir rekabete
girişilmesini önlemekte ve dini katılımı genel düzeylerde tutmaktadır.314
Anglikan olmayan kiliseler genellikle Anglikan Kilisesinin resmi statüsünü
sorgulamamaktadır çünkü hükümet politikaları nerdeyse onlara Anglikan Kilisesi
kadar eşit muamele etmektedir ve onlar devletin dinin kamusal rolünü güçlendirmesi
gerektiği fikrini desteklemektedirler. BBC kiliselere dini yayın yapmaları için yılda
yüzlerce yayın saati ayırmaktadır.Dini Danışma Merkez Kurulu BBC’ye dini yayın
yapmasını tavsiye etmekte ve son yıllarda yapılan dini yayınlar değişik dini inançları
kapsayacak şekilde çeşitlendirilmiştir.315 Bu politika resmi kilise modeliyle uyum
göstermektedir çünkü devletin medya gibi resmi kurumlarda dini organizasyonları
desteklemesi uygun görülmektedir.Bu model dinin önemli kültürel ve sosyal bir
fonksiyon icra edeceği fikrini desteklemekte olup devlet bu fikri gerçeklik olarak
tanımakta ve desteklemektedir.
Hırıstıyan olmayan dini azınlıklar resmi Anglikan Kilisesine ciddi bir meydan
okuma içerisindedirler çünkü devlet onları bazen sistemden dışlamaktadır.Ancak dini
azınlıklar aktif olarak resmi kiliseyi geriletme çabası içerisinde değildirler.Örneğin
Müslümanlar Anglikan Kilisesini sekülerizasyondan daha az ciddi bir meydan okuma
olarak görmektedirler.Tarıq Modood’a göre “gerçek fikir ayrılığı Anglikan Kilisesinin
muhafazakar kanadı ile ülkenin diğer kesimi arasında değildir. Gerçek fikir ayrılığı
Amerika’da dinin kapsanmasıyla ilgili benzer bir argüman için bkz.: T.G.Jelen ve C.Wilcox, Public
Attitudes toward Church and State, Armonk, N.Y. : Sharpe, 1995.
314
R.Stark ve L.R.Iannaccone, ‘A Supply Side Reinterpretation of the Secularization of Europe,
Journal for the Scientific Study of Religion, 33, 1994, 230-52.
315
D.Winter, Battered Bride, Eastbourne : Monarch, 1988, Onüçüncü Bölüm.
313
seküler kamusal kültürde dinin bir yeri olduğunu ve dini grupların devletin bir parçası
olduğunu düşünenler ile böyle düşünmeyenler arasındadır.”316
Modood’un ifade etmek istediği şey sekülerizasyonun Anglikan Kilisesinden
daha fazla İslam için ciddi tehdit oluşturduğudur çünkü sekülarizm dinin modern
toplumda kamusal bir rol oynayamayacağını öne sürmektedir. Sekülarizmin aksine
resmi kilise kurumu kiliselerin sosyal ve politik işlerde aktif roller üstlenmesini ve
devletin de bu rolü desteklemesi gerektiğini savunmaktadırlar.Müslümanlar geçmişte
devletin Roma Katoliklere ve konformist olmayan Protestanlara yaptığı gibi bugünde
kendilerini sisteme katmasını –özellikle dini uygulamalar ve eğitim konularındaistemektedirler.Dini azınlıkların bu hakları devletten ne kadar elde ettiğini analiz
etmek için şimdi dini serbestçe yaşama konuları üzerinde duracağız.
Dinin Serbestçe Uygulanması
Çalışmamıza konu olan ülkelerin aksine İngiltere’nin yazılı bir anayasası ya da
haklar düzenlemesi yoktur. Bundan dolayı dini özgürlükler için yazılı anayasal
güvenceler mevcut değildir. Almanya ve Hollanda’nın aksine İngiltere serbest
uygulama hakkına teorik olarak bağlı değildir.Almanya ve Hollanda’da olduğu gibi
İngiltere devlet okullarındaki din konularını ve
kilise okullarına kamu yardımı
yapılmasını dinin serbestçe uygulanma hakkı ve özgürlüğü olarak görmemektedir.
İngiliz hukukuna göre böyle bir korumanın olmaması İngiltere, İskoçya,
İrlanda’daki kiliselerin
Avam Kamarasında
oturmalarını
ve
yasaklayan bir
düzenlemenin legal olacağı anlamına gelmektedir.Böyle bir uygulama çalışmamıza
konu olan hiçbir ülkede mümkün değildir çünkü din özgürlüğü anayasada güvence
altına alınmıştır.
Yasal şartlar, uluslararası hukuk ve kamuoyundan oluşan bir kombinasyon
İngiltere’de dini hakları korumaktadır.317 Ondokuzuncu yüzyılın sonunda yürürlüğe
giren ve farklı dini görüşlere sahip olanlara değişik haklar veren yasalar en önemli
legal güvenceleri oluşturmaktadır ancak bu yasaların uygulanması çok sınırlıdır ve
mahkemeler bu yasaları halkın dini serbestçe uygulama hakkını garanti altına alan
yasal düzenlemeler olarak yorumlamamaktadırlar. 1976 Yılında çıkarılan Irk İlişkileri
Akti (Race Relations Act) ırksal diskriminasyona karşı yasal bir çerçeve sunmasına
T.Modood, ‘Establishment, Multiculturalism and British Citizenship,’ Political Quarterly, 65, 1994,
53-73.
317
J.A.Robilliard, ‘Religious Freedom as a Human Right within the United Kingdom,’ Human Rights
Review, 4, 1981, 90-111.
316
rağmen aynı şekilde dini diskriminasyonu yasaklayan bir yasa bulunmamaktadır.318
Modood bu yasanın potansiyel olarak dini eşitsizliğin yeni bir çeşidine katkı yaptığını
vurgulamaktadır: “Mahkemelerin etnik grup olarak tanıdığı dini gruplar ile etnik
grup olarak tanımadığı dini gruplar arasındaki eşitsizlik bu yasanın potansiyel olarak
yarattığı dini eşitsizliğin yeni bir formudur.”319 Son olarak mahkemeler Irk İlişkileri
Yasasına göre
Sihlerin etnik grup olarak kabul edilip edilmeyeceği sorusuyla
karşılaştılar ancak mahkemeler genel olarak dini grupları bu yasa kapsamına almama
eğilimindedirler.
Teorik olarak uluslararası hukuk dini diskriminasyona karşı bir çeşit koruma
sağlamaktadır.İngiltere İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin legal önemini kabul
etmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre devlet din özgürlüğünü
korumak zorundadır:
Herkes düşünce, bilinç ve din özgürlüğüne sahiptir.Kişinin dinini ya
da inancını yaşama hakkı ancak kamu güvenliği, düzenin sağlanması,
sağlık ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gibi yasanın
emrettiği hallerde kısıtlanabilir.
Pratikte bu ilkenin anlamı ve implikasyonu konusunda tartışma vardır. Dini
özgürlükler konusundaki bu deklarasyon maddesini İngiliz hukukunu bağlayan bir
yasal prensibe dönüştürmek çok zordur.320
Anayasal ve yasal güvencelerin yokluğu halkın dini haklarının korunması
konusunda
kamuoyuna ve politik sürece güvenmeleri gerektiği anlamına
gelmektedir.Halk dini açıdan daha töleranslı hale geldikçe ve özgürce dini yaşama
hakkının farkına vardıkça birçok olayda kamuoyu desteği yeterli bir güvence olarak
gözükmektedir.Son yıllarda değişik dini gruplara farklı hakların tanınması bu kültürel
değeri yansıtmaktadır. Örneğin ebeveynler devlet okullarında çocuklarını dini eğitim
ve ibadetlere katılmaktan alıkoyabilmektedirler ve okuldaki eğitimi aksatmayacak
şekilde çocuklarını başka yerlere
din eğitimi için gönderebilmeyi talep
edebilmektedirler.Cezaevi, sendika ve hastane gibi kurumlar politikalarını
azınlıkları ve dinsizleri
kapsayacak şekilde
dini
düzenlemeye daha çok dikkat
etmektedirler.321
318
M.Anwar, Race Relation Policies in Britain, Warwick : Centre for Research in Ethnic Relations,
1991.
319
Modood, ‘Establishment, Multiculturalism and British Citizenship,’ 57.
320
Barker, ‘The British Right to Discriminate,’ 270-1.
321
Robilliard, ‘Religious Freedom as a Human Right within the United Kingdom,’ 98-100.
Hırıstıyan olmayan farklı din mensuplarının İngiltere’ye göç etmesi ve yeni
dini
hareketlerin ortaya
çıkması
İngiltere’de bazı
dini
gerilimlere neden
olmuştur.Mevcut yasalara aykırı olan dini pratiklere karşı İngiltere’nin tavrının ne
olduğu önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Çalışma Güvencesi Yasası
(Employment Protection Act) meşru bir neden olmadıkça kişilerin dini inançlarından
dolayı işten çıkarılmasını yasaklamaktadır. Ancak işçilerin
dini pratikleri iş
sözleşmesi şartlarını ihlal etmeye başlayınca mahkemeler bu tür işten çıkarmaları
destekleyen
kararlar
verdiler.
Cumartesi
günü
dini
nedenlerden
dolayı
çalışmayacağını öne sürüp iş sözleşmesini ihlal etmesi üzerine işten atılan SeventhDay Adventist Kilisesine mensup bir kişinin davasında
Temyiz Mahkemesi onun
işten atılma kararını yerinde bulmuştur.Aynı şekilde bir dondurma fabrikasında
çalışan bir Sih sakalını uzatıp hijyen kurallarını ihlal edince işini kaybetmiştir.Bir
Müslüman Cuma namazı saatinde camiye gittiğinden dolayı işten atılmıştır çünkü
çalıştığı işyeri onun bütün gün işyerinde bulunmasını zorunlu tutmaktaydı. Mahkeme
onun işten atılma gerekçesini yerinde bularak
çalışma şartlarını dini özgürce
uygulama hakkının önünde tuttuğunu bir kere daha göstermiştir.322
Bu İngiltere’de dini diskriminasyonun çok yaygın olduğu anlamına
gelmemektedir
çünkü
dini
diskriminasyon
İngiltere’de
çok
yaygın
değildir.Diskriminasyonun varolduğu bir gerçektir. Anayasal ve yasal güvencelerin
olmaması en çok yeni dini hareketleri korkutmaktadır çünkü onların dini pratikleri
geleneksel dinlerinki kadar eski olmadığından toplumsal açıdan zor kabul
görmektedirler.Eileen Barker’in not ettiği gibi bir dini inanç ne kadar eskiyse onun
yasa tarafından korunma şansı o kadar artmaktadır.323 Roma Katolikleri ve Yahudiler
gibi daha önce toplumdan dışlanan gruplar İngiliz toplumunun saygın üyeleri haline
gelmişlerdir ve dini ayırımcılıkla karşılaşmamaktadırlar.Kamuoyu bu iki dini inancı
kabul etmeye başlamıştır ve yarı resmi kilise onların dini görüşlerini entegre etmeyi
başarmıştır.Aynı şey dini inancı olmayanların kabulü konusunda da geçerlidir.1992
Yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre halkın sadece yüzde dokuzu inançsız
bir politikacının işbaşına gelmesini doğru bulmamaktadır. Bu oran Amerika’da yüzde
otuzdur.324 Sihlere ve Müslümanlara olan kamuoyu desteği çok azdır. Bunlara karşı
açık bir diskriminasyon vardır ve halk bu dini grupların İngiliz toplumuna –dini
McClean, ‘State and Church in the United Kingdom,’ 319.
Barker, ‘The British Right to Discriminate,’ 279.
324
The Public Perspective, 1992, 9.
322
323
açıdan Yahudi-Hırıstıyan bir altyapıya sahip bir topluma- entegre olup olmayacağını
sorgulamaya kadar işi götürmektedir.Rastafrianlar, Siyahi Müslümanlar, SeventhDay Adventistleri ve
Scientolojistler gibi
dini hareketlere karşı çok köklü bir
diskriminasyon vardır çünkü toplum onların görüş ve davranışlarını kabul
etmemektedir.
İngiltere ve Amerika arasındaki en belirgin fark azınlık inançlarına mensup
kişilerin dini görüşlerinden dolayı
İngiltere’de Amerika’ya göre
daha çok
zorlanmalarıdır çünkü dini haklarını koruyacak bir yasal sistem İngiltere’de mevcut
bulunmamaktadır.Amerika’daki yasal sistemin dini hakların kesin bir güvencesini
oluşturmadığını daha önce not etmiştik.İngiltere’de dini özgürlükler konusunda
anayasal güvencenin olmaması
özgür uygulama konularını ciddi bir şekilde
etkilemektedir. Devlet genel olarak dindar ve dinsizlerin haklarını korumaktadır fakat
dini haklar legal düzenlemelerden çok elit, kamuoyu ve sosyal realite ile ilgili bir
fonksiyondur.Kurumlarını oturtmuş kiliseler kamuoyundan ve politik süreçten daha
az korkmaktadırlar çünkü onlar toplum tarafından kabul görmüş değerlere
sahiptirler.Dini azınlıklar haklarının korunması konusunda her zaman politik sürece
güvenme
lüksüne
diskriminasyon
sahip
değildirler.Azınlık
dini
gruplarına
karşı
yapılan
özel dini okullara yapılan kamu yardımı alanında kendisini daha
belirgin kılmaktadır.
Kilise, Devlet ve Eğitim
Eğitim alanında İngiltere’nin yarı resmi dini kurumsallık modeli
dini ve
dindışı eğitim perspektifleri arasında eşitliği desteklemektedir ama aynı zamanda bu
model dinler karşısında devletin tarafsızlığı normunu ihlal etmektedir.1944 Yılında
çıkarılan Eğitim Yasası (Education Act) şu okul türlerini yarattı: Yerel Eğitim
Otoritelerinin (Local Education Authorities) kontrolünde olan okullar (county
schools), iki geniş kategoride ele alınan kilise okulları - gönüllü olarak yardım edilen
ve kontrol edilen okullar-.325
Bir kilisenin mütevelli heyeti gönüllü yardımlarla
ayakta duran bir okula sahip olur ve yönetim kurulu okulun giriş kayıtlarında, dini
eğitiminde, okul binalarında, personel atamalarında, ortaöğreniminde ve müfredatında
tam bir kontrole sahiptir.Anglikan Kilisesi okulları üzerine bir çalışma yapan
Bernadette O’Keeffe’nin bulgularına göre Anglikan Kilisesi okullarına girişin birincil
şartı çocuğun ailesinin Hırıstıyan olmasıdır ve birçok okul Anglikan personel
çalıştırmaya öncelik vermektedir.326 Gönüllü olarak kontrol edilen okullarda ise kilise
temsilcileri yönetim kurulunda azınlık olarak bulunmaktadır ve
kayıtlarında
ve personel alımlarında
okula giriş
sorumlu olan yerel mercilerdir.Kilise
okullarının çoğu gönüllü yardıma dayanan okullardır.
Sistem içindeki dini ilkokul ve ortaokullar kayıtlı her öğrenci adına devletten
yardım almaktadırlar.Ayrıca devlet okul binalarının masraflarının yüzde seksenbeşini
karşılamaktadır.Şu anda İngiltere’de dört ilkokul öğrencisinden biri dini ilkokullara
giderken
her
altı
ortaöğrenim
öğrencisinden
biri
dini
ortaokullara
gitmektedir.İlkokulların yüzde otuzbeşi ile ortaokulların yüzde onaltısı kilise ile
ilişkilidir.327
Kilise okulları İngiltere’de çok popülerdir çünkü onlar devlet
okullarından daha iyi bir performans göstermektedirler ve bir çok anne-baba –aktif
olarak dindar olsun ya da olmasın- çocuklarının dini eğitim almasını istemektedir.328
1944 Yılında eğitim alanında en çok faaliyetleri olan iki dini grup Anglikan
ve Katoliklerdi. Onlar eğitim politikasının oluşturulmasında ve planlanmasında
devletle çok
çabuk partner oldular. Her iki kiliseninde çok güçlü eğitim
organizasyonları vardı. Bu organizasyonlar kiliseler adına mali destek, müfredat ve
okul yönetimi konularında devletle masaya oturup anlaşmalar yaptılar. 329 Bu iki
kilise şu anda kamudan yardım alan okulların yüzde doksanbeşine sahip
bulunmaktadır. Çok az sayıda Baptist, Metodist ve Presbiteryan okulu vardır. Devlet
yeni kilise okullarını finanse etmeye kararlı gözükmektedir. Ancak devlet yeni dini
okulları finanse ederken Anglikan ve Katolik eğitim otoritelerine danışmaktadır.
1944 Yılında eğitim yasasının geçmesinden sonra mezhepsel okul sistemine dahil
edilen tek din gubu Yahudi okulları olmuştur.
Kendi çocuklarının dini bir eğitim almasını isteyen Anglikan, Katolik,
Metodist ve Yahudi anne-babaların çoğu buna güç getirebilmektedir. Bu gruplar ülke
dindar nüfusunun yüzde doksanbeşini oluşturmaktadır. Bu politika devletin dini ve
dinsiz
perspektifler
arasında
sağlıklı
bir
tarafsızlık
politikası
yürüttüğünü
göstermektedir. İngiltere’nin bu durumu Amerika’nın uyguladığı politikayla büyük
Gönüllü yardım edilen ile gönüllü kontrollü edilen okullar arasındaki farklar için bkz.:
D.W.Laksheare, A Shared Vision: Education in Church Schools, Londra : Church House, 1992.
326
O’Keeffe, Faith, Culture and the Dual System, 152.
327
R.Burgess, ‘Five Items for the Policy Agenda in Church Schools,’ içinde B. O’Keeffe, (Ed.),
Schools for Tomorrow: Building Walls or Building Bridges, Londra : Falmer Press, 1988, 162-81.
328
‘UK Education-Further Blessings of a Religious Schooling,’Daily Telegraph, 4 Ocak 1995.
329
R.Waddington, ‘The Church and Educational Policy,’ içinde Moyser, (Ed.), Church and Politics
Today, 221-55.
325
bir zıtlık içerisindedir çünkü Amerika politikası çocuklarının kendi dini inançlarına
göre eğitim almasını isteyen anne-babaları dezavantajlı duruma düşürmektedir.1980
Yılında iki faktör dini eğitimin gelişimini etkiledi: İngiltere’ye yeni dini grupların
göç etmesi ve Başbakan Thatcher’in muhafazakar politikaları. Hırıstıyan olmayan
grupların göçü devlet okulları ve dini okullar arasındaki partnerlığı tehdit etmeye
başladı. Müslümanlar kendi dini okullarını kurma yönündeki arzularını ifade ettiler.
Düzinelerce okul Müslümanlar tarafından kuruldu fakat hiçbiri devlet yardımı
alamadı çünkü bu okulların masrafları çok yüksekti ve sayıları ikiyüzellibin olarak
tahmin edilen Müslüman öğrencilerin sadece yüzde beşi Müslüman okullara
gitmekteydi.330
Mevcut sisteme ikinci meydan okuma
Thatcher’ın yapmış olduğu eğitim
reformlarından geldi.Onun reformlarının iki felsefik dayanağı vardı: bireysel seçim
alanı genişletilmelidir ve serbest pazarlar kamusal planlamadan daha etkilidir.Bu
yaklaşım 1980 ve 1988 yıllarında Eğitimde Reform yasalarının çıkarılmasına sebeb
oldu. 1980 Yılında yapılan Eğitimde Reform Yasasıyla eğitim alanına ‘ebeveynin
seçimi’ kavramı getirildi. Bu yasal düzenleme ebeveynlere lokal otoritelerin
kontrolünde olan okullardan herhangi birini tercih etme hakkı veriyordu ve okullara
sınav sonuçlarını, giriş prosedürlerini ve eğitim felsefelerini basma zorunluluğu
getiriyordu. Yasa okulların öğrenci için rekabet edebilmelerini sağlamak için onlara
piyasa baskılarını uyguluyordu ve okulları yeterli öğrenciyi –tüketiciyi- çekmedikleri
takdirde kapanma olasılığıyla yüzyüze getiriyordu.331
1988 Yılında çıkarılan Eğitimde Reform Yasası eğitim alanında daha radikal
değişiklikler yapıyordu. Kanun Yerel Eğitim Otoritelerinin elinde olan birçok yetkiyi
onlardan alıp okulların ve velilerin kendisine devrediyordu. Bu yasanın getirdiği en
önemli şey okulların artık
lokal merciyi
aşıp direkt olarak
Eğitim ve Bilim
Departmanından (DES) finansal yardım alabilmesiydi. Veliler arasında yeterli ilgi
sağlandığı takdirde okulun lokal kontrolden çıkıp Eğitim ve Bilim departmanından
yardım alan bir okul statüsüne gelmek
konusunda veliler arasında bir seçim
yapılabilmesi bu yasanın getirdiği en önemli şeydi.332Yeni sisteme göre okullar
öğrenci başına yardım almaktan ve masraflarının karşılığını direkt olarak devletten
M.Halstead, ‘Educating Muslim Minorities: Some Western European Approaches,’ içinde
Tulasiewicz ve To, (Ed.), World Religions and Educational Practices, 168.
331
Bu eğitim reformları hakkında yapılan bir tartışma için bkz.: M.Feintuck, Accountability and Choice
in Schooling, Philadelphia : Open University Press, 1994.
330
almayacaklardı. Thatcher bu politikayı şu temelde meşrulaştırıyordu: Devletin gücü
ve büyüklüğü özel teşebbüs için tehdit oluşturmaktadır. Thatcher’a göre yerele okullar
kendi mahalli idarecilerinin kontrolünde oldukları zaman daha ucuz ve daha kaliteli
eğitim sunacaklardı. Ayrıca Eğitim Reformu yasası ilk ve ortaokullar için ilk defa bir
ulusal müfredat belilrlemekle Eğitim ve Bilim Departmanının (DES) gücünü
merkezileştiriyordu.
Bu politikanın muhafazakar özellikleri İngiltere’de devlet yardımı alan özel
okulların sayısını potansiyel olarak arttırabilirdi. Hükümet iddia ettiği gibi eğitim
seçeneklerini ve müşteri tercihlerini arttırdığı takdirde dini okullar dahil bütün özel
okulları -bunlara yönelik bir müşteri tercihi olması ve piyasanın bu okulları taşıması
durumunda- finanse etmeliydi.Fakat bu politikada şu problem vardı: Popüler okullar
kendilerine olan talebi karşılayacak kaynağı sunacak bir mekanizmaya sahip
değillerdi ve hükümet sistemin dışında olan kiliselerin okullarını finanse etme
konusunda isteksizdi.İki ayrı olayda hükümet Brent’teki bir Müslüman okuluna mali
yardım yapmayı reddetmiştir. Bu okula binlerce kişi çocuğunu yollamak için
isimlerini
bekleme
listesine
yazdırmıştı.
Bu
karar
eğitim
politikasına
muhafazakarların gösterdiği yaklaşımla çelişmekteydi.333 Devlet yardımı almak için
başvurmayan yüzlerce dini okul –Evanjelik Hırıstıyan ve Ortodoks Yahudi okulları
dahil-
vardı. Süreç daha
açık olsaydı bu okullar devlet yardımı almak için
başvurabilirlerdi.
Hükümetin denominasyon sisteminin içine yeni kiliseleri alma konusunda
isteksiz davranmasının birçok sebebi vardı. Hükümetin birinci iddiasına göre göçmen
dini grupların ayrı olarak açtıkları dini okullar bir demokraside eğitim ve dinin rolü
konusunda liberal fikirlere dayanan bütüncül devlet okul modeli için tehdit
oluşturmaktadır.1985 Yılında hükümetin oluşturduğu bir komisyon eğitim ve etnik
topluluklar konusunda
Swann Raporu denilen bir rapor yayınladı.Rapor dini
tamamen özel bir konu olarak gören seküler bir bakışaçısıyla yazılmıştı ve raporun
vardığı sonuç şuydu: “Uzun vadede ayrı okullar etnik azınlık topluluklarının çıkarına
değildir.”334
Rapor çok kültürlü bir eğitime olan ihtiyacı –çok kültürlü eğitim
sayesinde öğrenciler İngiltere’deki
dini plüralizm gerçeğini anlayabilirlerdi-
M.McVicar, ‘Education Policy: Education as a Business?’ içinde P.Savage ve L.Robins, (Ed),
Public Policy under Thatcher, Londra : Macmillan, 1990, 131-44.
333
G.Hackett, ‘The Scramble for State Funding,’ Times Educational Supplement 3971, 7 A ğustos
1992, 8. ‘Religion and Education,’New Statesman and Society, 27 Ağustos 1993, 5.
334
O’Keeffe, Schools for Tomorrow, Birinci Bölüm.
332
tanımakla beraber devlet okullarının etnik ve dini azınlık okullarından daha iyi hizmet
verdiğini öngörmekteydi çünkü devlet okullar azınlıkları İngiliz kültürünün ana
çizgisine entegre konusunda daha etkiliydi.
Yeni dini okullara yardım edilmesine karşı çıkanlara göre dini okullar bütün
toplumun çıkarlarına en iyi şekilde hizmet etmemektedirler. Onlar dini okulları
toplumu bölen kurumlar olarak algılamaktadırlar çünkü dini okullar çocukları dini
çizgilerde birbirinden ayırmakta ve liberal ve çoğulcu bir kültür için gerekli olan
ortak değer ve bağların gelişimine emgel olan bir sürecin oluşumuna neden
olmaktadırlar.335 Devletin kendisine ait okullardaki eğitimin içeriği üzerinde daha
büyük ölçüde söz sahibi olarak etnik ve dini azınlıkların İngiliz demokrasisini devam
ettirecek değerleri öğrenmelerini güvence altına alabileceği bu görüşün içerdiği
implikasyondur. Liberal normlar arasında en önemlisini tölerans oluşturmaktadır.
Birçok kişi
tölerans normunun ayrı dini okullar özellikle Müslüman okullar
tarafından zayıflatıldığına inanmaktadır.İngiltere’deki müslüman toplum liderlerinin
Salman
Rüşdi’nin
Şeytan
Ayetleri
ismli
kitabına
saldırması,
İngiltere’li
Müslümanların kendilerini kendilerini Humeyni’nin idam fetvası kararından
soyutlamamaları ve Bradford’da yapılan sokak gösterileri Müslümanların liberal
olmayan dini grup olarak sterotipleştirilmelerine neden olmuştur.Rüşdi olayı ve
basının İngiltere’deki Müslümanları dini fundamentalist olarak sunması
kişinin devletin Müslüman okullarına yardım etmemesi gerektiğine
birçok
inanmasını
sağlamıştır.336
Son olarak bazı dinlerin mevcut eğitim sistemin destekleyen sivil dini ve dini
kurumsallık fikirlerine uymadığı şeklinde bir fikir ileri sürülmektedir.Birçok kişi
mevcut kilise okullarının –Anglikan ve Roma Katolik okulları- ayrı dini okullardan
özellikle Müslüman okullarından ayrı olduğunu düşünmektedir çünkü Anglikan ve
Katolik
okullar
sadece
kendi
üyelerine
değil
bütün
halka
hizmet
sunmaktadırlar.Anglikan Kilisesi eğiim komisyonu başkanı David Lanksheare bizimle
yapmış olduğu görüşmede bu perspektifi şöyle ifade etmiştir: “Anlikan Kilisesi
okullarında
kiliselerin
vardır.Okullarımızın çoğu
devletle
ortak
olduğuna
dair
açık
bir
anlayış
Hırıstıyanlığa bağlılık temelinde topluma
hizmet
P.White, ‘The New Right and Parental Choice,’ Journal of Philosophy of Education, 22, 1988, 19599.
336
Modood, ‘British Asian Muslims and the Rushdie Affair,’ Political Quarterly, 143-60.
335
sunmaktadır.”337
Lanksheare bir Anglikan Kilisesi ilkokulunun öğrencilerinin
çoğunluğunun müslüman olmasını
topluma sunulan Hırıstıyan hizmetine örnek
olarak vermektedir.Onun iddiasına göre bu okullar Müslüman öğrencilere İngiliz
toplumu içerisinde asimile olmalarını sağlayacak değerleri
öğretme hizmeti
sunmaktadır.Lanksheare kilise okullarının bütün ulusa hizmet sunduğunu ima etmek
istemektedir çünkü kilise okulları sosyal ve dini plüralizmi kabul etmektedirler.
Müslüman ve Evanjelik Hırıstıyan okulları bu fikirlere meydan okumada
bulunmuşlardır çünkü onlar kendi müfredatlarının merkezi özelliğini oluşturan dini
dünya görüşü konteksinde eğitim vermektedirler ve devlet okullarının liberal ve
plüralistik amaçlarını reddetmektedirler. Müslüman Eğitim Vakfı (Muslim Education
Trust) tarafından basılan bir müfredat programında şu ifade edilmektedir: “İslami
eğitim bütüncül bir eğitim sistemi olup normal hayat işlerini ahlaki ve manevi
özelliklerinden soyutlamamaktadır… Amacımız genç insanları İslam’a göre eğitmek,
onları hayatlarında İslam’a göre yaşayan bilinçli bireyler haline getirmek ve onları
hayata hazırlamaktır.”338 Evanjelik ve fundamentalist eğitim kurumları Hırıstıyan
eğitiminin amacı konusunda benzer iddialarda bulunmaktadırlar çünkü bu gruplar
bütün ulusa hizmet vermekten ziyade kendi dini topluluklarına hizmet vermeyi
amaçlamaktadırlar. Evanjelik Hırıstıyan ve Müslüman okulları bu yüzden mevcut
eğitim sisteminin fikirleriyle uyuşmaz gözükmektedirler.
Mevcut sistemin dışındaki relijyonistlerin perspektifine göre denominason
sisteminin genişlemesine karşı ileri sürülen argümanlar değişik açılardan yanlıştırlar.
Birincisi mevcut sistem genel halktan ziyade kilise üyelerine yarar sağlamaktadır
çünkü
kilise
okullarına
girişin
ana
şartı
öğrencinin
ebeveyninin
dini
inancıdır.Kendilerine aşırı talep olan okulların öğrenci kayıtlarını sadece Hırıstıyan
öğrencilerle sınırlı tuttuğunu söyleyen O’Keffe şöyle demektedir: “Bununla
gönderilmek
istenen
mesaj
şudur:
Hırıstıyan
eğitimi
Hırıstıyan
çocuklar
içindir.Böylece Hırıstıyan okullar bütün ulusa hizmet götürmeyen mezhep okulları
olduklarını göstermiş olmaktadırlar.”339 İslami Kültür Merkezinden Mughram Al
Ghamdi’ye göre Müslüman okulların devletten yardım almaması büyük eşitsizliktir
çünkü devletten yardım alan okullar Roma Katolikleri ve Anglikanlar için vardır.340
Ona göre kilise okulları sadece kilise mensuplarına hizmet götürmektedir ve
David Lanksheare ile yapılan röportaj, 13 Mayıs 1994.
Syllabus and Guidelines for İslamic Teaching, Londra : Muslim Educational Trust, 1984, 1.
339
O’Keeffe, Faith, Culture and the Dual System, 152.
337
338
yürürlükteki politika ayrımcılık yapmaktadır. Devlet diğer kiliselere büyük olanaklar
tanımasına rağmen politikacıların azınlıklar için özel düzenlemeler yapmanın
toplumun genel çıkarlarına karşı onların militanize olacaklarını söylemelerinin büyük
bir ikiyüzlülüktür.341 Anglikan okulları büyük olasılıkla devlet okullarından daha
fazla öğrenci kaydetmektedir; ilkokulların yüzde ellibeşi
ve ortaokulların yüzde
seksenikisi fazla öğrenci yazmaktadır.342 Çünkü bu okullara olan talep genellikle
fazladır ve bu okullar kilise üyelerine öncelik tanımaktadırlar. Müslümanlar ve diğer
azınlık grupları eğitim alanında Anglikan ve Roma Katoliklerinden daha az seçeneğe
sahiptirler.
İkincisi Müslüman aktivistler ve eğitimciler mevcut eğitim sisteminin seküler
fikirlerini sorgulamaktadırlar. Syed Ali Ashraf şöyle yazmaktadır: “Müslümanlar
onların eğitim politikalarını Müslüman çocukların kafalarını yıkayan ve onları
kültürel köklerinden koparan koparan bir şey olarak algılamaktadırlar. Gelecek
nesiller için daha tehlikeli olan şey onların güvenle dayanacağı bir normlarının
olmamasıdır.”343 Devlet eğitim sisteminin seküler ve din karşıtı olduğu şeklindeki
yargı Müslüman ailelerin çocuklarını devlet okulları yerine Anglikan okullara
göndermesine neden olmaktadır. Müslümanlar Hırıstıyan bile olsa kilise okullarını
tercih etmektedir çünkü onlar kilise okullarının devlet okullarından daha fazla dini
bakış açısına açık olduğuna inanmaktadırlar.344
Müslümanlar
ayrıca
mevcut
sistemin
asimilasyonist
fikirlerinide
sorgulamaktadırlar. Kendilerine ait özgün dini ve kültürel kimliklerini korumak
isteyen
dindarlara
göre
–Müslümanlar,
Ortodoks
Yahudiler
ve
Hırıstıyan
fundamentalistleri gibi- seküler ve liberal bir toplumun değerleri içinde asimile olmak
geliştirici olmadığı gibi
onların yararına da değildir. Entegrasyon toplumun ana
sosyal ve politik kesiminin dışında kalan kesimlerini dışlamak için mevcut eğitim
sisteminin kullandığı bir savunma aracı haline gelmiştir.345 Devlet eğitim sistemine
olan düşmanlık Yahudiler, Hırıstıyanlar ve Müslümanlar arasında –kendi okulları
için devletten yardım almak isteyenler- ilginç bir politik koalison meydana
Mughram Al Ghamdi –Islamic Cultural Centre, 17 Mayıs 1994.
E.Hulmes, ‘Christian Education in a Multi-Cultural Society,’ içinde V.A.McCleland, (Ed.),
Christian Education in a Pluralistic Society, Londra : Routledge, 1988, 93.
342
O’Keeffe, Faith, Culture and the Dual System, Birinci Bölüm.
343
S.A.Ashraf, ‘A View of Education-An Islamic Perspective,’ içinde O’Keeffe, (Ed), Schools for
Tomorrow, 5.
344
Modood, ‘Establishment, Multiculturalism and British Citizenship,’62.
345
Bkz.: O.Cole, ‘Religious Education after Swann,’ içinde O’Keeffe, (Ed.), Schools for Tomorrow,
125-44.
340
341
getirmiştir.Öte yandan devlet okulları azınlık gruplarını İngiliz toplumuna entegre
etmek için kullanmak istemektedir ancak devlet Müslüman ve Hırıstıyan
fundamentalistlere
ait
okulların
bu
entegrasyonu
gerçekleştiremeyeceğine
inanmaktadır. Ancak azınlık gruplarına ait okulların kendi dini kimliklerini koruyarak
–Katolik ve Anglikan okulları gibi-
çocuklarını
toplumsal hayata hazırlamaları
mümkün gözükmektedir.346
İngiltere’de yürürlükteki politika açık bir şekilde
inançlara eşit olarak
muamele etmemektedir.Bağımsız dini okulların artması –özellikle Müslüman
okulların gelişmesi- yeni dini okullara talebin olduğunu göstermektedir ancak devlet
bu okullara yardım etme konusunda isteksiz davranmaktadır. İngiltere tarihsel olarak
farklı dini grupları kendi dini sistemine dahil edebilmiştir ve İngiltere’nin yeni dini
gruplarıda sistemine en sonunda dahil etmesi mümkün gözükmektedir. Böyle bir şey
İngiltere’nin geleneksel politik pragmatizmiyle uygunluk göstermektedir.
1988 Yılında çıkarılan Eğitim Reformu Yasası devlet okullarında dini eğitimi
ve ibadeti şart koşmasından dolayı
gerilimlere neden olmuştur.Kültürel
muhafazakarlardan gelen eleştirileri karşılamak için hükümet din eğitimini –bu din
eğitimi İngiltere’deki Hırıstıyan inançlarını yansıtacağı gibi diğer büyük inaçları da
kapsaacaktı- ve
günlük ibadet –bu ibadet büyük ölçüde Hırıstıyan bir karaktere
sahiptir- şartlarını yasaya dahil etti.347 Velilerin çocuklarını dini eğitimden alıkomaya
hakları vardı.Bu dini şartları savunanlar birçok okulun 1944 yasasının dini şartlarını
yerine getirmediğini ve bu okulların çok inançlılık yaklaşımını benimseyerek
Hırıstıyanlığı
azınlık inancı pozisyonuna düşürdüklerini iddia ettiler.348
Birçok
okulun 1944 tarihli eğitim yasasının dini şartlarını yerine getirmediği doğruydu. Bu
İngiltere’nin daha seküler ve daha plüralist bir hale geldiğini yansıtmaktadır.
Yasa Lordlar Kamarasında tartışıldığı zaman hükümet bakanı
Barones
Hooper şöyle demiştir: “Böyle bir toplu ibadet kişilerin kendilerini topluma ait olma
duygularını geliştirecektir.”349
Hooper’in bu yorumu İngiltere’nin kilise-devlet
konularına olan yaklaşımını birçok açılardan yansıtmaktadır. Birincisi resmi kilisenin
olması bir realite olmasına rağmen onun legal gücünün sınırlı olması dinin kamusal
hayatta belirli bir rolü oynayabileceği görüşünün desteklenmesini mümkün
Bkz.: Halstead, ‘Educating Muslim Minorities: Some Western European Approaches.’
Bu yasanın dini provizyonları için bkz.: R.Gower, Religious Education at the Primary Stage,
Oxford : Lion Educational Trust, 1990.
348
J.Burn ve C.Hart, The Crisis in Religious Education, Londra : Educational Research Trust, 1988.
349
P.Vallely, ‘UK Keeping Faith in the System,’ The Independent, 7 Ocak 1995.
346
347
kılmaktadır.Yeni şartlara muhalefet dini azınlıklardan ve çok az seküler elitten gelen
eleştirilerle sınırlıydı.Dini eğitimine kamuoyunun verdiği destek çok yüksekti ve
devlet okullarında dini eğitim verilmesinden ve ibadet edilmesinden şikayetçi olan
velilerin sayısı yok denecek kadar azdı.350
1992 Yılında yapılan bir kamuoyu
araştırmasında katılımcıların yüzde yetmişikisi kamu okullarında günlük ibadet ve
duaların olması gerektiğine inandığını belirtmiiştir. Bu oran dini açıdan çok aktif olan
Amerika’dan daha yüksektir.351 Bu zihinsel yapı Hooper ve diğerlerinin devlet
okullarında Hırıstıyanlığa –çünkü İngiltere’nin çoğunluğu Hırıstıyandır- dayalı din
eğitimi verilmesinin ve ibadet edilmesini şart koşmanın parlemento için anlaşılır bir
şey olduğunu iddia etmelerine neden olmuştur.Kilise liderlerinden ziyade resmi
yetkililer devlet okulları için bir dini eğitim müfredatı düzenlemeye kalktılar çünkü
onlar okulların ortak amaçlara ulaşmadaki etkinliğini görmek istiyorlardı.
İkincisi İngiltere’de dini kurumsallık agresif bir şekilde Hırıstıyan değildir.
Bu fikir din eğitiiminin ve kollektif ibadetin toplumun ortak değerlerine uygun olarak
çocuklara verilmesi gerektiği yaklaşımıyla uygunluk göstermektedir.York Psikoposu
Dr. John Habgood’a göre okullar ahlaken çökmüş bir neslin meydana gelmesinin
önüne geçmek için dini eğitime öncelik vermeliydiler.352
Çok dinli bir toplum
konteksinde dini eğitimin birinci amacı İngiltere’yi Hırıstıyanlaştırmaktan ziyade
çocuklara ahlaki ve değerleri öğretmek ve
onları İngiltere’nin büyük inanç
tradisonlarının farkına vardırmaktı.Okullarda din eğitimi verilmesinin öncülüğünü
yapan Eğitim Araştırmaları Vakfına göre din eğitimi kişiye bireysel ve sosyal
davranışlarında Tanrı bilincine dayalı ahlaki normları öğretecekti.353
Bu yorum
jenerik
optimizmi
bir
din
eğitiminin
neyi
başarabileceği
konusundaki
göstermektedir.Bu yaklaşıma göre genel karakterde olan, resmi bir dini kurumun
klavuzluğunda hazırlanan ve mezhepler üstü bir perspektife göre hazırlanan bir din
eğitimi okul çocuklarına gerekli ahlaki ilkeleri sunacaktır.Bu yaklaşımın anlamakta
başarısız olduğu şey çocukların mensup olduğu spesifik inanç gruplarından bağımsız
olarak hazırlanan bir müfredatın çocuklara yeterli bir ahlak eğitimi
sunamama
olasılığıdır.Ayrıca bu yaklaşım konsensüsel dini inançları kabul etmeyen dindar ve
dinsizlere eşitlikçi bir olarak muamele etmemektedir.
F.Abrams, ‘Education,Breaking the Government Commandments,’ The Independent, 6 Eylül 1994.
The Public Perspective, 1992.
352
B.Preston, ‘Habgood urges support for religious education,’ The Times, 9 Mart 1995.
353
Burn ve Hart, The Crisis in Religious Education.
350
351
Düzenlemeye en büyük muhalefet öğretmen birlikleri ve Müslümanlardan
geldi.En büyük öğretmenler birliği dini eğitime ve ibadete son verilmesini isteyen bir
karar yayınladı.Baş Öğretmenler Birliği üyelerinin yüzde yetmişdokuzu hükümetin
dini eğitim ve ibadetten beklentilerinin gerçekçi olmadığını düşünüyordu.354
Birmingham’da Müslüman aileler din derslerinin boykot edilmesini organize ettiler
fakat Müslüman liderler
eğitime seküler bir yaklaşımda bulunma çağrısında
bulunmadılar.355Bunun yerine Müslümanlar devlet okullarında İslami eğitime olanak
tanınmasını istediler.Müslümanlara göre dini eğitimin amacı çocuklara neyin doğru ve
yanlış olduğunu sunmaksa İslami eğitiminde Hırıstıyan doktrini kadar etkili olduğunu
ileri sürdüler.Çok az okul politikasını liberalleştirerek İslami eğitime izin verdi.
Ancak okulların çoğu buna izin vermedi ve hükümet
okullarda geniş katılımlı
Hırıstıyan dini toplantılarının yapılmasını şart koşan yasada herhangi yumuşamaya
gitmeyeceğini deklare etti.356
Teoride 1988 Eğitim Reform yasasının amacı
okullarda dini eğitim
verilmesine ve ibadet edilmesine olanak sağlanması için devletin bu konudaki
kararlılığını göstermektedir.Bu yasa velilerin bazı okullarda dini
sınıflara
taşımalarına olanak sağladı –böyle bir şeyin Amerika’da olması mümkün değildir.Ancak pratikte okulların çoğu yeni yasanın şartlarını yerine getirmekte başarısız
oldular.357 İngiltere’nin
dini açıdan plüralist bir kültüre sahip olduğu gerçeğini
dikkate aldığımızda ortaya çıkan sonuç sürpriz değildir. Okullarda dini eğitim
verilmesi ve ibadet yapılması için geniş destek vardır ancak
dini eğitimin neyi
kapsaması gerektiği konusunda ortak bir fikir birliği mevcut değildir.Bu durum dini
açıdan farklı olan bir toplumda konsensüsel dini eğitimin kültürel bütünlüğün temeli
olup olmayacağı sorusunu gündeme getirmektedir.İngiltere’deki dini farklılıklar
resmi modelin dinin bu fonksiyonu yerine getirebileceği şeklindeki iddiasına meydan
okumaktadır.
Devlet okullarında dinin konumu resmi din modelinin gücünü göstermektedir
çünkü devlet jenerik bir Hırıstıyan perspektifinden hareketle dini eğitim ve ibadet
hizmeti sunmaktadır.Ancak bu politika devletin değişik dinler karşısında tarafsız
L.Gerard, ‘Delegates demand an end to law on Daily Prayers,’ The Independent, 13 Nisan 1995.
P.Vallely, ‘Keeping Faith in the System,’ The Independent, 7 Ocak 1995.
355
M.Bunting ve M.Wainwright, ‘Muslims to step up boycott of religious lessons,’The Guardian, 12
Nisan 1996.
356
P.Vallely, ‘How much Tolerance can we tolerate,’ The Independent, 4 Mart 1996.
357
Religious Education and Collective Worship: A Report from the Office of Her Majesty’s Chief
Inspector of Schools, Londra : HMSO, 1994.
354
olması gerektiği normunu ihlal etmektedir çünkü devlet spesifik nitelikteki bir
Hırıstıyanlık eğitimini ve ibadetini tercih etmektedir ve bu perspektifin dışındaki
grupları dini eğitim ve ibadetin dışında tutmaktadır. Bu çocukların keşfedebilecekleri
din eğitimine sınırlama getirmektedir.
Kilise, Devlet ve Hayır Kurumları
Kiliseler eğitim alanında olduğu gibi sosyal hayır işlerinde de ondokuzuncu
yüzyılın sonundan itibaren kendi kurumlarını oluşturmaya başladılar.358 Dini değerler
çocuk bakımı, fakirlere yardım, cezaevi reformu ve kamu sağlığı konularındaki
reform çabalarını motive etti.Dini hayır kurumları
yirminci yüzyılda
insani
hizmetlere olan yüksek talebi karşılayacak durumda olmadığı gibi bu hizmetleri
eşitlikçi bir şekilde yerine getirmeleri de mümkün değildi.Dini hayır kurumları Lester
Salamon’un ifadesiyle filantropik partikülarizmi uyguluyorlardı.359 Dini filantropi
özellikle toplumun ihmal edilmiş alt gruplarıyla ilgileniyordu.İngiltere’de refah
reformunun öncülüğünü yapan Evanjelik gruplar ‘hak eden yoksul (deserving poor)’
ve ‘hak etmeyen yoksul (undeserving poor)’ ayırımını
refaha popüler talep arttıkça devlet
yapmaktaydılar.Kamusal
gönüllü hayır sektörünün eksikliklerini
kapatmakla daha çok ilgilenmeye başladı.360
İkinci Dünya savaşından sonra sağlık, konut, eğitim ve gelir desteği
konusunda yapılan yasal
düzenlemeler İngiliz refah sisteminin temelini
oluşturdu.James Beckford’un not ettiği gibi
İngiltere’deki refah
sistemi birçok
Avrupa ülkesinin –refah sisteminin dini farklılıklara dayanmadığı ülkeler-
refah
sisteminden farklı olarak gelişmiştir.Dini filantropi savaş sonrası dönemde devam
etmiştir ancak yeni sistemde dini hayır kurumlarının rolü giderek zayıflarken devlet
kamusal refahın regülasyonunda ve
sunumunda birincil sorumluluğu üstlendi.361
Dini kurumlar ortaya çıkan sosyal hizmet ve sağlık bakımı mesleklerinden büyük
seküler baskılar gördüler.Sosyal hizmet uzmanları sık sık dini dışlayan ya da onu
sosyal
hizmetle
ilgisiz
bulan
objektif
ve
bilimsel
kritere
vurgu
yapmaktaydılar.Mesleğin ideolojik fikirlerini çoğunlukla kabul eden Hırıstıyan
Bu aktivite hakkında yapılan bir çalışma için bkz.: D.W.Bebbington, Evangelicals in Modern
Britain, Dördüncü Bölüm. J. Rose, For the Sake of the Children: Inside Dr.Barnardo’s, Londra :
Hodder and Stoughton, 1987.
359
L.Salamon, ‘Partners in Public Service: The Scope and Theory of Government-Nonprofit relations,’
içinde W.M.Powell, (Ed.), The Nonprofit Sector: A Research Handbook, New Haven : Yale University
Press, 1987, 99-117.
360
Salamon, ‘Partners in Public Service,’ 111.
361
J.A.Beckford, ‘Great Britain: Voluntarism and Sectional Interests,’ içinde R.Wuthnow, (Ed.),
Between States and Markets, Princeton : Princeton University Press, 1991, 30-63.
358
kurumlar sekülarizason süreciyle dolmuş olarak işlerini daha kabul edilir din dışı
terimlerle tanımlamaya başladılar.
Thatcher gönüllü hayır hizmeti sektöründe
önemli değişiklikler yaptı.
Özelleştirmeye, kamu tercihi ve hükümetin rolünün azaltılması ilkelerine olan
bağlılına uygun olarak Thatcher devletin kamusal hizmetleri sunması yerine gönüllü
hayır kuruluşlarının bu alanda kullanılmasına vurgu yaptı.O gönüllü kuruluşların
müşteri tercihlerini genişleteceğini, maliyetleri düşüreceğini ve kamusal hizmetlere
rekabetin girmesiyle etkinliğin artacağını iddia etti.O popüler imajı ve retoriğinin
aksine kamusal refah konusundaki harcamalarda indirime gitmedi; refah devleti için
yapılan harcamalar onun döneminde hep yüksek kaldı.362 Ancak Thatcher devletin
kamu hizmetlerini sunma biçimini değiştirdi; onun politikaları gönüllü kuruluşları
daha çok hizmet sunan haline getirdi.Bir hükümet yayını yeni düzenlemeyi şöyle
tasvir etmektedir: “Hükümet kurumları ve lokal otoriteler
sosyal hizmetlerin
sunulması için gönüllü kuruluşlarla anlaşmalar yapmaktadırlar.”363 1990-91 Yılları
arasında hükümetin gönüllü kuruluşlara ödediği para 2.6 milar pounddur –bu oran
1980-81 yılından beri gönüllü kuruluşların gelirinde yüzde 140.5 oranında artış
olduğu anlamına gelmektedir.-364
Dinin hayır kurumlarındaki önemi kurumuna göre değişmesine rağmen dini
kurumlar
gönüllü hayır hizmetleri sektörünün önemli bir parçası olmayı
başardılar.İngiltere’deki uyuşturucu rehabilitason merkezlerinin üçte biri Hırıstıyan
bir temele dayanırken çocuk bakım merkezlerinin yarısının bir dini oryantasyonu
bulunmaktadır.365 Dini hayır kurumlarının çoğu kendilerine özgü dini perspektifleri
korumaya devam etmektedirler.Örneğin Yeldall Hırıstıyan merkezleri İngiltere’deki
alkol ve uyuşturucu rehabilitason evlerini işletmektedir. Yeldall yıllık gelirinin –
600.000 sterlin- yüzde otuzunu devletten almakta ve yaptığı sosyal iş ile dini
perspektifi arasında sıkı bir bağ olduğunu algılamaktadır. Yeldall misyonunu şu
şekilde ifade etmektedir: “Yeldall Hırıstıyan merkezlerinin amacı
parçalanalara
hayatı
şifa ve bütünlük sunarak Tanrı’yı yüceltmektir.Bir uyuşturucu
I.Crewe, ‘The Thatcher Legacy,’ içinde A.King, (Ed.), Britain at the Polls: 1992, Chatham, N.J.:
Chatham House, 1993, 1-28.
363
Britain’s Voluntary Organizations, Londra : Foreign and Commonwealth Office, 1993.
364
Britain’s Voluntary Organisations. Perr 6 ve P.Fieldgrass, Snapshots of the Voluntary Sector,
Londra : NCVO Publications, 1992.
365
Bu değerler bize Rachel Westall –Evangelical Coalition on Drugs, ve Tom White –National
Children’s Home- tarafından ulaştırılmıştır.
362
bağımlısını özgürlüğüne kavuşturmanın en iyi yolu onu İsa’nın takipçisi olmaktır.
Ancak biz kimseyi İsa’nın takipçisi olmaya zorlamıyoruz.”366
Yeldall’da çalışan personelin hepsi Hırıstıyandır ve hepsi Kitab-ı Mukaddes’e
inandıklarına dair (bible believing) bir dokümanı imzalamak zorundadırlar.367
Yeldall’in barınma merkezlerinde kalanlar günlük danışma seanslarına ek olarak
haftada iki defa Kutsal Kitap çalışmalarına ve kilise ayinlerine ilk ondört hafta bounca
katılmak zorundadırlar.
Kurtuluş Ordusu (Salvation Army) İngiltere’de en yaygın olan hayır
kurumudur. Onun onmilon sterlinlik bütçesi olup bu bütçenin üçte ikisini hükümet
karşılamaktadır.2200 Kişi ful time olarak bu hayır kurumunda çalışmakta olup
yaklaşık
beşbin
kişi
her
zaman
için
bu
kurumun
hizmetlerinden
yararlanmaktadır.Salvation Army’nin Londra evsizlere barınma hizmeti veren evlerin
yardımcı direktörü Christine McMillan
bize Salvation Army’nin
Londra’daki
hostelleri bin kişiye yatak sağlayabilecek bir kapasiteye sahip olduğunu ifade etti.Her
hostelin duvarlarında dini semboller bulunmakta, yemek öncesi dualar yapılmakta ve
gönüllü
katılıma
dayalı
dini
hizmetler
ve
Kutsal
Kitap
çalışmaları
yapılmaktadır.Hükümet destek verdiği bütün hayır kurumlarının personel almında
herkese eşit şartlar ve fırsatlar altında muamele etmesini gerekli kılmaktadır.Bu yasal
gerekliliğe karşlık olarak Kurtuluş Ordusu kendi eşit
fırsatlar politikasını
uygulamakta ve yönetici pozisyonunda olan işlerin dinlerini yaşayan Hırıstıyanların
işgal etmesini gerekli görmektedir.McMillan hükümetin bu politikaya müdahele
edeceğini ummamaktadır.368
Politika yapıcılar daha çok özel hayır kurumlarının sunmuş oldukları
hizmetlerin kalitesi konusunda endişe duymaktadırlar. Hiç kimse özel hayır
kurumlarına
kamu
yardımı
yapılmasına
izin
veren
sorgulamamaktadır.Sağlık Departmanından bir etkili olan
yasal
düzenlemeyi
Rab Rabindran bir
mülakatında bu noktayı açık bir şekilde vurgulamaktadır: “Hükümet özel sosyal
organizasyonların sağlık ve diğer alanlarda sunmuş oldukları hizmetlerin kalitesiyle
ilgilenmektedir.Özel hayır kurumları hizmetleri en iyi bir biçimde sundukları sürece
biz kimin
nasıl hizmet sunduğuyla ilgilenmemekteyiz.”369Dini kurumlar sunmuş
Bu ifadeler şu eserlerden alınmıştır: ‘Yeldall Christian Centres: A Christian Response to Addiction
and Homelessness’ ve ‘Yeldall Manor Care Plan,’ Yeldall Christian Centres Publications, tarihsiz.
367
David Partington ve Jeremy Parr ,Yeldall Christian Centres- ile yapılan röportaj, 12 Mayıs 1994.
368
Christine McMillan –Salvation Army- ile yapılan röportaj, 13 Mayıs 1994.
369
Rab Rabidran –Department of Health- ile yapılan röportaj, 16 Mayıs 1994.
366
oldukları
hizmetlerin
kalitesinin
tamamen
enstrümental
yollarla
ölçülüp
ölçülmeyeceğini sorgulamaktadırlar. Ancak devlet seküler sosyal hizmet modeli
lehine
onlara
diskriminasyon
tavrı
içerisinde
değildir.Görüştüğümüz
hiçbir
organizasyon yetkilisi bize kurumlarının seküler sosyal hizmet kurumlarından daha
fazla regüle ettiğine dair bir şikayette bulunmamıştır.
Bazı araştırmacılar devlet yardımı alan hayır kurumlarının karşılaşabileceği
risklere dikkat çekmektedirler.370 Kamusal yardım
hesap verme noktasında hayır
kurumları üzerinde bir baskı meydana getirmektedir. Özellikle bu baskı dini hayır
kurumlarının kalitesi konusunda problem yaratmaktadır. Peter Dobkin Hall şunu not
etmektedir: “Hizmet kalitesini matematiksel ölçülere göre daha az
tanımlama
eğiliminin olduğu yerde dini hayır kurumları güçlükle karşılaşmaktadırlar.”371 Hayır
kurumları büyük bir regülasyon ve kontrolle karşılaşmaktadırlar ve bir çok dini kurum
sekülerleşmektedir. Ancak kurum başkanları bizimle yapmış oldukları mülakatlarda
dini hayır kurumlarının spesifik dini oryantasonlarını koruyabileceklerini ifade
etmişlerdir. Dini kurumlar sunmuş oldukları hizmetlerle ilgili birçok soruyla
karşılaşmaktadır ancak plüralizme doğru büyük bir gidişin olduğu belirtmemiz
gerekmektedir. Plüralizme olan yöneliş dini hayır kurumları için büyük bir esneklik
meydana getirmektedir.372Yeldall Hırıstıyan merkezlerinin tecrübesi dini hayır
kurumlarının dini değerleri temsil eden hizmetleri isteyen müşterilerine bu nitelikte
hizmetler sunma fırsatına sahip olduklarını göstermektedir.
Devletin dini hayır kurumlarına mali yardımda bulunması eğitim alanında
olduğu gibi mücadelelere sahne olmamıştır. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında hayır
sektörünü Anglikan Kilisesi işgal etmemekteydi ve ilk hayır organizasyonlarının
çoğu mezhepler üstü bir karaktere sahiptiler. Şu anda Britanya’da 112 Hırıstıyan
hayır kurumu ve sosyal organizasyonu vardır.373 Bu kurumların yarısı mezhepler arası
bir karakterdedir. Dini hayır kurumlarının yüzde onbeşi Katolik kilisesine, yüzde onu
Anglikan kilisesine ve geriye kalanlar ise küçük kiliselere bağlı bulunmaktadır.
Anglikanlar ve Katolikler eğitim alanına hakim oldukları gibi hayır sektörü alanına
Bkz.: M.Lipsky ve S.R.Smith, ‘Nonprofit Organizations, Government, and the Welfare State,’
Political Science Quarterly, 104, 1989-90, 626.
371
P.D.Hall, ‘The History of Religious Philanthropy in America,’ içinde R.Wuthnow ve
V.A.Hodginkson, (Ed.), Faith and Philanthropy in America, San Francisco : Jossey-Bass, 1990, 56.
372
M.Taylor, ‘The Changing role of the Nonprofit Sector in Britain: Moving toward the Market,’
içinde B.Gidrow, R.M.Kramer ve L.Salamon, (Ed.), Government and the Third Sector: Emerging
Relationships in Welfare States, San Francisco : Jossey-Bass, 1992, 147-75.
373
Brierley ve Longley, United Kingdom Christian Handbook 1992-93.
370
hakim değildirler.Devlet değişik hayır kurumlarını finanse etmede çok eşitlikçi
davranmaktadır.Yahudi kurumlar büyük devlet yardımları almaktadırlar. Müslüman
ve Sih kurumlar ise daha çocukluk dönemindedirler ancak hükümetten şimdiye kadar
bazı yardımlar almayı başarmış olan bazı Müslüman ve Sih organizasyonlar vardır.
Yapmış olduğumuz mülakatlar
resmi dini yapının Anglikan olmayan
kurumları dezavantajlı konuma koymadığını ortaya koymaktadır.Salvation Army’den
McMillan bağlı bulunduğu kurumun Anglikan olmamasına rağmen herhangi bir
diskriminasyona uğramadıklarını ifade etmektedir.Hatta o resmi dini yapının devletin
kendi kurumuna yardım etmesini desteklediğini söylemektedir.Ona göre sosyal
hizmetler karşılığında devletin sosyal hayır kurumlarına yapmış olduğu yardımların
kabul edilmesi belirli bir perspektif meydana getirmektedir.374 Bu argüman hakkında
söylenecek çok şey vardır. Ancak şunu söylememiz lazımdır: İngiltere’de resmi bir
kilisenin olması dinin kamusal rolü konusunda kültürel bir öngörü yaratmaya yardım
etmektedir. Devlet dini sosyal hizmet kurumlarını desteklemektedir çünkü devlet
onları kamuya yararlı kurumlar olarak algılamaktadır. Kilise kaynaklı bütün hayır
kurumları devletle işbirliği içerisindedirler ve bütün dini kurumlar devlet yardımı
almaya uygun kabul edilmektedir. Bütün hayır kurumlarının kamusal yardım alması
onların arasında bir çatışmanın olmamasını sağlamaktadır.
Sonuçlar ve Gözlemler
Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında resmi bir kilise modeline sahip tek
ülke İngiltere’dir.İngiltere’nin resmi bir kiliseye sahip olması ilk bakışta tarihsel bir
tesadüf ya da bugün pratik anlamı kalmamış bir geçimişin kalıntısı olarak
görünebilir.Devlet ve kilise arasındaki ortaklığın eskisi gibi güçlü olmadığı doğrudur
çünkü bugünkü algılamanın aksine geçmişte bu iki güçlü kurum arasındaki ilişkiler
ulusal istikrarın teminatı olarak görülüyordu. Ancak biz İngiltere’nin resmi kurumsal
yapısının plüral demokrasiler için hala bir model olduğunu –özellikle
yansıttığı
kültürel fikir ve değerler açısından- düşünmekteyiz.Bu değer ve fikirler arasında
şunlar çok önemli bir yere sahip bulunmaktadır: 1.Din ve kiliselerin oynayacağı
önemli kamusal roller vardır, 2.Dini tanımak, kapsamak ve desteklemek için devletin
pozitif adımlar atması uygundur.Devletin kabul ettiği gibi İngiliz resmi din kurumu
kamuya hizmet eden bir karaktere sahiptir.İngiltere’nin kilise-devlet politikasının
374
C.McMillan -Salvation Army-ile yapılan röportaj, 13 Mayıs 1994.
sınırları ve fırsatları yarı resmi dini kurumsallığında saklı olan değerlere
dayanmaktadır.
İngiliz kilise-devlet modeli belirli bir dereceye kadar dini konularda devletin
tarafsız olması normunu zayıflatmaktadır.Mevcut sistemin en büyük açmazı bütün
dinlere eşit muamele anlamında din özgürlüğü –özellikle eğitim alanında- tanımıyor
olmasıdır.Onaltıncı yüzyılda Anglikan Kilisesi resmen kurulduğundan beri
azınlıkların hakları
dini
tedrici olarak genişlemektedir. Ancak dini hakları koruyan
anayasal güvenceler olmadığı gibi dini özgürce yaşama ilkesine devletin doktrinel bir
bağlılığı da yoktur.Bazı durumlarda hükümet regülasyonları
azınlık inançlarını
diskrimine etmektedir.Dindarlar inançlarından dolayı mağdur edildikleri zaman onlar
haklarını güvence altına alan legal bir sisteme başvuramamaktadır.İngiliz eğitim
sistemi açık bir şekilde dinlere eşit muamele ilkesini ihlal etmektedir çünkü devlet
bazı dini okulları finanse ederken bazılarını etmemektedir.Mevcut sistem 1944 Eğitim
yasasına göre desteklenmesi kararlaştırılan kiliseleri avantajlı kılarken bu orijinal
paktta yer almayan dini okulları ise dezavantajlı yapmaktadır.
Devlet isteyerek dini desteklemektedir. Ancak devletin dini desteklemesi
kabul edilir sınırlar içerisinde olmaktadır.Kabul edilir ve kabul edilmez din arasındaki
sınır sivil bir din modeline göre belirlenmektedir.Sivil din modeli kiliselerin İngiliz
liberal değerlerini güçlendirmesi ve
dayanmaktadır.Dini
genel ahlaki konsensüse vurgu yapmalarına
kamu okullarına sokma çabası bu modelin sınırlarını
göstermektedir.Okullarda genelde öğretilen din genelde Hırıstıyanlıktır. Ancak
idareciler spesifik Hırıstıyan doktrinlerinin okullarda öğretilmesini kabul edilmez
olarak değerlendirmektedirler.Bu model çoğunluğun benzer kültürel değerleri
paylaştığı ve çok az kişinin dini ciddiye aldığı bir yerde
iyi
Sekülaristlere, bazı Hırıstıyan mezheplerine –fundamentalist
işlemektedir.
ve pentekostal
Hırıstıyan gruplar- ve Müslümanlara ait okullar bu sistemin dışındadır çünkü bunlar
değişik
nedenlerden
dolayı
kamu
okullarında
öğretilen
konsensüsel
dini
reddetmektedir.
İngiltere’nin yarı
resmi
dini kurumsallığı dini konularda devletin
tarafsızlığının gerçekleşmesine engel olurken öte yandan
bu normun realizze
edilmesine değişik açılardan yardımcı olmaktadır. Bu İngiliz sisteminin paradoksudur.
Yarı resmi kurumsallık sistemi bazı kiliseleri dezavantajlı kılmaktadır ancak sistem
içindeki kiliseler ise devlet tarafından tanınmakta ve desteklenmektedir.Mevcut
eğitim sistemi bütün dinlere eşit olarak muamele etmemektedir ancak Yahudi ve
Hırıstıyan velilere çocuklarını dini fikirlere göre eğitim veren okullara gönderme
seçeneği tanımaktadır. Bu açıdan bakıldığından
dini ve seküler eğitim
perspektiflerine karşı İngiliz sistemi Amerika sisteminden daha fazla
nötrdür.Özel
hayır sektörü alanında bu daha belirgin bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır çünkü
devlet değişik hizmetleri yerine getiren bir çok dini hayır kurumuna mali destek
sağlamaktadır.Devlet yarımı olmasaydı dini hayır kurumlarının bu kadar değişik
hizmetleri sunması mümkün olmayacaktı.
İngiltere’de dini plüralizmin ortaya çıkışı bu sistemin devam etmesini zor hale
getirmektedir çünkü yeni dini gruplar kendi haklarının güvence altına alınmasını ve
okullarına devletin mali yardım yapmasını istemektedirler.Dini plüralizmin yarattığı
bu problemin çözüm biçimlerinden birisi
dini okullara yapılan mali yardımın
durdurulması ve devlet okullarındaki dini elementlerin elimine edilmesidir –Amerika
katı ayırımcı yaklaşımının yaptığı gibi.- Bu görüşe göre nötralite dini okullara
devletin hiçbir mali yardımda bulunmaması anlamına gelmektedir.Bu şekilde devlet
hiçbir spesifik inancın yanında yer almamış olacaktır –şu anda devlet kilise okullarına
kısmi destek sağlamaktadır.-Bu ayırımcı yaklaşımın gerçekte tarafsız olmaması onun
en büyük problemidir çünkü ayırımcı yaklaşım dini görüşlere karşı din dışı etosun
yanında yer almaktadır.
Bize göre gerçek bir nötralite için alternatif yol devletin daha çok dini
grubu sistemin içine almasıdır –Hollanda ve Avustralya’da olduğu gibi.- Bu alternatif
seçeneği gerçekleştirecek böyle bir yapı zaten eğitim alanında vardır – dini okullar
için gönüllü yardım statüsü.- Hayır kurumlarına kamusal yardım
sistemi
gerçek
tarafsızlık normunu mevcut durumda realize etmektedir.İngiltere geçmişte dışlanan
dini grupları –Yahudiler ve konformist olmayan Yahudiler gibi- bugün sistem içine
almayı başarmıştır. Aynı şekilde İngiltere Müslümanları ve diğer dini grupları
kurumsallık
nosyonunun
kapsamına
gelecekte
alabilir.İngiltere’nin
dini
tarihi
pragmatizmini göz önüne aldığımızda en büyük olası sonuç budur. Bize göre böyle
bir uygulama dini gruplar ve seküler perspektifler arasında devletin nötr olması
normuyla büyük tutarlılık içerisindedir.
Üç güç bu genişlemenin sınırlarını oluşturmaktadır.Birinci güç
resmiyetinin iptalini ve devletin kilise okulları ve dini hayır kurumlarına
kilisenin
yaptığı
yardımların durdurulmasını isteyen küçük bir toplum kesimidir. İkinci güç
Hırıstıyanlık resmi kurumsallık modelini savunan gruplardır.Bu gruplar 1988 Eğitim
Reformu Yasası ile ilgili tartışmalarda kendilerini güçlü bir şekilde göstermişlerdir ve
denominasyon
sisteminin genişlemesi yönünde mücadeleler vermişlerdir. Kısa
vadede Hırıstıyan olmayan grupların sayısının artması İngiltere’de daha net olarak
tanımlanmış bir resmi Hırıstıyanlık kurumu isteyenlerin pozisyonunu çok güçlü hale
getirebilir. Üçüncü güç mevcut sistemin yararlarının dışında tutulan dini gruplardır.
Sistemden dışlanan gruplar politik olarak güçlü değildirler ve devletten tavizler almak
için politik baskı uygulayacak güce sahip bulunmamaktadırlar.
ALTINCI BÖLÜM
ALMANYA: ORTAKLIK VE OTONOMİ
Almanya’da kilise-devlet ilişkileri iki prensibe dayanmaktadır: Ortaklık ve
otonomi. Almanlar kilise ve devlete birbirini karşılıklı olarak dışlayan ve birbirinden
tamamen farklı insani faaliyetler olarak bakmamaktadırlar. Bilakis Alman halkı bu
iki kurumu birbiriyle dayanışma içinde Alman toplumunun istikrarına ve refahına
katkıda bulunabilecek ortaklar olarak algılamaktadır. Ortaklık prensibiyle bir şekilde
gerilim içinde bulunan ya da onu bir ölçüde dengeleyen bir başka prensip otonomi ya
da self-determinasyon ilkesidir. Alman zihin yapısı
kilise ve diğer dini
organizasyonların bağımsız olmasını temel bir hak olarak algılamakta
ve onları
tamamen
ve
kendi
kaderleriyle
başbaşa
bırakmaktadır.
Kiliseler
dini
organizasyonların sahip oldukları otonomi alanına devlet hiçbir şekilde müdahele
etmemektedir.
Bu prensipleri destekleyen iki ek değer ya da ilke daha vardır: Tarafsızlık ve
pozitif özgürlük olarak din özgürlüğü. Kilise-devlet ilişkileri konusunda otorite
makamında olan bir Almanın dediği gibi tarafsızlık şu anlama gelmektedir: “Devlet
hiçbir kilise ile özdeşleştirilemez. Devletin resmi statüde bir kilisesi yoktur. Devletin
spesifik olarak herhangi bir dine eğilim duyması mümkün değildir. Öte yandan dini
kurumlar sosyal gruplara göre dezavantajlı bir duruma düşürülemezler. Devlet ateizmi
tamamen yasaktır.”375 Devlet bütün dini gruplara ve dindışı gruplara karşı tarafsız
olmak zorundadır ve herhangi birinin yanında yer alarak diğerlerine karşı
olmamalıdır. Pozitif bir özgürlük olarak din özgürlüğü negatif özgürlükten daha fazla
bir şeydir.Din özgürlüğü devletin kişinin
inanç ya da pratiklerine sınırlama
koymamasının ötesinde
devletin dinin özgürce uygulanmasına katkı sağlayacak
pozitif çabaların içine girmesini de kapsamaktadır. Donald Kommers bu noktayı iyi
açıklamaktadır: “Pozitif anlamda din özgürlüğü devletin dini kişiliğin rahat ve özgür
olarak gelişmesi için uygun bir sosyal düzen yaratması demektir.”376
Bu dört ilke bir araya gelerek Almanya’nın kilise-devlet ilişkilerine olan
yaklaşımını meydana getirmektedir.
Bu ilkelerin oluşturduğu
Alman modeli
Amerikalılara çok karışık ve anlaşılmaz gelmektedir. Alman Anayasasında açık bir
şekilde şu yazmaktadır: “Devletin kilisesi olamaz.” Almanlar sık sık kilise-din
ayrımından ve
dini konularda devletin tarafsızlığından bahsetmektedirler. Ancak
Almanların aynı eşitlikte devlet-kilise ortaklığına vurgu yapmaları ve dini özgürlükten
pozitif özgürlük olarak söz etmeleri onları Amerikalıların kilise-devlet ayrılığının
ihlali
olarak
görecekleri
uygulamalara
yöneltmiştir.
Kilise-devlet
ilişkileri
konusundaki Alman düşünce biçimi ve uygulaması Hollanda’nın ilkeli plüralizmi ve
İngiltere’nin yarı resmi kilise kurumu modeliyle bazı paralellikleri paylaşmaktadır.
Almanya’nın kilise-devlet ilişkilerine dair prensiplerini anlamak için Almanya
ile ilgili bazı önemli gerçeklerin anlaşılması lazımdır.Gelecek kısımda kilise-devlet
ilişkisine dair uygulamaların tarihsel arkaplanı ele alınacaktır.Bu kısımda tarihsel
arkaplanın dört prensibin oluşumuna olan katkısı üzerinde özellikle durulacaktır.Bu
kısımdan sonraki dört bölümde bu dört prensibin ve diğer güçlerin özgür uygulama
konularında Alman yaklaşımını nasıl belirlediği,
kiliselerle hükümetin kurduğu
değişik dayanışma biçimleri, din-eğitim ilişkileri ve hükümetin din kaynaklı sosyal
programlara yönelik politikaları üzerinde durulacaktır. Son kısımda
ise yapmış
olduğumuz gözlemler ifade edilecektir.
Ulus
Almanya seksenbirmilyon nüfusa ve 137.OOO kilometre kare toprağa sahip
bir ülkedir. Almanya Rusya’dan sonra Avrupa’nın ikinci büyük kalabalık ülkesidir.
İkinci Dünya Savaşının küllerinden doğan Almanya Avrupa’nın hatta dünyanın en
önde gelen ekonomik ve politik güçlerinden biri olmuştur.Bazılarına göre
yıllarda yaşanan
ellili
ekonomik mucize politik mucizeyi de beraberinde getirmiştir.
Otoriteryan bir idarenin ve politik istikrarsızlığın
damgasını
vurduğu bir ulus
gerçekleştirilen ekonomik ve politik mucizeler sayesinde elli yıl boyunca istikrarın ve
G.Robbers, ‘State and Church in Germany,’ içinde G.Robbers, (Ed.), State and Church in the
European Union, Baden-Baden : Nomos Verlegsgesellschaft, 1996, 60.
375
liberal demokrasinin modeli haline gelmiştir.Alman hükümetine ve politikalarına
demokratik kurumlar damgasını
vurmakla kalmamış Alman halkının değer ve
tavırları da –yapılan araştırmalara göre- demokratik normlara uygun tarzda değişme
göstermiştir. 1945 Yılında Amerika ve Alman öğrenciler üzerinde yapılan bir
araştırmada Amerikalıların daha az otoriteryan olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. 1970
Yılında
yapılan benzer bir araştırmada ise Alman çocukların Amerikalılar gibi
otoriteryan olmadıkları hatta bazı açılardan onlardan bile daha az otoriteryan oldukları
tespit edilmiştir.377
Nüfusun yüzde doksanüçü etnik orijin olarak Almandır.Nüfusun kalan yüzde
yedilik bölümü Türkiye’den, Yugoslavya’dan, İtalya’dan ve diğer dağılan ülkelerden
göç eden insanlardan oluşmaktadır. Dini açıdan nüfus dağılımı şu şekildedir: 29
milyon Protestan ya da Evanjelik kiliselerin üyesi (nüfusun yüzde otuzbeşi), 28
milyon Katolik Kilisesi üyesi (nüfusun yüzde otuzaltısı), 2.5 milyon Müslüman
(nüfusun yüzde üçü), 47.000 Yahudi (nüfusun yüzde birinden daha az), 16 milyon
hiçbir dine bağlı olmayan (nüfusun
Kilisesi (EKD)
yüzde yirmibiri).378
Almanya’da Evanjelik
yirmidört bölgesel Protestan kilisesinin bir araya gelmesinden
meydana gelen bir kiliseler federasyonudur.Bu kiliselerden çoğunun arkaplanı
Luterciliğe dayanmasına rağmen Reformcu gelenekten (Calvinist gelenekten) gelen
ya da
Luterci ve Calvinist kiliselerin birleşmesinin ürünü olanlar da vardır.379
Bölgesel kiliseler ciddi derecede bir otonomiye sahip bulunmaktadır.
Nazi döneminden kurtulup ayakta duran kiliselerin itibarı hala devam
etmektedir çünkü onlara Nazilere karşı çıkan çok az kurumdan biri olarak saygı
duyulmaktadır. Kiliselerin ve onlara yakın
Hırıstıyan Demokrat hareketin
Almanya’nın İkinci Dünya Savaşının yıkımından kurtulup modern bir güç haline
gelmesinde çok önemli rolleri olmuştur.Ancak 1973 yılında bir yorumcu şunu
yazmaktadır: “Popüler tavırlar üzerinde kilise kontrol edici nüfuzunu ve toplumdaki
376
D.P.Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, Durham :
Duke University Press, 1997, 461.
377
Bkz.: G.Lederer, ‘Trends in Authoritarianism: A Study of Adolescents in West Germany and the
United States since 1945,’ Journal of Cross-Cultural Psychology, 13, 1982, 299-314.D.P.Conradt,
‘From Output Orientation to Regime Support: Changing German Political Culture,’ içinde
U.Hoffman-Lange, (Ed.), Social and Political Structures in West Germany: From Authoritarian to
Postindustrial Democracy, Boulder, Colo.: Westview : 1991, 127-42.
378
Bkz.: Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 57.
379
Kullandığımız bu terminoloji Alman Protestan kilisesine atıfta bulunmaktadır. Evanjelik kavramını
Amerikalılar yanlış anlayabilirler. The Evangelische Kirche in Deutschland (EKD) genelde Evanjelik
Kilisesi olarak tercüme edilmektedir.Buradaki Evanjelik kavramının tutucu bir teoloji ve kutsal kitap
merkezli bir dini anlayışı ifade etmediğini belirtmek isteriz.
hakim pozisyonunu kaybetti.”380 Evanjelik Kilisesi raporlarına göre 1987 yılında
üyelerinin sadece yüzde dokuzu
düzenli olarak
değişik kilise gruplarının
faaliyetlerine katılmaktaydı.381 Bu oran gerçekte bir tarihçinin yüzyıl önce Protestan
Kilisesine olan katılımın yüzde üç olduğu şeklindeki tahmininden daha yüksektir.382
Fakat bu orandaki kilise aktivitesi çok düşük olarak değerlendirilebilir.Evanjelik ve
Katolik Kiliselerine olan saygı ve destek toplumun geniş kesimlerinde devam
etmektedir.1991 Yılında yapılan bir araştırmaya göre Batı Almanya nüfusunun yüzde
yirmisekizi kiliselere ve dini organizasyonlara çok güvendiğini ifade ederken nüfusun
yüzde otuzaltısı kilise ve dini organizasyonlara belirli bir dereceye kadar güven
duyduğunu ifade etmiştir.383
Savaş sonrası dönemin büyük bölümünde
iktidar
Hırıstıyan Demokratların elinde olmuştur. 1995 Yılında Anayasa Mahkemesinin
vermiş olduğu bir karara göre
kamu okullarında haç taşınması ve gösterilmesi
yasaklanmıştır. Karar kamuoyunda büyük bir öfke ve protestoyla karşılanmıştır.
Politik açıdan Almanya onaltı eyaletten (Länder) oluşan federal bir sisteme
sahiptir.Amerika’da olduğundan daha fazla bir şekilde ulusal hükümete güç
verilmiştir. Ancak eyalet hükümetlerine tanınan güç ve otorite de önemlidir.Almanya
parlementer idari sisteme sahip bir ülkedir. Alman parlementer sisteminde iki
parlemento vardır: Üyeleri direkt halk tarafından seçilen alt parlemento (Bundestag)
ve eyalet temsilcilerinden oluşan üst parlemento (Bundesrat). Yasama kararlarının
eyaletlerde yürürlüğe girmesi için Bundestag tarafından onaylanması gerekmektedir.
Bundestag Bundesrat’ta
çoğunlukla verilen bir kararı veto edebilir.Başbakan
Bundestag tarafından seçilmektedir.Almanya’da iki büyük parti vardır: Hırıstıyan
Demokratik Birliği (Bavyera’da Hırıstıyan Sosyal Birliği) ve Sosyal Demokrat
Parti.1994 Yılında yapılan seçimlerde Hırıstıyan Demokratlar
Bundestag’daki
sandalyelerin yüzde kırkikisini kazanırken Sosyal Demokratlar yüzde otuzaltısını
kazanmışlardır.Önemli olan küçük partiler ise şunlardır: Özgür Demokrasi Partisi
(serbest teşebbüsü savunan bir parti), Yeşiller (reform zihniyetli çevreci bir parti) ve
Demokratik Sosyalizm Partisi (eski Komünist Parti’nin devamı).Şu anda hükümetin
başında Helmut Kohl bulunmaktadır. Kohl 1982 yılından beri başbakan olup
Hırıstıyan Demokrat-Özgür Demokrat koalisyonunun başındadır.
380
F.Spotts, The Churches and Politics in Germany, Middletown, Conn.: Wesleyan University Press,
1973, 352.
381
The Evangelical Church in Germany: An Introduction, Hannover, Germany : Church Office of the
Evangelical Church in Germany, 1987, İkinci Bölüm.
382
Spotts, The Churches and Politics in Germany, 6.
Anayasa Mahkemesinin
rolünü
vurgulamamız gerekmektedir çünkü
o
yargısal denetleme gücüne sahiptir.Bu mahkeme 1949 anayasasıyla oluşturulmuş olup
anayasayı yorumlama ile ilgili sorular konusunda karar
vermektedir. 384 Anayasa
Mahkemesi iki senatodan oluşmaktadır. Her senatoda sekiz yargıç vardır. Anayasa
Mahkemesine açılan davalara bu senatolardan biri (Birinci ya da İkinci Senato)
bakmaktadır. Yargıçların yarısı Bundestag tarafından seçilirken diğer yarısını
Bundesrat seçmektedir.Yargıçlar yirmi yıllık bir dönem için seçilirler ve bir
dönemden fazla görev yapamazlar.İleride göreceğimiz üzere Anayasa Mahkemesi çok
önemli kilise-devlet konularına dair kararlar vermiştir.
Tarihsel Arkaplan
Almanya’da modern kilise-devlet uygulamalarına ve dört prensibe kaynaklık
eden beş önemli tarihsel dönem vardır.Birinci dönem Ortaçağ
Reformasyonu dönemidir.Bu dönemde Almanya
ve Protestan
birçok krallık ve prenslikten
meydana gelmekteydi. Bu prenslik ve krallıklar Kutsal Roma İmparatorluğunu
meydana getiriyorlardı çünkü bu dönemde bir Alman ulus devleti yoktu.Ortaçağda
‘iki kılıç’ ya da ‘iki otorite’ –kilise ve sivil idareciler- kavramı bütün Alman
bölgelerinde -ve Hırıstıyan dünyanın çoğunda- kök salmış durumdaydı. Bu kavrama
göre halk kilise ve prensin idaresi altındaydı ve her ikisi toplumun refah ve istikrarı
için çalışacaktı.Ancak bu kavram hangi otoritenin neyden sorumlu olduğunu
belirlemiyordu. Bu durum Papalık ve Kutsal Roma İmparatorları arasında birçok
çatışmanın çıkmasına (Kral Henry IV ve Papa Gregory VII arasındaki çatışma gibi)
neden olmuştur.
Reformasyon Hırıstıyan Avrupa’nın birliğini sarsmıştır.Alman bölgeleri şu
prensibi uygulamaya başlamışlardır: cuius regio, eius religio (Yöneticinin dini
devletin dinidir).Otuz Yıl Savaşlarını sona erdiren 1848 tarihli Westphalia Barışı
yöneticilere kendi bölgelerinin dinini belirleme hakkı vermesinin yanında farklı
dinlere sahip olanların haklarını da kabul ediyordu.Her bölgede prens tebasının
Katolik, Luterci ya da Calvinist olacağını belirlemekteydi.Bu uygulama her bölgenin
Hırıstıyanlığın bir koluna tamamen bağlı olması durumunu yaratmıştır.İkinci Dünya
Savaşına kadar Alman eyaletleri artan zenginlikleri ve refah düzeyleriyle beraber
dini açıdan ya Katolik ya da Protestandılar.Bazı eyaletlerde bu durum hala devam
383
Bkz.: ‘Religion in Society,’ American Enterprise, 1992, 96.
etmektedir.Pratikte seküler otorite manevi otoriteye hakim olmasına rağmen cuius
regio, eius religio politikası
‘iki kılıç (two swords)’ kavramını devamlı hale
getirmiştir. Katolik ya da Protestan Kiliselerin
varlıklarını sivil otoriteye
bağlılıklarına borçlu olmaları sürpriz değildir.
Kilise-devlet ortaklığı geleneği
bu dönemde doğmaya başladı.Toplumun
refah ve huzuru kilise ve devlet direklerine ya da başka bir ifade ile tahta ve mihraba
dayanıyordu.Kilise ve devletin genellikle ortak bir amacı gerçekleştirmek için bir
araya geldikleri görülmektedir.Dayanışma ve karşılıklı destek
kilise-devlet
ilişkilerinde norm olmaya başladı.Ayrı prensliklerde tek dini inancın olması kilisedevlet dayanışmasını ve karşılıklı desteği mümkün kılmıştır ve bu durum dini
diskriminasyon ve favoritizm suçlamalarına neden olmamıştır.Kilisenin otonom
olması şeklindeki Alman geleneğinin kökenlerini bu döneme kadar götürmek
mümkün gözükmektedir. ‘İki Kılıç’ doktrini teoride tutulmasına ve çoğu durumda
uygulanmamasına rağmen kilise ve devlet –iki kılıç- eşit ortak kurumlar olarak
değerlendirilmiş ve herbirisinin kendisine ait hak ve sorumlulukları olmuştur.
Almanya’da kilise-devlet ilişkilerinde ikinci tarihi dönemi 1815 tarihli Viyana
Kongresi ile Birinci Dünya Savaşı arası oluşturmaktadır.Napolyon döneminin sonuna
doğru onun empoze ettiği birliğin derecesi zayıflamaya başladı.Almanya birçok küçük
prenslikten oluşan zayıf bir federasyon kurdu ve bu federasyonun başında
muhafazakar ve demokratik olmayan güçler vardı. 1815 ve 1871 yılları arasında
liberal hareketler kontrolü ele geçirmekte başarısız oldular.Prusya tedrici olarak
hakim güç haline geldi ve 1871 yılında Danimarka, Avusturya ve Fransa’ya karşı
kazanılan askeri zaferler sayesinde Almanya’yı gerçek bir ulus devlet olarak kurmayı
başardı.Prusya böylece Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar devam edecek olan
ikinci Alman imparatorluğunu kurmuş oldu.Bu imparatorluğun tutucu bir rejimi, bir
monarkı (sırasıyla William I, Frederick III, ve William II monark olarak başa
geçmiştir), zayıf bir parlementosu ve monarka karşı sorumlu olan güçlü bir başbakanı
vardı. Otto von Bismarck Almanya’nın birleşmesinin öncülüğünü yaptı ve 1890 yılına
kadar başbakanlık görevini sürdürdü.
Kilise-devlet ilişkilerinde sonradan meydana gelecek gelişmeleri ve biçimleri
anlamak için bu dönemin üç önemli özelliğine dikkat çekilmelidir. Bu dönemin
Anayasa Mahkemesi için bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal
Republic of Germany, 3-29. D.P.Kommers, The Federal Constitutional Court, Washington, D.C. :
Institute for Contemporary German Studies, 1994.
384
birinci özelliği zayıf olan bir liberal hareketin varlığıdır.Aydınlanma liberalizmi diğer
ülkelerde olduğu gibi asla Almanya’da
etkili bir güç haline gelmemişti. 1848
Devriminde liberal hareket kısa bir süre kontrole sahip oldu fakat bir yıl içinde tutucu
toprak sahipleri ve
asil sınıflar tekrar kontrolü ele geçirdiler. Bu Katolik ve
Protestanların Hollanda’da olduğu gibi kendilerini devletle dayanışmaya zorlayacak
güçlü bir liberal hareketle karşılaşmamaları anlamına gelmekteydi. Güçlü bir liberal
hareketle karşılaşmak yerine Katolikler
İmparatorluğun Protestan yönetiminin
gölgesindeydiler ve Protestan liderlik tutucu ve anti liberal güçlerle ittifak yapmış bir
durumdaydı.
Not edilmesi gereken nokta ikinci imparatorluk döneminde yeni Alman devleti
ile Evanjelik Kilisesi arasında güçlü bir ittifakın varolmasıdır.Devlet kiliseye direkt
olarak mali yardımlarda bulunuyordu ve “kilise ve litürjisi ulusu hanedana bağlayan
Alman tarihinin ulusal bir yorumunu sunan birleştirici bir güç haline gelmişti.”
385
Ortaçağ ve Reformasyon dönemlerinde kilise ve devlet arasında varolan yakın ittifak
ikinci imparatorluk döneminde de devam etmiştir.
Üçüncü önemli nokta Katoliklerin bu dönemde önemli bir politik hareket
meydana getirmeleridir.Almanya’nın birleşmesi sırasında yeni ulus açık bir şekilde
Protestan bir ulustu.Onun dinamik
gücü
olan Prusya
güçlü
bir şekilde
Protestandı.1870 Yılında Bismarck Katoliklere karşı bir dizi baskıcı ve ayırımcı
uygulamalara girişti. Bu baskıcı ve ayırımcı uygulamalara ‘Kültür savaşı
(kulturkamf)’ denilmekteydi. Kültür savaşı politikasının sonucunda umulanın
tamamen tersi bir şey oldu çünkü Katolikler Katolik Merkez Partisini kurarak hesaba
katılması gereken önemli bir politik güç haline geldiler. Ayırımcı uygulamaların çoğu
1880 yılında kaldırılmasına rağmen
Merkez Parti önemli bir politik güç olarak
kalmaya devam etti.
Birinci Dünya Savaşından Almanya’nın yenik çıkması ikinci imparatorluğun
yıkılmasına neden oldu ve onun yerine Weimar Cumhuriyeti kuruldu (bu
cumhuriyetin anayasası Weimar şehrinde yazıldığı için ona bu isim verilmektedir).
Bu kaydedilmesi gereken üçüncü önemli tarihsel dönemdir.Yenilginin yarattığı kriz,
devrim havasına girilmesi ve yeni anayasanın liberal doğası gibi bu dönemin önemli
özelliklerini gözönüne alan birisi Weimar Anayasasının geçmişteki kilise-devlet
J.S.Conway, ‘The Political Role of German Protestanizm, 1870-1990,’Journal of Chruch and State,
34, 1992, 820. D.R.Borg, ‘German National Protestanizm as a Civil Religion,’ içinde M.Mor, (Ed.),
International Perspectives on Church and State, Omaha : Creighton University Press, 1993, 255-67.
385
ilişkileri uygulamalarından büyük ölçüde vazgeçeçeğini düşünebilir. Tarihçi Paul
Means şunu not etmektedir: “Kilisenin düşmanlarının umut ettiğinin
ve kilisenin
dostlarının korktuğunun aksine devrim kilise boyutunda tamamlanamadı.”386 Katolik
ve Evanjelik Kiliselerin sahip olduğu imtiyazlar ve onlara yapılan yardımlar aynen
devam ettirildi. Ancak Weimar Anayasası resmi olarak ilk defa kilise-devlet ayırımı
prensibini kabul etti ve devletin resmi kilisesi olmayacağını deklare etti. Ayrıca bu
anayasa şunu da getirmekteydi: “Sivil ve politik haklar ve görevler dini özgürlüğün
uygulanmasına bağlı olmayacağı gibi onu kısıtlayıcı nitelikte de olamazlar.”387
Böylece dini konularda devletin tarafsızlığı ve
otonomi prensibleri tanınmış
oluyordu.İkinci Dünya Savaşından sonra yürürlüğe giren şimdiki Alman anayasası
dini özgürlükler konusunda Weimar Cumhuriyeti Anayasasının temel maddelerini
özünde korumuştur. Bu Weimar Cumhuriyeti Anayasasının dini özgürlükler
alanındaki öneminin bir göstergesidir.
Günümüz kilise-devlet ilişkileri açısından önemli olan dördüncü tarihi dönem
Nazi dönemidir. Katolik ve Evanjelik kilise liderlerinin çoğu Weimar Cumhuriyeti
Anayasasına
karşı çıkmıştır.Adolf Hitler ve Nasyonal Sosyalist Parti kiliselere
istikrar, refah ve özgürlük vadederken ulusa da büyük bir anavatan sözü veriyordu.
Birçok kilise başlangıçta Hitler’e büyük destek verdi. Katolik Merkez Partisi 1933
yılında çıkarılan ve Hitler’e diktatöryel yetkiler veren yasayı (Enabling Act)
destekledi. Aynı yıl Vatikan Nazi rejimiyle Reichskonkordat olan bilinen anlaşmayı
imzaladı. Bu anlaşma Katolik Kilise’sinin temel haklarını güvenceye almakla beraber
Nazilerin iktidarını da güçlendiriyordu.Evanjelik Kilise içinde doğan Alman
Hırıstıyan Hareketi büyük bir şevkle Hitler’in iktidara gelmesini destekledi ve Alman
disiplin ve büyüklüğünü Hırıstıyanlıkla birleştirdi.
Öte yandan Katolik Kilisesi gerçek anlamda Nazi rejimini desteklemiyordu. O
daha çok kurumsal otonomisini korumanın kaygısındaydı. Politik gerilim ve savaşın
çıktığı bir ortamda Katolik Kilisesi Nazizmi desteklemek ya da ona karşı çıkmak
yerine
kendisini korumakla meşguldu.Ancak Münih Kardinali Graf Galen gibi
kişilerin bireysel olarak Nazi rejimine cesurca karşı çıktığını not etmemiz
lazımdır.Nazizmin gerçek yüzü ortaya çıktığı zaman Evanjelik Kilisesi içerisinde
Hitler’e karşı güçlü bir muhalefet –ilk başta onu şevkle destekledikten sonra- ortaya
P.B.Means, Things that Are Caesar’s: The Genesis of the German Church Conflict, New York :
Round Table Press, 1935, 84.
387
Madde 136. Devlet kilisesinin illegal hale getirilmesi madde 137. dedir.
386
çıkmaya başladı. Frederic Spotts
şunu not etmektedir: “1939 Yılı mayısında
Nazizme muhalif olanların Barmen’in bir kasabası olan Rhineland’da toplanması
Nazi karşıtı direniş hareketini yeterince kristalize etmektedir. Burada Karl Barth’ın
etkisiyle bir İnanç Kilisesi (Confessing Church) kuruldu. İnanç Kilisesi Kutsal
Kitabın en üstün otorite olduğuna inanıyor ve onun ideolojik ya da politik kanaatlere
uygun olarak değiştirilemeyeceğini savunuyordu.”388 İnanç Kilisesi geniş bir destek
kazandı ve Nazi yanlısı Alman Evanjelik Kilisesine karşı başarılı bir muhalefet
gösterdi. Hitler rejimi boyunca 3000 papaz yakalandı, 125 kişi toplama kamplarına
gönderildi ve 25 papaz idam edildi –bunlar arasında ünlü teolog Dietrich
Bonhoeffer’de vardır.- 389 Savaştan sonra kurulan yeni Evanjelik Kilisesi -yedi yılını
toplama kamplarında geçiren Martin Niemöller’in liderliğinde kuruldu- yayınladığı
Stuttgart Deklarasyonunda kiliselerin ve ulusun suçunu şu şekilde itiraf etmekteydi:
Biz ulus olarak çekilen acılarda ortak olduğumuz gibi işlenen
suçta da ortak olduk.Büyük bir acı içerisinde biz şunu
söylüyoruz: Bizim yüzümüzden birçok ülke ve halk acı
çekti.Kendimizi kınıyoruz çünkü cesurca inanmadık, samimi
olarak dua etmedik, daha büyük bir heyecanla inanmadık ve daha
derin bir aşkla sevmedik. Kiliselerimizde şimdi taze bir başlangıç
yapılacaktır.390
Bu travmatik dönemin sonucunda Alman düşüncesi kilise-devlet ilişkisi
konusunda iki önemli ders çıkardı. Birincisi kilisenin devlete çok tabi olması onu
büyük bir tehlike haline getirmekteydi. Bu noktada Alman tarihinde kilisenin devlete
çok yakın olduğu, onunla aynı ortak amacı paylaştığı ve devletin takip ettiği politika
ne olursa olsun kilisenin onu desteklediği görüldü.Alman geleneğinde zaten varolan
kilisenin otonomisi prensibine acil olarak yeniden vurgu yapıldı. İkinci ders kilisenin
ulusun sosyal ve politik hayatında mutlaka bir rol oynaması gerektiği şeklindeydi.
Kilisenin en büyük hatası Hitler’i aktif olarak desteklemesi değildi –bu destek kısa ve
sınırlı olmuştur,- onun en büyük hatası olanlar karşısında pasif ve sessiz
kalmasıydı.Hem Katolik hem Evanjelik Kiliseler Nasyonal Sosyalizm döneminden
toplumda aktif ve pozitif roller oynamaya kararlı güçler olarak çıktılar. Bugün bile
devlet ve dinin katı bir şekilde birbirinden ayrılması tehlikeli bir konsept olarak
388
Spotts, The Churches and Politics in Germany, 9.
Spotts, The Churches and Politics in Germany, 9.
390
Spotts, The Churches and and Politics in Germany, 11. Bu deklarasyon için bkz.: Conway, ‘The
Political Role of Protestanizm,’ 830-31.
389
görülmektedir çünkü bu konsept politik alanın tamamen sekülerize edilmesi ve dini
etkinin olmaması anlamına gelmektedir.
Savaş sonrası dönem not edilmesi gereken beşinci önemli dönemdir.Bu
dönemin en güçlü politik gücü olan Hırıstıyan Demokrasi Hareketi savaş sonrası
dönemde doğdu.
Hırıstıyan Demokrasi hareketi çok az sayıda kişi –bu kişilerin çoğu antiNazist aktivitelerinden dolayı Nazi rejimi tarafından ölüm cezasına
çarptırılmıştı- tarafından kuruldu.Bu küçük grup Nazi rejimi yıkıldıktan
bir ay sonra inanç referanslı bir partiyi Berlin’de kurmayı başardılar ve
altı ay içinde bu partiyi bütün Almanya’da teşkilatlandırdılar.391
Bu yeni parti hem Katolikleri hem Protestanları kapsıyordu ve kendisini çok
güçlü bir şekilde liberal demokrasiye bağlamıştı.Ayrıca bu parti Weimar Cumhuriyeti
ve Nazi rejimi tecrübelerinden çok acı dersler çıkarmıştı.Bu yeni partinin çok güçlü
bir şekilde Hırıstıyanlıkla (hem Katoliklik hem Protestanlıkla) bağının olması ve
demokratik değerlere sadık olması onun Almanya’da yaygınlaşmasını sağladığı gibi
devletin dinle bir ortak olarak çalışması geleneğinin devam etmesini mümkün hale
getirdi.Din ve Hırıstıyanlık Nazizmin yeniden doğması tehlikesine karşı pozitif ve
demokratikleştirici güçler olarak görülüyordu.Bu yüzden kilise-devlet dayanışmasına
sakınılması gereken bir tehdit olarak bakılmıyordu bilakis bu demokrasi arayışında
kullanılacak bir kaynak olarak algılanıyordu.
1948 Yılında Batılı müttefikler Almanya’nın üç bölgesi için yeni bir anayasa
hazırlanmasına karar verdiler.Onbir Alman eyalet parlementosu daha önceden yeni
bir anayasa yazmak amacıyla bir Parlemento Konseyi kurmuşlardı.Anayasa
uzmanlarıyla yapılan ortak çalışmadan sonra bu konsey yeni anayasayı yazdı. 392
Yeni Anayasa Müttefikler ve eyalet parlementoları tarafından onaylandı ve 1949 yılı
mayısında uygulamaya konuldu. Anayasanın
girişi Tanrı’nın tanınmasıyla
başlamaktadır: “Tanrı ve insanlığın önünde sorumluluklarının bilincinde olarak…”393
İlk ondokuz madde hakları düzenlemektedir. Dördüncü madde din özgürlüğünü
güvence altına almaktadır: “1. İnanç ve vicdan özgürlüğü, dini ve ideolojik doktrin
özgürlüğü ihlal edilemez, 2. Dinin müdahele edilmeden uygulanması garanti
altındadır.”Dördüncü maddenin
391
üçüncü fıkrası
itirazda bulunanları askerlikten
Spotts, The Churches and Politics in Germany, 291.
Batı Alman otoriteleri Anayasa için Temel Yasa –Grundgesetz- (Basic Law) kavramını
kullanmaktadırlar.
392
istisna tutmaktadır. Üçüncü madde de kilise-devlet konularıyla ilgilidir: “Herkes
kanun önünde eşittir. Hiçkimseye cinsiyetinden, doğumundan, ırkından, dilinden,
ulusal ya da sosyal orijininden, inancından, dininden ya da politik görüşlerinden
dolayı ayırımcılık yapılamaz.”Bu madde de devletin tarafsızlığı ilkesi
vardır.
Anayasanın yedinci maddesi eğitimle ilgili hususları içermesi bakımından kilisedevlet ilişkileri açısından önemlidir.Üçüncü ve dördüncü maddeler yüzkırkaltıncı
madde ile desteklenmiştir. Yüzkırkaltıncı madde
Weimar Anayasasının
dini
özgürlükle ilgili maddelerini Temel Yasaya (Basic Law) eklemiştir.Temel Yasaya
eklenen hususlar arasında resmi bir devlet kilisesinin varlığının yasaklanması ve
resmi dini kurumsallıkla ilgili birçok implikasyon bulunmaktadır.
Doğu
Almanya’da
kiliseler
kırk
yıl
boyunca
büyük
bir
baskıyla
karşılaşmışlardır.394 Komünist idarenin ortadan kalkması kilise üzerindeki baskıları
ortadan kaldırmıştır. Komünist dönemde ebeveynlerin çocuklarını vaftiz etmelerine,
kiliseye giden insanların kolej eğitimi almasına ve aktif Hırıstıyanların idari ve iş
alanlarında yükselmelerine izin verilmiyordu.Kilise bu baskılar yüzünden çok mağdur
olmuştur. 1989 Yılında Berlin Duvarı yıkılmadan kısa bir süre önce John Burgess
şunu bildirmektedir: “Geleneksel dini hayata katılım olmasına rağmen
Doğu
Almanya bugün dünyanın en çok sekülerleşmiş ülkelerinden birisidir.”395 Batı Alman
Evanjelik Kilisesi 1961
ve 1989 yılları arasında üyelerinin yüzde onbeşini
kaybederken Doğu Alman Evanjelik Kilisesi üyelerinin yüzde ellisini kaybetmiştir.396
Birçok açıdan eski Doğu Almanlar eski Batı Almanlara göre daha seküler tavırlar
göstermektedirler.397
1989 Yılında Almanya’nın birleşmesi onun bütün olarak eski Batı
Almanya’dan daha fazla sekülerleşmesi anlamına gelmekteydi. Doğu Almanya’daki
kilise liderliği devlete Batı Alman kilisesinden daha fazla şüpheci ve dikkatli
yaklaşıyordu. Kırk yıl boyunca komünist idare altında kalan Doğu Almanlar Hitler’in
kiliseleri kullanmasından ve onlara baskısından çok dersler çıkarmışlardı.
Anayasadan alınan alıntıların hepsi şu kurumun bastığı İngilizce baskıdan alınmıştır: Press and
Information Office of the Federal Republic of Germany,1994.
394
Doğu Almanya’da kilisenin durumuyla ilgili yapılan bir çalışma için bkz.: K.Cordell, ‘The Role of
the Evangelical Church in the GDR,’ Government and Opposition, 25, 1990, 48-59.P.Burgess,
‘Church-State Relations in East Germany: The Church as a Religious and Political Force,’Journal of
Church and State, 32, 1990, 17-35.
395
Cordell, ‘The Role of the Evangelical Church in the GDR,’ 20.
396
Cordell, ‘The Role of the Evangelical Church in the GDR,’ 21.
397
Bkz.: ‘Religion in Society,’94-97.
393
Özgür Uygulama Konuları
Almanya’da dinin serbestçe uygulanması temel bir hak olarak görülmekte ve
mahkemeler bu hakkın kapsamını geniş olarak yorumlamaktadırlar.Dini serbestçe
uygulama hakkı dini kurumsallık konularının üstünde bir öneme sahiptir. Kilisedevlet ilişkileri konusunda bir uzman olan Axel von Campenhausen bu noktayı açık
bir şekilde ifade etmektedir: “Ana soru şudur: Dini özgürlük herkes içinmidir ya da
değilmidir?Avrupanın eski demokrasileri dini özgürlüğün temel amacının bu
olduğunu söyleyeceklerdir. İnsanlar istedikleri gibi özgürce ibadet ediyorlarsa
kilisenin devlete bağlı olup olmaması ya da İngiliz Kraliçesinin Anglikan ya da İskoç
Kilisesinin başı olup olmaması önemli değildir.”398
Alman Anayasa Mahkemesi özgür uygulama haklarını Amerika Yüksek
Mahkemesinden daha geniş olarak yorumlamaktadır çünkü Alman Anayasa
Mahkemesi dini serbestçe uygulama hakkının inanma hakkıyla beraber inandığını
yaşama hakkını da içerdiği görüşündedir. Bir suç davasında şahit olarak çağrılan bir
papaz yemin etmeyi reddedince Anayasa Mahkemesi şunu ifade etmiştir: “Temel
Yasanın dördüncü maddesinin birinci fıkrasına göre din özgürlüğü bireyin bir şeye
içsel olarak inanıp inanmamasını kapsadığı gibi onun içsel inançlarına göre davranma
hakkını da kapsamaktadır.”399
Alman mahkemeleri davalarda dinin serbestçe uygulanmasına vurgu yaparken
Amerikan mahkemeleri dinin resmi kurumsallık kazanıp kazanmamasna vurgu
yapmaktadırlar. Bunun nedeni Alman mahkemelerinin din özgürlüğünün hem pozitif
hem negatif özelliklere sahip olduğunu görmelerinden dolayıdır.1979 Yılında kamu
okullarında dua edilmesiyle ilgili verilen bir kararda Anayasa Mahkemesi kararını
pozitif din özgürlüğü kavramına dayandırmıştır: “Devlet okulda ibadet etme hakkını
okulda ibadet edilmesine karşı çıkan
veli ve öğrencilerin haklarıyla dengeli bir
şekilde ele almalıdır.Okullar ibadete katılıp katılmamayı öğretmen ve öğrencilerin
serbest tercihlerine
bırakarak
bu dengeyi gerçekleştirebilirler.”400
Anayasa
Mahkemesi okullarda dua ve ibadete izin verilmesine okulda ibadet etmek isteyen
öğrencilerin haklarının korunması ve böyle ibadet ve dualara izin verilmemesine ise
dindar öğrencilerin ibadet haklarının ihlal edilmesi olarak bakmaktadır.
Axel von Campenhausen ile yapılan röportaj, 13 Şubat 1996.
Religious Oath Case (1972), 33BVerfGE 23.Bu davanın İngilizce tercümesi için bkz.: Kommers,
The Constitutional Jurisprudence of th Federal Republic of Germany, 454.
400
School Prayer Case (1979), 52BverfGE 223. Bu davanın İngilizce tercümesi için bkz.: Kommers,
The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 464-65.
398
399
Kiliselerin ve diğer dini hayır organizasyonlarının çalışmalarını kapsamına
alan din özgürlüğü Almanya’da geniş bir doğaya sahiptir. 1986 Yılında kullanılmış
eşyaları toplayıp bunları ihtiyaç sahiplerine gönderen Katolik Gençlik Derneğiyle
ilgili açılan bir dava Anayasa Mahkemesinin önüne geldi. Bir eski eşya tüccarı
gençlik derneğinin böyle bir şeye hakkı olmadığını
ve kullanılmış eşyaları
toplamasının haksız rekabete neden olduğunu iddia etti. Mahkeme gençlik derneğinin
kullanılmış
eşyaları
verdi.Kiliselerin
toplamasının
onun
hakkı
olduğu
serbest uygulama haklarının kapsamına
şeklinde
bir
karar
onlara bağlı hayır
kurumlarının da -gençlik derneği gibi- alınmış olması bu dava sonucunda ortaya çıkan
en önemli şeydir.
Dördüncü maddenin birinci fıkrası ile Temel Yasanın ikinci maddesi
dini ve ideolojik organizasyonların üyelerinin inanç ve fikir
yaşamlarını geliştirme şeklindeki temel haklarını güvence altına
almıştır.Herhangi bir organizasyonun dini bir amacı gerçekleştirmeyi
hedeflemiş olması bu hakkın korunması için yeterli
olmaktadır.Gençlik derneğinin kuruluş maddeleri onun kilisenin
misyonuna uygun olarak dünyanın her tarafındaki ihtiyaç sahiplerine
yardımda bulunacağını ifade etmektedir.Bu yüzden dinin serbestçe
uygulanması hakkı bu derneği kapsamaktadır.401
Bu yaklaşımın aksine Amerika Yüksek Mahkemesi hem seküler hem dini
aktivitelerde bulunan bu tarz organizasyonların faaliyetlerini sadece dini aktivitelerle
sınırlama eğilimi içerisindedir.
Dinin serbestçe yaşanmasına yapılan güçlü vurgunun kökeni dini özgürlüğe
pozitif bir hak olarak bakılması
ve tarafsızlık ilkesine eşit derecede vurgu
yapılmasıdır.Anayasa Mahkemesi özgür uygulama ile ilgili kararlarında sıklıkla
tarafsızlığa atıfta bulunmaktadır.Özgür uygulama hakkı bütün inanç sahiplerini ve
inançsızları kapsayacak şekilde genişletilmiştir.Mahkeme bir kararında şunu deklare
etmiştir: “Özgür uygulama hakkı Hırıstıyan kiliselerini,
diğer dini inançları ve
ideolojileri kapsamaktadır.Bu devletin ideolojik ve dini konularda tarafsız olmasının
ve bütün kiliselere ve inançlara karşı eşitlikçi davranma prensibinin bir sonucudur.”402
Bir suç davasında şahit olarak çağrılan bir papazın yemin etmeyi reddetmesi üzerine
Mahkeme devletin ideolojik ve dini alanlarda tarafsız olması zorunluluğuna atıfta
401
Rumpelkammer Case (1968), 24 BVerfGE 236.Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence
of the Federal Republic of Germany, 446-447.
402
Rumpelkammer Case (1968), 24 BVerfGE 236. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence
of the Federal Republic of Germany, 446.
bulunmuştur403 ve temel din özgürlüğü şu ifadelerle desteklenmiştir: “Devlet hiçbir
inancın tarafını tutamayacağı gibi
değerlendirmelerde
de
vatandaşlarının inanç eksikliğine yönelik
bulunamaz.Devlet
vatandaşlarının
inançlarını
değerlendiremeyeceği gibi onları yanlış ya da doğru olarak karakterize edemez.”404
Mahkeme papazların mahkemede yemin etmeyi reddetme hakkına sahip olmalarını
desteklemektedir.
Pozitif bir hak olarak din özgürlüğü özgür uygulamaların korunması açısından
da önemlidir çünkü özgürlüğe özgürlüğün uygulanma fırsatını kapsayan olarak
bakılmaktadır.Trier Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Gerhard Robbers pozitif din
özgürlüğünün dini tarafsızlıkla uyum içinde olduğunu vurgulamaktadır: “Pozitif din
özgürlüğü devletin dini davranış ve hayat için aktif olarak alan yaratması anlamına
gelmektedir.
Bu
dinin
geliştirilmesi
ya
da
desteklenmesi
anlamına
gelmemektedir.Ateistler devletin dini desteklemesine itiraz edebilirler.Bu dine
uygulama alanı oluşturulmasıyla ilgilidir. Dindar insanların dinlerini uygulamaları
için böyle bir şeye ihtiyaç vardır.”405
Özgür uygulama konusunda güçlü ve kapsayıcı bir konseptin olması din
özgürlüğünün sınırsız olduğu anlamına gelmemektedir.Anayasa Mahkemesi ve
Alman hukuk yorumcuları dinin serbestçe uygulanmasının insan onurunu ya da
kamu sağlığı ve güvenliğini ihlal etmesi durumlarında dengeleyici bir sürecin devreye
girmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar.Mahkeme bir kararında Anayasanın kilisedevlet şartlarının mahkemelerin farklı kiliselerin değişik değer ve çıkarları arasında
bir dengeleme yapmasını zorunlu
kıldığını
ve din özgürlüğüne bu bağlamda
kısıtlamalar getirilebileceğini yazmaktadır.406
Tobacco Atheist davası dengeleme sürecinin bir örneğini oluşturmaktadır.Bu
çok tuhaf bir davadır.Bir tutuklu cezaevinde iken
vermesinin karşılığında onlardan
davranışlarından dolayı tutuklunun
diğer mahkumlara
tütün
kiliseyi reddetmelerini istiyordu. Bu kışkırtıcı
şartlı salıverilmesi iptal edilmişti. Anayasa
403
Religious Oath Case (1972), 33 BVerfGE 23. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of
the Federal Republic of Germany,454.
404
Religious Oath Case (1972), 33 BVerfGE 23. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of
the Federal Republic of Germany, 454-55.
Gerhard Robbers ile yapılan röportaj, 23 Şubat 1996.
Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 494-95. Catholic
Hospital Abortion Case (1983), 70 BVerfGE 138.
405
406
Mahkemesi salıverilme hakkının iptal edilmesini dini ya da dinsizlik özgürlüğünün
bir sınırı olduğu temelinde haklı buldu:
Dini açıdan tarafsız olan devlet dini özgürlüğün yanlış
kullanılmasına engel olmalıdır.Temel Yasa değerler düzeninin
özellikle insan onurunun korunmasını emretmektedir. Özellikle din
özgürlüğünün yanlış kullanımı başka bir kişinin onurunu ihlal ettiği
zaman bu yanlış kullanıma engel olunmalıdır. İnanç için çalışmak ya
da başka birini inancından döndürmeye iknaya çalışmak normal
olarak yasal faaliyetlerdir.Ancak bir kişi başkalarını inançlarından
vazgeçirmek için ahlakdışı araçları kullanırsa bu din özgürlüğü
hakkının yanlış kullanılması anlamına gelmektedir.407
Değerler düzeni olarak kararda bahsedilen şey Anayasada değerler hiyerarşisi
olarak ifade edilen konsepttir. Bu şekilde değerlerin birbirini desteklemesi sağlanmış
olmaktadır.Burada Mahkeme insan onurunun temel değer oluşunu esas almaktadır
(Madde 1: İnsan onuru ihlal edilemez. İnsan onuruna saygı duyulması ve korunması
kamu otoritesinin görevidir). İnsan onurunun korunması hakkı cezaevi koşullarında
başkalarının dini görüşlerini etkileme hakkını moraldışı araçlarla kullanmanın önüne
geçmiş bulunmaktadır.408
Von Campenhausen kamu sağlığı ya da güvenliği için din özgürlüğünün
kısıtlanabileceğini söylemektedir.O şehir suyu şebekesine kilise mezarlığının yakın
bir yerde bulunmasını örnek olarak vermektedir: “Temiz suyun sağlanabilmesi için
devlet tarafsız bile olsa –din karşıtı değil- kiliselerin self-determinasyonunu aza
indirgeyebilir. Birlikte yaşamak bunu gerekli kılmaktadır.”409 Sonra o ikinci örneği
vermektedir: “Cadde ve sokaklarda dini yürüyüşler yapmak elbette bir haktır. Ancak
trafiğin de hakları vardır. Uzlaşmak zorundasınız. Sonuç olarak yapılan bir
dengelemedir.”410
Alman yaklaşımı Amerika Yüksek Mahkemesinin
bazen
uyguladığı zorunlu devlet çıkarı testine çok benzemektedir. Zorunlu devlet çıkarı testi
1993 yılında Kongreden geçirilen bir yasa ile (Religious Freedom Restoration Act)
güçlendirilmiştir.
Şu ana kadar tartışılan bazı prensiplerin tezahürleri Anayasa Mahkemesinin
önüne gelen
şu dramatik serbest uygulama davasında görülmektedir. Evanjelik
Kardeşlik Topluluğunun üyesi olan
407
evli bir çift kan transfüzyonunun tıbbi
Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 452. Tobacco
Atheist Case (1960), 12 BVerfGE1.
408
Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 452-453.
Tobacco Atheist Case (1960), 12 BVerfGE1.
409
Axel von Campenhausen ile yapılan röportaj, 13 Ocak 1996.
problemleri çözmediği şeklinde bir inanca sahip bulunmaktadırlar. Kadın dördüncü
çocuğun doğumunda meydana gelen komplikasyonlardan çok acı çekmiştir ve
doktorlar kan transfüzyonunun şart olduğunu söylemişlerdir.Kadın kocasıyla birlikte
kan transfüzyonu yapılmasını reddetmiş ve kadın ölmüştür. Koca daha sonra eşine
gerekli yardımı yapmadığından dolayı tutuklanmıştır. Temyizde Anayasa Mahkemesi
alt mahkemenin almış olduğu kararı Temel Yasanın dördüncü maddesi temelinde –
dini serbestçe uygulama hakkını güvence altına alan madde- bozmuştur.
Anayasa Mahkemesinin bu kararında üç özellik göze çarpmaktadır. Birincisi
Mahkeme din özgürlüğünü açık olarak desteklediğini teyid etmiştir: “İnsan onurunun
en yüksek değer olarak kabul edildiği bir devlette ve bireyin özgür selfdeterminasyonunun toplumsal değer görüldüğü bir yerde inanç özgürlüğü kişiye
devletin müdahelesinden uzak olarak benimsediği inançlarına göre yaşama hakkı
vermektedir.”411
İkincisi Mahkeme bu davada kişisel dini özgürlükle kişinin yasalara uyma
zorunluluğunun çatıştığını not etmektedir. Fakat Mahkemeye göre bu davada
kanundan vazgeçilmelidir:
Temel Yasanın dördüncü maddesinin birinci fıkrası ciddi
dini inançlara saygı göstermenin kamu otoritelerinin
görevi olduğunu ifade etmektedir.Bu hüküm çerçevesinde
inanç emirleri ile genel yasal görevler arasında gerçek bir
çatışma çıkması durumunda suç kanunlarının esnek
olarak uygulanması gerekmektedir.Manevi kriz anlarında
kişinin kanun önünde suçlu olarak damgalanması onun
insani onurunun toplum nazarında aşırı bir şekilde ihlal
edilmesine sebebiyet verebilir.412
Mahkeme kanunun amacının bazı dini pratikleri sınırlamak yerine meşru
kamusal amaçları korumak olduğunu not etmesine rağmen kanuni düzenlemeyi
özgürce dini yaşama hakkını düzenleyen dördüncü madde ile geçersiz kılmıştır.Bu
pozisyonu uyarlamayı Amerika Yüksek Mahkemesi çoğunlukla reddetmektedir.
Üçüncü ve en önemli şey mahkeme kararında kocanın dini inançlarının
önemine ve samimiyetine duyulan temel saygının ifade edilmesidir. Çoğu kimse onun
dini inançlarının karısının ölümüne yol açtığı yargısına varabilir.
Axel von Campenhausen ile röportaj, 13 Ocak 1996.
Blood Transfusion Case (1971), 32 BVerfGE 98. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence
of the Federal Republic of Germany, 450.
412
Blood Transfusion Case (1971), 32 BVerfGE 98.Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence
of the Federal Republic of Germany, 451.
410
411
Sanığın çocuklarına karşı sorumluluğu onu çok farklı
bir sonuca yöneltmiştir.İnançları çerçevesinde karısının
ölmesine izin vermiş ve çocuklarının annesiz kalmasına
yol açmıştır.Bu tamamen sanığın istemediği bir
sonuçtur.O karısını korumanın en yetkin yolunun dua
olduğu
konusunda
samimi
bir
inanca
sahipti.Çocuklarına karşı olan sorumluluklarının bu
dereceye geleceğini
düşünmüş olsaydı Tanrı’nın
yardımı olmadan etkisiz olduğuna inandığı tıbbi tedavi
lehine daha önceki düşüncesinden vazgeçecekti.
Toplumun moral standartları sanığa iki yolu aynı anda
takip etmesini dikte ettirmiştir.Ancak kişinin dini
inançları
eşinin hayatını kurtarmasına izin
vermemiştir.Mahkeme ona verilen cezayı meşru
görmemektedir. 413
Özgür uygulama konusunda yapılan önemli tartışmalardan ikisi Müslümanlar
ve Scientology Kilisesi ile ilgilidir.Almanya’da ciddi bir Müslüman nüfusu olmasına
rağmen onları tamamen Alman dini özgürlük konseptine entegre edecek yollar henüz
bulunamamıştır. Müslümanlar yüzde üç nüfuslarıyla Almanya’nın üçüncü büyük din
grubunu oluşturmaktadırlar.Onların Almanya’ya gelişlerinin çok yeni olması,
merkezi bir organizasyondan yoksun olmaları ve onların özgün dini pratikleri dini
özgürlük problemlerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.Kilise ve devlet
arasındaki dayanışma tam olarak Müslümanları kapsayacak hale getirilmemiştir.
Merkezi bir organizasyondan yoksun olma problemi Joseph Listl tarafından şöyle
tasvir edilmektedir:
Almanya’da ciddi sayılarda
değişik Müslüman
topluluklar bulunmaktadır.Ancak onlar tek bir
organizasyon ya da dini topluluk etrafında
bütünleşmemişlerdir. Şu ana kadar Almanya’da kamu
hukukunda belirtilen dayanışmacı statüyü elde eden tek
bir Müslüman organizasyon (Katolik ve Evanjelik
Kiliseler gibi) yoktur. Müslümanların devletle olan
ilişkilerini dayanışmaya ve kalıcı bir işbirliğine
dönüştürmelerinin önündeki en büyük engel merkezi
bir organizasyondan yoksun olmalarıdır.414
413
Blood Transfusion Case (1971), 32 BVerfGE 98. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence
of the Federal Republic of Germany, 452.
414
J.Listl, ‘The Development of Civil Ecclesiastic Law in Germany 1994-1995,’European Journal for
Church and State Research, 2, 1995, 17-18.
Alman kilise-devlet sistemi
büyük iki kilisenin varolduğu –Katolik ve
Evanjelik Kiliseler- bir durumdan doğmuştur. Uygulamaların ve yasaların çoğu
Müslümanların farklılıklarının ve resmi bir yapıdan yoksun olmalarının yarattığı
durumla uyum göstermemektedir. Bazı Müslüman gruplar neo-Nazilerin saldırılarına
maruz kalmaktadır.Ancak Alman otoriteleri bu saldırıları engellemek için ellerinden
geleni yapmışlardır.En çok tartışma yaratan birinci problem Müslümanların Alman
kilise-devlet uygulamaları kapamına alınmasında –kilise vergisi, okullarda dini
eğitimin verilmesi ve diğer konular- yaşanmaktadır. İkinci problem Müslümanların
dini pratiklerini serbestçe uygulama haklarını güvence altına almakta ortaya
çıkmaktadır.
İki Müslüman lider ikinci sorunla ilgili olarak kurbanı vermektedirler. Onlara
göre Müslümanların kurbanlarını dini şartlara uygun olarak kesmeleri için resmi
onayın hala elde edilmemiş olması onların din özgürlüğü açısından ciddi bir
eksikliktir. Müslümanların kurban ibadeti
vahşet
olarak düşünüldüğünden
yasaklanmıştır.Müslüman liderler kurban kesiminin Yahudilerin koşer
şartlarına
göre hayvan kesmekten farklı olmadığında ısrar etmektedirler. Ancak Yahudilere
koşer şartlarına göre hayvan kesmelerine izin verilirken Müslümanlara kurbanlarını
dini emirler çerçevesinde kesmelerine müsaade edilmemektedir.Benzer problemler
karma eğitimin yapıldığı ilköğretim okullarında da yaşanmaktadır. Genç kızların
beden eğitimi derslerine spor kıyafetlerle katılması şart koşulmaktadır. Ancak bu
kıyafetlerin ahlakdışı olarak düşünülmesi sorunlara neden olmaktadır. Lokal
mercilerin ezanı yasaklaması, pasaportlara Müslüman kadınların başörtülü fotoğraf
yapıştırma hakkı ve dini bayramlarda Müslüman işçi ve öğrencilerin tatil hakkı
tartışma yaratan diğer konulardır.En son olarak Berlin Federal İdare Mahkemesi
(Federal Administrative Court) –Almanya’nın en üst idare mahkemesi- Müslüman kız
öğrencilerin karma beden eğitimi sınıflarına katılmama hakkına sahip olduklarına
karar vermiştir.415 Müslüman kadınların pasaport resimlerinin başörtülü olmasına
şimdi izin verilmektedir. Önceden başvuran
Müslüman işçi ve öğrencilere dini
bayram günlerinde izin verilmektedir.Alman hükümeti ve toplumu müslümanların
kendi
ibadetlerini
yapmaları için kısa
vadeli tedbirler almayı tercih
etmektedir.Hollanda ve İngiltere’de olduğu gibi hala bazı gerilim alanları varolmaya
devam etmektedir.
415
Bkz.: Listl, ‘The Development of Civil Ecclesiastic Law in Germany 1994-1995,’ 15-16.
Müslümanlardan sonra ikinci olarak Scientology Kilisesi ile ilgili
uygulama
hakkı
konusunda
devamlı
problemler
özgür
yaşanmaktadır.Scientology
Kilisesinin otuzbin üyesi vardır ve bu kiliseye mensup insanların çoğu Hamburg ve
diğer büyük bir kaç şehir civarında yaşamaktadır.416 Bu kilise birçok ticari faaliyette
bulunmaktadır ve üyelerinden sunduğu hizmetler karşılığında büyük paralar
almaktadır.Bu grubun kendisinin kilise olduğunu iddia etmesi ve dini kurumlara
tanınan haklardan yararlanmak istemesi problem yaratmaktadır.Alman otoriteleri ise
bu
grubun
kilise
değil
ekonomik
bir
organizasyon
olduğunu
iddia
etmektedirler.Scientology Kilisesine karşı yaygın bir düşmanlık vardır ve Alman
medyası beyinlerinin nasıl yıkandığını ve nasıl soyulduklarını anlatan eski üyelerin
hikayelerine genişçe yer ayırmaktadır.Bavaria eyaleti bu kilise mensuplarını sosyal
hizmetlerde kullanmayı reddetmiştir ve onlar ekonomik diskriminasyonun değişik
biçimleriyle karşılaşmışlardır.Scientology Kilisesi hemen hemen bütün yargı
davalarını kaybetmiştir. Federal İdare Mahkemesi
Scientology Kilisesinin kitap
satışının, düzenlediği kurs ve seminerlerin iş olduğuna karar vermiştir.1995 Yılında
Kassel eyaleti Federal İş Mahkemesi
resmen Scientoloji Kilisesinin kilise
olmadığına, onun kilise adı altında faaliyet gösteren ekonomik bir organizasyon
olduğuna karar verdi.417 Scientology Kilisesi bu suçlamalara kendi mensuplarının da
Yahudiler gibi Naziler döneminde baskıya uğradığını belirterek cevap vermiştir.Her
iki taraf birbirlerine karşı taşmak üzere olan duygular içerisindedir.Scientology bütün
Avrupa ülkelerinde
büyük tartışmaların çıkmasına sebeb olmuştur.Amerika’da
Scientology Kilisesi gelir vergisinden muaf olmak için otuz yıl mücadele
etmiştir.Scientology Kilisesi mensuplarının inançlarını serbestçe uygulama haklarını
ihlal eden davranışlar meydana gelmektedir. Bu ayırımcı tavırların Anayasa
Mahkemesi tarafından çözülmesi gerekmektedir. Dışarıdan çok kimse Scientology
Kilisesinin dini doğaya sahip bir yerde durduğunu düşünmektedir. Ancak
Almanya’nın onun gerçek bir kilise statüsüne sahip olduğunu reddetmesini
dini
özgürce uygulama hakkının ihlalinin açık bir örneği olarak ele almak tamamen doğru
değildir.
Bu konu için bkz.: Listl, ‘The Development of Civil Ecclesiastic Law in Germany 1994-1995,’ 1921.C.R.Whitney, ‘Scientolog and its German Foes: A Bitter Conflict,’ New York Times, 7 Kasım 1994,
A12. M.W.Walsh ve J.T.Dahlburg, ‘Germany versus Scientology,’ Los Angeles Times, 6 Şubat 1997,
A1 ve A6.
417
Listl, ‘The Development of Civil Eccelesiastic Law in Germany 1994-1995,’20.
416
Kiliselere Devletin Yardım Etmesi
Kilise-devlet ortaklığı kavramı devletin değişik biçimlerde dinle dayanışma
içinde olması ya da dini desteklemesi
birçok sorunun ortaya çıkmasına neden
olmaktadır.Evanjelik Kilisesine ait bir kitapçıkta tam olarak bu nokta şu şekilde ifade
edilmektedir: “Aynı toplum ve halka karşı sorumluluk taşıyan devlet ve kilise akıllı
bir şekilde işbirliği yapmak zorundadırlar.”418 Robbers benzer bir bakışaçısını ifade
etmektedir: “Kiliselerin özel pozisyonu onları özel bir şekilde kamu hizmeti yapmaya
zorlamaktadır.”419
Kendisiyle yapılan bir mülakatta o şöyle demektedir: “Dinin
kamuya ait bir şey olduğu kabul edildikten sonra devlet ve toplum bu konuda bir
şeyler yapmak zorunda kalmaktadır.”420 Kilise ve devlet –taht ve mihrap- farklı
sorumluluklara sahip olarak görülmektedir ancak ikisi de toplumun refahı için
önemlidirler. Bundan dolayı
ikisi arasında faydalı bir çalışmanın olması
bütün
topluma fayda sağlayacaktır.
Sonuç olarak kilise-devlet ayrılığından uzak bir sistem oluşmaktadır. Anayasa
Mahkemesinin ifadesiyle esnekliğe dayanan (hinkende) bir kilise-devlet ayırımı
sistemi
ortaya çıkmaktadır.421
Von Campenhausen
şöyle yazmaktadır: “Din
özgürlüğü ve kilise ve devletin birbirinden ayrılması karşılıklı olarak birbirini
dışlamaktadır.”422 Bu ifadenin ne olduğu sorulduğunda von Campenhausen şu cevabı
vermiştir:
Bu ifade doğrudur.Vatandaşlar din özgürlüğüne sahip
oldukları takdirde devletin şunu söylemeye hakkı
kalmamaktadır: “Senin çocuklarını zorunlu olarak okula
göndereceğim.Bütün hayatlarını benim devlet okulum işgal
edecek.Sen özgürlüğe sahipsin fakat ben çocuklarının
hayatını işgal edeceğim.” Böyle bir şey olamaz. Bu bir
çelişkidir. Kilise ve devlet arasında tam bir ayırım olduğu
zaman separasyonun ve din özgürlüğünün birleştirilmesi
mümkün olmamaktadır. Devletin vatandaşlarının dindar
olmasını engellememe sorumluluğu vardır.423
Dini özgürlük kavramına hem negatif hem pozitif özgürlük olarak
bakılabilir.Bu devletin bir dini grubu diğer dini gruplara karşı desteklemek hatta dini
418
The Evangelical Church in Germany: An Introduction, parag. 6.1.
Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 66.
420
Gerhard Robbers ile yapılan röportaj, 23 Şubat 1996.
421
Bkz.: D.P.Currie, The Constitution of the Federal Republic of Germany, Şikago : University of
Chicago Press, 1994, 268.
422
Currie, The Constitution of the Federal Republic of Germany, 268.
423
Axel von Campenhausen ile yapılan röportaj, 13 Şubat 1996.
419
olanı dinsiz olanın üstünde tutma anlamına gelmemektedir. Kendisiyle mülakat
yaptığımız bir Alman gözlemci bu noktayı vurgulamıştır. Fakat bu devletin kiliseyle
dayanışma içerisinde olmaktan ziyede
devletin kilisenin sorumluluklarını yerine
getirebileceği bir alanı yaratma anlamına gelmektedir.
Bu yaklaşım devletin birçok aktivitede kiliselere yardım etmesine ve
desteklemesine neden olmaktadır. Üç ana tarihsel dini gruba –Evanjelikler, Katolikler
ve Yahudiler- devletin kamusal kurum statüsü (public corporation) vermesi bu
yaklaşımın bir tezahürüdür.424
Kamusal kurum statüsü bu grupların dinsel
organlarının yasal otonomluğunu güvence altına almaktadır.Bu kilise hukukunun
kamu yönetimi hukuku statüsüne sahip olduğu anlamına gelmektedir. Ayrıca bu
durum kiliselerin devletle ortak konularda anlaşmalar yapmasına olanak sağlamakta
ve kiliselerin birçok imtiyazı elde etmesine neden olmaktadır.Bu bakışaçısının önemi
büyük dini kurumları
kamusal ve toplumsal öneme sahip
olgular olarak
görmesidir.Dine tamamen kişisel bir olgu olarak bakılmamaktdır.Bu üç dini grubun
dışında kalan dini gruplar gerekli şartları yerine getirdikleri takdirde kamusal kurum
statüsünü elde edebilirler ama şimdiye kadar hiçbiri bu statüyü elde etmeyi
başaramamıştır.
Üçüncü büyük dini grup olarak Müslümanların kamusal kurum statüsünü elde
etmekte başarısız olmaları özellikle kaydedilmeye değerdir.Bu başarısızlığın birinci
nedeni İslam’a karşı açıktan yapılan diskriminasyon değildir. Bunun temel nedeni
Müslüman organizasyon yapısının Alman modeline uymamasıdır.Hem Katolik hem
Evanjelik kiliseler doğaları gereği bir hiyerarşiye sahiptirler.Onları merkezi
hükümetin bürokratları ve yetkilileri nezdinde temsil edecek ana konsey ve liderleri
vardır.Fakat İslam doğası gereği merkezi değildir.Bunun yerine Müslüman toplumu
merkezi temsil gücüne sahip olmayan birçok lidere ve gruba sahip bulunmaktadır. Bu
durum Müslümanların kamusal kurum statüsü elde etmelerinin önünde büyük bir
engel oluşturmaktadır. Alman otoriteleri Müslümanların kamusal kurum statüsünü
elde etmelerini sağlayacak bir organizasyon yapısına gitmeleri gerektiğini
söylemektedirler. Buna karşılık Müslümanlar
Almanların kendi organizasyonel
yapılarına izin vermeleri gerektiğini savunmaktadırlar.Alman Müslümanları Merkez
Konseyi başkan yardımcısı durumu şöyle tasvir etmektedir: “Kamusal kurum
statüsünü elde etmek kolay bir şey değildir ve Müslümanların bu statüyü elde etmek
424
Üç dini grubun kamusal kurum statüsü için bkz.: Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 61-62.
için şimdiye kadar sarfetmiş oldukları çabalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Alman
otoriteler Müslümanlara bu statüyü verme konusunda pek istekli değildirler. Almanlar
Müslümanların merkezi bir organizasyonları olmadığını söylemektedirler…. Fakat
doğruyu söyleyecek olursak Müslümanların kamusal kurum statüsünü elde etmedeki
başarısızlıklarında kendileri hatalı olduğu kadar Almanlar da hatalıdır.”425
Kamusal kurum olarak kiliselere tanınan en önemli ayrıcalıklardan birisi kilise
vergisidir (Kirchensteuer).426
ödenmemesinde
olduğu
Kilise vergisini ödemeyen kişilere diğer vergilerin
gibi
cezalar
verilerek
vergilerini
ödemeleri
sağlanmaktadır.Kilise vergisinden kaçmanın tek yolu kişilerin kilise üyeliklerini
iptalleriyle mümkün olmaktadır. Kilise bir kamu kurumu olduğundan onun
üyeliğinden çıkma işlemi resmi yasal bir süreçle ve sivil otoritelerin önüne çıkmakla
mümkün olmaktadır.
1992 Yılında Katolik ve Evanjelik kiliselere onyedi milyar Alman markı
(yaklaşık oniki milyar Amerika doları) kilise vergisi olarak ödenmiştir. Bu oran
kiliselerin toplam gelirlerinin yüzde seksenini meydana getirmektedir. 427
Kilise
vergisi Evanjelik ve Katolik kiliselerin en büyük gelir kaynağını oluşturmakta olup
onları Avrupa’nın en zengin kiliseleri haline getirmektedir.Bu parayı kiliseler kendi
ana faaliyetlerinde kullandıkları gibi geniş bir kapsama alanına sahip eğitim ve hayır
faaliyetlerinde de harcamaktadırlar.
Kilise vergisinin legal temeli Weimar Anayasasının 137 (6). Maddesinde
bulunmakta olup bu madde mevcut Alman Anayasasına uyarlanmıştır. Madde şu
şekildedir: “Kamu kurumları olarak dini gruplar devletin sivil hukuk düzenlemesine
uygun olarak
vergi alma hakkına sahiptirler.”Anayasa Mahkemesi vermiş olduğu
kararlar serisinde kilise vergi sisteminin yasallığını desteklemiş olmasına rağmen
geçmişte yapılan bazı uygulamaların aksine kilise vergisinin sadece dini kurumların
gerçek üyelerinden alınmasında ısrar etmiştir. Bir davada Mahkeme eşi kiliseye üye
olan ama kendisi üye olmayan bir kocanın maaşından kilise vergisi kesilemeyeceğine
karar vermiştir: “Kişiyi üyesi olmadığı dini kuruma parasal ödeme yapma zorunda
M.A.H.Hobohm ile yapılan röportaj, 20 Kasım 1996.
Kilise vergisi için bkz.: Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 68-70. Kommers, The
Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 484-489.
427
Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 69.
425
426
bırakan bir yasa anayasal düzenin bir parçası değildir.Kişinin eşinin kiliseyle
bağlantılı olması onu kiliseye karşı yükümlü duruma getirmemektedir.”428
Kilise
vergi
sisteminin
kökenleri
ondokuzuncu
yüzyılın
başına
dayanmaktadır. Devlet bu dönemde kilise mallarına el koyduktan sonra sivil idareler
tazminat olarak kiliselere yıllık ödemelerde bulunmayı kabul ettiler. Zamanla
kiliselere yapılan nakit ödemeleri kiliselerin üyelerinden
vergi alması hakkına
dönüştürüldü ve kiliseler sivil otoritelerin yardımıyla vergileri toplamaya başladılar.
Kilise vergisinin ne olup olmadığını anlamak önemlidir. Kilise vergisi
kiliselere aktarılan basit bir gelir vergisi kalemi değildir. Kilise vergisini sivil
otoriteler ve kiliseler ortak olarak toplamaktadır. Kiliseler üyelerine belirli vergiler
koyarken sivil otoriteler konulan oranlarda vergileri toplamakta ve yapmış oldukları
giderleri toplanan vergilerden düşürmektedirler.Bundan dolayı kilise vergisinin
devletin tarafsızlığı normunu ihlal etmediği söylenebilir –vergiler sadece kilise
üyelerinden belirlenen oranlarda alınmaktadır ve devlet vergileri toplarken yapmış
olduğu giderleri vergilerden düşmektedir.- Hırıstıyan ve Yahudi gruplar
bu
uygulamadan fayda sağlamaktadır. Öte yandan devletin tarafsızlığı ilkesinin ihlal
edildiği savunulabilir çünkü devletin zorlayıcı gücü kiliselerin hizmetine verilirken bu
güç din dışı ideolojik organizasyonlar ile azınlık gruplarının –kamu kurumu statüsüne
sahip olmayan özgür kiliseler ile Müslüman gruplar gibi- hizmetinde değildir.
Alman olmayan bir gözlemci için kilise vergi sisteminin geniş kabul görmesi
şaşırtıcıdır. Özellikle kilise üyelerinin çoğunluğunun dini konularda
pek istekli
davranmadığı dikkate alınırsa bu durum daha şaşırtıcı hale gelmektedir. Kiliselere üye
Almanlar kilise faaliyetlerine düzensiz olarak katılmalarına rağmen kiliselerine vergi
ödeme konusunda çok az şikayet etmektedirler.Yeşiller ve Demokratik Sosyalist Parti
(Doğu Almanya’nın eski Komünist Partisi) kilise vergi sistemine karşı olmasına
rağmen
iki büyük parti –CDU/CSU ve SPD- bu sisteme karşı değildir.Özgür
Demokrasi Partisi yetmişli yıllarda bu sisteme karşı çıkmasına rağmen şimdi karşı
çıkmamaktadır. Kilise vergi sisteminin genel kabul görmesi kilise-devlet ortaklığı
konseptinin bir tezahürü olup bu kavramın elit ya da teorik bir ilke olmaktan ziyade
bütün Alman toplumu tarafından benimsendiğini ortaya koymaktadır.Görüştüğümüz
hiç kimse kilise vergi sistemi ile Amarika’da uygulanan Birleşik Yol (United Way)
hayıra katkı sistemi arasında bir karşılaştırma yapmamasına rağmen Alman kilise
428
Mixed Marriage Church Tax Case I (1965), 19 Bverf GE 226. Bkz.: Kommers, The Constitutional
sistemini ve onun kabulünü dinledikçe birçok defalar biz ikisi arasında bağlantı
kurduk.Kiliseler genellikle önemli sosyal kurumlar olarak görülmektedir; onlar
Alman toplumunu güçlendirmekte, Alman kültürünü sembolize etmekte ve birçok
hayır ve eğitim hizmeti sunmaktadırlar. Kilise vergisi bütün bu önemli kültürel, hayır
ve eğitim kurumlarına karşı olan mali yükümlülüğün yerine getirilmesini sağlayan
önemli araçlardan biridir.
Bu kilise vergisinin tartışma ve eleştiriden uzak olduğu anlamına
gelmemektedir.Kilise hiyerarşisiyle farklılıkları olan bir Katolik gazeteciye göre kilise
vergisi büyük ölçüde
merkezi kilise hiyerarşisini güçlendirmektedir çünkü para
kiliselerin bölge ofislerine gitmekte ve buradan diğer kiliselere dağıtılmaktadır. Bazı
kimseler kilise vergisinin kiliseleri umursamaz kıldığını hissetmiştir. Görüştüğümüz
bir kişi bu durumu gelişmiş bir ülkenin gelişmemiş bir ülkeye çok para yardımında
bulunması haliyle karşılaştırmaktadır. Ona göre bolca yardım alan az gelişmiş ülke
umursamazlık tavrı içerisine girecek, bu yardım statükoyu savunan kesimleri
güçlendirirken teşebbüs ve yaratıcılığı zayıflatacaktır.
1990 Yılında iki Almanya’nın birleşmesi kilise vergisi sisteminde bazı
problemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Birleşmeden sonra toplanan gelir
vergilerinin yüzde yedibuçuğu Doğu Almanya’nın ekonomik yardıma ihtiyaç duyan
bölgeleri için ayrılması
kilise vergi sistemi için önemli bir problem meydana
getirmektedir. Bu aynı orandaki kilise vergisinin kişinin gelirinden kesilmesi
demektir. Bazı insanlar
altrüistik ya da ulusal
amaçlardan dolayı iki defa
vergilendirildiğini düşünmeye başlamıştır. Bundan dolayı birçok insan kilise üyeliğini
iptal etmiştir.İkinci faktör eski Doğu Almanya vatandaşları kiliseye vergi ödemeye
alışık değildirler ve aniden böyle bir vergi yükümlülüğüyle karşı karşıya kalmaları
onlarda rahatsızlık yaratmıştır. Eski Doğu Almanya’da kiliseler vergi almaya devam
etmesine rağmen devlet vergi toplamada kiliselere yardım etmediğinden dolayı bu
sistem gönüllü bir bağış haline gelmişti.Kilise üyeliğini iptal edenlerin sayısı özellikle
Doğu Almanya’ya ait bölgelerde yüksektir.Fakat kilise üyeliğinde meydana gelen
azalmanın abartılmamasına dikkat edilmelidir.Evanjelik Kilisesi dahili araştırma
ofisi başkanına göre
kiliselerin üyeliklerinde yılda yüzde bir oranında azalma
meydana gelmektedir ve o bu trendin devam edeceğine inanmaktadır.429 Ancak o
Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 487.
429
Rüdiger Schloz ile yapılan röportaj, 12 Şubat 1996. Bkz.: ‘Notes on Church-State Affairs,’ Journal
of Church and State, 35, 1993, 440.
eldeki verilere göre kiliselerin üyelik kaybının üçte ikisinin düşük doğum oranı gibi
demografik faktörlerin oluşturduğunu
söylerken
bu kaybın sadece üçte birinin
insanların kiliseyi terketmesinden dolayı meydana geldiğini ifade etmektedir (kilise
vergisi yüzünden kilise üyeliğini bırakanların oranı bilinmemektedir).
Kilise vergisine ek olarak eyalet ya da lokal düzeyde devletin kiliselere
yapmış olduğu değişik yardım biçimleri vardır. Bazı eyalet ya da belediye yönetimleri
kilise görevlilerinden bazılarının maaşını ödemekte ya da kiliselerin inşasına ya da
kilise binalarının tamir edilmesine yardım etmektedir. Bu tür yardımlar kiliselere
birçok maddi yardımın yapıldığı dönemlerden günümüze miras kalmıştır. Günümüzde
din dışı organizasyonlarında böyle yardımlar aldığı öne sürülerek bu tür yardımlar
meşrulaştırılmaktadır.Robbers şöyle demektedir: “Birçok kamu destekli aktivite gibi
kiliselerde
devletten faaliyetleri için yardım görmektedirler.Devletin tarafsızlığı
idealinin bir gereği olarak kilise faaliyetleri devlet destekli bir
lokal atletizm
külübünün pozisyonundan daha kötü bir duruma düşürülmemelidir.”430
Bu bölümde devletin kiliseyle ibadet dahil birçok aktivitede dayanışma içinde
olduğunu anahatlarıyla ortaya koymaya çalıştık.Resmi bir devlet kilisesi olmamasına
rağmen Evanjelik, Katolik ve Yahudi gruplar diğer dini ve seküler grupların sahip
olmadıkları birçok avantaja sahip bulunmaktadırlar.
Kilise, Eğitim ve Devlet
Son dönemlere kadar din ve eğitim konusunda Almanya’nın göze çarpan en
belirgin özelliği kamusal eğitimin dini okulların egemenliğinde olmasıydı (bu okullar
devlet tarafından finanse ve kontrol edilmelerinden dolayı kamusal nitelikte iken
Katolik ya da Evanjelik uygulama ve fikirlerin öğretilmesi açısından dini
nitelikteydiler).Weimar Anayasası yazıldığı sırada
yeni liberal ve politik düzeni
öğretmeyi amaçlayan seküler okulların kurulmasını isteyen güçlü bir hareket vardı.
Ancak muhafazakar Evanjeliklerin desteğini alan Katolik Merkez Partisi’nin
baskısıyla
dini okullar varlıklarını devam ettirdiler.431 Sonuç olarak savaş arası
dönemde dini okullar kamu eğitimi alanına hakim olmaya devam ettiler. Sayıları
elliüçbin olan kamu okullarının dini gruplara göre dağılımı şu şekildedir: Okulların
yüzde ellibeşi Evanjelik okulu, yüzde yirmisekizi Katolik okulu,
mezheplerarası eğitim veren okullar (bu okullar mezhepler üstü
yüzde onbeşi
bir çizgide
Robbers, ‘Church and State in Germany,’69-70.
Bkz.: C.L.Glenn, Choice of Schools in Six Nations, Waşington, D.C.: U.S. Department of
Education, 1989, 193-95.
430
431
Hırıstıyanlığın daha genel bir eğitimini vermekteydiler), doksanyedi tane Yahudi
okulu ve ikiyüzdoksanbeş tane seküler okul.432
Nazi döneminde bu farklı okul sistemini zayıflatıp onun yerine rejimi
destekleyen tek tip okul sisteminin kurulmasına yönelik birçok çaba oldu. Nazilerin
önde gelen isimlerinden biri şöyle diyordu: “Bütün kategorilerdeki okulların
müfredatı Hırıstıyanlık ve Yahudilik karşıtı bir ruhla dolu olarak değiştirilmiştir.
Böylece
yeni
nesil
ruhban
sınıfının
sahtekarlıklarından
korunmuş
olarak
büyüyecektir.”433
İkinci Dünya Savaşından sonra işgal kuvvetleri
desteklemekten çok
varolan dini okulları
bütüncül eğitim veren seküler okullardan yanaydılar.434 Bu
duruma kilise otoriteleri özellikle Katolik Kilisesi direndi.Bu baskı sonucunda işgal
kuvvetleri Batı Almanya’da halkın mezhepsel ya da mezhepler üstü okulları tercih
etmelerine izin verdiler.1949 Yılında çıkarılan Temel Yasa (Basic Law) eğitim
sorumluluğunu ulusal hükümet yerine eyalet hükümetlerine verdi.Başlangıçta Katolik
bölgelerin çoğu mezhep okullarını tercih ederken Protestan bölgelerin büyük bölümü
mezhepler üstü eğitim veren okulları seçtiler. 1967 Yılında Almanya’da okul
dağılımı şu şekildeydi: Bütün kamu okullarının yüzde kırkını Katolik okulları, yüzde
onyedisini Evanjelik okullar, yüzde kırkını mezhepler üstü okullar (bazen bu okullara
Hırıstıyan okullar denilmektedir), ve yüzde üçünü özel okullar oluşturmaktaydı.435
Fakat durum değişmeye başlamıştı.Protestanlar bir süreden beri ayrı mezhep
okullarına artık ihtiyaç duymuyorlardı ve altmışlı yıllardan itibaren kamuoyu özel
Katolik okulların –bu okulların çoğu çok küçüktü- düşük kalitesi üzerinde dikkatini
yoğunlaştırmaya başlamıştı.436 Sonuç olarak birçok Katolik bölgesi mezhepler üstü
eğitim veren Hırıstıyan okullarını tercih etmeye başladı. (Burada kullanılan
terminoloji Amerikalılar için anlaşılmaz olabilir. Mezhepler üstü ya da Hırıstıyan
terimleriyle nitelendirilen okullar kamusal okullardır).Örneğin 1968 yılında Bavaria
eyaleti –bu eyaletin nüfusu büyük ölçüde Katoliklerden oluşmaktadır- referandumda
Katolik okulların aleyhine Hırıstıyan okulların lehine oy kullandı.Hırıstıyan okulların
432
Glenn, Choice of Schools in Six Nations, 195.
Yazar Alfred Rosenberg’dir. Bkz.: J.S.Conway, The Nazi Persecution of the Churches, 1933-1945,
New York : Basic Books, 1968, 182.
434
Bkz.: Glenn, Choice of Schools in Six Nations, 197-201. Spotts, The Churches and Politics in
Germany, 212-19.
435
Spotts, The Churches and Politics in Germany, 219.
436
Bkz.: Spotts, The Churches and Politics in Germany, 219-28.
433
dini doğası dualar, isteğe bağlı din dersi sınıfları ve Alman toplumunda
dinin
oynadığı tarihsel ve kültürel role genel bir vurgu yapmaktan ibaretti.
Günümüz Almanya’sında dört tip okul vardır. Mezhepler üstü nitelikteki
Hırıstıyan okullar en yaygın okul tipini oluşturmaktadır. Hırıstıyan okullarını mezhep
okulları (bu okullar Katolik ya da Evanjelik bir doğadadır) takip etmektedir.Ayrıca
seküler okullar –bu okullar özellikle Berlin ve Bremen’de bulunmaktadır- ve özel
dini okullar bulunmaktadır.
Kamusal okullarda dini uygulama ve eğitim onların müfredatının doğal bir
parçasıdır. Okullardaki din eğitimi ve uygulamalarının yasal ve anayasal temelleri
vardır –bu uygulamalar Amerika’da Yüksek Mahkeme’nin yorumları çerçevesinde
değerlendirildiğinde anayasa dışı olacaktır.- Kamu okullarında verilen din eğitimi ve
uygulamalarının legal ve anayasal dayanağı Temel Yasanın (Basic Law) yedinci
maddesinin iki, üç ve dördüncü altkısımlarında yer almaktadır:
2.Ebeveynler
çocuklarının din eğitimi alıp almamasına karar verme hakkına
sahiptirler.
3.Mezhep dışı okullar hariç din eğitimi devlet okullarında müfredatın bir parçası
olmalıdır.Dini
eğitim
dini
topluluğun
doktrinine
uygun
olarak
verilmelidir.Öğretmenler din eğitimi vermeye zorlanmamalıdırlar.
4.Özel okul kurma hakkı güvence altına alınmalıdır.Devlet okullarının alternatifi
olarak kurulan özel okullar için devletin onay vermesi şarttır ve özel okullar Toprak
düzenlemesine (Land legislation) tabidirler.
1975 Yılında Anayasa Mahkemesinin karara bağladığı bir dava direkt olarak
kamusal okullarda dini eğitim konusuyla ilgilidir.1967 Yılında Baden-Württenberg
eyaleti
interdenominasyonel Hırıstıyan okulları kurmaya karar verdi.Bazı dinsiz
ebeveynler
çocuklarının
din
eğitimi
almasına
itiraz
ettiler.Mahkeme
interdenominasyonel okul lehine karar verdi. Mahkemenin gerekçesi konuyla ilgili
Alman yaklaşımını ortaya koymakta ve Alman yaklaşımının Amerika yaklaşımından
nasıl farklı olduğunu
göstermektedir.Mahkeme ilk olarak şunu not etmektedir:
“Şikayetçilerin çocuklarının eğitimini dini etkilerden uzak tutma talebi çocuklarına
dini eğitim verilmesini isteyen diğer vatandaşların arzularıyla çatışmaktadır…”437
Mahkeme Amerika Yüksek Mahkemesinin asla kabul etmeyeceği şu önemli gözlemi
yapmaktadır: “Bütün dini ve ideolojik referansların elimine edilmesi
varolan
ideolojik gerilim ve çatışmaları nötralize etmeyecektir. Fakat böyle bir şey
çocuklarına Hırıstıyan eğitimi verilmesini isteyen ebeveynleri dezavantajlı konuma
düşürecektir
ve bu onları çocuklarını sıradan bir okula göndermelerine yol
açaçaktır.”438 Mahkemenin ifade etmek istediği temel nokta şudur: Dini elementlerin
müfredattan atılması okulu tarafsız bir bölge haline getirmekten ziyade
doğasını dolaylı bir şekilde
okulun
seküler hale getirecektir.Seküler bir okulda dinsiz
ebeveynlerin çocukları istedikleri şekilde bir eğitim alırken dindar ailelerin çocukları
istedikleri eğitimi almayacaklardır. Bu gerçeği ve iki pozisyon arasında uzlaşmacı bir
çözüm bulma gereksinimini dikkate alarak Mahkeme eyalet yönetiminin kararını
verebilmesi için serbest davranması gerektiğine karar vermiştir. “Sonuç olarak eyalet
yönetimine ilkokul kurarken Hırıstıyanlığa referans vermesine mutlak yasak
getirilmemiştir. Azınlık bir veli grubunun çocuklarını okula göndermekten başka bir
seçenekleri yoktur.”439 Karar okulun din değiştirme yeri olmadığı, hiçkimsenin din
derslerine katılmaya zorlanamayacağını ve seküler disiplinlerde Hırıstıyanlığa
Batı
medeniyetini şekillendiren kültürel güç olarak atıflarda bulunulması gerektiğini ifade
etmektedir.
Yedinci maddenin üçüncü fıkrası devlet okullarında dini eğitimin olmasını
idarenin güvence altına almasını şart koşmaktadır: “Din eğitimi devlet okulları
müfredatının bir parçası olmalıdır….” Anahtar kelime burada ‘olabilir (may)’ yerine
kullanılan ‘olmalı (shall)’ ifadesidir. Dini eğitimin müfredat dışı ya da yardımcı bir
çalışma kursu yerine standart müfredatın bir parçası olarak görülmesi çok
önemlidir.Ancak din dersleri isteğe bağlı olacaktır. Çocuklar ondört yaşına gelinceye
kadar ebeveynleri din dersi alıp almamalarına karar verebilecektir. Ondört yaşından
itibaren din dersi alıp almamaya veli değil öğrenci karar verecektir. Alman okullarının
çoğunda verilen
din eğitimi Amerika’daki okuldaki boş zaman programları
çerçevesinde din eğitimi verilmesine çok benzemektedir. Amerikan Yüksek
Mahkemesi 1948 yılında vermiş olduğu kararında bu uygulamayı Birinci Tadilata
(First Amendment) aykırı olduğu gerekçesiyle reddetmiştir.440
437
Interdenominational School Case (1975), 41 BVerfGE 29. Bkz.: Kommers, The Constitutional
Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 469.
438
Interdenominational School Case (1975), 41 BVerfGE 29. Bkz.: Kommers, The Constitutional
Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 469.
439
Interdenominational School Case (1975), 41BVerfGE 29. Bkz.: The Constitutional Jurisprudence of
the Federal Republic of Germany, 470.
440
McColum v. Board of Education, 333 U.S. 203 (1948).
Din
eğitimi
belirlememekte bizzat
programlarının
muhtevasını
kamusal
okul
otoriteleri
dini kurumlar belirlemektedir.Burada kilise otonomisi
kavramının işin içine girdiğini görmekteyiz.Evanjelik Kilisesinden bir yetkili bunun
devletin dini tarafsızlığını güvence altına almaya yardım ettiğini söyledi. 441 O açık bir
şekilde
çocuklara dini, değerleri ve dünya görüşleri öğretmenin
devletin değil
ebeveynlerin sorumluluğu olduğunu ifade etti.Ebeveynlerin çocuklarının hangi din
eğitimi almasına karar
vermeleriyle ve bağlı bulundukları dini toplulukların bu
eğitimin içeriğini belirlemesiyle
bu sorumluluk yerine getirilmektedir.Devlet
çocukları din eğitimi derslerine girmeye zorlamadığı gibi bu derslerin içeriğini de
belirlememektedir.
Uygulamada haftada iki ya da üç saat din dersi verilmektedir. Bu dersleri
düzenli olarak okuldan bir öğretmen (Anayasanın yedinci maddesinin üçüncü
fıkrasına göre hiçbir öğretmen iradesine aykırı olarak din dersine girmeye
zorlanamaz) ya da bu görev için atanan bir papaz girmektedir.Bu sistem küçük
Hırıstıyan
gruplar,
Yahudiler
ve
Müslümanlar
için
problem
oluşturmaktadır.Almanların büyük çoğunluğunun Katolik ya da Evanjelik kiliselere
mensup olduğu dikkate alındığında bu sistemin küçük dini grupları kapsaması zor
görünmektedir. Bu sisteme göre normal olarak bir din dersi sınıfının açılması için altı
ya da sekiz öğrencinin bulunması gerekir ve
kursların içeriğini belirleme görevi
olmaları ve kamu okullarında
dini toplulukların takip edilecek
vardır.Dini toplulukların
yeterince büyük
din dersi verilmesi konusunda bir araya gelip
anlaşmaları gerekmektedir. Seksenbir milyonluk ülke nüfusu içerisinde Yahudilerin
toplam sayısı kırkyedi bindir.Yahudilerin okullarda ayrı din dersi sınıfı açılmasını
sağlayacak yeterli sayıyı bulmaları zordur.Aynı şey küçük Hırıstıyan grupları için de
geçerlidir.Müslümanlar genelde yeterli sayıya sahip olmalarına rağmen onlar merkezi
ve hiyerarşik bir organizasyona sahip olma geleneğinden yoksundurlar. Kamusal
kurum statüsü zorluklara neden olmaktadır çünkü yürürlükteki Alman sistemi yapısı
ve bürokrasisi olan
Katolik ve Evanjelik kiliselere göre dizayn edilirken
Müslümanların dini durumlarını kapsamamaktadır.Müslüman liderlerle yaptığımız
görüşmelerde bu durum özgür uygulama konuları ya da kamusal kurum statüsünü
elde etmenin zorluklarından daha önemli olmaktadır.Alman Müslümanları Merkez
Konseyi başkan yardımcısı ve Bonn Kral Fahd Akademisi direktörü Hobohm’a bu
441
Rüdiger Schloz ile yapılan röportaj, 13 Şubat 1996.
sorunun dört ya da beş yıl içerisinde çözülüp çözülmeyeceğini sorduğumuzda o
Müslümanların bu konudaki hem umutlarını hem öfkelerini ifade eden şu cevabı
vermiştir:
Biz bunun daha erken olmasını umut ediyoruz. Bu işin bir
gecede çözülmeyeceğinin farkındayız. Hiçkimse bir gecede
Müslüman öğrencilerin olduğu Alman okullarında din dersi
sınıflarını bir gecede açamaz.Fakat biz bir ya da iki eyalette
üç ya da dört okulda din eğitimi dersi açmak zorundayız ve
zamanla din dersi veren okulların sayısını arttırmamız
gerekmektedir… Bu ağır ve zor bir süreçtir. Alman
otoriteler prensipte buna karşı değildirler. Ancak onlar o
kadar anlayışlı ve yardımsever de değildirler. Alman
otoriteleri genellikle bize şunu söylemektedirler: “Bu
konuları kiminle konuşacağımızı bilmiyoruz çünkü birçok
İslam topluluğu ve organizasyonu var.”Onlar İslamda
merkezi hiyerarşik bir düzenin ya da merkezi bir
organizasyonun olmadığını ya gerçekten anlamıyorlar ya
da anlamak istemiyorlar.Bazen hissettiklerimizi onlara
ifade ediyoruz. Onlar gerçekten bizi anlamıyorlar çünkü
onlar bu konuda anlayış kıtlığına sahip bulunmaktadırlar.442
Birçok teorik ve pratik nedenden dolayı eski Doğu Almanya eyaletlerindeki
okulların çoğu din eğitimi vermemektedir.443 Pratik açıdan din dersi verecek niteliğe
sahip
yeterli öğretmen bulunmamaktadır.Teorik olarak Brandenburg gibi çok
sekülerleşmiş
eyaletler
kamu
okullarında
din
dersi
vermeyi
reddetmektedirler.Brandenburg eyaletinde şu anda seçmeli olarak ortak din ve ahlak
dersleri verilmektedir
ancak öğrenciler Katolik, Evanjelik ve inançsız olarak
ayrılmamaktadır. Bazı insanlar –eski komünist idarenin okulları bir propaganda yeri
olarak kullanmasına tepki olarak- okulların değerleri, dini ya da dünya görüşlerini
öğretme işine karıştırmaması gerektiğine inanmaktadır.Aynı zamanda özel dini
okullara dindar ailelerin büyük ilgi göstermesi başka önemli bir gelişmedir.
Kamu okullarındaki dini uygulamalara baktığımızda mezhepsel ve Hırıstıyan
okullarda günün başında ya da bazen sonunda dua edildiğni görmekteyiz.Kommers
şöyle yazmaktadır: “Seçim özgürlüğü olduğu müddetçe
özgürlüğünün önemli bir özelliğini
bu tür pratikler din
meydana getirmektedirler.”444 1979 Yılında
Anayasa Mahkemesi bu tür uygulamaların anayasal olup olmadığı sorusunu ele aldı
ve bunların anayasal olduğuna karar verdi.Mahkemenin kararının gerekçesi şuydu:
M.A.H.Hobohm ile yapılan röportaj, 20 Kasım 1996.
K.J.Kiderlen ile yapılan röportaj, 27 Şubat 1996.
444
Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 472.
442
443
Dua etme isteğe bağlı olduğu sürece veliler çocuklarının dua ve ibadet etmesini bir
pozitif hak olarak isteyebilirlerdi.
Bavaria eyaletindeki bir yasanın sınıflara haçın konulmasını zorunlu tutması
Almanya’da kilise-devlet tartışmasını çok sıcak bir şekilde gündeme getirdi.1995
Yılında Anayasa Mahkemesi herhangi bir öğrencinin itiraz etmesi durumunda haçın
sınıftan kaldırılacağına karar verdi.Verilen kararın özünü şu teşkil ediyordu: “Temel
Yasanın (Basic Law) dördüncü maddesinin birinci fıkrasının güvence altına aldığı
inanç özgürlüğü devletin inanç ve din konularında tarafsız olmasını gerekli
kılmaktadır.”445
Ondan sonra Mahkeme dindar velilerin
konulmasını istemek şeklindeki pozitif özgürlükleriyle
sınıflara dini sembolleri
dinsiz ya da Hırıstıyan
olmayan velilerin sınıfın Hırıstıyan sembollerden arındırılması şeklindeki negatif
hakkını değerlendirdi.Mahkeme bu konuda şu sonuca varmıştır: “Hırıstıyan inancına
sahip veli ve öğrenciler sınıflara haç konulmasını pozitif din özgürlüğü adına
meşrulaştıramazlar.Sadece Hırıstıyan veli ve öğrenciler değil bütün veli ve öğrenciler
pozitif inanç özgürlüğüne eşit olarak sahiptir.”446
Karara göre sınıflara haç
konulması ile okullardaki dua, ibadet ve diğer dini uygulamalar arasındaki teme farkın
voluntarizm olduğu vurgulanmaktadır.
Okullar din konularındaki uygulamalarında Anayasaya uygun
davranmak zorundadırlar.Anayasaya uygun olarak okullar din
eğitimi, okul duası ve diğer dini aktivitelere olanak sağlamak
zorunda oldukları gibi bu aktivitelere katılımın gönüllü
olmasını, katılmak istemeyenlerin katılmaya zorlanmamasını,
katılmayanlara
karşı
katılmadıklarından
dolayı
bir
diskriminasyon yapılmamasını güvence altına almak
zorundadırlar.Sınıflarda haçın sergilenmesiyle ilgili durum
farklıdır.Hırıstıyanlık inancını taşımayan öğrenciler kendilerini
haçın varlığından ve mesajından alıkoyma özgürlüğüne sahip
bulunmamaktadır. 447
Muhalif görüşü savunan yargıçlar şunu iddia ettiler: “İkisinin çatışması
durumunda dinin negatif özgürlüğünün kişinin dini özgürlüğünü
şeklindeki pozitif
tezahür etme
hakkını ortadan kaldırmasına izin verilmemelidir.”448
Bu
pozisyonu benimsemekle onlar haçın din değiştirtmek gibi bir mesaja sahip
445
Classroom Crufix II Case, (1995), 93 BverfGE, 1. Kommers, The Constitutional Jurisprudence of
the Federal Republic of Germany, 474.
446
Classroom Crufix II Case (1995), 93 BverfGE 1. Bkz.: Kommers, The Constitutional
Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 478.
447
Classroom Crufix II Case (1995), 93 BVerfGE 1. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence
of the Federal Republic of Germany, 478.
448
Classroom Crufix II Case (1995), 93 BVerfGE 1. Bkz.: Kommers, The Constitutional
Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 481.
olmadığını ve
haç gösteriminin Hırıstıyan olmayan öğrencilerden
kabul ya da
tanınmayı açık bir şekilde istemediğini vurgulamış oluyorlardı.
Bu karar Almanya genelinde eleştirilere uğradı.Başbakan Kohl kararı
reddetti.Gazeteler ve radyolar karar aleyhine görüşler yayınladılar.Eleştiriler çok
büyüdü ve Mahkeme kararının dikkate alınmaması istendi.Eleştirilerin büyümes
üzerine anayasal düzenin ve Mahkemenin meşruluğunun tartışılmaya açılmasından
korkuldu. Anayasa Mahkemesi yargıçlarından Dieter Grimm hukukun üstünlüğü
ilkesini savunan ve herkesi Mahkemenin kararına uymaya çalışan bir bildiri yazmak
zorunda kaldı.449 Mahkeme Bavaria eyaletindeki bütün okullarda haçların
kaldırılmayacağını sadece herhangi bir öğrencinin şikayet etmesi durumunda haçın
sınıftan kaldırılacağını deklare etmesi üzerine öfke dalgası dinmeye başladı.Haçların
büyük çoğunluğu sınıf duvarlarında kamaya devam etmektedir.
Bu
karar
ve
ona
gösterilen
tepkiler
birçok
önemli
noktayı
göstermektedir.Birincisi Amerikalı bir gözlemci için –On Emrin sınıflara asılmasının
ve şehir çıkışlarına haçın konulmasının anayasa dışı sayıldığı bir yerden gelen biri-450
kamu okullarının sınıflarına haçın konulup konulmamasının tartışılması bile çok
şaşırtıcıdır.Almanya’da yapılan bu tartışma devlet ve kilise arasındaki dayanışmanın
boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Karara gösterilen tepkiler halkın devlet ve
kilise arasında varolan ilişkiyi hala desteklediğini göstermektedir.İkincisi bu dava
nötralite ve pozitif din özgürlüğü kavramlarının genişçe kabul gördüğünü ortaya
koymaktadır.Hem çoğunlukta olan hem muhalif olan hakimler gerekçelerini bu
kavramların etrafında temellendirmişlerdir.Bu davada her iki tarafda bu kavramları
kabul etmektedir; onlar bu kavramların bu spesifik duruma nasıl uygulanacağı
konusunda farklı düşünmektedirler. İki tarafda devletin din konularında tarafsız
olması gerektiği, hiçbir din ya da ideoloji lehine ya da aleyhine olmaması gerektiği
konusunda fikir birliği içerisindedirler. Ayrıca her iki tarafda insanların inançlarını
yaşamaları için devletin bazen pozitif adımlar atmasının tarafsızlık ilkesinin bir
gereği olduğu hususunda da aynı fikirdedir.
Bu çalışmaya konu olan ülkelerle karşılaştırıldığında Almanya’da seküler ya
da dini temelli çok az özel okulun olduğu görülmektedir.Öğrencilerin sadece yüzde
449
Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 483-84.
On Emir davası için bkz: Stone v. Graham, 449 U.S. 39 (1980). ‘Supreme Court refuses review of
Oklahoma City Seal Cross Case,’ Church and State, 49, 1996, 134.
450
beşi özel okullara gitmektedir.451 Öğrencilerin yüzde sekseni kiliseyle ile ilişkili
okullara giderken dörtte biri Katolik okullarına geriye kalan dörtte biri ise Evanjelik
okullara gitmektedir.452Özel okullar harcamalarının –yaptıkları nakit harcaalar hariçbüyük bölümünü kamu fonlarından karşılamaktadırlar. Onların yapmış oldukları
masraflar için
aldıkları
mali yardımın oranı yüzde yetmişbeş ve doksan arası
değişmektedir.453
Anayasanın yedinci maddesinin dördüncü fıkrası özel okul kurma hakkını
tanımasına rağmen devletten izin alınmasını şart koşmaktadır. Özel okul kurma
onayının devletten alınması zor ve zaman alıcı bir süreçtir. Eğitim kalitesi açısından
okulun kamu okullarına eşit olduğunun ve öğrenci alımında ailenin ekonomik
durumuna göre çocuklar arasında diskriminasyon yapılmayacağının belgelenmesi
devlet onayının alınmasının temel şartıdır.Ancak bu standartlara ulaşan özel okullar 1987
yılındaki
Anayasa
Mahkemesi
kararına
göre-
kamusal
yardım
alabilmektedir.Mahkeme kararını şu temele dayandırarak vermiştir: Eğitim özgürlüğü
ebeveynlerin çocukları
için kendi inanç ve ideolojilerine uygun okulları
seçebilmelerini gerekli kılmaktadır.Devlet yardımı olmadığı takdirde bu özgürlüğü
sadece zengin aileler kullanabileceklerdir. “Kişilerin mali durumlarına bakılmaksızın
özel okul olanağı bütün vatandaşlara eşit sunulduğu takdirde
anayasal koruma
altındaki eğitim özgürlüğü gerçekleştirilmiş olacaktır ve bütün ebeveynler bu haktan
yararlanma hakkına eşitlik temelinde sahip olacaklardır.Kanun yapıcılar tarafından
özel okulların korunması ve geliştirilmesi anayasal bir yükümlülük olarak
görülmelidir.”454
Berlin ve Münih’de iki özel Müslüman okulu vardır. Bu okullar normal Alman
eğitim müfredatını takip etmelerinin yanında İslami eğitim de vermektedirler.455 Bu
Müslüman okullar –İngiltere’deki Müslüman okulların yaşadığı tecrübeden farklı
olarak- diğer Katolik ve Evanjelik okullar gibi kamusal yardım almaya hak
kazanmışlardır.Alman eğitim müfredatını takip etmeyen diğer Müslüman okullar
Glenn, ‘Parental Choice in German Education,’ 203. M.Weiss, ‘Financing Private Schools: The
West German Case,’ içinde W.L.Boyd ve J.G.Cibulka, (Ed.), Private Schools and Public Policy:
International Perspectives, Londra : Falmer Press, 1989, 193. Bu yüzde beşlik oran sadece Batı
Almanya için geçerliydi.Ancak Almanya’nın değişmesinden sonra büyük bir değişiklik meydana
gelmemiştir.
452
Weiss, ‘Financing Private Schools,’ 194.
453
Weiss, ‘Financing Private Schools,’ 199. Bkz.: J.E.Coons, ‘Educational Choice and the Courts: U.S.
and Germany,’ American Journal of Contemporary Law, 34, 1986, 5-7.
454
Glenn, ‘Parental Choice in German Education,’ 204-5.
455
M.A.H.Hobohm ile yapılan röportaj, 20 Kasım 1996.
451
ağırlıklı İslami ders ve pratiklere
almamaktadırlar çünkü onlar
vurgu yapmakta olup kamu yardımı
kamu okullarına denk olan bir eğitim verdiklerini
kanıtlayamamaktadırlar.
Alman kamu okullarında dine ayrılan
yer dikkate alınırsa
din temelli
okulların resmi olarak tanındıktan sonra dini elementleri programlarına entegre etme
konusunda yok denecek kadar az kısıtlamayla karşılaşması şaşırtıcı değildir. Örneğin
dini okullar kendi kilise üyelerini öğretmen olarak atama özgürlüğüne sahiptirler.456
Dini okulların gerçekleştirmek zorunda oldukları temel standartlar şunlardır: Devletin
müfredat standartlarına uymak ve öğrencilerinin genel olarak yapılan sınavlarda
başarılı olması –bu sınavlar Alman eğitim sisteminin doğal bir parçasıdır.Kiliseyle ilgili özel okul eğitimi konusunda söylemek istediğimiz son söz
kilisenin sponsorluğunu yaptığı anaokullarıdır.Alman çocuklar okula altı yaşında
başlamaktadır ve düzenli eğitim süresine anaokul eğitimi dahil değildir –Amerika’nın
aksine.-Ailelerin çoğu çocuklarını
üç yaşından beş yaşına kadar
anaokullarına
göndermektedir. Bu anaokulların çoğu kiliseler ya da bu amaçla kurulan bağımsız
organizasyonlar aracılığıyla desteklenmektedir.Evanjelik Kilisesinin Rhineland
bölgesindeki
anaokullarının resmi sorumlusu
masraflarının üçtebirinin devlet
yardımlarından, üçtebirinin yerel kiliselerden ve üçtebirinin veliler tarafından
karşılandığını bize ifade etmiştir.457Devlet anaokullarında dualar, Kutsal Kitap
hikayeleri ve diğer dini unsurlar konusunda hiçbir kısıtlama getirmemektedir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Çocukların dini gelişiminin ebeveynlerin
kontrolünde olması anlayışını, dini konularda devletin tarafsız olması normunu ve
pozitif dini özgürlük kavramını takip eden Almanya
gönüllü katılım prensibine
uyulduğu sürece kamu okullarında dinin değişik biçimlerine izin vermektedir.Ayrıca
Almanya okulların eğitim kalitesi korunduğu sürece dini okullara kamusal yardım
yapmakta ve onların dini misyonlarına karışmamaktadır.Almanya’da önemli bir dini
azınlık olan Müslümanlar
özel okullara kamusal yardım yapılması sisteminin
kapsamına alınmalarına rağmen kamu okullarındaki dini eğitim müfredatını takip
etme konusunda zorluklarla karşılaşmaktadırlar.Din özgürlüğü ve eğitimi alanında
Müslüman azınlığı kapsayacak yeni süreç ve biçimlerin geliştirilmesi Almanya’nın
karşılaştığı en büyük meydan okumadır.
456
457
FEST ile yapılan röportaj, 22 Şubat 1996.
C.M.Coenen ile yapılan röportaj, 14 Şubat 1996.
Kilise, Devlet ve Çıkardışı Hayır Kurumları
John Hopkins Üniversitesi’nden Helmut Anheier şunu not etmektedir:
“Almanya’da hayli gelişmiş hayır sektörü ve hayli gelişmiş refah devleti beraber
varolmaktadır.Refah devleti geliştikçe Almanya’da hayır sektörü genişlemiştir.”458
Durum gerçekten bu şekildedir çünkü Alman hükümeti refah devletinin esasını
oluşturan sosyal hizmetlerin çoğunun karşılanmasında özel hayır kurumlarına
güvenmektedir. Katolisizmin ‘yardımcı olma (subsidiarity)’ prensibi burada önemli
rol oynamaktadır.
Yardımcı olma prensibine göre ihtiyaç içindeki
kişilere yardım sorumluluğu onlara en yakın olan
sosyal birimlere aittir –aile, kilise, cemaat ve gönüllü
dernekler- ve problemler bu sosyal birimlerden
birinin kapasitesini aşmaya başladığında bu birimler
bir araya gelmelidirler. Bu doktrin ayrıca yüksek
birimlerin alt birimlerin pozisyonunu işgal etmek
yerine onlara görevlerini yerine getirmede yardımcı
olmayı gerekli kılmaktadır.459
Anheier ve Wolfgang Seibel
şunu bildirmektedirler: “Kamusal refahın
yardımcı olma prensibi devlet merkezli refah anlayışına karşı en önemli ideolojk araç
haline gelmiştir.”460 Birçok yasal düzenlemeye göre özel sosyal hizmet kurumlarının
varolması ve ihtiyaç duyulan hizmetleri sunması durumunda devletin o hizmet
alanlarına girmemesi gerekmemektedir.Sosyal Yardım Yasasının (Social Assistance
Act) dördüncü kısmında şu ifade edilmektedir: “Özel refah kurumlarının bireylere
hizmet sunması durumunda kamusal yardım kurumları
o durumlara müdahele
etmekten sakınmalıdırlar.”461 Gençlik Refah Yasası da (The Youth Welfare Act) bu
şartı içermektedir: “Özel gençlik yardım organizasyonlarının
durumlarda resmi Gençlik Refah Ofisi kendi
hizmet sunduğu
yardım düzenlemelerine
H.K.Anheier, ‘An Elaborate Network: Profiling the third sector in Germany,’ içinde B.Gidron,
R.M.Kramer ve L.M.Salamon, (Ed.), Government and the Third Sector, San Francisco : Jossey-Bass,
1992, 31.
459
‘The third Route: Subsidiarity, Third Party Government and the Provision of Social Services in the
United States,’ içinde OECD, Private Sector Involvement in the Delivery of Social Welfare Services:
Mixed Models from OECD countries, Paris : OECD, 1994, 26.
460
H.K.Anheier ve W.Seibel, ‘Defining the Nonprofit Sector: Germany,’ Working Papers of the John
Hopkins Comparative Nonprofit Sector Project, Baltimore : John Hopkins Institute for Policy Studies,
1993, 1993, 7.
461
Anheier, ‘An Elaborate Network,’38.
458
girişmemelidir.”462 Anheier’in ifadesiyle “yardım etme teorisi devlet destekli hizmet
ve yardım sunma sistemi kadar koruyuculuk sunmaktadır.”463
Sosyal hizmetlerin sunumunda özel hayır kurumlarına dayanmanın teorik ve
tarihsel temelleri vardır.Ondokuzuncu yüzyılda Almanya’da bir dernekler grubu
ortaya çıktı ve “ devlete karşı siyasi muhalefetin elementer biçimine dönüştü. 1848
Devriminin başarısızlığa uğramasından
sonra
devlet düzeni içerisinde
gerçekleştirilemeyen demokrasinin yerine kaim oldular.”464 Sonuç olarak birey ve
devlet arasında aracı rolü oynayan kurumlar kesin bir meşruiyet kazandı.Almanların
Nazi deneyimleri bu meşruiyeti güçlendirdi.Bu deneyimden sonra özel kurumlar
idarenin aşırı ve tehlikeli bir şekilde
merkezileşmesini önleyen bir yol olarak
algılandı.
Kendilerine serbest refah kurumları olarak atıfta bulunulan altı ana sosyal
hizmet ve sağlık organizasyonu vardır.Bu organizasyonlar özel olarak sunulan
hizmetlerin çoğunu karşılamaktadır.Bu altı ana organizasyon şunlardır: Diakonisches
Werk (Evanjelik Kilisesinin sosyal hizmetler ve sağlık kurumları federasyonu),
Caritas (Katolik Kilisesinin sosyal hizmetler ve sağlık kurumları federasyonu),
Zentralwohlfahrsstelle der Juden in Deuthschland (Yahudiler için Merkezi Refah
Kurumu), Arbeiterwohlfahrt (İşçilerin Refahı Kurumu –bu kurum seküler yardım
ajanslarının meydana getirdiği bir kurum olup Alman Sosyal Demokrat Parti ile
bağları vardır-), Deutscher Paritätischer Wohlfahrtsverband (Alman Eşitlikçi Refah
Kurumu –bu kurum seküler yardım ajanslarının bir araya gelmesinden oluşmasına
rağmen hiçbir politik parti ile ilişki içerisinde değildir-) ve Deutsches Rotes Kreuz
(Alman Kızılhaçı).Bu özel hayır kurumları “bütün aile hizmetlerinin yüzde yetmişini,
yaşlılık hizmetlerinin yüzde altmışını, hastane yatak kapasitesinin yüzde kırkını ve
engelliler için yapılan
kurumları
548420
hizmetlerin yüzde doksanını sunmaktadırlar.Özel refah
personeli
çalıştırmaktadır.Gönüllülerin
full-time,
sayısı
ise
202706
birbuçuk
personeli
milyon
part-time
olarak
olarak
tahmin
Anheier, ‘An Elaborate Network,’38.
Anheier, ‘An Elaborate Network,’ 38-39.
464
W.Seibel, ‘Government-Nonprofit Relationships in a Comparative Perspective: The Cases of France
and Germany,’ içinde K.D.McCarthy, V.A.Hodginkson ve R.D.Sumariwalla, (Ed.), The Nonprofit
Sector in the Global Community, San Francisco : Jossey-Bass, 1992, 213. Anheier ve Seibel Alman
hayır sektörünün otokratik devletin antitezi olarak ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Anheier ve
Seibel, ‘Defining the Nonprofit Sector: Germany,’ 29.
462
463
edilmektedir.”465 Bu refah kurumlarının ilk üçü dini bir doğaya sahip bulunmaktadır.
Hayır kurumlarının en büyükleri Caritas ve Diakonisches Werk ‘dir.
Dini
kurumlar
kamu
fonlarını
değerlendirmeye göre Caritas’ın kaynaklarının
tamamen
paylaşmaktadırlar.Bir
yüzde yirmibeş ve yüzde kırkını
kamu yardımları oluştururken bu oran Diakonisches Werk için yüzde yirmibeş ile
yüzde otuz arasındadır.466Bu rakamlara kilise vergi sisteminden elde edilen kaynaklar
dahil değildir.Kiliselerin çoğu sosyal yardım programlarına girmenin bir yolunu
bulmaktadır.Maliye Bakanının bildirdiğine göre federal hükümet 1995 yılında değişik
sosyal ve araştırma amaçları için Katolik Kilisesine 227 milyon mark (162 milyon
dolar) ve Evanjelik Kilisesine 177 milyon mark (126 milyon dolar) yardımda
bulunmuştur. Örneğin Evanjelik Kilisesine 21 milyon mark, Katolik Kilisesine 26
milyon mark yaşlılar, çocuklar, aileler ve kadınlara yönelik yürüttükleri programlar
için verilmiştir.467
Neukirchen kentinde engelli genç insanların kaldığı ve
Diakonisches Werk tarafından finanse edilen bir evi ziyaret ettiğimizde masrafların
yüzde yüzünün devlet tarafından karşılandığı bize ifade edilmiştir.Yahudiler
kendilerine ait Merkezi Refah Kurumu aracılığıyla kamu yardımı almaktadırlar. Bu
Yahudi organizasyon özellikle doğu Avrupa ülkelerinden göç eden Yahudilere
yerleşmeleri konusunda yardım etmektedir.
Günümüzde çok az sayıda Müslüman hayır organizasyonu bulunmaktadır.
Görüştüğümüz bir Müslüman lider dakikalarca düşündükten sonra Müslüman hayır
kurumlarına örnek olarak şu ikisini vermiştir: Münih’te insanların psikolojik yardım
için gidebilecekleri bir hayır kurumu ile telefonla danışmanlık hizmeti yürüten kadın
Müslümanlara ait bir organizasyon.468 Bu az sayıdaki Müslüman hayır kurumları bazı
eyalet ve belediyelerden yardım almalarına rağmen federal hükümetin kurumsal
yardım programı kapsamına alınmamışlardır.Teorik olarak onlar mali yardım almaya
uygundurlar fakat Müslümanların sayısının küçük olması ve merkezi bir yapı
içerisinde
mali fonlardan yararlanmayı talep etmeyişleri onları Hırıstıyan ve
Yahudilerin aksine ulusal yardım programının kapsamı dışında bırakmıştır.
Anheier ve Seibel devlet ve hayır kurumları arasındaki ilişkinin mali desteğin
ötesinde olduğunu vurgulamaktadırlar: “Yardım etme ve kendi kendini idare etme
Anheier, ‘An Elaborate Network,’ 41.
Anheier, ‘An Elaborate Network,’ 44. Yirmi beş yıl önce Caritas ve Diakonisches Werk’in devletten
almış olduğu büyük yardımlar için bkz.: Spotts, The Churches and Politics in Germany, 201-3.
467
Geschaftsbereich des Bundesministeriums der Finanzen, ‘Antwort der Paarlementarischen
Staatssekretarin Irmgard Karwatzki,’ 3 Mayıs 1995.
465
466
prensiplerinin bir sonucu olarak hayır kurumları idarenin yürütme işlevine iyi entegre
olma eğilimindedirler.Kamu otoriteleri yapmış oldukları düzenlemelerde ekonomik,
sosyal ve kültürel politikalarda
hayır kurumlarına danışmaktadırlar.”469
Hayır
kurumları ve devlet arasında önemli sosyal ve sağlık hizmetlerini sunma konusunda
tam bir işbirliği vardır ve bu işbirliği içerisinde dini organizasyonlar tam ortak olarak
yer almaktadırlar.
Kilise otonomisi kavramı dini hayır kurumlarının devletle işbirliği yaptıkları
durumlarda bile dini misyonlarını yerine getirmede
sahip oldukları özgürlüğün
derecesini anlamak açısından önemlidir. Kilise otonomisi kavramı
dini hizmet
kurumlarını kapsamaktadır.Robbers bunu açık bir şekilde ifade etmektedir:
Bir kilisenin self-determinasyon hakkı
sadece kilise
faaliyetleriyle sınırlı değildir.Dini yaşama özgürlüğü fikri
diğer
alanlarda
da
–hastanelerin,
anaokulların,
huzurevlerinin, özel okul ve üniversitelerin işletilmesi gibidini amaçlarını gerçekleştirmeyi kapsamaktadır. 470
Kendisiyle yapılan bir mülakatta Robbers bu noktayı tekrar vurgulamaktadır:
“Caritas,
Diakonisches
parçasıdırlar.Onlar kişinin
Werk,
özel
okullar
ve
anaokulları
kilisenin
bir
inancını ve İsa’yı takip etmesinin araçlarıdırlar.Onlar
kilisede dua etmek ya da mum yakmak kadar kiliseye aittirler.Self-determinasyon
prensibi kiliselerin kendisine uygulandığı gibi bu faaliyetlere de uygulanmaktadır.”471
Weimar Anayasasının yüzotuzyedinci maddesinin üçüncü fıkrası –bu madde
şu anki Alman Anayasasına da girmiştir- kısmen şöyledir: “Her dini topluluk yasal
sınırlar içerisinde bağımsız olarak işlerini düzenlemeli ve yönetmelidir.” Bu madde
dini temelli organizasyonların kilisenin doğal bir parçası olduğu fikriyle birleştirilince
önem kazanmaktadır. Bu maddenin önemi 1983 tarihli Katolik Hastanesi Kürtaj
davasında ortaya
çıkmıştır.Katolik
Hastanesinde çalışan
bir doktor kürtaş
konusundaki Katolik doktrinini açıkça reddettiğini ifade edince hastane yönetimi onu
işten atmıştır.Anayasa Mahkemesi hastanenin kilisenin bir işi olduğuna ve kilise
regülasyonuna tabi olduğuna karar vermiştir
İş sözleşmesi bu tür bağlılık şartları ortaya koymakla işveren olarak
kilise genel sözleşme özgürlüğüne dayanmakla kalmamış aynı
zamanda anayasanın kendisine verdiği self-determinasyon hakkını
Halima Krausen –İslamic Center in Hamburg- ile yapılan röportaj, 19 Kasım 1996.
Anheier ve Seibel, ‘Defining the Nonprofit Sector: Germany,’ 30.
470
Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 63.
471
G.Robbers ile yapılan röportaj, 23 Şubat 1996.
468
469
kullanmıştır.Anayasa kiliselere sosyal aktivitelerini şekillendirme ve
kendi spesifk Hırıstıyan hayır vizyonunu paylaşan üyeleri çalıştıran
sözleşmeler yapma hakkı tanımıştır.472
Mahkeme Katolik doktrinin kürtaja masum bir insanın hayatına son vermek
olarak baktığını ifade ettikten sonra doktorun bu doktrini reddetmesinin kilisenin dini
misyonunu zayıflattığı sonucuna varmıştır.Katolik hastanesinin kilisenin bir parçası
olduğu ve kilisenin self-determinasyon hakkına sahip olduğu fikirleri bu davanın
kararına beraber girmiştir.
Değişik dini hayır kurumları ile hükümet regülatörleri arasındaki mücadeleler
sık sık devam etmektedir. Fakat Hollanda örneğinde olduğu gibi yapılan mücadeleler
hükümetin finanse ettiği programlara entegre edilen dini konular hususunda değildir.
Yapılan tartışmalar mali yardım kesintileri ve profesyonel performans standartları ile
ilgilidir.Stuttgart’taki Diakonisches Werk genel merkezinden bir yetkili bize şunu
ifade etmiştir: “Bir refah kurumu olarak Bonn’daki değişik hükümet kurumları açık
ya da kapalı olarak otonomluğumuza müdahele ettikleri zaman onlarla mücadele
etmekteyiz.Bizim iki çeşit otonomluğumuz vardır: Manevi ve profesyonel
otonomi.Manevi standartlarımıza onlar gerçekten müdahele etmemektedirler. Ama
profesyonel standartlarımıza hükümet kurumları sürekli müdahele etmektedirler.”473
Bu devlet yardımı alan dini hayır kurumlarıyla ilgili ve ilişkili herkesin dile getirdiği
bir konudur.Ancak görüştüğümüz kimseler dini hizmetlerin yerine getirilmesi için
ücretli din görevlilerinin tutulması, çalışanların kilise mensupları arasından seçilmesi
ve yardım programlarının bir parçası olarak dini hizmetlerin
yapılması gibi
hususlarda resmi yetkililerin hiçbir problem çıkarmadığı ifade edilmiştir.Evanjelik
Kilisesi genel merkezinden bir yetkili hükümet müdahelesinin sorun olmadığını,
sorun olan şeyin kilise sosyal kurumlarında çalışmayı arzulayan yeterli sayıda dindar
genç bulmak olduğunu ifade etmiştir.
Kısacası Almanya dini nitelikteki sosyal ve sağlık hizmet kurumlarına mali
yardımda bulunan kapsamlı bir sisteme sahiptir.Alman hükümetinin kendi bürokratik
kurumlarından çok özel hayır kurumları aracılığıyla
sosyal hizmetleri yerine
getirmeye öncelik vermesi, dini çoğulculuğa bağlılığı, devletin tarafsızlığı ve pozitif
din özgürlüğü ilkelerini benimsemesi
bu sistemi devletin güçlü bir şekilde
desteklemesini sağlamaktadır.Evanjelik ve Katolik kiliseleri gelişmiş kurumsal
472
Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 494.
yapılarıyla sosyal ve sağlık hizmetleri alanında devletle tam bir işbirliği
içerisindedirler. Yahudiler bu işbirliği içerisinde tam olarak yer almalarına rağmen
Müslüman toplulukların sosyal ve sağlık hizmetleri alanında devletle yapmış olduğu
işbirliği çok düşüktür.
Gözlemler ve Sonuçlar
Bu bölümün başında kilise-devlet işbirliğine ve kilise otonomisine dayanan
Alman sisteminin Hollanda’nın ilkeli plüralizmi ve İngiltere’nin yarı resmi kilise
sistemiyle önemli paralellikler gösterdiğini ifade etmiştik. Bu gözlemimiz üzerinde
tekrar duracağız.
Almanya’nın İngiltere gibi resmi bir kilisesi yoktur.Ancak
kilise-devlet
işbirliği kavramını destekleyen yaklaşım ile yarı resmi kilise kurumunu benimseyen
İngiliz yaklaşımı arasında bazı benzerlikler vardır.Almanya’nın kilise-devlet
konusundaki yaklaşımı gayr-i resmi ve çoğulcu kilise modelinin bazı özelliklerine
sahip bulunmaktadır.Bonn’daki Katolik Kilisesi temsilcisi Leopold Turowski şöyle
yazmaktadır: “Dini ve seküler sorumluluklar tek ortak iyinin temel özellliklerini
meydana getirmektedirler.Dini ve seküler olan toplumsal varlığı tek ve aynı olan
insanın ihtiyaçlarını karşılamak anlamına gelmektedir.”474 Kilise-devlet ilişkisiyle
ilgili Alman yaklaşımının özünü bu ifade oluşturmaktadır.Kilise ve devlet –taht ve
mihrap- güçlü ve müreffeh Alman toplumunun dayandığı temel iki direk olarak
görülmektedir.Taht ve mihrap işbirliği içerisindedir.Bu Almanların çoğunun dini
birleştirici, eğitici ve ilham verici önemli bir güç olarak toplumda kamusal bir role
sahip olduğunu kabul ettiği anlamına gelmektedir.Bir Amerikalı araştırmacı şunu not
etmektedir: “Kilise ve devleti sosyal düzenin iki önemli unsuru olarak düşünme
şeklindeki Alman eğilimi Alman kilise-devlet hukukunun (Staatskirchenrecht) kalıcı
bir özelliğini meydana getirmektedir. Dinin kamusal alanın doğal bir parçası olduğu
nosyonu hala geçerliliğini sürdürmektedir.”475
Sonuç olarak Almanya birçok aktivitede dinle işbirliğine gitmekte, ona
yardım etmekte ve kilise vergisi, kamu okullarında konsensüsel doğaya sahip dualar
gibi faaliyetlere izin vermekle dine yaşama alanı yaratmaktadır.İngiltere’deki gibi
kilise ve devlet arasındaki resmi bağlar Almanya’da bulunmamaktadır.Fakat
K.D.Pfisterer ile yapılan röportaj, 20 Şubat 1996.
L.A.W.Turowski, ‘The Church and the European Community: Developments and Prospects,’
European Vision, 10, 1990, 15.
475
W.C.Durham, ‘Religion and Public Schools: Constitutional Analysis in Germany and the United
States,’ (paper given at the Western Association for German Studies,Kasım 1977, 35).
473
474
İngiltere’de olduğu gibi kilise-devlet işbirliğinin gayr-i resmi araçları ve konsensüsel
dini inanç ve pratiklerin desteklenmesi vardır.Kilise-devlet işbirliği gayr-i resmi kilise
kurumunu meydana getirecek boyuttadır. Gayr-i resmi kilise sistemi
Protestan,
Katolik ve bir dereceye kadar küçük dini grupları kapsayan çoğulcu bir sistemdir.
Fakat
herşey bundan
ibaret
değildir.Alman kilise-devlet uygulaması
Hollanda’nın ilkeli plüralizmiyle de bazı önemli paralellikler göstermekte ve onun
plüralist kilise-devlet modelini kapsamına almaktadır.Almanya güçlü bir şekilde
kilisenin otonomluğuna vurgu yapmakta ve açık bir şekilde dini konularda devletin
tarafsızlığını
ifade etmekte ve
din özgürlüğünden pozitif hak olarak söz
etmektedir.Bu prensipler Hollanda’nın plüralistik modelinde de bulunmakta olup
Almanya’nın
kilise-devlet
işbirliği
yaklaşımını
değişikliğe
uğratır
niteliktedir.Almanların işbirliği, tarafsızlık, otonomi ve pozitif din özgürlüğü
prensiblerini birbirini tamamlayan ilkeler olarak anlamaları herkes için büyük bir
özgürlüğün ortaya çıkmasını sağlamaktadır.Kommers şöyle yazmaktadır: “Toplumsal
tek tipliliğe ve ahlaki köksüzlüğe doğru giden seküler eğilimler karşısında Alman
anayasa hukukunun kapsayıcı yaklaşımı plüralizmin ve farklılığın korunması aracı
olarak savunulmaktadır.”476
Birçok Amerikalı gözlemcinin
dini plüralizm ve
farklılığa aykırı gördüğü dini kurumun önemli özelliklerini Almanlar plüralizm ve
farklılığın vazgeçilmez temelleri olduğunda ısrar etmektedir.
Bu iki farklı perspektifin anlaşılmasında şu nokta anahtar bir öneme sahiptir:
Almanlar dini özgürlük konseptinin hem pozitif hem negatif özelliklere sahip
olduğunu düşünürken Amerikalılar dini özgürlüğü büyük ölçüde negatif özgürlük
olarak anlamaktadırlar.Neukirchen’deki Evanjelik sosyal kurumların direktörü Rudolf
Weth bizimle yapmış olduğu görüşmede “pozitif dini tarafsızlığa” atıfda bulundu.477
Pozitif dini tarafsızlığa göre devlet hiçbir felsefik ya da dini bakışaçısını
geliştirmemelidir, devlet dini konularda nötr olmalıdır.O devletin bunu Nazi dönemi
ve Doğu Almanya’da yeterince yaptığına vurgu yapmaktadır. Bu anlamda kilise ve
devletin ayrı olmasından bahsedebiliriz.Fakat o devletin bütüncül bir insan görüşüne
sahip olması gerektiğini iddia etmektedir.İnsanlar dini ve ideolojik görüşlere sahip
varlıklardır.Devlet hiçbir din ya da ideolojinin tarafını tutmamalıdır ancak devlet
insanlığın dini ve ideolojik doğası için bir yaşam alanı açmak zorundadır.
D.P.Kommers, ‘West German Constitutionalism and Church-State Relations,’ German Politics and
Society, 19, 1990, 11.
477
Rudolf Weth ile yapılan röportaj, 14 Şubat 1996.
476
Bu bakış açısına göre devlet dini bir hayat yaşamak isteyenlerin inançları için
bir yaşam alanı oluşturmak amacıyla bazı pozitif adımlar attığı takdirde gerçek
anlamda tarafsız olacaktır.Anayasa Mahkemesinin şu dava (Interdenominational
School Case) ile ilgili kararını hatırlayalım: “Bütün ideolojik ve dini referansların
elimine edilmesi varolan ideolojik gerilim ve çatışmaları nötralize etmeyecektir.
Böyle bir şey ancak çocuklarına Hırıstıyan eğitimi verilmesini isteyen ebeveynleri
dezavantajlı konuma getirecektir.”478 Bir okulda varolan dini referansların elimine
edilmesi onu dini gelenekler arasında nötr yapmasına rağmen okul dini ve seküler
perspektifler karşısında nötr olmayacaktır.Dahası böyle bir şey genel anlamda
“seküler tek tipliliği ve ahlaki köksüzlüğü” geliştirmektedir.Amerikan hukukunun
aksine Alman hukuku
bu yaklaşımı kabul etmekte ve onu kendi kilise-devlet
yaklaşımına dahil etmektedir.
Kilise-devlet ilişkileri konusundaki Alman yaklaşımında ve bu yaklaşımın
arkasındaki tarafsızlık ve pozitif dini özgürlük prensiplerinde bir mantık ve çekicilik
vardır.Almanya açık ve uygun bir şekilde dini özgürlüğe ve plüralizme
bağlıdır.Almanya başarılı bir şekilde
ulusun ve vatandaşların hayatlarında dinin
öneminin farkında olmanın yanında dini bir inana sahip olmayanların özgürlüğünü de
güvence altına almayı başarabilmiştir.Onun dinin serbestçe yaşanması konusunda
geniş bir konsepti vardır.Almanya’nın kamu okullarına hem dini hem seküler
ideolojileri entegre etme çabaları, özel durumdaki seküler ve dini sosyal hizmet
kurumlarına ve okullara mali yardımda bulunması dini plüralizme ve devletin dini
tarafsızlığına uygun çabalardır.Alman Anayasa Mahkemesinin özel durumlarla –
konsensüsel dualar ve kamu okullarına haç konulması gibi- ilgili vermiş olduğu
kararların çoğunun devletin dini tarafsızlığı
ve herkes için özgürlük ilkeleriyle
uyuşup uyuşmadığı tartışma konusu edilebilir.Ancak Almanların dinin serbestçe ve
genişçe yaşanması konseptine sıklıkla vurgu yapmaları, dini konularda devletin
tarafsızlığını önplanda tutmaları ve pozitif dini haklar kavramına sahip olmaları
Alman mahkemelerinin sorunları uygun bir çerçeveye oturtmalarını ve doğru sorular
sormalarını sağlamıştır.
Bütün bunları söylemek kilise-devlet problemleri konusundaki Alman
yaklaşımının problemsiz olduğunu söylemek anlamına gelmemektedir.Pozitif din
özgürlüğü kavramını gözönünde bulundursak bile kilise vergisi uygulaması devletin
478
Interdenominational School Case (1975), 41 BverfGE 29. Bkz.: Kommers, The Constitutional
tarafsızlığı
normunu ihlal eden
bir uygulama gibi gözükmektedir.Kilise vergisi
sadece kilise üyeleri için zorunlu olmasına ve sivil idare yapmış olduğu toplama
masraflarını geri almasına rağmen bu uygulama sadece üç dini topluluğa kamusal
kurum statüsü vermektedir. Üç dini kuruma kamusal kurum statüsü verilmesi onları
diğer dini topluluklara ve seküler ideolojik organizasyonlara karşı avantajlı duruma
getirmektedir.Ayrıca Almanya şu anda Müslümanları kendi dini özgürlük ve kilisedevlet
sistemine
tam
olarak
entegre
etmede
zorluklarla
karşılaşmaktadır.Müslümanların yeni ortaya çıkan bir dini azınlık olduklarının ve
onların organizasyonel yapılarının Alman sistemine uygun olmadığının belirtilmesi
gerekmektedir.
Fakat bu başarısızlıklar Almanya’nın büyük ölçüde dini plüralizm konularında
sağladığı başarıları –tarafsızlık, kilisenin özerkliği, pozitif dini haklar ve serbest
yaşama hakları prensipleri temelinde gerçekleştirdiği başarılar- görmemize engel
olmamalıdır.Burada ayrıca geleneksel Alman anlayışının dini toplumsal bir güç olarak
gördüğünü hatırlamalıyız.Almanya Aydınlanma liberalizminin yaptığı gibi dini özel
alana ait görmemiştir. Bunun yerine Almanya dine kamusal bir rol ve yer yaratmış ve
aynı
zamanda
dini
ve
seküler
inanç
sistemlerinin
çoğulculuğuna
izin
vermiştir.Amerika’daki Aydınlanmacı gelenek bunun mümkün olmadığını söylerken
Almanya bunu çok etkileyici bir biçimde gerçekleştirmiştir.
YEDİNCİ BÖLÜM
PLÜRALİSTİK DEMOKRASİLERDE KİLİSE VE DEVLET
Birinci bölümde bu çalışmadaki amacımızın kilise ve devlet arasındaki
ilişkilerin vatandaşların dini özgürlüklerini
destekleyen şekilde
demokrasisine
ve dinin oynadığı toplumsal rolü
düzenlenmesi için demokrasilere
ve özellikle Amerikan
yeni bir klavuz sunmak istediğimizi belirtmiştik.
Şimdiye kadar
çalışmamıza konu olan beş demokratik ülkede kilise-devlet ilişkisine dair prensipleri
ve pratikleri inceledik.Şu anda önceki bölümlerin sonuçlarını özetlemek ve ülkelerin
tecrübelerinden çıkarabileceğimiz dersler ve gözlemler üzerinde durmak istiyoruz.
Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 469.
İlk olarak
girişte sorduğumuz üç soruya beş ülkenin
herbirinin verdiği
cevapları özetleyeceğiz.
1.Demokratik bir idare sosyal refah ve normlara aykırı din motifli davranışlara nereye
kadar izin verebilir?
2.Devlet toplumu bir arada tutan ortak değer ve inançları desteklemek amacıyla
konsensüsel dini inanç ve gelenekleri destekleyip teşvik etmelimidir?
3.Devlet ve dini grupların aktif olduğu aynı alanlarda devletin herhangi bir dini gruba
avantaj ya da dezavantaj sağlamaması ya da bir dini grubu diğerlerine karşı üstün
duruma getirmemesi nasıl güvence altına alınabilir?
İkinci olarak kilise-devlet ilişkilerini araştırdığımız beş ülkenin tecrübeleriyle
ilgili beş temel gözlemimizi sunacağız.Üçüncü olarak dinin kamusal hayatta oynadığı
rolle ilgili ileri sürülen beş itiraza cevap vereceğiz.
Ancak bir hususu ifade etmemiz lazımdır.Beş ülkenin kilise devlet
uygulamalarıyla ilgili yaptığımız araştırmanın verileri
kilise-devlet ilişkileri
alanındaki modern uygulamaların her ulusun özgün tarihi ve kültürel kabulleriyle
yakından ilişkili olduğunu göstermiştir.Bir ülkede tartışma konusu bile edilmeyen
konuların –İngiltere’nin resmi kilisesi ya da Almanya’nın
kilise vergisi gibi-
Avustralya ve Amerika gibi başka ülkelerde hayal edimesi bile imkansızdır.Ülkeler
kilise-devlet
ilişkilerini
ve
çatışmalarını
çözme
konusunda
birbirlerinin
tecrübelerinden çok şey öğrenebilirler çünkü her ülke kendisine özgü bir kilise-devlet
politikasına sahip olup
bu tecrübelerden kilise-devlet çatışmalarının çözümünde
verimli bir şekilde kullanılabilir.
Özet Sonuçlar
Özgür Uygulama Hakları
Teorik olarak incelediğimiz beş ülkenin
dini serbestçe uygulama
hakları önemli derecede farklılık göstermesine rağmen pratikte aralarında umulduğu
kadar büyük bir fark yoktur.Beş ülke üzerinde yapmış olduğumuz araştırmanın
sonunda ortaya çıkan resim şudur: Her ülke din özgürlüğünü temelde korumaktadır
(bu az bir
başarı değildir) fakat
onlar din özgürlüğünün özel durumlarda nasl
yorumlanacağı konusunda zorluklarla karşılaşmaktadırlar.
Bu ülkeler din özgürlüğünü güvence altına almak için üç ana
mekanizmayı kullanmaktadırlar: Anayasal şart, yasama, kültürel tavırlar ve
fikirler.İngiltere hariç
yaşaması
diğer dört ülkenin anayasasında
kişinin dinini özgürce
temel bir hak olarak yer almaktadır.Ancak dört ülke üzerinde yapmış
olduğumuz inceleme bu ülke mahkemelerinin
dini serbestçe
uygulama hakkını
tutarlı bir şekilde savunmadığını göstermektedir.Avustralya ve Amerika’daki davalar
bireylerin ve grupların
dini pratiklerinin mevcut yasalarla çatıştığı durumlarda
anayasaların onları korumamakta ve o pratiklerin arkasındaki dini inançların önemini
dikkate almamaktadır.Amerika Yüksek Mahkemesi 1990 yılında vermiş olduğu bir
kararla (Employment Division v. Smith) zorunlu devlet çıkarı testini (compelling state
interest test) terketmiştir.Avustralya Yüksek Mahkemesi bu testi asla dini serbestçe
yaşama ile ilgili davalarda kullanmamıştır.Amerika ve Avustralya Yüksek
Mahkemelerinin aksine Alman Anayasa Mahkemesi din özgürlüğünü koruma
konusunda daha arzuludur.Alman Anayasa Mahkemesi
birey ve grupların dini
hakları ile kamusal güvenlik ve sağlık alanındaki devlet çıkarları arasında hep dengeyi
gözetmiştir.Alman
Mahkemesi
bunu
yaparken
Avustralya
ve
Amerika
mahkemelerinden daha fazla bir şekilde dini inanç ve uygulama ile çatışma içinde
olan yasaları ihlal etmiştir.
Avustralya ve Amerika dini diskriminasyona karşı insanları koruyan
yasaları çıkarmada çok ileri gitmişlerdir.Birçok Avustralya eyaletinde insanları dini
diskriminasyona karşı koruyan antidiskriminasyon kurulları kurulmuştur.Amerika’da
da dini diskriminasyona karşı çeşitli yasalar çıkarılmıştır. Çıkarılan bir yasaya
(Religious Freedom Restoration Act) devlet bireyin serbestçe dinini yaşama
hürriyetini kısıtladığı durumda
idare bu kısıtlama zorunlu bir devlet çıkarının
olduğunu göstermek zorundadır.Ancak mahkemelerin bunu nasıl yorumlayacakları
yasada açıklığa kavuşturulmamıştır.İngiltere’de dini grupları diskriminasyona karşı
koruyan çok az yasa vardır.
Anayasal
ve yasal haklar
önemlidir ancak kamuoyu ve kültürel
fikirlerde dini özgürlüğün korunmasında en az anayasal ve yasal düzenlemeler kadar
önemlidir.İngiltere
din özgürlüğünü anayasal korumaya almadığı gibi
dini
diskriminasyonu spesifik olarak yasaklayan bir yasaya da sahip değildir.Ama
İngiltere’nin ulusal uygulaması din özgürlüğünü anayasal güvenceye almış ve dini
diskriminasyonu yasa ile yasaklamış olan Amerika’dan çok farklı değildir.İngiltere
din
özgürlüğünü korumaktadır ama bunun nedeni yasal olmaktan ziyade İngiliz
kültürünün bu hakka değer vermesidir.İngiltere’de kamusal tavırlar geçen asırdan
itibaren liberalleşmiştir ve kamu idaresi dini azınlıkların haklarını daha çok
kapsamaya başlamıştır.Hollanda örneğide
dini özgürlükler konusunda
kültürel
fikirlerin önemli olduğunu ortaya koymaktadır.Hollanda Anayasası din özgürlüğünü
korumaktadır ancak yargı parlementodan geçen yasaları yargısal kontrole tabi tutma
hakkına sahip değildir. Teorik olarak Meclisten geçen yasalar kişilerin ya da grupların
dini serbestçe yaşama haklarını ihlal edebilir fakat uygulamada bu çok nadir
gerçekleşmektedir.Çünkü din özgürlüğü konusunda çok büyük bir kamuoyu desteği
vardır. Hollandalılar din özgürlüğünü güvence altına almada diğer ülkelerden daha
başarılıdırlar.
Bu anayasal korumaların anlamsız olduğunu söylemek değildir.
Anayasal güvenceler devlet dini grupların haklarını ihlal ettiği durumlarda anayasal
güvenceler dini gruplara yargıya gitme fırsatı vermektedir –birçok dini grup devletin
dini haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle Amerika’da mahkemelere gitmektedir ve
Yüksek Mahkeme açılan davalarda
dini serbestçe uygulama hakkını genişleten
kararlar verebilmektedir.-Aynı şey Avustralya içinde geçerli olup son dönemde
Yüksek Mahkeme devletin hak ihlallerine karşı anayasal hakları koruma konusunda
daha istekli davranmıştır.Mahkemelerin
dini haklar konusundaki anayasal
güvenceleri azınlık dini grupları savunmaya uygun şekilde yorumlamaları ideal olan
bir şeydir çünkü azınlık grupların dini görüşleri pek popüler olmayıp politik süreç
onlara yeterli koruma sağlamamaktadır. Anayasal davalar
özgür uygulama
haklarının genişlemesi için bir araç olabilir ancak din özgürlüğünün kültürel olarak
desteklenmesi bu ülkelerin çoğunda dini hakları genişleten önemli bir güç olmuştur.
Serbest uygulama haklarının koruma altına alınması –hangi şekilde
olursa olsun- dini konularda devletin tarafsızlığı ilkesinin önemli bir ifadesidir.Bu şü
güçlü mesajı vermesi açısından önemlidir: Devlet hiçbir inancın lehinde ya da
aleyhinde olmayarak insanların yapmış olduğu hiçbir dini tercihi avantajlı ya da
dezavantajlı konuma getirmeyecektir.Bu mesaj özellikle devlet tarafından serbest
uygulanma hakları güvence altına alınmamış olan azınlık dini inançları için çok
önemlidir.
Özgür uygulama haklarıyla ilgili olarak bu ülkelerde çok önemli bir
şey daha ortaya çıkmaktadır.Almanya ve Hollanda diğer üç ülkeden daha fazla uygun
bir din özgürlüğü ve genişletme anlayışına sahiptirler.Alman modeli dini inancın dini
davranışı gerektirdiğini kabul ettiği için inanma hakkının o inanca göre davranma
hakkını içerdiğini de benimsemektedir. Alman Anayasa Mahkemesi açık bir şekilde
bunu ifade etmektedir: “Din özgürlüğü kişinin davranışlarını inancının ilkeleriyle
temellendirmesini ve içsel kanaatlerine göre davranma hakkını kapsamaktadır.”479
Almanya’nın aksine Avustralya ve Amerika’da mahkemeler Aydınlanmanın liberal
din anlayışını uyarlamışlardır. Aydınlanmacı liberal din anlayışına göre inanç birinci
dereceden bireysel bilinç ile ilgili bir konudur.Bu anlayış çerçevesinden bakıldığında
devlete düşen bireyin inanma hakkını koruma altına almaktır. Bu yaklaşımın zayıflığı
Amerika Yüksek Mahkemesinin inancı gereği kipa giymek isteyen hava ortodoks
bir Yahudinin hakkını korumadaki başarısızlığında görülebilir. Ayrıca Avustralya
Yüksek Mahkemesinin İkinci Dünya Savaşında
görüşlerinin devleti tehdit edip
etmediğini tartışmadan Yahova Şahitlerini yasaklaması bu yaklaşımın zayıflığını
gösteren bir başka örnektir.Zorunlu devlet çıkarı testini terketmiş ya da asla
uygulamamalarına rağmen Amerika ve Avustralya mahkemelerinin eksikliği
insanların inançlarını yasal çerçevelerde ne zaman uygulayabilecekleri ile serbestçe
uygulama
haklarının
mevcut
yasalarla
çatıştığı
durumlarda
bu
haklarının
snırlanmasını birbirinden ayıran bir mekanizmadan yoksun olmalarıdır.
Hollanda Anayasasının altıncı maddesi din özgürlüğünün daha
bütüncül bir kavrayışını ifade etmektedir. Altıncı madde dini inancın hem bireysel
hem toplumsal düzeyde yaşanmasını koruma altına almaktadır.Bu sosyal vurgu
sadece din özgürlüğü olarak bireylerin ibadet etme hakkını koruyan Aydınlanmacı
liberal anlayış ile ters düşmektedir.Liberal teoride devlet dini hakları dolaylı olarak
korumaktadır . Devlet müdahelesi korkusu olmadan ibadet özgürlüğünün garanti
altına
alınması
devletin
dini
hakları
dolaylı
bir
şekilde
koruduğunu
göstermektedir.Ancak Michael Sandel, Alisdair MacIntyre ve Will Kymlicka gibi
komüniteryan teorisyenler modern bireyin toplumun bir ürünü olduğunu not
etmektedirler.480 Bireyler dinlerini toplumda izole olmuş olarak yaşamayı
seçmemektedirler. Sonuç olarak dini özgürlük haklarını toplumdan ayırma şeklindeki
liberal teşebbüsler yetersiz kalmaktadır.Ülkeleri araştırdığımız bölümlerde dinin güçlü
bir sosyal boyuta sahip olduğu ve dini grupların birçok hizmet aktivitesine katıldığını
görmekteyiz.Dini özgürlüğün daha kararlı bir biçimi devletin dini grupların ya da
toplulukların kendi dini inançlarını ifade haklarını koruyan ve geliştiren pozitif
Religious Oath Case (1972), 33BvergGE 23. Bu dava kararının tercümesi şu eserde yer almaktadır:
D.P.Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, İkinci Baskı,
Durham : Duke University Press, 1997, 454.
480
M.Sandel, Liberalism and the Limits of Justice, Cambridge : Cambridge University Press, 1982.
A.MacIntyre, After Virtue: A Study of Moral Theory, Notre Dame : University of Notre Dame Press,
1984. W.Kymlicka, Liberalism, Community, and Culture, Oxford : Clarendon Press, 1989.
479
adımlar atmasıyla gerçekleşebilir çünkü insanlar inançlarını dini grup ve topluluklar
içinde yaşamaktadırlar.
Tarihi Hollanda pilarizasyon modelinin kabul ettiği şey budur.
Pilarizasyon modeli toplumdaki Katolik, Reformcu ve seküler grupları donanımlı
hale getirmiştir.Daha önce not ettiğimiz gibi son yıllarda Hollanda pilarizasyon
modeli ciddi bir şekilde değişmesine rağmen onun kamu politikası sayesinde
Hollandalılar devletin hem dini hem seküler organizasyonları kapsaması gerektiği
fikrini korumaya devam etmişlerdir çünkü insanlar doğal olarak seküler ya da dini
ilkelerini
grup
içinde
ya
da
grup
aracılığıyla
ifade
etmeyi
istemektedirler.Hollandalılar’a göre dini okul ve organizasyonlara kamu desteğinin
sağlanması konusu dine resmi bir kurum kimliği kazandırmaktan ziyade -Amerika’da
algılandığı gibi- dini serbestçe yaşama hakkıyla ilgili bir husustur.Bu devlet ve kilise
arasında dayanışmacı bir düzenlemenin yapılmasına yol açmıştır ancak Hollanda
devletin dini konularda tarafsız olması gerektiği fikrini korumaya devam
etmektedir.Hollanda’nın tarafsızlık anlayışı devletin dinden bütün desteğini çekmesi
anlamına gelmemektedir fakat bu tarafsızlık anlayışı kendi seküler ya da dinsel
gelenekleri dahilinde eğitim ve sosyal hizmetlerinin karşılanmasını isteyen bütün
grupların ihata edilmesi ve desteklenmesi anlamına gelmektedir.Devlet bütün dinler
arasında tarafsız olduğu gibi dini ve seküler inanç sistemleri karşısında da tarafsızdır.
Beş ülkenin her biri insan varlığı ve demokratik toplum için temel olan
değerlerin din özgürlüğü adına ihlal edilemeyeceğini hem teoride hem pratikde kabul
etmektedir. İhlal edilmeyecek değerlerin başında kamu sağlığı ve güvenliği ile
vatandaşların sosyal refahı gelmektedir.Bu temeller çerçevesinde bu ülkelerden
hiçbiri grubun dini inançlarının bir parçası bile olsa insanın kurban edilmesine,
çocukların cinsel olarak istismar edilmesine ve şiddete tölerans göstermemektedir.
Bunlar kolay davalardır ancak devletin değişik çıkarları ile özgür uygulama hakları
arasında tam bir sınır çizmek gerçekten çok zordur. Özellikle bir dini grubun öğretisi
ya da pratiğin sosyal değerleri ihlal ettiği fakat kimseye zarar vermediği durumlarda
bu sınırı tam olarak çizmek daha da zorlaşmaktadır.Ancak böyle durumlar devletin
bazen meşru bir şekilde dini pratikleri regüle edebileceği hatta yasadışı kılacağı
zamanların olabileceği gerçeğini ortaya koymaktadır çünkü devletin müdahele ettiği
ya da yasadışı kıldığı dini pratikler toplumsal birliği ve demokratik idareyi zayıflatan
uygulamalardır.Demokratik bir toplumun vatandaşlarına temel bazı değerleri vermesi
gerektiği sorusu bizi tartışmamızın ikinci sorusuna götürmektedir.
Konsensüsel Değerler
Bu ülkelerin herbirinde
birey ve grupları demokratik
toplum
içerisinde asimile etmenin yolu olarak konsensüsel değerleri –dini değerleri bilegeliştirme arzusu vardır.Demokratik bir toplum için önemli olan değerler genellikle
şöyle sıralanmaktadır: tölerans, kanun hakimiyetine saygı, ve demokratik sürece
bağlılık. Bu ülkelerde bu değerlerin kurum olarak koruyucusu okul olmuştur.Özel
okullardan ziyade –özellikle dini okullar- kamu okulları bu kültürel asimilasyon
amacının gerçekleştiği yerler olarak algılanmıştır.Özel dini okullara hiçbir yardımda
bulunmayan tek ülke Amerika’dır çünkü devlet okulları bütün sosyal sınıfların ve
dinlerin çocuklarına
sosyal ve politik
değerlerin öğretildiği yerler olarak
görülmektedir.Özel dini okulların bu modeli zayıflattığı şeklinde bir algılama vardır
çünkü özel dini okullar çocukları din hatta sosyal sınıf ve ırk temelinde birbirinden
ayırmakta
ve
çocuklara
demokratik
normları
öğretmekte
başarısız
olmaktadırlar.Müslüman okulların demokratik olmayan yapısı hakkındaki benzer bir
korku onların İngiltere’de devlet yardımı almasını imkansız hale getirmiştir. Devletin
Müslüman okulların dışındaki özel dini okullara yardım ettiğini hatırlatmamız
gerekmektedir.
Konu devletin spesifik bazı değerleri geliştirip geliştirmemesi sorunu
değildir.Biz demokratik bir devletin demokrat niteliğini koruyabilmesi için bu
değerleri geliştirmesi gerektiğine inanıyoruz. Problem hangi kurum ya da kurumların
bu
meşru
amacı
gerçekleştirebileceği
sorusudur.Biz
organizasyonların kamu okul ve kurumları kadar
özel
dini
okul
ve
temel demokratik değerleri –
tölerans, hukukun üstünlüğüne saygı, demokratik sürece bağlılık- ilerletip
geliştirebileceğini iddia ediyoruz.Dini eğitim konusundaki Alman yaklaşımı bunun iyi
bir örneğidir.Alman modelinde iki ana dini geleneğin temsicileri kendi din eğitimi
müfredatlarını geliştirmekte ve kendi geleneklerine mensup çocuklara ayrı sınıflarda
din eğitimi verilmektedir.İnançsız ebeveynlerin çocukları seküler perspektifden ahlak
konularının işlendiği sınıflara katılmaktadırlar.Almanya’da boş zamanlarda yapılan
dini uygulamaların ya da özel dini okul ve kurumların temel demokratik normların
gelişimine zarar verdiğine dair bir gösterge bulunmamaktadır.
Temel demokratik normları desteklemeyen bir kaç dini ya da seküler
grup çıkabilir. Bu tür gruplar uygun bir şekilde kamu yardımı programlarından ve
kilise-okulun ortaklaşa düzenledikleri serbest zaman programlarına katılmaktan
dışlanmalıdırlar.Diğerlerine karşı nefret ve şiddet öğreten ya da modern dünyada nasıl
fonksiyonel olunacağının eğitimini vermeyen ya da demokratik bir toplumun ortak
değerlerini benimsemeyen özel bir dini okul kamu desteği almamalıdır.Aynı şey dini
bir danışma merkezi için de geçerli olabilir.Eğer dini bir danışma merkezi ev içinde
şiddete uğrayan kadınlara saldırgan kocalarına teslim olmalarını tavsiye ediyorsa
böyle bir danışma merkezi kamu yardımı almamalıdır.Ancak genel olarak dini okul ve
kurumlar demokratik değerleri zayıflatmaktan ziyade güçlendirmektedirler.
Azınlık gruplarının kültürel asimilasyonunun önemine vurgu yapan
liberallerin kaygılarına karşı dini okul ve kurumların liberal demokratik bir idarede
yaşayabilmek için gerekli olan değerlerle vatandaşları sosyalize etme konusunda
başarısız olduklarına dair çok az veri vardır. Kamu politikalarında grup farklılıklarını
tanıyacak kadar ileri giden Hollanda ve Avustralya
kültürel asimilasyona olan
bağlılıklarından vazgeçmiş ya da politikaları herhangi bir negatif kültürel etkiden
dolayı zarar görmüş gözükmemektedirler.481
Toplumun
temel sosyal değerler
üzerinde bir ölçüde uzlaşmaya varma ihtiyacı ile grup kimliklerini kapsayan kamu
politikaları arasında doğal bir gerilim yoktur. Michael Walzer şunu not etmektedir:
“Etnik vatandaşlar özel toplumsal hayatı adil bir şekilde koruyup geliştiren devlete
olağanüstü derecede sadık olmaktadırlar.”
482
Bu ülkelerin bazısında problem olan
şey bunların kamu politikalarının grup farklılıklarını kapsamasıyla ilgili olmaktan
çok bunun adil bir şekilde yapılıp yapılmadığıyla ilgilidir.Bu Müslüman okullarına
mali yardımda bulunmayan İngiltere için doğrudur. Bu
Protestan ve Katolik
öğrencilerin dini eğitim ihtiyacını karşıladığı ölçüde müslüman öğrencilerin din
eğitimi ihtiyacını karşılamayan Almanya için doğrudur. Bu eğitim seçeneklerini
devlet sektörüyle sınırlayan Amerika için doğrudur.
Bunları söylemekle kamu okullarının ortak dini değerlerin öğretildiği
yerler olabileceği ya da olması gerektiğini kastetmiyoruz.Kamu okullarında devlet
destekli din eğitimi veren ülkelerin -İngiltere, Avustral ve çok az derecede Almanyatecrübeleri
kamu kurumlarında ortak dini değerlerin öğretilmeye kalkışılmasının
başarısızlıkla sonuçlandığını bize göstermektedir.Bu toplumların herbiri dini açıdan
plüralisttirler ve ülkenin önemli dini azınlıklarının sorgulayamayacağı ortak dini
değerleri belirlemek artık mümkün değildir.Ortak dini değerler ondokuzuncu yüzyıl
Bkz.: A.Lijpart, ‘Self-Determination versus Pre-Determination of Ethnic Minorities in Power
Sharing Systems,’ içinde W.Kymlicka, (Ed.), The Rights of Minority Cultures, Oxford : Oxford
University Press, 1995, 275-87.
482
M.Walzer, ‘Pluralism: A Political Perspective,’ içinde Kymlicka, (Ed.), The Rights of Minority
Cultures, 153.
481
Aydınlanmacı liberal eğitim reformcularının inandığı bir mitti. Onlar kişinin spesifik
dini inançlarını baskı altına alabileceğine ve bütün dini geleneklerin paylaştığı temel
değerleri koruyabileceğine inanıyorlardı.Bir ülke çoğunluğu tatmin eden bir dini
eğitim ve ibadet programını uygulamaya koyabilir fakat böyle bir seküler ve dini
azınlıkların haklarını inkar anlamına gelmektedir.Alman Anayasa Mahkemesi 1995
yılında
Bavaria eyaleti yasalarından birini –bu yasaya göre kamu okularının
sınıflarında haç bulunacaktı ve bazı öğrenciler itiraz bile etse haç sınıfta kalmaya
devam edecekti- reddetmekle bu gerçeği doğru bir şekilde tanımıştır.Dini plüralizm
çalışmamıza konu olan her ülkenin realitesidir. Dini çoğulculuk gerçeğinden dolayı
devletin tek bir dini dünya görüşünü desteklemesi doğru olmayacaktır. Böyle bir
teşebbüs büyük ihtimalle başarısızlıkla sonuçlanacaktır.Dini eğitim araçları olarak
devletin ayrı din dersi sınıflarına izin vermesi –Avustralya ve Almanya’nın yaptığı
gibi- daha iyi bir yaklaşım olacaktır.
İngiltere’de kanun Hırıstıyan din eğitimi ve ibadetine izin vermenin
ötesinde onu zorunlu kılmaktadır. Bu konuyla ilgili yapılan tartışmalar kamu
okullarının tek bir dini geliştirmeye kalkması durumunda ortaya çıkan problemleri
göstermesi açısından önemlidir.İngiltere’de dini eğitim müfredatı mümkün olduğunca
ortak dini değerler üzerinde yoğunlaşmaktadır fakat bu durumun ortaya çıkardığı
sonuçlar
Hırıstıyan olmayanları, inançsızları ve birçok Hırıstıyanı tatmin
etmemektedir.Hırıstıyan olmayanlar ve inançsızlar okulların çocuklarına Hırıstıyanlık
dinini empoze etmesinden korkmaktadırlar. Birçok Hırıstıyan grubu ise ortak dini
değerler üzerine yoğunlaşmanın kendi inançlarını bozduğunu ve önemsiz kıldığını
iddia etmektedirler.Birçok okulun 1988 yılında çıkarılan eğitim reformu yasasının
(Education Reform Act) şartlarını yerine getirmede başarısız olması sürpriz
değildir.Halkın çoğunluğu kamu okullarında dini eğitimin verilmesini istemesine
rağmen devletin dini eğitimin ve ibadetin hangi biçimini geliştirmesi konusunda çok
az bir uzlaşının olması önemli bir çelişkidir.
Dini Okullara ve Çıkardışı Dini Hayır Kurumlarına Kamusal
Yardım yapılması
Çalışmamıza konu olan her beş ülkede dini organizasyonlar kamuya
eğitim ve sosyal hizmetler alanlarında devletin sunduğu hizmetler gibi birçok hizmet
sunmaktadırlar.Her devlet dini konularda tarafsız olma prensibine bağlıdır ancak onlar
devlet ve dini gruplar aynı alanda faaliyet gösterdiği takdirde dini hayır kurumlarına
verilecek kamusal finansal destek açısından devletin dini tarafsızlığının ne ifade ettiği
konusunda farklı düşünmektedirler.Bu konu ondokuzuncu yüzyılda devletin eğitim
hizmetlerini sunmaya başlamasıyla devlet ve kilise otoriteleri arasında meydana gelen
gerilimde kristalleşmişti.Geleneksel olarak dini topluluklar kendi mensuplarına eğitim
hizmetini sunuyorlardı fakat sunulan eğitim hizmeti düzensiz olduğundan devlet
tedrici olarak bütün vatandaşlara eğitim hizmetini sunmaya başladı.Eğitim
reformcuları devletin dini okullara yardım etmemesi gerektiğine inanıyorlardı çünkü
dini okullar mezhep ayrılıklarını teşvik etmekteydiler ve onlar kamu okullarının
asimilasyonist amaçlarına aykırı çalışıyorlardı.Her ülkenin Aydınlanmacı liberal
reformcuları spesifik dini inançları tehlikeli olarak görüyorlardı fakat liberal
reformcular dini inançları kamu okulu müfredatına dahil ettiler çünkü bu müfredat
Aydınlanmacı liberal reformcuların rasyonel ve ortak dini inançlar olarak düşündüğü
unsurları kapsıyordu. Bu pozisyona birçok kilise lideri –özellikle her ülkede Roma
Katolikleri ve Hollanda’da muhafazakar Protestanlar- itirazda bulundu çünkü onlar
devletin böyle bir hareketinin dini toplulukların gücünü ve otoritesini tehdit ettiğini
düşünüyorlardı. Bu temelsiz br korku değildi. Walzer şunu ifade etmektedir: “Refah
devleti etnik toplulukların kendi içinde organize ettiği özel hayırseverliği ortadan
kaldırdı; o özel ve yerel okulların yaşamasını zorlaştırdı; o kültürel kurumların
gücünü erozyona uğrattı.” 483
Almanya’da devletin sponsorluğunu yaptığı okulların çoğu dini
okullardı ve zamanla bu dini okullar mephepüstü bir nitelik kazanaran kelimenin
geniş anlamıyla Hırıstıyan okulları haline geldiler.Reformist ideal asla Almanya’da
yer bulmadı.Hollanda ve İngiltere’de kilise liderleri dini okulların devlet okulları gibi
eşit yardım almasını güvence altına aldılar.Amerika ve Avustralya’da kilise okulları
çok az ya da hiç devletten yardım almadılar çünkü hakim Protestan gruplar paranın
Roma Katolik okullarına gitmemesi için liberal reformcularla ittifak yaptılar.1960
Yılından itibaren Avustralya dramatik bir şekilde politikasını değiştirdi ve kilise
okullarına büyük mali destek sunmaya başladı.Bu dönemde Amerika’da ise Yüksek
Mahkeme katı kilise-devlet ayrılığı politikasına vurgu yaparak devletin dini okullara
mali yardımda bulunamayacağına karar veriyordu.
Amerika’da
tarafsızlık
devletin dini okullara mali yardımda
bulunmaması anlamına gelmektedir çünkü böyle bir devlet yardımı dini görüşlerin
seküler görüşlere tercih edildiği anlamına geldiğinin göstrgesi olabileceği konusunda
483
Walzer, ‘Pluralism: A Political Perspective.’
bir kaygı duyuluyordu.Amerika’nın aksine diğer dört ülke ise dini okullara yapılan
devlet yardımını farklı bir şekilde meştulaştırıyorlardı. Onlara göre devletin eğitim
hizmetlerine tek başına hakim olmaması ve devlet mali yardım konteksinde insanların
kendi lerini dini açıdan ifade edeblimelerini sağladığı ölçüde o seküler ve dini
perspektifler arasında gerçek anlamda tarafsız olabilir.
Devlet yardımının olduğu ülkelerde dini okullarda büyük gelişmeler
ve başarılar kaydettiler. İngiltere, Hollanda ve Avustralya’da kilise mensuplarının
sayısından daha fazla bir vatandaş yüzdesi çocuklarını dini okullara yollamaktadır.Bu
ülkelerde
hangi
dini
grupların
sisteme
katılacağı
sorusu
gerilime
neden
oldu.Avustralya ve Hollanda bütün dini grupların devlet yardımı alabileceğine karar
verdi. Bu iki ülkede büyük sayıda hem seküler hem dini okul bulunmamaktadır.Dini
elementleri kamu okullarına entegre etme geleneğine sahip olduğu için Almanya’da
çok az özel dini okul vardı. Ama Almanya varolan dini okulları gerekli şartlara sahip
olanlarına mali yardımda bulundu.İngiltere mevcut sistemin dışındaki okullara –
Müslüman topluluklara ve Hırıstıyan fundamentalistlere ait okullara- devlet yardımı
yapmamaktadır.Hırıstıyan ve Yahudi okulları sistem içinde kabul edilerek İngiltere
sadece bu iki dini gruba ait okullara yardım yapmaktadır.
Yirminci yüzyılda bu ülkelerde devlet sosyal refah alanındaki rolünü
genişletince kilise ve devlet arasında
meydana gelen gerilimin düzeyi çok
düşüktü.Aydınlanmacı liberal düşünce kamusal eğitime verdiği önem kadar –çünkü
eğitim alanı ulusal birlik ve demokratik değerlerin öğretilmesi konularını içeriyordudini hayır kurumlarının sunduğu sosyal hizmetlere o kadar önem vermiyordu.Bu
yaklaşım
kamu
politikalarına
dini
hayır
kurumlarının
entegre
edilmesini
kolaylaştırmıştır.Sonuç olarak bu beş ülke sosyal refah hizmetlerinin sunulmasında
büyük ölçüde dini hayır kurumlarına dayanmaktadır.Beş ülke dini hayır kurumlarına
mali
destek
sağlamakta
ve
dini
kurumlara
işlerini
yapmada
otonom
tanımaktadırlar.Bu umulmadık bir şey değildir çünkü çalışmamıza konu olan beş
ülkenin dördü
dini okullara mali yardımda bulunmaktadır.Şaşırtıcı olan şey
İngiltere’nin bu sisteme Müslüman hayır kurumlarını dahil etmesidir. Müslüman
hayır kurumlarını mali yardım programının kapsamına alan İngiltere
Müslüman
okulları bu program kapsamına almamaktadır.Amerika dini okulları mali açıdan
desteklememesine
rağmen
bulunmaktadır.Amerika
katı
dini
bir
hayır
şekilde
kurumlarına
kilise-devlet
finansal
ayrılığı
destekte
politikasını
uyguladığından dolayı dini okullara mali yardımda bulunmayı reddetmiştir. Ancak
dini hayır kurumları Amerika’da sahip oldukları geniş dini otonomiye hiçbir ülkede
sahip bulunmamaktadırlar.
Gözlemler
Kitabımızda
incelediğimiz
beş
demokratik
ülkenin
tecrübelerininde
desteklediğine inandığımız beş gözlem yapmak istiyoruz. Dini konularda tarafsızlık
normu yapacağımı bu değerlendirici gözlemlerde klavuzumuz olacaktır. Bu nötralite
pozitif idari eylemleri
ya da eylemsizlikleri destekleme anlamında pozitiftir ve
önemlidir.Temel amaç devletin hiçbir dini ya da bütün olarak dini yapıları ya da
bütün olarak seküler inanç yapılarının yanında ya da karşısında olmamasıdır.Ancak
bu şekilde devlet insanlara dini ya da seküler bir inancı benimsediklerinde avantajlı
ya da dezavantajlı duruma düşmeyeceklerinin güvencesini sağlayabilir.
Devletin Tarafsızlığı ve Dinin Serbestçe Yaşanması
İlk olarak zorunlu toplumsal çıkarlardan dolayı özgür ugulama haklarının
sınırlanmasıyla devlet tarafsızlığının gerçekleşeceğine ikna olmuş durumdayız.Devlet
bazı
dini uygulamalara kısıtlamalar getirdiği takdirde –bunu geçerliliği olan
düzenleyici amaçlardan dolayı bile yapsa- idari uygulama dini pratikleri kısıtlananları
dezavantajlı duruma düşürecektir.Ondokuzuncu yüzyılda poligamiyi yasaklayan
Amerika yasaları Mormonların dinlerini serbetçe yaşamalarını kısıtlamaktaydı.Bugün
Hollanda’nın düzenleyici yasaları Hırıstıyanların kilise çanlarının çalınmasına izin
verirken Müslümanların Ezanının okunmasına izin vermemektedir.İngiltere, Hollanda
ve Almanya’da Müslümanlarla ilgili değişik konular sık sık tartışmaya neden
olmaktadır.Müslümanlar karma beden eğitimi derslerinde ahlaka aykırı gördükleri
spor kıyafetlerinin Müslüman ız öğrenciler için zorunlu olmamasında ısrar
etmektedirler.Avustralya İkinci Dünya Savaşında Yahova Şahitlerini etkin bir şekilde
yasakladı.Almanya Müslümanlara dini kurallara göre kurban kesmelerine
izin
vermemektedir ve Scientology Kilisesini din olarak tanımamaktadır
Biz dini grupların yapmış oldukları iddiaların her zaman toplumun düzene
olan ihtiyacı ve diğer çıkarlarıyla örtüşmek zorunda olduğunu ve bunun tarafsızlığın
bir gereği olduğunu söylemiyoruz.Bizim üzerinde ısrar ettiğimiz konu şudur: Eğer
devlet dini tarafsızlığını koruyacaksa o sadece zorunlu bir toplumsal amaç için d dini
ya da seküler pratikleri kısıtlayabilir.Bunun spesifik durumlara adil ve eşit bir biçimde
uygulanan bir standart haline gelmesi çok önemlidir. İkinci Dünya Savaşında işgal
edilme tehlikesiyle yüzyüze gelen Avustralya’nın devlet karşıtı görüşleri böyle kritik
bir zamanda savunan Yahova Şahitlerini yasaklaması meşru bir hareketti çünkü
sözkonusu olan çok yüksek bir çıkarın yani devletin bizzat varlığının korunması
sözkonusuydu.Avustralya Yüksek Mahkemesinin
Yahova Şahitlerinin devletin
yüksek çıkarlarını tehdit etme temelinden değilde başka bir gerekçeye dayandırarak
onları yasaklaması bizim açımızdan problem teşkil etmektedir.Benzer bir şekilde
Amerika Yüksek Mahkemesinin
ondokuzuncu yüzyılda Mormonların
poligami
isteklerini çok yanlış bir gerekçeye dandırması da bizim için problem oluşturmaktadır
(bize göre mahkemenin kararının dayanması gereken doğru gerekçe şudur: Dini
özgürce uygulama hakkının korunması
dini inançları kapsarken inançlardan
esinlenen davranışları kapsamamaktadır). Ezanın ses düzenine getirilen kısıtlamalar –
toplumsal nitelikli olup diğer vatandaşları rahatsız Hırıstıyan pratikleri dahil- kamu
düzeninin
sağlanmasında
varolan
zorunlu
devlet
çıkarı
temelinde
meşrulaştırılabilir.Altıncı bölümde not ettiğimiz gibi Alman hükümeti Scientology
Kilisesini tanımama kararını halkı ticari sahtekarlıktan koruma gibi meşru bir temele
dayandırabilir.
Diğer ülkelere –özel durum ve şartlarını sadece genel olarak bildiğimiz- bu zor
ve hassas konularda nasıl davranması gerektiğini söylemek değildir.Ancak biz
devletlerin geleneksel hakim uygulama ya da egemen dini grupların politik ve sosyal
gücü temelinde karar vermemeleri gerektiğinde ısrar ediyoruz.Onlar toplumsal düzen,
sağlık
ve güvenlikle uyumlu
dini uygulamalara maksimum düzeyde özgürlük
vermelidirler.Bunun dışında yapılacak bir şey toplumsal bir fayda olmadan
din
mensuplarını dezavantajlı konuma düşürecektir.Böyle bir şey ise devletin dini
tarafsızlığının ihlali anlamına gelmektedir.
Devlet Tarafsızlığı ve Ortak Dini Değerlerin Geliştirilmesi
İkinci gözlemimiz devletlerin hem dini konularda tarafsız olması hemde ortak
dini değerleri geliştirmeyi desteklemesi zor gözükmektedir. Almanya ve İngiltere bu
iki şeyi beraber yapmaya çalışan iki ülkedir. Almanya farklı dini inançlara saygı
göstererek
dini konulardaki tarafsızlığını gerçekleştirmeye çalışmaktadır.Ancak
Almanya’nın uygulamalarını inceledikten sonra onların devletin dini tarasızlığını
koruma
konusunda
tam
olarak
başarılı
olamadıkları
sonucuna
varmış
bulunuyoruz.Ortak dini değerler çoğunlukla ilkokul ve ortaokul öğrencilerine
verilmeye çalışılmaktadır. (Biz burada dini ibadet ve uygulamaların okul gününün bir
parçası yapılması -Alman okullarının çoğunda olduğu gibi- ya da dini sembollerin
kamu okulu sınıflarına konulması üzerinde düşünüyoruz.Boş zamanlarda çocukların
ailelerinin seküler
ya da dini inançlarına göre eğitim almalarını ele almıyoruz.)
Gerçekte birçok İngiliz okulu yasal olarak zorunlu olarak yapılması gereken
Hırıstıyan ibadet ve dualarını uygulamamaktadır çünkü okul yetkilileri böyle bir
şeyin farklı dini inançlara mensup ailelerden gelen öğrencilere karşı bir eşitsizlik
olduğunun farkındadırlar.Alman Anayasa Mahkemesi çocuğun okuldaki toplu dua ve
ibadetlere katılmama hakkında ve öğrenci ve veliler itiraz ettiğinde sınıftaki haçın
kaldırılması gerektiğinde ısrar etmektedir.Böyle öğrenciler dini inançlarına aykırı bir
atmosferde yaşamak ile kendilerini diğer öğrencilerden ayırmak arasında bir seçim
yamak zorundadırlar.İngilizlerin Anglikan Kilisesini sürekli olarak kamusal törenlere
ve önemli devlet olaylarına katma çabaları dini tarafsızlık konusunda önemli
sorunların gündeme gelmesine yol açmaktadır.Bütün bu çabalarda problem oluşturan
şey şudur: Dini ve seküler inanç yapıları doğaları gereği spesifik ve somut olup
genel v belirsiz değildirler.Herkes için anlamlı ortak bir dini temel bulmak kolay
değildir.Devletin belirlediği ortak dini altyapıdan ayrılan kimseler kimseler daha
sonra kendilerini devletin yarattığı dezavantajlı bir pozisyonda bulacaklardır.
Devletin Tarafsızlığı ve Kilise-Devlet Ayırımı
Üçüncü gözlemimiz devleti ve kiliseyi katı bir şekilde birbirinden ayırmaya
yönelik çabalarında -Amerika’da uygulandığı gibi- devletin dini tarafsızlığını ihlal
ettiği yönündedir.Kilise-devlet ayrımcılığına dayanarak kamu okullarındaki boş
zaman programlarının yasaklanması, dini okulların mali yardım hakkının inkar
edilmesi uygulamalarıyla devlet dini tarafsızlık ilkesini ihlal etmektedir. Dini sosyal
hizmet ve sağlık kurumları diğer sosyal kurumlar gibi devletten mali yardım almak
için dini karakterlerini arkaplana atarak dini kimliklerini riske koymaktadırlar.Devlet
artık dini ve seküler görüşlere ve gruplara eşit olarak yaklaşmamaktadır.Devlet
dindar ve seküler olan bütün vatandaşlardan vergi
vatandaşların
toplamasına karşı sadece
bir kısmını vergi gelirleriyle desteklemektedir.Katı ayrımcılık
okullardan dinin atılmasını ya da sosyal hizmet kurumlarının
dini doğasının
tartışılmasını savunanları avantajlı konuma getirmektedir.Ancak çocuklarının kendi
spesifik inançlarına göre eğitim almasını ve dini nitelikli sosyal kurumlardan hizmet
almak isteyen kişiler ise dezavantajlı bir konuma düşürülmüştür.
Kilise ve ruhban sınıfının kamusal yardımlarla desteklenmesinin uygun olup
olmadığı
konusunda onsekizinci yüzyılda yapılan tartışmaların konteksinde katı
ayrımcılık doğmuştur.Bu durumda katı ayırımcı pozisyon devletin kendisini kiliseden
kesin bir şekilde ayırmasını ve hiçbir kiliseye yardım etmemesini söylemiştir.Bütün
dinlere eşit olarak yardım edilmesi bile hiçbir inanca sahip olmayan vatandaşlara
karşı bir diskriminasyon olarak düşünülmüştür.Ayrıca devletin
kilise ve ruhban
sınıfını direkt olarak desteklemesinin diğer dini ve seküler grupları dezavantajlı
duruma düşüreceği öne sürülmüştür çünkü devlet diğer dini ve seküler inançlara
maddi yardımda bulunmayacaktı.Devlet tarafsız olmalıydı. Ancak günümüzde bu
sorun değildir. Çalışmamıza konu olan beş demokrtik ülkeden hiçbiri kiliselere ya da
ruhban sınıfına direkt olarak yardımda bulunmamaktadır.Böyle bir şey artık sorun bile
değildir.
Ancak
bu konunun yerine
dikkatler okullara, sosyal ve sağlık hizmet
kurumları alanına çevrilmiştir.Devlet, dini kurumlar ve seküler organizasyonlar aynı
hizmetleri sunmaktadırlar.Katı kilise-devlet anlayışı çerçevesinde
devlet kendi
yapmış olduğu seküler sosyal hizmetleri finanse edecek ve büyük bir olasılıkla diğer
özel seküler organizasyonları destekleyecek ya da mali yardımda bulunacaktır. Ama
devlet dini organizasyonlarla işbirliğine gitmediği gibi yardımda bulunmayacaktır (ya
da dini organizasyonlar dini özelliklerinden birini sundukları hizmetlere entegre
ederlerse devlet hiçbirine yardım etmeyecektir).Fakat bu tarafsızlık değildir.Devlet
dindışı niteliğe sahip organizasyon ve okulları
dini bir doğaya sahip okul ve
kurumlara tercih etmektedir.Amerika hariç diğer dört demokratik ülke bu gerçeği
tanımaktadır.Hollanda, Avustralya ve Almanya’da
halkla yapmış olduğumuz
görüşmelerde onlar dini okul ve sosyal hizmet kurumlarının desteklenmesi, kamu
okullarında boş zamanlarda din dersi sınıflarının açılmasını eşitlik ve tarafsızlık
yönünde atılan adımlar olarak gördüklerini ifade etmişlerdir.Hollanda’dan Sophie
van Bijsterveld Amerika dışında tanınan fakat Amerika içinde pek tanınmayan şu
temel gerçeği şöyle ifade etmektedir:
İdarenin sosyal, hayır ya da gençlikle ilgili işleri finanse etmemesi
yönünde verilmiş mahkeme kararları vardır. Ancak devlet bu işleri
desteklediği takdirde inanç ya da din temelinde bir ayırım yapmamalıdır.
Sonuç olarak tarafsız (neutral) bir organizasyon bu işleri yaptığında
devlet yardımı alabilir ancak kilise ya da herhangi bir dini organizasyon
bu işi yaptığında devlet yardımı almaktan dışlanmamalıdır çünkü böyle
bir şey eşit muamele değildir. 484
Devletin Tarafsızlığı ve Serbest Zaman Programları
Dördüncü gözlemimiz
yapmış olduğumuz
üçüncü gözlemle yakından
ilgilidir.Kamu okullarında serbest zamanlarda din eğitimi verilmesini öngören
programlara izin verilmesi ile dini ve seküler okulların, sosyal hizmet kurumlarının
devlet tarafından desteklenmesinin devletin dini tarafsızlığı normuyla uyuştuğunu
hatta bu normun bazen bunları gerekli kıldığını öne sürmüştük. Bu özgür uygulama
haklarıyla ilgili yapmış olduğumuz birinci gözleme karşılık gelmektedir.Birinci
gözlemimizde zorunlu bir toplumsal yarar sözkonusu olmadığında devletin bazı dini
grupların pratiklerini kısıtlaması halinde onların dezavantajlı bir duruma düşerken
diğer dini ve din dışı grupların bu duruma düşmediğini söylemiştik.Aynı şekilde
devlet bazı okulllara -bu okullar kamu okulu ya da özel okul olabilir- mali yardımda
bulunurken dini okullara finansal açıdan yardım etmediği takdirde dini okullar
devletin yarattığı dezavantajlı bir duruma düşeceklerdir.Ya da devlet kendisine bağlı
sosyal ve sağlık hizmet kurumları ile özel seküler sağlık ve sosyal hizmet kurumlarını
maddi açıdan destekleyip dini hayır kurumlarını desteklemediği takdirde dini hayır
kurumları
aynı şekilde devletin yarattığı
deavantajlı bir durumda kendilerini
bulacaklardır.
Bu durumlar kadar açık ve net olmasada bir başka önemli bir şey vardır. Kamu
okulları bütün alanlarda her çeşit seküler eğitimi vermelerine rağmen dini grup
mensuplarına çocuklarına kendi inançlarına göre eğitim verme izin vermedikleri
takdirde dinin bu durumda dezavantajlı duruma düşürüldüğü iddia edilebilir.Ancak
bu iddiaya karşı argüman olarak
dini grup mensuplarının okul saatleri dışında
çocuklarına dini eğitim verebilecekleri ileri sürülebilir.Bu karşıt iddia hemen
çürütülebilir çünkü yaz ve haftalık tatil günleri hariç çocuklar günün en önemli
bölümleri olan sabah ve öğleden sonrası saatlerde
önemli vakitlerini okullarda
geçiriyorlar. Bu durum din eğitimi için uygun zaman bırakmamaktadır.Devlet
okullarında serbest zamanlarda verilen din eğitimi için yeterli zamanın olmayışının
devletin tarafsızlığını ihlal edip etmediği konusunda belirli bir tavır takınma ihtiyacı
hissetmiyoruz.Fakat biz okullarda serbest zamanlarda
verilen din eğitimi
programlarına izin veren kamu politikalarının devletin dini tarafsızlığı normunu ihlal
etmediğini ileri sürmekteyiz.Okullar öğrencilerin mensup olduğu bütün dini inançlara
uygun din eğitimi sınıfları ve seküler değerler sistemine ya da diğer konulara
alternatif sınıflar açtıkları sürece devlet eşitlikçi olarak değerlendirilecektir. Çünkü
böyle yapmakla devlet spesifik bir dini inancın ya da seküler inanç sisteminin yanında
yer almamaktadır.
484
C. Van Bijsterveld’le 9 Şubat 1996 tarihinde yapılan röportaj.
Devletin Tarafsızlığı ve Dini okul ve Hizmet Kurumlarına Devlet Tarafından
Mali Yardım Yapılması
Beşinci gözlemimiz devletin dini okul ve dini hayır kurumlarını desteklemesi
devletin tarafsızlığı normuyla uyuştuğu gibi böyle bir yardım liberal demokrasinin
anahtar değerlerinin
gelişmesine de aktif katkıda bulunduğu şeklindedir. Liberal
demokrasinin anahtar değerleri şunlardır: tercih, sosyal plüralizm ve katılımcı
demokrasi.Devlet yardımının bu değerleri nasıl geliştirdiği üzerinde biraz uzunca
durmak istiyoruz.
Dini okullara devlet yardımının yapılması düşük ve orta gelir düzeyine sahip
ailelerin
din
eğitimi
ihtiyaçlarını
karşılamalarını
mali
açıdan
mümkün
kılmıştır.Çocuklarının dini bir eğitim almasını isteyen ebeveynler Avustralya,
Hollanda, İngiltere ve Almanya’da Amerika’dakinden daha fazla seçeneğe
sahiptirler.Benzer bir şekilde dini hayır kurumlarına sağlanan kamu yardımı
olmasaydı sosyal ve sağlık hizmetleri alanında daha az seçenek blunacaktı.Bu
ülkelerdeki insanlar zihinsel sağlık, uyuşturucu ve alkol rehabilitasyonu, huzurevi ve
evlilik hizmetleri alanında felsefik ve dini kabüllerine uygun kurumlardan hizmet
alabilmektedirler.Yürürlükteki politikalar vatandaşların daha çok seçeneğe sahip
olmasını teşvik ettiği gibi dinler arasında tarafsız oluşunun yanında dini ve seküler
perspektifler arasında da tarafsızdır.Tercihte bulunmak bir değerdir (Ancak tercihin
liberal demokrasilerin tek değeri olduğunu söylemiyoruz) ve kamusal yardım alan
dini okullar ve hayır kurumları daha çok tercih edilmektedirler.
Devlet özel okul ve refah kurumlarına ciddi derecede özerklik verdiği
takdirde
gerçek bir seçim mümkün olabilmektedir.Hükümet dışı organizasyonlar
almış oldukları mali yardımlardan devlete hesap vermelidirler, standartlara uygun
hizmetler sunmalıdırlar. Ancak özel kurumlar işlerini nasıl yapacakları konusunda
özerk olmalıdırlar.Bu özgürlüğün sınırları vardır. Devlet kamu düzeni, sağlığını ve
güvenliğini zayıflatan illegal faaliyetlere destek veren dini ve seküler kurumlara
müsade etmemelidir.Ayrıca dini ve seküler kurumların medeni hayatın nefret ve
şiddetle ihlal etmelerine ve diğer insanların haklarını hiçe saymalarına izin
verilmemelidir.Ancak devlet Müslümanlara, Katoliklere, Yahudilere ve seküler
görüşe sahip olanlara çocuk bakımı ve evlilik danışma hizmetleri konusunda standart
bir modeli empoze etmemelidir.Dini ve din dışı hayır kurumlarına ortak kuralların ve
standart hizmetlerin empoze edilmesi çağdaş politikanın erdemi olan çoğulculuğu
reddedecektir.Spesifik bir değer sistemine hizmet almak isteyen insanlar vardır. Özel
okul
ve hayır kurumları iş, giriş ve teslim politikalarında spesifik karakterlerini
koruma konusunda özgür olmalıdırlar.
Dini okulların ve hizmet kurumlarının devlet tarafından desteklenmesi sosyal
plüralizmi ve kültürel farklılığı geliştirmektedir.Dini okullar grupların kimliklerini
korumalarını ve devam ettirmelerini sağlamasının yanında inançlarını modern dünya
ile ilişkilendirmelerini mümkün kılmaktadır.Bü özellikle asimilasyon politikasını –bu
politikanın temel iddiası yeni grupların toplumun hakim değerleri ve etosu içerisinde
eritilmesi şeklindedir- desteklemeyen göçmenler için doğrudur.Devlet okulları ve
kurumları tipik olarak konsensüsel dini ya da seküler görüşleri desteklediklerinden
dolayı spesifik ve azınlık dini görüşleri benimseyen insanlar kendilerini ciddi bir
dezavantaj içerisinde bulacaklardır.Plüralizme göre devlet farklı eğitim ve sosyal
hizmet fikirlerine tölerans göstermelidir çünkü ulusu meydana getiren farklı dini ve
seküler fikirler devlet tarafından hiçbir zorlamaya tabi tutulmadan yaşama hakkına
sahiptirler.Kültürel asimilasyon yoluyla spesifik kimliklerin yerleştirilmesi suretiyle
kamusal eğitimin ya da sosyal hizmetlerin birleştirilmesi fikrine plüralizm meydan
okumaktadır. 485
Bu beş ülke daha çok plüralistleştikçe particülarist hizmetlere olan talep
büyümektedir.Söz konusu olan şey her devletin
kurumlarını
finanse
etmesi
aracılığıyla
onları
dini okul ve sosyal hizmet
kapsayıp
kapsayamayacağı
sorusudur.Etnik ve dini topluluklar içinde organize olan eğitim ve hizmet kurumlarına
talep oldukça
devletin bu organizasyonları finanse etmesi bir anlam ifade
edecektir.Kamusal yardım grup kimliklerini güçlendirmektedir. Devlet yardımı dini
ve etnik hayatın büyük ölçüde okul gibi toplumsal organizasyonlar içinde yaşandığı
gerçeğini büyük ölçüde gerçeğinin tanındığının bir göstergesidir.Devletin özel hayır
kurumlarının
sundukları hizmetlerin minimal standartlarının olmasında yararı
olduğunu kabul etmekle birlikte merkezi hizmet koşullarının ekonomik açıdan etkin
olmadığını ve
böyle bir şeyin özellikle özgün perspektiflerini korumak isteyen
gruplar için potansiyel olrak tehlikeli olduğunu ifade etmek isteriz.Biz gerçek
plüralizmi tercih etmekteyiz çünkü gerçek plüralizm bu toplumların herbirinin bir
parçası olan dini grup farklılıklarının kamusal olarak desteklenmesini ve tanınmasını
göstermektedir.
J.C.Cibulka, ‘Rationales for Private Schools,’ içinde W.L.Boyd ve J.C.Cibulka, (Ed.), Private
Schools and Public Policy, Londra : Falmer Press, 1989, 91-104.
485
Dini okullara ve hayır kurumlarına yapılan kamusal yardım katılımcı
demokrasiyi ve yerel düzeyde
karar
yapma sürecini güçlendirmektedir.Kamu
yardımı alan okullar ve kurumlar yerel düzeylerde kendileriyle ilgili önemli kararlara
daha güçlü bir şekilde katılmaktadırlar. Paul Hirst’in ifadesiyle kamusal yardım
“kurumsal
demokrasiyi
(associative
democracy)”
güçlendirmektedir.486
Asosisyonalizmin idiasına göre toplumsal işler kendi kendini idare eden demokratik
ve gönüllü kuruluşlar tarafından yerine getirildiği takdirde bireysel özgürlük ve insan
refahı onlardan en iyi yararı elde edecektir.487 Kurumsal demokraside devlet eğitim
ve sosyal hizmetler gibi kamu yararları için
kuruluşların
finansman ayırmakta
ve yerel
kamu yararına olan işleri yapmasına izin vermektedir.Bu gruplar
kendilerine verilen mali yardımı kullanma konusunda devlete karşı sorumludurlar
fakat
bu kurumlar
hizmet sundukları kişilere daha çok cevap vermekle
yüzyüzedirler.
Hirst ve diğer komüniteryan teorisyenler grup hakları konusunda bir fikir
geliştirdiler.Kendilerine tanınan haklar ve verilen politik güç sayesinde grupların
kendilerini organize etmelerinin devlet tarafından teşvik edilmesi bu fikrin özünü
oluşturmaktadır.Hollanda korporatist düzenlemesi bu politikanın pratikte bir
göstegesidir.Korporatizmin bu beş ülkeden herhangi biri için uygun
olduğunu önermiyoruz ama biz
bir model
devletin dini grupların hayatını organizeli hale
getirmek için meşru adımlar atabileceğine inanıyoruz.Amerika hariç çalışmamıza
konu olan dört ülke dini grupların dini hayatlarını yaşamalarını güvence altına almak
için kamusal kurumların en önemlisi olan okullar konusunda pozitif ve meşru adımlar
atmışlardır.Amerika’da dini hayır kurumlarının özerkliği ve statüsü tartışılsada bu
ülkelerin her biri sosyal refah kurumlarının gelişmesine izin vermiştir.İngiltere eğitim
sisteminde plüralizmin sınırlı bir biçimini uygulamaktadır çünkü o mevcut sistemin
dışında
olan
yeni
dini
gruplara
yardım
sağlama
konusunda
başarısız
olmuştur.Almanya’da kamusal okul sistemi içerisine Müslümanların dini eğitim
ihtiyaçlarını yerleştirme konusunda başarısızdır.Devletin tarafsızlığının bütün dini
gruplara kamusal yardım yapmayı gerekli kıldığına inanıyoruz. Ayrıca biz devlet
yardımının seçim, sosyal plüralizm ve katılımcı demokrasi gibi toplumsal açıdan
faydalı değerleri geliştirdiğini düşünüyoruz.
486
P.Hirst, Associative Democracy: New Forms of Economic and Social Governance, Amherst :
University of Massachusetts Press, 1994.
487
Hirst, Associative Democracy, 19.
İki İtiraz
Bu kitapta Amerika’nın kilise-devlet uygulamalarının –özellikle devletin dini
okullara ve hayır kurumlarına yardım etmesi konularında- diğer dört demokratik
ülkeden oldukça farklı olduğunu açık bir şekilde ortaya koyduk.Ayrıca Amerika’nın
bu katı ayırımcı yaklaşımının
devletin dini tarafsızlığı normunun ihlaline neden
olduğunu söyledik. Biz çalışmamıza konu olan dört demokratik ülkenin –özellikle
Hollanda ve Avustralya’nın- devletin dini tarafsızlığı normuna uyma konusunda ve
herkesin din özgürlüğünü güvence altına alma hususunda Amerika’dan daha başarılı
olduklarına inanıyoruz.
Kitabımızı Amerika’da
pratiklerle
diğer ülkeler tarafından uygulanan prensip ve
ilgili yapılan iki itiraza temas ederek kapatmanın uygun olacağını
düşünüyoruz. Dini okullara ve sosyal hizmet kurumlarına devlet yardımı yapılmasına
karşı çıkanların birinci itirazı şudur: Böyle bir yardım toplumu dini çizgilerde
bölmekte liberal bir idarenin temel amaçları olan toplumsal bütünlük ve töleransı
zayıflatmaktadır.488
Bu argümana göre grup farklarını özellikle dini grup
farklılıklarını tanımak ve kapsamak yanlış bir şeydir çünkü böyle bir şey toplumda
tehlikeli bölünmelerin olmasına ve demokrasi için sağlıklı olmayan sosyal ayrılıklara
neden
olmaktadır.Başarılı
bir
demokrasi
gerçek
plüralist
bir
toplumun
başaramayacağı minimum bir konsensüsü düşünmek zorundadır.Ayrı dini grupların
eğitim ve sosyal hizmet kurumlarının finanse edilmesi kabul edilemez çünkü böyle
bir şeyi insanları etnik, sınıfsal ve dini çizgilerde bölünmeye götürmektedir.Kuzey
İrlanda’daki mzhep çatışmaları, eski Yugoslavya topraklarında yaşananlar ve
onsekizinci yüzyılda Avrupa’da yaşanan
din savaşlarının korkunçluğu
din ve
politikanın birbirine karışması durumunda ortaya çıkabilecek tehlikeli şeyleri
göstermektedir.Tercih edilmesi gereken model kilise ve devletin birbirinden katı bir
şekilde ayrılmasıdır. Bu modelde din özelleştirilmiştir, liberal bireycilik kişileri grup
üyelikleri temelinden ziyade onları bireysel başarıları açısından değerlendirmektedir.
Bu liberal değerlere bağlılık
vatandaşlar arasında ortak bir bağın
oluşmasını
sağlamakta ve çok çoğulcu toplumlarda varolan problemlerin daha rahat çözülmesini
olanaklı kılmaktadır.
S.Macedo, ‘Transformative Constitutionalism and the Case of Religion: Defending the Moderate
Hegemony of Liberal Constitutional Values,’Amerika Politika Bilimi Topluluğu konferansında sunulan
tebliğ, 1995
488
Bu çok güçlü hatta bazı durumlarda çok ikna edici bir argümandır.
Kuzey İrlanda v eski Yugoslavya devlet insanlar arasında sadece grup üyelikleri
temelinde
negatif ayrımlar yaptığı zaman ortaya çıkabilecek kötü sonuçların iki
korkunç örneğini oluşturmaktadırlar.Liberal individüalizm grup kimliği nosyonu
kontrolden çıktığı zaman ortaya çıkabilecek sonuçlara haklı bir şekilde dikkat
çekmektedir.Grup kimliğini –grup kimliği dine, etnisiteye, dile ve diğer şeylere
dayanabilir-
diğer kimlerden katı bir şekilde ayıran,
gruba bağlılığı diğer
bağlılıkların üstünde tutan bir anlayışın ortaya çıkarabileceği tehlikeleri kabul
ediyoruz.Grubun dini ya da başka bir özelliğine bağlanmak insanı tamamen tüketen
bir şeydir ve plüralist bir toplumda varolan ulus-devlete, topluma ve diğer mevcut
güçlere bağlılıkla dengelenmemektedir.Böyle bir doğaya sahip ayrımcılık toplumun
bütünü ve azınlık grupları için uygun bir demokratik ideal değildir.
Ancak iki gerçeğin kabul dilmesi gerekmektedir. Birincisi din toplumsal
bütünlüğü tehdit eden aşırı ayrımcılığın tek kaynağı değildir. Amerika iç savaşını,
Guatemala’da son yıllarda meydana gelen çatışmaları ve Sovyetler Birliği’nin
dağılmasından sonra meydana gelen olayları düşündüğümüzde dinin dışındaki birçok
gücün
toplumsal bütünlüğü tehdit ettiğini ve iç savaşa neden olduğunu
görmekteyiz.Din toplumsal bölünmenin biricik tehlikeli kaynağı değildir.
Kabul edilmesi gereken ikinci gerçek şudur: Bir ya da daha fazla din
monopolistik iddialarda bulundukları zaman din toplumda tehlikeli ve ayırımcı bir
güç haline gelmektedir. Din devlet ve toplum üzerinde hakimiyet iddiasında bulunup
diğer dini grupların haklarını inkar ettiği zaman
bu toplumda gerilimlere ve
çatışmalara neden olmaktadır.Onyedinci yüzyılda Avrupa’da meydana gelen din
savaşları ve 1990 yılında başlayan Bosna-Hersek iç savaşı bu gerçeğin en tipik
örnekleridirler.Aynı şekilde Anayasanın değiştirilerek Amerika’nın Hırıstıyan bir ulus
olarak ilan edilmesini isteyip kamu okullarında toplu dua ve ibadetlerin güçlü bir
şekilde yerine getirilmesini talep edenler hata içerisindedirler.Bunlarda problem olan
şey şudur: Bunların bakışaçısına göre devlet diğer dini ve seküler perspektiflere karşı
tek bir dini destekleyip geliştirmelidir.Bu doğal olarak o tercih edileni
benimsemeyenler arasında şiddetli politik ve toplumsal çatışmalara neden olmaktadır.
Karşılaştığımız temel soru şudur: Dini okul ve hayır kurumlarının
devlet yardımıyla desteklenmesi ya da bütün dini ve seküler inanç yapılarını kapsayan
pozitif adımların atılması
kişinin dini mensubiyetini herşeyin üstünde tutması,
monopolistik iddialarda bulunması şeklinde aşırı ayrımcılığı besleyen kültürel
ayrımcılıklara neden olabilirmi? Bizim bu soruya verdiğimiz cevap hayırdır. Bütün
dini grupların karşılıklı saygı ve özgürlük içerisinde yaşadığı gerçek bir plüralizmin
toplumsal ayrımlaşmalara neden olduğunu bildiğimiz tek örnek bulunmamaktadır.
Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında dini okullara ve hayır kurumlarına
plüralistik bir sistem içerisinde yardım eden devletler –Hollanda ve Avustralya- daha
az yardımda bulunan devletlere göre –Amerika ve İngiltere- dini gruplar arasında
meydana gelen daha az çatışmaya ve sosyal farklılığın neden olduğu çok az probleme
şahit olmaktadır. Hollanda ve Avustralya tecrübelerinin özgün ve ilginç
özelliklerinden birisi farklı dini grupların –Katolik, Protestan, Yahudi ve Müslümanortak statülerini korumak için politik koalisyonlar meydana getirmeleridir.Bütün dini
okullara ve kurumlara plüralistik bir sistemiçerisinde yardım edilmesi bu dini gruplara
politik sistem içerisinde ortak bir çıkara sahip olmalarını ve dini tartışmaların ülke
içinde kontrol altında tutulmasını sağlamıştır.Bu küçük bir başarı değildir.Bunun
zıddına
İngiltere’de
Müslümanların
ve
fundamentalist
Hırıstıyanlara
karşı
diskriminasyon yapılması dini tartışmalara sebeb olmaktadır çünkü bazı dini okullara
yardım ederken bazılarına yardım etmemektedir. Benzer bir şekilde Amerika’da da
dini gerlimler çük yüksektir çünkü birçok dini grup katı kilise-devlet ayrımı
politikasının kendilerini dezavantajlı bir konuma düşürdüğünü iddia etmktedir.
Ayrıca biz dini ve etnik organizasyonların eğitim ve sosyal çalışmalarına
devletin yardım etmesinin göçmenlerin topluma entegre edilmesi amacına katkıda
bulunacağını ve
sosyal plüralizmi teşvik edeceğini düşünmekteyiz. 489 Örneğin
Avustralya’daki Müslüman ve Yahudi toplulukları üzerinde yapılan araştırmalara
göre etnik ve dini organizasyonları sınırlamak yerine onlarla işbirliğine girişmek
göçmen grupların asimilasyon sürecine yardımcı olmaktadır.Bir rapora göre Yahudi
kurumlarıyla yapılan işbirliği yeni göçmenlere Avustralya toplumunuyla daha geniş
alanlarda sosyal etküleşime girmelerini sağlamaktadır.490
Dini tartışmların politize edilmesinin demokratik istikrar için taşıdığı
potansiyel tehlikelerin hepimiz farkındayız. Ancak biz bu problemlerin dini ve seküler
gruplar arasında ayırımcılık yapan ülkelerde
daha çok ortaya
çıktığını
düşünmekteyiz.Bütün dini gruplara devletin yardım sağlaması şeklinde plüralist bir
politika takip eden ülkelerde sosyal farklılıklar yoğunlaşmamıştır ve Amerika’nın
. Bu pozisyonun iyi bir analizi için bkz.: I.M.Young, ‘Together in Difference: Transforming the
Logic of Group Political Conflict,’ içinde Kymlicka, (Ed.), The Rights of Minority Cultures, 155-78.
489
plüralist bir politika takip etmesi halinde dini gruplar arasında büyük çatışmaların
çıkacağına inanmamız için elimizde bir sebeb bulunmamaktadır.
Amerika’daki katı ayırımcılar devletin dine yardım etmemesi şeklindeki
yaklaşımın dinin refahını güvence altına aldığını iddia etmektedirler. Bu argümana
göre devletin dine yardım etmesi –eğitim ve hayır kurumları alanında bile olsadevletin dine regülasyonlarını empoze etmesine yol açaçağından din zayıflamakta ve
devletten
aldığı
yardım
sonucunda
din
çok
şişmekte
ve
rehavete
ulaşmaktadır.Amerikalı katı ayırımcılar iddialarına dayanak olarak İngiltere, Almanya
ve Hollanda’dan örnekler vermektedirler. Bu argüman sahipleri bu ülkelerdeki
kiliselerin devlet yardımı almalarından dolayı pasiflik içerisinde olduklarını
Amerika’da devletten yardım almayan kiliselerin çok canlı ve aktif olduğunu iddia
etmektedirler.Ekonomik destek teorisini dini aktivizme uygulayan çalışmalar yapan
Roger Finke, Rodne Stark ve Laurence Iannoccone aynı görüşü savunmaktadırlar.491
Onlar devletin dini regülasyonu temelinde uluslardaki dini katılım konusundaki
varyasyonları hesaba katmaktadırlar. Onlar düzensiz dini ekonominin
katılımı ve bağlılığı arttırdığını ve kiliselerin ayakta kalmak için
değişik dallarında faaliyet gösterdiklerini
kiliselere
dini piyasanın
iddia etmektedirler.Bunun zıddına
düzenlenmiş bir dini ekonomi doğal olmayan bir dini monopoli yaratmakta ve
kiliseler arası rekabeti bastırarak dini aktivizmin ve canlılığın gerilemesine sebeb
olmaktadırlar.Dine kamusal desteğin sağladığı Avrupa ülkelerinde
yükselen
sekülarizasyon trendi böyle bir şeyin kötü olduğunu göstermektedir.Buna karşılık
devletin
dini kurumlara ardım sağlamadığı Amerika’da yaygın ve yükselen bir
sekülarizasyon hareketi bulunmamaktadır.
Biz bu fikirlere iki cevapla karşılık vermek istiyoruz. Finke, Stark ve
Iannoccone’e göre Amerika’daki kilise canlılığının nedeni Amerikan kilise-devlet
ayırımı modeli olmayıp kiliseler arası rekabettir.Bu durum Amerika’da gerçek bir dini
plüralizmin oluşmasını mümkün kılmaktadır fakat bu tip rekabet mücadelesini teşvik
edecek başka
kilise-devlet modelleri de vardır.Devlet kiliseler arası rekabeti
azaltmadan dini okul ve hayır kurumlarına mali yardımda bulunabilir.Kiliseler, dinler
ve seküler perspektifler arasında uyguladığımız devletin tarafsızlığı politikamız dini
490
J.Goldlust, The Melbourne Jewish Community: A Needs Assessment, Canberra : Australian
Government Publishing Service, 1993, 85.
491
R.Finke ve R. Stark, The Churching of America, 1776-1990, New Brunswick : Rutgers University
Press, 1992. R.Stark ve L.R.Iannoccone, ‘A Supply-Side Reinterpretation of the Secularization of
Europe,’ Journal for the Scientific Study of Religion, 33, 1994, 230-52.
rekabeti tartışmalıda olsa kızıştırabilir.Bu ülkelerdeki kilise aktivitelerine yakından
baktığımızda esas konunun katı kilise-devlet ayırımının olması ya da olmaması ya da
bazılarının iddia ettiği gibi kamu yardımlarının kiliseler arası rekabeti zayıflatması
değildir.
Amerika dini özgün bir şekilde ticari bir
ton kazandı çünkü
çünkü
Amerika’da aşırı derecede bir dini farklılık bulunmaktadır ve yeni ve hızla gelişen
Amerika’da
sosyal
şartlar
hızla
değişmekte
olup
istikrara
bulunmamaktadır.Gerçekte devletin dini rekabete kısıtlama getirmemesi
sahip
sıradan
insanların ihtiyaç ve arzularına cevap veren yeni dini hareketlerin ortaya çıkması için
uygun bir atmosfer sağladı.Yeni dini hareketler daha saygın ve geleneksel olarak
daha iyi bir kurumsallaşmış kiliselerin üyelerini (kurumsallaşma kavramı burada
politik anlamda olmayıp sosyal anlamdadır) kendilerine çektiler.Amerika’nın kuruluş
yıllarında
Presbiteryanlar, Baptistler ve Metodistler daha iyi bir şekilde
kurumsallaşmış olan Anglikan ve Kongregasyonalistlere meydan okudular.Şimdi bu
kiliseler kurumsallaşmış ana kiliseler haline gelmiş ve şimdi onlar üyelerini Tanrı
Meclislerine (The Assemblies of God), evanjelik mega kiliselere (megachurches), ve
diğer karizmatik ya da
Amerika’da kiliselerin
evanjelik gruplara
kaptırmaktadırlar.Bütün bunlar
ticari bir karaktere sahip olması gerektiği anlamına
gelmektedir.Kiliselerin ticari bir karaktere olması onların yeni üyeler kazanmak için
rekabet içinde olması, mevcut üyelerini koruması ve
üyelerinin ve potansiyel
üyelerinin ihtiyaçlarına karşılık vermesi anlamına gelmektedir.Bu kiliseler bunları
yapmadıkları
takdirde
başka
kiliseler
onların
yerine
bunları
yapmaya
hazırdır.Devletin empoze ettiği bir dini monopolinin olmaması yeni dini hareketlere
çok kolay bir şekilde kendilerini şekillendirme özgürlüğü vermekte ve Amerikan
kiliselerini taraftarlarının arzu ve istekleri karşısında popülist ve duyarlı olmalarını
sağlamaktadır. Sonuç olarak
kilise katılımı ve diğer dini faaliyetlere
bağlılık
artmaktadır.Amerika’daki bu durum radikal bir şekilde İngiltere ve Almanya’nın
durumuna terstir.Almanya ve İngiltere’de tarihsel olarak devletin dini ekonomii
regüle
etme
biçimi
dini
plüralizm
ve
dini
canlılığın
gelişimini
zayıflatmaktaydı.Almanya ve İngiltere’nin kilise-devlet politikaları yeni kiliselerin
dini pazara ulaşmalarını kısıtlamaktadı ve ana kiliseler avantajlara sahiptiler. Ana
kiliseler ayakta kalmak için
dini piyasanın taleplerine duyarlı olmayınca dini
aktivizmde büyük bir gerileme meydana geldi.Gerçekte Almanya’da devletin vergi
toplaması (Finke, Stark ve Iannoccone’ye göre) kilisenin dini piyasanın ihtiyaçlarını
karşılamada kendisini çok az sorumlu hissetmesine neden olmaktadır.
Bu yaklaşıma göre Amerika ve Avrupa arasındaki en büyük fark çoğulcu ve
rekabetçi bir dini manzaranın olması ya da olmamasıdır: “Hiçbir riskle karşılaşmayan
tek bir inanç mevcut olduğunda
uzmanlaşmış şirketler o tek inançtan daha fazla
olarak müşteri çekebileceklerdir.Rekabet canlı organizasyonlar yaratmaktadır.”492
Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında dini bağlılık konusundaki farklılıkların tek
nedeni bu olmamasına rağmen Finke, Stark ve Iannoccone’nin tezinin yararlı olup
olmadığı konusunda çok tartışma yapılmıştır. Biz sadece onların tezinin ülkeler
arasındaki dini farklılık derecelerinin oluşumunda sadece bir neden olabileceğini
söyleyebiliriz.493 Kiliseler arası rekabeti sınırlayan bir kilise-devlet politikası -resmi
kilise uygulaması gibi- din için sağlıklı değildir.
Kiliseler arası rekabeti canlı tutmanın tek yolunun kilise ve devletin
birbirinden katı bir şekilde ayrılması olduğuna dair
bulunmamaktadır.Bizim yapmış olduğu öneri
Amerika’yı
elimizde bir neden
rekabeti zayıflatmamaktadır ya da
dini canlılık açısından Avrupa ülkeleri gibi yapmaktadır.Bizim
önerdiğimiz politikaya göre devletin empoze ettiği bütün monopolist uygulamalar –
seküler ya da dini- elimine edilmelidir – devletin seküler ya da dini bir perspekifi
dayatması ideolojiler arasında ayırımcılık yapmak demektir ve böyle bir şey Finke,
Stark ve Iannoccone’nin altını çizdiği Pazar başarısızlıklarına neden olmaktadır.Kilise-devlet konularında Amerikalıların yapmış olduğu şu anahtar konu hep gözden
kaçmaktadır: Kilise ve devletin birbirinden ayrılması ideolojik perspektifler arasında
tarafsız olmayı sağlamamakta sadece seküler ideolojilere avantaj sağlamaktadır.Açık
bir tarafsızlık uygulaması olan devlet yardımı dini ekonomi ve canlılık için gerekli
olan plüralizmi geliştirmektedir.Hollanda ve Avustralya’da devletin dini okullara ve
hayır kurumlarına yardım etmesi rekabeti sınırlamamıştı. Bilakis böyle bir uygulama
yeni dini organizasyonların kendi özgün perspektiflerini sunmalarını mümkün
kılmıştı.İngiltere yardım sisteminin içine Müslümanları ve Evanjelik Hırıstıyanları
alması halinde ve Amerika’nın dini okullara kamu yardımı yapılmasına izin vermesi
Stark ve Iannoccone, ‘A Supply-Side Reinterpretation of the Secularization of Europe,’233.
Bir çok araştırmacı Stark, Finke ve Iannoccone’nin argümanını eleştirmiştir. Bkz.: S.Bruce, ‘The
Truth About Religion in Britain,’ Journal for the Social Scientific Study of Religion, 34, 1995, 417-30.
F.Lechner, ‘Secularization in Netherlands?’ Journal for the Social Scientific Study of Religion, 35,
1996, 252-64.
492
493
halinde Hollanda ve Avustralya’da olan şeyin bu ülkelerde de gerçekleşeceğine
inanmaktayız.
Dini ve seküler okul ve organizasyonlara yapılan eşit devlet yardımının dini
zayıflattığı şeklindeki
argümana
bizim verdiğimiz ikinci karşılık şu şekildedir:
Almanya, İngiltere, Avustralya ve Hollanda’da yaşanan sekülarizasyon trendinin
yükselişini –hatta kilise aktivizminin zayıflamasını- dini okul ve hayır kurumlarına
yapılan devlet yardımıyla ilişkilendiren bir kanıt bulunmamaktadır.Örneğin 1960 ve
1970 yılları arasında Hollanda’da büyük bir sekülerizason trendi vardı.494 Dini okul ve
hayır kurumlarına yapılan devlet yardımının sekülerizason trendine neden olduğunu
iddia edenlere devlet yardımı uygulamasının çok öncelere dayanan bir geçmişi
olduğunu hatırlatmak isteriz çünkü dini okul ve hayır kurumlarına devletin yardım
etmesi uygulaması ondokuzuncu yüzılın sonunda başlamıştır. Ayrıca Hollanda’daki
sekülarizasyon trendi büyük ölçüde okul ve hayır kurumlarında başlamadı,
sekülarizasyon trendi bizzat kiliselerde başladı. Ve kiliseler hiçbir şekilde devletten
yardım ya da destek almamaktadır.Devlet yardımının Hollanda’da sekülarizasyon
trendinin nedeni olduğu kabul edildiği takdirde sekülarizasyonun devlet yardımı alan
yerlerde –okullar ve hayır kurumları- olması gerekmektedir. Bu iddiaya göre devlet
yardımı almayan kiliselerde sekülerizasyon eğiliminin gelişmemesi gerekirdi.Ancak
bu şekilde kurulan bir ilişki için destek bulunmamaktadır. Hollanda için söylediğimiz
şeyin benzerini diğer üç ülke –devletin dini okulları ve hayır kurumlarını destekleyen
ülkeler- hakkkında da söyleyebiliriz. Bu dört ülkede dini okul ve hayır kurumlarına
mensup kişilerle yapmış olduğumuz görüşmelerde hepsinin dini bağlılıklarının güçlü
olduğunu gördük.Ancak mensup oldukları dini okul ve kurumlar devletten yardım
almaktadır. Bu bile kamu yardımı ve dini bağlılıkların zayıflaması arasında zorunlu
bir bağ olmadığını göstermektedir.
Kitabımızı bitirirken herkes için din özgürlüğü konusuna tekrar dönmek
istiyoruz –devlet desteği ya da müdahelesi olmadan kişinin bilincinin dikte ettirdiği
ezeli gerçeklere özgürce inanması ve onları takip etme hakkı.- Plüralizmin arttığı ve
refah devletinin toplumun bütün özellikleriyle ilgilendiği bir çağda
bu idealin
James Kennedy altmışlı yıllarda Hollanda’da yaşanan sekülerleşme eğilimini iyi araştırmıştır.Ona
göre bu eğilimin ana nedeni devletin dini ve seküler nitelikteki okul ve hayır kurumlarını tanıması ve
onlara yardım etmesi değildir.Sekülerleşmenin ana nedeni altmışlı yıllarda bütün batı toplumlarında
dini, politik ve sosyal elitlerin kültürel değişmelere verdikleri cevaplarda yatmaktadır.Verilen cevaplar
değişime direnme yerine yaşanılan değişmelerin kabul edilmesine dayanmaktadır. Bkz.: J.C.Kennedy,
Building New Babylon: Cultural Change in the Netherlands during the 1960s, PhD Dissertation,
University of Iowa, 1995.
494
gerçekleşmesi daha zor hale gelmiştir. Liberal demokrasilerin birbirinden öğreneceği
çok şey vardır.Özellikle dini çoğulculuğu kabul eden ve onu geliştiren toplumların
tecrübelerinden öğreneceğimiz daha çok şey vardır.Dini plüralizmi destekleyen ve
ugulamalarıyla
geliştiren
ülkeler
dini
tarafsızlığı
gerçekleştirmeyi
istemektedirler.Fakat dini tarafsızlığı dine yardım yok standardıyla ya da ortak dini
inançları
destekleme
şeklinde
bir
politikala
gerçekleştirememektedirler.Dini
tarafsızlığı gerçekleştirmek isteyen bu ülkelerin yaklaşım biçimini belirleyen ol
haritasının çizgileri şunlardır: Bütün dinleri ve seküler inançları olduğu gibi kabul
etmek, kamu çıkarlarını ihlal etmedikleri müddetçe onları korumak, idari yardım ve
işbirliği programlarında hepsine eşit olarak davranmak. Bu yaklaşım biçimi
kendisinde büyük bir bilgeliği barındırmaktadır.