Tabloid habercilik

Transkript

Tabloid habercilik
Tabloid habercilik
Ayşe İnal
Tabloidler, küçük boyutta düzenli olarak çıkan gazetelerdir. Sayfa sayılarının az olması, kolay erişime sahip olmaları, kısa zamanda okunup tüketilmeleri, resimler ve çarpıcı başlıklarla haberlerin sunulması, tabloid
basını ciddi/fikir gazetelerinin (prestige press) alternatifi haline getirmiştir. Bugün tabloid sözcüğü, bu küçük boyutlu gazetelerin yaptıkları
habercilik biçimini işaret etmek için kullanılır hale gelmiştir. Peter A.
Bruck’un (1992: 111) belirttiği gibi, gazetelerin hangi ölçekte çıktıkları
onların bir kültürel biçim olarak nasıl bir habercilik yaptıklarının tek
göstergesi değildir. Örneğin bir Alman gazetesi olan Bild Zeitung’un
sayfa boyutları büyük ve sayfa sayısı fazla da olsa dünyanın en çok satan tabloidlerinden biri olmuştur. Ayrıca sayfa büyüklüğü bakımından
tabloidlere benzer olan, ancak yaptığı habercilik dikkate alındığında
ciddi/fikir gazeteleri olan yayınlar da mevcuttur.
Burada önemle üstünde durulması gereken konu, “tabloid” sözcüğü ile
nasıl bir habercilikten söz edildiğidir. Ünlü kişilerin özel yaşamları hakkındaki dedikodular, kısa sürede zengin olma, ünlü olma öyküleri, çarpıcı felaket haberleri, bireysel suç öyküleri, tabloid gazetelerle ortaya
çıkan ancak bugün başta televizyon olmak üzere farklı iletişim ortamları içine sızan habercilik biçimine dönüşmüştür. Bir dizi haber değeri,
bu habercilikle birlikte yaygınlaşmış ve neredeyse tüm dünyada kabul
görür hale gelmiştir. Bu nedenle “tabloid basın” sözcüğünden çok “tabTelevizyon haberciliğinde etik sorunlar < 163
loid formatlar”dan söz etmek daha anlamlı ve kapsayıcı bir yaklaşım
oluşturmaktadır.
Tabloid formatların temel özelliği olayları haberleştirirken, izleyicinin ilgisini çekecek, izleyicide merak uyandıracak yönlerini öne çıkartarak,
“olayları” seyirlik bir anlatıya dönüştürmeleridir. Bu seyirlik öyküler
çoğunlukla ünlülerin özel yaşamlarına odaklansalar da, günümüzde
sokaktaki insanın başına gelen “felaketler” gittikçe daha fazla tabloid
formatların konusunu oluşturmaktadır (Garnham, 2000).
Bugün Türkiye’de yayın yapan özel televizyon kanallarının izlencelerine
baktığımızda, sokaktaki “sıradan” insanların yaşantılarının farklı türler
içinde gittikçe daha fazla yer bulduğu gözlenmektedir. Bu televizyon
türleri, gündüz kuşağında yer alan kadınlara yönelik programlar olabildiği gibi, şans üzerine kurulu yarışma programları da olabilmektedir. Nicholas Garnham’ın (2000) da belirttiği gibi, kişilere, özel yaşama,
ünlülerin nerelere gidip, neler giyip nasıl eğlendiklerine duyulan ilgi
gün geçtikçe daha da artmaktadır. Tabloidleşme olgusuna olumlu yaklaşanlar, bu haber değerleri dolayımı ile sıradan insanların daha görünür olduklarına işaret etseler de, bu görünür olma biçiminin ardında
ciddi etik ve politik sorunlar mevcuttur.
Sorgulamaya, medyanın işlevlerine ilişkin şu basit soru ile başlamak etik
sorunları çerçevelemek açısından yararlı olacaktır: “Medya insanları,
yaşamlarındaki sorunlardan kaçmak, uzaklaşmak için eğlendirmeli mi,
yoksa bu sorunlar ve çözüm yolları hakkında bilgilendirip, düşündürüp, harekete mi geçirmeli?” Medyanın işlevlerini sıraladığımızda her
ikisinin de aynı önemde olduğu düşünülse de, bugün karşımıza çıkan
tablo ikincisinin neredeyse unutulduğunu göstermektedir. Gece geç
saatlerde yayına giren birkaç tartışma programı dışında, güncel siyasal, ekonomik ve sosyal sorunları etraflı biçimde ele alan hemen hiçbir
programın olmadığı görülmektedir. Tabloid basınla ortaya çıkan anlatı biçimi, günümüzde egemen anlatı biçimine dönüşmüştür. Bu anlatı
biçimi, izleyicinin medyadan beklediklerini, okuma ve anlamlandırma
süreçlerini de büyük ölçüde biçimlendirmektedir.
164 > Televizyon haberciliğinde etik
Tabloidleşme olgusunun toplumsal bağlamı
Tabloid basının yerleştirdiği haber değerleri ve anlatı biçiminin bu kadar
yaygınlaşmasının nedenlerine iki açıdan yaklaşmak mümkündür. Birincisi, daha çok satma veya izlenme kaygıları ile biçimlenen yayın politikaları, diğer bir deyişle reklam pastasından alınan payı arttırmanın
yolu tabloid formatları yaygınlaştırmaktır. On yıllardır, “izleyiciye talep
ettiklerini sunuyoruz” anlayışıyla kendisine yöneltilen eleştirilerden
kurtulmaya çalışan medya kuruluşları, yaptıkları haberciliği ve diğer
seçimleri liberal piyasa mantığı içinde haklılaştırmaya çalışmışlardır.
Ekonomik sermayenin yanı sıra, kültürel sermayenin de eşitsiz dağılımı dikkate alındığında, medya kuruluşlarının bu savunma mantığının
içi boş bir yaklaşım olduğu açıktır. Liberal düşünce ve ifade özgürlüğünü, faydacı yaklaşım içinden savunan John Stuart Mill’e kulak verirsek,
yapılan seçimleri etik olarak desteklenir hale getirenin, sonuçları itibariyle yaratacakları toplumsal çıkar (public good) olduğuna işaret ettiğini
görürüz. Bu yaklaşım, seçimi yapan kişiye etik bir sorumluluk yükler.
Piyasa mantığına sığınmaksa, tam tersi, etik tartışmayı dışlar, seçimi
yapanı sorumluluktan muaf tutar ve seçimi doğrudan taleple açıklar.
Burada, 19. ve 20. yüzyıllarda gelişen siyasal liberalizm tartışmaları ile
ekonomik liberalizmin üzerine kurulu olduğu mantığın kısmi bir kopuşunun izini sürmek mümkündür.
İkinci olarak, sansasyonel, özel yaşama odaklanan ve bireye ait durum ve
yaşantıları seyirlik hale getiren bir habercilik (programcılık) biçiminin
rağbet görmesi, talep edilip çokça tüketilmesi, sadece ekonomik dinamikler ve çıkarlarla açıklanamayacak siyasal/kültürel bir sorundur ve
etik açıdan bu toplumsal bağlam içinde sorgulanmalıdır. Bu sorunu açmak ve daha ayrıntılı bir biçimde anlamak istiyorsak, haber anlatısını
daha geniş ve bütünlüklü bir bakış açısıyla ele almamız gereklidir.
Haberin nasıl bir anlatı olduğuna ilişkin temel ilke, haber anlatısının bir
olaya dayanması (facticity) ilkesidir. Bu ilke aynı zamanda yerleşik liberal gazetecilik etiğinin temel önermesidir. Hangi olayların haber olacağı
ise, yaygın biçimde kabul gören haber değerlerinin süzgecinden geçerek belirlenir. Haber değerleri, yayın kuruluşları ile izleyicilerin buluşTelevizyon haberciliğinde etik sorunlar < 165
tukları yerde oluşur ve biçimlenir, haber anlatısı da öyle. Tuchman’ın
(1978) belirttiği gibi, olay haber olurken, anlatılırken (resimler, görüntüler seçilirken, başlıklar atılırken vb.), gazeteciler haber değerlerini de
oluştururlar. Gazeteci, çalıştığı ekonomik ve kültürel ortama ne kadar
duyarlıysa, uyumluysa, okuyucu ve izleyicisinin –ne kadar- sesi ve sözü
olabiliyorsa o kadar “başarılıdır”. Diğer bir deyişle, haber değerleri var
olan değer yargıları ve yaşamı anlamlandırma biçimlerinin içinden süzülür. “Etik açıdan uygun, sorumlu bir habercilik hangi haber değerlerine dayanmalıdır?” sorusu, ne gazetecilerin, ne editörlerin, ne de yayın kuruluşlarının mülkiyetini elinde bulunduranların kafasını fazlaca
meşgul eden bir soru olmamıştır. Haber değerlerini masaya yatırarak
etik açıdan bir arayışa girmek yerine, ardına sığınılan, gazetecilerin bireysel yetenekleri olmuştur. “To have a nose for news” ifadesi, batı kaynaklı habercilik pratikleri içinde biçimlenmiş bir ilke olsa da Türkçe’de
de ifadesini bulmuştur: Gazeteciler haber kokusu alırlar.
Bugün tabloid haberciliğin müşterisine dönüşmüş kitlelerin günlük yaşamlarını, dünyayı anlama, anlamlandırma biçimlerini dikkate aldığımızda, bu insanların pek çoğunun çevrelerinde yaşayan diğer insanların özel yaşamları ile fazlaca ilgili olduklarını görmek şaşırtıcı değildir.
Oturdukları apartmanda, mahallede yaşayan diğerlerinin, çalıştıkları
kurumdaki diğer insanların ne yapıp ettikleri; ar, namus, iffet vb. kavramları etrafında yaşamlarını nasıl biçimlendirdikleri, pek çok insanın
günlük yaşamlarında yaptıkları “haberciliğin” temel haber değerleridir.
İşi gücü bir tarafa bırakıp aşağı mahalledeki yangını izlemeye gitmek;
bir patlamanın üstüne, “yıkıntıları göreyim” diyerek yaşamını tehlikeye atmak; her akşam, “acaba bu yarışmacı ne kadar şanslı, ne kazanacak?” diyerek ekranın önünde mıhlanıp kalmak sıkça rastladığımız durumlar değil midir? Tabloid habercilik ve tabloidleşmenin içine sızdığı
programlar, günlük yaşamın, günlük iletişimin üzerine kurulu olduğu
haber değerlerini kullanır. Kısaca söylemek gerekirse, tabloid basının
haber değerlerini gazeteciler keşfetmemişlerdir. Onlar kültürün içine
gömülü olana kulak vermişler, izleyicinin neyi seyretmek, gözetlemek
istediğini hissetmişler, anlamışlar ve bunu pekiştirecek bir haberciliği
seçmişlerdir.
166 > Televizyon haberciliğinde etik
Kültürün içine gömülü haber değerlerini bulup, bunları kullanarak okuyucu ve izleyici sayılarını arttırmaya yönelik bu tarz bir habercilik medyayı etik sorgulamadan elbette muaf tutmaz. Varlığını liberal demokratik
değerlere yaslayarak, bir yandan “dördüncü kuvvet” olarak çoğulculuğun savunusunu yapan, diğer yandan, yasama ve yürütmeyi denetleyip kontrol ettiğini iddia eden “medya”, insanları düşündürmek yerine
bütünüyle eğlendirmeye yönelik bir habercilik için etik açıdan meşru
bir zemin bulamaz.
Tabloidleşme ile karşımıza çıkan etik sorunlar
Burada karşımıza çıkan etik ve politik sorunları yine iki boyutta tartışmamız gereklidir. Öncelikle bu sorunlar, yukarıda da belirtildiği gibi, bir
yönü ile kişisel (yaşamı anlamlandırma biçimlerimize dair) sorunlardır.
Diğer yandan, tarihsel olarak ele alınması ve anlaşılması gereken sorunlardır.
Etik sorunlar bireyseldir. Her insan çevresinde olup bitenleri öğrenmek ve
öğrenirken eşzamanlı olarak anlamak, yorumlamak ve bir özne olarak
iyi/kötü, doğru/yanlış ekseni içinde konumlanmak ister. Diğer bir deyişle medyaya ilişkin etik sorunları ele alırken izleyici ve okuyucuları
psişik ve bilişsel (cognitive) boyutlar içinde ele almamız gerekir. Stephanie Morgenstern’in (1992) belirttiği gibi herkesin kendi yaşamına dair
“kuramları” vardır. Bu kuramlar, akademik kuramlardan daha az sistematik olsalar da, öznelerin yaşama dair anlamlarının içinde örüldüğü
bakış açılarıdır. Pek çoğumuz, bu anlamları sarsıp yerinden edecek iletişim biçimleri yerine bunları onaylayıp pekiştirecek iletişim ortamlarını tercih ederiz. “Mahalle” haberciliği (dedikodusu) bu varoluş biçimi
içinde işlevsel ve önemlidir.
Tabloid habercilik de, öznenin yetişip büyüdüğü, biçimlendiği ortamlar
içinde yaşama dair doğru/yanlış, iyi/kötü, namuslu/namussuz, kabullenilir/dışlanması gereken vb. zihinsel örüntülerini pekiştirecek,
onaylayacak ve destekleyecek biçimde işler. Bir ünlünün nereye gittiği,
nasıl eğlendiği, kimlerle gezdiği, nasıl bir “rezalet” çıkardığı vb., tabloid basının ve tabloid haber değerleri üzerine kurulu diğer türlerin temel
Televizyon haberciliğinde etik sorunlar < 167
odak noktalarından birini oluştururken, izleyiciye iki yönlü bir seçim
sunulur. Gözetleyin ve yargılayın (kınayın, dışlayın) veya öykünün (siz
de bir ünlü olma şansı yakalamaya çalışın) ya da ikisi birden. Seyirlik
anlatılar karşısında, izleyenin/gözetleyenin özdeşleşme biçimi kaygan
bir zeminde oluşur (Ellis, 1982; Boileau, 2007). Hem olmak istemek,
hem de olamadığı için kınamak ve dışlamak. Tabloid haber değerleri,
izleyici ve okuyucusunu bu kaygan zeminde konumlandırırken, ondan
etik bir duruş beklemek yerine, kendisini metnin hazzına bırakmasını
ister. Ancak bu haz, Barthes’ın jouissance kavramı ile işaret ettiği sarsıcı
bir deneyim değil, popüler metinlerin tüketilmesinde ortaya çıkan ve
izleyiciyi ideolojik olarak rahatlatan bir zevk alma biçimidir (1976).
“Mahalleliden” ünlülere (ya da ötekilere) kaydırılan bu ilgi öylesine sınırlanamaz boyutlara varır ki, Diana’yı takip eden paparazziler izleyicinin
gözü olur. Medya okuyucusu, bir yandan, “çok sevildik” bir insanın hayatını kaybetmesine neden olan bu kişileri kınarken, diğer yandan –için
için- olayla ilgili son dakika görüntülerini merakla bekler. Diğer bir deyişle, tabloid haberciliğin izleyiciden beklediği iki yüzlü bir tavırdır. Bir
yandan “her şeyi göreyim ve sonuna kadar izleyeyim”, diğer yandan
izlediğim bu olayın sorumlusu ben olmayayım. Ancak benim yerime
başkaları olsun… Burada; onu benim yerime izleyen paparazziler…
Ünlülerin özel yaşamları ile performansları arasındaki sınırın, 1970’lere
kadar kısmen de olsa korunduğunu varsayabiliriz. Örneğin “Elvis”,
yaşamının sonuna dek mahremiyetini korumaya çalışan, belki de geçen
yüzyılın en popüler kişisiydi. Monroe ise bu sınırı korumayı beceremeyen bir ünlüydü. Sonuçta, her ikisi de, tabloid habercilik karşısında yenik düştüler. Ölümlerinden sonra, mahremiyete dair, ulaşılan her bilgi,
tabloid habercilik içinde kullanıldı. 1900’lerin tam ortasında, mahremiyetin bu denli gözler önüne serilmesi, neredeyse ters döndü ve ölümlerinden sonra onları ölümsüz yaptı. Popüler kültür içinde ünlü olmaya
dair bu “bilgiyi” bilinçli biçimde ve endüstrinin faydası için kullanan
figür “Madonna” oldu. Madonna, 1980’lerde özel yaşamını seyirlik bir
anlatıya dönüştürürken, Elvis ve Monroe gibi bir kurban değil, gittikçe
tabloidleşen medyanın bilinçli bir metin yazarıydı.
168 > Televizyon haberciliğinde etik
Tabloid basının ilgisini oluşturan, ister bir ünlü, ister –gittikçe daha fazlasokaktaki insanın yaşamı olsun, “izleyici, öteki insanların özel yaşamlarına neden bu kadar teklifsiz bir merak duyuyor ve niçin özel yaşamın
korunmasına ilişkin liberal demokratik prensiplere ilişkin hiçbir kaygı
taşımıyor?” sorusu, endüstri ile izleyicinin buluştuğu, ancak etik açıdan
sorunlu bir durumu sorgulamaya açar. Bu soru, bizi diğer bir soruya
götürecektir; “Bireycilik (individualism) üzerine kurulu liberal düşünce,
bir yandan mahremiyeti yasal olarak korur gibi gözükürken, diğer yandan tabloidleşme ile birlikte, mahrem olanın görünür olmasına kayıtsız
mı?”
Bu soruları yanıtlarken, gazetecilik etiği içindeki tartışmaların nereye
odaklandığının izini sürmekte yarar vardır. Haber yapılan olay, sıradan insanların yaşamı ise durum farklıdır. Ancak Andrew Belsey’in
de belirttiği gibi “demokrasilerde güç sahibi olanlar, yaşamlarının özel
ve kamusal alanları arasında sınırın nerede biteceğine kendileri karar
veremezler.” (1998: 103). Ancak ironik olan şudur: Siyasal, askeri ve
ekonomik seçkinler ve kısmen sınırlı da olsa büyük ölçüde sembolik
seçkinler, iletişim kanallarını kontrol etme ve kendi özel yaşamlarını kamudan uzak tutma gücünü de yine en fazla ellerinde bulunduranlardır.
Basit bir örnek vermek gerekirse, çocuğu, ebeveynleri ile kötü bir kavga
sonucu evden kaçan kişi, toplumsal konumu itibariyle etkili bir kişi ise,
iletişim kanallarını çeşitli biçimlerde kontrol ederek bu konunun haber
yapılmasını engelleyebilirken, sıradan insanların böyle bir kontrol gücü
yoktur.
Bir başka somut örnek ise, Türkiye’de gece yarıları yapılan arama operasyonları ile sanık olarak karakola, sorguya alınan insanların durumudur.
Bu sanıklar eğer, bir banka yolsuzluğu veya sürmekte olan “Ergenekon
operasyonu” gibi kamuoyunun bildiği konulardan dolayı bu davranışlarla karşılaşmışlarsa, yandaşları, kendi görüşlerini paylaşanlar, ortak çıkar grupları tarafından medyada korunmuşlar, bu kişiler ya da
doğrudan gazeteciler, yapılan “haksızlığın” altını çizmişlerdir. Ancak
hepimiz biliyoruz veya bilmeliyiz ki, Türkiye’de on yıllardır gece evlerinden alınıp “sorgulanan” sıradan insanların, gençlerin hakları medya
tarafından benzer biçimde korunmadığı gibi, çoğu zaman bu olayların
Televizyon haberciliğinde etik sorunlar < 169
üstü örtülmüş ve olaylar medya tarafından kamu vicdanının dışına atılmaya çalışılmıştır. Bu olayların hiç mi haber değeri yoktur?
Tabloid basının haber değerleri içinde kurulan haberlerde de, bunun dışında kalan sosyal ve siyasal konulara odaklanan haberlerde de karşımıza
benzer bir olgu çıkmaktadır. Haber medyası sıradan insanların özel yaşamlarına –hiçbir sosyal sorumluluk anlayışı içinden destek bulamasa
da- daha kolay müdahale edebilmekte, tam tersi, özel yaşamları, “kamuya mal oldukları” için daha aleniyet kazanması düşünülebilecek
kişilere ise daha az dokunabilmektedir. Etik açıdan savunulamaz durumdaki bu yaygın pratik, bizlere, medyaya ilişkin etik tartışmaların
medya ile ilgili diğer sorunlardan ve genel olarak siyasal kültür içinde
yerleşmiş yaygın pratiklerden, diğer bir deyişle siyasal etikten ayrılmayacağını sergilemektedir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, özel yaşama yönelik ilgi sadece kültürel değil tarihsel bir olgudur. Bunu daha iyi anlamak ve tabloidleşme olgusunu tarihsel bağlamına oturtmak için, anlatıların tarih içindeki işlev
ve konumlarına dikkatimizi yöneltmemiz gerekir. Her çağ, her siyasal
düzen, her kültür, kendi anlatısını oluşturmuştur. Ancak, bu tarihsel
bağlamlarının sınırlarını aşarak, insana ilişkin “evrensel” olan değer ve
çelişkileri temsil eden anlatılar kalıcı olabilmiş ve edebi geleneğin köşe
taşlarını oluşturmuşlardır. Tabloid anlatıları, hem popüler kültür hem
de kitle kültürü içinde anlamamız gerekir.
Sözlü kültür içinde üretilen anlatılar ancak uzlaşımsal bir anlatıya veya bir
türe dönüştüklerinde kalıcı olur. Buradan yola çıkarak eski çağların,
sözlü kültürü içine yerleşmiş, sosyal kontrol aracılığı yapan anlatılarına
ulaşmamız ikinci el kaynaklar dışında mümkün değildir. Çağımızın “ilkel” toplulukları üzerine yapılan çalışmalar, mitlerin nasıl bir toplumsal kontrol işlevine sahip olduğunu göstermiştir. Sözlü kültür içinden
gelen mitler ve epik anlatılar, bireye ait olan duygu, düşünce ve yaşantılardan çok topluma ait olan ortak anlamlara odaklanır.
Yeni gelişmekte olan edebi türlerin habercisi sayılabilecek örneklerden biri
olan Bocaccio’nin Dekameron hikayeleri, özel yaşama ilişkin “genelleşmiş” olayları anlatır. Özel hayatın ve bireyin anlatısı olan romanın
170 > Televizyon haberciliğinde etik
arayış döneminde ise yazar, anlattığı olaylar karşısında kendi yargısını gizlemez, kahramanını nesnelleşerek mesafelendirmez. Nihayet,
19. yüzyıl romanında anlatının birey üzerine odaklandığını ve yazarın
nesnel bir mesafeden kahramanlarının başına gelenleri anlattığını görürüz. Günümüzün tabloid haberciliğinin köklerini de burada aramalıyız.
Çünkü aynı yüzyılda gazeteler kapitalist birer işletme gibi örgütlenmeye başlandığında günümüz haberciliğinin ve haber değerlerinin de temelleri atılmıştır.
Murat Belge’nin işaret ettiği gibi “roman edebiyatın, genelden özele, evrenselden tikele dönüşümü sonucunda ortaya çıkmış bir türdür” (2006:
34). “Romanın özü, bireysel kişi ve olayları, bir gerçeklik ve edimlilik
(actuality) havası içinde anlatmaktır.” (35). Roman, burjuvazi ile birlikte
ortaya çıkmıştır. Felsefi kökleri, türe özgü olan bireycilik ve özel olanın
sergilenmesi, liberalizmin sözleşme fikrinde gömülü olan mülkiyete
dayanan bireycilik anlayışı içinde aranmalıdır. Nasıl günümüzde egemen olan basın ve düşünce özgürlüğü düşüncesinin köklerini sözleşme fikrinde arıyorsak, tabloid basının özel yaşantılara odaklanmasının,
özeli önemli kılmasının ardında da aynı gelenek vardır. Ancak burada
yine karşımıza bir çelişki ve etik sorun çıkmaktadır. Sözleşme düşüncesine dayanan liberal özgürlükler bir yandan liberal bireyciliğin temelini
atarak bireye ait olan özel yaşantıları önemli kılıyorsa, diğer yandan,
özel yaşamın korunması düşüncesi de aynı liberal felsefede mevcuttur.
Medya bu ikincisini çoğu zaman gözden kaçırmakta ve habere konu
olan, siyasal ve hukuksal haklarından habersiz, bunları korumak için
gereken olanaklara sahip olmayan sıradan insanlar olduğunda, bu hakları kolayca çiğneyebilmektedir.
19. yüz yılın bir başka özelliği burjuva “gerçekçiliğinin” yaygın bir yazma
biçimine dönüşmesidir. Gerçekçilik edebiyat kaynaklı olsa da, zaman
içinde popüler türlerin içine yerleşmiştir. Haber de gerçekçi gelenek
üzerine oturmuş bir türdür. Bu kitapta yer alan bir diğer yazıda da
belirttiğimiz gibi, gerçekçi metinlerde gösteren, doğrudan göndergeyi
(“gerçeği”) temsil ediyor izlenimi yaratılır. Dolayısıyla, yazılı basında
ya da televizyonda, özel yaşama (veya başka konulara) dair olayların
üzerine kurulan haberlerde, izleyici ve okuyucular, adeta komşunun
Televizyon haberciliğinde etik sorunlar < 171
kapısını gözetler gibi, ünlülerin veya olağandışı olaylar yaşamış sıradan insanların yaşantılarını gözetleme fırsatı bulabilmektedir. Bruck
(1992), televizyonun gerçeklik etkisinin altını çizerken, pek çok izleyici
için “görmenin inanmak” olduğunun altını çizer. Tabloidleşen formatlar ise yarattıkları kriz ve skandallarla izleyiciyi seyretmenin hazzı içinde konumlandırmaktadır.
Elbette bir edebi anlatı olan roman ile kitleye yönelik olan ve satılmayı
amaçlayan haber arasında benzerlikler olsa da önemli farklılıklar da
mevcuttur. Yine de her ikisinin de, bireyin yaşantılarına odaklandığını
ve bu yaşantılara aleniyet kazandırdığını yadsıyamayız. Roman, yazarın kişisel yaşantı ve gözlemlerinin, birikiminin zihinsel süzgecinden
geçerek anlatılmasıysa, haber doğrudan “gerçek” olayları, gazetecilerin, yeniden kurarak bizlere anlatması ile oluşur.
19. yüzyıl yayın geleneği, bu yüzyılda ortaya çıkan haber değerleri ve tabloid basın üzerine kurulan tabloid formatlar özel yaşamı seyirlik hale
getirmektedirler. Suç, özellikle cinsellik içeren suçlar, yine cinsellik
içeren aykırı davranışlar ve bunlarla birlikte kadın bedeninin teşhiri,
tabloidleşmeyle eşzamanlı gelişen haberciliğin bir sonucudur. Tabloid
formatlar içinde biçimlenen haber değerleri dolayımıyla, bireye ait olan
(suç, cinsellik, skandallar vb.) haber yapılırken, haber olan olayın toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel bağlamı gözlerden silinir. Roman
ise —en azından popüler olmayan klasik yapıtlar— haberin tersine, roman kişisinin yaşadığı toplumun siyasal, ekonomik ve sosyal sorunlarını sergiler.
Burada karşımıza çıkan etik sorunlar iki boyutta ele alınabilir. Birincisi, yukarıda da değindiğimiz bilindik etik tartışmadır: Medya bireyin özel
yaşamına ne kadar girebilir ve neleri sergileyebilir? İkincisi, etik sorunlar kapsamına çokça alınmayan, ancak haber medyası üzerine yapılan
eleştirilerde sıkça altı çizilen bir konudur: Medya, olayları ve özellikle
de suç olgusunu kişiselleştirerek, toplumsal sorumluluğunu ne ölçüde
yerine getirebilmektedir? Diğer bir deyişle, olayların toplumsal bağlamlarından yalıtılarak ele alınması sonucunda, kişisel olanın, siyasal
ve sosyal olandan ayrılması sorunludur.
172 > Televizyon haberciliğinde etik
Dünyanın en önemli ve hemen her yere erişimi olan iki büyük haber kanalı
CNN ve BBC World, Uzak Doğu’da yaşanan tsunami felaketi sonrasında, bu felaketin sorumlularını sorgulayan tek bir program dışında, olayı eleştirel biçimde ele alan haber veya program yapmamışlardır. Türkiye gibi uzak ülkelerde olan depremlerin şiddetini, Kandilli kadar ya
da ondan daha yüksek kesinlikle ölçen ABD ve kendisi tsunamilerden
mağdur olup ayrıntılı ölçüm teknikleri geliştiren Japonya’nın, neden
denizin ortasında olan bu yer sarsıntısını belirleyip yetkilileri bilgilendirmedikleri sorgulanmamıştır. Dalgaların vurduğu ve binlerce insanın
öldüğü yerleşim yerlerine, neden resmi kanallar tarafından bilgi ulaştırılmadığı yine hiçbir haber ve programda araştırılmamıştır. CNN’de
yayınlanan tek bir programda, BBC ve CNN’den birer yetkili çağrılarak
düşünceleri sorulmuş, onlar da “eğer kendilerinden istenmiş olsaydı yayınlarını durdurarak bu felaketten yöre halkını haberdar edeceklerini”
bildirerek, sorumluluğu üzerlerinden atmaya çalışmışlardır. Felaketin
üzerinden günler geçtikçe, kanallarda (özellikle CNN’de) bireysel kurtarma/kahramanlık öyküleri daha sık yer almaya başlamış ve bu kadar
önemli bir doğal felaket, bağlamından yalıtılarak ve kişisel yaşantılar
üzerine kurularak tabloid formatların içine sıkıştırılmaya çalışılmıştır.
Felaket anı amatörlerce yakalandığından, içinden fazla öykü üretilemese de, olay, sonuçları itibariyle seyirlik bir anlatıya dönüştürülmüştür.
Benzer bir sorunu, Türkiye’de yaşanan 17 Ağustos depremiyle ilgili haberlerde de gözlemek mümkündür. Kurtarma sırasında yaşanan kahramanlıklar ve mucizeler, yaralılara ve yakınlarını arayanlara ilişkin öyküler, bireysel ve toplumsal yardım girişimleri, deprem sonrasında gözlediğimiz haberlerin konusunu oluşturmuştur. Medyamızda deprem,
toplumsal, kültürel, yönetsel, ekonomik bir sorun olarak ele alınmazken, konu sorumlu tutulan birkaç “yap-satçı”ya ve “İstanbul’da acaba
kaç şiddetinde bir deprem olacak?” merakına kilitlenmiştir. Sonrasında
da –her önemli toplumsal felaket gibi- unutulmuştur. Kişiselleştirilen
deprem öyküleri bir kahramanı da üretmiştir; sevimli “deprem dede”
Ahmet Mete Işıkara. Işıkara, depremin ona sağladığı popülerlikle ilerleyen yıllarda milletvekili adayı olmuştur.
Televizyon haberciliğinde etik sorunlar < 173
Yukarıda özellikle seçtiğimiz iki örnekte de, günümüzde medyada gittikçe yaygınlaşan tabloidleşme eğilimi sonucunda, son derece ciddi ve
önemli iki olay kişisel öykülere dönüştürülmüş ve sorumlu bir gazetecilik anlayışının dışına taşınmıştır. Toplumsal ve siyasal sorunlar ve
sorumluluklar sorgulanmazken, kişisel olan yaşantılar ön plana çıkartılmıştır. Her iki olay da, medyadaki yaygın tabloidleşme eğiliminden
kurtulamamıştır. Bugün tabloid formatların içine giren, kimi zaman
yoksul bir simitçinin milli piyangodan milyarlar kazanmasıysa, kimi
zaman bir ünlünün aşk skandalıysa, kimi zaman da, kişiselleştirilmiş
bir suç veya yukarıdaki gibi bir kurtarma/kahramanlık serüvenidir.
Olayların arka planına ve bağlamına yer verilmediği sürece, konu ister Britney Spears’ın boşanması sırasında yaşadığı sıkıntılar olsun, ister sıradan insanların aile içi şiddet davranışları olsun, ister tsunami
sonrasında, içinde yaşadığı topluluğu uyararak dağlara çıkaran gencin
kahramanlık serüveni olsun, hepsi aynı düzlemde aynı etik sorunları
içeren haberlerdir. İlkinde, medya endüstrisinin şişirip üzerinden para
kazandığı bir genç kızın ruh haline, ikincisinde, ekonomik ve kültürel
sorunlar içinde boğulmakta olan insanların durumuna, üçüncüsünde
de, binlerce insanın ölümüne neden olan ihmallere dikkat çekilmezken,
bireye ait olan, kişisel olan öne çıkartılmış ve izleyiciye içinde yaşadığı
toplumu, ekonomik sistemi, kültürü, dünyayı sorgulamaya yöneltecek
bir çerçeve sunulmamıştır. “İzleyicilere istediklerini veriyoruz” anlayışı
üzerine kurulu bir piyasa mantığı, medyanın bu vurdumduymaz tutumunu etik açıdan haklılaştırabilir mi?
İzleyiciyi suç ortağı yapmak mı? Düşündürmek mi?
Tabloid basın ile birlikte gelişen ancak bu gün tabloidleşen diğer formatların/türlerin içine sızan habercilik anlayışı, yukarıda da altı çizildiği gibi
izleyiciyi bir ötekinin yaşamını seyreden olarak konumlandırır. İzleyici
ve magazin muhabirleri, izleyici ve kadınlara yönelik gündüz programlarının sunucuları, izleyici ve adli olayları araştıran muhabirler aynı gözetleme olgusunun suç ortaklarıdır. Tabloid haberciliğin öne çıkardığı
olumsuz olayların (negativity) haber değerine sahip olduğu anlayışı, izleyici ve haberci/programcıların buluştuğu haber değeridir. Yine yuka174 > Televizyon haberciliğinde etik
rıda belirtildiği gibi, izleyici, kendi günlük yaşamında “ötekiler” in özel
yaşamında olumsuz olanı merak eder ve günlük iletişim ortamlarında
bu olayları aktararak yeniden üretir.
Bu yeniden üretme sürecinde, olayı yorumlar; değerlerinin, ideolojisinin
süzgecinden geçirir ve aktörleri yargılar. Tabloid basın ve bu haber değerlerinin içine sızdığı diğer programlar da, benzer biçimde, “kişisel”
olanı, “özel yaşama dair” olanı alenileştirir ve bunu yaparken yaygın
değer yargılarını yeniden üretir. Tsunami sonrası köyünü kurtaran genç
kahramanlaşır, evinden kaçan, babasına başkaldıran genç kız ise kınanır ve dışlanır. Ünlülerin yaşamı seyirlikleştirilirken, izleyici bir yandan
öykünür, diğer yandan bazı olaylar karşısında onları yargılar, kınar. Sonuçta, tabloid haber değerleri dolayımıyla toplumsal olan kişiselleştirilir.
Bu yazının başında tabloidleşme olgusunu kavramak için sormamız gereken sorunun medyanın işlevlerine dair bir soru olduğunu belirttik.
Medya insanları sadece eğlendirmeli mi, yoksa onları düşündürmeli
mi? Ya da en azından, onları eğlendirirken bir yandan da düşündürmeli
mi? Tabloid formatlar, eğlenmek, hoşça zaman geçirmek, en fazlası başlarına “kötü yaşantılar”, “bireysel felaketler” gelmiş olanlara acıyarak,
üzülerek bakmak içindir. Olayların toplumsal bağlamından yalıtılarak
kişiselleştirilmesi izleyiciyi düşündürmez. İzleyici, rahat, korunaklı evinde hayatı seyreder ve haline “şükreder”. Ötekileri yargılarken,
seyrettiği olayların içinde geliştiği siyasal, ekonomik ve kültürel ortam
hakkında düşünmez. Seyrettiği, çoğu olumsuz olayların arkasında kendisinin de bir payı, sorumluluğu olduğunu aklına getirmez.
Tabloidleşme olgusu ile birlikte, izleyici yabancılaşır, politik bir duruş geliştirme kaygısından arınır ve uyku durumuna itilir. Ötekilerin yaşamını
izleyerek yargılamak, ötekilerin yaşamı hakkında sorumluluk taşımaktan çok daha kolay ve daha az rahatsız edicidir. Bugün, Türkiye’deki
özel kanalların süren seriallere yaptığı yatırımın ve diğer program seçimlerinin hangi önceliklerle ve hangi kültürel değerler bağlamında
oluştuğunu düşündüğümüzde, tabloidleşme olgusunun aslında metinlerarası bir işleyişinin olduğunu kolayca görebiliriz. Burada kurmaca
Televizyon haberciliğinde etik sorunlar < 175
olan ve olmayan arasındaki yaygın ayrım yapay bir ayrımdır. Her ikisi
içine yerleşen türlerin ortak paydası, kişisel olanı, uzağımızda akıp giden yaşamları yanı başımıza getirmek ve seyirlik bir anlatıya dönüştürmektir.
Bireysel olan üzerine kurulu anlatıların edebiyat geleneği içindeki örneği roman olsa da, klasik edebi yapıtlar, bireysel olanı aşar ve bireyi
toplumsal bağlamı içinde ele alır. Kırmızı ve Siyah’ta Stendhal, Vadideki Zambak’ta Balzac, Genç Werther’in Acıları’nda Goethe, Karamazov
Kardeşler’de Dostoyevski, Yüzyıllık Yalnızlık’ta Marquez, bireysel yaşam
öykülerinin ardında duran toplumsal ve siyasal yapıya bakarlar, bireysel yaşantılarda görünür olan toplumsal sorunları günışığına çıkartırlar.
Tabloid formatlar ise, toplumsal olanın üstünü örterek sorunları bireysel
olgulara indirger. Olayları kişiselleştirirken bize hep aynı şeyi söyler: İyi
ve kötü insanlar vardır, doğrular, yanlışlar; güzeller, çirkinler; namuslu
ve ahlaksızlar vardır… Anlatılansa hep aynı çocuk masalıdır: Kırmızı
başlıklı kız annesini dinlemezse kurda yem olur; Hansel ve Grethel’in
“kötü kadınla” evlenen babası onları ormana bırakır; Pinokyo babasının sözünü dinlemelidir; Ağustos böceği de karınca gibi kapitalist etik
içinde kafasını kaldırmadan çalışmalı, bütün kız çocukları önce Peter
Pan’ı, sonra da onları sonsuz uykularından öperek uyandıracak beyaz
atlı prensi beklemelidir. Başlangıçta çok yakışıklı gözükmese de, size ait
olunca, kurbağa da prens olabilir…
Enrico Morresi (2006) habercilik etiği üzerine yaptığı tartışmada felsefenin
sosyoloji karşısında gerileyişi gibi, etiğin de tekniğin karşısında gerilediğine dikkat çekiyor. “Başarı”nın, en çok izlenecek/okunacak haberi
veya programı üretmekle ölçüldüğü bu metinlerarası çıkmazda, etik
açıdan bizlere yol gösterici olabilecek örneklerin sayısı parmakla sayılabilecek kadar azdır. Bir kültürel biçim olarak televizyon, kendi anlatı
biçimini oluştururken, farklı türlerin içine, süren serialleşmeyi de yerleştirmektedir. Başı sonu olmayan ve uzatılmış bir “orta”dan oluşan süren serialler, başkalarının hayatını seyirlik hale getirirken, tabloidleşen
diğer türler de benzer biçimde işlemektedir.
Kevin Robins (1999: 32)., yeni iletişim teknolojileri içinde üretilip yayılan
görüntünün “çevremize mesafe koymanın, dünyayla doğrudan bağlan176 > Televizyon haberciliğinde etik
tı kurmanın ürkütücülüğünden kendimizi uzak tutmanın, tecrit etmenin özel olarak modern bir yolu biçiminde geliştiğinin” altını çiziyor.
Robins’e göre asıl mesele, “gerçekliğin ürkütücü yanlarından ayrılıp
uzaklaşmanın mümkün olup olmadığı değil, gerçekliği giderek görüntü alanımızın dışında kalan, artık gerçek olarak görmediğimiz bir dünyayla yeniden birleşmemizin mümkün olup olmadığıdır” (1999: 34).
Richard Keeble (2009), tabloidleşme olgusuna karşı bir metin olarak Michael Moore’un belgesellerini gösterirken, onun farklı türler arasında
kurulan hiyerarşik ilişkiyi aşarak ciddi siyasal eleştiriyi haberin dışına
taşıdığına işaret eder. Belki de gelecekte, belgesel sinema, habercilerin
yapamadıklarını gerçekleştirecek ve izleyiciyi siyasal eleştiriye davet
edecektir. Türsel uzlaşımlar, üretime katılanları yönlendirirken, izleyiciyi de metinlerarası bir okumaya yöneltmektedir. Moore’un yaptığı ise,
haber olmayan bir anlatı içinde habercilik girişimidir. Doğru etik duruş,
politik bir yaklaşım ve bunun için de mücadele gerektirir. Bu mücadele
ise, kökenleri tabloid basında da olsa, bugün farklı türlerin içine sızmış
anlayışa karşı yeni tür arayışları veya var olan türlerin farklı amaçlar
için kullanımı ile mümkündür.
Kaynaklar
Barthes, Roland (1976). Pleasure of the Text. Çev. Richard Miller. Londra: Jonathan Cape.
Belge, Murat (2006). Edebiyat Üstüne Yazılar. İstanbul: İletişim.
Belsey, Andrew (1998). “Mahremiyet, Aleniyet ve Siyaset.” Medya ve Gazetecilikte
Etik Sorunlar. A. Belsey ve R. Chadwick (der.) içinde. Çev. Nurçay Türkoğlu.
İstanbul: Ayrıntı. 102-119.
Boileau, Laurent D. (2007). Psikanaliz ve Dilbilim. Çev. Mehmet Baştürk. Ankara: De Ki.
Bruck, Peter A. (1992). “Crisis as Spectacle: Tabloid News and the Politics of Outrage.”
Media, Crisis and Democracy: Mass Communication and the Disruption of Social
Order. M. Raboy ve B. Dagenais (der.) içinde. Londra: Sage. 108-119.
Ellis, John (1982). Visible Fictions: Cinema: Television: Video. Londra: Routledge and Kegan
Paul.
Garnham, Nicholas (2000). Emancipation, the Media, and Modernity. Oxford: Oxford
University Press.
Keeble, Richard (2009). Ethics for Journalist. New York: Routledge.
Televizyon haberciliğinde etik sorunlar < 177
Morgenstern, Stephanie (1992). “The Epistemic Autonomy of Mass Media Audiences.”
Critical Studies in Mass Communication 9: 293-310.
Morresi, Enrico, (2006). Haber Etiği: Ahlaki Gazeteciliğin Kuruluşu ve Eleştirisi. Çev. Fırat
Genç. Ankara: Dost.
Robins, Kevin (1999). İmaj: Görmenin Kültür ve Politikası. Çev. Nurçay Türkoğlu.
İstanbul: Ayrıntı.
Tuchman, Gaye (1978). Making News: A Study in the Construction of Reality. New York:
The Free Press.
178 > Televizyon haberciliğinde etik

Benzer belgeler

Haber kaynaklarıyla maddi ilişkiler

Haber kaynaklarıyla maddi ilişkiler sayfa boyutları büyük ve sayfa sayısı fazla da olsa dünyanın en çok satan tabloidlerinden biri olmuştur. Ayrıca sayfa büyüklüğü bakımından tabloidlere benzer olan, ancak yaptığı habercilik dikkate ...

Detaylı

Gazetecilik etiğini belirleyen yapısal unsurlar

Gazetecilik etiğini belirleyen yapısal unsurlar eden en önemli kaynağın, yani mülkiyet ilişkilerinin tam ortasında yer aldıkları için yapısal bir sınırlılığı temsil ederler. Doğrudan müdahalenin olmadığı yerde basın özgürlüğünü varsaymak, libera...

Detaylı