E.Ü. HYO Dergisi Cilt 23 - Sayı 2 - 2007 - Hemşirelik Fakültesi

Transkript

E.Ü. HYO Dergisi Cilt 23 - Sayı 2 - 2007 - Hemşirelik Fakültesi
EGE ÜNĐVERSĐTESĐ
HEMŞĐRELĐK YÜKSEK OKULU
DERGĐSĐ
Cilt: 23
Sayı: 2
V
2007
ISSN – 1300 – 3046
Cilt 23, Sayı 2
2007
Yayın Sahibi
Prof. Dr. Zeynep CONK
Hemşirelik Yüksek Okulu Adına
Sorumlu Müdür
Prof. Dr. Ahsen ŞĐRĐN
Yayın Alt Komisyonu
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Çiçek FADILOĞLU (Başkan)
Gülümser ARGON
Alev DIRAMALI
Zeynep CONK
Ayla BAYIK TEMEL
Dergi Yayın Kurulu
Prof. Dr. Zeynep CONK (Editör)
Prof. Dr. Ahsen ŞĐRĐN
Prof. Dr. Aynur ESEN
Prof. Dr. Olcay ÇAM (Editör Yrd)
Prof. Dr. Leyla KHORSHID
Prof. Dr. Süheyla ALTUĞ ÖZSOY
Doç. Dr. Zümrüt BAŞBAKKAL
Doç. Dr. Meryem YAVUZ
Basım Yeri
Ege Üniversitesi Basımevi
Bornova – Đzmir
Baskı Tarihi
18.06.2008
Yönetim Yeri
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu (EÜHYO) tarafından
yılda iki sayı/bir cilt olarak yayınlanır.
HAKEMLĐ DERGĐ
VII
AÇIKLAMALAR
Bu dergi 22 Ekim 1984 gün ve 18553
sayılı Resmi Gazetede yayınlanan "Üniversitelerde Ders Aracı Olarak Kullanılan Kitaplar, Teksirler ve Yardımcı Ders
Kitapları Dışındaki Yayınlarla Đlgili
Yönetmelik" bağlamında yayınlanmaktadır.
Yayın Türleri
Adı geçen yönetmeliğin 2. ve 3. maddeleri uyarınca dergide eğitim ve araştırma çalışmalarına paralel olarak orjinal
araştırma raporları, bilimsel tarama
yazıları, yeni bir yöntem veya teknik
tanımlayan kısa bildiri yazıları ve çok
önemli bilimsel çeviriler yayınlanabilir.
Yayın Hakları
Yayınlanacak yazıların bilim dil bakımından sorumluluğu yazarlara aittir.
Yayın Kurulu gerekli değişiklik veya
kısaltmaları yazardan isteyebilir veya
yazarın izni alınarak içeriği bozmayacak
değişiklikler yapabilir. Basılmayacak
yazılar için bir ay içinde yazara bilgi
verilir.
HEMŞĐRELĐK YÜKSEKOKULU DERGĐSĐ
DERGĐ HAKEM KURULU
KHORSHID Leyla
KIZILKAYA BEJĐ Nezihe
KOCAMAN Gülseren
KÖMÜRCÜ Nuran
OKUMUŞ Hülya
OLGUN Nermin
ÖZ Fatma
ÖZHAN ELBAŞ Nalan
ÖZSOY Süheyla
PEK Hatice
PINAR Rukiye
SABUNCU Necmiye
SAVAŞER Sevim
SEVĐĞ Ümit
SEVĐL Ümran
ŞĐRĐN Ahsen
TAŞOCAK Gülsün
TERZĐOĞLU Fisun
ULUSOY Filiz
ÜSTÜN Betsi
PROFESÖRLER
AKBAYRAK Nalan
AKDEMĐR Nuran
AKSOY Güler
AKYOLCU Neriman
ALGIER Lale
ARGON Gülümser
ARSLAN Hediye
AŞTI Nesrin
AŞTI Türkinaz
BAHAR Zuhal
BAYIK TEMEL Ayla
BAYRAKTAR Nurhan
BEDÜK Tülin
BULDUKOĞLU Kadriye
BUZLU Sevim
CONK Zeynep
ÇAM Olcay
ÇAVUŞOĞLU Hicran
ÇĐMETE Güler
DIRAMALI Alev
DOĞAN Selma
ENÇ Nuray
ERDĐL Fethiye
ERDOĞAN Semra
EROĞLU Kafiye
ESEN Aynur
FADILOĞLU Çiçek
GÖKDOĞAN Feray
GÖRGÜLÜ Selma
GÖZÜM Sebahat
HATĐPOĞLU Sevgi
KANAN Nevin
KARADAKOVAN Ayfer
KARANĐSOĞLU Hacer
KARATAŞ Nimet
NAHÇĐVAN Nursen
OCAKÇI Ayşe
PASĐNLĐOĞLU Türkan
DOÇENTLER
ABAAN Süheyla
BAŞBAKKAL Zümrüt
ÇELĐK Sevilay
DĐNÇ Leyla
ECEVĐT ALPAR Şule
EMĐROĞLU Oya Nuran
ERCĐ Behice
ERDEMĐR Firdevs
EŞER Đsmet
ETĐ ASLAN Fatma
KARADAĞ Ayişe
KARADENĐZ Gülten
ÖZBAŞARAN Ferda
UÇAR Hülya
YILDIRIM Aytolon
YILDIZ Suzan
V
ĐÇĐNDEKĐLER
Editörden
Araştırmalar
- Bir Yüksekokul Çalışanlarının Kişisel Değerlerinin Đncelenmesi
Personel Values of Employees of a Hıgher Educatıon School
Süheyla ALTUĞ ÖZSOY, Fahriye VATAN .................................................1-11
- Sağlıklı Bireylerde Kanser Risk Faktörleri
Cancer Rısk Factors In Healthy Indıvıduals
Ülkü YAPUCU GÜNEŞ, Ayten ZAYBAK, Đsmet EŞER,
Leyla KHORSHID .................................................................................. 13-22
- Muğla Üniversitesi Öğrencilerinin Cinsel Sağlık/
Üreme Sağlığı Hizmetleri Đle Đlgili Görüşlerinin Đncelenmesi
Investigation of The Views of The Students At Muğla University
About Sexual Health/Reproduction Health Services
Hülya BAYBEK, Adile TÜMER, Aynur KAYAR ........................................ 23-30
-
Evliliğe Yönelik Đnançlar ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği’nin
Türk Toplumu Đçin Geçerlilik Ve Güvenilirliğinin Đncelenmesi
Belıefs and Attıtudes Towards Marrıage: Analysıs of Valıdıty and
Relıabılıty of Health Belıef Model Instrument For Turkısh Socıety
Bilgin Kıray VURAL, Ayla Bayık TEMEL................................................. 31-50
- Hemşire Eğitimcilerin Stersle Başetme Düzeylerinin Đncelenmesi
Investıgatıon Of Nurse Educator’s Copıng Stress Levels
Gönül ÖZGÜR, Şeyda DÜLGERLER, Neslihan ARPA.............................. 51-68
-
Meme ve Gastrointestinal Sistem Kanserli Hastaların Depresyon,
Aksiyete ve Yetiyitimi Durumlarının Belirlenmesi
Determınıng of The Presence of Depressıon, Anxıety and Dısabılıty
of Breast and Gastro Intestınal System (Gıs) Cancer Patıents
Sevgi ÖZKAN, Filiz ÖĞCE, Adalet KUTLU KOCA ................................... 69-80
- Hemşirelerin Đlaç Hatası Yapmalarına Yol Açabilecek Etkenlerin
Saptanması
The Determination Of Factors That Nurses Can Cause Medication Error
Đsmet EŞER, Leyla KHORSHID, Gülengün TÜRK, Filiz TOROS ............. 81-91
- Huzurevinde Yaşayan Yaşlıların Öz Bakım Gücü ve Etkileyen Faktörler
Self Care Agency of Nursıng Home Resıdents And Effectıve Factors
Serap YILDIRIM, Gönül ÖZGÜR, Aysun BABACAN GÜMÜŞ.................93-103
-
Huzurevinde Yaşayan Yaşlıların Umutsuzluk Düzeyleri ve
Etki Eden Faktörler
The Level of Hopelessness of Nursıng Home Resıdents and
Effectıve Factors
Aysun BABACAN GÜMÜŞ, Gönül ÖZGÜR, Serap YILDIRIM............... 105-116
-
Hemşirelerde Kontrol Odağı Đnancı Đle Stresle Başa Çıkma
Stratejileri ve Psikolojik Belirti Gösterme Durumları Arasındaki Đlişkiler
The Relatıonshıps Between The Locus of Control of Nurses,
Copıng Strategıes of Streess and Dısplay of Mental Symptom Sıtutatıons.
Nezihe UĞURLU, Mine EKĐNCĐ .......................................................... 117-130
VII
Derleme Yazılar
- Yaşlı Bireylerde Ağrı
Paın In Old People
Öznur USTA YEŞĐLBALKAN............................................................... 131-144
- Bağlanma Süreci: Ruh Sağlığı Açısından Literatürün
Gözden Geçirilmesi
Attachment Process: Review Of The Literature In Terms Of
Mental Health
Gülseren KESKĐN, Olcay ÇAM ........................................................... 145-158
- Bağlanma Sürecinin Ergen Açısından Değerlendirilmesi
The Evaluatıon of Attachment Process Poınt of Adolescence
Olcay ÇAM, Gülseren KESKĐN ........................................................... 159-172
- Metabolik Sendrom
Metabolic Syndrome
Asiye DURMAZ AKYOL ..................................................................... 173-182
- Anne ve Babaya Ait Bağlanma ve Hemşirenin Rolü
Maternal and Paternal Attachment and The Role of Nurse
Oya KAVLAK, Ahsen ŞĐRĐN................................................................ 183-194
- Çocuk ve Ergenlerde Cinsel Kötüye Kullanım ve
Hemşirelik Yaklaşımları
Sexual Abuse of Chıldren and Adolescents and Nursıng Approach
Şeyda DÜLGERLER, Olcay ÇAM........................................................ 195-206
- Kişilerarası Đlişkilerde Çatışma ve Çatışma Yönetimi
Conflıct and Conflıct Management in Relatıonshıps
Olcay ÇAM, Ebru AKGÜN.................................................................. 207-221
- Overyen Hiperstimulasyon Sendromu (Ohss) ve Hemşirelik Yaklaşımı
Ovarıan Hyperstımulatıon Syndrome and Nursıng Approach
Selma ŞEN, Oya KAVLAK .................................................................. 223-232
- Türkiye’de ve Dünyada Ebelik Eğitimi
Midwifery Education in Turkey and in The World
Derya KAYA, Mine YURDAKUL .......................................................... 233-241
- Yaşlılık ve Cinsel Yaşam
Sexualıty in The Aged People
Hilmiye AKSU, Ahsen Şirin............................................................... 243-253
Editörden Okura,
Değerli Okuyucularımız,
Bu sayımızda 10 araştırma makalesi, 10 derleme makale olmak
üzere,
20
bilimsel
makaleyi
okuma
fırsatı
bulacaksınız.
Çeşitli
konularda yazılmış bu makalelerin, okuyucularımıza yol gösterici olup,
yeni düşüncelerle daha kaliteli ve zengin araştırma yapmalarına katkıda
bulunacağını ümit ediyorum.
Farklı konulara ilgi ve dikkatini çekerek, yaratıcılık alanının
genişlemesine neden olmasını diliyorum. Her ne kadar 2007 yılının
ikinci sayısı için editör yazısı yazıyor olsam da, yaklaşan 2008 yılı ve
hemen öncesindeki kurban bayramı nedeniyle, dergimize emeği geçen
yazarlarımızın, hakemlerimizin ve okuyucularımızın bayramını ve yeni
yılını kutlarım. Sevgi, saygı ve barış içinde yaşadığımız bir dünyada
özgürce bilimsel çalışma ve yayın yapabilmeyi dilerim.
Prof. Dr. Olcay ÇAM
EDĐTÖR
[email protected]
[email protected]
Đletişim Mail Adresi:
Özen DURAKOĞLU
[email protected]
Posta Adresi: Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu
Yayın Đşleri 35100 Bornova/ĐZMĐR
IX
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 1-11, 2007
BĐR YÜKSEKOKUL ÇALIŞANLARININ KĐŞĐSEL DEĞERLERĐNĐN
ĐNCELENMESĐ
PERSONEL VALUES OF EMPLOYEES OF A HIGHER EDUCATION
SCHOOL
Süheyla ALTUĞ ÖZSOY*
Fahriye VATAN**
* Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Halk Sağlığı Hemşireliği AD, Đzmir.
** Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Hemşirelikte Yönetim AD, Đzmir.
Anahtar Sözcükler: Değerler, Kişisel Değerler, Hemşirelik Eğitimi.
Key Words: Values, Personel Values, Nursing Education.
3. Uuslar arası, 10. Ulusal Hemşirelik Kongresi’ nde sözel bildiri olarak sunulmuştur.
ÖZET
Bu çalışmada; Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu çalışanlarının
öncelikli kişisel değerleri ve bu değerlerin gelecekte tatmin edilme derecelerine
ilişkin görüşleri incelenmiştir. Tanımlayıcı bir araştırma niteliğinde planlanmış
bu çalışmanın evrenini Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’ nda
çalışanların tümü oluşturmuştur, ayrıca örnekleme yöntemine gidilmemiştir
(N= 86). Katılım oranı % 91.86’ dır.
Veriler, Etik Kurul’ dan gerekli izin alındıktan sonra anket formu ile
toplanmıştır. Anket formu iki bölümden oluşmaktadır.
Đlk bölümde
çalışanların tanıtıcı özelliklerini belirlemeye yönelik 11 soru, ikinci bölümde ise
genellikle paylaşılan 25 değer, açıklamaları ile yer almaktadır. Araştırmaya
katılan çalışanlardan ikinci bölümde yer alan bu değerlerden kendi
önceliklerine göre en önemli gördükleri ilk 5 değeri belirlemeleri istenmiştir.
Daha sonra, belirlenen ilk 5 değerin “şu anda”, “5 yılda”, “10 yılda”, “15 yılda”
ne derece tatmin edilmiş olacağını 1-10 arası ölçek üzerinde değerlendirmeleri
istenmiştir (1= Tatmin edilmemiş olacak, 10= Tamamen tatmin edilmiş olacak).
Araştırma verileri SPSS programında sayı yüzde dağılımları, ortalama, ki kare
analizi ve t testi ile değerlendirilmiştir. Çalışanların en çok önem verdikleri
değerlerin sırasıyla sağlıklı olmak (%43.0), aile mutluluğu (%35.4), huzur
(%22.8), eşitlik (% 12.7) ve güven (% 11.4) olduğu belirlenmiştir. Şu anda en
çok tatmin edilen değerin “aile mutluluğu”, en az tatmin edilen değerin ise
“eşitlik” olduğu belirlenmiştir. Đlerleyen yıllarda yine “aile mutluluğu” değerinin
en çok tatmin edilen, “sağlıklı olmak” değerinin ise en az tatmin edilen değer
olacağı belirlenmiştir. Yapılan istatistiksel analizlerde, yaş grubu ve toplam
çalışma yılı ile “güven”, çocuk sayısı ile “huzur” ; mezuniyet yılı ile “sağlıklı
olmak” değerleri arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Belirlenen değerlerde
değişim olup olmadığı belirli aralıklarla değerlendirilmesi hedeflenmiştir.
1
SUMMARY
In this study, it has been investigated personal values and in-future
satisficton level of prior values of Ege University School of Nursing employees.
The population of this descriptive study was all the employees of Ege University
School of Nursing. Besides, sampling method was not be used (N=86). The
participation rate was %91.86.
The data were collected by questionnaire after getting necessary permissions
from Ethic Committee. The questionnaire consisted of two sections; the first section
contanied 11 questions to identify socio-demographic features of employees. The
second part contained 25 common value explanations. It had been asked
participants to identify 5 most values.After than, it has been asked to evaluate
from 1 to 10 how these 5 value will be fulfilled “right now”, “in 5 years” “in 10
years” “in 15 years” (1 = It will not be fulfilled, 10= It will be fulfilled completely). The
data were evaluated with SPSS program by number and percent distributions,
qui square analysis. It has been identified that the most cared values in the
school of nursing employees were being healthy (43.0 %), happines of family
(35.4 %), peace (22.8 %), equality (12.7 %) and safety (11.4 %). During the study
period, it was determined that, the most satisfying value was “family happiness”
and the least satisfying value was “equality”. Fort the next years, it was
determined that, the “family happiness” again will be the most satisfying value
and “being healthy” will be the least satisfying value. In the statistical analysis,
it was seen that there was a significant relationship between age group, total
working years and “trust”; number of child and “peace”; education years and
“being healthy”. And it is suggested to be evaluated whether there has been any
change in the determined values in a time of.
GĐRĐŞ
Hızlı toplumsal değişimlerin yaşandığı günümüzde insanlar, her
alanda belirli ve genel değer ilkelerine daha çok gereksinim
duymaktadırlar. Çağdaş örgütler yönetsel olarak başarılı olmak ve
varlıklarını sürdürmek için örgütteki tüm üyelerin benimseyeceği
değerler ve onları yönlendirecek ilkeler belirlemektedirler. Đnsan
unsurunun ağırlıklı olduğu örgütlerin başında yer alan eğitim
örgütlerinin, insan davranışına yön verecek etik ilkelere diğer
örgütlerden daha çok ihtiyacı olduğu bilinmektedir (Yaylacı 1999).
Kişilerin kendileri ve başkaları için anlamlı buldukları eylemlere/
davranışlara ve bu eylemleri üreten şemalara değer denir (Dökmen
2000, Hall ve Weawer 1985). Rokeach’ e göre değer; kişisel ya da
toplumsal olarak zıt ya da farklı bir davranış biçimi veya yaşam
amacına karşı tercih edilen, belirli bir davranış biçimi ya da yaşam
amacı şeklindeki kalıcı bir inançtır. Diğer bir ifadeyle değerler, ideal
davranış şekilleri veya yaşam amaçları hakkındaki inançlardır ve
davranışlara yol gösteren standartlardır (Bilgin 2003, Dökmen 2000).
Değerler tutumlarla ve davranışlarla yakından ilişkilidir, onlara yön
verirler. Değerleri belirleyen temel faktör ise toplum, kültür ve kişilik
özellikleridir (Dökmen 2000).
2
Değerler, davranışlarımızı etkileyen faktörlerdir. Bir değer, belirli
bir davranış şeklinin veya yaşam amacının bir diğerinden daha üstün
olduğu yönündeki oldukça tutarlı ve derin inançtır. Bir objenin diğer
objelere göre kıymetini ifade eden değer, kişilerde duygusal bir tepkiye
yol açan ideal olarak ta tanımlanabilir ve bir şeyin arzu edilir olup
olmamasını ifade eder. Daha basit bir deyişle, neyin iyi, neyin kötü
olduğuna ilişkin inançtır (Bilgin 2003, Marshall 2003).
Değerler varoluşumuzun temelini oluşturur. Hayatımızdaki
öncelikleri belirler ve dünyadaki varlığımızı biçimlendirirler. Bir değer,
bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bir eyleme yol göstermesi, durum ve
konulara uygun tutum sergilemesi ve geliştirmesi, kendi ve diğerlerinin
ahlaki kararları ve başkaları ile kendini karşılaştırmak için bir standart
ya da kriter olarak alınır (Marshall 2003, McNeese-Smith ve Crook
2003).
Değerler her insanın günlük yaşamında kolayca tanınabilir.
Bireyin yapmış olduğu konuşmalarında, davranış biçimlerinde,
davranış ölçütlerinde kendini ifade eder. Değerler sistemi bireyin neyin
doğru olduğuna olan inancını temsil eder. Bazı değerler diğer
değerlerden daha önemlidir ve değer sisteminde önemli bir yer alır. Bu
değerler normalde durağan ve süreklidir ama aynı zamanda bireyin
belirli bir deneyim temelinde ortaya çıkan değerlendirme sonucunda
öncelikli konuma gelen değerler de vardır. Bir değer ilk kez bireyin
değer sistemine giriyorsa güdüleyici bir etkiye sahip olabilir ve bireyin
karar vermesini etkiler (Fry 2000). Değer sistemi kolay kolay değişmez
ve bazen yeniliklerin kabulünü zorlaştırabilir. Buna karşın değer
sistemi değişmeye tamamen kapalı da değildir. Ne var ki değişme hayli
yavaş olmaktadır. Değerler devamlı olarak değerlendirilmekte,
kullanılmayan değerler zayıflamakta ve elenmektedir (Bilen 1995).
Değerler bireyin ideal olarak benimsediği ve davranışlarına yansıttığı
inançları tanımlarken aynı zamanda tutum, kişisel nitelik ve kalıcı
davranışlarını da yansıtır. Değerler bireyin düşünme, karar verme ve
işlevlerine rehberlik eder, davranış ve sorumluluklarını belirler,
yaptıklarına ve yaşamına anlam katarak bireysel özgürlük
kazanmasına yardım eder.
Sağlık bakımında yaşanan gelişmeler yeni mezunların kararlarında
ikilemler yaratmaktadır. Hemşirelik eğitimindeki sosyalizasyon süreci,
kişisel değerlerin değişimini ve mesleki hemşirelik değerlerinin
kazanılmasını içermektedir. Yapılan çalışmalar temel değerlere yönelik
içeriğin formal müfredatta yer almadığını belirtmektedir. Bunlar
genellikle planlanmamış tesadüfi tartışmalarla gayri resmi olarak
düşünülmektedir. Hemşirelerin karşı karşıya kaldığı ve başa çıkması
gereken sorunlar nedeniyle, değerlerin hemşirelik müfredat programında
yer verilerek öğrencilere uygun şekilde öğretilmesi çok etkili olacaktır.
3
Bu nedenle hemşirelik okulları değerlerin gelişimi için temel sağlamaya
uygun olmalıdır (Martin ve ark. 2003).
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’ nda 2000 yılından beri
yürütülmekte olan eğitimde entegrasyon çalışmaları kapsamında
planlanan çalışmalardan biri, çalışanların kişisel değerleri belirlenerek,
öğrencilere kazandırılacak değerlerin yeni müfredata entegre
edilmesidir. Çünkü okul çalışanlarının ve özellikle eğitimcilerin kişisel
değerleri, mesleki değerleri etkilemektedir. Bu nedenle de bilinmesi
önemlidir.
Bu çalışmada; Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu
çalışanlarının öncelikli kişisel değerleri ile bunu etkileyeceği düşünülen
sosyodemografik değişkenler arasındaki ilişki ve öncelikli değerlerinin
gelecekte tatmin edilme derecelerine ilişkin görüşleri incelenmiştir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Tanımlayıcı bir araştırma niteliğinde planlanmış bu çalışmanın
evrenini Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’ nda çalışanların
tümü oluşturmuştur (N= 86; Akademik personel= 62, Đdari personel=
24). Ayrıca örnekleme yöntemine gidilmemiştir. Araştırmanın uygulanması
için okul yönetiminden gerekli izin alınarak, veriler anket yöntemi ile,
Nisan–Ekim 2004 tarihleri arasında toplanmıştır. Akademik kadroda
görevli 6 kişinin anket formunu yanıtlamak istememesi, 1 kişinin de
izinli olması nedeniyle araştırma 79 kişi ile yürütülmüştür. Katılım
oranı % 91.86’ dır.
Anket formu iki bölümden oluşmaktadır. Đlk bölümde çalışanların
tanıtıcı özelliklerini belirlemeye yönelik 11 soru, ikinci bölümde ise
Ortadoğu Teknik Üniversitesi Đşletme Bölümü’ nde yürütülen I. Sağlık
Projesi Yönetim Eğimi Programı’ nda kullanılan ve kişisel değerleri
belirlemeye yönelik soru formu yer almaktadır (16,17). Bu bölümde
genellikle paylaşılan 25 değer açıklamaları ile yer almaktadır.
Araştırmaya katılan çalışanlardan ikinci bölümde yer alan bu
değerlerden kendi önceliklerine göre en önemli gördükleri ilk 10 değeri
belirlemeleri istenmiştir. Daha sonra, belirlenen bu değerlerin her biri
iki bölümde değerlendirilmiştir. Birinci bölümde araştırmacılardan
seçtikleri her bir değerin tatmin edilmiş olmasından ne kadar mutlu
olacaklarını, 5’ li likert ile değerlendirmeleri istenmiştir ( 1= Umurumda
bile olmazdı, 5= Son derece mutlu ederdi). Đkinci bölümde ise
çalışanlardan, seçtikleri her bir değerden mahrum olmalarından ne
kadar mutsuz olacaklarını, 5’ li likert ile değerlendirmeleri istenmiştir
(1= Umurumda bile olmazdı, 5= Son derece mutsuz ederdi). Daha sonra
her bir değer için bu şekilde verdikleri puanları toplayarak bir toplam
puan elde etmeleri istenmiştir. Böylece en yüksek puanlı değerler,
4
araştırmaya katılanların en çok önem verdikleri en önemli 5 değerin
belirlenmesini sağlamıştır. En son olarak, belirlenen ilk 5 değerin “şu
anda”, “5 yılda”, “10 yılda”, “15 yılda” ne derece tatmin edilmiş
olacağını 1-10 arası puanlama üzerinde değerlendirmeleri istenmiştir
(1= Tatmin edilmemiş, 10= Tamamen tatmin edilmiş ).
Araştırma verileri araştırmacılar tarafından bilgisayar ortamına
aktarılmış ve veriler Ege Üniversitesi Bilgisayar Araştırma ve Uygulama
Merkezi’ nde SPSS programı ile değerlendirilmiştir. Verilerin
değerlendirilmesinde sayı yüzde dağılımları, ki kare testi kullanılmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
1. Hemşirelik Yüksekokulu Çalışanlarına Đlişkin Tanıtıcı Bilgiler
Araştırmaya katılan Hemşirelik Yüksekokulu çalışanlarının yaş
ortalamaları 38.36±1.27 yıl olarak saptanmıştır. Çalışanların % 83.5’
inin kadın, % 16.5’ inin erkek, % 67.1’ nin evli, % 16.5’ inin bekar
olduğu, ortalama çocuk sayısının 1.4±0.14 olduğu belirlenmiştir.
Çalışanlarının en son bitirdikleri okula göre dağılımı incelendiğinde;
%16.5’ inin ilköğretim ve lise düzeyinde, % 21.5’ inin üniversite
düzeyinde, %62’ sinin lisansüstü eğitim aldıkları saptanmıştır.
Mezuniyet sonrası geçen süre ortalama 14.72±1.16 yıldır (Tablo 1).
Tablo 1. Çalışanların Sosyodemografik Özelliklerine Göre Dağılımı
Sosyodemografik Özellikler
Yaş Grubu
20-29
30-39
40 ve üzeri
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Medeni Durum
Evli
Bekar
Çocuk Sayısı
Çocuk yok
1 çocuk
2 ve üzeri çocuk
En Son Bitirilen Okul
Đlk+Orta+Lise
ÖnLis.+YO+Fakülte
YL+ Doktora
Mezuniyet Yılı
10 yıldan az
10-20 yıl
20 yıldan fazla
TOPLAM
79
Sayı
Yüzde
23
32
24
29.1
40.5
30.4
66
13
83.5
16.5
53
26
67.1
32.9
37
26
16
46.8
32.9
20.3
13
17
49
16.5
21.5
62.0
43
18
18
54.4
22.8
22.8
100.0
5
Tablo 2’de Hemşirelik Yüksekokulu’ nda çalışanların kurumdaki
görevlerine göre dağılımları incelendiğinde; % 69.6’ sının akademik
personel, % 30.4’ ünün ise akademik idari personel olduğu görülmektedir.
Toplam çalışma yılı ortalaması 15.56±1.23, bu kurumdaki çalışma
süresi ortalaması 12.66±1.12 olarak belirlenmiştir.
Tablo 2. Çalışanların Çalışma Yaşamlarına Đlişkin Bulgular
Çalışma Yaşamına Đlişkin Özellikler
Kurumdaki Görevi
Akademik Personel
Đdari Personel
Toplam Çalışma Yılı
10 yıldan az
10-20 yıl
20 yıldan fazla
Bu Kurumdaki Çalışma Yılı
10 yıldan az
10-20 yıl
20 yıldan fazla
TOPLAM
Sayı
Yüzde
55
24
69.6
30.4
27
37
15
34.2
46.8
19.0
47
22
10
79
59.5
27.8
12.7
100.0
Tablo 3. Çalışanların, Görevlerine Uygunluk Durumlarına Đlişkin Görüşlerinin Dağılımı
Göreve Uygunluk
Çok uygun
Orta
Hiç uygun değil
TOPLAM
Sayı
47
29
3
79
Yüzde
59.5
36.7
3.8
100.0
Hemşirelik Yüksekokulu’ nda çalışanların % 59.5’ i kendilerini bu
göreve çok uygun olarak görürken, % 36.7’ si orta düzeyde uygun, %
3.8’ i ise hiç uygun görmemektedirler (Tablo 3). Bu bulgulara göre,
çalışanların çoğunluğu için şu anda bulundukları görevin kendileri için
uygun olduğu söylenebilir.
2. Hemşirelik Yüksekokulu Çalışanlarının Kişisel Değerlerine
Đlişkin Bulgular
Tablo 4. Çalışanların Öncelikli Kişisel Değerlerinin Dağılımı
Kişisel Değerler
Sağlıklı Olmak
Aile Mutluluğu
Huzur
Eşitlik
Güven
Sayı
34
28
18
10
9
Yüzde
43.0
35.4
22.8
12.7
11.4
Hemşirelik Yüksekokulu çalışanlarının en çok önem verdikleri
değerlerin sırasıyla sağlıklı olmak (%43.0), aile mutluluğu (%35.4),
6
huzur (%22.8), eşitlik (% 12.7) ve güven (%11.4) olduğu belirlenmiştir
(Tablo 4). En önemli değerin “sağlıklı olmak” olarak belirlenmesinin
kurumun bir sağlık kurumu olması ile ilgili olduğu düşünülmektedir.
Bahçecik ve Pek’ in hemşirelerle yaptığı benzer bir çalışmada,
hemşirelerin sahip olduğu değerler birinci sırada “kendine saygı”, ikinci
sırada “eşitlik”, üçüncü sırada “özgürlük” ve “iç huzur”, dördüncü
sırada “barış içinde dünya” ve beşinci sırada “mutluluk” yer almaktadır
(Bahçecik ve Pek 1995). Bu bulgular değerlerin sıralamaları açısından
farklılık göstermekle birlikte sahip oldukları ilk beş değer olması
açısından benzerlik göstermektedir. Altun’ un öğrenciler ile yaptığı bir
başka benzer çalışmada ise öğrencilerin kendilerini en iyi tanımlayan
değerlerinin sırasıyla “insan onuru, adalet, eşitlik, fedakarlık,
gerçekçilik, özgürlük ve estetik” değerleri olduğu belirlenmiştir (Altun
2000). Bireyin benimsediği, hissettiği ya da taşıdığı değerler hem
doyum hem de çatışma kaynağıdırlar. Bireyin taşıdığı değerler aynı
zamanda kişisel gereksinimlerini, sosyal etkilerini ve başkaları ile olan
ilişkilerini de etkilemektedir (Altun 2000). Çalışma ortamında
paylaşılan değerler güveni oluşturur ve personelin bağlılığı ve katılımı
için esastır. Çalışma ortamında kişisel ve örgütsel değerler arasında
uyumun yokluğu iş doyumunu ve iş verimini düşürerek sonuçta
tükenmişliğe ve işten ayrılmalara neden olmaktadır (McNeese-Smith ve
Crook 2003, Mills ve Blaesing 2000).
Tablo 5. Çalışanların Öncelikli Değerlerinin Tatmin Edilme Durumlarının Dağılımı
Kişisel Değerler
Sağlıklı Olmak
Aile Mutluluğu
Huzur
Eşitlik
Güven
Şu Anda
6-10
%
%
15.1
84.9
10.0
90.0
15.1
84.9
18.9
81.1
12.6
87.4
5 Yılda
6-10
%
%
13.9
86.1
8.7
91.3
13.8
86.2
12.6
87.4
11.4
88.6
10 Yılda
6-10
%
%
8.9
91.1
8.8
91.2
13.9
86.1
11.4
88.6
13.9
86.1
15 Yılda
6-10
%
%
15.1
84.9
10.1
89.9
12.7
87.3
11.4
88.6
15.1
84.9
(1= Tatmin edilmemiş; 10= Tamamen tatmin edilmiş)
Kişi taşıdığı değerlerin farkına varırsa karar vermesi ve sorun
çözmesi kolaylaşır. Hemşire olmak sadece özel bilgi ve beceri
gerektirmez, aynı zamanda özel içeriğe uygun davranışlara uyumu da
gerektirir. Hemşirelik mesleğini seçen kişiler, ilişkilerindeki duygu
tutum ve davranışlarını daha iyi anlamak için kendilerinden haberdar
olmalıdırlar. Nasıl ki meslek üyeleri, kişisel değerlerini anlama ve
belirlemeden yoksun olunca, mesleki rolünü algılamakta zorlanırlarsa
da, sağlık bakımı vermek için mesleki eğitim alan öğrenciler de bu yeni
rollerine uyum sağlamaya çalışırken, kişisel değerlerinin farkına
varmalı ve mesleğin profesyonel değerlerine bu değerleri katmalıdırlar.
Profesyonel değerler, kişisel değerlerin yansıması ve genişlemesi ile
7
oluşur. Eğer profesyonel değerler bilinirse, kişi farklı bir bakış açısı ile
gelişmeye başlar, böylece bir durumdan farklı anlamlar çıkarabilir
(Altun 2000, Cortis 2003).
Bu çalışmada, şu anda en çok tatmin edilen değerin “aile
mutluluğu”, en az tatmin edilen değerin ise “eşitlik” olduğu
belirlenmiştir. Đlerleyen yıllarda yine “aile mutluluğu” değerinin en çok
tatmin edilen, “sağlıklı olmak” değerinin ise en az tatmin edilen değer
olacağı belirlenmiştir (Tablo 5). Günümüzün değişen sosyoekonomik ve
kültürel koşullarında aile kurumunu tehdit eden iç ve dış çevre
etkenlerine karşı, şu anda ve gelecekte en çok tatmin edilen değerin
“aile mutluluğu” olması, ailenin huzurlu, güvenli, sıcak atmosferini
yaşamaları açısından çalışanlar adına olumlu bir sonuçtur. Çalışmanın
yürütüldüğü kurumun akademik bir kurum olması nedeniyle rekabete
bağlı olarak şu anda en az tatmin edilen değerin “eşitlik” olması son
derece önemlidir. Bu durum, kurum yöneticilerinin ve anabilim dalı
başkanlarının örgütsel düzeyde bu konuyu bir kez daha düşünerek
gerekli düzenlemelere gitmelerini gerekli kılmaktadır. Örneğin eşitlik ve
adillik kavramlarının farklı algılanması bazı huzursuzluklara neden
olmaktadır. Adillik ile eşitlik arasındaki temel farkın, adilliğin nitel bir
özellik, eşitliğin ise nicel bir özellik olmasıdır. Adil olmamak
adaletsizliktir, ama eşitsizlik her zaman adaletsizlik değildir (Haynes
2002). Örneğin akademik yükseltmelerde yöneticiler zaman zaman
eşitliği sağlarken adillikten, adilliği sağlamaya çalışırken eşitlikten
uzaklaşmaktadırlar. Bu iki değerin karşılanmadığı durumlarda
çalışanların güveni sarsılmakta ve huzur ortamı bozulmaktadır.
Gelecekte en az tatmin edilen değerin “sağlıklı olmak” değerinin olması,
yaşla birlikte sağlıkta da bir takım olumsuz değişimlerin yaşanacağı
nedeniyle beklenen bir sonuçtur. Ancak burada önemli olan,
çalışanların “sağlıklı olmak” değerine hizmet edecek örneğin; egzersiz
yapmak, sigara içmemek, düzenli beslenmek gibi sağlıklı yaşam
davranışlarını ne kadar gerçekleştirdikleridir. Akça’ nın (1998)
Üniversite Öğretim Elemanları ile yaptığı çalışma sonuçlarına göre,
öğretim elemanlarının genel olarak sağlığı geliştirme davranışı orta
düzeyde, egzersiz ve stresle başa çıkma davranışları ise yetersiz olarak
belirlenmiştir (Akça 1998). Tüm bunlardan, öğretim elemanlarının hem
gelecekte “sağlıklı olmak” değerine hizmet edecek sağlıklı yaşam
sürmeleri hem de öğrencilerine örnek olabilmelerini sağlayacak yaşam
tarzlarını, daha yoğun benimsemeleri gerektiği sonucu çıkarılabilir.
3. Hemşirelik Yüksekokulu Çalışanlarının Öncelikli Kişisel
Değerleri Đle Đlişkisi Saptanan Tanıtıcı Özellikler
Bu bölümde, hemşirelik yüksekokulu çalışanlarının öncelikli
kişisel değerleri ile ilişkisi saptanan tanıtıcı özelliklere ilişkin bulgular
yer almaktadır.
8
Hemşirelik yüksekokulu çalışanlarının öncelikli ilk 5 değerinden
“güven” değeri ile çalışanların yaş grubu arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir ilişki saptanmıştır (x²= 7.00 sd= 2, p<0.05). Yapılan
istatistiksel analizlerde, genç yaş grubu çalışanlar için bu değerin daha
önemli olduğu, yaş arttıkça değere verilen önceliğin azaldığı
saptanmıştır. Yine, çalışanların toplam çalışma yıllarına göre “güven”
değerine verdikleri önceliğin de değiştiği, çalışma yılı 10 yıldan az
olanların bu değeri diğer gruplara göre daha çok tercih ettikleri
saptanmıştır. Yapılan analizlerde, bu farkın istatistiksel olarak da
anlamlı olduğu belirlenmiştir (x²= 5.46, sd= 2, p<0.05). Kişinin kendini
işte ve evde güvende hissetmesi, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek
parayı her zaman bulabileceğini bilmesi olarak açıklanan “güven”
değerinin, genç yaş grubunda ve çalışma yılı az olan grupta daha
öncelikli olması, bu gruptaki çalışanların mesleki kariyerlerinin daha
başında olmaları ve bu nedenle bir takım belirsizliklerle karşı karşıya
olmaları ile ilgili olduğu düşünülmektedir. Hemşireliğin amacı, bireylerin
sağlıklarını geliştirme ve sürdürmelerinde yardımcı olmaktadır. Bunu
gerçekleştirebilmek için hemşirenin, verdiği kararlarda sosyalizasyon
süreci içinde ve mesleki eğitim süreci içinde geliştirdiği profesyonel
değerlerin ne derecede olduğunu fark etmesi gerekir (Hall ve Weawer
1985). Bireyler hemşirelik mesleğine girdiklerinde birden değer
geliştirmeye ya da değiştirmeye başlamazlar. Yeni mesleki yaşam
durumları ve deneyimleri ile karşılaştıkça yeni bilgiler edindikçe eski
kişisel değerlerini yeni durumlara uyarlayarak mesleki değerlerini
geliştirirler (Çimete ve Karagöz 1992).
Yapılan analizlerde, hemşirelik yüksekokulu çalışanlarının öncelikli
ilk 5 değerinden “huzur” değeri ile çalışanların çocuk sayıları arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır (x²=9.02, sd= 2,
p<0.05). Tek çocuğa sahip olan çalışanların, hiç çocuğu olmayan ve
ikiden fazla çocuğu olanlara göre “huzur” değerine daha çok öncelik
verdikleri belirlenmiştir.
Araştırmadan elde edilen bulgulara göre, çalışanların mezuniyet
yıllarına göre “sağlıklı olmak” değerine verdikleri önceliğin de değiştiği,
mezuniyet yılı arttıkça “sağlıklı olmak” değeri daha çok tercih edilen
değer olarak belirlenmiştir. Yapılan analizlerde, bu farkın istatistiksel
olarak da anlamlı olduğu belirlenmiştir (x²=6.02, sd= 2, p<0.05).
Mezuniyet yılının artmasıyla birlikte yaşın da arttığı düşünüldüğünde
bu beklenen bir sonuçtur.
SONUÇ VE ÖNERĐLER
Çalışanların en çok önem verdikleri değerlerin sırasıyla “sağlıklı
olmak, aile mutluluğu, huzur, eşitlik ve güven” olduğu belirlenmiştir.
Şu anda en çok tatmin edilen değerin “aile mutluluğu”, en az tatmin
9
edilen değerin ise “eşitlik” olduğu belirlenmiştir. Đlerleyen yıllarda yine
“aile mutluluğu” değerinin en çok tatmin edilen, “sağlıklı olmak”
değerinin ise en az tatmin edilen değer olacağı belirlenmiştir. Yapılan
istatistiksel analizlerde, yaş grubu ve toplam çalışma yılı ile “güven”,
çocuk sayısı ile “huzur” ; mezuniyet yılı ile “sağlıklı olmak” değerleri
arasında anlamlı ilişki saptanmıştır.
Elde edilen bulgular doğrultusunda belirlenen değerlerde değişim
olup olmadığı belirli aralıklarla değerlendirilmesi önerilmektedir.
Günümüzde açıkça tanımlanmış değerlere duyulan gereksinimin önem
kazanmasıyla birlikte kurumlar, kurumda çalışanların kişisel değerlerinin
belirlenmesinden sonraki aşama olarak, temel kurumsal değerlerini
belirlemeli ve çalışanlarına iletmeye yönelik yöntemler geliştirmelidir.
Kurumun hizmet anlayışının özünü oluşturan kurumsal değerler, tüm
personel için ortak bir yön duygusu ve günlük davranış açısından
yönlendirici ilkeler sağlar. Ayrıca örgüt başarısının ön koşulu, tüm
çalışanların örgütün kurumsal değerlerini kavraması, benimsemesi ve
bu değere göre davranmasıdır. Bu nedenle, kurum düzeyinde tüm
çalışanlar arasında ilgi yaratılarak ve iletişim kurularak, kritik değerlerin
ne olduğunun belirlenmesi ve öncelik sırasına konulması önerilmektedir.
Böylelikle istekler, arzular ve ulaşılacak sonuçlar açısından kurumsal
geleceğin tanımlanması sağlanacaktır.
KAYNAKLAR
1. Akça ŞA (1998). Üniversite öğretim elemanlarının sağlığı geliştirme davranışları ve
bunu etkileyen etmenlerin incelenmesi. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Đzmir:
Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 132.
2. Altun Đ (2000). Kocaeli Sağlık Yüksekokulu öğrencilerinin kişisel değerleri ve
meslek seçimine etki eden faktörler. 1. Uluslar arası- 4. Ulusal Hemşirelik Kongresi
Kitabı, Antalya: 75-77.
3. Bahçecik N, Pek H (1995). Hemşirelerin değer kavramları ile ilgili görüşleri ve sahip
oldukları değerler. IV. Ulusal Hemşirelik Kongresi Özet Kitabı, Ankara: 71-72.
4. Bilen M (1995). Sağlıklı insan ilişkileri. Geliştirilmiş Beşinci Baskı, Ankara: Armoni
Ltd. Şti., 93.
5. Bilgin N (2003). Sosyal psikoloji sözlüğü. Kavramlar, yaklaşımlar. Ankara: Bağlam
Yayıncılık, 80-81.
6. Cortis JD (2003). Culture, values and racism: Application to nursing. Đnternational
Nursing Review, 50, 55-64.
7. Çimete G, Karagöz S (1992). Hemşirelikte değerler. III. Ulusal Hemşirelik Kongresi
Kitabı, Sivas, 481-488.
8. Dökmen Ü (2000). Varolmak, gelişmek, uzlaşmak. Đstanbul: Sistem Yayıncılık, 279295.
9. Fry ST (2000). Hemşirelik uygulamalarında etik. Bağ B (çev). Erzurum: Aktif
Yayınevi, 5-10.
10
10. Hall JE, Weawer BR (1985). Distributive nursing practice: A systems aproach.
Second Edition, J.B. Lippincott Company, Philadelphia, 85-101.
11. Haynes F (2002). Eğitimde etik. Akbaş SK (çev), Đstanbul: Ayrıntı Yayınları, 117-119.
12. Marshall G (2003). Sosyoloji sözlüğü. Akınhay O ve Kömürcü D (çev), Ankara: Bilim
ve Sanat Yayınları, 133-135.
13. Martin P, Yarbrough S, Alfred D (2003). Professonal values held by baccalaureate
and associate degree nursing students. Journal of Nursing Scholarship, Third
Quarter, 291-296.
14. McNeese-Smith DK, Crook M (2003). Nursing values and a changing nurse
workforce. Values, age and job stages. Journal of Nursing Administration, 33:5, 260269.
15. Mills AC, Blaesing SL (2000). A lesson from the last nursing shortage. Journal of
Nursing Administration, 30:6, 309-315.
16. Numanoğlu SC, Oğuzhan T, Özkan AT (Erişim tarihi: 30 Ocak 2007) Yönetim eğitimi
toplam kalite yönetimi için ilk adım olabilir mi? http://www.sabem.saglik.gov.tr/
kaynaklar/565_39yonetim_egitimi_tky.pdf
17. …………… I. sağlık projesi yönetim eğitimi programı kurs materyali. Kurs: II-7/8.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi Đşletme Bölümü, Ankara.
18. Yaylacı AF (1999). Đlköğretim
eyad.hypermart.net/etik1.html
okulları
için
etik
program
önerisi.
http://
11
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 13-22, 2007
SAĞLIKLI BĐREYLERDE KANSER RĐSK FAKTÖRLERĐ
CANCER RISK FACTORS IN HEALTHY INDIVIDUALS
Ülkü YAPUCU GÜNEŞ
Ayten ZAYBAK
Đsmet EŞER
Leyla KHORSHID
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu, Hemşirelik Esasları Anabilim Dalı,
Bornova, ĐZMĐR
Anahtar Sözcükler: Kanser risk faktörleri, sağlıklı birey
Key Words: Cancer risk factors, healthy individual
ÖZET
Bu çalışma Đzmir’de yaşayan sağlıklı bireylerde kanser riskinin tanılanması
amacıyla gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın evrenini Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesi’nde yatan hasta refakatçileri oluşturmuştur. 1 Ocak – 1
Temmuz 2004 tarihleri arasında dahili ve cerrahi kliniklerinde yatan, olasılıksız
örneklem yöntemi ile seçilen 356 hasta refakatçisi araştırmanın örneklemini
oluşturmuştur. Verilerin toplanmasında Harvard Üniversitesi Kanser Önleme
Merkezi tarafından geliştirilmiş anket formundan yararlanılmıştır. Araştırma
sonucunda bireylerin her bir kanser türüne ilişkin risk faktörlerinden bir ya da
birden fazlasına sahip oldukları saptanmıştır.
SUMMARY
This study was conducted to determine cancer risk factors in healthy
individuals who live in Đzmir. The scope of the study comprised the people who
accompanied the patients residing in Ege University Faculty of Medicine Hospital.
The sample of the study consisted of 356 hospital attendants who stay in
internal medicine and surgical clinics and choosen through random sampling
technique between the dates of January 1- July 1 2004. Data were collected by
using questionnaire developed by Harvard University Cancer Prevention Center.
At the end of the study, it was determined that people participating to the study
had one or more risk factors related to cancer.
GĐRĐŞ
Kanser ekonomi ve işgücü alanında ağır kayıplara neden olan
önemli bir sağlık problemidir. Dünyada her yıl 10 milyondan fazla yeni
kanser vakası tanılanmaktadır. Yine dünyada toplam 22 milyon kanser
hastası bulunmakta ve her yıl 6 milyon kişi bu hastalıktan ölmektedir.
13
Türkiye’de 2000 yılında 67.000 kişinin kansere yakalandığı ve bu
kişilerin 47.000’inin hayatını kaybettiği bildirilmektedir (http://www.
ntvmsnbc. com). Tüm kanser türlerinin görülme sıklığı ve ölüm oranları
ülkeler, bölgeler ve kıtalar arasında büyük farklılıklar göstermektedir.
Kesin olmamakla birlikte bu farklılıklar beslenme, yaşam biçimi ve
hava kirliliği gibi nedenlere bağlı olarak gelişebilmektedir (Nural ve
Akdemir 2000). Yapılan bir çalışmada tüm kanserlerin %85’inin yaşam
tarzıyla ilişkili olduğu ve kontrol edilebilir bireysel alışkanlıklardan
kaynaklandığı belirtilmektedir (Barclay 1987).
Kanserde erken tanı ve risk altında olanların saptanması kanserin
önlenmesinde önemli yer tutmaktadır. Genellikle insanlar ancak
hastalığın belirti ve bulguları ortaya çıktıktan sonra bir sağlık
kurumuna başvurmaktadırlar. Bu da patolojik değişikliklerin geri
dönüşümsüz hale gelmesine neden olmaktadır. Kanserde erken tanı,
kesin tedavi şansını artırmaktadır. Bireylerin erken tanı belirtilerini ve
kanser oluşumu için ne kadar risk altında olduğunu bilmeleri kanserin
önlenmesinde önemli olan faktörlerden biridir. Bu nedenle hemşireler,
bireylerin risk faktörlerine yönelik bilgilendirilmesinde sağlık
danışmanlığı yaparak önemli rol oynarlar.
Bu çalışma sağlıklı erişkin bireylerde kanser risk faktörlerini
belirlemek amacıyla yapılmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırmanın evrenini, 1 Ocak- 1 Temmuz 2004 tarihleri arasında
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Dahili ve Cerrahi Kliniklerinde
yatan hastaların refakatçileri oluşturmuştur. Araştırmaya katılmayı
kabul eden, herhangi bir hastalığı olmayan ve 40 yaş üzerinde olan
bireyler araştırmanın çalışma grubunu oluşturmuştur (n=356).
Verilerin toplanmasında Harvard Üniversitesi Kanser Önleme
Merkezi tarafından belirlenen kanser risk faktörleri ve ilgili literatür
doğrultusunda araştırmacılar tarafından geliştirilmiş anket formu
kullanılmıştır. Anket formunda bireylere ilişkin bazı tanıtıcı bilgiler
eklenmiş, uzman görüşüne sunularak forma son şekli verilmiştir.
Anket formunda meme kanserine ilişkin 13, uterus 8, serviks 6, böbrek
4, mesane 4, akciğer 7, mide 5, prostat 6, kolon 14 ve cilt kanserine
ilişkin 4 olmak üzere toplam 71 soru yer almaktadır.
Verilerin toplanması ve değerlendirilmesi
Veriler 1 Ocak- 1 Temmuz 2004 tarihleri arasında yüz yüze
görüşme tekniğiyle toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde sayı ve
yüzdelik dağılımları alınmıştır.
14
Araştırmanın yapılabilmesi için Ege üniversitesi Hemşirelik
Yüksekokulu Etik Kurulundan ve araştırmanın yapılacağı kurumdan
yazılı izin alınmıştır. Ayrıca araştırma kapsamına alınan bireylere
gerekli açıklama yapılarak sözel onamları alınmıştır.
Araştırmanın Sınırlılığı
Harvard Üniversitesi Kanser Önleme Merkezi tarafından geliştirilen
anket formu 40 yaş üzeri bireylere yönelik olarak geliştirildiği için 40
yaşın altında olan bireyler araştırma kapsamı dışında tutulmuştur.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Tablo 1’de görüldüğü gibi, araştırma kapsamına alınan bireylerin
%51’inin kadın (n=181), %49’unun erkek (n=175), %56.7’sinin 40-49
yaş, %27.3’ünün 50-59 yaş, %16’sının 60 yaş ve üzerinde olduğu,
%37.9’unun ailesinde kanser öyküsü olduğu, %44.3’ünün hafif obez,
%13.5’inin obez olduğu ve %61.6’sının hiç sigara içmediği saptanmıştır.
Bireylerin %38.4’ü sigara kullanmaktadır. Đçilen sigara miktarı, içme
süresi ve dumanı içine çekme derinliği ile kanserin meydana gelişi
arasında doğru orantı olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. 20 yıl süre
ile günde iki paket sigara içen kişide kanser oluşma oranı içmeyene
göre 16-17 kez daha fazladır (Nural ve Akdemir 2000). Sigara kansere
bağlı ölüm nedenlerinin %15’inden sorumlu tutulmaktadır (Kuper ve
ark. 2002).
Tablo 1. Bireylere Đlişkin Bazı Tanıtıcı Özelliklerin Dağılımı
Bireylere Đlişkin Bazı Tanıtıcı Özellikler
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Yaş
40-49 yaş
50-59 yaş
60 ve üzeri
Ailede kanser öyküsü
Evet
Hayır
Bilmiyorum
Zayıf
Beden kitle indeksi
Uygun kilo
Hafif obez
Obez
Sigara içme durumu
Hiç içmeyenler
14 veya daha az
15-24 arası
25 ve üzeri
TOPLAM
SAYI
181
175
202
97
57
135
213
8
13
137
158
48
219
63
49
25
356
%
51
49
56.7
27.3
16
37.9
59.9
0.2
0.4
38.5
44.4
13.7
61.6
17.8
13.8
0.8
100.0
15
Tablo 2: Bireylerin Kanser Açısından Bazı Organlara Đlişkin Risk Faktörlerinin Dağılımı
ORGANLAR
MEME
n=181
SERVĐKS
n=181
UTERUS
n=181
PROSTAT
n=175
MESANE
n=356
KOLON
n=356
16
RĐSK FAKTÖRLERĐ
Uzun boylu olma
Şişman olma
Sebze tüketmeme
Alkol tüketimi
Erken menarş
Đlk doğum yaşının 35 yaşın üzerinde olması
Menapoz yaşının 55 ve üzerinde olması
Doğum sayısının 2’den az olması
Emzirme süresinin 1 yıldan az olması
5 yıldan uzun süredir doğum kontrol hapı kullanma
Menapoz sonrası 5 yıldan daha uzun süredir hormon
kullanma
Benign bir meme hastalığına sahip olma
Aile öyküsü
Sigara içme
Cinsel ilişki yaşının küçük olması
Cinsel yolla bulaşan hastalığa sahip olma
Kondom veya diyafram kullanmama
Doğum sayısının 2’den fazla olması
Pap-smear testi yaptırmama
Şişman olma
Sigara içme
5 yıldan daha kısa süre doğum kontrol hapı kullanma
Hiç doğum yapmama
Menapoz yaşının 55 ve üzerinde olması
Menapoz sonrası 10 yıl ve daha uzun süredir hormon
kullanma
Diabetes Mellitus
Aile öyküsü
55 yaşın üzerinde olma
Uzun boylu olma
Hayvansal yağ tüketimi
Yetersiz domates tüketimi
Vazektomi
Aile öyküsü
65 yaşın üzerinde olma
Sigara içme
Kimyasal maddelere maruz kalma
Aile öyküsü
50 yaşın üzerinde olma
Uzun boylu olma
Şişman olma
Kırmızı et tüketimi
Yetersiz sebze tüketimi
Alkol tüketimi
Vitamin hapı kullanmama
Yetersiz fiziksel aktivite
5 yıldan daha kısa süredir doğum kontrol hapı kullanma
Menapoz sonrası 5 yıldan daha kısa süredir hormon
kullanma
Düzenli aspirin kullanmama
Đnflamatuar bağırsak hastalığı
Aile öyküsü
Son 10 yılda kolon kanseri açısından tarama yaptırmama
SAYI
36
100
121
4
15
9
0
54
86
11
4
%
20.4
55.2
66.9
2.2
8.3
4.9
0
29.8
47.5
6.1
2.2
31
8
46
70
12
143
127
127
100
46
170
26
0
4
17.1
4.4
25.4
38.7
6.6
79.0
70.2
70.2
55.2
25.4
93.9
14.4
0
2.2
20
12
61
43
107
47
1
17
35
137
23
10
154
79
206
123
240
32
335
254
170
122
11.0
6.6
34.9
24.6
61.1
26.9
0.6
9.7
9.8
38.4
6.4
2.8
43.2
22.2
57.8
34.5
67.4
8.9
94.1
71.3
93.9
67.4
335
18
13
337
94.1
5.0
3.6
94.6
BÖBREK
n=356
AKCĐĞER
n=356
CĐLT
n=356
MĐDE
n=356
45 yaşın üzerinde olma
Şişman olma
Sigara içme
Aile öyküsü
Yetersiz sebze tüketimi
Yetersiz meyve tüketimi
Sigara içme
Sigara dumanına maruz kalma
Büyük şehirde yaşama
Kimyasal maddelere maruz kalma
Aile öyküsü
Açık ten rengine sahip olma
Çocukken güneş yanığına maruz kalma
Bağışıklık sistemini baskılayan ilaç kullanma
Aile öyküsü
252
206
137
4
240
226
137
206
260
23
67
210
31
25
9
70.8
57.8
38.4
1.1
67.4
63.4
38.4
57.8
73.0
6.4
18.8
58.9
8.7
7.0
2.5
50 yaşın üzerinde olma
Yetersiz meyve tüketimi
Aşırı tuz tüketimi
Aile öyküsü
A(+) kan grubuna sahip olma
154
226
174
16
135
43.2
63.4
48.8
4.5
37.9
Tablo 2’de araştırma kapsamına alınan bireylerde kanser
oluşumu açısından bazı organlara ilişkin saptanan risk faktörlerinin
dağılımı görülmektedir.
Araştırma kapsamına alınan kadınlarda meme kanserine ilişkin
risk faktörü olarak kabul edilen, yetersiz sebze tüketen 121 (%66.9),
hafif obez/obez olan 100 (%55.2), emzirme süresi 1 yıldan az olan 86
(%47.5), doğum sayısı 2’den az olan 54 (%29.8), benign bir meme
hastalığına sahip olan 31 (%17.1) ve ailesinde meme kanseri öyküsü
olan 8 kadın (%4.4) saptanmıştır. Bu etmenlerin her biri meme kanseri
oluşumunda bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir (www.
yourcancerrisk.harvard.edu, Lissowska ve ark. 2007). Emzirmenin
meme kanseri oluşumunda koruyucu bir rolü olduğu, laktasyon süresi
arttıkça meme kanseri oluşma riskinin azaldığı bilinmektedir
(Newcomb ve ark. 1994, Zografos ve ark. 2004). Araştırma kapsamına
alınan bireylerin yetersiz sebze tüketimi, fazla kilolu olmaları ve
emzirme sürelerinin kısa olmasına bağlı olarak meme kanserine
yakalanma risklerinin yüksek olduğu söylenebilir.
Kadınlarda serviks kanserine ilişkin saptanan risk faktörü olarak
%79’unun kondom veya diyafram kullanmadığı, %70.2’sinin doğum
sayısının 2’den fazla olduğu ve pap-smear yaptırmadığı, %38.7’sinin cinsel
ilişki yaşının küçük olduğu ve %25.4’ünün sigara içtiği saptanmıştır.
Erken yaşta cinsel ilişki, sigara kullanımı servikal kanser riskini artırırken
cinsel ilişki sırasında kondom veya diyafram kullanımı, doğum
sayısının ikiden az olması ve düzenli pap smear yaptırılması servikal
kanser riskini düşürmektedir (Pham-McNeill 2003). Araştırmadan elde
17
edilen veriler doğrultusunda serviks kanserine ilişkin risk faktörlerinden
kondom kullanmama ve pap-smear testi yaptırmayanların yüzdesi
oldukça yüksektir. Buna bağlı olarak araştırma kapsamına alınan
bireylerin serviks kanseri için risk taşıdıkları düşünülmektedir.
Uterus kanserinde risk faktörleri; şişmanlık, sigara içme, 5 yıldan
daha kısa süre doğum kontrol hapı kullanma, hiç doğum yapmamış
olma, menopoz yaşının 55 ve daha üzeri olması, menopoz sonrası 10 yıl
ya da daha uzun süreli hormon tedavisi, diyabet ve aile öyküsüdür.
Hachisuga ve ark. (1998) diyabetes mellitusun uterus kanseri için
önemli bir risk faktörü olduğunu belirtmişlerdir. Bu çalışmada,
kadınların büyük bir çoğunluğunun (%93.9) 5 yıldan daha kısa süre
doğum kontrol hapı kullandığı, yarısından fazlasının (%55.2) hafif
obez/obez olduğu, dörtte birinin (%25.4) sigara içtiği, yaklaşık onda
birinin (%11) ise ailesinde diyabet öyküsü olduğu belirlenmiştir. Türk
toplumunda kadınlar aile planlaması yöntemi olarak daha çok rahim
içi araç yöntemini tercih etmektedir (Önal 2007). Bu yüzden de doğum
kontrol hapı kullanma kadınlar arasında çok yaygın bir davranış
değildir. Nitekim araştırma kapsamına alınan kadınların %93.9 gibi
yüksek bir oranı 5 yıldan daha az süre doğum kontrol hapı kullanmıştır. Bu
bulgular göz önüne alındığında kadınların uterus kanseri riskinin
yüksek olduğu düşünülebilir.
Günde beş porsiyondan daha az hayvansal yağ içeren besinlerin
tüketimi ve günde en az bir porsiyon domates ve domates içeren
ürünlerin tüketimi prostat kanser riskini en aza indirmektedir (Hayes
ve ark. 1995). Yapılan çalışmalarda fazla miktarda süt ve süt ürünleri,
kalsiyum, karbonhidrat ve doymuş yağ içeren ürünlerin ve az miktarda
sebze tüketiminin prostat kanser riskini arttırdığı saptanmıştır
(Steinberg ve ark. 1990, Gunnell ve ark. 2003). Araştırma kapsamına
alınan erkeklerin %61.1’i fazla miktarda hayvansal yağ tükettiğini,
%26.9’u diyette yeterli miktarda domates tüketmediğini, %9.7’si
ailesinde kanser öyküsü olduğunu belirtmişlerdir. Araştırma verileri
incelendiğinde, hayvansal yağ tüketiminin oldukça yüksek olmasının
prostat kanseri açısından risk oluşturduğu düşünülebilir.
Mesane ve böbrek kanserinde risk faktörü olarak kabul edilen
sigara içme oranı %38.4’dür. Kimyasal maddelere maruz kalan 23
(%6.4), hafif obez/obez olan 206 (%57.8), ailesinde mesane kanseri
öyküsü olan 10 (%2.8), böbrek kanseri öyküsü olan 4 birey (%1.1)
saptanmıştır. Marcus ve ark. (2000) sigara içmenin mesane kanseri
açısından en önemli risk faktörü olduğunu, erkeklerde %50-66,
kadınlarda ise %25 oranında mesane kanseri oluşumunu arttırdığını
bildirmişlerdir. Brennan ve ark. (2000) yaptıkları bir çalışmada sigara
içmenin mesane kanseri riskini en az üç kat arttırdığını saptamışlardır.
Tekstil, boya, deri ve kimyasal maddelere maruz kalınan mesleklerde
çalışan kişilerde mesane kanseri insidansı oldukça yüksektir. McLaughlin
18
ve Lipworth'ın (2000) bildirdiğine göre mesane ve böbrek kanserinin
görülme sıklığı erkeklerde kadınlara oranla iki kat daha fazladır.
Yapılan çalışmalara bakıldığında sigara içme mesane ve böbrek kanseri
oluşumuna neden olan faktörlerin başında gelmektedir. Bu araştırmadan
elde edilen bulgulara göre sigara ve sigara dumanına maruz kalma
oranının oldukça yüksek (%96.2) olduğu görülmektedir. Mesane kanseri
açısından diğer bir risk faktörü ise bireyin yaşıdır. Ries ve ark. (2000)
mesane kanseri insidansını 65 yaş ve üzeri kişilerde yüzbinde 110,8,
daha genç bireylerde ise yüzbinde 6.4 olarak bulmuşlardır. Bu veriler
doğrultusunda araştırma kapsamına alınan bireylerin mesane ve
böbrek kanserine yakalanma risklerinin yüksek olduğu düşünülebilir.
Harvard Üniversitesi Kanser Araştırma Merkezi’nin belirlediği risk
faktörlerine göre; aşırı kırmızı et tüketme, aşırı alkol (günde bir kadeh
veya daha fazla) alma, yetersiz sebze tüketimi, yetersiz fiziksel aktivite,
obezite, inflamatuar bağırsak hastalığı ve aile öyküsü kolon kanser
riskini artırırken, kolon kanseri açısından tarama yaptırma, 5 yıl yada
daha uzun süre doğum kontrol hapı kullanma, menapoz sonrası 5 yıl
ya da daha uzun süre hormon tedavisi alma, her gün düzenli olarak
vitamin ve aspirin kullanma ise bu riski azaltmaktadır. Bu çalışmada
bireylerin en yüksek oranla; %94.6’sının son 10 yılda kolon kanseri
açısından tarama yaptırmadığı, %94.1’inin düzenli olarak vitamin ve
aspirin kullanmadığı, %7.3’ünün yeterli fiziksel aktivitede bulunmadığı,
%67.4’ünün ise yeterli sebze tüketmediği saptanmıştır. Ülkemizde
bireylerin sağlık davranışları göz önünde bulundurulduğunda, bir
rahatsızlığı olmadığı sürece bir sağlık kurumuna başvurarak genel
sağlık taraması yaptırmadıkları, düzenli egzersiz yapmadıkları ve yeterli
sebze ve meyve tüketmedikleri görülmektedir (Şirin ve ark. 2006). Bu
yüzden de araştırma kapsamına alınan bireylerin kolon kanseri
açısından riskli davranışlarının oldukça yüksek olduğu düşünülebilir.
Harvard Üniversitesi Kanser Araştırma Merkezi’nin belirlediği
mide kanseri risk faktörleri; yetersiz meyve ve aşırı tuz tüketimi, A(+) kan
grubuna sahip olma ve ailesinde kanser öyküsü bulunmasıdır. Araştırma
kapsamına alınan bireylerin %63.4’ünün yeterli meyve tüketmediği,
%48.8’inin aşırı miktarda tuz tükettiği, %37.9’unun A(+) kan grubuna
sahip olduğu, %4.5’inin ise ailesinde kanser öyküsü bulunduğu
belirlenmiştir. Yapılan prospektif çalışmalar meyve ve sebze tüketiminin
mide kanseri riskini önemli oranda azalttığını göstermektedir (Kobayashi
ve ark. 2002, Lee ve ark. 2003). Choi ve ark. (2006) yaptıkları
çalışmada ilerlemiş yaşın mide kanseri için bir risk faktörü olduğunu
saptamışlardır. Bernini ve ark. (2006) ise mide kanserinin aile öyküsü
ile anlamlı bir şekilde ilişkili olduğunu belirlemişlerdir. Diyetteki tuz
alımı da mide kanseri için önemli bir risk faktörüdür (Shikata ve ark.
2006). Araştırma kapsamına alınan bireylerin mide kanseri açısından
riskli davranışlara sahip oldukları söylenebilir.
19
Araştırma kapsamına alınan bireylerde cilt kanserine ilişkin risk
faktörü olarak kabul edilen, açık ten rengine sahip olan 210 birey
(%58,9), çocukken güneş yanığına maruz kalan 31 birey (%8.7),
bağışıklık sistemini baskılayan ilaç kullanan 25 birey (%7) ve ailesinde
cilt kanseri öyküsü olan 9 birey (%2.5) saptanmıştır. Nural ve
Akdemir’in (2000) çalışmasında güneşten çabuk etkilenenlerin oranı
%53.57 olarak saptanmıştır. Çalışma bulguları Nural ve Akdemir’in
bulguları ile benzerlik göstermektedir.
Akciğer kanserine ilişkin risk faktörü olarak bireylerin %67.4’ünün
yeterli miktarda sebze, %63.4’ünün yeterli miktarda meyve tüketmediği,
%38.4’ünün sigara içtiği, %57.8’inin sigara içmediği halde sigara
dumanına maruz kaldığı, %18.8’inin ailesinde akciğer kanseri öyküsü
olduğu, %6.4’ünün de kimyasal maddelere maruz kaldığı saptanmıştır.
Sigara içme akciğer kanser riskinin artmasında önemli bir rol
oynamaktadır (Smith ve ark. 2006). Sürekli olarak sigara içen veya
sigara dumanını inhale eden ve kimyasal maddelere maruz kalan
bireylerde akciğer kanseri riski, maruz kalınan madde bırakıldıktan
sonra bile 20 yıl devam etmektedir (Reid ve ark. 2006). Sebze ve meyve
tüketiminin akciğer kanseri gelişimine karşı koruyucu bir rolü olduğu
düşünülmektedir. Miller ve ark. nın (2004) yaptıkları çalışmada, meyve
tüketimi ile akciğer kanseri arasında anlamlı bir ilişki olduğu
saptanmıştır. Bu bulgulara göre araştırma kapsamına alınan bireylerin
akciğer kanseri gelişme riskinin yüksek olduğu düşünülmektedir.
SONUÇ VE ÖNERĐLER
Araştırma sonucunda, bireylerin her bir kanser türüne ilişkin
risk faktörlerinden birçoğunu taşıdıkları görülmektedir. Bireylerin
sahip oldukları riskler ne kadar yüksekse, kansere yakalanma riski de
o denli yüksek olacaktır. Günümüz sağlık anlayışı, birey, aile ve toplumun
sağlığını koruyan, sürdüren, geliştiren sağlık merkezli bakım yaklaşımını
öngörmektedir. Bu anlayış, bireyin iyilik halini koruyacak, sürdürecek
ve geliştirecek davranışlar kazanması ve kendi sağlığı ile ilgili doğru
kararlar almasını sağlamak üzerine dayandırılmıştır. Sağlıklı olmayan
her davranışın kanser için bir risk faktörü olduğu unutulmamalıdır.
Bu sonuçlar doğrultusunda; toplumun kanser risk faktörlerine
ilişkin bilgilendirilmesi, topluma sağlıklı yaşam davranışlarını kazandırmak
için hemşirelerin eğitmen ve danışman rollerini üstlenmesi, başka
nedenlerle polikliniğe başvuran hastalara kanser tarama ve izlem
programlarının başlatılması önerilmiştir.
20
KAYNAKLAR
1. Barclay V (1987). Kanser hemşireliğinde temel kavramlar. Çev.Ed.: N Platin, 1.
Baskı, Ankara, Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu, 11-36.
2. Bernini M, Barbi S, Roviello F, et al (2006). Family history of gastric cancer: a
correlation between epidemiologic findings and clinical data. Gastric Cancer 9(1): 913.
3. Brennan P, Bogillot O, Cordier S et al (2000). Cigarette smoking and bladder cancer
in men: a pooled analysis of 11 case-control studies. Int J Cancer. 86: 289-294.
4. Choi S, Lim YJ, Park SK (2006). Risk factor analysis for metaplastic gastritis in
Koreans. World J Gastroenterol. 12(16): 2584-7.
5. Gunnell D, Oliver SE, Peters TJ et al (2003). Are diet-prostate cancer associations
mediated by the IGF axis? A cross-sectional analysis of diet, IGF-I and IGFBP-3 in
healthy middle-aged men. Br J Cancer. 88(11): 1682-1686.
6. Hachisuga T, Kaetsu A, Sugimori H. (1998). Risk factors for endometrial cancer in
Japanese women. Int J Gynecol Cancer. 8: 292-297
7. Hayes RB, Liff JM, Pottern LM et al (1995). Prostate cancer risk in U.S. blacks and
whites with family history of cancer. Int J Cancer. 60: 361-364.
8. Kanser, ikinci ölüm nedenimiz. http://ntvmsnbc.com/. Erişim tarihi 8 Aralık 2004.
9. Kobayashi M, Tsubono Y, Sasazuki S, et al (2002). Vegetables, fruit and risk of
gastric cancer in Japan: a 10-year follow-up of the JPHC Study Cohort I. Int J
Cancer. 1; 102(1): 39-44.
10. Kuper H, Adami HO, Boffetta P (2002). Tobacco use, cancer causation and public
health impact, Journal of Internal Medicine, 251(6): 455 - 466
11. Lee SA, Kang D, Shim KN, et al (2003). Effect of diet and Helicobacter pylori
infection to the risk of early gastric cancer. J Epidemiol. 13(3): 162-8.
12. Lissowska J, Gaudet MM, Brinton LA, et al (2007). Intake of fruits, and vegetables
in relation to breast cancer risk by hormone receptor status. Breast Cancer Res
Treat. 21: 235-242.
13. Marcus PM, Hayes RB, Vineis P, et al (2000). Cigarette smoking, N-acetyltransferase
2 acetylation status, and bladder cancer risk: a case-series meta-analysis of a geneenvironment interaction. Cancer Epidemiol Biomarkers Prev. 9(5): 461-7.
14. McLaughlin JK, Lipworth L (2000). Epidemiologic aspects of renal cell cancer. Semin
Oncol. 27: 115-123.
15. Miller AB, Altenburg HP, Bueno-de-Mesquita B, et al (2004). Fruits and vegetables
and lung cancer: Findings from the European Prospective Investigation into Cancer
and Nutrition Int J Cancer. 10; 108(2): 269-76
16. Newcomb PA, Storer BE, Longnecker MP, et al (1994). Lactation and a reduced risk
of premenopausal breast cancer. N Engl J Med, 330(2): 81-7.
17. Nural N, Akdemir N (2000). Dahiliye servislerinde yatan hastalarda kanser risk
faktörleri ve erken tanı belirtilerinin saptanması. Cumhuriyet Üniversitesi
Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi 4(2): 1-13.
18. Önal E. Türkiye’de Aile Planlaması, www.publichealth.pitt.edu/supercourse/
SupercoursePPT/5011-6001/5621.ppt (erişim tarihi 12 .02. 2007)
21
19. Pham-McNeill JH (2003). Cervical cancer among young Vietnamese American
women: incidence, risk factors, and early detection. Asian am Pac Isl J health. 10(2):
100-107
20. Reid A, de Klerk NH, Ambrosini GL, Berry G, Musk AW (2006). The risk of lung
cancer with increasing time since ceasing exposure to asbestos and quitting
smoking. Occup Environ Med. 63(8): 509-12
21. Ries LAG, Eisner MP, Kosary Cl et al 2000). SEER cancer statitics review, 19731997; Bethesda, Md: National Cancer Institute.
22. Shikata K, Kiyohara Y, Kubo M, et al (2006). A prospective study of dietary salt
intake and gastric cancer incidence in a defined Japanese population: the Hisayama
study. Int J Cancer. Jul 1; 119(1): 196-201
23. Smith CJ, Perfetti TA, King JA (2006). Perspectives on pulmonary inflammation and
lung cancer risk in cigarette smokers Inhal Toxicol. 18(9): 667-77.
24. Steinberg GD, Carter BS, Beaty TH, Childs B, Walsh PC (1990). Family history and
the of prostate cancer. Prostate. 17: 337-347
25. Stromborg MF (1986). The role of the nurse in early detection of cancer: population
sixty-six years of age and older. Oncology Nursing Forum, 13(2): 66-74.
26. Your disease risk. http://www.yourdiseaserisk.harvard.edu Erişim tarihi 12 Ekim
2003.
27. Zografos GC, Panou M, Panou N (2004). Common risk factors of breast and ovarian
cancer: recent view. Int J Gynecol Cancer. 14: 721-740.
22
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 23-30, 2007
MUĞLA ÜNĐVERSĐTESĐ ÖĞRENCĐLERĐNĐN CĐNSEL SAĞLIK /
ÜREME SAĞLIĞI HĐZMETLERĐ ĐLE ĐLGĐLĐ GÖRÜŞLERĐNĐN
ĐNCELENMESĐ
INVESTĐGATĐON OF THE VĐEWS OF THE STUDENTS AT MUĞLA
UNĐVERSĐTY ABOUT SEXUAL HEALTH/REPRODUCTĐON HEALTH
SERVĐCES
Hülya BAYBEK
Adile TÜMER
Aynur KAYAR
Muğla Üniversitesi Mefharet Koçman Sağlık Merkezi Kötekli / MUĞLA
Anahtar Sözcükler: Cinsel Sağlık, Üreme Sağlığı, Üniversite Öğrencileri
Key Words: Sexual Health, Reproductive Health, University Students
5. Uluslararası Üreme Sağlığı ve Aile Planlaması Kongresinde sözel bildiri olarak
sunuldu. 19-22 Nisan 2007, Ankara.
ÖZET
Bu araştırma, Muğla Üniversitesi Mefharet Koçman Sağlık Merkezi’nde
öğrencilere sunulması planlanan cinsel sağlık/üreme sağlığı (CS/ÜS) ile ilgili
bilgilendirme-danışmanlık hizmetlerinde öncelik verilmesi gereken konuların
ve yaklaşım biçiminin belirlenmesi, öğrencilerin CS/ÜS ile ilgili görüşlerinin
incelenmesi amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Tanımlayıcı tipte olan araştırma, Muğla Üniversitesi Sıtkı Koçman
Yabancı Diller Yüksekokulu Hazırlık Bölümü’nde okuyan 502 öğrenci ile
yürütülmüştür. Veriler 15-16 Şubat 2007 tarihlerinde anket formu ile
toplanmış ve yüzdelik olarak değerlendirilmiştir.
Araştırmada öğrencilerin %93.0’ünün üniversitenin sağlık merkezinden
yararlanmadığı belirlenmiştir. Öğrencilerin CS/ÜS konusunda, en fazla
(%52.7) kitap/dergiden, ikinci sırada ise (%42.0) akran/arkadaştan bilgi aldığı,
sağlık personelinden bilgi alma oranının ise oldukça düşük olduğu (%9.8)
saptanmıştır. Çalışma kapsamındaki öğrencilerin %50’sinin mediko-sosyal
merkezlerinde CS/ÜS hizmeti verilmesini istedikleri belirlenmiştir. Öğrencilerin
almak istedikleri hizmetin hem danışmanlık hem de tedaviyi içermesi (%55.3),
hizmetin kolay ulaşılabilirliği (%49.4) ve bilgilerin gizli olması gerekliliği
(%45.1); hizmet verecek personelin donanımlı bir profesyonel olması (%69.9),
ön yargısız ve anlayışlı olması (%56.2) ve gençlerle arkadaşça ilişki kurabilmesi
(%52.0) gibi nitelikler aradıkları belirlenmiştir. Öğrencilerin özellikle cinsel yolla
bulaşan hastalıklar (%53.1), cinsel sorunlar (%49.2), sorumlu ve güvenli cinsel
davranış (%43.2) konularında CS/ÜS hizmeti almak istedikleri saptanmıştır.
Araştırma sonuçlarının, sağlık merkezinin ve gençlik danışma biriminin ileriye
23
yönelik çalışmalarına ışık tutacak nitelikte olduğu düşünülmüş ve önerilerde
bulunulmuştur.
SUMMARY
This study is conducted at Muğla University by Mefharet Kocman Medical
Center in order to decide upon the priorities to be given about sexual health
/reproduction health which is being planned for the students by using
informative-counselling services and to determine the approches to be used as
well as investigation of the students’ views about sexual health /reproduction
health.
The samples of this descriptive study is formed by 502 volunteer students
out of 614 students studying at Muğla University, Sıtkı Kocman School of Foreign
Languges. The data is collected through questionnaire on the 15th-16th of
February and evaluated using percentages.
It is found out that 93.0% of the students are not making use of the
medical centre. 52.7% of the students informed about sexul health/peproduction
health via magazines/journals, 42.0% of them learned from their relatives
peer/friends. However, getting information from the medical staff was found out
to be quite low (9.8%). It is revealed that nearly 50% of the students asked to
have information about CS/ÜS from the Medical Centre. It also came out that the
qualities that the students look for include the following: the service tht students
want to have should include both couselling and treatment (55.3%), easy access
to the service (49.4%), confidentiality of the information (45.1%), a well-qualified
and equipped professionalls (69.9%), having no prejudices an being
understanding (56.2%), and making friends with the students (%52.0). The study
also reveals that the students want to have information about sexually
transmitted infections (53.1%), service about the sexual problems (49.2%), safe
and responsible sexual behaviour (43.2%). The results of the study are thought to
highlight the future of the health centre and the youth counselling unit and
suggestions are made.
GĐRĐŞ
Gençlerin sağlığını tehdit eden en önemli konulardan biri cinsel
sağlık/üreme sağlığı (CS/ÜS) ile ilgili riskli davranışlardır (Akın A. ve
ark. 2006). Gençlerin CS/ÜS gereksinimleri, yetişkinlerinkinden
farklıdır ve bu gereksinimlerin karşılanmaması, sonraki yaşamlarında
ciddi sonuçlar doğurabilir (Türkiye ÜS Programı 2004). Đnsan hayatının
temel özelliklerinden biri olan cinselliğin sağlıklı yaşanması çok
önemlidir. Cinsel sağlık Dünya Sağlık Örgütü tarafından; “cinsellikle
ilişkili olarak fiziksel, duygusal, zihinsel ve sosyal açıdan tam bir iyilik
hali” olarak tanımlanmaktadır (WHO 2004). Cinsel sağlık aynı zamanda,
insanların tatmin edici ve güvenli bir cinsel yaşamlarının olması, üreme
yeteneğine sahip olmaları, üreme yeteneklerini kullanmada karar verme
özgürlüğüne sahip olmaları demektir (T.C. Sağlık Bakanlığı, 2006).
CS/ÜS konularının kişiler arasında hala bir tabu olmasının yanı
sıra; eğitim kurumlarında da aynı geleneksel bakış açısının izleri
24
programlara yansımaktadır. Örgün eğitim programlarında seçmeli ders
olarak alınan “Sağlık Bilgisi” dersinin üremeyle ilgili bölümleri biyolojik
üreme süreci ile sınırlıdır. Dolayısıyla gençler CS/ÜS ile ilgili bilgi
gereksinimlerini karşılayabilmek için okul dışındaki kaynaklara
yönelmekte ve çoğu zaman yanlış bilgi almaktadır (Akın A. ve ark.
2004). Gençlere yönelik CS/ÜS çalışmaları üzerinde önemle durulması
gereken ve özel bir bakış açısı ile özgün yaklaşımlar gerektiren bir
konudur (WHO 2001). Cinsellik konusundaki tabular ve kültürel
normlar, bilgi eksikliği ve var olan hizmetlerin kalitesiyle ilgili sorunlar,
hizmetin karşılanabilir olmaması ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığı gençlerin
bilgiye ve CS/ÜS hizmetlerine ulaşmasında bir engel oluşturmaktadır
(WHO/FRH/FPP 1997). Türkiye’de üniversitelerin mediko-sosyal
merkezlerinde genellikle hasta olanların muayenesi şeklinde hizmet
verilmektedir. Özellikle CS/ÜS gibi mahremiyetin önem arz ettiği
konularda 8 üniversite dışında, rutin hizmet verilmemektedir. Oysa
üniversite çağına gelen bütün öğrencilerin CS/ÜS ile ilgili bilgilendirme
-danışmanlık ve klinik hizmet gereksinimlerinin olacağı açıktır. Beş
üniversitede yapılan çalışma sonucuna göre; geçler arasında CS/ÜS ile
ilgili riskli davranışlar söz konusudur ve mevcut bilgileri yetersizdir
(Akın A ve ark. 2006). Yapılacak araştırma sonuçlarının, üniversitelerde
gençlerin gereksinimlerine cevap veren genç dostu CS/ÜS hizmet
modelini geliştirmeye, üniversite öğrencilerinin bilgi, tutum, CS/ÜS
hizmetlerinden yararlanma, kontraseptif kullanımı ve riskli davranışlarını
olumlu yönde değiştirmeye katkıda bulunacağı düşünülmektedir.
Bu araştırma, Muğla Üniversitesi Mefharet Koçman Sağlık
Merkezi’nde öğrencilere sunulması planlanan CS/ÜS ile ilgili
bilgilendirme-danışmanlık hizmetlerinde öncelik verilmesi gereken
konuların ve yaklaşım biçiminin belirlenmesi, öğrencilerin CS/ÜS ile
ilgili görüşlerinin incelenmesi amacıyla gerçekleştirilmiştir.
GEREÇ ve YÖNTEM
Araştırmanın Tipi
Araştırma tanımlayıcı olarak gerçekleştirilmiştir.
Araştırmanın Evren ve Örneklemi
Araştırmanın evrenini; 2006-2007 öğrenim yılı Muğla Üniversitesi’nde kayıtlı olan öğrenciler oluşturmuştur. Örneklem seçiminde
kohort tipi örneklem seçme yöntemi kullanılmış, Sıtkı Koçman Yabancı
Diller Yüksekokulu Hazırlık Bölümü’nde okuyan 614 öğrenciden
araştırmaya katılmayı kabul eden 502 öğrenci araştırmanın örneklemini
oluşturmuştur (Katılım hızı=%81.76). Öğrencilerden 20’si ön uygulamaya
katıldığından, 43 öğrenci devamsız olduğundan ve 49 öğrenci anket
formunu doldurmayı kabul etmediğinden araştırmaya dahil edilmemiştir.
25
Verilerin Toplanması
Veri toplama aracı olarak, araştırmacılar tarafından literatür
incelenerek geliştirilen ve 17 sorudan oluşan anket formunun ön
uygulaması, örneklem dışındaki 20 öğrenci üzerinde yapılmıştır. Gerekli
düzeltmelerden sonra anket formuna son şekli verilmiştir. Veriler 1516 Şubat 2007 tarihlerinde araştırmacılar tarafından toplanmıştır.
Uygulamadan önce araştırma ve anket formu ile ilgili açıklamalar
yapılmış, uygulama süresince sınıfta kalınmış ve öğrencilerin anket
formlarını doldurmaları sağlanmıştır. Zaman sınırlaması yapılmamış olup,
bir anketin yanıtlanması ortalama 10 dakika sürmüştür.
Verilerin Değerlendirilmesi
Verilerin kodlanması ve analizinde SPSS 11.0 paket programı
kullanılmıştır. Veriler sayı ve yüzde olarak değerlendirilmiştir.
Araştırmada Etik
Araştırma öncesinde araştırmanın yürütülmesi için Muğla
Üniversitesi Rektörlüğü’nden yazılı izin, araştırmaya katılan öğrencilerden
de sözel izin alınmıştır.
BULGULAR ve TARTIŞMA
Araştırmada öğrencilerin yaş ortalamasının (±SS) 19.78±1.55 (alt
değer-üst değer=17-27) olduğu, %64.1’inin erkek ve %46.1’inin bekar
ama kız/erkek arkadaşının olduğu belirlenmiştir. Araştırmada
öğrencilerin %93.0’ünün sağlık merkezinden yararlanmadığı, %62.0’sinin
kendisini sağlıklı olarak değerlendirdiği saptanmıştır. Üniversite sağlık
merkezinde genellikle hasta olanın muayenesi şeklinde hizmet verilmesi
ve sağlık güvencesi olan (bağkur, sigorta gb.) öğrencilerin doğrudan
hastaneye gitmeleri, sağlık merkezinden yararlanma oranını
düşürmektedir.
Araştırmada, cinsel sağlık/üreme sağlığı kavramı sizin için neyi
ifade ediyor sorusuna, öğrencilerin %67.1’nin sağlıklı cinsellik ve sağlıklı
üreme, %32.7’sinin ise cinsellik ve üreme sağlığına ilişkin problemler
yanıtını verdiği tespit edilmiştir (Tablo 1). Akın ve arkadaşlarının iki
üniversite (Hacettepe, Dicle Üniversiteleri) çalışmasında bu soruya,
yanıt olarak CS/ÜS kapsamında düşünülebilecek konular ve sorunlar
sıralanmıştır. Araştırmanın bulgusu literatür bulgusu ile uyumludur
(Akın A. ve ark. 2004).
Öğrencilerin CS/ÜS konularında bilgi aldıkları kaynakların
dağılımı incelendiğinde en fazla (%52.7) kitap / dergi, ikinci sırada ise
(%42.0) akran/arkadaş olduğu; sağlık personelinden bilgi alma
oranının ise düşük olduğu (%9.8) belirlenmiştir. Araştırmanın
bulguları, Akın ve arkadaşlarının çalışma bulguları ile uyumludur
26
(Akın A. ve ark. 2004). Araştırmada öğrencilerin CS/ÜS konularında
tercih edilen bilgi kaynaklarının dağılımı incelendiğinde; en çok tercih
edilen bilgi kaynağının kitap/dergi olduğu (%52.2), bunu %32.7 oranı
ile internetin izlediği saptanmıştır.
Tablo 1. Cinsel Sağlık/Üreme Sağlığı Kavramının Anlamı (n=502)
Üreme Sağlığı Kavramı
Sağlıklı cinsellik/sağlıklı üreme
Üreme organlarının sağlığı/temizliği
Cinsel yolla bulaşan hastalıklar
Doğurganlığın düzenlenmesi/gebelikten korunma
Cinsellik ve üreme sağlığına ilişkin problemler
Sayı (n)*
329
78
59
42
160
Yüzde (%)**
67.1
15.9
12.0
8.6
32.7
*Đlgili soruya birden fazla cevap verilmiştir.
**Yüzdeler “n” üzerinden alınmıştır.
Sağlık personelinin tercih edilme oranı oldukça düşüktür
(%29.6). Akın ve arkadaşlarının çalışmasında sağlık personeli tercih
edilen bilgi kaynağı olarak ilk sıradadır (Akın A. ve ark. 2004).
Üniversite öğrencilerinde bilgi kaynağı olarak yazılı materyalin daha ön
sıralarda olduğu, sosyoekonomik düzey yükseldikçe de bilgi kaynaklarının
sıralamasının değiştiği bildirilmektedir (T.C. Sağlık Bakanlığı, 2005).
Araştırmanın bulgusu literatür bulgusu ile uyumlu değildir. Farklı
bölgelere özgü farklı yaşam şekillerinin, farklı kültürel değerlerin,
sosyo-ekonomik yapıların gençlerin CS/ÜS ile ilgili tutum ve
davranışları üzerinde farklı etkileri olabilir. Üniversitelere bulundukları
şehir dışında da öğrenci gelmekle birlikte, üniversite tercihlerinde
önceliğin genellikle aynı şehirdeki ya da bölgedeki okullara verildiği
bilinmektedir.
Araştırmaya katılan öğrencilerin CS/ÜS ile ilgili hizmet almama
oranının yüksek olduğu (%83.8) belirlenmiştir. Araştırmada CS/ÜS ile
ilgili hizmet alan 81 öğrencinin %73.8 oranında bilgilendirme şeklinde
hizmet aldığı saptanmıştır. Akın ve arkadaşlarının iki üniversite
çalışmasında, üniversite geçliğinin %85’inin CS/ÜS konusunda
herhangi bir hizmet almadıkları belirlenmiştir. Araştırmanın bulgusu,
literatür bulgusuyla uyumludur (Akın A. ve ark. 2004).
Tablo 2. Cinsel Sağlık/Üreme Sağlığı Hizmeti Almama Nedenlerinin Dağılımı (n=421)
Hizmet Almama Nedeni
Gerek duymama
Utanma
Gidebileceği yer yok
Evli olmayanlara bu tür hizmetlerin verilmeyeceği düşüncesi
*Đlgili soruya birden fazla cevap verilmiştir.
**Yüzdeler “n” üzerinden alınmıştır.
Sayı (n)* Yüzde (%)**
333
66.3
40
8.0
64
12.7
25
5.0
27
Cinsel sağlık/üreme sağlığı hizmeti almayan öğrencilerin hizmet
almama nedenleri incelendiğinde; %66.3 oranında gerek duymadıkları
için hizmet almadıkları belirlenmiştir. Öğrencilerin %25.7’sinin ise utandığı,
gidebileceği yer olmadığı ve evli olmayanlara hizmet verilmeyeceğini
düşündüğü için hizmet almadıkları dikkat çekicidir (Tablo 2).
Tablo 3. Cinsel Sağlık/Üreme Sağlığı Hizmeti Verilmesi Đstenilen Yerlerin Dağılımı
(n=502)
Hizmet yerleri
Hastaneler
Sağlık ocakları
Üniversitenin mediko-sosyal merkezleri
Okullar
Sadece bu tür hizmetleri veren bağımsız danışma merkezleri
Sayı (n)* Yüzde (%)**
144
29.4
59
12.0
245
50.0
183
37.3
197
40.2
*Đlgili soruya birden fazla cevap verilmiştir.
**Yüzdeler “n” üzerinden alınmıştır.
Araştırmada öğrencilerin %50’sinin mediko-sosyal merkezinde
CS/ÜS hizmeti verilmesini istedikleri, %40.2’sinin ise sadece bu tür
hizmetlerin verildiği bağımsız danışma merkezlerini tercih ettiği
saptanmıştır (Tablo 3). Araştırmanın bulguları literatür bulgularıyla
benzerlik göstermektedir (Akın A. ve ark. 2004).
Tablo 4. Cinsel Sağlık/Üreme Sağlığı Hizmeti Almak Đstenilen Konuların Dağılımı
(n=502)
CS/ÜS Konuları
Kadın ve erkekte cinsel organlar ve üreme
Gebeliğin oluşması ve doğum
Đstenmeyen gebelikler ve önlenmesi
Cinsel yolla bulaşan hastalıkları
Cinsel sorunlar
Sorumlu ve güvenli cinsel davranış
Cinsel istismar ve şiddet
Sayı (n)*
173
123
156
258
239
210
93
Yüzde (%)**
35.6
25.3
32.1
53.1
49.2
43.2
18.9
*Đlgili soruya birden fazla cevap verilmiştir.
**Yüzdeler “n” üzerinden alınmıştır.
Öğrencilerin hizmet almak istedikleri konuların dağılımı
incelendiğinde; cinsel yolla bulaşan hastalıklar (%53.1), cinsel sorunlar
(%49.2), sorumlu ve güvenli cinsel davranış (%43.2) konularının ilk
sıralarda yer aldığı belirlenmiştir (Tablo 4). Beş üniversitede yapılan
araştırma sonuçlarına göre, gençlerin CS/ÜS konusunda bilgi düzeyleri
genel olarak çok düşüktür ve yanlış bilgiler yaygındır. CS/ÜS
konularında 5 öğrenciden birinin “iyi”, birinin “yeterli, diğer 3’ünün ise
“orta” düzeyde bilgi düzeyine sahip olduğu bildirilmektedir (Akın A. ve
ark. 2006).
28
Tablo 5. Cinsel Sağlık/Üreme Sağlığı Đle Đlgili Đstenilen Hizmet Niteliklerinin ve Hizmeti
Verecek Personelde Aranan Niteliklerin Dağılımı (n=502)
CS/ÜS ile Đlgili Đstenilen Hizmet Nitelikleri
Bütün bilgiler saklı tutulmalıdır
Hem danışmanlık hem de tedaviyi içermelidir
Kolay ulaşılabilir olmalıdır
Hem kişisel hem de toplu hizmet alınabilmelidir
Aynı cinsiyetteki personelden hizmet alınabilmelidir
Hizmet iyi duyurulmalıdır
CS/ÜS Hizmeti Verecek Personelde Aranan Nitelikler
Donanımlı bir profesyonel olmalıdır
Ön yargısız ve anlayışlı olmalıdır
Genç olmalıdır
Güvenilir olmalıdır
Gençlerle arkadaşça ilişki kurabilmelidir
Sayı (n)*
221
271
242
136
107
142
Yüzde (%)**
45.1
55.3
49.4
27.8
21.8
29.0
351
282
117
245
258
69.9
56.2
23.6
49.4
52.0
*Đlgili soruya birden fazla cevap verilmiştir.
**Yüzdeler “n” üzerinden alınmıştır.
Araştırma kapsamındaki öğrencilerin CS/ÜS ile ilgili almak
istedikleri hizmetin nitelikleri incelendiğinde; hizmetin hem danışmanlık
hem de tedaviyi içermesi (%55.3), hizmetin kolay ulaşılabilirliği (%49.4)
ve bilgilerin saklı olması gerekliliği (%45.1) ilk sıralarda yer almıştır.
Öğrencilerin hizmet verecek personelde donanımlı bir profesyonel olması
(%69.9), ön yargısız ve anlayışlı olması (%56.2) ve gençlerle arkadaşça
ilişki kurabilmesi (%52.0) niteliklerini aradıkları belirlenmiştir (Tablo
5). Araştırma bulguları Akın ve arkadaşlarının araştırma bulgularıyla
uyumludur (Akın A. ve ark. 2004).
SONUÇ VE ÖNERĐLER
Bu çalışma ile Muğla Üniversitesi Mefharet Koçman Sağlık
Merkezi’nde kurulacak olan Gençlik Danışma Birimi’nde CS/ÜS hizmet
modelinin geliştirilmesi hedeflenmiştir. Öğrencilerin mediko-sosyal
merkezinden yararlanma, CS/ÜS ile ilgili hizmet verildiğini bilme ve
hizmet alma düzeyi genel olarak çok düşüktür. Oysa öğrencilerin yarısı
CS/ÜS konusunda mediko-sosyal merkezinden hizmet almak
istemektedirler. CS/ÜS hizmetinin danışmanlık ve tedaviyi içermesi,
donanımlı profesyonellerce ve gizlilik sağlanarak verilmesi öğrencilerin
aradıkları niteliklerdir.
Öğrencilerin CS/ÜS hizmetleri ile ilgili görüşlerinin belirlendiği
bu çalışma sonuçları, sağlık merkezinin ve gençlik danışma biriminin
ileriye yönelik çalışmalarına ışık tutacak niteliktedir. Birinci basamakta
temel sağlık hizmeti vermekle görevli, üniversitelerin sağlık merkezleri,
özellikle genç grubun ihtiyacı olan CS/ÜS hizmetlerinin de sunulduğu
bir yapıya kavuşturulmalıdır. Gençlerin CS/ÜS bilgilerine ve hizmetlerine
ulaşımının kolaylaştırılması için yapılacak çalışmalar üreme sağlığı
29
programlarına dahil edilmelidir. Hizmetin sunulacağı birim, fiziksel
koşulları yeterli, temiz, kolay ulaşılabilir, randevu sistemi ile çalışan,
bekleme sırasının olmadığı, üniversitenin sahip çıktığı, hizmetlerinde
sürekliliği sağlayabilecek niteliklerde olmalıdır. CS/ÜS hizmeti verecek
sağlık personeli özel olarak eğitilmelidir.
CS/ÜS konularında bilgilendirme, danışmanlık ve gerekli
durumlarda klinik hizmet verilmediği takdirde öğrencilerin/gençlerin
daha fazla risk altında olacağı, bu yaş grubuna donanımlı uzman
kişilerce (hekim, hemşire, psikolog gb) bilgilendirme ve danışmanlık
hizmeti verilmesinin toplum sağlığına önemli ölçüde katkı sağlayacağı
açıktır. Gerçekleştirilecek tanıtım çalışmaları ile gençlere ulaşarak, bilgi
ve bilinç düzeyini artırmak, farkındalık yaratmak ve hizmet kullanımını
artırmak mümkün olacaktır. Bu nedenle toplum sağlığı alanında çalışan
profesyonellerin eğitici ve danışman rollerini aktif olarak kullanması
önerilir.
KAYNAKLAR
1. Akın A, Özvarış Ş B, Ertem M ve ark (2004). Adolesanların Cinsel ve Üreme Sağlığını
Etkileyen Faktörler Projesi (Özet Rapor), Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim
Dalı, Ankara.
2. Akın A, Özvarış Ş B, Eroğlu K ve ark (2006). Üniversite Gençlerinin Cinsel ve Üreme
Sağlığı, Beş Üniversite Çalışması (Özet Rapor), Türkiye Üreme Sağlığı Programı,
Ankara.
3. T.C. Sağlık Bakanlığı Avrupa Komisyonu (2004).Türkiye Üreme Sağlığı Programı,
Hizmet Çerçevesi Raporu, Ankara.
4. T.C. Sağlık Bakanlığı, Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü (2005).
Geçlere Yönelik Üreme Sağlığı Hizmetleri, Katılımcı Kitabı, Ankara.
5. T.C. Sağlık Bakanlığı, Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü (2006).
Üreme Sağlığına Giriş, Katılımcı Rehberi, Ankara.
6. World Health Organization/Family and Reproductive Health/Family Planning and
Population (1997). Communicating Family Planning in Reproductive Health. Key
Messages for Communicators, WHO/FRH/FPP/97.33 Geneva.
7. World Health Organization (2001). WHO Regional
Reproductive Health, EURO/01/5022130, Copenhagen.
Strategy
on
Sexual
and
8. World Health Organization (2004). Technical Report of the WHO/UNFPA/UNĐCEF
Study Group on Proramming for Adolescent Health, Geneva.
30
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 31-50, 2007
EVLĐLĐĞE YÖNELĐK ĐNANÇLAR VE TUTUMLAR: SAĞLIK ĐNANÇ
MODELĐ ÖLÇEĞĐ’NĐN TÜRK TOPLUMU ĐÇĐN GEÇERLĐLĐK VE
GÜVENĐLĐRLĐĞĐNĐN ĐNCELENMESĐ
BELIEFS AND ATTITUDES TOWARDS MARRIAGE: ANALYSIS OF
VALIDITY AND RELIABILITY OF HEALTH BELIEF MODEL INSTRUMENT
FOR TURKISH SOCIETY
Bilgin Kıray VURAL
Ayla Bayık TEMEL
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Halk Sağlığı Hemşireliği AD
Anahtar Sözcükler: Evliliğe yönelik inanç ve tutumlar, sağlık inanç modeli,
geçerlilik, güvenilirlik.
Key Words: Marriage beliefs and attitudes, health belief model, validity, reliability
Bu makalenin özeti, Muğla - II. Sağlığı Geliştirme ve Sağlık Eğitimi Kongresi’nde poster
bildiri olarak sunulmuştur.
ÖZET
Bu araştırma, Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli
Ölçeği’nin, geçerlik ve güvenirliğini inceleyerek Türk toplumuna uyarlanması
amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Metodolojik çalışmanın verileri, Đzmir’de Bornova Đlçe Belediyesi Evlendirme
Dairesi ve Đl Sağlık Müdürlüğü - Bornova Sağlık Grup Başkanlığı’na bağlı 9
No’lu Ana Çocuk Sağlığı Merkezi’nde toplanmıştır. Araştırma evrenini, 1 Nisan
2006 - 30 Haziran 2006 tarihleri arasında nikah öncesi sağlık raporu almaya
gelen nişanlı çiftler (n=419) oluşturmuştur. Örneklem grubuna, olasılıksız
örnekleme yöntemiyle seçilen ve gönüllü 230 nişanlı erkek/kadın alınmıştır.
Veriler sosyo-demografik özellikleri içeren bir form yanısıra Amerika’da
Sullivan ve arkadaşları (2004) tarafından geliştirilen, dört alt faktör gruplu 23
maddeden oluşan Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli
Ölçeği ile toplanmıştır.
Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği’nin dil
geçerliliği ve kapsam geçerliliği yapılmıştır.
Ölçeğin genel Cronbach Alfa katsayısı 0.72, Guttman Split-half değeri
birinci yarı için 0.70 ve ikinci yarı için 0.66 bulunmuştur. Örneklemin faktör
analizi için yeterli olup olmadığını değerlendirmek için Kaiser-Meyer-Olkin
(0.78) ve Bartletts Test of Sphericity (X²=2264.81 p<0.000) örneklem sınama
büyüklüğü analizleri yapılmış ve faktör analizi için oldukça yeterli olduğu
bulunmuştur.
31
Açıklayıcı ve doğrulayıcı faktör analizi yapılmıştır. Ölçek maddelerinin
faktör yüklerinin-0.13-0.87 arasında değiştiği ve orijinal form ile örtüşen dört
faktörden (yararlar, ciddiyet, duyarlılık, engeller) oluştuğu görülmüştür. Alt
faktörlerin Cronbach Alfa katsayısı 0.87 - 0.43 arasında bulunmuştur. Ölçek
toplam varyansın %53.49’unu açıklamaktadır.
Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği’nin Türk
toplumuna uygulanması açısından geçerli ve güvenilir bir ölçek olduğu
söylenebilir.
SUMMARY
This research has been carried out with the purpose of adapting Beliefs
and Attitudes Towards Marriage: Health Belief Model Instrument to the Turkish
society by its validity and reliability analysis.
The data for the methodological study was collected at Mother and Child
Health Center No 9 in Bornova Health District and at Marriage Office of Bornova
Municipality in Izmir. The population of the research was consisted of engaged
couples ( n=419) who applied for health certificate before marriage ceremony to
the health center and marriage office. The sample group of the research was
composed of 230 engaged women/men who were selected with unprobability
sampling technique and volunteered to participate in the research. Sociodemographic questionnaire form and 23-item Marriage Beliefs and Attitudes:
Health Belief Model Scale covering four sub-factors which was developed by
Sullivan and et.al (2004) were used as tools for the data collection.
The validity of the instrument in terms of language and content validity
were ensured of Marriage Beliefs and Attitudes: Health Belief Model Scale.
General Cronbach’s alpha co-efficient of the instrument was found to be
0.72, Guttman Split – half value was 0.70 for the first half and 0.66 for the
second half Kaiser-Meyer-Olkin (0.78) and Bartletts Test of Sphericity
(X²=2264.81 p<0.000) sample testing magnitude analysis were made to assess
whether the sample was enough for factor analysis and it was found out efficient
enough for factor analysis.
Explaratory and confirmatory factor analysis were applied. The factor
loadings of the items in the instrument changed between -0.13 and 0.87 and
included four factors overlapping the original form. Cronbach’s alpha co-efficient
for the sub-factors were found between 0.87 - 0.43. The instrument accounts for
53.49% of the overall variance.
Finding revealed that Marriage Beliefs and Attitudes: Health Belief Model
Scale is a valid and reliable instrument for applying to Turkish society.
GĐRĐŞ
Gelişmiş ülkelerde, toplumun temel taşı olarak nitelendirilen aileye
verilen önem giderek artmaktadır. Aile kavramının zayıflamasının
toplum sağlığına ve toplum kalkınmasına olumsuz etkileri öylesine
belirgindir ki, batı toplumları ailenin güçlenmesini cesaretlendirmek
için çeşitli girişimlerde bulunmaya başlamışlardır (Günay 1995).
32
Özellikle Đkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aileye, yardım için çeşitli
kurumlar ortaya çıkmıştır (http://www.aetd.org.).
Aileleri desteklemek amacıyla uygulanan evlilik öncesi danışmanlık
hizmeti, aileyi güçlendiren ve boşanma oranını düşüren yaklaşımı ile
ülke politikalarına girmiştir. Yeni bir başlangıcın üstlenilmesinde,
rollerin ve davranışların öğretilmesinde, destek sağlama yolu olarak
evlilik hazırlığına ve evlilik öncesi danışmanlığa büyük bir siyasi ilgi
oluşmuştur (Stahmann 2000).
Son yıllarda, evliliklerde ortaya çıkan sorunları önlemek için
geliştirilen başarılı programlarda ve araştırmalarda hedef grup evli
çiftler olmasına rağmen, nişanlı çiftlere yönelik yaygın programlar daha
az gerçekleştirilmektedir. Oysa yapılan araştırmalarda; evlilik stresini,
boşanmayı önlemede ve iletişim becerilerini arttırmada, nişanlı çiftler
üzerinde yürütülen programların daha etkili olduğu gösterilmiştir
(Hahweg, Markman, Thurmaier ve ark. 1998). Ancak nişanlı çiftlerin
büyük çoğunluğu sorunlu ilişkilerini önleme yaklaşımları içinde olmalarına
rağmen, evlilik öncesi danışmanlığa yeterince katılmamaktadırlar
(Sullivan, Pasch, Cornelıus ve ark 2004). Özellikle sorun yaşama riski
taşıyan çiftlerde katılım daha da az olmaktadır. Danışmanlık almada;
katılım oranlarının düşük olmasının nedenleri arasında; henüz önemli
bir sorun yaşamamış olmaları, boşanma ve evlilik sorunlarında
duyarlılık gibi kendi algılarından onları alıkoyan iyi giden ilişkilerinden
memnun olmaları, evlilik öncesi danışmanlığa katılımın yararını
algılamamaları ve değişiklik için güdüsüz olmaları nedeniyle girişime
gereksinim duymamaları belirtilmektedir (Günay 1995, Sullivan,
Pasch, Cornelıus ve ark. 2004).
EVLĐLĐĞE YÖNELĐK ĐNANÇ VE TUTUMLAR;
SAĞLIK ĐNANÇ MODELĐ (Health Belief Model - HBM)
Evlilik öncesi programlara katılan çiftlerin sayısını arttırmak için,
programa katılma veya katılmama konusunda etkili faktörlerin
belirlenmesi önemlidir. Halk sağlığı ve sosyal psikoloji alanı için
tasarlanan, Sağlık Đnanç Modeli (Health Belief Model/HBM), evlilik
öncesi danışmanlığa katılımı kavramsallaştırmada rehber olarak
kullanılmaktadır. Sağlık davranışı modellerinin en eskisi ve en fazla
bilinenidir. Yaygın olarak kullanılan bu teorik modele temelli etkili
faktörleri belirleme formunun, nişanlılar için oldukça uygun olduğu
belirlenmiştir (Redding, Rossi, Rossi ve ark. 2000, Sullivan, Pasch,
Cornelıus ve ark. 2004). Sağlık Đnanç Modeli, 1950’lerde geliştirilmiş
olup, kondom kullanımı, emniyet kemeri takma, tıbbi tedaviye uyum,
erken tanının kullanımını arttırma ve hemşireler tarafından aile kurmuş
genç çiftlerin sağlığını geliştirmede rehber olarak kullanılmaktadır.
Sağlık davranışlarının açıklanmasında, kavramsal çerçeve olarak çok
33
fazla tercih edilmektedir (Roden 2004, Eisen, Zellman, McAlister ve ark.
2005). Bu model, bireyi sağlığa ilişkin eylemleri yapmaya ya da
yapmamaya neyin güdülediğini anlamaya yönelik bir kavramdır ve aynı
zamanda sağlık davranışlarının belli inançlarla ilişkilendirildiğini
savunur (Health Belief Model 2001).
Evlilik öncesi danışmanlıkta sağlık inanç modelinin bileşenleri
aşağıda sıralanmıştır; Bireylerin;
1) Ortaya çıkabilecek olası sorunlara yönelik algıladıkları hassasiyet
(algılanan duyarlılık)
2) Sorunların ciddi sonuçlarına yönelik algıladıkları inançları (algılanan
ciddiyet)
3) Önleme eylemleri açısından algıladıkları engeller (algılanan engeller)
4) Riski azaltacak ve etkin olacak önleme girişimlerine yönelik inançlarıdır
(algılanan yararlar) (Roden 2004, Sullivan, Pasch, Cornelıus ve ark.
2004).
Sağlık inanç modeli, evlilik öncesi danışmanlığa uyarlandığında
nişanlı çiftlerin evlilik öncesi danışmanlık programlarına katılımında
aşağıdaki durumların varlığında çiftlerin daha güdülü olacakları
düşünülmüştür. Çiftler;
1) Boşanma ve evliliklerinde sorun gelişme olasılığına inanırlarsa,
2) Evlilikte ortaya çıkabilecek sıkıntılar ve boşanma sonuçlarının
getireceği olumsuzluklara inanırlarsa,
3) Evlilik öncesi danışmanlığa katılımın güç veya sorunlu olmadığına
inanırlarsa,
4) Danışmanlığın, evlilik sorunlarını önlemede yardımcı olacağına
inanırlarsa, evlilik öncesi danışmanlık programlarına katılmada güdüleri
daha fazla olacaktır (Sullivan, Pasch, Cornelıus ve ark. 2004).
Evlilik öncesi danışmanlığa katılma veya katılmama nedenlerini
saptamada önerilen Sağlık Đnanç Modeli aşağıdaki şekilde gösterilmiştir
(Şekil 1).
Çiftlerin evlilik öncesi danışmanlığa devam etme niyetlerinin,
katılımda güçlü bir faktör olduğu belirtilmektedir. Çiftler evlilikte
ortaya çıkabilecek sorunlar hakkında bir şeyler bilirlerse, sorunlu
evliliğin sonuçlarının kötü olduğuna ve kendi evliliklerinde de sorun
olabileceğine inanırlarsa, danışmanlığın yararlarına ve danışmanlığa
ulaşmanın kolay olduğuna inanırlarsa danışmanlık alma girişiminde
bulunacaklardır. Ayrıca çevrelerinde danışmanlık almış kişiler bulunursa
ve evlilik öncesi danışmanlığı önerirlerse, çiftlerin danışmanlık almak
için niyetlenmeleri ve danışmanlık alma olasılıkları daha fazla olacaktır
(Sullivan, Pasch, Cornelıus ve ark. 2004).
34
Algılanan hassasiyet
Algılanan ciddiyet
Algılanan engeller
Niyet
Algılanan yararlar
EVLĐLĐK ÖNCESĐ
DANIŞMANLIĞA
KATILIM
Boşanma hakkındaki çiftin bilgisi
Demografik özellikler
Şekil 1: Evlilik öncesi danışmanlığa katılımda etkili faktörlerin belirlenmesine yönelik
model
Kaynak: Sullivan KT., Pasch L., Cornelıus T ve ark. 2004 ve ark.l. (2004). Predicting
Participation in Premarital Prevention Programs: The Health Belief Model and Social
Norms, Family Process; 43,2; Health & Medical Complete, 175-193.
Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği’nin,
evlilik öncesi danışmanlığa katılma konusunda çiftlerde farkındalık
yaratma amacıyla hizmet edebileceği düşünülmektedir. Ayrıca evliliğe
yönelik inanç ve tutumların belirlenmesi çiftlerin gereksinimleri
doğrultusunda oluşturulacak eğitim programlarında uzmanlara ve
hemşirelere yarar sağlayabilir.
AMAÇ
Çiftlerin evlilik öncesi danışmanlık programına katılmalarında
etkileyici faktörlerin belirlenmesinde yararlanılan “Evliliğe Yönelik
Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli” ölçeğinin geçerlik güvenirliğini
inceleyerek Türk toplumuna uyarlanması amacıyla metodolojik olarak
planlamıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırma 1 Nisan 2006-30 Haziran 2006 tarihleri arasında Đzmir
Đli Bornova Belediyesi Evlendirme Dairesi ve Đzmir Đl Sağlık Müdürlüğü
Bornova Sağlık Grup Başkanlığı’na bağlı 9 No’lu Ana Çocuk Sağlığı
Merkezi’nde yürütülmüştür. Araştırma evrenini, nikah gününü
belirlemek için 1 Nisan 2006-30 Haziran 2006 tarihleri arasında, sağlık
raporu almaya gelen ve gönüllü olan çiftler (n=419) oluşturmuştur.
Araştırmanın örneklemini olasılıksız örnekleme ile araştırma
kriterlerine uygun toplam 230 nişanlı çift (kadın/erkek) oluşturmuştur.
Araştırmaya katılmaya gönüllü, okur-yazar olan, görme ve işitme
sorunları ve bilişsel bozukluğu olmayan, soruları yanıtlayabilen çiftler
araştırmaya dahil edilmişlerdir. Hipotezler:
H1: “Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli
Ölçeği” Türk toplumunda nişanlı çiftlerin evliliğe yönelik inanç ve
tutumlarının belirlenmesinde geçerlidir.
35
H1 : “Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği”
Türk toplumunda nişanlı çiftlerin evliliğe yönelik inanç ve tutumlarının
belirlenmesinde güvenilirdir hipotezi araştırmada test edilmiştir.
Araştırmanın yürütülebilmesi için Ege Üniversitesi Hemşirelik
Yüksekokulu Etik Komitesi’nden, Bornova Belediyesi’nden, Đzmir Đl
Sağlık Müdürlüğü’nden, Sullivan ve arkadaşlarından yazılı izin ve
katılımcılardan sözlü onam alınmıştır.
Ölçeğin geçerliğinin sınanması için; ölçeğin dil eşdeğerliği, içerik
geçerliği (content validity) ve yapı geçerliliği (açıklayıcı faktör analizi ve
doğrulayıcı faktör analizi) kullanılmıştır. Ölçeğin güvenirliğini saptamak
için standart hata, iç tutarlılığı tekniklerinden (alfa katsayısı, bölünmüş
ölçek çözümlemesi, madde toplam ölçek çözümlemesi) yararlanılmıştır.
Verilerin analizleri SPSS 11.5 (Statistical Package for Social Sciences)
paket programı kullanılarak yapılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde;
Kendall uyum iyiliği (Kendall’s coefficient of concordance), Cronbach
Alfa güvenirlik katsayısı ve korelasyon analizleri, örneklem büyüklüğü
için Kaiser-Meyer-Olkin, faktör analizi yapılabilmesi için uygunluğunun
belirlenmesinde Bartletts Test of Sphericity, faktör analizi ve temel
bileşenler analizi (Principal Components Analysis) gibi istatistiksel testlere
başvurulmuştur (Akgül 1997, Tezbaşaran 1997, Özgüven 2000, Erkuş
2003, Gözüm 2003).
Veri Toplama Araçları
Verilerin toplanmasında iki araçtan yararlanılmıştır.
1. Bireye ilişkin sosyo-demografik veri toplama formu; bu formda,
sosyo-demografik özellikleri belirlemeye yönelik dokuz soru, evlilik
durumu ile ilgili üç soru yer almıştır.
2. Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği;
araştırmada, evlilik öncesi danışmanlık programlarına katılımlarını
etkileyen ve güdüleyen etkenlerin belirlenmesi için, Sullivan ve arkadaşları
(2004) tarafından geliştirilen Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık
Đnanç Modeli Ölçeği’nden yararlanılmıştır. Bu ölçek dört alt boyuttan
oluşmuştur (algılanan yararlar, algılanan ciddiyet, algılanan duyarlılık,
algılanan engeller) ve 23 madde içermektedir. Bu ölçeğin kategori sayısı
beştir ve ölçek maddeleri 1-5 arasında puan almaktadır. Konu ile ilgili
inanç ve tutumlar bireylerin “tamamen katılıyorum”dan (ortada
“kararsızım” kategorisi olmak üzere) “hiç katılmıyorum” örneğinde
olduğu gibi tepki kategorilerinden oluşmuştur. Maddeye verilen puan
arttıkça bireylerin tutum ve inanç tepki kurulumu olumlu yönde
artmaktadır (Erkuş 2003).
Bilgi sorularında Türkiye’de günümüzdeki boşanma oranı,
boşanmayı düşünen çiftlerin yüzdesi ve boşanma için en yüksek risk
taşıyan evlilik yılları, dönemleri (iki soru) ve evlilik öncesi danışmanlık
36
programına katılma niyetleri (dört soru) ile ilgili toplam 29 soru ayrıca
çiftlere yöneltilmiştir. Çiftlerden anket formlarını araştırmacıya geri
verinceye kadar nişanlıları ile verdikleri yanıtları paylaşmamaları
istenmiştir.
BULGULAR VE TARTIŞMA
1. Çiftlerin Sosyodemografik Özellikleri
Tablo 1’de araştırma kapsamına alınan çiftlerin sosyodemografik
özelliklerine göre dağılımı verilmiştir. Araştırmaya katılanların %49.1’inin
erkek, %50.9’unun kadın olduğu, %73.5’inin 20-29 yaş grubunda yer
aldıkları, %40.9’unun üniversite/yüksekokul mezunu olduğu saptanmıştır. Gelir getiren bir işte çalışanların (%73.5), büyük çoğunluğu
(%63.5) düzenli ücretli/maaşlı olarak çalışmaktadır. Herhangi bir işte
çalışmayanların ise %6.5’i öğrenci, %9.1’i ev hanımı olup, %9.1’i iş
aramaktadır. Gelir düzeyi incelendiğinde; gelir giderden az olanların
oranı %44.4’tür. Katılımcıların %85.7’si herhangi bir sağlık güvencesine
sahiptir. Evlilik sayıları açısından; %91.3’ünün ilk evliliğidir, eşini bir
yıldan az süredir tanıyanların oranı %17.0’dır.
Tablo 1: Çiftlerin Sosyodemografik Özelliklerine Göre Dağılımı
Sosyodemografik Özellikler
Cinsiyet
Erkek
Kadın
Yaş Grupları
19 yaş altı
20-29
30-39
40 yaş ve üstü
Öğrenim Durumu
Okul bitirmemiş
Đlkokul mezunu
Ortaokul mezunu
Lise mezunu
Y.Okul/Fakülte mezunu
Yükseklisans/doktora
Gelir Getiren Bir Đşte Çalışma Durumu
Çalışan
Çalışmayan
Gelir Düzeyi
Geliri yok
Gelir gidere eşit
Gelir giderden az
Gelir giderden fazla
Sağlık Güvencesi
Emekli Sandığı
SSK
Bağkur
Sayı
%
113
117
49.1
50.9
10
169
45
6
4.3
73.5
19.6
2.6
1
20
24
71
94
20
0.4
8.7
10.4
30.9
40.9
8.7
169
61
73.5
26.5
61
29
102
38
26.5
12.6
44.4
16.5
44
127
11
19.1
55.2
4.8
37
Özel sağlık sigortası
Yeşil kart
Sağlık güvencesi olmayan
Evlilik Sayısı
Birinci
Đkinci
Üçüncü evliliği
TOPLAM
14
1
33
6.1
0.5
14.3
210
19
1
230
91.3
8.3
0.4
100.0
2. Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli
Ölçeği’nin Türk Toplumuna Uyarlanmasında Kullanılan Geçerlik ve
Güvenirlik Yöntemleri
Ölçme aracının amaca hizmet etmesi, onun ölçmek istediği
özelliği doğrulukla ölçmesiyle yakından ilişkilidir. Doğru ve güvenilir bir
ölçüm yapamayan ya da doğru ölçüm yapıp, kullanılma amacına hizmet
etmeyen bir ölçme aracının kullanılması uygun değildir. Bu durum
ölçme araçlarının güvenirliğinin ve geçerliğinin birlikte ele alınmasını
gerekli kılar. Bir ölçme aracının geçerli olabilmesi güvenirliğine bağlı
olmasına rağmen, güvenilir olup da geçerli olmayan bir ölçme aracı,
uygulamada pek bir öneme sahip değildir (Erkuş 2003).
Geçerlik Analizleri
Bir ölçme aracının güvenirlik ile birlikte önemli teknik özelliklerinden
biri geçerliğidir. Geçerlik, bir ölçme aracının geliştirildiği amaca hizmet
derecesi olarak tanımlanabilir (Akgül 1997).
Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği’nin
geçerlik çalışmasında ölçeğin dil eşdeğerliği, içerik geçerliği (kapsam
geçerliliği-content validity) ve yapı geçerliliği kullanılmıştır.
Dil geçerliliği; araştırmanın ilk aşamasında Türkçe’ye uyarlama
çalışmaları için ölçeği geliştiren yazarlardan biri olan Sullivan ile
iletişim kurularak izin alınmış, ölçeğin dil geçerliliğine yönelik çalışmalar
yapılmıştır. Ölçek maddelerinin Türkçe’ye çevirisi yapılırken hedef
dildeki en uygun cümle yapısının, deyimlerin kullanılması, kültüre
tamamen yabancı maddelerin değiştirilmesi gerekmektedir. Bu işlem
sadece birebir çeviri değil, aynı zamanda uyarlamanın yapıldığını
gösterir (Savaşır, Şahin 1997). Ölçek, Türkçe ve Đngilizce’yi iyi bilen beş
uzman tarafından Đngilizce’den Türkçe’ye çevrilmiş ve iki öğretim
elemanı tarafından ortak Türkçe çevirisi oluşturulmuştur. Bağımsız bir
dil bilimci tarafından Türkçe’den Đngilizce’ye geri çevirisi yapılmış ve iki
uzman tarafından ölçek formu oluşturularak dil geçerliliği sağlanmıştır.
Đçerik geçerliği (kapsam geçerliği); Evliliğe Yönelik Đnanç ve
Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği’nin Türkçe formu içerik geçerliliği
açısından Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu, Đstanbul Üniversitesi
Florence Nightingale Hemşirelik Yüksekokulu, Antalya Sağlık
Yüksekokulu, Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Başkent
38
Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’nda görevli 10 öğretim üyesine
uzman görüşü almak üzere verilmiştir. Uzmanlardan, ölçekteki her bir
maddeyi ölçüm değeri; 1 (uygun değil); 2 (maddenin uygun şekle
getirilmesi gerekir); 3 (uygun, ancak ufak değişiklik gerekiyor); 4 (çok
uygun), olmak üzere dört puan üzerinden değerlendirmeleri istenmiştir
(Tezbaşaran 1997, Erefe 2002). Uzmanlar maddelerle ilgili önerilerini
açık uçlu geri bildirimlerle de belirtmişlerdir. Uzmanların değerlendirme
puanları Kendall W analizi ile değerlendirildiğinde, uzman puanlarının
istatistiksel olarak anlamlı derecede farklı olduğu (Kendall W= .350, p=
.003) ve uzmanlar arası uyum bulunmadığı saptanmıştır. Araştırmacılar,
uzmanların önerileri doğrultusunda ölçeğin tüm ifadelerini tekrar
düzenleyerek ikinci kez uzman görüşüne sunmuşlardır. Analiz
sonucunda uzmanların puanlarının istatistiksel olarak farklı olmadığı
(Kendall W= .333, p= .450), uzmanlar arasında uyum sağlanabildiği
belirlenmiştir.
Örneklem grubuna dahil olma kriterlerini taşıyan 20 kişiye ön
uygulama yapılarak, çiftlere maddelere ilişkin düşünceleri ve
maddelerin anlaşılıp anlaşılamadığı sorulmuştur. Olumsuz geri bildirim
olmadığından geçerlik ve güvenirlik çalışmaları için yeterli büyüklükteki
örnekleme uygulanmasına karar verilmiştir. Ön uygulama yapılan
çiftlerin verileri araştırma kapsamına alınmamıştır.
Yapı geçerliği; Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç
Modeli Ölçeği’nin yapı geçerliğini değerlendirmede “açıklayıcı faktör
analizi ve doğrulayıcı faktör analizi” kullanılmıştır. Faktör çözümlemesi,
çok sayıda değişkenin birkaç başlık altında toplanmasıdır (Erkuş 2003,
Gözüm, Aksayan 2003).
Açıklayıcı faktör analizinde faktör sayılarını belirlemenin çeşitli
yöntemleri vardır. Bunlardan en sık kullanılanı, Kaiser-Guttman kuralı
olarak bilinen ve özdeğeri 1’den büyük olan faktörlerin alınması tekniğidir
(Ayvaşık 2002). Hangi maddenin hangi faktöre ait olduğunu belirlemede
ölçüt, bir faktör ile madde arasındaki ilişkinin derecesini gösteren
faktör yüküdür (Akgül 1997, Ayvaşık 2002). Genel olarak, bir madde
hangi faktör ile en yüksek ilişkiyi gösteriyorsa, o faktör altında sıralanır.
Bu araştırmada özdeğeri en az 1 olan faktörler yorumlamaya alınmıştır.
Tablo 3: Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği’nin Açıklayıcı
Faktör Analizi
MADDELER
Madde
Madde
Madde
Madde
Madde
21
20
22
16
23
FAKTÖR 1 FAKTÖR 2
(yararlar)
(ciddiyet)
0.86
0.86
0.81
0.80
0.77
FAKTÖR 3 FAKTÖR 4
(duyarlılık) (engeller)
39
Madde 12
Madde 18
Madde 14
0.53
0.45
-0.13
Madde 8
Madde 9
Madde 7
Madde 6
Madde 10
0.87
0.86
0.86
0.78
0.65
Madde 3
Madde 4
Madde 5
Madde 2
Madde 11
Madde 1
Madde 15
Madde 19
Madde 13
Madde 17
ÖZDEĞER
AÇIKLANAN VARYANS
Alt Boyutların Alpha Katsayıları
0.80
0.80
0.79
0.74
-0.54
0.53
4.060
20.592
0.7851
3.503
13.503
0.8789
3.100
12.564
0.6095
0.79
0.66
0.52
0.31
1.641
6.833
0.4314
Tablo 3’de görüldüğü gibi, 23 maddelik ölçeğe uygulanan temel
bileşenler analizinde özdeğeri biri aşan dört faktör elde edilmiştir.
Varimax rotasyonu sonrasında ortaya çıkan en büyük faktör, varyansın
%20.592’sini açıklayabilen 1. faktördür. Bu faktöre yüklenen maddelerin
Cronbach Alpha katsayısı 0.7851’dir. Đkinci faktör varyansın %13.503’ünü
açıklamaktadır ve Cronbach Alpha katsayısı 0.8789’dur. Üçüncü sırada
yer alan faktör, varyansın %12.564’ünü açıklamaktadır ve Cronbach
Alpha katsayısı 0.6095’dir. Dördüncü sırada yer alan faktör, varyansın
%6.833’ünü açıklamaktadır ve Cronbach Alpha katsayısı 0.4314’dür.
Böylece dört faktörün açıkladığı toplam varyans %53.492 olarak
bulunmuştur. Faktörlerin açıkladığı toplam varyansın %40 - %60 arası
olması yeterlidir (Tavşancıl 2005). Ölçeğin tümünün Cronbach Alpha
değeri 0.7219 olarak bulunmuştur. Ölçeğin iç tutarlılık katsayısı ne
kadar yüksek olursa bu ölçekte bulunan maddelerin o ölçüde birbiriyle
tutarlı ve aynı özelliğin ögelerini yordayan maddelerden oluştuğu
varsayılır (Gözüm, Aksayan 2002). Güvenirlik katsayısı 0.60-0.79 arasında
ise ölçek oldukça güvenilir olarak değerlendirilmektedir (Özdamar
2002, Tavşancıl 2005). Ölçeğin tamamı için elde edilen Cronbach Alpha
katsayısı 0.70’in üzerinde bulunduğu için ölçek kabul edilebilir sınırlar
içinde yeterlidir.
Ölçekte 1. faktör altında yer alan 14. madde ile 3. faktör altında
yer alan 11. madde faktör yükleri negatif ve düşük olmasına rağmen
Sullivan ve uzmanların görüşleri alınarak bu maddeler sorgulanması
gereken önemli maddeler olduğu için ölçekten çıkarılmamıştır.
40
Nunnally ve Bernstein tarafından faktör sayısının belirlenmesine
yönelik geliştirilen bir yöntem de, faktör çözümlemesinin kuramsal
olarak uygunluğudur (Nunnally, Bernstein 1994). Çalışmada literatür
esas alındığında 23 madde ve dört faktör çözümlemesine göre madde
dağılımının kuramsal olarak güvenilir olduğuna karar verilmiştir.
Faktörler orijinal formda olduğu gibi birinci faktör algılanan yararlar,
ikinci faktör algılanan ciddiyet, üçüncü faktör algılanan duyarlılık,
dördüncü faktör algılanan engeller alt boyutu olarak isimlendirilmiştir.
Alt faktörlerin Cronbach Alfa katsayısı sırasıyla 1.faktör; algılanan
yararlar (α=.78), 2.faktör; algılanan ciddiyet (α=.87), 3.faktör; algılanan
duyarlılık (α=.60), 4.faktör; algılanan engeller (α=.43) olarak bulunmuştur.
Ölçme aracında kullanılan madde sayısı, elde edilen iç tutarlılık
katsayılarını etkilemekte ve madde sayısı az olan ölçeklerde Cronbach
Alpha katsayısı gerçek değerden daha küçük çıkmaktadır (Mishel 1998).
Bu ölçekte de algılanan engeller alt boyutunun iç tutarlılık katsayısının
düşük çıkmasının soru sayısıyla ilişkili olduğu düşünülmüştür.
Ciddiyet ve duyarlılık alt boyutları orijinal form ile tam olarak
örtüşmektedir. Ancak 12, 14,16, ve 18. maddeler özgün formda “engeller”
alt boyutunda yer almasına rağmen, Türk toplumunda “yararlar” alt
boyutunda algılanmıştır. Sullivan ve arkadaşlarının görüşleri
doğrultusunda alt boyutlardaki bu maddelerin yer değişikliği uygun
görülmüştür. Bu sonuç, bireylerin danışmanlık programının var olması
durumunda, programa katılmayı, terapistin ve evlilik danışmanının
varlığını, bu kişilerin güvenirliğini, söz konusu olacak olsa danışmanlık
masrafını engel olarak değil, yararlılık olarak algıladıklarını
düşündürmüştür. Ülkemizde bu programların olmaması yanı sıra, bu
çalışmada da çiftlerin programa katılmada gönüllü olmaları bu
algılamaları doğrular biçimdedir.
Çalışmada evlilik sorunlarıyla ilgili algılanan duyarlılık boyutu
(üç madde) Cronbach alfa değeri, erkekler için 0.59, kadınlar için 0.61
saptanmış olup, biraz yetersiz bulunmuştur. Sullivan ve arkadaşlarının
çalışmasında (üç madde) ise erkekler için 0.84, kadınlar için 0.87
olarak saptanmıştır. Araştırmada boşanmayla ilgili algılanan duyarlılık
boyutu (üç madde) Cronbach alfa değeri, erkekler için 0.81 ve kadınlar
için 0.85 olarak oldukça yeterli bulunmuştur. Sullivan ve
arkadaşlarının çalışmasında (üç madde) ise erkekler için 0.59 ve
kadınlar için 0.63 olarak biraz yetersiz saptanmıştır (Sullivan, Pasch,
Cornelıus ve ark. 2004).
Evlilik sorunlarıyla ilgili algılanan ciddiyet boyutu Cronbach alfa
değeri, bu çalışmada (dört madde) erkekler için 0.87 ve kadınlar için
0.89’dir ve yeterli düzeydedir. Sullivan ve arkadaşlarının yaptıkları
araştırmada (beş madde) ise erkekler için 0.84 ve kadınlar için 0.76
olup sonuçlar benzerdir. Araştırmada algılanan yararlar boyutu
41
Cronbach alfa değeri (sekiz madde), erkekler için 0.80 ve kadınlar için
0.75 olarak saptanmış olup yeterlidir. Sullivan ve arkadaşlarının
araştırmasında (dört madde) erkekler için 0.82 ve kadınlar için 0.77
olup benzer sonuçlar elde edilmiştir. Algılanan engeller boyutu Cronbach
alfa değeri, yapılan çalışmada algılanan engeller boyutu (dört madde)
erkekler için 0.50 ve kadınlar için 0.32 olup, düşük bulunmuştur.
Sullivan ve arkadaşlarının çalışmasında (beş madde) ise erkekler için
0.82 ve kadınlar için 0.76’dır (Sullivan, Pasch, Cornelıus ve ark. 2004).
Maddelerin belirlenen alt boyutlarda yeterince temsil edilip
edilmediğini, belirlenen alt yapıların ölçeğin orijinal yapısını açıklamakta
yeterli olup olmadığını sınamak için “Doğrulayıcı Faktör Analizi”
yapılmıştır. Bu analiz özellikle daha önceden geliştirilmiş olan ölçeklerin
uyarlanmasında kullanılması gereken bir yöntemdir (Özdamar 2004,
Baydur, Erhan 2006). Yapılan analizde ölçeğin yapısal denklem model
sonucu (Structural Equation Modeling Results); χ²=500.96, p=0.000,
(örnek büyüklüğü 200’ün üzerinde olduğunda farklılık çıkma olasılığı
oldukça fazladır. Bu nedenle diğer kriterlere bakılması gerekir),
RMSEA=0.073 (0.08’e kadar olan değerler kabul edilebilir bir model
olduğunu gösterir), CFI=0.908 (0.95’den büyük olması beklenir),
NNFI;=0.90 (≥ 0.90 iyi uygun bir model olduğunu gösterir) olarak
saptanmıştır. Ölçeği oluşturan 23 madde ve 4 alt boyutun ölçek yapısıyla
ilişkili olduğu saptanmıştır. Sullivan ve arkadaşlarının çalışmasında
erkekler için χ²=168.42, kadınlar için χ²=170.38, NNFI erkekler için
0.90, kadınlar için 0.91 olarak saptanmıştır.
“Faktör analizi” uygulanırken örneklem büyüklüğü (yeterliliği)
dikkate alınması gereken önemli konulardandır. Örneklemin yeterliğinin
saptanmasında Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) testi yapılmaktadır. KaiserMeyer-Olkin (KMO) örneklem yeterliliği ölçütü, gözlenen korelasyon
katsayıları büyüklüğü ile kısmi korelasyon katsayılarının büyüklüğünü
karşılaştıran indekstir. Bir ölçek, Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) değeri
0.70-0.79 arasında ise iyi, 0.60-0.69 arasında ise orta olarak
değerlendirilmektedir. Bu anlamda araştırmada KMO değeri olarak
hesaplanan örneklem yeterliliği 0.78 ve Bartletts Test of Sphericity
(X²=2264.81 p<0.000) örneklem sınama büyüklüğü analizi değerinin
faktör analizi için oldukça yeterli olduğu bulunmuştur. Ölçeğin Temel
Bileşenler Analizi ile elde edilen faktör yapısının “yapı-kavram
geçerliği”ne sahip olduğu saptanmıştır (Akgül 1997, Özdamar 2002).
Ölçeğin son şeklinin toplam puanı yüksek ve düşük evliliğe
yönelik inanç ve tutumlara sahip bireyleri belirlemesi, diğer bir deyişle
bu ölçeğin uç grupları ayırt ettiğine (yapı geçerliğine) ilişkin bir kanıt
oluşturur. Bu amaçla ölçeğin alt-üst %27’lik grup ortalamaları
karşılaştırılmıştır. Alt-üst %27’lik grup ortalamalarının karşılaştırılması
için yapılan “bağımsız gruplar için t-testi” analizinde iki grup ortalamaları
42
arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (t:25.123,
p=0.000). Çalışmada bu iki grubun ortalamaları arasında istatistiksel
olarak anlamlı bir fark saptanmış olup, ölçeğin evliliğe yönelik inanç ve
tutum düzeyi yüksek ve düşük grupları ayırt edebildiği görülmektedir.
Bu sonuç ölçeğin yapı geçerliği için bir kanıt oluşturmaktadır (Tezbaşaran
1997, Erkuş 2003). Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç
Modeli ölçeğinin geçerliğine ilişkin uygulanan, kapsam geçerliği, faktör
analizi ve alt-üst %27’lik grup ortalamaları karşılaştırılması analizleri
sonucuna dayanarak ölçek bu haliyle geçerli bir ölçektir. Ancak, ölçeklerin
geçerlik çalışmaları süregelen çalışmalar olduğu için ölçek kullanılarak
yapılacak çalışmaların sonuçlarını da izlemek gerekmektedir.
Güvenirlik Analizleri
Güvenirlik her ölçme aracının taşıması gereken temel özelliktir ve
bir ölçme aracının hatalardan arınık olarak ölçme yapabilme yeteneğidir.
Aracın verilerinin doğru topladığını ve yinelenebilir olduğunu bu özelliği
belirler (Erkuş 2003, Aksayan, Gözüm 2002). Ölçeğin güvenirliğini
saptamaya yönelik ölçeğin standart hatası, iç tutarlılığı tekniklerinden
yararlanılmıştır.
Araştırma kapsamına alınan nişanlı kadın ve erkeklerin ölçekte
yer alan 23 maddeye yönelik verdikleri yanıtların ortalama, standart
hata ve standart sapma değerleri hesaplanmıştır. Bu sonuçlara göre
ölçeğin madde puan ortalamaları “4.70 - 1.61” arasında değişmektedir.
HBM maddelerinin puanlarının tek tek toplanmasıyla her katılımcı
için ölçek toplam puanı hesaplanmıştır. Ölçeğin toplam puan ortalaması ve
standart hatası 69.09 ± 0.7113’dir. Ölçeğin minimum puanı 37.00,
maximum puanı 108.00 ve standart sapması 10.78’dir. Çarpıklık
(skewness) değeri:-0.107, çarpıklık standart hatası:0.160’dır. Bu
çarpıklık katsayısı ±1.96 değerleri içinde yer aldığından anlamlı kabul
edilmez (p<0.005). Ölçeğin tümünün sola çarpık olduğu görülmektedir.
Bu da ölçeğin tümünün puan ortalamalarının medyandan küçük
olduğunu göstermektedir. Diklik (kurtosis) değeri:0.561, kurtosis
standart hatası: 0.320’dir. Bu diklik katsayısı ±1.96 değerleri içinde yer
aldığından anlamlı kabul edilmez (p<0.005). Ölçeğin tümünün sivriliği
ölçeğin tümünün puan dağılımlarının normal dağılım içindeki sivriliğini
göstermekte olup, sivriliği leprokurtik olarak tanımlamak mümkündür.
Sonuç olarak; ölçeğin normal dağılım eğrisi içinde bulunduğu
söylenebilir. Bu sonuçlar, ölçmenin güvenilir olduğunu göstermektedir.
Yapılan analizler sonucunda, ölçeğin iç tutarlılık güvenirlik
katsayısını gösteren Cronbach Alpha katsayısı Tablo 4’de görüldüğü
gibi 0.7219 olup yeterli düzeyde bulunmuştur ve maddeler birbirleriyle
yüksek ilişki göstermektedir (Özdamar 2002). Ancak ölçeğin iç
tutarlılığını belirlemeye yönelik yapılan madde analizi sonucunda 1,2,3,
4,11,13,14,15,17,19 maddelerin madde-toplam korelasyon katsayıları
43
0.20’nin altında bulunmuştur. Güvenirlik katsayısı düşük olan maddelerin
ölçekten çıkarılmasından önce Cronbach Alfa katsayısındaki ve ortalamadaki
değişime bakılması gerekir. Eğer madde ölçekten çıkarıldığında Alfa
katsayısı yükseliyorsa, o madde güvenirliği azaltmaktadır ve ölçekten
çıkarılmalıdır. Güvenirliği değiştirmeyen maddeler ölçeği destekleyen
maddelerdir ve ölçekten çıkarılmaması gerekir (Özadamar 2004, Tavşancıl
2005). Bu maddeler veri toplamada gerekli maddeler olduğu ve madde
çıkarıldığında Cronbach Alfa katsayısında değişim olmadığı/çok az
değişim olması nedeniyle, ölçek sahibi ve uzmanların önerileri
doğrultusunda ölçekten çıkarılmamıştır.
Ölçeğin Alpha katsayısı bir ölçek için kabul edilebilecek yüksek
değerde bulunmuştur. Bu sonuçlar ölçeğin kendi içinde tutarlı
olduğunu göstermektedir. Ölçekte bulunan maddeler birbirleriyle tutarlı ve
aynı özelliğin öğelerinin yoklayan maddelerden oluşmaktadır. Başka bir
deyişle, ölçeğin homojenliği yeterli düzeydedir.
“Đç tutarlılık güvenirlik katsayısı” hesaplama yöntemlerinden birisi
de “yarı test güvenirliği”nin hesaplanmasıdır. “Yarı test güvenirlik”
yönteminde, ölçek ya da test maddeleri iki eşit parçaya bölünerek ölçüm
sonuçları arasında korelasyon hesaplanır (Özgüven 2000, Hovardaoğlu
2000, Aksayan 2002, Erkuş 2003). Ölçeğin son haliyle yarı test
güvenirlik sonuçlarına göre, birinci yarının (12 madde) Cronbach Alpha
katsayısı 0.7072, ikinci yarının (11 madde) Cronbach Alpha katsayısı
0.6617, ölçeğin Spearman-Brown katsayısı 0.3497 ve Guttman SplitHalf katsayısı 0.3495 olarak bulunmuştur. Bu sonuçlar, ölçeğin iç
tutarlılığa sahip, güvenilir bir ölçek olduğunu göstermektedir.
Anket formunda yer alan soru ortalamalarının birbirine eşit olup
olmaması kavramı; soruların denekler tarafından aynı yaklaşım ile
algılanıp algılanmadığını, soruların zorluk derecelerinin birbirine eşit olup
olmadığını belirtir. Diğer bir anlatımla soruların ölçme yeteneklerinin
birbirine yakın ve normal dağılım formunda bir yapıda olup olmadıklarını
değerlendirmeyi amaçlar (Özdamar 2004). Yapılan analiz sonrası
(Hotelling T² testi=3462,64, F=142.95, p<0.001) çiftlerin maddeleri aynı
yaklaşım ile algılamadıklarını, diğer bir deyişle her bir maddeye ilişkin
farklı derecelerdeki inanç ve tutumlarını doğrudan yansıtarak maddeleri
yanıtladıklarını göstermektedir.
Tablo 4: Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği – Madde Toplam
Korelasyonları
MADDELER
Madde-Toplam
Korelasyonları
Madde silindiğinde iç tutarlılık katsayısı
(Cronbach Alpha)
Madde 1
Madde 2
0.0375
0.1875
0.7308
0.7184
44
Madde 3
Madde 4
Madde 5
Madde 6
Madde 7
Madde 8
Madde 9
Madde 10
Madde 11
Madde 12
Madde 13
Madde 14
Madde 15
Madde 16
Madde 17
Madde 18
Madde 19
Madde 20
Madde 21
Madde 22
Madde 23
0.1215
0.1869
0.2605
0.4406
0.5225
0.3951
0.4852
0.3414
-0.1639
0.2574
0.1275
-0.0793
0.0421
0.4445
0.0933
0.2288
-0.0538
0.5997
0.6468
0.5728
0.4620
N: 230
0.7214
0.7184
0.7161
0.6961
0.6877
0.7012
0.6928
0.7069
0.7321
0.7139
0.7251
0.7428
0.7319
0.7005
0.7289
0.7160
0.7393
0.6840
0.6804
0.6890
0.6985
Cronbach Alpha: 0.7219
Güvenirlik analizi için ölçme aracını oluşturan maddelerin ölçme
aracının bütünüyle ne derecede ilişkili olduklarını belirleyen ve madde
seçiminde sık kullanılan madde analizi için korelasyon katsayısı
hesaplanmaktadır (Tezbaşaran 1997, Özdamar 2002). Madde toplam
puan analizi güvenirlik analizi olduğu gibi, geçerlik (iç tutarlık) göstergesi
olarak da kabul edilir ve ölçeğin yapı geçerliliğini de yansıtır (Tavşancıl
2005).
Tablo: 5 Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeğinin Alt Boyutlarının
Algılanan
Ciddiyet
Algılanan
Duyarlılık
k
Alt
Boy
utla
Madde-Toplam Korelasyonları (n=230)
HBM maddeleri
* Evlilik Sorunları ile Đlgili Algılanan Duyarlılık
1-Đleride ilişkide sorun yaratacağını düşündüğü konu olması
2-Evlilik sorunlarının olma olasılığı
11-Sorunların üstesinden gelebileceği inancı
* Boşanma ile Đlgili Algılanan Duyarlılık
3-Kendisinin boşanma teklif etmesi
4-Eşinin boşanma teklif etmesi
5-Evliliğin boşanma ile sonuçlanması
* Evlilik Sorunlarının Ciddiyeti
Aşağıdakileri yaşama ne kadar kötü olur........
6-……..Evlilik ile ilgili sorunların olması
7-……. Đletişim sorunlarının olması
r
p
0.67** 0.000
0.78** 0.000
-0.21** 0.001
0.70**
0.75**
0.70**
0.000
0.000
0.000
-0.07
-0.13*
0.291
0.041
45
Algılanan
Engeller
Algılanan Yararlar
8-……..Çok fazla sorun/çatışma olması
9-……..Evliliğin sorun olması
* Boşanmada Ciddiyet
10-Boşanma olayını yaşama ne kadar kötü olur
13-Bilmek istemediği şeylerin açığa vurulması
15-Danışmanlık almanın ilişkide bir sorun olduğu anlamına
gelmesi
17-Din görevlisinin evlilik hazırlığında çiftlere yardımcı olması
19-Danışmanlık alma gerekli olursa buna gücenme/alınma
12-Evlilik öncesi danışmanlığa katılmanın uygun olması
14-Danışmanlık ücretinin danışmalık almayı önleme olasılığı
16-Terapistin evlilik hazırlığında çiftlere yardımcı olması
18-Güvenebileceği danışman bulabilmesi
Evlilik öncesi danışmanlık almak ne derecede …………..…
20-……Evlilikte mutlu olmaya yardımcı olur
21-……Kendisi ve nişanlısının herhangi bir sorununda yardımcı
olur
22-........Olabilecek sorunları tanılama ve önlemede yardımcı olur
23.........Daha iyi iletişimde yardımcı olur
-0.13*
-0.09
0.038
0.158
0.01
0.57**
0.926
0.000
0.54**
0.60**
0.23**
0.53**
0.11
0.77**
0.43**
0.000
0.000
0.000
0.000
0.094
0.000
0.000
0.85**
0.000
0.87
0.000
0.80
0.74
0.000
0.000
*0.05 düzeyinde anlamlı **0.01 düzeyinde anlamlı
Tablo:6 Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği Maddelerinin
Faktör Yükleri ve Evlilik Öncesi Danışmanlık Programına Katılma Niyeti ile
Korelasyonları (n=230)
HBM maddeleri
Algılanan Duyarlılık
* Evlilik Sorunları ile Đlgili Algılanan Duyarlılık
1-Đleride ilişkide sorun yaratacağını düşündüğü konu olması
2-Evlilik sorunlarının olma olasılığı
11-Sorunların üstesinden gelebileceği inancı
* Boşanma ile Đlgili Algılanan Duyarlılık
3-Boşanma teklif etmesi
4-Eşin boşanma teklif etmesi
5-Evliliğin boşanma ile sonuçlanması
Algılanan Ciddiyet
* Evlilik Sorunlarının Ciddiyeti
Aşağıdakileri yaşama ne kadar kötü olur...........................
6-……Evlilik ile ilgili sorunların olması
7-……Đletişim sorunlarının olması
8-……Çok fazla sorun/çatışma olması
9-……Evliliğin sorun olması
* Boşanmada Ciddiyet
10-Boşanma olayını yaşama ne kadar kötü olur
Algılanan Engeller
13-Bilmek istemediği şeylerin açığa vurulması
15-Danışmanlık almanın ilişkide bir sorun olduğu anlamına
gelmesi
17-Din görevlisinin evlilik hazırlığında çiftlere yardımcı olması
19-Danışmanlık alma gerekli olursa buna gücenme/alınma
Algılanan Yararlar
12-Evlilik öncesi danışmanlığa katılmanın uygun olması
46
Faktör
Niyet ile
yükleri
korelasyon
Erkek Kadın Erkek Kadın
0.57 0.69 -0.71 0.16
0.51 0.74 0.36 0.14
-0.27 -0.55 -0.15 -0.81
0.43
0.58
0.37
0.54
0.49
0.79
0.81
0.51
0.31
0.75
0.88
0.87
0.86
0.79 -0.19 0.15
0.88 0.01 0.10
0.89 -0.67 0.11
0.85 0.13 0.13
0.55
0.67 -0.08 0.12
0.66
0.57
0.68
0.73
0.14
0.50
0.56
0.56
0.98
0.14
0.50
0.44 -0.48 0.02 0.09
0.38 0.58 0.06 -0.02
0.49
0.43 0.26** 0.27**
14-Danışmanlık ücretinin danışmanlık almayı önleme
olasılığı
16-Terapistin evlilik hazırlığında çiftlere yardımcı olması
18-Güvenebileceği danışman bulabilmesi
Evlilik öncesi danışmanlık almak ne derecede ……….…….
20-........Evlilikte mutlu olmaya yardımcı olur
21-........Kendisi ve nişanlısının herhangi bir sorununda
yardımcı olur
22-……Olabilecek sorunları tanılama ve önlemede yardımcı
olur
23-........Daha iyi iletişimde yardımcı olur
-0.59 0.43
0.11 -0.13
0.78
0.48
0.74 0.24** 0.30**
0.39 0.23* -0.01
0.86
0.87
0.88 0.21* 0.35**
0.85 0.15 0.39**
0.83
0.75 0.22* 0.39**
0.79
0.69
0.13 0.42**
*0.05 düzeyinde anlamlı **0.01 düzeyinde anlamlı
Ölçeğin her bir alt boyutunda yer alan maddelerin puanları ile ait
olduğu alt boyutun toplam puanı arasındaki ilişki korelasyon analizi ile
değerlendirildiğinde güvenirlik katsayıları; algılanan duyarlılık alt
boyutunda r=-0.21−0.78 arasında ve maddelerin her birinde ileri
düzeyde anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p<0.01). Algılanan ciddiyet alt
boyutunda r=0.01−-0.13 arasında olup yedinci (r=-0.13) ve sekizinci
(r=-0.13) maddelerde anlamlı ilişki saptanmıştır (p<0.05). Algılanan
yararlar alt boyutunda r=0.11−0.87 arasında olup 11. madde hariç tüm
maddelerde ileri düzeyde anlamlı ilişki mevcuttur (p<0.01). Algılanan
engeller alt boyutunda ise r=0.23−0.60 arasında ve tüm maddeler için
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p<0.01;
Tablo 5).
Evlenecek çiftlere “Sizin ve nişanlınızın evlenmeden önce, evlilik
öncesi danışmanlık alma olasılığınız ne kadardır?” sorusu yöneltilerek
eğitim programına katılma niyetleri belirlenmiştir. Hem kadınların,
hem de erkeklerin danışmanlık programına katılma niyetleri ile evliliğe
ilişkin inanç ölçeğinin yalnızca algılanan yararlar alt boyutunun bir
maddesi dışında korelasyonların güçlü olduğu belirlenmiştir (Tablo 6).
Sullivan ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada ise, kadınlarda ve
erkeklerde, hem algılanan engeller hem de algılanan yararlar alt
boyutunda güçlü ilişkilerin olduğu saptanmıştır (Sullivan, Pasch,
Cornelıus ve ark. 2004). Programın kişiye getireceği algıladığı yararlar
danışmanlık programına katılımını etkileyeceği beklenen bir durumdur.
Yetişkin
eğitiminde eğitim içeriğinin belirlenmesinde bireyin
gereksinimlerinden yola çıkılması ve programın getireceği yararların
belirtilmesi yetişkin eğitiminin en önemli özelliklerindendir. Bireye yarar
getirmeyecek programlara erişkinlerin katılımlarının düşük olduğu da
bilinmektedir (Kurt 2000). Bu bulgu evliliğe ilişkin danışmanlık
programlarının tanıtılmasında ve eğitim konularının belirlenmesinde
çiftlere programın başında onlara getireceği yararların anlatılmasının
gerektiğini ortaya koymuştur.
Yapılan araştırmada, evlilik sorunları ile ilgili algılanan duyarlılık
ve boşanmayla ilgili algılanan duyarlılık arasında güçlü bir korelasyon
47
(erkeklerde r = 0.33, p<0.05, kadınlarda r = 0.49, p<0.01) saptanmıştır.
Bunun yanı sıra algılanan ciddiyet (evlilik sorunlarının ciddiyeti,
boşanmada ciddiyet) ve boşanma ile ilgili algılanan duyarlılık arasında
erkeklerde önemli bir ilişki saptanmamasına karşın (r = -10, p>0.05),
kadınlarda güçlü bir korelasyon bulunmuştur (r = 0.26, p<0.05).
Bulgular kadınların evlilik ve boşanmayla ilgili duyarlılığının erkeklere
oranla daha fazla olduğunu göstermektedir. Bunun Türk toplumundaki
kadını statüsünden ve cinsiyete bağlı özelliklerinden kaynaklanmış
olabileceği düşünülmüştür.
Sullivan ve arkadaşlarının araştırmasında ise, evlilik sorunlarıyla
ilgili algılanan duyarlılık ile boşanmayla ilgili algılanan duyarlılık
arasında güçlü bir korelasyon bulunmuştur (erkekler için r=-0.63,
kadınlar için r=-0.51). Erkeklerde boşanmayla ilgili algılanan duyarlılık
ve algılanan ciddiyet arasında (r=-0.27), kadınlarda evlilik sorunlarıyla
ilgili algılanan duyarlılık ve algılanan ciddiyet arasında güçlü bir
korelasyon saptanmıştır (r=-0.24). Algılanan yararlar ise, erkeklerde
boşanmayla ilgili algılanan duyarlılık arasında (r=-0.19), kadınlarda
evlilik sorunlarıyla ilgili algılanan duyarlılık (r=-0.28) arasında
korelasyon vardır. Bunun yanı sıra algılanan yararlar kadınlar ve
erkeklerde algılanan engellerle (r=0.77 kadın ve r=0.79 erkek) ilişkilidir.
Algılanan ciddiyet, hem erkekler (r=-0.25) hem de kadınlarda (r=0.15)
algılanan engellerle ilişkili bulunmuştur (Sullivan, Pasch, Cornelıus ve
ark. 2004).
Bu çalışmada, kadın ve erkeklerde evlilik sorunları ile ilgili
algılanan duyarlılık ve boşanma ile ilgili algılanan duyarlılık arasında,
kadınlarda algılanan ciddiyet ve boşanmayla ilgili algılanan duyarlılık
arasında korelasyon bulunması, aile bağlarının Türk toplumunda daha
güçlü olması, kültürler arası farklılık ve kadının yetiştirilme özellikleri
gibi etmenlerin yanı sıra kadının aileyi sürdürmedeki sorumluluklarını
daha fazla hissetmesinden kaynakladığı düşünülmektedir. Ayrıca
algılanan engeller, algılanan yararlar alt boyutu ile diğer alt boyutlar
arasında korelasyon bulunmaması, evlilik öncesi danışmanlık
programının ülkemizde olmaması ve boşanmaların Amerika Birleşik
Devletleri’ne oranla düşük olması nedeninden kaynaklanıyor olabilir.
SONUÇ
Bu araştırma sonucunda;
· “Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği”nin
Cronbach Alfa güvenirlik katsayısı 0.72, alt boyutlarının Cronbach
Alfa değerleri ise 0.78-0.43 arasında bulunmuştur.
· “Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği”nin
faktöriyel yapısını belirlemek için yapılan analiz sonucunda özdeğeri
48
birin üzerinde olan ve toplam varyansın %53.49’unu açıklayan dört
faktör belirlenmiştir. Sonuç olarak Đngilizce’den Türkçe’ye uyarlanan
Evliliğe Yönelik Đnanç ve Tutumlar: Sağlık Đnanç Modeli Ölçeği’nin
geçerlik ve güvenirlik düzeyi yeterli bulunmuştur.
Bu aşamada ölçeği geliştiren Sullivan ve arkadaşlarının da
önerdiği gibi, ölçeğin yapı geçerliğine ilişkin ek kanıtlar elde edilebilmesi
amacıyla, ölçeğin daha büyük ve farklı özelliklere sahip örneklem
gruplarına uygulanarak, inanç ve tutumları etkileyebilecek (yaş, cinsiyet,
eğitim durumu, sosyal statü, deneyimler, etnik grup v.b) değişkenlerle
tekrarlı ölçümlerle sınanması uygun olacaktır. Ayrıca ölçekten evlenmek
üzere olan bireylerin evlilik konusundaki inanç ve tutumlarında algılarının
belirlenmesinde yararlanılabilir. Belediyelerin evlilik öncesi danışmanlık
programları düzenleyerek, ölçeği evlenecek çiftlere uygulamasıyla,
toplumda evlilik danışmanlık programlarına farkındalık sağlanabilir.
Böylelikle evlilik kurumları sağlıklı ilişkilerin oluşturulması ve
geliştirilmesine katkı yaratmada faydalı olabilir.
Ayrıca çalışmanın yapılmasına katkıda bulunan kurumlara ve
çalışmaya katılan çiftlere teşekkür ederiz.
KAYNAKLAR
1. ...………...http://www.aetd.org/5/frontside1/entitialfocus.aspx?primaryid=1337 Aile
ve Evlilik Terapileri Derneği Erişim tarihi 15.06.2005
2. ………….http//www.hsc.usf.edu/~kmbrown/Health Belif Model-Overviev.htm.2001.
Erişim tarihi 15.06.2006
3. Akgül A (1997). Tıbbi Araştırmalarda Đstatistiksel Analiz Teknikleri, Yükseköğretim
Kurulu Matbaası, Ankara.
4. Aksayan S, Bahar Z, Bayık A. ve ark (2002).Araştırma Tasarımı, (içinde) Đnci Erefe
(ed) Hemşirelikte Araştırma Đlke, Süreç ve Yöntemleri, Hemşirelikte Araştırma ve
Geliştirme Derneği, 1 Basım, Odak Ofset, Đstanbul, 65-90.
5. Aksayan S, Gözüm S (2002). Kültürlerarası Ölçek Uyarlaması Đçin Rehber I: Ölçek
Uyarlama Aşamaları ve Dil Uyarlaması, Hemşirelikte Araştırma ve Geliştirme Dergisi,
4(1): 9-14.
6. Ayvaşık HB (2002). Kaygı Duyarlığı Đndeksi:Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması, Türk
Psikolojisi Dergisi, 15(46): 43-57.
7. Baydur H, Eser E (2006). Uygulama: Yaşam Kalitesi Ölçeklerinin Psikometrik
Çözümlenmesi, Sağlıkta Birikim, Cilt: 1, Sayı:2, 99-123.
8. Eisen M, Zellman GL, McAlister AL (2005). Theories and Approaches, http://etr.org/
recapp/theories/hbm/HBM ~ Erişim tarihi 04.08.2005.
9. Erefe Đ. (2002). Veri Toplama Araçlarının Niteliği. (içinde) Đnci Erefe (ed) Hemşirelikte
Araştırma Đlke, Süreç ve Yöntemleri, Hemşirelikte Araştırma ve Geliştirme Derneği, 1
Basım, Odak Ofset, Đstanbul,169-188.
10. Erkuş A (2003). Psikometri Üzerine Yazılar, Türk Psikologlar Derneği Yayınları, 1.
Basım, Ankara.
49
11. Gözüm S, Aksayan S. (2003). Kültürlerarası Ölçek Uyarlaması Đçin Rehber II:
Psikometrik Özellikler ve Kültürlerarası Karşılaştırma, Hemşirelikte Araştırma
Geliştirme Dergisi, 5(1): 3-14.
12. Günay O. (1995). Aile ve Sağlık, Aile Sağlığı El Kitabı, Yusuf Öztürk, Osman Günay
(Ed), Kayseri, 1-5.
13. Hahweg K, Markman HJ, Thurmaier F. et al. (1998). Prevention of Marital distress:
Result of a German Prospective Longitudinal Study, Journal of Family Psychology,
12, 543-556. Aktaran: Sullivan TK, Pasch L, Cornelıus T ve ark.. (2004). Predicting
Participation in Premarital Prevention Programs: The Health Belief Model and Social
Norms, Family Process; 43,2; Health & Medical Complete, 175-193.
14. Hovardaoğlu S (2000). Davranış Bilimleri Đçin Araştırma Teknikleri, Ve-Ga Yayınları,
Ankara.
15. Kurt Đ (2000). Yetişkin Eğitim Programları, Yetişkin Eğitimi, Nobel Yayın Dağıtım,
Ankara, 235-267.
16. Mishel MH (1998). Methodological Studies: Instrument Development, Brink PJ, Wood
MJ, Advanced Design in Nursing Research, 2.Edition. Thousand Oaks: Sage
Publication.235-282. Aktaran: Çimen S ve ark. (2005). AIDS Tutum Ölçeğinin
Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması, Zonguldak Sağlık Yüksekokulu Sağlık Eğitim
Araştırma Dergisi, 1: 1, 1-2.
17. Nunnally JC, Bernstein IH (1994). Psychometric theory (3nd ed.). New York, McGrawHill Inc.
18. Özdamar K (2002). Paket Programlar ile Đstatistiksel Veri Analizi, 4.Baskı, Eskişehir:
Kaan Kitabevi .
19. Özgüven ĐE (2000). Psikolojik Testler, PDREM Yayınları, 4. Baskı, Ankara.
20. Redding CA, Rossi JS, Rossi SR. et al (2000). Health Behavior Models, The
International Electronic Journal of Health Education, 3 (special Issue): 180-193,
http://www.iejhe.siu.edu Erişim tarihi 01.08.2005
21. Roden J (2004). Revisiting The Health Belief Model: Nurses Applying It To Young
Families And Their Health Promotion Needs, Nursing And Health Sciences, 6, 1-10.
22. Roden J (2004). Validating The Health Belief Model for Young Families: Implications
for Nurses’ Health Promotion Practice, Nursing and Health Sciences, 6, 247-259.
23. Sandstrom GD (2004). The Effect Of Marriage Mentoring When Utilized in a
Premarital Program, Capella University, Erişim tarihi 16.06.2005 http://wwwlib.
umi.com/dissertations/preview/3129597....
24. Savaşır I, Şahin HN (1997). Bireysel Davranışçı Terapilerde Değerlendirme: Sık
Kullanılan Ölçekler. Türk Psikoloji Derneği Yayınları, Ankara, 46-50,123-129.
25. Stahmann RF (2000). Premarital Counselling:A Focus For Family Therapy, The
Association For Family Therapy 2000, Published by Blackwell Publishers, Oxford,
22; 104-116.
26. Sullivan TK, Pasch L, Cornelıus T. et al (2004). Predicting Participation in Premarital
Prevention Programs: The Health Belief Model and Social Norms, Family Process;
43,2; Health & Medical Complete, 175-193.
27. Tavşancıl E (2005). Tutumların Ölçülmesi ve SPSS Đleri Veri Analizi, Ankara, Nobel
Basımevi, Ankara.
28. Tezbaşaran A (1997). Likert Tipi Ölçek Geliştirme Kılavuzu,Türk Psikologlar Derneği
Yayınları 2.Basım, Ankara.
50
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 51-68, 2007
HEMŞĐRE EĞĐTĐMCĐLERĐN STERSLE BAŞETME DÜZEYLERĐNĐN
ĐNCELENMESĐ
INVESTIGATION OF NURSE EDUCATOR’S COPING STRESS LEVELS
Gönül ÖZGÜR
Şeyda DÜLGERLER
Neslihan ARPA
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Bornova / ĐZMĐR
Anahtar Sözcükler: Stres, Stresle baş etme, hemşire eğitimci
Key Words: Stress, Coping Stress, Nurse Educator
Araştırma 10.Ulusal-3. Uluslar arası Hemşirelik Kongresinde sözel bildiri olarak sunulmuştur.
ÖZET
Türkiye’ de değişen eğitim koşullarının niteliksel ve niceliksel
değişiklikleri hemşire eğiticilerin farklı stresler yaşamalarına neden olmaktadır.
Stres alanlarının belirlenmesi eğitimin kalitesini hem eğitimciler hem de
öğrenciler açısından arttıracağı beklenen bir sonuçtur. Bu düşünceden
hareketle araştırma Ege Üniversitesi’ne bağlı Hemşirelik Yüksekokullarında
görev yapan hemşire eğitimcilerin stresle baş etme düzeylerinin belirlenmesi ve
bireysel özelliklerinin stresle baş etme düzeyleri üzerine olan etkisinin
incelenmesi amacıyla planlanmış ve uygulanmıştır.
Tanımlayıcı ve analitik olarak düzenlenen bu araştırmanın evrenini
2002-2003 öğretim yılında Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu, Đzmir
Atatürk Sağlık Yüksekokulu ve Ödemiş Sağlık Yüksekokulu’nda görev yapan
tüm hemşire eğitimciler oluşturmuştur(n=82). Araştırmada hemşire eğitimcileri
tanıtıcı bilgi formu ve “Rosenbaum Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği” (RÖGÖ)
kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde sayı, yüzde dağılımları, t testi ve
varyans analizi kullanılmıştır.
Hemşire eğitimcilerinin %68.3’ü E.Ü.H.Y.O.’ da çalışmaktadır. %32.9’u
26-30 yaş grubunda olup, %85.4’ü eğitimci olmaktan memnundur. Ölçeğin
puan ortalaması ( 128 ,64 ± 14,31 )’ dır. Stresle baş etme stratejilerini en fazla 41-45
yaş grubu ve Doç. Dr. unvanlı hemşire eğitimcilerin kullandıkları saptanmıştır.
Mesleki deneyime göre en fazla stresle baş etme stratejilerini 21 ve üzeri yıl
arasında çalışan hemşire eğitimcilerin, en az ise 11-15 yıl arası çalışan
hemşire eğitimcilerin kullandıkları saptanmıştır. Eğitimci olmaktan memnun
olan hemşire eğitimcilerinin stresle baş etme stratejilerini daha fazla
kullandıkları belirlenmiştir. Tüm bu bulgular sonucunda stresle baş etme ile
ilgili bu tip araştırmaların Türkiye’nin farklı bölgelerindeki hemşire
eğitimcilerle yapılması, ileride yapılacak araştırmalarda “Öz Değerlendirme”
51
tekniğinin kullanıldığı bu tip ölçeklerle birlikte yapılandırılmış görüşmeler ve
doğal gözlem tekniklerinin de kullanılması önerilmektedir.
SUMMARY
This study was prepared with the purpose of investigation of nurse
educators stress and coping stress level effecting of individual charecteristcs on
coping stress level.
This discriptive and analitic study population were total nurse educators who
worked in Ege University School of Nursing, Đzmir Atatürk Health High School
and Ödemiş Health High School in 2002-2003 education year. Nurse educators
who accept to involve in study were the sample and another sample selective
technic was not used (n=82). Data were collected by two questionnaire forms.
The first form was preparied to descriptive nurse educators charecteristics.
Second form “Rosenbaum Learned Resourcefulness Scale (RLS) was used to
discriptive nurse educators coping stress level which validity and realiblity tests.
Data were evaluated by percentages, t test and variance analysis.
68.3% of nurse educators worked in E.Ü. HYO. 32.9 % of them were 26.30
years group, 85.4 % of them satisfaction to be educator. Scale point mean
128.64±14.31. As a result; most of the nurse educators have lived stress
because of the job and while have a problem try to understand and solved
problem was found. Coping stress strategies were highest degree used by nurse
educators who were 41-45 age group and have Associated Proff was found. For
job experimentation; while the coping stress strategies were the highest degree
used by nurse educators who worked between 21 years and higher, Nurse
educators who were plased to be educator used the higher degree coping stress
strategies than the others was found. As a result of; to make studies about
coping stress level like this study in different areas in Turkey with nurse
educators, in this studies using “self evaluation technics”, based on structure
interviews and observation technics were suggested.
GĐRĐŞ
Yaşadığımız yüzyılda insanlar, hangi işi yaparlarsa yapsınlar,
yaşamlarının büyük bir bölümünü, kendi yeteneklerini ve sınırlarını
zorlayarak sürdürmektedirler (Ertekin 1993).Stres organizmanın
bedensel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesi ve zorlanması ile ortaya
çıkan bir durumdur (Baltaş 2000, Pektekin 1990, Uysal 1999).
Genellikle stres birey ve çevresi ile ilişkilendirilerek gerilim, endişe, baskı,
çelişki, sıkıntı, engellenme, isteksizlik, zorlanma gibi olumsuz
sayılabilecek sözcüklerle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır (Pektekin
1990).
Farklı nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan strese karşı vücut,
çeşitli savunma mekanizmalarıyla cevap vermeye çalışır. Vücudun strese
karşı geliştirdiği bu mekanizmalar, aynı zamanda stresin birey üzerindeki
sonuçlarıdır. Stres sürekli hale geldiği zaman, gerginliğe dönüşür ve
52
gerginlik durumunda insan vücudu değişik aşamada strese karşı tepki
gösterir (Tutar 2000).
Çeşitli sebeplerle oluşan stres tepkileri, kısa ve uzun zamanda
organizmayı çeşitli boyutlarda tehdit eder. Strese karşı verilen tepkiler
uzun bir zaman dilimi içerisinde kronik hastalıkların gelişmesine zemin
hazırlar. Stresin sıklığı ve yoğunluğu zamanı kısaltabilir. Bu hastalıklar
baş ağrısı, yüksek tansiyon, kalp rahatsızlıkları gibi bedensel
hastalıklar olabildikleri gibi, psikolojik veya zihinsel hastalıklar da
olabilirler. Đnsanlar edinmiş oldukları davranış kalıplarına ve zihinsel
özelliklerine göre stres karşısında psikolojik tepki olarak geri çekilme,
kabullenme, karşı koyma veya korku, endişe, depresyon gibi duygusal
problemler geliştirebilirler. Öte yandan dikkatin azalması, zihni bir
konu üzerinde toplama güçlüğü aşırı unutkanlık, obsessif (takıntılı)
düşünceler zihinsel düzeydeki problemlerden bazılarıdır (Görgülü 1990,
Karaküçük 1997, Uysal 1999, Baltaş 2000,Tutar 2000, Güçlü 2001).
Stres günlük yaşantımıza girmiş ve giderek yaygınlık kazanan bir
kavram
olmuştur.
Durmadan
çalışan,
amaçlarına
ulaşmak,
beklentilerini gerçekleştirmek için çaba gösteren insanlar sürekli
gerginlik, endişe, çatışma ve öfke içerisinde günlük yaşantılarını
sürdürürler. Stres günlük yaşantıda olduğu kadar iş hayatının da
önemli bir parçasını oluşturur (Duymaz 1999).
Barut ve ark. (2002) aktardığı üzere, ABD’de Ulusal Mesleki
Güvenlik ve Sağlık Enstitüsü (The National Instute for Occupational
Safety and Health-NIOSH) tarafından yapılan bir araştırmada, stres
düzeylerine göre 130 meslek sıralanmıştır Bunlardan stresi en yüksek
düzeyde olan mesleklerden bazıları; işçi, sekreter, denetçi, yönetici,
garson, polislik, hava trafik kontrol memurluğu ve öğretmenliktir
(Barut ve ark. 2002).
Türkiye’de sağlık bakımının yeterli, etkili ve dengeli bir biçimde
verilmesinin önemli koşullarından biri günümüz ve gelecek için iyi
eğitilmiş hemşireler yetiştirmektir. Sağlık sistemi içerisinde rol olacak
profesyonel hemşirelere gerekli bilgi, beceri ve değerler eğitim yolu ile
kazandırılmaktadır (Beceren 1999).
Eğitimci hemşireler, hemşirelik mesleğinde bilginin yeni kuşaklara
geçişi ve daha yeni bilgilerle hemşirenin yetiştirilmesinden sorumludur.
Hasta bakımı ile ilgili davranış ve tutumları öğrencilere öğretme,
hemşirelikte müfredatın temel bileşenlerindendir. Bu özelliklerinden
dolayı, eğitimci hemşireler, liderler olarak diğer hemşirelere rehberlik
ve etki yaparlar. Eğitimci hemşirelerin yeniliklerin takipçisi olma, yeni
bilgileri öğretme, araştırma, toplum hizmetlerine katılma, çeşitli komite
ve etkinliklerde yer almayı gerçekleştirmeli ve klinik pratikte de yer
alabilmelidir (Çam 1994).
53
Hem eğitim, hem de sağlık alanında, her geçen gün artan talepler,
eğitimciler açısından artan öğrenci sayısı, fazla sayıdaki öğrenciye yanıt
verecek fiziksel koşulların yetersizliği, eğitimci sayısının azlığı gibi birçok
etken nitelikli insan yetiştirmeyi zorlaştırmaktadır. Sağlık eğitimi
açısından ise, buna ek olarak, gelişen teknolojiye de ayak uyduracak
nitelikte eleman yetiştirme önemli olmaktadır. Eğitimci hemşireler,
hem sağlık hem de eğitim alanlarında gelen taleplere yanıt vermek
durumundadır (Çam 1995).
Hemşirelik eğitimcilerinin meslek stresleri hemşirelik eğitiminin
değişimlerinden kaynaklanan meslek stresleridir. Bunlar; rol karmaşası, iş
yükü, kendilerinden daha fazla bilgi ve beceri beklendiğini bilme, felsefi
farklılıklar, iş arkadaşları arasındaki rekabet, ortamdan gelen talepler
ve okulun çalışma düzeni şeklinde belirmektedir (Hunter ve ark. 1993).
Hemşirelik eğitimi kuramsal ve uygulamalı öğretim ve öğrenimi
kapsayan teorik bilgi, gözlem, yorum ve el becerisini gerektiren bir
eğitimdir. Hemşirelik eğitimcileri eğitim verirken bu alanlarda sorunlar
yaşamakta ve strese maruz kalmaktadır. Uygulama alanından kaynaklanan sorunlar da eğitimciler için stres faktörleri oluşturmaktadır
(Ekizler 1994, Fadıloğlu ve ark. 1996, Ok ve ark. 1996).
Uygulamalı eğitimde, hemşire eğitimciler öğrenci sayısına uygun
öğretim elemanı eksikliği ve alandaki diğer insan gücünden yeterince
yararlanılmaması, klinik uygulama ortamının fiziksel koşullarına ilişkin
sorunlar, kurumsal eğitimle, uygulamalı eğitimdeki faklılıklar, sağlık
ekibi ile iletişim eksiklikleri, ARaştırmaların yetersiz olması ve yapılanların
eğitime yansımaması, yasalardaki görev analizi ve iş tanımları ile ilgili
eksiklikler, teknolojik gelişmeleri izleme güçlükleri, hemşirelik eğitimi
ve uygulama ortamları arasımda entegrasyonun olmaması gibi sorunlar
yaşamaktadırlar. Sağlık çalışanlarını yetiştiren hemşire eğitimcilerin
hemşirelik ve eğitimcilik rollerinin her ikisini de birlikte yürüttükleri
düşünülürse daha fazla stresle karşı karşıya kaldıkları söylenebilmektedir
(Ekizler 1994).
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırma, Ege Üniversitesi’ne bağlı hemşirelik yüksekokullarındaki hemşire eğitimcilerinin stresle başa çıkma stratejilerinin incelenmesi ve bireysel özelliklerin başa çıkma düzeylerine etkisini saptamak
amacıyla gerçekleştirilmiş tanımlayıcı tipte bir araştırmadır.
Araştırma Eğe Üniversitesine bağlı hemşirelik yüksekokullarında
(Eğe Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu, Đzmir Atatürk Sağlık
Yüksekokulu ve Ödemiş Sağlık Yüksekokulu) gerekli izinler alındıktan
sonra 2002 - 2003 öğretim yılı içinde yürütülmüştür.
54
Araştırmanın evrenini Eğe Üniversitesine bağlı, Eğe Üniversitesi
Hemşirelik Yüksekokulu, Đzmir Atatürk Sağlık Yüksekokulu ve Ödemiş
Sağlık Yüksekokullarında görev yapan toplam 87 hemşire eğitimci
oluşturmuştur. Evrenin tamamı araştırma kapsamına alındığından,
ayrıca bir örneklem seçimine gidilmemiştir. Anket formu, araştırmaya
katılmayı kabul eden 82 hemşire eğitimciye uygulanmıştır. Katılım
oranı %94’ dür (N= 87).
Araştırmada belirlenen amaçlara ulaşmak için iki ayrı araç
kullanılmıştır. Bunlar Hemşire Eğitimcileri Tanıtıcı Bilgi Formu ve
hemşire eğitimcilerinin stresle başa çıkma stratejilerini belirlemek
amacıyla Rosenbaum Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeğidir. Soru formları
kalem-kâğıt tekniği ile eğitimci hemşirelerin uygun bir zamanında
uygulanmıştır. Uygulamada zaman sınırlamasına gidilmemiştir.
Araştırmaya katılan hemşire eğitimcilerin özelliklerine ilişkin
bilgileri elde etmek için ve bu bilgileri araştırmada kullanmak amacıyla
soru formu geliştirilmiştir. Tanıtıcı Bilgi Formu 19 sorudan oluşmaktadır.
Elde edilen bilgiler eğitimcilerin çalıştıkları okulları, yaş, yaş grupları,
mezun oldukları okullar, unvanları, medeni durumları, gelir düzeyleri,
aile tipleri, mezun olduktan sonra çalışma yılı, hemşirelik yapma
durumu, bulunduğu okulda çalışma yılı, eğitim sürecinde stres yaşayıp
yaşamadıkları, stres alanları ve stresle nasıl baş ettikleri, alkol, sigara
ve sakinleştirici ilaçlar gibi alışkanlıkları, eğitimci olmaktan memnun
olma durumu, bir güçlük/zorlanma yaşadıklarında uzman yardımına
başvurma durumu ile ilgilidir.
Rosenbaum Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği (RÖGÖ), Rosenbaum
(1980) tarafından stresle ve stres tepkileriyle kişinin başa çıkmada
kullanabileceği bilişsel stratejilerinin ne düzeyde kullanıldığını ölçmek
üzere geliştirilmiştir. Rosenbaum’a göre öğrenilmiş güçlülük, bireyin
duygu, biliş, ağrı gibi iç uyarıcılarını düzenlemede kullandığı, çoğunlukla
bilişsel olan, kazanılmış bir davranış repertuarı ve beceriler toplamıdır.
Bu nedenle ölçekle ölçülen özelilikler duygusal tepkileri düşüncelerle
denetleyebilme becerirsine, problem çözme stratejilerine, anlık
doyumları erteleyebilme ve içsel olayları düzenleme yeteneğine ilişkin
kendi algılarıdır (Dağ Đ. 1990, Savaşır ve Şahin 1997).
Siva (1991) tarafından Türkçeye çevrilen bu ölçeğin geçerlilik ve
güvenirlilik çalışması Đhsan Dağ (1991) tarafından yapılmıştır.
Öğrenilmiş güçlülük ölçeği toplam 36 maddeden oluşan 5’li likert tipi
bir öz-değerlendirme ölçeğidir. Puanlar “hiç tanımlamıyor”1, “biraz
tanımlıyor” 2 , “oldukça iyi tanımlıyor” 3, “iyi tanımlıyor” 4, “çok iyi
tanımlıyor” 5 olarak derecelendirilmiştir. Ölçekte 4, 6, 8, 9, 14, 16, 18,
19, 21, 29 ve 35. maddeler ters puanlanmaktadır. 36-180 arasında bir
toplam puan alınmaktadır. Yükselen puanlar kendini denetleme
55
becerilerinin yüksekliğine; bir diğer deyişle ölçekte temsil edilen
başaçıkma stratejilerinin sıklıkla uygulandığına işaret etmektedir. (
Savaşır ve Şahin 1997).
Araştırmanın bağımlı değişkenini, hemşire eğitimcilerinin
Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği (RÖGÖ) puan ortalamaları
oluşturmaktadır.
Araştırmanın bağımsız değişkenlerini ise, okul, yaş, yaş grubu,
mezun olunan okul, unvan, medeni durum, gelir düzeyi, aile tipi,
mezun olduktan sonra çalışma yılı, hemşirelik yapma durumu, şimdiki
okulda çalışma yılı, eğitimci olmaktan memnun olma durumu, uzman
yardımı alma durumu oluşturmaktadır.
Soru Formu ile toplanan veriler araştırmacılar tarafından SPSS
11.0 paket programında kodlanıp analizleri yapılmıştır. Veri
değerlendirilmesinde sayı, yüzde dağılımları, ortalamalar, “t” testi ve
varyans analizi kullanılmıştır.
BULGULAR
1. Hemşire Eğitimcilerin Tanıtıcı Özellikleri
Tablo 1: Hemşire Eğitimcilerin Tanıtıcı Özelliklerine Göre Dağılımı (N= 82)
Tanıtıcı Özellikler
Yaş Grupları
20-25
26-30
31-35
36-40
41-45
_
46 ve üzeri
X = 34.11±8.05
Çalıştıkları Okul
E.Ü.HYO
Atatürk
Ödemiş
Mezunun Olunan Okul
E.Ü. HYO
Hacettepe Ü. HYO
Đ.Ü. Florance N. HYO
Sahip Olunan Ünvanlar
Öğr. Gör.
Arş. Gör.
Yrd. Doç.Dr.
Doç.Dr.
Prof.
Gelir Durumu
Gelir gidere göre yüksek
Gelir gidere göre dengeli
Gelir gidere göre az
56
Sayı
Yüzde
9
27
19
7
11
9
11.0
32.9
23.2
8.5
13.4
11.0
56
15
11
68.3
18.3
13.4
71
6
2
86.6
7.3
2.4
18
39
13
6
6
22.0
47.6
15.8
7.3
7.3
6
59
17
7.3
72
20.7
Çalışma Yılı
1-5 yıl
6-10 yıl
11- 15 yıl
16-20 yıl
_
21 ve üstü
X=12.39 ± 7.77
Medeni Durum
Bekar
Evli
Boşanmış/dul
Aile Tipi
Çekirdek Aile
Geniş Aile
Parçalanmış Aile
Yalnız
Hemşire Olarak Çalışma Durumu
Çalışan
Çalışmayan
Okulda Çalışma Yılı
1 yıldan az
1-5 yıl
6-10 yıl
11-15 yıl
16-20 yıl
_
21 yıl ve üzer
X= 6.56 ± 7.55
Eğitimci Olmaktan Memnun Olma Durumu
Memnun
Kısmen Memnun
Alkol Kullanma Durumu
Ara sıra kullanan
Hiç Kullanmayan
Sigara Kullanma Durumu
Sigara Kullanan
Hiç Kullanmayan
Đlaç Kullanma Durumu
Hiç Kullanmayan
Ara sıra kullanan
Uzman Yardımı Alma Durumu
Alan
Almayan
20
21
15
12
14
24.4
25.6
18.3
14.6
17.1
33
43
6
40.2
52.5
7.3
55
3
6
18
67.1
3.6
7.3
22.0
69
13
84.1
15.9
10
46
7
3
12
4
12.2
56.1
8.5
3.7
14.6
4.9
70
12
85.4
14.6
49
33
59.8
40.2
28
54
34.1
65.9
70
12
85.4
14.6
17
65
20.7
79.3
Tablo 1’de hemşire eğitimcilerin tanıtıcı özelliklerine
dağılımları görülmektedir. Buna göre hemşire eğitimcilerin;
gore
· %32.9’ unun 26-30 yaş grubunda ve yaş ortalamasının 34.11±8.05
olduğu
· %68.3’ ünün E.Ü. HYO’nda çalışmakta olduğu,
· %86.6’ sınin E.Ü. HYO’ndan mezun olduğu,
· %47.6’sının araştırma görevlisi olarak çalıştığı,
· %20.7’sinin gelirinin giderinden göre az olduğu,
57
· % 25.6’sının mezun olduktan sonra 6-10 yıldır çalıştığı ve çalışma yıl
ortalamasının ise 12.39 ± 7.77 olduğu,
· %52.5’inin evli olduğu,
· %67.1’inin çekirdek aileye sahip olduğu,
· %84.1’inin daha önce hemşire olarak çalışmış olduğu,
· %56.1’inin 1-5 yıldır okulda eğitimci olarak çalıştığı, çalışma yıl
ortalamasının ise 6.56 ± 7.55 olduğu
· %85.4’ünün eğitimci olarak çalışmaktam “memnun” olduğu,
· %59.8’inin ara sıra alkol kullandığı,
· %65.9’unin hiç sigara kullanmadığı ,
· %85.4’ünün hiç ilaç kullanmadığı ,
· %79.3’ ünün
görülmektedir.
stresli
bir
durumda
uzman
yardımı
almadığı
2. Hemşire Eğitimcilerinin Stres Yaşama Durumları
Tablo 2: Hemşire Eğitimcilerinin Stres Yaşama Durumlarına Göre Dağılımı
Stres Yaşama Durumu
Stres yaşayan
Stres yaşamayan
Toplam
Sayı
72
10
82
Yüzde (%)
87.8
12.2
100.0
Araştırmaya katılan hemşire eğitimcilerinin stres yaşama
durumlarına göre dağılımları Tablo 2’de görülmektedir. Buna göre
hemşire eğitimcilerin % 87.8’ inin stres yaşadığı, % 12.2’ sinin ise stres
yaşamadığını ifade ettikleri görülmektedir.
Tablo 3: Hemşire Eğitimcilerin Kendilerini Zorlanmış/Stresli Hissettiği Durumlara Göre
Dağılımı ( N= 82 )
Stres yaşanan durumlar
Đş yoğunluğu
Araç-gereç yetersizliği
Đletişim sorunları
Ders hazırlama ve sunma
Lisans programı ile
akademik
çalışmayı birlikte
götürememe
Uygulama alanında yaşanan
Sorunlar
Eğitimin her aşamasında
*Satır Yüzdesi
58
Sayı
29
6
9
7
Yüzde (%)*
34.1
7.1
10.6
8.2
10
11.8
11
12.9
13
15.3
Araştırmaya katılan hemşire eğitimcilerinin stres yaşadıkları
durumlar incelendiğinde, %34.1’inin “iş yoğunluğu”, %7.1’inin “araçgereç yetersizliği”, %10.6’sının “iletişim sorunları”, %8,2’sinin “ders
hazırlama ve sunma”, %11.8’inin “lisans programı ile akademik
çalışmayı birlikte götürememe”, %12.9’unun “uygulama alanında
yaşanan sorunlar” nedeniyle, %15.3’ünün “eğitimin her aşamasında”
stres yaşadığını belirttikleri görülmektedir (Tablo 3).
Tablo 4: Hemşire Eğitimcilerinin, “Eğitim Süresi Đçinde Bir Stresle Karşılaştığınızda
Nasıl baş ediyorsunuz?”Sorusuna Verdikleri Yanıtlara Göre Dağılımı( N= 82 )
Stresle baş etme durumu
Problemi anlamaya ve
çözmeye çalışırım
Arkadaşım
ve
ailemden
destek
Alırım
Sorunla ilgili kişilerle,
konuşurum
Farklı etkinlikler yaparım
(kitap, yürüyüş vs.)
Bir şeyler yerim
Ağlarım
Susarım, konuşmam
Unutmaya çalışırım
Hiçbir şey yapmıyorum
Sayı
Yüzde (%)*
35
35.5
13
13.1
12
12.1
14
14.1
1
1
2
7
14
1.0
1.0
2.0
7.1
14.1
*Satır Yüzdesi
Araştırmaya katılan hemşire eğitimcilerinin, “Eğitim Süresi Đçinde
Bir Stresle Karşılaştığınızda Nasıl baş ediyorsunuz? ”sorusuna verdikleri
yanıtlara göre dağılımları incelendiğinde, %35.5’inin “problemi anlamaya
ve çözmeye çalıştığı”, %13.1’inin “arkadaşları ve ailesinden destek
aldığı”, %12.1’nin “sorunla ilgili kişilerle konuştuğu”, %14,1’inin “kitap
okuma, yürüyüş yapma gibi farklı etkinlikler yaptığı”, %1’inin “bir
şeyler yediği”, %1’inin “ağladığı”, %2’sinin “susup konuşmadığı”, %7.1’inin
“unutmaya çalıştığı”, %14.1’inin “hiçbir şey yapmadığı” görülmektedir
(Tablo 4).
3. Hemşire Eğitimcilerinin RÖGÖ Puanlarının Đncelenmesi
Tablo 5. Hemşire Eğitimcilerinin Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeğine Göre
Puan Ortalamalarının Dağılımı
RÖGÖ Puan Ortalamaları
N
82
X
128.64
SS
14.31
Min
88.00
Max
165.00
59
Tablo 5’ de Hemşire eğitimcilerinin Rosenbaum’un Öğrenilmiş
Güçlülük Ölçeği puan ortalamaları görülmektedir. Hemşire eğitimcilerinin RÖGÖ puan ortalaması 128.64, standart sapması 14.31’dir.
Hemşire eğiticiler için ölçeğin toplam puan ortalaması 88-165 puan
arasında değişmektedir.
Tablo 6. Hemşire Eğitimcilerinin RÖGÖ Puan Ortalamalarını Etkileyen Tanıtıcı
Özelliklerine Göre Dağılımı (N=82)
Tanıtıcı Özellikler
Yaş Grupları
20-25
26-30
31-35
36-40
41-45
46 ve üzeri
Çalıştıkları Okul
E.Ü.HYO
Atatürk
Ödemiş
Mezunun Olunan Okul
E.Ü. HYO
Hacettepe Ü. HYO
Đ.Ü. Florance N. HYO
Diğer
Sahip Olunan Ünvanlar
Öğr. Gör.
Arş. Gör.
Yrd. Doç.Dr.
Doç.Dr.
Prof.
Gelir Durumu
Gelir gidere göre yüksek
Gelir gidere göre dengeli
Gelir gidere göre az
Çalışma Yılı
1-5 yıl
6-10 yıl
11- 15 yıl
16-20 yıl
21 ve üstü
Medeni Durum
Bekar
Evli
Boşanmış/dul
Aile Tipi
Çekirdek
Geniş
Parçalanmış
Yalnız
Hemşire Olarak Çalışma Durumu
Çalışan
Çalışmayan
60
X
Ss
125.89
126.33
129.95
130.14
135.55
126.00
11.29
15.51
12.63
19.87
14.33
12.18
127.09
132.80
130.91
14.44
12.97
15.28
128.62
128.33
136.00
125.00
14.74
7.58
9.90
20.81
130.39
126.82
127.00
135.17
132.33
16.88
13.62
12.82
12.37
16.80
133.83
128.95
125.76
16.17
13.49
16.65
126.35
128.76
125.93
133.83
130.21
12.70
15.83
15.63
13.32
14.09
126.70
128.86
137.83
15.10
13.81
11.43
128.93
124.33
137.83
125.44
15.21
5.86
11.43
12.47
128.75
128.08
13.81
17.41
F
t
p
0.82
0.54
1.10
0.34
0.23
0.87
0.67
0.62
0.75
0.48
0.69
0.60
1.57
0.21
1.23
0.30
0.155
0.88
Okulda Çalışma Yılı
1 yıldan az
1-5 yıl
6-10 yıl
11-15 yıl
16-20 yıl
21 yıl ve üzeri
Eğitimci Olmaktan Memnun Olma
Durumu
Memnun
Kısmen Memnun
Uzman Yardımı Alma Durumu
Alan
Almayan
126.90
128.74
133.86
121.67
126.25
135.25
13.92
14.62
19.78
1.53
12.12
14.77
130.10
120.17
14.24
12.09
124.50
129.22
9.61
14.81
0.58
0.71
2.27
0.97
0.03*
0.33
Tablo 6’da hemşire eğitimcilerin sosyodemografik ve mesleki
özellikleriyle RÖGÖ toplam puan ortalamalarının ilişkisi verilmiştir.
Hemşire eğitimcilerin yaş gruplarının (F=0.82, p>0.05), çalıştıkları okulun
(F=1.10, p>0.05), mezun oldukları okulun (F=0.23, p>0.05), sahip
oldukları ünvanlarının (F=0.67, p>0.05), gelir durumlarının (F=0.75,
p>0.05), çalışma yıllarının (F=0.69, p>0.05), medeni durumlarının (F=1.7,
p>0.05), aile tiplerinin (F=1.23, p>0.05), hemşire olarak çalışmaktan
“memnun” olma durumlarının (t=2.277, p<0.05), hemşire olarak çalışma
durumlarının(t=0.155, p>0.05) okulda çalışma yıllarının (F=0.58,
p>0.05) ve bir uzmandan yardım alma durumlarının (t=1.272, p>0.05)
RÖGÖ puan ortalamasını etkilemeyen faktörler, eğitimci olmaktan
“memnun” olma durumlarının ise etkileyen faktör olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA
Araştırmaya katılan hemşire eğitimcilerin %32.9’unun 26-30 yaş
grubunda ve yaş ortalamasının 34.11±8.05 olduğu, %68.3’ünün Eğe
Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu’nda çalıştıkları, %86.6’sının
E.Ü.H.Y.O’ndan mezun olduğu, %47.6’sının Araştırma Görevlisi olarak
çalıştığı, %52.5’inin evli, %72’sinin gelirinin giderine denk, %67.1’inin
çekirdek aileye mensup olduğu, %25.6’sının 6-10 yıldır çalıştığı,
%84.1’inin daha önce hemşirelik yaptığı, %56.1’inin 1-5 yıldır şu anda
görev yaptıkları okulda çalıştıkları, %85.4’ünün eğitimci olmaktan
“memnun” olduğu, %56.8’nin ara sıra alkol kullandığı, %65.9’nun hiç
sigara kullanmadığı, %85.42’nün hiç ila kullanmadığı, %79.3’ünün bir
güçlükle karşılaştıklarında herhangi bir uzmana başvurmadığı
saptanmıştır (Tablo 1).
Tüm bu bulgular birlikte değerlendirildiğinde, hemşire eğitimcilerin
orta yaş grubunda olduğu, araştırmanın yapıldığı kurumlardaki hemşire
eğitimcilerin çoğunluğunun E.Ü.H.Y.O. mezunu olduğu, yarısına
yakınının araştırma görevlisi olarak çalıştığı görülmektedir. Çam (1994)’ın
“Eğitici Hemşirelerin Akademik Kariyer Düzeylerine Göre Değişim
61
Gösteren Özellikler” adlı çalışmasında da akademisyen hemşirelerin
%52.97’sinin araştırma görevlisi olarak çalıştığı saptanmıştır. Bu sonuç
şimdiki araştırma bulgusu ile paralellik göstermektedir. Araştırmaya
katılan hemşire eğitimcilerin çoğunluğunun evli ve çekirdek aileye
mensup olduğu söylenebilir. Hunter (1993)’ın hemşire eğitimcilerle
yaptığı araştırmasında da eğitimcilerin %73’ünün evli, %23’ünün bekâr
olduğu saptanmıştır. Bu bulgular şimdiki araştırma bulgusu ile
benzerlik göstermektedir.
Özgür ve arkadaşlarının (1997) hemşirelik yüksek okullarıyla
yaptığı araştırmada da eğitimci hemşirelerin yaş ortalamaları, medeni
durumu, gelir durumu, okulda çalışma yıl ortalaması ve araştırma
görevlisi oranı uygunluk göstermektedir. Yıllar arasında eğitimci
hemşirelerin bu özellikleri değişim göstermemiştir.
Araştırma kapsamındaki hemşire eğitimcilerin yarısından fazlasının
gelirinin gidere denk olduğu bulunmuştur. Bu bulgu hemşire eğitimcilerin orta derecede ekonomik güce sahip olduğu göstermektedir
(Tablo 1).
Diğer taraftan hemşire eğitimcilerin büyük bir kısmının eğitimci
olarak çalışmaktan “memnun” oldukları saptanmıştır (Tablo 1). Çam
(1995)’ın “Hemşirelik Yüksekokullarında Görevli Eğitimcilerin Yaşadıkları
Çeşitli Duygu ve Düşüncelerin Đncelenmesi” adlı araştırmasında,
hemşire eğitimcilerinin %60’ının eğitimci olmaktan “kısmen memnun”
olduğu saptanmıştır. Araştırma sonuçları arasındaki memnuniyet
düzeyleri arasındaki bu farkın araştırma yıllarından kaynaklandığını
düşündürmektedir.
Hemşire eğitimci hemşirelerin yarısından fazlasının sigara ve içki
kullanmadığını belirtmesi yanı sıra tamamının ilaç kullanmadığını
belirtmesi sağlık eğitimcileri için beklenen sonuçladır. Aynı zamanda
% 87.8 oranında stres yaşadığını belirten hemşire eğiticilerin (Tablo 2 ),
sigara, içki ve ilaç kullanma davranışlarını kullanmamaları stresle baş
etme
konusundaki
farkındalıklarını
göstermektedir
şeklinde
yorumlanabilir.
Tablo 2’de araştırmaya katılan hemşire eğitimcilerinin stres yaşama
durumlarına göre dağılımları incelenmiştir. Hemşire eğitimcilerin
%87,8’inin stres yaşadığı, %12.2’sinin ise stres yaşamadığı belirlenmiştir.
Đş yaşamında kaçınılmaz olan ve her meslekte yaşan stresin hemşire
eğitimcilerin de yaşamış olduklarını belirtmesi beklenen bir sonuçtur.
Hemşirelik eğitimcilerinin eğitim süresi içerisinde yaşadıkları
streslere göre dağılımları incelendiğinde, %34.1’inin iş yoğunluğu,
%7.1’inin araç-gereç yetersizliği, %10.6’sının iletişim sorunları, %8.2’sinin
ders hazırlama ve sunma, %11.8’inin lisans programı ile akademik
çalışmayı birlikte götürememe, %12.9’unun uygulama alanında
62
yaşanan sorunlar nedeniyle, %15.3’ünün eğitimin her aşamasında
problemler yaşadığı saptanmıştır (Tablo 3).
Ekizler’ in (1994) yanısıra Özgür ve ark.’nın (1997) yaptığı
araştırmalarda, klinik uygulamalarda hemşire eğitimcilerin iş
yoğunluğu, araç-gereç yetersizliği, iletişim sorunları gibi stresleri
yaşadığı saptanmıştır. Hemşire eğitimcilerin uygulamalı eğitimde
yaşadığı bu stresler, bu araştırmada hemşire eğitimcilerin yaşadıklarını
belirtikleri streslerle uygunluk göstermektedir.
Araştırmaya katılan hemşire eğitimcilerinin yaşadıkları stresleri
nasıl çözümledikleri Tablo 4’de incelenmiştir. Buna göre, hemşire
eğitimcilerin %35.5’ inin problemi anlamaya ve çözmeye çalıştığı,
%13,1’inin arkadaşları ve ailesinden destek aldığı, %12.1’nin sorunla
ilgili kişilerle konuştuğu, %14.1’ inin farklı etkinlikler yaptığı (kitap,
yürüyüş v.s.), %1’inin bir şeyler yediği, %1’ inin ağladığı, %2’ sinin
susup konuşmadığı, %7.1’inin unutmaya çalıştığı, %14.1’ inin hiçbir
şey yapmadığı bulunmuştur. Bu sonuçlara göre hemşire eğitimcilerinin bir
stresle karşılaştıklarında büyük çoğunluğunun, problemi anlamaya ve
çözmeye çalışma gibi olumlu baş etme yöntemlerini kullandıkları
söylenebilir (Altuntaş 2003, Işıkhan 2004). Aynı zamanda bu sonuçlar
Tablo 1’ de gösterilen hemşire eğitimcilerin büyük çoğunluğunun
(%79.3) bir zorlukla/güçlükle karşılaştıklarında herhangi bir uzmana
başvurmaması bulgusuyla desteklenmektedir.
Araştırmada Ege Üniversitesine bağlı hemşirelik yüksekokullarında
görev yapan hemşire eğitimcilerinin RÖGÖ puan ortalaması 128.64 ±
14.31 olarak bulunmuştur. Bu araştırmada puan aralığı ise 88-165 dir.
(Tablo 5). Ölçeğin geçerlik ve güvenirlik çalışmalarında ölçeğin toplam
puan ortalaması 39-180 puan arasında değişmektedir. Puandaki yükselme,
stresle başa çıkma dağarcığındaki bilişsel stratejilerin çeşitliliğinin
artması anlamına gelmektedir. Bu stratejiler şunlardır; planlı davranma,
ruh hali denetimi, istenmeyen düşüncelerin denetimi, dürtü denetimi,
yeterli olma, ağrı denetimi, erteleme, yardım arama, iyiye yorma,
dikkati yönlendirme ve denetleyici aramadır. (Savaşır ve Şahin 1997).
Bu bilgiler doğrultusunda, hemşire eğitimcilerinin stresle baş etmede
bilişsel stratejileri kullandıkları söylenebilir.
Uğurlu (2002)’ nun sağlık kurumlarında çalışan 399 hemşire ve
ebe ile yaptığı araştırmada da RÖGÖ puan ortalamalarını Devlet
Hastanesinde çalışan hemşireler için 115.56, Sigorta Hastanesinde
çalışan hemşireler için ise 114.82 olarak bulmuştur. Bu sonuçlarla
karşılaştırıldığında Eğe Üniversitesine bağlı hemşirelik yüksekokullarında
görev yapan hemşire eğitimcilerin öğrenilmiş güçlülük düzeyinin, başka
bir anlatımla stresle başa çıkmada kullandıkları bilişsel stratejilerin
hemşire ve ebelere göre daha fazla olduğu söylenebilir.
63
Benzer şekilde, Dağ (1991)’ın Hacettepe Üniversitesi öğrenim
gören öğrenciler ile yaptığı araştırmasında RÖGÖ puan ortalamasını
117.96 ±13.27 olarak bulmuştur). Bu bulguya göre, Ege Üniversitesine
bağlı hemşirelik yüksekokullarında görev yapan hemşire eğitimcilerinin
stresle başa çıkma stratejilerini öğrencilere göre daha fazla
kullandıkları söylenebilir.
Hemşire eğitimcilerin yaşları arttıkça RÖGÖ puan ortalamaların
arttığı, 41-45 yaş grubunda ise en yüksek olduğu görülmektedir. Bunu
yıllar ilerledikçe eğitimcilerin ilgili deneyimlerinin artmasına
bağlanabilir. Yapılan istatiksel analizle hemşire eğitimcilerin yaş grupları ile
RÖGÖ puan ortalaması arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır
(F=0.82, p>0.05) (Tablo 6). Diğer taraftan, bazı yaş gruplarında hemşire
eğitimcilerin sayısının gerektiğinden az olmasının da sonucu etkilediği
de düşünülmektedir.
Đzmir Atatürk Sağlık Yüksek Okulu’nda çalışan hemşire
eğitimcilerinin RÖGÖ puan ortalaması, Ödemiş Sağlık Yüksek Okulu ve
E.Ü.H.Y.O’da çalışan hemşire eğitimcilere göre daha yüksek
bulunmuştur. Bu sonuç, Đzmir Atatürk Sağlık Yüksek Okulu’nda
çalışan hemşire eğitimcilerinin stresle başa çıkma stratejilerini diğer
hemşire eğitimcilerinden daha fazla kullandığını göstermektedir. Ancak
hemşire eğitimcilerin çalıştıkları okullar ile RÖGÖ puan ortalaması
arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (F=1.10, p>0.05) (Tablo 6).
Hemşire eğitimcilerin mezun oldukları okulları ile RÖGÖ puan
ortalaması arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (F=0.23,
p>0.05) (Tablo 6). Bu sonuca göre mezun olunan okulların stresle baş
etme stratejilerinin kullanımında etkili olmadığı görülmektedir.
Hemşire eğitimcilerin akademik kadroları ile RÖGÖ puan
ortalaması arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (F=0.67,
p>0.05) (Tablo 6). Okullarında Doç. Dr. olarak görev yapan hemşire
eğitimcilerinin puan ortalaması Öğr. Gör., Arş. Gör., Yrd. Doç. Dr. ve
Prof. Dr. olarak görev yapan hemşire eğitimcilerine göre daha yüksek
bulunmuştur (Tablo 6). Bu bulguya göre, artan eğitim deneyiminin ve
bilgi birikiminin stresle başa çıkma stratejilerinin daha fazla
kullanılmasında önemli rol oynadığını düşündürmektedir. Ancak,
araştırma kapsamına giren akademik kadroların dağılımındaki sayısal
azlığın bu sonuçta etkili olduğu düşünülmektedir.
Hemşire eğitimcilerin medeni durumları ile RÖGÖ puan ortalaması
arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (F=1.7, p>0.05) (Tablo 6).
Ancak boşanmış/dul olan hemşire eğitimcilerinin RÖGÖ puan
ortalamalarının diğer gruplardan yüksek olduğu görülmektedir. Bu
medeni durumda yaşanan stresli deneyimlerin, stresle başa çıkma
becerilerinin kullanılmasında etkili olduğu söylenebilir.
64
Hemşire eğitimcilerin gelir durumları ile RÖGÖ puan ortalaması
arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (F=0.75, p>0.05). Geliri
giderinden yüksek olan hemşire eğitimcilerin RÖGÖ puan ortalaması,
geliri giderine denk ve geliri giderinden düşük olan hemşire
eğitimcilerden daha yüksek olduğu saptanmıştır (Tablo 6). Bu bulgu
bize, gelirin azlığı doğrultusunda yaşanacak streslerin, stresle baş etme
düzeyini arttıracağı düşüncesinin doğrulanmadığını göstermektedir.
Hemşire eğitimcilerin aile tipi ile RÖGÖ puan ortalaması arasında
anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (F=1.23, p>0.05) (Tablo 6). Ancak
parçalanmış aileye mensup olan hemşire eğitimcilerinin puan
ortalamaları diğer gruplara göre daha yüksek bulunmuştur.
Mezun olduktan sonra 16-20 yıl çalışan hemşire eğitimcilerinin
RÖGÖ puan ortalaması, 1-5 yıl, 6-10 yıl, 11-15 yıl ve 21 yıl ve daha
fazla çalışan hemşire eğitimcilerinden daha fazla olduğu bulunmuştur
(Tablo 6). Bu sonuç bize, çalışma yılı arttıkça stresle başa çıkma
stratejilerinin daha çok kullanıldığını göstermektedir. Ancak hemşire
eğitimcilerin mezun olduktan sonra çalışma yılı ile RÖGÖ puan
ortalaması arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (F=0.69,
p>0.05) (Tablo 6).
Mezun olduktan sonra hemşirelik yapmış olan hemşire
eğitimcilerinin RÖGÖ puan ortalaması, hemşirelik yapmamış olan
hemşire eğitimcilerinden daha yüksek bulunmuştur. Hemşire
eğitimcilerin mezun olduktan sonra hemşire olarak çalışma durumu ile
RÖGÖ puan ortalaması arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır
(t=0.155, p>0.05) (Tablo 6).
Bulundukları okulda 21 yıl ve daha fazla çalışan hemşire eğitimcilerinin RÖGÖ puan ortalamaları, sırasıyla 6-10 yıl, 1-5 yıl, 1 yıldan
az, 16-20 yıl, 11-15 yıl çalışan hemşire eğitimcilerin ortalamalarından
daha fazla olduğu saptanmıştır. Ancak Hemşire eğitimcilerin
okullarında çalışma yılı ile RÖGÖ puan ortalaması arasında anlamlı bir
farklılık bulunmamıştır (F=0.58, p>0.05) (Tablo 6).
Hemşire eğitimcilerin eğitimci olmaktan “memnun” olma durumları ile
RÖGÖ puan ortalaması arasında anlamlı bir fark bulunmuştur
(t=2.277, p<0.05) (Tablo 6). Eğitimci olmaktan “memnun” olan hemşire
eğitimcilerinin RÖGÖ puan ortalaması, eğitimci olmaktan “kısmen
memnun” olan hemşire eğitimcilere göre daha yüksektir. Hemşire
eğiticilerin eğitimci olmaktan “memnun” olma düzeyi arttıkça, stresle
başa çıkma stratejilerini daha fazla kullanılmakta olduğu söylenebilir.
Đş yaşamında ne kadar mutlu ve doyumlu olunursa stresin daha az
yaşanacağından (Altuntaş 2003, Işıkhan 2004) hareketle bu bulgu
beklenen bir sonuçtur
65
Hemşire eğitimcilerin uzman yardımı alma durumları ile RÖGÖ
puan ortalaması arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (t=1.272,
p>0.05) (Tablo 6). Uzman yardımı almayan hemşire eğitimcilerinin
RÖGÖ puan ortalaması, uzman yardımı alan hemşire eğitimcilerinden
daha yüksek olduğu saptanmıştır. Uzman yardımı almayan hemşire
eğitimcilerin
karşılaştıkları
streslerle
kendilerinin
çözümlediği
düşünülürse, stresle başa çıkma becerilerini daha fazla kullanmaya
zorlandıkları söylenebilir.
SONUÇ
Araştırma bulguları doğrultusunda; hemşire eğitimcilerin
· %32.9’unun 26-30 yaş grubunda ve yaş ortalamasının 34.11±8.05
olduğu,
· %68.3’ünün Eğe Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulunda çalıştığı,
· %86.6’sının Eğe Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulundan mezun
olduğu, %47.6’sının araştırma görevlisi olarak çalıştığı,
· %52.5’inin evli olduğu, %56.1’inin
%67.1’inin ise çekirdek ailede yaşadığı,
de
çocuğunun
olmadığı,
· %72’sinin gelirinin giderine denk olduğu,
· %84’ünün daha önce hemşirelik yaptığı,
· %25.6’sının mezun olduktan sonra çalışma sürelerinin 6-10 yıl
olduğu, %56.1’inin 1-5 yıl arasında bulundukları okullarında
çalıştıkları,
· Mezuniyet sonrası çalışma yıl ortalamasının 12.39 ± 7.77’olduğu,
· Okulda çalışma yılı ortalamasının 6.56 ± 7.55’olduğu,
· %85.4’ünün eğitimci olmaktan çok memnun olduğu,
· %87.8’inin eğitim süresi içerisinde stres yaşadığı,
· %34.1’inin iş yoğunluğu nedeniyle stres yaşadığı, %35.5’inin yaşadığı
stresleri anlamaya ve çözmeye çalıştığı,
· %79.3’ünün bir güçlükle karşılaştığında uzmandan yardım almadığı
· RÖGÖ puan ortalamalarının 128.64 ± 14.31 olduğu,
· RÖGÖ puan ortalamaları ile, yaş, yaş grubu, medeni durum, gelir
düzeyi, aile tipi, mezun olunan okul, çalıştıkları okul unvan, mezun
olduktan sonra çalışma yılı, hemşirelik yapma durumu, şimdiki
okulda çalışma yılı, uzman yardımı alma durumu arasında anlamlı
bir ilişki olmadığı,
· RÖGÖ puan ortalamaları ile eğitimci olmaktan “memnun” olma
durumu arasında anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur.
66
ÖNERĐLER
Hemşirelik eğitimcilerinde stresle baş etme düzeylerini incelemek
için yapılan bu araştırmada elde edilen bulgular doğrultusunda şunlar
önerilebilir;
· Hemşire eğitimcilerinde strese yol açan nedenlerin belirlenip, bunları
düzeltmeye yönelik önlemlerin alınması,
· Hemşirelik eğitimcilerine stresle başa çıkma yolları ile ilgili hizmet içi
eğitim verilmesi,
· Hemşirelik eğitimcilerinin rolleri ve sorumluluklarının açık bir
şekilde belirlenmesi,
· Çalışma ortamlarına uyum programlarının geliştirilmesi,
· Hemşire eğitimcilerinin stres düzeylerinin azaltılması amacıyla
iletişim becerileri eğitimlerinin verilmesi,
· Okulların fiziki koşullarının düzeltilmesi,
· Hemşire eğitimcilerin ekonomik durumlarının düzeltilmesi,
· Hemşire
eğitimcilerin
zaman
yansıtmalarının sağlanması
yönetimini
eğitim
yaşamına
· Hemşire eğitimcilerin stresleri ile ilgili kapsamlı araştırmaların belli
sürelerde yapılması
KAYNAKLAR
1. Altıntaş E (2003). Stres Yönetimi. ALFA Basım Yayım Dağıtım Ltd.Şti.,Đstanbul.
2. Baltaş A, Baltaş Z (2000). Stres ve Başa Çıkma Yolları. Remzi kitapevi, Đstanbul.
3. Barut Y, Kalkan M (2002). On dokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Elemanlarının
Tükenmişlik Düzeylerinin Đncelenmesi. On dokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, Sayı:14, s:65-76
4. Beceren B (1999). Türkiye’deki Hemşirelik Yüksekokullarındaki Öğretim Elemanları
ile Öğrencilerinin Okullarındaki Danışmanlık Hizmetleri Hakkındaki Görüş ve
Düşüncelerinin Đncelenmesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Enstitüsü, , Đzmir.
5. Çam O (1994). Eğitimci Hemşirelerin Akademik Kariyer Düzeylerine Göre Değişim
Gösteren Özellikler. Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 10:2, , s:1-13.
6. Çam O (1995). Hemşirelik Yüksek Okullarında Görevli Eğitimcilerin Yaşadıkları
Çeşitli Duygu ve Düşüncelerin Đncelenmesi. Ege Üniversitesi Hemşirelik
Yüksekokulu Dergisi, Cilt:11, Sayı:1, s:39-53
7. Dağ Đ (1991). Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeğinin Üniversite Öğrencileri
için Güvenirliği ve Geçerliği. Türk Psikoloji Dergisi, cilt:2, sayı:4, s: 269-273
8. Duymaz E (1999). Yönetici Hemşirelerde Yönetsel Stres Ölçeği Geçerlilik ve
Güvenirlik Çalışması, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Đzmir.
67
9. Ekizler H (1994). Akademisyen Hemşire Eğitimcilerinin Klinik Ortamdan Beklentileri
ve Karşılaştıkları Güçlükler. THD, Cilt:44, Sayı:2, s:4-8
10. Ertekin Y(1993). Stres ve Yönetim. Türkiye ve Ortadoğu Amme Đdaresi Enstitüsü
Yayınları, Ankara.
11. Fadıloğlu Ç, Durmaz A, Şenuzun F (1996). Klinik Eğitimde Etkin Eğitim ve Uygulama
Đçin Eğitimciler Hangi Özelliklere Sahip Olmalıdır. Türk Hemşireliğinde Yüksek
Öğreniminin 40. Yılı Simpozyumu Kitabı, Đzmir,s:163-171.
12. Görgülü S (1990). Hemşirelik ve Đş Ortamı Stresörleri. THD, Cilt:39, Sayı:1, s:23
13. Güçlü N (2001). Stres Yönetimi. G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt:21, Sayı:1,
s:91-109
14. Hall DC (1977). Hemşire Öğretmenlerin Eğitimi. Tıp ve Hemşirelik Sempozyumu
Kitabı, Sermet Matbaası, Đstanbul, 25-30 Eylül, s:215-219
15. HĐSLĐ ŞN ( 1994). Stresle Başa Çıkma : Olumlu Bir Yaklaşım. Türk Psikologlar
Derneği Yayınları: 2, Ankara.
16. Hunter P, Haugton DM (1993). Nurse Teacher Stress in Northern Ireland. Journal of
Advansed Nursing, Cilt.18, s:1315-1325
17. Đşikhan V (2004). Çalışma Hayatında Stres ve Başaçıkma Yolları. , Sandal Yayınları,
Ankara.
18. Karaküçük S, Başaran Z (1997). Stresle Başa Çıkmada Rekreasyon (Boş Zamanları
Değerlendirme) Faktörü, Milli Eğitim Sanat Kültür Dergisi, Milli Eğitim Basım Evi,
Sayı:134, Ankara, s:63-68
19. Ok S, Babacan Ş (1996). Gelecekte Hemşirelik Eğitiminden Beklentilerimiz. Türk
Hemşireliğinde Yüksek Öğreniminin 40. Yılı Sempozyumu Kitabı, Đzmir,s:71-79
20. Özgur G, Karalan A, Kılıç M ( 1997). Eğitimci Hemşirelerin Uygulamalı Eğitim ile
Đlgili Görüşleri. Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, Cilt:13, Sayı:1- 3,
s:33- 44
21. Pektekin Ç (1990). Stres ve Stresle Başa Çıkma Yolları. Hemşirelik Bülteni, Cilt:4,
Sayı:15, s:95-105
22. Savaşır I, Şahin NH (1997). Bilişsel-Davranışçı Terapilerde Değerlendirme: Sık
Kullanılan Ölçekler.Türk Psikologlar Derneği Yayını, Özyurt Matbaacılık, Ankara.
23. Sorias S (1987). Stresle Đlgili Kavramlar ve Stresin Psikiatrik Bozukluklardaki Önemi.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, Cilt:26, Sayı:2, s:885-889
24. Tutar H (2000). Kriz ve Stres Ortamında Yönetim. Hayat Yayıncılık, Đstanbul s:237273
25. Uğurlu N (2002). Hemşirelerde Kontrol Odağı Đnancı ile Stresle Başaçıkma
Stratejileri ve Psikolojik Belirti Gösterme Durumları Arasındaki Đlişkiler.
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Erzurum.
26. Uysal N (1999). Stres ve Hemşirelerde Stres Faktörleri. Đnönü Üniversitesi Sağlık
Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Dergisi, Sayı:5, s:74-79
68
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 69-80, 2007
MEME VE GASTROĐNTESTĐNAL SĐSTEM KANSERLĐ HASTALARIN
DEPRESYON, AKSĐYETE VE YETĐYĐTĐMĐ DURUMLARININ
BELĐRLENMESĐ
DETERMINING OF THE PRESENCE OF DEPRESSION, ANXIETY AND
DISABILITY OF BREAST AND GASTRO INTESTINAL SYSTEM (GIS)
CANCER PATIENTS
Sevgi ÖZKAN*
Filiz ÖĞCE**
Adalet KUTLU KOCA ***
*Pamukkale Üniversitesi Denizli Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu, Denizli
**Ege Üniversitesi Đzmir Atatürk Sağlık Yüksek Okulu, Bornova/Đzmir
***Celal Bayar Üniversitesi Manisa Sağlık Yüksek Okulu, Manisa
Anahtar Sözcükler: Kanser Hastası, Depresyon, Anksiyete, Yetiyitimi, Hemşirelik
Key Words: Cancer Patients, Depression, Anxiety, Disability, Nursing
ÖZET
Meme ve gastrointestinal sistem (GĐS) kanserli hastaların depresyon,
anksiyete ve yetiyitimi durumlarının belirlenmesi ve bu durumlara etki eden
faktörlerin araştırılmasıdır.
Çalışmanın örneklemini kemoterapi gören, radikal mastektomili 82
meme ve 41 GĐS kanseri olan 123 hasta oluşturmuştur. Katılımcılar sosyodemografik veri formu, Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HAD), Kısa
Yetiyitimi (KYY) ve Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği (ÇBASDÖ) ile
değerlendirilmiştir.
Hastaların %75,6’sında depresyon, %59,3’ünde anksiyete riski
saptanmış ve %88,6’sının değişik seviyelerde yetiyitimi yaşadıkları
belirlenmiştir. GĐS kanserli hastaların hastalık süresi, ilerlemiş tümör evresi,
depresyon ve anksiyete riski daha fazla görülürken, meme kanserli hastalarda
yetiyitimi yaşanan gün sayısı daha fazla bulunmuştur. Meme ve GĐS kanser
tanısı konulmasından sonra geçen süre arttıkça hastalardaki anksiyete ve
depresyon düzeylerinin anlamlı olarak azaldığı saptanmıştır. Hastanın yaşı ve
hastalığın prognozu kötüleştikçe, anksiyete ve depresyon seviyelerinin
artmakta olduğu ve anksiyete yükseldikçe yetiyitimi puanının da arttığı
bulunmuştur. Ağır yetiyitimi yaşayan hastaların sosyal desteğinin daha az
olduğu belirlenmiştir.
Farklı kanser türleri ve beraberinde getirdiği tedavi uygulamaları
hastaların işlevsel ve psikolojik durumlarında değişikliklere neden olmaktadır.
Bu nedenle kanserli hastaların bakımında kilit noktada bulunan hemşirelerin
biyo-psikososyal bütüncül yaklaşım uygulaması önemlidir.
69
SUMMARY
To determine the presence of depression, anxiety and disability of breast
and Gastro Intestinal System (GIS) cancer patients, and to examine the factors
that affect these symptoms.
A total of 123 patients (82 breast cancer patients underwent radical
mastectomy and 41 patients with GIS cancer) were recruited. All subjects were
evaluated with the socio-demographic patient form, Hospital Anxiety and
Depression Scale (HAD), Brief Disability Questionnaire (BDQ), and
Multidimensional Scale of Perceived Social Support (MSPSS).
It was confirmed that 75,6% of patients have a risk of depression and
59,3% of them have a risk of anxiety, and it was determined that 88,6% of the
patients live with some level of disability. Statically significant increase in the
risk of depression and anxiety was observed with an increased of the illness
period and advanced disease of GIS cancer patients was obtained. And disability
time was found high in breast cancer patients. In addition, anxiety and
depression levels were decreased in both groups as the time of diagnosis
increase. It was also found that anxiety and depression levels were increased
by increasing age and advanced disease. The disability score was found high
when anxiety has increased. Having a low level of social support was present in
patients who had heavy disability.
Different cancer diagnoses with their treatment may impact the functional
and psychological aspects of the patients. Therefore it is important to give biopsychosocial holistic approach to cancer patients by the nurses who play a key
role.
GĐRĐŞ
Kanser tanısıyla başlayan psikolojik sarsıntı, uzun süren ve
defalarca hastaneye yatmayı gerektiren kemoterapi sürecinde de
artarak devam etmektedir. Hastalığın farkına varma, hastaneye yatma
dönemlerinde günlük yaşantının kesintiye uğraması ve kemoterapinin
yan etkileri gibi pek çok faktör hastanın psikolojisini olumsuz
etkilemektedir. Yapılan çalışmalarda, kanser hastalarında %29–47
oranında tanı konacak düzeyde ruhsal bozukluk varlığı ve depresyon ve
anksiyetenin sıklıkla yaşanan psikiyatrik problemler olduğu belirtilmiştir
(Ateşçi ve ark. 2003, Friedman ve ark. 2005, Wong-Kim ve Bloom 2005).
Yeni tanı konmuş meme kanserli kadınlarda depresyon prevalansı
%10–32 arasında olup (Wong-Kim ve Bloom 2005), mastektomi sonrası
tanılanan depresyon ve anksiyete oranı ise %22 olarak rapor edilmiştir
(Simpson ve ark. 2002). Hastanın tedaviye uyumunu ve hastanede kalış
süresini etkilemesi bakımından depresyon ve anksiyete gibi önemli
psikolojik bozuklukların sinyallerinin erken tanılanması önemlidir.
Kadın hastalar üzerinde yapılan bir araştırmada, tedavi edilmeyen
depresyonun yaşam kalitesinde düşmeye neden olduğu ve buna bağlı
olarak kadınların hastalanmadan önceki aktivitelerini yapmada
70
zorlandıkları belirtilmiştir (Wong-Kim ve Bloom 2005). Bir başka
çalışmada, depresyondaki hastaların dayanılabilecek düzeydeki ağrıya
daha fazla tepki verdikleri belirtilmiştir (Snaith 2003).
Kanser hastalarında anksiyete ve depresyonu önlemede sosyal
destek oldukça önemlidir, zira değişik tipteki kanserli hastalarla yapılan
bir araştırmada; tanı konduktan bir yıl sonra psikolojik bozukluk
görülme oranı % 31,8 bulunurken, aynı grupta depresyon tanısı konan
hastaların sosyal destek puanlarının düşük olduğu görülmüştür
(Simpson ve ark. 2002).
Kanser hastalarının psikolojilerini olumsuz etkileyen diğer bir
boyut, işlevsel durumdaki bozulma ya da yetiyitimidir. Yetiyitimi “bir
etkinliği, kişi için normal kabul edilen sınırlarda veya biçimde
yapabilmede, bir kısıtlama ya da kayıp” olarak tanımlanmaktadır.
Bedensel olarak, hareket ve motor aktivitelerin gerçekleştirilmesiyle
ilgili; sosyal olarak da tanımlanmış bir sosyal rol bağlamında beklenen
etkinliklerin ve gözlenebilir davranışların yerine getirilmesinde bir
yetersizlik söz konusu olmaktadır (Kaplan 1995). Genel tıbbi
durumlarda yetiyitiminin fiziksel sınırlılık nedeniyle yaşandığı, ancak
olaya ruhsal bozuklukların birlikte olduğu durumlar da eklenirse
birçok alanda yetiyitimi yaşandığı belirtilmektedir (Şentürk ve Sağduyu
2004). Bu bağlamda düşünüldüğünde kanser hastaları hem bedensel
hem de sosyal anlamda yetiyitimi yaşamaktadırlar.
Modern kanser tedavisinde hastanın tedaviye uyumu ve tedavinin
başarısını arttırmak için psikososyal ihtiyaçlarını ve yetiyitimi durumlarını
göz ardı etmemek gerekir. Bu nedenle, öncelikle hastanın psikolojik
durumunun iyi değerlendirilerek, depresyon ve anksiyete varlığının ve
şiddetinin belirlenmesi kanser tedavisinin göz ardı edilmemesi gereken
bir bölümünü oluşturmaktadır. Sağlık ekibi ve ailenin birlikte hareket
etmesi gereken bir tedavi yaklaşımını zorunlu kılan kanserde, hastalara
sosyal destek bağlamında; hastalık süreciyle ilgili bilgilendirme
aşamasında sağlık ekibinin, duygusal destek anlamında da ailearkadaş desteğinin özümsenmeyecek bir yeri vardır. Sağlık ekibinde
hasta bakımından birebir sorumlu olan hemşirelerin hastanın ruhsal
değişimleri açısından dikkatli olmaları ve aile ile işbirliği yapmaları
normalden sapmaların erken fark edilmesini sağlayacaktır.
Kadınlarda en sık görülen kanser olmasının yanı sıra, dişiliği ve
cinselliği sembolize eden organa tehdit oluşturmasından dolayı meme
kanseriyle ilgili fizyolojik ve psikososyal açıdan pek çok çalışma
yapılmış ve hastalığın psikolojik etkilerinin tedavi sürecine etkisi açıkça
belirtilmiş (Friedman ve ark.2005, Makabe ve Nomizu 2006, Montazeri
ve ark. 2000) olmasına rağmen yetiyitimi yönünden konu pek
incelenmemiştir. Gastrointestinal sistem kanserlerinin psikolojik
yönüyle ilgili az sayıda yapılmış çalışma vardır (Matsushita ve ark.
71
2005). Bu nedenle çalışmamızda ülkemiz kadınlarında en sık görülen
iki kanser türü olan meme ve mide kanseri ele alınmış ve mide sistem
bazında düşünülerek GĐS olarak genellenmiştir (TC Sağlık Bakanlığı
Kanserle Savaş Daire Başkanlığı Yayını 2002). Meme ve GĐS kanseri
tanısı almış kemoterapi alan bayan hastalardaki depresyon, anksiyete
ve yetiyitimi durumlarının belirlenmesi ve depresyon, anksiyete ve
yetiyitimi ile ilişkili olabilecek etmenlerin incelenmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ ve YÖNTEM
Araştırma kesitsel tipte planlanmıştır. Örneklemini, Pamukkale
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi ve Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma
Merkezi Onkoloji bölümlerinde Ocak 2005- Haziran 2006 tarihleri
arasında kemoterapi gören, yatarak veya ayaktan tedavi edilen meme
(radikal mastektomili) ve gastrointestinal sistem (GĐS) kanseri olan
hastaların tamamı oluşturmuştur. Okur-yazar olmayan, görüşme veya
test uygulamasına engel olacak düzeyde bilişsel işlev bozukluğu
gösteren terminal dönemdeki hastalar çalışma dışında bırakılmıştır.
Hastalara çalışma hakkında bilgi verilmiş ve çalışmaya katılmayı kabul
eden 82 meme kanseri, 41 GĐS kanseri nedeniyle kemoterapi gören 123
kadın çalışma grubunu oluşturmuştur. Veri formları araştırmacılar
tarafından Đzmir, Manisa ve Denizli illeri Tıp Fakültesi Hastanelerinde
yukarıda belirtilen tarihlerde eş zamanlı toplanmıştır. Çalışma için
üniversitelerin Etik Kurul’larından izin alınmıştır.
Kullanılan Ölçekler;
Sosyodemografik Veri ve Bilgi Toplama Formu: Bu formda
hastanın sosyodemografik özellikleri (yaş, eğitim düzeyi, medeni
durum, meslek) ve hastalığına yönelik bilgileri sorgulanmaktadır.
Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HAD, Hospital Anxiety
and Depression Scale): Bedensel hastalığı olan hastalar ve birinci
basamak sağlık hizmetine başvuranlarda anksiyete ve depresyon
yönünden riski belirlemek, düzeyini ve şiddet değişimini ölçmek
amacıyla geliştirilmiş bir kendini değerlendirme ölçeğidir (Zigmond ve
Snaith 1983). Soruların içeriği hastanın hayattan zevk alması, endişe
ve gerginlik duygusu, dış görünüşüne ve çevresinde olup bitenlere
ilgisini, şimdiki ve geçmişteki haliyle karşılaştırarak sonuca ulaşmaya
yönelik olarak düzenlenmiştir. Türkçeye çevrilmiş, geçerlilik ve
güvenilirlik çalışması yapılmıştır (Aydemir ve ark. 1997). Ölçekte,
anksiyete (HAD-A) ve depresyon (HAD-D) alt ölçeklerini içeren toplam
14 soru vardır. Bunların yedisi (tek sayılar) anksiyeteyi ve diğer yedisi
(çift sayılar) depresyonu ölçmektedir. Dörtlü Likert tipi ölçüm sağlar.
Türkiye’de yapılan çalışma sonunda anksiyete alt ölçeği için kesme
puanı 10, depresyon alt ölçeği için ise 7 bulunmuştur. Buna göre bu
72
puanların üzerinde alanlar risk grubu olarak değerlendirilirler.
Hastaların her iki alt ölçekten alabilecekleri en düşük puan 0, en
yüksek puan 21’dir. HAD bedensel belirtilere ilişkin madde içermemesi
nedeniyle tercih edilmiştir (Aydemir ve ark. 1997).
Kısa Yetiyitimi Anketi (KYY)
Bedensel ve sosyal yetiyitimini değerlendirmek üzere, Genel
Sağlık Taraması Kısa Formu’ndaki (Stewart ve ark. 1988) yetiyitimine
ilişkin sorular temel alınarak geliştirilmiştir. Türkçe’ye çevrilmiş ve
test-tekrar test güvenilirlik çalışması yapılmıştır (Kaplan 1995). Son bir
aylık dönemin değerlendirildiği KYY 11 sorudan oluşur. Ayrıca son bir
ay içinde günlük işlerin aksatıldığı ve yatakta geçirilen günlerin
sayısının soruşturulduğu iki madde içermektedir. Bedensel ve sosyal
alandaki yetiyitimi 0 (hiç), 1 (bazen ya da biraz) veya 2 (her zaman ya
da oldukça) olarak puanlandırılır ve bunların toplanması ile yetiyitimi
toplam puanları elde edilir. 0-4: yetiyitimi yok, 5-7: hafif yetiyitimi, 812: orta düzeyde yetiyitimi, 13 ve üstü: ağır düzeyde yetiyitimi olarak
değerlendirilir.
Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği:
Zimet ve arkadaşları tarafından 1988 yılında aile, arkadaş ve
önemli bir kişi ya da özel bir kişi gibi üç kaynaktan oluşan sosyal
desteğin yeterliliğini değerlendirmek için geliştirilmiştir. Toplam 12
maddeden oluşan ölçeğin her bir dört maddeyi içeren üç alt boyutu
vardır. Likert tipi olan ölçekte her madde 1’den (kesinlikle hayır) 7’e
(kesinlikle evet) kadar puanlanmaktadır. Alt boyut toplam puanlarının
toplanması ile ölçeğin toplam puanı hesaplanmaktadır. Elde edilen
puanın yüksek olması algılanan sosyal desteğin yüksek olduğunu
göstermektedir (Zimet ve ark. 1988)
Ülkemizde daha önce farklı hasta grupları, üniversite öğrencileri
ve normal populasyonda yapılan çalışmalarda bu ölçeğin geçerli ve
güvenilir olduğu saptanmıştır (Eker ve Arkar 1995).
Đstatistiksel değerlendirmeler
Verilerin analizinde frekans ve ortalama dağılımlar alınmış,
karşılaştırmalı tablolarda ki-kare, t-testi ve tek yönlü Anova testleri
kullanılmıştır. Çalışma verilerinin analizinde SPSS 11.0 paket programı
kullanılmıştır.
BULGULAR
Çalışmaya katılan 82 (%66,7) meme kanseri, 41 (%33,3) GĐS
kanseri nedeniyle kemoterapi alan kadınların yaş ortalaması 52,69
(SS:11,71) dur. Hastaların %75,6’sında (n=93) depresyon riski,
+%59,3’ünde (n=73) ise anksiyete riski olduğu belirlenmiştir.
73
Hastaların yetiyitimi puanları incelendiğinde; %11,4’ünün (n=14)
yetiyitimi yaşamadığı, %14,6’sının (n=14) hafif, %39,8’inin (n=49) orta,
%34,1’inin (n=42) ise ağır yetiyitimi yaşadığı saptanmıştır.
Tablo 1: Meme ve GĐS Kanserli Olan Kadınların Demografik ve Diğer Özellikleri
Değişkenler
Yaş ortalaması a
Hastalık süresi (ay) a
Anksiyete (ort) a
Depresyon (ort) a
Kısa yetiyitimi(top.) a
Yetiyitimi olan gün a
Yatakta geçen gün a
Sosyal destek (top) a
Hastalık Evresi b
Lokalize
Đlerlemiş
Bölgesel
Metastaz
Eğitim düzeyi b
Đlkokul ve altı
Ortaokul ve üstü
Medeni durum b
Evli
Bekar/ boşanmış/ dul
Çalışma durumu b
Çalışmıyor
Çalışıyor
Meme(n=82)
Ort.(ss)
52,40(12,11)
5,14 (2,39)
9,61 (5,08)
9,13 (5,02)
10,68 (5,03)
13,28(12,90)
6,09(9,42)
64,85(15,81)
n (%)
GIS(n=41)
Ort.(ss)
53,26(11,00)
45,82(41,80)
13,24 (4,67)
12,37 (4,69)
11,13 (5,83)
8,02(10,92)
6,65(12,99)
64,53(14,82)
n (%)
25(73,5)
10(40,0)
24(85,7)
23(63,9)
9(26,5)
15(60,0)
4(14,3)
13(36,1)
0,004
58(69,0)
24(61,5)
26(31,0)
15(38,5)
0,267
63(65.6)
19(70,4)
33(34,4)
8(29,6)
0,414
45(61,6)
37(70,4)
28(38,4)
13(26,0)
0,108
p değeri
0,692
0,000
0,000
0,001
0,674
0,027
0,806
0,913
a: Đstatistiksel analizde independent t-test uygulanmıştır.
b: Đstatistiksel analizde X2 testi kullanılmıştır.
Tablo 1’de meme ve GIS kanseri olan kadınların demografik ve
diğer özellikleri verilmiştir. Her iki kanser grubunda hastaların yaşları
arasındaki fark anlamlı değildir (p>0,05). Kanser tipi ile hastalık süresi,
hastalık evresi, depresyon, anksiyete ve yetiyitimi olan gün sayısı arasında
anlamlı farklar bulunmuştur (p<0,05). Her iki kanser grubunda
hastaların hastalık evreleri karşılaştırıldığında, anlam yaratan grubu
bulmak için ileri analiz yapılmış ve ilerlemiş evrede GĐS kanserli hasta
oranının diğer evrelere göre daha fazla olduğu, meme kanserli ilerlemiş
evrede olan kadın oranının ise daha az olduğu belirlenmiştir. Kanser
tipi ile yetiyitimi, yatakta geçen gün, sosyal destek, eğitim durumu,
medeni durum ve çalışma durumu karşılaştırıldığında ise istatistiksel
anlamlılık belirlenmemiştir (p>0,05).
74
Tablo 2: Meme ve GĐS Kanserli Hastalarda Hastalık Verileri ve Diğer Sosyo-Demografik
Değişkenlerin Yetiyitimi, Anksiyete ve Depresyona Etkisi
Kısa
yetiyitimi
Anksiyete
Depresyon
(n=82)
(n=41)
10,68(5,03)
11,13(5,83)
11,58(5,49)
9,33(4,24)
10,94(5,45)
8,82(4,04)
n=34)
(n=25)
(n=28)
9,70(4,89)
10,09(6,28)
12,09(4,38)
11,44(5,46)
9,68 (5,23)
14,87(3,97)
9,32 (5,23)
10,29(4,64)
(n=21)
(n=54)
(n=48)
10,00(5,03)
10,19(5,35)
11,91(5,25)
(n=84)
(n=39)
Değişkenler
Tanı yılı a
1 yıl altı
1 yıl ve üstü
Tümör sınıflaması b
Lokalize
Đlerlemiş
Bölgesel
Metastatik(n=36)
Yaş grupları b
40 yaş üstü
41-55 yaş
56 yaş ve üstü
Eğitim düzeyi a
Đlkokul ve altı
Ortaokul ve üstü
Medeni durum a
Evli
Bekar/dul/boşanmış
Çalışma durumu a
Çalışmayan
Çalışan
aĐstatistiksel
b
p değeri
KYY
0,674
A
0,023
D
0,030
8,85(5,06)
14,64(3,85)
8,29(4,30)
9,99(4,87)
0,253
0,000
0,000
10,23(5,19)
9,56(4,54)
12,52(5,53)
10,27(4,78)
8,78(4,64)
11,86(5,34)
0,192
0,013
0,009
10,97(5,08)
10,52(5,77)
10,94(5,22)
10,58(5,22)
10,41(5,27)
9,84(4,78)
0,677
0,724
0,555
(n=96)
(n=27)
10,31(5,30)
12,69(4,89)
10,98(5,37)
10,30(4,59)
10,33(5,43)
9,90(3,83)
0,034
0,514
0,645
(n=73)
(n=50)
10,32(5,15)
11,57(5,44)
11,28(4,85)
10,17(5,67)
10,37(5,02)
10,03(5,28)
0,204
0,262
0,715
analizde independent t-test uygulanmıştır.
Đstatistiksel analizde oneway Anova testi uygulanmıştır.
Hastalık verileri ve sosyodemografik değişkenlerin KYY, anksiyete
ve depresyon üzerine etkileri Tablo 2 de verilmiştir. Hastalık süresi 1
yılın altında olan kadınların, depresyon (p= 0,030) ve anksiyete (p=0,023)
puan ortalamaları anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Hastalık
süresi ile yetiyitimi arasında ise anlamlı bir ilişki saptanmamıştır
(p>0,05).
Tümör sınıflamasının KYY, depresyon ve anksiyeteye etkisi
incelendiğinde; depresyon (p=0,000) ve anksiyete (p=0,000) riski ileri
derecede anlamlı bulunmuştur. Yapılan ileri analizde; ilerlemiş evrede
tümörü olan hastaların, lokalize (p=0,000), bölgesel (p=0,000) ve
metastatik (p=0,002) evrede tümörü olan hastalara göre anksiyete
puanlarının daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Aynı şekilde tümörü
ilerlemiş evrede olan hastaların depresyon puan ortalamaları, tümörü
lokalize (p=0,000), bölgesel (p=0,000) ve metastatik (p=0,001) evrede
olanlara göre daha yüksek bulunmuştur.
Yaşın KYY, depresyon ve anksiyete riskine etkisi incelendiğinde;
yaşın yetiyitimi ile ilişkili olmadığı, depresyon (p=0,009) ve anksiyete
(p=0,013) riskinin ise ilişkili olduğu belirlenmiştir. Yapılan ileri
analizde, 41-55 yaş arasında olan kadınlarda, 56 yaş ve üstünde olan
kadınlara göre depresyon (p=0,006) ve anksiyete (p=0,011) puan
ortalamaları daha yüksek ve aradaki fark anlamlı bulunmuştur.
75
Eğitim, medeni ve çalışma durumunun KYY, depresyon ve anksiyete
riskine etkisi araştırıldığında ise anlamı bir fark belirlenmemiştir
(p>0,05).
Tablo 3: Anksiyete ve Depresyon Riski Olan ve Olmayan Hastaların, KYY Toplam Puanı,
Yetiyitimi Olan Gün ve Yatakta Geçen Gün Ortalamaları
KYY toplam puanı
Yetiyitimi olan
gün
Yatakta geçen gün
KYY: Kısa yetiyitimi
Anksiyete Riski
Var (n:73) Yok (n:50)
11,98(5,45) 10,04(5,06)
Depresyon Riski
Var (n:93) Yok (n:30)
10,96(5,31) 10,43 (5,29)
p değeri
A D
0,049
0,640
12,98(13,16) 9,40(11,20)
11,84(12,77) 10,53 (11,68)
0,118
0,602
6,10 (10,07) 6,54(11,60)
6,66(11,19) 5,10 (9,04)
0,828
0,441
A: Anksiyete
D: Depresyon
Đstatistiksel analizde independent t testi kullanılmıştır.
Günlük işlerin aksatıldığı gün sayısı ve yatakta geçen gün sayısı
ile anksiyete ve depresyon riski olan ve olmayan gruplar arasında
anlamlı fark bulunmamıştır (p>0,05)
(Tablo 3). KYY toplam puanı
anksiyete riski olan grupta olmayana göre anlamlı şekilde fazla iken
(p=0,049), depresyon riskinde anlamlı fark bulunmamıştır.
Tablo 4: Sosyal Desteğin Anksiyete, Depresyon ve KYY'ne Etkisi
Sosyal destek toplam puanı
Anksiyete riski a
Yok (n=50)
Var (n=73)
Depresyon riski a
Yok (n=30)
Var (n=93)
Kısa yetiyitimi b
Yok (n=14)
Hafif(n=18)
Orta (n=49)
Ağır (n=42
63,76(16,25)
65,42(14,91)
66,17(13,34)
64,28(14,08)
75,01( 3,87)
64,06(13,79)
65,52 (14,26)
60,71 (18,24)
a
Đstatistiksel analizde independent t testi kullanılmıştır.
b
Đstatistiksel analizde oneway Anova testi kullanılmıştır.
p değeri
0,559
0,562
0,024
Sosyal desteğin anksiyete, depresyon ve KYY’ne etkisi incelendiğinde;
sosyal desteğin anksiyete ve depresyon gruplarında fark yaratmadığı
(p>0,05), ağır yetiyitimi olan hastaların hiç yetiyitimi olmayan hastalara
göre düşük sosyal destek puanına sahip oldukları ve aradaki farkın
anlamlı olduğu belirlenmiştir (p=0.024) (Tablo 4).
TARTIŞMA
Çalışmaya katılan meme kanserli ve GĐS kanserli hastaların yaş
ortalamaları arasında anlamlı bir fark belirlenmemiştir. Ancak GĐS
kanserlerinde hastalık sürecinin meme kanserli hastalara göre oldukça
76
uzun olduğu, tümör sınıflamasına göre ilerlemiş evrede bulunan hasta
sayısının ise anlamlı şekilde fazla olduğu belirlenmiştir. Bu süreç GĐS
kanserli hastaların depresyon ve anksiyete düzeylerine de yansımış ve
anlamlı olarak daha yüksek belirlenmiştir. GĐS kanserli hastaların
yetiyitimi toplam puanları anlamlı olmamakla birlikte, meme kanserli
hastalara göre daha yüksektir. Bunun yanında meme kanserli hastaların
yetiyitimi gün sayıları daha yüksek bulunmuştur. Đki grup arasında
yatakta geçirdikleri gün sayısı ve sosyal destek puanları açısından
belirgin bir fark yoktur. Meme ve GĐS kanserli hastaların tanı yılı “bir
yıl ve üstü” olanların yetiyitimi puanlarında artış, anksiyete ve
depresyon puanlarında anlamlı bir azalma göze çarpmaktadır.
GĐS kanserli hastalarda yapılan bir çalışmada; orta yaş ve
kemoterapi alanlarda, yaşlı ve kemoterapi almayanlara göre anksiyete
puanları, kemoterapi alanlarda da almayanlara göre depresyon seviyeleri
daha yüksek bulunmuştur. Kanserli hastalarda psikolojik sorunlar
daha fazladır; majör depresyonun %7, yetiyitimi ve ağrı düzeylerinin
%20-25 oranında arttığı ifade edilmektedir (Matsushita ve ark. 2005).
Bizim çalışmamızda depresyon riski (%75,6) ve yetiyitimi (%88.5)
oranları yüksek bulunmuştur. Bu sonuçlar kemoterapi alan hastaların
depresyon ve yetiyitimi düzeylerinin izlenmesi ve sürekli destek
sağlanması gerektiğini göstermektedir.
Montazeri ve arkadaşları (2000), meme kanseri tanısı öncesi ve
sonrasında hastaların %48’inin şiddetli anksiyete yaşadığını bildirmişlerdir.
Çalışmamızda da benzer şekilde anksiyete riski %48,1 oranında
bulunmuştur.
Kızılcı (1999), kemoterapi alan kanserli hastalar ve yakınlarının
yaşam kalitesi’ne ilişkin çalışmasında; GĐS kanserli hastaların yaşam
kalitelerini meme, akciğer kanseri, lenfoma ve jinekolojik kanserlere göre
daha düşük bulmuştur. Bizim çalışmamızda da GĐS kanserli hastalarda
depresyon, anksiyete düzeyleri ile yetiyitimi puanları meme kanserli
hastalara göre daha yüksek bulunmuştur. GĐS kanserli hastaların tanı,
tedavi süreçlerinin uzun sürmesi ve yapılan uygulamalar ve ortaya
çıkan komplikasyonlar (beslenme yetersizliği gibi) nedeniyle meme
kanserli hastalara göre daha fazla anksiyete ve depresyon yaşamaları
nedeniyle, bu hastaların bakım ve tedavi süreçlerinde psikolojik
yönlerinin de önemsenmesi ve destek olunması gerekmektedir.
Çalışmamızda, hastalığı lokal olan hastaların yetiyitimi, anksiyete ve
depresyon düzeyleri, ilerlemiş ve metastatik olanlara göre oldukça
düşük bulunmuş ve hastalığı ilerlemiş hastaların anksiyete ve depresyon
puanlarında lokalize olanlara göre anlamlı fark elde edilmiştir. Kanserin
evresi ilerledikçe yetiyitimi puanlarında anlamlı olmamakla birlikte
yükselme görülmüştür.
77
10.056 meme kanserli kadından alınan örneklemde (n=349) ve
kontrollü bir çalışmada; mental, sosyal ve psikolojik iyilik hali ve
fiziksel fonksiyon durumları değerlendirilmiş ve kontrol grubuyla bu
açılardan fark olmadığı ancak kanser grubuna yapılan bazı tıbbi
uygulamaların aktiviteleri kısıtladığı saptanmıştır. Kanserli grupta
durumu ilerlemiş hastalarda mental sağlık ve fiziksel fonksiyonlarda
kısıtlılık görülmüştür. Đleri yaş hastalarında her iki grup için de ilaç
uygulamalarının çok olması, yapılan tanılama yöntemlerine bağlı
olarak aktivitelerde sınırlılıkların yaşandığını, bunun yanı sıra mental
ve iyilik hallerinin daha iyi olduğunu bildirmişlerdir. Hastalığı ilerlemiş
genç hastalarda psikolojik destek verirken, yaşlılarda ise ciddi tıbbi ve
fiziksel zorluklar yaşandığı belirlenmiştir (Vinokur ve arkadaşları 1989).
Çalışmamızda da hastaların yaşının ilerlemesinin anksiyete ve
depresyon puanlarında artışa neden olduğu görülmüştür.
Kanserli hastalarda hem tedavi ve bakım hem de hastalığın
algılanmasında, hastalığın bulunduğu evre belirleyici olmaktadır.
Çünkü tümörün evresi kişinin yaşam süresine doğrudan etki etmekle
birlikte, ileri dönemde tedavi ve bakım amaçlı yapılan girişimler ve
hastanede kalma sürelerinde meydana gelen uzamayı da beraberinde
getirmektedir. Bu nedenle ileri evrede bulunan hastaların anksiyete ve
depresyon seviyelerinde yükselme görülmektedir. Matsushita ve
arkadaşlarının (2005); GĐS kanserli hastaların anksiyete ve depresyon
düzeylerinin hem kontrol hem de deney gruplarında ileri evrede
olanlarda daha yüksek olduğunu ve 6 ay sonrasına kadar bile ameliyat
öncesi dönemdeki düzeyine dönmediğini bildirmişlerdir. Depresyon
seviyelerinde ameliyat öncesinden taburculuk öncesine kadar olan
dönemde artış meydana geldiği, anksiyete düzeylerinde ise değişiklik
olmadığını bulmuşlardır.
Çalışmamızda, istatistiksel açıdan anlamlı olmasa da, çalışan
hastaların yetiyitimi puanlarının, çalışmayanların ise anksiyete puanlarının
daha yüksek olduğu bulunmuştur. Ancak yetiyitimi, anksiyete ve
depresyon seviyelerinde çalışan ve çalışmayan hastalar açısından bir
fark bulunmamıştır. Bir çalışmada, GĐS kanserli hastalardan çalışan
kesimi oluşturan memur/işçi grubunun yaşam kalitesi daha yüksek
bulunmuştur (Kızılcı 1999). Bu durum, aktif çalışma yaşamlarına
sahip olan hastaların hastalık durumlarına sürekli odaklanmalarını
önlediğini göstermektedir.
Simpson ve arkadaşları (2002), 89 meme kanserli kadına psikolojik
destek eğitimi vermişler; eğitim öncesi, bir yıl sonrası ve iki yıl
sonrasını değerlendirerek psikiyatrik ölçümlerle sosyal destek arasında
güçlü bir ilişki olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Bu hastalarda görülen
psikiyatrik sorunların başlangıcındaki sosyal desteğin sonraki dönemlerden
daha iyi olduğunu belirlemişlerdir. Wonghongkul ve arkadaşları (2006),
tanı süreleri 3 yıldan az olan meme kanserli hastaların durumları ile başa
çıkmak için en çok “sosyal destek”i kullandıklarını bildirmişlerdir. Bu
78
çalışmaların aksine bizim çalışmamızda Makabe ve Nomizu’nun (2006)
çalışmasına benzer olarak meme kanserli hastalarda sosyal destek ile
hastaların psikolojik durumları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
fark bulunmamıştır. Ağır yetiyitimi olan hastaların olmayanlara göre
sosyal destek puanları ise düşük bulunmuştur. Tüm bu bulgular
hastalardaki sosyal destek açığını ortaya çıkarmaktadır ve bu konuda
onkoloji hemşirelerinin hasta yakınlarının farkındalığını arttırmak için
eğitim vermeleri önemlidir.
Çalışmaya katılan hastaların eğitim düzeylerine göre, yetiyitimi,
anksiyete ve depresyon seviyeleri arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır.
Eğitim düzeyinin kanserli hastanın yaşadığı psikolojik sürece etkisi
olmadığı bulunmuştur. Solak ve Başer (2003) çalışmasıyla bulgularımız
uyumludur.
Çalışmamızda medeni duruma göre değerlendirme yapıldığında;
evli olan hastaların bekar/dul/boşanmış olanlara göre daha az yetiyitimi
yaşadıkları bulunmuştur. Anksiyete ve depresyon puanlarında ise
medeni duruma göre anlamlı bir fark belirlenmemiştir. Bu durum, evli
olan hastaların sorumluluklarının fazla olduğu dikkate alındığında;
hastalık durumunda dahi sorumluluklarını yerine getirmek zorunda
oldukları düşüncesiyle açıklanabilir. Ancak sosyal destek puanı yüksek
olan hastaların yetiyitimi yaşamadıkları, sosyal destek puanı düşük
olanların ise daha fazla ağır yetiyitimi yaşadıkları dikkate alındığında
bu sonuç; evli olanların kalabalık bir aile ortamı içinde daha fazla sosyal
desteğe sahip olmaları ve böylelikle daha az yetiyitimi yaşamaları ile
açıklanabilir.
Anksiyete riski olan hastaların yetiyitimi puanları arasında anlamlı
fark saptanmıştır. Bu bulgu anksiyete durumunun artmasının yetiyitimine
neden olabileceğini düşündürmektedir. Hastalık durumuna bağlı ve
özellikle kanserli hastalarda anksiyetenin artması fiziksel yetersizliği de
arttırabilmektedir.
SONUÇ
Kanser tanısı, tedavi ve bakım süreci bireylerin yaşamında zor
atlatılabilecek bir kriz yaratmaktadır. Hastaların krizle baş edebilmelerini
sağlamak amacıyla; tedavideki ilerlemeler ışığında kanserin baş edilebilir
bir hastalık olduğunun algılanması sağlanarak, kanserli hastalara
biyopsikososyal bütüncül yaklaşımın uygulanması önerilmelidir. Bu
bağlamda hastalığın seyrini zorlaştıracak depresyon, anksiyete ve yetiyitimi
belirti ve bulgularının erken tanılanması, hastalara verilebilecek destek
sistemleri, kültürel tutum, kişilik yapısı ve baş edebilme gücü gibi
faktörlerin dikkatle ele alınması oldukça önemlidir. Modern kanser
tedavisinde multidisipliner çalışma kapsamında onkoloji hemşirelerinin,
hasta ve yakınlarına yönelik depresyon, anksiyete ve yetiyitimi belirtileri ile
yeterli sosyal destek sağlama konularında yönlendirici olmaları önerilebilir.
79
KAYNAKLAR
1. Ateşci FÇ, Oğuzhanoğolu NK, Baltalarlı B ve ark (2003). Kanser hastalarında
psikiyatrik bozukluklar ve ilişkili etmenler. Türk Psikiyatri Dergisi, 14: 2, 145-152.
2. Aydemir Ö, Güvenir T, Küey L ve ark (1997). Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği
Türkçe formunun geçerlilik ve Güvenilirliği. Türk Psikiyatri Dergisi, 8, 280-287.
3. Eker D, Arkar H (1995). Çok boyutlu algılanan sosyal destek ölçeğinin faktör yapısı
geçerlilik ve güvenilirliği. Türk Psikoloji Dergisi.,10: 34, 45-55.
4. Friedman LC, Kalidas M, Elledge R ve ark (2005). Optimism, social support and
psychosocial functioning among women with breast cancer, Psycho-Oncology,
http// www.interscience.wiley.com.
5. Kaplan Đ (1995). Yarıkırsal bir sağlık ocağına başvuran hastalarda ruhsal
bozuklukların yetiyitimi ile ilişkisi. Türk Psikiyatri Dergisi, 6: 3, 169-179.
6. Kızılcı S (1999). Kemoterapi Alan Kanserli Hastalar ve Yakınlarının Yaşam Kalitesini
Etkileyen Faktörler. C. Ü. Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 3: 2, 18-26.
7. Makabe R, Nomizu T (2006). Social support and psychological and physical states
among Japanese patients with breast cancer and their spouses prior to surgery.
Oncol Nurs Forum. 3; 33(3), 651-655.
8. Matsushita T, Matsushima E, Maruyama M (2005). Anxiety and depression of
patients with digestive cancer. Psychiatry and Clinical Neurosciences, 59, 576-583.
9. Montazeri A, Harirchi I, Vahdami M ve ark (2000). Anxiety and depression in Iranian
breast cancer before and after diagnosis. European Journal of Cancer Care, 9, 151157.
10. Simpson JS, Carlson LE, Beck CA, ve ark (2002). Effecs of a brief intervention on
social support and psychiatric morbidity in breast cancer patients. PsychoOncology, 11, 282-294.
11. Snaith RP (2003). The hospital anxiety and depression scale. Health and Quality of
Life Outcomes, 1, 29. http://www.hqlo.com/content/1/1/29.
12. Solak M, Başer G (2003). Meme ve Meme Dışı kanserli Kadın Hastaların
Umutsuzluk ve Yaşam Kalitesi Düzeylerinin Đncelenmesi. Hemşirelik Forumu, 6: 6,
38-47.
13. Stewart AL, Hays RD, Ware JEJ ve ark (1988). The MOS short-form general health
survey: reliability and validity in a patient population. Med Care, 26, 724-735.
14. Şentürk V, Sağduyu A (2004). Leprası olan hastalarda ruhsal bozukluklar ve
yetiyitimi: bir gözden geçirme. Türk Psikiyatri Dergisi, 15: 3, 236-243.
15. Türkiyede kanserle savaş politikası ve kanser verileri (2002), TC Sağlık Bakanlığı
Kanserle Savaş Daire Başkanlığı Yayını, No: 618, Ankara, 145-46.
16. Vinokur A. D, Threatt B.A, Caplan R.D ve ark. (1989). Physical and psychosocial
functioning and adjustment to breast cancer. Cancer, 63, 394-405.
17. Wonghongkul T, Dechaprom N, Phumivichuvate L ve ark (2006). Uncertainty
appraisal coping and quality of life in breast cancer survivors, Cancer Nursing, 29:
3, 250-257.
18. Wong-Kim EC, Bloom JR (2005). Depression experienced by young women newly
diagnosed with breast cancer. Psycho-Oncology. 14, 564-573.
19. Zigmond AS, Snaith PR (1983).
Psychiatr Scand, 67, 361-370.
The hospital anxiety and depression scale. Acta
20. Zimet, Dahlem, Zimet & Farley, (1988). Multidimensional scale of perceived social
support; http:www.atkinson.yorku.ca/~psyctest/socsupp.pdf.
80
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 81-91, 2007
HEMŞĐRELERĐN ĐLAÇ HATASI YAPMALARINA YOL AÇABĐLECEK
ETKENLERĐN SAPTANMASI*
THE DETERMINATION OF FACTORS THAT NURSES CAN CAUSE
MEDICATION ERROR
Đsmet EŞER**
Leyla KHORSHID**
Filiz TOROS***
Gülengün TÜRK**
** Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Hemşirelikte Anabilim Dalı
***T.C. Sağlık Bakanlığı Đzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Anahtar Sözcükler: Đlaç hataları, hemşire, uygulama
Key Words: Medication errors, nurse, administration
Bu çalışma 9-11 Kasım 2006 tarihinde 3.Uluslararası Hemşirelik Yönetimi Kongresinde
poster bildiri olarak sunulmuştur.
ÖZET
Bu araştırmanın amacı, hemşirelerin ilaç uygulamaları sırasında
hatalara yol açabilecek etkenlerle karşılaşma durumunu belirlemektir.
Araştırma 01 Temmuz - 30 Eylül 2005 tarihleri arasında T.C. Sağlık
Bakanlığı Đzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, T.C. Sağlık Bakanlığı
Đzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi ve Özel Kent Hastanesi’nde gerçekleştirilmiştir. Bu hastanelerde
çalışan 252 hemşire araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. Verilerin
toplanmasında “Đlaç Uygulamalarını Değerlendirme Formu” kullanılmıştır.
Hemşirelerin ilaç hatalarına yol açabilecek etkenler konusunda genellikle
hekim istemleri ile ilgili etkenlerle karşılaştıkları (hemşirelerin %60.4’ ünün
hekimlerin bazen istem üzerinde düzeltme yaptığını, %46.8’ inin hekimlerin
istemleri bazen okunaklı yazdığını, % 41.3’ ünün ilaç dozlarının bazen tam ve
açık yazılmadığını ifade etmesi) belirlenmiştir. Hemşirelerin büyük
çoğunluğunun, ilaç kartlarını yazma ve kayıtlarla ilgili ilaç hatalarına yol
açabilecek etkenlerle karşılaştığı saptanmıştır.
Araştırma sonuçları ilaç hatalarının hemşireler, hekimler ve eczacılardan
kaynaklanabileceğini göstermiştir.
SUMMARY
The purpose of this research was to determine what factors nurses
encounter that can cause errors during medication administration.
81
This research was conducted between July 1 and September 30, 2005 at
Turkish Health Ministry's Izmir Tepecik Training and Research Hospital (Tepecik)
and Izmir Ataturk Training and Research Hospital (Ataturk), Ege University
Medical Faculty Hospital (Ege) and Private Kent Hospital (Kent). 252 nurses from
these hospitals were taken into the sample. “The Evaluation Form of Drug
Administration” was used in collection of the data.
It was determined that nurses generally encounter with the factors
regarding the doctor orders about factors that can cause medication errors. (%
69.4 of nurses stated that doctors sometimes made changes on their orders, %
41.3 of nurses stated that doctors sometimes wrote their orders legible, % 41.3 of
nurses stated that doctors sometimes wrote drug doses complete and clearly
etc.). It was determined that a great majority of nurses encounter with the factors
which will be led to medication errors regarding the writing of the drugs charts
and the records.
The research results show that the source of medication errors can be
nurses, physicians and pharmacists.
GĐRĐŞ
Đlaç hataları en yaygın olarak görülen önlenebilir tıbbi hatadır.
Đlaç hataları, ilaçların uygulanma sürecinde, izlenmesi gereken ilkelere
uyulmaması sonucunda gerçekleşen yanlış uygulamalar şeklinde
tanımlanabilir. Đlaç uygulama hataları, ilacın istem edilme aşamasından
uygulama sonrasındaki etkilerinin izlemini de içine alan çok geniş bir
süreci kapsamaktadır (Aslan ve Ünal 2005). Hatalar, ilacı yanlış zamanda
uygulama, ilacı uygulamayı unutma, yanlış dozda verme, reçete
edilmemiş ilacı uygulama, yanlış ilacı uygulama, ilacı uygun yöntemle
hazırlamama, etkileşime giren ilaçları aynı anda uygulama, uygulamayı
kaydetmeme şeklinde örneklendirilebilir (www.gih.org/usr_doc 2005,
Aslan ve Ünal 2005, Hughes ve Ortiz 2005, Ridley ve ark. 2004,
Lassetter ve Warnick 2003).
Hastaların hepsi ilaç hataları açısından potansiyel risk
taşımaktadırlar. Her yıl 7000 ölümün ilaç hatalarından kaynaklandığı,
ilaç hatalarının sağlık sistemine maliyetinin yıllık 2 milyar dolar olduğu
tahmin edilmektedir (Raines 2000). Đlaç hataları, Amerika’da trafik
kazaları, meme kanseri ya da AIDS’den daha fazla görülmektedir ve
yılda 44.000 ile 98.000 arasında kişi bu nedenle ölmektedir. Đlaçla ilgili
hastalık ve ölümlerin yıllık maliyetinin 1,56 ile 5,6 milyar dolar
arasında olduğu tahmin edilmektedir (www.gih.org/usr_doc 2005, Hughes
ve Ortiz 2005). Đngiltere’de 2001 yılında ilaç uygulama hatalarından
yaklaşık 1200 kişinin öldüğü, bu durumun son on yıl içinde % 500
oranında artış gösterdiği kaydedilmiştir. Genel olarak Đngiltere’de 400
yataklı bir hastanede her gün bir hasta, bir ilaç uygulama hatasına
maruz kalmaktadır (Aslan ve Ünal 2005). Huhges ve Ortiz bir çalışmada
(2005), ilaç hatalarına maruz kalan hastaların % 30’unun bu
hatalardan öldüğünü ya da hataların hastaya etkisinin 6 haftadan
82
daha uzun süre olduğunu ortaya koymuştur. Đlaç hataları, beklenen
tedavi edici etkinin görülmemesine, hastanın ağrı yaşamasına, hastanede
kalış süresinin uzamasına, hastanın hastaneye ödeyeceği ücretin
artmasına ya da sakat kalmasına, hatta ölümüne yol açabilmektedir
(Mete ve Uslusoy 2006).
Hemşireler, ilaçların güvenli bir şekilde uygulanmasından
sorumludurlar. Bu nedenle hemşireler, ilaç hatalarının önlenmesinde
önemli bir role sahiptir. Hemşirenin uygulama süreci içindeki rolü, doğru
ilacı doğru dozda, doğru hastaya, doğru zamanda, doğru yoldan vermek,
istenen etkiyi değerlendirip desteklemek, istenmeyen etkilere karşı
düzeltici önlemler almak, kayıt tutmak ve hastaya eğitim vermektir.
Ancak çok sayıdaki kazalarla ilgili araştırma kanıtları, ilaç hatalarının
bireylerden çok sistemden kaynaklandığını ve yapılan hatalardan tek
bir birimin sorumlu tutulmaması gerektiğini belirtmektedir. Đlaç hataları,
çok boyutlu ve çeşitli disiplinlerle ilgili bir sorundur. Bu hatalar
hemşire, hekim, eczacı, hasta birey ve kurumdan kaynaklanabilir. Đlaç
uygulamasında bu meslek grupları arasında hemşirelerin önemli bir
sorumluluğu vardır. Hatalar, sürecin herhangi bir aşamasında gelişebilir.
Genellikle, istem verme, istem alma, ilaçları ve ilaç kartlarını
hazırlama, ilaçları verme ya da uygulanan ilaçların kayıt edilmesine
bağlı olarak ortaya çıkabilir. Ayrıca, fizik koşullar da hataların ortaya
çıkmasına neden olan faktörlerdir (Tang ve ark 2007, www.cno.org/
docs/prac/41007_medication 2005, Hughes ve Ortiz 2005, Joanna
Briggs Institute 2005, Carthey 2002, Aştı ve Acaroğlu 2000, Fijn ve
ark. 2000, Raines 2000, Vural ve Uçar 1999, Roseman ve Booker
1995, Cohen ve ark. 1994).
Đlaç hatalarının önlenmesi oldukça önemlidir. Hataları önlemeye
yönelik girişimlerin planlanması için hataya neden olabilecek
etkenlerin bilinmesi gerekir. Ancak ülkemizde bu konu ile ilgili yeterli
çalışma bulunmamaktadır. Araştırma sonuçlarının ilaç hatalarına
neden olabilecek etkenlerin kontrol altına alınmasında yol gösterici
olabileceği düşünülmektedir. Bu araştırmanın amacı, hemşirelerin ilaç
hatası yapmalarına yol açabilecek etkenleri belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırma 01 Temmuz - 30 Eylül 2005 tarihleri arasında, T.C.
Sağlık Bakanlığı Đzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, T.C.
Sağlık Bakanlığı Đzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ve Özel Kent Hastanesi’nde
gerçekleştirilmiştir.
Đlaç
uygulamalarının
farklılık
gösterdiği
düşünülerek, üniversite hastanesi, devlet hastanesi ve özel hastaneleri
temsilen birer hastane seçilmiştir. Bu hastanelerin belirlenmesinde
çalışan hemşire sayısının fazla olduğu hastaneler olmasına dikkat
83
edilmiştir. Sağlık Bakanlığına bağlanan Sosyal Sigortalar Kurumu
hastanelerinde daha önceki ilaç uygulama prosedürlerinde değişiklik
olmadığı düşünüldüğünden bu hastaneleri temsilen de bir hastane
araştırma kapsamına alınmıştır. T.C. Sağlık Bakanlığı Đzmir Tepecik
Eğitim ve Araştırma Hastanesinde 365, T.C. Sağlık Bakanlığı Đzmir
Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde 532, Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesinde 1007, Özel Kent Hastanesinde 110 hemşire
çalışmaktadır. Bu hastanelerde çalışan, toplam 2014 hemşireden
evreni temsil edecek düzeyde 252 kişi örnekleme seçilmiştir. Olasılıklı
örnekleme yöntemlerinden tabakalı rastgele örnekleme yöntemi
kullanılarak her bir hastaneden örneklem kapsamına alınacak hemşire
sayısı belirlenmiştir. Bu saptamaya göre, T.C. Sağlık Bakanlığı Đzmir
Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesinden 45, T.C. Sağlık Bakanlığı
Đzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinden 67, Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hastanesinden 126, Özel Kent Hastanesinden 14 hemşire
araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. Poliklinik, laboratuar,
radyoloji gibi ayaktan tetkik ve tedavi alanında çalışıp ilaç
uygulamayan hemşireler ile ameliyathane ve yoğun bakım birimlerinde
çalışan hemşireler araştırma kapsamına alınmamıştır. Araştırmanın
gerçekleştirildiği hastanelerden ve Ege Üniversitesi Hemşirelik
Yüksekokulu Bilimsel Etik Kurulu’ndan yazılı izin, hemşirelerden ise
sözlü onam alınmıştır.
Verilerin toplanmasında araştırmacılar tarafından literatür
doğrultusunda geliştirilen, hemşirelerin tanıtıcı özelliklerine ilişkin 5
soru (yaş, eğitim düzeyi, çalıştığı klinik, çalışma yılı, aylık nöbet sayısı)
içeren soru formu ve ilaç hatasına yol açabilecek etkenleri belirlemeye
yönelik 38 sorudan oluşan “Đlaç Uygulamalarında Hatalara Yol
Açabilecek Etkenleri Değerlendirme Formu” kullanılmıştır (Aslan ve
Vural 2005, Lassetter ve Warnick 2003, Carthey 2002, O’shea 1999,
Meurier ve ark.1994). Bu formda yer alan sorular konusunda 5 uzman
görüşü alınmıştır. Daha sonra form 10 hemşireye uygulanarak soruların
anlaşılabilirliği test edilmiştir. Uzmanların ve hemşirelerin önerileri
doğrultusunda 3 soru formdan çıkarılmış ve ifadeler düzeltilerek
formun son hali oluşturulmuştur. Verilerin değerlendirilmesinde sayı
ve yüzde dağılımları incelenmiş, ki-kare analizi uygulanmıştır.
BULGULAR
Araştırmaya katılan hemşirelerin %35.3’ü Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesinde, % 26.6’ sı T.C. Sağlık Bakanlığı Đzmir Atatürk
Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, %17.9’u T.C. Sağlık Bakanlığı Đzmir
Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ve % 5,6’sı Özel Kent
Hastanesinde çalışmaktadır. Hemşirelerin % 38.9’u lisans, %35.7’si ön
lisans mezunu olup, % 29’u 6-10 yıldır çalışmakta ve %65.5’ i ayda 610 arası nöbet tutmaktadır. Hemşirelerin % 54.4’ü cerrahi, % 45.6’sı
84
dahili kliniklerde, % 29’u 6-10 yıldır, % 27,4’ü 5 yıl ve daha az, % 25,8’i
16 ve daha fazla süredir çalışmaktadır.
Tablo 1: Đlaç Hatalarına Yol Açabilecek Hekimle Đlgili Etkenler (n=252)
Çoğunlukl
a
Hekim Đle Đlgili Etkenler
Hiçbir
zaman
Say
%
ı
6
2.4
10.
26
4
7
2.8
7
2.8
25
10
Bazen
Sayı
%
Sayı
%
169
67.1
77
30.5
51
20.2
175
69.4
127
141
116
50.4
56
46
118
104
111
46.8
41.2
44
118
46.8
112
44.4
22
8.8
112
44.4
130
51.6
10
4
-Hekimin istemi zamanında yazması
-Hekimlerin istem üzerinde düzeltme
yapması
-Đstemlerin okunaklı yazılması
-Đlaç dozlarının tam ve açık yazılması
-Đlacın veriliş yolunun açık yazılması
-IV sıvıları hastaya verme süresinin
belirtilmesi
-Acil durum dışında sözel istem
verilmesi
Tablo 1’e bakıldığında; hemşirelerin % 67.1’i hekimlerin ilaç
istemlerini çoğunlukla zamanında yazdıklarını, % 69.4’ü hekimlerin
bazen istemi yazdıktan sonra aynı istem üzerinde haber vermeden
düzeltme yaptığını belirtmişlerdir. Hemşirelerin %50.4’ü hekimlerin ilaç
istemlerini çoğunlukla okunaklı yazdıklarını, % 56’sı hekimlerin ilaç
dozlarını çoğunlukla tam ve açık yazdıklarını, % 46’sı hekimlerin ilacın
veriliş yolunu çoğunlukla istemlerinde açıkça belirttiklerini ifade
etmişlerdir.
Hemşirelerin % 46.8’i istemde hekimlerin intravenöz sıvıların ne
kadar sürede gideceğini çoğunlukla, % 44.4’ü de bazen belirttiklerini
ifade etmişlerdir.
Hemşirelerin %51.6’sı hekimlerin bazen acil durumlar dışında da
sözlü istem verdiklerini belirtmiştir.
Tablo 2: Đlaç Hatalarına Yol Açabilecek Hemşire Đle Đlgili Etkenler (n=252)
Hemşire Đle Đlgili Etkenler
-Hemşirenin hekim yerine istem
yazması
-Hemşirenin hekim yerine reçete
yazmak zorunda kalması
-Hemşirenin eczaneye gidecek
ilaç tabelalarını yazmak
durumunda kalması
-Đlaç kartlarında hastaların adı ve
soyadının yazılı olması
-Đlaç kartlarında oda ve yatak
numarasının yazılı olması
-Đlaç kartında ilaç isimlerinin açık
ve okunaklı yazılması
Çoğunlukla
Sayı
%
Bazen
Sayı
%
Hiçbir zaman
Sayı
%
4
1.6
49
19.4
199
79
12
4.8
35
13.9
205
81.3
33
13.1
98
38.9
121
48
219
86.9
17
6.7
16
6.4
232
92.1
7
2.7
13
5.2
245
97.2
5
2
2
0.8
85
-Đlaç kartlarında ilacın veriliş
yolunun açıkça yazılması
-Đlaç kartında ilaç dozunun açık
yazılması
-Đlaç kartında ilaç formunun
açıkça yazılması
-Đlaç uygulamalarına ilişkin kayıt
ve notların tam olması
-Đnfüzyon pompasını kullanmada
güçlük yaşanması
-Hemşirelerin ilaç dozlarını
hesaplamada güçlük çekmesi
-Daha önceden enjektöre
çekilmiş bir ilacın uygulanması
-Hemşirelerin verdiği ilaçların
etkisini bilmesi
-Hemşirelerin kendi klinikleri
dışında nöbet tutmak zorunda
kalması
-Hemşirelerin farklı kliniklerde
çalışmak durumunda kalması
-Acil ilaçların tam olma durumu
216
85.7
29
11.5
7
2.8
238
94.4
9
3.6
5
2
231
91.7
12
4.7
9
3.6
237
94
11
4.4
4
1.6
22
8.7
90
35.7
140
55.6
9
3.5
109
43.3
134
53.2
5
2
40
15.9
207
82.1
226
89.7
20
7.9
6
2.4
21
8.3
64
25.4
167
66.3
17
6.7
98
38.9
137
54.4
221
87.7
30
11.9
1
0.4
Hemşirelerin, % 79’u hiçbir zaman hekim yerine istem yazmadığını,
%19.4’ü ise bazen yazdığını, %13.9’u bazen hekim yerine reçete yazdığını,
% 38.9 ‘u eczaneye gidecek ilaç tabelalarını yazdığını belirtmiştir.
Hemşireler tarafından kullanılan ilaç kartlarının % 86.9’unda
hastaların adı ve soyadının, %92.1’inde hastaların oda ve yatak
numaralarının çoğunlukla yazılı olduğu, % 97.2’sinde ilaç isimlerinin,
% 85.7 sinde ilacın veriliş yolunun, % 94.4’ünde ilaç dozunun,
%91.7’sinde ilaç formunun çoğunlukla açık ve okunaklı yazıldığı, % 94
ünde ilaç uygulamalarına ilişkin kayıt ve notların tam olduğu
belirlenmiştir.
Hemşirelerin % 35.7’si infüzyon pompasını kullanmada, % 43.3’ü
ilaç dozlarını hesaplamakta bazen güçlük yaşadığını, % 15.9’u daha
önceden enjektöre çekilmiş bir ilacı bazen uyguladığını, % 89.7’si
hastaya verdiği ilaçların etkisini çoğunlukla bildiğini, % 25.4’ü bazen
kendi kliniği dışında nöbet tutmak zorunda kaldığını, % 38.9’u bazen
farklı kliniklerde çalışmak durumunda kaldığını, % 87.7’si acil ilaçların
çoğunlukla tam olduğunu belirtmiştir.
Tablo 3: Đlaç Hatalarına Yol Açabilecek Diğer Etkenler (n=252)
Dış Ortamla Đle Đlgili Etkenler
-Đlaç hazırlama odasının ısısının
çalışma için uygunluğu
-Đlaç hazırlanan odanın
aydınlatmasının uygunluğu
-Đlaç hazırlanan odanın sessizliğinin
uygunluğu
86
Çoğunlukla
Sayı
%
Bazen
Sayı
%
Hiçbir zaman
Sayı
%
183
72.6
49
19.5
20
7.9
212
84.1
26
10.3
14
5.6
106
42.1
94
37.3
52
20.6
-Đlaç hazırlanırken telefona yanıt
verilmesi durumu
-Hasta odalarının aydınlatmasının
ilaç uygulamak için uygunluğu
-Đlaç hazırlanırken fiziksel
güçlüklerle karşılaşılması
-Gündüz vardiyasında enjektör,
pamuk, alkol vb. malzemelerin tam
bulunması
-Nöbetlerde enjektör, pamuk, alkol
vb. malzemelerin tam bulunması
-Nöbetlerde ilaçların tam olma
durumu
-Eczaneden gelen ilaçların dozunun
verilen istemden yüksek veya
düşük olması
-Đstemde yazılan ilaçların
muadillerinin kullanılması
-Đlaçların eczaneden zamanında
gelmesi
-Hemşirelerin çalışma saatlerinde
kendilerini yorgun hissetmesi
-Hemşirelerin çalışma saatlerinde
kendilerini stresli hissetmeleri
231
91.7
17
6.7
4
1.6
192
76.2
38
15.1
22
8.7
129
51.2
110
43.7
13
5.1
237
94
11
4.4
4
1.6
225
89.3
26
10.3
1
0.4
224
88.9
28
11.1
-
-
71
28.2
169
67.1
12
4.7
109
43.2
141
56
2
0.8
111
44
122
48.4
19
7.6
69
27.4
174
69
9
3.6
80
31.7
158
62.7
14
5.6
Hemşirelerin % 72.6’sı ilaçların hazırlandığı odanın ısısının, %
84.1’i aydınlatmasının çalışmak için çoğunlukla uygun olduğunu, %
20.6’sı sessizliğinin hiçbir zaman uygun olmadığını, % 91.7’si ilaç
hazırlarken çoğunlukla telefonlara yanıt vermek durumunda kaldıklarını
belirtmişlerdir. Hasta odalarının %76.2’sinin aydınlatmasının ilaç
uygulamak için çoğunlukla uygun olduğu, % 43.7’sinde ilaç
uygulamalarında bazen ortama ait fizik koşullarla ilgili güçlükler
yaşandığı, gündüz vardiyasında % 94 enjektör, pamuk, alkol vb.
malzemelerin çoğunlukla tam olduğu, % 89.3 gece nöbetlerinde enjektör,
pamuk, alkol vb. malzemelerin çoğunlukla tam olduğu, hastaların (gece
nöbetlerinde) % 88.9’unun ilaçlarının çoğunlukla tam olduğu
belirlenmiştir.
Klinikte istemde yazılan ilaçların % 56’sının bazen muadillerinin
kullanıldığı, eczaneden gelen ilaçların dozunun % 67.1’inin verilen
istemden bazen yüksek veya düşük olduğu, % 48.4’ünde ilaçların
eczaneden bazen zamanında geldiği saptanmıştır.
Hemşirelerin, % 69’u çalışma saatleri içinde kendilerini bazen,
%27.4’ü çoğunlukla yorgun, % 62.7’si bazen stresli hissettiğini ifade
etmişlerdir. Hemşirelere doğruluğundan kuşku duyduğunuz bir istemle
karşılaştığınızda kime danışırsınız? Soruru sorulduğunda % 86.1’i
hekime danıştıklarını belirtmişlerdir.
87
TARTIŞMA
Đlaç hatalarına neden olabilecek etkenlerin belirlenmesi ve gerekli
önlemlerin alınması, hasta bakım kalitesinin artırılması ve hasta
güvenliğinin sağlanması açısından önemlidir.
Çalışmamızda hekimlerin istemleri çoğunlukla, önemli bir oranının
da bazen zamanında yazdığı belirlenmiştir. Hekimlerin ilaç istemlerini
zamanında yazmaması, ilaçların eczaneden zamanında temin edilmesini
dolayısıyla ilaçların doğru zamanda uygulanmasını engeller. Hekimlerin
istemlerin üzerinde hemşirelerden habersiz düzeltme yaptıkları
saptanmıştır. Bu durumun hekimlerle hemşireler arasındaki iletişim
eksikliğinden kaynaklandığı düşünülmektedir.
Yazılı iletişim tıbbi uygulamalarda esastır. Okunaksız el yazıları
ciddi bir problem oluşturmaktadır. Çalışmamızda istemlerin, ilaç
dozlarının, ilaçların veriliş yolunun çoğunlukla tam ve açık yazıldığı
görülmektedir. Aşıcıoğlu ve Cantürk’ün yaptıkları çalışmada (2003) ise,
hekimlerin % 65.15’i reçete ya da istem yazarken el yazısının kötüleştiğini
belirtmiştir. Aynı çalışmada hekimlerin okunaksız yazdıkları reçetelerin
tedavide hata ve gecikmeye yol açtığına dikkat çekilmiştir.
IV sıvıların hastaya veriliş süresi, sıvı elektrolit dengesizlikleri ve
dolaşım yüklenmesi gibi komplikasyonların önlenmesi açısından önemlidir.
Çalışmamızda hekimlerin büyük çoğunluğunun IV sıvıların veriliş süresini
bazen belirttikleri belirlenmiştir. Hekimler süreyi istemde açıkça
belirtmedikleri için hemşireler yetki alanları dışında karar almak
durumunda kalmaktadırlar. Paton ve Wallace de yaptıkları (1997)
çalışmada ilaç hatalarının % 22’sini yanlış infüzyon hızının oluşturduğunu
belirtmişlerdir.
Sözlü istemler yanlış anlaşılma olasılığı nedeniyle ilaç hatalarına
neden olabilmektedir. Acil durumlarda sözlü istemin hemşireler
tarafından yerine getirilmesi kaçınılmaz bir durumdur. Ancak sözlü
istemin acil olmayan durumlarda da verilmesi hemşirelerin bu duruma
bağlı ilaç hatası yapma olasılığını artırmaktadır. Çalışmamızda
hemşirelerin yaklaşık yarısı hekimlerin acil durumlar dışında da
çoğunlukla sözlü istem verdiklerini belirtmişlerdir. Benzer şekilde Leape ve
arkadaşları da ilaç hatalarının % 39’unun hekim istemlerinden
kaynaklandığını belirtmişlerdir (Lassetter ve Warnick 2003). Aslan ve
Ünal yaptıkları çalışmada sözel istemlerin % 78 oranında yazılı hale
getirilmediğini, % 45 oranında da doğru yazılı istem alınmadığını
saptamışlardır (Tablo 1).
Çalışma bulgularımıza göre, hemşirelerin yaklaşık beşte biri ile
onda birinin kendi yetki ve sorumlulukları dışındaki hekim istemi ve
reçetelerini, yarıya yakınının ilaç tabelalarını bazen de olsa yazmaları hem
hata riskini artırmakta hem de yasal olarak durumlarını zorlaştırmaktadır.
88
Hemşirelerin hasta tedavisinin zamanında gerçekleştirilmesi için,
istem, reçete ve ilaç tabelası yazmasının bu sonuçta etkili olduğu
düşünülmektedir.
Çalışmamızda hemşireler tarafından kullanılan ilaç kartlarında
hastaların ad ve soyadının, oda ve yatak numaralarının, ilaç isimlerinin,
ilacın veriliş yolunun, ilaç dozunun, ilaç formunun çoğunlukla açık ve
okunaklı yazıldığı, ilaç uygulamalarına ilişkin kayıt ve notların tam
olduğu belirlenmiştir. Bu sonucun, ilaç kartlarını yazma ve kayıtları
tutmanın hemşirelerin bağımsız işlevi olmasıyla ilgili olduğu düşünülmektedir. Buna bağlı olarak ilaç kartlarından kaynaklanabilecek hata
olasılığının düşük olduğu görülmektedir.
Hemşirelerin bilgi ve becerileri ilaç hatalarının oluşumunu
etkileyebilir. Hemşirelerin önemli bir oranının infüzyon pompasını
kullanma ve ilaç dozlarını hesaplamada bazen güçlük yaşadıkları,
belirlenmiştir. Yaşanan bu güçlük ilaç hatalarının meydana gelmesini
artırabilir. Đnfüzyon pompasının sıvı tedavisi ve kritik ilaçların uygulandığı
kliniklerde daha çok ve diğer kliniklerde az kullanılmasının, hemşirelerin
bu konudaki bilgilerini etkilediği düşünülebilir. Carthey ise yağtığı
çalışmada (2002) hataların farklı infüzyon pompaları arasındaki kullanıma
ilişkin değişen gereksinimlerden kaynaklanabileceğini belirtmiştir.
O’shea, ilaç hatalarının hemşirelerin hesaplama becerilerinin yetersiz
olmasından kaynaklandığını ve hataları önlemede hemşirelerin doz
hesaplama yeterliliklerinin önemli olduğunu belirtmiştir (O’shea 1999).
Hicks ve arkadaşları çalışmalarında (2004) ilaç hatalarının %11.3’ünün bilgi
eksikliği, %5.2’sinin infüzyon pompalarının doğru kullanılmaması,
%3.9’unun doz hesaplama hatalarından kaynaklandığını belirtmiştir.
Çalışmamızda hemşirelerin çoğunluğunun daha önceden enjektöre
çekilmiş bir ilacı hiçbir zaman uygulamadığı, hastaya verdiği ilacın etkisini
çoğunlukla bildiği belirlenmiştir (Tablo 2). Kumcağız çalışmasında
(2000) klinik hemşirelerin % 27.5’inin sık kullanılan ilaçların özellikleri
ve etkileri hakkında, % 34.1’inin bazı ilaçların özellikleri ve kullanımı
konusunda bilgiye oldukça gereksinimleri olduğunu saptamıştır .
Acil durumlar hemşirelerin anksiyetesinin yükselmesine neden
olarak hata yapma olasılığını artırır. Acil ilaçların eksik olduğunu
bildiren hemşirelerin oranı % 11.9 gibi bir oranla dikkate alınması
gereken bir değerdir.
Çalışmamızda hemşirelerin önemli bir oranının farklı kliniklerde
nöbet tuttuğu ve çalıştığı görülmektedir. Hemşirelerin, fizik ortam ve
klinik işleyişin farklı, deneyim ve bilgisinin yetersiz olduğu ortamlarda
çalışması ilaç hatası yapma riskini artırır.
Hemşirelerin çalışma ortamlarında ısı, aydınlatma gibi bazı fiziksel
koşulların çoğunlukla uygun olduğu, sessizlik ve ilaç hazırlarken
telefona yanıt verme gibi bazı fiziksel koşulların çoğunlukla uygun
89
olmadığı görülmektedir. Gürültü hastanelerde yaygın bir sorundur.
Gürültülü ortamda çalışmama ve ilaç hazırlarken sık sık telefona yanıt
verme gibi dikkati dağıtıcı durumlar hemşireleri ilaç hatası yapma riski
ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Hemşirelerin çoğunluğu ilaç uygulamaları için gerekli malzemelerin
(ilaç, enjektör, pamuk gibi) tam olduğunu belirtmişlerdir (Tablo 3).
Malzeme eksikliğinden kaynaklanabilecek ilaç hatası gelişme olasılığının
düşük olduğu görülmektedir.
Hemşireler, ilaçların muadillerinin kullanılması ve eczaneden istenen
dozda ve zamanında gelmemesi gibi kendileri dışındaki nedenlerden
dolayı ilaç hatası yapma riski ile karşı karşıya kalmaktadır.
Stres ve yorgunluğun hemşirelerde önemli bir problem olduğu
bilinmektedir. Meurier ve arkadaşları yaptıkları çalışmada (1997) stresli bir
ortamda çalışan hemşirelerin ilaç hatası yapma olasılığını artırabilecek
güven kaybı yaşadıklarını ve anksiyetelerinin arttığını belirtmişlerdir.
Hemşirelerin yaş, eğitim düzeyi, çalıştığı klinik, çalışma süresi ve
aylık nöbet sayısına göre hekim yerine istem, reçete veya eczaneye
gidecek ilaç tabelalarını yazma, hastaya verilen ilaçların etkisini bilme
ve ilaç dozlarını hesaplama oranları arasında istatistiksel açıdan
önemli bir fark bulunmamıştır.
SONUÇ VE ÖNERĐLER
Sonuç olarak ilaç hataları çok boyutlu ve çeşitli disiplinlerle ilgili
bir sorundur. Hemşire tarafından ilaç uygulama hekim ve eczacıları da
ilgilendiren sürecin sadece bir parçasıdır. Araştırmamız sonucunda da
hemşire, hekim, eczacı ve dış ortamdan kaynaklanan nedenlerin ilaç
hatalarına yol açabileceği saptanmıştır. Ancak hemşirelerin ilaç uygulamaları ile ilgili bağımsız olarak yerine getirdikleri sorumluluklarda
(ilaç kartları vb.) daha az sorun yaşadıkları belirlenmiştir. Hataların
önlenmesi için disiplinlerarası yaklaşımlara gereksinim vardır. Hemşirelerin
teknolojik gelişmeler, yeni ilaçlar ve muadilleri konusunda bilgilendirilmesi,
çalışma ortamındaki fiziksel koşulların iyileştirilmesi gerekmektedir.
KAYNAKLAR
1. . Aslan Ö, Ünal Ç (2005). Cerrahi yoğun bakım ünitesinde parenteral ilaç uygulama
hataları.Gülhane Tıp Dergisi, 47:175-178.
2. Aşıcıoğlu F, Cantürk G (2003). Hekimlerin okunaksız el yazısının yol açtığı sorunlar:
bir anket çalışması, Adli Bilimler Dergisi, 2:1, 13-22.
3. Aştı T, Acaroğlu R (2000). Hemşirelikte sık karşılaşılan hatalı uygulamalar.
Cumhuriyet Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 4:2, 22-27.
90
4. Carthey J (2002). Medication errors: causes, prevention and reduction. British
Journal of Haematology,116, 255-265.
5. Cohen M.R. ve ark.(1994). 12 ways to prevent medication errors. Nursing, February.
6. Fijn R ve ark. (2000). Hospital prescribing errors: epidemiological assessment of
predictors. British Journal of Clinical Pharmacology, 53, 326-331.
7. Hicks RW, Becker SC, Krenzischeck D, Beyea SC (2004). Medication errors in the
PACU: a secondary analysis of MEDMARX findings. Journal f Perianesthesia
Nursing, 19:1,18-28.
8. Hughes RG, Ortiz E( 2005). Medication errors. American Journal of Nursing, March ,
14- 24.
9. Kumcağız H (2000). Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde çalışan
servis hemşirelerinin yapılmakta olan hizmet içi eğitim programlarına ilişkin
bildirimleriyle yönetici hemşirelerin görüşlerinin incelenmesi. Hemşire Dergisi,49:6,
3-8.
10. Joanna Briggs Institute (2005). Strategies to reduce medication errors with reference
to older adults, Best Practice, 9:4, 1-6.
11. Lassetter JN, Warnick ML (2003). Medical errors, drug related problems, and
medication errors. Journal of Nursing Care Quality1, 8:3, 175-181.
12. Mete S, Uslusoy E (2006). Hemşirelikte Đlaç Uygulama Hataları, Hemşirelik Forumu,
36-41.
13. Meurier CE, Vincent CA, Parmar DG (1997). Learning from errors in nursing
practice. Journal of Advanced Nursing, 26, 111-119.
14. O’shea E (1999). Factors contributing to medication errors: a literature review.
Journal of Clinical Nursing, 8, 496-504.
15. Paton J, Wallace J (1997). Medication errors. The Lancet, 349,959-960.
16. Raines DA (2000). Making mistakes: prevention is key to error-free health care.
Awhonn Lifelines, 4:1, 35-39.
17. Ridley SA, Booth SA, Thompson CM (2004). Prescription errors in UK critical care
units. Anaesthesia, 59, 1193-1200.
18. Roseman C, Booker JM (1995). Workload and enviromental factors in hospital
medication errors. Nursing Research,44:4, 226-230.
19. Tang FI, Sheu SJ, Yu S, Wei IL, Chen CH (2007). nurses relate the contributing
factors involved in medication errors. Journal of Clinical Nursing, 16, 447-457.
20. Vural H, Uçar H (1999). Đlaç hatalarına ilişkin geliştirilen işlemin ilaç uygulama
hataları üzerine etkisi. Gülhane Tıp Dergisi, 41:1, 419-425.
21. www.cno.org/docs/prac/41007_Medication.pdf, 08.06.2005
22. www.gih.org/usr-doc/December_15,_2003.pdf, 08.06.2005
91
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 93-103, 2007
HUZUREVĐNDE YAŞAYAN YAŞLILARIN ÖZ BAKIM GÜCÜ VE
ETKĐLEYEN FAKTÖRLER
SELF CARE AGENCY OF NURSING HOME RESIDENTS AND EFFECTIVE
FACTORS
Serap YILDIRIM
Gönül ÖZGÜR
Aysun BABACAN GÜMÜŞ
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Psikiyatri Hemşireliği AD, ĐZMĐR
Anahtar Sözcükler: Yaşlı, huzurevi, öz bakım gücü, etkili faktörler
Key Words: Elderly, nursing home, self care strength, effective factors
ÖZET
Bu araştırma huzurevinde yaşayan yaşlıların öz bakım gücü düzeylerini
ve etkileyen faktörleri incelemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı
tipte olan bu araştırma gerekli izinler alındıktan sonra Aralık 2005–Ocak 2006
tarihleri arasında Đzmir Đli, Gürçeşme Huzurevi’nde araştırmaya katılmayı
kabul eden 101 yaşlıyla yapılmıştır. Araştırma verileri; Tanıtıcı Bilgi Formu ve
Öz Bakım Gücü Ölçeği (ÖBGÖ) ile toplanmıştır. Verilerin analizinde sayı, yüzde
dağılımı, t testi ve varyans analizi kullanılmıştır.
Tanımlayıcı tipte olan bu araştırma gerekli izinler alındıktan sonra
Aralık 2005–Ocak 2006 tarihleri arasında Đzmir Đli, Gürçeşme Huzurevi’nde
araştırmaya katılmayı kabul eden 101 yaşlıyla yapılmıştır. Araştırma verileri;
Tanıtıcı Bilgi Formu ve Öz Bakım Gücü Ölçeği (ÖBGÖ) ile toplanmıştır.
Verilerin analizinde sayı, yüzde dağılımı, t testi ve varyans analizi
kullanılmıştır.
Araştırmaya katılan yaşlıların yaş ortalaması 75.03±6.29 olup, %
54.5’inin erkek, % 70.3’ünün dul, % 55.4’ünün okuryazar, % 31.7’sinin ev
hanımı olduğu, % 66.3’ünün gelir durumunu orta düzeyde algıladığı, %
39.6’sının sosyal bir güvencesinin olmadığı, % 73.3’ünün çocuğunun olduğu,
% 43.6’sının çocuğunun ziyaretine gelmediği saptanmıştır. Araştırmaya katılan
yaşlıların; ÖBGÖ toplam puan ortalaması 98.80±18.81 olarak saptanmıştır.
Yaşlıların öz bakım gücü orta düzeyin üstünde bulunmuştur. Yaşlıların öz
bakım gücünü yaş, cinsiyet, ziyaretçi gelme durumu, sosyal güvence durumu
ve fizik sağlık algısının etkilediği saptanmıştır (p<0.05). Diğer taraftan
yaşlıların medeni durumunun, çocuk sahibi olma durumunun, eğitim
düzeyinin, düzenli gelir durumunun, gelir düzeyi algısının, ruh sağlığı algısının
ve kronik bir hastalığa sahip olma durumunun öz bakım gücü düzeyini
etkilemediği bulunmuştur.
Huzurevlerinde yaşayan yaşlıların öz bakım gücünün önemi göz ardı
edilmeyerek, öz bakım gücünü desteklemeye yönelik yapılacak girişimlerin,
93
yaşlıların yaşam kalitesini ve dolayısıyla aldıkları hizmetin kalitesinin artması
açısından önemli olduğu sonucuna varılmıştır.
SUMMARY
This study has been conducted in order to examine the level of self care
agency of nursing home residents and effective factors.
After having required concents, this descriptive study has been carried out
between December 2005–January 2006 in Đzmir, Gürçeşme Nursing Home and
included 101 residents who accepted to be involved in this research. Data were
collected by “Introductory Information Form” and “The Scale of Selfcare
Strength”. Data were analyzed using number, distribution of percentage, student
t test and variance.
The mean age of elderly people included in this study was 75.03±6.29, of
them 54.5 % was men, 70.3 % was widow, 55.4 % was literate, 31.7 % was
housewife, and it was determined that 66. % were middle-incomed, that 39.6 %
were those without any social security, that 73.3 % had children, and that 43.6
% were not visited by their children. Of attendant elderly people; overall average
score for The Scale of Selfcare Strength it was 98.80±18.81. Elderly people was
close to moderate level and their selfcare agency. It was founded that the level of
self care agency of the elderly was effected age, sex, visit situation, insurance
situation and perception of physical health (p<0.05). On the other hand, the level
of self care agency of the elderly wasn’t effected marital status, child situation,
the level of education, regular income level, perception of income level perception
of mental health and chronic illness situation.
It was concluded that not ignoring this vital relation in elderly people,
efforts to elevate hope and thus support the selfcare agency are of importance in
order to increase service quality in nursing homes.
GĐRĐŞ
Yaşlanma, ayrıcalıksız her canlıda görülen, tüm işlevlerde azalmaya
neden olan evrensel bir süreç olarak tanımlanırken, yaşlı terimi, belli
bir kronolojik yaşa ulaşan kişileri tanımlama amacıyla kullanılmaktadır
(Fadıloğlu ve Tokem 2004). Sağlık alanındaki gelişmelere ve sosyal
koşullardaki iyileşmelere paralel olarak, ortalama yaşam süresi uzamakta;
bu durumda tüm dünyada ve ülkemizde yaşlı nüfusun artmasına yol
açmaktadır (Sütoluk ve ark 2004).
Ülkemizde hızlı kentleşme, endüstrileşme ve modernleşme ile
birlikte sosyodemografik yapıda ve geleneksel sosyal değerlerde
değişiklikler meydan gelmektedir (Bayık ve ark 2002). Bu nedenle,
geniş aile yapısından çekirdek aile yapısına geçiş olmakta, ekonomik ve
sosyal nedenlere bağlı olarak ta huzurevleri de yaşlılar için hayatın son
döneminde güvenilir mekanlar haline gelmektedir. Bu değişim,
huzurevlerinin önemini ve bu konu üzerinde daha fazla çalışma
yapılması gereğini ortaya koymaktadır (Özgür ve ark 2003, Sütoluk ve
ark 2004, Üstün ve ark 2005).
94
Yaşlanmayla birlikte bireyde fiziksel, psikolojik ve sosyal sorunlar
artmakta dolayısıyla da yaşlıların eş, dost ve yakınlarına olan bağımlılıkları
artmaktadır (Akgün ve ark 2004, Bakar ve ark 2005, Berberoğlu ve ark
2002). Bu nedenle, yaşamını yakınlarından uzak huzurevinde geçirmek
zorunda olan yaşlı bireyin fiziksel ve psikososyal yönden bağımsızlığını
sağlamak ve uzun süre korunması için çaba göstermek gerekmektedir.
Bu da ancak bireyin kendi öz bakımının önemini kavraması ve bakımın
gereklerini yerine getirmesiyle olabilir (Ardahan 2002).
Öz bakım gücü, Orem tarafından 1959 yılında geliştirilen “Öz Bakım
Yetersizliği Kuramının” ana kavramlarındandır. Öz bakım kuramı
yaşamın sürekliliği için öz bakımın neden gerekli olduğunu açıklamaktadır
(Birol 2002, Cavanagh 1993 ve Velioğlu 1999). Orem’e göre (1995) öz
bakım gücü, sağlığın sürdürülmesi ve yükseltilmesine yönelik öz bakım
davranışlarını düzenleme, öz bakımla ilgili özgül konularla ilgilenme,
anlama ve kavrama, düzenlenen etkinlikleri gözleme, bilgiyi kullanma,
karar verme ve verilen kararı uygulama başarısına yönelik bireysel
yetenektir.
Orem’in (1995) kuramına göre öz bakım, demografik ve bireysel
özelliklerden, çevresel faktörlerden, sağlık durumundan ve sağlık bakım
sistemi faktörlerinden etkilenmektedir. Ayrıca bireyin kişilerarası
ilişkilerinden, iletişiminden, kültürel ve sosyal deneyimlerinden de
etkilenmektedir.
Öz bakım gücü, Kuzey Amerika Hemşirelik Tanı Birliği (North
America Nursing Diagnoses Assosiation-NANDA) tarafından bir hemşirelik
tanısı olarak “öz bakım eksikliği sendromu” şeklinde kabul edilmiştir.
Hemşirelik tanıları el kitabında da öz bakım eksikliği sendromu; motor
fonksiyonlarında veya bilişsel fonksiyonlarda bir bozulma nedeniyle
kendine bakım verme aktivitelerinden beşini de (beslenme, banyohijyen, giyinme-kuşanma, tuvalet-tuvaleti kullanma, enstrümental
bakım) yerine getirme yeterliliği azalan bir bireydeki durum olarak
tanımlanmaktadır (Carpenito-Moyet 2005).
Yaşlılıkta ortaya çıkan fiziksel ve psikososyal değişikliklerin öz
bakım gücünü etkileyeceği ve aynı zamanda onların benlik saygısında
azalmaya neden olacağı düşünülmektedir. Ülkemizde, yaşlılarla yapılan
araştırmalarda günlük yaşam aktiviteleri sorgulanmış ancak öz bakımı
odak alan çalışma ve incelemeler az sayıda yapılmıştır (Ardahan 2002).
Hızlı bir sosyokültürel değişme süreci içinde bulunan ülkemizde de; aile,
eğitim, sağlık ve sosyal hizmet yaklaşımları değişmektedir. Bu kapsamda,
yaşlılık konusunun ele alınışında da değişiklikler görülmektedir.
Hemşireler, sağlıklı ve hasta yaşlı bireylere verilen sağlık hizmetlerinde
giderek artan bir şekilde yer almaktadırlar. Başka bir anlatımla yaşlıya
verilen sağlık hizmetlerinde hemşirelere büyük sorumluluklar
düşmektedir. Bunun için bakım hizmetlerinin her aşamasında önemli
95
yeri olan hemşirelerin bugün ve gelecekte etkin görev alabilmeleri için
yaşlılarla ilgili araştırmalar yapmaları gerekmektedir. Bu araştırma,
huzurevinde yaşayan yaşlıların öz bakım gücünü etkileyen etmenleri
incelemek amacıyla yapılmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Bu araştırma, huzurevinde yaşayan yaşlıların öz bakım gücü ve
etkileyen etmenleri incelemek amacıyla planlanan tanımlayıcı ve
kesitsel tipte bir alan çalışmasıdır. Araştırmanın evrenini Đzmir Đli
Gürçeşme Huzurevi’nde yaşayan 233 yaşlı oluşturmuştur. Örneklem
seçimine gidilmemiş, araştırmanın yürütüldüğü Aralık 2005–Ocak
2006 tarihleri arasında, örneklem seçim kriterlerine uyan ve
araştırmaya katılmayı kabul eden yaşlılar örneklemi oluşturmuştur
(n=101). Örnekleme, örneklem seçim kriterlerine uymayan 36 yaşlı,
farklı nedenlerle kurumda kalmayan ve araştırmaya katılmayı kabul
etmeyen 31 yaşlı dahil edilememiştir. Bu nedenlerden dolayı
araştırmaya katılım oranı % 60.84’ tür.
Örneklem seçim kriterleri
·
·
·
Fizik ve ruh sağlığı iletişim kurmayı engellemeyen,
Soruları anlayıp, yanıt verebilen,
Araştırmaya katılmayı kabul eden yaşlılar araştırma kapsamına
alınmıştır.
Araştırmada veri toplama aracı olarak Tanıtıcı Bilgi Formu ve Öz
Bakım Gücü Ölçeği kullanılmıştır. Đki veri toplama aracıda bireylerin
öz değerlendirmelerine dayalıdır.
Tanıtıcı Bilgi Formu, araştırmacılar tarafından ilgili literatür
taranarak oluşturulan ve yaşlıların sosyo-demografik özelliklerini
belirlemeyi amaçlayan 14 sorudan oluşmaktadır.
Öz Bakım Gücü Ölçeği (ÖBGÖ), Kearney ve Fleischer tarafından
1979 yılında geliştirilen ve insanların kendi kendilerine bakma
yeteneklerini, güçlerini belirlemeye yarayan 43 maddeden oluşturulan,
1993 yılında Nahcivan tarafından Türk toplumuna uyarlanmış ve
geçerlik ve güvenirliği saptanmıştır. Nahcivan yaptığı geçerlik ve
güvenirlik çalışmasında ölçekte yer alan madde sayısını 43’ten 35’e
indirmiştir. Ölçekte her bir madde 0’dan 4’e kadar puanlanan 5
dereceli likert ile değerlendirilmektedir. Ölçekten alınan en düşük puan
35, en yüksek puan 140’tır. Ölçekten alınan yüksek puanlar öz bakım
gücünün yüksek olduğunu göstermektedir (Nahcivan 1994). Bu
araştırmada ölçeğin cronbach alpha değeri 0.89’dur.
Araştırmanın bağımlı değişkeni ÖBGÖ puan ortalaması, bağımsız
değişkenleri ise yaşlıların sosyo-demografik özellikleri ve algıladıkları
sağlık durumlarıdır.
96
Veriler, kurum ve bireylerden gerekli izinler alındıktan sonra,
araştırmaya katılmayı kabul eden yaşlı bireylerle kurumda uygun bir
yerde yüz yüze görüşme tekniği kullanılarak toplanmıştır. Verilerin
değerlendirilmesi, bilgisayar ortamında yapılmış, istatistiksel analiz
olarak sayı, yüzde, varyans analizi ve t testi kullanılmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Tablo 1. Yaşlıların Sosyodemografik Özelliklerinin Dağılımı (n:101)
Sosyodemografik Özellikler
Yaş Grubu
65-69
70-74
75-79
80 ve üzeri
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Medeni Durum
Bekar
Evli
Dul /Boşanmış
Eğitim Düzeyi
Okuryazar
Đlkokul
Ortaokul
Meslek
Ev hanımı
Memur
Đşçi
Çiftçi
Esnaf
Diğer
Çocuk Sahibi Olma
Evet
Hayır
Ziyaret Edilme Durumu
Evet
Ara sıra
Hayır
Düzenli Gelir
Evet
Hayır
Gelir Düzeyi Algısı
Yetersiz
Orta
Sosyal Güvence Durumu
Yok
Emekli sandığı
Bağ-Kur
Yeşil kart
Özel sigorta
SSK
Toplam
Sayı
%
20
27
27
27
19.8
26.7
26.7
26.7
46
55
44.5
54.5
17
4
80
16.8
4.0
79.2
56
26
19
55.4
25.7
18.8
32
9
16
13
12
19
31.7
8.9
15.8
12.9
11.9
18.8
74
27
73.3
26.7
42
15
44
41.6
14.9
43.6
71
30
70.3
29.7
34
67
33.7
66.3
40
12
10
19
12
8
101
39.6
11.9
9.9
18.8
11.9
7.9
100.0
97
Araştırmaya katılan yaşlıların sosyodemografik özellikleri incelendiğinde; yaşlıların yaş ortalamasının 75.03 ± 6.29 olduğu, %54.5’inin
erkek, %79.2’sinin dul/boşanmış, %55.4’ünün okuryazar, %31.7’sinin
ev hanımı, %73.3’ünün çocuğunun olduğu, %43.6’sının ziyaretçisinin
gelmediği, %70.3’ünün düzenli bir gelire sahip olduğu, %66.3’ünün
gelir durumunu orta düzeyde değerlendirdiği, %39.6’sının ise sosyal bir
güvencesinin olmadığı saptanmıştır (Tablo 1).
Yaşlıların sağlık durumları incelendiğinde; %43.6’sı fizik sağlığını
“iyi” düzeyde, %41.6’sı “orta” düzeyde değerlendirmiştir. Yaşlıların
%54.5’i ise ruh sağlığını “iyi” düzeyde, %38.6’sı “orta” düzeyde
değerlendirmiştir. Yaşlıların %58.4’ünün düzenli ilaç kullanmasını
gerektiren fiziksel bir hastalığının olduğu bulunmuştur (Tablo 2). Bakar
ve arkadaşlarının (2005) huzurevinde yaşayan yaşlıların anksiyete ve
depresyon düzeylerini belirlemeye yönelik yaptıkları çalışmada %62’sinin,
Bayık ve arkadaşlarının (2002) huzurevinde kalan yaşlıların fiziksel
sağlık sorunları ve hastalıklarına yönelik ilaç kullanma durumlarını
saptamaya yönelik yaptıkları çalışmada %84.2’sinin, Berberoğlu ve
arkadaşlarının (2002) huzurevinde kalan yaşlıların sosyo-demografik
özellikleri ve KATZ Indeksine göre günlük yaşam etkinliklerini
saptamaya yönelik yaptığı çalışmada %74.7’sinin, Bilir ve arkadaşlarının
(2002) 65 yaş ve üzeri kişilerin bazı sağlık ve sosyal durumlarını
saptamaya yönelik yaptıkları çalışmada %78.1’inin ilaç kullanmasını
gerektiren kronik bir hastalığının olduğu bulunmuştur.
Aynı zamanda, yaşlıların yarısından fazlasının ilaç kullanmasını
gerektirecek kronik bir hastalığı olmasına karşın, %43.6’sının fizik
sağlığı ve %54.5’inin ise ruh sağlıklarını “iyi” düzeyde değerlendirdikleri
görülmektedir (Tablo 2). Yaşlıların hastalık belirti ve semptomlarını
dönem özelliği olarak kabul etmeleri nedeniyle sağlık durumlarını “iyi”
yönde algıladıkları düşünülmektedir.
Tablo 2: Yaşlıların Algıladıkları Sağlık Durumlarına Göre Dağılımı
Algıladıkları sağlık durumları
Fizik Sağlık
Đyi
Orta
Kötü
Ruh Sağlık
Đyi
Orta
Kötü
Kronik Bir Hastalığa Sahip Olma
Evet
Hayır
Toplam
98
Sayı
%
44
42
15
43.6
41.6
14.9
55
39
7
54.5
38.6
6.9
59
42
101
58.4
41.6
100.0
Yaşlıların öz bakım güçleri incelendiğinde; ÖBGÖ toplam puan
ortalaması 98.80 ± 18.81 olarak bulunmuştur. En küçük değer 47, en
büyük değer 133’tür. Ardahan’ın (2002) aynı huzurevinde yaptığı
“yaşlıların öz bakım gücü ve yaşam doyumları” konulu çalışmasında
ÖBGÖ puan ortalaması 95.69 ± 15.52 olup, bu araştırma bulgusuyla
paralellik göstermektedir. Ancak Çimen’ in (2000) yaşlıların öz bakım
gücü ve yaşam doyumlarını incelemek amacıyla yaptığı çalışmasında
yaşlıların ÖBGÖ puan ortalaması 86.6 ± 24.5 olarak saptamıştır. ÖBGÖ
puan ortalamasının daha düşük bulunmasının nedeni araştırmanın farklı
bir kurumda yapılmasından kaynaklandığı düşünülmektedir.
Yaşlıların sosyo-demografik özelliklerinin öz bakım gücüne etkisi
incelendiğinde; huzurevinde yaşayan yaşlıların yaş gruplarına göre
ÖBGÖ puan ortalamaları arasında yapılan varyans analizinde
istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur (p<0.05). Huzurevinde
yaşayan 65-69 yaş grubundaki yaşlıların ÖBGÖ puan ortalaması, diğer
yaş grubundaki yaşlılardan daha yüksek saptanmıştır (Tablo 3). Öz
bakım gücü bireylerin bağımsızlık düzeyi ile ilgili olduğundan, yaş
ilerledikçe bireylerin öz bakımlarını gerçekleştirirken daha fazla
zorlanmaları beklenen bir durumdur.
Huzurevinde yaşayan yaşlıların cinsiyetlerine göre ÖBGÖ puan
ortalaması karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
bulunmuştur (p<0.05). Erkeklerin ÖBGÖ puan ortalaması kadınlardan
daha yüksek bulunmuştur (Tablo 3). Ardahan (2002) yaptığı çalışmasında
huzurevinde kalan kadın yaşlıların ÖBGÖ puan ortalamasını, erkek
yaşlılardan daha düşük olarak saptamıştır. Đki araştırma bulgusu da
birbiriyle paralellik göstermektedir.
Huzurevinde yaşayan yaşlıların medeni durumları incelendiğinde
evli olan yaşlıların ÖBGÖ puan ortalaması bekar ve dul/boşanmış olan
yaşlılara göre daha yüksek olduğu ancak gruplar arasındaki farkın
istatistiksel olarak anlamlı bulunmadığı saptanmıştır (p>0.05) (Tablo
3). Evli yaşlıların huzurevi ortamında az sayıda bulunmalarının bu
sonucu istatistiksel olarak etkilediği söylenebilir. Ardahan (2002) ve
Çimen (2000) yaşlılarla ilgili yaptıkları çalışmalarda eşiyle birlikte yaşayan
yaşlıların ÖBGÖ puan ortalamasının yüksek olduğunu saptamışlardır.
Đki çalışma bulgusu bu araştırma bulgusunu desteklemektedir.
Huzurevinde yaşayan yaşlıların ÖBGÖ puan ortalamasının çocuk
sahibi olma durumlarına göre dağılımı incelendiğinde, çocuk sahibi
olmayan yaşlıların puan ortalamasının çocuk sahibi olan yaşlılara göre
daha yüksek bulunduğu ancak bu farkın istatistiksel olarak anlamlı
olmadığı saptanmıştır (p>0.05) (Tablo 3).
Huzurevinde yaşayan yaşlıların ziyaret edilme durumlarına göre
ÖBGÖ puan ortalaması karşılaştırıldığında, ziyaretçisi gelmeyen yaşlıların
99
puan ortalaması ziyaretçisi gelenlere göre daha yüksek bulunmuştur.
Yapılan analizde bu fark istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.05) (Tablo
3). Ziyaretçisi gelmeyen yaşlıların ÖBGÖ puan ortalamasının yüksek
olması, yaşamı sürdürme gereksinimlerinin karşılanmasında kendilerini
tek başına hissetmelerinin bir sonucu olduğu düşünülmektedir. Bu
yorum çocuk sahibi olmayan yaşlıların ÖBGÖ puan ortalamasının
yüksek olmasının da bir anlatımı olabilir.
Huzurevinde yaşayan yaşlıların eğitim düzeyi yükseldikçe ÖBGÖ
puan ortalamasının artması beklenen bir sonuç olup, eğitimin sağlıklı
yaşam davranışlarında önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak
yapılan istatistiksel analizde puan ortalamaları arasındaki fark anlamlı
bulunmamıştır (p>0.05) (Tablo 3). Yaşlıların eğitim düzeyleri arasındaki
farkın az olması ve yaşlıların eğitim düzeylerinin düşük olması bu
istatistiksel sonucun nedeni olarak düşünülmektedir.
Huzurevinde yaşayan, düzenli geliri olmayan yaşlıların ÖBGÖ
puan ortalaması düzenli geliri olan yaşlılara göre daha yüksek olduğu,
yaşlılık döneminde düzenli bir gelire sahip olmamanın getirdiği
zorlukların üstesinden gelerek yaşamanın, bireylerin öz bakımlarına
daha fazla önem vermelerinin bir sonucu olduğu şeklinde açıklanabilir.
Ancak gruplar arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı bulunmadığı
saptanmıştır (p>0.05) (Tablo 3). Huzurevinde düzenli bir gelire sahip
olmanın, yaşlıların öz bakım gücü için önemli bir faktör olmadığı
sonucuna varılmıştır.
Huzurevinde yaşayan yaşlıların algıladıkları gelir düzeyine göre
ÖBGÖ puan ortalaması karşılaştırıldığında, gelir düzeyini “orta” olarak
değerlendiren yaşlıların, “yetersiz” olarak algılayanlara göre daha
yüksek bulunduğu ancak bu farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı
saptanmıştır (p>0.05) (Tablo 3). Huzurevinde yaşayan yaşlıların gelir
düzeyi algısının, yaşlıların öz bakım gücü için önemli bir faktör
olmadığı düşünülmektedir.
Huzurevinde yaşayan yaşlıların sosyal güvence durumlarına göre
ÖBGÖ puan ortalaması karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı
bir fark bulunmuştur (p<0.05). Sosyal güvencesi olmayan yaşlıların
ÖBGÖ puan ortalaması sosyal güvencesi olan yaşlılardan daha yüksektir
(Tablo 3). Yaşlılık döneminde sağlık sorunları kadar sosyal güvencede
önemli bir faktördür. Sosyal güvencenin olmaması yaşlıların sağlıklı
yaşam davranışlarını sürdürmede daha etkin olmalarına ve dolayısıyla
yaşlıların öz bakım gücünün artmasına neden olduğu düşünülmektedir.
100
Tablo 3: Yaşlıların Sosyodemografik Özelliklerinin ÖBGÖ Toplam Puan Ortalamalarına
Göre Dağılımı (n:101)
Sosyodemografik özellikler
Yaş grubu
65-69
70-74
75-79
80 ve üzeri
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Ziyaret Edilme Durumu
Evet
Hayır
Eğitim Düzeyi
Đlkokul mezunu değil
Đlkokul
Ortaokul
Düzenli Gelir
Var
Yok
Gelir Düzeyi Algısı
Yetersiz
Orta
Sosyal Güvence Durumu
Var
Yok
Sayı
Ort.
SD
F
t
P
20
27
27
27
108.45
91.51
98.96
98.77
13.73
21.04
17.00
19.12
3.32
46
55
91.47
104.92
17.34
17.92
-3.81
0.000
57
44
94.61
104.22
17.70
19.02
2.619
0.010
56
26
19
96.46
99.73
104.42
18.76
21.35
14.37
71
30
97.46
101.96
18.72
18.98
1.100
0.274
34
67
97.17
99.62
19.56
18.52
0.380
0.539
61
40
95.27
104.17
19.92
15.76
2.377
0.019
0.023
1.31
9
0.272
Huzurevinde yaşayan yaşlıların fizik sağlık algısına göre ÖBGÖ puan
ortalamaları incelendiğinde, fizik sağlığını “iyi” olarak değerlendirenlerin,
sırasıyla “orta” ve “kötü” olarak değerlendirenlere göre puan ortalamaları
daha yüksek saptanmıştır. Bu fark
istatistiksel olarak anlamlı
bulunmuştur (p<0.05) (Tablo 4). Fizik sağlık algısı iyi yönde arttıkça
ÖBGÖ puan ortalamasının artması beklenen bir sonuç olarak
değerlendirilmektedir.
Huzurevinde yaşayan yaşlıların ruh sağlık algısı iyi yönde arttıkça
ÖBGÖ puan ortalamasının da artmasına karşın yapılan istatistiksel
analizde puan ortalamaları arasındaki fark anlamlı bulunmamıştır
(p>0.05) (Tablo 4). Ruh sağlığını “kötü” değerlendirenlerin sayısının az
olmasının bu sonuçta etkili olduğu düşünülmektedir.
Huzurevinde yaşayan yaşlıların kronik bir hastalığa sahip olma
durumlarına göre ÖBGÖ puan ortalaması karşılaştırıldığında, kronik
bir hastalığı olmayanların puan ortalaması kronik bir hastalığı olanlara
göre daha yüksek bulunmuştur. Ancak bu fark istatistiksel olarak
anlamlı bulunmamıştır (p>0.05) (Tablo 4). Bu bulguda kronik hastalığı
olan yaşlılarla olmayanların ÖBGÖ puan ortalamaları arasındaki farkın
az olmasının etkili olduğu sonucuna varılmıştır.
101
Tablo 4. Yaşlıların Algıladıkları Sağlık Durumlarının ÖBGÖ Toplam Puan Ortalamalarına
Göre Dağılımı (n:101)
Sağlık Durumları
Fizik Sağlık Algısı
Đyi
Orta
Kötü
Ruh Sağlığı Algısı
Đyi
Orta
Kötü
Kronik Bir Hastalığa Sahip Olma
Evet
Hayır
Sayı
Ort.
SD
F
t
44
42
15
103.79
96.90
89.46
16.26
19.75
19.79
3.811
0.025
55
39
7
102.49
95.51
88.14
16.47
20.51
21.58
2.879
0.061
59
42
98.05
99.86
19.47
18.04
4.474
p
0.706
SONUÇ VE ÖNERĐLER
Araştırmadan elde edilen bulgulara göre, yaşlıların öz bakım
güçlerinin yaşa, cinsiyete, ziyaretçi gelme durumu, sosyal güvence
durumu ve fizik sağlık algısına göre anlamlı düzeyde farklılık
gösterdiği, buna karşın medeni durumun, çocuk sahibi olmanın, eğitim
düzeyinin, düzenli bir gelire sahip olma durumunun, algılanan gelir
durumunun, ruh sağlığı algısının ve kronik bir hastalığa sahip olma
durumunun etkili faktörler olmadığı saptanmıştır. Araştırma bulguları,
yaşlıların yaşadıkları zorlukların onların öz bakım gücünü arttırdığını
göstermektedir. Ancak bu araştırmanın örnekleminden elde edilen
bulgular, tek bir kurumda yapılması ve örneklem sayısının az olması
nedeniyle genellenemez.
Bu sonuçlar doğrultusunda;
· Huzurevinde kalan yaşlıların öz bakım gücünü etkileyen faktörlerin
dikkate alınarak hemşirelik bakımının planlanması,
· Hemşirelik bakımına yaşlıların var olan güçleri doğrultusunda
katılmasının sağlanması,
· Hemşirelik bakımının kalitesini arttırmak amacıyla kurumlarda
kalan yaşlıların öz bakım gücünün belli aralıklarla değerlendirilmesi,
· Bu çalışmanın bir benzerinin, aile ortamında yaşayan yaşlılarla
yapılarak karşılaştırılması önerilmektedir.
KAYNAKLAR
1. Akgün HS, Bakar Ç, Budakoğlu IĐ (2004). Başkent Üniversitesi Sağlık Kuruluşlarında
Tedavi Görmüş 65 Yaş Üstü Hastaların Fiziksel ve Ruhsal Durumları Đle Günlük
Yaşam Aktivite Durumlarının Değerlendirilmesi. Türk Geriatri Dergisi, 7(3): 133-138.
2. Ardahan M (2002). Huzurevinde ve Aile Ortamında Yaşayan Yaşlıların Öz Bakım
Gücünün Đncelenmesi. EÜHYO Dergisi, 18(1-3): 43-55.
102
3. Bakar A, Tutkun H, Sertbaş G (2005). Huzurevinde Yaşayan Yaşlıların Anksiyete ve
Depresyon Düzeylerinin Belirlenmesi. Anadolu Psikiyatri dergisi, 6(4): 227-239.
4. Bayık A, Özgür G, Özsoy SA (2002). Huzurevinde Yaşayan Yaşlıların Fiziksel Sağlık
Sorunları ve Hastalıklarına Yönelik Đlaç Kullanma Davranışları. Geriatri, 5(2): 68-74.
5. Berberoğlu U, Gül H, Eskiocak M ve ark (2002). Edirne Huzurevinde Kalan Yaşlıların
Kimi Sosyodemografik Özellikleri ve KATZ Đndeksine Göre Günlük Yaşam
Etkinlikleri. Geriatri, 5(4): 144-149.
6. Bilir N, Aslan D, Güngör N ve ark (2002). Ankara’da Altındağ Sağlık Ocağı
Bölgesi’nde Yaşayan 65 Yaş Üzeri Kişilerin Bazı Sağlık ve Sosyal Durumlarının
Saptanması, Geriatri, 5(3): 97-102.
7. Birol L (2002). Hemşirelik Süreci: Hemşirelik Sürecinde Sistematik Yaklaşım, 5.
Baskı, Đzmir, s. 70-72.
8. Carpenito-Moyet LJ (2005). Hemşirelik Tanıları El Kitabı, (çev. Erdemir F), Nobel Tıp
Kitabevleri, 405.
9. Cavanagh SJ (1993). Orem’s Model in Action. The Macmillion Press Ltd. London, 4-5.
10. Çimen S (2000). Yaşlı Bireylerde Öz Bakım Gücü ve Yaşam Doyumlarının
Araştırılması, 9. Anadolu Psikiyatri Günleri ve Özet Kitabı, Türkan Sabancı Kültür
Merkezi, Edirne, 126.
11. Fadıloğlu Ç, Tokem Y (2004). Geriatrik Rehabilitasyonda Hemşirenin Rolü, Türk
Geriatri Dergisi, 7(4): 241-246.
12. Nahcivan NÖ (1994). Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması: Öz Bakım Gücü Ölçeğinin
Türkçe’ye Uyarlanması, Hemşirelik Bülteni, 7(33): 109-119.
13. Orem DE (1995). Nursing:Concepts of Practice (5th ed.) St.Louise, MO: Mosby, 435452.
14. Özgür G, Karaaslan A, Bayık A ve ark (2003). Huzurevinde Yaşayan Yaşlıların
Bireysel Gereksinimlerinin Değerlendirilmesi. II. Ulusal Yaşlılık kongresi, 9-12 Nisan
2003, Denizli, 348-360.
15. Sütoluk Z, Demirhindı H, Savaş N ve ark (2004). Adana Huzurevlerinde Kalan
Yaşlılarda Depresyon Sıklığı ve Nedenleri, Türk Geriatri Dergisi, 7(3), 148-151.
16. Üstün B, Bahar Z, Partlak N ve ark (2005). Bakımevinde yaşayan yaşlılarda
depresyon ve etkileyen faktörlerin incelenmesi. ZSYOD,1(1): 26-33.
17. Velioğlu P (1999). Hemşirelikte Kuram ve Kavramlar, Đstanbul, 323-347.
103
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 105-116, 2007
HUZUREVĐNDE YAŞAYAN YAŞLILARIN UMUTSUZLUK DÜZEYLERĐ
VE ETKĐ EDEN FAKTÖRLER
THE LEVEL OF HOPELESSNESS OF NURSING HOME RESIDENTS AND
EFFECTIVE FACTORS
Aysun BABACAN GÜMÜŞ
Gönül ÖZGÜR
Serap YILDIRIM
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Psikiyatri Hemşireliği AD, ĐZMĐR
Anahtar Sözcükler: Yaşlı, huzurevi, umutsuzluk, etkili faktörler
Key Words: Elderly, nursing home, hopelessness, effective factors
ÖZET
Bu araştırma huzurevinde yaşayan yaşlıların umutsuzluk düzeylerini ve
etki eden faktörleri incelemek amacıyla yapılmıştır.
Tanımlayıcı tipteki bu araştırma gerekli izinler alındıktan sonra, Aralık
2005–Ocak 2006 tarihleri arasında Đzmir Đli Gürçeşme Huzurevinde
araştırmaya katılmayı kabul eden 101 sakinle yapılmıştır. Araştırma verileri,
Tanıtıcı Bilgi Formu ve Beck Umutsuzluk Ölçeği (BUÖ) ile toplanmıştır. Verilerin
analizinde sayı, yüzde dağılımı, t testi ve varyans analizi kullanılmıştır.
Araştırmaya katılan yaşlıların yaş ortalaması 75.03±6.29 olup,
%54.5’inin erkek, %70.3’ünün dul, %55.4’ünün okuryazar, %31.7’sinin ev
hanımı olduğu, %66.3’ünün gelir durumunu orta düzeyde algıladığı, %39.6’sının
sosyal bir güvencesinin olmadığı, %73.3’ünün çocuğunun olduğu, %43.6’sının
çocuğunun ziyaretine gelmediği belirlenmiştir. Yaşlıların BUÖ toplam puan
ortalaması 8.96 ± 3.93 olarak saptanmıştır. Yaşlıların umutsuzluk düzeylerinin
algılanan gelir düzeyi ve fizik sağlık algısına göre anlamlı düzeyde farklılık
gösterdiği (p<0.01), bunun yanında yaş, cinsiyet, medeni durum, eğitim
düzeyi, çocuk sahibi olma durumu, ziyaret edilme durumu, sosyal güvence
durumu ve ruh sağlığı algısından etkilenmediği belirlenmiştir (p>0.05).
Huzurevinde yaşayan yaşlıların umutsuzluk düzeylerinde etkili
faktörlerin göz önünde bulundurulması ve bu doğrultuda hemşirelerin
yaşlıların umut düzeylerini yükseltici girişimlerde bulunmaları önerilmektedir.
SUMMARY
This study has been conducted in order to examine the level of
hopelessness of nursing home residents and effective factors.
After having required concents, this descriptive study has been carried out
between December 2005-January 2006 in Izmir Gürçeşme Nursing Home and
included 101 residents who accepted to be involved in this research. Data were
collected by Introductory Information Form and Beck Hopelessness Scale (BHS).
105
Data were analyzed using number, distribution of percentage, student t test,
variance analysis.
The mean age of elderly people included in this study was 75.03±6.29, of
them 54.5% was men, 70.3% was widow, 55.4% was literate, 31.7% was
housewife, and it was determined that 66.3% were middle-incomed, that 39.6%
were those without any social security, that 73.3% had children, and that 43.6%
were not visited by their children. Of attendant elderly people; overall average
score for Beck Hopelessness Scale was 8.96 ± 3.93. There was a significant
difference between perception of income level and physical health and the level of
hopelessness of the elderly. (p<0.01). Although there wasn’t a significant difference
between age, sex, marital status, the level of education, regular income level, child
situation, visit situation, insurance situation, perception of mental health and the
level of hopelessness of the elderly (p>0.05).
It is suggested that effective factors in the level of hopelessness of nursing
home residents should be considered and in that way that nursing interventions
should be implemented to strengthen the level of hope of elderly people.
GĐRĐŞ
Yaşlılık her canlıda görülen tüm işlevlerde azalmaya neden olan,
süreğen ve evrensel bir süreçtir (Akgün ve ark. 2004a). Tüm dünyada
olduğu gibi ülkemizde de yaşlı nüfus giderek artmaktadır. Artan yaşlı
nüfusa bağlı olarak bireyi, aileyi, toplumu fiziksel, psikolojik, sosyal ve
ekonomik yönden etkileyen çeşitli sorunlar ortaya çıkmaktadır (Karahan ve
Güven 2002, Richards 1995).
Ülkemizde hızlı kentleşme, endüstrileşme ve modernleşme ile birlikte
sosyodemografik yapıda ve geleneksel sosyal değerlerde değişiklikler
meydan gelmektedir (Bayık ve ark. 2002). Ülkemizde giderek daha fazla
sayıda kadının çalışma yaşantısına girmesi, çekirdek aileye dönüşüm,
konutların küçülmesi ve ekonomik yetersizlikler gibi nedenler yaşlı
bireylerin aile içinde bakımını güçleştirmektedir (Karahan ve Güven
2002, Khorshid ve ark. 2004). Bu nedenlere bağlı olarak yaşlı bireylerin
yaşam ortamlarında değişiklikler olmuş ve günümüzde huzurevlerinde,
bakım evlerinde ya da tek başına evde yaşayan yaşlıların sayısı artmaya
başlamıştır (Çivi ve Tanrıkulu 2000, Özgür ve ark. 2003, Üstün ve ark.
2005).
Genel olarak yaşlılık döneminde, fiziksel, ruhsal ve sosyal sorunlarda
artış olmakta ve yaşlıların eş, dost ve yakınlarına olan bağımlılıkları
artmaktadır. Emeklilik, çocukların büyüyerek evden ayrılması, eş,
arkadaş ve yakınların kaybı ve sosyal rollerin değişmesi, yaşlı bireylerin
aile ve yakınlarının desteğine daha fazla gereksinim duymalarına neden
olmaktadır (Akgün ve ark. 2004b, Bakar ve ark. 2005, Berberoğlu ve
ark. 2002). Yapılan çalışmalarda da yaşlılarda depresyon, yalnızlık,
güvensizlik, sosyal aktivitelerde azalma gibi psikososyal sorunların sık
olarak görüldüğü bildirilmiştir (Akgün ve ark. 2004, Bakar ve ark.
106
2005, Demet ve ark. 2002, Güneş ve ark. 2005, Khorshid ve ark. 2004).
Tüm bu sonuçlar yaşlıların psikososyal durumlarını değerlendirmeye
yönelik çalışmalara daha fazla önem verilmesi gerektiğini ortaya
koymaktadır.
Umutsuzluk, yaşlılık döneminde ortaya çıkan ve yaşlıların
biyopsikososyal durumlarını etkileyen önemli faktörlerden biridir
(Ceylan ve Göka 1998, Gençtan 1998). Erikson, yaşamın son dönemini
“benlik bütünlüğüne karşı umutsuzluk” olarak tanımlamıştır. Bu
dönemde yaklaşan ölüm düşüncesiyle birlikte bireyler yaşamlarının
anlamlı olup olmadığını sorgulamaya başlarlar. Bu dönemde
yaşamlarının yeteri kadar iyi geçmediğini ve yapamadıkları birçok şey
olduğunu düşünen bireylerde umutsuzluk ortaya çıkabilir. (Beck ve
ark. 1984, Frisch ve Frisch 2002). Bununla birlikte umutsuzluk,
depresyonla yakından ilişkilidir (Beck 1984) ve depresyon yaşlı
bireylerde yaygın olarak görülmektedir (Göktaş ve Özkan 2006).
Yaşlılarda depresyonun yaygın olarak görüldüğü birçok çalışmada
belirtilmiş olmasına rağmen (Demet ve ark. 2002, Maral ve ark. 2001,
Şahin ve ark. 2005, Topbaş ve ark. 2001), yaşlıların umutsuzluk
düzeyleri ve bunu etkileyen faktörlere ilişkin bilgi nispeten daha azdır.
Bu açıdan depresyonun önemli bir nedeni ve belirtisi olan
umutsuzluğun yaşlı bireylerde değerlendirilmesi önemlidir.
Yaşlıların biyopsikososyal yönden iyilik durumlarını yükseltmek
amacıyla yaşlılık döneminde görülen sorunları ortaya koyan
araştırmaların yapılması, yaşlılara yönelik hizmetlerin planlanmasında
yol gösterici olacaktır. Umut, sağlık ve hastalık kavramlarıyla yakından
ilişkili olup karamsarlık, güçsüzlük, çaresizlik duygularını azaltan ve
sorunlarla mücadelede motivasyonu arttıran bir güç olarak
tanımlanmaktadır (Öz 2004). Umut, çok boyutlu bir kavram olarak,
hemşireliğin önemli bir öğesidir. Umutsuzluk ise, bir hemşirelik tanısı
olarak, hemşirelerin uygulamalarında yer almaktadır (Öz 2004,
Carpenito-Moyet 2005). Bu açıdan bakıldığında hemşireler eğitimci,
danışman ve koordine edici olarak, fiziksel, psikolojik ve sosyal yönden
birçok kayıp yaşayan yaşlı bireylerin umudunu arttırmada önemli
roller üstlenebilirler.
Bu gerekçelerden hareketle bu araştırmanın amacı huzurevinde
yaşayan yaşlıların umutsuzluk düzeylerini belirlemek ve umutsuzluk
düzeylerini etkileyen faktörleri incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Bu araştırma tanımlayıcı ve kesitsel bir çalışmadır. Araştırmanın
evrenini Đzmir Đli Gürçeşme Huzurevinde yaşayan 65 yaş üzeri yaşlılar,
örneklemini ise Aralık 2005–Ocak 2006 tarihleri arasında sınırlamalara
107
uyan ve araştırmaya katılmayı kabul eden sakinler oluşturmuştur
(n=101).
Örneklem seçim kriterleri
· Fizik ve ruh sağlığının iletişim kurmayı engellememesi,
· Soruları anlayıp, yanıt verebilme,
· Araştırmaya katılmayı kabul etme.
Araştırmada Tanıtıcı Bilgi Formu ve Beck Umutsuzluk Ölçeği
olmak üzere iki veri toplama aracı kullanılmıştır.
Tanıtıcı Bilgi Formu, araştırmacılar tarafından ilgili literatür
taranarak oluşturulmuştur. Formda yaşlıların sosyodemografik
özelliklerini belirlemeyi amaçlayan 14 soru yer almaktadır.
Beck Umutsuzluk Ölçeği (BUÖ), Beck ve arkadaşları tarafından
l974 yılında geliştirilmiştir. Ülkemizde ölçeğin geçerlik ve güvenirlik
çalışması 1991 yılında Seber tarafından yapılmıştır. Ölçek 20 maddeden
oluşmaktadır. Puan ranjı 0-20’dir. Ölçekten alınan yüksek puanlar
umutsuzluğun yüksek olduğunu göstermektedir (Savaşır ve Şahin 1997).
Veriler, kurum ve bireylerden gerekli izinler alındıktan sonra,
araştırmaya katılmayı kabul eden yaşlı bireylerden görüşme tekniği ile
toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesi, SPSS 11.0 paket programı
kullanılarak bilgisayarda yapılmış, verilerin dökümü sayı ve yüzde
olarak verilmiş, istatistiksel analiz olarak t testi ve varyans analizi
kullanılmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Yaşlıların sosyodemografik özellikleri
Yaşlıların sosyodemografik özelliklerinin dağılımı Tablo 1’de
görülmektedir. Buna göre araştırmaya katılan yaşlıların yaş ortalaması
75.03 ± 6.29, %54.5’i erkek, %70.3’ü dul, %55.4’ü okuryazardır.
Yaşlıların %70.3’ünün düzenli bir gelire sahip olduğu, %66.3’ünün
gelir düzeyini “orta” olarak algıladığı, %39.6’sının herhangi bir sosyal
güvencesinin olmadığı belirlenmiştir (Tablo 1).
Yaşlıların fiziksel, ruhsal ve sosyal durumları
Yaşlıların fizik ve ruhsal sağlık durumları incelendiğinde; %43.6’sı
fizik sağlığını “iyi” düzeyde, %41.6’sı “orta” düzeyde değerlendirmiştir
(Tablo 2). Yaşlıların %54.5’i ise ruh sağlığını “iyi” düzeyde, %38.6’sı “orta”
düzeyde değerlendirmiştir. Bu bulgular, yaşlıların büyük çoğunluğunun
fizik ve ruh sağlığını “iyi” veya “orta” düzeyde algıladığını göstermektedir.
108
Tablo 1. Yaşlıların sosyodemografik özelliklerinin dağılımı
Sosyodemografik özellikler
Yaş grubu
65-69
70-74
75-79
80 ve üzeri
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Medeni durum
Bekar
Evli
Dul
Boşanmış
Eğitim düzeyi
Okuryazar
Đlkokul
Ortaokul
Düzenli gelire sahip olma
Evet
Hayır
Gelir algısı
Yetersiz
Orta
Sosyal güvence durumu
Yok
Emekli sandığı
Bağ-Kur
Yeşil kart
Özel sigorta
SSK
Sayı
%
20
27
27
27
19.8
26.7
26.7
26.7
46
55
44.5
54.5
17
4
71
9
16.8
4.0
70.3
8.9
56
26
19
55.4
25.7
18.8
71
30
70.3
29.7
34
67
33.7
66.3
40
12
10
19
12
8
39.6
11.9
9.9
18.8
11.9
7.9
Yaşlıların %58.5’inin düzenli ilaç kullanmasını gerektiren kronik
bir hastalığının olduğu saptanmıştır (Tablo 2). Bakar ve arkadaşlarının
(2005) huzurevinde yaptığı çalışmada yaşlıların %62.0’ının, Berberoğlu
ve ark.’nın (2002) huzurevinde yaptığı çalışmada ise yaşlıların %74.7’sinin
kronik bir hastalığının olduğu bildirilmiştir. Bu bulgular doğrultusunda
yaşlıların büyük çoğunluğunun kronik bir hastalığa yönelik olarak ilaç
kullandığı söylenebilir. Çalışmada yaşlıların büyük çoğunluğunun düzenli
ilaç kullanmasını gerektiren bir hastalığının olduğu saptanmış olmasına
karşın, genel olarak yaşlıların fizik ve ruh sağlıklarını “orta” ve “iyi”
düzeyde algılamaları olumlu bir gösterge olarak değerlendirilebilir.
Çalışmaya katılan yaşlıların %73.3’ünün çocuğunun olduğu,
çocuğu olan yaşlıların %43.6’sının ise çocukları tarafından ziyaret
edilmediği belirlenmiştir (Tablo 2). Buna göre yaşlıların yarıya yakını
çocukları tarafından ziyaret edilmemektedir. Bu bulguyu yapılan araştırma
bulguları da desteklemektedir (Bakar ve ark. 2005, Berberoğlu ve ark.
2002). Bakar ve arkadaşlarının (2005) huzurevinde yaptığı çalışmada
yaşlıların %45.3’ünün çocuklarıyla görüşmediği, %47.2’sinin ise seyrek
109
görüştüğü, Berberoğlu ve ark.’nın (2002) yaptığı çalışmada ise yaşlıların
%43.7’sinin hiç ziyaret edilmediği bildirilmiştir. Bu bulgulara göre
yaşlıların yarıya yakınının aile desteklerinin yeterince iyi olmadığını
söylenebilir. Ayrıca bu bulgular yaşlılık dönemindeki sosyal desteklerin
azalmasına ilişkin literatür bilgisiyle de uyumludur (Bakar ve ark.
2005, Demet ve ark. 2002, Güneş ve ark. 2005, Khorshid ve ark. 2004).
Tablo 2. Yaşlıların fiziksel ruhsal ve sosyal durumlarının dağılımı.
Fiziksel, ruhsal, sosyal durumları
Sayı
%
44
42
15
43.6
41.6
14.9
55
39
7
54.5
38.6
6.9
59
42
58.4
41.6
74
27
73.3
26.7
42
15
44
41.6
14.9
43.6
Fizik sağlık algısı
Đyi
Orta
Kötü
Ruhsal sağlık algısı
Đyi
Orta
Kötü
Kronik bir hastalığa sahip olma
Evet
Hayır
Çocuk sahibi olma
Evet
Hayır
Ziyaret edilme durumu
Evet
Ara sıra
Hayır
Yaşlıların umutsuzluk düzeyleri
Araştırmaya katılan yaşlıların Umutsuzluk Ölçeği toplam puan
ortalaması 8.96 ± 3.93 olarak bulunmuştur. Umutsuzluk ölçeğinin bir
kesme noktası olmadığından, elde edilen puan ortalaması, ölçeğin puan
aralığı dikkate alınarak değerlendirildiğinde, huzurevinde yaşayan
sakinlerin umutsuzluk düzeyinin orta düzeyde olduğu söylenebilir.
Bunun nedeni yaşlılık döneminde görülen fiziksel, psikolojik, sosyal ve
ekonomik değişikliklere bağlı olarak yaşlıların bağımlı fonksiyonlarının
artması ve yalnızlık, sosyal izolasyon, karamsarlık, depresyon gibi
umutsuzluğu arttıran durumları daha sık yaşamaları olabilir. Bu
sonuç, huzurevinde yaşayan yaşlılarla yapılan çalışmalarla da uyumludur.
Tetik ve arkadaşları (2005) tarafından yapılan çalışmada yaşlıların
umutsuzluk düzeyi ortalaması 8.84 ± 0.54 olarak bildirilmiştir. Aydın
ve Đşleyen (2004) tarafından yapılan çalışmada ise yaşlıların umutsuzluk
düzeyi ortalaması 11.56 ± 5.13 olarak, bizim çalışmamızdan daha
yüksek bulunmuştur.
110
Araştırmaya katılan yaşlıların Umutsuzluk Ölçeği toplam puan
ortalaması, farklı hasta gruplarıyla yapılan çalışmalarda karşılaştırıldığında; Tan ve arkadaşlarının (2005) hemodiyaliz hastalarıyla yaptığı
çalışmanın sonuçlarıyla benzer bulunmuş, bu çalışmada hastaların
umutsuzluk ölçeği puan ortalaması 8.8 ± 5.1 olarak bildirilmiştir. Buna
göre hemodiyaliz gibi kronik hastalığı olan bireylerin umutsuzluk
düzeyiyle yaşlıların umutsuzluk düzeyinin benzer nitelikte olması,
yaşlıların umutsuzluk düzeylerinin yüksek olduğunu düşündürmektedir.
Solak ve Başer’in (2003) kanser hastalarıyla yaptığı çalışmada ise
meme kanserli hastaların umutsuzluk ölçeği puan ortalaması 6.82 ± 4.36,
meme dışı kanseri olan hastaların ise 7.70 ± 4.54 olarak bildirilmiştir.
Buna göre, huzurevinde kalan yaşlıların umutsuzluk düzeyi, kanser
tanısı alan hastalardan daha yüksek olarak değerlendirilebilir.
Küçük’ün (1999) myokart infarktüsü geçiren hastalarla yaptığı
çalışmada hastaların umutsuzluk ölçeği puan ortalaması 6.03 ± 4.29;
Erci ve arkadaşlarının (2000) tüberküloz hastalarıyla yaptığı çalışmada
hastaların umutsuzluk ölçeği puan ortalaması 6.46 ± 4.15 olarak
bulunmuştur. Pınar ve Sabuncu’nun (2000) depremzedelerde yaptığı
çalışmada ise depremzedelerin umutsuzluk ölçeği puan ortalaması 5.69
± 5.06 olarak bildirilmiştir. Çeşitli araştırmalardan elde edilen tüm bu
sonuçlara göre, huzurevinde yaşayan yaşlılar kanser, hemodiyaliz,
tüberküloz, myokart infarktüsü gibi çeşitli hastalık gruplarına sahip
bireylerden ve depremzedelerden daha umutsuz olarak değerlendirilebilir.
Yaşlıların
sosyodemografik
düzeylerine etkisi
özelliklerinin
umutsuzluk
Yaşlıların umutsuzluk düzeylerinin sosyodemografik özelliklerine
göre dağılımı Tablo 3’de görülmektedir. Buna göre yaşlıların umutsuzluk
puan ortalamaları 80 yaşına kadar yükselirken, 80 yaş sonrasında
düşme göstermiştir. Kadınlarda umutsuzluk puan ortalaması ise
erkeklerden daha yüksek olarak saptanmıştır. Buna karşın yaşlıların
yaş grupları ve cinsiyetlerine göre umutsuzluk puan ortalamaları
arasındaki fark anlamlı bulunmamıştır (p>0.05) (Tablo 3). Tetik ve
arkadaşlarının (2005) yaptığı çalışmada da yaşlıların umutsuzluk
düzeylerinin cinsiyet durumundan etkilenmediği saptanmıştır.
Yaşlıların medeni durumlarına göre, umutsuzluk puan ortalamaları
incelendiğinde, dul/boşanmış olanların umutsuzluk düzeyleri bekar ve
evli olanlardan daha yüksek bulunmuştur ancak puan ortalamaları
arasında anlamlı düzeyde fark belirlenmemiştir (p>0.05) (Tablo 3). Bu
durum örneklemi oluşturan yaşlıların büyük çoğunluğunun dul veya
boşanmış olmasından kaynaklanabilir. Örneklemdeki evli ve bekar
yaşlıların sayıca artması durumunda bu farkın anlamlı olabileceği
düşünülmektedir.
111
Eğitim düzeyi arttıkça yaşlıların umutsuzluk düzeyi azalmasına
karşın, yapılan istatistiksel analizde puan ortalamaları arasındaki
farkın anlamlı olmadığı saptanmıştır (p>0.05) (Tablo 3).
Yaşlıların umutsuzluk düzeyleri düzenli gelir durumuna göre
incelendiğinde, düzenli geliri olmayan yaşlıların umutsuzluk düzeyi,
düzenli geliri olanlardan daha yüksek bulunmuş ancak bu farkın
anlamlı düzeyde olmadığı belirlenmiştir (p>0.05). Bununla birlikte
algılanan gelir düzeyine göre yaşlıların umutsuzluk puan ortalamaları
arasında anlamlı düzeyde fark olduğu saptanmıştır (p<0.01). Buna
göre, gelir düzeyini “yetersiz” olarak algılayan yaşlıların umutsuzluk
düzeyi, gelir düzeyini “orta” olarak algılayan yaşlılardan daha yüksek
bulunmuştur (Tablo 3). Bu doğrultuda, gelir algısını yetersiz olarak
değerlendiren yaşlıların umutsuzluk düzeylerinin daha yüksek
olmasının nedeni, bu yaşlıların gereksinimlerini karşılama yönünden
kendilerini daha yetersiz olarak hissetmeleri olabilir.
Yaşlıların sosyal güvence durumlarına göre umutsuzluk düzeyleri
incelendiğinde, sosyal güvencesi olan yaşlıların umutsuzluk düzeyi,
olmayanlardan daha yüksek bulunmasına rağmen, yapılan istatistiksel
analizde bu farkın anlamlı olmadığı belirlenmiştir (p>0.05) (Tablo 3).
Tablo 3. Yaşlıların Umutsuzluk Ölçeği toplam puan ortalamalarının sosyodemografik
özelliklerine göre dağılımı.
Sosyodemografik özellikler
Yaş grubu
65-69
70-74
75-79
80 ve üzeri
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Medeni durum
Bekar
Evli
Dul / Boşanmış
Eğitim düzeyi
Okuryazar
Đlkokul
Ortaokul
Düzenli gelir durumu
Var
Yok
Algılanan gelir düzeyi
Yetersiz
Orta
Sosyal güvence durumu
Var
Yok
112
Sayı
Ort.
SD
F
t
p
20
27
27
27
8.85
9.07
9.14
8.74
3.97
4.30
3.63
4.02
0.060
46
55
9.36
8.61
4.11
3.78
17
4
80
9.11
8.00
8.97
4.74
2.16
3.85
0.131
0.878
56
26
19
9.58
8.73
7.42
4.04
4.09
3.00
2.267
0.109
71
30
8.83
9.26
3.74
4.40
34
67
10.35
8.23
4.17
3.64
61
40
9.36
8.35
4.31
3.23
0.981
0.955
0.506
6.784
-1.343
0.342
0.614
0.011
0.182
Yaşlıların fiziksel, ruhsal ve sosyal durumlarının umutsuzluk
düzeylerine etkisi
Yaşlıların umutsuzluk düzeyleri fizik sağlık algılarına göre
incelendiğinde; fizik sağlığını “kötü” olarak algılayan yaşlıların
umutsuzluk düzeyi fizik sağlığını “orta” ve “iyi” olarak algılayanlardan
yüksek bulunmuş ve aradaki farkın anlamlı olduğu saptanmıştır
(p<0.01) (Tablo 4). Yaşlıların umut düzeyinde “iyi” fizik sağlık algısının
etkili bulunması beklenen bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Bu
sonuç literatürle de uygunluk göstermektedir. Yaşlılık dönemi birçok
sağlık sorununu beraberinde getirmekte, kronik hastalıklar ve buna
bağlı olarak kısıtlılık, yeti yitimi, özürlülük oranları artmaktadır. Bu
durum yaşlılarda günlük yaşam etkinliklerinin kısıtlanması ve giderek
engellenmesine ve de çaresizlik, umutsuzluk gibi sorunlara neden
olmaktadır (Akgün ve ark. 2004b, Berberoğlu ve ark. 2002).
Ruh sağlığını “kötü” olarak algılayan yaşlıların umutsuzluk düzeyi
ruh sağlığını “orta” ve “iyi” olarak algılayan yaşlılardan daha yüksek
bulunmuştur ancak bu farkın anlamlı düzeyde olmadığı belirlenmiştir
(p>0.05) (Tablo 4). Bu durum örneklemi oluşturan yaşlıların büyük
çoğunluğunun ruh sağlığını “orta” veya “iyi” olarak değerlendirmesinden
kaynaklanabilir. Ruh sağlığını “kötü” olarak değerlendiren yaşlıların
sayıca artması durumunda bu sonucun değişebileceği düşünülmektedir.
Çocuğu olmayan yaşlıların çocuğu olanlardan umutsuzluk düzeyi
daha yüksek bulunmasına rağmen, yapılan analizde bu farkın anlamlı
olmadığı saptanmıştır (p>0.05) (Tablo 4). Tetik ve arkadaşları (2005)
tarafından yapılan çalışmada ise yaşlıların umutsuzluk düzeylerinin
çocuk sahibi olma durumundan etkilendiği bildirilmiştir.
Tablo 4. Yaşlıların Umutsuzluk Ölçeği toplam puan ortalamalarının fiziksel ruhsal ve
sosyal özelliklerine göre dağılımı.
Fiziksel ruhsal ve sosyal
özellikler
Fizik sağlık algısı
Đyi
Orta
Kötü
Ruh sağlığı algısı
Đyi
Orta
Kötü
Çocuk sahibi olma
Evet
Hayır
Ziyaret edilme durumu
Evet
Hayır
Sayı
Ort.
SD
F
t
p
44
42
15
7.52
9.83
10.73
3.25
3.91
4.58
6.041
0.003
55
39
7
8.32
9.61
10.28
3.67
4.17
4.23
1.670
0.194
74
27
8.86
9.22
3.73
4.51
-0.402
0.689
57
44
9.15
8.70
3.86
4.06
0.572
0.569
113
Yaşlıların ziyaret edilme durumlarına göre umutsuzluk düzeyleri
incelendiğinde, ziyaret edilen yaşlıların umutsuzluk düzeyi edilmeyenlerden daha yüksek bulunmuş ancak puan ortalamaları arasında
anlamlı fark olmadığı belirlenmiştir (p>0.05) (Tablo 4).
SONUÇ VE ÖNERĐLER
Elde edilen bulgulara göre, huzurevinde kalan yaşlıların büyük
çoğunluğu erkek, dul ve okuryazardır. Yaşlıların büyük çoğunluğunun
fizik ve ruh sağlığını “orta” veya “iyi” olarak algıladığı bunun yanı sıra
yarıya yakınının çocukları tarafından ziyaret edilmediği ve bir sosyal
güvenceye sahip olmadığı belirlenmiştir. Yaşlıların umutsuzluk düzeylerinin
algılanan gelir düzeyinden ve fizik sağlık algısından etkilendiği
saptanmıştır. Buna göre gelir düzeyini “yetersiz”, fizik sağlığını “kötü”
olarak değerlendiren yaşlıların umutsuzluk düzeylerinin daha yüksek
olduğu belirlenmiştir.
Bu sonuçlar doğrultusunda;
Umutsuzluk açısından riskli grup olarak belirlenen yaşlıların
özellikleri (gelir düzeyini “yetersiz”, ruh sağlığını “kötü” olarak algılayan)
göz önünde bulundurularak yaşlıların umudunu arttırmaya yönelik
hemşirelik girişimlerinin planlanması,
Huzurevinde kalan yaşlıların fiziksel, psikolojik ve sosyal özellikleri
doğrultusunda çeşitli girişimlerin (düzenli sağlık kontrollerinin yapılması,
sosyal güvencesi olmayan yaşlıların tedavi masraflarının karşılanması,
yaşlılarla umutları, istekleri ve gelecek düşünceleri hakkında
konuşulması, huzurevlerindeki sosyal aktivitelerin ve yaşlıların ziyaret
edilme sıklıklarının arttırılması) uygulanması önerilebilir.
Bu çalışmada, örneklemi oluşturan bireylerin medeni durum,
sağlık algısı gibi özellikler bakımından homojen olmaması sonuçların
anlamsız çıkmasına neden olmuş olabilir. Bu nedenle bundan sonraki
çalışmaların bu özellikler dikkate alınarak planlanmasının araştırma
sonuçlarını netleştireceği düşünülmektedir.
KAYNAKLAR
1. Akgün HS, Bakar Ç, Budakoğlu IĐ (2004a). Dünyada ve Türkiye’de yaşlı nüfus
eğilimi. Türk Geriatri Dergisi, 7(2): 105-110.
2. Akgün HS, Bakar Ç, Budakoğlu IĐ (2004b). Başkent Üniversitesi sağlık kuruluşlarında
tedavi görmüş 65 yaş üstü hastaların fiziksel ve ruhsal durumları ile günlük yaşam
aktivite durumlarının değerlendirilmesi. Türk Geriatri Dergisi, 7(3): 133-138.
3. Aydın Đ, Đşleyen S (2004). Huzurevinde kalan yaşlıların geleceğe yönelik beklentilerinin
umutsuzluk düzeylerine etkisi. Atatürk Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu
Dergisi, 7(3): 19-25.
114
4. Bakar A, Tutkun H, Sertbaş G (2005). Huzurevinde yaşayan yaşlıların anksiyete ve
depresyon düzeylerinin belirlenmesi. Anadolu Psikiyatri dergisi, 6(4): 227-239.
5. Bayık A, Özgür G, Özsoy SA (2002). Huzurevinde yaşayan yaşlıların fiziksel sağlık
sorunları ve hastalıklarına yönelik ilaç kullanma davranışları. Geriatri, 5(2): 68-74.
6. Beck CM, Rawlins RP, Williams SR (1984). Mental Health Psychiatric Nursing A
Holistic Life-Cycle Approach, The CY Mosby Company, s. 449-511.
7. Berberoğlu U, Gül H, Eskiocak M ve ark (2002). Edirne Huzurevinde kalan yaşlıların
kimi sosyodemografik özellikleri ve KATZ Đndeksine göre günlük yaşam etkinlikleri.
Geriatri, 5(4): 144-149.
8. Carpenito-Moyet LJ (2005). Hemşirelik Tanıları El Kitabı, (çev. Erdemir F), Nobel Tıp
Kitabevleri, s.405.
9. Ceylan ME, Göka E (1998). Araştırma ve Klinik Uygulamada Biyolojik Psikiyatri, 2.
Cilt, Birinci Baskı, Đstanbul, s.125.
10. Çivi S, Tanrıkulu Z (2000). Yaşlılarda bağımlılık ve fiziksel yetersizlik düzeyleri ile
kronik hastalıkların prevalansını saptamaya yönelik epidemiyolojik çalışma.
Geriatri, 3(3): 85-90.
11. Demet MM, Taşkın EO, Deniz F ve ark (2002). Manisa huzurevlerinde kalan
yaşlılarda depresyon belirtilerinin yaygınlığı ve ilişkili risk etkenleri. Türk Psikiyatri
Dergisi, 13(4): 290-299.
12. Erci B, Kılıç D, Şenyayla Ş (2000). Tüberkuloz hastalarında yaşam kalitesinin
umutsuzluk düzeyi ile ilişkisi. I. Uluslararası & VIII. Ulusal Hemşirelik Kongresi,
Program ve Özet Kitabı, 29 Ekim – 2 Kasım, Antalya s: 93.
13. Frisch NC, Frisch LE (2002) Psychiatric Mental Health Nursing understanding the
client as well as the condition, Second edition s.44-49.
14. Gençtan E (1998). Psikanaliz ve Sonrası, 8. Basım, Remzi Kitabevi, Đstanbul
15. Göktaş K, Özkan Đ (2006). Yaşlılarda depresyon. Türkiye’de Psikiyatri, 8(1): 30-37.
16. Güneş G, Demircioğlu N, Karaoğlu L (2005). Malatya şehir merkezinde yaşayan yaşlı
kadınların günlük yaşam aktiviteleri, sosyal ve psikolojik fonksiyon düzeyleri. Türk
Geriatri Dergisi, 8(2): 78-83
17. Karahan A, Güven S (2002). Yaşlılıkta evde bakım. Geriatri, 5(4): 155-159.
18. Khorshid L, Eşer Đ, Zaybak A ve ark. (2004). Huzurevinde kalan yaşlıların yalnızlık
düzeylerinin incelenmesi. Türk Geriatri Dergisi, 7(1): 45-50.
19. Küçük L (1999). Miyokart infarktüsü geçiren hastaların algıladıkları sosyal desteğin
umut düzeylerine ve yoğun bakımda kalış sürelerine etkisi. Yoğun Bakım
Hemşireleri Dergisi; 3(2): 65-71.
20. Maral I, Aslan S, Đlhan MN, Yıldırım A, Candansayar S, Bumin MA (2001).
Depresyon yaygınlığı ve risk etkenleri: huzurevinde ve evde yaşayan yaşlılarda
karşılaştırmalı bir çalışma. Türk Psikiyatri Dergisi, 12(4): 251-259.
21. Öz F (2004). Sağlık alanında temel kavramlar. Đmaj Đç ve Dış Ticaret AŞ, Ankara,
s.205
22. Özgür G, Karaaslan A, Bayık A, Ergül Ş (2003). Huzurevinde yaşayan yaşlıların
bireysel gereksinimlerinin değerlendirilmesi. II. Ulusal Yaşlılık kongresi, 9-12 Nisan
2003, Denizli, s.348-360.
115
23. Pınar R, Sabuncu N (2000). Depremzedelerde umutsuzluk ve öfke. I. Uluslarası VIII.
Ulusal Hemşirelik Kongresi, 29 Ekim- 2 Kasım 2000, Antalya, s:431-436.
24. Richards T (1995). Ageing cost. British Medical Journal, 347(3): 896.
25. Savaşır I, Şahin NH (1997). Bilişsel-davranışçı terapilerde değerlendirme: Sık
kullanılan ölçekler. Türk Psikologlar Derneği Yayınları No: 9, Özyurt Matbaacılık
26. Solak M, Başer G (2003). Meme ve meme dışı kanserli kadın hastaların umutsuzluk
ve yaşam kalitesi düzeylerinin incelenmesi. Hemşirelik Forumu Dergisi; 6(6), Kasım
Aralık, 38-47.
27. Şahin EM, Özer C, Ölüç C, Tunç Z (2005). Huzurevinde kalan yaşlılarda demans ve
depresyon. Türk Geriatri Dergisi, 8(1): 22-24.
28. Tan M, Okanlı A, Karabulutlu E, Erdem N (2005). Hemodiyaliz hastalarında sosyal
destek ve umutsuzluk arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi. Atatürk Üniversitesi
Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi; 8(2): 32-39.
29. Tetik A, Parlar S, Özçırpıcı B (2005). Huzurevinde ve evinde yaşayan yaşlıların
yaşadıkları umutsuzluk düzeylerinin incelenmesi. 3. Uluslar arası 10. Ulusal
Hemşirelik Kongresi, Özet Kitabı, 7-10 Eylül 2005, s.94.
30. Topbaş M, Yarış F, Çan G ve ark. (2001). Trabzon huzurevi ve sürekli bakım
merkezindeki yaşlıların, depresif duygu durumları. 7. Halk Sağlığı Günleri Bildiri
Kitabı, 11-13 Eylül 2001, Eskişehir, s.16.
31. Üstün B, Bahar Z, Partlak N ve ark. (2005). Bakımevinde yaşayan yaşlılarda
depresyon ve etkileyen faktörlerin incelenmesi. ZSYOD, 1(1): 26-33.
116
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 117-130, 2007
HEMŞĐRELERDE KONTROL ODAĞI ĐNANCI ĐLE STRESLE BAŞA
ÇIKMA STRATEJĐLERĐ VE PSĐKOLOJĐK BELĐRTĐ GÖSTERME
DURUMLARI ARASINDAKĐ ĐLĐŞKĐLER
THE RELATIONSHIPS BETWEEN THE LOCUS OF CONTROL OF NURSES,
COPING STRATEGIES OF STREESS AND DISPLAY OF MENTAL
SYMPTOM SITUTATIONS.
Nezihe UĞURLU*
Mine EKĐNCĐ**
*Muğla Üniversitesi Sağlık Yüksek Okulu-MUĞLA
**Atatürk Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu-ERZURUM
Anahtar Sözcükler: Hemşire, psikolojik belirti, stresle başa çıkma, kontrol odağı
inancı
Key Words: Nurse, psychological symptom, coping with stress, locus of control.
ÖZET
Bu araştırma, hemşirelerin kontrol odağı, stresle başa çıkma stratejileri
ve ruhsal belirti gösterme durumları arasındaki ilişkileri incelemek amacıyla
tanımlayıcı olarak yapılmıştır.
Araştırmanın örneklemini, Muğla Devlet Hastanesi (N=299) ve Sigorta
Hastanesinde (N=70) çalışan tüm hemşireler dahil edilmiştir. Ancak izin ve
rapor gibi nedenlerle araştırma 349 hemşire üzerinden gerçekleştirilmiştir.
Araştırma kapsamındaki hemşirelerin kontrol odağını belirlemek için
Rotter’in Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği (RĐDKOÖ), başa çıkma stratejilerini
belirlemek için Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği (RÖGÖ) ve ruhsal
belirti gösterme durumlarını belirlemek için ise Ruhsal Belirti Tarama Listesi
(SCL 90-R) kullanılmıştır.
Verilerin değerlendirilmesinde, yüzdelik, korelasyon (Pearson R) ve,
Nonparametrik testlerden Kruskal Wallis testi kullanılmıştır.
Araştırma sonucunda hemşirelerin dış kontrol odağının daha yüksek,
kazanılmış güçlülük düzeylerinin normal ve ruhsal belirti gösterme
durumlarının ise yüksek kabul edilebilecek düzeyde olduğu, ayrıca bu üç ölçek
arasındaki ilişkiler incelendiğinde, Rotter’in Đç Dış Kontrol Odağı Ölçeği ile
Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği’den elde edilen puanlar arasında
negatif yönde, Rotter’in Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği ile Ruhsal Belirti Tarama Listesi
SCL 90-R ölçeğinden alınan puanlar arasında anlamlı bir ilişkinin olduğu
tespit edilmiştir. Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği SCL 90-R ile Rosenbaum’un
Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği puanları arasında yine negatif yönde bir ilişki
olduğu saptanmıştır. Ayrıca, Rotter’in Đç Dış Kontrol Odağı Ölçeği ile çalıştığı
117
servis arasında ilişki olduğu tespit edilmiştir. Çalışmaya katılan hemşirelerin
daha çok dış kontrol odaklı, normal düzeyde öğrenilmiş güçlülük düzeyine sahip
oldukları ve psikolojik belirti gösterme düzeylerinin ise yüksekolduğu saptanmıştır.
SUMMARY
The goal of this study is to examine and define the relationships between
the locus of control of nurses, coping strategies of stress and display of mental
symptom situtations.
The nurses who work at Muğla State Hospital (N=299) and Sigorta
Hospital (N=70) participated in this study. However, total 349 nurses participated
due to the offical permission and medical leaves. Rotter’s Internal-External Locus
of Control Scale, Rosenbaum’s Learned Resourcefulness Schedule and Symptom
Check List-90-R were used in order to determine the locus of control of nurses,
coping strategies and display of mental symptom situations, respectively.
In order to analyse the data collected, the percentage, correlation (Pearson
r), and Kruskal Wallis test were applied
The results suggest that the external locus of control of nurses is high
while level of gained power is normal. However, the display of mental sympton
situtations is at slighly high level. Morever, when the relationship among the
three scales were examined, it was found that there is a negative relationship
between Rotter’s Internal- External Locus of Control Scale and Rosenbaum’s
Learned Resourfulness Schedule, whereas there is a meaningful relationship
between “Rotter’s Đnternal-External Locus of Control Scale and Symptom Check
List SCL-90-R. Also, the negative relationship between Rosenbaum’s Learned
Resourcefulness Schedule and Symptom Check List-90-R was found.
Furthermore, it was determined that there is meaningful relationship
among the Rotter’s Internal-Extarnal Locus of Control Scale and clinic. The
nurses participating in the study were found to be mainly with external locus of
control, normal learned difficulty and high level of displaying psychological
symptoms.
GĐRĐŞ VE AMAÇ
Davranışların biyolojik, psikolojik ve sosyo-kültürel belirleyicilerinin
ya da psikopatoloji ile ilişkisi olan bu tür faktörlerin araştırılması, klinik
psikolojinin en önemli çalışma alanlarından birini oluşturmaktadır.
Psikolojik sorunları olan kişilere tanı ve tedavi hizmetlerinin verilmesinde,
etkin planlama ve uygulamalar sunulabilmesi, önemli ölçüde bu psikososyo-kültürel belirleyici faktörlerin iyi tanınması ve anlaşılmasına
dayanmaktadır(Dağ 1991a).
Psikopatoloji konusundaki son çalışmalarda, bozuklukların bir
çoğu için başlatıcı bir stres faktörünün var olabileceği fikri oldukça yaygın
kabul görmüştür. Çağımızın hastalığı olarak kabul edilen stres, bireylerin
iç ya da dış ortamlardaki değişiklikleri, tehdit, savaşım veya tehlike
olarak algıladığı, uygun kaynakları var olduğunda uyum sağladığı ve
dengesini sürdürdüğü, kaynakları yeterli olmadığı durumlarda uyum
118
ve dengesinin bozulduğu bir süreçtir (Baltaş1992,Görgülü1990). Stresten
etkilenme yönünden bireyler arasında önemli farklar bulunduğu ve bu
fark kaynaklarından önemli birinin de, bireylerin stresle başa çıkma
konusunda gösterdikleri strateji farkları olabileceği üzerinde
durulmaktadır (Parkes1986, Wheler1988, Silver1988).
Stresi önlemeye ve azaltmaya yönelik birçok teknik bulunmaktadır.
Stresle başa çıkmaya yardımcı teknikler bireysel, bilişsel ve davranışçı
teknikler olmak üzere üç grupta toplanır(Ertekin1995).
Psikopatolojiyle birlikte kişilikte değişen ya da ilişkili bulunan
faktörlerden biri de kontrol odağı inancıdır. Olayları ve davranış sonuçlarını,
kendi davranışlarına ya da görece değişmez kişisel özelliklerine dayalı
olarak algılama eğiliminde olan bireylerin iç kontrol odaklı; şansa,
kadere ve güçlü diğer kişi ve varlıklara bağlanma eğiliminde olan bireylerinde
dış kontrol odaklı olduğu düşünülmektedir (Dağ1991b,Rotter1966).
Đç kontrol odaklı kişilerin, daha uyumlu başa çıkma stratejileri
olarak kabul edilen probleme odaklanmış başa çıkma, dış kontrol odaklı
kişilerin ise, duyguya odaklanmış başa çıkma stratejilerini kullandıkları
belirlenmiştir (Dağ1991b)
Çağımızda stres yaratan pek çok durum vardır. Bireyler de yaşam
boyu stres yaratan etken ve durumlarla karşı karşıyadır. Kişide stres
yaratan durumlar; kişinin kendisinden kaynaklanan stres vericiler,
sosyal yaşamdan kaynaklanan vericiler, aile yaşamından kaynaklanan
stres vericiler ve iş yaşamında kaynaklanan stres vericiler olarak
gruplandırılabilir (Folkman1984).
Đş stresi, kişilerin kendinden ve işleri ile ilişkilerinden doğan ve
bireyin normal fonksiyonlarında değişiklikler oluşturan bir durumdur.
Đş stresi yükseldikçe baş etme düzeyini düşürmektedir (Erdoğan1995,
Xu Cy 2006).
Araştırma sonuçlarına göre, işin çeşitli özellikleri nedeniyle iş
stresinin yüksek olduğu meslekler arasında polislik, öğretmenlik ve
hava trafik memurluğunun yüksek risk taşıdığı ortaya konmuştur.
Telefon operatörleri, sekreterler, danışma ve şikayet servisi memurları
gibi, işlerinin insan ilişkisine dayanması sebebiyle psikolojik talebi
yüksek, ancak kendiliğinden bağımsız karar verme yetkileri olmayanlar
ya da az olanlar da, meslek açısından risk taşımaktadır. Hemşirelik
mesleği de söz konusu meslekler gibi stres yaşayan grup içinde yer
almaktadır (Marenir1996, Selye1977, Sutherland1990).
Hemşirelerin çalışma koşullarına ve hizmet verdiği gruplara
bakıldığında çok yoğun stresle karşı karşıya kaldıkları kabul edilmektedir.
Bu konuyla ilgili yapılan çalışmalarda, hastanede çalışan hemşirelerin
119
aşırı iş yükü, ölümcül hastalıklar veya
arası kötü iletişim, çalışma şiftleri,
kararsızlık, finansal kaynaklar ve artan
stres faktörlerinden olumsuz etkilendiği
Gezer 1998, Hall 2004, Xianju 2006).
hastaların ölmesi, meslektaşlar
doktorlarla çatışma, otoritede
bürokratik işlemler gibi mesleki
ifade edilmektedir (Patrick1996,
Araştırmanın amacı ,çalışma alanı insan olan hemşirenin kontrol
odağı inancı,stresle baş etme düzeyi ve psikolojik durumunu belirlemek
,bunlar arasındaki ilişkiyi incelemek ve her üç olguya etki eden olumlu
ve olumsuz faktörleri ortaya çıkarmaktır. Ortaya çıkabilecek olumsuzlukların kaynağında, çocukluk döneminden itibaren öğrenilmiş bir takım
yanlış inanç ve değerler yer almaktadır. Bu var olan bu olumsuzlukların
ortaya çıkarılması sonucunda, gerek hemşirelik eğitimi süresince, gerekse
hizmet içi eğitim yolu ile bu yanlış inanç ve tutumların ortadan
kaldırılarak, profesyonel hemşirenin sahip olması gereken özgüven,
bağımsızlık, karar verebilme, risk alma, girişimlerde bulunup sonuçlarını
mantıksal olarak değerlendirme ve yaratıcı benlik imgesine sahip olma
gibi özelliklerin kazandırılabileceği düşünülmektedir.
MATERYAL VE YÖNTEM
Araştırmanın Şekli:Araştırma, hemşirelerde kontrol odağı inancı,
stresle başa çıkma stratejileri ve psikolojik belirti gösterme durumları
arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla tanımlayıcı olarak yapılmıştır.
Araştırmanın Evreni ve Örneklem Seçimi: Bu araştırmada örneklem
yöntemine gidilmemiştir. Araştırmanın örneklemini, Muğla Đli Devlet
Hastanesi ve Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesi’nde çalışmakta olan
toplam 349 hemşire oluşturmuştur.
Araştırma 15 Aralık 2000-30 Mart 2001 tarihleri arasında
yapılmıştır. Anket formu ve veri değerlendirme ölçekleri araştırmacı
tarafından her iki hastanede çalışmakta olan hemşirelerle bire bir
görüşülerek dağıtılmış ve bir hafta sonra geri toplanmıştır. Yetkili
kurumlardan gerekli kurum onayı alınmıştır.
Verilerin Toplanmasında Kullanılan Araç ve Gereçler: Araştırma
verilerinin toplanmasında hemşirelerin sosyo, demografik özelliklerini
belirleyen bilgi formu, ruhsal durumlarını belirlemek için Ruhsal Belirti
Tarama Listesi (SCL90-R, Derogatis ve arkadaşları tarafından
geliştirilen ölçek ilk olarak Gökler (1978) tarafından kullanılmış,
geçerlilik ve güvenilirlik çalışması Kılıç (1987) tarafından yapılmıştır.
Ölçek özellikle “görünüşte normal” kişilerdeki belirti düzeyini saptamak
amacıyla psikiyatrik belirti tarama aracı olarak geliştirilmiştir.
120
Ölçekte kuramsal olarak oluşturulmuş 10 farklı belirti boyutu
bulunmaktadır: (1)somatizasyon, (2) obsesif kompulsif, (3) kişilerarası
duyarlılık, (4) depresyon, (5)kaygı, (6) düşmanlık, (7) fobik kaygı, (8)
paranoid düşünce, (9) psikotizm, (10)ek ölçek.Ölçeğin alt ölçek
puanları, ilgili maddelere verilen puan değerlerinin toplanarak o alt
ölçeği oluşturan madde sayısına bölünmesi ile elde edilir. Her madde
için yapılan derecelemeler (0-4 puan) 90 madde için toplandıktan sonra
elde edilen toplam puanın 90’na bölünmesi ile genel belirti ortalaması
elde edilir.
Deneklerin kontrol odağını belirlemek amacıyla, Rotter tarafından
geliştirilen ve Dağ tarafından Türkçe’ye uyarlaması yapılan Rotter’Đn ĐçDış Kontrol Odağı Ölçeği (RĐDKÖ) kullanılmıştır. Bu ölçek, kendini
bildirim türünde, sözel ve grup uygulamalı bir ölçek olup; geçerlilik ve
güvenilirlik çalışması Dağ (1991) tarafından yapılmıştır. Ölçmeyi
hedeflediği davranış özellikleri, bireylerin genellenmiş kontrol
beklentilerinin, içsellik-dışsallık boyutu üzerindeki konumudur
(Şirvanlı1995). Ölçek iki seçenekle cevaplanan 29 maddeden
oluşmaktadır. Böylece 0-28 arasında toplam puan alınabilmekte,
yükselen puanlar dış kontrol odağı inancında artışı göstermektedir.
Rosenbaum tarafından, 1980 yılında geliştirilmiş olan Öğrenilmiş
Güçlülük Ölçeği (RÖGÖ), stresle ve stres tepkileriyle kişinin başa
çıkmada kullanabileceği, bilişsel stratejileri ne düzeyde kullandığını
ölçen Likert Tipi bir öz-değerlendirme ölçeğidir.11maddesi ters yönde
puanlanan 36 maddeden oluşan bu ölçekten 36 ile 180 arasında
toplam puan alınabilmektedir. Yükselen puanlar kendini denetleme
becerilerinin yüksekliğine, bir diğer deyişle ölçekle temsil edilen başa
çıkma stratejilerinin sıklıkla uygulandığına işaret etmektedir. Ölçek
Siva (1989) tarafından Türkçeye çevrilerek bir araştırmada
kullanılmıştır. Geçerlik ve güvenirlik çalışması Dağ (1990) tarafından
yapılmıştır.
Verilerin Değerlendirilmesi: Veriler bilgisayarda SPSS (Statistical
Package for Socral Science-10.00) paket programı ile değerlendirilmiştir.
Hemşirelerin tanıtıcı özelliklere göre dağılımları yüzdelik tablolar halinde
sunulmuştur. Rotter’in Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği, Rosenbaum’un
Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği ve Ruhsal Belirti Tarama Ölçeğinden alınan
puanların dağılımlarında; ortalama, maksimum-minimum değerler ile
standart sapmalardan yararlanılmıştır. Bu üç ölçek arasındaki ilişkiyi
değerlendirmek amacıyla korelasyon dağılımları (Pearson r) kullanılmıştır
(Gavcar 2001, Sümbüloğlu1998). Hemşirelerin tanıtıcı özellikleri ile bu
üç ölçek arasındaki ilişkiyi belirlemek amacıyla nonparametrik
testlerden Kruskal Wallis (KW) testi uygulandı.
121
BULGULAR
Tablo 1. Hemşirelerin Tanıtıcı Özelliklerine Göre Dağılımı
Yaş Grupları
18-22
23-27
28-32
33-45
Medeni Durumu
Evli
Bekar
Çalıştığı Servis
Dahili servisler
Cerrahi servisler
Pediatri ve Yenidoğan
Yoğun Bakımlar
Ameliyathane
Acil servis
*Diğerleri
Meslekte Çalışma Sür.
< 1-5 yıl
6-10 yıl
11-15 yıl
16-20 yıl
21-25
Halen Yapılan Görev
Başhem. ve Yard.
Servis sorumlu hemş.
Servis hemşiresi
Eğitim Düzeyleri
Sağlık Meslek Lisesi
Açıköğretim Önlisans
Örgünöğretim Önlisans
Sağlık Yüksekokulu
Hemşirelik Yüksekokulu
n (n=349)
24
124
68
133
% (100)
6.88
35.53
19.48
38.11
280
69
80.23
19.77
91
36
22
52
37
24
87
26.07
10.32
6.30
14.89
10.60
6.88
24.94
67
112
67
60
43
19.19
32.10
19.19
17.20
12.32
9
22
318
2.60
6.30
91.10
137
139
31
25
17
39.25
39.82
8.89
7.17
4.87
Poliklinik, laboratuar, diyaliz, eczanede çalışan hemşireler.
Tablo 2: Hemşirelerin Rotter’in Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği, Rosenbaum’un Öğrenilmiş
Güçlülük Ölçeği ve Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği’nden Alınan Toplam
Puanlarının Dağılımı
Ölçekler
Rotter’Đn Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği
Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük
Ölçeği
Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği SCL 90-R
Puan Aralığı
Minimum
Maksimum
0
19
X
SD
11.29
3.19
113.90
15.43
57
166
99.33
40.17
12
256
Tablo 2’de her iki hastanede çalışan hemşirelerin Rotter’in Đç Dış
Kontrol Odağı Ölçeğinden almış oldukları ortalama puan X=11.29,
122
Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği’nden alınan ortalama puan
X=113.90, Ruhsal Belirti Tarama Ölçeğinden alınan ortalama puan
X=99.33 olarak belirlenmiştir.
Tablo 3: Hemşirelerin Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği SCL 90-R Alt Gruplarından Alınan
Puan Dağılımları
Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği Alt Grupları
Somatizasyon
Obsesif Kompulsif
Kişilerarası Duyarlılık
Depresyon
Kaygı
Düşmanlık
Fobik Kaygı
Paranoid Düşünce
Psikotizm
Ek Ölçek
X
SD
13.49
12.27
10.85
16.45
10.41
6.85
5.19
7.84
8.27
7.67
6.40
5.41
5.07
7.31
5.31
3.68
4.17
3.63
5.24
4.07
Puan Aralığı
Minimum Maksimum
0
32
1
30
0
31
1
44
0
28
0
18
0
28
0
20
0
28
0
20
Tablo 3’te, Ruhsal Belirti Tarama Listesi SCL 90-R alt gruplarının
puan dağılımları incelendiğinde, en yüksek puan sıralamasına göre;
depresyon X=16.45, somatizasyon X=13.49, obsesif kompulsif X=12.27,
kişilerarası duyarlılık X=10.85, kaygı X=10.41, psikotizm X=8.27,
paranoid düşünce X=7.84, ek ölçek X=7.67, düşmanlık X=6.85 ve
fobik kaygının ise X=5.19 olduğu saptanmıştır.
Tablo 4: Devlet Hastanesi ve Sigorta Hastanesi’nde Çalışan Hemşirelerin Rotter’in Đç Dış
Kontrol Odağı Ölçeği, Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği ve Ruhsal
Belirti Tarama Ölçeğinden Aldıkları Puanlar Arasındaki Đlişki
Ölçekler
Rotter’in Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği Toplam
Puanı
Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği
Toplam Puanı
Rotter’in Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği Toplam
Puanı
Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği Toplam Puanı
Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği Toplam Puanı
Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği
Toplam Puanı
X
SD
11.29
3.19
113.90
15.43
11.29
99.33
99.33
113.90
3.19
40.17
40.17
15.4
r
P
r= -0.075 P>0.005
r= 0.108
P<0.05
r= -0.174
P<0.01
Tablo 4’te görüldüğü gibi çalışmaya katılan hemşirelerin almış
oldukları toplam puanlar üzerinden, Rotter’in Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği
toplam puanı ile Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği toplam puanı
arasındaki ilişkinin (r=-0.075, P>0.05) negatif yönde fakat istatistiksel
olarak önemli olmadığı, Rotter’Đn Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği toplam
puanı ile Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği toplam puanı arasındaki
123
ilişkinin istatistiksel olarak önemli olduğu (r= 0.108, P<0.05), Ruhsal
Belirti Tarama Ölçeği toplam puanı ile Rosenbaum’un Öğrenilmiş
Güçlülük Ölçeği toplam puanı arasındaki ilişkinin ise negatif yönde
olduğu saptanmıştır. (r= -0.174, P<0.01)
Tablo5. Hemşirelerin Tanıtıcı Özelliklerine Göre Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği Alt
Grupları Arasındaki Đlişki
Tanıtıcı Özellikler
X
Çalışma Pozisyonu
Servis Hemşiresi
Servis Sorumlusu
Supervayzer
Başhemşire ve
Başhemşire Yard.
Çalıştığı Servis
Psikiyatri
Acil
Yoğun Bakım
Ameliyathane
Çocuk
Doğum
Dahiliye
Cerrahi
Diğer Klinikler
Kaygı
SD
KW
10.25
14.01
15.13
5.11
7.30
7.55
14.51
2.10
0,045
Paranoid Düşünce
SD
KW
P
X
P<0.05
7.75
9.35
10.20
3.66
2.30
4.35
11.51
3.51
4.39
5.95
5.72
5.35
5.54
3.77
5.73
3.35
5.84
Fobik Kaygı
2.51
5.83
3.69
4.58
0.013
3.91
2.90
3.79
3.42
4.69
Obsesif Kompulsif
12.94 6.83
13.95 5.77
13.41 5.96
12.05 5.06
12.31 5.28 0.035 P<0.05
10.62 3.97
13.41 5.03
10.02 3.95
12.54 5.86
0.042
P
P<0.05
P<0.05
Tablo 5’te görüldüğü gibi tanıtıcı özellikler ile Ruhsal Belirti
Tarama Ölçeği alt grupları arasındaki ortalama puanları arasındaki ilişki
incelendiğinde, çalışma pozisyonu ile kaygı alt ölçeği puan ortalaması
arasındaki ilişkinin istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır
(KW=0.045 P<0.05). Kaygı alt ölçeğinden en yüksek ortalama puan
X=15.13 ile supervayzer, en düşük puan ortalamasının ise X=10.25 ile
servis hemşiresine ait olduğu tespit edilmiştir.
Çalışma pozisyonu ile paranoid düşünce alt ölçeği ortalama puanları
arasındaki ilişkinin de yine, istatistiksel analiz sonucu anlamlı olduğu
belirlenmiştir (KW=0.042 P<0.05). Paranoid düşünce alt ölçeğinden en
yüksek ortalama puanı X=11.51 ile başhemşire ve başhemşire
yardımcıları, en düşük ortalama puanı X=7.75 ile servis hemşirelerinin
aldığı belirlenmiştir. Çalıştığı servis ile obsesif kompulsif (KW=0.035
P<0.05) ve fobik kaygı alt ölçekleri ortalama puanları arasındaki ilişkinin
anlamlı olduğu saptanmıştır (KW=0.013 P<0.05). Obsesif kompulsif alt
ölçeğinden alınan en yüksek ortalama puan X=13.95 ile acil serviste
çalışan hemşireler, en düşük ortalama puan ise X=10.62 ile doğum
servisinde çalışan hemşirelerin aldıkları tespit edilmiştir.
Fobik kaygı alt ölçeğinden alınan en yüksek ortalamanın X=5.95
ile acil serviste çalışan hemşirelere, en düşük ortalamanın ise X=3.35
ile cerrahi servisinde çalışan hemşirelere ait olduğu belirlenmiştir.
124
Tanıtıcı özelliklerle kontrol odağı ve öğrenilmiş güçlülük ölçeği
arasındaki ilişkilerin istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır.
TARTIŞMA
Çalışmaya katılan hemşirelerin Rotter’Đn Đç-Dış Kontrol Odağı
Ölçeği toplam puan 3942 X=11.29 olduğu saptanmıştır. Bu sonuç
çalışmaya katılan hemşirelerin daha çok dış kontrol odağı inancına
sahip olduklarını göstermektedir. Yani olayları ve davranış sonuçlarını
kendi davranışlarına ya da kişilik özelliklerine dayalı olarak algılama
yerine, şansa, kadere ve güçlü diğer kişi ve olaylara bağlama eğilimindeki
kişilik özelliklerini göstermektedirler. Uğurlu ve arkadaşlarının (1999)
Atatürk Üniversitesi Araştırma hastanesinde çalışan hemşirelerin iç-dış
kontrol odağı ile benlik arasındaki ilişkiyi inceledikleri çalışmada,
hemşirelerin daha çok iç kontrol odaklı olduğunu gösteren bulgularına
göre, bu çalışma bulguları farklılık arz etmektedir.
Hemşirelerin daha çok dış kontrol odağı inancına sahip olmaları,
kişilik yapısından kaynaklanıyor olabileceği gibi, cinsiyet farkından da
etkileniyor olabileceği düşüncesini doğurmaktadır. Yapılan çeşitli
araştırma sonuçlarına göre kadınların daha çok dış kontrol odaklı
oldukları gözlenmiştir (Demirci’nin 1998). Bunun nedeni ise kadınların
yetiştirilmesinde hemen her kültürde gözlenebilen farklar olarak
yorumlanmıştır.
Dağ’ın (1991c) üniversite öğrencilerinin, iç-dış kontrol odağı
inancını belirlemek için yaptığı çalışma bulguları, genel grup puan
ortalaması X=10.37, kadınlarda X=10.66, erkeklerde ise X=9.83 olarak
bulunmuştur. Kadınlar ve erkekler arasındaki farkın (t=2.26, P<0.05)
istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. Bu sonuçlardan
hareketle, hemşirelik mesleğinin sadece bayanlar tarafından icra edilen
bir meslek olduğu düşünülürse, dış kontrol düzeyinin yüksek çıkmasının
nedenlerinden birinin de cinsiyet faktörü olabileceği şeklinde
yorumlanabilir.
Çalışmaya katılan hemşirelerin, Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük
Ölçeği toplam puanı 39.754, grup puan ortalaması X=113.40 olarak
bulunmuştur (Tablo 2). Bu sonuç hemşirelerin normal düzeyde
öğrenilmiş güçlülüğe sahip olduklarını göstermektedir.
Öğrenilmiş güçlülük ölçeğinden alınan yüksek puan, yüksek
öğrenilmiş güçlülük düzeyinin bir göstergesi olmaktadır. Öğrenilmiş
güçlülük düzeyinin artışı ise stresle başa çıkma düzeyinin yüksekliği
olarak kabul edilir. Kişinin sahip olduğu kaynaklar arasında gösterilen
“öğrenilmiş güçlülük” kavramı, “stresle başa çıkma” kavramı ile
dönüşümlü olarak kullanılır. Öğrenilmiş güçlülük düzeyinin her türlü
öğrenme sonucu oluştuğu formülasyonu, Rosenbaum’a aittir
(Dağ’ın1990a).
125
Hemşirelerin içinde bulundukları ağır çalışma koşulları ve çok
çeşitli fiziksel ve ruhsal sorunu olan insanlara hizmet vermeleri v.b.
nedenlerle, yaşamış oldukları deneyimlere bağlı olarak bir takım
savunma ve baş edebilme yöntemlerini geliştirdikleri şeklinde
düşünülebilir. Bunun sonucu olarak da hemşirelerin, öğrenilmiş
güçlülüklerini, amaca yönelik davranışlarını engelleyen düşünce,
duygu v.b. etkenleri kontrol altına alınmasında ve stres yaratan bir
durumun üstesinden gelmek için bilişsel olarak kabul edilen; plan
yapma, problemi tanımlama ve seçenekleri değerlendirme gibi
stratejileri kullanabildikleri şeklinde yorumlanabilir.
Hemşirelerin Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği’nden aldıkları toplam
puan 34667 X=99.33 olarak tespit edilmiştir (Tablo 2). Ruhsal Belirti
Tarama Ölçeği alt gruplarından alınan puan ortalamaları incelendiğinde
sıralama; somatizasyon, obsesif kompulsif, kişilerarası duyarlılık,
depresyon, kaygı, düşmanlık, fobik kaygı, paranoid düşünce,
psikotizm, ek ölçek olarak bulunmuştur Tablo3).
Çalışmaya katılan hemşirelerden elde edilen gerek genel grup
puan ortalaması, gerekse alt grup puan ortalamalarının normalden
yüksek olduğu görülmektedir. Bu sonuç hemşirelerin ruh sağlığının
risk altında olduğunu göstermektedir.
Bilgili (1997) Ankara Dışkapı SSK Hastanesi’nde çalışan hemşirelerin
genel ruhsal durumlarını değerlendiren araştırmasında Genel Sağlık
Anketi (GSA) 28 testi uygulanan grubun X=5.90, çalışma süresi 1-5 yıl
ile 21 yıl ve daha uzun süre çalışanlar da nöbet sistemi ve sürekli gece
çalışanlarda, acil servis ve yeni doğan ünitesinde çalışanlarda, sağlık
yakınmaları olanlarda, iş yerindeki olumsuzluklar, statülerinden memnun
olmayanlarda ve mesleki doyum sağlayamayanlarda Genel Ruhsal Sağlık
durumu (GRS) puanlarının daha yüksek ve istatistiksel analizlerinin
anlamlı olduğu belirlenmiştir. Gerek Bilgili’nin araştırma sonuçları
gerekse bu çalışma sonuçları, çok çeşitli faktörlerin hemşirelerin ruhsal
sağlığını olumsuz yönde etkilediği şeklinde yorumlanabilir.
Şeremet’in (1989) çeşitli hizmet alanlarında çalışan hemşirelerde
ruh bozukluklarına eğilimin araştırılmasında Ruhsal Belirti Tarama
Ölçeği SCL 90-R kullanılarak bulgular (0-18 puan) normal, (19-25
puan) eğilimli ve (25 puan ve üzeri) hasta olmak üzere 3 kategoride
sınıflandırılmış ve Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği SCL 90-R’ye göre % 91
oranında normal, % 6 oranında eğilimli ve % 3 oranında hasta olan
denek saptanmıştır.
Çalışmanın temel amaçlarından bir olan, Rotter’Đn Đç-Dış Kontrol
Odağı Ölçeği, Rosenbaum’un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği ve Ruhsal
Belirti Tarama Ölçeği (SCL 90-R) arasındaki ilişkiler incelendiğinde,
Rotter’Đn Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği toplam puanı ile Rosenbaum’un
Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği toplam puanları arasında negatif yönde bir
126
ilişkinin olduğu fakat istatistiksel olarak bu ilişkinin anlamlı olmadığı
belirlenmiştir (r=-0.075, P>0.05).
Kontrol Odağı Đnancı Ölçeği’nden alınan düşük puan içsel
kontrole inancın, Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği’nden alınan yüksek puan
ise yüksek öğrenilmiş güçlülük düzeyine işaret etmektedir. Dolayısıyla,
bu iki ölçekten alınan puanlar arasındaki korelasyonun negatif olması,
içsel kontrole inanç ile yüksek öğrenilmiş güçlülük düzeyi arasında bir
bağlantı olduğunu gösterir.
Yüksek öğrenilmiş güçlülüğün içsel kontrole inançla bağlantılı
olabileceği yolundaki kuramsal görüşlerin yanı sıra, bu bağlantıyı açık
olarak koyan araştırmacılar vardır. Dağ (1990a) üniversite öğrencileri
ile yürüttüğü bir çalışmada, öğrenilmiş güçlülük puanları ile kontrol
odağı inancı puanları arasında korelasyon olduğunu bildirmiştir.
Demirci (1998) üniversite öğrencileri ile yaptığı bir araştırmada, kontrol
odağı inancı ile öğrenilmiş güçlülük arasında negatif yönde korelasyon
saptamıştır.
Rosenbaum ölçeğinin ilk ortaya konulduğundaki adının da
çağrıştırıldığı gibi “öz kontrol” (self-control) ölçeği olması, kavramsal
olarak öğrenilmiş güçlülükteki artışın içsellikle doğrusal bir ilişki
göstermesi gerektiğini akla gerektirmektedir. Denekleri dış kontrol
inancının artması ile beraber, stresle başa çıkma stratejilerinin
daralması biçimindedir. Bu düşünceden hareketle insanların aynı anda
hem davranış-sonuç ilişkisini öğrenip genellemesi, hem de esas olarak
kişinin öz kontrolünü yansıtan çeşitli stratejileri öğrenmesinin birlikte
olması beklenen olgulardır. Bu durumdış kontrol odağı inancı ile
öğrenilmiş güçlülük arasında bulunan negatif ilişkiyi gerektirir.
Çalışmaya katılan hemşirelerin Rotter’in Đç-Dış Kontrol Odağı
Ölçeği ve Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği SCL 90-R toplam puanları
arasında bir ilişkinin olduğu ve bu ilişkinin de istatistiksel olarak
anlamlı olduğu belirlenmiştir (r=0.108,P<0.05).
Kontrol odağı-ruhsal belirti gösterme ilişkisini inceleyen
araştırmalarda tutarlı olarak bu iki değişken arasında bir ilişki olduğu
yani, dış kontrol odağı ile psikolojik belirti gösterme ilişkili
bulunmuştur. Yazılı kaynaklarda belirtilen(Dağ 1990a,Hale1987) bu
ilişki bu araştırmada da aynı doğrultuda, anlamlı düzeyde gözlenmiştir.
Bu ilişkinin bulunması bile psikolojik belirti gösterme durumunun
genelde insanı, bu çalışmada ise hemşireyi anlamada son derece
önemli olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Ruhsal Belirti Tarama Ölçeği SCL 90-R toplam ile Rosenbaum’un
Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği toplamı arasındaki ilişki incelendiğinde,
negatif yönde anlamlı bir ilişkinin olduğu tespit edilmiştir (r=-0.174,
P<0.05). Yani kişilerdeki kazanılmış güçlülük düzeyi yükseldikçe ruhsal
127
belirti gösterme durumu azalmakta veya ruhsal belirti düzeyinin yükselmesi kazanılmış güçlülük düzeyinin düşük olmasını gerektirmektedir
şeklinde yorumlanabilir. Bu araştırmada da öğrenilmiş güçlülük
düzeyinin düşük, psikolojik belirti düzeyinin ise yüksek olması “normal
bir gruptan” beklenebileceği gibi negatif yönde ilişkili bulunmuştur.
Başa çıkma stratejileri ile psikolojik belirti gösterme ilişkisini
inceleyen araştırmaların bulgularına göre; başa çıkma stratejilerinin
stresin öncülük ettiği psikolojik belirtileri önlemede önemli bir etkisinin
olduğu ortaya konmuştur (Epstein1989, Cash1984)
Stresle başa çıkma stratejilerini gösteren öğrenilmiş güçlülük ile
psikolojik belirti gösterme arasındaki doğrudan doğruya yapılan ilk
araştırma Dağ tarafından geçekleştirilmiş ve anlamlı düzeyde negatif
bir ilişki bulunmuştur (Dağ 1990a).
Çalışmaya katılan hemşirelerin, tanıtıcı özelliklerinin ruhsal
belirti gösterme ölçeği alt grupları ile ilişkileri incelendiğinde, kaygı alt
ölçeği ile tanıtıcı özelliklerden, çalışma pozisyonu arasındaki ilişkinin
istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır (KW=0.045, P<0.05).
Kaygı alt ölçeğinden en yüksek puan ortalama X=15.13 supervayzer, en
düşük puan ortalama ise X=10.25 servis hemşirelerine ait olduğu
tespit edilmiştir.
Süpervayzer’ların gece çalıştıkları ve bütün görev yetki ve
sorumlulukların verdiği endişe ile, sinirlilik, gerilim gibi belirtilerin
egemen olduğu kaygı tablosunu daha yoğun yaşadıkları, buna karşın
servis hemşirelerinin ise, serviste birden çok meslektaşları ile
sorumluluklarını paylaştıkları için kaygı düzeylerinin daha düşük
olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Ruhsal belirti tarama alt ölçeklerinden, paranoid düşünce ile
çalışma pozisyonu arasındaki ilişkinin anlamlı olduğu (KW=0.042, P<0.05),
en yüksek ortalama X=11.51 süpervayzer, en düşük ortalamanın ise
X=7.75 ile servis hemşirelerine ait olduğu saptanmıştır.
Çalışmaya katılan hemşirelerin ruhsal belirti tarama alt
ölçeklerinden obsesif-kompulsif ve fobik kaygı ile tanıtıcı özelliklerden,
çalışılan servis arasındaki ilişkilerin anlamlı olduğu (KW=0.035, P<0.05),
(KW=0.013, P<0.05) belirlenmiştir. Her iki alt ölçekten en yüksek
ortalamalar, obsesif kompulsif, fobik kaygı ile acil servis, en düşük
ortalamalar ise cerrahi servisinde çalışan hemşirelere ait olduğu
bulunmuştur.
Acil serviste çalışan hemşirelerin, çalışma ortamlarının çok yoğun
olması, çok değişik vakalarla yüz yüze gelinmesi ve hemen müdahale
gerektiren durumlarla karşı karşıya kalmaları sonucu bu tür ruhsal
problemlerin ortaya çıkması için zemin oluşturduğu düşünülmektedir.
128
SONUÇ VE ÖNERĐLER
Çalışmaya katılan hemşirelerin dış kontrol odaklı oldukları,
normal öğrenilmiş güçlülük düzeyine sahip oldukları ve psikolojik
belirti gösterme düzeylerinin yüksek olduğu saptanmıştır.
Ayrıca öğrenilmiş güçlülük düzeyi arttıkça, dış kontrol inancı
azalmakta ve ruhsal belirti gösterme düzeyinin ise düştüğü saptanmıştır.
Yapılan araştırma sonucunda şu önerilerde bulunulabilir:
· Hemşirelerin daha çok iç kontrol odaklı olmalarını sağlayabilmek
öğrenilmiş güçlülüklerini arttırabilmek ve ruhsal sağlıklarını
koruyabilmek için, mesleki eğitim sırasında öğrencilere, yaşanılan
olayların neden ve sonuçlarını kendi davranışlarına bağlı olarak
algılamaları gerektiği, karşılaştıkları her türlü stresli yaşam olayı ile
baş etme yolları öğretilmelidir. Çalışma ortamında ise bu eğitim,
hizmet içi eğitim programları ile sürdürülmesi.
· Acil servis ve psikiyatri servisinde çalışanların ruhsal sağlıkları daha
fazla risk altında olduğundan, bu konuda gerekli önlemlerin alınması
(Sürekli aynı kişilerin bu servislerde çalıştırılmaması).
· Farklı kurumlarda çalışan hemşirelerde, bu üç değişkenin incelendiği
araştırmaların yapılması.
KAYNAKLAR
1. Baltaş A. ve Baltaş Z. Stres ve Başa Çıkma Yolları. Đstanbul: Remzi Kitabevi, 1992
2. Bilgili N. Ankara Dışkapı SSK Hastanesi’nde çalışan hemşirelerin genel ruhsal
durumlarının değerlendirilmesi. V. Ulusal Hemşirelik Kongresi 1997; 47-60
3. Cash TF. The irrational beliefs test: Its reslationship with cognitive behavioral traits
and depressionç Journal of Clinical Psychology 1984;40: 1399-1405
4. Dağ Đ. Kontrol odağı, öğrenilmiş güçlülük ve psikopatoloji ilişkisi. Psikoloji Dergisi
1991 b7(27): 1-9
5. Dağ Đ. Rotter'in Đç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği (RĐDKOÖ)'nin üniversite öğrencileri için
güvenilirliği ve geçerliliği. Psikoloji Dergisi 1991a; 7(6): 10-15
6. Demirci S. Düşünme ihtiyacı ölçeği, psikometrik özellikler; düşünme ihtiyacı,
kontrol odağı inancı ve öğrenilmiş güçlülük ilişkilerinin incelenmesi. Hacettepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi Ankara 1998
7. Epstein S. and Meier P. Constructtive thinking: a broad coping variable with specific
components. Journal of Personality and Social Psychology 1989; 57: 332-350
8. Erdoğan T.Đşletme yönetiminde insan
Fakültesi Yayınları1995; 48: 150-170
davranışı.Đstanbul
Üniversitesi Đşletme
9. Ertekin Y. Stres ve Yönetim. Ankara: TODAĐE Yayınları, No: 253
10. FlemingR, BaumA, SingerJE. Toward an integrative approach to the study ofstrees.
Journal of Personality and Social Psychology 1984; 46: 839-852
11. Gavcar E. Đstatistik Yöntemleri 1. Muğla 2001: 223
129
12. Gezer N. Muğla il merkezindeki sağlık kuruluşlarında çalışan hemşirelerde iş
doyumu ve stress. Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hemşirelik
Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi Đzmir, 1998
13. Gökler B. Nevrotik kadın hastaların ilkokul çağındaki çocuklarının ruhsal belirtiler
yönünden değerlendirilmesi. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana
Bilim Dalı, Uzmanlık Tezi Ankara 1978
14. Görgülü S. Hemşirelik ve iş ortamı stressörleri. Türk Hemşireler Dergisi 1990; 39(1):
23-25
15. Hale WD, COCHRAN CD. The relationship between locus of control and self-reported
psychopatology. The Journal of Social Psychology 1987; 127: 31-37
16. Hall DS. Work related stress of registered nurses in a hospital setting. Journal of
Nurses Staff Development 2004; 20(1): 6-14
17. Kılıç M. Değişik psikolojik arazlara sahip olan ve olmayan öğrencilerin sorunları.
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1987
18. Parkes KR. Coping in stressful episodes: The role of individual differences,
environmental factors and situational characteristics. Journal of Personality and
Social Psycology 1986; 51: 1277-1292
19. Patrick A, Tyler BA. and Rachel N. Sources of stress and psychological well-being in
high-depency nursing. Journal of Advanced Nursing 1994; 19: 469-476
20. Rotter JB. Gerneralized expectancies for internal versus external control of
reinforcement. Psychological Monographs 1966; 80: 1-28
21. Selye H. Stress Without Distress Teach Your Self Books London 1977; 85-89
22. Şeremet S. Çeşitli hizmet alanlarında çalışan hemşirelerde ruh hastalıklarına
eğilimin araştırılması. Đstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hemşirelik
Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi Đstanbul, 1989
23. Silver PS. Utility of problem focused versus emotion focused stress reduction
techniques in moderating state anxiety elicited by stressors differing instrumental
controllability for persons differing in locus of control orientation. Dissertation
Abstracts International 1988; 49(5): 1956
24. ŞirvanlıD. Üniversite öğrencilerinde control odağı ,cinsiyetve sınıf değişkenlerinin
beden imgesinden hoşnut olma üzerine etkisi. 3PDergisi1995; 3: 163-167
25. Sümbüloğlu K, Sümbüloğu V. Biyoistatistik. 8. Basım, Hatipoğlu Yayınevi 1998: 76101
26. SutherlandJV,Cooper LC.Understanding strees apsychologicalperspective for health
professional.Chapman and Hall,1990
27. UğurluN, SayanA, TanM. Hemşirelerde iç dış kontrol odağı ile benlik saygısı
arasındaki ilişkinin incelenmesi Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi,
2005.19/1-3
28. Wheler RJ, Frank MA. Identification of stress buffers. Behavioral Medicine 1988; 14:
78-89
29. Xaianyu Y, Lambert VA. Investigation of the relationships among workplace
stressors,ways of coping,and the mental healthof Chinese head nurses.Nursing
Health Science 2006; 8(3): 147-55
30. Xu CY, Wang P, Zheng ZH, Zhang ZL. Relativity between occupational stress and
psychosocial factors in nurses.Journal of Industrial Hygiene and Occupational
Diseases Chinese 2006; 12: 745-8
130
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 131-144, 2007
YAŞLI BĐREYLERDE AĞRI
PAIN IN OLD PEOPLE
Öznur USTA YEŞĐLBALKAN
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Đç Hastalıkları Hemşireliği ABD
Anahtar Sözcükler: Ağrı, yaşlı birey, ağrı değerlendirmesi, ağrı tedavisi, hemşirelik
bakımı
Key Words: Pain, old people, pain assessment, pain management, nursing care
ÖZET
Yaşlı bireylerin çoğu kronik hastalık nedeniyle ağrı sorunu yaşayabilirler.
Yaşlı bireylerde başarılı ağrı tedavisi genç bireylerde olduğu gibi dikkatli bir öz
geçmiş alınmasına ve fiziksel muayene yapılmasına bağlıdır. Yaşlı bireylerde
etkin ağrı tedavisini yapabilmek için kronik hastalıkların ve ağrıya neden olan
durumların kontrol altına alınması, hareket ve fonksiyonel durumun
sürdürülmesi, bağımsızlığın maksimum hale getirilmesi ve yaşam kalitesinin
iyileştirilmesi gibi durumların tam ve sürekli olarak değerlendirilmesi
gereklidir. Bu amaç iyi bir hemşirelik bakımı kadar hasta, aile ve sağlık bakım
ekibinin eğitilmesi ile başarılabilmektedir.
SUMMARY
Most old people can experience pain problems because of chronic
diseases. Successful management of pain in old people is dependent on a careful
history and physical examination as it is in young adults. Accurate and ongoing
assessment is essential to effective pain management in old people include
control of chronic disease conditions, causing pain, maintenance of mobility and
functional status, promotion of maximum indepedence, and improved quality of
life. These goals can be achieved through education of the patient, family, and
health care professionals, as well as through provision of good nursing care.
AĞRI KAVRAMI
Ağrı kaynağı ne olursa olsun yaşlı bireylerin en sık dile getirdikleri
sorunlardan biridir. Mc Caffery ve Ferrell ağrıyı “ağrısı olan bireyin
ifade ettiği şeydir” şeklinde tanımlamaktadırlar. Yaşlı bireylerde ağrı
prevelansı tam olarak bilinmemesine karşın, toplumdaki yaşlı bireylerin
%70’nin, sağlık bakım kurumlarında tedavi gören yaşlı bireylerin ise %
45-80’nin ağrı yaşadıkları ve yaşlı bireylerde analjezik kullanım
prevelansının % 40-50 olduğu bildirilmektedir (Gloth 2000, Freedman
131
2002, Westley 2004). Yaşlı bireylerde ağrıya neden olan en önemli
faktörler kanser ve artrittir. Ağrıya neden olan diğer faktörlerse;
postherpetik nevralji, polimiyalji, aterosklerotik periferal damar hastalıkları
ve diyabetik nöropatidir (Gloth 2000, Larsen 2000, Helme 2001,
Freedman 2002). Yaşlı bireylerde ağrı tanılaması ve tedavisini pek çok
faktör etkilemektedir. Hem yaşlı birey ve ailesinin hem de sağlık bakım
profesyonellerinin ağrı sorununun yaşlanmanın ve kronik hastalıklarının
doğal bir sonucu olduğuna inanmaları ağrı semptomunun bildirilmemesine dolayısıyla da ağrı tanılamasının tam olarak yapılmasını ve
uygun ağrı tedavi yöntemlerinin kullanılmasını engellemektedir (Gloth
2000, Luggen 2000, Freedman 2002). Etkin ağrı tanılaması yapılabilmesi
için aşağıda belirtilen faktörlerin göz önünde bulundurulması gereklidir
(Tablo 1).
Tablo 1: Yaşlı Bireylerde Ağrı Tanılamasını Ve Tedavisini Etkileyen Faktörler
Fizyolojik Faktörler
- Birçok tıbbi sorunun
olması
- Görme becerisinde
bozulma (Örneğin; ağrı
puan ölçeğini
kullanamama)
- Hafıza bozukluğu
- Đşitme bozukluğu
- Soyutlama sorunları
- Yazılı şeyleri tamamlama
becerisinde kısıtlama
- Yan etkilere karşı
hassasiyetin artması
- Farmakokinetik ve
farmakodinamik
değişiklikler
- Nöropatiler
Eğitim Ve Davranışsal
Engeller
- Sağlık bakım
profesyonellerinin ağrı
yönetimine ilişkin bilgi
ve becerisinin yetersiz
olması
- Ağrıya katlanma
- Bireyin ağrının
gözlenebilir
semptomlarını
göstermemesi
- Bireyin ağrı kelimesini
kullanmaması ve
ağrısını bildirmemesi
- Bağımlılık ve
toleranstan korkma
- Aşırı dindarlık
Düzenleme Ve Politikaya
Yönelik Faktörler
- Sıcak ped ve ilaç dışı
yöntemlerin kullanılmasına
yönelik hemşirelik uygulama
politikaları
- Düzenlemenin opioid
kullanımını kısıtlaması
- Birey ve ailenin ağrıyı kontrol
altına alan tedavilerden
korkması
- Hemşirelik uygulamalarına
yönelik tanı ve tedavi
uygulamalarının sınırlı
olması
- Mali destek sorunları
- Sağlık bakım
profesyonellerinin ağrı
yönetim eğitiminin az olması
Kaynakça: Luggen AS (2000), Pain, Lueckenotte AG, (Ed), Gerontologic Nursing, Second
edition, Mosby, 281-301.
Joint Commission for the Accreditation of Healthcare Organizations
(JCAHO) ağrı değerlendirmesi ve tedavisini etkileyen faktörleri
belirlemek için ağrının beşinci yaşamsal bulgu olarak göz önünde
bulundurulmasını ve kan basıncı, nabız, vücut ısısı, ve solunum hızı
gibi dikkatli bir şekilde izlenmesi gerektiğini belirtmektedir. JCAHO
uygun ağrı değerlendirmesi ve ağrı tedavisi yapılması için ağrı tedavi
standartlarını belirlemiştir. Bu standartlar aşağıdaki gibi işbirlikçi ve
interdisipliner yaklaşımı vurgulamaktadır (Westley 2004).
Doğrular ve etik: Uygun değerlendirme ve ağrı tedavisi için
bireyin doğrularını kabul edin
132
Ağrı yaşayan bireyleri değerlendirmek: Ağrı varsa ağrının nedenini,
yoğunluğunu tüm yaşlı bireylerde değerlendirin. Ağrı yaşayan
bireylerin bakımını yapmak: Etkili ağrı ilaçlarının istem yapılmasını
sağlayan politika ve prosedürleri belirleyin. Ağrı yaşayan bireylere
eğitim yapmak: Etkin ağrı tedavisi hakkında hasta ve ailesini eğitin.
Bakımı devam ettirmek: Taburculuk döneminde hastaların semptom
yönetimine ilişkin gereksinimlerini belirleyin. Organizasyon performansını geliştirmek: Ağrı tedavisini performans değerlendirmesi içine
alın ve program geliştirin.
AĞRI DEĞERLENDĐRMESĐ
Yaşlı bireyin kendi kendine ağrıyı bildirmesi ağrı varlığının en
güvenilir göstergesidir. Ağrı tanılaması yaşlı bireyin ağrısını hemşireye
bildirmesiyle başlamaktadır. Tanılama sırasında ağrının akut, yaşamı
tehdit edici ve kronik olma durumunun ayırt edilmesi önemlidir. Çünkü
hastalığın ilerlemesi ve akut yaralanma ağrının fark edilememesine yol
açabilir. Tablo 2’de yaşlı bireylerde klinik ağrı değerlendirmesi sırasında
göz önünde bulundurulması gereken bileşenler yer almaktadır (Larsen
2000, Luggen 2000, Ardery ve ark. 2003, Tsai ve Chang 2004).
Yaşlı bireylerin ağrı değerlendirmesi sırasında ağrı kelimesi yerine
“Acı hissediyor musunuz?”, “Şu an bir rahatsızlığınız var mı?”, “Herhangi
bir yerinizde acı var mı?” gibi yaşlı bireylerin tercih ettiği kelimeler
kullanılmalıdır. Ayrıca ağrı değerlendirmesi sırasında yaşlı bireyin işitsel
veya görsel bozukluğunun olup olmadığı değerlendirilmelidir. Hemşire
ağrı değerlendirmesi sırasında etkin iletişim yöntemlerini kullanmalıdır.
Yaşlı bireyle konuşurken yaşlı bireyin yüzüne bakmalı, göz göze temas
kurmalı, yavaş ve normal bir ses tonuyla konuşmalı, çevredeki gürültüleri
mümkün olabildiğince azaltmalı, ağrı yoğunluğunu geçerli ve güvenilir
olan ağrı ölçekleriyle değerlendirmeli ve yazılı materyaller kullanmalıdır.
Değerlendirme araçları ve yazılı materyaller yaşlı bireyin görme
durumuna göre hazırlanmalıdır. Örneğin değerlendirme araçları veya
yazılı materyaller 14 punto kullanarak yazılabilir Ağrı değerlendirmesi
öykü ve fiziksel muayene yoluyla yapılmalıdır. Bu değerlendirme yaşlı
birey için çok önemlidir. Çünkü etkin ağrı yönetimi hastalık ve
rahatsızlığa yol açan altta yatan nedenin uygun tedavisine bağlıdır.
Hastalığa neden olan altta yatan faktör bilindiği zaman, multidisipliner
yaklaşım gerekli olmaktadır (Luggen 2000, Ardery ve ark. 2003). Amerikan
Geriatrik Topluluğu ağrısı olan yaşlı bireylerde ağrı tanılamasının genel
prensiplerini şu şekilde belirtmektedir.
Ağrının varlığı için biyolojik faktör olmamalıdır, yaşlı bireyin
ifadesi ağrı yaşadığının en doğru ve güvenilir göstergesidir, hafif ya da
orta düzeyde bilişsel bozukluğu olan yaşlı bireylerde ağrı basit sorular
133
ve izleme araçları ile değerlendirilmelidir, yaşlı bireyler var olan
şikayetlerine rağmen ağrıyı ifade etmede çekingen olabilirler ve
yaşlanmaya bağlı olarak ağrı yaşamayı beklerler,yaşlı bireyler ağrı
kelimesinden çok “rahatsızlık” “acımak” ve “incinme” gibi kelimeleri
kullanırlar (Luggen 2000).
Tablo 2: Yaşlı Bireylerde Ağrı Değerlendirmesi
Öykü
Fiziksel muayene
Tıbbi öykü
Akut hastalık
Kronik hastalık
Geçirmiş olduğu ameliyatlar
Ağrı şikayetini başlatan
olaylar
Rutin muayene
Ağrı öyküsü
Yoğunluğu
Karakteri
Sıklığı
Patterni
Yeri
Süresi
Başlatan faktörler
Đyileştiren faktörler
Alevlendiren faktörler
Travma öyküsü
Düşme
Diğer yaralanmalar
Đlaç öyküsü
Reçeteli ilaç
Reçetesiz ilaç
Bitkisel ürünler
Yan etkiler
Ağrı ilaçları
Etki gösteren ilaçlar
Etki göstermeyen ilaçlar
Reçeteli veya reçetesiz ilaçlar
Doğal ilaçlar
Yan etkiler
Önceki ağrı deneyimleri
Kas Đskelet muayenesi
Nöromuskuler:
Güçsüzlük
Hiperaljezi
Uyuşukluk
Travma bulguları
Ezik
Enflamasyon
Hassasiyet
Şişme
Fonksiyonel performans
Range of motion
Kaldırma indirme testi
Tinetti yürüme denge testi
Değerlendirilen diğer
değişkenler
Labratuar verileri ve testleri
Depresyon ölçeği
Beck depresyon ölçeği
Zung bireysel değerlendirme
ölçeği
Geriatrik depresyon ölçeği
Barthel bireysel bakım
puanlaması
Bilişsel değerlendirme
Mini mental durum
değerlendirmesi
Kısa mental durum anketi
Filedelfiya geriatrik merkez
MSQ
Fonksiyonel değerlendirme
Katz günlük yaşam aktiviteleri
Lawton enstürmental günlük
yaşam aktiviteleri
Stanford Sağlık değerlendirme
anketi
Barthel indeksi
Psikososyal değerlendirme
Mali durum
Sosyal ağ
Disfonksiyonel ilişkiler
Ağrı değerlendirme skaları
Visual Analog Skala
Sayısal Ağrı Puanlama Skalası
Basit Tanımlayıcı Ağrı
Yoğunluk Skalası
Yüz Skalası
Yaşam kalitesi ölçümleri
Dartmouth COOP Project
Profile Mood States
Pain/Quality of life
Kaynakça: Luggen AS (20009 Pain, Lueckenotte AG (Ed), Gerontologic Nursing,
Second Edition, Mosby, 281-301.
134
Amerikan Geriatrik Topluluğu ağrı değerlendirmesi sırasında
dikkat edilmesi gereken şu önerileri sunmaktadır .Yaşlı bireyi kronik
ağrı varlığı bakımından değerlendirin, yaşlı bireyin fonksiyonel becerisi
ve yaşam kalitesini etkileyen ağrıyı fark edin, bilişsel ve dil sorunu olan
yaşlı bireylerde sözsüz ağrı davranışlarını, fonksiyonel değişiklikleri ve
sesleri (inleme, ağlama) gözleyin, bilişsel ve dil sorunu olan yaşlı
bireylerde bakım verenlerle görüşün, psikiyatrik ve madde bağımlılığı
gibi sorunları olan ve ağrı tedavisi güç uygulanan yaşlı bireyler için
gerekli konsultasyonu isteyin, ağrı yoğunluğunu, ilaç kullanımını, yanıtını,
ağrının aktiviteyle ilişkisini günlük olarak kayıt ederek yaşlı bireyi izleyin,
kronik ağrısı olan tüm yaşlı bireylerde ağrının iyileşmesi ve kötüleşmesi,
ilaçların pozitif ve yan etkilerini, tedavi komplikasyonlarını yeniden
değerlendirin, yaşlı bireyin her bir değerlendirmesinde aynı ağrı
değerlendirme araçlarını kullanın (Ebener 1999, Luggen 2000). Yaşlı
bireylerin ağrı değerlendirmesi sırasında ayrıca depresyon durumu ve
yaşam kalitesi de değerlendirilmelidir (Gloth 2000, Luggen 2000).
Öykü
Hemşire öykü alırken dikkatli olarak soru sormalı ve yaşlı bireyin
ağrı ifadesini tam olarak değerlendirmelidir. Aynı zamanda ağrının
özelliğini, yoğunluğunu, yeri, ağrıyı azaltan ve arttıran faktörleri,
ağrının günlük yaşam aktivitelerini yapma becerilerini etkileyip
etkilemediği ve var olan kronik hastalıklar değerlendirilmelidir.
Sosyokültürel etmenler yaşlı bireyin ağrı davranışını ve ifadesini
değiştirebilir. Ayrıca yaşlı bireyin geçmiş ağrı deneyimi, bilgisi, önceden
kullandığı ilaçlar, ilaçların yan etkileri ve ağrı tedavisinde kullandığı
non-farmakolojik yöntemler değerlendirilmelidir. Đlaç öyküsünde
hastanın kronik hastalıklar için kullandığı ilaçlar, analjezik ilaçlara
karşı alerji durumları değerlendirilmelidir. Yaşlı birey ve ailesinin
davranışları ve inançlarının da değerlendirilmesi önemlidir. Çünkü
yaşlı birey ve ailesinin ağrı beklentisi, etkili olan veya olmayan analjezik
ilaçlar, bağımlılığa ilişkin korkuları, tolerans veya analjezik yan etkilerine
ilişkin beklentiler analjeziklerin istekli olarak kullanılmasını
etkileyebilir. Son olarak yaşlı bireyin ve ailenin ağrı tedavileri
hakkındaki bilgileri değerlendirilmelidir (Larsen 2000, Luggen 2000).
Fizik Muayene
Yaşlı bireylerin ağrı değerlendirmesinde kapsamlı olarak kas
iskelet sistemi ve sinir sistemi muayenesi yapılmalıdır. Nörolojik
muayenede otonomik, duysal, nörolojik ve sinir yaralanmalarının
olduğunu gösteren motor defisit değerlendirilmelidir. Yaşlı bireyler akut
ağrı yaşıyorsa kan basıncı, kalp hızı ve solunum hızı değerlendirilmelidir.
Aynı zamanda yaşlı birey transfer sırasında, ayağa kaldırma veya
pozisyon değiştirme gibi aktivitelerde bulunurken gözlenmedir (Luggen
2000, Westley 2004).
135
Ağrı Değerlendirme Araçları
Basit Tanımlayıcı Ağrı Yoğunluk Skalası
(Simple Descriptive Pain Intensity Scale)
Ağrı yok
Hafif ağrı
Orta ağrı
Şiddetli
ağrı
Çok şiddetli ağrı
Kötü ağrı
0-10 Sayısal Ağrı Yoğunluk Skalas)
(0-10 Numeric Pain Intensity Scale )
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
Visual Analog Skala
(Visual Analog Scale)
Ağrı termometresi
(Pain Thermometer)
Ağrı yok
Yüz Ağrı Skalası
(Face Pain Scale)
Şekil 1: Ağrı Değerlendirme Araç Örnekleri
136
Ağrı mümkün olabilenin
en kötüsü
Ağrı değerlendirme araçları sağlık profesyonellerinin yaşlı bireyin
ifade ettiği ağrıyı objektif ve doğru olarak ölçmesini ve ağrıda herhangi
bir azalma veya değişme olup olmadığını belirlemesini sağlamaktadır.
Yaşlı bireylerin ağrı değerlendirmesinde, 0 ile 10 puan arasında
puanlanan, 0 puanın ağrının olmadığı, 10 puanın ağrının çok kötü
olduğunu gösteren Sayısal Ağrı Puanlama Skalası, Visual Analog Skala
“ağrı yok”, “ağrı az”, “ağrı çok”, “ağrı çok fazla” şeklinde ağrıyı
tanımlamak için kullanılan Basit Tanımlayıcı Ağrı Yoğunluk Skalası gibi
sözel tanımlayıcı ölçekler ve ağrı termometreleri, yüz ağrı ölçekleri
kullanılabilir (Şekil 1) (Gloth 2000, Luggen 2000, Tsai ve Chang 2004,
Westley 2004).
Bilişsel Bozukluğu Olan Yaşlı Bireylerde Ağrı Değerlendirmesi
Đletişim kurulamayan ve bilişsel rahatsızlığı olan bireylerde ağrı
varlığını gösteren non-verbal (sözsüz) davranışlar (örneğin; huzursuzluk,
ajitasyon, geri çekilme, ani göz hareketleri, sarsılma, sürtünme yerinde
duramama,yara veya alçı olan bölgeyi koruma,sıkı tutma, pozisyon
değiştirme, gergin vücut dili, eğik postür, sesli solunum), ses (örneğin;
inleme, ağlama, çığlık atma, bağırma, iç çekme, homurdanma gibi sürekli
ses çıkarma), yüz ifadeleri (örneğin; ağzı açarak kaş çatma, gözleri
sıkıca kapatma, dişleri sıkma, üzgün ifade,yüz ekşitme, alnı kırıştırma)
ve alışılmış aktivite ve davranışlarda değişiklik (örneğin; sinirlilik, bilinç
bulanıklığı, yorgunluk, anksiyete, dikkat dağınıklığı) gibi durumların
gözlenmesi gereklidir (Ardery ve ark. 2003).
GĐRĐŞĐMLER
Ağrı elle dokunma yoluyla azaltılabilir. Uygun vücut pozisyonu
sağlamak ve yaşlı bireyin rahat oturmasını sağlamak için yastık
kullanılabilir. Bireyin kendi kendine ağrısını hafifleten pozisyonu
alması sağlanmalıdır. Aktivite birçok yollarla bireye yardımcı olabilir.
Gaumer, aktivitesi az olan bireylerin aktivite yapmayı daha az tolere
edebildiklerini bildirmektedir. Hareketsiz olan bireyler hareketli olan
bireylere göre daha fazla acı ve ağrı yaşarlar. Aktivite yoluyla dikkati
başka yöne çekme, ağrısı olan bireyde davranış değişikliğine yardımcı
olabilir. Anksiyeteyi azaltan aktivitelerin de belirlenmesi önemlidir.
Aktiviteyle birlikte analjezik kullanımı gerekli olabilir. Ağrıya neden
olan aktiviteden 20-30 dakika önce ilaç verme veya aktivite sonrası ağrı
yaşama korkusunu azaltmak veya yok etmek için aktivite sırasında
analjezik kullanma bireyin aktivite kapasitesini büyük oranda arttıracaktır.
Hemşire bireyin vücudunun ağrıyla baş etme potansiyelini bilmeli ve
bu doğrultuda gerekli hemşirelik girişimlerini uygulamalıdır. Yaşlı
bireyin gün boyunca ağrı düzeyi, zamanı, tipi, aldığı ilaç dozu, ilaçların
etkisi, ilaçların etki süresini içeren bilgileri haftalık olarak kayıt etmesi
sağlanmalıdır. Bu tip bilgi hareketin düzenlemesi, uygun ilaçların
137
verilmesi, bireyin kendini bakımın bazı yönlerinde kontrolünün olduğunu
hissetmesini sağlar. Hemşirenin ağrının psikolojik kontrolünde yer
alması bireyi anlamasını ve destek sağlamasını, bireyi rahatlatan ve
ağrıyla baş etmesine yardımcı olan uygulamaları (biofeedback yöntemi
ve diğer alternatif tedavi yöntemler) öğrenmesini ve uygulamasını sağlar.
McCaffery bireye özgü ağrı tedavisi yapılırken ağrı şiddetlenmeden önce
ağrı kontrol yöntemlerinin kullanılmasını, hemşirelik bakım planı
hazırlarken bireyin ağrı kontrolünde etkili olan faktörlerin ve bireyin
ağrı tedavisine katılma becerisinin göz önünde bulundurulmasını,
bireyin ağrıyı nasıl tanımladığının dinlenilmesini, her bir bireyin farklı
ağrı tedavi yöntemlerine farklı yanıt gösterdiğinin farkında olunmasını
ve bireyin birden fazla ağrı tedavisi yöntemini kullanımı konusunda
cesaretlendirilmesini önermektedir (Ebersde ve Hess 1990).
AĞRI TEDAVĐSĐ
Yaşlı bireylerde ağrı tedavisinin genel prensipleri farmakolojik
tedavi ve non-farmakolojik yöntemleri içermektedir (Abrams ve ark
1995,Ardery ve ark. 2003).
FARMAKOLOJĐK TEDAVĐ
Yaşlı bireyler analjezikleri içeren birçok ilaç grubuna karşı tahmin
edilmeyen şekilde hassastırlar ve sık olarak yan etki yaşamaktadırlar.
Çünkü yaşlılık sürecine bağlı olarak ilaç emilimi, dağılımı, metabolize
olması ve atılımı etkilemektedir. Bireylerin ilaçlara karşı yanıtının sürekli
olarak değerlendirilmesini gerektiren değişikliklerde doz, doz aralıkları
veya reçete edilen ilacın düzenlenmesi gereklidir. Đlaç seçiminin ağrının
tipine ve yoğunluğuna bağlı olarak yapılmasının hatırlanması önemlidir
(Abrams ve ark. 1995, Ardery ve ark. 2003). Yaşlı bireylerin farmakolojik
tedavisi sırasında; uygun ilaç ve kısa etkili ilaçlar seçilmeli, tek dozluk
ilaç reçete edilmeli, tedaviye düşük dozlarla başlanmalı, doz kademeli
olarak arttırılmalı, ilaç kombinasyonlarının diğer yan etkileri bilinmelidir
(Abrams ve ark. 1995, Ebener 1999,Freedman 2002). Yaşlı bireylerde
non-steroidal antienflamatuar analjezikler (NSAA), opioid analjezikler
ve adjuvan analjezikler gibi farmakolojik tedaviler kullanılmaktadır
(Abrams ve ark. 1995, Luggen 2000, Freedman 2002, Westley 2004).
Hafif Analjezikler
Hafif analjezikler ağrı tedavisinde ilk yaklaşım olarak kullanılmaktadır.
Acetominofen, ibuprofen, naproksen hafif analjezik grubunda yer alan
ilaçlardır. Bu ilaçlar lokal düzeyde ağrı algısını baskılayarak ağrıyı
bloke eder. Bu grup ilaçları kullanan yaşlı bireylerin sürekli olarak
izlenmesi gereklidir. Acetominofen yaşlı bireyler tarafından iyi tolere
edilir ve trombosit fonksiyonlarını etkilemez. Hafif veya orta düzeyde
138
ağrıyı azaltmak için bu ilaç kullanılmaktadır. Böbrek üzerindeki olumsuz
etkisini azaltmak için uzun süreli kullanımından sakınılmalıdır. Çünkü
bu ilaç böbrekler tarafından atılmakta ve böbreklerde toksik düzeyde
birikebilmektedir. Acetominofen aspirin kadar analjezik ve antipretik
etki göstermekle birlikte antienflamatuar etkisi daha azdır. Acetominofen
gastrik ve renal sorunlara neden olmamasına karşın alkol kullanım
öyküsü olan bireylerde hepatik toksisiteye yol açabilir (Abrams ve ark.
1995, Luggen 2000, Helme 2001, AGS Panel 2002, Rao ve Cohen 2004).
Non-steroid antienflamatuar ilaçlar özellikle malignant metastasa bağlı
hafif veya orta düzeyde artrit ve kemik ağrısını tedavi etmede yararlıdır.
NSAA yaşlı bireylerde mide ülseri, böbrek yetmezliği ve kanamaya
eğilim gibi çeşitli yan etkilere neden olmaktadır. NSAA bağlı en önemli
şikayet hazımsızlıktır. Hazımsızlık antiasid kullanımıyla azaltılabilir
veya yemek yeme zamanı ilaç alımına göre ayarlanabilir (Abrams ve ark
1995, Luggen 2000, AGS Panel 2002). Bununla birlikte sağlık bakım
ekibi NSAA kullanımına bağlı olarak herhangi bir semptom olmasa bile
gastrik iritasyona yol açabileceğini unutmamalıdır. Ciddi ülserasyon
perforasyona ve ciddi kanamaya neden olabilir. Yaşlı bireyin ilaca karşı
yanıtı yakından değerlendirilmelidir. Anormal böbrek fonksiyonu, ülser
ve kanama öyküsü olan yaşlı bireylerde yüksek doz uzun süreli NSAA
kullanımından sakınılmalıdır (Luggen 2000, Helme 2001).
Opioid Analjezikler
Hafif veya orta düzeyde ağrısı olan yaşlı bireyler hafif düzeydeki
ağrı kesicilerle tedavi edilemiyorsa opioid ilaç kullanımı düşünülmelidir.
Yarılanma ömrü uzun olan opioid ilaç kullanan yaşlı bireylerde sorun
görülme olasılığı artmaktadır. Yarılanma ömrü uzun olan ilaçların
plazma düzeyi ilaç alındıktan sonraki birkaç hafta içinde yavaş olarak
azalır. Bu nedenle yarılanma ömrü uzun olan ilaçların yarılanma ömrü
kısa olan ilaçlara göre toksisite riski daha yüksektir. Transdermal fentanyl
yaşlı bireylere cazip gelen alternatif bir opioidtir. Fentanyl bir bant ile
subkutan olarak verilmekte ve 72 saat süreyle etki göstermektedir. Etki
süresi yaşlı bireylerde daha uzun olabilir. Transdermal fentanyl yaşlı
bireylerde dikkatli bir şekilde kullanılmalıdır. Sürekli ağrısı olan yaşlı
bireylerde kullanılması yararlı olabilir. Đlaç tedavisinin basitleştirilmesi
gereken, ağızdan ilaç alamayan yaşlı bireylerde trandermal ilaç
kullanımı yararlı olabilir (Abrams ve ark. 1995, AGS Panel 2002)
Yan Etkiler
Opioid ilaç kullanımına bağlı olarak en sık görülen yan etkiler;
bulantı, kusma, ve özellikle prostatik hipertrofisi olan bireylerde idrar
retansiyonudur. Yaşlı bireyler ilaçların dağılım ve atılımındaki
değişiklikler nedeniyle sedasyon ve solunum depresyonu bakımından
daha hassastırlar. Bu özellikle hiç opioid kullanmamış yaşlı bireylerde
daha yaygın olarak görülmektedir (Fine 2004). Konstipasyon, opioid
139
kullanan yaşlı bireylerde en sık görülen sorunlardan biridir, çünkü
yaşlı bireylerin çoğu daha önceden barsak sorunları yaşamaktadırlar.
Opioid kullanmaya başlayan yaşlı bireylerin dışkı yumuşatıcı veya
laksatif kullanımı, yüksek lifli gıda alımı gibi alışkanlıklarının dikkatli
olarak değerlendirmesi gereklidir. Sağlık bakım ekibi yaşlı birey ve
ailesine
konstipasyon
oluşumu
beklemektense
konstipasyonu
önlemenin önemli olduğunu açıklamalıdır. Opioid kullanan yaşlı
bireylerde konstipasyonu önlemek için; sıvı alımı arttırılmalı,
beslenmesi düzenlenmeli, yüksek lifli gıdalar eklenmeli, aktivite düzeyi
sürdürülmeli veya arttırılmalı ve dışkı yumuşatmak için laksatif ilaçlar
verilmelidir (Luggen 2000, Helme 2001).
Bulantı-kusma opioid kullanımından birkaç gün sonra ortaya
çıkmasına karşın, bu yan etkileri tedavi etmede koruyucu önlemlerin
alınması önemlidir. Yaşlı bireylerde bulantı ve kusmayı kontrol altında
tutmak için antiemetik kullanımı değerlendirilmelidir. Hemşire antiemetik
ilaç kullanımına bağlı olarak sedasyon meydana gelebileceği konusunda
yaşlı birey ve ailesine bilgi vermelidir. Bulantı opioid kullanımına
başladıktan sonra 3 gün devam ediyorsa yeni opioid ilaçlar başlanmalıdır
(Luggen 2000, Fine 2004).
Opiod kullanımına başlayan yaşlı bireylerde sedasyon ve bilişsel
fonksiyonlarda bozulma görülebilir. Sedasyon genellikle 1-3 gün içinde
azalır. Eğer sedasyon geçmezse mutlaka sağlık bakım ekibine haber
verilmelidir. Sedasyon geçmeyen ağrı nedeniyle meydana gelen uyku
bozukluklarına bağlı olabilir. Hemşire yetersiz ağrı tedavisine bağlı
olarak bireyde sedasyon meydana gelebileceğini unutmamalı ve özelikle
hızlı, yüksek dozda ilaç kullanan hastalarda solunum depresyonunu
(Dakika da 8 den az solunum, oksijen saturasyonun %90’nın altında
olması) izlemelidir (Luggen 2000).
Adjuvan Đlaçlar
Adjuvan ilaçlar analjezik özelliği olmayan belli kronik ağrı tiplerini
tedavi etmeyi sağlayan ilaçlar olarak tanımlanmaktadır. Adjuvan ilaçlar;
antikonvulsanlar, antidepresanlar ve bazı sedatif ilaçlardır. Depresyon
ve ruhsal sorunların tedavisi ağrı tedavisinin daha etkili olmasını
sağlayabilir. Genellikle nöbet tedavisinde kullanılan antikonvulsan
ilaçlar postherpetik nevralji, diyabetik nöropati ve fantom eklem ağrısı
gibi durumları kontrol altına almada yararlı olmaktadır. Antikonvulsan
ilaçlar kan hücre yapısında bozulmaya neden olduğu için kan değerlerinin
düzenli olarak değerlendirilmesi gereklidir. Bazı sedatifler ve tranklizan
ilaçlar yaşlı bireylerde konfüzyon artışına ve kontipasyona neden olabilir.
Bu ilaçları kullanan yaşlı bireylerin izlenmesi gereklidir. Trisiklik
antidepresanların nöropatik ağrı tedavisinde yararlı olduğu bildirilirken
kas-iskelet ağrı tedavisindeyse yararlı olduğu belirtilmemektedir. Trisiklik
antidepresanlar konstipasyon, bulanık görme, ağız kuruluğu, idrar
140
retansiyonu ve sedasyona neden olabilir , glokom ve bening prostat
hipertrofisi olan bireylerde kullanılmamalıdır. Çünkü aritmi, bilişsel
değişiklikler, ortostatik hipotansiyon ve düşmelere neden olabilir. Tedavide
kullanılan diğer adjuvan ilaçlar antihistaminikler ve kafein gibi stimulanlar
ve sadece kısa süreli tedaviler için kullanılan kortikosteroidlerdir (Gloth
2000, Luggen 2000). Hemşirenin ağrı tedavisi nedeniyle adjuvan ilaç
kullanımı başlanan hasta ve ailesini bu ilaçlar hakkında bilgilendirmesi
önemlidir. Klinik deneyimler adjuvan ilaç tedavisi başlanan bireylerin
analjezik ilaç kullanımına devam etmediğini göstermektedir. Tüm
analjezik ilaçlarla birlikte hemşire yaşlı bireyin ağrısını ve adjuvan
ilaçların yan etkilerini değerlendirmelidir (Luggen 2000).
NON-FARMAKOLOJĐK YÖNTEMLER
Farmakolojik ve non-farmakolojik ağrı tedavilerinin birlikte kullanımı
yaşlı bireylerde etkili olmaktadır. Bireysel olarak ilaçsız tedavilerin çoğu
sadece hafif düzeydeki ağrılarda etkili olmaktadır. Orta düzeyde ağrıda
ilaç tedavisi diğer tedavileri tamamlayacak şekilde kullanılmalıdır. Tüm
tedavi seçeneklerine karşı bireyin yanıtı değerlendirilmelidir. Farklı
alternatif tedaviler fiziksel ve bilişsel/davranışsal olarak sınıflandırılabilir
(Ebener 1999, Luggen 2000).
Fiziksel Yöntemler
Fiziksel yöntemler sıcak ve soğuk gibi deri uyarımı, masaj,
akupunktur ve sinir stimulasyonu gibi yöntemlerdir (Luggen 2000).
Sıcak ve soğuk uygulama: Sıcak uygulama ağrı ve rahatsızlığı
azaltmada yararlıdır. Sıcak deri yüzeyindeki dokularda kan akımını
oksijen ve besin dağılımını arttırır, kas elastisitesini arttırarak eklem
sertliğini azaltır. Sıcak uygulama sıcak su şişesi, sıcak pedler, elektrikli
battaniyeler ve ısıtıcı lambalar kullanılarak yapılabilir. Uzun süreli bu
yöntemleri kullanan yaşlı bireylerde termal yanıkları önlemek için birey
ve yakınları bu konuda bilgilendirilmelidir. Soğuk uygulama
enflamasyon ve ödemi azaltır, özellikle düşme gibi akut yaralanmadan
sonraki ağrıyı azaltır. Sıcak uygulamayla iyileşmeyen kas spasmını
azaltır. Soğuk uygulama buz paketleri, kompres, ıslak bez ve
battaniyelerle yapılabilir. Yaşlı bireyler ağrıyı azaltmak için genellikle
sıcak ve soğuk uygulama yöntemlerini kullanırlar (Luggen 2000).
Masaj: Dokunmanın pek çok şekli yaşlı bireylerin ağrı tedavisinde
yararlı olabilir. Masaj, ovma veya yoğurma gibi derin basınç şeklinde
veya okşama ve yumuşak bir şekilde yapılabilir. Kemik metastazı veya
osteoporotik kemik hastalığı olan bireylerde dikkatli uygulanmalıdır
(Luggen 2000, Ardery ve ark. 2003). Egzersiz; Egzersiz veya fizik tedavi
eklem sertliğini önler, eklem fonksiyonlarını korur, kas spasmını
iyileştirir ve bireyin iyilik hissini arttırır. Fiziksel terapi başlamadan
141
önce bireyin tıbbi yönden değerlendirilmesi gereklidir. Çoğu bireyin
terapi başlamadan önce kısa süre analjezik kullanması gerekli olabilir
(Luggen 2000, Helme 2001). Akupressure/Akupunktur; Akupunktur
vücudun belli bölgesine elle veya elektriksel uyarıyla iğne takılmasıdır.
Akupressure akupunktur noktalarına elle basınç uygulanmasıdır. Bu
hemşirelerin eğitim almadan yapabileceği bir tedavi değildir, ulusal
sertifikalı sağlık ekibi tarafından yapılmalıdır (Luggen 2000).
Transkutanöz Elektriksel Sinir Uyarımı (TESU/TENS); TENS
tedavisinin yaşlı bireylerdeki ağrı tedavisinde yararlı olduğu
belirlenmiştir. Birey deri üzerindeki elektrotlar yardımıyla gerektiğinde
elektriksel uyarıyı arttırabilir veya azaltabilir. TENS diyabetiklerdeki
nöropatik ağrı, spinal ağrı ve nevralji tedavisinde yararlıdır (Luggen
2000, Helme 2001, Ardery ve ark. 2003). Perkutan Elektriksel Sinir
Uyarımı (PESU/PENS); PENS tedavisinde ağrıyı azaltmak için uyarı
veren temiz sert akupunktur gibi iğne probları kullanılır. PENS tedavisinin
osteoartritte yararlı olduğu söylenmesine karşın yaşlı bireylerde bu
konuya ilişkin çalışmalar bulunmamaktadır (Luggen 2000).
Bilişsel ve Davranışsal Tedaviler
Bu ağrı tedavi yöntemleri ağrı algısını, ağrı davranışını değiştirmekte
ve bireyin ağrı üzerindeki kontrol hissini arttırmaktadır. Bu tedavi
yöntemleri negatif düşünce ve davranışların değiştirilmesine neden
olmaktadır. Hemşireler bireylerin positif davranış ve duygular geliştirmesini sağlayan yeni becerileri öğretebilirler. Uyumsuz davranışları,
deprese olan ve başa çıkma becerileri yetersiz olan bireyler ruhsal
sağlık uzmanlarına veya ağrı kliniklerine yönlendirilirler. Aşağıda
hemşirelerin bireylere yönelik kullanabileceği bilişsel/davranışsal
tedaviler yer almaktadır (Luggen 2000).
Kendi kendine telkinde bulunma; Kendi kendine telkinde
bulunma kısa süreli akut ağrılarda bireyin kendi kendine
konuşmasıdır. “Yarın iyi olacak” şeklinde bazı cümlelerle birey kendi
kendine telkinde bulunabilir (Luggen 2000). Meditasyon; Meditasyon
sessiz bir ortamda sakin zihinsel iyiliği sağlamak için bir kelime veya
nesneye odaklanmaktır. Birey yavaşça nefes alır ve huzur veren
kelimeye odaklanarak nefesini yavaşça verir (Luggen 2000). Hayal
kurma; Hayal kurma bireyin zihninde canlı bir resim canlandırarak
sağlanan mutluluk ve huzur olarak ifade edilmektedir. Bu resim bir
güneş, canlı bir orman veya güneşin doğuşu sırasındaki dalgalar
olabilir. Bu resim geçmişe ait şeyleri anımsamak olabilir (Luggen 2000,
Ardery ve ark. 2003). Progresif gevşeme; Progresif gevşeme sırasıyla
değişik kas gruplarına kasılma ve gevşeme yaptırmaktır ve genellikle
bu uygulama yatağa uzanarak, sakin ve karanlık bir ortamda
yapılmalıdır. Đşlem sırasında hafif müzik veya gevşeme kasetleri
kullanılabilir (Luggen 2000). Dikkati başka yöne çekme; Dikkati
142
başka yöne çekme ağrıyı zihinden uzaklaştıran her şeydir. Radyo,
televizyon, video izleme, müzik dinleme, oyun veya puzzle oynama,
kitap okuma veya bir şey izleme gibi aktiviteler dikkati başka yöne
çekmede kullanılan yöntemlerdir. Bu yöntem sadece hafif düzeydeki
ağrı da kullanılmaktadır (Luggen 2000, Ardery ve ark. 2003). Müzik
tedavisi; Müzik tedavisi yukarıda belirtilen tedavilerle birlikte
kullanılabilir. Müzik tedavisi yaşlı bireylerin klinik alanlarda yaygın
olarak kullandığı bir tedavidir (Luggen 2000). Eğitim; Eğitim bireyin
ağrı ve ağrı algılamasında bilişsel rol hakkında bireyleri bilgilendirdiği
bilişsel tedavidir. Bireyler ağrıyı azaltma yöntemlerini öğrenirler ve ağrı
ve rahatsızlık durumlarını kayıt ederler. Hemşire ağrıya eşlik eden
faktörler hakkında bireyleri bilgilendirir (Luggen 2000). Hipnoz; Hipnoz
yoğun şekilde konsantre olma, hayal kurma ve solunum egzersizleri
gibi diğer bilişsel yöntemleri içermektedir. Kendi kendine hipnoz\hayal
kurma rahat bir durumda gözleri kapatarak, ve bir şeyin rengini
biçimini hayal ederek başlar. Daha sonra ağrı boş bir alana doğru
gönderilir. Son olarak gözler açılır (Luggen 2000).
KAYNAKLAR
1. Abrams WB, Beers MM, Berkow R (1995). Pain, The Merck Manual of Geriatrics,
Second Edition, 125-153.
2. AGS Panel (2002). The management of persistent pain in older patients, J Am.
Geriatr Soc. 50(6): 205-224.
3. Ardery G, Herr KA, Titler MG, Sorofman BA, Schmitt MB (2003). Assessing and
managing acute pain in older adults: A research base to guide practice, MedSurg
Nurs. 12(1): 7-18.
4. Ebener MK (1999). Older Adults living chronic pain:An opportunity for improvement,
Journal Of Nursing Care Quality, 13(4): 1-7.
5. Ebersde P, Hess P (1990). Toward healty aging, Human Needs And Nursing
Response, Mosby Company, Third. Edition, 222-232.
6. Fine PG (2004). Pharmacological management of persistent pain in older patients,
Clin J Pain, 20(4): 220-226.
7. Freedman G (2002). Chronic pain, clinical management of common causes of
geriatric pain, Geriatrics 2002; 57(5): 36-41.
8. Gloth FM (2000). Geriatric pain, factor that limit pain relief and increase
complications, Geriatrics, 55(10): 46-54.
9. Helme RD (2001). Chronic pain management in older people, European Journal Of
Pain, 5: 31-36.
10. Larsen PD (2000). Effective pain management in older patients, AORN Journal 71(1):
205-208.
11. Luggen AS (2000). Pain, Lueckenotte AG,(Ed), Gerontologic Nursing, Second Edition,
Mosby, 281-301.
143
12. Rao A, Cohen HJ (2004). Symptom management in the elderly cancer patients:
fatigue, pain, and depression, Journal Of The National Cancer Institute Monographs
,32: 150-157
13. Tsai PF, Chang JY (2004). Assessment of pain in elders with dementia, Medsurg
Nurs, 13(6): 364-390.
14. Westley C (2004). Pain, geriatric self learning module, Medsurg Nursing 2004; 13(6):
399-404.
144
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 145-158, 2007
BAĞLANMA SÜRECĐ: RUH SAĞLIĞI AÇISINDAN LĐTERATÜRÜN
GÖZDEN GEÇĐRĐLMESĐ
ATTACHMENT PROCESS: REVĐEW OF THE LĐTERATURE IN TERMS OF
MENTAL HEALTH
Gülseren KESKĐN*
Olcay ÇAM**
*Ege Üniversitesi Atatürk Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu
** Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
Anahtar Sözcükler: Bağlanma, Bağlanma süreci, Ruh sağlığı
Key Words: Attachment, Attachment process, Mental health
ÖZET
Bu yazıda bağlanma kuramı, anne–bebek arasındaki bağlanma, bağlanma
stilleri, çocuk ve ergen bağlanmasında ebeveynin rolü, bağlanma ile ilgili
psikopatolojik bozukluklar, yetişkin bağlanması ile ilgili araştırmalar gözden
geçirilmiştir. “PubMed” ve “ScienceDirect” tıbbi arama motorları kullanılarak,
özellikle 1985-2004 yılları arasında yayımlanan makaleler öncelikli olarak
değerlendirilmeye alınmıştır. Bebeklik döneminde duygusal gelişimin sağlıklı
olabilmesinde anahtar rolü ana-baba oynamaktadır. Bebeklikteki bağlanma
kavramı; anne-baba yada birincil bakım verenlere olumlu tepkilerin verilmesi,
bu kişilere yönelme, arama, bağlanılan kişinin varlığının duyumsanmasına eş
zamanlı olarak rahatlama duygusunun eşlik etmesi gibi duygu ve davranış
örüntülerinin tümünü kapsamaktadır. Bağlanma bebekle birincil bakım veren
kişi arasında gelişen ve bebekte güven duygusunu yerleştiren güçlü bir bağdır.
Bağlanma kuramı bebek psikolojisini temel almasına rağmen ergenleri
anlamak için de kullanılmıştır. Bebeklik döneminde yaşanan patolojik
bağlanma örüntülerinin gelecekteki ilişkiler üzerindeki etkisi günümüzde
önemini koruyan bir konu niteliğindedir. Çocukluk ve ergenlik döneminde
ortaya çıkan birçok psikopatolojinin kaynağı, bebeğin birincil bakıcısı ile olan
ilişkisinin niteliği ile yakından ilişkilidir. Sonuç olarak, bağlanma kuramı
psikiyatrik yaklaşıma ve klinik uygulamalara farklı bir alt yapı oluşturur. Bu
durum doğumdan yetişkinlik sürecine kadar bireysel gelişim, bağlanma süreci,
davranışsal gelişim sürecinin dikkate alınmasını gereğini vurgular. Böylece bu
yaklaşımla bağlanma ile ilgili bozuklukların çözümüne olanak sağlanmış olur.
SUMMARY
This article reviews literature on attachment theory, process of motherinfant attachment, attachment styles, role of parent on child and adolescent
attachment, attachment related psychopathological disorder, adult attachment.
Articles, published in 1985-2004 and searched via “PubMed” and “ScienceDirect”
145
medical search engines, are primarily included in the review. Parents play a key
role in the emotional development of infants. Attachment concept in infancy
consists of many affectional and behavioral patterns of positive reactions to
parents or primary caregivers, seeking and preference of them, sense of pleasure
in the presence of primary caregivers. Attachment is the strong emotional bond
that develops between infant and caregiver, providing the infant with emotional
security. Attachment theory is central in infant psychology but is also more and
more used to understand adolescent's vulnerability.. Effect of pathological
attachment process in infancy on future relationships is still a popular reseach
topic todays. The main cause of many psychopathologies in childhood and
adolescence related to the quality of infant-caregiver relationship. Hence
attachment theory drawing up a new concepts to psychiatric aproach and clinical
practice. Indeed, this concept permits to take into account in a combined manner
individual development, processes of attachment, and behaviour adjustments,
from birth throughout adulthood. So thıs aproach give a permission to solution of
related to attachment disorder.
GĐRĐŞ
Erken çocukluk döneminde ana baba-çocuk ilişkilerinin kişinin
gelişimini, diğer insanlarla ilişkilerini ve psikolojik uyumunu etkilediği
konusunda genel bir kabul vardır. Bu kabule götüren ilk ve en önemli
kanıtlar Bowlby’nin çocuğa temel bakım veren kişi ile çocuk arasında
kurulan sosyal bağın (attachment-bağlanma) normal gelişim için
oldukça önemli olduğunu gösteren araştırma sonuçlarıdır (Crockenberg
ve ark. 1993)
Tanım olarak bağlanma biçimi, yaşamın erken döneminde
belirlendiği ve süreklilik gösterdiği düşünülen bireyin diğer insanlarla
ilişki kurma örüntüsüdür. Bağlanma kuramcılarına göre bağlanma
biçemi süt çocukluğu döneminde güvenli ya da güvensiz olarak bir kez
belirlendikten sonra yaşam boyunca süreklilik gösterir (Bowlby 1988).
Zeanah ve arkadaşları (1997), bağlanma ilişkisinin niteliğinin
anne ile bebek arasındaki ilişki tarzı ile şekillendiğini belirtmişlerdir.
Anne-bebek ilişkisindeki ilk süreç, açlık ve susuzluk gibi fizyolojik
ihtiyaçların karşılanmasıdır. Bunun ardından, annenin bebeği ile
geçirdiği zaman dilimi ve bu zaman dilimini nasıl kullandığı önem
kazanmaktadır. Bebeğin sosyal ve duygusal açıdan gelişebilmesinde,
mevcut bağın kuvvetlenmesinde annenin duyarlılığı önemlidir (Demulder
ve ark 2000, Denham 1994, Isabella 1993). Anne çocuk ilişkisinde
gerek anne gerekse de bebek birbirlerinin duygularına cevap verdikleri
oranda aralarındaki duygusal iletişimin kalitesi artmaktadır (Isabella,
Belsky 1985, Isabella 1993).
Bağlanma davranışının oluşmasında bebeğin uyaranları sosyal
olarak algılayıp yanıtlaması ilk başlarda ayrışmamış ve özgül olarak
anneye yönelmemiştir. Bağlanmanın gelişmesini, anneden ayrılma
engeller (Bowlby 1988, Cook 2000). Annenin ya da bağlanılacak kişinin
146
bebekle ilişki içinde olmaması, (izolasyon) sonucu bağlanma birlikte
oluşamaz. Bebeği ile ilişki kuramayan annelerin; zeka düzeyi düşük ya
da duygusal olarak olgunlaşmamış kişiler oldukları gözlenmiştir
(Ainsworth 1989, Ainsworth 1997). Bağlanma sürecinin iyi bir şekilde
geliştiği durumlarda; bireylerin ilerleyen yaşamında, aile ve iş
yaşamlarındaki doyum düzeyleri de artmaktadır.
Anne-Bebek Arasında Bağlanmanın Gelişimi
Preverbal dönem öncesinde erişkin-bebek arasındaki iletişiminin
ana kaynağını duygular oluşturur. Bebek, doğumu ile annenin uygusal
alanın en önemli üyesi olur. Bu üyelik doğum öncesinde başlamıştır,
doğumla birlikte doruğa ulaşır. Bebek bu duygusal alan içinde büyür
ve anneye bağlanır (Ainsworth 1997). Doğum sonrası anne ve çocuk
arasında güvene dayanan bir ilişki oluşur. Anne-bebek arasındaki
güvenli ilişki baba ve kardeşlerin katılımı ile güçlenmektedir. Bu sosyal
desteğin niceliği ve niteliğiyle anne-bebek bağlanması arasında kuvvetli
ilişkinin olduğu bildirilmektedir (Lowinger ve ark 1995, Waters ve ark
2000). Bebekle ilişkide bu derin memnuniyet duyguları ebeveynler
tarafından bebeği kabullenme durumunun en üst düzeye ulaşması için
temeldir. Bebeğe özel bir sevgi hissetmek ve anne/baba rolünün iyi bir
şekilde yerine getirilmesi bağlanmaya doğru duygusal bir atmosfer
yaratır. Bebeğe yönelen annelik/babalık davranışları, bebeğin kendisine
değer verme duygusunun gelişmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Anne bağlanma süreci içinde: öğretebilen, bebeğin kendini tanımasında
"ayna" görevi üstlenen, beslenme ve yıkama gibi teke tek ilişkide duyarlı
ve işbirliğine yönelik görevler üstlenen bir kişi olarak tanımlanır. Erken
dönemde, doğumdan hemen sonra çıplak olarak bebeğin kucağa alınması
ile annenin bebekle ten temasının olması, bağlanma duygusunu artırır.
Böylece dokunma duygusu ile bebeğin dış dünyayı algılaması da
kolaylaşmaktadır (Troy 1995). Dokunma, anne-bebek ilişkisini artırır.
Bebekle göz-göze ve ten-tene temas yakınlaşmanın önemli bir parçasıdır.
Bebek bu dönemden itibaren bakıcısına gülümsemekte, uzun süreli göz
ilişkisi kurmakta ve diğer insanlara göre ona daha fazla ses
çıkartmaktadır. Onun yanında kendisini daha rahat hissetmektedir.
Anne/babanın anne/baba rolünü kabullenmesi, bebeğin gereksinimlerini
tanıması ve uygun bir şekilde karşılaması ile bağlanma gelişir. Ancak
anne/babalar bebeklerinin gereksinimlerinin kendilerinden farklı
olduğunun farkına vararak bebeğin bireyselleşmesine izin verirler.
(Kenny, Gallagher 2002). Bağlanma oluşabilmesi için bebeğin anneyi
diğerlerinden ayırt edebilmesi, nesne sürekliliğinin ve sembolik oyun
yetisinin (oyunda nesneleri ve kişileri simgesel olarak temsil edebilme)
olması gerektiği düşünülmektedir (Pehlivantürk 2004).
Yaşamın ilk iki yılını kapsayan bağlanma süreci dönemlere
ayrıldığında; doğumdan 8-12 haftaya kadar uzanan ilk dönem
bağlanma öncesi dönem olarak ifade edilir. Bu süreç içinde bebek
147
anneye yönelmiştir, annenin uyaranlarıyla hareketlenir. Çevresindeki
kişilere yönelme davranışı gösterir ancak kişileri ayırt edebilme yetisi
yoktur ya da çok kısıtlıdır (Haight ve ark 2003, Joseph 1992).
Bağlanmanın ilk işaretlerinin ortaya çıktığı ikinci dönem 8-12 haftadan
6. aya kadar uzar. Bu dönemde bebek anneyi yabancılardan ayırt etmeye
ve dikkatini daha çok anneye yönlendirmeye başlar. Bağlanmanın tam
olarak gözlendiği 3. dönem 6-24 aylar arasıdır. Altıncı aydan itibaren
"Ayrılma-Bireyselleşme" dönemi başlar. Bu süreçte iki ana gelişimsel
süreç yaşanır. Birincisi; intrapsişik otonominin, algılamanın ,belleğin
ve gerçeği değerlendirmenin evrimi olan bireyselleşme ile farklılaşma,
uzaklaşma ve mesafe koyma, sınır oluşumuyla birlikte, anneyle
bağların çözülmesini içeren ayrılmadır. Bu dönemin başlangıcında
bebeğin anneyle bedeninin daha fazla farkındalığını içeren bir ilişki
kurmaya başlaması dikkat çeker. Bebek bedenini annenin kucağına
göre biçimlendirir. Bedeni ile annenin bedeni arasındaki mesafeyi
ayarlama becerisini geliştirir. Bebek sosyal gülümseme de edinir.
Mahler'e göre, çocuğun sağlıklı olması için anneden ayrılması, kopması
gerekmektedir. Bu dönemde bağlanma davranışı yakınlık arayışı ile
kendini gösterir ve küçük çocuklarda bağlanılan kişilerden ayrılma ile
belirginleşir. Çocuğun bireyselleşip anneden ayrılabilmesi de, ancak
ona güvenli bağlanabilmiş olabilmesi ile olanaklıdır (Ainsworth 1997).
Bu sürede bebek anneden ayrıldığında ağlar, huzursuzluk işaretleri
gösterir, annenin dönmesi ile birlikte veya annenin dönüşünden emin
olduğunda ağlama sonlanır. Bu dönemin ardından çocuk yaşamında
gerek birincil bakıcısıyla gerekse de diğer insanlarla geliştireceği
karmaşık yapıdaki ilişkilere girer (Isabella, Belsky 1985). Sekizinci ayla
birlikte bebekler çevrelerindeki ilişki örüntülerini anlamlandırmaya
başlarlar. Bu dönemde, bebek gerçek ve belirgin bir objeye yönelmektedir.
Bu ay öncesinde anne bebek için çok önemli değilken, sekizinci aydan
itibaren bağlanma ilişkisiyle bebek çok geniş yelpazede olan sosyal
ilişkilerini sınırlandırmaktadır. Artık bebek ilgisini tüm ihtiyaçlarını
karşılayan kişiye yöneltmektedir. Bu dönemden itibaren bebekler
yabancı kişilerle karşılaştıklarında korku, kaygı ya da kaçma
davranışlarında bulunurlar (Haight ve ark 2003, Joseph 1992). 25’ nci
aydan sonra anneden bağımsızlaşarak birey olma yolunda ilerleyen
çocuğun annesiyle geliştirdiği ilişkide çeşitli zorluklar yaşanır.
Bağlanma için gerekli olan anne-bebek arasındaki sürecin
özellikleri şunlardır (Ainsworth 1989, Bowlby 1988);
a. Erken ikili ilişki (memelilerde ve kuşlarda olduğu gibi) bebek
annesi ile çok erken dönemde ilişki içine girer. Bu durum yaklaşık yedi
ay civarında ortaya çıkan birincil bağlanma ilişkisidir ve süreklilik
özelliği taşır.
b. Đlk sosyal nesne olan annenin duyarlı ve etkileşimsel
özellikleri: Anne, bebeğin çevresini davranışlarının gelişebileceği temel
148
alan durumuna getirir. Bu temel alan bebeğin ruhsal gelişmesini
yapacağı, isteklerinin karşılandığı, ona uygun koşulların bulunduğu
alandır.Anne, bebek için bu temel alanı hazırlar ve bebek bu temel
alanda ruhsal gelişmesini yapar, onun isteklerini karşılar, ona uygun
koşullar bulur.
c. Erken dönemde ben ve diğeri ayrışması: Bağlanmanın getirdiği
birliktelik içinde bebeğin bağımsız davranmayı denemesi için uygun
koşulların sağlanması ve bu denemelere olanak sağlanması anlamını
taşır.
d. Erken güvenli tutumun oluşması : 12’ nci ay sırasında
hareketlenme (emekleme-yürüme) ile başlar. Ancak bu özellik
hareketlilik öncesinde bilişsel düzeyde ortaya çıkar. Evin alansal olarak
tanınması, annenin özgül davranışlarını bekleme, annenin bebeğin
uyarılarına yanıt vermesi ve annenin oyunlarında bebek tarafından
kullanılmasını ifade eder.
e. Ayrılık protestosu: 12-30’ ncu aylar arasında gözlenir. Daha
erken dönemlerde de saptanabilir.Anneden ayrılma ile birlikte ikili
ilişkinin bozulmasını taşıyamama, ikili ilişkiyi oluşturmak için anneyi
ilişkiye davet etmeyi ifade eder. Diğer bir deyimle ilişkinin
bozulduğunun farkına varılması ile çevreyi, anlık kopmuş, bozulmuş
ilişkiyi onarmak için uyarma girişimidir. Ayrılık bebek için
dayanılmazdır. Ayrılmanın yerine bir başkasının konulması için
‘yakınlık arayışı’ içine girer. Ayrılık durumlarında ‘ayrılık protestosu’
ortaya çıkar, bağlanılana yönelinir. Bağlanılan nesnenin kaybolmasına
dayanılamaz ve bu durum protestoya yol açar.
f- Güvenli-temel tutumun pekişmesi.Birinci yaşta tutum belirginleşmiştir. Đkinci yaşta ayrılık protestosu zayıflar, üçüncü yaşta diğer
kişiye, amaca yönelik yönelme vardır. Bağlanma güveni doğurur. Böylece
bebek araştırıcı davranışta bulunur. Bağlanma olmadan araştırıcı
davranış oluşmaz.
g- Diğer kişilerle ilişkinin olgunlaşması. Güvenli tutumun anneden
ayrı başka kişilere aktarılması ve aktarılan kişiden güvenli yanıtın
alınmasıdır. Đlk bağlanılan ile kurulmuş olan etkileşimin belirlediği
içsel bir çalışma modelidir. Kurulan içsel çalışma modeli dış dünya ile
kurulacak olan ilişki modelini oluşturur.
h- Güvenli-temel tutumun anneden ayrı başka kişilere aktarılması.
Bağımsızlaşmaya eş zamanlı olarak iletişim ve denetim görevleri ile
birlikte olgunlaşmadan söz edilebilir. Bağlanma bebeklik ya da
çocukluk ile sınırlı değildir. Yaşam boyu sürer. Bağımlılıktan ayrılığa,
tam bağımlılıktan "Olgun bağımlılığa" ulaşılır (Ainsworth 1989, Bowlby
1988, Tyrrell, Dozier 1999). Bebeklikte atılan tohumlar, çocuk
büyüdükçe, diğer insanlarla yaşananlar tarafından da gelişerek, birey
olma ile ait olma arasındaki hassas denge kurularak devam eder.
149
Bağlanma ve Sosyal Gelişim
Bağlanma bir sosyal davranış çeşididir. Bowlby bağlanmayı çocuk
gelişiminin erken döneminde aramıştır (Bowlby 1988).Doğumdan
yaklaşık dört ay sonra yetişkinlerden farklı olarak bebek güvenli
bağlanma figürü olarak öncelikle anneyi tercih etmektedir.Üç yaşının
başlarında güvenli bağlanan çocuk öğretmeninin ve diğer insanların
yanında kendini rahat ifade etmeye başlar.Bu dönemde ikincil
bağlanma figürü öğretmeni ya da ona yakın olan bir başka kişi
olmuştur
Bağlanma sistemi, bebeklerin bakıcıları ile ilişkileri temelinde
gözlenen üç davranış örüntüsü ile tanımlanabilir: ilki; yakınlığı arama,
yakınlığı koruma ve ayrılığı protesto etme, ikincisi keşfetme etkinlikleri
için bakıcıyı “güvence üssü” olarak kullanma ve son olarak, destek ve
güvenlik için bakıcıyı “güvenli sığınak” olarak kullanmadır (Crockberg
ve ark 1993). Bakıcının “ulaşabilirliği” tehdit edildiği anda bağlanma
sistemi otomatik olarak etkilenir. Bu durumda bakıcının çocuğa
göstereceği tepkilerin kalitesine bağlı olarak, etkilenen bağlanma
sistemi ya bakıcı ile temas yeniden kurularak ilişkinin onarılmasına
çalışır, böylece “hissedilen güvenlik” sağlanır ya da çocukta kaygı ve
huzursuzluk yaratacak olan ayrılığı protesto tepkileri ortaya çıkar.
Bakıcıdan uzun süre ayrı kalma, bağlanmanın çözülmesi (detachment)
anlamına gelen sosyal çevreden kopma veya geri çekilmeyle
sonuçlanabilir (Bowlby 1988).
Bowlby’ye göre, ağlama, keşfetme gibi ayrılığa karşı gösterilen
kaygı, protesto ve kopma tepkileri çocuğun temel koruyucusundan
ayrılmaya karşı gösterdiği yüksek düzeyde uyum sağlamaya yönelik
tepkilerdir. Çocuğun sıkıntısını ifade etme amacı bakıcısının yanına
gelmesidir. Eğer yakınlığı yeniden sağlama umudu kalmamış
görünüyorsa sürekli sıkıntı ifadesi fiziksel olarak çocuğun tükenmesine
neden olmaktadır. Umutsuzluğun ayırt edici özelliği olan çocuğun
sessiz ve hareketsiz kalmasıdır. Kopma normal etkinliğin başlamasını,
büyük bir olasılıkla da yeni bir bağlanma kişisi arayışını olanaklı
kılmaktadır. Aynı yakınlığı koruma gibi uzun ayrılıklardaki tepkiler de
bağlanma sisteminin işlerliğini yansıtmaktadır (Bowlby 1988, Hortacsu
ve ark 1993).
Bağlanma Stilleri
Bowlby tarafından 1969 yılında ilk olarak tanımlanan bağlanma
kuramı, Ainsworth ve arkadaşları tarafından geliştirilmiştir (Ainsworth
1989). Ainsworth yabancı durum testi ile farklı bağlanma biçimlerinden
bahsederek, güvenli ve güvensiz bağlanma örüntülerini (attachment
patterns) değerlendirmiş ve farklı bağlanma stilleri, çocuğun rahatının
sağlanması, güven duygusunun aşılanması sırasında bakım veren
kişilerin farklı tepkiler ortaya koyması ile yaşanacağını ifade etmiştir
(Deniz ve ark 2005, Kirkpatrick ve Davis 1994).
150
Güvenli bağlanma gösteren çocuklar, annelerinin her zaman
yanlarında olup, stres durumlarında yardımcı olacaklarından emin
olan çocuklardır. Anne ayrıldığında tepki göstermelerine karşın
döndüğünde kolaylıkla yatışırlar. Güvenli bağlanmanın gelişmesi için
çocuğun kesintisiz, tutarlı tepki veren, duyarlı ve her zaman ulaşılabilir
bir bakım verene sahip olması gerekir. Yaşamın ilk üç yılında annebabasına güvensiz bir şekilde bağlanan çocukların, okul öncesi
dönemde problem çözme konusunda güvenli bağlanma geliştiren
çocuklara göre daha sorunlu bir dönem yaşadıkları görülmüştür (SagiSchwartz ve ark 2003, Zeanah ve ark 1997). Bağlanma ilişkisinin
niteliği konusunda okul öncesi çocuklarla yapılan çalışmaların
sonuçlan incelendiğinde; güvenli bağlanma geliştiren çocukların
yaşıtlarına göre sosyal becerilerinin yüksek, olumlu duygulanımlarının,
olumsuz duygulanıma göre, daha fazla olduğu, yetişkinlerle işbirliği ve
uyum içerisinde bulunabildikleri görülmüştür (Cassidy
1988).
Güvensiz bağlanma geliştiren çocuklarınsa sosyal izolasyona eğilimli,
sinirli, rahatsız, huzursuz, akranlarına ve öğretmenlerine karşı
saldırgan, uyumsuz, depresif, imgeleme gerektiren oyunlarda başarısız
oldukları ve sorumluluklarını yerine getiremedikleri gözlenmiştir
(Bartholomew K, Horowitz ve ark 1991, Denham 1994). Ayrıca; bozuk,
güvensiz bağlanma ilişkisi içindeki bireyler aileye bağlılıkta yetersizlik
yaşayabildikleri için, bu durumlarda, cinsel bağlanma ve ensest
oluşabileceği belirtilmiştir (Horwitz ve ark 2001).
Bebeklik ya da erken çocukluk döneminde;
1. Birincil bakım verenin sürekli değişmesine ya da bakımın
belirgin niteliksel eksikliğine bağlı olarak anne ile çocuğu arasındaki
duygusal bağın sağlıksız oluşu,
2. Kalıcı bağlanmanın kurulmasını önleyici şekilde birincil
bakıcının sık sık değişmesi,
3. Çocuğun temel ihtiyaçlarının, sosyal ve duygusal gereksinimlerinin sürekli gözardı edilmesi, çocuğun güvenli bağlanmasını bozarak,
çocuğun tepkisel bağlanma bozukluğu göstermesine neden olur.
Tepkisel bağlanma bozukluğu gösteren çocuk, toplumsal iletişim ve
yaşına uygun tepki verme konusunda yetersizdir. Çocuk seçici olmayan
bağlanmalar ve uygunsuz toplumsal ilişkiler sergiler. Çocuk ilişki
kurmada duygusal yakınlık göstermede belli bir bozukluk gösterebilir
(Barnet ve Vondra 1999). Çocuğun gelişim süreci içerisinde içe çekilme,
konuşma gecikmesi, insanlara karşı ilgisizlik, çevreye karşı duyarsızlık
olabilir. Ek olarak bu çocuklar otistik belirtiler de gösterebilirler (Allen,
ve ark 1998, Mukaddes ve ark 2004, Pehlivantürk 2004).
Kaygılı-kararsız bağlanma örüntüsü olan çocuklar çağırdıklarında annenin yanıt vereceğinden ya da yardımcı olacağından emin
olamayan çocuklardır. Bu nedenle ayrılığa direnirler ve anne
151
döndüğünde yatışmazlar. Araştırıcı davranışlarda bulunmaya ilişkin
kaygıları vardır. Bu anneler tepkilerinde tutarlı olmayan ve kontrol
amaçlı terketme tehtidinde bulunan annelerdir (Perry 1994, Tyrrell ve
Dozier 1999).
Kaçınmacı (avoidant) bağlanma örüntüsü olan çocuklar ise
annelerinin yardımcı olacağına ilişkin hiç güveni olmayan çocuklardır.
Sürekli olarak çocuklarını geri çeviren ya da reddeden, onlara uygun
tepkiler vermeyen, empati yapmayan anneleri olan, bu çocuklar,
ayrılığa tepkisiz kalıp, anne döndüğünde yakın durmazlar. Gerilimli
kaçınan bağlanma geliştiren çocuklarınsa, çevrelerindekilere güvenemediklerinden genellikle kişileri kontrolleri altına alma eğiliminde
oldukları ve öfkelerini doğrudan ifade edemedikleri, bütünlük
duygusuna sahip olamadıkları, özdeğer duygusunu sürdüremedikleri
tespit edilmiştir.Bu kişilerde kimlik sorunları yaşanabilir (Perry 1994,
Tyrrell ve Dozier 1999).
Erken gelişim döneminde bebek için, kendini yatıştırma, güven
duyma, bütünlük duygusu sağlama, duygu düzenlenmesi, özdeğer
duygusunu sürdürebilme gibi kendiliğin işlevi olan ruhsal düzenlemeleri kendilik nesnesi olan anne yürütür. Bebek bu dönemde,
annenin kendiliğini kullanmaktadır. Annenin çocuğa yaklaşımı, onunla
kurduğu ilişki bebeğin gereksinimlerini doğru algılayan ve uygun
tepkiler veren bir eşduyum (empati) özelliği taşıyorsa, anne bebeğin
kendilik duygusunun gelişebilmesi için gerekli deneyimleri sağlayabilir.
Annenin eşduyumlu yaklaşımı, anne çocuk ilişkisinde bebeğin kendilik
nesnesinin yaşantılarını ve duygu durumlarını kendisininmiş gibi
algılamasını sağlar, annenin özelikleri kendisine uygun şekilde
dönüştürülerek içselleştirilir. Bu içselleştirme sürecinde bebeğin
kendiliği kalıcı bir ruhsal yapı olarak gelişme fırsatı bulur. Kendilik
geliştikçe kendilik nesnesinden farklılaşmaya ve ayrışmaya başlar ve
zaman içinde çocukta, temelini anneden aldığı, ama onunkinden ayrı
ve özgün bir kendilik duygusu gelişir, diğer taraftan ego psikolojisi
kuramında kimlik oluşumu, bebeklikten beri çeşitli özdeşimlerle inşa
edilen ve ergenlik döneminde bu özdeşimlerin yeniden harmanlanması
ve bir süreklilik-aynılık durumu kazanmasıyla çerçevesi çizilen bir
psikososyal gelişim özelliğidir. Kimlik, kendilik organizasyonunun ve
işlevlerinin özel bir yanı olarak kabul edilebilir (Meeus ve ark 2002).
Güvenli, kaygılı-kararsız ve kaçınmacı bağlanma örüntülerine
daha sonra dağınık bağlanma örüntüsü (disorganised/disoriented
attachment pattern) eklenmiştir. Stres ile başetmede organize bir
davranış göstermeme, yabancı durum testinde stereotipik, asimetrik ve
zamansız hareketlerin varlığı, donup kalma ya da hareketlerde
yavaşlama dağınık bağlanma ölçütü sayılmaktadır (Hall ve Geher
2003). Bu çocukların annelerinin fiziksel taciz ya da ihmalde bulunan,
psikiyatrik bozukluk oranları yüksek olan ya da kendi bağlanma
152
nesneleri
ile
olan
sorunlarını
çözememiş
anneler
olduğu
bildirilmektedir. Dağınık bağlanma örüntüsünün altında yatan nedenin
bakım verenden korkma olduğu belirtilmektedir (Barnett ve Vondra
1999, Van Den Boom 1994). Gerilimli direnç gösteren çocuklarınsa,
sıklıkla fiziksel şiddet uyguladıkları ve düzeni bozucu davranışlar
sergiledikleri, kurallara düşünmeden karşı çıktıkları ve aniden
öfkelendikleri gözlenmiştir. Bakım veren kişi tepkilerinde güven verici
olmaz, tutarsız, kaba, ben merkezci ya da zorbalığa dayanan bir tutum
sergilerse, çocukta huzursuzluk oluşur. Böylece anksiyöz bağlanma
gelişir (Brown ve ark 1999, Crittenden 1995).
Bağlanma bozukluklarında cinsel suçların görülme olasılığı
fazladır. Cinsel istismar davranışının etyolojisinde dağınık bağlanma
bozukluğunun yattığı düşünülür. Ayrıca dağınık bağlanmış ergenlerde
cinsel baş etme mekanizması olarak sık mastürbasyon davranışı
sergileme gözlenir. Bu kişiler mahremiyetlerini kaybettiklerini
düşünürler, kendilerini yalnızlığa itilmiş hissederler ve bu kişilerin
cinsel bozukluklarının temelinde gelişimsel stresörlerle birlikte düşük
benlik saygısı, zayıf baş etme mekanizmaları ve kişiler arası ilişkilerde
bozulma yatar (Brown ve ark 1999, Mikulincer ve Nachshon 1991).
Bağlanma Üzerinde Ebeveynin Rolü
Bağlanma, ebeveynlerin ya da bakım verenlerin koruma, destek
verme, çocuğun rahatını sağlama gibi işlevleri iyi bir şekilde yerine
getirmesiyle gelişir. Bunlar duygusal bağlanmaya yardımcı olur.
Bowbly (1988), çocuğun bağlılık sisteminin gelişiminde, açlık ya da
diğer konforunu bozacak fiziksel ve duygusal sıkıntıya maruz
kalmasının, güvenlik ve iyilik halinin sürdürülmesine yönelik dıştan
gelecek tehditlerin ve bağlanma figüründen gelecek tehditlerin
olmasından önemli derecede etkilendiğini, ifade eder. Đdeal koşullar
altında çocuk dıştan gelecek tehdide karşı yakınlık kurabileceği bir
bağlanma figürü arar ve ihtiyacı olan iletişimi sağlamaya çalışır.
Bir veya birden fazla bağlılık figürü genellikle uyumu bozar ya da
duyarlılığı ortadan kaldırır. Çocuk bu durumlarda güvensiz bağlanma
şeklini geliştirir. Bu, kişinin ileride kendine ve partnerine karşı negatif
içsel çalışma modeli geliştirmesine neden olur. Đçsel çalışan modeller,
birbirleriyle ilişkili olan iki farklı boyuttan oluşmaktadır: Bu
boyutlardan olan kendilik modeli, bireyin kendisini ne kadar değerli
gördüğüne ve başkaları tarafından da ne oranda sevildiğine ilişkin
algılarını ifade eder. Diğeri modeli ise, bireyin ihtiyacı olduğunda yakın
çevresindeki insanlardan ne oranda yardım isteyebileceğine ve güven
vericiliğine ilişkin değerlendirmelerini yansıtmaktadır (Goldberg 1991,
Green ve Goldwyn 2002).
Bowlby (1988), yenidoğan bebeklerin ve çocukların, bakıcıları ile
ilişki kurma ihtiyacı içerisinde olduğunu vurgulamıştır. Anne ve bebek
153
arasındaki ilişki yakınlık arayışı ile belirginleşmektedir (Hortacsu ve
ark 1993). Goodfriend (1993), çeşitli nedenlerle doğumdan hemen
sonra annelerinden ayrılarak, özel bakıma alınan bebeklerde;
gelişmenin yavaşladığı ya da durduğunu, bu bebeklerin yemek
yemediklerini, sosyal geri çekilme yaşadıklarını ve yüzlerinde sürekli
bir üzüntülü ifade taşıdıklarını belirtmiştir. Birincil bağlanma
objesinden herhangi bir sebeple ayrılan bebeklerde kalp atımının
hızlandığı ve nörobiyolojik sistemlerin işleyişinde farklılaşmalar olduğu
ortaya çıkmıştır (Holmes 1994).
Bebeklik döneminde duygusal gelişimin sağlıklı olabilmesinde
anahtar rolü ana-baba oynamaktadır. Hayatın ilk üç yılında ortaya
çıkan birçok psikopatolojinin kaynağı, bebeğin birincil bakıcısı ile olan
ilişkinin niteliği ile yakından ilişkilidir. Ortaya çıkan çoğu patoloji, bu
ilişkinin ele alınmasını gerektirmekte ve klinik açıdan tedavinin temelini
oluşturmaktadır. Bu nedenle, bebek ve birincil bakıcısı arasındaki ilişki
örüntülerinin berraklaştırılması ve dinamiklerin saptanması önem
taşımaktadır. Bebeklik dönemi psikopatolojisi üzerinde önemle durulan
konu bağlanma örüntüsüdür (Zeanah ve ark 1997).
Bowlby (1988) uzun yıllar boyunca annelerinden ayrılarak, çocuk
bakım evlerinde yetiştirilen bebek ve çocukların tepkilerini gözlemlemiştir.
Çocukların, çoğunun ayrılığa benzer tepkiler göstererek, anneden
ayrıldığında huzursuzluk hissederek,
onu aramaya başladıklarını
belirlemiştir. Bu ayrılık anksiyetesine karşı tepkiler ise, sırasıyla
ağlama, keşfetme, başkalarının sakinleştirme çabalarına direnç
gösterme, ardından umutsuzluğun gelmesi ve son olarak duygusal
kopmanın gelişmesi şeklinde olduğunu görmüştür. Uzamış ayrılığa
çocuğun tepkisinin başlangıçta protesto, ardından umutsuzluk,
sonunda ayrılma şeklinde olduğunu belirtmiştir. Çocuk, ayrılığa tepki
olarak, apati ve gelişimin gerilemesi ile kendini gösteren anaklitik
depresyon geliştirmektedir.
Öte yandan bebeklerin anne yoksunluğuna verdiği tepkilerin
uzun süreli etkileri de vardır. Ayrılma sonrasında tekrar bakıcıları ile
bir araya gelen çocuklar terk edilmeye karşı daha yüksek bir kaygı,
ebeveynden ayrılmamak için aşırı tepki, annenin yanında olmak için
aşırı istek göstermektedirler. Bu güvensizlik bazı durumlarda ayrılığın
bitiminden aylar sonrasına kadar devam etmektedir. Umutsuzluk
evresini geçtikten sonra yeniden birleşenler, başlangıçta ayrılıkla başa
çıkmışçasına anneleriyle temastan kaçınma eğilimindedirler. Ancak
zamanla temas ve rahatlık aramaya yeniden başlarlar (Goodfriend
1993).
Ergende Bağlanma Süreci
Bağlanma, yaşamın ilk aylarında gelişmesine rağmen, yaşamın
sonraki yıllarını pozitif ya da negatif yönde etkileyerek, yaşam boyunca
154
sosyal ilişkilerin gelişiminin temelinde yer alır. Ergenlikten önce,
bağlanma çocuğun kendini tehlike altında ya da rahatsız hissettiğinde
kullandığı benliği koruma stratejilerini ifade eder. Daha sonra bağlanma;
ilişkiler, benliği koruma stratejileri üzerine şekillenir (Lapsey ve ark
2000). Ebeveynler ile geliştirilen sıcak, doyurucu bir ilişki, ileride
ergenin akranlarıyla daha kaliteli bir ilişki kurmasına ve duygusal
açıdan doyum sağlamasına yol açar. Olumsuz yaşantılar nedeniyle
(travma, göç, annenin depresyonu) gelişen güvensiz bağlanma ise ilerde
çocukta
depresyon oluşmasına neden olur ve bu da ergenlik
yıllarında daha fazla oranda davranış problemine yol açabilmektedir
(Allen, ve ark 1998, Brown ve ark 1999).
Ergenlik, bağlanma ilişkisinde belirgin bir değişimin yaşandığı
dönemdir. Bu değişim hem güvenli hem de tehlikeli olan dünyada,
güvenle yaşamak ve ileride kendi çocukları ve eşine karşı bağlanmanın
oluşabilmesi için yaşanması gereken bir değişimdir. Ergenlik süreci,
bireyin ailenin dışındaki yaşama hazırlanabilmesini sağlayan, çocukluk
döneminin davranış ve düşüncelerinin şekillendiği bir dönemdir (Allen,
ve ark 1998, Lieberman ve ark 1999).
Erken dönem bağlanma ilişkileri ergenin ebeveynle olan geçmişteki
ilişkilerini ve ebeveynlerin verdiği tepkilerin kalitesini yansıtır. Đçsel
çalışma modelinde çocuğun yaşı ve çocuk tarafından bakım verenlerin
ilişkisinin algılanış şekli önemli olmasına rağmen, içsel çalışma modeli
çocuğun kogntitif gelişim sürecine göre, bireysel farklılıklara göre
değişmesi de dikkate alınması gereken bir durumdur. Đçsel çalışma
modeline göre, davranışsal süreç (yakınlık arama, baş etme) ve duygusal
süreç (algılama, yorum, beklenti) bağlanmadan etkilenir. Ergenlerde
içsel çalışma modeli ise ergenin bağlanmayla ilgili zihinsel sürecini,
kişiler arası ilişkilerini yansıtır ve yaşamı boyunca değişmeden kişi
üzerinde etkinliğini sürdürür (Meeus ve ark 2002).
Ergen farklı streslerle karşı karşıya kaldığında stresle baş
edebilmek için güvenli bağlanmanın bir göstergesi olarak farklı uyum
mekanizmaları ortaya koyar. Ebeveynleri ile uygun olmayan, zarar
veren bir ilişki ile güvensiz bağlanan ergen, bağlanmayla ilişkili
deneyimlerinde tutarsızlık gösterir ve yakın arkadaşlıklarında zorluklar
yaşar (Lieberman ve ark 1999). Güvensiz bağlanma gösteren ergenlerde
agresyon ve öfke davranışı gösterme sıklığı artmaktadır. Ergen tarafından
okul çevresinde antisosyal yıkıcı davranışlar şeklinde gösterilen
agresyon ebeveynlerin, çocuğun bağlanma sürecinde çocuğa karşı
çekingen tavırlar sergilenmesi ya da ebeveynler tarafından çocuğun geri
çevrilmesi sonucu ortaya çıkmaktadır (Waters ve ark 2000). Bu
ergenler farklı gelişimsel alanlarda problemler yaşarlar; duygusal
açıdan sıkıntı altındadırlar, ilerleyen yaşamlarında sosyal alanlarda sık
sık problemlerle karşılaşırlar, sıklıkla da kişilik bozuklukları vardır. Bu
kişilik bozuklukları antisosoyal, narsistik, paranoid kişilik özellikleri
155
olarak kendini gösterir (Allen ve ark 1998, Kenny ve Gallagher 2002).
Ayrıca, bağlanma davranışlarının yetişkin dönemdeki insan ilişkilerinde de
rol oynamakta yani geleceğe taşınma özelliğinin olduğunu gösteren
çalışmalar da vardır. Duygusal düzenekler sayesinde çocuk, anneye
yakın olma ile, dolaylı bir şekilde, yaşamının devamlılığını garanti
ederken, diğer insanlarla olan ilişkilerinin de ilk temellerini atmaktadır
(Cassidy 1994).
SONUÇ
Bağlanma, ilk temel ilişki olan anne çocuk ilişkisi ile başlayan
ancak sonraki yaşam dönemlerindeki bağlanmalar üzerinde etkinliği
olan önemli bir süreçtir. Bireyin kişisel yeterlilik duygusuna ve olumlu
benlik değerine sahip olması, çevresi ile güvenli ilişkiler kurmasına
dayanır. Güvenli ilişkiler, çocukların olgunlaşma sürecinde de önemini
korumaktadır; çünkü çocuklar insani duyguları ve güdüleri, işbirliğini,
vicdani davranışları, çatışmaları çözümlemeyi ve kendilerini anlamayı,
yaşamlarındaki önemli ve sıradan olayları bağlandıkları kişilerle
konuşurken öğrenmektedirler. Gelişimle birlikte çocuklar davranış
açısından daha yeterli hale geldikçe ve kavramsal açıdan daha
zenginleştikçe ve anne-babalarıyla etkileşimleri daha karmaşıklaştıkça,
ebeveyn-çocuk ilişkilerinin güvenliği de değişmektedir. Bireyin çevresi
ile güvenli ilişki geliştirebilmesi anne ile kurmuş olduğu güvenli bağa
bağlıdır. Güvenli bağlanma, sağlıklı duygusal ve sosyal gelişimi sağlar,
bireyi stres yaratan koşullardan koruyabilir. Bebek, ebeveynlerle güven
temeline dayalı deneyimler yaşayabildiği takdirde, bu duygusunu
genelleyerek sosyal dünyaya yöneltebileceğini belirtmektedir. Diğer bir
deyişle, çocuğun ebeveynleriyle kurduğu etkileşimlerin verimliliği,
etkililiği ve güvenilirliği boyutunda başkalarıyla etkileşime girebileceği
ifade edilmektedir. Đlk ilişkilerinde yeteri kadar güven duygusu
kazanamamış çocukların ise aile dışı ilişkilerinde daha şüpheci ve daha
güvensiz davranışlar sergileyebilecekleri belirtilmektedir. Ebeveynlere
duyulan güven duygusu, ebeveynlerin bebeklerinin gelişiminde
oynadıkları aktif role göre değişiklik göstermektedir. Tüm bu süreçler
göz
önüne
alındığında
bağlanma;
bireyin
ruhsal
sürecini
değerlendirirken dikkate alınması ve üzerinde durulması gereken
önemli bir yapıdır.
KAYNAKLAR
1. Ainsworth MD (1989). Attachments Beyond Đnfancy. Am Psychol. Apr;44(4):709-16.
2. Ainsworth MS (1997). The Personal Origins Of Attachment Theory. An Đnterview With
Mary Salter Ainsworth. Interview By Peter L. Rudnytsky. Psychoanal Study Child. 52:
386-405.
3. Allen JP, Moore CM, Kuperminc G ve ark (1998). Attachment And Adolescent
Psychosocial Functioning. Child Development . Oct; 69(5): 1406-19.
156
4. Barnett D, Vondra JI (1999). Atypical Attachment Đn Đnfancy And Early Childhood
Among Children At Developmental Risk. I. Atypical Patterns Of Early Attachment:
Theory, Research, And Current Directions. Monogr Soc Res Child Dev. 64(3): 1-24
5. Bartholomew K, Horovitz LM (1991). Attachment Styles Among Young Adults: A Test
Of A Four-Category Model. Journal Of Personality And Social Psychology. 61(2): 226244
6. Bowlby J (1988). Developmental Psychiatry Comes Of Age. Am J Psychiatry.
Jan;145(1): 1-10.
7. Brown J, Cohen P, Johnson JG ve ark (1999). Childhood Abuse And Neglect:
Specificity Of Effects On Adolescent And Young Adult Depression And Suicidality,
Journal Of The American Academy Of Child And Adolescent Psychiatry. 2(38): 1490–
1496
8. Cassidy J (1988). Child-Mother Attachment And The Self Đn Six-Year-Olds. Child
Dev. Feb; 59(1): 121-34.
9. Cassidy J (1994). Emotion regulation: Influences of attachment relationships.
Monogr Soc Res Child Dev 59: 228-49.
10. Cook WI (2000). Understanding Attachment Security Đn Family Context. J Pers Soc
Psychol. Feb; 78(2): 285-94
11. Crittenden PM (1995). Attachment And Risk For Psychopathology: The Early Years.
Developmental And Behavioral Pediatrics .16(3): 12–16.
12. Crockenberg S, Lyons-Ruth K, Dickstein S (1993). The family context of infant
mental health: II. Infant development in multiple family relationships. Handbook of
ınfant mental health, CH Zeanah (Ed), New York Guilford Press, s. 38-55.
13. Demulder EK, Denham S, Schmidt M ve ark (2000). Q-Sort Assessment Of
Attachment Security During The Preschool Years: Links From Home To School. Dev
Psychol. Mar; 36(2): 274-82.
14. Denham SA (1994). Mother-Child Emotional Communication And Preschoolers'
Security Of Attachment And Dependency. J Genet Psychol. Mar; 155(1): 119-21.
15. Deniz ME, Hamarta E, Ari R (2005). An Investigation Of Social Skills And Loneliness
Levels Of University Students With Respect To Their Attachment Styles In A Sample
Of Turkish Students, Social Behavior And Personality. 33(1): 19-32.
16. Goldberg S (1991). Recent Developments Đn Attachment Theory And Research. Can J
Psychiatry. Aug; 36(6): 393-400.G
17. Goodfriend MS (1993). Treatment Of Attachment Disorder Of Đnfancy Đn A Neonatal
Đntensive Care Unit. Pediatrics. Jan; 91(1): 139-42
18. Green J, Goldwyn R (2002). Annotation: Attachment Disorganisation And
Psychopathology: New Findings Đn Attachment Research And Their Potential
Đmplications For Developmental Psychopathology Đn Childhood. J Child Psychol
Psychiatry. Oct; 43(7): 835-46
19. Haight WI, Kagle JD, Black JE (2003). Understanding And Supporting Parent–Child
Relationships During Foster Care Visits: Attachment Theory And Research, Social
Work. Apr; 48(2): 195-207
20. Hall SE, Geher G (2003). Behavioral And Personality Characteristics Of Children
With Reactive Attachment Disorder. J Psychol. Mar; 137(2): 145-62.
21. Holmes J (1994). Attachment Theory: A Biological Basis For Psychotherapy?. Br J
Psychiatry. Jan; 164(1): 129-30.
22. Hortacsu N, Cesur S, Oral A (1993). Relationships Between Depression And
Attachment Styles Đn Parent- And Đnstitution-Reared Turkish Children. J Genet
Psychol. Sep; 154(3): 329-37.
157
23. Horwitz AV, Widom CS, Mclaughlin J ve ark (2001). The Đmpact Of Childhood Abuse
And Neglect On Adult Mental Health: A Prospective Study, Journal Of Health And
Social Behavior. Jun; 42(2): 184-201
24. Isabella RA, Belsky J (1985). Marital Change During The Transition To Parenthood
And Security Of Đnfant-Parent Attachment. J Fam Issues. Dec; 6(4): 505-22.
25. Isabella RA (1993). Origins Of Attachment: Maternal Đnteractive Behavior Across The
First Year. Child Dev. Apr; 64(2): 605-21.
26. Joseph B (1992). Psychic Change: Some Perspectives. Int J Psychoanal. Summer;73
(Pt 2): 237-43.
27. Kenny EM, Gallagher LA (2002). Instrumental And Social/Relational Correlates Of
Perceived Maternal And Paternal Attachment Đn Adolescence. Journal Of
Adolescence. 25(2): 203–219
28. Kirkpatrick LA, Davis KE (1994). Attachment Style, Gender, And Relationship
Stability: A Longitudinal Analysis. J Pers Soc Psychol. Mar; 66(3): 502-12.
29. Lapsey D, Varshney N, Aalsma M (2000). Pathological Attachment And Attachment
Style Đn Late adolescence. Journal Of Adolescence. 23(2): 137-155
30. Lieberman M, Doyle A, Markeiwicz D (1999). Developmental Patterns Đn Security Of
Attachment To Mothers And Fathers Đn Late Childhood And Early Adolescence:
Associations With Peer Relations. Child Development. Jan-Feb; 70(1): 202-13
31. Lowinger S, Dimitrovsky L, Strauss H ve ark (1995). Maternal Social And Physical
Contact: Links To Early Đnfant Attachment Behaviors. J Genet Psychol. Dec; 156(4):
461-76.
32. Mikulincer M, Nachshon O (1991). Attachment Styles And Patterns Of SelfDisclosure. J. Pers. Soc. Psychol. 2(61): 321–331.
33. Meeus W, Oosterwege A, Vollebergh W (2002). Parental And Peer Attachment And
Đdentity Development Đn Adolescence Journal Of Adolescence. 25(1): 93–106
34. Mukaddes NM, Kaynak FN, Kinali G ve ark (2004). Psychoeducational Treatment Of
Children With Autism And Reactive Attachment Disorder. Autism. Mar; 8(1): 101-9.
35. Pehlivantürk B (2004).Otistik Bozukluğu Olan Çocuklarda Bağlanma Türk Psikiyatri
Dergisi 15(1): 56-63
36. Perry SE (1994). Maternal-Fetal Attachment. Res Nurs Health. Aug;17(4): 315-6.
37. Sagi-Schwartz A, Koren-Karie N, Joels T (2003). Failed Mourning Đn The Adult
Attachment Interview: The Case Of Holocaust Child Survivors. Attach Hum Dev. Dec;
5(4): 398-408
38. Troy NW (1995). The Time Of First Holding Of The Đnfant And Maternal Self-Esteem
Related To Feelings Of Maternal Attachment. Women Health. 22(3): 59-72.
39. Tyrrell C, Dozier M (1999). Foster Parents; Understanding Of Children's Problematic
Attachment Strategies: The Need For Therapeutic Responsiveness, Adoption
Quarterly. 2(4): 49–64
40. Van Den Boom DC (1994). The Đnfluence Of Temperament And Mothering On
Attachment And Exploration: An Experimental Manipulation Of Sensitive
Responsiveness Among Lower-Class Mothers With Đrritable Đnfants. Child Dev. Oct;
65(5): 1457-77.
41. Waters E, Hamilton CE, Weinfield NS (2000). The Stability Of Attachment Security
From Đnfancy To Adolescence And Early Adulthood: General Đntroduction. Child Dev.
May-Jun; 71(3): 678-83.
42. Zeanah CH, Boris NW, Larrieu JA (1997). Infant Development And Developmental
Risk: A Review Of The Past 10 Years J Am Acad Child Adolesc Psychiatry. Feb; 36(2):
165-78.
158
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 159-172, 2007
BAĞLANMA SÜRECĐNĐN ERGEN AÇISINDAN DEĞERLENDĐRĐLMESĐ
THE EVALUATION OF ATTACHMENT PROCESS POINT OF
ADOLESCENCE
Olcay ÇAM*
Gülseren KESKĐN**
*Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
** Ege Üniversitesi Atatürk Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu
Anahtar Sözcükler: Dezorganize bağlanma, Bağlanma, Ergen bağlanması, Yetişkin
bağlanması
Key Words: Attachment, Attachment process, Mental health
ÖZET
Bu yazıda bağlanma kuramı, bağlanma süreci, ergen bağlanması, bağlanma
ile ilgili psikopatolojik bozukluklar, yetişkin bağlanması ile ilgili araştırmalar
gözden geçirilmiştir. “PubMed” ve “ScienceDirect” tıbbi arama motorları
kullanılarak, özellikle 1985-2004 yılları arasında yayımlanan makaleler,
öncelikli olarak değerlendirilmeye alınmıştır. Bağlanma ebeveyn ve çocuk arasında
oluşan ilk ilişkinin en önemli odağıdır. Bağlanma kuramı bebek psikolojisini
temel almasına rağmen ergenleri anlamak içinde kullanılmıştır. Ergenin
gelişimsel periyodu içerisinde yaşamın tekrar gözden geçirilmesi ile kimliğin
oluşturulması esnasında, bağlanma figürlerinin değişmesi ve ergende yeniden
organize olması nedeni ile ergenlik bağlanma ilişkisinde pek çok dramatik
değişimin yaşandığı bir dönemdir. Bu değişiklikler güvenli veya tehlike
oluşturacak şekilde bağlanılan figürün partnere aktarılmasıyla yaşanır. Bağlanma
olgusu aile içerisinde ebeveynin olumlu ya da olumsuz fonksiyonlarından
etkilenir. Ebeveyne bağlanma ile ilgili bozukluklar çocuk ve ergende davranışsal
problemler, eğitimsel zorlantılar ve düşük benlik saygısı şeklinde yaşanır.
Erken dönem çocukluk deneyimleri bilinmeyen bir şekilde yetişkinlik döneminde
de tekrarlanarak yaşanır ve yetişkin bağlanma stili önceki bilişler duygulanımlar
ve davranışlarla gelişir. Böylece çocukluktaki bağlanma yetişkinlikteki romantik
ilişkilere ve akran ilişkilerine aktarılır. Sonuç olarak, bağlanma kuramı psikiyatrik
yaklaşıma ve klinik uygulamalara farklı bir bakış açısı sunar. Bu bakış açısı
doğumdan yetişkinlik sürecine kadar bireysel gelişim, bağlanma süreci,
davranışsal gelişim sürecinin dikkate alınması gereğini vurgular. Böylece bu
yaklaşımla bağlanma ile ilgili bozuklukların çözümüne olanak sağlanmış olur.
SUMMARY
This article reviews literature on attachment theory, process of attachment,
adolescent attachment, attachment related psychopathological disorder, adult
attachment. Articles, published in 1985-2004 and searched via “PubMed” and
159
“ScienceDirect” medical search engines, are primarily included in the review. The
attachment systems are at the heart of this crucial first relationship between
child and parent. Attachment theory is central in infant psychology but is also
more and more used to understand adolescent's vulnerability. Adolescence is a
period of dramatic change in attachment relationships because of adolescence as
a developmental period of change and reorganization might lead to changes in
attachment representations by re-evaluating one’s life experiences in the course
of general identity development. These changes enable attached children to
become attachment figures for their spouses and to live safely in a world
characterized by both safety and danger. Attachment bond affected negative or
positive parental functioning in family. Disordered parental attachment can
commit children, adolescence to lives characterised by relationship difficulties,
behaviour problems, educational failure, and poor self-esteem. Early childhood
patterns are unknowingly recreated in our adult relationships and adult
attachment style is developmentally antecedent to cognitions, emotions and
behaviours. So attachment in childhood were likely to be transferred to romantic
and peer relationships. Hence attachment theory drawing up a new concepts to
psychiatric aproach and clinical practice. Indeed, this concept permits to take into
account in a combined manner individual development, processes of attachment,
and behaviour adjustments, from birth throughout adulthood. So this aproach
gives a permission to solution of related to attachment disorder.
GĐRĐŞ
Bağlanma (attachment), yaşamın ilk günlerinde başlayan, çevreyle
olan etkileşim sonucu gelişen ve duygusal yönü ağır basan bir durumdur.
Aynı zamanda bağlanma, çocuk ve bakım veren kişi arasında gelişen;
çocuğun bakım veren kişiyi arama ve yakınlık arayışı davranışları ile
kendini gösteren, özellikle stres durumlarında belirginleşen, dayanıklı
ve devamlılığı olan duygusal bir bağ olarak da tanımlanmaktadır
(Ainsworth 1997). Bu gözden geçirme yazısında bağlanma kuramı ergen
açısından irdelenmiştir.
Bağlanma Kuramı: Anne-bebek arasında bağlanma gebelikte
başlamaktadır (Fuller ve ark 1993). Gebelikle birlikte başlayan bağlanma
süreci, doğum sonrası ilk ayları içeren hatta bazen ilk yıllara kadar
uzayabilen bir süreci kapsar. Bu dönemde bebeğin bağlanma biçimi,
annenin bebekliğindeki kendi bağlanma biçiminden etkilenir. Aynı
zamanda anne de gebelik ve lohusalık döneminde, kendisinin
bebekken, annesine bağlanma geliştirdiği süreçte yaşadığı güçlük ve
çatışmaları tekrar yaşayabilir (Bowlby 1988, Benoit ve ark 1997,
Zeanah ve ark 1997). Bağlanma sürecinde; anne kendisi bebekken,
annesine bağlanmasının yarattığı güçlükleri ve çatışmaları yaşamasına
“Đmge bebek” kuramı denilmektedir (Atasoy ve ark 1997).
Doğum sonrası anne ve çocuk arasında güvene dayanan bir ilişki
yapılanır. Anne-bebek arasındaki güvenli ilişki baba ve kardeşlerin
katılımı ile güçlenmektedir. Bu sosyal desteğin niceliği ve niteliğiyle
160
anne-bebek bağlanması arasında kuvvetli ilişkinin olduğu bildirilmektedir
(Lowinger ve ark 1995). Bebekle ilişkide bu derin memnuniyet
duyguları ebeveynler tarafından bebeği kabullenme durumunun en üst
düzeye ulaşması için temeldir. Bebeğe, özel bir sevgi hissetmek ve
anne/baba rolünün iyi bir şekilde yerine getirilmesi, bağlanmaya doğru
duygusal bir atmosfer yaratır. Bebeğe yönelen annelik/babalık
davranışları, bebeğin kendisine değer verme duygusunun gelişmesinde
önemli bir rol oynamaktadır (Waters ve ark 2000,Troy 1995).
Bağlanma oluşabilmesi için, bebeğin anneyi diğerlerinden ayırt
edebilmesi, nesne sürekliliğinin olması gerektiği ve sembolik oyun
yetisinin (oyunda nesneleri ve kişileri simgesel olarak temsil edebilme)
önemli olduğu düşünülmektedir (Pehlivantürk 2004).
Bowlby (1988) ve Ainsworth’ a (1997) göre, güven duygusunu
arttıran bakıcı çocuğu tehlike ve strese karşı korumada önemli bir yere
sahiptir. Çocuğun primer bakıcısı ya da bağlanma objesi yeterli düzeyde
hassas, duyarlı ve uyumlu ise çocuk ileride güvenli bağlılık stili geliştirir.
Bu güvenli bağlanma ile kişi kendi yeterliliğine, kişisel değerlerine
(benliğin pozitif içsel çalışma modeline göre) gerçekçi ve geçerli olana
güvenme modeli sergiler ve ilerde partneri ile olumlu ilişkiler geliştirebilir
(diğerlerine karşı pozitif içsel çalışma modeli). Bu modeller kişisel
yeterliliğe dayanır ve akranlarla olumlu ilişkiler geliştirilmesini sağlar
(Bowlby 1988, Ainsworth 1997).
Bağlanma anne–çocuk arasındaki pek çok etkileşim ve farklı
dinamiklerden etkilenir ve birey farklı bağlanma stili deneyimler. Bir
veya birden fazla bağlılık figürü genellikle uyumu bozar ya da duyarlılığı
ortadan kaldırır ve çocuk güvensiz bağlanma şekli geliştirir. Bu bağlanma
stili bireyin ileride kendine ve partnerine karşı olumsuz içsel çalışma
modeli geliştirmesine neden olur Đçsel çalışan modeller, birbirleriyle
ilişkili olan iki farkı boyuttan oluşmaktadır: Kendilik modeli, bireyin
kendisini ne kadar değerli gördüğüne ve başkaları tarafından da ne oranda
sevildiğine ilişkin algılarını; diğeri modeli ise, bireyin ihtiyacı olduğunda
yakın çevresindeki insanlardan ne oranda yardım isteyebileceğine ve bu
kişilerin güven vericiliğine ilişkin değerlendirmelerini yansıtmaktadır
(Goldberg ve ark 2003, Green ve Goldwyn 2002).
Yapılan araştırmalar annenin gebelik sürecinin bebeğin bağlanmasında etkili olduğunu göstermiştir. Özellikle erken doğan bebeklerde,
bağlanma bozukluğu görülme riskinin yüksek olduğu saptanmıştır.
Erken doğan bebeklerle, zamanında doğan bebeklerin anneleriyle ikili
ilişkilerinin farklı olduğunu, erken doğan bebeklerin doğum haftalarına
bağlı olarak uzun süre tıbbi gözlem altında tutulmaları ve bu nedenle
de ailelerinden ayrı kalmaları nedeni ile erken doğan bebeklerin her
durumda protesto davranışında bulundukları belirtilmiştir. Bu durum
hem bebeği hem de aileyi olumsuz yönde etkilemiştir (Soysal ve ark
2000).
161
Ayrıca anne bebek bağlanmasının oluşumu ve anne bebek ilişkisinin
gelişiminde, gebeliğin planlanması, gebeliğin istenmesi, annenin güven
duygusu, ailenin sosyoekonomik ve kültürel durumu, eş ilişkileri, eş
desteği, kadının ailesiyle ve sosyal çevresiyle olan ilişkileri, doğum
şekli, ilk günlerde yaşanan anksiyete, anne ve bebeğin sağlık durumu,
çocuk bakımı bilgisi, gibi faktörlerin etkili olduğu belirtilmektedir
(Benoit ve ark 1997, Fuller ve ark 1993, Goldberg ve ark 2003).
Ergende Bağlanma Süreci: Ergenlik, genellikle çocuk ve ailesinin
yaşamında belirgin bir değişimin gözlendiği dönemdir. Ergen tarafından,
sıklıkla kurallara karşı gelmelerle karakterize ciddi fırtınaların koptuğu
stresli bir yaşantı deneyimlenir (Allen ve Land 1999, Lieberman ve ark
1999).
Ergenlik, ailenin dışındaki ilişkilerin yoğunlaştığı, ebeveynlerden
bağımsızlaşmaya doğru yol alındığı, aile ile dürüst ve yakın ilişkilerin
devam ettirilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Ergenin ebeveyne güvenli
bağlanma geliştirmesi, kimliğin ve benliğin gelişimi için önemlidir.
Ergen ebeveynlerinden ayrılmaya ve otonomi kazanmaya başlamasına
rağmen bu otonomi ebevynlerle güçlü bir ilişki kurmasına engel değildir.
Bu güvenli bağlanma ergene benliğini oluşturmada ve geliştirmede,
benlik saygısını arttırmada ve kimliğini yapılandırmada yardımcı olur
(Allen ve ark 1989, Allen ve Land 1999, Kenny ve Gallagher 2002).
Ergenin bağlanmasıyla ilgilenen pek çok çalışmada; ergenlik
döneminde bağlanmanın ergenin inançları, hisleri, yakın arkadaşlıkları
çevresinde şekillendiğini göstermiştir. Çocukluk döneminde temel
bağlanma ögesi olan annenin ergenlik dönemine gelindiğinde bireyin
üzerinde etkisinin azaldığı görülmektedir. Paterson ve arkadaşlarının
(1995) yaptığı bir çalışmada, geç ergenlik döneminde kız ergenlerin
anneden gördükleri desteğin arttığını ifade etmelerine rağmen, erkek
ergenlerin desteğin azaldığını söylemesi ilginçtir.
Ergenlik, bağlanma ilişkisinde belirgin bir değişimin yaşandığı
dönemdir. Bu değişim hem güvenli hem de tehlikeli olan dünyada,
güvenle yaşamak ve ileride kendi çocukları ve eşine karşı bağlanmanın
oluşabilmesi için yaşanması gereken bir değişimdir. Ergenlik süreci,
bireyin ailenin dışındaki yaşama hazırlanabilmesini sağlayan, çocukluk
döneminin davranış ve düşüncelerinin şekillendiği bir dönemdir (Allen
ve ark 1998, Lieberman ve ark 1999).
Bağlanma süreci, ergenin aile fonksiyonlarını etkiler. Ergen
tarafından geliştirilen güvenli bağlanma örüntüsü, aile fonksiyonlarını
olumlu yönde etkiler. Ebeveynlere karşı geliştirilen güvenli bağlanma
ancak aile içerisinde işbirliği ve etkileşimin yoğun olduğu aile çevresinde
geliştiği ortaya çıkmıştır. Güvensiz bağlanma geliştiren ergen aile
içerisinde problemler yaşamaya başlar. Çünkü güvensiz bağlanma
geliştiren ergenlerin ebeveyn yapılarında çoğunlukla ergen tarafından
162
bireyselliklerinin ellerinden alındığına dair bir düşünce gelişmiştir.
Ayrıca güvensiz bağlanan ergen ebeveyni bireyselliğine yönelik tehdit
olarak algıladığı için ebeveyni ile çatışma içerisine girer ve ebeveyn sık
sık bu çatışmadan dolayı ergene yönelik bezginliğini dile getirir.
Güvensiz bağlanan ergen çoğu zaman ebeveynlerini anlamaya ve
duyumsamaya gerek duymadığından, kolaylıkla ebeveynler tarafından
engellenir ve geri çevrilir (Kobak, Sceery 1988, Allen Hauser 1996).
Joseph P. Allen ve Deborah Land’dan (1999) aktarıldığı üzere
ergenlik gibi geçiş dönemi boyunca, ergenler ebeveynlerine daha az
bağımlı olmaya başlarlar. Ancak bu ebeveynlerin onların hayatında önemli
olmadığını göstermez. Ergenler ebeveynlere daha az bağlanmalarına
rağmen, onlar ile daha fazla karşılıklı iletişim ve etkileşime girerler.
Ergenin otonomisi ebeveynlere bağlanmayı olumsuz etkiliyor gibi
görünse de, aksine arka planda ergenlik boyunca devam eden güvenli
ilişkiler kurmaya yönelme şeklinde bağlanma şeklinde kendini gösterir
(Allen ve Land, 1999.)
Bu açıdan bakıldığında, ergenlik bağlanma ihtiyacının ve davranışlarının terk edildiği bir dönem gibi görünmesine rağmen, zamanla
etkisini arttırarak akranlara aktarılmaktadır. Bu geçiş akranlara karşı
geliştirilen bağlanma ilişkilerinden, öncelikle ebeveynlere karşı
geliştirilen hiyerarşik bağlanma ilişkisine dönüşür.
Gerilimli kaçınan bağlanma geliştiren ergenlerinse, çevrelerindekilere
güvenemediklerinden genellikle kişileri kontrolleri altına alma
eğiliminde oldukları ve öfkelerini doğrudan ifade edemedikleri, bütünlük
duygusuna sahip olamadıkları, özdeğer duygusunu sürdüremedikleri
tespit edilmiştir. Bu kişilerin kimlik organizasyonlarında sorunlar
yaşanır (Tyrrell ve Dozier 1999, Rosenstein, Horovitz 1996).
Bağlanma ve Psikososyal Uyum: Bağlanma, yaşamın ilk aylarında
gelişmesine rağmen, yaşamın sonraki yıllarını olumlu ya da olumsuz
yönde etkileyerek, yaşam boyunca sosyal ilişkilerin gelişiminin temelinde
yer alır. Ergenlikten önce, bağlanma çocuğun kendini tehlike altında ya
da rahatsız hissettiğinde kullandığı benliği koruma stratejilerini ifade
eder. Daha sonra bağlanma; ilişkiler, benliği koruma stratejileri üzerine
şekillenir (Lapsey ve ark 2000).
Bağlanma ilişkisi ergende bilişsel gelişimi etkiler. Örneğin formal
işlevsel düşünme kapasitesinin oluşması (özellikle zihinde hızla
özetleyebilme kapasitesi) bir bakıma iyi bir bağlanma ilişkisinin
geliştirilmesine bağlıdır. Benliğe aktarılarak farklılaşan bağlanma
ilişkisi içsel süreçlerden etkilenir. Đçsel çalışma modelinde çocuğun yaşı
ve çocuk tarafından bakım verenlerin ilişkisinin algılanış şekli önemli
olmasına rağmen, içsel çalışma modeli çocuğun bilişsel gelişim
sürecine göre, bireysel farklılıklar göstermesi de dikkate alınması
gereken bir durumdur. Đçsel çalışma modeline göre davranışsal süreç
163
(yakınlık arama, baş etme) ve duygusal süreç (algılama, yorum, beklenti)
bağlanma stillerinden etkilenir. Ergenlerde içsel çalışma modeli ise
ergenin bağlanmayla ilgili zihinsel sürecini, kişiler arası ilişkilerini
yansıtır ve yaşamı boyunca değişmeden kişi üzerinde etkinliğini
sürdürür (Meeus ve ark 2002).
Ebeveynler ile geliştirilen sıcak, doyurucu bir ilişki, ileride ergenin
akranlarıyla daha kaliteli bir ilişki kurmasına ve duygusal açıdan
doyum sağlamasına yol açar. Olumsuz yaşantılar nedeniyle (travma,
göç, annenin depresyonu) gelişen güvensiz bağlanma ise ilerde çocukta
depresyon oluşmasına neden olur ve bu da ergenlik yıllarında daha
fazla oranda davranış problemine yol açabilmektedir (Allen, ve ark
1989). Yine çocukluk çağında annesi ile güvenli bir bağlanma geliştiren
bireyler ergenlik döneminde yalnızlık yaşamamaktadırlar (Kerns,
Stevens 1996).
Bağlanma davranışının ebeveynden akranlara çevrilmesi sırasında
herkes olumlu şeyler yaşamayabilir. Ailesi ile güvensiz bağlanma
geliştiren ergenler bağlanma ihtiyacı ve otonomi arasındaki dengeyi
kuramayabilir (Weiss 1982). Bu ergenlerde güven duygusu azalmıştır;
bağlanma ilişkilerinde hep bir sonlanış, kararsızlık ya da problem yaşarlar,
böylece yeni bir sorun yaşamamak için ilişkiye girmekten sakınırlar.
Oysa güvenli bağlanan ergenle problemlerle karşı karşıya kaldıklarında
hızla çözüme gidebilmektedirler. Kaçınma davranışı ile ilintili güvensiz
bağlanma geliştiren ergenler bağlanma figürleriyle bir problem
yaşadıklarında hızla depresyona girerler. Buradaki ergen depresyonu
aslında ebeveyne güvensiz bağlanmasının uzantısıdır. Bu açıdan
bakıldığında, ergenin ebeveynin desteğine ihtiyacı hiç bitmez ancak
ergen daima kendini ebeveynlerinden bağımsız bir birey olarak algılar
(Seiffge-Krenke 1993).
Finnegan ve arkadaşlarının (1996) yaptığı bir çalışmada güvensiz
ve ambivalan bağlanma geliştiren ilköğretim üçüncü ve yedinci sınıf
erkek öğrencilerinim stresle karşılaştıklarında immatür davranarak
suçu, kurban olarak seçtikleri başka bir akranının üzerine attıkları ve
sürekli tedirgin ve tereddütlü davranışlar sergiledikleri ortaya çıkmıştır
(Finnegan ve ark 1996).
Güvensiz, dezorganize bağlanma geliştirmiş olan ergenlerde ise
stres ile başetmede organize bir davranış gösterememe, yabancı durum
testinde stereotipik, asimetrik ve zamansız hareketlerin varlığı, donup
kalma ya da hareketlerde yavaşlama görülmektedir (Hall ve Geher
2003). Dezorganize bağlanma örüntüsünün altında yatan nedenin
bakım veren tepkilerinde güven verici olmayan, tutarsız, kaba, ben
merkezci ya da zorbalığa dayanan bir tutum sergilemesi ve bireyin
bakım verenden korkması olduğu belirtilmektedir (Cooper, Shaver,
Collins 1998). Bu ergenlerin sıklıkla fiziksel şiddet uyguladıkları ve
164
düzeni bozucu davranışlar sergiledikleri, kurallara düşünmeden karşı
çıktıkları ve aniden öfkelendikleri gözlenmiştir.
Bağlanma bozukluklarında cinsel suçların görülme olasılığı fazladır.
Cinsel istismar davranışının etiyolojisinde dağınık bağlanma bozukluğunun yattığı düşünülür. Ayrıca dağınık bağlanmış ergenlerde cinsel
baş etme mekanizması olarak sık mastürbasyon davranışı sergileme
gözlenir. Bu kişiler mahremiyetlerini kaybettiklerini düşünürler, kendilerini yalnızlığa itilmiş hissederler ve bu kişilerin cinsel bozukluklarının
temelinde gelişimsel stresörlerle birlikte düşük benlik saygısı, zayıf baş
etme mekanizmaları ve kişiler arası ilişkilerde bozulma yatar (Brown ve
ark 1999, Burk, Burkhart 2003).
Bağlanma Đlişkisi Ve Sosyal Yeterlilik: Bağlanma bir sosyal
davranış çeşididir. Bowlby bağlanmayı çocuk gelişiminin erken
döneminde aramıştır (Bowlby 1988).Doğumdan yaklaşık dört ay sonra
yetişkinlerden farklı olarak bebek güvenli bağlanma figürü olarak
öncelikle anneyi tercih etmektedir. Üç yaşının başlarında güvenli bağlanan
çocuk öğretmeninin ve diğer insanların yanında kendini rahat ifade
etmeye başlar. Bu dönemde ikincil bağlanma figürü öğretmeni ya da
ona yakın olan bir başka kişi olmuştur.
Ergenin bağlanma süreci, ergenin kurduğu sosyal ilişkilerin
niteliğine göre; değerlendirilen içsel çalışma modeli üzerine kurulmuştur.
Benliğin önceki bilinçli ve sonraki bilinçsiz ruhsal durumlarını temsil
eden içsel çalışma modeli, bireylerin bağlanma figürlerinden etkilenir.
Erken dönem bağlanma ilişkileri ergenin ebeveynle olan geçmişteki
ilişkilerini ve ebeveynlerin verdiği tepkilerin kalitesini yansıtır (Allen ve
ark 1989).
Çocuklar, ergenlik dönemine geçtiğinde, geçişin ilk yıllarında
ergenin ebeveynlerinden bağımsızlaşmasıyla birlikte akranlarıyla iletişimin
ağırlıklı olduğu ilişkiler yaşamaya başlarlar. Ergenin akranlarıyla
geliştirdiği her yeni ilişki, ergen için yeni bir güven kaynağı demektir.
Akranlarla kurulan bu ilişkiler ergenin diğer ergenler ile düşüncelerini
ve değerlerini karşılaştırmasını sağlar, ergen tek başına kaldığında ne
yapacağını öğrenir ve bu şekilde ergenin kimlik gelişimine katkı
sağlanmış olunur. Ebeveynlerle kurulan güçlü bağlanma, akranlarla
geliştirilen bağlanma ile ilişkilidir. Ebeveynlere bağlanma yakınlıkla
ilişkili değil, duygusal bağla ilişkilidir. Ebeveynlere karşı geliştirilen
bağlanma benlik saygısı, yaşam kalitesi, affektif durum, psikolojik iyilik
hali, kimlik ve okula karşı geliştirilen uyumla ilişkili bulunmuştur
(Allen ve ark 1989, Kuperminc ve ark 1996).
Ergenlik dönemindeki bağlanma özellikleri bireysel farklılıklardan
etkilenir. Ergen farklı streslerle karşı karşıya kaldığında stresle baş
edebilmek için güvenli bağlanmanın bir göstergesi olarak farklı uyum
mekanizmaları ortaya koyar. Ebeveynleri ile uygun olmayan,
165
ebeveynleri tarafından tutarsız ambivalan ya da tepkisiz kalma gibi
yanıtlar verilmesi ile, zarar veren bir ilişki ile ebeveyne güvensiz
bağlanan çocuk, stresle karşı karşıya kaldığında mahremiyetini yitirdiğini
hisseder. Güvensiz bağlanan bu çocuklar, ergenlik dönemine geldiklerinde,
çevrelerinde bulunan kişileri güvenilmez ve ilişkilerini de gereksiz
bulmaya başlarlar. Güvensiz bağlanan ergen, bağlanmayla ilişkili
deneyimlerinde tutarsızlık gösterir ve yakın arkadaşlıklarında zorluklar
yaşar (Lieberman ve ark 1999). Güvensiz bağlanma gösteren ergenlerde
agresyon ve öfke davranışı gösterme sıklığı artmaktadır (Thompson
2002).
Son 10 yılda ergenlerde agresyon dramatik bir şekilde artış
göstermiştir. Ergenlerdeki bu agresyon genelde tehlikeli antisosyal
davranış gösterme, saldırgan davranışa engel koyamama şeklinde
kendini gösteren dürtü denetim bozuklukları şeklinde ortaya çıkmıştır.
Bowlby’nin çalışma modeline göre; ebeveynle arasında güvensiz bağlanma
geliştiren çocukta, kristalizasyon aşaması boyunca anne çocuk
ilişkisinde dürüst olmayan, güvensiz, öfkeli ve kaosun egemen olduğu
bir ilişki biçimi geliştirilir. Çalışma modeli sosyal bilişleri kapsamaktadır.
Sosyal biliş bireyin diğerlerini ve çevreyi algılama, onlar hakkında
düşünme biçimini belirler. Çocuğun çalışma modeline göre ilişki biçimi
güvensizlik içeriyorsa, çocuk diğer insanların davranışlarına karşı hep
bir olumsuz beklenti içerine girer. Çoğu zaman akranlarına karşı
belirsizlik içeren, manüplatif, provakatif davranışlar sergiler.
Ergen tarafından okul çevresinde antisosyal yıkıcı davranışlar
şeklinde gösterilen agresyon, ebeveynlerin, çocuğun bağlanma sürecinde
çocuğa karşı çekingen tavırlar sergilenmesi ya da ebeveynler tarafından
çocuğun geri çevrilmesi sonucu ortaya çıkmaktadır (Waters ve ark
2000). Bu ergenler farklı gelişimsel alanlarda problemler yaşarlar;
duygusal açıdan stres altındadırlar, ilerleyen yaşamlarında sosyal
alanlarda sık sık problemlerle karşılaşırlar, sıklıkla da kişilik bozuklukları
vardır. Bu kişilik bozuklukları antisosoyal, narsistik, paranoid kişilik
özellikleri olarak kendini gösterir (Allen ve ark 1989, Kenny ve Gallagher
2002). Bağlanma ilişkisinin, yaşamın karmaşık dönemlerinde anksiyete,
depresyon ve duygusal stres oluşturabilecek zararlı sonuçlarının
olabileceği ifade edilmiştir. Ergenlerdeki depresif yapı kişinin benliğine
karşı olumsuz inançları, başkaları tarafından sevilmediği, başkalarına
güvenilemeyeceğine dair düşüncelerinin bağlanma süreci ile ilişkisi
vardır. Depresyonda meydana gelen incinilebilirliğin özünde güvensiz
bağlanma yatmaktadır. Erken ergenlik dönemindeki karamsar yapı,
sıklıkla ergenlik ilişkilerinde değişimin doğasından kaynaklanmaktadır
ve bu geçiş döneminde ergen ailesinden bağımsızlaşmak için uğraşmaktadır. Kaçınmacı (avoidant) ergenlerde korkulu bağlanma daha
fazla gözlenmektedir. Bu kişiler genelde destekten yoksun, depresyona
eğilimli bir yapı sergilerler (Brown ve ark 1999, Mikulincer ve Nachshon
166
1991). Sonuç olarak, bağlanma ve bağlanma ilişkileri daha çok
çocukluk dönemine özgü olarak açıklanmasına rağmen, ergenin
yaşantısında da önemini korumaktadır (Allen ve ark 1989, Lapsey ve
ark 2000, Brodsky, Lichtenstein 1999).
Ergenler gelişimsel olarak yaşamakta oldukları dönemin gereği
ayrılmaya ve kaybetmeye karşı daha da duyarlıdır. Bu onların ayrılık
anksiyetesini daha şiddetli ve derinden yaşamaları ile ilgilidir. Ayrılık
anksiyetesi bütün insanlarda olduğu gibi ergenlerde de kayıp
psikolojisini ve bununla ilgili yas ve/veya depresif duyguları ortaya
çıkarabilir. Böyle bir derin yaşantının sonucu yoğun bunaltı ve
umutsuzluk gelişir ve ergenlerde bir çeşit yas reaksiyonu ortaya çıkar.
Ergenlerin ebeveynleri ile bağlanma tarzı ambivalan özellikler taşıyorsa;
bu normal yas sürecini patolojik duruma dönüştürerek ortaya açık
veya gizli depresyon tablosunun çıkmasına neden olabilmektedir. Böylece
zevk alamama, isteksizlik, umutsuzluk, karamsarlık, aşırı duyarlılık ve
alınganlıkla birlikte iştahsızlık, uyku düzensizlikleri ve kilo kaybı gibi
belirtiler gözlenir (Kenny ve Gallagher 2002, Lapsey ve ark 2000).
Bağlanma bozukluklarından Reaktif bağlanma bozukluğu ergenlerde
psikiyatrik bozukluklarla birlikte gözlenmektedir. Ciddi bağlanma problemleri yeme problemleri, aşırı kilo kaybı, istenmeyen agresif davranışlar,
ya da içe kapanma ve sosyal izolasyon, sürekli kendini geri çevrilmiş ve
stres altında hissetme, obsesyonların yoğunlaşması, ümitsizlik, kızgınlık
şeklinde kendini gösterebilir. Reaktif bağlanma bozukluklarının nedenleri
arasında; genetik yatkınlık, hamilelikte yaşanan maternal ambivalans,
travmatik prenatal deneyimler, hamilelikte alkol kullanımı, doğum
travması, seksüel ya da fiziksel istismarı ya da ihmali, çocukluk
döneminde anneden ani ayrılma, kronik maternal depresyon sayılabilir
(Burk ve Burkhart 2003, Lapsey ve ark 2000).
Akranlar ve öğretmenler ile ilişkinin, ergenin okuldan memnuniyeti
ve okulda gösterdiği performans üzerinde etkili olması nedeniyle,
güvenli bağlanma ergenin okul sürecinde de önemli bir yere sahiptir.
Özellikle ergenlik sürecinde gelişim dönemiyle ilişkili, içsel ve dışsal
sorunlar bağlanmadan etkilenir ve bu sorunların ergenin okuldaki
performans ve mutluluğunu etkilemesi de şaşırtıcı değildir. Sonuç
olarak, bağlanma ergenin akranlarla ilişkisi ve akademik performansı
üzerine etkilidir ve güvenli bağlanmayan birey kişiler arası ilişkilerde
aşırı hassastır ve güçlükler yaşar, diğerleri ile etkileşime ve okul
başarısına önem vermez (Kenny ve Gallagher 2002, Waters ve ark
2000).
Ergende Sosyal (toplumsal) Cinsiyet Rolü ve Bağlanma:
Bağlanma davranışı ile sosyal cinsiyet rolünün gelişimi arasında ilişki
olabileceği düşünülmektedir. Konuyla ilgili olarak yapılan çalışmalar,
bebek-bakıcı arasındaki duygusal bağın, onun sosyal cinsiyet rol
167
gelişimini etkilediğini belirtmektedir. Sosyal cinsiyet rolü, bireyin
erkeksiliği ve kadınsılığı algılamasıdır. Sosyal cinsiyet rolü ile ilgili
literatür gözden geçirildiğinde, bireylerin sosyal cinsiyet özellikleri
açısından dört gruba ayrıldığı görülmektedir. Bunlar "erkeksi cinsiyet
rolü", "kadınsı cinsiyet rolü", "androjenik cinsiyet rolü" ve "belirsiz
cinsiyet rolüdür. Geleneksel açıdan "erkeksi cinsiyet rolü", bilişsel ve
sosyal olarak egemen bir şekilde davranma, amaç yönelimli olma ve
hakim olma gibi özellikleri içerirken; "kadınsı cinsiyet rolü", duygusal
olarak duyarlı ve destekleyici olma gibi özellikleri içermektedir". Daha
önceki yıllarda insanların sosyal cinsiyet rolü, bir ucu kadınsı özellikler
(feminity), diğer ucu ise erkeksi özellikler (masculunity) olan tek bir
boyut üzerinde gösterilirken, 1970'li yıllarda yapılan araştırmalarda,
kadınsılığın ve erkeksiliğin birbirinden bağımsız boyutlar olduğu öne
sürülmüştür ". Böylece bireyler sosyal cinsiyet açısından belli ölçülerde
hem kadınsı hem de erkeksi özelliklere sahip olabilmektedirler. Bu
şekilde hem kadınsı hem de erkeksi özellikleri belli ölçülerin üzerinde
kendinde taşıyan bireylere "androjenik" bireyler adı verilirken, altında
taşıyan bireylere ise "belirsiz" cinsiyet rolüne sahip bireyler adı
verilmektedir (Juni ve ark 1994) .
Kadınsı ve androjen ergenlerin, erkeksi ve belirsiz sosyal cinsiyet
rolüne sahip olanlara göre ebeveynlerine daha fazla bağlanma geliştirmiş
oldukları, bu bağlanmanın babadan daha fazla anneye olduğu, ayrıca
kızların arkadaşlarına daha fazla bağlanma bildirdikleri belirtilmektedir.
Ayrıca, sosyal cinsiyet gruplarındakilere oranla, androjen sosyal
cinsiyet rol kimliğine sahip kız ergenlerin babalarına, erkek ergenlerin
ise annelerine daha yakın oldukları bildirilmektedir. Arkadaşa bağlanma
açısından ise, Haigler ve arkadaşlarının (1995) bulgularının aksine
ergenler arasında cinsiyet açısından fark rapor edilmezken; sosyal
cinsiyet açısından anlamlı farklılıklar belirtilmekte, androjen kızların
diğer sosyal cinsiyet rollerine sahip olanlara oranla arkadaşlarına daha
fazla bağlanma geliştirdikleri bildirilmektedir (Haigler ve ark 1995).
Konuyu sosyal cinsiyet rol çatışmaları çerçevesinde inceleyen ve
özellikle erkek ergenler üzerinde gerçekleştirilen araştırmaların sonucunda
ise, sosyal cinsiyet rol çatışması ile ebeveyne bağlanma arasında olumsuz
bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Bir başka deyişle, erkek ergenlerin
ebeveynlerine güvenli bağlanma düzeyleri arttıkça, geleneksel sosyal
cinsiyet rollerini benimseme oranları azalmakta; bunun tersine güvenli
bağlanma düzeyleri azaldıkça, geleneksel sosyal cinsiyet rollerini
benimseme oranları artmaktadır. Bunun nedeni olarak da, ebeveynleri
ile çatışmalı ilişkisi olan erkek çocukların, kadınları bağımsızlıklarını
gasp edici görmelerine neden olduğu belirtilmektedir. Oysaki çocuk
ebeveyn ilişkisi olumlu olan ve özellikle babaya güvenli bağlanan erkek
çocuklar, duygularını anlatımda kendilerini rahat hissetmekte, sosyal
cinsiyet rolü ile ilgili sıkıntı yaşamamaktadırlar (Lieberman ve ark
1999, Smyke ve ark 2002).
168
Çocuklukta ve Ergenlikte Gelişen Bağlanmanın Yetişkinliğe
Aktarılması: Bowlby'nin (1988) bağlanma kuramının temel amacı,
bebeklerin birincil bakıcılarına nasıl bağlandıklarını ve onlardan ayrıldıkları zaman yaşadıkları duygusal stresi açıklamak ve tanımlamaktır.
Bowlby'nin (1988) bağlanma kuramı, bebeklerin ve çocukların birincil
bakıcılarından (genellikle anne) belli sürelerle ayrı kalmaları sırasında
gösterdikleri tepkilerin gözlenmesinden ortaya çıkmıştır.
Çocukluk döneminde ebeveyne karşı geliştirilen bağlanma ilişkisi
uzun dönem etkisini sürdürebilecek olan romantik ilişkiye dönüşebilmektedir. Bu ilişki biçiminde bireysellik ön planda gibi görünse de,
ilişkinin uzun süre devam edebilmesi için bağlanmaya ihtiyaç duyulur.
Romantik ilişkilerde doğurganlık, cinsel birleşme ön planda ise ilişki
sürecinde sürekli ebeveynle çocuk ilişkisi yaşanmak istenir fakat kişi o
dönemde ebeveyndir.
Bir çalışmada babaya karşı geliştirilen bağlanmanın ileriki ergenlik dönemi romantik ilişkilerinde aşırı hassasiyet göstermeyi engellediği
ortaya çıkmıştır (Ho M 2004). Bağlanma, yalnızca çocukluk ile sınırlı
olmayıp yaşam boyunca sürer. Đlk temel ilişki olan anne çocuk ilişkisi,
sonraki yaşam dönemlerindeki bağlanmalar için örnek olur. Đnsanların
bebeklik döneminde ebeveynleriyle (ağırlıklı olarak anne) kurdukları
ilişki ile yetişkinlik dönemindeki romantik ilişkileri çeşitli açılardan
benzerlikler göstermektedir. Bir çocuğun, bağlanma figürü (anne) yanında
olduğunda ve gereksinimlerine duyarlılık gösterildiğinde, kendisini
güvende hissetmesi gibi yetişkinler de, eşleriyle birlikte olduklarında ve
gereksinimlerine doyum bulduklarında kendilerini güvende ve rahat
hissederler. Bu durumda, eş, bireyin, örneğin iş yaşamında yaratıcı
projeler geliştirmesini (bebeklik dönemindeki çevreyi keşfetme sürecindeki gibi) sağlayan güvenli bir temel olma özelliği taşır (Bartholomew
1997). Birey, kendisini, gergin, hasta ya da tehlike içinde hissettiğinde
eşi, güvenlik, rahatlık ve koruma sağlar. Bir başka deyişle, aşk
yaşantısı, güvenlik duygusu sağlayan yetişkin bir eşle yaşanan duygusal
bir bağdır. Bu noktada, bebeklik dönemi ile yetişkinlik dönemi
bağlanma süreci arasındaki farklılıklara da değinilebilir. Bebek ile anne
arasındaki bağ tek yönlüdür, bebek gereksinimlerinin karşılanması için
rahatlık arar, anne de bu isteğe duyarlılık gösterir. Yetişkin romantik
ilişkilerdeki bağlanma süreci ise, karşılıklıdır, her iki birey de hem
bakım alan hem de bakım veren konumundadır (sevgi, şefkat, sıcaklık
vb. almak ve vermek), ayrıca, yetişkin bağlanma süreci cinsel ilişkide
bulunma ve ortak amaçlara sahip olma gibi faktörleri de içermektedir.
Dolayısıyla, yetişkin romantik bağlanma sürecinin, bağlanma, ebeveynlik
(bakım) ve cinsel ilişki ögelerinin bir bileşimi olduğu söylenebilir
(Brodsky ve Lichtenstein 1999).
169
Hazan ve Shaver (1987), Bowlby'nin zihinsel modeller ve bunun
kişiliğe yansımaları ile Ainsworth'un bağlanma türlerine ilişkin görüşlerini
romantik aşka uyarlamaya çalışmışlardır. Onlara göre bütün önemli
sevgi ilişkileri Bowlby'nin ifade ettiği anlamda bağlanmalardır. Ayrıca,
bağlanma türleriyle romantik aşkı ilişkilendirerek bunların kişilerin
aşık oldukları kişilerle ilişkilerini belirlediğini savunmuşlardır. Bu
görüşe göre, güvenli aşıklar başkalarına yaklaşmaktan ve başkalarının
kendilerine yaklaşmasına izin vermekten rahatsız olmazlar ve terk
edilme korkusu duymazlar. Kaçınıcı aşıklar, başkalarına fazla yakın
olmaktan rahatsız olurlar. Başkalarına bağlanmak ve güvenmek onlar
için güçtür. Kaygılı çelişkili aşıklar ise aşıklarının kendilerini yeterince
sevmediğini düşünürler (Hortacsu ve ark 1993).
SONUÇ
Bağlanma, ilk temel ilişki olan anne çocuk ilişkisi ile başlayan,
ancak sonraki yaşam dönemlerindeki bağlanmalar üzerinde etkinliği
olan önemli bir süreçtir. Bireyin kişisel yeterlilik duygusuna ve olumlu
benlik değerine sahip olması, güvenli bağlanma geliştirmesine dayanır.
Güvenli bağlanma, sağlıklı duygusal ve sosyal gelişimi sağlar, bireyi
stres yaratan koşullardan koruyabilir. Güvenli bağlanmanın gelişmesi
sürecinde ebeveynin rolü büyüktür. Bireyin güven duygusunu kazandığı
süreçte; ebeveynin bireye olumsuz yaklaşımlar sergilemesi, bu bireyin
farklı bağlanma stilleri ortaya çıkarmasına neden olur. Bu farklı
bağlanma örüntüleri, dönemlere göre farklı şekillere bürünerek, bireyin
yaşantısına yön verir. Đleride partneri, akranları ile olumlu ya da
olumsuz ilişkiler, geliştirmesinde etkili olur. Tüm bu süreçler göz
önüne alındığında bağlanma; bireyin ruhsal sürecini değerlendirirken
dikkate alınması ve üzerinde durulması gereken önemli bir yapıdır.
KAYNAKLAR
1. Ainsworth MS (1997). The Personal Origins Of Attachment Theory. An Đnterview With
Mary Salter Ainsworth. Interview By Peter L. Rudnytsky. Psychoanal Study Child. 52:
386-405.
2. Allen JP, Hauser ST (1996). Autonomy and relatedness in adolescent-family
interactions as predictors of young adults' states of mind regarding attachment.
Development and Psychopathology, 3, 793-809.
3. Allen JP, Moore CM, Kuperminc G ve ark (1989). Attachment And Adolescent
Psychosocial Functioning. Child Development . Oct; 69(5): 1406-19.
4. Allen JP,Land D (1999). Attachment in adolescence. In J. Cassidy & P. R. Shaver
(Eds.), Handbook of attachment: Theory, research, and clinical applications (pp. 319–
335). New York: Guilford Pres.
5. Atasoy Z, Ertürk D, Şener Ş (1997). Altı Ve Oniki Aylık Bebeklerde Bağlanma. Türk
Psikiyatri Dergisi. 8(4): 110-115.
170
6. Bartholomew K (1997). Adult Attachment Processes: Đndividual And Couple
Perspectives. Br J Med Psychol. Sep; 70(Pt 3): 249-63.
7. Benoit D, Parker KC, Zeanah CH (1997). Mothers' Representations Of Their Đnfants
Assessed Prenatally: Stability And Association With Đnfants' Attachment
Classifications. J Child Psychol Psychiatry. Mar; 38(3): 307-13.
8. Bowlby J (1988). Developmental Psychiatry Comes Of Age. Am J Psychiatry.
Jan;145(1): 1-10.
9. Brodsky SI, Lichtenstein B (1999). Don't Ask Questions: A Psychotherapeutic
Strategy For Treatment Of Đnvoluntary Clients, American Journal Of Psychotherapy.
3 (53): 215–220.
10. Brown J, Cohen P, Johnson JG ve ark (1999). Childhood Abuse And Neglect:
Specificity Of Effects On Adolescent And Young Adult Depression And Suicidality,
Journal Of The American Academy Of Child And Adolescent Psychiatry. 2(38): 1490–
1496.
11. Burk LR, Burkhart BR (2003). Disorganized Attachment As A Diathesis For Sexual
Deviance Developmental Experience And The Motivation For Sexual Offending
Aggression And Violent Behavior. 3(8): 487–511.
12. Cooper ML, Shaver PR, Collins NL (1998). Attachment styles, emotion regulation,
and adjustment in adolescence. Journal of Personality and Social Psychology, 74,
1380-1397.
13. Finnegan, R. A, Hodges, E V E, & Perry, D G (1996). Preoccupied and avoidant
coping during middle childhood. Child Development, 67, 1318-1328.
14. Fuller SG, Moore LR, Lester JW (1993). Influence Of Family Functioning On
Maternal-Fetal Attachment. J Perinatol. Nov-Dec; 13 (6): 453-60.
15. Goldberg S, Benoit D, Blokland K ve ark (2003). Atypical Maternal Behavior,
Maternal Representations, And infant Disorganized Attachment. Dev Psychopathol.
Spring; 15(2): 239-57.
16. Green J, Goldwyn R (2002). Annotation: Attachment Disorganisation And
Psychopathology: New Findings in Attachment Research And Their Potential
Đmplications For Developmental Psychopathology Đn Childhood. J Child Psychol
Psychiatry. Oct; 43(7): 835-46.
17. Haigler VF, Day HD, Marshall DD (1995). Paternal Attachment And Gender Role
Đdentity. Sex Roles. (33): 203-221.
18. Hall SE, Geher G (2003). Behavioral And Personality Characteristics Of Children
With Reactive Attachment Disorder. J Psychol. Mar; 137(2): 145-62.
19. Hazan C, Shaver P (1987). Romantic Love Conceptualized As An Attachment Process.
J Pers Soc Psychol. Mar; 52(3): 511-24.
20. Ho MJ(2004). Adolescent Attachment to Parents: Predicting Later Adolescent
Rejection Sensitivity. Erişim adresi. www.people.virginia.edu/~psykliff/pubs/
presentations/sra%202004/Ho.pp Erişim tarihi: 06.07.2006.
21. Hortacsu N, Cesur S, Oral A (1993). Relationships Between Depression And
Attachment Styles Đn Parent-And Đnstitution-Reared Turkish Children. J Genet
Psychol. Sep; 154(3): 329-37.
22. Juni S, Grimm DW (1994). Sex Roles As Factors Đn Defense Mechanisms And Object
Relations. J Genet Psychol. Mar; 155(1): 99-106.
23. Kenny EM, Gallagher LA (2002). Instrumental And Social/Relational Correlates Of
Perceived Maternal And Paternal Attachment Đn Adolescence. Journal Of
Adolescence. 25(2): 203–219.
171
24. Kerns KA, Stevens AC (1996). Parent-child attachment in late adolescence: Links to
social relations and personality. Journal of Youth and Adolescence, 25, 323-342.
25. Kobak R, Sceery A (1988). Attachment in late adolescence: Working models, affect
regulation, and representations of self and others. Child Development, 59, 135-146.
26. Kuperminc G P, Allen J P, Arthur M W (1996). Autonomy, relatedness and male
adolescent delinquency: Toward a multi-dimensional view of social competence.
Journal of Adolescent Research, 11, 397-420.
27. Lapsey D, Varshney N, Aalsma M (2000). Pathological Attachment And Attachment
Style Đn Late adolescence. Journal Of Adolescence. 23(2): 137-155.
28. Lieberman M, Doyle A, Markeiwicz D (1999). Developmental Patterns Đn Security Of
Attachment To Mothers And Fathers Đn Late Childhood And Early Adolescence:
Associations With Peer Relations. Child Development. Jan-Feb; 70(1): 202-13.
29. Lowinger S, Dimitrovsky L, Strauss H ve ark (1995). Maternal Social And Physical
Contact: Links To Early Đnfant Attachment Behaviors. J Genet Psychol. Dec; 156(4):
461-76.
30. Mikulincer M, Nachshon O (1991). Attachment Styles And Patterns Of SelfDisclosure. J. Pers. Soc. Psychol. 2(61): 321–331.
31. Meeus W, Oosterwege A, Vollebergh W (2002). Parental And Peer Attachment And
Đdentity Development Đn Adolescence Journal Of Adolescence . 25(1): 93–106.
32. Paterson J, Pryor J, Field J (1995). Adolescent attachment to parents and friends in
relation to aspects of self-esteem. Journal of Youth and Adolescence, 24, 365-376.
33. Pehlivantürk B (2004). Otistik Bozukluğu Olan Çocuklarda Bağlanma Türk Psikiyatri
Dergisi 15(1): 56-63.
34. Rosenstein DS, Horowitz HA (1996). Adolescent attachment and psychopathology.
Journal of Consulting and Clinical Psychology, 64, 244-253.
35. Seiffge-Krenke, I. (1993). Close friendship and imaginary companions in adolescence.
In B. Laursen (Ed.). Close friendships in adolescence (pp. 73-87). San Francisco:
Jossey-Bass.
36. Smyke AT, Dumitrescu A, Zeanah CH (2002). Attachment Disturbances Đn Young
Children I: The Continuum Of Caretaking Casualty. J Am Acad Child Adolescent
Psychiatry. Aug; 41(8): 983-9.
37. Soysal Ş, Öktem F, Ergenekon E ve ark (2000). Doğum Türü Değişkeninin Bağlanma
Örüntüsü Üzerindeki Etkilerinin Đncelenmesi. Klinik Psikiyatri Dergisi. 3(2): 75-85.
38. Thompson C (2002). The Disposables: Our Treatment Of Violent Adolescents. Am J
Psychoanal. Sep; 62(3): 273-84.
39. Troy NW (1995). The Time Of First Holding Of The Đnfant And Maternal Self-Esteem
Related To Feelings Of Maternal Attachment. Women Health. 22(3): 59-72.
40. Tyrrell C, Dozier M (1999). Foster Parents; Understanding Of Children's Problematic
Attachment Strategies: The Need For Therapeutic Responsiveness, Adoption
Quarterly. 2(4): 49–64.
41. Weiss RS (1982). Attachment in adult life. In C. M. Parkes & J. Stevenson-Hinde
(Eds.), The place of attachment in human behavior (pp. 171-184). New York: Basic.
42. Waters E, Hamilton CE, Weinfield NS (2000). The Stability Of Attachment Security
From Đnfancy To Adolescence And Early Adulthood: General Đntroduction. Child Dev.
May-Jun; 71(3): 678-83.
43. Zeanah CH, Boris NW, Larrieu JA (1997). Infant Development And Developmental
Risk: A Review Of The Past 10 Years J Am Acad Child Adolesc Psychiatry. Feb; 36(2):
165-78.
172
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 173-182, 2007
METABOLĐK SENDROM
METABOLIC SYNDROME
Asiye DURMAZ AKYOL
E.Ü Hemşirelik Yüksek Okulu Đç Hast. Hemşireliği AD
Anahtar Sözcükler: Metabolik sendrom, sendrom X, insülin direnci.
Key Words: Metabolic syndrome, syndrome X, insulin resistance.
ÖZET
Metabolik sendrom; abdominal obesite, hipergliseridemi, yüksek yoğunluklu
lipoproteinin (HDL-K) düşük olması, hipertansiyon ve insülin direnci gibi
parametreleri olan kalp hastalıkları, inme ve diyabetes mellitus için risk
faktörleri arasında önemli bir sağlık sorunu olarak tanımlanmaktadır.
Metabolik sendrom; insülin direnci sendromu,dismetabolik sendrome,
Sendrome X, polimetabolik sendrome, ölümcül dörtlü gibi farklı terimlerle de
tanımlanmaktadır
Ulusal sağlık araştırmalarına göre; ABD’de her beş kişiden birinde
metabolik sendrom görülmektedir.Yaşla birlikte artış görülürken, prevelans
20-29 yaşları arasında %6,7,60-69 yaşlarında % 43,5,70 yaş ve üzerinde ise %
42.0’dır.
Türkiye’de metabolik sendromla ilgili durum saptaması için yapılan
Türkiye Metabolik Sendrom Sıklığı Araştırması (METSAR) çalışması sonucunda;
erişkinlerde metabolik sendrom görülme sıklığı % 33,9 olarak saptanmıştır.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Ulusal Kolesterol Erişkin Eğitim
Programı-Yetişkin Eğitimi Paneli III (ATP III) Metabolik Sendrom tanı
kriterlerini belirlemiştir.
Metabolik sendromda tedavi; diyet, egzersiz ve risk faktörlerine yönelik
olarak seçilen ilaç tedavisini içermektedir.
Hemşireler, metabolik sendromlu hastaların yaşam tarzı değişikliklerini
oluşturmalarında; her hastaya özgü olan risk faktörlerini saptama, bunlara
yönelik girişimlerini uygulama ve hastaların karşılaşacağı engelleri aşmada
destek veren, yardım eden etkili kişilerdir.
SUMMARY
Metabolic syndrome is a loosely defined clustering of cardiovascular risk
factors,including abdominal obesity, hypertrigliseridemia, low levels of high
density lipoprotein cholesterol (HDL-C), hypertension and insülin resistance.
173
Metabolic syndrome is also known by another names including insulin
resistance syndrome,dismetabolic syndrome, syndrome X, polimetabolic syndrome
and the deadly quartet.
According to national survey research one in five Americans has metabolic
syndrome. While it is increased with age,the prevelans range from 6,7 percent
among peoples ages 20-29 to 43,5 percent for ages 60-69 and 42 percent for
those age 70 and older.
Turkey metabolic Syndrome Research (METSAR) studies shown that 33.9
% of Turkey adults have metabolic syndrome.
Treatment in metabolic syndrome include diet,exercize and use of
pharmacologic agents address spesific risk factors.
Nurses can be more effective in helping patients to change their lifestyle
behaivors by assessing each patient for the presence of spesific risk factors
,identifiying appropriate interventions to spesific risks, and assisting patients in
identifying barriers to behaivor change.
GĐRĐŞ
Metabolik sendrom (MS); dünyada giderek çok sayıda insanı
etkileyen önemli bir morbidite nedenidir (Işıldak ve ark., 2004). Toplumların gelişmesine paralel olarak yaşam biçimi değişiklikleri,
beslenme alışkanlığındaki değişikliklerin yanı sıra ,kalıtım ve çevresel
etkenler metabolik sendrom gelişiminde önemli rol oynamaktadır
(http://www.narc-hnr.cam.ac.uk/downloads,Süzer 2006;Karadakovan
2006). Ancak
metabolik sendromda asıl bozukluğun genetik ve
çevresel insulin direnci sonucunda olduğu kabul edilmektedir (Işıldak
ve ark, 2004; Fadıloğlu 2005). MS, kalp hastalığı, inme, diabetes
mellitus (DM) gelişme riskini arttıran sağlık risklerinin bir topluluğudur
(Fadıloğlu 2005; Yürügen 2005; Deen ve ark., 2004; www.idf.org).
MS bir hastalık değildir ama vücut metabolizmasının bozulduğunu
gösteren bir ipucudur.Tansiyon arteriyel yüksekliği, yüksek insulin
düzeyleri,aşırı vücut ağırlığı ve kolesterol düzeylerinin yüksek olması,
diyabetes mellitus(DM), koroner arter hastalığı (KAH) ve inme gelişimi
için birer risk faktörüdür.Bu bozuklukların bir araya gelmesi ile yaşamı
tehdit eden ciddi olayların gelişimi de kolaylaşmaktadır (http://www.
mayoclinic.com;http://www.jama.com;http://www.clevelandclinic.org/
health).
TANIM, ETYOLOJĐ VE RĐSK FAKTÖRLERĐ
Metabolik sendrom ile ilgili tanım ilk kez 1956 yılında Vague
tarafından diyabet gelişimine yol açan “diyabetojenik obesite”, Reaven
(1998) ise Sendrom X olarak tanımlama yapmıştır (Karadakovan 2006).
Metabolik
sendrom;
insülin direnci sendromu,dismetabolik
sendrome, sendrome X, polimetabolik sendrome, ölümcül dörtlü ve uygarlık
174
sendromu gibi farklı terimlerle de tanımlanmaktadır (http://www.
mayoclinic.com;http://www.jama.com;http://www.clevelandclinic.org/
health;http://www.mrc-hnr.cam.uk;kılavuz 2005;Süzer 2006;www.idf.
org;http://www.mydr.com.au).
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ); 1998 yılında metabolik sendromu,
diyabet, bozulmuş açlık glikozu, bozulmuş glikoz toleransı veya insulin
direnci ile birlikte hipertansiyon (HT) (>160/90 mmHg), hiperlipidemi,
santral obezite ve mikroalbüminüriden en az ikisinin olması olarak
tanımlamıştır (tablo 1)( Işıldak ve ark.,2004;Kılavuz 2005;www.idf.org)
Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği çalışma grubu
tanımına göre; metabolik sendrom;i nsülin direnci ile başlayan abdominal
obesite, glukoz intoleransı veya diabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve koroner arter hastalığı (KAH) gibi sistemik bozuklukların
birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir (tablo 1)(Kılavuz 2005).
Tablo 1: Türkiye Endokrinoloji Metabolizma Derneği Metabolik Sendrom Çalışma
Grubunun Önerdiği Metabolik Sendrom Tanı Kriterleri
Aşağıdakilerden en az biri
*Đnsülin direnci
*Bozulmuş glikoz toleransı
*Aşikar DM
Aşağıdakilerden en az ikisi;
*Hipertansiyon ( kan basıncı > 140 /90 mmHg veya antihipertansif kullanıyor olmak)
*Dislipidemi (trigliserid düzeyi > 150 mg/dl veya HDL düzeyi; erkekte:< 35 mg/dl
kadında < 39 mg/dl)
*Abdominal obezite (BKI > 30 kg /m²veya bel/kalça oranı erkekte > 0.90,kadında
>0.80)
*Mikroalbüminüri (idrar albumin atılımı >20mcg /dk yada albumin /kreatinin
oranı>30mg /dl.)görüldüğünde MS tanısı konmaktadır.
2001 yılında, Ulusal Kolesterol Eğitim Programı (National Chosterol
Education Program-NCEP) Uzman Paneli, yetişkinlerde yüksek kan
kolesterolü tespiti, değerlendirme ve tedavisi raporu (ATP III) hazırlamış
ve beş kriterden üçünün varolmasının tanıda yeterli olduğunu
vurgulamıştır (Tablo 2) (Işıldak ve ark., 2004; Kılavuz 2005; Deen.,
2004; http://www.idf.org;http://www.americanheart.org; Karadakovan
2006)
Tablo 2: ATP III Metabolik Sendrom Tanı Kriterleri
Abdominal obesite (bel çevresi)
Erkek >102 cm
Kadın > 88 cm
Trigliserid
HDL düşüklüğü (erkeklerde <40 mg/dl,kadınlarda < 50 mg/dl)
Hipertansiyon (kan basıncı > = 130/85 mmHg)
Hiperglisemi (AKŞ: >= 110mg/dl /110-125 mg/dl)
175
Metabolik sendrom etyolojisinde üç önemli faktör vardır; obesite
ve yağ dokusu bozuklukları, insülin direnci ve bağımsız faktörler (vasküler,
hepatik, immünolojik kökenli moleküller gibi) (Işıldak ve ark. 2004;
Karadakovan 2006)
Risk Faktörleri; Metabolik Sendromda etkili olduğu düşünülen
başlıca risk faktörleri şunlardır (Şekil 1);
Irk: MS siyah ırkta ve meksika kökenli Amerikalılarda sık
görülmektedir.
Obesite: Bir kişinin obez olduğunun tespit edilmesi için öncelikle
vücudundaki yağ miktarının ve dağılımının tespit edilmesi gereklidir.
Bu amaçla pratikte kolay ve anlaşılır olması nedeniyle beden kitle
indeksi (BKI) kullanılır.
BKI’ye gore;
· 18.5 kg/ m²altında olanlar zayıf,
· 18.5-24.9 kg/ m²arasında olanlar normal ,
· 25-29.9 kg/ m² arasında olanlar fazla kilolu,
· 30-39.9 kg/ m²arasında olanlar şişman,
· 40 kg/ m²üzerinde olanlar ileri derecede obez olarak değerlendirilir.
BKI arttıkça mortalite,DM, kardiovasküler sistem hastalıkları,
malignite, uykuda solunum problemleri ,osteoartrit ve sosyal izolasyon
gibi ciddi sorunlarla karşı karşıya kalınmaktadır (Yürügen 2005;.)
Türkiye Diyabet Epidemiyoloji çalışması (TURDEP) sonuçlarına göre;
Ülkemizde 20 yaş ve üzerindeki kişilerin %24 ‘ünde abdominal obesite
görülmektedir.
Bel çevresindeki artış; insulin direncinin en önemli göstergesidir.
Bel çevresinde oluşan yağlar metabolik açıdan aktif olurlar ve daha çok
yağ dokusu oluştururlar. Çevresel faktörlerle birlikte, stresin de
eklenmesi ile birlikte kortizol ve insulin seviyesi de artar. Bel ve göbek
çevresindeki genişleme giderek artar ve bacak kaslarında erime
meydana gelir. Bu durumun önüne geçilmez yada engellenmezse başta
DM olmak üzere kalp krizi geçirme riski artar.
DM Öyküsü; gebelik sırasında ortaya çıkan gestasyonel DM yada
ailede birinci derecede DM olma öyküsü varsa Metabolik sendrom
mutlaka incelenmelidir.
Polikistik Over Sendromu; Đnsülin direnci ile ortaya çıkan
kronik anovülasyon ve hiperandrojenizmle karakterizedir. Erken
yaşlarda kardiovasküler sistem hastalıkları görülme riski artmakta ,%
40 olguda bozulmuş glikoz toleransı yada aşikar DM görülmektedir.
176
Diğer hastalıklar; non-alkolik yağlı karaciğer, koroner arter
hastalığı, sublinik inflamasyon, hiperkoagülabilite ve endotel
disfonksiyonudur.
Çevresel faktörler
Genetik faktörler
Đnsülin Direnci
Hiperkoagülopati
Hipertansiyon
Dislipidemi
Ateroskleroz
Tip 2 DM
Şekil 1: MS etkili olduğu düşünülen başlıca risk faktörleri
EPĐDEMĐYOLOJĐ
Dünya’da ve Ülkemizde metabolik sendromun görülme sıklığı
artmakta ve bir pandemiye doğru gitmektedir.
Metabolik sendrom prevalansı erişkinlerde ortalama %22 ‘dir.
Prevalans yaş ile birlikte artış göstermektedir. 20-29 yaş grubunda % 6.7,6069 yaş grubunda % 43.5 oranındadır.Okul çağı çocuklarında her 8 kişiden
birinde metabolik sendrom tanı kriterlerinden üç yada daha fazlasının
olduğu saptanmıştır (Deen 2004; Samur 2005; http://www.mayoclinic.com;
http://www.americanheart.org).
Amerikan Ulusal Sağlık Araştırmasına göre 5 Amerikalıdan biri bir
başka deyişle 50 milyondan fazla Amerikalıda Metabolik sendrom vardır.Bu
toplumun %23’ünü oluşturmakta olup her dört kişiden birinde metabolik
sendrom olduğunu göstermektedir.
Türkiye‘de METSAR çalışma sonuçlarına göre; Avrupa ve ABD ile
paralellik göstermektedir.Kadınlarda Metabolik sendrom görülme sıklığı
erkeklere göre daha fazla olup 40-49 yaş arası kadınlarda oranın beş kat
daha fazla olduğu tespit edilmiştir.TEKHARF çalışma sonuçlarına göre,2000
yılı itibarıyla Türkiye genelinde 30 yaş ve üzerindeki 9.2 milyon kişide
Metabolik sendrom bulunduğu saptanmıştır. Ülkemizde metabolik
sendrom görülme sıklığı, erkeklerde 40-49 yaş grubunda %44,kadınlarda
ise 60-69 yaş grubunda %56 gibi yüksek oranlardadır (kılavuz 2005).
177
PATOGENEZ
Metabolik sendromun nedeni tam olarak bilinmemektedir. Metabolik
sendromun tüm bileşenlerinin etyopatogenezini açıklayabilecek tek bir
genetik, infeksiyöz yada çevresel faktör henüz tanımlanamamıştır. MS,
insülin direnci zemininde gelişen heterojen bir hastalıktır (Kılavuz
2005). Đnsülin direncinde temel bozukluk hiperinsülinemidir. Dokuların
insülin duyarlılıkları birbirinden farklı olduğundan, insülin direnci
başladığında öncelikle kasta glikoz yıkımı azalır ve bu postprandiyal
hiperglisemiye ve karaciğerde glikoz çıkışı artışı sonrası açlık
hiperglisemisine yol açmaktadır (Samur 2005; Işıldak ve ark., 2004).
Karın içi yağ birikimi sonucu gelişen abdominal obesite
hiperinsülinemiye yol açan ana bozukluktur. Đnsülin direnci plazma
serbest yağ asitlerinin (SYA) artışına neden olarak karaciğerde
trigliseridlerin birikimine neden olmaktadır. Obesitenin insülin direnci
oluşumundaki rolü visseral yağ dokusunun metabolik özellikleri ile
ilgilidir. Visseral yağ dokusu insülin aktivitesine karşı dirençli, lipolitik
enzim aktivitelerine karşı duyarlı olduğu için portal sisteme SYA
salınımı ve karaciğer trigliserid sentezinin artmasına neden olarak
insülin direncini arttırmaktadır. Metabolik sendromlu hastalarda yağ
dokusu lipolize neden olarak metabolik ve vasküler işlevlerde
bozulmaya yol açmaktadır. Lipoliz insülin duyarlılığını azaltmakta ve
trigliserdi artışına yol açmaktadır. Buna bağlı SYA’lerinin artışı endotel
fonksiyon bozukluğuna ve mikroalbümüniriye yolaçmaktadır (Şekil 2)
Metabolik sendromda mikroalbüminürinin yanı sıra kronik böbrek
yetmezliği arasında da önemli bir ilişki vardır (Tablo 3) (Yürügen 2005;
Nabel et al., 2005; Karadakovan 2006).
MS; obesite, DM, HT ve inmelere neden olan hastalıklarla
birliktedir (şekil 3) (Fadıloğlu 2005).
Lipoliz ­
¯
SYA’nın ortaya çıkışında artış
Kaslarda SYA oksidasyonunda artış
Glukoz kullanımında
Karaciğerde SYA oksidasyonunda artış
Glukogenezis
Hiperglisemi ve endotel fonksiyonunda bozulma
Şekil 2: SYA’nın Tip 2 DM ve KVH gelişmesindeki Rolü
178
Tablo 3: Metabolik Sendromda KVH Gelişimine Neden Olarak Miroalbüminüriye Yol
Açan Risk Faktörleri.
Abdominal obesite
Đnsülin direnci
HDL-K azalma
Trigliserid düzeyinde yükselme
Düşük yoğunluklu LDL
partikülleri
Sistolik hipertansiyon
CRP ve diğer enflamatuar göstergelerde artış
Kan basıncında ve kalp hızında geceleri azalma
Oksidatif streste artış
Endotel fonksiyonlarında bozulma
Pıhtılaşma bozukluğu /fibrin yapımı
Sol ventrikül hipertrofisi
Obesite
Dislipidemi
Đnsülin direnci
Hipertansiyon
Diyabet ve
Aterosklerozis
Vasküler
Hastalıklar
Trombozis
Hiperinsülinemi
Hiperglisemi
Şekil 3: Metabolik Sendrom ve Đlişkili Olduğu Durumlar (Fadıloğlu 2005)
TEDAVĐ
Metabolik sendromda tedavi hedefleri; insulin direncine neden
olan risk faktörlerinin yaşam şekli değişiklikleri ile kontrol altına
alınması ve gerekli koşullarda klinik hedeflere ulaşmak için ilaç tedavisinin
başlanması, korunma ve kendine bakım ilkelerine bağlı kalınmasıdır
(Tablo 4,5) (Deen 2004; Yürügen 2005; Fadıloğlu 2005; Samur 2005).
Metabolik sendromda tedavi stratejileri (Deen 2004; Samur 2005;
http://www.mayoclinic.com);
179
Tablo 4: Metabolik Sendromlu Hastalarda Yaşam Tarzı Değişiklikleri Đçin Pratik Öneriler
Anormallik
Abdominal Obesite
Hipertirigliseridemi
Düşük HDL
kolesterol düzeyi
Yüksek kan basıncı
Yükselmiş kan
glikoz düzeyi
Diyet ve Fiziksel Aktivite Uygulamaları
*Kilo verilir
*Fiziksel aktivite arttırılır.
*Kilo verilir
*Fiziksel aktivite arttırılır
*Düşük glisemik indeksli gıdaların alımı
arttırılır.
*Karbonhidrat alımı azaltılır.
*Omega-3 yağlarının alımı arttırılır
*Alkol alımı kısıtlanır.
*Kilo verilir
*Fiziksel aktivite arttırılır
*Tekli doymamış yağların tüketimi
arttırılır.
*Sigara içimi bırakılır.
*Kilo verilir
*Fiziksel aktivite arttırılır
*Doymuş yağ alımı azaltılır
*Tuz alımı azaltılır
*Sebze ve meyve tüketimi arttırılır
*Yağdan fakir olan gıdaların alımı arttırılır.
*Alkol tüketimi azaltılır.
*Kilo verilir
*Fiziksel aktivite arttırılır
*Karbonhidrat alımı azaltılır.
*Diyet posası arttırılır.
180
Pratik Öneriler
*Kalori alımını azaltmak için porsiyonlar küçültülür.
*Orta şiddette egzersizler 30 dk/gün yapılır.
*Kalori alımını azaltmak için porsiyonlar küçültülür.
*Orta şiddette egzersizler 30 dk/gün yapılır.
*Rafine karbonhidratların (patates,makarna,beyaz ekmek) yerini tam
tahıl ürünleri, kurubaklagiller ve tekli doymamış yağlar (zeytinyağı,
kanolayağı, fındık yağı) alır.
*Su ve diyet içecekleri ,soda ve meşrubatların yerine tercih edilir.
*Haftada en az bir kez balık tüketilir.
*Günde erkeklerde en az iki, kadınlarda bir kadeh alkol tüketilebilir.
*Kalori alımını azaltmak için porsiyonlar küçültülür.
*Orta şiddette egzersizler 30 dk/gün yapılır.
*Balık, fındık ve avakado yenmeli ve yemekleri hazırlama ve pişirmede
kanola ve zeytinyağı kullanılır.
*Sigara içmeyi bıraktıran programlara katılmaya teşvik edilir.
*Kalori alımını azaltmak için porsiyonlar küçültülür.
*30 dak. orta yoğunluktaki egzersizler yapılır.
*Kırmızı et, tereyağı ve çok yağlı ürünlerin tüketimi azaltılır, Yağ oranı
düşük ürünler seçilmelidir.
*Günlük sodyum alımı 2.4 g dan az alınır
*>5 porsiyon /gün sebze meyve tüketimi
*Günde erkeklerde en az iki, kadınlarda bir kadeh alkol tüketilebilir.
*Kalori alımını azaltmak için porsiyonlar küçültülür
*30 dak. orta yoğunluktaki egzersizler yapılır.
*Rafine karbonhidratların (patates, makarna, beyaz ekmek) yerini tam
tahıl ürünleri,kurubaklagiller ve tekli doymamış yağlar (zeytinyağı,
kanolayağı, fındık yağı) alır.
*Çözünür posa kaynağı meyve ve kurubaklagiller diyete eklenir.
*Diyet
*Egzersiz modifikasyonu
*Ağırlık kaybı
*Dislipidemiye yönelik tedavi
*Hiperglisemi tedavisi
*Hipertansiyon tedavisi
Bu amaçlara yönelik olarak;
*Kilo alınmamalı
ulaşılmalıdır.
;alındı
ise
verilmeli
ve
ideal
kilo
sınırlarına
*Düzenli fizik aktiviteleri yapılmalı ve yaşa uygun olan egzersizler
seçilmelidir.
*Đnsülin direnci tanısı konmuşsa önerilen ilaçlar düzenli kullanılmalı ve
yaşam tarzı değişiklikleri benimsenmelidir.
*Kan basıncını düşüren ilaçlar kullanılmalı,
*Kolesterolü düzenleyen ilaçlar kullanılmalı,
*Sigara içiliyorsa bırakılmalı,
* Sağlıklı beslenme kurallarına uyulmalı diyette karbonhidrat,protein
ve yağ oranları dengeli olmalı ,lifli gıdalara diyette yer verilmelidir.
*Sağlıklı yaşam önerilerine uyulmalı ve uygulanmalı,
*Düzenli aralıklarla check-up yaptırılmalıdır.
Tablo 5: Metabolik Sendromlu Bireylerde Korunma ve Bireysel Bakım
Korunma
*Sağlıklı diyet önerilerini yerine getirme
*Hareketli bir yaşam
*Düzenli kontrollere gitme
Bireysel Bakım (self –Care)
*Kilo verme
*Egzersiz yapma
*Sigara içmeyi bırakma
*Liften zengin gıdaları tüketme
KAYNAKLAR
1. Deen, D, Metabolic Syndrome:Time for Action.www.aafp.org/afp.(erişim tarihi:
Temmuz 2006), ss: 2875-2887.
2. Fadıloğlu Ç (2005). Metabolik sendromda iç hastalıkları ekibinin önemi. 7 Ulusal Iç
Hastalıkları Hemşireliği Kongresi. Özet Kitabı, 16-20 Eylül 2005. Antalya.
3. Işıldak M, Güven G, Gürlek A (2004). Metabolik Sendrom Ve Insulin Direnci
.Hacettepe Tıp Dergisi, 35: 96-99.
4. Karadakovan, A (2006). Metabolik Sendrom Ve Böbrek.Nefroloji Hemşireliği Dergisi,
10-13.
5. ----- Metabolic syndrome.http://www.americanheart.org (erişim tarihi:Haziran 2005)
6. ----- Metabolic syndrome. http://www.mayoclinic.com.(erişim tarihi:Mayıs 2005)
181
7. ----- Metabolic syndrome. http//www.cdc.gov (erişim tarihi: Haziran 2005)
8. ---- Metabolic syndrome.
2005)
http://www.clevelandclinic.org (erişim tarihi: Haziran
9. ----- Metabolic syndrome (syndrome X). http://www.mrc-hnr.ac.uk (erişim tarihi :
Haziran 2005
10. Samur, G (2005). Metabolik Sendrom Ve Tıbbi Beslenme Tedavisi. Sendrom Ekim,
ss: 78-82.
11. Süzer, Ö (2006). Farmakolog Gözüyle Metabolik Sendrom.www.onersuzer.com
(erişim tarihi:Haziran 2006).
12. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği Metabolik Sendrom Çalışma Grubu.
Metabolik Sendrom Kılavuzu, 2005. (Erişim Tarihi: Haziran 2005)
13. ------The Metabolic Syndrome. JAMA, 295(7), 2006. http://www.jama.com (erişim
tarihi:24 Temmuz 2006).
14. -----The IDF consensus worldwide definition of
http://www.idf.org. (erişim tarihi: 24 Temmuz 2006).
the
metabolic
syndrome.
15. ---Yürügen, B (2005). Metabolik Sendrom. Çağımızın Sağlıktaki En Büyük Salgını. 7
Ulusal Iç Hastalıkları Hemşireliği Kongresi Özet Kitabı, 16-20 Eylül Antalya.
182
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 183-194, 2007
ANNE VE BABAYA AĐT BAĞLANMA VE HEMŞĐRENĐN ROLÜ
MATERNAL AND PATERNAL ATTACHMENT AND THE ROLE OF NURSE
Oya KAVLAK
Ahsen ŞĐRĐN
E.Ü. Hemşirelik YO. Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği ABD
Anahtar Sözcükler: Bağlanma, Maternal Bağlanma, Ebeveyn-bebek bağlanması
Key Words: Attachment, Maternal Attachment, Parent-infant Attachment
ÖZET
Bir annenin bebeğine sevgiyle bağlanması, çocuğun sağlıklı büyüme ve
gelişimini teşvik eden en önemli öğelerden biridir. Çocuğun yaşadığı ilk bağlanma
deneyimi daha sonra yaşayacağı bağlanma deneyimleri için temel oluşturur.
Eğer anne ile bebek arasında yaşamın ilk iki yılında güvenli bağlanmayı
başarmada gerekli durumlar karşılanamazsa, bebek emosyonel, sosyal, fiziksel,
zihinsel ve dil gelişimi problemleri yaşar. Maternal bağlanmada başarısızlıkların
yaşandığı durumlarda bebek, ihmal ve istismar açısından da risk altındadır.
SUMMARY
A mother’s affectionate attachment to her infant is recognized as a major
contributor to the child’s healthy growth and development. The child’s initial
attachment experiences lay the foundation fort he development of all subsequent
attachments. If an infant grows up with a mother who does not provide
conditions necessary for secure attachment to be accomplished, he or she may be
developmentally affected and at risk of developmental delays in areas such as
emotional, social, cognitive, and linguistic skills. When maternal-infant
attachment are impaired, the child is at risk of child abuse and neglect.
GĐRĐŞ
Bağlanma kelimesinin temelleri 13. yüzyıla dayanır, “to attach”,
“bağ” kelimesinin etimolojik anlamı, bir göreve bağlılık ya da bir görevi
yerine getirmedir. Fransız bir yazar ve 18.y.y filozofu olan Rousseau
anne-bebek ilişkisi kavramını ilk kullanan kişidir. Onun bağlanma
hakkındaki yazıları “annelik sevgisi” ile ilişkilidir (Bell ve ark. 1998).
Bowlby 1969’da “bağlanma” kelimesini iki kişi arasındaki güçlü
bir bağ olarak tanımlamış ve kavramın oluşumu için bir kilometre
taşını oluşturmuştur. Bowlby çocuktan ebeveyne bağlanma sürecini
tanımlamıştır, fakat bu tanım karşılıklı ebeveyn-bebek bağlanma
sürecinin açıklanmasına yardımcı olmuştur (Bell ve ark. 1998).
183
Bağlanma Kuramı (Attachment Theory) insanların kendileri için
önemli olan başkalarıyla güçlü duygusal bağlar kurma eğiliminin
nedenlerini açıklayan bir yaklaşımdır. Duygusal bağ kurma eğilimi ve
gereksinimi bebeklerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli ve
gelişimsel açıdan işlevsel olan bağlanma sistemini ifade eder. Bağlanma
sistemi bebeklerin onlara bakan kişi/kişilerle fiziksel yakınlığını güçlü
tutarak, hem bebeklerin çevreden gelebilecek tehlikelere karşı korunmasını hem de onlara çevreyi keşfetmeleri için gerekli koşulları sağlar.
Bu nedenle bakıcı ile yakınlığın korunması bağlanma sistemi içindeki
en temel hedeftir ve bu sayede bebeklere güven içinde gelişebilecekleri
bir alan sağlar (Sümer ve Güngör 1999, Solmaz 2002).
BAĞLANMA EVRELERĐ
Bağlanma, tanışma evresiyle başlayan ve bağlanmanın gelişimiyle
sonuçlanan etkileşimsel bir süreçtir.
Tanışma Evresi: Tanışma tüm insan ilişkilerinin temelidir ve
bağlanma sürecinin ilk adımıdır. Bu evre doğumdan sonraki ilk 48
saati kapsar. Bu evrede zamanın büyük çoğunluğu karşılıklı bakışma
ile geçer. Anne/baba bebeğiyle, bebek de anne/babasıyla göz göze temas
kurmaya çalışır. Anne/babalar bebeklerine sistematik olarak dokunarak
bebeklerini keşfetmeye çalışırlar. Bu evrede anne/babalar bebekleri
hakkında genel duygu ve düşünceler geliştirirler (Bell ve ark. 1998,
Çoban 2003).
Sahiplenme Evresi: Doğum sonrası üçüncü günde başlayan ve
altı haftaya kadar süren ve anne/babalık rolü benimsendiği bu evrede,
bebeğe ismiyle yada cinsiyetiyle (oğlum,kızım gibi) hitap edilir. Aileler
bebekleri ile yakınlık kurarlar ve sözel ve sözel olmayan, genel pozitif
duygular karşılıklı olarak yansıtılır. Anne/babalar bu evrede bebeğin
temel gereksinimlerine verdiği yanıtları öğrenir ve zaman içinde doğru
olarak yorumlarlar. Karşılıklı ilişki ve uyumun başarılması ile dayanıklı
bağların gelişimine doğru ilerlenmiş olur (Bell ve ark. 1998, Çoban
2003).
Bağlanma: Doğumdan sonraki altı-sekiz haftayı kapsayan evre
bağlanma evresidir. Anne/baba ve bebek arasında karşılıklı ilişki ve
uyum belirgindir. Anne/baba, bebeklerinin bakımında yeterli hale
gelmiştir. Anne/baba ve bebek arasındaki sevgi ve derin bağlanma
duygusu tamamen oluşmuştur (Bell ve ark. 1998, Çoban 2003).
BAĞLANMANIN ÖZELLĐKLERĐ
Anne-baba ve bebek arasındaki bağlanma, zihinsel ve sosyal bir
süreç olup bağlanmaya ilişkin karşılıklı memnuniyet duyguları ve
pozitif geribildirimlerle gelişir (Ferketich ve Mercer 1995a).
184
Yakınlık: Anne/babalar, annelik/babalık duygularının gelişmesi
ve bebekle etkileşimlerinin desteklenmesi için bebekleri ile yakın temas
kurarlar. Bebeğin doğduğu andan itibaren en erken dönemde kurulan
yoğun temas anne/babanın bebeğini tanımasına olanak verir (Bell ve
ark. 1998).
Anne/babalar bebekle etkileşime girmek için çeşitli yollar kullanırlar.
Dokunma ve göz teması kurma bebekle iletişimin en güçlü yollarıdır.
Bebeğin ağlaması, gülmesi, emmesi, yapışma ve izlemesi bebeğin
ihtiyaçlarının karşılanması ve anne/babasıyla yakınlığını sürdürmek
istemesi bebeğin gösterdiği bağlanma davranışlarıdır. Bu davranışların
sürekli olarak tekrarlanması sevgi, güven ve memnuniyet duygularını
geliştirir. Tekrarlanmayan davranışlar bağlanma davranışları olarak
değerlendirilemez (Foster ve ark 1989, Caye ve ark. 1992, Parke ve
ark.1994, Soysal ve ark 1999).
Bebeğe, özel bir sevgi hissetmek ve anne/baba rolünün
kazanılmasıyla elde edilen başarı, bağlanmaya doğru duygusal bir
atmosfer yaratır. Bebek bireysel gereksinimleri öğrenildiği ve karşılandığı
şekilde farklı bir kişilik geliştirir. Bebeğe yönelen annelik/babalık
davranışları, bebeğin kendisine değer verme duygusunun gelişmesinde
önemli bir rol oynamaktadır (Ferketich ve Merker 1995b, Bell ve ark.
1998, Söhmen 2002).
Karşılıklı iletişim: Đyi bir ilişkinin kurulabilmesi için hem
anne/babanın hem de bebeğin, iletişim yeteneklerinin olması gerekir.
Dokunma ve göz teması kurma bebekle iletişimin en güçlü yollarıdır.
Bebeğin ağlaması, gülmesi, emmesi, yapışma ve izlemesi ve anne/
babasıyla yakınlığını sürdürmek istemesi bebeğin gösterdiği bağlanma
davranışlarıdır. Karşılıklı geribildirimlerle, bebeğinden gelen bağlanma
işaretlerini tanıyan anne/babalar duyarlı bir şekilde bebeğin ihtiyaçlarına
cevap vermeyi öğrenirler. Ebeveynler, bebeğin dilini, reflekslerini, uykuuyanıklık dönemlerini, bakım zamanını ve belirli uyaranlara cevaplarını
öğrendikleri zaman bebekleriyle uyum içinde olabilirler ve bebeklerinin
bakımı için yeteneklilik duygusunu geliştirirler (Foster ve ark 1989,
Caye ve ark. 1992, Parke ve ark.1994, Bell ve ark. 1998, Soysal ve ark
1999).
Sorumluluk almayı kabullenme (Süreklilik): Bağlanma, bebeğini
hem fiziksel hem de duygusal olarak en iyi şekilde yetiştiren ve
bebeğine karşı sorumluluk almayı kabul eden anne/babalarda değişmez
ve sürekli bir ilişki anlamına gelir. Bebeğiyle güvenli bağlanmayı
geliştiren anne/babalar, toplum tarafından desteklenen annelik/babalık
duygusunu hissederler. Anne/babalar bebekleri sayesinde güven
duygusunu yaşarlar, çünkü bebek onların devamıdır ve aileye
ölümsüzlük yaşatır (Bell ve ark. 1998).
185
BAĞLANMAYI KOLAYLAŞTIRAN FAKTÖRLER
Bu faktörler, anne/babada önceden var olan ve bebeğe karşı
geliştirilecek olan bağlanmayı kolaylaştıran özelliklerdir. Bunlar;
Önceden yaşanılan bağlanma tecrübelerinin farkında olmak;
Kişinin, ailesinden almış olduğu derin ilişkilerin önemini anlaması,
kabul etmesi ve farkında olması bağlanma açısından önemlidir. Bu
genellikle gebelik döneminde çiftlerin kendi anne/babalarından aldıkları
annelik/ babalık rollerini yansıtmalarıyla görülür (Bell ve ark. 1998).
Fiziksel ve psikolojik olarak yeterli olmak: Kişinin kendisini
annelik/babalık konusunda yeterli hissetmesi ve bunun gereğini yerine
getirebilmesidir.
Gebeliği ve bebeği kabul etmek; Bebeğin anne karnında hareketlenmesi, ultrason görüntüleri, doğum, bebeğin ilk gülüşü, bebeğin
isteklerinin karşılanmasına ve bağlanmanın gelişimine destek olur
(Whaley ve Wong 1987, Merker ve Fercetich 1994, Bell ve ark. 1998).
Bağlanma bilgisinin oluşumu ve olumlu çevre; Anne/babalar
bebekleri ile karşılıklı etkileşim sonucunda bebeklerini tanırlar, böylece
bebeğine yönelik amaçlı davranışlar geliştirebilir ve eyleme sokabilirler.
Bebek anne/babasının oluşturduğu duygusal çevrenin bir parçasıdır ve
bu çevrede gelişimine devam eder. Bu çevre anne/babanın yaşamındaki
esnek özellikleri ve değişmez özelliklerin tümünü içerir. Bu etkileşiminin
uygun bir çevrede gerçekleşmesi bağlanmanın gelişimi için kolaylaştırıcı
bir faktör olarak görülmektedir (Caye ve ark 1992, Mercer ve Ferketich
1994, Bell ve ark. 1998, Çoban 2003).
BAŞARILI BAĞLANMA SONUCU GÖRÜLEN DURUMLAR
Annelik/babalık yeteneğinin sağlamlaşması: Annelik/babalık
yeteneği, anne/baba ve bebek arasında, karşılıklı olarak pozitif duyguların
değişimi ve memnuniyet davranışlarıyla anlam bulur. Bebeklerine
bakabilmeyi öğrenen anne/babalar, annelik/babalık yeteneklerinin
güçlendiğini hisseder ve bu konuda kendilerine güven ve yeterlilik
duygusu yaşarlar (Fercetich ve Mercer 1995b, Bell ve ark. 1998).
Bebeğin büyümesi ve gelişmesi: Bebekler uygun bir şekilde
bakıldıkları zaman sevgi ve güven duygusunu geliştirirler. Böyle çocuklar
kendilerine güvenen, bağımsızlık ve diğer çocuklarla ilişkilerinde daha
fazla başarı gösteren çocuklardır. Bu durum bireyselliğinin diğer
yönleri üzerine temel oluşturur. Bu bağlanmanın, bebekler için tüm
gelişimsel faydalarının açıklanmayan tanımıdır. Örneğin, zihinsel gelişim
bebeğin çeşitli uyarılarla oluşan tecrübelerinden çok, anne/babaların
bağlanmaya yönelik geliştirdikleri zihinsel stillerle ilişkilidir (Bell ve
ark. 1998).
186
Sürekli ve Dayanıklı Bağların Oluşması: Pozitif bir bağlanma,
anne/baba ve bebekleri arasında uyum ve sağlam bağlarla kanıtlanır.
Bu bağlar her zaman dayanıklı olmalıdır. Kişi zor durumda kaldığında
güçlü bir güven bağı sayesinde güçlüklerle daha kolay baş edebilir (Bell
ve ark. 1998, Feeney 2000).
MATERNAL (ANNE-BEBEK) BAĞLANMA ÖZELLĐKLERĐ
Maternal bağlanma, anne ve bebeği arasında gelişen ve zaman
içinde süreklilik gösteren eşsiz, şefkat dolu bir sevgi ilişkisidir. Bu ilişki
çocuğun fiziksel, psikolojik ve entelektüel gelişimini derin bir şekilde
etkiler. Anne ve bebek arasındaki bağlanma süreci gebelik, doğum ve
postpartum periyod süresince gelişir. Bağlanma postpartum periyot
süresince anne-bebek etkileşimi ile desteklenir. Sevgiyle bağlanma
maternal rol adaptasyonunun bir parçasıdır ve bunun sonucunda
bebekte güven duygusu gelişir (Mott ve ark 1990, Muller 1994, Mercer
ve Merketich 1994, Muller 1996, Ard 2000).
Doğumdan sonra kısa bir süre içinde, annelerin bebekleri ile bağ
kurması için eşsiz bir yeteneğe sahip olduğu kritik bir perioda inanılır.
Klaus ve Kennel (1976) bağlanma ilişkisinde annenin bakış açısına
yoğunlaşan ilk yazarlardır. Onlar, anne-bebek bağının kurulmasında
en uygun dönem olan ve doğumdan hemen sonra gelişen “maternal bir
duyarlılık periyoduna” işaret etmişler ve “uzayan kontak hipotezi” ni
kurmuşlardır. Klaus ve Kennel doğumdan sonraki 45-60 dakikalık
periyodun duyarlılığına değinmişler (ayrıca doğumdan sonra ilk 45-60
dakikalık dönemde bebek uyanık ve alıcı durumdadır) ve bu dönemin
anne-bebek sevgisi ve etkileşiminin oluşması için en önemli zaman
olduğunu savunmuşlardır. Klaus ve arkadaşları bağ kurma sürecinde
olan annelerin davranışlarını incelemişler ve bu davranışların her
annede tekrarlandığını görmüşlerdir. Bu davranışlar; bebekler çıplak
olarak annelerine ilk gösterildiğinde, bebeğin kol ve bacaklarına
dokunmaya başlayarak, parmak uçlarıyla bebeklerini incelerler,
anneler bebeklerine 4–8 dakika süresince masaj yaptıktan sonra
bebeklerine sarılırlar. Ayrıca anneler, bebeklerini gözlerinin karşılaştığı,
aynı dikey düzlemde göz göze temas kurabilecekleri bir pozisyona
getirirler, bu pozisyonun sevgi bağlarının oluşumunda önemli olduğu
saptanmıştır. Klaus ve Kennel tarafından ileri sürülen bu maternal
bağlanma davranışlar ispatlanamamasına karşın maternal bağlanmaya
yönelik olarak “zaman içinde süreklilik göstermesi” konusundaki
hipotezi kavramsal olarak hemşire araştırmacılar tarafından pek çok
kez kullanılmıştır ( Whaley ve Wong 1987, Foster 1989, Muller 1996,
Soysal 1999, Tilokskulchai 2002).
Başarılı maternal bağlanmanın oluşumunda diğer bir özellik de
karşılıklı ilişki yada karşılıklı etkileşim kavramıdır. Annenin bebeğini
187
cevaplaması için bebeğin de anneye emme, ses çıkarma, göz kontağı
kurma, yakalama yada yakın fiziksel temas süresince annesinin
vücuduna uyum sağlama gibi bazı işaretlerle annesine karşılık vermesi
gerekir. Karşılıklı pozitif anne-bebek etkileşimi, sekiz adımda tanımlanmaktadır: Đlk adım başlatmadır, annenin bebeğin dikkatini çekmesi ve
bebeğin anneye yönelmesi ile kendini gösterir böylece anne ile bebek
arasında etkileşim başlar. Bir sonraki adım yönelmedir. Bu adımda
bebek annesinin yüzüne bakar, anne ve bebeğin etkileşim süresince
birbirlerinden beklentileri oluşur. Bir sonraki adım dikkat durumudur,
bebek anneye işaretler gönderir ve alır. Daha sonra hızlanma, annenin
ve bebeğin tamamen birbirlerine yoğunlaştığı dönemdir. Bir sonraki
evre, bebeğin sevgi sesleri çıkardığı konuşma evresidir. Daha sonra
heyecanın doruğa ulaştığı evrede, bebek kollarını oynatır, bacaklarıyla
tekmeler, düzensiz hareketlerde bulunur. Kısa bir süre sonra heyecan
yavaşlar, hareketlilik, göz kontağı ve ses çıkarma azalır. Daha sonra
bebeğin gözlerini annesinden uzaklaştırdığı ve etkileşimi bitirdiği
geriçekilme evresi gerçekleşir. Bu dikkatsizlik evresi süresince bebeğin
gözleri herhangi bir objeye odaklanır bebek, annenin görsel ve sözel
uyaranlarına karşı duyarsızdır. Đyi bir etkileşimde hem anne hem de
bebek uyumlu olarak evreleri yaşar. Anne, bebeğinin geri çekilme
evresine geçmesine izin vermez ve bebeğiyle göz göze teması sürdürerek
dikkat evresinin kapatılmasını engellerse, dikkatsizlik evresi uzar.
Tanımlanan bu karşılıklı etkileşim davranışları, genellikle bebek 2–3
haftalık olduğunda gözlenebilir (Olds ve ark 1984, Whaley ve Wong
1987, Foster ve ark 1989).
Sağlık çalışanları için özel bir anlam taşıyan bağlanmanın diğer
bir özelliği monotropi (monotropy)dir. Monotropi; bir yetişkinin belirli
bir zaman dilimi içinde yalnızca bir kişiye, en üst düzeyde
bağlanabileceği prensibine dayanır (Whaley ve Wong 1987). Buna
karşın bebekler bir kişiden daha fazla kişiye bağlanma kapasitesine
sahiptir (Bell ve ark 1998).
Bebeğin annesine bağlanmasının gelişiminde en önemli iki annelik
davranışı bulunmaktadır. Annenin, bebeğin belirti ve işaretlerini anladığı,
cevapladığı ve bebeğin fiziksel ve duygusal gereksinimlerini karşıladığı
zaman ve bebeği gerçek sosyal etkileşime düzenli olarak soktuğu zaman en
üst düzeyde bağlanma gerçekleşir. Fiziksel gereksinimleri hızlı bir
şekilde karşılanan fakat sosyal etkileşime sokulmayan çocukların,
annelerine güçlü bir şekilde bağlanmalarında başarısızlıklar ortaya
çıkmıştır. Aynı zamanda yalnızca sosyal ilişki de yeterli değildir. Zevk
veren sosyal aktivitelerde kardeşler, baba ve aile büyüklerinin de dahil
edilmesi sosyal bağlanma biçimleridir (Caye ve ark 1992).
Bir annenin bebeğine sevgiyle bağlanması, çocuğun sağlıklı büyüme
ve gelişimini teşvik eden en önemli öğelerden biridir. Çocuğun yaşadığı
188
ilk bağlanma deneyimi daha sonra yaşayacağı bağlanma deneyimleri
için temel oluşturur. Eğer anne ile bebek arasında yaşamın ilk iki
yılında güvenli bağlanmayı başarmada gerekli durumlar karşılanamazsa,
bebek emosyonel, sosyal, fiziksel, zihinsel ve dil gelişimi problemleri
yaşar. Maternal bağlanmada başarısızlıkların yaşandığı durumlarda
bebek ihmal ve istismar açısından risk altındadır (Caye ve ark 1992,
Muller 1994, Muller 1996, Tilokskulchai 2002).
Maternal Bağlanmaya Etki Eden Faktörler:
Anne-bebek etkileşimi zaman içinde gelişen bir süreçtir. Bu
etkileşimin sağlıklı başlayıp sürdürülmesinde annenin yeni rolüne uyumu,
karşılaştığı sorunlarla baş edebilmesinde çevreden aldığı destek ve
eşler arasındaki uyum önemlidir (Başbakkal 1999).
Anne bebek ilişkisinin gelişmesi ve anne bebek bağlanmasının
oluşmasında, gebeliğin planlanması, gebeliğin istenmesi, annenin güven
duygusu, ailenin sosyoekonomik ve kültürel durumu, eş ilişkileri, eş
desteği, kadının ailesiyle ve sosyal çevresiyle olan ilişkileri, doğum
şekli, ilk günlerde yaşanan anksiyete, anne ve bebeğin sağlık durumu,
çocuk bakımı konusunda annenin bilgili olması gibi faktörlerin etkili
olduğu belirtilmektedir (Mercer ve Ferketich 1994, Balcı ve Savaşer
1998, Ohta 2001, Çoban 2003).
Yapılan çalışmalarda, annenin çocukluğunda kendi annesiyle
yaşadığı bağlanma ilişkilerinin, kendisinin bebeğiyle yaşadığı bağlanma
ilişkilerini etkilediği saptanmıştır (Mercer ve Ferketich 1994, Kretchmar ve
Jacobvitz 2002).
Diğer taraftan güvenli bağlanma stiline sahip annelerin,
çocuklarının da güvenli bağlanma stiline sahip olması arasında anlamlı
ilişkiler olduğunu saptayan çalışmalar vardır (Manassis ve ark 1999,
Steele ve ark 2002).
Gebelik süresince aileler “hayali yada ideal” bir bebek imajı
geliştirirler. Doğum ile birlikte hayali bebek, gerçek bebek olur. Hayallerdeki bebeğin gerçek bebeğe açık bir şekilde benzemesi maternal
sevgiyle bağlanmayı olumlu etkileyen faktörlerden biri olarak görülmektedir (Whaley ve Wong 1987, Foster 1989).
Çalışmalarda, gebelik süresince yaşanan fetüse bağlanmanın,
doğum sonrası bebeğe bağlanmayı etkilediği düşünülmektedir (Muller
1996, Ard 2000, Tilokskulchai ve ark 2002).
Ard (2000)’ın, adölesan annelerle yaptığı çalışmada, adölesanlarda
anne yaşı küçüldükçe, maternal bağlanma düzeyinin azaldığı
bulunmuştur (Ard 2000).
Doğum süreci de annenin bebeğine ilk bağlanmasına etki eden
faktörlerden biridir. Đdeal olarak yaşamın ilk saatlerinde gerçekleşmesi
189
beklenen bağ kurma eylemi, zor ve güç doğumlar ve genel anestezi
nedeniyle engellenebilmektedir. Bu yüzden bu gibi durumlar maternal
bağlanmayı olumsuz etkileyebilmektedir (Whaley ve Wong 1987,
Merker ve Ferketich 1994, Çoban 2003).
Doğumdan hemen sonra annenin bebeğinden ayrı olması erken
temas kurmayı engellediği için maternal bağlanma üzerine negatif bir
etkiye sahiptir (Tilokskulchai ve ark 2002). Ayrıca anne ve bebek
arasındaki tensel temas hem bağlanmaya hem de emzirmeye yardımcı
olmaktadır. Bunun nedeni prolaktin ve oksitosin salgılanmasının
uyarılması ile anne sütünün üretiminin artmasıdır (Brandt ve ark
1998, Çoban 2003).
Merker ve Ferketich (1994)’in yaptığı çalışmada, annelerin bebek
bakımı konusunda kendilerine güvenmeleri ve daha önce bebek
bakmaları iki yıllık bir periyotta maternal bağlanmayı kolaylaştırıcı bir
faktör olarak belirlenmiştir (Merker ve Ferketich 1994).
Bebekte herhangi bir anomali olması ilk aylarda maternal
bağlanmayı etkileyen faktörlerden biri olmasına karşın 6 ve 12 aylarda
sağlıklı ve anomalili bebeği olan anneler arasında fark bulunamamıştır
(Merker ve Ferketich 1994).
Prematürelik de maternal bağlanmayı olumsuz etkileyen bir diğer
faktördür. Gerek prematüre bebeklerin yenidoğan ünitesine yatma
olasılığının yüksek olması nedeni ile erken anne- bebek temasının
engellenmesi, gerekse prematüre bebeklerin normal bebeklere göre
annelerine karşılıklı etkileşim sürecinde daha az tepki vermeleri,
maternal bağlanmayı olumsuz etki eden bir faktör olarak görülmektedir
(Tilokskulchai ve ark 2002, Soysal ve ark 2003).
Bebek ile temasın fazla olması bağlanma davranışlarını arttırır.
Doğum sonrası ekonomik yetersizlikler nedeni ile erken taburcu edilen
(24-47 saatte) annelerin bağlanma davranışlarının, 48 saatten sonra
taburcu edilen annelerden daha yüksek olduğu bulunmuştur. Bu farklılığın ev ortamında bebeklerle daha fazla temasa olanak bulunmasından
kaynaklandığı düşünülmüştür (Merker ve Ferketich 1994).
PATERNAL (BABA-BEBEK) BAĞLANMA ÖZELLĐKLERĐ
Genellikle bağlanma üzerine yapılan araştırmalar baba içinde
anneye benzer bir süreç göstermeye meyillidirler. Tıpkı anne gibi baba
da gebelik süresince, bağlanma davranışları geliştirir. Eşiyle birlikte
gebelik sürecini izleyen baba adayı, doğumdan sonra babalık rolünü
kabullenmeye başlar. Bebek de babalık rolünün kabullenilmesinde
önemli bir faktördür. Bebeğin iletişim yeteneği, babanın kendisini özel
bir kişi olarak algılamasını sağlar (Başbakkal 1999, Bell ve ark 1998).
190
Ferketich ve Mercer (1995) baba için erken postnatal bağlanmanın
en iyi ön belirleyicisinin, fetüse bağlanmanın olduğunu bulmuştur.
Fakat gebelik süresince anne, babanın fetüse olan yaklaşımını kontrol
eder pozisyondadır. Bu nedenle babanın fetüse bağlanması, tam olarak
evlilik ilişkisinin kalitesiyle ilişkilidir (Ferketich ve Mercer 1995a).
Diğer taraftan, yapılan çalışmalarda güvenli bağlanma stiline
sahip babaların çocuklarının da güvenli bağlanma stiline sahip olması
arasında anlamlı ilişkiler bulunamamıştır (Manassis ve ark 1999,
Steele ve ark 2002).
Babalar ancak, doğumdan sonra bebeğine bakma ve sevme duygusunu geliştirebilirler. Doğumdan sonra babanın bebeğiyle duygusal
ilişki kurabilmesi için fiziksel temasta bulunması gerekir. Anne ve
bebek hastanede yattığı sürece babalar belirli saatlerde bebeklerini
görebildikleri için bebekleri ile olan temas miktarı onlara yeterli
gelmemektedir. Doğum eylemi ile ilgili koşullar babanın bebeğine
bağlanma geliştirmesini engelleyebilir, çünkü babalar bu dönemde
daha çok, verdikleri destek ve bebeğin iyi olması ile meşguldürler (Bell
ve ark 1998).
MATERNAL BAĞLANMA VE PATERNAL BAĞLANMA
ARASINDAKĐ FARKLAR
Doğumdan sonra bebeklerini hala kendilerinin bir parçası olarak
gören annelerin, bebeklerinin farklı bir birey olduğunu kabul etmesi
için bir zaman sürecine ihtiyaçları vardır. Babaların böyle bir sürece
ihtiyaçları yoktur. Babaların bebeklerine pozitif duygularının gelişmesi
ve bağ kurması doğum sonrası ikinci-üçüncü günde gerçekleşir (Foster
ve ark 1989, Ferketich ve Merker 1995a, Bell ve ark 1998).
Babaların bebeklerinin gereksinimlerini uygun şekilde cevaplamaları, annelerden çok daha yavaş gelişir (Ferketich ve Merker 1995a).
Genellikle babalar bebekleriyle sözel olmayan iletişime girerler ve
babaların babalık rolünü kabullenmeleri bir aylık bir süreç sonucunda
gerçekleşir (Ferketich ve Merker 1995a, Ferketich ve Merker 1995b).
Babalar annelere göre bebekleriyle daha çok oyun aktivitesinde
bulunurlar bebek bakımına ise daha az katılırlar. Babalar bebekleriyle
oyun oynarken yuvarlanma ve düşme gibi fiziksel oyunlar, anneler ise
daha çok sözel ve sakin oyunları seçerler. Baba ve bebek arasındaki rol
ilişkisi farklı olmasına karşın önem derecesi anne ve bebek arasında
gelişen ilişkiyle aynıdır. :Bu durum bebeğin entelektüel ve duygusal
gelişimini güçlü bir şekilde etkiler (Mott ve ark 1990).
Babanın bağlanması çocuk üzerinde anneye göre ikinci derecede
rol oynar. Babalar daha çok eşinin anneliğe hazırlanmasında duygusal
191
destek sağlarlar. Baba, annenin çocuğuna geliştirdiği bakım kalitesi ve
çocuk gelişiminde önemli bir faktör olarak görülmektedir (Kretchmar ve
Jacobvitz 2002).
BAĞLANMA SÜRECĐNDE HEMŞĐRENĐN ROLÜ
Đnsan hayatında ilk sevgi duygusu anne ve bebek arasında oluşan
derin bağdan kaynaklanır. Çocuğun gelişimi üzerinde önemli derecede
etkisi olan bağlanma ve anne-bebek ilişkisinin önemi konusunda,
günümüzde hemşirenin bilinçlenmesi gerekmektedir.
Ebe/hemşireler; doğum sonrası olumlu anne-bebek ilişkisinin
geliştirilmesinden kendilerinin sorumlu olduğu bilincinde olmalı ve
maternal bağlanmayı sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmelidir (Balcı ve
Savaşer 1998).
Ebe/hemşireler doğum öncesi, doğum ve doğum sonrası
dönemlerde, aile ve bebeğe bilinçli hemşirelik yaklaşımı yaparak, bağlanma
sürecinde sevgi oluşumunun başlatılması ve sürdürülmesinde yardımcı
olmalıdır (Çoban 2003).
Ebe/hemşireler bağlanmanın multifaktöriyel bir süreç olduğu
gerçeğini göz önüne alarak, aile-bebek etkileşimi ve kalitesini arttırmaya
yönelik aileyi desteklemeli ve cesaretlendirmelidir (Foster ve ark 1989).
Ebe/hemşireler çeşitli nedenlerle bebekleriyle erken temas kuramayan ailelere bu durumun doğrudan bir probleme yol açmayacağı
güvencesini vermeli ve endişelerini gidermelidir, çünkü erken temas
bağlanmanın oluşum sürecini güçlendiren bir faktör olmasına karşın
olmazsa olmaz bir öge değildir (Balcı ve Savaşer 1998, Soysal ve ark
2003).
Anneye taburcu olurken, çocuğu ile etkileşimini sürdürülmesinin
önemini vurgulamalı ve bunun çocuğun tüm yaşamını etkileyeceğini
açıklamalıdır (Çoban 2003).
Doğum sonrası dönemde, anne–bebek ilişkisini değerlendirmek
için hemşire düzenli olarak gözlem yapmalı ve annenin bebeğine bağlanma
süreci ile ilgili notlar almalıdır. Annenin bebeğini sakinleştirmesi,
okşaması, kucaklaması, onunla konuşması, uygun besleme tekniklerini kullanması, göz göze temas kurması ve adı yada cinsiyetiyle
(kızım/oğlum) bebeğe seslenmesi, annenin gösterdiği uygun bağlanma
davranışlarıdır. Ebe/hemşire sıcak, nazik ve karşılıklı ilişki ortamında,
anneye bebeğinin özelliklerini açıklamalı, annenin de bebeği hakkındaki
beklentilerini açıklamasına fırsat vermeli ve bunları tartışmalıdır.
Ayrıca hemşire, bebeğin duyması, görmesi ve refleksleri konusunda da
anneyi bilgilendirmelidir. Annenin bebeğini takma isimle çağırması,
bebeğin yetersiz kilo alması, kirli ve bakımsız olması, hijyenik
192
bakımının aksatılması ve bebekte ciddi pişiklerin olması, annenin
bebeğine bağlanmasında yetersizlik olduğunu gösteren ip uçlarıdır. Bu
durumda ebe/hemşire anneye danışmanlık yapmalı, anneyle bebeği
hakkındaki duygularını konuşmalı ve annenin bebek bakımı konusundaki
eylemlerini desteklemeli ve öğretici olmalıdır. Ebe/hemşireler aile ile
her karşılaştıklarında ailenin baş etme stratejilerini güçlendirmeli,
bebek bakımı konusunda kendilerine olan güveni arttırmalı ve
annelik/babalık rollerini geliştirmelerine yardımcı olmalıdırlar (Foster
ve ark 1989, Taşkın 1997).
Anneliğe ait adaptasyon davranışlarında bozukluk saptandığında,
erken terapotik girişimlerin ve sapmaların değerlendirilmesi çocuk
istismarını, mental hastalıkları ve birçok psikosomatik hastalıkları
önleyebilir. Bu tür değerlendirme erken taburcu edilen anneler üzerinde
yapılamayabilir. Bu yüzden ebe/hemşireler ileride gelişebilecek olan bu
tip problemleri önleyebilmek için ev ziyaretlerinde uyanık olmak ve
annenin davranışlarını iyi bir şekilde değerlendirmek zorundadır (Olds
ve ark 1984, Foster ve ark 1989).
KAYNAKLAR
1. Ard NC (2000). Prenatal and postnatal attachment ın adolescent mothers, J Child
and Family Nurs, 3 (5): 313-325.
2. Balcı S, Savaşer S (1998). Annelerin bebeklerini algılama durumu, Uluslararası
Katılımlı VI. Ulusal Hemşirelik Kongresi Kitabı, GATA Hemşirelik Yüksek Okulu,
Ankara, s. 215-221.
3. Başbakkal Z (1999). Babaların bebek bakımındaki rolü, Ege Üniversitesi Hemşirelik
Yüksek Okulu, Yayınlanmamış Özgün Çalışma, Đzmir.
4. Bell, L, St-Cyr Tribble D, Paul D, Long A. (1998). A concept analysis of parent- ınfant
attachment, J Adv Nurs, 28(5): 1071-1081
5. Brandt KA, Andrews CM, Klave J (1998). Mother ınfant ınteraction and breastfeeding
outcome 6 weeks after birth, JOGNN, 27(2): 169-175.
6. Caye J, Cooke L, McMahon J, Karen R (1992). Effect of Attachment and Seperation,
Children’s Services, Practice Notes, For North Carolin’s Child Welfare Workers, From
the NC Division of Social Services and the Family and Children Resource Program,
2(4): 1-3. http://sswnt7.sowo.unc.edu/fcrp/Cspn/vol2_no4/cspnv2-4pdf
7. Çoban A (2003). Doğum sonrası anne-yenidoğan etkileşimini etkileyen bazı
etmenlerin incelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Đzmir, Sağlık Bilimleri
Enstitüsü..
8. Feeney JA (2000). Implications of attachment style for patterns of health and ıllness
Child Care Health Dev. 26(4): 277-280.
9. Ferketich SL, Mercer RT (1995a). Parental-ınfant attachment of experienced and
ınexperienced fathers during ınfancy, Nursing Research, 44(1): 31-37.
10. Ferketich SL, Mercer RT (1995b). Predictors of role competence for experienced and
ınexperienced fathers, Nursing Research, 44(2), 89-95.
11. Foster RLR, Hunsberger MM, Anderson JJT (1989). Family- centred nursing care of
children, WB Sounders Company, London, s. 168-171.
193
12. Kretchmar MD, Jacobvitz DB (2002). Observing mother-child relationships across
generations: boundary patterns, attachment, and the transmission of caregiving,
Family Process, 41(3): 351-375.
13. Manassis K, Owens M, Adam KS, West Malcolm, Sheldon-Keller AE (1999).
Assessing attachment: convergent validity of the adult attachment ınterview and the
parental bonding ınstrument, Australian and New Zealand Journal of Psychiatry,
33(4): 559-566.
14. Mercer RT, Ferketich SL (1994). Maternal–ınfant attachment of experienced and
ınexperienced mothers during ınfancy, Nursing Research, 43(6): 344-351.
15. Mott SR, James SR, Sperhac AM (1990). Nursing care of children and families,
Second Edition, Adivision of The Benjamin/Cummings Publishing Company,
California, s.188-191.
16. Muller ME (1994). A questionnaire to measure mother-to-ınfant attachment, Journal
of Nursing Measurement, 2(2): 129-141.
17. Muller ME (1996). Prenatal and postnatal attachment: a modest correlation, JOGNN,
25(2): 161-166.
18. Ohta N (2001). Development maternal attachment ınventory maı-revised for
japanese and analysis of factor ınfluencing scores, The Journal of the Japan Pediatric
Society, 105 (8), Abstract, http://plaza.umin.ac.jp/~jpeds/english/Journal/10508e.html
19. Olds SB, London ML, Ladewig PA (1984). Maternal-newborn nursing, Second
Edition, Addison-Wesley Publishing Company,California, s. 953-970.
20. Parke RD, Ornstein PA, Rieser JJ, Zahn-Waxler C (1994). A century of
develeopmental psychology, ınge, bretherton., the origins of attachment theory: John
Bowlby and Mary Ainsworth, Chapter 15, APABOOKS, s. 431-471.
21. Solmaz T (2002). Psikolojinin alt alanları, romantik bağlanma: bebeklik dönemi
bağlanma süreci, yetişkin bağlanma sitilleri ve romantik ilişkiler, Türk Psikoloji
Bülteni, 24-25: 105-113.
22. Soysal, A. Ş, Ergenekon, E, Aksoy, E (1999). Yenidoğan Döneminde Hastanede Uzun
Süreli Tedavi Görmenin Bağlanma Örüntüsü Üzerine Etkileri: Bir Olgu Sunumu,
Klinik Psikiyatri, 2: 266-270.
23. Soysal AŞ, Öktem F, Ergenekon E, Erdoğan E (2003). Doğum türü değişkeninin
bağlanma örüntüleri üzerindeki etkilerinin incelenmesi, Klinik Psikiyatri, 3: 75-85.
24. Söhmen T (2002) Çocuk ruhsal gelişiminin temel ilkeleri, http:///www.gata.edu.tr/
dahilibilimler/cocukruh/gelişim.htm
25. Steele M, Steele H, Johansson M (2002). Maternal predictors of children’s social
cognition: an attachment perspective, Journal of Child Psychology and Psychiatry, 43
(7): 861-671.
26. Sümer N, Güngör D (1999). Yetişkin bağlanma stilleri ölçeklerinin türk örneklemi
üzerinde psikometrik değerlendirmesi ve kültürlerarası bir karşılaştırma, Türk
Psikoloji Dergisi, 14(43): 71-106
27. Taşkın L (1997). Doğum ve kadın sağlığı hemşireliği, Genişletilmiş II. Baskı, Sistem
Ofset Matbaacılık, Ankara, 374.
28. Tilokskulchai F, Phattanasiriwethi S, Vichitsuko K, Serisathien Y (2002). Attachment
behaviors in mother of premature infants: a descriptive study in thai mothers,
Journal of Perinatal &Neonatal Nursing, 3(16): 69-83.
29. Whaley LF, Wong DL (1987). Nursing care of ınfants and children, The CV Mosby
Company, Toronto, 326-335.
194
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 195-206, 2007
ÇOCUK VE ERGENLERDE CĐNSEL KÖTÜYE KULLANIM VE
HEMŞĐRELĐK YAKLAŞIMLARI
SEXUAL ABUSE OF CHILDREN AND ADOLESCENTS AND NURSING
APPROACH
Şeyda DÜLGERLER
Olcay ÇAM
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Bornova/ĐZMĐR
Anahtar Sözcükler: Cinsel kötüye kullanım, çocuk ve ergen, hemşirelik yaklaşımları
Key Words: Sexual abuse, child and adolescent, nursing approach
ÖZET
Çocuk ve ergenin cinsel kötüye kullanımı, yetişkin bir kimsenin cinsel
arzuları ve gereksinimi için çocuk veya ergeni, cinsel bir nesne olarak kullanması olarak tanımlanmaktadır. Cinsel kötüye kullanımının çocuk ve ergenlerde
çeşitli olumsuz sonuçları vardır. Cinsel kötüye kullanımın olası sonuçları;
cinsellik üzerine etkiler, emosyonel etkiler, depresif duygudurum, anksiyete,
davranışsal etkiler, kişilik değişiklikleri ve diğer etkilerdir. Bu yazıda cinsel
kötüye kullanıma uğramış çocuklar ve ergenlerdeki belirtiler, bulgular, olası
sonuçlar,önleme ve hemşirelik yaklaşımları gözden geçirilmiştir. Cinsel kötüye
kullanımın çocuk ve ergen üzerine etkilerini bilmek; değerlendirme, önleme,
tedaviyi planlama ve uygun hemşirelik yaklaşımları geliştirmede önemlidir.
SUMMARY
Child and adolescent sexual abuse is defined as the use of a child or an
adolescent as an object of gratification for adult sexual needs and desires. There
are a variety of negative consequences of sexual abuse for child and adolescents.
The possible consequences of sexual abuse are sexualizing effects, emotional
effects, depressed mood, anxiety, behavioral effects, personality alterations and other
effects. In this article, we reviewed symptoms, findings, possible consequences
and prevention in children and adolescents who had sexual abuse.
Understanding of the consequences of sexual abuse on child and adolescent is
important for assessment, prevention, therapeutic planning and nursing approach.
GĐRĐŞ
Çocuk ve ergenin cinsel kötüye kullanımı, yetişkin bir kimsenin
cinsel arzuları ve gereksinimleri için çocuğu cinsel bir nesne olarak
kullanması şeklinde tanımlanmaktadır (Canat 1994). Yapılan araştırmalar çocuklukta ve ergenlikte cinsel kötüye kullanımın sanıldığı kadar
ender olmadığını düşündürtmektedir. Geniş ölçekli bir araştırmada,
195
toplum örneklemindeki her on erkek ve her üç kız çocuktan birinin
onsekiz yaşından önce cinsel kötüye kullanıma uğrama riski taşıdığı
saptanmıştır (Smith and at all 1994). Bunların gerçek oranları
tahminlerden daha yüksektir; çünkü bunların tanınmaları zor olmakta,
aile veya çocuk tarafından çeşitli nedenlerle gizlenmektedir. Çocuk ve
ergenlerin çoğu suçluluk duyguları, utanma, ailelerinin dağılması,
kötüye kullananın tehdidi ve katı yasalar gibi korkular nedeniyle
uğradıkları istismarı açıklayamamaktadır. Çocuk ve ergenlerde cinsel
kötüye kullanımın ülkemizde de sanıldığının aksine daha yüksek
oranlarda olduğu tahmin edilmektedir. Trakya Üniversitesi'nde yapılan
bir çalışmada aile içi cinsel kötüye kullanım yaşantısının %1.4
oranında olduğu bulunmuştur (Koten ve ark. 1996).
Cinsel kötüye kullanımın örseleyici etkilerinin çocuk ve ergenlerde
daha sık olması nedeniyle, bu gruplarda daha doğru ve etkin hemşirelik
yaklaşımlarında bulunulabilmesi için, ne gibi olumsuz etkiler yaptığının
bilinmesi gereklidir. Bu yazıda çocuk ve ergenin cinsel kötüye kulanımına işaret eden klinik belirti ve bulguları, çocuğun şimdiki yaşantısı
ile yetişkinlik yaşamı üzerine olası etkileri, korunma ve hemşirelik
yaklaşımları ele alınmıştır.
CĐNSEL KÖTÜYE KULLANIMA ĐŞARET EDEN KLĐNĐK
BELĐRTĐLER VE BULGULAR
Cinsel kötüye kullanıma işaret eden klinik belirti ve bulguların
tanınması fiziksel kötüye kullanıma oranla daha zordur. Ayrıca çoğu
olguda cinsel kötüye kullanımı kanıtlayacak fiziksel bulgular yoktur.
Özgün bulgular olmamasına karşın, çocuk ve ergenler kuşkuyu artırıcı
birçok davranış örüntüsü ve klinik bulgular gösterebilmektedir (Hymel,
Jenny 1994). Çocukla ilgilenen kişinin veya sağlık çalışanlarının
muayene sırasında dikkatini çeken fiziksel belirti ve bulgular şunlar
olabilmektedir; genital bölgedeki sıyrıklar, kaşınma, ağrı, yırtılmış
himen, vajina veya makat kanaması, perine yırtığı ya da çürükleri,
yürüme ve oturmadaki güçlüktür. Ayrıca çocuk ve ergenlerde cinsel
yolla bulaşan hastalıklar, tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonları, penis
iltihabı veya vajinal akıntı durumlarında cinsel kötüye kullanım
olabileceği düşünülmelidir.
Çocuk ve ergenlerde cinsel kötüye kullanıma işaret eden birçok
davranışsal değişiklik de gözlenmektedir. Davranışsal değişiklikler ile
ilişkili belirti ve bulgular yaşlara göre farklılıklar göstermektedir.
Yaşlara göre gözlenen davranışsal değişiklikler şunlardır (Smith and at
all 1994, Hymel Jenny 1994, Yalın 1990).
Bebeklik - 4 Yaş
· Tuvalet eğitiminde bozulmalar (idrar veya dışkı kaçırma)
196
· Cinsel içerikli sözcüklerde artma
· Cinsel organları ile aşırı fiziksel uğraş
· Oyunlarında cinsel içeriğin fazlalığı (cinsel
çocuklarla veya bebeklerle taklit edilmesi )
eylemlerin
diğer
· Uyku bozuklukları
4 - 6 Yaş
· Korku (yetişkinlerden, özellikle erkeklerden aşırı derecede korkma)
· Cinsel içerikli sözcük ve davranışlarda artma (cinsel organları
gösterme, cinsel organları ile aşırı fiziksel uğraş veya açık
masturbasyon)
· Cinsel ilişkiyi ayrıntılı bilme (cinsel ilişkiye tanık olma veya
katılmadan kuşkulanılmalıdır)
7 - 12 Yaş
·
Okul başarısında düşme
·
Korku (özellikle yetişkinlerden)
·
Depresif belirtiler
·
Travma sonrası stres bozukluğu belirtileri
·
Yaşa uygun olmayan davranışlarda artma (anne ya da abla
davranışı gösterme)
·
Cinsel konularla aşırı uğraşma
·
Cinsel saldırganlık (başkalarını cinsel ilişkiye zorlama)
·
Aşırı veya açıktan masturbasyon
Ergenlerde
·
Evden kaçma veya eve gitmede isteksizlik
·
Duygulanımda dalgalanma
·
Kendine zarar verme, özkıyım girişimleri
·
Đlaç ve alkol kötüye kullanımı
·
Uygunsuz cinsel davranışlar (flörte erken başlama, kışkırtıcılık,
arkadaşlarını cinsel ilişkiye zorlama)
·
Davranış bozuklukları (okuldan ve evden kaçma, yalan söyleme,
çalma ve saldırgan davranışlar )
Okul öncesi çocukların bilişsel ve dil gelişiminin yeterli olmaması
nedeniyle değerlendirilmeleri güçtür. Bu çocuklarda bu tür yaşantıları
oyunlar veya fantazilerle açığa çıkarmak mümkün olabilir (Everson,
Boat 1990).
197
CĐNSEL KÖTÜYE KULLANIMIN YETĐŞKĐNLĐK YAŞANTISI
ÜZERĐNE OLASI ETKĐLERĐ
Çocuklukta veya ergenlikte yaşanan cinsel kötüye kullanımın
şimdiki yaşantısına ilaveten yetişkinlik yaşantısı üzerine de olumsuz
etkileri olduğuna dair bir çok yayın vardır (Beitchman JH and at all
1991, Beitchman JH and at all 1992, Green AH.1993). Yapılan bir
çalışmada, çocukluğunda cinsel kötüye kullanıma uğrayanların
yetişkin yaşamlarında psikolojik sorun görülmesi, böyle bir öyküsü
olmayanlara oranla yaklaşık iki kat daha fazla bulunmuştur (Hooper
1990).
Cinsel kötüye kullanımın olası sonuçları şunlardır (Smith and at
all 1994, Koten ve ark. 1996, Kaplan 1994, Fergusson and at all 1996).
1. Cinsellik üzerine etkiler
2. Emosyonel etkiler
3. Depresif duygudurum üzerine etkiler
4. Anksiyete şeklindeki etkiler
5. Davranışsal etkiler
6. Kişilik gelişimi üzerine etkiler
7. Diğer etkiler
Cinsellik üzerine etkiler:
Cinsel kötüye kullanıma uğramış çocuklarda, büyük olasılıkla
gözlenen en özgün cevap artmış cinsel davranışlardır. Yapılan çalışmalarda
bu çocukların, yetişkin veya diğer genç çocuklarla daha sık cinsel
ilişkiye girdikleri, arkadaşları ile cinsel içerikli oyunlar oynadıkları ve
hastaneye yatırıldıklarında sağlık personeline karşı baştan çıkarıcı
davranışlarda bulundukları saptanmıştır (Beitchman and at all 1991,
Beitchman and at all 1992, Green 1993, Adams and at all 1995, Yates
1991).
Bu veriler "acaba cinsel davranışlardaki artış, cinsellikle erken
tanışma veya cinselliği erken öğrenmenin sonucu mu oluşmuştur,
yoksa cinsel kötüye kullanıma uğrayan çocukların baştan çıkarıcı
(sedüktif) bir yönü mü vardır?" sorusunu akla getirmektedir.
Kötüye kullananın birden fazla olması, kötüye kullanımın sık
olması, uzun süreden beri olması ve güç kullanılması çocuklarda
uygunsuz cinsel davranış gelişimini artırmaktadır (Kohan and at all
1987, Friedrich and at all 1992, Mc Clellan and at all 1996). Ayrıca
yapılan bir araştırmada cinsel kötüye kullanıma ne kadar erken yaşta
maruz kalınmışsa uygunsuz cinsel davranış gösterme oranın daha
fazla olduğu saptanmıştır. Bu araştırmada özellikle 0-3 yaşları
arasında cinsel tacize uğrayanlarda aşırı cinsel davranışlar ve
198
teşhircilik anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (Friedrich and at all
1992, Mc Clellan and at all 1996).
Cinsel kötüye kullanıma maruz kalan kızların erkeklere oranla
daha fazla uygunsuz cinsel davranışlar gösterdiği belirtilmektedir
(Adams and at all 1995, McClellan and at all 1996). Cinsel kötüye
kullanıma uğramış kız çocuklarının arkadaşları arasında cinsel ilişkiyi
başlatma eğiliminin daha fazla olduğu ve davranışlarının daha çok
yetişkinin cinsel davranışlarını andırdığı ileri sürülmektedir. Ergenlik
döneminde ise kişilerarası ilişkilerde çoğu davranışlarını cinselleştirerek
diğer insanları kullanmaya çalıştıkları belirtilmektedir (Fergusson and
at all 1996).
Cinsel kötüye kullanıma uğramış çocukların bebekleri ile
oynamaları gözlemlendiğinde ve çizdikleri resimler incelendiğinde daha
fazla cinsel içerikli oyun, davranış ve çizimler sergiledikleri saptanmıştır
(Everson, Boat 1990, Hibbard and at all 1988). Çocuklukta cinsel
kötüye kullanıma uğrama yetişkinlik yaşamında cinsellikten korkma,
karşı cinsle ilişkilerde sorunlar yaşama gibi cinsel yaşantı üzerinde
belirgin olumsuz etkilere yol açabilmektedir. Kadınlarda frijidite,
vajinusmus gibi cinsel sorunlar artmaktadır.Erkekler de ise sıklıkla
cinsel kimlik karmaşası gözlenmektedir (Finkelhor and at all 1990,
Mullen and at all 1993).
Emosyonel etkiler:
Klinik çalışmalar, çoğu kurbanın cinsel kötüye kullanım
yaşantısından kendisini sorumlu tuttuğunu ve suçladığını göstermiştir
(Summit 1983, Elliott, Tarnowski 1990). Bu bulgular çocukların
"isteseydim, arzu etseydim bu durumu durdurabilirdim" düşüncesi
olduğunu desteklemektedir. Eğer kötüye kullanımda rıza ve baştan
çıkarıcılık olmuşsa suçluluk duygularının arttığı belirtilmektedir (Summit
1983). Kurbanlarda yetersizlik ve izolasyon duyguları gelişebilmektedir.
Bir kısmında karşı cinse güvensizlik gelişirken, bir kısmında ters
etkiyle uygunsuz cinsel nesneye çabuk bağlanmanın söz konusu
olduğu bildirilmiştir (Elliott, Tarnowski 1990).
Depresif duygu durum üzerine etkileri:
Cinsel kötüye kullanıma uğrayanlarda depresyon gelişme riski
artmaktadır. Klinik gözlemlerde depresif duygudurumunun sıklıkla
kızgınlıkla birlikte olduğu görülmektedir (Elliott, Tarnowski 1990,
Monck and at all 1993). Bu gibi çocukların gelecek hakkında olumsuz
düşüncelere ve düşük benlik saygısına sahip olduğu saptanmıştır
(Elliott, Tarnowski 1990). Çocukluk döneminde cinsel kötüye kullanıma
uğramış olanların yetişkin dönemlerinde depresyon gelişme riskinin
arttığı belirtilmektedir (Mullen and at all 1993).
199
4. Anksiyete şeklindeki etkiler:
Çocukluğunda cinsel kötüye kullanıma uğramış yetişkinlerde
anksiyete bozukluğu prevalansının yüksek olduğu saptanmıştır.
Yapılan araştırmalarda çocukluğunda cinsel kötü kullanım öyküsü
olanlarda yetişkinlikte daha sık olarak agarafobi, obsesif kompulsif
bozukluk ve sosyal fobi gibi anksiyete bozukluklarının ortaya çıktığı
bulunmuştur (Mullen and at all 1993, Stein, Wolker, Anderson 1996).
Anksiyete belirtileri; korku, bedensel yakınmalar, uyku örüntüsü
değişiklikleri ve kabuslar tarzında kendini göstermektedir. Bu belirtiler
daha çok travma sonrası stres bozukluğu ile uyumlu bir klinik
tablodur. Çocuk olayı canlı bir şekilde yeniden yaşamakta, gerginlik ve
çabuk tepki verme gibi belirtiler göstermektedir. Yapılan bir çalışmada
cinsel kötüye kullanıma uğramış grubun fiziksel kötüye kullanılan
gruba göre daha fazla travma sonrası stres bozukluğu tanı ölçütleri
gösterdikleri belirlenmiştir (Deblinger and at all1989 ). Cinsel kötüye
kullanıma uğrayan çocuk ve ergenlerde disosiyatif belirtilerin sık
olduğu saptanmıştır. Bu çocuk ve ergenlerin yetişkinlik yaşamlarında
disosiyatif belirtiler gösterme olasılıkları yüksektir (Ch, Dill 1990)
5. Davranışsal etkiler:
Cinsel kötüye kullanıma uğramış erkek çocuklarda en sık görülen
davranış tepkisi, saldırgan davranışların gelişimi şeklindedir. Bu erkek
çocuklarda davranım bozukluğu niteliğindeki davranışlar sıklıkla
gözlenmektedir. Bazı araştırmacılar bunu, erkek kimliğini yeniden
oluşturma olarak yorumlamaktadır. Kızlarda en sık gözlenen davranış
tepkisi ise, intihar ve kendine zarar verme davranışlarıdır. Kendine
zarar verici davranışlar genellikle vücudunda sigara söndürme ve
bileğini kesme gibi davranışlar şeklinde kendini göstermektedir. Bazı
araştırmacılar, bunun kendini cezalandırma ve çekiciliği azaltmak
amacı güttüğünü ileri sürmektedirler (Rogers, Tery 1984). Yetişkin
yaşamdaki kendine zarar verme ve intihar davranışının, çocuklarda
cinsel kötüye kullanıma maruz kalışla bağlantılı olabileceği sıklıkla
düşünülmüştür. Kendine zarar verme davranışı veya intihar
düşünceleri olan yetişkin kadınları değerlendirirken çocukluğunda
cinsel kötüye kullanıma uğramış olma olasılığı bir klinisyen tarafından
göz ardı edilmemelidir (Romans 1995, Briere, Zaidi 1989).
6. Kişilik gelişimi üzerine etkiler:
Çalışmaların çoğunda borderline kişilik bozukluğuna sahip
hastalar arasında çocuklukta cinsel kötüye kullanım sıklığının yüksek
olduğuna ilişkin bulgular vardır (Briere, Zaidi 1989). Silk ve
arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada, borderline kişilik bozukluğunun
gelişiminin "cinsel kötüye kullanımın süresi" ile ilişkili olduğu
200
belirlenmiştir. Devam eden cinsel kötüye kullanım, borderline kişilik
bozukluğu gelişme olasılığını artırmaktadır (Silk 1995).
7. Diğer etkiler:
Heins ve arkadaşları yaptıkları bir araştırmada, çocuklukta cinsel
kötüye kullanımı takiben varsanıları araştırmışlar, çocukluktaki cinsel
kötüye kullanım sonrası varsanıların oluşabileceğini ve bunların yıllarca
sürebileceğini saptamışlardır. Burada gözlenen varsanıların şizofrenideki
varsanılardan farklı, yalancı varsanılar olduğu belirtilmektedir (Heins,
Gray, Tennat 1990). Yapılan bir çalışmada cinsel tacize uğramış
ergenlerde, daha sık olarak uyuşturucu madde kullanımı ve aşırı alkol
kullanımı olduğu saptanmıştır (Singer, Patchers, Hussey 1989).
CĐNSEL KÖTÜYE KULLANIMI ÖNLEME
Çocukların cinsel kötüye kullanımlarının özellikle 7 yaşın altındaki
çocuklarda anlamlı düzeyde saptanması, bir çok girişim yöntemlerinin
ve önleme programlarının geliştirilmesini sağlamıştır. (Kolko, Moser,
Weldy 1988, Wurtele and at all 1987). Etkili ve işe yarar programların
geliştirilebilmesi için anne ve babaların eğitilmesi ve uzmanlarla
işbirliği yapılması gerekir. Bu eğitimde ailenin çocuğa öğretmesi
gereken bilgileri Yalın ve arkadaşları şöyle sıralamaktadırlar (Yalın
1990).
· Cinsel organları yaralandığı ya da hastalandığında, yalnız doktorların
veya ana babalarının dokunabileceği öğretilmelidir.
· Kendilerini cinsel açıdan kötüye kullanmak isteyen kişilere "hayır"
demeleri öğretilmelidir.
· Rahatsız olacakları herhangi bir biçimde, kendilerine dokundurtmama
hakkına sahip oldukları öğretilmelidir.
· Cinsel yönden kötüye kullanıma kalkışan biriyle karşılaştıklarında
oradan hemen uzaklaşmaları öğretilmelidir.
· Cinsel yönden kötüye kullanıma uğramaları halinde, hiç bir zaman
bunun kendi suçları olmadığı öğretilmelidir.
· Cinsel organlarına dokunan bir büyük ile ilgili "sır" saklamamaları
öğretilmelidir.
· Cinsel yönden kötüye kullanıma kalkışan birisi ile karşılaştıklarında
"yüksek sesle bağırmaları" öğretilmelidir.
· Cinsel kötüye kullanıma kalkışan biriyle mücadele etmede "vurma,
tekme atma" gibi davranışlar öğretilmelidir.
· Cinsel yönden kötüye kullanıldıklarını kime (anne ve babaya) ve
nasıl anlatacakları öğretilmelidir.
· Cinsel organların anatomik isimleri doğru olarak öğretilmelidir.
201
· Cinsel yönden kötüye kullanıldıklarını
yetişkinlerin inanmadıkları anlatılmalıdır.
bildirdiklerinde
bazen
Çocuğun kötüye kullanım sırasında yüksek sesle bağırmasının
bazen de olumsuz etkileri olabileceği unutulmamalıdır. Kötüye kullanan
bireyin, bağırma sırasında telaşlanıp kurbana zarar verme, hatta
öldürme riski bulunabilmektedir. Çocuğa cinsel ilişki tarif edilirken
veya cinsel eğitim verilirken nasıl ve nereye kadar bir eğitimin verileceği
dikkatle planlanmalıdır. Eğitim sırasında, yaşa uygun olmayan tarzda
veya aşırı ayrıntılı bilgi verilmesi, çocuğun cinselliğe merakında aşırı
artışa neden olabileceği unutulmamalıdır. Önleme programlarına çocuğa
cinsel davranışların öğretilmesini içeren konular konulacaksa, anne
babalara, çocuğun yaşa özgü cinsel davranış ve gelişim özelliklerinin de
anlatılması gerekmektedir Cinsel kötüye kullanım çocuk tedavi için
hekime getirildiğinde, eğer kötüye kullanım aile içerisinden birisi tarafından yapılmışsa mutlaka çocuğun aileden uzaklaştırıp tedavi edilmesi
gereklidir. Sonuç olarak; çocuktan anamnez alımı ve fizik muayenesi
sırasında cinsel kötüye kullanım şüphesi uyandıran ifadelerin, davranışların ve bulguların uzmanlar tarafından dikkatle değerlendirmesi
gerekmektedir. Cinsel kötüye kullanım açısından erken önlemlerin
alınması ve tedavi çocuğu ileriye yönelik olumsuz etkilerden koruyacaktır.
CĐNSEL KÖTÜYE KULLANIMDA HEMŞĐRELĐK
YAKLAŞIMLARI
Çocukların ve ergenlerin mutlu, üretken ve uyumlu olabilme
yetilerini bozan “cinsel kötüye kullanım” bulgularının tanınması ve
sağaltımı çocuğun ve ergenin sağlıklı gelişimi ve sağlıklı bir yetişkin
olabilmesi sürecinde oldukça önemlidir. Çocuk ve ergenlerin fizik ve
ruh sağlığı, işlevselliği ve sağlıklı gelişimi üzerinde duran, sağlığın
korunması, sürdürülmesi ve çocuğun “cinsel kötüye kullanımı” ile
ortaya çıkan bozuklukların tanı, tedavi, bakım ve rehabilitasyonu ile
ilgilenen psikiyatri hemşirelerinin bu alanda yapacakları hizmetin
kalitesi önemlidir. “Cinsel kötüye kullanım” sürecini yaşayan çocuk ve
ergene yönelik hemşirelik bakım hizmetleri çocuğun ve ergenin temel
gereksinimleri, günlük yaşam aktiviteleri ve çocuk ruh sağlığı ve hastalıklarına yönelik hemşirelik uygulama standartlarına uygun olarak
bağımsızlığı arttırıcı, işlevselliği sürdürücü, güvenliği sağlayıcı, tedavi
edici ve komplikasyonları önleyici girişimleri içermektedir (Canat 1994,
Beitchman and at all 1991, Beitchman and at all 1992, Green 1993,
Adams and at all 1995).
1987 yılında Amerikan Hemşireler Birliği, çocuk ruh sağlığı ve
hastalıklarına yönelik hemşirelik bakımının kalitesini belirleyici standartlar geliştirmiştir. Her profesyonel hemşire gibi psikiyatri hemşireleri de “Cinsel kötüye kullanım” durumunu yaşayan çocuğa bu standartlar
202
doğrultusunda bilgi ve becerilerini kullanarak gereken bakım ve
hizmeti vermektedir (Beitchman and at all 1991, Beitchman and at all
1992, Green 1993, Adams and at all 1995).
Psikiyatri hemşiresi hemşirelik tanılarını oluşturmadan önce
çocuk ya da ergenle mümkün olduğu kadar ayrıntılı öykü alabileceği
bir görüşme yapmalıdır. Görüşme sırasında şunlara dikkat edilmelidir:
Çocuktan öykü alırken çocuk veya ergenle yalnız bulunulmalı,
dostça ilişkili kurulmalı ve destekleyici olunmalıdır.
Tanışma sonrasında kendisiyle neden görüşüldüğü anlatılmalı ve
görüşmenin amacı açıklanmalıdır.
· Çocuk veya ergen ile aynı düzeyde oturulmalı, Görüşmeye arkadaşları,
okulu veya ilgileri hakkında yumuşatıcı konuları sorarak başlanmalıdır.
· Hemşirenin ses tonu ve yüz ifadesi yargılayıcı bir tarzda olmamalıdır.
· Çocuğu ya da ergeni tehdit edici konuşmalar yapılmamalı, Onun
güvenini kazanmalı ve konuşulanların ikinizin arasında kalacağına
yönelik güvence verilmelidir.
· Başlangıçta açık-uçlu sorular sorulmalıdır. Açık uçlu sorular şu
şekilde olabilir: "Birileri sana hoşlanmadığın bir tarzda dokundu
mu?", "Birileri senin özel bölgelerine dokundu mu?", " Nasıl oldu?",
"Konuyu biraz daha açar mısın?", "Hatırladığın başka birşeyler daha
var mı?", "En son olan olayı bana anlatabilir misin?".
· Taciz olayından sonra ağrı, kanama veya idrar yaparken yanma olup
olmadığı sorulmalıdır. Taciz yapanın ismini ve tacizin nerede olduğu
öğrenilmelidir.
· Tekrarlayıcı sorulardan kaçınılmalıdır.
· Açık uçlu soruların sorulması bitmiş ve hala cinsel taciz olayı açığa
kavuşmamışsa, daha özel sorular sorulmalıdır.
· Görüşme sırasında çocuğun davranışları gözlemlenmeli ve kaydedilmelidir. Kayıtlar çocuğun ifade ettiği tarzda yazılmalıdır.
· Görüşme sonlanırken çocuğa olan şeyleri anlatmasının doğru bir
davranış olduğu söylenmelidir.
Kuzey Amerika Hemşirelik Tanı Birliği- North American Nursing
Diagnosis Association (NANDA) (2002)’nin geliştirdiği tanı sınıflamaları
arasında çocuklarda görülen “Cinsel kötüye kullanım” tepkilerine
ilişkin hemşirelik tanıları yer almaktadır. Psikiyatri hemşiresi çocuk ya
da ergenle ayrıntılı ve açık bir görüşme yaptıktan sonra bu tanı
sınıflaması doğrultusunda hemşirelik tanılarını oluşturmaya başlar
Psikiyatri hemşireleri, çocukların “Cinsel kötüye kullanım”a karşı olan
tepkileri ile çalışırken bu tepkileri nedene yönelik yaklaşımlarla
değerlendirip, sistematik bir problem çözme yöntemi olan hemşirelik
203
süreci doğrultusunda hemşirelik tanılarını kullanarak, uygulamalarını
yaparlar. Örneğin; “çocuğun geleceğe yönelik olumsuz ifadeleri ve
kötümserliğine bağlı umutsuzluk duygusu”, “nedensellik ve anlam
hakkında aşırı uğraşmaya bağlı düşünce sürecinde değişiklik” ya da
“bireysel başetmede yetersizlik”, “öfke ve öfke dışavurumuna bağlı
kendine ya da başkalarına zarar verme potansiyeli”, “ kendini kınama
ve utanca bağlı benlik saygısında azalma” “Cinsel kötüye kullanıma
bağlı öfkeyi kendisine yöneltmeyle ilişkili suçluluk duygusu” gibi
hemşirelik tanıları bu süreci yaşayan bir çocuk ya da ergen için en sık
kullanılan hemşirelik tanılarıdır
Psikiyatri hemşirelerinin cinsel kötüye kullanım durumu yaşayan
çocuğa yönelik oluşturdukları bu hemşirelik tanılarına uygun hemşirelik
girişimlerini planlayıp, uygulama sürecinde doğru yaklaşımları
göstermeleri çok önemlidir. Bu girişimler, çocuğun yaşına ve gelişim
dönemine uygun olarak, hemşirelik girişimleri sınıflandırma sistemi
(Nursing Đntervention Classification-NIC)’ nde belirtilen girişimler listesi
kullanarak seçilir.
Yaşanan olay nedeniyle çocuk ve aile suçlanmamalıdır. Çocuğa
kendisinin hatası olmadığı anlatılmalıdır. Çocuklara, bazı çocukların
başına da benzer şeylerin geldiği veya gelebileceği anlatılmalıdır. Cinsel
kötüye kullanıma uğramış çocuklara uygun yaklaşımın sağlanması,
çocuğun olayı çözümlemesi ve sıkıntısıyla başa çıkması konusunda
yardımcı olacaktır. Bu sebeple cinsel kötüye kullanım olguları ile
karşılaşan psikiyatri hemşireleri nasıl davranacakları konusunda
eğitimli olmalı ve klinik yaklaşımları bilmelidir.
Sonuç olarak hemşirenin bu durumdaki rolü cinsel kötüye kullanım
vakalarını tanılayabilmesi, mağduru anlamaya çalışarak, yardım ve
destek sunabilmesi olarak sıralanabilir. Hemşire tarafından yapılan iyi
bir değerlendirme, iyi bir girişimi ve yapılandırılmış bir uygulamayı
getirir. Cinsel kötüye kullanım döngüsünün kırılması açısından hemşire
önemli bir yere sahiptir. Çocuk ve ergene yaklaşımda, durumun erken
tanısı ve çözümünde hemşirenin de içinde bulunduğu multidisipliner
bir yaklaşım gereklidir. Tüm disiplinlerin ortaklaşa çalıştığı bu yaklaşım
sayesinde çocuğun ve ergenin topluma tekrar kazanımı sağlanacaktır.
Bumun için hemşirelik girişimlerinin esas alındığı, cinsel kötüye
kullanıma uğramış çocuk ve ergenin ailesinin de terapi sürecine dahil
edildiği aile merkezli eğitim ve destek programlarının yürütülmesi
gerekmektedir.
KAYNAKLAR
1. Adams J, McClellan J, Douglass D, McCurry C, Storck M. (1995). “Sexually
Đnappropriate Behaviors Đn Seriously Mentally Đll Children And Adolescents”. Child
Abuse Negl;19:555-68.
204
2. Beitchman JH, Zucker KJ, Hood JE, DaCosta GA, Akman D, Cassavia E. A(1992)
“Review Of The Long-Term Effects Of Child Sexual Abuse”. Child Abuse Negl;16:10118.
3. Beitchman JH, Zucker KJ, Hood JE, DaCosta GA, Akman D. A(1991) “Review Of The
Short Term Effects Of Child Sexual Abuse”. Child Abuse Negl;15:537-56.
4. Bifulco A, Brown GW, Adler Z. (1991) “Early Sexual Abuse And Clinical Depression
Đn Later Life”. Br J Psychiatry: 159:115-22.
5. Briere J, Zaidi LY.( 1989) “Sexual Abuse Histories And Sequelae Đn Female
Psychiatric Emergency Room Patients”. Am J Psychiatry; 146:1602-6.
6. Canat S.(1994). “Ergenlerde Aile Đçi Cinsel Taciz”. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı
Dergisi;(1):18-22.
7. Chu JA, Dill DL.( 1990) “Dissociative symptoms in relation to childhood physical and
sexual abuse”. Am J Psychiatry; 147:887-92.
8. Deblinger E, McLeer SV, Atkins M, Ralphe D, Foa E.( 1989). “Post-truamatic stress
in sexually abused, physically abused, and nonabused children”. Int J Child Abuse
Negl: 13 (3):403-8.
9. Elliott DJ, Tarnowski KJ.( 1990) “Depressive characteristics of sexually abused
children”. Child Psych Hum Dev; 21:37-48.
10. Everson MD, Boat BW.(1990) “Sexualized doll play among young children:
implications for the use of anatomical dolls in sexual abuse evaluations”. J Am Acad
Child Adolesc Psychiatry: 29 (5):736-42.
11. Fergusson DM, Horwood LJ, Lynskey MT.(1996) “Childhood sexual abuse and
psychiatric disorder in young adulthood: II. Psychiatric outcomes of childhood
sexual abuse”. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry; 35(10):1365-74.
12. Fergusson DM, Lynskey MT, Horwood LJ.(1996) “Childhood sexual abuse and
psychiatric disorder in young adulthood: I. Prevalance of sexual abuse and factors
associated with sexual abuse”. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry; 35(10):1355-64.
13. Finkelhor D, Hotaling G, Lewis IA, Smith C.(1990) “Sexual abuse in a national
survey of adult men and women: prevalence, characteristics, and risk factors”. Child
Abuse Negl;14 (1):19-28.
14. Fothergill J.(1994) Çocuğun kötüye kulllanımı. Pediyatrik Đleri Yaşam Desteği II.
Bozkurt K (çev.). Đstanbul: Turgut Yayıncılık ve Tic.A.Ş, 233-42, 1994.
15. Friedrich WN, Grambsch P, Damon(1992). The child sexual behavior inventory:
normative and clinical findings. Psychol Asses; 4:303-11.
16. Foye HR, Sulkes ZB. Sexual abuse. Behrman RE, Kliegman RM (ed.)( 1994). Nelson
Essentials of Pediatrics. Second edition, Philadelphia: W.B.Saunders Company,: 8183.
17. Green AH.(1993) Child sexual abuse: immediate and long-term effects and
interventions. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry, 32 :890-902.
18. Heins T, Gray A, Tennant M.(1990) Persisting hallucinations following childhood
sexual abuse. Aust NZ J Psychiatry, 24:561-65.
19. Hibbard RA, Brack CJ, Rauch S, Orr DP.(1988) Abuse, feelings and health behaviors
in a student population. Am J Dis Child;142:326-330.
20. Hooper PD. (1990). Psychological sequelae of sexual abuse in childhood. Br J Gen
Pract.; 40 (330):29-31.
205
21. Hymel KP, Jenny C.(1996). Child sexual abuse. Pediatrics in Review; 17 (7):236-49.
22. Kaplan HI(1994) . Sexual abuse. Kaplan and Saddock's Synopsis of Psychiatry,
Kaplan HI, Saddock B (ed.). 7 th edition, Williams and Wilkins, Baltimore,1788-95.
23. Kohan MJ, Pothier P, Norbeck JS.(1987). Hospitalized children with a history of
sexual abuse: incidence and care issues. Am J Orthopsychiatry; 57:258-64.
24. Kolko DJ, Moser JT, Weldy SR.(1988) Behavioral-emotional indicators of sexual
abuse in child psychiatric inpatients: a controlled comparison with physical abuse.
Child Abuse Negl; 12(4):529-41.
25. Koten Y, Tuğlu C, Abay E.(1996). Üniversite öğrencileri arasında ensest bildirimi.
Özşahin A (yayın sorumlusu) XXXII Ulusal Psikiyatri Kongresi: Eylül 25-28; Ankara.
GATA Basımevi1996;154.
26. McClellan J, McCurry C, Ronnel M, Adams J, Eisner A, Strorck M.(1996) Age onset
of sexual abuse. Relationship to sexually inappropriate behaviors. Am Acad Child
Adolesc Psychiatry:35(10):1375-83.
27. Monck E, Bentovim A, Goodall G, Hyde C, Lwin R, Sharland E.(1993) Child sexual
abuse: A descriptive and treatment study. London: Her Majesty's Stationery Office.
28. Mullen PE, Martin JL, Anderson JC, Romans SE, Herbison GP.(1993) Childhood
sexual abuse and mental health in adult life. Br J Psychiatry; 163:721-732.
29. Rogers CN, Terry T.(1984). Clinical interventions with boy victims of sexual abuse.
Stuart IR and Greer JR (ed.). Victims of Sexual Aggression: Treatment of children,
Women and Men .Newyork: Van Nostrand Reinhold press.
30. Romans S.(1995). Sexual abuse in childhood and deliberate self-harm. Am J
Psychiatry;152:1336-42.
31. Sedney MA, Brooks B.(1984) Factors associated with a history of childhood sexual
experience in a nonclinical female population. J Am Acad Child Psychiatry. 23: 21518.
32. Silk K.(1995).Borderline personality disorder symptoms and severity of sexual
abuse. Am J Psychiatry;152:1059-64.
33. Singer MI, Patchers MK, Hussey D.(1989). The relationship between sexual abuse
and substance abuse among psychiatrically hospitalized adolescents. Child Abuse
Negl: 13(3):319-25.
34. Smith M, Bentovim A. Sexual abuse. Rutter M, Taylor E, Hersov L (ed.)(1994). Child
and Adolescent Psychiatry. Third Edition, Newyork: Science Ltd, 230-43.
35. Stein M, Walker J, Anderson G.(1996). Childhood physical and sexual abuse and
with anxiety disorders and in a community sample. Am J Psychiatry:153:275-77.
36. Summit RC.(1983). The child sexual abuse accommodation syndrome. Child Abuse
and Negl; 7: 177-93.
37. Wurtele SK, Currien LL, Gillespie EI, Fraklin CF. (1987). The efficacy of a parentimplemented program for teaching preschoolers personal safety skills. Behaviour
Therapy; 22:69-83.
38. Yalın A.(1995). Okul öncesi çocuklarda cinsel istismarı önleme programı. Çocuk ve
Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi; 2(1):19-27.
39. Yates A.(1991). Childhood Sexuality. Lewis M (ed.). Child and Adolescent Psychiatry.
Baltimore, Williams and Wilkins, 195-215.
206
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 207-221, 2007
KĐŞĐLERARASI ĐLĐŞKĐLERDE ÇATIŞMA VE ÇATIŞMA YÖNETĐMĐ
CONFLICT AND CONFLICT MANAGEMENT IN RELATIONSHIPS
Olcay ÇAM*
Ebru AKGÜN**
*Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
**Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
Anahtar Sözcükler: Çatışma, Çatışma Yönetimi
Key Words: Conflict, Conflict management
ÖZET
Kişilerarası ilişkilerde kaçınılmaz bir durum olan kişilerarası çatışmalar,
birbirleriyle etkileşim halinde bulunan iki veya daha fazla kişi arasında
uzlaşmaz hedefler, düşünceler, duygular ve davranışların varlığından kaynaklanır.
Kişilerarası çatışmaların nedenleri incelediğinde; farklı biliş, algı, duygu,
bilinçdışı ihtiyaçlar, iletişim becerileri gibi kişisel faktörlerden, kültürel
faktörlerden, rol farklılıklarından, sosyal ve fiziksel çevreden kaynaklandığı
ortaya çıkmıştır. Çatışma kişilerarası ilişkilerin bozulmasına, kişilerin stres
yaşamasına, mide rahatsızlıkları, baş ağrıları gibi somatik rahatsızlıklar ve
depresyon, anksiyete gibi psikolojik belirtiler göstermelerine neden olurken;
olumlu yönetildiğinde ise bireysel gelişimi sağlayan, problem çözme becerilerini
geliştiren bir durumdur. Literatürde çatışma çözümüne yönelik beş yaklaşım
veya yöntem belirtilmiştir, kaçınma, hükmetme, uyma, uzlaşma ve bütünleştirme.
Kişiler içinde bulundukları durumu tanımlamalı ve duruma uygun çatışma
çözme yöntemine karar vermelidirler.
SUMMARY
Conflict is a natural part of human relationships. Conflict has been defined a
tension arising from differences in ideas, values or feelings between two or more
people. The causes of interpersonal conflicts are individual differences like; cognition,
perception, feelings and communuciation skills, cultural factors, role differentiation,
social and pyhsical enviroment. Being in conflict threatens relationships, cause
stress and psychosomatic complaints such as persistent headaches, upset stomach,
anxiety and depression. Managing conflict succesfully promotes individual
growth and enhances problem solving skills. Five common approaches or
strategies to conflict resolution have been identified within the literature;
dominating, avoiding, obliging, compromising and integrating.. People need to
identify situation and decide which conflict management strategy they will use.
207
GĐRĐŞ
Đnsanların etkileşim halinde olduğu her ortamda çatışma kaçınılmaz
bir olgudur. Çatışma psikolojik bir süreç olarak, ya bireyin kendi içinde
ya da bireyler arasında en az iki temel farklılığın uyuşmazlığı şeklinde
tanımlanabilir ( Arnold, Boggs 1999, Karip 2003, Kavalcı 2001). Birinin
davranışları diğer kişi veya kişilerin gereksinimlerine ters düşüyor,
karşılanmasını engelliyor ya da değerleri birbirine uymuyorsa bu kişiler
arasında ortaya çıkan anlaşmazlıktır ( Arnold, Boggs 1999, Almost
2006, Kavalcı 2001, Üstün, Akgün, Partlak 2005). Çatışmalar günlük
hayatın bir parçasıdır. Ancak pek çok kişi tarafından çatışma,
ayrılıklara, strese, sosyal kargaşaya ve şiddete sebep olduğu için
olumsuz olarak görülmekte hatta bir ilişkinin iyi olduğunun en önemli
işaretinin çatışma içermemesi olduğu düşünülmektedir. Oysa çatışma
içermeyen bir ilişkinin sağlıklı bir ilişki olduğu düşünülemez.Çatışma
‘‘en az iki taraf arasında, değer, fikir, inanç, ilgi, algı, kültürel faktörler,
sosyal roller, ihtiyaçlar, iletişim becerileri yönünden farklılıklar olduğu
durumlarda yaşanabilen, gerilim, engellenme, rekabet, değişiklik ve
müdahaleler yaşanan durumlardır” şeklinde tanımlanabilir (Arnold,
Boggs 1999, Cüceloğlu 2005).
Çatışma olumlu yönetildiğinde kişinin kendini tanımasına, karşıdaki
kişinin özellikleriyle ilgili farkındalığını arttırmasına, ilişkilerde çözülmesi
gereken problemlerin farkına varılmasına, değişimi cesaretlendirmesine,
problem çözme için enerji ve güdülemenin artmasına, büyük problemler
olarak algılanan küçük sorunları ortaya çıkarmasına katkıda bulunur.
Çatışma iyi yönetilemediğinde ise kişiler stres yaşar, ilişkileri bozulur,
kişiler mutsuz olur, somatik (mide rahatsızlıkları, baş ağrıları) ve
psikolojik (depresyon, anksiyete) belirtiler gösterirler (Arnold, Boggs
1999, Almost 2006, Balzer 1999).
ÇATIŞMANININ AŞAMALARI
Tekarslan ve Kılınç’ın (2000) belirttiğine göre; Pondy ( 1967)
çatışmada beş aşama olduğunu belirtmiştir.
1.Gizil Dönem: Çatışmanın oluşabilmesi için gerekli koşullar
mevcuttur fakat çatışma henüz ortaya çıkmamıştır.
2. Algılanan çatışma: Bireyler çatışmanın farkına varmışlardır.
3. Hissedilen çatışma: Çatışma bu dönemde kişiselleşmiştir ve
kişiler anksiyete, öfke hissetmektedirler. Gerilim oluşmuştur ancak
henüz çatışma hala açığa çıkmamıştır.
4. Çatışmanın Görülmesi: Çatışma artık taraflar için açık hale
gelmiştir, çatışma ilgili davranışlar açık bir şekilde gözlemlenir.
208
5. Çatışmanın sonuçlanması: Çatışma herhangi bir yöntemle
sonlandırılır ve yeni koşullar oluşur.
Almost’un belirttiğine göre (2006) çatışma aşamaları; farkındalıkla
başlar, bu dönemde kişilerde çeşitli duygu ve düşüncelere olası tepkilerin
gelişme aşamasıdır. Bütün bu tepkilerle kişiler, gözlenebilir davranışların
oluşmasıyla sonuçlanacak çatışma durumuyla baş etmeye çalışırlar.
Diğer kişiden tepki gelmesiyle süreç devam eder, çünkü her bireyin
tepkisi diğerinin tepkisini uyarır. Etkileşim geliştikçe davranışları
doğrudan etkileyen çatışmayla ilgili duygu ve düşünceler değişebilir.
Daha sonra çatışma sonuçlanır. Bu sonuçlar her iki kişi içinde ortak
bir anlaşma, her iki kişininde kaçınması, tek bir kişinin kontrolü veya
çatışmanın çözümsüzlüğü şeklinde olabilir (Almost 2006).
ÇATIŞMA NEDENLERĐ
Kişiler arası çatışmalar, birbirleriyle etkileşim halinde bulunan iki
veya daha fazla kişi arasında uzlaşmaz hedefler, düşünceler, duygular ve
davranışların varlığından kaynaklanır. Kişilerarası çatışmaların başlangıç
nedenleri farklı biliş, algı, duygu, bilinçdışı gereksinimler, iletişim becerileri
gibi kişisel faktörlerden, kültürel faktörlerden, rol farklılıklarından,
sosyal ve fiziksel çevreden kaynaklanabilir. Bireyler tüm bu özellikleri
yönünden birbirlerinden farklı olduklarından çatışma yaşamaları
kaçınılmazdır (Arnold, Boggs 1999, Almost 2006, Cox 2003, Dökmen
1994, Üstün, Akgün, Partlak 2005).
KĐŞĐSEL FAKTÖRLER
Her birey kendine özgüdür. Farklılaşan fikirler ve değerler çatışma
yaratır. Benzer değerlere sahip olan kişiler birbirleriyle daha kolay
iletişim kurarlar ve kişilerarası gerilim riski düşer. Kişilerin birbirlerine
duydukları güven ve saygı artar. Yapılan araştırmalarda kişilik ve
tutum gibi bireysel özelliklerin çatışma üzerinde minör etkisi olduğu
bulunmuştur. Demografik farklılıklar kişilerarası iletişimde çatışmayı
etkileyen diğer bir faktördür (Almost 2006, Valentine 1995). Valentine
ve arkadaşlarına göre (1995) cinsiyet farklılıkları çatışmayı arttırır.
Çatışmaya neden olan bir diğer kişisel faktör algılamadır.
Algılama bireyin yaşadığı dünyayı hissetmesi, yorumlaması ve kavrama
deneyimleridir. Algılama kişilerin davranışlarını, duygularını ve fiziksel
tepkilerini etkiler. Đletişim sürecinde karşı taraf gönderilen mesajı alırken
onu algıladığı biçimde yorumlar ve anlam verir. Duygu ve davranışlar
bu yorumlar ve anlamlar sonucunda ortaya çıkar. (Duygulanım süreci,
şekil 1)
209
Çevresel olay
5 duyu ile algılanır
Görmek
Duymak
Tatmak
Koklamak
Dokunmak
Davranışsal
Tepkiler
Kavramsal
Tepkiler
Đnanç, yorum,
değer kalıpları
Olayla ilgili
düşünceler
Đç konuşmalar
Biyofizyolojik
Tepkiler
DUYGULANIM SÜRECĐ
DUYGU HALĐ
Şekil 1: Özer K. : Ben Değeri Tiryakiliği, Sistem yayıncılık, Đstanbul, (2000a).
Şekilde görüldüğü gibi olay veya durum kişi tarafından beş
duyusuyla algılanır. Algılama sonucunda kişi inançları, değerleri,
önceki deneyimleri sonucunda iç konuşmalar yapar ve otomatik
düşünceler ortaya çıkar. Bu konuşmalar ve düşünceler doğrultusunda
olayla ilgili duygu ve davranışları ortaya çıkar. Algılama sürecini
kişilerin içinde bulundukları ortam (ses, ısı, başka insanların varlığı),
kavramsal tepkileri ise kişilere bağlı özellikler; bilgi, daha önceki
yaşanmışlıklar, kültürel özellikler, değerleri, otomatik düşünceleri
etkiler. Kişiler verilen mesajı farklı bir şekilde yorumlar ve tepki
verirler. Bu durum çatışmaların yaşanmasına neden olabilir. Otomatik
düşünceler, bilişsel çarpıtma ve yanılgıların ortaya çıkmasına neden
olabilir. Bilişsel çarpıtma ve yanılgılar değişik iletişim çatışmalarına
neden olabilir. Örneğin aşırı genellemeci ve değiştirme gayreti olan bir
kişi önyargılı ve toptan reddedici davranabilir. Çatışmalara neden olan
bilişsel çarpıtma ve yanılgılar aşağıda belirtildiği gibidir ( Cüceloğlu
2005, Dökmen 1994, Özer 2000b, Tekarslan ve Kılınç 2000, Üstün,
Akgün, Partlak 2005);
Filtreleme, Kişi belirli bir bütünü, bireyi, olayı, bir tek öğeye
dayalı olarak diğer öğeleri ya saf dışı ederek ya da onlara seçici bir
körlük geliştirerek değerlendirmesidir.
Aşırı genelleme; Birey karşılaştığı olumsuz bir durumu ya da
olayı aşırı derecede genellemeye yönelir. Aşırı derecede genelleme
yapma eğilimi olan kişiler karşılarında bulunan kişilerle ilgili herhangi
bir olumsuzluğu, bireye yönelik genel bir olumsuzluk yargısına
dönüştürürler.
210
Kişiselleştirme; Kişinin, aslında hiç bir etkisi olmadığı halde,
başkalarının uğradığı sıkıntılardan, ortaya çıkan sorunlardan kendisini
sorumlu tutması, kişiselleştirmesidir.
Kutuplaşmış düşünce; (ya hep ya hiç yaklaşımı) Kişiler orta yolu
düşünmezler.
Akıl okuma; Birey karşısındaki kişiye önyargılarla yaklaşır ve
karşısındaki kişiyi dinlemek ve söylediklerini onun ifade ettiği biçimde
anlamak yerine onun davranışlarını varsayımlarla açıklar ve bu
varsayımların doğruluğunu kontrol etmeden, bu doğrultuda hareket
eder. Karşı tarafın davranışının nedeni bilinmeden, davranış olumsuz
bir düşünce ya da niyete dayandırılır.
Olumsuz abartma (facialaştırma);
abartarak bir felaket olacakmış gibi algılar.
Kişi
küçücük bir
olayı
Meli,- malı’lık; Belirsizlik, olasılık, seçenekçilik yaşamsal bir olgu
değildir. Her şey açık “bireysel yasalara” bağlıdır. Hem kişi, hem de
başkaları için nerede ne yapılması ve yapılmaması gerektiği kuralların
denetimindedir. Bu tarz düşünen kişi en doğru davranışaları
kendisinin gösterdiğine inanır, kişilerarası ilişkilerde neyin doğru neyin
yanlış olduğunu çok iyi bilir. Diğer kişilerin davranışları, bireyin kendi
doğrularına uymuyorsa onlara karşı öfke duyar, sürekli olarak
görüşlerinin, dünya hakkındaki düşüncelerinin ve davranışlarının
doğruluğunu ispatlamaya çalışır. Başkalarının görüşlerindeki farklılığa
ilgisi yok denecek kadar düşüktür. Bu yüzden sık çatışma yaşarlar
(Cüceloğlu 2005, Dökmen 1994, Özer 2000b, Üstün, Akgün, Partlak
2005).
Değiştirme yanılgısı; Kişiler diğer kişilere kendi doğrularını
kabul ettirerek, onların kendi istekleri doğrultusunda davranmalarını
isterler.
Suçlama; Suçlama başkalarına ve kişinin kendisine yönelik
olabilir. Kişi ilişkilerde ya sorumluluğu almaz karşısındaki kişiyi suçlar,
yada bütün sorumluluğu alarak kendisini suçlar.Kişinin karşısındaki
bireyi suçlaması çatışmalara yol açarken, kendisini suçlaması çatışma
yaşanmasını engeller.
Özveri seferberliği; Kişi başkalarının saptanmış olduğu doğrular
için, onların istekleri doğrultusunda yaşaması gerektiğine, ama eninde
sonunda bu seferberliğin ona mutluluk getireceğine inanır (Cüceloğlu
2005, Dökmen 1994, Özer 2000, Üstün Akgün, Partlak 2005).
Bir diğer faktörde kişilerin yaşama bakış tarzları, gösterdikleri
davranış tarzlarıdır. Kişiler atılgan, pasif, saldırgan olmak üzere üç
değişik davranış tarzında davranabilirler.
211
Bir çok insan diğerleriyle ilişkilerinde benzer iletişim örüntüleri
gösterirler. Kişilerarası ilişkilerde bu tip özellikler tarz olarak
nitelendirilir. Đnsanlar kendi iletişim tarzlarını geliştirirler. Kişilerin bir
çok tarzı kullanmaları olasıdır. Fakat her insan belli durumlarda belli
iletişim tarzlarını tekrarlar. Üç farklı iletişim tarzı vardır (Arnold,
Boggs1999, Balzer 1999, Pettrey 2003, Üstün, Akgün, Partlak 2005).
PASĐF DAVRANIŞ: Pasif davranış gösteren kişiler genellikle özür
dilerler, nadiren farklı düşünürler. Her zaman diğerlerinin onaylarına
ihtiyaçları vardır. Kendi haklarını, gereksinimlerini göz ardı ederler ve
istediklerini açıkça ifade etmezler. Kendilerine çok az saygı gösterirler.
Çatışmalardan kaçınırlar, hayır demekte zorlanırlar, insanların
duygularını incitmekten korkarlar.
SALDIRGAN DAVRANIŞ: Saldırgan davranış gösteren kişilerin
kişilerarası ilişkilerdeki temel amaçları kazanmak, baskın olmak,
zorlamak diğer insanlardan daha güçlü olmaktır. Genellikle yakın ilişki
kurma konusunda başarısızdırlar. Her zaman kendi isteklerinin olmasını
isterler. Çatışmalarda genel yaklaşımları kendi isteklerinin olması
yönündedir. En çok çatışmaya yol açan davranış tarzı saldırgan davranış
tarzıdır. Kişi bencil olduğu için kendi istekleri ve amaçları diğer
kişilerin istek ve amaçlarından daha önemlidir. Saldırgan davranış açık
bir şekilde görülebildiği gibi, karşı tarafı suçlu hissettirerek, duygu
sömürüsü yaparak ve imalı konuşarak gizli bir şekilde de görülebilir.
ATILGAN (GĐRĐŞKEN) DAVRANIŞ: Kendine güvenir. Kendine ve
başkalarına saygılıdır. Duygu ve düşüncelerini rahatça ifade eder.
Diğer insanların gereksinim ve beklentilerine duyarlıdır. Ne istediğinin
ve neye gereksinimi olduğunun farkındadır. Gereksinimlerini karşılarken
başkalarının gereksinimlerine saygılıdır. Gerek olduğunda yardım ve
bilgi isteyebilir. Postürleri dik, kendinden emin görünürler. Eylemleri
sözleriyle uyuşur. Açık iletişim kurarlar. Çatışmalarda her iki taraf
içinde sorunun çözülmesini isterler (Arnold, Boggs 1999, Balzer 1999,
Pettrey 2003, Üstün, Akgün, Partlak 2005). Duygular çatışma sürecinin en
önemli öğelerinden birisidir. Duygusal tepkiler, ve duygulardan
kaynaklanan davranışlar çatışmanın ortaya çıkmasını ve etkili bir
şekilde yönetilmesini etkiler. Çatışma sürecinde görülen suçlama,
gizleme, bastırma, yansıtma gibi duygusal tepkiler çoğu zaman bilinçli
ve isteğe bağlı değildir. Çoğunlukla bireyler bu tepkilerin farkına
varma, tepkileri belirleme ve yapıcı bir biçimde ifade etmede güçlük
yaşarlar. Kişilerin tepkilerinin ve duygularının farkına varması, kişinin
kendini tanıması ile mümkündür. Kendini tanıma, kişinin kendisiyle,
düşünce ve duygularıyla ilişki kurması, kendinde olup biten duygusal
ve düşünsel süreçtir. Kendini tanıyan bir kimse dış dünyadaki
olayların ve iç dünyasında oluşan yaşantıların çoğu kez farkındadır.
Böyle biri çevresindeki kişilerin kendisini nasıl etkilediğinin farkında
212
olduğu kadar, kendisininde çevresini nasıl etkilediğini bilir, böylece
kendi yaşamını yönetebilir. Kişinin kendini tanıması, çatışma
durumlarında verdiği tepkilerin ve duyguların farkında olması,
duygularını kontrol edebilmesi çatışmanın ortaya çıkmasında ve
çatışma sürecinde etkin olarak önemli bir rol oynar (Arnold, Boggs
1999, Balzer 1999, Pettrey 2003, Üstün, Akgün, Partlak 2005).
“Kendini yetersiz gören insan tereddüt içinde beklerken,
girişken insan hata yapmaktan korkmadığından daha üstün
hale gelir.”
Henry C. Link
Çatışma sürecinde yaşanan ve süreci etkileyen en önemli duygu
öfke duygusudur. Öfke, bireysel bir tehdit algılandığında veya engellenme
ile karşılaşıldığında, yaşanan çaresizliğin, tehdidin özelliğine göre basit
bir sinirlilik veya kızgınlık halinden, şiddete kadar değişen bir duygudur.
Öfkenin kontrol edilememesi çatışma sürecini olumsuz etkiler ve
çatışmanın yıkıcı sonuçlarının ortaya çıkmasına neden olur (Arnold,
Boggs 1999, Balzer 1999, Pettrey 2003, Üstün, Akgün, Partlak 2005) .
Çatışmalara yol açan kişisel faktörler incelendiğinde, en önemli
faktörlerden birisi kişinin sahip olduğu iletişim becerileridir. Đletişim en
az iki kişi arasında sözel yada sözel olmayan iletilerin sunulması ve
alınması sürecidir. Đletişim sürecinde taraflar düşüncelerini, duygularını ya
da bir bilgiyi sözcüklerle, ses tonuyla, fizyolojik görünüm, hareket ve
duruşlarıyla karşı tarafa iletmeye çalışır. Đletişim sürecinde ortaya çıkan
problemler nedeniyle iletişim kurulamadığında çatışmalar yaşanabilir.
Dinleme, empati, geribildirimde bulunma, sözsüz iletişimi doğru kullanma,
ben dilinin kullanımı gibi iletişim becerilerinin doğru kullanılması
çatışmaların ortaya çıkmasını engellerken, var olan çatışmaların etkili
bir şekilde yönetilmesine neden olur. Dinleme karşıdaki kişinin iletmek
istediği mesajı onun iletmek istediği şekilde duymayı sağlar. Dinleme
etkili iletişimin kurulmasında ve sürdürülmesinde ön koşuldur. Kişiler
dinlenmediklerini hissettiklerinde iletişimi keserler. Dinleme ve empati
becerileri çatışma sürecinde karşıdaki kişiyi anlamayı sağlar. Ben
dilinin kullanımı bireyin karşılaştığı durum ya da davranış karşısında
bireysel tepkisini duygu ve düşüncelerle açıklamayı sağlar. Ben dilinin
kullanılarak kişi kendi duygu ve düşüncelerini ifade ettiği için
karşısındaki kişi kendisinin suçlandığını yargılandığını hissetmez. Kişinin
suçlanmasını ve yargılanması kişinin savunucu iletişime geçmesini
sağlar. Savunucu iletişim kişinin benliğine yönelik bir tehdit karşısında
benlik bilincini koruma gereksiniminden kaynaklanır. Savunucu durumda
olan kişi konudan söz etmek yerine, karşısındaki kişiye nasıl göründüğünü düşünür. Karşısındaki kişiyi nasıl alt edeceğini, tartışmayı nasıl
kazanacağını, nasıl baskın çıkacağına, karşısındaki kişinin sözel
213
saldırısına nasıl karşı koyacağına zihnini yorar. Kişi savunucu iletişimi
kullanıyorsa karşı tarafta savunucu olur. Đletişimde savunuculuk
sadece sözel iletişimde değil, beden hareketlerinde, yüz ifadelerinde ve
ses tonunda da kendisini gösterir. Savunuculuk arttıkça iletişimin
bozulduğu ve yanlış anlamaların arttığı belirlenmiştir (Arnold, Boggs
1999, Almost 2006, Balzer 1999, Cüceloğlu 2005, Dökmen 1994,
Kunakviktikul, Nuntasupawat 2000).
Sözcükler iletişim sürecinde tek başına bir anlam taşımaz,
sözcüklerin ifadesi yüz ifadesi, el-kol hareketleri, beden duruşu, ses
tonuyla yani beden diliyle anlam kazanır. Çatışmalara yol açan hatalı
sözsüz iletişim davranışları yüksek ve kısık sesle konuşma, yüzüne
bakmama, yok sayma ve sözlü mesajlara uygun olmayan beden dilidir
(Arnold, Boggs 1999, Almost 2006, Balzer 1999, Cüceloğlu 2005,
Dökmen 1994, Kunakviktikul, Nuntasupawat 2000).
KĐŞĐLERARASI FAKTÖRLER; Güven, kişilerin davranışları/
olayları yorumlamalarında önemli bir rol oynamaktadır. Güven kişilerin
ilişkilerinde risk almalarını ve kişilerin davranışlarını ilişki sürecinde
davranışlarını tahmin etmeyi sağlar. Eğer kişiler birbirlerine güvenirlerse,
anlamsızlıkları kabul eder ve davranışları negatif olarak daha az
yorumlarlar. Adaletsizlik ve saygısızlık olduğuna dair algılar çatışmaya
neden olur (Almost 2006).
ÇATIŞMA ÇÖZÜMÜ
Çatışma çözümü genel olarak uyuşmazlıkları yatıştırma için bir
süreç olarak tanımlanmıştır. Karip (2003) çatışma çözümünü “tarafların
çatışmayı uygun bir sonuca götürmek için kendi uyuşmazlıkları için
uğraştıkları bir süreç” olarak tanımlamaktadır. Çatışma çözümünde birden
fazla yöntem kullanılmaktadır. Ancak hangi çatışmada hangi yöntemin
kullanılacağına karar verilebilmesi için kullanılan yöntemlerin olumlu
ve olumsuz sonuçları bilinmelidir.
Çatışma yönetim stratejilerinde iki boyut vardır. Bunlardan birincisi
taraflardan her birinin kendi ilgi ve ihtiyaçlarının doyurulmasına
verdikleri önemin derecesi, ikinci boyut ise taraflardan her birinin diğer
tarafın ilgi ve ihtiyaçlarına verdikleri önemdir.
Çözülmemiş çatışmalar zaman ve enerji kaybettirir ve yeni
çatışmaların oluşmasını sağlar. Çatışma çözümlendiğinde ise ilişkileri
güçlendirir. Başarılı bir çatışma çözümünün anahtarı uygun tepkiyi
verebilmek ve uygun tekniği kullanabilmektir. Her bir teknik sonuca
ulaşabilmek için farklı yollar sunar. Çatışma çözümleriyle ilgili üç
değişik yaklaşım vardır (Arnold, Boggs 1999, Balzer 1999, Iocana 2003,
Pettrey 2003);
214
1-Kazan-Kaybet Yaklaşımı; Kazan-kaybet yaklaşımında ben
kazanayım karşı taraf kaybetsin düşüncesi hakimdir. Bu yöntemde gereksinimleri karşılamak için güç kullanılır. Karşı tarafın gereksinimleri
giderilmez. Sonuçları şu şekilde olabilir. Güç kullanıldığı için korku
vardır. Arkadan sürekli olarak eleştirilir. Açık bir iletişim söz konusu
değildir. Saldırgan ve maniplatif davranış tarzına sahip, yaşama bakış
açısı bencil olan kişiler bu yaklaşımı benimserler. Önemli olan onların
gereksinimleridir (Arnold, Boggs 1999, Coleman 2000, Karip 2003,
Kavalcı 2001).
2-Kaybet-Kazan yaklaşımı; Kaybet-kazan yaklaşımında karşımızdaki kişinin gereksinimleri karşılanır, kişinin kendi gereksinimlerimi
karşılanmaz. Sürekli olarak boyun eğen, benlik saygıları düşük olan
pasif davranış tarzına sahip insanların kullandığı yöntemdir. Sürekli
kaybeden kişi kendisine olan saygısını yitirir, sorun ve gereksinimlerini
söylemekten vazgeçer, engellenir ve öfke yaşar (Arnold, Boggs 1999,
Coleman 2000, Karip 2003, Kavalcı 2001).
3-Kazan-Kazan Yöntemi; Kazan- kazan yöntemi her iki tarafında
gereksinimlerinin karşılandığı hem de güç kullanmalarını gerektirmeyen
bir yöntemdir. Her iki tarafta çatışma çözümünü, birlikte arayıp kabul
edecekleri bir sorun olarak görür. Bu yöntemde problem çözme yöntemi
kullanılır. Kazan- kazan yaklaşımını atılgan davranış tarzına sahip,
yaşama bakış açısı biz olan kişiler kullanırlar (Arnold, Boggs 1999,
Coleman 2000, Karip 2003, Kavalcı 2001).
Rahim ve Magner’e göre (2000), hükmetme, kaçınma, uyma,
uzlaşma ve bütünleştirme olmak üzere kişilerin beş farklı çatışma biçimleri
vardır. Kişiler çatışmayla karşılaştıklarında bu çatışma biçimlerini
kullanırlar.
ĐLĐŞKĐ
Çok önemli
BÜTÜNLEŞTĐRME
UYMA
UZLAŞMA
KAÇINMA
Az Önemli
HÜKMETME
AMAÇ
Rahim A., Magner N. Do justice perceptions ınfluence styles of handling conflict with
supervisors?: What justice perceptions, precisely? The International Journal of Conflict
Management, Vol.11,No: 1, 2000, pp: 11.
215
Hükmetme biçimiyle çatışma çözmeye çalışan kişiler için
kendileri, ilişkilerinden daha önemlidir. Bu kişiler çatışmalarda kendi
çözümlerini karşı tarafa kabul ettirmeye çalışırlar. Diğer kişinin veya
kişilerin ihtiyaçlarıyla ilgilenmezler ve çatışmanın mutlaka bir kişinin
kaybetmesi ve bir kişinin kazanmasıyla sonuçlandığını düşünürler.
Zorlayıcı, hükmedici davranışla birlikte, suçlayıcı, reddedici, emredici,
sorgulayıcı, önyargılı ve sorumluluğu kabul etmeyen bir dil kullanırlar.
Ayrıca çatışmanın çözümü için güçlerinide kullanırlar. Kullanılan bu
yöntemde, zorlayıcı ve hükmedici davranışla birlikte kullanılan dil,
ilişkinin bütünüyle bozulmasına ve hükmeden tarafın da kısa dönemde
elde ettiği sonuçların uzun dönemde geçersiz hale gelmesine neden
olabilir (Arnold, Boggs 1999, Balzer 1999, Karip 2003, Kavalcı 2003,
Şahin 2005).
Uyma biçimiyle çatışmaları çözmeye çalışan kişiler için ilişkileri
kendilerinden ve kendi ihitiyaçlarından daha çok önem taşır. Bu kişiler
çatışmadan karşıdakine uyarak kaçınabileceğini ve çatışmaların ilişkilere
zarar vermeden çözülemeyeceğini düşünürler. Onlar eğer çatışma devam
ederse birisinin zarar göreceğinden ve bunun ilişkiyi yıkacağından
korkarlar. Uyma stratejisini kullanan birey diğeri ile aynı görüşte
olduğunu, onun beklenti ve isteklerini kabul ettiğini belirten ifadeler
kullanır. Kendi beklentilerini ifade etmeyerek, işbirliği ve uyum yerine,
yalnızca taraflardan birinin diğerine uyması söz konusudur. Uyma
yöntemi ilişkide diğerinin istekleri karşılandığı için ilişkide sorun
yaratmaz, ancak uymayı kullanan kişinin kendi istekleri ve ihtiyaçları
karşılanmadığı için uzun dönemde bireyi olumsuz etkileyeceğinden
etkili bir iletişim biçimi ve çatışma çözme yöntemi değildir. Uyum gösteren
birey problemin çözümüne yönelik olarak iletişime anlamlı bir katkı
sağlamaz. Taraflardan biri kendisinin hatalı olduğunu düşünüyorsa,
konu diğer taraf için çok önemliyse, taraflardan biri diğerine göre daha
zayıfsa ve ilişkinin devamlılığı çok önemliyse bu yöntem tercih edilebilir
(Arnold, Boggs 1999, Balzer 1999, Karip 2003, Kavalcı 2003, Şahin 2005).
Uzlaşma biçimiyle çatışmalarını çözmeye çalışan kişiler kendi
amaçlarına ve başkalarıyla ilişkilerine karşı ılımlıdırlar. Bir uzlaşma
yolu ararlar, kendi amaçlarından taviz verirler ve karşı tarafı da kendi
amaçlarından taviz vermeleri için ikna ederler. Đki tarafında bir şeyler
kazanacağı bir çözüm yolu ararlar. Taraflar kısa yoldan bir çözüm
bulabilmek için nelerden vazgecebileceklerini ve diğerinin orta yolu
bulmak için nelerden vazgeçmesi gerektiğini ifade ederler. Böylece her
iki tarafında ihtiyaçları belirli bir ölçüde olsa karşılanmış olur. Đşbirliği
stratejisi ile karşılaştırıldığında taraflar kendilerini iletişimde daha az
yeterli görürler. Her iki tarafında amacı kısmen karşılandığı için
taraflar iletişimde ancak belirli düzeyde etkili olurlar. Tarafların işbirliği
yapamadıkları bir durumda uzlaşmak zorunluluğunu hissetmeleri,
durumun ve ilişkinin niteliğinden kaynaklanır. Eğer görüş birliği
216
sağlanamıyorsa, her iki tarafta eşit ölçüde güçlüyse karmaşık bir soruna
geçici bir çözüm ihtiyacı varsa kullanılabilir. Bu anlamda uzlaşmayı hiç
bir zaman taviz ya da ödün vermekle eş değer görmemek gerekir.
(Arnold, Boggs 1999, Balzer 1999, Karip 2003, Kavalcı 2003, Şahin 2005).
Kaçınma biçimiyle çatışmalarını çözmeye çalışan kişiler için
kendi kişisel amaçlarından ve ilişkilerinden vazgeçerler. Kaçınma
biçimini benimseyenler çatışma yaratacak kişi ve konulardan fiziksel ve
psikolojik olarak uzak durmaya çalışırlar. Bu tepkilerle birlikte konuyu
değiştirmeye çalışan, problemin varlığını ret eden, problemi hafife alan,
karşı tarafı aslında problem yokken problem çıkarmakla suçlayan
ifadeler kullanabilirler. Bazı durumlarda ise kaçınma stratejisini kullanan
taraf, diğeri ile etkileşimi mümkün kılmayacak biçimde fiziksel olarak
uzak durmayı tercih edebilir. Kaçınma davranışı etkili ve ilişkinin
sürekliliği ve sağlığı bakımından uygun bir yöntem değildir. Kaçınmada
kullanılan dil, bu dili kullanan tarafın amaçlarının gerçekleşmesine
katkı sağlamayacağı gibi, diğerinin de ihtiyaçlarını karşılamaz, hatta
daha saldırganlaşmasına, daha çok stres hissetmesine, ilişkinin
dahada gerilmesine neden olabilir. Ancak kaçma yöntemi yüzleşmenin,
çatışmaya girmenin çok olumsuz sonuçlar doğuracak olması gibi,
zaman kazanmaya ihtiyaç varsa uygun bir yöntem olabilir (Arnold,
Boggs 1999, Balzer 1999, Karip 2003, Kavalcı 2003, Şahin 2005).
Bütünleştirme biçimiyle çatışmaları çözmeye çalışan kişiler için
hem amaçları hem de ilişkileri önemlidir. Bu kişiler çatışmaları
çözülmesi gereken problemler olarak görürler ve hem kendilerinin hem
de karşılarındaki kişilerin amaçlarına ulaşabilecekleri çözüm yolları
ararlar. Bu kişiler çatışmayı bir problem olarak görürler, her iki tarafı
da memnun edecek çözümlere ulaşmadan, gerilimi ve olumsuz
duyguları tümüyle çözmeden tatmin olamazlar. Bu yöntem analitik,
bütünleştirici- uzlaştırıcı bir dil kullanımını içerir. Analitik bir dilin
kullanımı; problemin tanımlanması açıklanması, sınırlarının ve niteliğinin
belirlenmesine yönelik ifadelerin kullanılması ve karşı tarafın nezaket
kuralları çerçevesinde çözüme katkısının istenmesi demektir. Bütünleştirici-uzlaştırıcı bir dilin kullanımı, destekleyici, sorumlulukları
kabul eden ifadeleri içerir. Birey diğerini dinleyerek kendi bakış
açısında uyarlamalar yapabilir ve probleme ilişkin algısında ortaya
çıkan değişiklikleri paylaşabilir. Bütünleştirme yöntemi kişiler için hem
uygun hemde etkili bir çözümü mümkün kılar.
Đşbirliği yöntemi aşağıda belirtilen altı adımdan oluşmaktadır
(Arnold, Boggs 1999,Balzer 1999, Karip 2003, Kavalcı 2003, Şahin
2005).
1. Problemi Tanımlama; Bu süreçte taraflar kendileri için
önemli olan noktaları açıklamalı ve probleme ilişkin gerçek duygu ve
düşüncelerini paylaşmaya özen göstermelidir. Problemin tanımlanmasında
217
ortak bir anlayışın geliştirilmesi tarafların ve çıkarlarında farklılıklarını
ortadan kaldırmaz. Ancak, problemin ne olduğuna, niteliğine ve
tarafların ihtiyaçlarına ilişkin ortak bir algı ve anlayış, iyi bir çözümün
önkoşulu olarak değerlendirilmelidir. Problemin tanımlanabilmesi için
aşağıdaki noktalara dikkat edilmesi aşağıdaki gibidir ( Üstün, Akgün,
Partlak 2005) ;
·
Problem genel değil somut ifade edilmelidir.
·
Problem küçük parçalara ayrılmalıdır.
·
Kişiler problemi sahiplenmelidir.
·
Problem çözümlenebilecek şekilde ifade edilmelidir.
2. Nedenlerin Bulunması; Birçok faktör aynı soruna kaynaklık
ediyor olabilir. Bütün bu faktörleri ortaya çıkarabilmek ve hangilerinin
önemli olduğunu belirleyebilmek gerekir. Kimi zaman sorunların
belirtileri veya görünür nedenleri ile ona kaynaklık eden faktörler
farklıdır. Görünür nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik çözümler uzun
vadede etkili olmaz. Sorunun kaynak nedenini bulmak her zaman
kolay değildir. Bunun en önemli nedeni, sorunlarla ilgili önemli bir
gerçeğin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Nedenlerin
bulunabilmesi için aşağıdaki soruların yanıtları taraflar tarafından
yanıtlanmalıdır.
·
Bu durum neden bir problem oldu?
·
Benim bir katkım var mı?
·
Karşıdaki kişi veya kişilerin katkısı var mı?
·
Çevrenin katkısı nedir?
3. Ulaşılabilir ve Gerçekçi Hedeflerin Belirlenmesi; Hedefler
olabildiğince gerçekçi ve ulaşılabilir bir şekilde ifade edilmelidir.
Belirlenen hedefler birey tarafından benimsenmeli ve bireyler yönünden
ifade edilmelidir. Eğer bireyin hedefi bir başkasının davranışını
değiştirmekse hedef benimsenmemiş demektir. Hedefler genel değil,
somut ve ölçülebilir bir biçimde ifade edilmelidir.
4. Çözüm Aramak;Çözüm arama evresi üç aşamadan oluşmaktadır
(Üstün, Akgün, Partlak 2005). Bunlar:
*Seçenekler üretme; Belirlenen soruna yönelik hedeflere
ulaştıracak akla gelen tüm çözümler listelenir. Bu basamakta seçenek
bireylere anlamsız ve uygulanamaz gelse de dikkate alınmalıdır. Beyin
fırtınası yöntemi kullanarak yalnızca çözüm önerileri üretilmeli,
belirlenen hiçbir seçeneğin olma olasılığı değerlendirilmemelidir. Saçma
görünen öneriler bile başka fikirlerin oluşumuna katkı sağlayabilir.
Tarafların ihtiyaç ve çıkarlarının tatmin olabilmesi için olası çözümlere
ilişkin düşüncelerin açık ve net olarak ifade edilmesi gerekir. Çözüm
önerileri, karşı tarafın düşüncelerini eleştirmeden ve yargılamadan
218
yapıcı bir yaklaşımla sunulmalıdır. Taraflar diğerinin düşüncelerine ve
önerilerine açık olmalıdırlar (Üstün, Akgün, Partlak 2005).
*Seçenekleri değerlendirme; Burada üretilen alternatiflere ilişkin
avantaj ve dezavantajlar iki farklı liste halinde yazılır ve değerlendirilir.
Tercih edilen seçenek uygulandığında kazançlar ve kayıplar ne olabilir
belirlenir ve yazılır. Burada bireyler en uygun olan seçeneğin ne
olduğuna karar verilebilmesi için bazı özellikleri dikkate alması gereklidir.
Bireylerin değerleri ile uyuşan seçenekler seçilmelidir. Eğer seçilen
yollar, bireylerin değer sistemi ile çatışırsa bireyler çözmeye çalıştıkları
problemlerden daha çok büyük problemler yaşabilir. Uygulanabilir ve
başarıya ulaşma olasılığı yüksek olan seçenekler seçilmelidir. Seçenekler
uygun bir biçimde sıralanmalıdır. Bir hedefe doğru aşamalı olarak adım
adım yol almak, bu hedefe ulaşma olasılığını artırma yöntemlerinden
biridir.
*Uygun seçeneği seçme; Uygun seçenek seçilerek, seçeneğin
uygulnamasına yönelik uygulama bir eylem planı (zaman, yer, kişiler
vs.) hazırlanmalıdır.
5. Uygulama; Hedefe ya da hedeflere ulaşmak için seçilen
seçenekler uygulamaya konur. Problem çözmenin temel noktası, yapılan
uygulamalardır. Eğer uygulama programı dikkatlice oluşturulmuşsa
birey programda adım adım ilerleyebilir. Eğer birey birçok şeyi hemen
yapmaya çalışırsa problemi çözme şansı olmaz ve eyleme de devam
edemez ya da birey program boyunca amaçsız davranışlarda bulunabilir.
Burada birey eyleme geçtikçe uygulamaya ilişkin bazı sorunlar ortaya
çıkabilir. Birey değişmeyi hem gelişmesini sağlayan hem de acı veren
bir yaşantı olarak yaşabilir. Yapılan uygulama sonucunda daha önce
belirlenmiş olan sorunla ilgili yeni boyutlar yada yeni sorunlar ortaya
çıkabilir (Üstün, Akgün, Partlak 2005).
6. Değerlendirme; Bazı durumlarda uygulamaya geçer geçmez
başarılı olunup olunmadığı kolaylıkla anlaşılır. Bazı durumlarda ise
problemin çözümü daha uzun zaman alabilir ya da sonuçların olumlu
ve olumsuz yanlarını birbirinden ayırt etmek ve değerlendirmek oldukça
güç olabilir. Her ne olursa olsun, hedeflere ulaşmada seçilen seçeneklerin
işe yarayıp yaramadığını değerlendirecek bir tarih koymak yararlıdır. O
tarihte sorun ortadan kalkmayabilir. Fakat sorun üzerinde çalışmaya
başlandıktan sonra, yaşanan sıkıntıda bir azalma olup olmadığına
bakılabilir ve sonucuna göre uygulamaya devam edilebilir ya da geriye
dönüp problemin esas kaynağının doğru belirlenip belirlenmediğine
bakılabilir. Özellikle karmaşık problemlerin çözümünde, çözümlerin
işleyip işlemediğinin belirli aralıklarla kontrol edilmesi gerekir.
Çözümler işlemiyorsa, çözümlerin yeniden gözden geçirilmeli ve gerekli
düzenlemeler yapılmalıdır (Arnold, Boggs 1999, Balzer 1999, Karip
2003, Kavalcı 2001, Şahin 2005, Smith, Strickler, Lipsky 2002).
219
Çatışma Çözümü Yöntemlerinin olumlu ve olumsuz yönleri aşağıdaki gibidir:
Zorlama
Uyma
Uzlaşma
Kaçınma
Đşbirliği
Uygun olduğu durumlar
Konu basit önemsiz
Acil olarak karar verilmesi gerekiyor
Hoşa gitmeyecek bir karar
uygulanacak.
Karşı taraf karar için gerekli
yeterliliğe sahip değil
Konu sizin için çok önemli
Taraflardan biri kendisinin hatalı
olduğunu düşünüyor
Konu diğer taraf için çok önemli
Taraflardan biri diğerine göre daha
zayıf
Đlişkinin devamlılığı çok önemlidir.
Görüş birliği sağlanamıyor
Her iki taraf eşit ölçüde güçlü
Đşbirliği ve zorlama stratejileri
başarısız.
Karmaşık bir soruna geçici bir
çözüm ihtiyacı var
Konu basit önemsiz
Diğer tarafla karşı karşıya gelmenin
potansiyel olumsuz etkileri
çözümün sağlayacağı yararlardan
daha fazla
Durulma süresine ihtiyaç var
Konu karmaşık
Çözüm için görüşlerin sentezi
gerekli
Çözüm için karşı tarafın katkısına
ihtiyaç var
Problem çözme için yeterli zaman
var
Uygun olmadığı durumlar
Konu karmaşık
Her iki taraf eşit güce sahip
Acil bir karara ihtiyaç yok
Diğer taraf yüksek düzeyde
yeterliliğe sahip
Konu sizin için çok önemli
Haklı olduğunuza inanıyorsunuz
Diğer taraf hatalı ya da haksız
Bir taraf diğerinden daha güçlü
Sorun problem çözme yaklaşımını
gerektirecek kadar karmaşık
Konu sizin için çok önemli
Karar sizin sorumluluğunuzda
Taraflar geri atmaya isteksiz ve
çözüm zorunlu
Acil olarak çözüm gerekli
Problem basit
Acilen karar verilmesi gerekli
Diğer taraf sonuçla pek ilgilenmiyor
Diğer taraf problem çözme becerisine
sahip değil.
Karip E. Çatışma Yönetimi, 3. Baskı, Pegama Yayıncılık, Ankara, 2003 ss: 71.
Bireylerin çatışmayı çözmek için kullandıkları biçimler, çatışmanın
yapıcı ya da yıkıcı olduğunu belirlemektedir. Hükmetme, kaçınma ve
uyma yöntemleri genel olarak çatışmanın yıkıcı sonuçlandığı biçimlerdir ve
bu biçimlerin uygulanması durumunda kişinin çatışma sonucunda
yaşadığı duygular olumsuzdur ve kendini tatmin olmamış hissetmektedir.
Uzlaşma ve bütünleştirme ise yapıcı çatışma çözme biçimleridir ve kişiler
bu biçimlerle çatışmaları çözdüklerinde, olumlu duygular yaşamaktadırlar
(Kunaviktikul, Nuntasupawat 2000, Smith, Strickler, Lipsky 2002).
Kişilerarası ilişkilerde çatışmaların olabildiğince yapıcı çatışma çözüm
biçimleriyle çözümlenebilmesi için çaba gösterilmesi gerekir. Çünkü bu
düzeydeki kişilerin ve kişilerarası ilişkilerin yaşandığı toplumların
demokratik anlayış ve medeniyet düzeyiylede ilgili durum hakkında da
fikir vermektedir. Benito Juarez’in değerli sözleriyle yazıyı sonlandırmak
uygun olacaktır. “Milletler arasında olduğu gibi, insanlar arasında
da birbirlerinin haklarına saygı barışın güvencesidir”.
220
KAYNAKLAR
1. Almost J (2006). Conflict within nursing enviroments: concept analysis. Journal of
Advanced Nursing, 53: 4, 444-453.
2. Arnold E, Boggs K (1999). Interpersonal relationship professional communication
skills for nurses. Third Edition. WB Saunders Company, 323-340.
3. Balzer J (1999). Communications in nursing. Mosby-Year Book.
4. Coleman P (2000). The Handbook of Conflict Resolution. Josey- Bass Publishers.
5. Cox K (2003). The effects of intrapersonal, intragroup and intergroup conflict on
team performance effectiveness and work satisfaction. Nursing Administration, 27:
2,153-163.
6. Cüceloğlu D (2005). Yeniden insan insana, 33. basım, Đstanbul, Remzi Kitapevi, 195219.
7. Dökmen Ü (1994). Đletişim Çatışmaları ve Empati. 13. basım,Sistem Yayıncılık, 45135.
8. Iacona M (2003). Conflict, communuciation, and collabration: improving interactions
between nurses and physicians.Journal of PeriAnesthesia Nursing,18: 1, 42-46.
9. Karip E (2003). Çatışma yönetimi, 3. Baskı, Ankara: Pegama Yayıncılık.
10. Kavalcı Z (2001). Çatışma çözme becerileri eğitimi programının üniversite
öğrencilerinin çatışma çözme biçimleri üzerine etkisi. Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 5-30.
11. Kunaviktikul W, Nuntasupawat R (2000). Relationships among conflict, conflict
management, job satisfaction, intent to stay, and turnover of professional nurses in
Thailand. Nursing and Health Sciences, 2,9-16.
12. Özer K (2000a). Ben Değeri Tiryakiliği, Đstanbul ,Sistem yayıncılık.
13. Özer K (2000b). Đletişimsizlik Becerisi, Đstanbul, Sistem yayıncılık.
14. Pettrey L (2003). Who let the dogs out, managing conflict with courage and skill.
Critical Care Nurse, February, 21-24.
15. Rahim A, Magner N (2000). Do justice perceptions ınfluence styles of handling
conflict with supervisors?: What justice perceptions, precisely?. The International
Journal of Conflict Management, 11: 1, 11.
16. Smith S, Strickler R, Lipsky M (2002). Resolving conflict. Journal of Psychosocial
Nursing, 39: 11, 37-44.
17. Şahin Ö (2005). Hemşirelerde örgütsel çatışma türleri ve çözümleme yaklaşımlarının
incelenmesi. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Đzmir: Ege Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü.
18. Tekarslan E, Kılınç T (2000). Davranışın sosyal psikolojisi, Đstanbul .Đ.Ü. Đşletme
Fakültesi.
19. Üstün B, Akgün E, Partlak N (2005). Hemşirelikte iletişim becerileri öğretimi , Đzmir,
Okullar Yayınevi, 218-221.
20. Valentine P (1995). Mangement of conflict: do nurses / women handle it differently ?.
Journal Of Advanced Nursing, 22, 142-149.
221
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 223-232, 2007
OVERYEN HĐPERSTĐMULASYON SENDROMU (OHSS) VE
HEMŞĐRELĐK YAKLAŞIMI
OVARIAN HYPERSTIMULATION SYNDROME AND NURSING APPROACH
Selma ŞEN
Oya KAVLAK
E.Ü. Hemşirelik Yüksekokulu Kadın Sağlığı ve Hastalıkları AD. Bornova/Đzmir
Anahtar
Sözcükler:
Overyen hiperstimulasyon
hemşirelik yaklaşımı
sendromu,
önleme,
tedavi,
Key Words: Ovarian Hyperstimulation Syndrome, Prevention, Treatment, Nursing
Approach
ÖZET
Kontrollü hiperstimülasyon, invitro fertilizasyon-embriyo transferinin
başarısındaki temel faktördür. Kontrollü hipersitümülasyonun major komplikasyonlarından biri overyen hipersitimülasyon sendromudur. Bu sendrom
1943’ten beri bilinmektedir. Overyen Hiperstimulasyon Sendromu (OHSS)
ovulasyon indüksiyonunu takiben gelişir. OHSS, overlerde büyüme, asit,
plevral efüzyon, hipovolemi ve hemokonsantrasyonla karakterize ciddi bir
komplikasyondur.
Overyen Hiperstimulasyon Sendromunun hemşirelik bakımında hastanın
değerlendirilmesi, eğitimi, tıbbi müdahale için hazırlanması çok önemlidir.
Hemşirelik tanıları sıvı volümü ve öz bakım ile ilişkili sorunları içermelidir.
OHSS’nin komplikasyonları abdominal ağrı, abdominal distansiyon, bulantı,
kusma ve diyaredir.
Kontrollü overyen hiperstimülasyon tedavisi alan tüm kadınlara, OHSS’nun
semptomları ve bulguları ile ilgili yazılı materyaller verilmelidir. Ve kadınlar bu
semptomların başladığını anında rapor etmeleri için teşvik edilmelidir. OHSS,
bu belirti ve semptomların erken tanısı ve minimal bir tedavi ile kontrol altına
alınabilir.
SUMMARY
Controlled hypersitumulation is basic factor that for successfull invitro
fertilizaion-embrio transfer. Overyen Hiperstimulasyon sendrom is major
complication of controlled hypersitumulation. Since 1943 this sendrome has
known. OHSS can develop after the ovulation induction. OHSS is a serious
problem which is caracterized by groving over, aside, plevral effusion,
hypovolemia and hemoconsantration.
223
Nursing care of the OHSS patient emphasizes ongoing assessment,
patient education and preparation of the patient for medical intervention.
Appropriate nursing diagnoses include risk for imbalanced fluid volume and
knowledge deficit related to self care issues That complications are abdominal
pain, abdominal distension, vomiting, sickness and diarrhea.
Whole women who take ovarian hyperstimulation medication, written
education material can be given about OHSS symptoms and findings. Women
should be encoureged for report to started the symptoms immediately. OHSS was
controlled with minimal treatment and early diagnosis of this symptoms and
findings.
GĐRĐŞ
Kontrollü hiperstimülasyon, invitro fertilizasyon-embriyo transferinin
başarısındaki temel faktördür. Kontrollü hipersitümülasyonun major
komplikasyonlarından biri overyen hipersitimülasyon sendromudur
(OHSS)(11). Bu sendrom 1943’te gonodotropinlerin ovulasyon indüksiyonu
için ilk kullanıldıklarından beri bilinmektedir. Genellikle çoğul gebelik,
hipotroidizm ya da polikistik over sendromunda görülen bu durum
spontan overyen sikluslarda görülmez (4).
Overyen hiperstimulasyon sendromu tamamen iyatrojeniktir
(7,20). Overyen Hiperstimulasyon Sendromu eksojen gonadtropinlerle
ovulasyon indüksiyonunu takiben gelişen, overlerde büyüme, asit,
plevral efüzyon, hipovolemi ve hemokonsantrasyonla karakterize ciddi
bir komplikasyondur (18).
OHSS’de overlerin hacimce büyümesine abdominal rahatsızlık
eşlik eder. Đlerlemiş formlarında overlerde kistik oluşumlar meydana
gelir ve bunun sonucunda abdominal distansiyon, ağrı, bulantı,
kusma, bazende diyare oluşur (7).
OHSS TANIMI
OHSS herhangi bir ovulasyon indüksiyonu veya çok nadirde olsa
doğal sikluslarda gelişebilen, masif overyen büyüme, stromada ödem,
multipl overyen kistler ve çok sayıda corpus luteum ile karakterize,
steroid hormonların aşırı üretimine bağlı olduğu düşünülen, kapiller
geçirgenliğin artması sonucu üçüncü boşluğa(hücreler arası boşluk)
sıvı, elektrolit ve protein kaybının olduğu bir sendromdur (13). OHSS
genellikle genç yaştaki kadınlarda görülmektedir. Çünkü OHSS
hastanın over rezervine bağlıdır (14).
Bu sendromun geniş yelpazesinin bir ucunda ancak laboratuvar
metotlarıyla tanımlanabilen kimyasal hiperstimulasyon, diğer ucunda
hayati tehlikenin söz konusu olduğu klinik tablo vardır (10).
224
OHSS’DA RĐSK FAKTÖRLERĐ
Ovulasyon indüksiyonu protokolüne alınan hastalar OHSS'nin
gelişimi açısından risk taşıyor olabilirler. OHSS insidansını arttıran bu
risk faktörleri şunlardır:
1. Duyarlı overyen cevap
a. PCOS (Polikistik Over Sendromu)
b. Genç yaşta (35 yaş ve ↓) ve zayıf olmak
2. Yetersiz takip
3. Ovulasyon için HCG kullanımı veya gebelik
4. Geçirilmiş benign over operasyonu
5. Bir overin alınmış olması
6. Overyen kist varlığı
7. HCG uygulanacağı sırada yüksek serum östradiol (E2) düzeyi
(1500pg/ml.'nin üzeri ) ve çok sayıda follikül varlığı (10).
OHSS’NUN SINIFLANDIRILMASI
OHSS’nun ilk sınıflandırılması 1967 yılında hem laboratuvar hem
de klinik bulgularla birlikte hazırlanmıştır fakat daha sonra yeniden
organize edilerek değiştirilmiştir. Bu sınıflandırma üç temel klinik
kategoriye ve semptomların, belirti ve laboratuvar bulgularının şiddetine
göre altı dereceye ayrılmıştır. Yeni bir sınıflandırma ile 1989’da üç
kategori ve beş derece ortaya çıkmıştır (2).
OHSS tipik olarak HCG verildikten 7-12 gün sonra başlamakta ve
hafif olabileceği gibi çok şiddetli de olabilmektedir. Hastaların %8.4
ünde hafif, %6-7 sinde orta derecede hiperstimulasyon ve %0.8 inde
şiddetli hiperstimülasyon görülür (20).
Hafif hipertimulasyon overlerde hafif büyüme minimal semptomlarla
karakterizedir. Orta derecedeki formunda hafif hiperstimulasyon
bulgularına ek olarak ultrasonografik olarak saptanabilen asit de
mevcuttur. Şiddetli formu oldukça kötü sonuçlara yol açabilir. Overlerde
ileri derecede büyüme, asit, plevral efüzyon, hemokosantrasyon ve
hiperkoagubilite, over torsiyonu ve rüptürü, ileri derecede elektrolit
bozuklukları, epileptik nöbet, solunumda bozulma, böbrek yetmezliği
ve ölüme kadar giden bir tabloya yol açabilir (15,20).
Overyen hiperstimulasyon sendromu şöyle derecelendirilebilinir;
Grade1: Abdominal distansiyon
Grade2: Abdominal distansiyon, bulantı, kusma ve /veya diyare
225
Grade3: Hafif hiperstimulasyon bulgularına ek olarak ultrasonografik
olarak saptanan asit
Grade4: Klinik asit, hidrotoraks, dispne
Grade5: Hemokonsantrasyon, koagülasyon bozuklukları, böbrek fonksiyonunda bozulma (2).
OHSS'DA SPESĐFĐK KOMPLĐKASYONLAR
Özellikle orta ve ağır formlarda prognozu kötüleştiren, morbidite ve
mortalite oranını arttıran çok çeşitli komplikasyonlar söz konusudur.
Bunlar;(10)
Asit: OHSS'nin klinik tablosundan sorumlu olan ana neden
kapiller permeabilitenin artması sonucu intravasküler volümün üçüncü
boşluğa toplanmasıdır. Kapiller permeabilitenin artış şiddeti ile OHSS'nin
ciddiyeti arasında belirgin korelasyon mevcuttur. Kayıp üçüncü boşluk
olarak özellikle peritoneal alana olmaktadır. Gelişen asit OHSS’nin
ilerleyişi açısından son derece önemlidir. Artan asit sonucunda
intraabdominal basınç artacak ve böylece vena kava inferior üzerine
olan basınç nedeniyle venöz dönüşü azaltacaktır. Sonuçta bir yandan
alt ekstremitelerde ödem meydana gelirken, diğer yandan venöz
dönüşün azalmasıyla beraber kardiyak output düşecektir. Gerek
kardiyak outputun düşmesi ve gerekse de gelişen hipovolemi nedeniyle
renal perfüzyon azalacak böylece prerenal tipte bir böbrek yetmezliği
gelişecektir. Artan asitin aynı zamanda diyaframı itip hareketlerini
kısıtlaması ve özellikle de plevral effüzyon sonucunda solunum
problemleri de ortaya çıkacaktır(10).
Tromboembolik Olaylar: OHSS'de arteriovenöz tromboz, derin
ven
trombozu,
geçici
iskemik
ataklar
gibi
tromboembolik
komplikasyonlar gelişir ki bunun nedeni hakkında çeşitli hipotezler söz
konusudur. Bunlar:
1-Hemokonsantrasyon
2-Venöz staz
3-Östrojenin koagulasyon sistemi üzerindeki etkisi
4-Antitrombin
kullanılır(18).
III
seviyesinin
düşmesidir.
Tedavide
heparin
Karaciğer Fonksiyon Testlerinde bozulma: Bazı OHSS vakalarında
karaciğer fonksiyon testlerinde (transaminazlar, bilirubinler, alkalen
fosfataz) bozulma görülebilir. Bunun sebebinin kolestatik ve hepatoselüler
yapıda gelişen değişiklikler olduğu sanılmaktadır. Bu değişikliklerin
sebebi hakkında tam bir fikir birliği olmasına karşın bazı hipotezler söz
konusudur. Bunlar;
226
1- Östrojen ve progesteronun özellikle kolestatik natüre etkisi; Bu
hormonlar hepatosit bazolateral membranında safra asit alımını
azaltır (16).
2- Artmış geçirgenliğin karaciğer hücrelerini yıkıcı etkisi şeklinde olup
takibi yapılmalıdır. Gebelik söz konusu değil ise bozulmuş karaciğer
fonksiyon testleri bir hafta içinde normale döner (9).
Renal yetmezlik: Gelişen hipovolemi ve kardiak outputun azalması
sonucunda renal perfüzyon azalır ve olügüri, üremi, hiperkalemi, idrar
dansitesinin artmasıyla kendini gösteren prerenal tipte böbrek
yetmezliği gelişir (10).
Erişkin Solunum Zorluğu Sendromu (ARDS): Özellikle OHSS'nin
ağır formunda nadir olarak gözlenen morbidite ve mortalite oranı
yüksek olan bir komplikasyondur. Bu sendromun tanısı bir an önce
konup, tedavisi aktif bir şekilde yapılmalıdır. Tedavisi; bir yandan
solunum desteği yapılırken diğer yandan plazma onkotik basıncı
arttırılarak kapiller kaçışın azaltılması şeklinde olmalıdır (10).
Bu
spesifik
komplikasyonların
yanı
sıra
komplikasyonlar da gelişebilir. Bu komplikasyonlar;
nonspesifik
· Over Torsiyonu
· Đntraperitoneal Hemoraji
· Kist Rüptürü gibi cerrahi müdahale gerektirebilecek komplikasyonlardır
(11).
OHSS’NUN ÖNLENMESĐ VE TAKĐBĐ
Teorik olarak OHSS'nun gelişimi önlenebilirse de pratikte bu
imkânsızdır. Ancak özellikle plazma östrojen düzeyi ve USG ile yapılan
iyi bir monitorizasyonla ve iyi bir proflaksi ile OHSS'nin insidansı
azaltılabilir(6).
Östrojen ile:
Ovulasyon indüksiyonunun östrojen ile yapılan takiplerinden en
iyisi plazma E2 düzeyinin takibi ile yapılanıdır. Direkt olarak yapılan
takip yöntemlerinden biri olan 24 saatlik idrardaki östrojen düzeyinin
ölçümünün kullanımı son yıllarda yaygınlaşmıştır(10).
Servikal skor servikal mukusun niteliğine, fern testine, spinnbarkeit testine, eksternal ostaki değişikliklere göre hesaplanır. Eğer
ovulasyon indüksiyonu bu yöntemle takip edilecekse o takdirde HCG'ye
cevap verebilecek ovum maturasyon zamanını saptayabilmek için
infertil hasta çok sık aralıklarla muayene edilmelidir. Genelde servikal
reaksiyonun başlangıcından folliküIün HCG'ye cevap vereceği ana
kadar olan süre 1-5 gün arasındadır. Bu yöntemin; çok sık muayene
227
gereğinin olması, ovulasyon gününü tam olarak tahmin edememek gibi
dezavantajları vardır(10).
Ultrasonografi ile:
Gerek abdominal, gerek transvaginal ultrasonografik yöntemler
ovulasyon indüksiyonu takibinde olduğu kadar, OHSS'nin teşhis ve
sınıflandırılmasında da oldukça önemli olan pratik yöntemlerdir(10).
Ovulasyon indüksiyonunun takibi 1960'da plazma östrojen
düzeyinin ölçümü ile yapılırken, bu gün için takip çok daha pratik ve
ucuz olan USG'ye indirgenmiştir. Dışardan yapılan hiçbir yöntemle
ovum maturasyonu hakkında kesin bir bilgi elde edilemez. Ancak USG
ile ölçülen folliküIün boyutu ovum maturasyonu ve plazma E2 seviyesi
hakkında fikir verebilir(10).
OHSS’NUN TEDAVĐSĐ
OHSS'nun hafif ve orta formunda aktif bir tedavi gerekmez,
bunların yapılan takiplerinin yanı sıra oral yoldan sıvı verilerek hidrate
edilmeleri ve gerekirse semptomatik tedavilerinin yapılması yeterlidir.
Ancak, gebelik söz konusu ise; OHSS’nun orta formu çok hızlı bir
şekilde ağır forma dönüşebilir. Bu yüzden orta şiddete OHSS’u olan
kişiler hastaneye yatırırlarak takip edilmelidirler(10).
Ağır formda ise hayati tehlike mevcut olduğundan bu kişiler bir
an önce hastaneye sevk edilip, aktif bir biçimde tedavi ve takiplerinin
yapılması gerekmektedir. Hastanede; vital bulgular, aldığı-çıkardığı sıvı
takibi, kan biyokimyası ve kan sayımı ile hasta takip edilmelidir.
Özellikle ciddi formda saatlik idrar çıkışı ve mümkünse santral venöz
basınç (CVP) ile takip, hem verilen sıvının kontrolü hem de klinik
tablonun takibi açısından son derece önemlidir. Kan sayımı ve
biyokimyası klinik tablonun ciddiyetine göre 2-3 günde bir veya daha
sık tekrarlanırken, kişinin günlük ağırlık ve karın çevresi ölçümü takip
edilmelidir(10).
Ayrıca koagulasyon durumu, karaciğer fonksiyon testleri, böbrek
fonksiyon testleri ve akciğer grafisi gözden geçirilmelidir(3).
OHSS'un tedavisi bu sendromun başlıca nedeni olan kapiller
geçirgeliğin artmasına bağlı olarak üçüncü boşluğa olan sıvı, elektrolit
ve protein kaybının önlenmesi ve yeterli intravasküler volümünün
sağlanması şeklinde olmalıdır(3).
OHSS’DA SPESĐFĐK KOMPLĐKASYONLARA YAKLAŞIM
OHSS'de prognozu kötüleştiren, morbidite, mortalite oranını
arttıran ve özellikle de ciddi formda ortaya çıkan spesifik komplikasyonların var olduğu durumlarda hastaya yaklaşım spesifik olmalıdır(3).
228
Karaciğer Fonksiyon Bozukluğu: Spesifik bir tedavi gerektirmez.
Ancak takip edilmelidir. Nadiren belirgin olan karaciğer fonksiyon
testlerindeki bozukluk eğer gebelik yoksa çoğunlukla bir hafta içinde
düzelir. Gebelik varsa 30 güne kadar uzayabilir(9).
Erişkin Solunum Zorluğu Sendromu (ARDS): Bir an önce
tanısının konup tedavisinin yapılması gerekmektedir. Tedavisi; bir
yandan %100 O2 verilip solunum desteği yapılırken diğer yandan
plazma onkotik basıncı artırılarak alveole olan sıvı kaçışının önlenmesi
şeklinde olmalıdır(3).
Renal Yetmezlik: OHSS'de gelişen renal yetmezlik prerenal tipte
olup renal perfüzyonun azalmasına bağlıdır. Dolayısıyla tedavisi yeterli
intravasküler volümü sağlayarak renal perfüzyonu arttırma şeklinde
olmalıdır. Yeterli perfüzyonun göstergesi ise saatlik idrar çıkışının 30
cc'nin üzerinde olması durumudur. Ciddi renal yetmezliği olan vakalar
sıvı kısıtlanması gibi standart metodlarla ve gerekiyorsa diyalizle tedavi
edilmelidir(11).
Asit: Asit, OHSS' kliniğinin bir bölümünden sorumludur.
Tedavisi plazma onkotik basıncı arttırarak kapiller kaçışın önlenmesi
şeklinde olmalıdır. Fakat asit çok yoğunsa ve özellikle solunum
problemlerine sebep oluyorsa, o zaman USG eşliğinde parasentezle bir
kısmı boşaltılmalıdır (10).
Tromboembolik Olaylar: OHSS'li bireyde tromboembolik olaylar
söz konusu ise antikoagülan tedaviye başlanması gerekir. Tedavide
heparin ilk seçenek olmalıdır. Tedaviye başlamadan önce kişide
intraperitoneal kanamanın olmadığı kesinleştirilmelidir (18).
CERRAHĐ GĐRĐŞĐM
Kist rüptürü sonucunda intraperitoneal kanama olmamış ise
veya over torsiyonu söz konusu değilse cerrahi bir müdahaleye gerek
yoktur. Đntraperitoneal kanamanın en önemli göstergesi hemodilüsyonla
birlikte kliniğin kötüleşmesidir. Cerrahi müdahale gerekli ise mümkün
olduğunca over korunmalıdır. Bazen gebelikle birlikte görülen OHSS'de
terapotik abortus hayat kurtarıcı bir girişim olabilmektedir (11).
OHSS’DA HEMŞĐRELĐK YAKLAŞIMI
OHSS’nun hemşirelik bakımında hastanın değerlendirilmesi, eğitimi,
tıbbi müdahale için hazırlanması çok önemlidir. Hemşirelik tanıları sıvı
volümü ve öz bakım ile ilişkili sorunları içermelidir. Çoğu kadında
birçok komplikasyon oluşabilir. Bu komplikasyonlar abdominal ağrı,
abdominal distansiyon, bulantı, kusma, ve diyaredir. Hemşirelik tanılaması hastanın sıvı volümü ve özbakımı üzerine odaklanmalıdır (1,9).
229
· Abdominal rahatsızlığın belirtileri, bulantı, kusma, diyare ve nefes
darlığıdır.
· Giriş\çıkış: Oral giriş ve üriner çıkış arasındaki göze çarpan fark
nedeniyle sıvı dengesizliği gelişebilir.
· Asit: Asitin belirtisi kilo artışı ve abdomen çapının artmasıdır. Kilo
alımının 1 kg’dan daha fazla olması yada abdominal çapın 2cm’den
daha fazla artması, abdominal sıvının önemli miktarda değiştiğini
gösterir.
· Vital bulgular: Hipotansiyon ve taşikardi hipovolemik durumun
göstergesi olabilir.
· Laboratuvar testleri, tam kan sayımı, elektrolit, serum albumin ve
kreatinini içerir(1,9).
Hematokrit 44’ün üzerinde ise göze çarpan hemokonsantrasyon
ve potasyum düzeyinin yükselmesi yaygın belirtilerdendir(1,7).
OHSS’ nin ayakta tedavisi, öz bakım ve hasta eğitimini içermelidir.
Kontrollü overyen hiperstimülasyon tedavisi alan tüm kadınlara, OHSS’in
semptomları ve bulguları ile ilgili yazılı materyaller verilmelidir.
Kadınlar bu semptomların başladığını anında rapor etmeleri için teşvik
edilmelidir. Bu belirti ve semptomların erken tanısı ile OHSS minimal
bir tedavi ile kontrol altına alınır(1,9).
Günlük olarak takip edilmesi gerekenler:
· Günlük kilo alımı: Kilo artışı asitin bir belirtisi olduğundan dolayı
günlük kilo kontrolü yapılmalıdır. Sıvı durumu ile ilgisi ve önemi
açıklanmalıdır. Günlük aldığı ve çıkardığı sıvı miktarı takip edilip,
alınan kilo miktarı, tedavi durumu ve semptomlar ile ilişkilendirilmelidir. Hastanın algılama, kavrama durumu, zamana oryantasyonu
izlenmelidir(5,8).
· Abdominal çap: Asitin belirtisi kilo artışı ve abdomen çapının
artmasıdır. Bu nedenle düzenli olarak abdominal çap ölçülmeli
tedavi durumu ve semptomlar ile ilişkilendirilmelidir(5,8).
· Đdrar miktarı: OHSS'nin önemli komplikasyonlarından renal yetmezlik
genellikle prerenal tipte olup renal perfüzyonun azalmasına bağlıdır.
Yeterli perfüzyonun göstergesi ise saatlik idrar çıkışının 30 cc'nin
üzerinde olması durumudur. Bundan dolayı saatlik idrar takibi
yapılmalıdır. Günlük aldığı ve çıkardığı sıvı miktarı takip edilip,
tedavi durumu ve semptomlar ile ilişkilendirilmelidir(5,8).
· Oral olarak alınan sıvı miktarı: Oral giriş ve üriner çıkış arasındaki
göze çarpan fark nedeniyle sıvı dengesizliği gelişebilir. Bundan
dolayı bireyin oral olarak aldığı sıvı miktarı takip edilmeli ve yeterli
hidrasyon sağlanmalıdır(5,8).
230
· Bulantı\Kusma: OHSS vakalarında bulantı\kusma abdominal
distansiyondan dolayı gelişir. Birey az az ve sık sık yemeye teşvik
edilmelidir. Soğuk, hafif-fazla tatlı olmayan besinler ve sıvılar tercih
edilmelidir. Yemek yenilen yerdeki hoş olmayan görüntüler ve
kokuların olmaması sağlanır. Bireyin aşırı sıcak ya da soğuk sıvılar,
yağ ve posa içeren, baharatlı gıdalar, kafein tüketmesi önlenir.
Yemekten
sonra
semi-fowler
pozisyonunda
dinlenmesi
ve
pozisyonunu yavaşça değiştirmesi sağlanmalıdır(5,8).
· Diyare: Abdominal rahatsızlık nedeniyle OHSS vakalarında diyare
oluşabilir. Eğer diyare geliştiyse; diyare’yi azaltmak için katı
besinlerin alımı kısıtlanmalıdır. Bunun yerine potasyum ve sodyum
içeren sıvı besinler tercih edilmelidir. Süt ürünleri, yağ, posalı
yiyeceklerden kaçınılmalıdır. Çok sıcak ya da soğuk sıvılar
tüketilmemelidir(5,8).
· Nefes darlığı: Artan asitin aynı zamanda diyaframı itip hareketlerini
kısıtlaması ve özellikle de plevral efüzyon sonucunda solunum
problemleri oluşmaktadır. Hastanın solunum hızı, ritmi ve solunum
sesleri değerlendirilir. Hastaya etkili solum için derin soluk alıp
vermesi öğretilir. Hastanın semi-fowler pozisyonunda dinlenmesi
sağlanır. O2 verilip solunum desteği sağlanır. Gerekirse hava yolları
aspire edilir(5,8).
· Abdominal ağrı: Over boyutlarının artması nedeniyle abdominal
bölgede ağrı oluşur. Abdominal ağrıyı azaltan ya da arttıran faktörler
değerlendirilir ve izlenir. Ağrıya karşı olan duygusal tepkiler ve baş
etme şekli değerlendirilir. Gereksiz hareketlerden kaçınılır. Ağrı
kontrolü için en uygun ilaç planına karar verilir. Anksiyete ve
korkuları gidermek için açıklayıcı bilgi verilmelidir (5,8).
KAYNAKLAR
1.
…....Caring for Patients with Ovarian Hyhperstimulation Syndrome, Royal College of
Nursing, www.rcog.org.uk, Tarama tarihi: 11.08.06.
2.
Aboulghar, M A, Mansour, R T, Serour G L, Amin Y (1990). Ultrasonicalli guided
vaginal aspiration of ascites in the of severe ovarian hyperstimulation syndrome,
Fertil-Steril, 53(5): 933-5
3.
Aboulghar1, M A, Mansour, R T (2003). Ovarian Hyperstimulation Syndrome:
Classifications and critical analysis of preventive measures, European Society of
Human Reproduction and Embryology, 9(3): 275-289
4.
Baksu, A, Baksu, B, Göker N (2004). Laparoscopic unwinding and cyst aspiration of
an ovarian torsion in spontaneous ovarian hyperstimulation syndrome associated
with a singleton pregnancy, Australian and New Zealand Journal of Obstetrics and
Gynaecology 44: 270–272
231
5.
Birol L (2004). NANDA Tarafından Onaylanan Fonksiyonel Sağlık Örüntülerine Göre
Gruplandırılmış Hemşirelik Tanıları, Hemşirelik Süreci, VI. Baskı, Etki Matbaacılık
Yayıncılık, Đzmir, ss: 267-278, 279-400
6.
Brinsden PR, Wada I,Tan SL,Balen A, Jacobs HS (1995). Diagnosis, prevention and
management of ovarian hyperstimulation syndrome, British Journal of Obstetrics
and Gynaecology, 102: 767-772.
7.
Delvigne A, Rozenberg, S (2002). Epidemiology and prevention of ovarian
hyperstimulation syndrome (OHSS): a review, European Society of Human
Reproduction and Embryology, 8(6): 559-577
8.
Erdemir F (2005). Hemşirelik Tanıları, Hemşirelik Tanıları El Kitabı, Nobel Tıp
Kitabevleri, Ankara, ss: 3-446.
9.
Fa´bregues F, ve ark (1999). Ascites and liver test abnormalities during severe
ovarian hyperstimulation syndrome, The Amerıcan Journal Of Gastroenterology,
94(4): 994-999
10. Gül, A, Şimşek, Y (2000). Overyen hiperstimulasyon sendromunun teşhisi
önlenmesi ve tedavisi, Dicle Tıp Dergisi (Journal Of Medical School), 27: 41-59
11. Olesanya OA, Parsons JH, Collins WP, Campbell S (1996). Intrafollikular
hemodmamics before the administration of human chorionic gonadotropin inwomen
at risk of the ovarian hyperstimulation syndrome, Fertility and Sterility, 65: 874-6
12. Orvieto R ve ark (2004). Serum P-selectin level during controlled ovarian
hyperstimulation–a preliminary report, American Journal of Reproductive
Immunology, 52: 139–142
13. Shimono J Ve Ark (1998). A rare case of hepatic injury associatedwith ovarian
hyperstimulation syndrome, The Amerıcan Journal Of Gastroenterology (AJG), 93(1):
123-124
14. Shıbahara, H Ve Ark (2005). Severe ovarian hyperstimulation syndrome in A 42year-old woman with successful pregnancy after intracytoplasmic sperm injection
embryo transfer, Reproductive Medicine And Biology, 4: 265–269
15. Sushanek E, Simunic V, Juretic D, Grizelj V (1994). Foolcular fluid contents of
hyaluranic acid, follicle stimulating hormone and steroids relative to the success of
in vitro fertilization of human oocytes, Fertil Steril, 62: 347-52
16. Şahan, C (2004). Gebeliğin intrahepatik kolestazı, Güncel Gastroenteroloji, 8(3): 205211
17. Tetikkurt, C Ve Ark (2004). Nadir bir plevral efüzyon nedeni: Over hiperstimulasyon
sendromu, Cerrahpaşa Tıp Dergisi, 35 (4): 2002-2004
18. Togay-IşıkayC, ÇelikT, Üstüner I, Yiğit A (2004). Ischaemic stroke associated with
ovarian hyperstimulation syndrome and factor V leiden mutation, Australian And
New Zealand Journal Of Obstetrics And Gynaecology, 44: 264–266
19. Wagner C (2005). Ovarian hyperstimulation syndrome: The nurse’s role in
outpatıent management, Fertility Nurses First, www.ivpcare.com. Tarama tarihi:
11.08.06.
20. Weinstein D, Shenker JG (1987). Ovarian hyperstimulation syndrome, A current
survey, Fertil Steril, 30: 225-26858
232
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 233-241, 2007
TÜRKĐYE’DE VE DÜNYADA EBELĐK EĞĐTĐMĐ
MIDWIFERY EDUCATION IN TURKEY AND IN THE WORLD
Derya KAYA*
Mine YURDAKUL**
*Mersin Merkez 5 Nolu Sağlık Ocağı(Ebe)/MERSĐN
** Mersin Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu( Yard.Doç.Dr.)/MERSĐN
Anahtar Sözcükler: Ebelik, Ebelik Eğitim, Tarihsel Gelişim, Türkiye
Key Words: Midwifery, Midwifery Education, Historical Development, Turkey
ÖZET
Dünyanın en eski mesleklerinden biri olan ebeliğin uygulama alanı
ülkeler için çok önemli bir sağlık alanı olan Ana-Çocuk Sağlığı alanına
özelleşmiştir. Bu özel alanda verilen hizmetin başarısı ülkenin sağlık
sorunlarının çözümlenmesinde anahtar olacak boyuttadır. Ebelik uygulamaları
gebelik, doğum, doğum sonu dönem ve yenidoğan bakımı ile birlikte kadına
tüm yaşamı boyunca bakım vermeyi kapsamaktadır. Ayrıca ebelerin aileye ve
topluma danışmanlık yapma ve eğitim verme gibi görevlerinin bulunması
sağlık hizmetlerinin sunulmasında ve sağlık sorunlarının çözümlenmesinde
rollerinin önemini ortaya koymaktadır. Bu çalışmada dünyada ve ülkemizde
ebelik eğitiminin tarihsel gelişimi ve gelecekte ebelik eğitimin yeniden
düzenlenmesine yönelik yaklaşımlar tartışılmıştır.
SUMMARY
The practice field of midwifery which is one of the oldest occupations of
the world has specialized in the field of Mother-Child Health, which is a very
important field for most of the countries. The success of this special field will be
the key in solving the problems of a country. Midwifery applications include the
pregnancy, the birth, and the period after birth, caring the baby and caring the
mother throughout her life. Moreover, midwives’ duties such as, being a
consultant to the family and to the society and educating them show the
importance of their roles in giving health service and solving health problems. In
this study, the historical development of midwifery in our country and in the
world and some approaches related to reorganizing the education of midwifery in
the future have been discussed.
GĐRĐŞ
Ebelik, sağlık meslekleri içinde tarihi en eski ve işlev yönünden
de en önemli olanıdır. Ebelik uygulamaları gebelik, doğum, doğum
sonu dönem ve yenidoğan bakımı ile birlikte kadına tüm yaşamı
233
boyunca bakım vermeyi kapsamaktadır (Barger 2005). Ebelerin aileye
ve topluma danışmanlık yapma ve eğitim verme gibi görevlerinin
bulunması sağlık hizmetlerinin sunulmasında ve sağlık sorunlarının
çözümlenmesinde rollerinin önemini ortaya koymaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre ebe; gebelik sırasında,
doğumda ve doğum sonrası dönemlerde annelere gerekli bakım ve
danışmanlığı sağlamak, normal doğumları kendi sorumluluğunda
yaptırmak ve yeni doğan bakımını yapmak üzere eğitilmiş kişidir (WHO
1983).
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre; ebelerin aktif olarak
çalıştıkları ülkelerde anne ölümlerinin, perinatal bebek ölümlerinin,
sezaryenle doğum oranlarının azaldığı, doğum aralıklarının uzadığı,
ebelik hizmetlerinin yeterli olmadığı ülkelerde bu göstergelerin oldukça
yüksek olduğu bilinmektedir. Ebelik, yeterli doğum, yenidoğan, jinekoloji
ve çocuk bakımı bilgisi gerektiren temelde bağımsız, gerektiğinde sağlık
ekibinin parçası olabilen bir meslektir. Ebenin verdiği bakım koruyucu
önlemleri, anne ve bebekteki anormal durumları belirlemeyi, tıbbi
yardım sağlamayı ve bu yardımın yokluğunda acil müdahaleyi içerir.
Sağlık danışmanlığı ve sağlık eğitimi yalnız kadınlar için değil aynı
zamanda aile ve toplum içinde önemli bir görevdir. Ebe hastanelerde,
kliniklerde, sağlık ünitelerinde, evlerde ve diğer çalışma alanlarında
görev alabilir (Midwifery Cirruculum 2004).
Dünyanın en eski mesleklerinden biri olan ebeliğin uygulama alanı
sadece doğum olarak görülmekle birlikte çok daha geniştir. Mesleğin ilk
yıllarında ebelik eğitimi doğum, gebelik ve yenidoğan bakımına odaklı
verilmekteydi. 1950’lerde servikal smear alma, 1960’lardan sonra da
doğum kontrol yöntemlerini uygulama ebelik kapsamına girmiştir
(Barger 2005). Eski çağlarda Asurlularda, Mısır’da, Eski Yunan’da,
Hititlerde ve Romalılarda ebelik mesleği tanımlanmaktadır. Çin’de
saygın bir statüye sahip olan ebenin toplumsal konumu prenseslerden
daha üstündür. Yunanlılar ve Romalılarda ebelerin okur-yazar olmaları
zorunlu kılınmıştır. Romalı hekim Soranus ebelerin yararlanması için
Gynaecology adında bir kitap yazmıştır. Fransa’da ise 1560 yılında
Henry III ebelerin yalnız pratik eğitim değil, aynı zamanda kadın
anatomisi ve fizyolojisi konusunda da eğitim görmelerini zorunlu
kılmıştır (Eren, Uyer 1991). Dünyada ilk ebelik okulları 1673’te
Fransa’da, 1701’de Almanya’da, 1725’te Londra’da açılmıştır. Osmanlı
Đmparatorluğunda ise ebelik eğitimi 1869 yılında başlamıştır (Köker
1997). Ebe Osmanlı Döneminde eve, hareme girebilen ve bağımsız
çalışabilen en önemli sağlık çalışanı olmuştur.
Türkiye’de ebelik, anadan kıza geçen, görgü ve deneyime dayanan
bir meslek olarak başlamıştır. 19. YY’da Đstanbul ve Đzmir gibi büyük
kentlerde isim yapmış ebelerin yanında usta-çırak yöntemi ile yetişen,
234
“küçük ebe” adı verilen genç hanımlar ebelik görevini yürütmüşlerdir
(Eren 1991). 1846-1848 yılında Mekteb-i Tıbbiye’de (Tıp Okulu) ebelik
yapan kadınlara doğum bilgisi vermek üzere iki yıl süreli ebelik kursu
açılmıştır. 1880’de Dr Besim Ömer Akalın kursun kayıt, kabul
şartlarını ve ders programını yeniden düzenlemiş, Türkçe bilen ve otuz
yaşını geçirmemiş olan kadınlar kursa kabul edilmiştir (Eren 1991,
Köker 1997). Đlk ebe okulu ve kadın doğum kliniği 1909 yılında
Đstanbul‘da açılmıştır. Müdürlüğünü Dr Besim Ömer Akalın’ın yaptığı
bu okul ülkemizde bilimsel bir temelle ebe yetiştiren ilk ebe okuludur.
Đlkokul mezunu ve 30 yaşını geçmemiş kadınlar alınmış ve ders
programında klinik uygulamalara yer verilmiştir (Köker 1997)
Ebeliği ayrı bir meslek dalı olarak değerlendiren Dr. Besim Ömer;
ebelik eğitiminde adeta yeni bir çağ açarak Ebe Okulu'nu çağdaş bir
özelliğe kavuşturmuştur. Ebelik alanında ilk kitaplara da imza atarak
"Doğurduktan Sonra", "Ebe Hanımlara Öğütlerim" ve "Ebelik" isimli
kitapları yayınlanmıştır (Hot 1996).
1920’de Đçişleri Bakanlığına bağlı Sağlık Genel Müdürlüğü
tarafından değişik illerden gelen ilkokul mezunu kızlar Kadırga Kızılay
barakalarında yatılı olarak iki yıl eğitilerek diğer illerin ebe ihtiyacı
karşılanmaya çalışılmıştır (Eren 1991, Karanisoğlu 2000). Cumhuriyetin kurulmasından sonra 1924’te Tıp Fakültesi bünyesindeki okullara
ortaokulu bitirmiş kız öğrenciler alınarak 3 yıl süreli eğitilmişlerdir.
1928 yılında ise “Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarz-ı Đcrasına Dair
Kanun” ile eğitim almamış (diplomasız) ebelerin doğuma yardım etmeleri
yasaklanmış ve suç sayılmıştır (Köker 1997, Karanisoğlu 2000).
1942 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı (SSYB) Köy Ebe
Okulu adı altında 9 aylık eğitimle ebe yetiştirilmiştir. Daha sonra bu
okulların süresi 1,5 yıla çıkarılmıştır. 1943 yılında Köy Enstitülerinde
Ebelik bölümü açılmıştır (Eren 1991). 1961 yılından itibaren üç yıllık
eğitimi olan Sağlık Okulları açılmıştır. Böylece ilkokula dayalı üç yıllık,
düzenli bir program uyarınca, kuramsal bölümü okulda ve uygulamalı
bölümü doğumevlerinde yer alan bir eğitim sistemine geçilmiştir (Köker
1997, Karanisoğlu 2000). Hemşire yardımcılığı hizmetleri ve köy ebeliği
görevlerini yürütecek elemanların yetiştirildiği iki bölümü bulunan
sağlık okulları 1978 yılında kapatılmıştır.
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, 1975 yılında ebe ve hemşire
okullarını birleştirmiş ve “ebe-hemşire” yetiştirme kararı almıştır (Eren
1991). 1978-1979 eğitim-öğretim yılında “Sağlık Kolejleri’’, “Sağlık Meslek
Liselerine’’ dönüştürülmüştür (Köker 1997, Karanisoğlu 2000). Lise
dengi olan bu okullarda müfredatın %40’ı normal lise derslerinden,
%60’ı meslek derslerinden oluşmakta idi.
1996 yılında eğitimine son verilen sağlık meslek liseleri 2001
yılında eski müfredat içeriği ile tekrar açılarak ebe yetiştirilmeye
235
yeniden başlanmıştır. 2004 yılında bu okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na
devredilerek çok programlı liseye dönüştürülmüş ve ebelik, hemşirelik
bölümlerine bu yıldan itibaren öğrenci alınmamıştır (http://sdb.meb.
gov.tr, Erişim Tarihi:12.10.2004). 1985-1986 eğitim-öğretim yılında ise
liseye dayalı Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulları bünyesinde iki
yıllık ebelik programları açılmıştır. Bu programdan mezun olan
öğrencilere ön lisans diploması ve sağlık teknikeri (ebe) ünvanı
verilmiştir. 1986-89 eğitim-öğretim yılında SSYB liseyi bitiren kızlara
8,12,18 aylık kurslarla tamamlama programı adı altında hemşire/ebe
diploması vermiştir (Eren 1991, Köker 1997). 1990-1991 eğitim-öğretim
yılında Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi ebelik ön lisans
programı açılmıştır. 1999’da ise önlisans mezunlarına lisans eğitimine
dikey geçiş hakkı verilmiştir (Köker 1997, 15.10.1999 tarih ve 23847
sayılı resmi gazete) 1992-1993 eğitim-öğretim yılında Sağlık Bakanlığı
ile Yüksek Öğretim Kurumu Başkanlığı arasında imzalanan protokol
gereği sağlık meslek lisesi binaları içinde sağlık hizmetleri meslek
yüksekokulları açılmıştır. Üniversite bünyesinde 11 yıllık temel eğitim
üzerine iki yıllık mesleki eğitim veren bu yüksekokullar 1996 yılında
kapatılmıştır.
1995 yılında Yüksek Sağlık Şura’sının kararı doğrultusunda
ebelik, hemşirelik ve sağlık memurluğu eğitiminin lisans düzeyinde
yapılması amacıyla 1996 tarih ve 96/8655 sayılı kararı ile Sağlık
Yüksek Okulları kurulmasına karar verilmiş ve 1997-1998 eğitim
öğretim yılında sağlık yüksekokulu bünyesinde ebelik lisans eğitimine
başlanmıştır (Karanisoğlu 2000). Halen 71 Sağlık Yüksekokulunun
30’unda Ebelik Programı bulunmaktadır (ÖSYS Klavuzu 2006).
Sağlık Yüksek Okulu ebelik eğitim programları, Dünya Sağlık
Örgütü’nün ebe tanımı ve ebelik eğitimi ile ilgili uluslar arası
standartlar göz önüne alınarak ve Avrupa Topluluğu’nun 80/155/EEC
sayılı konsey direktifleri doğrultusunda şekillendirilmiştir. Bu okulların
müfredat programları öğrenciye;
· Ebelik faaliyetlerini yürütebilecek temel bilgi ve beceriyi
· Doğum öncesi, doğum, doğum sonu dönem ve yenidoğan konusunda
ayrıntılı bilgi ve beceriyi
· Meslek etiği ve mevzuatı hakkında yeterli bilgiyi
· Sağlık ekibinde ve toplumda etkin bir üye olarak görev alabilecek
beceriyi kazandırmak amacı ile planlanmıştır (Wallace 2001).
Dünyada ebelik eğitimi ve hizmetleri ülkenin tarihsel, kültürel,
sosyo-politik durumlarından etkilenmiştir (Arslan 1998). Dünyada
ebelik eğitimi incelendiğinde ülkeler arasında farklılık bulunmaktadır.
Batı ve Güney Avrupa ülkelerinde diğer ülkelere göre ebeler daha
bağımsız role sahip olup, otonomi ve profesyonellik yönünden daha
gelişmiş olduğu görülmektedir (Arslan 1998, Arslan 2005).
236
Teorik ve pratik eğitimin eşit derecede önemli olduğu Đngiltere’de
ebelik eğitimi hem hemşirelik eğitimi sonrası kurslarla hem de
doğrudan giriş programlarıyla verilmektedir (Arslan 1998, http://www.
midwifery school org). Belçika’da bir yıl hemşirelik eğitiminden sonra
özel alan olarak, Finlandiya’da eğitimin başlangıcında dört hemşirelik
dalından biri olarak ebelik seçilebilmektedir (Arslan 1998). Amerika’da
ebelik eğitimi, en az 3 yıl eğitim alarak yetişen lisans mezunu ebeler
(licenced midwife) ve hemşirelik eğitimi üzerine 18 aylık eğitimle
yetiştirilen hemşire ebeler (nurse-midwife) olmak üzere iki düzeyde
yapılmaktadır. Lisans mezunu ebeler evde ve doğum merkezlerinde
doğum yaptırabilmekte, serbest çalışabilmekte ve birçok ilacı reçete
edebilmektedirler. Bu durum ebelerin daha kapsamlı bakım vermelerini
sağlamaktadır (http://www.acnm.org.,http://www.hscbklyn.edu)
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NDE EBELĐK EĞĐTĐMĐ
Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde Avrupa Birliği’nin direktifleri
doğrultusunda Ebe olabilmek için üç ayrı yol önerilmektedir. Bunlar;
· En az 10 yıllık temel eğitim üzerine teori ve uygulama dahil en az üç
yıllık tam zamanlı ebelik öğretimi,
· AB direktifleri ile uyumlu hemşirelik eğitimi üzerine en az iki yıllık ya
da 3600 saatlik tam zamanlı ebelik öğretimi,
· AB direktifleri ile uyumlu hemşirelik eğitimine ilave olarak 18 ay
(3000 saat) kurs ve 1 yıl sertifikalı pratik eğitim,
AB direktifleri doğrultusunda ebelik programını bitirecek olan
adaydan;
a) Obstetri ve jinekoloji başta olmak üzere ebelik uygulamalarının
dayandığı bilimler hakkında yeterli bilgi,
b) Meslek etiği ve meslek mevzuatı hakkında yeterli bilgi,
c) Gebelik, doğum ve doğum sonu dönemler ile fetus ve yenidoğanın
fizyolojisini ve anatomisini açıklayabilecek düzeyde ayrıntılı bilgi,
d) Kişilerin sağlığı ile davranışlarının fiziksel ve sosyal çevre ile olan
ilişkisini açıklayabilecek düzeyde ayrıntılı bilgi,
e) Programın özüne uygun, eğitimli personelin denetimi altında ve
onaylanmış kurumlarda kazanılmış yeterli klinik deneyim,
f) Sağlık profesyonellerinin eğitimleri ve çalışmaları üzerine yeterli bilgi
ve deneyim kazanmış olması beklenmektedir (Wallace 2001).
GELECEKTE EBELĐK EĞĐTĐMĐ
Günümüzde kadınların üreme yaşantıları ve sağlık alışkanlıkları
değişmiştir. Farklı yaşam biçimleri veya sosyal gerçekler, evlenme ve
237
boşanma gibi değişiklikler, üreme sağlığını ve cinselliği önemli derecede
etkilemektedir. Ailelerdeki ideal çocuk sayısının azalması, eğitim süresinin
uzunluğu, evlenme yaşının artması, modern ve etkili kontraseptif
yöntemlerin yaygınlaşması bu durumla ilgili etmenlerdir. Sonuç olarak
bakıldığında yeni bir kadın grubu ve farklı gereksinimler karşımıza
çıkmaktadır. Bu durumda, istenmeyen gebelikler ve güvenli olmayan
düşükler, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar, aile içi şiddet, cinsel
şiddet ve istismar, gençler arasında cinselliğin yaygın yaşanması ve
diğer risk faktörleri ortaya çıkmaktadır (Neglia 2003). Ebelik hizmetleri
adolesanların sadece gebelik bakımı değil, aynı zamanda en yüksek
seviyede jinekolojik ve tıbbi bakım almasını ve bazı toplumlarda
psikolojik olarak desteklenmesini de kapsamaktadır (Barger 2005).
Ebelerin bu doğrultuda kendi eğitimlerini ve uygulamalarını yeniden
düzenlemeleri gerekmektedir.
Gelecekte Ebelik Eğitim Sistemin Düzenlenmesinde Odak Noktalar;
· Eğitim ve uygulamalarda
desteklenmesi,
standartların
tespit
edilmesi
ve
· Toplumun gerçek ihtiyaçlarına cevap verecek uygulama taslaklarının
oluşturulması,
· Yetenek ve becerilerin yükseltilmesi için desteğin sağlanması,
· Sağlık bakımı politikalarının tanımlanmasında ebelerin katılımının
sağlanması ve desteklenmesidir (Neglia 2003).
Ebelik tarihi incelendiğinde, birçok ülkede ebelik ve hemşirelik
mesleğinin sınırları birbirinden tam olarak ayrılmadığı görülmektedir.
Ebelik müfredat içeriğinin oluşmaması, ebelik ve hemşirelik eğitim
programlarının karıştırılması, ebeliğin yasal bir tanımının olmaması,
eğitim programı ve sertifikalandırma için mesleki kimliğin elde edilememesi
ve gelişememesi bu durumun önemli nedenleridir (Burst 2005).
Günümüzün ebelik bakım modeli üreme sağlığı alanında güvenli, etkili,
uygun zamanda ve kadın merkezli hizmeti kapsamaktadır. Bu model
hastalıktan koruma veya sağlığın sürdürülmesi, hastalık durumunda
sağlığın yeniden kazanılması, hastalık ile uyumu sağlama ve yaşam
kalitesini artırmayı içermektedir (Neglia 2003). Ebelerin kendi ülkesinin
gerçeklerine göre kazanması gereken birçok farklı beceri vardır.
Örneğin istenmeyen gebelikler ve istemli düşükler birçok ülkede önemli
bir toplum sağlığı sorunudur. Ebelik uygulamalarında, istemli düşük
ve komplikasyonlarının önlenmesi için kontrasepsiyon eğitimi, güvenli,
kabul edilebilir ve uygun zamanda hizmet sunulması, ve manuel
vakum aspirasyonunun uygulanması gibi güvenli teknik kullanılması
önem taşımaktadır.
Ebelik eğitiminde bilgi ve becerilerin geliştirilmesi için uygulamalı
öğretimin düzenlenmesi çok önemlidir. Ebeliğin tanımı, eğitimi ve
238
uygulamaları ülkelere göre farklıdır. Ebelerin kendi ülkesinin gerçeklerine
göre kazanması gereken becerileri, günlük çalışmalarındaki rollerine ve
eğitim seviyesine bağlı olarak değişmektedir. Beceri geliştirilmesi için
klinik eğitimin ve ekonomik desteğin sağlanması da önemlidir. Ayrıca,
ebelikte eğitimin ilerlemesi ve devamının sağlanması, eğitim fırsatlarının
tanınması için ebelikte yükseklisans ve doktora programlarının
geliştirilmesi gerekmektedir (Mc.Kenna ve ark. 2003). Ebelik eğitiminin
desteklenmemesi ve standart bir müfredat olmaması, eğitim ortamının
uygunsuzluğu önemli sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır
(Mc.Kenna ve ark. 2003, Mansouri ve ark. 2006).
Türkiye’de ebelikte yüksek lisans eğitimine 2000 yılında
başlanmıştır, halen toplam 4 üniversitede ebelikte yüksek lisans
eğitimi devam etmektedir.
Ülkemizde 30 sağlık yüksek okulunun bulunduğu illerin dokuzunda
doğum evi yoktur. Üniversite hastanesi bulunan illerde ise asistan
eğitimi nedeni ile ebelik öğrencileri doğuma müdahale edememektedirler.
Bu durum öğrencilerin hem yeteri kadar doğum yaptıramamasına hem
de klinik eğitim için devlet hastanelerinde yığılmalara neden olmaktadır.
Eğitimde önemi büyük olan eğitimci sayısının da sağlık yüksekokullarında yetersiz olduğu ve özellikle ebelik eğitimi almış eğitimcilerin
olmadığı görülmektedir (YÖK Raporu 2001). Ebelik eğitiminde başarıya
gidilmesi için nitelikli eğitimcilere gereksinim vardır. Eğitimcilerin
taşıması gereken bir takım özellikleri olmalıdır. Nitelikli ebelik
eğitimcisi, yeterli klinik beceriye, değerlendirme yeteneğine sahip
olmalıdır. Ebelik eğitimcileri klinik çalışmalardan önce kendi uygulama
becerilerini geliştirmelidir. Bunun için de 2-5 yıllık bir klinik deneyim
gerekebilmektedir (Thompson 2003, Barton 1998).
Eğitimcilerin eğitim ve değerlendirme becerilerini geliştirmeleri,
kendi sorumluluklarının, rollerinin ve yetkilerinin farkında olması
özellikle önemlidir (Mc.Kenna ve ark. 2003, Ali 2005). Eğitimci klinik
ortama hakim olmalıdır. Eğitimde büyük öneme sahip teori ve klinik
becerilerin kazandırılması, eğitim için uygun ortam ve yöntemlerin
kullanılması ve klinik beceriler için klinik ortamın sağlanması çok
önemlidir (Thompson 2003, Ali 2005). Ayrıca ebenin uygulama alanı
olan Ana Çocuk Sağlığı alanı sağlığı geliştirme ve sağlığı koruma
kavramları ile doğrudan ilgili alanlardır. Ebelik eğitiminin öğrencide,
bu bilinç ve beceriyi geliştirecek yapıda olması ve uygulamalarının
daha çok toplum içinde yer alacak biçimde planlanması gerekir. Ebeyi
sadece doğum yaptırma becerisi ile sınırlandırmak, toplumun ebeden
hak ettiği biçimde yararlanmasını sınırlayacağı gibi ebelik mesleğinin
kapsamını da daraltacaktır.
Ebe ve hemşirelerin ulusal sağlık hedeflerine ulaşmada kilit
personel oldukları ve eğitimlerinin de bu rollerini yerine getirecek
239
şekilde yapılandırılması gerektiği, ülkemizin de imza koyduğu birçok
uluslar arası belgede belirtilmektedir. WHO Avrupa bölgesi sağlık
bakanlarının katılımı ile 2000 yılında Münih’te yapılan toplantı da
ebelerin günümüzün ciddi toplum sağlığı sorunlarını çözmede anahtar
ve giderek önem kazanan rol oynadıklarına dikkat çekilmiştir. Ebeliğin
ve hemşireliğin karar alma mekanizmalarına katılmalarının sağlanması,
kariyer geliştirilmesi için maddi destek ve olanakların sağlanması, ebe
ve hemşirelerin sağlık ekibi ile işbirliği içinde etkin ve etkili, tam
kapasite çalışmalarının sağlanması, eğitimlerinin bu rollerini yerine
getirecek şekilde yapılandırılması gerekliliği vurgulanmaktadır.
Sonuç olarak topluma kaliteli ebelik hizmeti sunabilmek toplumsal
bir görevdir. Kaliteli hizmetin verilmesinde temel ölçüt ise iyi yetişmiş
insan gücüdür. Ebelik eğitimi hedefleri ve sınırları ülke ihtiyacına göre
düzenlenmiş eğitim programları ile nitelikli eğitimciler tarafından ve
yeterli uygulama alanına sahip eğitim kurumlarında verilmelidir.
KAYNAKLAR
1. Ali E. (2005). A Midwife Teaching Medikal Students: Can It Work? The Clinical
Teacher, 2005; 2(2): 97-103.
2. Arslan H. (2005). Ebenin Çalışma Alanları ve Ebeden Beklenen Hizmetler. Hemşirelik
Formu Dergisi, (Eylül-Aralık); 4-11.
3. Arslan H (1998). Ebelik Eğitiminde Kalite.
Uygulamalarında Kalite Sempozyumu. Kayseri.
Hemşirelik-Ebelik
Eğitimi
ve
4. Barger M.K. (2005). The History of Nurse-Midwife / Midwifery Practice. Journal of
Midwifery & Women’s Health, 50; 129-137.
5. Barton TD (1998). The Integration of Nursing and Midwifery Education Within Higher
Education: Implications for Teachers- A Qalitative Research Study. Journal of
Anvanced Nursing, (27): 1278.
6. Bennett R, Brown LK (1989). Myles Textbook for Midwives,The British Council, 11th
Edition,.
7. Burst HV (2005). The History of Nurse-Midwife/Midwifery Education. Journal of
Midwifwry & Women’s Health, 2(50): 129-137.
8. Eren N. Uyer G. (1991). Sağlık Meslek Tarihi ve Ahlakı.4. Baskı. Ankara.Hatiboğlu
Yayınevi, 94-105.
9. Hot Đ (1996). Besim Ömer Paşa’nın Anne ve Çocuk Sağlığı Açısından Ülkemiz Nüfus
Meselesi Hakkındaki Görüşleri, Yüksek Lisans Tezi. Đstanbul: Đ.Ü. Sağlık Bilimleri
Enstitüsü.
10. Clinical education of midwifery students, http://www.acnm.org. Erişim Tarihi:
20.09.2004.
11. Midwifery-The Program, http://www.hscbklyn.edu, Erişim Tarihi: 20.09.2004.
12. http://sdb.meb.gov.tr. Erişim Tarihi: 12.10.2004.
240
13. Programe-academic.htm,
21.08.2004.
http://www.
midwifery
school
org
Erişim
Tarihi:
14. Karanisoğlu H (2000). Türkiye’de Ebelik ile Đlgili Gelişmeler. 2000’li Yıllarda Sağlık
Yüksekokullarında Eğitimin Geleceği Sempozyumu. Malatya.
15. Köker HA (1997). Doğum ve Ebelik Tarihi. Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp
Tarihi Enstitüsü. Yayın No:26. Ankara. Erciyes Üniversitesi Matbaası, 1-9, 27-34.
16. Mansouri P, Soltani F, Rahemi S, ve ark (2006). Nursing And Midwifery Student’s
Approaches to Study and Learning, Journal of Anvanced Nursing, (54)3: 351-358.
17. Mc.Kenna H, Hasson F, Smith M (2003). Training Neeeds of Midwifery Assistants.
Journal Of Advunca Nursing,, 44(3): 308-317.
18. Midwifery Cirruculum-A Global Prespective Transforming the Architecture of
Midwifery Education, Royal Collage of Midwives National Conference, 23 July 2004.
19. Neglia BH (2003). The Future of Midwifery Education. Midwifery, (19): 3-9.
20. ÖSYS Yükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu. Ankara. 2006.
21. Thompson EJ (2003). Competencies for Midwifery Teachers. Midwifery, 18: 256-259.
22. Türkiye’de Hemşirelik: Temel Meslek Eğitimi ile Đnsangücü’ne Đlişkin Sorunlar ve
Çözüm Önerileri, YÖK Raporu 2001
23. Wallace M (2001). Hemşirelik ve Ebelikle Đlgili Avrupa Birliği Standartları, 6-8.
24. World Health Organization, The Role of Nursing / Midwifery Personel in the Strategy
of Health for All , Resolution WHO 36.11,1983.
25. 15.10.1999 tarih ve 23847 sayılı Resmi Gazete.
241
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 23 (2) : 243-253, 2007
YAŞLILIK VE CĐNSEL YAŞAM
SEXUALITY IN THE AGED PEOPLE
Hilmiye AKSU*
Ahsen ŞĐRĐN**
*Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın Sağlık Yüksekokulu, Doğum-Kadın Sağlığı
Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı
**Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu, Doğum-Kadın Sağlığı Hastalıkları
Hemşireliği Anabilim Dalı
Anahtar Sözcükler: Yaşlılık, cinsel yaşam
Key Words: Old age, Sexuality
ÖZET
Đnsan yaşamının giderek uzaması, yaşlı nüfusun toplam nüfus içinde
artması, insanın ileri yaşlarında da sağlıklı kalmasını gündeme getirmiştir. Her
yaş grubunda olduğu gibi yaşlılıkta da cinsellik önemlidir. Dünya Sağlık
Örgütü (DSÖ), cinsel sağlığı; cinsel yaşamın sosyal, entelektüel, duygusal,
somatik yönlerin bileşimi ve aşk, iletişim ve kişisel değişimlerin pozitif bir
anlatım yolu olarak tanımlamaktadır. Bazı bilim adamları isteniyorsa hala
doyurucu (tüm ilişkiyi içeren) cinsel sevginin yaşlı insanlarda da mümkün
olacağını ifade etmektedirler. Bununla beraber yaşlılıkta cinselliği etkileyen
fiziksel, psikolojik ve sosyokültürel faktörler vardır. Hemşireler, genellikle
yaşlılıkta cinselliğe çok negatif bir tutum sergilerler veya bunun varlığına
bütünüyle dikkat etmezler. Eğer biz hemşireler her hasta için cinselliği
varsaymazsak onun temel insan gereksinimlerini inkâr etmiş oluruz. Bu
makalenin amacı, yaşlılıkta cinsellik, cinselliği etkileyen faktörler konusunda
bilgi vermek ve hemşirelerin yaşlıların cinselliğine ilişkin olumlu yaklaşım
geliştirmeleri açısından dikkatlerini çekmektir.
SUMMARY
As the life spans of the people get longer and the ratio of the old people’s
population increases in total population, they result in human’s being healthy
even in their late ages. As in every age –group, sexuality is also very important in
the old ages. WHO (World Health Organisation) defines the sexual health as the
combination of the sexual life’s social, intellectual, sensitive and somatic
features; and a positive way of description of love, communicative and personal
changes. Some scientists state that the satisfying sexual love- containing the
whole intercourse is also possible in the very old people if they still want.
However there are physical, psychological and socio-cultural factors affecting the
sexuality in the old ages. Nurses usually have a negative attitude towards the
sexuality in the old ages and they never completely take care its existence. If we
243
nurses don’t suppose that there is sexuality for each patient, we deny their
essential human necessities. The aim of this article is to inform about the factors
which affect the sexuality and the sexual life in the aged people and to take the
nurses’ attentions on the sexuality of aged people and to get their positive
approaches on this subject.
GĐRĐŞ
Dünyada yaşlı nüfus giderek artmakta olup 2020 yılına kadar
toplam popülasyonun %22’sinin 65 yaş ve üzerinde olacağı tahmin
edilmektedir (Yıldırım 2005). Đnsan yaşamının giderek uzaması, yaşlı
nüfusun toplam nüfus içinde artması, insanın ileri yaşlarında da
sağlıklı kalmasını gündeme getirmiştir (Özsoy ve Başalan 2002).
Yaşlanma bireysel olmakla birlikte toplumsal değerler ve diğer etkenler
toplumda yaşlı ve yaşlılığa verilen değeri ve yeri belirlemektedir. Bu
nedenle yaşlılık sadece biyolojik bir olay olmayıp aynı zamanda
toplumsal ve kültürel bir olaydır (Sertbaş ve Bahar 2003).
Birleşmiş Milletler’in yaşlılıkla ilgili yayınladığı raporlarda ve
ülkemizde yaşlılığın başlangıcı 60 yaş olarak temel alınmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü yaşlılığı, 60-74 arası yaşlılık, 75- 84 arası ileri
yaşlılık, 85 yaş ve üstü ise ihtiyarlık olarak sınıflandırmıştır (Sertbaş ve
Bahar 2003).
Dünya genelinde 60 yaş üzerindeki nüfusun 2025 yılında 1.2
milyara, 2050 yılında 2 milyara ulaşması beklenmekte ve her 5 kişiden
birinin 65 yaş ve üzerinde olması tahmin edilmektedir. Bu durum
yaşlılığı bireysel bir sorun olmaktan çıkarıp toplumsal bir sorun haline
getirmektedir (Sertbaş ve Bahar 2003).
Cinsellik yaşamın anlamına bir güzellik katabilir. Davranışlar
doğrultusunda toplumda yaşlı yetişkinler hakkında cinsellik, değerinin
azaldığı yönündedir. Bu davranışlar yaşlılarda cinselliğin kaybolduğu
şeklindedir (Pangman ve Sequire 2000). Her yaş grubunda olduğu gibi
yaşlılıkta da cinsellik önemlidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), cinsel
sağlığı; cinsel yaşamın sosyal, entelektüel, duygusal, somatik yönlerin
bileşimi ve aşk, iletişim ve kişisel değişimlerin pozitif bir anlatım yolu
olarak tanımlamaktadır. Yaşlıların sağlıklı yaşlanmada uyumlarını
kolaylaştırmak ve genel iyilik halini desteklemek için cinsel duygulara,
en önemlisi de bunların sözel yada davranışsal ifadesine gereksinimleri
vardır (Parke 1991).
Genellikle seksüel duygular ileri yaşlarda unutulur. Parke, (1991)
“Hemşireler gerçekten yaşlılara bütüncül bir bakım vermeyi istiyorlarsa
yaşlı insanların cinsel gereksinimleri konusunda farkında olmalıdırlar”
demiştir. Türkiye’de yaşlılık her yönüyle az incelenmiş bir konudur.
Yaşlılık dönemi sorunları, gereksinimleri, yaşlıların ve aile bireylerinin
bu konudaki görüşleri ile ilgili çalışmalar yetersizdir (Sertbaş ve Bahar
244
2003). Ancak günümüzde seks ve yaşlanma giderek artan popüler bir
konu olmaya başlamıştır.
Son yıllarda yaşlılık biliminde yaşlılığın imajı konusu gündemde
iken yaşlı insanların cinsel yaşamı ile ilgili araştırma sayısı sınırlıdır
Bildtgard, (2000) çalışmasında Đsveç’te 1990 ile 1995 yılları arasında
sadece dokuz filmde ve tiyatrolarda sadece bir oyunda yaşlılara başrol
verilmiş olduğunu belirtmiştir. Bu filmlerde yaşlıların cinselliğine yer
verilmemiş ve sadece bir filmde yaşlıların cinselliğinin nasıl olduğuna
dair çok az bir bölüm sahnelenmiştir (Bildtgard 2000). ABD’de yaşlı
insanların cinselliği hem yetersiz olarak ele alınmakta hem de doğru
olarak ifade edilmemektedir. Yaşlı cinselliği, yanlış bilgilerle dolu, belirsiz
ve inkâr etme şeklinde tanıtılmaktadır. Yaşlıların cinselliği adolesanlar
gibi yetişkinlerin çoğunluğunda korkulara yol açmaktadır. Konu ile
ilgili gelişmeler doğrultusunda yaşlıların cinselliğinin olmadığına dair,
geleneksel yaklaşımların değişeceği umut edilmektedir. Popüler literatür,
yaşlı ve orta yaş grubu insanların sağlıklı, enerjik ve çekici portresini
artırmayı amaçlamaktadır. Çünkü yaygın düşünce, çekicilik ve
cinselliğin yakından ilişkili olduğu yönündedir. Bu değişikliğin delilleri
olarak da toplumda sağlıklı, genç görünen ve kendine iyi bakmış
yaşlıların sayısı artması olarak belirtilmektedir (Walz 2002).
Bunun yanı sıra, bazı konularda özellikle cinsellik ve cinsel yaşamda
hala büyük bir sessizliğin egemen olduğu bilinmektedir. Çocuk cinselliği,
gençlerin cinsel yaşamı, evlilik öncesi ve evlilik dışı yaşanan cinsellik,
eşcinsellik, yaşlılıkta cinsellik, akıl ve beden yoksunluğu olanlarda
cinsellik, cezaevlerinde ve de hastanelerde cinsellik gizlenmesi ve
bastırılması gereken davranışlar olarak görülmektedir (Kömürcü 1992).
Bununla beraber, insanlar doğumdan ölüme kadar kendi cinselliklerini
ifade ederler. Yaşlılıkta, kronik bir hastalık veya sakatlık gibi
durumlarda cinselliği, ifade etmenin bir yolu olan uyuma gereksinim
duyulabilir, fakat cinsel yaşam sona ermemektedir (Parke 1991). Üreme
sağlığı her yaşı ve herkesi ilgilendirmektedir. Kadın ve erkek herkesin
tüm yaşamlarında normal büyüme ve gelişme sürecinden kaynaklanan
üreme ve cinsel sağlık gereksinimleri vardır (DSÖ,2001) Bu yaklaşımda
doğumdan ölüme kadar kadın ve erkeğin yaşamının bir bütün olarak
ele alınması gerektiği yaşama sağlıklı başlamanın ilk adım olduğu,
bireyin sağlık gelişiminin bir çok faktörün kümülatif etkisiyle oluştuğu
vurgulanmaktadır(htpp://www.un.org.tr/who/bulten/turk/bul4ureme
.HTM,http://www.geocities.com/HotSpribngs/Villa/3625/cinsel/yasls
ex.html).
Cinselliğin kapsamı, ilişkinin fiziksel bileşenlerinden çok daha
fazladır. Cinsellik, biyolojik, psikolojik ve sosyokültürel öğelerden oluşur.
Cinselliğin biyolojik öğeleri; cinsel organlar ve hormonlar gibi anatomik
yapılar ve fizyolojik süreçleri içerir. Psikolojik öğeler; cinsel benlik imajı
245
ve beden imgesi ile ilişkilidir. Bireysel bir gereklilik olan olumlu cinsel
benlik imajı ve beden imgesi özsaygı anlamındadır (Parke 1991).
Cinsellik özel parçaların bütünüdür, temel insan gereksinimidir
ve eğer hemşireliğin gerçekten bütüncül bir yaklaşımı varsa bakım
planında insanoğlunun temel bir parçası olan cinselliğinde yer alması
gerekir.
YAŞLILIK VE CĐNSELLĐK
Bazı bilim adamları isteniyorsa hala doyurucu cinsel yaşamın,
yaşlı insanlarda da mümkün olacağını ifade etmektedirler. Seksten
alınan keyifin yaşla bir ilgisi olmadığı ve seksüel yaşamın devam etmesinde
fiziksel ve ruhsal sağlığın yerinde olması gerektiği vurgulanmaktadır
(htpp://www.agingsex.htm). Çoğu insan yaşlıların seks ile ilgilenmediğine inanır. Gerçekte seksüel yaşam, yaşla birlikte olumlu ve olumsuz
yönleri ile değişiklik gösterir (htpp://aging sex in the later years.htm).
Menopozdan sonra kadınlar birden fazla orgazm olabilir, deneyimleri ve
seksüel isteklerinde artma görülebilir. Bunun olası nedenleri, gebe
kalma korkusunun ortadan kalkması ve çocuk yetiştirme yıllarının
sona ermesinden sonra enerjinin artmasıdır (Parke 1991).
Ginsberg ve ark. 2005, katılımcıların %63’ünü kadınların
oluşturduğu araştırmalarında, yaşlıların çoğunluğunun, bir cinsel
ilişkiyi sürdürmek istediklerini bu ilişkinin dokunma ve öpmeyi içermesi
gerektiği ve geçmişte yaşadıklarından daha çok cinsel deneyimler
istediklerini belirlemişlerdir (Ginsberg ve ark. 2005).
Yaşlılıkta cinselliğin boyutları farklı ve daha geniştir, ileri
yaşlarda cinsellik; birlikte rahatlama, gevşeme, bir haz paylaşma ve
karşılıklı alış verişi sürdürme amaçlarına daha çok yönelik olmaya
başlar. Cinsel birleşme artık aile oluşturmak, çocuk doğurmak gibi bir
nedenden dolayı yaşanmaz, bu durum bireylere bir çeşit özgürlük
duygusu getirir. O güne kadar birbirlerine bu şekilde yönelme fırsatı
bulamamış eşler, kendilerini ve birbirlerini yeni baştan keşfedebilirler.
Cinsellik kişilerin birbirlerine karşı sevgi ve bağlılıklarını ifade etmelerine
aracı olabilir. Kişinin bedenini algılayarak kendisi ve bedeni ile barışık
bir yaşam sürmesini sağlayabilir. Bu yaşlarda cinsel kimliğini
sürdürmek yani kadınlığını ve erkekliğini unutmamak genellikle morali
ayakta tutmak anlamına gelir. Ayrıca çocukların büyüyüp evden
ayrıldığı, çalışma yaşamından el çekildiği günlerde bu cinsel kimlik en
azından kişinin bir dayanak noktası olabilir. Birlikte yaşanan hazların
yanı sıra cinsel faaliyet, yaşamın fırtınalarına karşı birlik olma
duygusunu verir (Parke 1991).
Bununla beraber yaşlılıkta cinselliği etkileyen fiziksel, psikolojik
ve sosyokültürel faktörler vardır. Minichiello ve ark. (2004), yaşlılarla
246
yaptıkları çalışmalarında; yaş, evlilik durumu, inkontinans, fiziksel
iyilik hali, cinsel bilgi durumu, cinsellik algısı, genel iyilik hali, partner
sayısı ile cinsel aktivite durumu arasında anlamlılık bulmuşlardır.
Ginsberg ve ark. (2005) çalışmalarında yaşlıların sağlık durumları ile
seksüel aktivite isteklerinin yakından ilişkili olduğunu ve seksüel
aktiviteye en önemli engeli, yaşlıların cinsel partnerlerinin eksikliği
olarak belirtmişlerdir (Ginsberg ve ark 2005).
Yaşlılıkla birlikte gündeme gelen ve cinsel yaşamı etkileyen
fiziksel değişimler:
Yaşlılıkla birlikte kadınlarda; Vulvada damarlanma, elastikiyet
ve derialtı yağ dokusunda azalma nedeni ile atrofi, pubik kıllanmada
azalma, labialarda düzleşme, vajina epitelinde incelme, vajinada
kuruluk, alkali ortam, florada değişiklik, serviks ve uterusta küçülme,
tuba ve overlerde atrofi, ovülasyon ve östrojen üretiminde azalma,
disparoni, memelerde sarkma görülebilir (Kömürcü ve Aksayan 1992,
Şirin 1995, Taşkın 1997). Yaşlı kadınlarda, vajinal yağlanmada azalma,
klitorial uyarımlarda ve uterin spazmlarda orgazm süresince ağrı
yaşanabilir. (Parke 1991, http//male health center-aging and sex.htm).
Yaşlılıkta erkeklerde ise, testislerde küçülme ve sertleşme
(testesteron üretiminde azalma olmaksızın), ereksiyon süresinde uzama,
yavaş ve güçsüz ejekülasyon, prostatta büyüme görülebilir. (Kömürcü
ve Aksayan 1992). Altmış yaşın üzerindeki erkeklerde ereksiyonu
başarmak için daha uzun zaman ve daha direkt genital uyarı gerekebilir.
Ejekülasyon sıvı volümünde ve orgazm yoğunluğunda azalma olabilir.
Ancak erken boşalma problemi yaşlılıkta hemen hemen hiç yaşanmaz.
Sonuç olarak yaşlı erkekler genellikle performanslarından dolayı
anksiyete yaşarlar ve yaşlılıkla beraber yaşanan bu değişikliklerin
normal olduğundan habersizdirler (Parke 1991,http:// aging sex in the
later years.htm).
Yaşlılıkta Cinsel Aktiviteyi Etkileyen Durumlar;
Cinsel aktivite yaşam boyu sürmesine rağmen ilaçlar, hastalıklar
seksüel aktiviteyi etkilemektedir (Nusbaum ve ark. 2005). Hastalık
süresince cinsel aktivitede bir duraklama periyodu görülebilir.
Romotoid artiritin varlığı ağrı ve eklemlerde tutulmaya yol açmasından
dolayı cinsel ilişkiden memnuniyetsizliğe neden olabilir. Ayrıca artirit
sonucu oluşan vücut deformiteleri bireysel beden imajını da olumsuz
olarak etkilemektedir. (Parke 1991).
Çok yaygın olarak görülebilen problemlere bir diğer örnek,
yaşlılarda inkontinanstır. Đnkontinans durumunda özel ped kullanma
ve pantolon giyme, katater kullanma bireyin kendini daha az çekici ve
mutsuz hissetmesine yol açabilmektedir.
247
Cinselliği etkileyen hastalıklara örnek olarak, kardiovasküler
sistem hastalıkları, Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı (KOAH),
hipotroidizm, hipertirodidizm, diabetus mellitus, periferik nöropati,
hipertansiyon, dejeneratif eklem hastalıkları, plejiler, kanser, cinsiyet
hormon yetersizliği, enfeksiyonlar vb. sayılabilir.
Bazı ilaçların her iki cinste cinsel isteği azaltma ve erkeklerde
impotans yapma gibi genel etkileri olabilmektedir. Örneğin antihipertansif ilaçlar gibi. Antiparkinson ilaçlar aynı zamanda aşırı ve uygunsuz seksüel davranışlara da yol açabilir. Alkol kullanma, psikotroplar,
bazı diüretikler, testesteron sentez inhibitörleri, antidepresifler, antipsikotikler, Santral Sinir Sistemi depresanları, sedatifler, hipnotikler
seksüel aktiviteyi etkilemektedir. Bu gibi etkileri yaygın olarak bilinen
ilaçların reçete edilmeden önce düşünülmesi gerekir (Parke 1991).
Yaşlıların cinselliğini etkileyen psikolojik faktörler arasında;
Yaşlılığa bağlı psişik ve kişilerarası ilişkilerdeki değişiklikler, fiziksel
değişimlerin yanlış yorumu, yineleyen ilişki ile monotonluk yaşanması,
mental ve fiziksel hasar görme, emeklilikte beklentilerin azalması,
rollerin azalması, beden imajının değişmesi, başarısızlık korkusu,
cinsel ilişki sırasında ölme korkusu, gebelik korkusundan kurtulma,
kişilik yapıları, olaylar karşısında savunma ve baş etme şekilleri,
programlı listelerden kurtulma sayılabilir (Kömürcü ve Aksayan 1992).
Yaşlılıkta cinselliği etkileyen sosyokültürel faktörler kapsamında;
Yaşlıların entelektüel durumu ve yaratıcı yetenekleri, toplumun
yaşlı cinselliğini tamamen yok kabul etmesi, çevresel değişiklikler,
yaşlının kendine ait bir ev ortamı, hatta odasının bile olmaması,
sosyoekonomik koşulların güçlüğü, aile desteğinin olmaması olarak
belirtilmektedir (Kömürcü 1992). Birey yaşlandığında sahip olduğu
vatandaşlık, işçi ve aktif aile rolünü kaybedebilir veya daha azına sahip
olabilir, bu gibi durumlarda cinselliği etkileyebilir (Parke 1991).
Bunların yanı sıra yaşlılarda görülen cinsel işlev bozukluklarına yol açabilen diğer durumlar şunlardır:
Eşin yaşlı olması, evlilik ile ilgili sorunlar, geçmişte olumsuz
cinsel deneyimler, emeklilik, gelir kaybı, eşin terk etmesi, aldatması,
boşanma, kurumda yaşama, erkeklerde performans anksiyetesi,
kadında menopoz, histerektomi, mastektomi gibi yaşlı tarafından yanlış
algılanan durumlarda cinsel aktiviteyi etkilemektedir (Parke 1991,
Nusbaum 2005).
Yaşlıların kurumlarda yaşaması;
Yaşlı bireylerin bazıları kişisel görünümleri için giysilerin seçimi,
satın alınması, saçların taranması, ve diğer normal aktivitelerde
bakıcılara bağımlıdır. Fiziksel görünüm ve giyim cinselliğin ve
bireyselliğin gözle görülen bölümüdür.
248
Kurumda yaşayan yaşlılar için cinselliğin ifadesi daha da güçtür.
Bu nedenle kurumlarda çalışan hemşire ve diğer çalışanlar, yaşlılar
için cinsel yaşamın gizliliğini sağlayabilecek kurum ortamının oluşmasında
yardımcı olmalı ve kurumun cinselliğin ifadesi konusundaki otoriteyi
yıkmak için uygun yolları araştırmalıdır. Burnside’nın (1976) yaptığı bir
araştırmada doktor, hemşire, diğer yardımcı personel ve ailelerin yaşlı
hastanın bekar hayatı yaşamasını beklediklerini belirlemiştir (Burnside
1976).
Yaşlılıkta cinsel yaşama alternatif yaklaşımlar geliştirilebilir,
homoseksüellik, lezbiyen ilişkiler ve bazen de teşhircilik yaşlılar
arasında sık karşılaşılan durumlardır. Bunlar özellikle kurumlarda
yaşayan yaşlıların başvurdukları yollardır.
Kültürel inançlar, önyargılar yaşlı insanların cinselliğinin
kabulünde yaygın bir direnç gösterilmesine yol açmaktadır. Batı
toplumunda genç yaşlarda, güzellik ve fiziksel çekiciliğin, romantizm ve
cinsellikte önemi ciddi olarak ele alınır. Yaşlanma ile beraber fiziksel
değişikler cinselliği ve istekleri azaltır. Sonuçta genç toplumun
düşüncesinde seksüel aktivite yaşlılar için anormal veya sapıkça olarak
sınıflandırılır. Ayrıca bu davranışların geri yansımaları yaşlıları da
etkilemektedir ve genellikle toplumun inanç ve beklentilerine göre
yaşayan yaşlılarda böyle düşündüklerini belirtmektedirler. Yaşlılıkta
cinsel aktiviteyi azaltan ana öğeler, isteksizlik veya kapasitesizlik değil
beklentilerin azalması, kişilerarası ilişkilerin ve beden imajının
olumsuz etkilenmesidir (Parke 1991).
Yaşlılıkta cinsel yaşama hemşirelerin yaklaşımı:
Toplumda yaşlıların oranı artarken gençlerin sayısı azalmakta ve
kronik hastalık prevelansı artmaktadır. Bu bağlamda hemşireler, yaşlı
cinselliği ile daha çok karşılaşacaktır. Gelecekte hemşireler, geriatri
bakımı ve cinsellik konuları ile ilgilenmek üzere önemli bir pozisyonda
olacak ve yaşlıların cinselliği ile ilgili yaşlı yetişkinlere, sağlık eğitimi ve
cinsel danışmanlık yapacaktır (Pangman ve Sequire 2000).
Hemşirelik araştırmaları ve politikaları, tanımlayıcı çalışmalar
aracılığı ile yaşlılarda cinselliği, özellikle kronik hastalık yaşayan yaşlılarda
cinselliği ele almalıdır. Hemşirelik stratejileri, yaşlı yetişkinlerin
haklarını tanımalarında hemşirelere, kolaylık sağlayacaktır. Bu haklar,
yaşlıların yaşamında kaliteyi artırmak için cinselliklerine saygı duyma
ve sosyal yargıda değişiklik oluşturmadır. (Pangman ve Sequire 2000).
Hemşireler genellikle yaşlılıkta cinselliğe çok negatif bir tutum
sergilerler veya bunun varlığına bütünüyle dikkat etmezler. Tüm
hemşireler cinsellikte bireysel değerler ve standartlara sahiptirler ve
veremedikleri özgürlük ve önyargısız davranışları başkalarından
beklerler (Parke 1991). Brogan (1996), hemşireler tarafından yaşlı
249
insanların cinselliği son zamanlara kadar inkâr edildiğini ve holistik
hemşirelik bakımı verebilmek için yaşlıların cinselliği inkâr edilmemesi
gerektiğini vurgulamaktadır (Brogan 1996).
Griffiths (1988), hemşirelerin cinsellikle ilgili eğitimi almadıklarını
belirtmiştir. Hemşirelik tanıları bireyin tüm tedavisinde önemli
olmasına rağmen cinsellik konusu, tedavinin aşamalarına daha az
katılmış bir bölüm olarak görülmektedir (Griffiths 1988). Zalar (1982),
çalışmasında bu görüşü ifade ederek hemşirelerin sadece hastalığın
fiziksel ve emosyonel tanılaması ile ilgili unsurları belirlemeleri için
eğitildiklerini söylemiştir. Psikoseksüel gelişim bilgisi olmadan belirsiz
davranışlara sahip olunacağından hemşire eğiticiler müfredatlarında
cinselliği içeren bilgilere de yer vermelidirler. Eğitim programlarında
kazandırılacak tutumlar, yaşlılıkta cinselliğin değiştiği ve bir
gereksinim olduğu yönünde olmalıdır (Zalar 1982).
Hemşireler, sadece kendi davranışlarını değiştirmeyi bir amaç
edinmemeli aynı zamanda topluma ve yaşlılara uygun rol model
olmalıdırlar. Tutumların tüm düzeylerde değişmesi gerekir ve bu
değişim hemşirelik eğitimi ile başlayabilir. Örneğin; yaşlıların bakımında
olumlu tutumlar desteklenmeli, yaşlılıkla ilgili genel yargılarla mücadele
edilmelidir. Bu yaşlı nüfusta cinselliğin kabulünün yaygınlaşmasını
kolaylaştırabilir (Parke 1991).
Gott ve Hinchliff (2003) çalışmalarında yaşlılarda cinsel
problemlere ilişkin profesyonel yardım almayı engelleyen pek çok faktör
belirlemiştir. Bu faktörleri; utanma, korku, seksüel problemi algılama,
ciddi bir problem olarak görmeme, uygun hizmeti almada bilgi eksikliği
olarak tanımlamıştır (Gott ve Hinchliff 2003). Gott (2006) , yaşlılar
sağlık personeli ile cinsel sağlıklarını konuşmak istediklerini ve sağlık
personelinin de yaşlıların cinselliği hakkında eğitime ihtiyacı olduğunu
belirtmiştir. Her iki grup arasındaki kördüğüm olan iletişimin yeniden
düzenlenmesi ve yaşlılıkta cinselliğin olmadığına ilişkin görüşün uzun
yıllar devam etmemesi için hizmet içi eğitim yapılabilir (Gott 2006).
Hemşireler seks terapisti değildir, ancak hemşirelik süreci ile
yaşlı hastaların cinsellikle ilgili fiziksel, emosyonel ve sosyal korkularına
olası çözümler bulabilirler. Yaşlılara önyargılı olunmamalıdır çünkü her
hastanın cinselliği özeldir. Örneğin yaşlı insanların bazıları ahlaki
kısıtlamalar nedeni ile ilişkide evliliğin gerekliliği veya menopozdan
sonra ilişkinin sona ereceği, sadece zevk için değil doğurganlık için
ilişkinin gerekliliğine inanabilirler (Parke 1991).
Hemşireler için yaşlıların cinsel danışmanlığında kullanılabilecek rehber
1. Đletişim Becerileri:
· Kendi inanç, değer ve tutumlarınızı gözden geçirin
250
· Đletişim becerilerinizi değerlendirin
· Cinsel fizyoloji ve işlevlere ilişkin bilgilerinizi gözden geçirin
· Kendinize “Ne tür sözsüz mesajlar veriyorum?” sorusunu sorun
2. Sorunun değerlendirilmesi:
· Anatomi ve fizyolojiye ilişkin bilgi gereksinimi var mı?
· Özel bir cinsel sorunu var mı?
· Sorun cinsel işlev ile doğrudan ya da direk ilgili klinik bir durum
oluşturmuş mu?
· Organik bir sorun var mı?
· Yaşlı beklentilerine ters düşen başarısızlık için kendini suçluyor mu?
· Fiziksel hastalık veya ilaçları var mı?
· Yitirilen değil şu andaki kapasite durumu nedir?
3. Tartışmanın sürdürülmesi:
· Çocuklukta cinselliğe ilk yönelişi
· Çocukluğundaki mastürbasyon deneyimi nedeni ile kalıcı duyguları
· Geçmiş cinsel deneyimleri (özellikle ilk deneyimi)
· Cinsel deneyiminin toplum yapısı ve dinsel inanışlarla bağlantısı
· Yanıtlarda varsa tutarsızlığı değerlendirin
· Görüşmenin gizliliği konusunda güven verin
· Konuşmaktan kaçınmayın
· Danışmanlık sırasında yaşlının kendi yanıtlarını bulmasına yardım
edin ve bulduğu yanıtı destekleyin
4. Açık cinsel davranışları ve uygunsuz önerileri sınırlandırma:
· Çevreyi ve neden olan olayları gözden geçirin
· Cinselliği kanıtlama gereksinimini araştırın
· Duygusal yoksunluğunu değerlendirin
· Erkek yada kadın olarak yaşama ve işlev görme, gereksinim ve
kapasitesini tanımlayın
· Sağlıklı çıkış yollarını gösterin
· Cezalandırmayın
5. Pis, yaşlı adam imajı:
· Bu imaj ile ilgili olarak siz ve diğer çalışanlar ne düşünüyor ve
duyuyorsunuz? Kültürümüz, yaşam biçimimiz vb. den etkilenen bu
duygu ve düşüncelerin ekip halinde tartışılması, paylaşılması ve
çözümü yararlı olabilir.
251
6. Mastürbasyon:
· Mastürbasyonun normal ve sağlıklı olduğunu kabullenin
· Kendi tutumlarınızı değerlendirin
· Gizlilik gerektirdiğinden uygun yer ve zaman için destekleyin
· Yargılamayın ve cezalandırmayın
7. Alternatif öneriler:
· Soruna yönelik uygun öneriler ve çözümler üretilebilir (Kömürcü ve
Aksayan 1992).
Eğer biz hemşireler her hasta için cinselliği varsaymazsak onun
temel insan gereksinimlerini reddetmiş oluruz. Hemşirelerin yaşlıların
cinselliğine ilişkin tutumlarının olumlu olması gerekir. Burnside’ın
(1976) dediği gibi yaşlıların ölünceye kadar bizim bakımımıza ve
şefkatimize hakları vardır, çünkü insanoğlunun bu dilek ve isteklerinin
bir zamanı yoktur.
KAYNAKLAR
1. Bildtgard T (2000). The sexuality of elderly people on film-visual limitations. Journal
of Aging &Identity. 5(3): 169-183
2. Brogan M (1996). The sexual needs of elderly people :adressing the issue. Nursing
Standard. 10(24): 42-45
3. Burnside I. M (1976). Nursing and the aged. New York: McGraw Hill.Book.Cop.
4. Ginsberg T. B, Pomerantz S. C, Kramer- Feeley V (2005). Sexuality in older adults:
behaviours and preferences. Age & Aging 34(5): 475-480
5. Gott M (2006). Sexual health and the new ageing. Age and Ageing, 35(2): 10-107
6. Gott M, Hinchliff S (2003). Barriers to seeking treatment for sexual problems in
primary care: a qualitative study with older people. Family Practice, 20(6) 690-695
7. Griffiths E (1988). No sex please. Nursing Times 84(1): 34-35
8. htpp://www. aging sex htm erişim 12.07.2006
9. htpp://aging sex in the later years.htm erişim 12.07.2006
10. http://www.geocities.com/HotSiprings/Villa/3625/cinsel/yaslsex.html
03.07.2003.
erişim
11. http// male health center-aging and sex.htm erişim 12.07.2006
12. http://www.un.org.tr/who/bulten/turk/bul4ureme.htm erişim. 03.07.2003
13. Kömürcü N, Aksayan S (1992). Sağlıklı yaşlanmanın bir boyutu, yaşlılıkta cinsellik.
Uluslararası Hemşireler Birliği 1992 Teması Sempozyumu Kitabı, Ankara. 208-213.
14. Kömürcü N (1992). Ebe ve hemşirelerin cinselliğe ve bu konudaki danışmanlık
rollerine ilişkin tutumları. III. Ulusal Hemşirelik Kongresi Kitabı, Sivas: Esnaf Ofset.
Matbaacılık, 267-272.
252
15. Minichiello V, Plummer D, Loxton D (2004). Factors predicting sexual relationships
in older people: an Australian study. Australian Journal on Ageing, 23(3): 125-130
16. Özsoy Karabulut Ö, Başalan Đz F (2002). Yaşlılarda yaşam kalitesi. Hemşirelik
Forumu, 5 (6): 51-53.
17. Pangman V, Sequire M (2000). Sexuality and the chronically ill older adult: a social
justice issue. Sexuality & Disability, 18(1): 49-59
18. Parke F (1991). Sexualty in later life. Nursing Times, 87 (50): 40-42
19. Sertbaş G. Bahar A (2003). Huzurevinde yaşayan yaşlıların yaşlılığa ilişkin görüşleri
ve sosyal uyumlarının değerlendirilmesi. Hemşirelik forumu, 6 (5): 33-39
20. Şirin A (1995). Kadın ve Menopoz: Seksüel sıkıntılar. Bornova-Đzmir. E.Ü. Basımevi,
.36-38.
21. Taşkın L (1997). Kadın hayatının devreleri: Doğum ve kadın sağlığı hemşireliği.
Ankara, Sistem Ofset Mat, 435-451
22. Walz T (2002). Crones, dirty old men, sexy seniors: representations of the sexuality of
older persons.Journal of Aging & Identity, 7(2): 99-112
23. Yıldırım Y K (2005). Yaşlı istismarı ve önlenmesi. Ege Üniversitesi Hemşirelik
Yüksekokulu Dergisi, 21(1): 167-174
24. Zalar M. K (1982). Role preparation for nurses in human sexual functioning. Nursing
Clinics of North America, 17(3): 351-363
253
2007 YILI BĐRĐNCĐ SAYI ĐÇĐNDEKĐ MAKALELER
Araştırmalar
- Hemşirelik Yüksekokulu Mezunlarının Aldıkları Lisans Eğitimine Đlişkin
Görüşleri
The Investigation Of The Opinions of Graduated Nurses About Bachelor’s
Degree Education
Leyla KHORSHID…………………………………………………………………….…1-14
- Hemşirelik Uygulamalarının Farklı Kliniklerde Gerçekleştirilme Sıklığının
Đncelenmesi
The Investigation of the Realizing Frequency of Nursing Interventions of Nurses
Working in Different Clinics
Leyla KHORSHID, Yeliz DEMĐRCĐ…………………………………………….....15-26
- Ameliyat Öncesi Dönemde Hastaların Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavi (TAT)
Yöntemlerini Kullanma Durumlarının Đncelenmesi
Examination of Patients’ Use of Complementary and Alternative Methods in the
Preoperative Period
Yelda CANDAN DÖNMEZ, Arzu ÖZCAN ĐLÇE, Meryem YAVUZ,
Alev DIRAMALI……………………………………………………………………….. 27-36
- Đlköğretim 1. Sınıf Öğrencileri Sağlık Eğitiminde Öykülerin Etkisinin
Araştırılması
An Investigation The Effects of Short Stories on the Health Education of Firsth
Class Students At The Primary School
Sami OLUK, Tuğba ÇAY………………………………………………………….… 37-50
- Ebe /Hemşirelerin Ruhsal Sorunlu Bireylere Yönelik Tutumlarına Ruh Sağlığı
Eğitiminin Etkisi
Effective of Mental Health Education Introduced to Attitudes Toward
Indivudials With Mental Problem of Nurses/Midwives
Olcay ÇAM, Đlknur PEKTAŞ, Ayşegül BĐLGE………………………………..… 51-66
- Hemşirelik Kararları Đçin Eleştirel Düşünme Modeli’nin Uygulamada
Kullanımı
A Critical Thinking Model For Nursing Judgement in Clinical Application
Candan ÖZTÜRK, Gonca KARAYAĞIZ MUSLU……………………………..… 67-74
- Maneviyat ve Manevi Bakım Dereceleme Ölçeği’nin Türkçe Formunun
Geçerlilik ve Güvenilirliği
Validity And Reliability Of Tthe Spirituality And Spiritual Care Rating Scale”
Türkish Version
Şafak ERGÜL, Ayla BAYIK TEMEL………………………………………….…… 75-87
- Hemşirelik Öğrencilerinin Öğretim Sistemine Đlişkin Görüş ve Önerileri
The Opinion and The Proposal Related To The Teaching System Of The Nurse
Students
Fatma ORGUN, Nilay ÖZKÜTÜK, Ayla BAYIK TEMEL…………………..... 89-102
XIII
Derleme Yazılar
- Onkolojik Aciller
Oncologic Emergencies Bowel Obstruction
Öznur USTA YEŞĐLBALKAN…………………………………………………….103-113
- Sağlık Kurumlarında Çatışma
Conflict In The health Care Organization
Olcay ÇAM, Ebru AKGÜN……………………………………………..………..115-124
- Hemşirelikte Çatışma ve Çatışma Yönetimi
Conflict And Conflict Management In Nursing
Olcay ÇAM, Ebru AKGÜN……………………………………………………….125-134
- Sepsisli Hastada Hemşirelik Bakımı
Nursing Care In Sepsis Patient
Asiye AKYOL………………………………………………………………………..135-151
- Cerrahi Dışındaki Yöntemlerle Yara Debridmanı
Wound Debridement With Nonsurgical Methods
Ülkü GÜNEŞ, Đsmet EŞER……………………………………………………..153-162
- Kritik Bakım Alan Hastalarda Görülen Psikosasyal Değişiklikler ve Hemşirelik
Girişimleri
Psychosocial Alterations Seen In patients Taking Critical Care And Nursing
ınterventions
Özgül EROL, Nuray ENÇ………………………………………………………..163-171
- Romatizmal Hastalıklarda Multidisipliner Ekip ve Romatoloji Hemşiresinin
Rolü
Multidisciplinary Team In Rheumatic Diseases And Role Of Rheumatology
Nurse
Yasemin TOKEM, Gülümser ARGON, Gökhan KESER………………….173-183
DERGĐ YAZIM KURALLARI
Yayının Kabulü: basılması istenen yazılar, aşağıda belirtildiği şekilde,
3 kopya halinde hazırlanıp dergi editörlüğüne gönderilecektir. Adres: Ege
Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi Editörlüğü, Ege Üniversitesi
Hemşirelik Yüksekokulu, 35100 Bornova-ĐZMĐR. Makaleler üç bağımsız
hakem tarafından incelenip, onayları alındıktan sonra yayınlanabilir.
Hakemler, gerekli gördükleri yazılara değişiklik önerebilirler. Makalenin
yayınlanmasında son karar, editör görüşü ile Dergi Yayın Kuruluna aittir.
Dergiyi gönderilen yazılar geri gönderilmez. Dergide yayınlanan azılar için,
herhangi bir ücret yada karşılık ödenmez.Gönderilen yazıların kabul edilip
edilemeyeceği yazarlara bildirilir. Makalenin kabulü halinde, başlıkların
altına yazar ad(lar)ı eklenip diskete kaydedilerek gönderilmelidir.
Makalenin Hazırlanışı: Makale A4 boyutlarında beyaz kağıda
yazılmalıdır. Macintosh bilgisayarda Design Studio programında, satır
aralığı 13, paragraf aralığı 7’ye ayarlanmalı, üstten 4, soldan 4, en az 12.5
boy 20 olacak şekilde formatlanarak; başlık 10 punto Bookman, Özet 9
punto Bookman, ana metin 10 punto, tablo ve kaynaklar 8 punto olacak
şekilde yazılmalıdır. IBM formatlı bilgisayarda yazılması halinde; Ms Office
Version 5.0’da üst-alt boşluklar 2.54 cm, sağ-sol boşluklar 3.17 cm, en az
19 cm, boy 26.5 olacak şekilde formatlanarak; başlık 10 punto bold, özetler
9 punto bold, ana metin 10 punto, tablo ve kaynaklar 8 punto olacak
şekilde hazırlanmalıdır. Araştırma raporları 16, derleme ve olgu sunumları
10 sayfayı (kaynakça dahil) geçmemelidir.
Makalenin Yazılışı şu sırayı izlemelidir.
1. Başlık Sayfası
· Türkçe Başlık (Büyük harf ile),
· Đngilizce Başlık (Büyük harf ile),
· Yazarların adları ve soyadları (soyadı büyük harf ile)
· Yazarların Yazışma adresleri,
· Makale bir kongrede bildiri olarak sunulmuş ise, sunulduğu
toplantı ve yılı belirtilmelidir.
2.Özet Sayfası
Özetler Türkçe ve Đngilizce Olmak üzere iki dilde olmalı, yazının
Türkçe ve Đngilizce başlıklarını taşımalı, araştırmanın temel anlamını metne
bakmayı gerektirmeyecek şekilde 250-300 sözcük ile yansıtmalıdır.
XV
Araştırma Makalelerinde; Amaç, Gereç ve Yöntem, Bulgular, Sonuç,
Tartışma ve Anahtar Sözcükler.
Abstract’ta; Objective, Material Method, Results, Conclusion, Key Words.
Derleme Makalede; Derleme özetleri (Türkçe, Đngilizce) giriş (amaç),
gelişme, sonuç anlamı taşıyacak şekilde içeriği tam olarak yansıtmalıdır.
Özetler sayfası metnin birinci sayfası olacak şekilde numaralandırılmalıdır.
3. Metin: Dil ve biçim (üslup): Yayınlarda;
· Açık, güncel ve rahat anlaşılır Türkçe Kullanılmış,
· Gramer ve yazım kurallarına uyulmuş,
· Yeni, alışılmadık ve yabancı terimler kullanılmışsa yanlarında
Türkçe eşanlamlarına yer verilmiş,
· Kısaltmalar kullanılmışsa ilk kullanımda terimin yanında parantez
içinde kısaltması belirtilmiş olmalıdır.
Derlemeler: Konuyu yeterince irdeleyen kapsamlı literatür taramasına
dayandırılmış olmalı; giriş anlatımını izleyen alt başlıklarda toplanmış ve
uygun bir sonuç anlatımıyla bağlanmış olmalıdır. Kaynakça kullanım
kurallarına uyulmalıdır.
Araştırma Raporları: Amaç, Gereç ve Yöntem, Bulgular, Tartışma , Sonuç
ve Öneriler, kaynakça başlıklarını taşıyan bölümlerden oluşmalıdır.
Araştırmaya katılmamış, ancak destek sağlamış olan kişi ve kuruluşlara
teşekkür başlığı altında teşekkür edilebilir. Verilerin toplanmasında,
örneklem gruplarının haklarının korunması açısından etik kurallara
uyulduğu açıkça belirtilmeli, kritik gruplarla yürütülen çalışmalarda etik
kurul veya kurum izin belgelerinin fotokopileri eklenmelidir.
Tablo ve Şekiller: (Grafik, fotoğraf ve çizimler)’ e sıra numarası verilmelidir.
Her tablonun üstünde ve şekillerin altında sıra numarası ve şekilleri kısaca
açıklayan bir anlatım bulunmalıdır. Araştırma raporları derleme ve olgu
sunumları için en çok 4 şekil kabul edilmektedir. Tablo, şekil ve grafikler,
bilgisayarda çizilip metin içinde olması gereken yere yerleştirilmelidir. Başka
bir kaynaktan alınan tablo ve şekillerin altına, alındığı kaynak şu şekilde
belirtilmelidir.
Güvenç B (1970) Kültür kuramında bütüncülük sorunu üzerine bir
deneme. Ankara, s.51’den alındı.
Fotoğrafların eni 11 cm. boyu 15 cm.’i aşmamalı, metin içinde
fotoğrafın yerleştirileceği yer boş bırakılıp fotoğraf altına gerekli açıklama
yapılmalıdır. Fotoğrafın dergide basım ücreti yazara aittir.
4. Kaynak Kullanımı:
Metin içinde: Yazarın soyadı ve yazının yayın tarihi ile birlikte belirtilmeli,
yazar ve tarih arasına virgül konmamalıdır. Đki yazarlı kaynaklarda,
yazarların her ikisinin soyadı, ikiden fazla yazarlılarda ise, birinci yazarın
soyadı ve “ve ark.” Şeklinde belirtilmelidir.
Örnekler
Graydon (1988), depresyonun…
Sarna ve Mc Corkle (1996), araştırmalarında……
Lasry ve ark. (1987), yaptıkları çalışmada……
………Saptanmıştır (Graydon 1998).
….ortaya çıkarılmışlardır (Bard ve Sutherland 1955).
Aynı yazarın, aynı yıldaki değişik yayınları (Bayık 1996 a, Bayık 1996 b)
şeklinde belirtilmelidir.
Birden çok yazar aynı anda gösterileceği zaman, aynı parantez içinde
virgülle ayrılarak gösterilmelidir.
Örnek:
(Argon 1992), Karadakovan 1992).
Kaynakçada: Kaynaklar, alfabetik sıra ile dizilmelidir. Yazar ad (lar) ının
baş Harfleri arasına noktalama işaretleri konulmamalıdır. Üç Yazara kadar
çoğul yazarlı kaynaklarda, yazar soyadı ve adının baş harfini izleyerek
aralarına virgül konulmalıdır. Üçten fazla yazarlı kaynaklar, ilk üç isimden
sonra “ve ark.” Şeklinde belirtilmelidir.
Dergi isimleri, Index Medicus’a uygun olarak kısaltılmalıdır. Dergi
makalesi, kitap isimleri yazılırken, ilk kelimenin baş harfi büyük, diğerleri
küçük harfle yazılmalıdır.
Kaynakların Yazılışı Đle Đlgili Örnekler
Dergi Makalesi
Lorig K, Gonzales VM, Ritter P ve ark. (1997). Coparison of three methods of
data collecetion in an urban Spanish-speaking population. Rurs res, 46: 4,
230-234
Dergi Eki (Supplement)
Weiss ME (1991) Tymapanic infrared thermometry for fullterm and preterm
neonates. Clin. Pedatr, 30 (Suppl. 4), 42-45.
Kitap:
Karasar N (1995) Araştırmalarda rapor hazırlama. 8. basım, Ankara: 3A
Araştırma Eğitim danışmanlık Ltd., 101-112.
XVII
Kitap Bölümü:
Kaufman CA, Wyatt RJ, (1987). Neuroleptic Malignant Syndrome. (içinde)
Melszer HY (ed). Psychopharmacology. New York: Raven Press, 1421-31.
Kitap Çevirisi:
Wise MG, Rundell JR (1994) Konsültasyon Psikiyatrisi (Çev. TT Tüzer, V
Tüzer). Compos Mentis yayınları, Ankara, 1997.
Metin içinde “Wise ve Rundell (1994)” şeklinde gösterilir.
Yazar Adı Olmayan Yayınlar
(Sık kullanılan Çeviri Kaynaklara Örnekler):
American Psikiyatri birliği (1994) Mental Bozukluklarının Tanısal ve
Sayımsal El Kitabı, dördüncü baskı (DSM-IV) (Çev.ed.: E Köroğlu) Hekimler
Yayın Birliği, Ankara, 1995.
Metin içinde “American Psikiyatri Birliği (1994)” şeklinde gösterilir.
Dünya Sağlık Örgütü (1992) IDC-10 Ruhsal ve Davranışsal
Bozukluklar Sınıflandırılması. (Çev. Ed.;MO Öztürk, B Uluğ, Çev.:
F.Çuhadaroğlu, Đ.Kaplan, G. Özgen, MO Öztürk, M rezaki, B Uluğ). Türkiye
Sinir ve Ruh Sağlığı Derneği Yayını, Ankara, 1993.
Metin içinde “Dünya Sağlık Örgütü (1992)” şeklinde gösterilir.
Kongre Bildirileri:
Kayır A (1986). Tek ve kardeşli ergenlerde şahsiyet yapısı. XXI. Ulusal
Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi Kitabı, Đstanbul: Mimeray Ofset,
546-52.
Kongre bildirileri kitap haline getirilmemişse, sunulduğu kongrenin adı,
yeri, yılı ve sözel yada poster bildiri olduğu belirtilmelidir.
Yayınlanmamış Tez
Yavaş O (1993). Bir üniversite hastanesinde çalışan hemşirelerin iş doyumu
ve örgütsel gereksinimlerine ilişkin bir inceleme. Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Đzmir: Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 53-55.
Yazarı Editör Olan Yayınlar
Uyer G (Ed) (1986). Yeni bir birimin planlanması ve organizasyonu. (içinde)
Hemşirelik hizmetleri yönetimi el kitabı. 1. Baskı, Đstanbul: Birlik Ofset Ltd.
şti., 52-61.
Basılmamış Yayınlar
Gordes G, Cole JO, Haskell D ve ark. The naturel history of tardive
dyskinesia. J.Clin Psychophormacol, (Baskıda).
Gazete Makalesi
Akbal O (1992). Bilimin özgürlük savaşı. Milliyet Gazetesi, 7 Temmuz 12.
Sadece Đnternette Yayınlanan Bir Dergide Yer Alan Makale Kaynak
Olarak Kullanılıyorsa;
1. Tam yayın tarihi kullanılır.
2. Genellikle cilt ve dergi sayıları, sayfa numaraları yoktur.
3. Makaleye doğrudan ulaşım adresi ve indirilen tarih verilemlidir.
Frederickson BL (2000, Mart 7). Cultivating positive emotions to
optimize health and well being. Prevention& Treatment 3,
Makale0001a.
20
Kasım
2000’de
http://Journals.apa.org/
prevention/volume3/ pre0030001a. html adresinden indirildi.
Kaynakların doğruluğundan yazarlar sorumludur. Doğrudan
yararlanılmayan ya da başka kaynaklardan aktarılmış kaynaklar
belirtilmemeli, basılmamış eserler, kişisel haberleşmeler, Medline
taramalarından ulaşılan makalelerin özetleri kaynak gösterilmemelidir.
XIX