02 - Dergi Bursa

Transkript

02 - Dergi Bursa
Nisan 2011
Fiyat›: 7 TL
02
www.dergibursa.com.tr
K E N T
V E
Y A Ş A M
D E R G İ S İ
Sarı sıcak MARDİN / Toprağın bize armağanı ÇİNİ / Helen’den beri aynı şehirim ben İZNİK
Beklentilerinizi boşa çıkarmayan şehir PARİS / Yakın plan Bursa güzelleri / MAVİ
1
2
3
4
5
6
7
8
9
editör
“Eğer ki bu dergiyi okuyorsanız”
Çok değerli notları bu derginin içerisine gizliyoruz. Küçük bir define
avı sayesinde, hep birlikte paylaşmanın zenginliğini ve içtenliğini
yaşayabiliriz.
Ve dergi bursa ile; insanların
sıkça uğradığı 1500 farklı anahtar
noktadayız. İkinci sayımızla
birlikte Özhan Shopping’ler
(Beşevler, Eğitimciler, Geçit,
Saygınkent, Bademli ve İhsaniye)
ve bazı bayilerde satıştayız. Almira
Hotel’in, Çelik Palas Hotel’in ve
Kitapevi Otel’in tüm odalarındayız.
Tüyap fuar alanındayız. Alışveriş
merkezlerindeki mağazalar
sayesinde alışverişteyiz. Bakılacak
değil, okunacak dergi arayan
insanların elindeyiz. Dağıtım
noktalarımızdan “araklanan” dergiler
sayesinde insanların evindeyiz.
Kulağımıza gelenlere göre yolcuğa
giden okuyucularımızla birlikte
seyahatteyiz. Ve buyurun gelin
“evdeyiz.” Ve eğer ki bu satırları
okuyorsanız, tekrar karşınızdayız.
Yine bekleriz.
10
Beni tanıyanlar bilirler; anlatacak
onca kelamım varken küçük bir gizem
oyunu ile dikkat çekmek, çok da
üslubum değildir. Fakat dikkat çekmek
istediğim noktaları okumanızı rica
ediyorum. Gizemli bir giriş yolu seçmiş
olsam da altını çizmek istediğim
cümleleri, size çok net bir şekilde ifade
etmeye çalışacağım.
“imece”nin en güzel örneği... İlk
sayımızda künyemizde yer alan veya
dışarıdan dolaylı yollarla destekleyen
tüm dostlarımıza şükranlarımı
sunuyorum. Sizlerin sayesinde
Bursa, “takip edilen yeni bir yayın”
kazandı. Onların isimleri künyede
artık farklı bir şekilde yer alacak:
“çorbada tuzu olanlar...”
“Teşekkür”
“Barış”
Bu satırları yazmak boynumun borcu.
İlk sayımızda “Bursa’nın demini
alıp, size dergi yapacağız” diyerek
seslenmiştim buradan sizlere. Bu
kez ise okunmuş bir derginin yayın
yönetmeni olmanın keyfiyle Bursa’da
çok dem birikmiş diyebilirim. Çünkü
onca insandan gelen tepkiler bunu
bize kanıtladı. Gerek bana ve yayın
ekibimize, gerek değerli yazarlarımıza,
gerekse reklam veren firmalarımıza
gelen dönüşler ve yansımalar bizi çok
memnun etti. Kimisi eposta yoluyla
ulaştı. Kimi gülümseyerek anlattı,
kimiyse telefonda ifade etti hislerini.
Hepinize “dergi bursa”da emeği geçen
herkes adına çok teşekkür ediyorum.
Bu söylemek istediklerimin ilki ve
hazinenin ilk ipucu olarak kayıtlara
geçebilir.
Dikkat çekmek istediğim bir diğer
husus ise birazdan okuyacağınız
sayfaların içerik teması ile alakalı.
Beyaz güvercin neden bu sayfada
diyenleri de duyar gibiyim. Nedeni
basit aslında. dergi bursa’nın bu ayki
teması bir renk, mavi... Gerek bu rengin
simgelediği konular gerekse küçük
detaylarda “mavi” rengi bulacaksınız
derginin içeriğinde. Beyaz güvercini
mavi renkle birlikte düşünürüm hep.
Aklıma gelen tek şey de barıştır...
Peki ya neden siyah zemin ve beyaz
güvercin? Çünkü barışı arıyoruz hep
birlikte. Şu günlerde kanlar içerinde
kıvranan dünyaya da, yıllardır terör
lanetiyle baş etmeye çalışan ülkemize
de barış diliyorum. Bunun tek yolunun
ise birbirimizi sevmekten geçtiğini
biliyorum.
“Çorbada tuzu olanlar”
Herkese sevgilerimle...
Teşekkür etmem gereken bir “dergi
dolusu” insan var önümdeki notlarda.
Öncelikle bize güvenip destek olan
değerli reklamverenlerimize minnettarız.
Bu dergi Bursa yayıncılığında
Keyifli okumalar.
ır
k
a
Ç
n
i
g
En
11
arka plan
Yıl: 1 Sayı: 2 / Nisan’11
ISSN: 2146 - 1457
Yerel Süreli Yayın (2 Aylık)
www.dergibursa.com.tr
İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni
Engin Çakır (Sorumlu)
[email protected]
Yayın Koordinatörü
Emine Korku
[email protected]
Reklam Satış ve Rezervasyon
[email protected]
T. (0224) 233 87 11
www.dergibursa.com.tr
Grafik Tasarım
Photo Graphica Creative
[email protected]
Fotoğraf
Demet Argun Güngör
Engin Çakır
Özgür Çakır
Çorbada Tuzu Olanlar
A.Şerif İzgören
Aise Amet
Op. Dr. Cenk Aşkalli
Celil Sezer
Dilek Şen
Emine Civanoğlu
Emir Kurtaran
Esra Minez
Fatma Şimşek
Filiz Bedir
Gözde Aral
Hakan Akdoğan
Prof. Dr. Haluk Ertürk
Kader Cingöz
Kadir Kılınç
İbrahim Kuşlu
Melih Karaer
Nazan Aşkalli
Orhan Turhan
Ömür Akkor
Özge Erol
Uz. Dr. Semih Bayat
Semih Tanyeri
Serkan Duru
Şeyda Bilgin
Ecz. Tunca Toker
Türkan Bulut Yiğitdinç
12
Yayıncı / Yönetim
Çekirge Mah. Selvili Cad.
No:12 Çelebi 2 Apt.
K.1 D.1 Osmangazi / BURSA
Tel/ Faks: (0224) 233 87 11
www.photographica.com.tr
[email protected]
Baskı
Dağıtım
www.furkanofset.com.tr
www.seckurye.com
Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergi Bursa’nın
isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzin
alınarak ya da kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.
Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir.
13
plan
K E N T
V E
Y A Ş A M
D E R G İ S İ
plan
bursa dokusu Helen’den beri aynı şehirim ben - İznik
18
tarihi değer Toprağın bize armağanı - Çini
30
odak noktası
Yakın plan Bursa güzelleri
36
gezi - yorum
Sarı sıcak Mardin
42
uzaktaki yakın
Beklentilerinizi boşa çıkarmayan şehir - Paris
50
tek karede bursa
Aise Amet
58
fotoğrafa yazı
Geceden bahsediyorum - Celil Sezer
60
rengarenk
Mavi bir düş üzerimizdeki
62
semboller
Still got the blues - A.Kadir Kılınç
66
havadan sudan
Suya yazılan yazı - Nazan Aşkalli
68
d.armağansın
Nazar Boncuğu - Serkan Duru
70
uğur böceği
İş Kalitesi - A.Şerif İzgören
72
deli kızın defteri
Üç harf: BEN - Gözde Aral
74
köşe
“Git evine reçel yap, kadın!” - Dilek Şen
78
armoni
“Bursa benim için ilk aşk gibi” - Melih Ünen
80
film şeridi
Charlize Theron
84
evrensel sanat Geometri ile iç içe soyut kavramlar - Vasiliy Kandiskiy
88
kitabi
Bursa defteri - Emine Civanoğlu
92
kavram defteri
Özgürlük: Bitişin başlangıcı - Hakan Akdoğan
94
türkçe sözlüğü
Dilbilgisi
96
sağlıklı düşünce
Fizik tedavide merak edilenler - Tunca Toker
98
açı
Gözümüzdeki sinsi tehlike
100
sağlıklı yaşam Nedir bu akupuntur dedikleri
101
kadın sağlığı
Gebelikte egzersiz
102
beden sağlığı
İş verimsizliğine çare: egzersiz - Türkan B.Yiğitdinç
103
keyfi yerinde
Ağız tadında uyumlu tercihler - M.Melih Karaer
104
yakın plan
Saraylara layık altınlı menü Bursa’da
106
bursa mutfağı
Bursa’nın mavi mutfağı - Ömür Akkor
108
kestaneli lezzetler
Elmalı tart
110
pasta mutfağı
Macaron: En renkli lezzet - Özge Erol
112
www.dergibursa.com.tr
14
15
16
17
bursa dokusu
İznik
18
Yazı: Engin Çakır
Fotoğraflar: Demet Argun Güngör - Engin Çakır
“Helen’den beri
aynı şehirim ben”
Geçen onca zamana rağmen
tarihteki ihtişamının her detayını
bize hissettirmek için çabalayan bir
uygarlıklar eşiği adeta İznik. En basit
ifadesiyle bir “açık hava müzesi...”
Zeytinlikler ve bağlarla çevrili bu kent
yaklaşık 5 km uzunluğundaki iki bin
yıllık surlarla çevrili. Çevresi de tıpkı
surların içerisinde kalan kent gibi
uygarlıklarla çevrili. Yakınlarında yer
alan Karadin, Çiçekli, Yüğücek ve
Çakırca Höyükleri M.Ö. 2500 yıllarına
dek uzanan izler taşıyor bugüne.
M.Ö. 7. yüzyılda Trak kavimlerinin
Geçmişi taşıyan surları ile Helenistik çağa dek uzanan
Bursa mirası... Izgara planlı kent yerleşimi ile Roma,
Bizans ve Osmanlı dönemlerinden bugüne kalmış bir
kraliyet hazinesi. Hemen yanıbaşımızda nefes alan kültürel
mozaik. Tarihteki ismi “Altın Şehir” olan İznik’in bize
anlatmak istediği o kadar çok meziyeti var ki...
göçlerinden önce burada kurulan
kent, Helikare ismini almış. Sikkelerin
üzerine basılan ismi ise Altın Şehir.
(Khryseapolis)
Büyük İskender’in generallerinden
Antigonos tarafından yeniden yapılmış
İznik. (M.Ö 316) O dönemde ismi
Antigoneia olarak anılmış. Ama
İskender’in ölümünün ardından
çıkan savaşta kazanan komutan olan
Lysimakhos, kente eşinin ismini yani
Nicaea’yı vermiş. Bizans dönemi ise
parlak bir dönem olmuş Nicaea için.
Birçok kilise, su yolları ve sarnıçlar inşa
edilmiş. Malazgirt zaferi ile Anadolu’ya
iyiden iyiye at süren Türkler 1075’te
devralmış şehrin anahtarını. Süleyman
Şah tarafından fethedilen Nicaea,
Selçuklu’nun ve Türklerin Anadolu’daki
ilk başkenti olmuş. Kentin ismi ise
Nicaea’nın izi anlamına gelen İznik
olarak değiştirilmiş. Fakat I.Haçlı
Ordusu ile baş edemeyen 1.Kılıçarslan
şehirden çekilmek zorunda kalmış
(1096). Böylece 1331 senesinde
Orhan Gazi tarafından fethedilene dek
sürecek 2. Bizans dönemi başlamış...
19
bursa dokusu
Orhan Gazi’nin fethinden sonra
döneminin en önemli sanat, ticaret ve
kültür merkezlerinden birisi haline gelen
şehir, özellikle Sadrazam Çandarlı
ailesinin yapılaşmalarıyla bambaşka bir
hüvviyete kavuşmuş. Birçok medrese,
han, hamam inşa edilen İznik, birçok
alim ve şaire ev sahipliği yapmış...
Zaten bu yüzden kente “Ulema Yuvası”
(Alimler Diyarı) denmiş... Hatta Osmanlı
döneminin ilk medresesi ve imareti
burada vücut bulmuş.
20
Mondros Mütarekesi’nden sonra 12
Temmuz 1920’de Yunan kuvvetlerince
işgal edilen İznik, Gazi Mustafa
Kemal’in kazandığı zafer ile 1922’de
tekrar özgürlüğüne kavuştu. Çeşitli
dönemlerin askeri, siyasi, dini, sosyal
ve kültürel yaşam biçimlerini bize
yansıtan birçok uygarlığın kalıntılarını
günümüze taşıyan ve kelimenin her
anlamıyla buram buram tarih kokan
İznik bugün; Roma, Bizans, Selçuklu
ve Osmanlı uygarlıklarının arkeolojik
ve etnografik kalıntılarıyla bütünleşmiş
durumda. İznik, Türkiye’nin en büyük
beşinci, Marmara Bölgesi’nin ise en
büyük gölü olan İznik Gölü'nün doğu
kıyısında, Bursa il merkezine 86 km
uzaklıkta. İznik ovası ve İznik Gölü
ise tam anlamıyla bereket sunuyor
insanlarına. Zeytin, üzüm, şeftali, kiraz,
erik, armut, elma, ceviz, domates,
taze fasulye, brokoli, brüksel lahanası
ve toprağının olduğu kadar ikliminin
de elverişli olmasından dolayı birçok
sebze ve meyvenin yetiştiği bir hazine
aynı zamanda. İznik’e has olan müşküle
üzümü bunların en ünlüsü. İznik
Gölü'nde tatlı su ıstakozu, yayın, sazan,
akbalık ve gümüş gibi 27 değişik deniz
canlısı bulunuyor.
İznik, Hristiyan alemi açısından da ayrı
bir öneme sahip. İlk ekümenik konsül,
M.S. 325’te 218 piskoposun katılımıyla
burada yapılmış ve Hristiyanlık dinine
hayat veren ve "İznik Yasaları" adıyla
bilinen 20 maddelik karar Senatüs
Sarayı’nda alınmış. İmparator
I.Constantinus'un huzurları ile yapılan
1. Konsül şiddetli tartışmalara sahne
olmuş. İskenderiyeli din adamı Arius'un
"Hz. İsa'nın sadece bir insan olduğu
ve tanrıdan dünyaya gelmediği"
şeklindeki kısa sürede taraftar toplayan
tezi, toplantıya katılan piskoposları
çileden çıkarmış. Sonuçta bugün de
savunulan Hz. İsa'nın tanrının oğlu
olduğuna dair sav kabul görmüş. Arius
ve arkadaşları toplantıdan kovulmuş.
7. ve son Ekümenik Konsül de 787’de
İznik'teki Ayasofya Kilisesi'nde yapılmış
ve İmparatoriçe İrene’nin önderliği ile
resim ve heykel üzerindeki yasaklar
kaldırılmış. Tüm bunlardan dolayı İznik,
1962 senesinde Vatikan’da toplanan
19. Konsül’de Kudüs ve Vatikan’dan
sonra üçüncü kutsal kent ilan edildi.
İznik'in çevresini beş kenarlı çokgen
şeklinde kuşatan 4 ana (İstanbul
Kapı, Yenişehir Kapı, Lefke Kapı,
Göl Kapı) ve 12 tali kapısı bulunan
surlar, 4970 metre uzunluğunda.
İznik'in iki ana caddesinin kesiştiği
noktadan bakıldığında, 4 ana kapı
21
bursa dokusu
22
görünüyor. Lefke Kapı ve İstanbul
Kapı halen sağlam olarak varlığını
sürdürüyor. Yüksekliği 10-13 metre
arasında değişen surlarda, yuvarlak
ve kare şeklinde 114 burç bulunuyor.
Helenistik dönemde inşa edilmeye
başlanan surlar, Roma ve Bizans
dönemlerinde yapılan yeni ilavelerle
günümüzdeki şeklini almış. Depremler,
fiziki etkenler ve saldırılar (kuşatmalar)
nedeniyle zaman zaman zarar görseler
de yeniden yapılmış ya da onarım
görmüşler...
İznik Gölü’nün antik çağdaki ismi
Askania. Roma kayıtlarında övgüyle
bahsedilen göl, 1991 senesinden bu
yana sit alanı... Ayrıca İznik’te yüzlerce
tarihi değer bulunuyor. Fakat bunların
bazıları biraz daha dikkat çekici.
Bunlardan bir tanesi olan Senato
Sarayı, M.S. IV. yüzyılda göl kıyısında,
bugün İnciraltı adıyla anılan mevkide
inşa edilmiş. Hristiyan alemini yakından
ilgilendiren ve önemli kararların alındığı
"I. Ekümenik Konsil" burada yapılmış.
Obelisk (Dikilitaş-Beştaş-Nişantaşı)
Anıtı ise kentin 5 km kuzeyinde bağ
ve bahçeler arasında yükseliyor. 12 m
yükseklikteki bu mezar anıt, Eski Roma
Yolu (Elbeyli Kasabası) üzerinde.
İznik’te en çok dikkat çeken tarihi değer
ise Antik Roma Tiyatrosu. Göl kıyısı ile
Yenişehir kapı arasında geniş bir alana
inşa edilmiş olan tiyatro, aynı zamanda
Kuzeybatı Anadolu'nun ayakta kalan
ve en görkemli arkeolojik yapıtı.
Antalya Side Tiyatrosu gibi düz araziye
yapılmış nadir ve görkemli yapının
üst oturma yerleri yıkılmış durumda.
Birçok bölümünün taşları surlara taşınıp
tamirlerde kullanılmış. Berberkaya
Mezar Anıtı (Kral Mezar Taşı) ise kentin
doğusundaki Abdülvahap Tepesi'nin
güneybatı yamacında. Tek bir kaya
kütlesinden yontularak yapılmış,
büyük bir oda biçiminde bir anıt
mezar. Zemininde mezarlar yer alıyor.
İznik'teki Helenistik çağa ait tek eser.
Yöre halkının "Berber Kaya" olarak
adlandırdığı devasa boyuttaki bu anıt
mezarın Bithynia Kralı II. Prusias (M.Ö.
185-149) için yapıldığı biliniyor.
Kentin geçmişle bağını kuran bir
diğer tarihi doku da “Taş Köprü.” Bu
tarihi köprü kentin 3 km batısında
İznik-Orhangazi kara yolunun 50 m
kuzeyinde. Roma döneminde yapılan
ve tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan
köprü 20 metre uzunluğunda ve 2,5 m
genişliğinde.
İznik’in en önemli tarihi değeri ise
Ayasofya Müzesi. (St. Sophia) Müze
23
bursa dokusu
şehrin tam ortasında, kentin dört
kapısına ulaşan yolların kesiştiği
noktada yer alıyor. İlk olarak M.S. VII.
yüzyılda Romalılar tarafından inşa
edilen Gimnasium üzerine Bizans
döneminde Bazilika olarak inşa
edilmiş. Çeşitli hasar ve onarımlar
nedeniyle bugüne kadar büyük
değişimlere uğramış. XI. yüzyıldaki
depremden sonra yenilenmiş. Orhan
Gazi tarafından 1331 yılında camiye
dönüştürülmüş. Kanuni döneminde
ise Mimar Sinan tarafından büyük
değişikliklerle yenilenmiş. VII. Ekümenik
Konsül’e ev sahipliği yapmış.
Yakın geçmişe kadar su ihtiyacını
karşılayan su kemerleri(Aquaducts) de
İznik için çok büyük anlamlar taşıyor.
Ya da üzeri bir tonozla örtülü olan
Hypoge ismindeki yeraltı mezarı. Böcek
24
Ayazması olarak bilinen Vaftizhane;
yarım kubbesinde altın zemin üzerinde
kucağında Hz. İsa olan bir Meryem
mozaiği, iki yanında ise imparator
elbiseleri ile giyimli dört baş melek
tasviri yer alan Koimesis Kilisesi; tabanı
çok süslü mozaiklerle kaplı Hagıos
Tryphon Kilisesi ve İstanbul Kapı’ya
giden caddenin sol tarafında bulunan
Ayatrifon Kilisesi de diğer önemli
eserler...
İznik'in sembolü olan ve en muhteşem
kültür varlıklarımızın başında gelen
Yeşil Cami ise, adını yeşil çinili ve
tuğlalı minaresinden alıyor. Erken
Osmanlı döneminin tek kubbeli
camileri arasında en görkemlilerinden.
Mermerlerden yapılmış caminin
mihrabında görülmeye değer ve
zengin bir taş işçilik bulunuyor.
Nilüfer Hatun İmareti ise artık İznik
Müzesi olarak kullanılıyor. 1388 yılında
I.Murat tarafından annesi Nilüfer
Hatun anısına inşa ettirilen imaret;
tuğla sistemiyle inşa edilmiş, zengin
ve renkli bir taş ve tuğla işçiliğine
sahip. Müzede İznik ve çevresinden
çıkarılan arkeolojik buluntular ile
Ilıpınar, İznik Roma Tiyatrosu ve
İznik'teki çini fırınları kazılarından
çıkarılan eserler sergileniyor. Müze
bahçesinde ise Yunan, Roma, Bizans
ve Osmanlı eserleri (sütun başlıkları,
lahitler, kabartmalar, korkuluk levhaları,
ambonlar, siterler, yazıtlar, çörtenler,
sütun tanburları, vaftiz havuzları, pişmiş
toprak levhalar ve mezar taşları) yer
alıyor.
İznik'te ayrıca; Hacı Özbek Cami,
Şeyh Kutbuddin Camii ve Türbesi,
25
bursa dokusu
Eşrefi Rumi (Eşrefzade) Camii ve
Türbesi, Mahmut Çelebi Camii, Yakup
Çelebi Camii ve Türbesi, Orhan Gazi
Camii ve Hamamı, Süleyman Paşa
Medresesi, İsmail Bey Hamamı, I.Murat
Hamamı (Hacı Hamza Hamamı),
I.Murat Hamamı (Meydan Hamamı),
Konak Hamamları, Kırgızlar Türbesi,
Sarı Saltuk Türbesi, Davudi Kayseri
Türbesi ve Çınarı, Alaaddin-i Mısri
Türbesi, Abdülvahab Sancaktari
Türbesi, Çandarlı Halil Hayrettin Paşa
Türbesi, Çandarlı İbrahim Paşa Türbesi,
Çandarlı Kara Halil Paşa Türbesi, Eşref
26
Baba Türbesi, Ahiveyn Sultan (Afyon
Sultan Türbesi), Huysuzlar Türbesi,
Namazgah (Arap Cami) gibi birçok
değerli mimari ve tarihi eser bulunuyor.
Tarihi güzellikleri kadar doğal anıtların
da ev sahipliğini yapan İznik birçok
tarihi çınarı yaşatıyor beraberinde.
Tarihi Topkapı Çınarı, Hespekli Çınarı,
Müşküle Çınarları, Havuzbaşı Çınarı
ve Kaymakköşkü Çınarı bunların
başlıcaları. Özellikle Topkapı Çınarı'nın
650 yaşında olduğu tahmin ediliyor.
İznik; kendine özgü iklimiyle, yaz-kış
demeden bereket saçan toprağıyla,
doğal güzellikleriyle, tarihi ve kültürel
zenginlikleriyle, sebze meyve ambarı
kimliğiyle, Türkiye’nin en güzel
göllerinden birisine sahip olmasıyla,
günbatımlarıyla ve tabi ki dünyaca ünlü
çinileriyle biliniyor. Bu özel ve kültür
mozaiği olan kent, Bursa’nın dolayısıyla
Türkiye’nin en değerli hazinelerinden
birçoğunu barındırıyor. Tüm hikayelerini
ve geçmişini herkesle paylaşmaya
davet ediyor. İznik’te günler antik
çağda başlıyor, gölün üzerindeki eşsiz
günbatımlarında son buluyor.
27
28
29
tarihi değer
30
Fotoğraflar: Engin Çakır
Toprağın bize “armağanı”
Bin yılı aşkın bir geçmiş saklı çini sanatının ardında. Anadolu’nun topraklarındaki
tüm sırlarla iç içe geçmiş onlarca hikaye... Selçuklulardan, Osmanlı’ya toprağın
tüm ayrıntıları onunla hayat buluyor. İznik çinileri ise tıpkı yüzyıllar öncesindeki
kadar ahenkli ve değerli hala...
Yazı: İbrahim Kuşlu
31
tarihi değer
1648’de Şam yolculuğu esnasında
İznik'e uğrayan Evliya Çelebi şöyle
der: "Burada insanı hayretler içerisinde
bırakan bukalemun (çok renkli) nakışlı
öyle çiniler işlenir ki, tarifinden dil
acizdir." İznik’i İznik yapan yegane şeyi
anlatırken dil gerçekten de acizdir...
Büyük Selçukluların ve Anadolu
Selçuklularının çiniyi mimari
süslemelerde sıkca kullanmış olduğunu
sanıyorum ki anlatmaya gerek yok.
Çünkü bugüne miras bıraktıkları tüm
eserlerde çinilerin izlerini görmek
mümkün... Selçuklu seramikleri ve
çinileri 11-13. yüzyıllar arasında;
32
kobalt mavi, mangan, mor ve turkuaz
renkler ağırlıklıydı. Eserlerde av
sahneleri, hayvan ve insan figürleri,
bitkisel motiflerle görsel bir zenginlik
üretilmişti. Mimarinin gelişimiyle
çini sanatı, Anadolu’da Selçuklular
döneminde sarayları, hamamları
zengin renk ve motifleriyle de duvarları
süslemişti. Anadolu Selçuklu Devleti'nin
dağılmasından sonra bayrağı devralan
Osmanlı Devleti de çini sanatı için yeni
bir dönem demekti.
Çiniciliğin İznik’teki tarihsel sürecinde
ise, Bizans dönemi altı çizilmesi
gereken bir dönemdi. 9-15. yüzyıllar
arasında; tek renk, renkli akıtma, astar
boyama ve astar kazıma (sigrafito) gibi
teknikler uygulandı. Kırmızı hamurlu,
beyaz kil astarlı, zeytin yeşili ve sarı sırlı
seramiklerdi. Erken dönem Osmanlı
İznik çinileri (Beylikler dönemi) ise 14.
yüzyıl ortasından 15. yüzyıl sonuna
kadar, kırmızı hamurla şekillendirilen
kaplar üzerlerine beyaz killi bir astar
kaplandıktan sonra kobalt mavisi,
turkuaz, mor ya da kahve tonlarındaki
renklerle stilize çicekler ve geometrik
motiflerle bezendi.
İznik Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişip
büyümesiyle beraber en önemli çini
merkezi haline geldi. 15 .yüzyıl sonu
ve 16. yüzyıl başında üretilmiş mavibeyaz çiniler, sert ve pürüzsüz hamurlar
ustalıkla bezenmiş üstün seramiklerdi.
Mavi tonlardaki desenlerde Çin tarzı
sakayikler, rumiler, hatailer ve çintemani
motifleri kullanılmıştı. Daha sonraki
dönemde Şam’dan getirtilen ustalar
tarafından lale, karanfil, asma, bahar
dalları, nar, haşhaş, kuş, geyik, tavşan,
balık, hayvan sahneleri, kalyonlar,
kobalt mavisi, turkuaz, yeşil ve
mangan moru renkleri ile o dönemdeki
bezemeler yapılmıştı.
15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Türk
medeniyet sanatının zirvelerinden biri
olan İznik çinisinin camilerimizde,
saraylarımızda, Türk ve dünya
müzelerinde mevcut örnekleri hala
hayranlıkla izleniyor. Dönemin
karekteristiğini oluşturan kabarık
mercan kırmızısı dönemin ustalarının
motif zenginliği ile 16. yüzyılda dünyada
da aranır oldu. Lale, karanfil, gül ve
sümbül ile bezenmiş sürahiler, vazolar,
kaseler, tabaklar, duvar çinileri bu
yüzyılın sonuna kadar zenginliğini
sürdürdü.
15-17. yüzyıllar arasında Osmanlı
mimarisinde İznik çinisi önemli bir
dekoratif unsur olarak kullanıldı. Çok
önemli gelişmeler gösterdi. Çiniler;
cami, mescit, medrese, imaret,
hamam, saray, köşk, çeşme, sebil ve
kütüphane gibi mimari değer taşıyan
her eserin üzerinde renk oluverdi. Türk
mimarisinde ve süsleme sanatlarında
çininin yeri her zaman çok büyük
oldu. Binaların ihtişamı ve güzelliği
süslemeleri ile önem kazandı. Süsleme
unsurları o yapının sanat değerini ve
estetiğini arttırarak kalıcı olmasını
sağladı. Özellikle 15., 16. ve 17.
yüzyıllardaki yapılar süs, desen, renk
ve teknik bakımdan eşsiz görünümlere
kavuştu. Duvar çinileri ise bunun önemli
parçasıydı. İznik çini fırınları bu noktada
önemli işlevleri yerine getirdi. Bugün
bu eserlerin birçoğu Avrupa ve Amerika
müze ve koleksiyonlarının en değerli
eşyaları arasında... Göz kamaştırıcı
niteliklerdeki tabak, kase, fincan, kandil
ve maşrapalar da yine İznik fırınlarında
yapıldı.
16. Yüzyıl İznik çinilerinin her
bakımdan altın çağı sayılabilir.
Renk, kompozisyon, motif, teknik
ve kalite yönünden tüm dünyanın
beğenisini kazandığı bu dönem
İznik’in tüm dünyada ayrıcalıklı bir
üne kavuşmasını sağladı. Bunun
en temel sebebi ise İznik çinilerinin
eşsiz bir ritme ve çeşitliliğe sahip
olması... Farklı kompozisyonların
uygulandığı İznik çinileri için tam bir
desen analizi çıkarmak ise neredeyse
imkansız... Teknik açıdan sahip
olduğu ayrıcalıkların yanı sıra, İznikli
çini üstatlarının etkileyici ve yaratıcı
desenleri İznik çinilerini çok daha ileri
boyuta taşır.
17. Yüzyıl sonlarından itibaren İznik
çini sanayi ve tekniğinde duraklama
dönemi başladı denebilir. Çünkü
33
tarihi değer
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki siyasi
ve askeri otorite boşluğu, ekonomik
bir krizin yaşanmasına paralel olarak
sarayın mimari yapılaşmalarına ve özel
çalışmalarına da yansıdı. Dolayısıyla
sarayın İznik çini yapımcıları üzerindeki
himayesi de kayboldu. Böylece İznik
çini sanatı eski parlak dönemini
kaybetti. 17. yüzyıldan sonra İznik
çinilerinin ve seramiklerinin üretim
kalitesi bozuldu. Motif ve desenler
deforme oldu, renkler cansızlaştı.
18. yüzyılda ise üretim neredeyse
sona erdi. Günümüzde sayıları birkaç
taneyi geçmeyen atölyelerde geçmiş
dönemlerin tekniği kullanılarak üretim
aynı özen, titizlik yoğun emek ve sevgi
ile devam ediyor.
Günümüzde çini sanatı, bu işin
peşini bırakmayan birkaç atölye
ile ayakta duruyor. Oldukça zor ve
zahmetli olması da bu sanatın hayatta
kalmasının daha da zorlaştırıyor.
34
Akademik, teknolojik ve kültürel
destekli İznik çinisi ve keramik
araştırmalarına devam eden Uludağ
Üniversitesi'ne bağlı "İznik Meslek
Yüksekokulu" ise "Çini İşletmeciliği
Programı" ile bu işi daha da
temellendiriyor. Umarım ki bu güzel
gelişmeler artarak devam eder. Uzun
yıllardır bu işin emekçisi ve bir seveni
olarak her gün üretiyorum. Bu değerli
toprak sanatında yüzlerce hamur, astar
ve boya denemesinde bulunuyorum.
Ama halen bu işin cırağı olduğumu
iyi biliyorum ve bu işin gizemi ile
üretmeye devam ediyorum. Fırının
açılmasını hep merakla bekliyorum.
Bu işin hala ne kadar büyülü olduğunu
yaşıyorum. Dilerim ki bundan sonra
bu işle uğraşan herkes tıpkı benim
gibi büyüleniyor olur bu sanattan.
Çünkü çinicilik emeğin ve sabrın
ürünü. Ona inanmazsanız, bu mesleği
yapamazsınız.
35
odak noktası
36
Yakın plan
Bursa
güzelleri
Hazırlayan: Orhan Turhan
Detaylarda gizlidir yaşamın
mucizeleri. Doğanın
sunduğu tüm resitalleri
yakından görebilmek hep
heyecanlandırır bizleri.
Detaylarda saklı olan tüm
güzellikler onlara yakından
bakabildiğimizde anlam
kazanır belki de...
37
odak noktası
38
“Tabiatın tüm güzelliklerini
anlayabilmek için bakmak yeterli
olmaz. Ona yaklaşabildiğimiz kadar
tadabiliriz güzelliğini... Her ne kadar
uzak kalsak da ondan, vazgeçilmezdir
doğa. Zaten içinde barındırdığı eşsiz
güzellikler ile kendisine çeker bizi bir
şekilde. Kimimiz de tıpkı benim gibi
sırt çantasını alıp doğanın merkezine
gider. Bazen bir çiçek karşılar bizi
bazen bir kelebek... Ayrıntılar bize
çok şey anlatabilir. Peki ya neden
gideriz doğaya? Yaşadığımız şehrin
hengamesinden kaçmak için mi yoksa
kendimizi doğanın sessizliğinde
dinlemek için mi? Belki birçok kişi için
bunun sebebi bunlar olabilir. Ama
bunun gerçek nedeni doğa sevgisi
olmalı bence. Doğayı ne kaçış ne de
sessizlik için seçiyorum ben. Doğayı
en doğal haliyle yaşamak ve yaşarken
bakıp da göremediklerimizi tatmak için
oradayım. Görmek ve hissetmek her
detayı yaşamak çekiyor beni kendisine.
Doğayı belgelemek, belgelerken
hiçbir şekilde doğaya ve içindeki
canlılara zarar vermeden çekimlerimi
tamamlamak için çabalıyorum. Doğanın
merkezinde yaptığım onca çekimin
odak noktası ise Uludağ. Endemik
florası ve faunası ile tam bir cennet
olan bu dağ Bursa’da olduğu için çok
şanslıyız.”
39
odak noktası
Başarıları
Orhan Turhan kimdir?
1967 Bursa doğumlu bir fotoğraf
sanatçısı olan Orhan Turhan öğrenim
hayatını Bursa’da tamamlayarak,
iş yaşamına eczacılık sektöründe
başladı. Meslek yaşamını otuz yıldır
çalıştığı Yeşil Bursa Eczanesi’nde
sürdüren Turhan’ın küçük yaşlarda
başlayan doğa merakı Bursa’nın eşsiz
tabiatı sayesinde giderek arttı. Bursa
çevresinde yaptığı geziler sırasında
çektiği fotoğraflar, doğa fotoğrafçılığı
yolculuğunda attığı ilk adımlar oldu.
Gezilerin sayısı arttıkça doğa ve
fotoğraf tutkusu da giderek değişti.
Gezilerde çekilen fotoğraflar yerini,
fotoğraf çekmek için yapılan gezilere
bıraktı. 2007 yılından beri Bursa
40
Fotoğraf Sanatı Derneği (BUFSAD)
doğa fotoğraf atölyesi ile fotoğrafçılık
alanındaki çalışmalarına devam ediyor.
İki dönem atölye başkanı olarak
görev aldığı dernekte çalışmalarına
devam ediyor. Orhan Turhan,
objektifini gündelik yaşam ve kargaşa
içinde unuttuğumuz doğanın eşsiz
güzelliklerine çevirmekten hoşlanıyor.
Bugüne dek çok sayıda doğa temalı
çeşitli karma sergiler ve saydam
gösteriler hazırladı. Yaptığı birçok
çalışma yerel, ulusal ve uluslararası
platformlarda ödüllere layık görüldü.
Çok sayıda dergide fotoğrafları ve
projeleri yayınlandı.
www.orhanturhan.org
Türkiye 2009 - 2nd International
Photography Salon Mersin – 1 Ödül
İngiltere 2009 - The 1st Great
British Small Print Circuit - 5 Ödül
İngiltere 2009 - 63rd Bristol Salon of
Photography - 2 Ödül
Arjantin 2009 - 1° Salón Internacional de Imagen
Virtual FotoGrupo 30/40 – 2 Ödül
Slovenya 2009 Exposed International Salon of
Digital Photography - 2 Ödül
Amerika 2009 Tropical Image Internatıonal
Exhibition Results March - 1 Ödül
Photo World 2009 Makro Yarışması Birincisi
Luxemburg 2010 - 3rd Luxemburg
International Digital Exhibition 1 Ödül
İngiltere 2010 - 64th Bristol Salon of
Photography 2010 - 2 Ödül
Avusturya 2010 - 19. Trierenberg
Super Circuit - 3 dal 8 Ödül
Sırbistan 2010 Ecological Thruth 4 Ödül
İngiltere 2010 - Great Britain Small
Print Circuit - 5 Ödül
Sırbistan 2010 Photoclup202 - 1 Ödül
Slovenya 2010
Exposed Fotoklup Kamnik - 2 ödül
Sırbistan 2010
34th International Photography
Exhibition “Child” – 1 Ödül
Arel Üniversitesi 2010 - 1 Ödül
Bursa Çekmeye Değer 2010
Birincilik ve Mansiyon
Sami Güner Kupası 2010
“Doğanın İzinde” isimli gösteri ile
1.tur ödülü
Türkiye Milli Takımı 2010
Hindistan Doğada Makro Bianeli Dünya 7.’liği
Sırbistan 2011
4 th Exhibition of Photographs BOR
5 sergileme ödülü
41
gezi - yorum
Yazı ve fotoğraflar:
Özgür Çakır
42
Sarı sıcak
Taşın ve aşkın şiiri,
Mezopotamya manzaralı
kutsal şehir...
Mardin
43
gezi - yorum
Herhangi bir Anadolu şehrinde
bir benzerini onlarca kez görmüş
olmanız muhtemel, büyükçe bir
Atatürk heykelinin olduğu meydanı
geçtikten sonra, herşey bir virajı
dönmenizle başlayacak Mardin’de.
Yaşadığınız büyük şehrin sıradan
bir sokağı olabilecek genişlikte,
arnavut kaldırımıyla döşeli bir cadde
üzerinde yol alırken, biraz da eşekler
ve atlar üzerinde seyreden insanların
katkısıyla, bunun alıştığınız caddelere
pek benzemediğini, birbirinin aynı
sayılabilecek taş binalarla çevrili
olduğunu anladığınızda, hele ki biraz
44
ileride hemen solunuzda kalan postane
binasının ihtişamını gördüğünüzde
sizin Mardin hikayeniz de başlamış
olacak. Mişli geçmiş zaman kipinde
asılı kalmış bir rüyaya, taştan bir
eski zaman şehrine hoşgeldiniz!
Ve madem postane binasına kadar
ulaştınız, hemen karşısındaki çay
bahçesine oturup tavşankanı bir çay
eşliğinde güne keyifle başlayabilirsiniz.
Mezopotamya manzarası müessesenin
ikramı. Fazla oyalanmadan yollara
düşseniz iyi olur çünkü sizi yoğun
geçecek bir gün bekliyor haberiniz
olsun.
Ana caddeden saparak kendinizi
bulacağınız, “abbara” ismi verilen
karanlık tünellerle birbirine bağlı
sokaklarda kaybolmaya hazır olun.
Yolunuzu kaybettiğinizde belediyenin
kadrolu eşekleriyle karşılaşacaksınız,
çocuklar karşılık beklemeden rehberlik
edecek size, ilk selam vereceğiniz
kişi zorla mırra ikram edecek, kapı
tokmaklarını bir bulmacayı çözmeye
çalışır gibi takibe dalacaksınız ve
kaybolduğunuzu sandığınız an, bunca
karmaşıklığına rağmen tek bir çıkmaz
sokağı olmayan bu labirentte kadrolu
eşşeklerin ayak seslerine bazen Arapça
bazen Türkçe bazen Kürtçe konuşmalar
eşlik etmeye başlayacak ve tekrar ana
caddeye yaklaştığınızı anlayacaksınız.
Durmayın devam edin keşfetmeye bu
büyülü kenti...
Artık olmadığını düşündüğünüz
mesleklerin resmigeçidine şahit
olacaksınız Eski Çarşı’da; hiç
şaşırmayın. Her sanatın ustasında
aynı yorgun alışkanlığı ve aynı bilge
sabrı göreceksiniz. Camaltı ve telkâri
ustalarında da, kehribar tacirinde de,
terzilerde de, dokumacılarda hatta
demirci atölyelerinde ve kalaycılarda
da aynı dinginlik karşılayacak sizi.
Mardin’de telaş ve aceleye yer yokmuş
gibi hissedeceksiniz. Süryanilerin
kuyumu, Ermenilerin taş yontuculuğu,
tahta oymacılığı gururla sergilenecek
sırayla. Kendinizi kıyıları tarih olan bir
nehirde hissedeceksiniz sokaklarında
yürürken; medreseleri, camileri ve
kiliseleriyle, telkarisi ve Süryani
şarabıyla bir kültürler buluşmasına
şahitlik edeceksiniz her adımınızda.
45
gezi - yorum
Siz binbir labirente girip çıktıkça bir
saat önce karşılaştığınız yüzler pek
de yol almamış olacak ve tanıdık
gelmeye başlayacak. Sanki bir tek
siz koşturup duruyormuşsunuz gibi
hissedeceksiniz. Sonra yavaş yavaş
siz de durulacaksınız. Zaman zaman
burnunuza gelen ve hafif de olsa
genzinizi şöyle bir yoklayan baharat
kokuları ile Doğu’nun büyülü kenti
sizi zamanısızlığına doğru çekecek ve
bambaşka bir ruh iklimine taşıyacak.
Dahası herkes size “hocam” diye hitap
ettikçe garipseyeceksiniz, gerçeklik
algınız zayıflayacak ve baharat kokan
belgesel bir filmin içindeymişsiniz hissi
uyanacak zihninizde.
Esnafın tutumu -hele ki bir büyük
şehirden geliyorsanız- her adımda sizi
daha çok şaşırtacak. Kimsenin sizi,
bambaşka bir hayattan kalkıp gelen bir
yabancıyı yadırgamadığını, objektifinize
takılan herkesin size güven ve
samimiyetle baktığını farkedeceksiniz.
Ve sokaklarda kimsenin birbirine
bağırmadığını, büyük şehirlerin
asabiyetinin buralara hiç uğramamış
olduğunu da... Gerçekten nasıl birşey
olduğunu unuttuğunuz misafirperverlik
ne demekmiş konulu dersler alarak
yol alacaksınız eski şehirde. Babadan
oğula, ustadan çırağa el verilerek
günümüze gelen, yüzlerce yıllık
kazancıların yüzlerce yıllık yordamlarıyla
dövdüğü kazanların sesi eşlik edecek
size. Marangozlar kıraathanesinde bu
defa çok kültürlülük nedir konulu bir
dersin içinde bulacaksınız kendinizi.
Gabriel’in komşusu Mehmet’le,
Mehmet’in çocukluk arkadaşı
Abdullah’la, Abdullah’ın ortağı
Rafael’le olan muhabbetini görünce
anlayacaksınız o meşhur Batılı gezginin
neden “bütün dünyayı Mardinleştirmeli”
dediğini. Dinler, diller ve insanlık halleri
üzerine konuştukça göreceksiniz ki
onlar hayatlarında bu sınırları çoktan
aşmışlar; bir yanları Türk, başka bir
yanları Süryani, öbür yanları Arap ya da
diyelim ki Ermeni, başka yanları Kürt
olsa da, hepsi ayrı dillerde de olsa hep
birlikte Mardinliler. Ve sakın ola içilen
çayların, kahvelerin, hatırı kırk yılı da
46
aşacak mırraların karşılığını para ile
ödemeye kalkmayın, gücenirler. Şunu
çok sık duymaya hazır olun bu şehirde:
“Sizin paranız geçmez burada hocam!”.
Hiç tanımadığınız bir adam rehberlik
işini devralacak çocuklardan. Ulu
Cami’nin minaresindeki kabartmaların
hikayesini dinleyeceksiniz ondan.
Önünden geçerken hiç dikkatinizi
çekmeyen ve ironik bir tesadüf eseri
bugün de bir marangozun deposu
olan, yaşı bin yılı aşkın eski bir kilise
binasına girdiğiniz an artık ikna
olacaksınız bu şehrin büyülü olduğuna.
Yeni bir şey keşfeden küçük bir
çocuğun heyecanına eş bir enerjiyle,
o daracık sokaklarda saatlerin nasıl
geçtiğini anlayamayacaksınız. Bazen
görüş alanınızın hemen kenarında bir
yerlerde, örneğin geçtiğiniz abbaranın
üstündeki evde yaşananların merakıyla
dalmışken siz, masal bu ya belki
de Mungan’ın çocukken tutulduğu
geyik arz-ı endam edecek ve göz
göze geleceksiniz kısa bir an için. Ve
Mardinlilerin güvercin sevdasına şahit
olacaksınız her adım başı. Evlerin,
dükkanların, iş yerlerinin bir yerinde
mutlaka bir güvercin kafesi olduğunu
öğreneceksiniz. Bütün şehrin en büyük
hobisi olan güvercinlerin gördüğü
bu ilgiyle Mardin sizi bir kez daha
şaşırtmayı başaracak.
Akşamüstü çatılardan gökyüzüne
salınan güvercinler çan kuleleri ve
minarelerle süslü şehrin silüetine
karışacak. Siz merakla olan biteni
izlerken birilerinin fotoğrafını uzaktan
çekmekte olduğunuz terastan size
seslendiğini fark edeceksiniz sonra.
Bir kahve de o terasta içeceksiniz
bir yandan güvercinleri yemlerken.
Mezopotamya’ya karşı kapı önü
eşiğinde sohbete dalan Mardinli
kadınlar önce tereddüt etse de
sonra sizi sohbete dahil edecek ve
yüzlerinde Mezopotamyalı olmanın
nişanesi gibi duran dövmelerin
hikayesini birinci ağızdan öğrenme
şansınız olacak. Sonra siz de sessizce
dalacaksınız önünüzdeki Mezopotamya
manzarasına. Mardin’de deniz yok belki
ama serap görmek için de bir engel
yok önünüzde uçsuz bucaksız uzanan
ovaya baktıkça. Evet, böyle anlatınca
belki tuhaf gelecek ama inanın
bana Piyer Loti’den ya da bir başka
tepesinden seyre daldığınız İstanbul’un
verdiği keyifle yarışacak bir his bu,
hele bir de serde hayalperestlik varsa.
Bir deniz çocuğu, denizsiz şehirlerde
en çok denizi özleyen biriyseniz bile
Mardin’de denizi özlemeyeceksiniz.
Akşam olduğunda ancak fark
edeceksiniz ayaklarınıza inen kara
suları. Eğer bir sokaktan diğerine
koştururken, gelmeden önce
kulağınıza fısıldanmış olan bir
klasiği gerçekleştirip kebapçı Ramo
Dayı’ya uğramayı akıl etmediyseniz
acıkmış olmalısınız. Ama kendinizi
şanslı sayabilirsiniz çünkü Mardin’in
sürprizleri henüz bitmedi sevgili
okur. Sıkı durun, çünkü krallara layık
bir sofra sizi bekliyor doğru adresi
ıskalamazsanız.
Mardin mutfağıyla tanışma vakti.
Evet çok şanslısınız çünkü bu masal
diyarında restore edilmiş, Ermeni taş
işçiliğinin enfes örneklerinden biri
olan taş bir konak var bu mutfağı
yaşatmaya yemin etmiş olan.
Güneydoğu mutfağı zaten malumunuz
olmalı. İşte bu tanıdık lezzetlerin
tarçın, kişniş, mahlep, safran, zencefil,
yenibahar gibi onlarcasıyla baharat
ve kurutulmuş erik benzeri birtakım
fantezi unsurlarıyla taçlandırılmış halini
canlandırın gözünüzde ya da daha
iyisi damağınızda. Sizi bekleyen bu…
Önce mezelerin resmigeçidi olacak:
Tebbuli, tebbel, muammara, sembusek,
kiremfum, megbus ve ismi daha tanıdık
olan diğerleri. Sonra da mecaliniz
kalırsa ana yemekler: Ekşili erik yahnisi
olan Alluciye, pekmezli erik tavası olan
Incasiye, Süryanilerin içli köftesi Kitel
Raha ya da nam-ı diğer İrok, ekşili
nohut yemeği olan Hımmısiye, Kaburga
dolması, kuzu budundan Dobo ve
dahası. Lokantada değil de misafirliğe
gitmişsiniz gibi özenle ağırlanacaksınız.
Ve tabi söylemeye gerek var mı
bilmiyorum ama ufukta Suriye’nin
47
gezi - yorum
ışıklarıyla bezeli mezopotamya
manzarası yine müessesenin ikramı.
Mevsim uygunsa mutlaka terasa
konuşlanmalısınız. Şehirleri için
“gündüz seyirlik, gece gerdanlık” derler
Mardinliler. Arkanızda taş evleriyle
Mardin, önünüzde ayaklarınıza kadar
uzanan, ufuktaki ışıklarla mehtaplı bir
deniz gibi Mezopotamya ve üzerinizde
parlayan yıldızlar...
Ömrünüz boyunca göreceğiniz en
büyük yıldızlarla karşılayacak Mardin’de
gece sizi. Kendinizi küçücük ve çok
hafif hissedeceksiniz. Dedim ya başka
bir dünya burası. Bir de bakmışsınız
dilinize bir şarkı takılmış. Evet, burası
gibi olmalı gideceğiniz memleket;
denizi, evet denizi ayrı deniz, havası
ayrı hava...
48
Günün birinde yolunuz Mardin’e
düşerse, sırf bu yüzden bir kere
bile olsa mutlaka gecelemelisiniz.
Nerede kalacağınızı da çok dert
etmeyin. Son dönemde sayıları hızla
artan, eski taş evlerin ve konakların
restore edilip otele dönüştürülmesiyle
ziyaretçilerine kaliteli hizmet sunan çok
sayıda butik otel bulmanız mümkün
eski şehirde. Ertesi sabah büyük
ihtimalle kalmak için seçtiğiniz eski
taş konağın sabah serinliğiyle, çok
dingin bir sabahta, bir bebek gibi
uyanacaksınız güne. Tekrar yollara
düşmek için sabırsızlanacaksınız.
Ama sizi uyarmalıyım Mardin’e gelip
ıskalamamanız gereken, gezilip
görülecek yerlere henüz gitmediniz.
Daha Midyat var ziyaretinizi bekleyen
ve bir başka gezi yazısının adresi
olacak Hasankeyf de cabası.
Binlerce yıllık tarihi kalıntılarla içiçe
girmiş ıssız mezraları, köy evlerinin
altındaki Roma mahzenleri, kiliseleri,
manastırları, camileri, kaleleri ve taş
evleriyle sadece Türkiye’nin değil
belki de dünyanın en ilginç ve çarpıcı
yörelerinden birindesiniz. Unutmayın
burası Venedik ve Kudüs’le birlikte
dünyadaki üç açık kent müzesinden
biri.
Nereden başlayacağınız size kalmış
ama ben başlıca adresleri vermeliyim.
Eğer tarihe ve sosyolojiye meraklı
biriyseniz Kasımiye Medresesi,
Deyrulzafaran Manastırı, Mardin
Kalesi ve Dara Harabeleri’ni es
geçmemelisiniz.
Deyrulzafaran Manastırı Mardin’in
beş kilometre kadar doğusunda
Mezopotamya’ya bakan yamaçlarda
yer alan ve bir kısmı milattan önce
inşa edilmiş çok önemli ve çok da
heybetli bir yapı. Bu mekanda tarih
boyunca pek çok rahip, şair, filozof ve
metropolitin yetişmiş olduğunu ve bu
metropolitliğin 1932’ye kadar Süryani
Ortodoksların ruhani liderliğini yaptığını
da belirtmeliyim. Manastırın altında bir
de 4500 yıllık olduğu söylenen güneş
tapınağı var tavanında harç malzemesi
kullanılmadan yerleştirilmiş bir kilit taşı
barındıran. Beşinci yüzyılda inşa edilen
ana binanın harcında yörede yetişen
safran çiçeklerinin kullanıldığı rivayet
ediliyor ve binanın Mardin’e has sarı
rengini biraz aşan parlaklığı buradan
geliyor. 600 yıla yakın Süryanilerin
yani İsa’ya ilk inanan Hristiyanların
merkezi olan Deyrulzafaran’ın üç tarafı
dağlarla çevrili. Etraftaki dağlarda
üçüncü yüzyıla tarihlenen Mor
İzozoel, Mor Yakup ve Meryem Ana
Manastırları var. İnzivaların, konuk
yatakhanelerinin, mezarların, okul ve
kiliselerin olduğu bölümlerin korunmuş
olması herkes için gerçek bir hazine.
Her ışık, her karanlık, her taş, her avlu,
her duvar baş döndürücü zengin bir
geçmişi anlatacak size ve geçmiş
zamanların büyüleyici hikayelerinde
kaybolacaksınız.
Sonrasında nerelerde vakit geçirirsiniz,
gümüş telkariler ve Mor Gabriel
Manastırı’nı görmek için mesela
Midyat’a mı gidersiniz bilemiyorum
ama gün batımını Kasımiye
Medresesi’nde geçirmeli ve Mardin’in
deniz gibi ovalarına bir de o tepeden
bakmalısınız. Kasımiye Medresesi’nin
hayat havuzunu seyre dalmalı, bu
çokkültürlü şehrin ve ruhani aydınlığın
tadını çıkarmalısınız.
Nereden gittiğinizin önemi yok.
Bir an için gidince dönecek başka
şehir yokmuş gibi hissedeceksiniz
bu derinlikli coğrafyada. En zoru
buradan ayrılmak olacak. Evinize
ve gündelik rutininize döneceksiniz
muhakkak ama ruhunuz orada kalacak.
Eşe dosta neler yaşadığınızı, neler
hissettiğinizi anlatmaya kalkışacak
ama hep bir şeylerin eksik kaldığını
fark edeceksiniz. Sonra imdadınıza
biraz olsun çektiğiniz fotoğraflar ve
fotoğraflardakilerin hikayeleri yetişecek.
Benim gibi...
Ve sonra günlerden bir gün haber
bültenlerini izlerken aklınızdan şu
geçecek: “Belki bütün dünyayı değil
ama Türkiye’yi Mardinleştirmek lazım”. 49
uzaktaki yakın
50
Fotoğraflar: Ö zg
Ku rta ra n
ür Ça kır ve Em ir
Beklentilerinizi boşa
çıkarmayan şehir
“Size sadece aynı anda hem sevinci hem
de hüznü yaşadığımı söyleyebilirim. Ama
büyük bir hüzün değil bu. Yaşadığımı
hissettim. Evet, yaşadığımı. İşte o an
Paris’e aşık olduğum andı ve Paris’in de
bana aşık olduğu an.”
Paris, seni seviyorum (Paris, je t’aime)
adlı 18 ayrı hikâyeden oluşan sinema
şahaseri filmin en son hikâyesindeki
yalnız turist Carol’un bu cümleleri,
aslında dünyanın belki de en bilinen
şehrini en dolu dolu anlatan cümleler...
Moda ve lüksün dünya başkenti
“Işık Şehir” (Ville de Lumière) Paris’e
vardığımızda yeni bir haftanın ilk
gününün erken saatleriydi. Yoğun bir
trafik karşılamıştı bizi. Paris’e gelmeden
önce rotamızda yer alan diğer Avrupa
Paris
Sonsuz aşkla, evrensel sanatla,
büyüleyici yemekleri ile kendine bütün
dünyayı hayran bırakmış bir şehir...
İnsan bu şehri nasıl sevmesin ki…
şehirlerinin küçüklüğüne mi yoksa
sakinliğine mi alışmıştık bilmiyorum
ama Paris bizi biraz şaşırttı.
Otelimize varıp yerleştikten
sonra aracımızı bu şehirde
kullanamayacağımıza karar verip uygun
bir otoparka bıraktık. Yeri gelmişken
söylemekte fayda var; Paris’in tadını
yürüyerek ve olağanüstü metrosunu
kullanarak çıkarabilirsiniz. Eğer Paris’te
zaman geçirecekseniz öncelikle
metro gişelerinde satılan süreli ya da
birkaç günlük seyahat pasoları olan
“Paris Visite” adlı manyetik kartlardan
almanızı tavsiye ederim. Üstelik bu
kartları sadece yer altı trenlerinde
değil şehir hatları otobüslerinde de
kullanabiliyorsunuz. Şehrin bütün metro
ağının detaylıca ve çok anlaşılır biçimde
Yazı: Emir Kurtaran
gösterildiği broşürlerden de almalısınız;
bu broşürleri her yerde bulabilirsiniz.
Bütün şehir o kadar geniş bir metro
ağı ile örülmüş ki insan sokaklarda çok
az sayıda taksi ve otobüs olmasına
şaşırmıyor. 1900 yılında törenlerle ilk
hattı kullanıma açılan ve mimarisi ile
de çok etkileyici olan Paris Metrosu
günümüzde 16 hat olarak hizmet
veriyor. Şehrin sembollerinden birisi
haline gelen metro ya da orijinal adıyla
“Metropolitain” gıcır gıcır değil hatta
yer yer çok eski ama yaşanmışlık
duygusunu insana bir çırpıda aktarıyor.
Bu büyülü şehri gezmek istiyorsanız
en iyi seçenek metroyu kullanmak;
gitmek istediğiniz yerleri belirleyip hiç
yorulmadan, zahmetsizce seyahat
edebilirsiniz.
51
uzaktaki yakın
Paris sokaklarında gezerken sıcak
tonlardaki mimarinin ve dahası
bu harika tarihin günümüze kadar
korunmuş olmasına sakın şaşırmayın
çünkü modern binaları ve gökdelenleri
şehrin dışında yer alan La Defense adlı
bölgede inşa etmişler. Bu bölge şehrin
ya da ülkenin dersek yanlış olmaz, iş
ve finans merkezi olarak hizmet veriyor.
Yani şehir merkezinde gezerken sevimli
sokak kahveleri, şarküteri dükkânları
ve manavların güzelliğine kapılmışken
karşınıza birden bire çirkin bir bina ya
da devasa modern bir yapının çıkma
olasılığı yok. Fransızlar her zaman
kibar, nazik ve biraz da kibirliler.
Son derece güler yüzlüler fakat bir
o kadar da katı olabiliyorlar. Yemek
için gittiğiniz bir lokantada, alışveriş
sırasında ya da adres sorarken
“lütfen, affedersiniz, teşekkür ederim”
kelimelerini sık sık kullanmanızı tavsiye
ederim.
52
Söz konusu şehir Paris olunca
görülmesi ‘gereken yerler listesi’
hazırlamak hiç de zor değil. Eğer paket
bir tur ile gitmediyseniz ilk durağınız
Opera Meydanı’nda bulunan ve
1875 yılından bu yana şehirde opera
ve müziğin kalbinin attığı sembol
binalardan biri olan Palais Garnier yani
Opera Binası olabilir. Opera Binası’nı
arkanızda bırakarak Avenue de l’Opera
Caddesi’nden dümdüz yürüdüğünüzde
Louvre Müzesi’ne ulaşabilirsiniz.
Müzenin gündüzü ve gecesi ayrı
ayrı güzel. Gündüz, müzedeki son
derece önemli sanat eserlerini görmek
isterseniz içeri girmeyi bekleyen
yoğun bir turist kuyruğunda sıranızı
beklemeniz gerekecektir. Müzenin
avlusunu hava kararınca da gezme
şansınız var. Gece ışıkları, sükûnet,
şarap içip sohbet eden insanlar ve
bu sessizliğin ortasında yakınlardan
gelen bir müzik… Yaşlı bir Fransızı
saksafonu ile Fransızların ünlü şarkısı
“la vie en rose”u çalarken duyabilir ve
Fransa’da olduğunuzu sonuna kadar
hissedebilirsiniz hatta her an hüzünlü
bakışları ile Edith Piaf bir yerlerden
çıkıp gelecekmiş hissine kapılabilirsiniz.
Ve tabii ki dünyanın en ünlü
yapıtlarından biri olan Eyfel Kulesi;
kuleye yine yürüyerek ya da metro
ile ulaşmanız mümkün. Kuleye doğru
ilerlerken yol boyunca kuleye ait
hediyelik eşya satan bir sürü göçmen
göreceksiniz. Gerçekten alıcıysanız
uygun fiyata hediyeler alabilirsiniz
ama fazla göz temasından kaçının
çünkü gereğinden aşırı ısrarcı
olabiliyorlar. Kulenin çok uzun ve
gösterişli olduğunu ancak dibine
kadar geldiğinizde anlayabiliyorsunuz.
Tıpkı Louvre Müzesi’nde olduğu gibi
burada da kuyrukta bekleyen turist
sayısı hayli fazla. Kulenin ara katlarına
ya da zirvesine çıkmak mümkün,
tabii uzun kuyruğa girip sıranın size
53
uzaktaki yakın
54
gelmesini bekleyebilirseniz. Eyfel Kulesi
o kadar uzun ki fotoğraf kadrajına
sığdırmak için ya çok uzağına gitmeniz
ya da yere yatıp en uygun açıdan
çekmeniz gerekiyor. Civarda her yer
cıvıl cıvıl, insanlar klasik bir ritüeli
gerçekleştirerek yeşil alanlara yayılmış
günün tadını çıkarıyorlar.
Kuleden ayrılıp Seine Nehri’ni yanınıza
alarak yürüyüş yapabilirsiniz. Paris’in
tadını nehir ya da panoramik seyir
şansı sunan otobüs turlarından
faydalanarak da çıkarmak olası. En
yakın metro durağından şehrin ilk
kurulduğu topraklarda yer alan Notre
Damme Kilisesi’ni görmeden geçmek
olmaz. Binanın mimarisi, içerideki
vitraylar ve kabartmalar göz alıcı,
büyüleyici. Eğer biraz soluklanmak
ve dinlenmek istiyorsanız kilisenin
civarında bulunan birçok restoran ve
kafeden faydalanabilirsiniz. Lezzetli
ve çeşidi bol peynir tabaklarından
isteyip tercihiniz doğrultusunda Fransız
şarapları ile açlığınızı bastırabilirsiniz.
Saint-Louis Köprüsü’nden ilerlerken
Avrupa şehirlerinin vazgeçilmezi olan
sokak sanatçılarını da keyifle izlemeniz
mümkün. Eğer dondurma ya da tatlı
ile aranız iyi ise civarda çok lezzetli
dondurmalar, bisküviler ve makaronlar
satan dükkânlar bulabilirsiniz. Bir de
zeytinyağı merakınız varsa Saint-Louis
l’lle sokağında yer alan Olivers Co. adlı
ufacık harika dükkâna uğramalısınız.
Yine en yakın istasyondan şehrin
‘kırmızı noktalı’ bölgesine gitmek
isteyenlere, Pigalle ya da Blanche
duraklarında inmelerini önerebilirim.
Kırmızı noktalı diyorum çünkü hem
dünyaca ünlü gece kulübü Moulin
Rouge hem de cinsel dozu yüksek
soslu kulüpler ve mağazalar burada
konuşlanmış.
1789 yılında Bastille ayaklanmasıyla
Fransız Devrimi’ne sahne olan Paris,
özgür hissetmek isteyenlerin gittiği,
özünde özgürlüğün kol gezdiği
sokaklara sahip. Nazım Hikmet'in diğer
şehirleri kıskandıran Paris şiirlerini
hissediyorsunuz sanki. Montmartre'de
La Boheme şarkıları dinlemek ve
o şiirleri okumak istiyorsunuz.
Ara sokaklardan ilerleyerek Rue
Gabrielle Sokağı’na ulaşmaya çalışın
gittiğinizde. Parke taşlı ve Arnavut
kaldırımlı sokaklarda yürürken
etrafınızda göreceğiniz birbirinden
sevimli, rengârenk kahveler ve
55
uzaktaki yakın
56
dükkânlar size Akdeniz kıyısında bir
beldede geziyormuşsunuz duygusu
yaşatacaktır. Sanki köşeyi dönünce
karşınıza birden bire deniz çıkacakmış
gibi hissedeceksiniz. Dik ve uzun
merdivenlerden çıkıp Montmartre
Semti’ne ulaşabilirsiniz. Bu semt,
içinde ünlü ressamlar sokağını, Saint
Pierre de Montmartre Kilisesi’ni, birçok
hediyelik eşya dükkânını, kafeleri,
görkemli Sacre Coeur Bazilikası’nı
ve muhteşem bir Paris manzarasını
barındırıyor. Manzara seyri ardından
hemen bazilikanın yanındaki funiküler
ile yokuştan inerek adeta Paris’te bir
Eminönü misali Place Saint-Pierre’de
dolaşıp, alışveriş yapabilirsiniz.
Dünyaca ünlü markaların mağazalarının
yer aldığı Champs Elysees Bulvarı,
Versailles Sarayı, Zafer Meydanı ve
Takı, bütün görkemiyle Lüksemburg
Bahçeleri, Disneyland, Parc Asterix
ve görülecek daha pek çok yeri de
rotanıza eklemenizde fayda var.
Paris gibi bir şehirde yeme içme kültürü
de son derece önemli yer tutuyor. Her
bütçeye ve damak zevkine hitap eden
mekânlar bulmak mümkün. Bizim gibi
kahvaltıda çeşit çeşit lezzetler sevenler
için Fransız usulü kahvaltı tatmin edici
olmayabilir zira kahvaltı istediğinizde
kruvasan, margarin sürülmüş baget
ekmek, iki çeşit reçel ve kahve servis
ediyorlar. Tümü tatlı olan bu gıdaları
tüketince insan haliyle masada tuzlu
bir şeyler arıyor. Neyse ki çeşit çeşit
ve çok lezzetli omletleri imdadınıza
yetişiyor. Dönüşte valizinizde yer
kalmışsa uygun fiyata son derece
lezzetli Fransız şaraplarından bolca
almanızı öneririm.
Paris; gül kokusunu, Edith Piaf'ın
yüreğini hissettiğiniz “Bak çarşaflar
buruş buruş / Otur yalnızlığına ağla
şimdi..." şiirini ve kahve kokusuna
karışan sohbetleri sevenler için hep
uzakta kalan bir şehir. Kibirli... Enfes
bir kadın belki de. Sadece Fransa’nın
başkenti olmakla kalmıyor; aşkın,
sanatın, modanın, yemeğin ve daha
birçok alanda insana haz veren
duyguların başkenti olma görevini de
üstleniyor. Omuzlarındaki yük çok ağır
çünkü her biri insanı mutlu ettiği gibi
mutsuz da edebilir. Fakat Paris bütün
bunların üstesinden ustalıkla gelmiş,
geliyor ve ileride de hep gelecek
gibi... Çünkü beslendiği şeyin, AŞKın
heyecanı hiç eksik olmuyor...
57
tek karede bursa
Kuyruklu şiir
Fotoğraf: Aise Amet
Uyuşamayız yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyaları görürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.
Cevap
Açlıktan bahsediyorsun;
Demek ki sen komünistsin.
Demek bütün binaları yakan sensin.
İstanbul’dakileri sen,
Ankara’dakileri sen...
Sen ne domuzsun, sen!
Orhan Veli Kanık
58
59
fotoğrafa yazı
Celil Sezer
Geceden
bahsediyorum
Ginkgolu çayın bir buhur gibi tüten kokusu masamdaki fincanımdan yüzüme
vuruyor. Gözümün karasını bir siyah esir almış ya hani, bilirsin sen. Erken yatmış,
gecenin göbeğinde uyanıp, gözlerini kitabının satırlarında yormuş ve aslında çok
yorulmuş bir çocuğun gecesinden bahsediyorum sana. Geceden bahsediyorum,
onu tanıyor musun?
Ak sakallı kocalarının yanından usulca
kalkıp salonda yeri hiç değişmeyen
seccadede teheccüd namazlarını
kılan mübarek anneannelerden,
sabaha yetiştirmesi gereken ekmekleri
hazırlamak için hızla fırına doğru
yürüyen üşümüş fırıncılardan, ellerinin,
sıkıca tuttukları balkon demirlerinden
bir anlık kayması ile düşme korkusunu
iliklerinde hisseden hırsızlardan,
sabahki toplantıya yetişmek için
Ankara-İstanbul otoyolunu haşin
farlarıyla delerek geçerken Bolu
tünelinin uzunluğundan sıkılan
uykusuz şoförlerden, benim “battery
grip”i getirmek için Balıkesir’den yola
çıkan kargo kamyonunun karısının
sıcaklığını özlemiş sürücüsünden,
okulda görüp hoşlandığı kızla sabah
yapacağı konuşmanın metnini
çalışırken yorgunluktan bitap düşmüş
heyecanlı lise öğrencilerinden, sevdiği
60
kızı düşünmekten uyuyamayanlardan,
aşık olduğu adamı düşleyerek
uyuyakalanlardan, geceyarısı ilham
perilerinin istilasına maruz kalıp
annesinin göz kalemiyle ilk bulduğu
kağıda, az önce aklına gelen şiiri
yazmaya uğraşırken aklındakileri
unutan şiir heveslisi şaşkın gençlerden,
çöpçülerden artakalanlardan işe
yarayan bir şey var mı diye çöplüklerde
gezinen kedilerden, köpeklerden,
gasp etmek için Kumbaracı yokuşunun
sonunda birileri geçsin diye bekleyen
sokak çocuklarından, uyku tutmadığı
için karısını alıp İstiklal’de tur
atmaya gelmiş ve karısının kapalı
mağazanın vitrininde gördüğü
abiyeyi çok beğendiğini duyunca
“açılsın, sabah alırız “ diyen yalancı
kocalardan, sabahki sınava çalışan
uykusuz üniversite öğrencilerinden,
dudaklarında birbirlerinin terinin tadıyla
azgınca sevişirken sigara molası veren
aşıklardan, orgazm olduktan sonra
kıçını dönüp yatan kocalarına nefretle,
gözlerini hiç kırpmadan bakan yeni
evli kadınlardan, yalnız kadınlardan;
kimsenin gelmesini beklemeksizin
birinin gelmesini isteyerek tavana
diktikleri gözlerinden bir erkek
hoyratlığının sarıp sarmalayan özlemi
akan yalnız kadınlardan, gece fotoğrafı
çekmek için Galata Köprüsü’ne
gidince, balık tutan insanları görüp
“keşke makina yerine olta alsaydım”
diye hayıflanan bereli şipşakçılardan,
kapıda bekleyen servise yetişmek
için hızla evden çıkarken, koridordan,
yatakta uyuyan küçük kızına, sadece
babaların gönlünde saklı bir anlamla
sevgi dolu bir bakış fırlatan İETT
çalışanlarından, iş toplantısı için gittiği
uzak bir şehirden eve döndüğünde,
uyuyan karısına, çözülmüş kravatıyla,
bir omzunu kapının bir yanına
dayayarak sevgiyle bakarken, karısının
dokunmadan da hissedebildiği
sıcaklığıyla banyoya yönelen genç iş
adamlarından, birazdan ezanı okuyacak
müezzinlerin çalan telefonlarının alarm
zillerinden, müezzinlerin sesiyle bir
safta tel gibi ince ve düz sıralanacak
sabah namazı müminlerinden, devriye
gezen polis arabalarının bağırmayan
sirenlerinden, geceyarısı aldığı
yolcuları sabah varması gereken şehre
ulaştırmak için direksiyon sallayan uzun
yol kaptanlarından, Patras limanında
bindikleri büyük gemilerle Bari’ye
ulaşmak için geçtikleri Adriyatik’in
büyüklüğüne güvertenin balkonundan
hayretle bakan gezginlerden, kaldıkları
yerden yazmaya devam eden kahve
müptelası romancılardan, ışıl ışıl
parlayan İstanbul camiilerinden,
birazdan Eminönü meydanında şehrin
her yanında, aynı anda patlayan
bombalar gibi patlayacak sabah
ezanlarının huzurlu kargaşasından,
televizyon izlerken uyuyakalan,
birazdan Kaptanın dürtmesiyle aniden
sıçrayarak terliklerini giyecek KaraköyKadıköy vapurunun miçosundan,
“olsaydım da uyurken izleseydim”
dediğim kız kardeşim Zeynep’in
rüyasında gördüğü meleklerden,
elektrikler gittiği için kapanan
sobalarının sebep olduğu ince soğuğu
önce kollarında hisseden, ayaklarını
önündeki uzun masaya atmış tren
istasyonlarının kompartıman kokulu
çalışanlarından, balya balya gazete
tomarlarını büfelerin önündeki sarı
sandıklara bırakan dağıtıcılardan,
sabah sunması gereken haberlere
hazırlık yapmak için televizyon
binasına gelen spikerlerin makyajsız
yüzlerindeki farktan, mezarlıkların
arasında dolaşan yaşlı bekçilerden,
üşüyen Kars’tan, cayır cayır yanan
peteklerden, her birini ayrı ayrı
özlediğim sevgililerimin sevdikleri
adamlarla kurdukları hayallerin
uykularına sızışlarından, zamanın
kimsesiz çocuğundan, yalnızlığımın
üstünde biten ottan,hüznümün kederli
karısından, uykuya çektiğim namludan,
ve işte kendimden; her kendine
varışında geceyle karşılaşan benden,
yani geceden, geceden bahsediyorum,
onu tanıyor musun?
61
rengarenk
Hex
RGB
CMYK
: #0000FF
: 0, 0, 255
: 100, 100, 0, 0
Mavi bir düş
üzerimizdeki
Hayal ettiklerinin yerine başka
hiçbir şeyi koyamayanların
rengidir mavi. En çok gündüzleri
ifade bulan ışıktır. Gecenin koyu
yüzüne ilk karşı koyandır. Ne
kadar dalıp gitse insan, sonu
hiç gelmeyendir.
Hazırlayan: Engin Çakır
Kimisine tükenmek bilmez umut verir, kimisine
özgürlük… Rahatlatıcı ve ikna edici etkisi
bilimsel olarak kanıtlanmış olan mavi, dünyanın
3’te ikisini kaplamış, her daim “üzerimizde” olan
bir renktir… “Bir alev gibi deli mavi”dir sevgili,
“mavi mavi masmavi”dir gözleri...
62
Mavi denince
aklımıza gelenler
İtalya
Barış
Deniz
İznik
Mudanya
Gökyüzü
Blues
Mavi Jeans
Mavi Gözlü Dev
Kot
Çini
Gelecek
Arjantin
Nazar Boncuğu
Yeşil Türbe
Mavi Yolculuk
Yunanistan
Nehir
Doğalgaz
Suuçtu Şelalesi
Havuz
Mavi Göl
Gölyazı
“Renklerin en derini, en özdeksizi olan
mavi renk; göğün, havanın, gölgenin,
suyun, durgun denizlerin rengi olarak
en serin, en soğuk renktir. Sakin ve
dinginlik veren bir renk olan mavinin
hareketi ancak koyulaştırıldığında (yani
siyahla karıştığında) artar. Temizleyen,
besleyen ve serinleten suyun sembolü
olan bu rengin açık tonları, daha çok
sonsuz göğü ve hareketsizliği temsil
ettiği için, düşünceleri, duyguları
sonsuzluğa taşır ve kişiyi melankolik
yapar, yaşadığı dünyadan uzaklaştırır,
içine kapanmasına neden olur. Mavi,
dünyevi bir renk değil, tipik ilahî bir
renktir” diyor renklerin dilini en güzel
kullanan isimlerden bir tanesi olan
Ressam Vassilly Kandinsky...
Mavi, soğuk renk olarak bilinmesine
rağmen; sarı kadar dikkat çekici, kırmızı
kadar çarpıcı, turuncu kadar sıcak gelir
insana. Kayıtsız kalamaz insan, birazı
asi, birazı âşıktır. Her şeyi içine alan
havanın, evreni sarmalayan o derin
boşluğun rengidir Mavi… Kırmızı ve
Su
yeşilin çocuğudur. Mavi renk en çok
gökyüzünün ve denizin simgesidir.
Yerküre aslında suküredir. Çünkü
denizler ve okyanuslar gezegenimizin
neredeyse dörtte üçüdür. Mavi huzuru
simgeler. Arap ülkeleri, mavinin kan
akışını yavaşlattığına inanır. Batıda
ise intiharları azaltmak için köprü
ayakları maviye boyanır. Strese ve
içsel sıkıntılara çok iyi gelen mavi renk,
insanlarda sakinleştirici etki yapar. Mavi
ayrıca her nedense erkeklerin rengidir.
Erkek nüfus cüzdanları mavidir.
63
rengarenk
Mavi detaylar
√ Mavi kelimesi Arapça "su gibi" anlamına
gelen Ma'i kelimesinden Türkçeleşmiştir.
Divan-ı Lügat-ı Türk’te Çaqır (çakır) olarak
geçer.
√ Mavi doğada zehirle özdeşleşen bir
renktir. Her tür canlı maviden mümkün
mertebe uzak durmaya çalışır. Mavi
sebze ya da meyve de bu sebepten pek
yoktur. Gökyüzü, Güneş ışığının Rayleigh
dağılımına uğraması sonucu mavi gözükür.
Suyun mavi gözükmesi ise suyun kırmızı
civarındaki dalga boylarını soğurması
sebebiyledir…
√ Kulakların pasını alan bir müzik türü
olan Blues (maviler)’un siyahî Amerikalılar
tarafından bu şekilde adlandırılmasının
sebebi, şarkıların hüznü taşımasıdır. Mavi
ile bu hüzün daha da artar.
√ İtalya'nın ulusal rengi Azurro’dur yani
açık mavi… Hindistan'ın ulusal spor
rengidir ve laikliği simgeler. Çevresi
okyanusla veya denizle çevrili ülkelerin
bayraklarının çoğu mavidir.
√ Mavi beyazla birleşince barışı temsil
eder. Nitekim Birleşmiş Milletler’in bayrağı
mavi beyazdır. Mavi, sarı ile birlikte;
İsveç, Kazakistan ve Ukrayna ülkelerinin,
yeşil ile birlikte Brezilya'nın, kırmızı ile
birlikte Kolombiya, Venezuela, Ekvator,
Çat, Romanya ve Moldova ülkelerinin
bayraklarında kullanılır.
√ Mavi doğalgazın ve ocaklarımıza
uzanan ateşin de rengidir. Kırmızı, yeşil
ve maviden oluşan renk sisteminin en
kısa dalga boylu olanıdır. Karşıt rengi
turuncudur.
√ Mavi, hormonsal etkinlikleri azaltır. Kan
basıncını ve nabız oranını yavaşlattığı
saptanmıştır. Antiseptik özelliğiyle yaralar
üzerinde iyileştirici etkisi vardır. Terlemeyi
arttırır, ateşi düşürür ve ağrıyı azaltır.
√ Beyni uyararak yaşama isteğini
tetiklemede etkili olan Mavi ile birçok
rahatsızlık tedavi edilebilir. Yanıklar,
katarakt, ateşli hastalıklar baş ağrısı kalp
64
çarpıntısı, uykusuzluk, böbrek hastalıkları,
romatizma ve öksürük bunlardan sadece
birkaçı…
√ Mavi, sezgi gücü ve karmaşık zihinsel
becerilerle de anılır. Mavi renk, sinirleri
yatıştırması ile derin düşünme ve duygusal
arınma yollarını açar. Beyni rahatlatırken
içe dönüklüğü kabuğundan çıkartabilir.
√ Sakinliği simgeleyen mavi, geniş
alanlarda kullanıldığında ise kasvetli bir
görüntü yaratır. Bu nedenle özellikle açık
mavi, ofis ve ev ortamlarında ciddiyeti
göstermek amacıyla sıkça tercih edilen
bir renktir. Diğer yandan açık mavi renk,
mekânsal ferahlık sağlarken, koyu mavi ise
serinlik veren bir etki yaratır. Mavi, yeme
içgüdüsünü engelleyen bir renk olduğu
için yemek odalarında pek kullanılmaz.
√ Duyguları sakinleştiren ve bedeni
dinlendiren, paylaşım ve ilişki kurma
duygularını anlayabilme yeteneğini
geliştiren Mavi; özellikle çocukların iletişim
kurabilmesi için duyarlı ve güvenilir bir
atmosfer yaratır. Zihinsel sakinlik yaratmak
ve duygusal dengeyi sağlayabilmek
için çocuklarla ilgili her alanda mavi
kullanılabilir.
√ Dünya şairi Nazım Hikmet'in 1941
yılından sonra Bursa Hapishanesi'nde
geçirdiği dönemi anlatan Mavi Gözlü Dev
isimli filmde ünlü şairi Yetkin Dikinciler
canlandırır. Yönetmen ise Biket İlhan’dır.
Filmin adı, Nazım Hikmet'in ‘Mavi Gözlü
Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri’ adlı
şiirinden derlenmiştir. Mavinin kimliği
filmde sıkça hissedilir. Nazım da mavidir,
gözleri de…
√ Mavi denince akla ilk gelenlerden birisi
nazar boncuğudur. Mavi boncuğa Türk
halkının ilgisi ise 74 yapımlı Ertem Eğilmez
imzalı kadro zengini filmle daha da artar.
Mavi boncuk herkesin diline dolanır…
Filmde Emel Sayın masmavi gözleriyle o
şahane nakaratı dillendirir: ‘Onda bunda
şundadır, şunda bunda ondadır. Mavi
boncuk kimdeyse benim gönlüm ondadır.’
65
semboller
Still got the blues*
İçinizden 1’den 10’a kadar saymaya başlayın. Bir, iki, üç, dört,
beş, altı, yedi… Sekize gelince durun. Şimdi bir meyve düşünün.
Sonrada bir renk düşünün. Tuttuğunuz meyve elma mı? Ya renk?
O da kırmızı mı? Ama bahsettiğim ikisi de değil!
66
Ma Arapça su demek… Peki suyun
rengi nedir? Ya da var mıdır?
Zaman zaman anlatma ihtiyacı
hissettiklerinde insanlar Türkçedeki
- sal ekinin karşılığı olan –i ya da –yi
ekini kullanmışlar Arapçada. Mayi
demişler sıvıyı tanımlarken, suyu
betimlerken. Divan-ı Lügat-u Türk’te
Kaşgarlı Mahmut, mavi yerine çakır ve
gök sözcüklerini kullanmış. Biz de hala
kullanıyoruz çakır gözlü derken, “gök
mavisi” diyoruz.
Özgürlüğün rengidir. Denizler
kadar engin, gökyüzü kadar
sınırsız. Derinliğin rengidir,
sarhoşluk yapacak kadar. Psikolojide
mavi mutluluğu temsil eder. Sanatçıları
da etkilemiştir, ressam Yves Klein
için her renk bir karakterdi. Bazen
vahşi, bazen olumlu… Sonunda kendi
özel formülü ile oluşturduğu maviyi
resimlerinde ve diğer objelerde tek
renk olarak kullanmıştır. Picasso da bir
dönemini bu renge ayırmıştı. Gökyüzünün rengidir. Gökyüzü, güneş
ışığının rayleigh dağılımına uğraması
sonucu mavi gözükür. Suyun mavi
gözükmesi ise suyun kırmızı civarındaki
dalga boylarını soğurması sebebiyledir.
Denizin rengidir, pırıl pırıl bir öğle
sonrasında yunusların teknenizle
yarıştığı… Soğuk bir renktir. Sarı gibi
içimizi ısıtan ya da kırmızı gibi bizi
tutkuyla yakan bir renk değildir. Ama
çok asildir. Koyusu lacivert, ciddiyet ve
asaleti temsil eder. Gözlerde asil durur
tıpkı atamızda olduğu gibi. Attila İlhan’a
şu dizeleri yazdırmıştır: “Mavi camdan
bir duvara çarptım, meğer gözleriniz
değil miymiş sultanım’’
Blues (maviler) bir müzik türüdür.
Amerikalıların bulduğu en iyi şeylerden
birinin, cazın atasıdır. Atalarının
toprakları Afrika’dan koparılıp getirilen
insanların hüzünlü, nostaljik yani yuva
hasretinin müziği. Mavi, Hindistan'ın
ulusal spor rengidir. Laikliği
temsil eder. Yönetmen Krzysztof
Kieslowski’nin, Fransız bayrağını
oluşturan üç rengin temsil ettiği ilkeleri
anlattığı üçlemesinin Trois Couleurs:
Bleu (Üç Renk: Mavi) filmindeki kavram
özgürlüktür. Sinematografinin başyapıtı
sayılabilecek bu filmde yönetmen
hüznü ve özgürlüğü, maviyi çeşitli
objelerde kullanarak, gözle görülebilir
Abdulkadir Kılınç
hale getirmiştir. Bugün için türleri
tehlikede olup korunması gereken, 30
metreye ulaşan boyu ile gelmiş geçmiş
en büyük hayvan olduğu düşünülen
balinanın da adı mavi balina ya da gök
balinadır. Halikarnas Balıkçısı Cevat
Şakir Kabaağaçlı’nın, arkadaşları
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Azra Erhat
gibi hümanist aydınlarla küçük balıkçı
veya süngerci tekneleriyle birkaç
günlük kısa Gökova turları yapmaya
başladığı geziler bugün mavi tur adıyla
hayatımızda. Tabi kıyılarımızın doğal
yaşamını koruyabildiğimiz sürece.
Öykü yazarlığının önemli isimlerinden
biri olan Richard Bach’ın -ki
soyağacının kökleri klasik batı
müziğinin devleri Bach’lara kadar
dayanır- gönülsüz bir mesihin
hikayesini anlattığı mavi tüy adındaki
kitabında pilot Shimoda şöyle der:
“Tekrar görüşebilmek için bir hoşçakal
gereklidir.” * Geçtiğimiz ay ölen blues sanatçısı
Gary Moore’un ünlü parçası. 67
havadan sudan
Sadece minicik bir
damladır can bulup
varolmamızın sebebi.
Henüz ana rahmindeyken,
savunmasız ama güvende
tanışırız onunla... Bitkilerin,
hayvanların, doğadaki hiçbir
canlının yaşaması mümkün
değildir onsuz...
Suya yazılan yazı
İlkel kabilelerin inançlarında güneş
ya da ateş nasıl ki kutsal ise su da
öyleydi tüm tarih boyunca. Enerjisi
hiç bitmeyen, mucizevi güçlere
sahip olan su; bir tanrıydı onlar için.
Suyun kutsallığı bütün dinlerde farklı
biçimlerde yaşanıyor. Müslümanlar
için içildiğinde şifa olacağına inanılan
Zemzem suyu vardır, Hristiyanlar için
yeni doğan bebeklerini yıkadıkları
kutsal Vaftiz suyu... Budistler ise Ganj
Nehri’nin kutsal sularında yıkanarak
günahlarından arındıklarına inanırlar.
Bir doğu ülkesini ziyaretimde,
dükkanların vitrinlerinde içi su
dolu bardaklar dikkatimi çekti.
Sebebini sorduğumda, bu sayede
kötü enerjilerden korunduklarına
inandıklarını söylediler. Su yaşamla
öylesine özdeşleşmiş ki... Uzayda
yaşam arayan bilim adamları bile o
gezegende ilk önce su olup olmadığını
araştırıyorlar. Çünkü ancak o varsa
yaşam olabilir ya da oluşabilir. Sürekli
hareket halindedir. Buharlaşır, yağmur
olur, kar olur, yeryüzüne geri döner,
nehir olur denizlere akar. Hiç durmadan
çeşitli biçimlerde mucizeler yaratır
yaşam kaynağımız.
Fiziksel kuralları hiçe sayan mistik bir
elementtir su. Dr. Masaru Emoto’nun
68
bu konudaki deneyi bazı kesimlerce
inandırıcı bulunmadı. Fakat yine
de kafalarda soru işareti yarattı ve
bir çoğumuza farklı bir bakış açısı
kazandırdı. Dr. Emoto; suyun cansız
bir madde değil, duyguları algılayan
kristallerden oluştuğunu kanıtladı. “Su
çevresindeki pozitif ve negatif enerjilere
göre tepki verir” diyen Emoto, yaptığı
deneyde sevgi sözleri, minnettarlık gibi
mesajlar iletilen su kristalinde; berraklık
ve güzellik belirtileri gözlemledi. Tam
tersi bir şekilde nefret ve kötü düşünce
mesajlarının iletildiği su kristalinde ise,
bulanık bir biçim oluştu. Bedenimizin
yüzde altmışının sudan oluştuğunu,
dünyamızın ise dörtte üçünün suyla
kaplı olduğunu düşününce bu deney
çok daha fazla anlam kazanıyor.
Duygularımızın ve düşüncelerimizin
aynı etkide olacağını düşünürsek,
negatif düşüncelerin bedenimizi nasıl
etkilediğini tahmin etmek çok da zor
değil aslında...
Peki ya biz her damlasıyla bize hayat
veren, yaşamımızın temel taşı olan
suya nasıl davranıyoruz? Nehirlerimizi
atıklarımızla kirletiyoruz. Denizlerimizi
kimyasal maddeler salıyoruz. Tüm su
birikintilerini çöpe boğup onların ruhunu
yok ediyoruz. Su altında yaşayan
Nazan Aşkalli
masum milyonlarca canlıya ihanet
ediyoruz. Su hareket halinde olmalı ki
enerjisinden faydalanalım. Musluktan
akan suya güvenimiz kalmadığı için
onu şişelere, bidonlara, tanklara
hapsediyoruz. Bizi rahatsiz etmesin
diye akarsu yataklarını değiştirip
onu beton kanalların içinde akmaya
mahkum ediyoruz. Kendi kendimizi
hapsediyoruz aslında. Çok dostça
davrandığımız söylenemez.
Doğaya zarar vermenin karşılığını
alıyoruz yavaş yavaş. Doğal
afetlerin korkunç sonuçlarıyla ve
suyun yıkıcı hatta öldürücü gücüyle
tanışıyoruz. Dost olmak için çok geç
değil. Bedenimizi de ruhumuzu da
arındıran bu maddeyi korumalıyız
sadece, ilk yapmamız gereken ise
ona saygı duymak. Rahatlatıcı ve
iyileştirici gücünden olabildiğince
faydalanmalıyız.
Hangimiz hoşlanmayız yağmur
sesinden, uçsuz bucaksız mavilikleri
izlemekten? Yağmur çiselerken
avuçlarımızı açıp yüzümüzü gökyüzüne
çevirmekten? Sudan hayaller görmek
istiyorum şimdi. Yıllar sonrasını
hayal ediyorum ve suya hep saygı
duyuyorum.
69
dünyaya armağansın
Bir Anadolu inancının
camdaki yansımaları
Serkan Duru
Göz figürü insanlık tarihi boyunca kötülükleri savan güçlü bir tılsım olarak kabul edildi. Bu gelenek
Anadolu’nun 3000 yıl öncesine dayanan cam sanatında ise farklı bir kimlik kazandı. Anadolulu bir cam
ustası, göz figürünün gücünü ateşin gücüyle birleştirerek yepyeni bir tılsım yarattı: Nazar Boncuğu...
Nazar inancına; Musevi, Hristiyan
ve İslam kültürlerinin yanı sıra
Budist ve Hindu toplumlarda da
rastlanıyor. Çok eski zamanlardan
bu yana insanlar, kötülüklerden
korumak istedikleri her şeye nazar
boncuğu iliştirdiler. Bindikleri ata
hatta evlerinin kapılarına bile... Nazar
boncuğu geleneği Anadolu’da hâlâ
yaşıyor. Sayıları giderek azalan nazar
boncuğu ustalarının hünerli elleriyle
biçimlendirdiği ışıltılı göz boncukları,
Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına
yayılıyor.
Nazar boncuğu yapılılırken içine
kurşun dökülür. Bunun da iyi şans
getirdiği söylenir. Bu değerli kültürel
mirasın üretimi ise en çok İzmir’in
Kemalpaşa ilçesine bağlı Nazar
Köy ve Görece Belediyesi’nde
yapılıyor. Sözlükte bakma, bakış,
göz atma, fikir, düşünme, dikkat,
teveccüh gibi manalara gelen Nazar
kelimesi, Arapça’da İsabet-i Ayn,
Parapsychology (Parapskoloji)
biliminde de Psychokinesis
(Psikokinezi) adı veriliyor. Terim
olarak ise, bazı insanların cisimlere ve
varlıklara bakmak suretiyle maddi ve
manevi tesir meydana getirmesi halini
ifade ediyor.
70
Parapsikoloji dilinde “Psikokinezi”
denilen nazar, yani göz değmesi bir
çeşit büyüleme olarak ifade ediliyor.
İnsanın özellikle kıskançlıkla ve kötü
niyetle, yani kem gözle bir şeye baktığı
zaman daha çabuk zarar verebildiğine
inanılıyor. Bu yüzden kişinin beğendiği
bir şeye ısrarla bakması halinde
ona, “Allah dilemezse hiçbir şey
olmaz” anlamına gelen “Maşaallah”
veya “Allah’ın bereketi üzerine olsun
anlamına gelen “Barekallah” demesi
tavsiye ediliyor.
Nazar Arapça bir kelime. Türkçe
manası ise “Kötü Göz” demek.
Nazar bilimsel olarak da kanıtlanmış.
İnsan bünyesinden yayılan zararlı
ışınların beyin gücüyle beraber belli
bir yere odaklanması sonucu, canlı
veya cansız nesneleri olumsuz yönde
etkilediği klinik deneylerle konunun
uzmanları tarafından açıklanmış
durumda.
Yeni doğmuş bebeklere de “nazar
değmesin” diye Mavi Boncuk takarlar.
Yani Nazar Boncuğu. Bu boncuğu
dikkati dağıtsın, bakılan kişiye olan
odaklanmayı başka bir yere çevirsin
diye takıyorlar. Genelde mavi renkte
olan nazar boncuklarının kırmızı, yeşil
ve beyaz olanları da var. Ancak en çok
tercih edileni mavi... Peki neden mavi?
Mavi renk doğada uzaktan ve karşı
taraftan en çabuk dikkat çeken renk.
Dikkati bu kadar çabuk çektiği için mavi
renk polis arabalarının tepe ışıklarında
kırmızı rengin yanında yer alır.
Mavi renkte yapılan nazar
boncuğunun başka bir özelliği de
insanı rahatlatması... Mavi renk,
insan psikolojinde huzur veren ve
sakinleştirici bir renk olarak bilinir.
Hatta mavi renk eğitim verilen
mekânlarda kullanırlar. Bu konuda
yapılmış birçok araştırma ve çalışma
mevcut. Bunlardan bir tanesi de
mavinin bu temel özelliğini doğrular
nitelikte. Öğrencilerin ders gördükleri
mekânların duvarlarını öncelikle
kırmızıya boyuyorlar. Ve öğrencilerin
tepkilerini ölçüyorlar. Öğrenciler
her zamankinden daha hareketli ve
davranışlarında uyumsuzluk gösteriyor.
Dersliklerin duvarlarını mavi renge
boyadıklarında ise ilginç bir değişim
yaşanıyor. Aynı öğrenciler bu sefer
daha rahat ve sakin davranıyorlar.
Size ve sevdiklerinize nazar
değmemesi dileğiyle...
71
uğur böceği
“İş kalitesi”
Bizim ufaklık basket oynuyor, bir
doktor imzası istemişler. Sabah derse
yetişecek, ODTÜ’nün sağlık merkezine
gittik. Sıramızı aldık, saat 8.40, girdik
bir odaya. Doktor da can arkadaşımın
arkadaşı, beni de tanıyor, iki kişiyle
çay, kahve sohbet ediyor. Durumu
söyledim bir imza lazım dedim.
“Bekleyin geliyorum” dedi.
Biz geçtik banka oturduk, öyle
bekliyoruz.
10 dakika sonra çıktı, birkaç bekleyen
daha var.
“Biliyorsunuz mesai 9.00’da başlıyor”
dedi.
Biz dışarıda kızımla ve diğer hastalarla
9.00’a kadar bekledik. O sırada diğer
doktor geldi. Girdik, imza toplam on
beş saniye sürdü.
Kızım hiçbir şey anlamadı.
– Baba bu kadar kısa bir imza için niye
bu kadar bekledik, dersi de kaçırdık.
Ufaklık şimdilik şaşırıyor, şaşırmayı
bıraktığı gün sistem onu da yemiş
olacak zaten.
Bu bahsettiğim olaydaki doktor pırıl
pırıl, sağlam karakterli bir adam,
çok da iyi bir doktor. Ama sistem
kazanmış durumda. Benim “bu ülke
için ne yaparım?” diye düşünen,
okulu bitirirken heyecanlı, canavar
arkadaşlarımın hepsi şimdi mesaide
borsa, iddia sonuçları takip ediyorlar.
Memurlar iş yavaşlatacakmış, daha
neyi yavaşlatacaksınız?
Ahmet Şerif İzgören
Karşıyaka’dayım. Baktım hazırlanıyorlar.
“Nereye kumkumalar?” dedim.
“Telekom’un parasını yatıracağız”
dediler.
“Banka telefon faturasını da ödüyor”
diyecektim ki babam sert bir sesle:
“Telekomu bankaya ödetmem ben”
dedi.
Öyle bir prensipli söyledi ki ben de
nedenini sorgulayamadım. Telekom
da o zamanlar devlet kuruluşu, henüz
satılmamış.
Aradan yıllar geçti, babayı kaybettik.
Bir gün baktım, annem yine kahvaltı
sonrası hazırlanıyor.
– Nereye kumkuma?
– Telekom faturası yatırmaya.
– Anne, niye vermiyorsunuz bankaya,
sırf bu fatura için yıllarca kuyruğa
girdiniz.
– Oğlum Bostanlı Telekom’da iki
ödeme gişesi var, biz hep aynı gişeye
gideriz, orada bıyıklı, güler yüzlü bir
memur çocuk var. Ne zaman gitsek bizi
güler yüzle karşılar, hâlimizi hatırımızı
sorar. Paranın üstünü verirken de bize,
“Allah bereket versin amca, teyze”
der. Yıllarca biz babanla, o “Allah
bereket versin” sözünü duymak için ve
o evladımızı görmek için kuyrukta sıra
bekledik.
Anladınız mı? İşini adam gibi yapmak,
evine helal lokma götürmek ne demek?
Kendini acayip ciddiye alıp işini ciddiye
almayan insanlar topluluğu olduk.
Keşke ciddiye aldığımız şey kendimiz
değil, işimiz olsa.
Bizde herkes işini ne kadar iyi yaptığını
anlatır durur. Kendi başarılı değilse
bu sefer evladı süper bir şeydir, onun
başarılarını dinlersin: “Evladım diye
demiyorum ama...”
Dikkat edin, gram yetkisi olan adamda
bir surat, bir hava. İşin kalitesi “o”.
Bak, işini iyi yapıyorsan hiç anlatma.
İnsanlar işini, acil durum maskelerinin
nasıl takıldığını anlatan hostes suratıyla
yapıyorlar.
Annem ve rahmetli babam tüm düzenli
ödemelerini bankaya verirlerdi. Bir gün
Zaten herkes işini ne kadar iyi yaptığını
görür.
Kuşlar, kapılar, çocuklar, herkes işini
ne denli iyi yaptığını fark eder.
* “Süpermen Türk Olsaydı, Pelerinini Annesi Bağlardı” (Elma Yayınevi, 2010), , A.Şerif İzgören
72
73
deli kızın defteri
Gözde Aral
Fotoğraf: Engin Çakır
Bu kadar basit görünmesine,
ismin yalın haline örnek teşkil
etmesine karşın, bundan
daha kaotik bir sözcük
düşünemiyorum. Neden mi?
Birisiyle “ben...” diye konuşmaya
başladığında karşındaki “sen...”
diyerek karşılık verir. Senin “ben”in
onun dilinde “sen” oluvermiştir. E pek
tabi ki benci(l)dir “ben”, kendinden
başkasının “ben”i olmana imkan
yoktur. Bunun bir basamak üstü, iyi
ihtimalle “biz” olmaktır-ki bu da ayrı bir
yazı konusudur.
“Bir ben vardır bende, benden içeri”
meselesine gelince; karşılıklı duran
aynalar gibi, nereden başlayıp
nerede bittiğini bilmeden çoğalır
durursun bu üç harfte... Bu yüzden de,
“Bize kısaca kendinizden bahseder
misiniz?” kıvamındaki sorularla
karşılaştığımda, albümlerimdeki
yüzlerce fotoğrafı -çantasından Ace
74
Üç harf: B - E - N
çıkaran Ayşe Teyze misali- bana bu
soruyu yöneltenlerin önüne dökmek
isterim. Hiçbir zaman kendisini beş
kelimeyle tarif edemeyenler için nasıl
anlatsam, nereden başlasam kıvranışını
sonlandırabilecek tek bir cevap vardır
aslında...
Beni üzenleri, gülümsetenleri,
kıskananları, kıskandıranları, bağrına
basanları, kandıranları, mutlu edenleri,
bulutların üstüne uçuranları, acıtanları,
düşünenleri, özleyenleri;
Bana kazık atanları, güvenenleri,
yardım edenleri, şüpheyle yaklaşanları,
destek olanları;
Bende iz bırakanları, yaralar açanları,
anti-depresan etkisi yaratanları;
Benden bıkanları, kopamayanları,
kaçanları…
Senelerin birikimini, tüm çelişkilerimi,
hayallerimi, sırlarımı, anılarımı,
acılarımı, paylaşımlarımı, kahkahalarımı,
suskunluklarımı, her “hal”imi tüm
yalınlığıyla tek nefese sığdıran sözcük:
BEN!
Ve BEN, bu yalın halimle buralarda
olacağım artık. Umuma açık
çiziktiriklerime yenilerini eklerken, deli
kızın defterini kabartacağım.
75
gündemden düşenler
Hatalıysam,
yüz yüze görüşelim
Kendine has esprili anlatımlarıyla hep
dillerde olan minibüs ve kamyon yazıları
artık sadece birer hatıra olacak...
Cumhurbaşkanlığı, Türk Ticaret Kanunu
ile Türk Ticaret Kanunu’nun yürürlüğü
ve uygulama şekli hakkındaki kanunu
onayladı. Bu kanunla birlikte minibüs
ve kamyon yazıları da tarihe karışacak.
Toplu taşıma ve yük araçlarının
dış yüzeyinin sade bir görünümde
olmasını sağlayacak kanuna göre,
kamyonların ve dolmuşların arkalarında
sıkça okuduğumuz sözleri artık
göremeyeceğiz... Yolcu taşımacılığıyla
ilgili hükümlerin nasıl uygulanacağı,
Ulaştırma Bakanlığı’nca çıkarılacak
yönetmelikle düzenlenecek. Yeni Türk
Ticaret Kanunu, 1 Temmuz 2012’de
yürürlüğe girecek. İşte belki de hiç
unutulmayacak bu yazılardan bazıları;
+
+
*
Gönlünde yer yoksa güzelim; fark
etmez ayakta da giderim.
*
Âşıksan vur saza,
şoförsen bas gaza.
*
Eğer bu yazıyı okuyabiliyorsan,
çok yaklaşmışsın demektir.
*
*
Aşk çekenin, yol gidenin.
*
Baba yorgun, dalaşma.
*
Çarpma bana, devlet sarsılır.
*
Hayatımı yazsam, duble yol olur!
Nescafe bile üçü bir arada,
ben hala yalnızım...
Firedi’nin kabusu
*
Kurbanda koç, asfaltta Dodge...
*
Kuzu kurdun, yollar Ford’un!!
*
Kamyon çeker 10 ton,
gönlüm çeker Paris Hilton.
*
Nazlı yârin cilvesi,
diş yapar Ford’un 2. Vitesi.
Gidişime yollar,
duruşuma kızlar hasta!
*
Babalar ağır gider...
*
Ceketi atarım, asfalta yatarım.
*
Hatalıyım, sıkıyorsa ara!
*
*
Hostes aranıyor!
*
Alırsın Ford, olursun lord.
*
*
Hatalıysam, aramızda kalsın.
Çilemse çekerim, kaderimse
gülerim.
*
*
Doğma bebek! Şoför olursun.
Kuleyle kavgalı çilekeş pilot!
*
Duanla mı yaşadım ki,
bedduan ile öleceğim?
*
Düzde geçme beni,
yokuşta mahcup ederim seni.
*
*
*
*
76
Real Mardinli
Ela gözlümün nazına,
Ford’un ara gazına hastayım…
*
+
*
*
Hatalıysam lütfen,
[email protected]
*
Hatalıysam, plakamı yaz
2222 ye gönder.
*
İstedim vermediler,
sen şoförsün dediler...
*
Otobanda sessiz bir hayat,
seni sevende kabahat...
Uzaktan severim haberin bile olmaz!
Yaklaşma toz olursun,
geçme pişman olursun!
*
Sağlam şoför kalmaz rampada,
Müslüm Baba sığmaz i-pod’a...
*
Maziye bakma, mevzu derin...
*
Direksiyon kitlenir,
bizim yenge diklenir...
*
Beni Türk kebapçılarına
emanet edin.
Kolla beni, şerit değiştiriyorum.
+
77
köşe
“Bir kadın dünyaya
hayat getirmek için
canını tehlikeye
atar” der A.S. Nell.
Dilek Şen
“Git evine
reçel yap” kadın!
Kadınların üretkenliklerini, dirençlerini,
güçlerini ve var etmeye çalıştığı değeri
dile getirirken; dünyaya gelmenin
bir hayata bedel olduğunu, henüz
yaşamadan yaşanan bir hayata çalım
atmak olduğunu vurgular. İçinde
varlığını hissettiği anda yeni bir
hayatın, anlamı değişir varlığındaki
bütün ayrıntıların. Kadınlığının doruk
noktasına varmış olmanın hazzı, biraz
da yaratıcılığa ortak olmanın farzıyla
şekillenir edası.
Emekçidir kadın, evinde, sokağında,
işinde, ülkesinde; dünyanın dört
köşesinde medeniyetin kurucusu,
hayatın başlangıç noktasıdır. Yoktan
var edebilendir, karşı cinsine destek
verdiği omzunda dünyaları taşıyan,
yükü çoğaldıkça başı dik durandır.
Kimi zaman patrondur, kimi zaman
çalışan, yöneticidir bazen, yönetilen
bazı zaman, sevilen, seven, teyze,
hala, abladır ama en çok annedir
kadın; hayata hayat katan. Sabahın ilk
ışığıyla çıktığı evinden iş dünyasının
karmaşasına empati yeteneği ile
yeni anlamlar kazandıran, yönetim
tarzlarını baştan yazan, elinin değdiği
ışıltısından belli olan kadın, günün
yorgunluğuyla dönse bile başını yastığa
dayayıp ayaklarını uzatan değil evi
78
yuva yapandır. Tencereyi kaynatandır
evinde, ailesini bir arada tutan, hiç
yorulmamışçasına herkesin derdine
ortak olup aynı zamanda aynada
kendini görebilendir.
Buraya kadar yazdıklarım kadınlığın
varoluşundan kaynaklanan doğasının
getirisi, bir bedene iki yürek sığdırabilen
hemcinslerimin yaşamdaki duruşlarıdır.
İşte bu kadınlardan bazıları 8 Mart 1857
günü Amerika’nın New York Eyaleti’nde
emeklerinin sömürülmesine baş
kaldırarak erkeklerle benzer haklara
sahip olmak için eylem yaptıkları
dokuma fabrikasında polis şiddeti ile
bastırılıp çıkan yangında hayatlarını
kaybettiler. Bugün karanfillerle kutlanan
bu ve buna benzer acılarla kazanılan
kadın haklarıdır.
Önceleri iş dünyasında yer
edinemediler, öncelikli olamadılar,
alt meslek gruplarında görev almaları
uygun görüldü erkek egemen dünya
tarafından, sömürülmek istendi
emekleri, bedenleri. Ama başını
dik tutmasını bildi kadın, emeğini,
üreticiliğini hiç eksiltmeden var olma
savaşı verdi düzene karşı. Evinde reçel
yapması önerildiğinde yaptığı reçeli
satarak katma değer üretti kadın…
Bu kadınlardan bazıları ensest
akrabalarının, törenin kurbanı oldular.
Avusturya’da babası Josef Fritzl
tarafından 24 yıl saklı tutulan, canından
7 can çıkaran Elisabeth, Bitlis’te
amcasının oğlu tarafından tecavüze
uğrayan ve öz kardeşleri tarafından
2 kez kurşuna dizilen 17 yaşındaki
Güldünya gibi. 17 aylık bir bebekken
defalarca tecavüze uğrayan N Bebek
ve hunharca katledilen 19 yaşındaki
üniversite öğrencisi Sema kadınlıklarını
yaşayabildiler mi?
Dünyaya yaşam getirmek için gelmişti
kadın, cana can vermek için. Çocuklar
var etmek, annelik yapmak ve
toplumda eşiyle yan yana yürüyerek
hayat arkadaşı, can yoldaşı olmak için
gelmiş, yarınları yaratacak olandı kadın.
Onun çocukları bu dünyayı yönetecek,
medeniyetleri oluşturacak, sevgiyi,
dostluğu ve barışı yaşatacaktır. Nasıl
bir annenin öğrettiği kadarsa dünya
yeni doğana toplumlarda kadını kadar
gelişmiş, kadını kadar asil ve kadını
kadar üretkendir.
Baharın en güzel tonlarını göreceğiniz
bu günlerde kadınlarınızı baş tacı
etmeyi ve onların yetiştireceği nesillerin
kuracağı yarınlara inanmış olanların,
emanetine sahip çıkmayı unutmayın…
79
armoni
Melih Ünen
in
iç
im
n
e
b
a
s
r
u
B
”
i…
ib
g
k
ş
a
k
il
“
80
90'ların ikinci yarısı İstanbul'a döndüğünde Kamelion grubunu kurdu Melih Ünen. Hayal Kahvesi,
Kemancı ve Line gibi seçkin mekânlarda uzun yıllar programlar yaptı. Bursa’ya sıkı sıkıya bağlıydı ve
hiç kopmadı. Ünen, kendini kanıtladığı yerin sahne olduğunu iyi biliyor ve orada işini çok iyi yapıyor...
Müziğe ilk adımını birçok sanatçı gibi
okul yıllarında atmış bir isim Melih
Ünen. Milliyet Müzik Yarışmaları'na
katılıp ödüller aldıktan sonra müziğe
olan iştahını kabartmış birisi. Müziğe
olan bağı iyiden iyiye artınca soluğu
Viyana’da müzik eğitimi alırken almış
bir müzik müptelası. Viyana’da değişik
gruplarda solistlik yapmış...
Melih Ünen yıllar yılı farklı türlerde
müzik tarzlarından beslendi. Kendi
çalışmalarında ise duru ve kalıcı bir
anlatıma yöneldi. Geldiği son noktayı
bizzat kendisine sorduk, o da anlattı…
Kendini her türlü egodan sıyırmış,
sadece işini yapmaya çalışan bir
müzisyenle karşı karşıyaydık.
Melih Ünen kendisini nasıl tanımlar?
Kimdir? Hayatını kendi cümleleri ile
bize nasıl anlatır?
Bir parça yalnızlığı seven, sosyal
ortamda da eğlenceli sayılan biri
diyebiliriz..
İlk solo albümünüz ile oldukça dikkat
çekici bir çıkış yakaladınız. Albümün
ilk klipleri Beşiktaş Üsküdar ve
Arıza’ya geldi. Tepkiler nasıldı?
Öncelikle bu albüm özellikle belli bir
kitleyi hedef almıştı. Retro konseptli,
sade bir sounda sahipti ve günümüzün
çabuk tüketim çizgilerinden özellikle
kaçınan bir çalışmaydı. Sonuçta belli
bir dinleyici sahiplendi ve hakkında
eleştirmenler tarafından da gayet
güzel şeyler yazıldı. Göksel’in Beşiktaş
Üsküdar’da eşlik etmesi, tiyatrocu ve
aynı zamanda dizilerden de tanıdığımız
Birce Akalay’ın klipte oynaması da
-sağolsunlar- artı bir değer kattı.
Albümdeki şarkıların çoğu bana ait,
arkadaşım Sezai Paracıkoğlu’nun
da (bir tanesini birlikte yazdığımız) 2
şarkısı var. Müzisyen kimliğinin yanı
sıra Sezai aslen tiyatrocu ve şubat
ayında vizyona giren “İncir Reçeli”
filminin de başrol oyuncusu... Klip
döneminde Birce Akalay ile onun
aracılığıyla tanışmıştık. “Arıza” klibi ise
sade fakat çok güzel kareler içeren
bir çalışma oldu. Hayattan doğal
tiplemelerle bir iç mekan çekimiydi.
Klipte bir diğer model daha bize eşlik
etmişti.
Piyasada albümünüzle ilgili oluşmuş
genel izlenim, kaliteli sözler ve
iyi yorumlamalar olduğu... Şarkı
seçimlerinde kıstaslarınız neler oldu?
Bir yorumcunun kendi müzikal çizgisini
ortaya koyarken en zorlandığı bölüm
genellikle sözler oluyor. Aslında ben
de öncelikle sahne adamıyım. Müzik
okuduğum dönemi, çalıştığım birçok
projeyi, grubu içine alan uzun bir
yorumculuk süreci... Fakat yıllar içinde
söz yazımına yoğunlaşınca, sanırım
kişinin kendi anlatım tarzı da ortaya
çıkıyor. Albümde, günümüz dünyasının
çiğ “gerçek”lerinden ziyade, naif
“özlem”lerini dile getirmeye çalıştım.
Şarkı isimleriniz dikkat çekici.
Tarzınızı da retro modern olarak
tanımlıyorsunuz. Biraz da bundan
bahsedelim mi?
Retro ve modern derken günümüze
ait aşkların, yaşamların, nostaljik rock
motiflerileriyle anlatımı söz konusu...
81
armoni
Gece mekanlarında sahne performansı
denince akla ilk gelen müzik türü olan
Rock müzik sizin için ne anlam ifade
ediyor? Rock’a olan mesafeniz nedir?
Zaten rock kökenli bir müzisyenim ve
bana ifade ettiği şey de hayat boyu
sahnede onunla nefes alışımdır. Rock
kulvarı tabi çok geniş… Zaman akarken
rock müziğinin de sert ya da yumuşak
dönemleri olmuştur hayatın şarkı
aralarında...
İyi müzik nedir?
Kendi gerçeğini yansıtan ve samimi
olan müzik iyi müziktir. Bazen kendi
içinde de bir sabah kahvaltısıyla akşam
yemeği arasındaki tat kadar değişir.
Yeni bir albüm ya da albümün diğer
şarkılarına klipler gelecek mi?
Şimdilik bu albümden başka bir klip
düşüncesi yok, sonbaharda yeni bir
single planımız var şu an için…
Abiniz Nezih Ünen de tıpkı sizin gibi
bir müzisyen. Onun varlığı size nasıl
yansıyor?
Ortaokul-lise yıllarında etkilendiğim
şeyler olmuştu tabi, en azından
dinlediğim birçok grupla o tanıştırmıştı
82
beni. Fakat sonradan müzik eğitimi için
Viyana’ya gidip orada 10 sene kadar
yaşayınca kendi çizgimde devam ettim.
Değişik yerlerde, farklı deneyimlerim
ve çalışmalarım oldu. Zaman zaman
ona danıştığım şeyler de olur tabi.
Tabi abim de son yıllarda daha çok
sinemaya ağırlık vermiş durumda.
Kendinizi geliştirmek
istediğiniz neler var?
Müzik kendimi bildim bileli taşıdığım
tek yüzük oldu. Öyle pek maymun
iştahlı biri değilimdir. Hayal kuran,
sakin yaşayan bazen de aşırı çalışan
birisiyim. Şarkı yazmak kişinin kendi
içinde süregelen bir gelişim süreci
zaten, ona kafa yorarım. Belki bir gün
klip çekmek, hikaye ya da denemeler
yazmak isteyebilirim.
Bursalı bir müzisyen olarak sıkça
Bursa’ya gelip sahne alıyorsunuz.
Bursalıların size ve sahne
performanslarına olan ilgisi
sizce nasıl?
Beatles’ı çok severdim okul yıllarında,
bir ilk aşk gibi. Şimdi pek sık
dinlemesem de elime alıp dinlediğimde
bıraktığım ilk sıcaklığıyla, o ilk aşkın
eksenine hemen dönerim. Bursa da
benim için öyle bir yer... İlk gitarımı
elime alışım, ilk heyecan, ilk sahne...
Ve çok uzun yıllar sonra Bursa’ya
gelip çalmak çok güzel bir duygu tabi.
Benzerini hiçbir yerde bulamayacağım
bir duygu. Burada eski arkadaşlarımı
görüp de okul günlerine, o ilk eğlenceli
amatör ruha dönmemek mümkün
değil… Canlı müzik konusuna gelince,
Bursa’da bu tür mekanlara da bir
ilgi var ki, yeni yeni yerler açıldığını
görüyorum. Güzel ve özel oluyor
Bursa’ya gelip çalmak. Bir de her
gelişimde sadece yemekleri için birkaç
gün daha kalsam diyorum :)
En büyük hayaliniz nedir?
Hayallerin hep canlı kalması..
Bursalılara söylemek
istedikleriniz neler?
Bursa’ya her gelip çaldığımızda ayrı
bir zevk alıyoruz, hem eski arkadaşları
görüyor, hem yeni dinleyicilerle
tanışıyoruz. Bu çok keyifli bir şey,
herkese teşekkürler, tekrar görüşmek
üzere, sevgiler…
83
film şeridi
Doğum Yeri: Benoni, G. Afrika
Doğum Tarihi: 07.08.1975
Boy: 1.77 m.
Takma Adı: Charlie
Charlize
Theron
84
Dünya onu ilk dünya güzeli “bir melek” rolüyle “Şeytanın Avukatı” filminde tanıdı ve hafızalarına kazıdı.
Sonra tabir yerindeyse “gerçek bir meleği” canlandırdığı “Kasım’da Aşk Başkadır” filmiyle unutulmaz
oldu... Canavar filmindeki rolü sayesinde ise adını sinema tarihine altın harflerle yazdırdı.
1975 doğumlu olan Hollywoodlu
güzel, pek bilinmese de Güney Afrika doğumlu. Ama İngilizce’yi de
filmlerinden anlaşılacağı üzere çok
iyi konuşuyor. Theron soy ismi ise
Fransızca’dan geliyor ve Afrikaans
dilinde “Tronn” olarak telafuz ediliyor.
Charlize Theron’un hikayesi ise oldukça hüzünlü çünkü ailesinde derin
trajediler yaşamak zorunda kalmış. 15
yaşındayken alkolik olan babası, annesi
tarafından öldürülmüş ve güzel oyuncu
buna şahit olmuş. Ancak bu olay meşru
müdafaa sayılmış ve annesi herhangi
bir ceza almamış. Sonraki sene ise
yerel bir güzellik yarışmasında hayatı
değişmiş. Diğer bir ifade ile gerçek ortaya çıkmış! Çünkü modelliğe ilk adımı
bu sayede olmuş ve soluğu Milan’da
almış. Sonrasında ise New York…
Daha sonra küçüklüğünden beri
uğraştığı baleye dönmek istemiş ama
geçirdiği sakatlık bunu engellemiş.
Şansı ise bir gün tam da filmlerde
olabilecek bir şekilde değişivermiş...
Hollywood’ta yaşadığı bir banka
tartışmasında, sırada bulunan
bir menejerin dikkatini çekmiş ve
Hollywood’a ilk adımını bu şekilde
atmış...
Children of the Corn III. isimli film ile
sinemayla tanışan Charlize Theron,
daha sonra Keanu Reeves ile çekeceği
Şeytanın Avukatı isimli filmdeki rolü ile
tüm dünyada tanınan bir yıldız oldu.
Bunları; oynadığı diğer filmler ve daha
çok ses getiren yine Keanu Reeves ile
başrolünü paylaştığı “Kasım’da Aşk
Başkadır” ve “İtalyan İşi” isimli filmleri
izledi. Pearl Harbor'daki başrolden
"Şeytanın Avukatı"nda oynamak için
vazgeçti. Adı Showgirls filmi için
de başrol adayı olarak geçiyordu.
Gerçek bir yaşam öyküsünü anlatan Canavar isimli filmdeki fahişe bir
seri katili canlandırdığı rolüyle, En
İyi Kadın Oyuncu dalında bir Oscar, bir de Altın Küre ödülü kazandı.
1999'da Playboy dergisinde yer aldı.
People dergisi tarafından dünyanın
en güzel 50 insanı arasında gösterildi. FHM Taiwan tarafından 100
seksi kadın sıralamasında 4. gösterildi. Internet'in en güzel kadınları
sıralamasında 1. oldu. 2004 yılında
ise Christian Dior parfümlerinden
J'Adore'nin reklamlarında yer aldı.
Onun attığı her adım olay artık. Charlize Theron 2011’de Young Adult filmi ile
karşımızda olacak.
85
film şeridi
Filmografi
Snow White and the Huntsman (2012)
Mad Max:Fury Road (2012)
Young Adult (2011)
Astro Boy (2009)
The Burning Plain (2008)
Hancock (2008)
The Road (2008)
Sleepwalking (2008)
Battle In Seattle (2007)
In the Valley of Elah (2007)
Aeon Flux (2005)
North Country (2005)
Head in the Clouds (2004)
Life & Death of Peter Sellers (2004)
Monster (2003)
The Italian Job (2003)
Trapped (2002)
Waking Up In Reno (2002)
Curse of Jade Scorpion (2001)
15 Minutes (2001)
Sweet November (2001)
Legend of Bagger Vance (2000)
Men of Honor (2000)
The Yards (2000)
Reindeer Games (2000)
Cider House Rules (1999)
Astronaut's Wife (1999)
Mighty Joe Young (1998)
Celebrity (1998)
Devil's Advocate (1997)
Trial and Error (1997)
Johansson
HollywoodScarlett
Confidential
(1997)Reynolds
That Thing You
(1996)
NewDo!
York,
ABD
2 Days in the Valley (1996)
Doğum
Tarihi:
Children
of the22.11.1984
Corn (1995)
86
87
evrensel sanat
Geometri ile
iç içe soyut
kavramlar
Onun için soyut olan herşey
anlamlıydı. Dehası renk
ifadelerinde ve anlamsal
bağlantılarında daha da ileri
gitti. Çoğu kişiye göre soyut
resmin kurucusu sayıldı.
Vasiliy
Kandinskiy
88
Renkler ve şekiller onun elinde hiç olmadıkları anlamlara
taşındı. Sinestezi hastası olmasının avantajını resimlerine
yansıtan Vasiliy Kandinskiy’in resimlerinde geometri soyut bir
müzikle birlikte sunuldu izleyenlere....
Kandinskiy’in resimlerine ilk göze
çarpan; şekil, renk, çizgi ve biçim
düzenlerinin psikolojik bir irdeleme
olduğudur. Tıpkı bir bestekâr
gibi resmini betimler. Kendine
özgü çizgileri ve biçimleri ile bu
betimlemeleri heyecan verici ve ruhsal
bir ortama sürükler. Ressamlığının ilk
dönemlerinde, resimlerinde duygu
yoğunluğunu renklerle sağlayan
Kandinskiy, sonradan iyice soyutlaşmış
ve çizgiler ile belirgin figürleri birlikte
kullanmıştı. Kendi dilini oluşturması
onun enerji üreten bir makine gibi
üretmesine vesile olmuştu. Bu enerjinin
kökeni Almanya’daki dışavurumculuk
olsa da aslolan onun sezgisel
yaklaşımıydı. Soyut resimlerindeki
canlılık adeta büyülerken insanı resmin
içerisine çeker. Anlatımı gizemli ve
birçok temaya duyarlıdır.
Avrupa’da soyut sanatın öncülüğünü
yapan Rus ressam, hukuk öğrenimini
yarıda bırakıp, Münih’te resim
öğrenimi görmüş, dışavurumcu
özellikler taşıyan mavi binici akımının
öncülerinden olmuştu. Hukuk eğitimini
yarım bırakmasının nedeni gelişim ve
bilim değerlerine inanmamasından
kaynaklanıyordu. Ruhsal buhranlarının
içerisinde sanatı kullanarak kendisine
yepyeni bir dünya bulma arayışındaydı.
Soyut resme yönelmesinin temelinde
de bu düşünce saklıydı. Gerçeği taklit
etmek yerine, tasvir ederken kullanılan
renk ve çizgileri gelişigüzel içinden
geldiği gibi kullanmayı tercih ediyordu.
Ona çağrıştırdığı şekilde resmediyor,
dış dünyayı fazlasıyla materyalist
bulduğu için kendi sanatında bundan
kaçınmak adına, soyut çalışmayı
tercih ediyordu. Bunu yaparken de
iflah olmaz bir çocuk ruhuyla hareket
ediyor ve resminde kendi imgelerine
hep yenilerini ekleyerek resmini
geliştiriyordu.
1866 Moskova doğumlu olan
Kandinskiy aslında Fransız bir ressam
ve sanat kuramcısıydı. Figüratif resim
yapmaktan vazgeçmiş olan ressam;
tamamen çizgi, geometrik şekil ve
renklerden oluşan eserlerini genel
olarak kompozisyonlar adını verdiği
bir kimlikte topladı. Bu denli renkli
ve sıra dışı bir kuramcının aldığı
eğitimin hukuk olması ise işin apayrı
bir boyutuydu. 1886 yılında Moskova
Üniversitesi’nde hukuk ve ekonomi
okumaya başlayan ressam üç yıl sonra
Vologda’ya düzenlenen etnografik bir
geziye katıldı ve ardından Rus Halk
Sanatı üzerine bir makale kaleme aldı.
Bu makale Kandinsky’i çok etkiledi.
Song of Volga, Couple Riding, Colorful
Life gibi koyu üzerine açık ve ışıklı
formlar ile kurgulanan ilk dönem
resimlerinde kolayca bu etki fark edildi.
St.Petersburg ve Paris’i gördükten
sonra ise, 1896 senesinde hukuk
kariyerini tamamıyla terk edip ressam
olmaya karar veren ünlü ressam; iyi
derecede Almanca bildiği için, eski Rus
milliyetçilerinin çoğunlukla yaşadığı
Münih’e taşındı. 1900 ve 1908 yılları
arasında Moskova Sanatçılar Birliği
beraberinde sergiler düzenledi. Diğer
yandan Münih sanat ortamına girdi ve
sergilerde adını duyurur oldu. Yerel
sanat okullarında çalışmalar yaptıktan
sonra Phalanx sanatçılar grubunu
katıldı ve eğitmeni oldu. Her şeyiyle
etkili ve yetenekli bir ressamdı. Ütopik
toplum için kullanılan bir kavram
olan Phalanx kelimesi, 1901 yılında
Kandinski ve arkadaşları tarafından
kurulan sanatçı grubuna isim olacaktı…
89
evrensel sanat
On yıl beraber yaşadığı Gabriele
Münter o dönemde devlet okullarına
kadınların alınmaması nedeniyle erkek
ve kadınlara eşit davranılan Phalanx
okuluna katılmıştı. Kandinskiy ile
Phalanx’da tanıştı ve öğrencisi oldu.
Bunu birliktelikleri ve yaşadıkları
aşk izledi. 1904’te Kandinskiy ve
Münter 4 yıl sürecek olan Venedik,
Tunus, Hollanda, Fransa ve Rusya
gezilerine başladılar. Bu sürede
Van Gogh, Gauguin ve Monet gibi
empresyonistlerin sanat yaklaşımlarını
yakından incelediler ve 1908’de
tekrar Münih’e yerleştiler. Kandinskiy
1909 yıllarında pek meşhur olan
emprovizasyonlarına başladı. 1911’de
Kandinskiy, Münter ve diğer arkadaşları
Münih’teki Geleneksel Sanatçılar
Derneği ile bağlarını ayırıp Mavi Binici
(Der Blaue Reiter) akımını kurdular.
90
İki yıl sonra, Kandinskiy’nin önderliği;
Matisse, Picasso, Delauney ve Klee
gibi zamanın önemli yaratıcılarını bir
araya getirmişti. Mavi Binici akımı
dönemi için müzik, tiyatro ve bilimsel
alanlarda soyut resmi ve gerçekçilik
akımlarını ayrıca primitive sanatları
adeta yönlendirdi. Bu baskın akım
Münih’in dünyada önemli bir sanat
merkezi haline gelmesini de sağlamıştı.
1912’de ‘Sanatta Zihinsellik Üzerine’
ismiyle yayımladığı kitabıyla tarzını
iyiden iyiye oturtan Kandinskiy için
sanat, manevi değerlerin betimlenmesi
halini almıştı bile. İnsan ruhunu arıtıp,
harekete geçirebilecek için çaba
sergileyen Kandinskiy 1914’te savaş
başladığında Rusya’ya geri döndü.
Yıllarca beraber yaşadığı Gabriele
Münter’i Münih’te bırakan ressam Nina
Andrevskaya ile Rusya’da evlendi. 1921
yılında Rusya Estetik Akademisi’nde
etkin olarak görev aldı. Bir sene
sonra Almanya’ya gitti ve Hitler’in
1933 yılında kapatacağı Bauhaus
Okulu’nda eğitmen olarak görev aldı.
1922’de Berlin’de gerçekleştirilen ilk
Rus Sanat Sergisi, Erste Russische
Kunstausstellung’a katıldı. 1924’te
Feininger, Javlenski ve Klee ile
birlikte Mavi Dörtlü’yü (Blaue Vier)
kurdular. 1933’te Hitler kapatana kadar
Bauhaus’ta hocalık yaptı. 1933’de
Paris’e yerleşti ve 1939’da Fransız
vatandaşlığına geçti. Fransa’da pek
çok önemli eser yaptı. Hayatı kuramlar,
akımlar ve peşinden koştuğu soyut
anlatımlarla geçen Kandinskiy 1944’te
Paris’te yaşamını yitirdi.
91
kitabi
Ahmet Süheyl Ünver’in “Bursa defterleri”
Yakın zamanların
“Evliya Çelebi”si
“Vasiyetnamem
Beni sakın öldü sanmayın. Bütün
hayatımın yaşanmış seneleri
Süleymaniye Kütüphanesi’nde
Türk kültürü arşivimle binlerce
not ve hatıra defterlerimin
içinde. Mündericat ve resimlerim
emirlerinize amade. Ben
hayatımda tanrımın lütfu,
büyüklerim, eş ve dostlarımın
teveccüh ve dualarıyla cidden
bahtiyar bir ömür sürdüm, darısı
dostlar başına. Benim için
konuşmalar yapmağa lüzum yok.
Ama Süleymaniye ve Ankara’da
arşivimden programlı uğraşıların
lüzumuna dair konuşun.
Kabir ziyaretlerine lüzum
yok. Benim yazdıklarımdan
da bahsetmeyin. Seçtiğim
konular üzerine laf olsun diye
konuşmayın. Onları ve şimdiye
kadar akıl edemeyerek üzerinde
duramadığım ilginç konularımı
bensiz olarak benimseyin. Boş
vakit geçirmeyip benim gibi
her şeyi değerlendirin. İnanın ki
diğer insanları bıktıracak kadar
çok yaşarsınız. Boş geçen her
vakit sizleri ölüme götürür. Acıyın
kendinize.
Ahmet Süheyl Ünver.”
92
Kendi kendine konuşana neden deli
denir? Bazen kendine anlatacak ne
çok şeyi vardır oysa insanın. İnsan,
kendi kendisi ile sık sık konuşsa iyidir
hatta. İyidir hiç değilse ara sıra sık sık
sorsa kendisine, “ben, ‘kentim’ için
şimdiye kadar ne yaptım” diye. Sadece
kendisi için yaşayıp da hayatı boyunca
kenti için hiçbir şey yapmayanları ne
yapmalı bilemiyorum. Bazı sabahlar
aklında kenti için iyiliklerle, güzelliklerle
uyananları ve bunları hevesle
uygulamaya koyanları çok seviyorum.
Ben kendi kendine konuşanlara
da, taşının tepesinin üstüne oturup
kendi kenti ile konuşanlara da deli
demiyorum. Kimileri sahiden de
delice işler yapıyorlar, doğru; kimileri
aklı başında olanların asla cesaret
edemeyeceği kadar büyük yükler altına
giriyorlar kendi kentleri için, doğru;
kimileri kendi hayalinin peşinden
gidemiyor bir türlü, kenti için kurduğu
hayali gerçekleştirmekten zaman
bulamadığından, doğru; bunları neden
yaptıklarını değil, nasıl, kalplerindeki
hangi zenginlikle yaptıklarını hep merak
ediyorum hep. Hayatta sadece kendine
hayran onca insan, kentine hiçbir
faydası olmadan yaşayıp giderken,
kentinin her santimetrekaresine hayran
kişiler sayesinde biz farkında bile
olmadan daha kolay daha güvende
daha keyifli yaşıyoruz. Bir kent için
bir şey yapmayı gözümüzde çok
büyütüyoruz. Oysa sadece alsak
kalemi elimize, bir küçük deftere
yaşadığımız kentin bizim yaşadığımız
zamanlardaki halini not etsek; kendi
kentimizin mirasına ne kadar değerli
bir hazine bırakmış oluruz. Tıp hocası,
tıp tarihçisi, sanat tarihçisi, minyatür
ustası, tezhip ustası, ebruzen, ressam,
yazar, öğretmen bir hezarfen Süheyl
Ünver…
Onun başka pek çok kent için yaptığı
gibi Bursa için de samimiyetle,
hassasiyetle defterlerine aldığı
notlardan, kendi kendimize
baktıysak da göremediğimiz Bursa’yı
okuyoruz şimdi. Süheyl Ünver, 17
Şubat 1898’de İstanbul’da doğdu,
İstanbul’un muhteşem o medeniyetten
kalan mimarisi onun çocukluğunun
oyun bahçesi oldu. Osmanlının
son dönemleri, onun hayatının ilk
dönemleriydi. Savaş çıktı, muazzam
bir mimari yerle bir oldu ve bir anda
yeniden yapılanma dönemi geldi.
Süheyl Ünver, etrafının değiştiğinin,
bir toplumun karakterini oluşturan
mimariye edilen muamelenin
farkındaydı ve bunun bir biçimde
bu toplumun hafızasında kalmasını
sağlamayı kendisine görev edindi. Tıp
öğrencisiyken bir yandan da güzel
sanatlarla ilgilendi; ebru, tezhip,
minyatür ve hat öğrendi, Hoca Ali
“…Mum ışıkları ile dıştan içeri girdik. Bölmeli ve tonozlu hücreler. Çelebi Sultan
Mehmed’in hücresine geldik… Sanduka ve cesetler çürümüş. Tabut çivileri erimiş bir
pas halinde… Çelebi’nin bel kemikleri ve yanlarında kaburga izleri. Siyaha yakın bir
toprak zeminde tebeşirle çizilmiş gibi. İşte beş asır sonra Çelebi’den kalan…”
Kendi kendine konuşana neden deli denir? Bazen kendine
anlatacak ne çok şeyi vardır oysa insanın. İnsan, kendi kendisi ile
sık sık konuşsa iyidir hatta. İyidir hiç değilse ara sıra sık sık sorsa
kendisine, “ben, ‘kentim’ için şimdiye kadar ne yaptım” diye.
Rıza’dan özel karakalem ve suluboya
dersleri aldı. İç hastalığı uzmanlığını
Paris’te yaptı. Bir ömre bu kadar çok
şey nasıl sığar, bu kadar çok heves
nasıl ve neyle beslenir, bu kadar farklı
meraklar nasıl bir enerjiyle yaşama
böyle güzel yedirilir? Yapmış işte
Süheyl Ünver.
Bu ülkenin ressamları arasında adı
sıkça anılmayan, usta ressamlarının bir
listesi yapılsa ismi o listede sayılmayan
ama resmin hasından anlayanların ve
resimde gerçeklik arayanların başının
tacı Süheyl Ünver. Resimdeki paha
biçilmez ustalığına rağmen, benzeri
görülmemiş mütevazılığıyla da paha
biçilmez dersler veriyor aslında.
“Şu resim yapmağı öğrenemedim
gitti. Rahmetli yazı hocamız ve en
kıymetli hattatımız Hacı Kâmil Efendi
vefatından birkaç gün önce idi.
Ziyaretine gitmiştim. Bana dedi ki:
Öleceğim, ona şüphem yok. Fakat şu
yazıyı öğrenemeden gideceğim, ona
gam yiyorum. Bu sözüne hayret ettim.
Aradan çok seneler geçti, şimdi ne
demek istediğini daha iyi anlıyorum.
Herkes beni resim yapar bilir. Benimki
bir özenti… Haddim değilmiş meğer.
Zor şeymiş meğer. Bu da dâd-i Hak
imiş. Tevazu değil hakikat. Resim
yapmağı öğrenemedim gittim velhasıl.”
diyor.
Pek çok ülke ve şehri ziyaret etmiş;
gittiği yerlerde tarihi ve doğal
güzellikleri küçük defterlere suluboya
resimleriyle kaydetmiş; gittiği her kentin
kütüphanelerini ziyaret ederek bilhassa
yazma eserleri karıştırmış, okumuş
ve defterine notlar düşmüş. Sadece
yeryüzünden değil bugün bu toprakların
hafızasından da silinip gitmiş olan
pek çok tarihî cami, mevlevîhane,
medrese, türbe, müze, hamam, çeşme,
köprü, köşk, yalı, kahvehane, ahşap
konak ve evler, Süheyl Ünver’in arşiv
defterlerinde yaşamaya devam ediyor.
Süheyl Ünver’in sayıları binlerle ifade
edilen eserleri ve kişisel arşivi arasında
Bursa defterleri ve suluboya resimleri
ayrı bir yer tutuyor. Ünver’in Bursa
hakkında yazdığı notlar ve resimleri,
Ersu Pekin’in düzenlemesiyle, kızı
Gülbün Mesara ile Mine Esiner Özen
tarafından yayına hazırlandı ve kitap,
Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat
Vakfı tarafından yayımlandı.
Bursa Defterleri’nin 141. sayfasında;
“Bursa’da soruyorsunuz: kaç eski ev
var? Yok, kalmadı, diyorlar. Siz sokak
sokak dolaşıyor ve buluyorsunuz.
Bence her eski evde daha önce mamur
halinden bazen mühim kalıntılar var.
Bunları toplamalı amma, Bursa’da
başta mekteplerin resim öğretmenleri
olmak üzere meraklı yok. Hepsini
Emine Civanoğlu
ayıpladım. Bugün Şehre Küsdü
Mahallesi’nde 1225 tarihli Hacı Muhtar
Efendi evini gezdim. Yeni ve eski
sahipleri berbat etmişler. Hele selâmlık
kısmında uydurma güzel İstanbul
manzaraları var. Hele bir anbarlı
kalyonlar. Bahri Baba vâri. Eski Bursa’yı
istimlaksiz ve düz yol hastalıksız aynen
ihya etmezsek çok yazık.” diye yazmış
Ünver.
Az konuşur çok yazarım diyen
ve klasik sanatlarımızın daima
yaşamasını sağlamak için Güzel
Sanatlar Akademisi, Topkapı Sarayı
Nakışhanesi, Kubbealtı Kültür ve
Sanat Vakfı ile Cerrahpaşa Tıp Tarihi
Enstitüsünde yetiştirdiği yüzlerce
öğrencisini de her zaman not tutmaya
ve yazmaya teşvik eden Ünver,
şifahiliği çağımızın en büyük hastalığı
ve kusuru olarak nitelendirdi hep.
Kitapta okuyacaklarımız onun o
sözcüklerinin huzur dolu akışı, etrafına
derinlemesine bakışıdır. Şimdi
hangimiz Bursa’da dışarıya çıkıp
bu gözle bakıyoruz kenti kentimize.
Hangimizin kenara köşeye yazdığı
notlar arasında bu kentten bugüne dair
bir iz kalsın diye bir sokağı, bir çeşmeyi
anlatan sözcükler var?
93
kavram defteri
Özgürlük:
bitişin başlangıcı
Hakan Akdoğan
Rousseau’ya göre durum farklıdır.
“İnsan özgür doğar, oysa her yerde
zincire vurulmuştur”, diye başlar
Toplum Sözleşmesi adlı eseri. Modern
insan özgür olduğunu sanarak yanılır.
Ona göre, yozlaşmanın ve bencilliğin
psikolojik kaynağı kişinin kendisini
başkalarıyla karşılaştırmasında yatar
ve ilk toplumların oluşumuyla birlikte
görülür. Erken kabileler döneminde
insanlar “en iyi şarkı söyleyen ya
da dans eden; en yakışıklı, en
güçlü” insanlara çok değer verir ve
onların yerinde olmak isterdi. Bu,
gıpta etmenin, utanmanın, kendini
beğenmişliğin ve küçümsemenin
başlangıcı ve masumiyetin sonudur.
Locke masumiyetin sonunun parayla
başladığını düşünür: “İnsan, hem
zevklerini artırıp acılarını azaltmaya
çabalar, hem de akıl sahibi yani
ahlaksal bir varlıktır. Paranın icadından
sonra insan doğasının ahlaksal yanı
zayıflar ve davranışlarını sonsuz arzuları
belirlemeye başlar.” Marx, kapitalizmin
özgürlüğe son noktayı koyduğunu iddia
94
Hepimiz özgürlüğe mahkumuz, der Sartre. Bunun gerekçesini de
her an başka bir seçeneği hayal edebiliyor olmamıza bağlayarak
verdiğimiz kararlardan tümüyle bizim sorumlu olduğumuzu söyler.
Sözün temelinde yatan dayanak, her zaman yeni şeyler deneme
özgürlüğümüzdür.
eder. Ona göre, kapitalizm, görüntüler
dünyasına hapsettiği insanları bazılarını
taklit ederek yaşamaya zorlar. Bu da
özgürlüğü yok eder.
Marx’ın varsayımından yola
çıkarsak seçeneklerimizin olması
özgürlüğümüzün olduğu anlamını
taşımıyor. Bu seçenekler önceden
her ihtimal göz önüne alınarak
tasarlandıysa ve her yolun tek noktaya
çıktığı bir labirentse temelde söz
edilen tek seçenektir. Günümüzde
tektipleştirilen toplumların önüne
konulan seçenekler aslında hep aynı
noktaya götürmektedir. Özgürlük
bir kandırmacadır. “İnsan, doğası
gereği bencildir, sonsuz arzulara
ve güç isteğine sahiptir”, derken
Hobbes, iktidar sahibi kişi ve grupların
diğerlerine tanıdığı özgürlüğün de
görünüşte sonsuz ama içerik olarak
kısıtlayıcı olduğunu düşündürür.
Dünyanın en değerli elmas ve altın
madenlerine sahip Afrika ülkeleri
ekonomik çöküntüye sürüklenirken
halklarının açlık çizgisinde yaşaması
özgürlükler açısından sorgulanması
gereken bir durumdur. Çocukları
açlıktan ölmek üzere olan bir adamın
yeryüzünün başka bir bölgesinde
ömür boyu kazanabileceğinin kat kat
fazlasına satılacak bir parça taşı kendi
ülkesinin topraklarından çıkartması
ironik bir durumdur. Malum markaların
Uzakdoğu’daki fabrikalarında Avrupa
ya da Amerika’da maaşının üç katına
satılacak ayakkabıyı üreten işçinin
çıplak ayakla gezmesi de sistemin
savunucuları açısından cevaplanması
gereken bir durumdur zira sistem
savunucuları bireylerin alım gücünün
artması ve seçeneklerinin çoğalmasını
demokrasi ve özgürlükler açısından
bir zafer olarak sunarlar. Elbette
o ayakkabıların satışa sunulduğu
coğrafyada bir sistem başarısından
söz etmek mümkün olabilir. Sorun,
ayakkabının üretildiği coğrafyada
yaşayanlarla ilgilidir. Sistemdeki temel
çelişki bolluk içinde yaratılan yokluk,
Kaynakça
* Rousseau, J. J. (1988). On Social
Contract, 'Rousseau's Political
Writings' (ed. Ritter, A; Bondanella,
J.C.). Norton & Company.
* Rousseau, J.J. (1990). "Discourse
on the Origin and the Foundations
of Inequality Among Men", The First
and Second Discourses together
with the Replies to Critics and Essay
on the Origin of Languages. Harper
Torchbooks.
* Locke, J. "Second Treatise of
Government", Modern Political
Thought: Readings from Machiavelli
to Nietzsche (ed.Wootton, D.) s. 326
(2.kitap, 5.bölüm, 48.paragraf). Hackett
Publishing Company.
* Türk Dil Kurumu Sözlüğü (2009)
* Silier, Y. (2007). Özgürlük
Yanılsaması. İstanbul: Yordam Kitap.
zenginlik içinde büyüyen sefalettir. Bir
ülke için bahsedilen milli gelir artışı
başka bir ülkenin milli gelir düşüşünden
başka bir şey değildir aslında.
Sonuç olarak antidepresan kuşağının
zorunlu seçmeli güzergahları hep aynı
yere çıkıyor. Tüm özgür seçimlerin
çıktığı tek noktada birey, sistemin
kucağında bulmaktadır kendisini. Bu
kaçınılmaz bir durum olarak on altıncı
yüzyıldan bu yana etkilemektedir
insanlığı. On altıncı yüzyıl İngilteresi’nin
çiftçileri ortak mülkiyet olan tarla
ve meraları çitle çevirip daha fazla
kâr etme gayretine girdiğinden beri
başımızda olan bu mülkiyet belası
doğduğumuz andan öldüğümüz âna
hatta daha da sonrasına, mallarımız
paylaşılana kadar peşimizi bırakmıyor.
Beş yüz yıl önce Londra’da atılan bu
tohumlar çok yakın tarihte Irak’taki
petrol kuyularında sürgün verdi.
Militarist sürgünler epeyce boy attı.
Bu sürgünleri besleyen bir kök var ki
bir parçası evlerimize, sokaklarımıza,
okullarımıza, işyerlerimize kadar
uzanıyor. Özgürlük ve demokrasi
vaadiyle gözümüzün içine bakılarak
söylenen yalanlar bu kökü besleyen
gübredir. Bu gübreyle çılgınca
büyüyerek zihnimizi ağ gibi saran
cehalet sarmaşığı göz beyin
koordinasyonunu bozmakta, baktığımızı
görmemizi engellemektedir. Bu sırnaşık
sarmaşık global köyün jandarmalarının
istediklerini yerine getirmek için
uzamakta, bir gazete haberinden, bir
sohbetten, bir şarkıdan, bir kitaptan, bir
reklamdan, bir ilandan ve daha birçok
kaynaktan yeni zihinlere bulaşmaktadır.
Amaç sadece baktırmaktır. Görmeyi
engellemek, soru sormayı imkansız
hale getirmektir. Herkesi Platon’un
mağarasında tutmaktır.
Bu noktada verilmiş özgürlüğün
bir anlamının olmadığı açıktır.
Düşünmeden yapılan hatta yaptırılan
seçimlerde bırakın sonucu seçeneklerin
bile sorgulanması beklenemez. O
halde seçeneklerin ve her an yeni bir
şeyler deneme şansımızın olması özgür
olduğumuz anlamını taşımaz. Sartre’ın
iddiası kendisini tamamen kapitalist
düzenden soyutlamış bir insan için
geçerli olabilir. Dünyanın her köşesinde
seçeneklerimizi etkileyecek ve hatta
belirleyecek bir etken mutlaka var.
Günümüz itibariyle tam özgürlükten
söz edilemez çünkü özgürlük kapitalist
düzenin başlamasıyla bitmiştir.
Aşağıdaki sözlük anlamlarından
da görüleceği gibi içi boşaltılmış
kavramlara “özgürlük” de eklenmiştir.
Özgürlük (isim):
1 - Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya
bağlı olmaksızın düşünme veya
davranma, herhangi bir şarta bağlı
olmama durumu, serbestî.
2 - Her türlü dış etkiden bağımsız
olarak insanın kendi iradesine, kendi
düşüncesine dayanarak karar vermesi
durumu, hürriyet.
95
Türkçe sözlüğü
Türkçe sözlüğü
Her gün Türkçe olmayan onlarca kelime çıkıyor ağzımızdan. Bu duruma sebep olanları
uzun uzadıya anlatmak yerine, güzel Türkçemizden bazı kelimeleri hatırlatıyoruz sizlere.
Dayatılmış Fr. imposé
Empoze
Yankı
Fr. eco
Eko
İğne
Fr. injecteur
Enjektör
Anlık
Fr. instantené
Enstantane
Sanrı
Fr. hallucination
Halüsinasyon
Gelecekçi
Fr. futuriste
Fütürist
Uğraşı
İng. hobby
Hobi
Sağlıklı, temiz
Fr. hygiénique
Hijyenik
Taklit
Fr. imitation
İmitasyon
Eş cinsel
Fr. homosexuel
Homoseksüel
Yenileşimci
İng. innovative
İnovatif
Yasa dışı
Fr. illégal
İllegal
Liste başı
İng. hit
Hit
Resimleme
Fr. illustration
İllüstrasyon
Düşünce
Yun.
İdea
Katkılarından dolayı Türk Dil Kurumu’na teşekkürler.
96
97
sağlıklı düşünce
Fizik tedavide merak edilenler
Ecz. A.Tunca Toker
Toker Sağlık Grubu
“İyileşen hasta evine gönderilirken her şey yapılmış ve bitmiş demek değildir.
Artık sahneden hekim iner, hastanın kendisi sahneye çıkar. Hasta bu sahnede
uzun süre duracaktır. Çünkü tedavinin daha başarılı olmasını ve yakınmaların
tekrarlamamasını sağlayacak olan kişi kendisidir.”
Dergi Bursa, kalitesi ve yayın ekibinin
özenli çalışması ile daha ilk sayısında
kendisini sektöründe öne çıkartmayı
başardı. Toker Sağlık Grubu olarak
bu başarının daimi olmasını diliyoruz.
Bu sayıdaki konuğumuz, Fizik Tedavi
ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Ferda
Erkişi... Konumuz ise fizik tedavi
dalında Bursa şehrinin önemi ve bu
alandaki gelişmeler...
Rahatsızlanmadan yaşam maalesef
mümkün olmuyor. Bu aşamada
hastalıklarımıza rağmen yaşam
konforunu sağlayabilir miyiz?
Vücudumuz hiçbir zaman eskimeyecek
ve bozulmayacak gibi düşünürüz
veya bozulacağı aklımıza bile gelmez.
Ancak doğadaki en dayanıksız yapı
insan vücududur. Bu yapı dayanıksız
olduğu kadar, beynimiz sayesinde
doğaya hakim olabilen tek varlıktır.
Yaşam döngüsü içinde en değerli
hazinemiz olan vücudumuzu ne kadar
yıprattığımızın farkına varmadan
mücadelemizi sürdürürüz. Belki bu
mücadeleyi çoğu zaman kazanırız ama
98
zaferin mutluğunu yaşayamayız. Çünkü
mücadele sırasında fark etmeden
bozulan vücut, yaşam kalitemizi
düşürür. “Temiz bir evde ağrılarla
oturmak”, “kazanılan maddi varlık
içinde yaşarken yemek masasındaki
kısıtlamaları, fiziksel aktivitelerdeki
kısıtlamaları yaşamak”, birer acı
örnektir.
Bu kısıtlamalardan kurtulmanın
yolları var mı?
Hastalıkların oluşumunda 2 çeşit
etken var; değiştirilebilen etkenler
ve değiştirilemeyen etkenler... Yaş,
cinsiyet, çevresel koşullar, genetik
dayanıklılık ve hatta sosyal sorumluklar
değiştirilemeyen etkenler olarak
sayılabilir. Kilo, hobiler, yaşam şekli
ve sosyal eğitim ise değiştirilebilen
etkenlerdir. Sağlık kuruluşlarında
yapılan tüm tetkikler ve düzenlenen
tedaviler altta yatan başka bir
hastalığın varlığını gösterip çözüme
ulaşma yollarını belirlerler. İyileşen
hasta evine gönderilirken her şey
yapılmış ve bitmiş demek değildir. Artık
sahneden hekim iner, hastanın kendisi
sahneye çıkar. Hasta bu sahnede
uzun süre duracaktır. Çünkü tedavinin
daha başarılı olmasını ve yakınmaların
tekrarlamamasını sağlayacak olan kişi
kendisidir. Ne yapılacak olan manyetik
rezonans inceleme vb. ne de ağrı
kesici ilaçlar bundan sonraki yaşam
standardını tek başına yükseltemez.
Yapılacak olan en önemli şey yukarıda
özetlediğimiz değiştirilebilen etkenlere
dikkat etmek. Zorlayarak şekil
verdiğimiz beden, aşırı ve yanlış kas
gruplarına uygulanan yükler, bağların
zorlanması her zaman ağrı ve tutukluluk
ile kendini gösterir. Hangi tedavi
uygulanırsa uygulansın bu hatalı dış
etkenler ortadan kalkmadan tam bir
düzelme olmaz.
Dış etkenleri düzeltemediğimiz ya
da düzeltsek de sonuç alamadığımız
aşamalarda neler yapmalıyız?
Bazen dış etkenleri ne kadar düzeltmek
istesek de başaramayabiliriz. O zaman
da bu etkenlere karşı vücudumuzun
direncini arttırmalıyız. Yani vücudumuza
bedenen ve ruhen güç katmalıyız.
Çalıştığı ortamda ve evinde ağır yük
kaldırmak ve taşımak zorunda olan
(bebeğini emziren anne gibi, fabrikada
çalışan işçi gibi, masa başında bütün
gün oturmak zorunda kalan sekreter
gibi…) bir kişiye “ağır yük kaldırma,
aynı pozisyonda sürekli oturma”
demek mümkün değildir. Muhakkak
ki başlangıçta ilaç ve fizik tedavi
desteği gerekebilir. Ancak tedavinin
başarısı ve devamlılığı için, yaşam
ortamının düzenlenmesi şarttır ve
spor hayatın vazgeçilmez bir parçası
olmalıdır. Güç ve esneklik kazanmak
belli hareketlerin ve pozisyonların
vücuda zarar vermesini önleyecektir.
Alacağınız tedbirler ve yapmanız gerek
hareketler konusunda her zaman
doktorunuz size kılavuz olacaktır.
Günümüzde bu konudaki bilinçlenme
toplumumuzdaki yaşam tarzına belirgin
olarak yansımıştır. Gerek okullardaki,
gerek çeşitli basın kuruluşlarındaki
sunumlarda, hatta gerekse arkadaş
toplantılarında, spor ve egzersiz
söyleşileri toplumumuzun bilincini
yansıtırken daha sağlıklı bir hayata
doğru adım atmamızı sağlar. Yol
kenarında yürüyüş yapan insanların
çoğalması, ulaşım amacı ile yürümeyi,
bisiklet kullanmayı tercih eden
insanların varlığı sevindirici...
Biraz da FTR gerektiğinde kullanılan
yöntemlerden bahsedelim mi?
Fizik tedavi hasta ya da yaralanmış
vücut yapılarına yeniden tam bir
güç ve fonksiyon kazandırmayı
ve hastayı tam tedavi edilmiş bir
duruma getirmeyi hedef tutan bir tıp
bölümüdür. Tıp giderek daha sofistike
bir meslek olmaya devam ederken
ve tüm dünyada ortalama yaşam
beklentisi artarken; sağlıklı olmanın
amacı yeni bir temayı da içine aldı:
yaşam kalitesi. FTR’nin amacı hastaya
optimal fonksiyonu geri kazandırmak
olduğu için FTR uzmanlığı bazen
yaşam kalitesi mesleği olarak da
adlandırılıyor. Fiziyatristin (Fizik tedavi
uzmanı) görevi, herhangi bir hastalık
ya da yaralanmadan kaynaklanan
ve herhangi bir organ ya da sistemi
ilgilendiren özürlüğü tedavi etmek.
Burada belirli bir organ ya da vücut
bölgesine yoğunlaşmak yerine amaç,
kişinin hayatının bölümlerini medikal,
toplumsal, duygusal ve mesleki
olarak tekrar eski yerine koymak.
Fizik tedaviden kullanılan alet ve
teknikler genellikle vücut dışından
ve ilaç kullanılmadan tatbik ediliyor.
Bundan dolayı yan etkileri hiç yok
veya yok denecek kadar az. Sıcak
ve soğuk uygulama, ağrı kesici ve
kasları kuvvetlendirici elektrik akımları,
traksiyon, masaj, manipulasyon,
egzersiz, iş-uğraşı tedavisi, hidroterapi
ve ESWT başlıca fizik tedavi ve
rehabilitasyon yöntemleri... Fizik tedavi
sayesinde kısıtlanmış eklem hareketleri
normal veya normale yakın bir hal
kazanıyor, ağrının yarattığı hareket
kısıtlılığı sona eriyor, kas güçsüzlüğü
azalıyor ve daha rahat hareket ediliyor.
Şişlikler ise yok oluyor.
Tarihi Bursa kaplıcaları ve tedavileri ile
ilgili ne düşünüyorsunuz?
Kaplıca tedavisi, gerek sıcak suyu ve
buharı, gerekse içerdiği mineraller ile
özel bazı hastalıkların yanı sıra (böbrek
hastalıkları, cilt hastalıkları vb.) tüm
kas ve kemik ve eklem hastalılarının
tedavisinde özel bir yer tutuyor.
Kaplıcalar, tedavi ajanı zenginliğimizi
sağlayan bulunmaz fırsatlardır. Özellikle
Bursa bölgesi çok eski zamanlardan bu
yana bu tedavi yöntemi açısından çok
şanslı; Suların miktarı, ısısı ve içerdiği
minerallerin zenginliği bakımından
dünyada sayılı yerlerden birisi. Özellikle
kükürtlü (Kükürtlü kaplıcaları), sülfatlı
(Oylat Kaplıcası), radyoaktiviteli (Kara
Mustafa Kaplıcası, Çekirge’deki Eski
Kaplıca), çelikli (Demir içeriği yüksek
Çelik Palas Kaplıcası) kaplıcaların ve
daha birçoğunun varlığı çok çeşitli
hastalıkların tedavisinde önemli yer
tutuyor.
99
açı
Gözümüzdeki sinsi tehlike
Halk arasında “Karasu” olarak bilinen glokom, gözün tolere
edebileceğinden daha fazla göz içi basıncının (göz tansiyonunun)
meydana getirdiği hasar olarak tanımlanabilir.
Glokom, dünyada körlük nedenleri
arasında katarakttan sonra ikinci sırada
yer alıyor.Glokom tanısı ve glokomlu
hastanın takibi için göz içi basınç
değerinin bilinmesi tek başına yeterli
değildir. Görme alanı ve görme sinir
başının ve sinirlerinin değerlendirilmesi
takipte oldukça önemli. Görme alanı
hastanın ifadesine bağlı muayene
yöntemidir. Yaşlılarda, çabuk sıkılan
kişilerde, glokomu ilerlemiş kişilerde
güvenirliliği azalır. Bu nedenle daha
objektif tanı ve takip cihazlarına ihtiyaç
duyulur.
Glokomda tanı ve takip çok önemli
Glokomda tanı ve takip çok
önemliyken, hastanın ilaçlarını
muntazam olarak kullanması daha
100
da önemlidir. Glokomda hastanın
genellikle hiçbir şikayeti yoktur. Bu
hastalıkta tedavi yapılmadığı takdirde,
görme alanında daralma ilerleyicidir.
Bu safhada görme halen çok iyi olabilir
ancak kişi borudan bakar gibi bir
görüşe sahiptir.
Görme hastalığın en son safhasında
bozulur. Glokom ilaç ile olmazsa
diğer tedavi seçenekleri ile kontrol
altına alınabilen bir hastalıktır. Her
ilaç herkese aynı ölçüde etki etmez,
dolayısıyla tedavi oturana kadar sık
kontrol gerekebilir. Kontrol edilemeyen
glokom olgularında lazer uygulaması
yapılabiliyor, eğer uygun değilse
cerrahi yapılması şart olur. Cerrahi,
kaybı geri çevirici olmadığı gibi
Prof. Dr. Haluk Ertürk
Acıbadem Bursa Hastanesi
Göz Hastalıkları Uzmanı
görmede de kayba neden olmaz. Dar
açılı olarak bilinen tip glokomlarda ilaca
ek olarak “lazer iridotomi” işleminin
yapılması gerekir.
Glokomda tedaviye başlama zamanı
ve hastanın tedaviye uyumu tedavinin
başarısında etkili olur. Tanıda geç
kalınmış olmak ne kadar kötü ise, yanlış
pozitif tanı da o kadar zararlıdır. Çünkü
tedavi için kullandığımız hemen tüm
ilaçların yan etkileri vardır. Gereksiz
yere yan etkilere maruz kalmak hiç
de uygun bir durum değildir. Ayrıca
kişinin kullandığı diğer ilaçlarla da
etkileşimlerinin bilinmesi ve ona göre
ilaçların tespit edilmesi gerekir.
Sağlık dolu bir yaşam diliyorum.
Nedir bu “akupunktur” dedikleri?
Bahar geldi ve birçoğumuz için kilo ile ilgili sorunları da beraberinde getirdi...
Şimdi programımızda kurtulmamız gereken kilolar var. Peki ya bu sorunu
aşmak için aradığınız çare, akupuntur olabilir mi?
Akupunkturla ilgilenmeye başlayalı
20 yıl oldu. Çalışmalarımın odağında
ise özellikle akupuntur ile zayıflama
programları vardı. Bunca senenin
içerisinde en sık duyduğum 5 soru ise
şunlardı;
“Ne işe yarar bu akupunktur?” Sizin
zayıflamanızı sağlar!
“Ama nasıl?” Salgılattığı endorfinle
mutlu olursunuz, sevdiğiniz yiyecekleri
daha az tüketirsiniz. Stres artık sizin
için sorun olmaktan çıkar. Birşeye
kızdığınız için soluğu mutfakta
almazsınız, sindirim sistemiz daha
düzenli çalışır ve bir rahatsızlık çekmez,
günlerinizi konforlu geçirirsiniz. Ayrıca
size verilen program sizin için uygunsa
hedefinize ulaşmak ve istediğiniz kiloya
kavuşmak çok kolay olur.
“Akupunktur ile verilen kilolar
yeniden fazlasıyla geri alınır mı?”
Hayır. Siz herhangi bir diyet programı
uygulamadığınız sürece size kilo
verdirmeyeceği gibi kilonuzu verdikten
sonra da, eğer kendinize dikkat
ederseniz, tekrar kilo almazsınız.
Verilen kiloların yeniden hatta fazlasıyla
geri alınması uygulayan kişinin
alışkanlıkları ve davranışlarına bağlıdır.
Sizi istediğiniz görüntüye kavuşturan
uygulamaları terk etmek yerine
koruyucu programla değiştirdiğiniz ve
bunu yaşam tarzı haline getirdiğiniz
sürece emin olun o kilolar geri
gelmiyecektir.
“Akupuntur nasıl bir tedavi sağlar?”
Akupunkturun en güzel tarafı, sizin
bünyenizde olmayan bir özellik
katmaması ve sadece fizyolojinizi
düzene sokmasıdır. Akupunktur bir
Uz. Dr. Semih Bayat
Club Çok Yaşa
regülasyon tedavisi yöntemidir. Vücut
sisteminizin bozulmuş olan kısımlarını,
olması gereken düzene kavuşturur.
Örneğin sizde olmayan bir organın
işlevlerini kazandıramaz. Kaybettiğiniz
parmağınızı yeniden oluşturamaz. Ama
işleyişinde aksaklık olan organlarınıza
bozukluk patolojik düzeyde olmadıkça
işlev kazandırır.
“Akupunturda en çok dikkat edilmesi
gereken nedir?” Burada önemli olan
uyguladığınız programın yaşınıza,
yaşam biçiminize, fizyolojinize
hatta psikolojinize uygun olmasıdır.
Size zorluk getirmek yerine kolaylık
sağlamalı, sıkıntı yerine keyif vermelidir.
Bunun için doğru kişlerden doğru
yönlendirmelerden yararlanmalısınız.
Uyguladığınız program sonunda
mutluysanız o sizin için en doğrusudur.
101
sağlıklı yaşam
Kadın Hastalıkları
ve Doğum Uzmanı
Opr. Dr. Cenk Aşkalli
“Gebelikte” egzersiz
Gebelikte anne adaylarının en büyük endişelerinden birisi
hızlı ve fazla kilo almaktır. Gebelik boyunca ideal kilo alımı
7-15 kg. arasında olmalıdır. İlk 3 ay düşük riskinin yüksek
olduğu dönemdir, erken doğum yapmış hipertansiyon,
kalp, solunum hastalığı, veya takip gerektiren başka bir
rahatsızlığı olan gebeler doktorundan onay almadan
kesinlikle spora başlamamalıdır.
Egzersiz yapan gebeler beslenme ve
sıvı alımına çok dikkat etmelidir. Günlük
10-12 bardak sıvı önerilirken terleme ile
bu miktarın artacağı unutulmamalıdır.
Ağız kuruluğu, idrar renginin koyuluğu
az sıvı tüketildiğinin belirtisidir.
Egzersiz sırasında vücudu sıkan
rahat hareket etmeyi engelleyen
giysiler giymemelidir. Vücut sıcaklığı
37,5-38 derece arasında olmalıdır.
Nabzın dakikada 130-140 seviyesini
geçmemesi önemlidir. Yükselmesi
durumunda egzersize ara verilmelidir.
Egzersiz sırasında karın ağrısı,
rahimde kasıntı, çarpıntı, nefes darlığı,
bel ağrısı ve görme bozukluğu gibi
durumlarda acil doktora gidilmelidir.
İlerleyen gebelik haftalarında
eklemlerdeki esneklik artışı, ağırlığın
artması, ödem, kas ve eklem
102
yaralanmalarına yol açabilir.
Egzersizler ilerleyen gebelik
haftalarında vücudun ”lordoz” denen
omurga kavsinin bozulmasından dolayı
denge kaybı ve baş dönmesine neden
olabilir. Yerde yapılan hareketlerde
uterus(rahim) büyümesinden dolayı
kalbe vücudun alt kısmının kanını geri
götüren ana toplardamara bası artar.
Bu nedenle kalbe ve dolayısıyla beyne
giden kanın azalmasından hipotansiyon
ve baygınlık hissi olabilir, yine ani yatış
kalkışlar buna neden olabilir.
Tercih edilmesi gereken sporlar; tüm
vücut kaslarını çalıştırdığı ve suyun
rahatlatıcı etkisi için yüzme, temiz
havada düzenli yürüyüş, ev bisikleti,
yoga ve platestir. Tercih edilmemesi
gereken sporlar ise; yüksek riskli
motorlu su sporları, paraşüt, treaking,
dalış, ve aletli jimnastiktir. Ağırlık
kaldırma gebelik boyunca kesinlikle
yapılamaz. Düzenli olarak spor
yapmaya alışkın gebelerle hiç spor
yapmamış gebelerin egzersizleri
arasında önemli farklar vardır. Bu
nedenle profesyonel bir eğitmen
yardımıyla egzersize başlanmalıdır.
Gebelikte egzersiz yapmak sizi
ve bebeğinizi rahatlatır. Kendinizi
daha zinde ve enerjik hissedersiniz.
Unutmayın gebelik bir hastalık değildir,
yaşamınızda köklü değişiklikler
yapmanıza gerek yoktur. Stresten ve
aşırı yorgunluktan kaçının, düzenli
beslenin, bol sıvı tüketin, hayatınızdaki
en güzel ve anlamlı tecrübenin tadını
çıkarın.
Tipik bir büro çalışanı gününün büyük bir çoğunluğunda oturur ve hareket
kabiliyeti son derece sınırlıdır. Bu durum bazı fiziksel ihtiyaçların giderilmesini
de engeller. Böylece kilo problemi, vücutta gevşeme ve ruhsal gerginlik gibi
olumsuzluklar ortaya çıkar. Bunlarla başa çıkmak için ise uygun bir egzersiz
programı seçip uygulamak gerekir.
İş verimsizliğine
çare “egzersiz”
Kişinin yaptığı işe, vücut yeterliliklerine,
sağlık durumuna ve fiziksel çevresine
göre seçeceği egzersiz programı;
vücudun çeşitli temel ihtiyaçlarını
karşılayacak durumda olmalıdır.
Bunların ilki esneklik. Seçilen egzersiz
eklemleri zorlamamalıdır. İkincisi güç
geliştirmedir. Yapılan beden hareketleri
kasları germeli, onları biraz zorlamalı
ve güçlendirmelidir. Üçüncüsü ise
dayanıklılıktır. Yapacağımız egzersizler
uzun süre yorgunluğa karşı koyabilme
yeteneğimizi geliştirmelidir.
Günlük etkinliklerimizde bazı kaslar
diğerlerine oranla fazla kullanılır.
Yapılacak egzersizde tüm kasları
düzenli olarak kullanmak gerekir.
Seçilen egzersiz kalbi, diyaframı ve
akciğeri güçlendirmelidir. Bisiklete
binme, koşma, dans etme vd yüzme
uygun şekillerde yapıldığında; kalp
atışını hızlandırır, derin nefes almayı
sağlar ve terletir. Vücudun oksijeni tam
olarak kullanmasını ve kan kolesterol
dengesini sağlar, kilo kontrolüne
yardımcı olur, stres ve depresyonun
etkilerini hafifletir. Son olarak egzersiz
dengeyi sağlamalıdır. Kullanılan
egzersiz programı uzun süre oturmanın
etkilerini azaltmalı ve vücudun alt ve üst
taraflarının eşit kullanımını sağlamalıdır.
Omuzlarda kollarda boyunda, sırt ve
bacaklarda hissedilecek gerginliği
azaltmalıdır.
Egzersiz ile tedavi son yirmi yıl
içinde, yaygın bir şekilde kullanılmaya
başlandı. Tüm çalışanların sağlıklı,
dinamik, güçlü ve ruhsal açıdan dirençli
kişiler haline gelmesi ve sağlıklı bir
yaşam için spor; çağdaş işletmelerin
benimsediği bir uygulama. Egzersizler
stres tedavisinde de; aşırı reaksiyonlar,
asabiyet, hırçınlık ve kavgacılık gibi
eğilimleri ortadan kaldırmak için
Öğr. Gör. Dr.
Türkan Bulut Yiğitdinç
Uludağ Üni.Eğitim Fak.
Beden Eğt.ve Spor Böl.
yararlı görülüyor. Egzersiz, tüm hayati
organların gücünü arttırıyor ayrıca
kandaki yağ ve şeker seviyelerinin
normal düzeyde kalmasını destekliyor.
Haftada 3-5 antrenman yapan kişilerde,
strese karşı büyük bir direnç oluştuğu
gibi, antrenmanlar sonrasında tam bir
gevşeme ve ruhsal dinlenme olduğu
gözleniyor.
İyi uygulanan bir egzersiz programı
düzen ister. Egzersizin anlamı hafta
sonu gidip 3 saat tenis oynamak
veya ormanda koşmak değildir. Böyle
plansız ve dengesiz egzersizler fayda
üretmekten çok zararlı olur hatta
işyerinde yaşanan semptomları arttırır.
Etkili egzersiz düzenli ve zevkli olanıdır.
Egzersizde önemli olan kazanmak veya
kaybetmek değil egzersiz yapmaktır.
Kontrollü olarak vücudu tanıyarak
yapılan egzersizin yan etkisi, olsa olsa
rahatlama ve güven kazanmadır.
103
keyfi yerinde
M.Melih Karaer
Ağız tadınızda
uyumlu tercihler
Ağız tadınızda uyumlu tercihler
Farkında olmadığımız, bazen
ıskaladığımız veya dikkat etmediğimiz
ögelerden bir tanesi yeme içme kültürü.
Sadece “kebap, rakı-balık ve kendin
pişir kendin ye” kültürleri gelişiyor artık.
Bu gerçekten düşündürücü... Oysa
tarihimize ve kültürümüze bakıldığında,
Bursa ve civarı çok çeşitli lezzetler
sunuyor bizlere.
Bursa binlerce yıldır şarap kültürü
ile yoğun yaşamış bir yöre. Yemek
kültüründe ise deniz öğeleri var...
Sadece yakın tarihte değil, Bizans
döneminden bu yana deniz kültürü
var. Şirin sahil beldemiz Tirilye’nin
adı bile denizden, balıktan geliyor.
104
Tiriglia kırmızı balık-barbunya demek.
Tirilye’de, pek çok tarihi eserin üzerinde
balık figürleri, salkımlar ve kadehler
var. Tirilye limanı tarih boyunca
İstanbul’a şarap, balık, sebze ve meyve
sevk ediyordu. Hatta yurt dışına ihracat
dahi yapılıyordu.
Şimdilerdeki rakı-balık, rakı – et
eşleşmesi nedense pek bir benimsense
de, sanki modaymış gibi, biraz da
kolayımıza gitmesinden olsa gerek,
çok yaygın. Ancak bana göre bu
kültür farkında olmadığımız pek çok
eksik ve hata ile dolu bir şekilde
yaşanıyor. Gerçekten dünyanın en
lezzetli balıkları ve diğer deniz ürünleri
bizim sularımızda. Lüferin, kalkanın,
Farkında olmadığımız, bazen
ıskaladığımız veya dikkat
etmediğimiz ögelerden bir
tanesi yeme içme kültürü.
Sadece “kebap, rakı-balık ve
kendin pişir kendin ye” kültürleri
gelişiyor artık. Bu gerçekten
düşündürücü... Oysa tarihimize
ve kültürümüze bakıldığında,
Bursa ve civarı çok çeşitli
lezzetler sunuyor bizlere.
uskumrunun, mercanın, barbun ve
tekirin, hamsi ve istavritin lezzetleriyle
dünyanın başka hiçbir yerindeki bir
balık boy ölçüşemez. Keza Karacabey
Boğazı’nın önünden yakalanan çimçim
karides gibisi var mıdır sorarım...
Gelelim bu enfes lezzetleri nasıl
yediğimize... O enfes balıkları pişirdik
ve açtık bir “büyük” ve biraz ondan,
biraz diğerinden derken hepsini
midemize indirdik. Oldu mu? Hayır
olmadı... Belki rakıyı çok seviyoruz,
balıklarımıza da bayılıyoruz. Ama bir
uyuşma gerekiyor. Nedir o yanlışlık?
Güzeller güzeli sarı kanatı ızgara yaptık
yanına da rakımızı koyduk diyelim. Bir
çatal sarıkanatı ağzımıza attık ve enfes
lezzetiyle ağzımız şenlendi. Ardından
rakımızdan bir yudum aldık. Ne oldu?
Sarıkanatın lezzeti kayboldu gitti.
Birdenbire % 45-50 alkolü olan, buna
mukabil efil efil anason kokan rakı,
balığın bütün zerafetini aldı götürdü.
Şimdi ağzımızda sadece rakının yoğun
lezzeti var. İkinci çatalda ağzımız ve
dilimiz, sarıkanatın lezzetini biraz daha
azalarak alacak. Çünkü alkol ve anason
çok hakim. Kavruluyorlar. Bir süre
sonra rakı yiyor ve içiyor olacağız.
nasıl güzel hazırlandığını göreceksiniz.
Sonrasında, sarıkanatın yanında
bu sefer zarif bir beyaz şarap açıp
ikisinin de birbirini ne kadar güzel
tamamladığını görün. Alkol oranı
dengeli, asiditeler dengeli, lezzetler tek
tek alınıyor. Benim farkındalık ve lezzet
tarifim böyle. Balık etinin zarif ve ince
nüanslı bir yapısı var ve dikkat edilirse
balıkta sos yoktur. Baharat konmaz
veya azdır, olsa olsa zeytinyağı...
Biraz da doğruyu konuşalım. Rakımız
gerçekten çok keyifli aperatif bir içki.
Ben de çok beğenerek içiyorum. Ama
nasıl? Diyelim ki deniz mahsulleri
yemekleri ile bir öğün düşünüyorum.
Önce lakerdalardan bir parça, yanında
çiroz veya balık tuzlama vb mezeler...
Bunların azar azar tadına bakarken,
yanında güzel ve az sulu bir duble
rakı. Harika bir başlangıç. Rakıyı da,
mezeleri de abartmadan midemizi
hazırlamış olacağız. Ne rakının lezzeti
ve alkolü mezeleri örtecek, ne de
yoğun lezzetlerine rağmen mezeler
rakımızı... Deneyin, midenizin yemeğe
Beyaz şarapta benzer şekilde zarif
bir yapıya sahip ve balığın zerafetini
örtmüyor. Öte yandan lezzetli balık
yağlı balıktır ve beyaz şarapta yüksek
asiditeye sahiptir. Balığın lezzetini
bu asidite dengeler. Beyaz etlerle ve
balıkla beyaz şaraplar uyumlu olmakla
beraber, bazı balık etleri farklıdır.
Örneğin orkinos-ton balığı, palamut
gibi balıkların etleri karadır ve beyaz
şarabı ezerler. Bunlarla roze veya
zarif yapılı bir kırmızı şarap fevkalade
uyum sağlayabilir. Diğer yandan bazı
ülkelerde çok soslu hatta koyu soslu ve
kırmızı şarap soslu balık yemekleriyle
kırmızı şarap ikram ederler. Ancak
siz siz olun “ben kırmızı şarapla balık
yerim” diyenlerden olmayın ve böyle
söyleyenlere itibar etmeyin. Zira kırmızı
şarapta çok yoğun tanenler vardır ve o
tanenler balığın lezzetini örter, balığın
tadını almanıza mani olur. Hedef nedir
oysa? Yemeğin ve şarabın ayrı ayrı
lezzetlerini alabilmek ve bir diğerini
bastırmaması...
Son olarak balık – şarap eşleşmesinde
birkaç ipucu vereceğim. Yağlı balıklarla,
örneğin Lüfer ya da kalkan ile kuvvetli
beyazlar; Semillon, Chardonnay gibi
üzümlerin şarapları uyum gösterir.
Nötr etli balıklarla ise örneğin levrekle
ve limon kullanılmış balık yemekleriyle
asitli Riesling uyumlu olur. Diğer
yandan çokça tükettiğimiz kuzu etleriyle
de değerli okurlarımızın rakı yerine
genç ve zarif kırmızı şaraplar, örneğin
öküzgözü, merlot veya kalecik karası
gibi üzümlerden yapılan şarapları
denemelerini öneririm.
Ağız tadı ve keyif dileklerimle.
105
yakın plan
106
Saraylara layık
“altınlı menü”
Bursa’da
Dünya mutfaklarından seçkin örnekler
sunan Kadife A La Carte Restaurant,
23 karat yenilebilir altınlı menüsü ile
Anadolu’da bir ilki gerçekleştiriyor.
Bursa’nın damak zevkine farklı bir
incelik getiren özel uygulama, beş
yıldızlı otellerimizden Almira Hotel
tarafından Bursalıların beğenisine
sunuldu. Almira Hotel Baş Aşçısı
Necmettin Baştürk ve Şef Birol Güler
imzasıyla piyasaya sunulan menü, iki
farklı şekilde servis ediliyor. 23 karat
saf altının yemeklerde uygulanması
toz parçacıklar halinde veya yaprak
şeklinde bütün olarak yapılıyor. Birol
Güler’in “yemeğin lezzetine görsel bir
ihtişam” olarak yorumladığı menülerde
altın, avangart bir yaklaşımla
kullanılıyor. Saf altın tadının nötr
olması sebebiyle görsellik ön planda
tutuluyor. Bursalı gurmelere bambaşka
bir damak tadı sunan uygulama
yoğun ilgiyle karşılandı. Kadife A La
Carte Restaurant’ın altın menüsü Salı,
Çarşamba, Cuma ve Cumartesi günleri
akustik müzik programı eşliğinde
sunuluyor.
Altın menü 1
Altın parçacıklı badem çorbası
Krep yaprağında altın somon
Patlıcan yatağında altın soslu bonfile
Altın tozlu çikolatalı suffle
Altın menü 2
Altın peynir tabağı
Üç renkli 23 karat tortellini
Altın ıspanak yatağında levrek
Altın browni
107
bursa mutfağı
M.Ömür Akkor
Mutfak Araştırmacısı
Bursa’nın “mavi” mutfağı
1640’ta Bursa’ya gelen Evliya Çelebi notlarında, “Bursa sudan
ibarettir” diyerek Bursa’da suyun öneminden bahsetmişti. Bursa’da
suyun bereketi, mutfakta da kendini çok net gösterir.
Şimdilerde pek dikkat edilmese de mutfağımızda denizin, derelerin ve göllerin
etkisi büyüktü. Bursa’nın mavi mutfağı bambaşkaydı… Dilerseniz hem bu mavi
mutfaktan birkaç örnek paylaşalım hem de hikayelerine kısaca değinelim...
TUZDA PALAMUT
Tuzda palamut zeytin zamanı
geldiğinde tarlada çalışanların hızlı
ve lezzetli beslenmelerine en güzel
örneklerden biri. Bir nevi “fast food”
bile denebilir. Mevsiminde avlanan
palamutlar zeytin zamanı geldiğinde
tarlalarda yenmek üzere zeytin
tenekelerinin içine kaya tuzuyla basılır.
Zeytin toplama zamanı geldiğinde
tarlalara çalışmaya giden zeytinciler
yanlarına katık olarak bu tenekedeki
palamutları götürürler. Yemek vakti
geldiğinde tenekeden alınan tuzdaki
palamutlar zeytin dallarından yakılan
ateşe atılır ve ekmek arasına katık
olarak yenilir. Tuzda palamut, doğal
yaşam koşullarının yemek ve yemek
kültürü üzerine etkilerini direk olarak
yansıtan yemeklerden biri. Şimdilerde
pek yapılmasa da yapıldığı dönemlerde
tarlada çalışan zeytincileri sağlıklı
beslediği ortada …
4 adet tuzlu palamut Tuzlu palamutlar yıkanarak tuzlarından arındırılır. Hazırlanan
zeytin piri (zeytin dalı) ateşinde ızgara yapılarak pişirilir.
4 kaşık zeytinyağı
Ekmek arası konulup zeytinyağı dökülerek servis edilir. Tarif
8 dilim ekmek
bu kadar kolay olsa da artık tuzda palamut yapılmadığı için,
bu yemek de yapılmıyor. Palamutlar kemiklerinden ayrılarak
fileto haline getirilir. Zeytin tenekelerine sırası ile önce
kaya tuzu sonra üstüne fileto palamut konup tekrar tuz
dökülür. İşleme teneke doldurulana kadar devam edilir.
Tenekenin ağzı kapatılıp 1 ay sonra açılır ve palamutlar
ızgaraya hazırdır.
108
KEPEKLEME
Sadece deniz ve göl değil, dereler ve
derelerdeki balıklarla yapılan yemekler
de Bursa’nın mavi mutfağında önemli
bir yer tutar, bu tarife ise İznik’in
Müşküle köyünde rastlamıştım.
1 kilo ilik ya da gördek balığı
Bu balıklar dere balığıdır.
1 demet maydanoz
1 demet nane
2 adet dilimlenmiş domates
2 adet iri kıyılmış yeşil biber
2 adet dilimlenmiş kuru soğan
1 adet dilimlenmiş limon
1 çay bardağı zeytinyağı
1 çay bardağı su
1 tatlı kaşığı tuz
1 çay kaşığı kırmızı pul biber
Balıklar ayıklanıp temizlenir.
Temizlenen balıklar yayvan bir
tencereye bir kat dizilir. Üzerine tüm
yeşilliklerin ve sebzelerin yarısı konur.
Kalan balıklar sebzelerin üzerine dizilip
yeşillikler en üste tekrar dizilir. Su ve
zeytinyağını da ilave ettikten sonra
yaklaşık 45 dakika çok hafif ateşte
pişirilerek servis yapılır.
ZEYTİNYAĞLI HAVYAR (TARAMA)
1432’de ticaret kervanıyla Bursa’ya
gelen Fransız seyyah Broquiere’nin
İzlenimleri;
* Broquiere’nin değindiği ilginç
nokta zeytinyağlı havyarı ilk yediği
memleketin 1400’lü yılların Bursa’sı
olması, aynen şöyle diyor; zeytinyağlı
havyarı ilk kez yediğim yer burasıydı.
Eğer yiyecek başka bir şey yoksa bu
anlaşılabilir bir durum, fakat bu yemeği
sadece Rumlar sever…’ ”
1432‘deki bu kaydın yanı sıra
1951 yılına ait başka bir kayıtta da
Bursa’da havyar yendiğine dair yazılar
okumuştum. Yani yaklaşık 500 sene
boyunca Bursa’da havyar yendiğine
dair kayıtlar varken, şehirde bunu
bilen kimseye rastlamadım. Zaman
zamanda bu konunun peşinde ip
uçları topluyordum. Geçen yıl nisan
ayında demirli tatlısının peşine düşmek
için keramet köyüne gitmiştim. Bu
sırada İznik gölü civarına yaptığım
havyar keşifinde Bursa havyarınında
izine mevsim tam zamanı olduğu için
rastladım. Artık yemek yerine çöpe
atıyorlardı. Zaten bir zamanlar kerevitler
daha karlı olduğu için terk edilen sazan
balıkların yerini son yıllarda da
kerevitlerden vazgeçerek gümüş
balıkları almıştı. Bu sebeple de
ne sazanlarla ne de havyarlarıyla
ilgilenilmiyordu artık. Yanı sıra seyyahın
yediği zeytinyağlı havyarın tarama
olduğu kanaatindeyim.
PAPAZ YAHNİSİ
Palamut ayıklanarak iyice temizlenir
ve dilimlenerek kesilir. Kesilen
dilimler tepsiye dizilir. Diğer
tarafta yemeklik doğranan soğan
zeytinyağında kavrulur. Üzerine
biber domates ve baharatlar
konulup pişirilmeden ocaktan alınıp
tepsideki palamutların üzerine
dökülerek ya fırında ya da ocakta
üstü kapalı olarak 25 dakika pişirilir
ve servis yapılır.
200 gram balık yumurtası
1 bardak zeytinyağı
2 dilim ekmek içi
1 diş sarımsak
1 limon suyu
Balık yumurtalarını çukur bir kaba
koyup zeytinyağını ağır ağır ilave
ederken, bir yandan da tahta kaşıkla
çırpın. (Bu işlem 15 dakika sürmeli
ve hep aynı yöne karıştırmalısınız)
Tarama kıvama geldiğinde mayonez
gibi beyazlaşacaktır. Bu esnada
içerisine limonsuyu, 2 dilim ıslatılmış
sıkılmış ekmek içi ve sarımsağı
ilave edip aynı yönde karıştırmaya
devam edin. 10 dakika buzdolabında
dinlendirip servis edin.
Yaklaşık 900 kişinin yaşadığı,
çoğunluğunu Karadeniz’den
göç eden ailelerin oluşturduğu
ve Bursa’nın Marmara denizi
kıyısındaki son köyü olan
Kurşunlu’da rastladığım bir tarif.
Bu tarif, yemeklerin de insanlar gibi
göç ettiğinin kanıtı...
1 adet palamut
2 adet domates
1 adet soğan
2 adet yeşil biber
1 limonun suyu
1 çay bardağı zeytinyağı
1 çay kaşığı tuz
1 çay kaşığı karabiber
1 çay kaşığı kuru nane
*W. Lowry, Seyyahların Gözüyle Bursa 1326-1923, Eren Yayınları, İstanbul, 2004
Fazıl Yenisey, Bursa Folkloru, Bursa Vilayet Matbaası, Bursa, 1955
Yusuf Oğuzoğlu, Kerime Üstünova, Bursa Halk Kültürü, 1. Bursa Halk Kültürü Sempozyumu Bildiri Kitabı, Cilt 1, Cilt 2, Bursa, 2002
Akkor Muhammed Ömür, Bursa Mutfağı, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009
109
kestaneli lezzetler
Elmalı tart
Hazırlanışı
Kestane ununu tezgaha döküp ortasını
havuz şeklinde açın. Oda sıcaklığındaki
bitkisel margarini, pudra şekerini, toz
fındık ve yumurtayı havuzun ortasına
koyun. Önce ortadaki malzemeleri
yoğurun ve yavaş yavaş çevresindeki
kestane ununu karışıma ekleyerek
hamuru yoğurun. Bir kısmını ayırdığınız
hamuru uzun şeritler haline getirin.
Kalan hamuru merdaneyle 2.5 mm.
kalınlığında açarak, 23 cm. çapındaki
Malzemeler
tart kalıbına yerleştirin. İç malzemesini
hazırlamak için bir kaba elmaları
dilimleyin ve tüm malzemeleri katın.
Tart kalıbının içine hazırladığınız
iç malzemeyi doldurun. Önceden
hazırladığınız uzun şeritleri kalıbın
üzerine kafes şeklinde dizin. 180
derecede 15-20 dakika pişirin. Üzerine
kayısı marmelatı sürdükten sonra Antep
fıstığı ve Hindistan cevizi ile süsleyin.
Tart hamuru:
2.5 su bardağı Kafkas kestane unu
150 gram bitkisel margarin
1.5 çay bardağı pudra şekeri
1 çay bardağı toz fındık
2 yumurta
Tart hamuru malzemeleri
Kayısı marmelatı, Antep fıstığı,
Hindistan cevizi
İç malzemeleri
2
1
1
1
adet elma
çay kaşığı tarçın
çay bardağı toz fındık
yemek kaşığı toz şeker
Katkılarından dolayı
Kafkas’a teşekkürler.
110
111
pasta mutfağı
Çoğumuzun doğum yerini
Fransa olarak bildiği ama aslında
Rönesans döneminde Venedik’te
ortaya çıkan makaron, son yıllarda
herkesin ilgi odağı…
Özge Erol
[email protected]
Macaron: “en renkli lezzet”
112
Macaron adı, İtalyanca “iyi ve
ince hamur” anlamına gelen
maccherone’den geliyor. İlk önce
Venedik’te hayat bulan macaron,
daha sonraları kuzeydoğu Fransa’da
Nancy kentinde Mont Carmel tarikatı
din adamları tarafından üretilmeye
başlanmış. “Bademler et yemeyen bu
kızlar için iyidir” diyen din adamları
ve rahibeler ülkelerinde macaronun
yayılmasına ön ayak olmuşlar. Ardından
her şehirde kendine özgü bir şekilde
yorumlanarak farklı çeşitlerde ve
lezzetlerde hazırlanmaya başlanmış…
Paris’in en meşhur pastanelerinden
Laduree’nin sahibinin kuzeni Pierre
Desfontaines ise onu bugünkü popüler
formuna kavuşturmuş.
Macaron; iyi kalitede toz badem,
şeker ve yumurta akıyla hazırlanan
macaronlar kahve, çikolata, çilek,
muz, fıstık, vanilya ve hatta rakı
ile lezzetlendirilen hamurdan
yapılan dışı gevrek, içi yumuşak
yuvarlak iki küçük kurabiyenin leziz
kremalarla yapıştırılmasıyla oluşuyor.
Buzdolabında 3-6 derecede 10 güne
kadar muhafaza edebilebiliyor. Aslında
yapımı çok zahmetli olan minik lezzet
topları, artık o kadar moda oldu ki, her
yerde karşımıza çıkıyorlar. Butik bir
pastane ürünü olmaktan çıkıp, dünyaca
ünlü firmaların süpermarketlerde
hazır mixler halinde satışa sunduğu
macaron, ev hanımlarının da tarifini
en merak ettiği çay saati atıştırması
diyebiliriz.
Çeşitli filmlere de konu olmuş
bu lezzet, Ünlü Fransa Kraliçesi
Marie Antoinette’nin de hayran
olduğu bir tatlıymış. Ayrıca kostüm
dalında Oscar ödülü kazanan,
Sofia Coppola’nın yönettiği 2006
yapımı Marie Antoinette filminde de
rol almış bir lezzet. Tüm dünyada
macaron denince akla gelen ilk isim
ise şüphesiz Fransa’nın meşhur
pastane zinciri Laduree… Geçtiğimiz
aylarda İstanbul’da da iki şube açtı.
Biribirinden güzel çeşitleri ve göz alıcı
renkleri ile gerçek macaronu bizlerle
buluşturdu. Bursa’da macaronu merak
edenler ise 2 senedir yeni çeşitlerle
macaron sevenleri mutlu eden Uzay
Pastanesi’nden bulabilirler.
Macaron nasıl yapılır diye
merak edenler için, Larousse
Gastronomique’den çok eski bir
makaron tarifini sizlerle paylaşmak
istiyorum. Chateau-Arnoux’ daki La
Bonne Etape’ tan Pierre ve Jany
Glezie’nin meyanköklü macaron tarifi:
480 gr iyi kalitede toz badem ile 240 gr
pudra şekerini karıştırdıktan sonra elekten
geçirin. 240 gr çırpılmış yumurta akını 120 gr
şeker ile karıştırarak koyulaştırın. Spatulayla
iki malzemeyi karıştırın ve 7 gr meyankökü
özütü ekleyin. Tereyağ sürülmüş yağlı
kağıt yayılmış bir tepsiye pişirme sırasında
yapışmamaları için aralıklı olarak yerleştirin.
Önceden 180 derecede ısıtılmış fırında 15
dk pişirin. Tepsi ve kağıt arasına az miktarda
su akıtarak macaronları kaldırın ve ikişer
ikişer yapıştırın. Yapıştırmak için ganaj, reçel
veya kendi yaptığınız herhangi bir aromada
kremayı kullanabilirsiniz. Malzemeleri
karıştırdıktan sonra tepsiye dökerken ve
fırına yerleştirirken hızlı davranın.
113
detayl› bak›ş
Tarihi mirasta
Bursa sefası
Atatürk’ün uygun gördüğü
yamaçta, onun isteğiyle başladı
Bursa sefası. Bursa’daki termal
tesis taşıyan ilk oteldi, böylece
termal turizm Bursa’da sektörel
anlamda başlamış oldu. Çelik
Palas ismini yine “Paşa” verdi.
1935’te başlayan macera,
bugün yeni yüzüyle yaşamaya
devam ediyor.
114
Dünya siyasetçilerine verdiği onlarca
dersten sadece küçük bir tanesi
sayılabilir Paşa’nın Çelik Palas ile
bağları... Servetlerine servet katmaya
çalışan siyasetçilerin aksine Türk
milletinin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk, 1938 senesinde oteldeki
34.830 Türk Lirası hissesini Bursa
Belediyesi’ne bağışlamıştı. Bursa’nın
kalbi sayılabilecek Çekirge’deki en
dikkat çeken mimarilerden birisi olan
beş yıldızlı konfor Çelik Palas Hotel,
bugünlerde yenilenen yüzüyle dikkat
çekiyor. Tepeden tırnağa yenilenen
ve tarihi yüzleri daha da beliren
Çelik Palas Hotel, 1935’ten bu yana
misafirlerini ağırlıyor.
Otelin projesini Beyoğlu St. Antuan
Kilisesi ve Karaköy YKB binasının da
mimarı olan İtalyan asıllı Giulio Mongeri
ile yardımcısı Hüsnü Tümer çizmişlerdi.
İşletme 26 Temmuz 1935’te ilk gününü
yaşamıştı. 1950’li yıllarda tarihi otelin
yanına birbiri ile bağlantılı bir kompleks
daha inşa edilerek oda kapasitesi
150’ye çıkarıldı.
Oteli farklı kılan yegane unsur
ise Atatürk’ün de vazgeçemediği
eşsiz Bursa manzarası... Tüm şehri
panaromik olarak görebilen konumu
ile Çelik Palas’ın terası, “Türkiye’nin
en güzel manzaralı kışlık terasları”
listesinde Boğaz ve Haliç manzaralı
teraslar arasında kendisine yer
bulmayı başarıyor... Hotel Çelik
Palas’ta Bursa hamamlarının en
büyüklerinden birisi yer alıyor. Bu
hamamda, aktığı yerleri kırmızı pas
rengine boyadığı için “çelikli” su
denilen ve az miktarda demir içeren
şifalı kaplıca suları ile yıkanılıyor.
Projenin inşasında Çekoslavakya’daki
termal su kaynaklarını iyi bilen
Mustafa Kemal Atatürk, Çelik Palas’ta
termal suyla kullanabilecek sütunsuz
muhteşem kubbeli termal havuzu
yaptırmıştı. Roma hamamları esas
alınarak emsalsiz alanlar yaratılmıştı.
Termal suyun muhteviyatı nedeniyle
uzun yıllar birçok kral, kraliçe ve
önemli şahsiyetler bu güzelliklerden
yararlanmıştı.
1900’lü yılların en iyi mimarlarından
birisi olan ve kitapları üniversitelerde
halen okutulan bir üstat olan Guilio
Mongeri, Çelik Palas’a başlamadan
önce en muhteşem panoramanın yerini
tespit etmek için aylarca Bursa’da
yaşamış ve oteller kralı Cesar Ritz’in
sloganını esas alarak bir otel için
en önemli kararın lokasyon olduğu
gerçeğiyle 360 derecelik panoramaya
sahip bugünkü Çelik Palas’ın yerini
belirlemişti. Atatürk’ün işaret ettiği
yerde inşaat başladı. Böylelikle otel,
Atatürk’ün hatırası olması özelliğiyle
tarihi bir önem ve değer kazanmış oldu.
Çelik Palas’ın altın oran kurallarına
göre planlanmış olması ve mimarisinin
kusursuzluğu, Gulio Mongeri’nin mimari
dehasını yansıtıyor. Projenin Türkiye’de
başka bir benzerinin bulunmamasının
nedeni ise, Guilio Mongeri’nin
Türkiye’de Çelik Palas’tan başka
projesinin bulunmaması. Şubat 2009’da
başlayan renovasyonla birlikte Çelik
Palas markasının ticari işlevinin yanı
sıra tarihten ve büyük önem arz eden
manevi değerlerin de korunmasına
titizlikle hassasiyet gösterilmiş...
115
detayl› bak›ş
Dekorasyonu ve renovasyonları İtalyan
bir firma tarafından yürütülen Çelik
Palas’ta, en dikkat çekici bölümler ise;
otel müşterileri dışında kalan konuklara
da açık olan spa merkezi, balo
salonları, restoranları ve Martı Bar...
Geleneksel Türk ve Avrupa tatlarını
buluşturan ve her damağa uygun
zengin mönü seçenekleriyle hizmet
veren Panorama Restaurant,
116
misafirlerine eşsiz bir yeme zevki
sunuyor. Kahvaltı, öğle ve akşam
yemeği olmak üzere üç ana öğün için
açık olan restoran; özel kutlamalar,
iş yemekleri veya yalnızca keyifli bir
ambiyansta farklı lezzetlerin tadına
varmak isteyenler için ideal bir adres.
Haftada beş gün akşam yemeklerinde,
piyano eşliğinde canlı müzik de
dinlenebilen restoranın yaz aylarında
açık olan kısmı, Panorama Teras
Balık Restaurant’ta ise, yıldızların
altında unutulmaz akşam yemekleri
yaşanabiliyor. Yerli ve ithal içkiler,
kokteyller, hafif mönü seçenekleri ve
puro çeşitleriyle Martı Bar’da ise, şehir
manzarasına karşı keyifli dakikalar
geçirebilir, haftada altı gece, canlı
piyano müziği eşliğinde günün son
saatlerinin tadı çıkarılabilir.
Çelik Palas Hotel, 1000 kişilik balo
salonu sayesinde, yaz aylarında
yanı başındaki terası ile kullanılarak
kapalı ve açık mekan seçeneklerini
birlikte sunuyor. Toplantı ve davet
organizasyonlarında, salon ve
imkanları, ses ve görüntü sağlayan
teknik ekipmanı ve profesyonel servis
personeliyle, organizasyonlar için de
imkanlar sağlıyor.
Hotel Çelik Palas’ın tüm odaları,
hayatı kolaylaştıran modern unsurların
yanında klasik yapısını koruyarak
hazırlanmış. Toplam 141 oda
kapasitesiyle hizmet veren otelde;
misafir hizmetleri ise oldukça geniş bir
yelpazede: restoran ve bar, 24 saat
oda servisi, ücretsiz kapalı otopark,
kablosuz internet erişimi, çamaşırhane
ve kuru temizleme, bay ve bayan
kuaförü, toplantı ve özel organizasyon
olanakları, sağlıklı yaşam merkezi,
tarihi Türk hamamı, bagaj emanet
servisi ve business center... Tüm
odalarda; klima, internet bağlantısı,
kablosuz internet erişimi, kablo TV,
minibar, direkt telefon, elektronik şifreli
kasa, saç kurutma makinesi ve küvetli
banyo bulunuyor. Sigara içilmeyen
ve engelliler için odalar da mevcut
hizmetler arasında.
117
proje
Terasta
“Bademli”
manzarası
Bursa’nın butik villa projelerinden bir
tanesi olan Bademli Teras, yakında satışa
sunuluyor. Geçtiğimiz yıl Haziran ayında
inşaatına başlanan ve çok kısa bir sürede
“Örnek Ev” lansmanı yapılan projenin,
müstakil tapu işlemleri tamamlandı.
20 adet villadan oluşan sitede 530
m² ve 640 m² kullanım alanlı iki tip
villa yapılıyor. Satışlar Nisan ayında
başlayacak. Talep toplama sistemi ile
alıcıların beğenisine sunulan villalar
Haziran – Temmuz aylarında teslim
edilmeye başlanacak. Proje yatırımcısı
olan Göktuğ Turizm ve İnşaat Şirketi
yetkilerinin verdiği bilgiye göre satış
sürecindeki öncelik “Uyumlu ve iyi
komşuluk edebilecek geniş bir aile
oluşturmak”. Yetkililer, yer seçimi,
binaların konumlandırılması, yapı
güvenliği, su – ısı – ses yalıtımı ve
malzeme kalitesi konularında her
şeyi en iyi şekilde yaptıklarını; şimdi
“site uyumu öncelikli seçkin alıcılar
beklediklerini” ifade ediyorlar.
Bademli bölgesinin en özel yamacında,
her biri önü tamamen açık, sonsuz ve
kesintisiz bir manzaraya hakim şekilde
yerleştirilen villalar modern bir mimari
118
anlayışı ile yapılıyor. Yüksek kaliteli
ve ileri teknolojik ürünlerle yapılan
sitede her villanın yarı kapalı şekilde
düzenlenmiş özel bir havuzu ve SPA
alanı mevcut. Göktuğ Turizm ve İnşaat
Şirketinin Bursa’daki ilk konut projesi
olan Bademli Teras, ticari bir amaçtan
önce, bir “İmaj ve Prestij projesi”.
Proje, Villada yaşam anlayışına “çok
farklı bir konsept” ile yaklaşıyor.
Sadece bu nedenle bile mutlaka
görülmeye değer. Yatırımcılar yakında
satışa sunulacak villaların değerlerinin
640.000 TL’den başlayacağını ve geniş
ödeme kolaylıkları sağlanacağını ifade
ediyorlar. 4 Yatak odası, 4 Mutfak, 4
Banyo&WC olarak düzenlenen villaların
iki adet çok keyifli teras alanı ile en azı
net 400 m² bahçe, yarı kapalı ısıtmalı
havuz, SPA alanı, garaj ve temizlik
odası gibi tüm ayrıntılar düşünülmüş.
119
ankesör
Aksun Parke
Esentepe Mah. Güzel Sok
No:2 Nilüfer / Bursa
0 224 245 99 00
Almira Hotel
Ulubatlı Hasan Bulvarı No:5
16200 Osmangazi / Bursa
0 224 250 20 20
Aksiyon Kapı
Sanayi Caddesi No:960
Geçit / Bursa
0 224 244 90 20
Baia Bursa
Yeni Yalova Yolu 9.Km
As Merkez yanı
Osmangazi / Bursa
0 224 275 45 00
Bakus
Çekirge Meydanı Otel
Anatolia Yanı
Osmangazi / Bursa
0 224 234 38 88
Besaş Ekmek
Organize Sanayi Bölgesi
A.Osman Sönmez Bul.
No: 20 Nilüfer / Bursa
0 224 444 44 11
Cadde Üstü
FSM Bulvarı No:94
Nilüfer / Bursa
0 224 246 66 74
Cafe My Kitchen
Çekirge Cad. No:114
Osmangazi / Bursa
0 224 234 62 00
ankesör
120
Mavi Dünya Koleji
Mudanya yolu Kolej Cad.
No:344 Çağrışan / Bursa
0 224 244 65 71
TCC Grammer Office
NOSAB Ceviz Cad. No:7
16140 Bursa
0 224 411 01 90
Doğuş Oto Bursa
Yen Çevre Yolu Üzeri 16250
Osmangazi / Bursa
0 224 270 81 53
Medical Park
Haşim İşcan Cad.
Fomara Meydanı No:1
Osmangazi / Bursa
0 224 444 44 84
TED Bursa Koleji
21.YY Cad.Mürsel Köyü
Mevkii Bademli / Bursa
0 224 549 21 00
Evce Tekstil
Orhaneli Bulvarı
Lefkoşa Cad. No:135
Nilüfer / Bursa
0 224 453 51 51
Nilkar Otomotiv
Panayır Mah.Y. Yalova Yolu
Cad. No:433
Osmangazi / Bursa
0 224 211 16 66
Güvencem
Yeni Yalova Yolu No.293
Osmangazi / Bursa
0 224 271 43 43
Özel Jimer Hastanesi
Orhaneli Yolu Beşevler
Kavşağı
16130 Nilüfer / Bursa
0 224 444 45 67
Club Çok Yaşa
Nilpark AVM (Media Mrkt
Üstü) 5. Kat
Nilüfer / Bursa
0 224 245 68 00
Hedef Patent
Barış Mah. İkbal Sok. Atalay
10 Sitesi Kat:5 Daire:10
Nilüfer / Bursa
Hotel Çelik Palas
Çekirge Cad. No:79
Osmangazi / Bursa
0 224 233 38 00
İtals
Mudanya Yolu 7.km No:754
Park Plaza Geçit / Bursa
0 224 244 94 00
3 Pelit
Özlüce Mah. Bahriye Üçok
Cad. Saygınkent AVM
Nilüfer / Bursa
0 224 413 02 62
Rumeli Mutfağı
Hüdavendigar Mah.
Hayran Cad. No:5
Velodrom Karşısı
Osmangazi / Bursa
0 224 239 39 62
Kafkas
İzmir Yolu Üzeri Alaattin Bey
Cad. No:1 Nilüfer / Bursa
0 224 413 22 00
Sacha
Kükürtlü Mah. Oulu Cad.
Aka Plaza Zemin Kat
Osmangazi / Bursa
0 224 233 59 03
Kulp Ofis Sistemleri
Yeni Yalova Yolu No:405
Osmangazi / Bursa
0 224 211 37 68
Şentürkler Holding
İzmir Yolu 10.km
Nilüfer / Bursa
0 224 413 23 00
Tema Vakfı
Şaban Uyar
0 224 261 55 42
Toker Eczane & Optik
Doğanbey Mah.
Haşim İşcan Cad. No:3
Osmangazi / Bursa
0 224 225 22 80
Tüyap Fuarcılık
Yalova Yolu
Osmangazi / Bursa
0 224 211 50 81
Zeno Business Center
Odunluk Mah. Kale Cad.
No:10/5
Nilüfer / Bursa
0 224 452 02 50