02 - Dergi Bursa
Transkript
02 - Dergi Bursa
Nisan 2011 Fiyat›: 7 TL 02 www.dergibursa.com.tr K E N T V E Y A Ş A M D E R G İ S İ Sarı sıcak MARDİN / Toprağın bize armağanı ÇİNİ / Helen’den beri aynı şehirim ben İZNİK Beklentilerinizi boşa çıkarmayan şehir PARİS / Yakın plan Bursa güzelleri / MAVİ 1 2 3 4 5 6 7 8 9 editör “Eğer ki bu dergiyi okuyorsanız” Çok değerli notları bu derginin içerisine gizliyoruz. Küçük bir define avı sayesinde, hep birlikte paylaşmanın zenginliğini ve içtenliğini yaşayabiliriz. Ve dergi bursa ile; insanların sıkça uğradığı 1500 farklı anahtar noktadayız. İkinci sayımızla birlikte Özhan Shopping’ler (Beşevler, Eğitimciler, Geçit, Saygınkent, Bademli ve İhsaniye) ve bazı bayilerde satıştayız. Almira Hotel’in, Çelik Palas Hotel’in ve Kitapevi Otel’in tüm odalarındayız. Tüyap fuar alanındayız. Alışveriş merkezlerindeki mağazalar sayesinde alışverişteyiz. Bakılacak değil, okunacak dergi arayan insanların elindeyiz. Dağıtım noktalarımızdan “araklanan” dergiler sayesinde insanların evindeyiz. Kulağımıza gelenlere göre yolcuğa giden okuyucularımızla birlikte seyahatteyiz. Ve buyurun gelin “evdeyiz.” Ve eğer ki bu satırları okuyorsanız, tekrar karşınızdayız. Yine bekleriz. 10 Beni tanıyanlar bilirler; anlatacak onca kelamım varken küçük bir gizem oyunu ile dikkat çekmek, çok da üslubum değildir. Fakat dikkat çekmek istediğim noktaları okumanızı rica ediyorum. Gizemli bir giriş yolu seçmiş olsam da altını çizmek istediğim cümleleri, size çok net bir şekilde ifade etmeye çalışacağım. “imece”nin en güzel örneği... İlk sayımızda künyemizde yer alan veya dışarıdan dolaylı yollarla destekleyen tüm dostlarımıza şükranlarımı sunuyorum. Sizlerin sayesinde Bursa, “takip edilen yeni bir yayın” kazandı. Onların isimleri künyede artık farklı bir şekilde yer alacak: “çorbada tuzu olanlar...” “Teşekkür” “Barış” Bu satırları yazmak boynumun borcu. İlk sayımızda “Bursa’nın demini alıp, size dergi yapacağız” diyerek seslenmiştim buradan sizlere. Bu kez ise okunmuş bir derginin yayın yönetmeni olmanın keyfiyle Bursa’da çok dem birikmiş diyebilirim. Çünkü onca insandan gelen tepkiler bunu bize kanıtladı. Gerek bana ve yayın ekibimize, gerek değerli yazarlarımıza, gerekse reklam veren firmalarımıza gelen dönüşler ve yansımalar bizi çok memnun etti. Kimisi eposta yoluyla ulaştı. Kimi gülümseyerek anlattı, kimiyse telefonda ifade etti hislerini. Hepinize “dergi bursa”da emeği geçen herkes adına çok teşekkür ediyorum. Bu söylemek istediklerimin ilki ve hazinenin ilk ipucu olarak kayıtlara geçebilir. Dikkat çekmek istediğim bir diğer husus ise birazdan okuyacağınız sayfaların içerik teması ile alakalı. Beyaz güvercin neden bu sayfada diyenleri de duyar gibiyim. Nedeni basit aslında. dergi bursa’nın bu ayki teması bir renk, mavi... Gerek bu rengin simgelediği konular gerekse küçük detaylarda “mavi” rengi bulacaksınız derginin içeriğinde. Beyaz güvercini mavi renkle birlikte düşünürüm hep. Aklıma gelen tek şey de barıştır... Peki ya neden siyah zemin ve beyaz güvercin? Çünkü barışı arıyoruz hep birlikte. Şu günlerde kanlar içerinde kıvranan dünyaya da, yıllardır terör lanetiyle baş etmeye çalışan ülkemize de barış diliyorum. Bunun tek yolunun ise birbirimizi sevmekten geçtiğini biliyorum. “Çorbada tuzu olanlar” Herkese sevgilerimle... Teşekkür etmem gereken bir “dergi dolusu” insan var önümdeki notlarda. Öncelikle bize güvenip destek olan değerli reklamverenlerimize minnettarız. Bu dergi Bursa yayıncılığında Keyifli okumalar. ır k a Ç n i g En 11 arka plan Yıl: 1 Sayı: 2 / Nisan’11 ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) www.dergibursa.com.tr İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Engin Çakır (Sorumlu) [email protected] Yayın Koordinatörü Emine Korku [email protected] Reklam Satış ve Rezervasyon [email protected] T. (0224) 233 87 11 www.dergibursa.com.tr Grafik Tasarım Photo Graphica Creative [email protected] Fotoğraf Demet Argun Güngör Engin Çakır Özgür Çakır Çorbada Tuzu Olanlar A.Şerif İzgören Aise Amet Op. Dr. Cenk Aşkalli Celil Sezer Dilek Şen Emine Civanoğlu Emir Kurtaran Esra Minez Fatma Şimşek Filiz Bedir Gözde Aral Hakan Akdoğan Prof. Dr. Haluk Ertürk Kader Cingöz Kadir Kılınç İbrahim Kuşlu Melih Karaer Nazan Aşkalli Orhan Turhan Ömür Akkor Özge Erol Uz. Dr. Semih Bayat Semih Tanyeri Serkan Duru Şeyda Bilgin Ecz. Tunca Toker Türkan Bulut Yiğitdinç 12 Yayıncı / Yönetim Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. K.1 D.1 Osmangazi / BURSA Tel/ Faks: (0224) 233 87 11 www.photographica.com.tr [email protected] Baskı Dağıtım www.furkanofset.com.tr www.seckurye.com Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzin alınarak ya da kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir. 13 plan K E N T V E Y A Ş A M D E R G İ S İ plan bursa dokusu Helen’den beri aynı şehirim ben - İznik 18 tarihi değer Toprağın bize armağanı - Çini 30 odak noktası Yakın plan Bursa güzelleri 36 gezi - yorum Sarı sıcak Mardin 42 uzaktaki yakın Beklentilerinizi boşa çıkarmayan şehir - Paris 50 tek karede bursa Aise Amet 58 fotoğrafa yazı Geceden bahsediyorum - Celil Sezer 60 rengarenk Mavi bir düş üzerimizdeki 62 semboller Still got the blues - A.Kadir Kılınç 66 havadan sudan Suya yazılan yazı - Nazan Aşkalli 68 d.armağansın Nazar Boncuğu - Serkan Duru 70 uğur böceği İş Kalitesi - A.Şerif İzgören 72 deli kızın defteri Üç harf: BEN - Gözde Aral 74 köşe “Git evine reçel yap, kadın!” - Dilek Şen 78 armoni “Bursa benim için ilk aşk gibi” - Melih Ünen 80 film şeridi Charlize Theron 84 evrensel sanat Geometri ile iç içe soyut kavramlar - Vasiliy Kandiskiy 88 kitabi Bursa defteri - Emine Civanoğlu 92 kavram defteri Özgürlük: Bitişin başlangıcı - Hakan Akdoğan 94 türkçe sözlüğü Dilbilgisi 96 sağlıklı düşünce Fizik tedavide merak edilenler - Tunca Toker 98 açı Gözümüzdeki sinsi tehlike 100 sağlıklı yaşam Nedir bu akupuntur dedikleri 101 kadın sağlığı Gebelikte egzersiz 102 beden sağlığı İş verimsizliğine çare: egzersiz - Türkan B.Yiğitdinç 103 keyfi yerinde Ağız tadında uyumlu tercihler - M.Melih Karaer 104 yakın plan Saraylara layık altınlı menü Bursa’da 106 bursa mutfağı Bursa’nın mavi mutfağı - Ömür Akkor 108 kestaneli lezzetler Elmalı tart 110 pasta mutfağı Macaron: En renkli lezzet - Özge Erol 112 www.dergibursa.com.tr 14 15 16 17 bursa dokusu İznik 18 Yazı: Engin Çakır Fotoğraflar: Demet Argun Güngör - Engin Çakır “Helen’den beri aynı şehirim ben” Geçen onca zamana rağmen tarihteki ihtişamının her detayını bize hissettirmek için çabalayan bir uygarlıklar eşiği adeta İznik. En basit ifadesiyle bir “açık hava müzesi...” Zeytinlikler ve bağlarla çevrili bu kent yaklaşık 5 km uzunluğundaki iki bin yıllık surlarla çevrili. Çevresi de tıpkı surların içerisinde kalan kent gibi uygarlıklarla çevrili. Yakınlarında yer alan Karadin, Çiçekli, Yüğücek ve Çakırca Höyükleri M.Ö. 2500 yıllarına dek uzanan izler taşıyor bugüne. M.Ö. 7. yüzyılda Trak kavimlerinin Geçmişi taşıyan surları ile Helenistik çağa dek uzanan Bursa mirası... Izgara planlı kent yerleşimi ile Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden bugüne kalmış bir kraliyet hazinesi. Hemen yanıbaşımızda nefes alan kültürel mozaik. Tarihteki ismi “Altın Şehir” olan İznik’in bize anlatmak istediği o kadar çok meziyeti var ki... göçlerinden önce burada kurulan kent, Helikare ismini almış. Sikkelerin üzerine basılan ismi ise Altın Şehir. (Khryseapolis) Büyük İskender’in generallerinden Antigonos tarafından yeniden yapılmış İznik. (M.Ö 316) O dönemde ismi Antigoneia olarak anılmış. Ama İskender’in ölümünün ardından çıkan savaşta kazanan komutan olan Lysimakhos, kente eşinin ismini yani Nicaea’yı vermiş. Bizans dönemi ise parlak bir dönem olmuş Nicaea için. Birçok kilise, su yolları ve sarnıçlar inşa edilmiş. Malazgirt zaferi ile Anadolu’ya iyiden iyiye at süren Türkler 1075’te devralmış şehrin anahtarını. Süleyman Şah tarafından fethedilen Nicaea, Selçuklu’nun ve Türklerin Anadolu’daki ilk başkenti olmuş. Kentin ismi ise Nicaea’nın izi anlamına gelen İznik olarak değiştirilmiş. Fakat I.Haçlı Ordusu ile baş edemeyen 1.Kılıçarslan şehirden çekilmek zorunda kalmış (1096). Böylece 1331 senesinde Orhan Gazi tarafından fethedilene dek sürecek 2. Bizans dönemi başlamış... 19 bursa dokusu Orhan Gazi’nin fethinden sonra döneminin en önemli sanat, ticaret ve kültür merkezlerinden birisi haline gelen şehir, özellikle Sadrazam Çandarlı ailesinin yapılaşmalarıyla bambaşka bir hüvviyete kavuşmuş. Birçok medrese, han, hamam inşa edilen İznik, birçok alim ve şaire ev sahipliği yapmış... Zaten bu yüzden kente “Ulema Yuvası” (Alimler Diyarı) denmiş... Hatta Osmanlı döneminin ilk medresesi ve imareti burada vücut bulmuş. 20 Mondros Mütarekesi’nden sonra 12 Temmuz 1920’de Yunan kuvvetlerince işgal edilen İznik, Gazi Mustafa Kemal’in kazandığı zafer ile 1922’de tekrar özgürlüğüne kavuştu. Çeşitli dönemlerin askeri, siyasi, dini, sosyal ve kültürel yaşam biçimlerini bize yansıtan birçok uygarlığın kalıntılarını günümüze taşıyan ve kelimenin her anlamıyla buram buram tarih kokan İznik bugün; Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarının arkeolojik ve etnografik kalıntılarıyla bütünleşmiş durumda. İznik, Türkiye’nin en büyük beşinci, Marmara Bölgesi’nin ise en büyük gölü olan İznik Gölü'nün doğu kıyısında, Bursa il merkezine 86 km uzaklıkta. İznik ovası ve İznik Gölü ise tam anlamıyla bereket sunuyor insanlarına. Zeytin, üzüm, şeftali, kiraz, erik, armut, elma, ceviz, domates, taze fasulye, brokoli, brüksel lahanası ve toprağının olduğu kadar ikliminin de elverişli olmasından dolayı birçok sebze ve meyvenin yetiştiği bir hazine aynı zamanda. İznik’e has olan müşküle üzümü bunların en ünlüsü. İznik Gölü'nde tatlı su ıstakozu, yayın, sazan, akbalık ve gümüş gibi 27 değişik deniz canlısı bulunuyor. İznik, Hristiyan alemi açısından da ayrı bir öneme sahip. İlk ekümenik konsül, M.S. 325’te 218 piskoposun katılımıyla burada yapılmış ve Hristiyanlık dinine hayat veren ve "İznik Yasaları" adıyla bilinen 20 maddelik karar Senatüs Sarayı’nda alınmış. İmparator I.Constantinus'un huzurları ile yapılan 1. Konsül şiddetli tartışmalara sahne olmuş. İskenderiyeli din adamı Arius'un "Hz. İsa'nın sadece bir insan olduğu ve tanrıdan dünyaya gelmediği" şeklindeki kısa sürede taraftar toplayan tezi, toplantıya katılan piskoposları çileden çıkarmış. Sonuçta bugün de savunulan Hz. İsa'nın tanrının oğlu olduğuna dair sav kabul görmüş. Arius ve arkadaşları toplantıdan kovulmuş. 7. ve son Ekümenik Konsül de 787’de İznik'teki Ayasofya Kilisesi'nde yapılmış ve İmparatoriçe İrene’nin önderliği ile resim ve heykel üzerindeki yasaklar kaldırılmış. Tüm bunlardan dolayı İznik, 1962 senesinde Vatikan’da toplanan 19. Konsül’de Kudüs ve Vatikan’dan sonra üçüncü kutsal kent ilan edildi. İznik'in çevresini beş kenarlı çokgen şeklinde kuşatan 4 ana (İstanbul Kapı, Yenişehir Kapı, Lefke Kapı, Göl Kapı) ve 12 tali kapısı bulunan surlar, 4970 metre uzunluğunda. İznik'in iki ana caddesinin kesiştiği noktadan bakıldığında, 4 ana kapı 21 bursa dokusu 22 görünüyor. Lefke Kapı ve İstanbul Kapı halen sağlam olarak varlığını sürdürüyor. Yüksekliği 10-13 metre arasında değişen surlarda, yuvarlak ve kare şeklinde 114 burç bulunuyor. Helenistik dönemde inşa edilmeye başlanan surlar, Roma ve Bizans dönemlerinde yapılan yeni ilavelerle günümüzdeki şeklini almış. Depremler, fiziki etkenler ve saldırılar (kuşatmalar) nedeniyle zaman zaman zarar görseler de yeniden yapılmış ya da onarım görmüşler... İznik Gölü’nün antik çağdaki ismi Askania. Roma kayıtlarında övgüyle bahsedilen göl, 1991 senesinden bu yana sit alanı... Ayrıca İznik’te yüzlerce tarihi değer bulunuyor. Fakat bunların bazıları biraz daha dikkat çekici. Bunlardan bir tanesi olan Senato Sarayı, M.S. IV. yüzyılda göl kıyısında, bugün İnciraltı adıyla anılan mevkide inşa edilmiş. Hristiyan alemini yakından ilgilendiren ve önemli kararların alındığı "I. Ekümenik Konsil" burada yapılmış. Obelisk (Dikilitaş-Beştaş-Nişantaşı) Anıtı ise kentin 5 km kuzeyinde bağ ve bahçeler arasında yükseliyor. 12 m yükseklikteki bu mezar anıt, Eski Roma Yolu (Elbeyli Kasabası) üzerinde. İznik’te en çok dikkat çeken tarihi değer ise Antik Roma Tiyatrosu. Göl kıyısı ile Yenişehir kapı arasında geniş bir alana inşa edilmiş olan tiyatro, aynı zamanda Kuzeybatı Anadolu'nun ayakta kalan ve en görkemli arkeolojik yapıtı. Antalya Side Tiyatrosu gibi düz araziye yapılmış nadir ve görkemli yapının üst oturma yerleri yıkılmış durumda. Birçok bölümünün taşları surlara taşınıp tamirlerde kullanılmış. Berberkaya Mezar Anıtı (Kral Mezar Taşı) ise kentin doğusundaki Abdülvahap Tepesi'nin güneybatı yamacında. Tek bir kaya kütlesinden yontularak yapılmış, büyük bir oda biçiminde bir anıt mezar. Zemininde mezarlar yer alıyor. İznik'teki Helenistik çağa ait tek eser. Yöre halkının "Berber Kaya" olarak adlandırdığı devasa boyuttaki bu anıt mezarın Bithynia Kralı II. Prusias (M.Ö. 185-149) için yapıldığı biliniyor. Kentin geçmişle bağını kuran bir diğer tarihi doku da “Taş Köprü.” Bu tarihi köprü kentin 3 km batısında İznik-Orhangazi kara yolunun 50 m kuzeyinde. Roma döneminde yapılan ve tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan köprü 20 metre uzunluğunda ve 2,5 m genişliğinde. İznik’in en önemli tarihi değeri ise Ayasofya Müzesi. (St. Sophia) Müze 23 bursa dokusu şehrin tam ortasında, kentin dört kapısına ulaşan yolların kesiştiği noktada yer alıyor. İlk olarak M.S. VII. yüzyılda Romalılar tarafından inşa edilen Gimnasium üzerine Bizans döneminde Bazilika olarak inşa edilmiş. Çeşitli hasar ve onarımlar nedeniyle bugüne kadar büyük değişimlere uğramış. XI. yüzyıldaki depremden sonra yenilenmiş. Orhan Gazi tarafından 1331 yılında camiye dönüştürülmüş. Kanuni döneminde ise Mimar Sinan tarafından büyük değişikliklerle yenilenmiş. VII. Ekümenik Konsül’e ev sahipliği yapmış. Yakın geçmişe kadar su ihtiyacını karşılayan su kemerleri(Aquaducts) de İznik için çok büyük anlamlar taşıyor. Ya da üzeri bir tonozla örtülü olan Hypoge ismindeki yeraltı mezarı. Böcek 24 Ayazması olarak bilinen Vaftizhane; yarım kubbesinde altın zemin üzerinde kucağında Hz. İsa olan bir Meryem mozaiği, iki yanında ise imparator elbiseleri ile giyimli dört baş melek tasviri yer alan Koimesis Kilisesi; tabanı çok süslü mozaiklerle kaplı Hagıos Tryphon Kilisesi ve İstanbul Kapı’ya giden caddenin sol tarafında bulunan Ayatrifon Kilisesi de diğer önemli eserler... İznik'in sembolü olan ve en muhteşem kültür varlıklarımızın başında gelen Yeşil Cami ise, adını yeşil çinili ve tuğlalı minaresinden alıyor. Erken Osmanlı döneminin tek kubbeli camileri arasında en görkemlilerinden. Mermerlerden yapılmış caminin mihrabında görülmeye değer ve zengin bir taş işçilik bulunuyor. Nilüfer Hatun İmareti ise artık İznik Müzesi olarak kullanılıyor. 1388 yılında I.Murat tarafından annesi Nilüfer Hatun anısına inşa ettirilen imaret; tuğla sistemiyle inşa edilmiş, zengin ve renkli bir taş ve tuğla işçiliğine sahip. Müzede İznik ve çevresinden çıkarılan arkeolojik buluntular ile Ilıpınar, İznik Roma Tiyatrosu ve İznik'teki çini fırınları kazılarından çıkarılan eserler sergileniyor. Müze bahçesinde ise Yunan, Roma, Bizans ve Osmanlı eserleri (sütun başlıkları, lahitler, kabartmalar, korkuluk levhaları, ambonlar, siterler, yazıtlar, çörtenler, sütun tanburları, vaftiz havuzları, pişmiş toprak levhalar ve mezar taşları) yer alıyor. İznik'te ayrıca; Hacı Özbek Cami, Şeyh Kutbuddin Camii ve Türbesi, 25 bursa dokusu Eşrefi Rumi (Eşrefzade) Camii ve Türbesi, Mahmut Çelebi Camii, Yakup Çelebi Camii ve Türbesi, Orhan Gazi Camii ve Hamamı, Süleyman Paşa Medresesi, İsmail Bey Hamamı, I.Murat Hamamı (Hacı Hamza Hamamı), I.Murat Hamamı (Meydan Hamamı), Konak Hamamları, Kırgızlar Türbesi, Sarı Saltuk Türbesi, Davudi Kayseri Türbesi ve Çınarı, Alaaddin-i Mısri Türbesi, Abdülvahab Sancaktari Türbesi, Çandarlı Halil Hayrettin Paşa Türbesi, Çandarlı İbrahim Paşa Türbesi, Çandarlı Kara Halil Paşa Türbesi, Eşref 26 Baba Türbesi, Ahiveyn Sultan (Afyon Sultan Türbesi), Huysuzlar Türbesi, Namazgah (Arap Cami) gibi birçok değerli mimari ve tarihi eser bulunuyor. Tarihi güzellikleri kadar doğal anıtların da ev sahipliğini yapan İznik birçok tarihi çınarı yaşatıyor beraberinde. Tarihi Topkapı Çınarı, Hespekli Çınarı, Müşküle Çınarları, Havuzbaşı Çınarı ve Kaymakköşkü Çınarı bunların başlıcaları. Özellikle Topkapı Çınarı'nın 650 yaşında olduğu tahmin ediliyor. İznik; kendine özgü iklimiyle, yaz-kış demeden bereket saçan toprağıyla, doğal güzellikleriyle, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle, sebze meyve ambarı kimliğiyle, Türkiye’nin en güzel göllerinden birisine sahip olmasıyla, günbatımlarıyla ve tabi ki dünyaca ünlü çinileriyle biliniyor. Bu özel ve kültür mozaiği olan kent, Bursa’nın dolayısıyla Türkiye’nin en değerli hazinelerinden birçoğunu barındırıyor. Tüm hikayelerini ve geçmişini herkesle paylaşmaya davet ediyor. İznik’te günler antik çağda başlıyor, gölün üzerindeki eşsiz günbatımlarında son buluyor. 27 28 29 tarihi değer 30 Fotoğraflar: Engin Çakır Toprağın bize “armağanı” Bin yılı aşkın bir geçmiş saklı çini sanatının ardında. Anadolu’nun topraklarındaki tüm sırlarla iç içe geçmiş onlarca hikaye... Selçuklulardan, Osmanlı’ya toprağın tüm ayrıntıları onunla hayat buluyor. İznik çinileri ise tıpkı yüzyıllar öncesindeki kadar ahenkli ve değerli hala... Yazı: İbrahim Kuşlu 31 tarihi değer 1648’de Şam yolculuğu esnasında İznik'e uğrayan Evliya Çelebi şöyle der: "Burada insanı hayretler içerisinde bırakan bukalemun (çok renkli) nakışlı öyle çiniler işlenir ki, tarifinden dil acizdir." İznik’i İznik yapan yegane şeyi anlatırken dil gerçekten de acizdir... Büyük Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının çiniyi mimari süslemelerde sıkca kullanmış olduğunu sanıyorum ki anlatmaya gerek yok. Çünkü bugüne miras bıraktıkları tüm eserlerde çinilerin izlerini görmek mümkün... Selçuklu seramikleri ve çinileri 11-13. yüzyıllar arasında; 32 kobalt mavi, mangan, mor ve turkuaz renkler ağırlıklıydı. Eserlerde av sahneleri, hayvan ve insan figürleri, bitkisel motiflerle görsel bir zenginlik üretilmişti. Mimarinin gelişimiyle çini sanatı, Anadolu’da Selçuklular döneminde sarayları, hamamları zengin renk ve motifleriyle de duvarları süslemişti. Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmasından sonra bayrağı devralan Osmanlı Devleti de çini sanatı için yeni bir dönem demekti. Çiniciliğin İznik’teki tarihsel sürecinde ise, Bizans dönemi altı çizilmesi gereken bir dönemdi. 9-15. yüzyıllar arasında; tek renk, renkli akıtma, astar boyama ve astar kazıma (sigrafito) gibi teknikler uygulandı. Kırmızı hamurlu, beyaz kil astarlı, zeytin yeşili ve sarı sırlı seramiklerdi. Erken dönem Osmanlı İznik çinileri (Beylikler dönemi) ise 14. yüzyıl ortasından 15. yüzyıl sonuna kadar, kırmızı hamurla şekillendirilen kaplar üzerlerine beyaz killi bir astar kaplandıktan sonra kobalt mavisi, turkuaz, mor ya da kahve tonlarındaki renklerle stilize çicekler ve geometrik motiflerle bezendi. İznik Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişip büyümesiyle beraber en önemli çini merkezi haline geldi. 15 .yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başında üretilmiş mavibeyaz çiniler, sert ve pürüzsüz hamurlar ustalıkla bezenmiş üstün seramiklerdi. Mavi tonlardaki desenlerde Çin tarzı sakayikler, rumiler, hatailer ve çintemani motifleri kullanılmıştı. Daha sonraki dönemde Şam’dan getirtilen ustalar tarafından lale, karanfil, asma, bahar dalları, nar, haşhaş, kuş, geyik, tavşan, balık, hayvan sahneleri, kalyonlar, kobalt mavisi, turkuaz, yeşil ve mangan moru renkleri ile o dönemdeki bezemeler yapılmıştı. 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Türk medeniyet sanatının zirvelerinden biri olan İznik çinisinin camilerimizde, saraylarımızda, Türk ve dünya müzelerinde mevcut örnekleri hala hayranlıkla izleniyor. Dönemin karekteristiğini oluşturan kabarık mercan kırmızısı dönemin ustalarının motif zenginliği ile 16. yüzyılda dünyada da aranır oldu. Lale, karanfil, gül ve sümbül ile bezenmiş sürahiler, vazolar, kaseler, tabaklar, duvar çinileri bu yüzyılın sonuna kadar zenginliğini sürdürdü. 15-17. yüzyıllar arasında Osmanlı mimarisinde İznik çinisi önemli bir dekoratif unsur olarak kullanıldı. Çok önemli gelişmeler gösterdi. Çiniler; cami, mescit, medrese, imaret, hamam, saray, köşk, çeşme, sebil ve kütüphane gibi mimari değer taşıyan her eserin üzerinde renk oluverdi. Türk mimarisinde ve süsleme sanatlarında çininin yeri her zaman çok büyük oldu. Binaların ihtişamı ve güzelliği süslemeleri ile önem kazandı. Süsleme unsurları o yapının sanat değerini ve estetiğini arttırarak kalıcı olmasını sağladı. Özellikle 15., 16. ve 17. yüzyıllardaki yapılar süs, desen, renk ve teknik bakımdan eşsiz görünümlere kavuştu. Duvar çinileri ise bunun önemli parçasıydı. İznik çini fırınları bu noktada önemli işlevleri yerine getirdi. Bugün bu eserlerin birçoğu Avrupa ve Amerika müze ve koleksiyonlarının en değerli eşyaları arasında... Göz kamaştırıcı niteliklerdeki tabak, kase, fincan, kandil ve maşrapalar da yine İznik fırınlarında yapıldı. 16. Yüzyıl İznik çinilerinin her bakımdan altın çağı sayılabilir. Renk, kompozisyon, motif, teknik ve kalite yönünden tüm dünyanın beğenisini kazandığı bu dönem İznik’in tüm dünyada ayrıcalıklı bir üne kavuşmasını sağladı. Bunun en temel sebebi ise İznik çinilerinin eşsiz bir ritme ve çeşitliliğe sahip olması... Farklı kompozisyonların uygulandığı İznik çinileri için tam bir desen analizi çıkarmak ise neredeyse imkansız... Teknik açıdan sahip olduğu ayrıcalıkların yanı sıra, İznikli çini üstatlarının etkileyici ve yaratıcı desenleri İznik çinilerini çok daha ileri boyuta taşır. 17. Yüzyıl sonlarından itibaren İznik çini sanayi ve tekniğinde duraklama dönemi başladı denebilir. Çünkü 33 tarihi değer Osmanlı İmparatorluğu'ndaki siyasi ve askeri otorite boşluğu, ekonomik bir krizin yaşanmasına paralel olarak sarayın mimari yapılaşmalarına ve özel çalışmalarına da yansıdı. Dolayısıyla sarayın İznik çini yapımcıları üzerindeki himayesi de kayboldu. Böylece İznik çini sanatı eski parlak dönemini kaybetti. 17. yüzyıldan sonra İznik çinilerinin ve seramiklerinin üretim kalitesi bozuldu. Motif ve desenler deforme oldu, renkler cansızlaştı. 18. yüzyılda ise üretim neredeyse sona erdi. Günümüzde sayıları birkaç taneyi geçmeyen atölyelerde geçmiş dönemlerin tekniği kullanılarak üretim aynı özen, titizlik yoğun emek ve sevgi ile devam ediyor. Günümüzde çini sanatı, bu işin peşini bırakmayan birkaç atölye ile ayakta duruyor. Oldukça zor ve zahmetli olması da bu sanatın hayatta kalmasının daha da zorlaştırıyor. 34 Akademik, teknolojik ve kültürel destekli İznik çinisi ve keramik araştırmalarına devam eden Uludağ Üniversitesi'ne bağlı "İznik Meslek Yüksekokulu" ise "Çini İşletmeciliği Programı" ile bu işi daha da temellendiriyor. Umarım ki bu güzel gelişmeler artarak devam eder. Uzun yıllardır bu işin emekçisi ve bir seveni olarak her gün üretiyorum. Bu değerli toprak sanatında yüzlerce hamur, astar ve boya denemesinde bulunuyorum. Ama halen bu işin cırağı olduğumu iyi biliyorum ve bu işin gizemi ile üretmeye devam ediyorum. Fırının açılmasını hep merakla bekliyorum. Bu işin hala ne kadar büyülü olduğunu yaşıyorum. Dilerim ki bundan sonra bu işle uğraşan herkes tıpkı benim gibi büyüleniyor olur bu sanattan. Çünkü çinicilik emeğin ve sabrın ürünü. Ona inanmazsanız, bu mesleği yapamazsınız. 35 odak noktası 36 Yakın plan Bursa güzelleri Hazırlayan: Orhan Turhan Detaylarda gizlidir yaşamın mucizeleri. Doğanın sunduğu tüm resitalleri yakından görebilmek hep heyecanlandırır bizleri. Detaylarda saklı olan tüm güzellikler onlara yakından bakabildiğimizde anlam kazanır belki de... 37 odak noktası 38 “Tabiatın tüm güzelliklerini anlayabilmek için bakmak yeterli olmaz. Ona yaklaşabildiğimiz kadar tadabiliriz güzelliğini... Her ne kadar uzak kalsak da ondan, vazgeçilmezdir doğa. Zaten içinde barındırdığı eşsiz güzellikler ile kendisine çeker bizi bir şekilde. Kimimiz de tıpkı benim gibi sırt çantasını alıp doğanın merkezine gider. Bazen bir çiçek karşılar bizi bazen bir kelebek... Ayrıntılar bize çok şey anlatabilir. Peki ya neden gideriz doğaya? Yaşadığımız şehrin hengamesinden kaçmak için mi yoksa kendimizi doğanın sessizliğinde dinlemek için mi? Belki birçok kişi için bunun sebebi bunlar olabilir. Ama bunun gerçek nedeni doğa sevgisi olmalı bence. Doğayı ne kaçış ne de sessizlik için seçiyorum ben. Doğayı en doğal haliyle yaşamak ve yaşarken bakıp da göremediklerimizi tatmak için oradayım. Görmek ve hissetmek her detayı yaşamak çekiyor beni kendisine. Doğayı belgelemek, belgelerken hiçbir şekilde doğaya ve içindeki canlılara zarar vermeden çekimlerimi tamamlamak için çabalıyorum. Doğanın merkezinde yaptığım onca çekimin odak noktası ise Uludağ. Endemik florası ve faunası ile tam bir cennet olan bu dağ Bursa’da olduğu için çok şanslıyız.” 39 odak noktası Başarıları Orhan Turhan kimdir? 1967 Bursa doğumlu bir fotoğraf sanatçısı olan Orhan Turhan öğrenim hayatını Bursa’da tamamlayarak, iş yaşamına eczacılık sektöründe başladı. Meslek yaşamını otuz yıldır çalıştığı Yeşil Bursa Eczanesi’nde sürdüren Turhan’ın küçük yaşlarda başlayan doğa merakı Bursa’nın eşsiz tabiatı sayesinde giderek arttı. Bursa çevresinde yaptığı geziler sırasında çektiği fotoğraflar, doğa fotoğrafçılığı yolculuğunda attığı ilk adımlar oldu. Gezilerin sayısı arttıkça doğa ve fotoğraf tutkusu da giderek değişti. Gezilerde çekilen fotoğraflar yerini, fotoğraf çekmek için yapılan gezilere bıraktı. 2007 yılından beri Bursa 40 Fotoğraf Sanatı Derneği (BUFSAD) doğa fotoğraf atölyesi ile fotoğrafçılık alanındaki çalışmalarına devam ediyor. İki dönem atölye başkanı olarak görev aldığı dernekte çalışmalarına devam ediyor. Orhan Turhan, objektifini gündelik yaşam ve kargaşa içinde unuttuğumuz doğanın eşsiz güzelliklerine çevirmekten hoşlanıyor. Bugüne dek çok sayıda doğa temalı çeşitli karma sergiler ve saydam gösteriler hazırladı. Yaptığı birçok çalışma yerel, ulusal ve uluslararası platformlarda ödüllere layık görüldü. Çok sayıda dergide fotoğrafları ve projeleri yayınlandı. www.orhanturhan.org Türkiye 2009 - 2nd International Photography Salon Mersin – 1 Ödül İngiltere 2009 - The 1st Great British Small Print Circuit - 5 Ödül İngiltere 2009 - 63rd Bristol Salon of Photography - 2 Ödül Arjantin 2009 - 1° Salón Internacional de Imagen Virtual FotoGrupo 30/40 – 2 Ödül Slovenya 2009 Exposed International Salon of Digital Photography - 2 Ödül Amerika 2009 Tropical Image Internatıonal Exhibition Results March - 1 Ödül Photo World 2009 Makro Yarışması Birincisi Luxemburg 2010 - 3rd Luxemburg International Digital Exhibition 1 Ödül İngiltere 2010 - 64th Bristol Salon of Photography 2010 - 2 Ödül Avusturya 2010 - 19. Trierenberg Super Circuit - 3 dal 8 Ödül Sırbistan 2010 Ecological Thruth 4 Ödül İngiltere 2010 - Great Britain Small Print Circuit - 5 Ödül Sırbistan 2010 Photoclup202 - 1 Ödül Slovenya 2010 Exposed Fotoklup Kamnik - 2 ödül Sırbistan 2010 34th International Photography Exhibition “Child” – 1 Ödül Arel Üniversitesi 2010 - 1 Ödül Bursa Çekmeye Değer 2010 Birincilik ve Mansiyon Sami Güner Kupası 2010 “Doğanın İzinde” isimli gösteri ile 1.tur ödülü Türkiye Milli Takımı 2010 Hindistan Doğada Makro Bianeli Dünya 7.’liği Sırbistan 2011 4 th Exhibition of Photographs BOR 5 sergileme ödülü 41 gezi - yorum Yazı ve fotoğraflar: Özgür Çakır 42 Sarı sıcak Taşın ve aşkın şiiri, Mezopotamya manzaralı kutsal şehir... Mardin 43 gezi - yorum Herhangi bir Anadolu şehrinde bir benzerini onlarca kez görmüş olmanız muhtemel, büyükçe bir Atatürk heykelinin olduğu meydanı geçtikten sonra, herşey bir virajı dönmenizle başlayacak Mardin’de. Yaşadığınız büyük şehrin sıradan bir sokağı olabilecek genişlikte, arnavut kaldırımıyla döşeli bir cadde üzerinde yol alırken, biraz da eşekler ve atlar üzerinde seyreden insanların katkısıyla, bunun alıştığınız caddelere pek benzemediğini, birbirinin aynı sayılabilecek taş binalarla çevrili olduğunu anladığınızda, hele ki biraz 44 ileride hemen solunuzda kalan postane binasının ihtişamını gördüğünüzde sizin Mardin hikayeniz de başlamış olacak. Mişli geçmiş zaman kipinde asılı kalmış bir rüyaya, taştan bir eski zaman şehrine hoşgeldiniz! Ve madem postane binasına kadar ulaştınız, hemen karşısındaki çay bahçesine oturup tavşankanı bir çay eşliğinde güne keyifle başlayabilirsiniz. Mezopotamya manzarası müessesenin ikramı. Fazla oyalanmadan yollara düşseniz iyi olur çünkü sizi yoğun geçecek bir gün bekliyor haberiniz olsun. Ana caddeden saparak kendinizi bulacağınız, “abbara” ismi verilen karanlık tünellerle birbirine bağlı sokaklarda kaybolmaya hazır olun. Yolunuzu kaybettiğinizde belediyenin kadrolu eşekleriyle karşılaşacaksınız, çocuklar karşılık beklemeden rehberlik edecek size, ilk selam vereceğiniz kişi zorla mırra ikram edecek, kapı tokmaklarını bir bulmacayı çözmeye çalışır gibi takibe dalacaksınız ve kaybolduğunuzu sandığınız an, bunca karmaşıklığına rağmen tek bir çıkmaz sokağı olmayan bu labirentte kadrolu eşşeklerin ayak seslerine bazen Arapça bazen Türkçe bazen Kürtçe konuşmalar eşlik etmeye başlayacak ve tekrar ana caddeye yaklaştığınızı anlayacaksınız. Durmayın devam edin keşfetmeye bu büyülü kenti... Artık olmadığını düşündüğünüz mesleklerin resmigeçidine şahit olacaksınız Eski Çarşı’da; hiç şaşırmayın. Her sanatın ustasında aynı yorgun alışkanlığı ve aynı bilge sabrı göreceksiniz. Camaltı ve telkâri ustalarında da, kehribar tacirinde de, terzilerde de, dokumacılarda hatta demirci atölyelerinde ve kalaycılarda da aynı dinginlik karşılayacak sizi. Mardin’de telaş ve aceleye yer yokmuş gibi hissedeceksiniz. Süryanilerin kuyumu, Ermenilerin taş yontuculuğu, tahta oymacılığı gururla sergilenecek sırayla. Kendinizi kıyıları tarih olan bir nehirde hissedeceksiniz sokaklarında yürürken; medreseleri, camileri ve kiliseleriyle, telkarisi ve Süryani şarabıyla bir kültürler buluşmasına şahitlik edeceksiniz her adımınızda. 45 gezi - yorum Siz binbir labirente girip çıktıkça bir saat önce karşılaştığınız yüzler pek de yol almamış olacak ve tanıdık gelmeye başlayacak. Sanki bir tek siz koşturup duruyormuşsunuz gibi hissedeceksiniz. Sonra yavaş yavaş siz de durulacaksınız. Zaman zaman burnunuza gelen ve hafif de olsa genzinizi şöyle bir yoklayan baharat kokuları ile Doğu’nun büyülü kenti sizi zamanısızlığına doğru çekecek ve bambaşka bir ruh iklimine taşıyacak. Dahası herkes size “hocam” diye hitap ettikçe garipseyeceksiniz, gerçeklik algınız zayıflayacak ve baharat kokan belgesel bir filmin içindeymişsiniz hissi uyanacak zihninizde. Esnafın tutumu -hele ki bir büyük şehirden geliyorsanız- her adımda sizi daha çok şaşırtacak. Kimsenin sizi, bambaşka bir hayattan kalkıp gelen bir yabancıyı yadırgamadığını, objektifinize takılan herkesin size güven ve samimiyetle baktığını farkedeceksiniz. Ve sokaklarda kimsenin birbirine bağırmadığını, büyük şehirlerin asabiyetinin buralara hiç uğramamış olduğunu da... Gerçekten nasıl birşey olduğunu unuttuğunuz misafirperverlik ne demekmiş konulu dersler alarak yol alacaksınız eski şehirde. Babadan oğula, ustadan çırağa el verilerek günümüze gelen, yüzlerce yıllık kazancıların yüzlerce yıllık yordamlarıyla dövdüğü kazanların sesi eşlik edecek size. Marangozlar kıraathanesinde bu defa çok kültürlülük nedir konulu bir dersin içinde bulacaksınız kendinizi. Gabriel’in komşusu Mehmet’le, Mehmet’in çocukluk arkadaşı Abdullah’la, Abdullah’ın ortağı Rafael’le olan muhabbetini görünce anlayacaksınız o meşhur Batılı gezginin neden “bütün dünyayı Mardinleştirmeli” dediğini. Dinler, diller ve insanlık halleri üzerine konuştukça göreceksiniz ki onlar hayatlarında bu sınırları çoktan aşmışlar; bir yanları Türk, başka bir yanları Süryani, öbür yanları Arap ya da diyelim ki Ermeni, başka yanları Kürt olsa da, hepsi ayrı dillerde de olsa hep birlikte Mardinliler. Ve sakın ola içilen çayların, kahvelerin, hatırı kırk yılı da 46 aşacak mırraların karşılığını para ile ödemeye kalkmayın, gücenirler. Şunu çok sık duymaya hazır olun bu şehirde: “Sizin paranız geçmez burada hocam!”. Hiç tanımadığınız bir adam rehberlik işini devralacak çocuklardan. Ulu Cami’nin minaresindeki kabartmaların hikayesini dinleyeceksiniz ondan. Önünden geçerken hiç dikkatinizi çekmeyen ve ironik bir tesadüf eseri bugün de bir marangozun deposu olan, yaşı bin yılı aşkın eski bir kilise binasına girdiğiniz an artık ikna olacaksınız bu şehrin büyülü olduğuna. Yeni bir şey keşfeden küçük bir çocuğun heyecanına eş bir enerjiyle, o daracık sokaklarda saatlerin nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız. Bazen görüş alanınızın hemen kenarında bir yerlerde, örneğin geçtiğiniz abbaranın üstündeki evde yaşananların merakıyla dalmışken siz, masal bu ya belki de Mungan’ın çocukken tutulduğu geyik arz-ı endam edecek ve göz göze geleceksiniz kısa bir an için. Ve Mardinlilerin güvercin sevdasına şahit olacaksınız her adım başı. Evlerin, dükkanların, iş yerlerinin bir yerinde mutlaka bir güvercin kafesi olduğunu öğreneceksiniz. Bütün şehrin en büyük hobisi olan güvercinlerin gördüğü bu ilgiyle Mardin sizi bir kez daha şaşırtmayı başaracak. Akşamüstü çatılardan gökyüzüne salınan güvercinler çan kuleleri ve minarelerle süslü şehrin silüetine karışacak. Siz merakla olan biteni izlerken birilerinin fotoğrafını uzaktan çekmekte olduğunuz terastan size seslendiğini fark edeceksiniz sonra. Bir kahve de o terasta içeceksiniz bir yandan güvercinleri yemlerken. Mezopotamya’ya karşı kapı önü eşiğinde sohbete dalan Mardinli kadınlar önce tereddüt etse de sonra sizi sohbete dahil edecek ve yüzlerinde Mezopotamyalı olmanın nişanesi gibi duran dövmelerin hikayesini birinci ağızdan öğrenme şansınız olacak. Sonra siz de sessizce dalacaksınız önünüzdeki Mezopotamya manzarasına. Mardin’de deniz yok belki ama serap görmek için de bir engel yok önünüzde uçsuz bucaksız uzanan ovaya baktıkça. Evet, böyle anlatınca belki tuhaf gelecek ama inanın bana Piyer Loti’den ya da bir başka tepesinden seyre daldığınız İstanbul’un verdiği keyifle yarışacak bir his bu, hele bir de serde hayalperestlik varsa. Bir deniz çocuğu, denizsiz şehirlerde en çok denizi özleyen biriyseniz bile Mardin’de denizi özlemeyeceksiniz. Akşam olduğunda ancak fark edeceksiniz ayaklarınıza inen kara suları. Eğer bir sokaktan diğerine koştururken, gelmeden önce kulağınıza fısıldanmış olan bir klasiği gerçekleştirip kebapçı Ramo Dayı’ya uğramayı akıl etmediyseniz acıkmış olmalısınız. Ama kendinizi şanslı sayabilirsiniz çünkü Mardin’in sürprizleri henüz bitmedi sevgili okur. Sıkı durun, çünkü krallara layık bir sofra sizi bekliyor doğru adresi ıskalamazsanız. Mardin mutfağıyla tanışma vakti. Evet çok şanslısınız çünkü bu masal diyarında restore edilmiş, Ermeni taş işçiliğinin enfes örneklerinden biri olan taş bir konak var bu mutfağı yaşatmaya yemin etmiş olan. Güneydoğu mutfağı zaten malumunuz olmalı. İşte bu tanıdık lezzetlerin tarçın, kişniş, mahlep, safran, zencefil, yenibahar gibi onlarcasıyla baharat ve kurutulmuş erik benzeri birtakım fantezi unsurlarıyla taçlandırılmış halini canlandırın gözünüzde ya da daha iyisi damağınızda. Sizi bekleyen bu… Önce mezelerin resmigeçidi olacak: Tebbuli, tebbel, muammara, sembusek, kiremfum, megbus ve ismi daha tanıdık olan diğerleri. Sonra da mecaliniz kalırsa ana yemekler: Ekşili erik yahnisi olan Alluciye, pekmezli erik tavası olan Incasiye, Süryanilerin içli köftesi Kitel Raha ya da nam-ı diğer İrok, ekşili nohut yemeği olan Hımmısiye, Kaburga dolması, kuzu budundan Dobo ve dahası. Lokantada değil de misafirliğe gitmişsiniz gibi özenle ağırlanacaksınız. Ve tabi söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama ufukta Suriye’nin 47 gezi - yorum ışıklarıyla bezeli mezopotamya manzarası yine müessesenin ikramı. Mevsim uygunsa mutlaka terasa konuşlanmalısınız. Şehirleri için “gündüz seyirlik, gece gerdanlık” derler Mardinliler. Arkanızda taş evleriyle Mardin, önünüzde ayaklarınıza kadar uzanan, ufuktaki ışıklarla mehtaplı bir deniz gibi Mezopotamya ve üzerinizde parlayan yıldızlar... Ömrünüz boyunca göreceğiniz en büyük yıldızlarla karşılayacak Mardin’de gece sizi. Kendinizi küçücük ve çok hafif hissedeceksiniz. Dedim ya başka bir dünya burası. Bir de bakmışsınız dilinize bir şarkı takılmış. Evet, burası gibi olmalı gideceğiniz memleket; denizi, evet denizi ayrı deniz, havası ayrı hava... 48 Günün birinde yolunuz Mardin’e düşerse, sırf bu yüzden bir kere bile olsa mutlaka gecelemelisiniz. Nerede kalacağınızı da çok dert etmeyin. Son dönemde sayıları hızla artan, eski taş evlerin ve konakların restore edilip otele dönüştürülmesiyle ziyaretçilerine kaliteli hizmet sunan çok sayıda butik otel bulmanız mümkün eski şehirde. Ertesi sabah büyük ihtimalle kalmak için seçtiğiniz eski taş konağın sabah serinliğiyle, çok dingin bir sabahta, bir bebek gibi uyanacaksınız güne. Tekrar yollara düşmek için sabırsızlanacaksınız. Ama sizi uyarmalıyım Mardin’e gelip ıskalamamanız gereken, gezilip görülecek yerlere henüz gitmediniz. Daha Midyat var ziyaretinizi bekleyen ve bir başka gezi yazısının adresi olacak Hasankeyf de cabası. Binlerce yıllık tarihi kalıntılarla içiçe girmiş ıssız mezraları, köy evlerinin altındaki Roma mahzenleri, kiliseleri, manastırları, camileri, kaleleri ve taş evleriyle sadece Türkiye’nin değil belki de dünyanın en ilginç ve çarpıcı yörelerinden birindesiniz. Unutmayın burası Venedik ve Kudüs’le birlikte dünyadaki üç açık kent müzesinden biri. Nereden başlayacağınız size kalmış ama ben başlıca adresleri vermeliyim. Eğer tarihe ve sosyolojiye meraklı biriyseniz Kasımiye Medresesi, Deyrulzafaran Manastırı, Mardin Kalesi ve Dara Harabeleri’ni es geçmemelisiniz. Deyrulzafaran Manastırı Mardin’in beş kilometre kadar doğusunda Mezopotamya’ya bakan yamaçlarda yer alan ve bir kısmı milattan önce inşa edilmiş çok önemli ve çok da heybetli bir yapı. Bu mekanda tarih boyunca pek çok rahip, şair, filozof ve metropolitin yetişmiş olduğunu ve bu metropolitliğin 1932’ye kadar Süryani Ortodoksların ruhani liderliğini yaptığını da belirtmeliyim. Manastırın altında bir de 4500 yıllık olduğu söylenen güneş tapınağı var tavanında harç malzemesi kullanılmadan yerleştirilmiş bir kilit taşı barındıran. Beşinci yüzyılda inşa edilen ana binanın harcında yörede yetişen safran çiçeklerinin kullanıldığı rivayet ediliyor ve binanın Mardin’e has sarı rengini biraz aşan parlaklığı buradan geliyor. 600 yıla yakın Süryanilerin yani İsa’ya ilk inanan Hristiyanların merkezi olan Deyrulzafaran’ın üç tarafı dağlarla çevrili. Etraftaki dağlarda üçüncü yüzyıla tarihlenen Mor İzozoel, Mor Yakup ve Meryem Ana Manastırları var. İnzivaların, konuk yatakhanelerinin, mezarların, okul ve kiliselerin olduğu bölümlerin korunmuş olması herkes için gerçek bir hazine. Her ışık, her karanlık, her taş, her avlu, her duvar baş döndürücü zengin bir geçmişi anlatacak size ve geçmiş zamanların büyüleyici hikayelerinde kaybolacaksınız. Sonrasında nerelerde vakit geçirirsiniz, gümüş telkariler ve Mor Gabriel Manastırı’nı görmek için mesela Midyat’a mı gidersiniz bilemiyorum ama gün batımını Kasımiye Medresesi’nde geçirmeli ve Mardin’in deniz gibi ovalarına bir de o tepeden bakmalısınız. Kasımiye Medresesi’nin hayat havuzunu seyre dalmalı, bu çokkültürlü şehrin ve ruhani aydınlığın tadını çıkarmalısınız. Nereden gittiğinizin önemi yok. Bir an için gidince dönecek başka şehir yokmuş gibi hissedeceksiniz bu derinlikli coğrafyada. En zoru buradan ayrılmak olacak. Evinize ve gündelik rutininize döneceksiniz muhakkak ama ruhunuz orada kalacak. Eşe dosta neler yaşadığınızı, neler hissettiğinizi anlatmaya kalkışacak ama hep bir şeylerin eksik kaldığını fark edeceksiniz. Sonra imdadınıza biraz olsun çektiğiniz fotoğraflar ve fotoğraflardakilerin hikayeleri yetişecek. Benim gibi... Ve sonra günlerden bir gün haber bültenlerini izlerken aklınızdan şu geçecek: “Belki bütün dünyayı değil ama Türkiye’yi Mardinleştirmek lazım”. 49 uzaktaki yakın 50 Fotoğraflar: Ö zg Ku rta ra n ür Ça kır ve Em ir Beklentilerinizi boşa çıkarmayan şehir “Size sadece aynı anda hem sevinci hem de hüznü yaşadığımı söyleyebilirim. Ama büyük bir hüzün değil bu. Yaşadığımı hissettim. Evet, yaşadığımı. İşte o an Paris’e aşık olduğum andı ve Paris’in de bana aşık olduğu an.” Paris, seni seviyorum (Paris, je t’aime) adlı 18 ayrı hikâyeden oluşan sinema şahaseri filmin en son hikâyesindeki yalnız turist Carol’un bu cümleleri, aslında dünyanın belki de en bilinen şehrini en dolu dolu anlatan cümleler... Moda ve lüksün dünya başkenti “Işık Şehir” (Ville de Lumière) Paris’e vardığımızda yeni bir haftanın ilk gününün erken saatleriydi. Yoğun bir trafik karşılamıştı bizi. Paris’e gelmeden önce rotamızda yer alan diğer Avrupa Paris Sonsuz aşkla, evrensel sanatla, büyüleyici yemekleri ile kendine bütün dünyayı hayran bırakmış bir şehir... İnsan bu şehri nasıl sevmesin ki… şehirlerinin küçüklüğüne mi yoksa sakinliğine mi alışmıştık bilmiyorum ama Paris bizi biraz şaşırttı. Otelimize varıp yerleştikten sonra aracımızı bu şehirde kullanamayacağımıza karar verip uygun bir otoparka bıraktık. Yeri gelmişken söylemekte fayda var; Paris’in tadını yürüyerek ve olağanüstü metrosunu kullanarak çıkarabilirsiniz. Eğer Paris’te zaman geçirecekseniz öncelikle metro gişelerinde satılan süreli ya da birkaç günlük seyahat pasoları olan “Paris Visite” adlı manyetik kartlardan almanızı tavsiye ederim. Üstelik bu kartları sadece yer altı trenlerinde değil şehir hatları otobüslerinde de kullanabiliyorsunuz. Şehrin bütün metro ağının detaylıca ve çok anlaşılır biçimde Yazı: Emir Kurtaran gösterildiği broşürlerden de almalısınız; bu broşürleri her yerde bulabilirsiniz. Bütün şehir o kadar geniş bir metro ağı ile örülmüş ki insan sokaklarda çok az sayıda taksi ve otobüs olmasına şaşırmıyor. 1900 yılında törenlerle ilk hattı kullanıma açılan ve mimarisi ile de çok etkileyici olan Paris Metrosu günümüzde 16 hat olarak hizmet veriyor. Şehrin sembollerinden birisi haline gelen metro ya da orijinal adıyla “Metropolitain” gıcır gıcır değil hatta yer yer çok eski ama yaşanmışlık duygusunu insana bir çırpıda aktarıyor. Bu büyülü şehri gezmek istiyorsanız en iyi seçenek metroyu kullanmak; gitmek istediğiniz yerleri belirleyip hiç yorulmadan, zahmetsizce seyahat edebilirsiniz. 51 uzaktaki yakın Paris sokaklarında gezerken sıcak tonlardaki mimarinin ve dahası bu harika tarihin günümüze kadar korunmuş olmasına sakın şaşırmayın çünkü modern binaları ve gökdelenleri şehrin dışında yer alan La Defense adlı bölgede inşa etmişler. Bu bölge şehrin ya da ülkenin dersek yanlış olmaz, iş ve finans merkezi olarak hizmet veriyor. Yani şehir merkezinde gezerken sevimli sokak kahveleri, şarküteri dükkânları ve manavların güzelliğine kapılmışken karşınıza birden bire çirkin bir bina ya da devasa modern bir yapının çıkma olasılığı yok. Fransızlar her zaman kibar, nazik ve biraz da kibirliler. Son derece güler yüzlüler fakat bir o kadar da katı olabiliyorlar. Yemek için gittiğiniz bir lokantada, alışveriş sırasında ya da adres sorarken “lütfen, affedersiniz, teşekkür ederim” kelimelerini sık sık kullanmanızı tavsiye ederim. 52 Söz konusu şehir Paris olunca görülmesi ‘gereken yerler listesi’ hazırlamak hiç de zor değil. Eğer paket bir tur ile gitmediyseniz ilk durağınız Opera Meydanı’nda bulunan ve 1875 yılından bu yana şehirde opera ve müziğin kalbinin attığı sembol binalardan biri olan Palais Garnier yani Opera Binası olabilir. Opera Binası’nı arkanızda bırakarak Avenue de l’Opera Caddesi’nden dümdüz yürüdüğünüzde Louvre Müzesi’ne ulaşabilirsiniz. Müzenin gündüzü ve gecesi ayrı ayrı güzel. Gündüz, müzedeki son derece önemli sanat eserlerini görmek isterseniz içeri girmeyi bekleyen yoğun bir turist kuyruğunda sıranızı beklemeniz gerekecektir. Müzenin avlusunu hava kararınca da gezme şansınız var. Gece ışıkları, sükûnet, şarap içip sohbet eden insanlar ve bu sessizliğin ortasında yakınlardan gelen bir müzik… Yaşlı bir Fransızı saksafonu ile Fransızların ünlü şarkısı “la vie en rose”u çalarken duyabilir ve Fransa’da olduğunuzu sonuna kadar hissedebilirsiniz hatta her an hüzünlü bakışları ile Edith Piaf bir yerlerden çıkıp gelecekmiş hissine kapılabilirsiniz. Ve tabii ki dünyanın en ünlü yapıtlarından biri olan Eyfel Kulesi; kuleye yine yürüyerek ya da metro ile ulaşmanız mümkün. Kuleye doğru ilerlerken yol boyunca kuleye ait hediyelik eşya satan bir sürü göçmen göreceksiniz. Gerçekten alıcıysanız uygun fiyata hediyeler alabilirsiniz ama fazla göz temasından kaçının çünkü gereğinden aşırı ısrarcı olabiliyorlar. Kulenin çok uzun ve gösterişli olduğunu ancak dibine kadar geldiğinizde anlayabiliyorsunuz. Tıpkı Louvre Müzesi’nde olduğu gibi burada da kuyrukta bekleyen turist sayısı hayli fazla. Kulenin ara katlarına ya da zirvesine çıkmak mümkün, tabii uzun kuyruğa girip sıranın size 53 uzaktaki yakın 54 gelmesini bekleyebilirseniz. Eyfel Kulesi o kadar uzun ki fotoğraf kadrajına sığdırmak için ya çok uzağına gitmeniz ya da yere yatıp en uygun açıdan çekmeniz gerekiyor. Civarda her yer cıvıl cıvıl, insanlar klasik bir ritüeli gerçekleştirerek yeşil alanlara yayılmış günün tadını çıkarıyorlar. Kuleden ayrılıp Seine Nehri’ni yanınıza alarak yürüyüş yapabilirsiniz. Paris’in tadını nehir ya da panoramik seyir şansı sunan otobüs turlarından faydalanarak da çıkarmak olası. En yakın metro durağından şehrin ilk kurulduğu topraklarda yer alan Notre Damme Kilisesi’ni görmeden geçmek olmaz. Binanın mimarisi, içerideki vitraylar ve kabartmalar göz alıcı, büyüleyici. Eğer biraz soluklanmak ve dinlenmek istiyorsanız kilisenin civarında bulunan birçok restoran ve kafeden faydalanabilirsiniz. Lezzetli ve çeşidi bol peynir tabaklarından isteyip tercihiniz doğrultusunda Fransız şarapları ile açlığınızı bastırabilirsiniz. Saint-Louis Köprüsü’nden ilerlerken Avrupa şehirlerinin vazgeçilmezi olan sokak sanatçılarını da keyifle izlemeniz mümkün. Eğer dondurma ya da tatlı ile aranız iyi ise civarda çok lezzetli dondurmalar, bisküviler ve makaronlar satan dükkânlar bulabilirsiniz. Bir de zeytinyağı merakınız varsa Saint-Louis l’lle sokağında yer alan Olivers Co. adlı ufacık harika dükkâna uğramalısınız. Yine en yakın istasyondan şehrin ‘kırmızı noktalı’ bölgesine gitmek isteyenlere, Pigalle ya da Blanche duraklarında inmelerini önerebilirim. Kırmızı noktalı diyorum çünkü hem dünyaca ünlü gece kulübü Moulin Rouge hem de cinsel dozu yüksek soslu kulüpler ve mağazalar burada konuşlanmış. 1789 yılında Bastille ayaklanmasıyla Fransız Devrimi’ne sahne olan Paris, özgür hissetmek isteyenlerin gittiği, özünde özgürlüğün kol gezdiği sokaklara sahip. Nazım Hikmet'in diğer şehirleri kıskandıran Paris şiirlerini hissediyorsunuz sanki. Montmartre'de La Boheme şarkıları dinlemek ve o şiirleri okumak istiyorsunuz. Ara sokaklardan ilerleyerek Rue Gabrielle Sokağı’na ulaşmaya çalışın gittiğinizde. Parke taşlı ve Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürürken etrafınızda göreceğiniz birbirinden sevimli, rengârenk kahveler ve 55 uzaktaki yakın 56 dükkânlar size Akdeniz kıyısında bir beldede geziyormuşsunuz duygusu yaşatacaktır. Sanki köşeyi dönünce karşınıza birden bire deniz çıkacakmış gibi hissedeceksiniz. Dik ve uzun merdivenlerden çıkıp Montmartre Semti’ne ulaşabilirsiniz. Bu semt, içinde ünlü ressamlar sokağını, Saint Pierre de Montmartre Kilisesi’ni, birçok hediyelik eşya dükkânını, kafeleri, görkemli Sacre Coeur Bazilikası’nı ve muhteşem bir Paris manzarasını barındırıyor. Manzara seyri ardından hemen bazilikanın yanındaki funiküler ile yokuştan inerek adeta Paris’te bir Eminönü misali Place Saint-Pierre’de dolaşıp, alışveriş yapabilirsiniz. Dünyaca ünlü markaların mağazalarının yer aldığı Champs Elysees Bulvarı, Versailles Sarayı, Zafer Meydanı ve Takı, bütün görkemiyle Lüksemburg Bahçeleri, Disneyland, Parc Asterix ve görülecek daha pek çok yeri de rotanıza eklemenizde fayda var. Paris gibi bir şehirde yeme içme kültürü de son derece önemli yer tutuyor. Her bütçeye ve damak zevkine hitap eden mekânlar bulmak mümkün. Bizim gibi kahvaltıda çeşit çeşit lezzetler sevenler için Fransız usulü kahvaltı tatmin edici olmayabilir zira kahvaltı istediğinizde kruvasan, margarin sürülmüş baget ekmek, iki çeşit reçel ve kahve servis ediyorlar. Tümü tatlı olan bu gıdaları tüketince insan haliyle masada tuzlu bir şeyler arıyor. Neyse ki çeşit çeşit ve çok lezzetli omletleri imdadınıza yetişiyor. Dönüşte valizinizde yer kalmışsa uygun fiyata son derece lezzetli Fransız şaraplarından bolca almanızı öneririm. Paris; gül kokusunu, Edith Piaf'ın yüreğini hissettiğiniz “Bak çarşaflar buruş buruş / Otur yalnızlığına ağla şimdi..." şiirini ve kahve kokusuna karışan sohbetleri sevenler için hep uzakta kalan bir şehir. Kibirli... Enfes bir kadın belki de. Sadece Fransa’nın başkenti olmakla kalmıyor; aşkın, sanatın, modanın, yemeğin ve daha birçok alanda insana haz veren duyguların başkenti olma görevini de üstleniyor. Omuzlarındaki yük çok ağır çünkü her biri insanı mutlu ettiği gibi mutsuz da edebilir. Fakat Paris bütün bunların üstesinden ustalıkla gelmiş, geliyor ve ileride de hep gelecek gibi... Çünkü beslendiği şeyin, AŞKın heyecanı hiç eksik olmuyor... 57 tek karede bursa Kuyruklu şiir Fotoğraf: Aise Amet Uyuşamayız yollarımız ayrı; Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi; Senin yiyeceğin, kalaylı kapta; Benimki aslan ağzında; Sen aşk rüyaları görürsün, ben kemik. Ama seninki de kolay değil, kardeşim; Kolay değil hani, Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü. Cevap Açlıktan bahsediyorsun; Demek ki sen komünistsin. Demek bütün binaları yakan sensin. İstanbul’dakileri sen, Ankara’dakileri sen... Sen ne domuzsun, sen! Orhan Veli Kanık 58 59 fotoğrafa yazı Celil Sezer Geceden bahsediyorum Ginkgolu çayın bir buhur gibi tüten kokusu masamdaki fincanımdan yüzüme vuruyor. Gözümün karasını bir siyah esir almış ya hani, bilirsin sen. Erken yatmış, gecenin göbeğinde uyanıp, gözlerini kitabının satırlarında yormuş ve aslında çok yorulmuş bir çocuğun gecesinden bahsediyorum sana. Geceden bahsediyorum, onu tanıyor musun? Ak sakallı kocalarının yanından usulca kalkıp salonda yeri hiç değişmeyen seccadede teheccüd namazlarını kılan mübarek anneannelerden, sabaha yetiştirmesi gereken ekmekleri hazırlamak için hızla fırına doğru yürüyen üşümüş fırıncılardan, ellerinin, sıkıca tuttukları balkon demirlerinden bir anlık kayması ile düşme korkusunu iliklerinde hisseden hırsızlardan, sabahki toplantıya yetişmek için Ankara-İstanbul otoyolunu haşin farlarıyla delerek geçerken Bolu tünelinin uzunluğundan sıkılan uykusuz şoförlerden, benim “battery grip”i getirmek için Balıkesir’den yola çıkan kargo kamyonunun karısının sıcaklığını özlemiş sürücüsünden, okulda görüp hoşlandığı kızla sabah yapacağı konuşmanın metnini çalışırken yorgunluktan bitap düşmüş heyecanlı lise öğrencilerinden, sevdiği 60 kızı düşünmekten uyuyamayanlardan, aşık olduğu adamı düşleyerek uyuyakalanlardan, geceyarısı ilham perilerinin istilasına maruz kalıp annesinin göz kalemiyle ilk bulduğu kağıda, az önce aklına gelen şiiri yazmaya uğraşırken aklındakileri unutan şiir heveslisi şaşkın gençlerden, çöpçülerden artakalanlardan işe yarayan bir şey var mı diye çöplüklerde gezinen kedilerden, köpeklerden, gasp etmek için Kumbaracı yokuşunun sonunda birileri geçsin diye bekleyen sokak çocuklarından, uyku tutmadığı için karısını alıp İstiklal’de tur atmaya gelmiş ve karısının kapalı mağazanın vitrininde gördüğü abiyeyi çok beğendiğini duyunca “açılsın, sabah alırız “ diyen yalancı kocalardan, sabahki sınava çalışan uykusuz üniversite öğrencilerinden, dudaklarında birbirlerinin terinin tadıyla azgınca sevişirken sigara molası veren aşıklardan, orgazm olduktan sonra kıçını dönüp yatan kocalarına nefretle, gözlerini hiç kırpmadan bakan yeni evli kadınlardan, yalnız kadınlardan; kimsenin gelmesini beklemeksizin birinin gelmesini isteyerek tavana diktikleri gözlerinden bir erkek hoyratlığının sarıp sarmalayan özlemi akan yalnız kadınlardan, gece fotoğrafı çekmek için Galata Köprüsü’ne gidince, balık tutan insanları görüp “keşke makina yerine olta alsaydım” diye hayıflanan bereli şipşakçılardan, kapıda bekleyen servise yetişmek için hızla evden çıkarken, koridordan, yatakta uyuyan küçük kızına, sadece babaların gönlünde saklı bir anlamla sevgi dolu bir bakış fırlatan İETT çalışanlarından, iş toplantısı için gittiği uzak bir şehirden eve döndüğünde, uyuyan karısına, çözülmüş kravatıyla, bir omzunu kapının bir yanına dayayarak sevgiyle bakarken, karısının dokunmadan da hissedebildiği sıcaklığıyla banyoya yönelen genç iş adamlarından, birazdan ezanı okuyacak müezzinlerin çalan telefonlarının alarm zillerinden, müezzinlerin sesiyle bir safta tel gibi ince ve düz sıralanacak sabah namazı müminlerinden, devriye gezen polis arabalarının bağırmayan sirenlerinden, geceyarısı aldığı yolcuları sabah varması gereken şehre ulaştırmak için direksiyon sallayan uzun yol kaptanlarından, Patras limanında bindikleri büyük gemilerle Bari’ye ulaşmak için geçtikleri Adriyatik’in büyüklüğüne güvertenin balkonundan hayretle bakan gezginlerden, kaldıkları yerden yazmaya devam eden kahve müptelası romancılardan, ışıl ışıl parlayan İstanbul camiilerinden, birazdan Eminönü meydanında şehrin her yanında, aynı anda patlayan bombalar gibi patlayacak sabah ezanlarının huzurlu kargaşasından, televizyon izlerken uyuyakalan, birazdan Kaptanın dürtmesiyle aniden sıçrayarak terliklerini giyecek KaraköyKadıköy vapurunun miçosundan, “olsaydım da uyurken izleseydim” dediğim kız kardeşim Zeynep’in rüyasında gördüğü meleklerden, elektrikler gittiği için kapanan sobalarının sebep olduğu ince soğuğu önce kollarında hisseden, ayaklarını önündeki uzun masaya atmış tren istasyonlarının kompartıman kokulu çalışanlarından, balya balya gazete tomarlarını büfelerin önündeki sarı sandıklara bırakan dağıtıcılardan, sabah sunması gereken haberlere hazırlık yapmak için televizyon binasına gelen spikerlerin makyajsız yüzlerindeki farktan, mezarlıkların arasında dolaşan yaşlı bekçilerden, üşüyen Kars’tan, cayır cayır yanan peteklerden, her birini ayrı ayrı özlediğim sevgililerimin sevdikleri adamlarla kurdukları hayallerin uykularına sızışlarından, zamanın kimsesiz çocuğundan, yalnızlığımın üstünde biten ottan,hüznümün kederli karısından, uykuya çektiğim namludan, ve işte kendimden; her kendine varışında geceyle karşılaşan benden, yani geceden, geceden bahsediyorum, onu tanıyor musun? 61 rengarenk Hex RGB CMYK : #0000FF : 0, 0, 255 : 100, 100, 0, 0 Mavi bir düş üzerimizdeki Hayal ettiklerinin yerine başka hiçbir şeyi koyamayanların rengidir mavi. En çok gündüzleri ifade bulan ışıktır. Gecenin koyu yüzüne ilk karşı koyandır. Ne kadar dalıp gitse insan, sonu hiç gelmeyendir. Hazırlayan: Engin Çakır Kimisine tükenmek bilmez umut verir, kimisine özgürlük… Rahatlatıcı ve ikna edici etkisi bilimsel olarak kanıtlanmış olan mavi, dünyanın 3’te ikisini kaplamış, her daim “üzerimizde” olan bir renktir… “Bir alev gibi deli mavi”dir sevgili, “mavi mavi masmavi”dir gözleri... 62 Mavi denince aklımıza gelenler İtalya Barış Deniz İznik Mudanya Gökyüzü Blues Mavi Jeans Mavi Gözlü Dev Kot Çini Gelecek Arjantin Nazar Boncuğu Yeşil Türbe Mavi Yolculuk Yunanistan Nehir Doğalgaz Suuçtu Şelalesi Havuz Mavi Göl Gölyazı “Renklerin en derini, en özdeksizi olan mavi renk; göğün, havanın, gölgenin, suyun, durgun denizlerin rengi olarak en serin, en soğuk renktir. Sakin ve dinginlik veren bir renk olan mavinin hareketi ancak koyulaştırıldığında (yani siyahla karıştığında) artar. Temizleyen, besleyen ve serinleten suyun sembolü olan bu rengin açık tonları, daha çok sonsuz göğü ve hareketsizliği temsil ettiği için, düşünceleri, duyguları sonsuzluğa taşır ve kişiyi melankolik yapar, yaşadığı dünyadan uzaklaştırır, içine kapanmasına neden olur. Mavi, dünyevi bir renk değil, tipik ilahî bir renktir” diyor renklerin dilini en güzel kullanan isimlerden bir tanesi olan Ressam Vassilly Kandinsky... Mavi, soğuk renk olarak bilinmesine rağmen; sarı kadar dikkat çekici, kırmızı kadar çarpıcı, turuncu kadar sıcak gelir insana. Kayıtsız kalamaz insan, birazı asi, birazı âşıktır. Her şeyi içine alan havanın, evreni sarmalayan o derin boşluğun rengidir Mavi… Kırmızı ve Su yeşilin çocuğudur. Mavi renk en çok gökyüzünün ve denizin simgesidir. Yerküre aslında suküredir. Çünkü denizler ve okyanuslar gezegenimizin neredeyse dörtte üçüdür. Mavi huzuru simgeler. Arap ülkeleri, mavinin kan akışını yavaşlattığına inanır. Batıda ise intiharları azaltmak için köprü ayakları maviye boyanır. Strese ve içsel sıkıntılara çok iyi gelen mavi renk, insanlarda sakinleştirici etki yapar. Mavi ayrıca her nedense erkeklerin rengidir. Erkek nüfus cüzdanları mavidir. 63 rengarenk Mavi detaylar √ Mavi kelimesi Arapça "su gibi" anlamına gelen Ma'i kelimesinden Türkçeleşmiştir. Divan-ı Lügat-ı Türk’te Çaqır (çakır) olarak geçer. √ Mavi doğada zehirle özdeşleşen bir renktir. Her tür canlı maviden mümkün mertebe uzak durmaya çalışır. Mavi sebze ya da meyve de bu sebepten pek yoktur. Gökyüzü, Güneş ışığının Rayleigh dağılımına uğraması sonucu mavi gözükür. Suyun mavi gözükmesi ise suyun kırmızı civarındaki dalga boylarını soğurması sebebiyledir… √ Kulakların pasını alan bir müzik türü olan Blues (maviler)’un siyahî Amerikalılar tarafından bu şekilde adlandırılmasının sebebi, şarkıların hüznü taşımasıdır. Mavi ile bu hüzün daha da artar. √ İtalya'nın ulusal rengi Azurro’dur yani açık mavi… Hindistan'ın ulusal spor rengidir ve laikliği simgeler. Çevresi okyanusla veya denizle çevrili ülkelerin bayraklarının çoğu mavidir. √ Mavi beyazla birleşince barışı temsil eder. Nitekim Birleşmiş Milletler’in bayrağı mavi beyazdır. Mavi, sarı ile birlikte; İsveç, Kazakistan ve Ukrayna ülkelerinin, yeşil ile birlikte Brezilya'nın, kırmızı ile birlikte Kolombiya, Venezuela, Ekvator, Çat, Romanya ve Moldova ülkelerinin bayraklarında kullanılır. √ Mavi doğalgazın ve ocaklarımıza uzanan ateşin de rengidir. Kırmızı, yeşil ve maviden oluşan renk sisteminin en kısa dalga boylu olanıdır. Karşıt rengi turuncudur. √ Mavi, hormonsal etkinlikleri azaltır. Kan basıncını ve nabız oranını yavaşlattığı saptanmıştır. Antiseptik özelliğiyle yaralar üzerinde iyileştirici etkisi vardır. Terlemeyi arttırır, ateşi düşürür ve ağrıyı azaltır. √ Beyni uyararak yaşama isteğini tetiklemede etkili olan Mavi ile birçok rahatsızlık tedavi edilebilir. Yanıklar, katarakt, ateşli hastalıklar baş ağrısı kalp 64 çarpıntısı, uykusuzluk, böbrek hastalıkları, romatizma ve öksürük bunlardan sadece birkaçı… √ Mavi, sezgi gücü ve karmaşık zihinsel becerilerle de anılır. Mavi renk, sinirleri yatıştırması ile derin düşünme ve duygusal arınma yollarını açar. Beyni rahatlatırken içe dönüklüğü kabuğundan çıkartabilir. √ Sakinliği simgeleyen mavi, geniş alanlarda kullanıldığında ise kasvetli bir görüntü yaratır. Bu nedenle özellikle açık mavi, ofis ve ev ortamlarında ciddiyeti göstermek amacıyla sıkça tercih edilen bir renktir. Diğer yandan açık mavi renk, mekânsal ferahlık sağlarken, koyu mavi ise serinlik veren bir etki yaratır. Mavi, yeme içgüdüsünü engelleyen bir renk olduğu için yemek odalarında pek kullanılmaz. √ Duyguları sakinleştiren ve bedeni dinlendiren, paylaşım ve ilişki kurma duygularını anlayabilme yeteneğini geliştiren Mavi; özellikle çocukların iletişim kurabilmesi için duyarlı ve güvenilir bir atmosfer yaratır. Zihinsel sakinlik yaratmak ve duygusal dengeyi sağlayabilmek için çocuklarla ilgili her alanda mavi kullanılabilir. √ Dünya şairi Nazım Hikmet'in 1941 yılından sonra Bursa Hapishanesi'nde geçirdiği dönemi anlatan Mavi Gözlü Dev isimli filmde ünlü şairi Yetkin Dikinciler canlandırır. Yönetmen ise Biket İlhan’dır. Filmin adı, Nazım Hikmet'in ‘Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri’ adlı şiirinden derlenmiştir. Mavinin kimliği filmde sıkça hissedilir. Nazım da mavidir, gözleri de… √ Mavi denince akla ilk gelenlerden birisi nazar boncuğudur. Mavi boncuğa Türk halkının ilgisi ise 74 yapımlı Ertem Eğilmez imzalı kadro zengini filmle daha da artar. Mavi boncuk herkesin diline dolanır… Filmde Emel Sayın masmavi gözleriyle o şahane nakaratı dillendirir: ‘Onda bunda şundadır, şunda bunda ondadır. Mavi boncuk kimdeyse benim gönlüm ondadır.’ 65 semboller Still got the blues* İçinizden 1’den 10’a kadar saymaya başlayın. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi… Sekize gelince durun. Şimdi bir meyve düşünün. Sonrada bir renk düşünün. Tuttuğunuz meyve elma mı? Ya renk? O da kırmızı mı? Ama bahsettiğim ikisi de değil! 66 Ma Arapça su demek… Peki suyun rengi nedir? Ya da var mıdır? Zaman zaman anlatma ihtiyacı hissettiklerinde insanlar Türkçedeki - sal ekinin karşılığı olan –i ya da –yi ekini kullanmışlar Arapçada. Mayi demişler sıvıyı tanımlarken, suyu betimlerken. Divan-ı Lügat-u Türk’te Kaşgarlı Mahmut, mavi yerine çakır ve gök sözcüklerini kullanmış. Biz de hala kullanıyoruz çakır gözlü derken, “gök mavisi” diyoruz. Özgürlüğün rengidir. Denizler kadar engin, gökyüzü kadar sınırsız. Derinliğin rengidir, sarhoşluk yapacak kadar. Psikolojide mavi mutluluğu temsil eder. Sanatçıları da etkilemiştir, ressam Yves Klein için her renk bir karakterdi. Bazen vahşi, bazen olumlu… Sonunda kendi özel formülü ile oluşturduğu maviyi resimlerinde ve diğer objelerde tek renk olarak kullanmıştır. Picasso da bir dönemini bu renge ayırmıştı. Gökyüzünün rengidir. Gökyüzü, güneş ışığının rayleigh dağılımına uğraması sonucu mavi gözükür. Suyun mavi gözükmesi ise suyun kırmızı civarındaki dalga boylarını soğurması sebebiyledir. Denizin rengidir, pırıl pırıl bir öğle sonrasında yunusların teknenizle yarıştığı… Soğuk bir renktir. Sarı gibi içimizi ısıtan ya da kırmızı gibi bizi tutkuyla yakan bir renk değildir. Ama çok asildir. Koyusu lacivert, ciddiyet ve asaleti temsil eder. Gözlerde asil durur tıpkı atamızda olduğu gibi. Attila İlhan’a şu dizeleri yazdırmıştır: “Mavi camdan bir duvara çarptım, meğer gözleriniz değil miymiş sultanım’’ Blues (maviler) bir müzik türüdür. Amerikalıların bulduğu en iyi şeylerden birinin, cazın atasıdır. Atalarının toprakları Afrika’dan koparılıp getirilen insanların hüzünlü, nostaljik yani yuva hasretinin müziği. Mavi, Hindistan'ın ulusal spor rengidir. Laikliği temsil eder. Yönetmen Krzysztof Kieslowski’nin, Fransız bayrağını oluşturan üç rengin temsil ettiği ilkeleri anlattığı üçlemesinin Trois Couleurs: Bleu (Üç Renk: Mavi) filmindeki kavram özgürlüktür. Sinematografinin başyapıtı sayılabilecek bu filmde yönetmen hüznü ve özgürlüğü, maviyi çeşitli objelerde kullanarak, gözle görülebilir Abdulkadir Kılınç hale getirmiştir. Bugün için türleri tehlikede olup korunması gereken, 30 metreye ulaşan boyu ile gelmiş geçmiş en büyük hayvan olduğu düşünülen balinanın da adı mavi balina ya da gök balinadır. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın, arkadaşları Bedri Rahmi Eyüboğlu, Azra Erhat gibi hümanist aydınlarla küçük balıkçı veya süngerci tekneleriyle birkaç günlük kısa Gökova turları yapmaya başladığı geziler bugün mavi tur adıyla hayatımızda. Tabi kıyılarımızın doğal yaşamını koruyabildiğimiz sürece. Öykü yazarlığının önemli isimlerinden biri olan Richard Bach’ın -ki soyağacının kökleri klasik batı müziğinin devleri Bach’lara kadar dayanır- gönülsüz bir mesihin hikayesini anlattığı mavi tüy adındaki kitabında pilot Shimoda şöyle der: “Tekrar görüşebilmek için bir hoşçakal gereklidir.” * Geçtiğimiz ay ölen blues sanatçısı Gary Moore’un ünlü parçası. 67 havadan sudan Sadece minicik bir damladır can bulup varolmamızın sebebi. Henüz ana rahmindeyken, savunmasız ama güvende tanışırız onunla... Bitkilerin, hayvanların, doğadaki hiçbir canlının yaşaması mümkün değildir onsuz... Suya yazılan yazı İlkel kabilelerin inançlarında güneş ya da ateş nasıl ki kutsal ise su da öyleydi tüm tarih boyunca. Enerjisi hiç bitmeyen, mucizevi güçlere sahip olan su; bir tanrıydı onlar için. Suyun kutsallığı bütün dinlerde farklı biçimlerde yaşanıyor. Müslümanlar için içildiğinde şifa olacağına inanılan Zemzem suyu vardır, Hristiyanlar için yeni doğan bebeklerini yıkadıkları kutsal Vaftiz suyu... Budistler ise Ganj Nehri’nin kutsal sularında yıkanarak günahlarından arındıklarına inanırlar. Bir doğu ülkesini ziyaretimde, dükkanların vitrinlerinde içi su dolu bardaklar dikkatimi çekti. Sebebini sorduğumda, bu sayede kötü enerjilerden korunduklarına inandıklarını söylediler. Su yaşamla öylesine özdeşleşmiş ki... Uzayda yaşam arayan bilim adamları bile o gezegende ilk önce su olup olmadığını araştırıyorlar. Çünkü ancak o varsa yaşam olabilir ya da oluşabilir. Sürekli hareket halindedir. Buharlaşır, yağmur olur, kar olur, yeryüzüne geri döner, nehir olur denizlere akar. Hiç durmadan çeşitli biçimlerde mucizeler yaratır yaşam kaynağımız. Fiziksel kuralları hiçe sayan mistik bir elementtir su. Dr. Masaru Emoto’nun 68 bu konudaki deneyi bazı kesimlerce inandırıcı bulunmadı. Fakat yine de kafalarda soru işareti yarattı ve bir çoğumuza farklı bir bakış açısı kazandırdı. Dr. Emoto; suyun cansız bir madde değil, duyguları algılayan kristallerden oluştuğunu kanıtladı. “Su çevresindeki pozitif ve negatif enerjilere göre tepki verir” diyen Emoto, yaptığı deneyde sevgi sözleri, minnettarlık gibi mesajlar iletilen su kristalinde; berraklık ve güzellik belirtileri gözlemledi. Tam tersi bir şekilde nefret ve kötü düşünce mesajlarının iletildiği su kristalinde ise, bulanık bir biçim oluştu. Bedenimizin yüzde altmışının sudan oluştuğunu, dünyamızın ise dörtte üçünün suyla kaplı olduğunu düşününce bu deney çok daha fazla anlam kazanıyor. Duygularımızın ve düşüncelerimizin aynı etkide olacağını düşünürsek, negatif düşüncelerin bedenimizi nasıl etkilediğini tahmin etmek çok da zor değil aslında... Peki ya biz her damlasıyla bize hayat veren, yaşamımızın temel taşı olan suya nasıl davranıyoruz? Nehirlerimizi atıklarımızla kirletiyoruz. Denizlerimizi kimyasal maddeler salıyoruz. Tüm su birikintilerini çöpe boğup onların ruhunu yok ediyoruz. Su altında yaşayan Nazan Aşkalli masum milyonlarca canlıya ihanet ediyoruz. Su hareket halinde olmalı ki enerjisinden faydalanalım. Musluktan akan suya güvenimiz kalmadığı için onu şişelere, bidonlara, tanklara hapsediyoruz. Bizi rahatsiz etmesin diye akarsu yataklarını değiştirip onu beton kanalların içinde akmaya mahkum ediyoruz. Kendi kendimizi hapsediyoruz aslında. Çok dostça davrandığımız söylenemez. Doğaya zarar vermenin karşılığını alıyoruz yavaş yavaş. Doğal afetlerin korkunç sonuçlarıyla ve suyun yıkıcı hatta öldürücü gücüyle tanışıyoruz. Dost olmak için çok geç değil. Bedenimizi de ruhumuzu da arındıran bu maddeyi korumalıyız sadece, ilk yapmamız gereken ise ona saygı duymak. Rahatlatıcı ve iyileştirici gücünden olabildiğince faydalanmalıyız. Hangimiz hoşlanmayız yağmur sesinden, uçsuz bucaksız mavilikleri izlemekten? Yağmur çiselerken avuçlarımızı açıp yüzümüzü gökyüzüne çevirmekten? Sudan hayaller görmek istiyorum şimdi. Yıllar sonrasını hayal ediyorum ve suya hep saygı duyuyorum. 69 dünyaya armağansın Bir Anadolu inancının camdaki yansımaları Serkan Duru Göz figürü insanlık tarihi boyunca kötülükleri savan güçlü bir tılsım olarak kabul edildi. Bu gelenek Anadolu’nun 3000 yıl öncesine dayanan cam sanatında ise farklı bir kimlik kazandı. Anadolulu bir cam ustası, göz figürünün gücünü ateşin gücüyle birleştirerek yepyeni bir tılsım yarattı: Nazar Boncuğu... Nazar inancına; Musevi, Hristiyan ve İslam kültürlerinin yanı sıra Budist ve Hindu toplumlarda da rastlanıyor. Çok eski zamanlardan bu yana insanlar, kötülüklerden korumak istedikleri her şeye nazar boncuğu iliştirdiler. Bindikleri ata hatta evlerinin kapılarına bile... Nazar boncuğu geleneği Anadolu’da hâlâ yaşıyor. Sayıları giderek azalan nazar boncuğu ustalarının hünerli elleriyle biçimlendirdiği ışıltılı göz boncukları, Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Nazar boncuğu yapılılırken içine kurşun dökülür. Bunun da iyi şans getirdiği söylenir. Bu değerli kültürel mirasın üretimi ise en çok İzmir’in Kemalpaşa ilçesine bağlı Nazar Köy ve Görece Belediyesi’nde yapılıyor. Sözlükte bakma, bakış, göz atma, fikir, düşünme, dikkat, teveccüh gibi manalara gelen Nazar kelimesi, Arapça’da İsabet-i Ayn, Parapsychology (Parapskoloji) biliminde de Psychokinesis (Psikokinezi) adı veriliyor. Terim olarak ise, bazı insanların cisimlere ve varlıklara bakmak suretiyle maddi ve manevi tesir meydana getirmesi halini ifade ediyor. 70 Parapsikoloji dilinde “Psikokinezi” denilen nazar, yani göz değmesi bir çeşit büyüleme olarak ifade ediliyor. İnsanın özellikle kıskançlıkla ve kötü niyetle, yani kem gözle bir şeye baktığı zaman daha çabuk zarar verebildiğine inanılıyor. Bu yüzden kişinin beğendiği bir şeye ısrarla bakması halinde ona, “Allah dilemezse hiçbir şey olmaz” anlamına gelen “Maşaallah” veya “Allah’ın bereketi üzerine olsun anlamına gelen “Barekallah” demesi tavsiye ediliyor. Nazar Arapça bir kelime. Türkçe manası ise “Kötü Göz” demek. Nazar bilimsel olarak da kanıtlanmış. İnsan bünyesinden yayılan zararlı ışınların beyin gücüyle beraber belli bir yere odaklanması sonucu, canlı veya cansız nesneleri olumsuz yönde etkilediği klinik deneylerle konunun uzmanları tarafından açıklanmış durumda. Yeni doğmuş bebeklere de “nazar değmesin” diye Mavi Boncuk takarlar. Yani Nazar Boncuğu. Bu boncuğu dikkati dağıtsın, bakılan kişiye olan odaklanmayı başka bir yere çevirsin diye takıyorlar. Genelde mavi renkte olan nazar boncuklarının kırmızı, yeşil ve beyaz olanları da var. Ancak en çok tercih edileni mavi... Peki neden mavi? Mavi renk doğada uzaktan ve karşı taraftan en çabuk dikkat çeken renk. Dikkati bu kadar çabuk çektiği için mavi renk polis arabalarının tepe ışıklarında kırmızı rengin yanında yer alır. Mavi renkte yapılan nazar boncuğunun başka bir özelliği de insanı rahatlatması... Mavi renk, insan psikolojinde huzur veren ve sakinleştirici bir renk olarak bilinir. Hatta mavi renk eğitim verilen mekânlarda kullanırlar. Bu konuda yapılmış birçok araştırma ve çalışma mevcut. Bunlardan bir tanesi de mavinin bu temel özelliğini doğrular nitelikte. Öğrencilerin ders gördükleri mekânların duvarlarını öncelikle kırmızıya boyuyorlar. Ve öğrencilerin tepkilerini ölçüyorlar. Öğrenciler her zamankinden daha hareketli ve davranışlarında uyumsuzluk gösteriyor. Dersliklerin duvarlarını mavi renge boyadıklarında ise ilginç bir değişim yaşanıyor. Aynı öğrenciler bu sefer daha rahat ve sakin davranıyorlar. Size ve sevdiklerinize nazar değmemesi dileğiyle... 71 uğur böceği “İş kalitesi” Bizim ufaklık basket oynuyor, bir doktor imzası istemişler. Sabah derse yetişecek, ODTÜ’nün sağlık merkezine gittik. Sıramızı aldık, saat 8.40, girdik bir odaya. Doktor da can arkadaşımın arkadaşı, beni de tanıyor, iki kişiyle çay, kahve sohbet ediyor. Durumu söyledim bir imza lazım dedim. “Bekleyin geliyorum” dedi. Biz geçtik banka oturduk, öyle bekliyoruz. 10 dakika sonra çıktı, birkaç bekleyen daha var. “Biliyorsunuz mesai 9.00’da başlıyor” dedi. Biz dışarıda kızımla ve diğer hastalarla 9.00’a kadar bekledik. O sırada diğer doktor geldi. Girdik, imza toplam on beş saniye sürdü. Kızım hiçbir şey anlamadı. – Baba bu kadar kısa bir imza için niye bu kadar bekledik, dersi de kaçırdık. Ufaklık şimdilik şaşırıyor, şaşırmayı bıraktığı gün sistem onu da yemiş olacak zaten. Bu bahsettiğim olaydaki doktor pırıl pırıl, sağlam karakterli bir adam, çok da iyi bir doktor. Ama sistem kazanmış durumda. Benim “bu ülke için ne yaparım?” diye düşünen, okulu bitirirken heyecanlı, canavar arkadaşlarımın hepsi şimdi mesaide borsa, iddia sonuçları takip ediyorlar. Memurlar iş yavaşlatacakmış, daha neyi yavaşlatacaksınız? Ahmet Şerif İzgören Karşıyaka’dayım. Baktım hazırlanıyorlar. “Nereye kumkumalar?” dedim. “Telekom’un parasını yatıracağız” dediler. “Banka telefon faturasını da ödüyor” diyecektim ki babam sert bir sesle: “Telekomu bankaya ödetmem ben” dedi. Öyle bir prensipli söyledi ki ben de nedenini sorgulayamadım. Telekom da o zamanlar devlet kuruluşu, henüz satılmamış. Aradan yıllar geçti, babayı kaybettik. Bir gün baktım, annem yine kahvaltı sonrası hazırlanıyor. – Nereye kumkuma? – Telekom faturası yatırmaya. – Anne, niye vermiyorsunuz bankaya, sırf bu fatura için yıllarca kuyruğa girdiniz. – Oğlum Bostanlı Telekom’da iki ödeme gişesi var, biz hep aynı gişeye gideriz, orada bıyıklı, güler yüzlü bir memur çocuk var. Ne zaman gitsek bizi güler yüzle karşılar, hâlimizi hatırımızı sorar. Paranın üstünü verirken de bize, “Allah bereket versin amca, teyze” der. Yıllarca biz babanla, o “Allah bereket versin” sözünü duymak için ve o evladımızı görmek için kuyrukta sıra bekledik. Anladınız mı? İşini adam gibi yapmak, evine helal lokma götürmek ne demek? Kendini acayip ciddiye alıp işini ciddiye almayan insanlar topluluğu olduk. Keşke ciddiye aldığımız şey kendimiz değil, işimiz olsa. Bizde herkes işini ne kadar iyi yaptığını anlatır durur. Kendi başarılı değilse bu sefer evladı süper bir şeydir, onun başarılarını dinlersin: “Evladım diye demiyorum ama...” Dikkat edin, gram yetkisi olan adamda bir surat, bir hava. İşin kalitesi “o”. Bak, işini iyi yapıyorsan hiç anlatma. İnsanlar işini, acil durum maskelerinin nasıl takıldığını anlatan hostes suratıyla yapıyorlar. Annem ve rahmetli babam tüm düzenli ödemelerini bankaya verirlerdi. Bir gün Zaten herkes işini ne kadar iyi yaptığını görür. Kuşlar, kapılar, çocuklar, herkes işini ne denli iyi yaptığını fark eder. * “Süpermen Türk Olsaydı, Pelerinini Annesi Bağlardı” (Elma Yayınevi, 2010), , A.Şerif İzgören 72 73 deli kızın defteri Gözde Aral Fotoğraf: Engin Çakır Bu kadar basit görünmesine, ismin yalın haline örnek teşkil etmesine karşın, bundan daha kaotik bir sözcük düşünemiyorum. Neden mi? Birisiyle “ben...” diye konuşmaya başladığında karşındaki “sen...” diyerek karşılık verir. Senin “ben”in onun dilinde “sen” oluvermiştir. E pek tabi ki benci(l)dir “ben”, kendinden başkasının “ben”i olmana imkan yoktur. Bunun bir basamak üstü, iyi ihtimalle “biz” olmaktır-ki bu da ayrı bir yazı konusudur. “Bir ben vardır bende, benden içeri” meselesine gelince; karşılıklı duran aynalar gibi, nereden başlayıp nerede bittiğini bilmeden çoğalır durursun bu üç harfte... Bu yüzden de, “Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?” kıvamındaki sorularla karşılaştığımda, albümlerimdeki yüzlerce fotoğrafı -çantasından Ace 74 Üç harf: B - E - N çıkaran Ayşe Teyze misali- bana bu soruyu yöneltenlerin önüne dökmek isterim. Hiçbir zaman kendisini beş kelimeyle tarif edemeyenler için nasıl anlatsam, nereden başlasam kıvranışını sonlandırabilecek tek bir cevap vardır aslında... Beni üzenleri, gülümsetenleri, kıskananları, kıskandıranları, bağrına basanları, kandıranları, mutlu edenleri, bulutların üstüne uçuranları, acıtanları, düşünenleri, özleyenleri; Bana kazık atanları, güvenenleri, yardım edenleri, şüpheyle yaklaşanları, destek olanları; Bende iz bırakanları, yaralar açanları, anti-depresan etkisi yaratanları; Benden bıkanları, kopamayanları, kaçanları… Senelerin birikimini, tüm çelişkilerimi, hayallerimi, sırlarımı, anılarımı, acılarımı, paylaşımlarımı, kahkahalarımı, suskunluklarımı, her “hal”imi tüm yalınlığıyla tek nefese sığdıran sözcük: BEN! Ve BEN, bu yalın halimle buralarda olacağım artık. Umuma açık çiziktiriklerime yenilerini eklerken, deli kızın defterini kabartacağım. 75 gündemden düşenler Hatalıysam, yüz yüze görüşelim Kendine has esprili anlatımlarıyla hep dillerde olan minibüs ve kamyon yazıları artık sadece birer hatıra olacak... Cumhurbaşkanlığı, Türk Ticaret Kanunu ile Türk Ticaret Kanunu’nun yürürlüğü ve uygulama şekli hakkındaki kanunu onayladı. Bu kanunla birlikte minibüs ve kamyon yazıları da tarihe karışacak. Toplu taşıma ve yük araçlarının dış yüzeyinin sade bir görünümde olmasını sağlayacak kanuna göre, kamyonların ve dolmuşların arkalarında sıkça okuduğumuz sözleri artık göremeyeceğiz... Yolcu taşımacılığıyla ilgili hükümlerin nasıl uygulanacağı, Ulaştırma Bakanlığı’nca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenecek. Yeni Türk Ticaret Kanunu, 1 Temmuz 2012’de yürürlüğe girecek. İşte belki de hiç unutulmayacak bu yazılardan bazıları; + + * Gönlünde yer yoksa güzelim; fark etmez ayakta da giderim. * Âşıksan vur saza, şoförsen bas gaza. * Eğer bu yazıyı okuyabiliyorsan, çok yaklaşmışsın demektir. * * Aşk çekenin, yol gidenin. * Baba yorgun, dalaşma. * Çarpma bana, devlet sarsılır. * Hayatımı yazsam, duble yol olur! Nescafe bile üçü bir arada, ben hala yalnızım... Firedi’nin kabusu * Kurbanda koç, asfaltta Dodge... * Kuzu kurdun, yollar Ford’un!! * Kamyon çeker 10 ton, gönlüm çeker Paris Hilton. * Nazlı yârin cilvesi, diş yapar Ford’un 2. Vitesi. Gidişime yollar, duruşuma kızlar hasta! * Babalar ağır gider... * Ceketi atarım, asfalta yatarım. * Hatalıyım, sıkıyorsa ara! * * Hostes aranıyor! * Alırsın Ford, olursun lord. * * Hatalıysam, aramızda kalsın. Çilemse çekerim, kaderimse gülerim. * * Doğma bebek! Şoför olursun. Kuleyle kavgalı çilekeş pilot! * Duanla mı yaşadım ki, bedduan ile öleceğim? * Düzde geçme beni, yokuşta mahcup ederim seni. * * * * 76 Real Mardinli Ela gözlümün nazına, Ford’un ara gazına hastayım… * + * * Hatalıysam lütfen, [email protected] * Hatalıysam, plakamı yaz 2222 ye gönder. * İstedim vermediler, sen şoförsün dediler... * Otobanda sessiz bir hayat, seni sevende kabahat... Uzaktan severim haberin bile olmaz! Yaklaşma toz olursun, geçme pişman olursun! * Sağlam şoför kalmaz rampada, Müslüm Baba sığmaz i-pod’a... * Maziye bakma, mevzu derin... * Direksiyon kitlenir, bizim yenge diklenir... * Beni Türk kebapçılarına emanet edin. Kolla beni, şerit değiştiriyorum. + 77 köşe “Bir kadın dünyaya hayat getirmek için canını tehlikeye atar” der A.S. Nell. Dilek Şen “Git evine reçel yap” kadın! Kadınların üretkenliklerini, dirençlerini, güçlerini ve var etmeye çalıştığı değeri dile getirirken; dünyaya gelmenin bir hayata bedel olduğunu, henüz yaşamadan yaşanan bir hayata çalım atmak olduğunu vurgular. İçinde varlığını hissettiği anda yeni bir hayatın, anlamı değişir varlığındaki bütün ayrıntıların. Kadınlığının doruk noktasına varmış olmanın hazzı, biraz da yaratıcılığa ortak olmanın farzıyla şekillenir edası. Emekçidir kadın, evinde, sokağında, işinde, ülkesinde; dünyanın dört köşesinde medeniyetin kurucusu, hayatın başlangıç noktasıdır. Yoktan var edebilendir, karşı cinsine destek verdiği omzunda dünyaları taşıyan, yükü çoğaldıkça başı dik durandır. Kimi zaman patrondur, kimi zaman çalışan, yöneticidir bazen, yönetilen bazı zaman, sevilen, seven, teyze, hala, abladır ama en çok annedir kadın; hayata hayat katan. Sabahın ilk ışığıyla çıktığı evinden iş dünyasının karmaşasına empati yeteneği ile yeni anlamlar kazandıran, yönetim tarzlarını baştan yazan, elinin değdiği ışıltısından belli olan kadın, günün yorgunluğuyla dönse bile başını yastığa dayayıp ayaklarını uzatan değil evi 78 yuva yapandır. Tencereyi kaynatandır evinde, ailesini bir arada tutan, hiç yorulmamışçasına herkesin derdine ortak olup aynı zamanda aynada kendini görebilendir. Buraya kadar yazdıklarım kadınlığın varoluşundan kaynaklanan doğasının getirisi, bir bedene iki yürek sığdırabilen hemcinslerimin yaşamdaki duruşlarıdır. İşte bu kadınlardan bazıları 8 Mart 1857 günü Amerika’nın New York Eyaleti’nde emeklerinin sömürülmesine baş kaldırarak erkeklerle benzer haklara sahip olmak için eylem yaptıkları dokuma fabrikasında polis şiddeti ile bastırılıp çıkan yangında hayatlarını kaybettiler. Bugün karanfillerle kutlanan bu ve buna benzer acılarla kazanılan kadın haklarıdır. Önceleri iş dünyasında yer edinemediler, öncelikli olamadılar, alt meslek gruplarında görev almaları uygun görüldü erkek egemen dünya tarafından, sömürülmek istendi emekleri, bedenleri. Ama başını dik tutmasını bildi kadın, emeğini, üreticiliğini hiç eksiltmeden var olma savaşı verdi düzene karşı. Evinde reçel yapması önerildiğinde yaptığı reçeli satarak katma değer üretti kadın… Bu kadınlardan bazıları ensest akrabalarının, törenin kurbanı oldular. Avusturya’da babası Josef Fritzl tarafından 24 yıl saklı tutulan, canından 7 can çıkaran Elisabeth, Bitlis’te amcasının oğlu tarafından tecavüze uğrayan ve öz kardeşleri tarafından 2 kez kurşuna dizilen 17 yaşındaki Güldünya gibi. 17 aylık bir bebekken defalarca tecavüze uğrayan N Bebek ve hunharca katledilen 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Sema kadınlıklarını yaşayabildiler mi? Dünyaya yaşam getirmek için gelmişti kadın, cana can vermek için. Çocuklar var etmek, annelik yapmak ve toplumda eşiyle yan yana yürüyerek hayat arkadaşı, can yoldaşı olmak için gelmiş, yarınları yaratacak olandı kadın. Onun çocukları bu dünyayı yönetecek, medeniyetleri oluşturacak, sevgiyi, dostluğu ve barışı yaşatacaktır. Nasıl bir annenin öğrettiği kadarsa dünya yeni doğana toplumlarda kadını kadar gelişmiş, kadını kadar asil ve kadını kadar üretkendir. Baharın en güzel tonlarını göreceğiniz bu günlerde kadınlarınızı baş tacı etmeyi ve onların yetiştireceği nesillerin kuracağı yarınlara inanmış olanların, emanetine sahip çıkmayı unutmayın… 79 armoni Melih Ünen in iç im n e b a s r u B ” i… ib g k ş a k il “ 80 90'ların ikinci yarısı İstanbul'a döndüğünde Kamelion grubunu kurdu Melih Ünen. Hayal Kahvesi, Kemancı ve Line gibi seçkin mekânlarda uzun yıllar programlar yaptı. Bursa’ya sıkı sıkıya bağlıydı ve hiç kopmadı. Ünen, kendini kanıtladığı yerin sahne olduğunu iyi biliyor ve orada işini çok iyi yapıyor... Müziğe ilk adımını birçok sanatçı gibi okul yıllarında atmış bir isim Melih Ünen. Milliyet Müzik Yarışmaları'na katılıp ödüller aldıktan sonra müziğe olan iştahını kabartmış birisi. Müziğe olan bağı iyiden iyiye artınca soluğu Viyana’da müzik eğitimi alırken almış bir müzik müptelası. Viyana’da değişik gruplarda solistlik yapmış... Melih Ünen yıllar yılı farklı türlerde müzik tarzlarından beslendi. Kendi çalışmalarında ise duru ve kalıcı bir anlatıma yöneldi. Geldiği son noktayı bizzat kendisine sorduk, o da anlattı… Kendini her türlü egodan sıyırmış, sadece işini yapmaya çalışan bir müzisyenle karşı karşıyaydık. Melih Ünen kendisini nasıl tanımlar? Kimdir? Hayatını kendi cümleleri ile bize nasıl anlatır? Bir parça yalnızlığı seven, sosyal ortamda da eğlenceli sayılan biri diyebiliriz.. İlk solo albümünüz ile oldukça dikkat çekici bir çıkış yakaladınız. Albümün ilk klipleri Beşiktaş Üsküdar ve Arıza’ya geldi. Tepkiler nasıldı? Öncelikle bu albüm özellikle belli bir kitleyi hedef almıştı. Retro konseptli, sade bir sounda sahipti ve günümüzün çabuk tüketim çizgilerinden özellikle kaçınan bir çalışmaydı. Sonuçta belli bir dinleyici sahiplendi ve hakkında eleştirmenler tarafından da gayet güzel şeyler yazıldı. Göksel’in Beşiktaş Üsküdar’da eşlik etmesi, tiyatrocu ve aynı zamanda dizilerden de tanıdığımız Birce Akalay’ın klipte oynaması da -sağolsunlar- artı bir değer kattı. Albümdeki şarkıların çoğu bana ait, arkadaşım Sezai Paracıkoğlu’nun da (bir tanesini birlikte yazdığımız) 2 şarkısı var. Müzisyen kimliğinin yanı sıra Sezai aslen tiyatrocu ve şubat ayında vizyona giren “İncir Reçeli” filminin de başrol oyuncusu... Klip döneminde Birce Akalay ile onun aracılığıyla tanışmıştık. “Arıza” klibi ise sade fakat çok güzel kareler içeren bir çalışma oldu. Hayattan doğal tiplemelerle bir iç mekan çekimiydi. Klipte bir diğer model daha bize eşlik etmişti. Piyasada albümünüzle ilgili oluşmuş genel izlenim, kaliteli sözler ve iyi yorumlamalar olduğu... Şarkı seçimlerinde kıstaslarınız neler oldu? Bir yorumcunun kendi müzikal çizgisini ortaya koyarken en zorlandığı bölüm genellikle sözler oluyor. Aslında ben de öncelikle sahne adamıyım. Müzik okuduğum dönemi, çalıştığım birçok projeyi, grubu içine alan uzun bir yorumculuk süreci... Fakat yıllar içinde söz yazımına yoğunlaşınca, sanırım kişinin kendi anlatım tarzı da ortaya çıkıyor. Albümde, günümüz dünyasının çiğ “gerçek”lerinden ziyade, naif “özlem”lerini dile getirmeye çalıştım. Şarkı isimleriniz dikkat çekici. Tarzınızı da retro modern olarak tanımlıyorsunuz. Biraz da bundan bahsedelim mi? Retro ve modern derken günümüze ait aşkların, yaşamların, nostaljik rock motiflerileriyle anlatımı söz konusu... 81 armoni Gece mekanlarında sahne performansı denince akla ilk gelen müzik türü olan Rock müzik sizin için ne anlam ifade ediyor? Rock’a olan mesafeniz nedir? Zaten rock kökenli bir müzisyenim ve bana ifade ettiği şey de hayat boyu sahnede onunla nefes alışımdır. Rock kulvarı tabi çok geniş… Zaman akarken rock müziğinin de sert ya da yumuşak dönemleri olmuştur hayatın şarkı aralarında... İyi müzik nedir? Kendi gerçeğini yansıtan ve samimi olan müzik iyi müziktir. Bazen kendi içinde de bir sabah kahvaltısıyla akşam yemeği arasındaki tat kadar değişir. Yeni bir albüm ya da albümün diğer şarkılarına klipler gelecek mi? Şimdilik bu albümden başka bir klip düşüncesi yok, sonbaharda yeni bir single planımız var şu an için… Abiniz Nezih Ünen de tıpkı sizin gibi bir müzisyen. Onun varlığı size nasıl yansıyor? Ortaokul-lise yıllarında etkilendiğim şeyler olmuştu tabi, en azından dinlediğim birçok grupla o tanıştırmıştı 82 beni. Fakat sonradan müzik eğitimi için Viyana’ya gidip orada 10 sene kadar yaşayınca kendi çizgimde devam ettim. Değişik yerlerde, farklı deneyimlerim ve çalışmalarım oldu. Zaman zaman ona danıştığım şeyler de olur tabi. Tabi abim de son yıllarda daha çok sinemaya ağırlık vermiş durumda. Kendinizi geliştirmek istediğiniz neler var? Müzik kendimi bildim bileli taşıdığım tek yüzük oldu. Öyle pek maymun iştahlı biri değilimdir. Hayal kuran, sakin yaşayan bazen de aşırı çalışan birisiyim. Şarkı yazmak kişinin kendi içinde süregelen bir gelişim süreci zaten, ona kafa yorarım. Belki bir gün klip çekmek, hikaye ya da denemeler yazmak isteyebilirim. Bursalı bir müzisyen olarak sıkça Bursa’ya gelip sahne alıyorsunuz. Bursalıların size ve sahne performanslarına olan ilgisi sizce nasıl? Beatles’ı çok severdim okul yıllarında, bir ilk aşk gibi. Şimdi pek sık dinlemesem de elime alıp dinlediğimde bıraktığım ilk sıcaklığıyla, o ilk aşkın eksenine hemen dönerim. Bursa da benim için öyle bir yer... İlk gitarımı elime alışım, ilk heyecan, ilk sahne... Ve çok uzun yıllar sonra Bursa’ya gelip çalmak çok güzel bir duygu tabi. Benzerini hiçbir yerde bulamayacağım bir duygu. Burada eski arkadaşlarımı görüp de okul günlerine, o ilk eğlenceli amatör ruha dönmemek mümkün değil… Canlı müzik konusuna gelince, Bursa’da bu tür mekanlara da bir ilgi var ki, yeni yeni yerler açıldığını görüyorum. Güzel ve özel oluyor Bursa’ya gelip çalmak. Bir de her gelişimde sadece yemekleri için birkaç gün daha kalsam diyorum :) En büyük hayaliniz nedir? Hayallerin hep canlı kalması.. Bursalılara söylemek istedikleriniz neler? Bursa’ya her gelip çaldığımızda ayrı bir zevk alıyoruz, hem eski arkadaşları görüyor, hem yeni dinleyicilerle tanışıyoruz. Bu çok keyifli bir şey, herkese teşekkürler, tekrar görüşmek üzere, sevgiler… 83 film şeridi Doğum Yeri: Benoni, G. Afrika Doğum Tarihi: 07.08.1975 Boy: 1.77 m. Takma Adı: Charlie Charlize Theron 84 Dünya onu ilk dünya güzeli “bir melek” rolüyle “Şeytanın Avukatı” filminde tanıdı ve hafızalarına kazıdı. Sonra tabir yerindeyse “gerçek bir meleği” canlandırdığı “Kasım’da Aşk Başkadır” filmiyle unutulmaz oldu... Canavar filmindeki rolü sayesinde ise adını sinema tarihine altın harflerle yazdırdı. 1975 doğumlu olan Hollywoodlu güzel, pek bilinmese de Güney Afrika doğumlu. Ama İngilizce’yi de filmlerinden anlaşılacağı üzere çok iyi konuşuyor. Theron soy ismi ise Fransızca’dan geliyor ve Afrikaans dilinde “Tronn” olarak telafuz ediliyor. Charlize Theron’un hikayesi ise oldukça hüzünlü çünkü ailesinde derin trajediler yaşamak zorunda kalmış. 15 yaşındayken alkolik olan babası, annesi tarafından öldürülmüş ve güzel oyuncu buna şahit olmuş. Ancak bu olay meşru müdafaa sayılmış ve annesi herhangi bir ceza almamış. Sonraki sene ise yerel bir güzellik yarışmasında hayatı değişmiş. Diğer bir ifade ile gerçek ortaya çıkmış! Çünkü modelliğe ilk adımı bu sayede olmuş ve soluğu Milan’da almış. Sonrasında ise New York… Daha sonra küçüklüğünden beri uğraştığı baleye dönmek istemiş ama geçirdiği sakatlık bunu engellemiş. Şansı ise bir gün tam da filmlerde olabilecek bir şekilde değişivermiş... Hollywood’ta yaşadığı bir banka tartışmasında, sırada bulunan bir menejerin dikkatini çekmiş ve Hollywood’a ilk adımını bu şekilde atmış... Children of the Corn III. isimli film ile sinemayla tanışan Charlize Theron, daha sonra Keanu Reeves ile çekeceği Şeytanın Avukatı isimli filmdeki rolü ile tüm dünyada tanınan bir yıldız oldu. Bunları; oynadığı diğer filmler ve daha çok ses getiren yine Keanu Reeves ile başrolünü paylaştığı “Kasım’da Aşk Başkadır” ve “İtalyan İşi” isimli filmleri izledi. Pearl Harbor'daki başrolden "Şeytanın Avukatı"nda oynamak için vazgeçti. Adı Showgirls filmi için de başrol adayı olarak geçiyordu. Gerçek bir yaşam öyküsünü anlatan Canavar isimli filmdeki fahişe bir seri katili canlandırdığı rolüyle, En İyi Kadın Oyuncu dalında bir Oscar, bir de Altın Küre ödülü kazandı. 1999'da Playboy dergisinde yer aldı. People dergisi tarafından dünyanın en güzel 50 insanı arasında gösterildi. FHM Taiwan tarafından 100 seksi kadın sıralamasında 4. gösterildi. Internet'in en güzel kadınları sıralamasında 1. oldu. 2004 yılında ise Christian Dior parfümlerinden J'Adore'nin reklamlarında yer aldı. Onun attığı her adım olay artık. Charlize Theron 2011’de Young Adult filmi ile karşımızda olacak. 85 film şeridi Filmografi Snow White and the Huntsman (2012) Mad Max:Fury Road (2012) Young Adult (2011) Astro Boy (2009) The Burning Plain (2008) Hancock (2008) The Road (2008) Sleepwalking (2008) Battle In Seattle (2007) In the Valley of Elah (2007) Aeon Flux (2005) North Country (2005) Head in the Clouds (2004) Life & Death of Peter Sellers (2004) Monster (2003) The Italian Job (2003) Trapped (2002) Waking Up In Reno (2002) Curse of Jade Scorpion (2001) 15 Minutes (2001) Sweet November (2001) Legend of Bagger Vance (2000) Men of Honor (2000) The Yards (2000) Reindeer Games (2000) Cider House Rules (1999) Astronaut's Wife (1999) Mighty Joe Young (1998) Celebrity (1998) Devil's Advocate (1997) Trial and Error (1997) Johansson HollywoodScarlett Confidential (1997)Reynolds That Thing You (1996) NewDo! York, ABD 2 Days in the Valley (1996) Doğum Tarihi: Children of the22.11.1984 Corn (1995) 86 87 evrensel sanat Geometri ile iç içe soyut kavramlar Onun için soyut olan herşey anlamlıydı. Dehası renk ifadelerinde ve anlamsal bağlantılarında daha da ileri gitti. Çoğu kişiye göre soyut resmin kurucusu sayıldı. Vasiliy Kandinskiy 88 Renkler ve şekiller onun elinde hiç olmadıkları anlamlara taşındı. Sinestezi hastası olmasının avantajını resimlerine yansıtan Vasiliy Kandinskiy’in resimlerinde geometri soyut bir müzikle birlikte sunuldu izleyenlere.... Kandinskiy’in resimlerine ilk göze çarpan; şekil, renk, çizgi ve biçim düzenlerinin psikolojik bir irdeleme olduğudur. Tıpkı bir bestekâr gibi resmini betimler. Kendine özgü çizgileri ve biçimleri ile bu betimlemeleri heyecan verici ve ruhsal bir ortama sürükler. Ressamlığının ilk dönemlerinde, resimlerinde duygu yoğunluğunu renklerle sağlayan Kandinskiy, sonradan iyice soyutlaşmış ve çizgiler ile belirgin figürleri birlikte kullanmıştı. Kendi dilini oluşturması onun enerji üreten bir makine gibi üretmesine vesile olmuştu. Bu enerjinin kökeni Almanya’daki dışavurumculuk olsa da aslolan onun sezgisel yaklaşımıydı. Soyut resimlerindeki canlılık adeta büyülerken insanı resmin içerisine çeker. Anlatımı gizemli ve birçok temaya duyarlıdır. Avrupa’da soyut sanatın öncülüğünü yapan Rus ressam, hukuk öğrenimini yarıda bırakıp, Münih’te resim öğrenimi görmüş, dışavurumcu özellikler taşıyan mavi binici akımının öncülerinden olmuştu. Hukuk eğitimini yarım bırakmasının nedeni gelişim ve bilim değerlerine inanmamasından kaynaklanıyordu. Ruhsal buhranlarının içerisinde sanatı kullanarak kendisine yepyeni bir dünya bulma arayışındaydı. Soyut resme yönelmesinin temelinde de bu düşünce saklıydı. Gerçeği taklit etmek yerine, tasvir ederken kullanılan renk ve çizgileri gelişigüzel içinden geldiği gibi kullanmayı tercih ediyordu. Ona çağrıştırdığı şekilde resmediyor, dış dünyayı fazlasıyla materyalist bulduğu için kendi sanatında bundan kaçınmak adına, soyut çalışmayı tercih ediyordu. Bunu yaparken de iflah olmaz bir çocuk ruhuyla hareket ediyor ve resminde kendi imgelerine hep yenilerini ekleyerek resmini geliştiriyordu. 1866 Moskova doğumlu olan Kandinskiy aslında Fransız bir ressam ve sanat kuramcısıydı. Figüratif resim yapmaktan vazgeçmiş olan ressam; tamamen çizgi, geometrik şekil ve renklerden oluşan eserlerini genel olarak kompozisyonlar adını verdiği bir kimlikte topladı. Bu denli renkli ve sıra dışı bir kuramcının aldığı eğitimin hukuk olması ise işin apayrı bir boyutuydu. 1886 yılında Moskova Üniversitesi’nde hukuk ve ekonomi okumaya başlayan ressam üç yıl sonra Vologda’ya düzenlenen etnografik bir geziye katıldı ve ardından Rus Halk Sanatı üzerine bir makale kaleme aldı. Bu makale Kandinsky’i çok etkiledi. Song of Volga, Couple Riding, Colorful Life gibi koyu üzerine açık ve ışıklı formlar ile kurgulanan ilk dönem resimlerinde kolayca bu etki fark edildi. St.Petersburg ve Paris’i gördükten sonra ise, 1896 senesinde hukuk kariyerini tamamıyla terk edip ressam olmaya karar veren ünlü ressam; iyi derecede Almanca bildiği için, eski Rus milliyetçilerinin çoğunlukla yaşadığı Münih’e taşındı. 1900 ve 1908 yılları arasında Moskova Sanatçılar Birliği beraberinde sergiler düzenledi. Diğer yandan Münih sanat ortamına girdi ve sergilerde adını duyurur oldu. Yerel sanat okullarında çalışmalar yaptıktan sonra Phalanx sanatçılar grubunu katıldı ve eğitmeni oldu. Her şeyiyle etkili ve yetenekli bir ressamdı. Ütopik toplum için kullanılan bir kavram olan Phalanx kelimesi, 1901 yılında Kandinski ve arkadaşları tarafından kurulan sanatçı grubuna isim olacaktı… 89 evrensel sanat On yıl beraber yaşadığı Gabriele Münter o dönemde devlet okullarına kadınların alınmaması nedeniyle erkek ve kadınlara eşit davranılan Phalanx okuluna katılmıştı. Kandinskiy ile Phalanx’da tanıştı ve öğrencisi oldu. Bunu birliktelikleri ve yaşadıkları aşk izledi. 1904’te Kandinskiy ve Münter 4 yıl sürecek olan Venedik, Tunus, Hollanda, Fransa ve Rusya gezilerine başladılar. Bu sürede Van Gogh, Gauguin ve Monet gibi empresyonistlerin sanat yaklaşımlarını yakından incelediler ve 1908’de tekrar Münih’e yerleştiler. Kandinskiy 1909 yıllarında pek meşhur olan emprovizasyonlarına başladı. 1911’de Kandinskiy, Münter ve diğer arkadaşları Münih’teki Geleneksel Sanatçılar Derneği ile bağlarını ayırıp Mavi Binici (Der Blaue Reiter) akımını kurdular. 90 İki yıl sonra, Kandinskiy’nin önderliği; Matisse, Picasso, Delauney ve Klee gibi zamanın önemli yaratıcılarını bir araya getirmişti. Mavi Binici akımı dönemi için müzik, tiyatro ve bilimsel alanlarda soyut resmi ve gerçekçilik akımlarını ayrıca primitive sanatları adeta yönlendirdi. Bu baskın akım Münih’in dünyada önemli bir sanat merkezi haline gelmesini de sağlamıştı. 1912’de ‘Sanatta Zihinsellik Üzerine’ ismiyle yayımladığı kitabıyla tarzını iyiden iyiye oturtan Kandinskiy için sanat, manevi değerlerin betimlenmesi halini almıştı bile. İnsan ruhunu arıtıp, harekete geçirebilecek için çaba sergileyen Kandinskiy 1914’te savaş başladığında Rusya’ya geri döndü. Yıllarca beraber yaşadığı Gabriele Münter’i Münih’te bırakan ressam Nina Andrevskaya ile Rusya’da evlendi. 1921 yılında Rusya Estetik Akademisi’nde etkin olarak görev aldı. Bir sene sonra Almanya’ya gitti ve Hitler’in 1933 yılında kapatacağı Bauhaus Okulu’nda eğitmen olarak görev aldı. 1922’de Berlin’de gerçekleştirilen ilk Rus Sanat Sergisi, Erste Russische Kunstausstellung’a katıldı. 1924’te Feininger, Javlenski ve Klee ile birlikte Mavi Dörtlü’yü (Blaue Vier) kurdular. 1933’te Hitler kapatana kadar Bauhaus’ta hocalık yaptı. 1933’de Paris’e yerleşti ve 1939’da Fransız vatandaşlığına geçti. Fransa’da pek çok önemli eser yaptı. Hayatı kuramlar, akımlar ve peşinden koştuğu soyut anlatımlarla geçen Kandinskiy 1944’te Paris’te yaşamını yitirdi. 91 kitabi Ahmet Süheyl Ünver’in “Bursa defterleri” Yakın zamanların “Evliya Çelebi”si “Vasiyetnamem Beni sakın öldü sanmayın. Bütün hayatımın yaşanmış seneleri Süleymaniye Kütüphanesi’nde Türk kültürü arşivimle binlerce not ve hatıra defterlerimin içinde. Mündericat ve resimlerim emirlerinize amade. Ben hayatımda tanrımın lütfu, büyüklerim, eş ve dostlarımın teveccüh ve dualarıyla cidden bahtiyar bir ömür sürdüm, darısı dostlar başına. Benim için konuşmalar yapmağa lüzum yok. Ama Süleymaniye ve Ankara’da arşivimden programlı uğraşıların lüzumuna dair konuşun. Kabir ziyaretlerine lüzum yok. Benim yazdıklarımdan da bahsetmeyin. Seçtiğim konular üzerine laf olsun diye konuşmayın. Onları ve şimdiye kadar akıl edemeyerek üzerinde duramadığım ilginç konularımı bensiz olarak benimseyin. Boş vakit geçirmeyip benim gibi her şeyi değerlendirin. İnanın ki diğer insanları bıktıracak kadar çok yaşarsınız. Boş geçen her vakit sizleri ölüme götürür. Acıyın kendinize. Ahmet Süheyl Ünver.” 92 Kendi kendine konuşana neden deli denir? Bazen kendine anlatacak ne çok şeyi vardır oysa insanın. İnsan, kendi kendisi ile sık sık konuşsa iyidir hatta. İyidir hiç değilse ara sıra sık sık sorsa kendisine, “ben, ‘kentim’ için şimdiye kadar ne yaptım” diye. Sadece kendisi için yaşayıp da hayatı boyunca kenti için hiçbir şey yapmayanları ne yapmalı bilemiyorum. Bazı sabahlar aklında kenti için iyiliklerle, güzelliklerle uyananları ve bunları hevesle uygulamaya koyanları çok seviyorum. Ben kendi kendine konuşanlara da, taşının tepesinin üstüne oturup kendi kenti ile konuşanlara da deli demiyorum. Kimileri sahiden de delice işler yapıyorlar, doğru; kimileri aklı başında olanların asla cesaret edemeyeceği kadar büyük yükler altına giriyorlar kendi kentleri için, doğru; kimileri kendi hayalinin peşinden gidemiyor bir türlü, kenti için kurduğu hayali gerçekleştirmekten zaman bulamadığından, doğru; bunları neden yaptıklarını değil, nasıl, kalplerindeki hangi zenginlikle yaptıklarını hep merak ediyorum hep. Hayatta sadece kendine hayran onca insan, kentine hiçbir faydası olmadan yaşayıp giderken, kentinin her santimetrekaresine hayran kişiler sayesinde biz farkında bile olmadan daha kolay daha güvende daha keyifli yaşıyoruz. Bir kent için bir şey yapmayı gözümüzde çok büyütüyoruz. Oysa sadece alsak kalemi elimize, bir küçük deftere yaşadığımız kentin bizim yaşadığımız zamanlardaki halini not etsek; kendi kentimizin mirasına ne kadar değerli bir hazine bırakmış oluruz. Tıp hocası, tıp tarihçisi, sanat tarihçisi, minyatür ustası, tezhip ustası, ebruzen, ressam, yazar, öğretmen bir hezarfen Süheyl Ünver… Onun başka pek çok kent için yaptığı gibi Bursa için de samimiyetle, hassasiyetle defterlerine aldığı notlardan, kendi kendimize baktıysak da göremediğimiz Bursa’yı okuyoruz şimdi. Süheyl Ünver, 17 Şubat 1898’de İstanbul’da doğdu, İstanbul’un muhteşem o medeniyetten kalan mimarisi onun çocukluğunun oyun bahçesi oldu. Osmanlının son dönemleri, onun hayatının ilk dönemleriydi. Savaş çıktı, muazzam bir mimari yerle bir oldu ve bir anda yeniden yapılanma dönemi geldi. Süheyl Ünver, etrafının değiştiğinin, bir toplumun karakterini oluşturan mimariye edilen muamelenin farkındaydı ve bunun bir biçimde bu toplumun hafızasında kalmasını sağlamayı kendisine görev edindi. Tıp öğrencisiyken bir yandan da güzel sanatlarla ilgilendi; ebru, tezhip, minyatür ve hat öğrendi, Hoca Ali “…Mum ışıkları ile dıştan içeri girdik. Bölmeli ve tonozlu hücreler. Çelebi Sultan Mehmed’in hücresine geldik… Sanduka ve cesetler çürümüş. Tabut çivileri erimiş bir pas halinde… Çelebi’nin bel kemikleri ve yanlarında kaburga izleri. Siyaha yakın bir toprak zeminde tebeşirle çizilmiş gibi. İşte beş asır sonra Çelebi’den kalan…” Kendi kendine konuşana neden deli denir? Bazen kendine anlatacak ne çok şeyi vardır oysa insanın. İnsan, kendi kendisi ile sık sık konuşsa iyidir hatta. İyidir hiç değilse ara sıra sık sık sorsa kendisine, “ben, ‘kentim’ için şimdiye kadar ne yaptım” diye. Rıza’dan özel karakalem ve suluboya dersleri aldı. İç hastalığı uzmanlığını Paris’te yaptı. Bir ömre bu kadar çok şey nasıl sığar, bu kadar çok heves nasıl ve neyle beslenir, bu kadar farklı meraklar nasıl bir enerjiyle yaşama böyle güzel yedirilir? Yapmış işte Süheyl Ünver. Bu ülkenin ressamları arasında adı sıkça anılmayan, usta ressamlarının bir listesi yapılsa ismi o listede sayılmayan ama resmin hasından anlayanların ve resimde gerçeklik arayanların başının tacı Süheyl Ünver. Resimdeki paha biçilmez ustalığına rağmen, benzeri görülmemiş mütevazılığıyla da paha biçilmez dersler veriyor aslında. “Şu resim yapmağı öğrenemedim gitti. Rahmetli yazı hocamız ve en kıymetli hattatımız Hacı Kâmil Efendi vefatından birkaç gün önce idi. Ziyaretine gitmiştim. Bana dedi ki: Öleceğim, ona şüphem yok. Fakat şu yazıyı öğrenemeden gideceğim, ona gam yiyorum. Bu sözüne hayret ettim. Aradan çok seneler geçti, şimdi ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. Herkes beni resim yapar bilir. Benimki bir özenti… Haddim değilmiş meğer. Zor şeymiş meğer. Bu da dâd-i Hak imiş. Tevazu değil hakikat. Resim yapmağı öğrenemedim gittim velhasıl.” diyor. Pek çok ülke ve şehri ziyaret etmiş; gittiği yerlerde tarihi ve doğal güzellikleri küçük defterlere suluboya resimleriyle kaydetmiş; gittiği her kentin kütüphanelerini ziyaret ederek bilhassa yazma eserleri karıştırmış, okumuş ve defterine notlar düşmüş. Sadece yeryüzünden değil bugün bu toprakların hafızasından da silinip gitmiş olan pek çok tarihî cami, mevlevîhane, medrese, türbe, müze, hamam, çeşme, köprü, köşk, yalı, kahvehane, ahşap konak ve evler, Süheyl Ünver’in arşiv defterlerinde yaşamaya devam ediyor. Süheyl Ünver’in sayıları binlerle ifade edilen eserleri ve kişisel arşivi arasında Bursa defterleri ve suluboya resimleri ayrı bir yer tutuyor. Ünver’in Bursa hakkında yazdığı notlar ve resimleri, Ersu Pekin’in düzenlemesiyle, kızı Gülbün Mesara ile Mine Esiner Özen tarafından yayına hazırlandı ve kitap, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından yayımlandı. Bursa Defterleri’nin 141. sayfasında; “Bursa’da soruyorsunuz: kaç eski ev var? Yok, kalmadı, diyorlar. Siz sokak sokak dolaşıyor ve buluyorsunuz. Bence her eski evde daha önce mamur halinden bazen mühim kalıntılar var. Bunları toplamalı amma, Bursa’da başta mekteplerin resim öğretmenleri olmak üzere meraklı yok. Hepsini Emine Civanoğlu ayıpladım. Bugün Şehre Küsdü Mahallesi’nde 1225 tarihli Hacı Muhtar Efendi evini gezdim. Yeni ve eski sahipleri berbat etmişler. Hele selâmlık kısmında uydurma güzel İstanbul manzaraları var. Hele bir anbarlı kalyonlar. Bahri Baba vâri. Eski Bursa’yı istimlaksiz ve düz yol hastalıksız aynen ihya etmezsek çok yazık.” diye yazmış Ünver. Az konuşur çok yazarım diyen ve klasik sanatlarımızın daima yaşamasını sağlamak için Güzel Sanatlar Akademisi, Topkapı Sarayı Nakışhanesi, Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı ile Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsünde yetiştirdiği yüzlerce öğrencisini de her zaman not tutmaya ve yazmaya teşvik eden Ünver, şifahiliği çağımızın en büyük hastalığı ve kusuru olarak nitelendirdi hep. Kitapta okuyacaklarımız onun o sözcüklerinin huzur dolu akışı, etrafına derinlemesine bakışıdır. Şimdi hangimiz Bursa’da dışarıya çıkıp bu gözle bakıyoruz kenti kentimize. Hangimizin kenara köşeye yazdığı notlar arasında bu kentten bugüne dair bir iz kalsın diye bir sokağı, bir çeşmeyi anlatan sözcükler var? 93 kavram defteri Özgürlük: bitişin başlangıcı Hakan Akdoğan Rousseau’ya göre durum farklıdır. “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur”, diye başlar Toplum Sözleşmesi adlı eseri. Modern insan özgür olduğunu sanarak yanılır. Ona göre, yozlaşmanın ve bencilliğin psikolojik kaynağı kişinin kendisini başkalarıyla karşılaştırmasında yatar ve ilk toplumların oluşumuyla birlikte görülür. Erken kabileler döneminde insanlar “en iyi şarkı söyleyen ya da dans eden; en yakışıklı, en güçlü” insanlara çok değer verir ve onların yerinde olmak isterdi. Bu, gıpta etmenin, utanmanın, kendini beğenmişliğin ve küçümsemenin başlangıcı ve masumiyetin sonudur. Locke masumiyetin sonunun parayla başladığını düşünür: “İnsan, hem zevklerini artırıp acılarını azaltmaya çabalar, hem de akıl sahibi yani ahlaksal bir varlıktır. Paranın icadından sonra insan doğasının ahlaksal yanı zayıflar ve davranışlarını sonsuz arzuları belirlemeye başlar.” Marx, kapitalizmin özgürlüğe son noktayı koyduğunu iddia 94 Hepimiz özgürlüğe mahkumuz, der Sartre. Bunun gerekçesini de her an başka bir seçeneği hayal edebiliyor olmamıza bağlayarak verdiğimiz kararlardan tümüyle bizim sorumlu olduğumuzu söyler. Sözün temelinde yatan dayanak, her zaman yeni şeyler deneme özgürlüğümüzdür. eder. Ona göre, kapitalizm, görüntüler dünyasına hapsettiği insanları bazılarını taklit ederek yaşamaya zorlar. Bu da özgürlüğü yok eder. Marx’ın varsayımından yola çıkarsak seçeneklerimizin olması özgürlüğümüzün olduğu anlamını taşımıyor. Bu seçenekler önceden her ihtimal göz önüne alınarak tasarlandıysa ve her yolun tek noktaya çıktığı bir labirentse temelde söz edilen tek seçenektir. Günümüzde tektipleştirilen toplumların önüne konulan seçenekler aslında hep aynı noktaya götürmektedir. Özgürlük bir kandırmacadır. “İnsan, doğası gereği bencildir, sonsuz arzulara ve güç isteğine sahiptir”, derken Hobbes, iktidar sahibi kişi ve grupların diğerlerine tanıdığı özgürlüğün de görünüşte sonsuz ama içerik olarak kısıtlayıcı olduğunu düşündürür. Dünyanın en değerli elmas ve altın madenlerine sahip Afrika ülkeleri ekonomik çöküntüye sürüklenirken halklarının açlık çizgisinde yaşaması özgürlükler açısından sorgulanması gereken bir durumdur. Çocukları açlıktan ölmek üzere olan bir adamın yeryüzünün başka bir bölgesinde ömür boyu kazanabileceğinin kat kat fazlasına satılacak bir parça taşı kendi ülkesinin topraklarından çıkartması ironik bir durumdur. Malum markaların Uzakdoğu’daki fabrikalarında Avrupa ya da Amerika’da maaşının üç katına satılacak ayakkabıyı üreten işçinin çıplak ayakla gezmesi de sistemin savunucuları açısından cevaplanması gereken bir durumdur zira sistem savunucuları bireylerin alım gücünün artması ve seçeneklerinin çoğalmasını demokrasi ve özgürlükler açısından bir zafer olarak sunarlar. Elbette o ayakkabıların satışa sunulduğu coğrafyada bir sistem başarısından söz etmek mümkün olabilir. Sorun, ayakkabının üretildiği coğrafyada yaşayanlarla ilgilidir. Sistemdeki temel çelişki bolluk içinde yaratılan yokluk, Kaynakça * Rousseau, J. J. (1988). On Social Contract, 'Rousseau's Political Writings' (ed. Ritter, A; Bondanella, J.C.). Norton & Company. * Rousseau, J.J. (1990). "Discourse on the Origin and the Foundations of Inequality Among Men", The First and Second Discourses together with the Replies to Critics and Essay on the Origin of Languages. Harper Torchbooks. * Locke, J. "Second Treatise of Government", Modern Political Thought: Readings from Machiavelli to Nietzsche (ed.Wootton, D.) s. 326 (2.kitap, 5.bölüm, 48.paragraf). Hackett Publishing Company. * Türk Dil Kurumu Sözlüğü (2009) * Silier, Y. (2007). Özgürlük Yanılsaması. İstanbul: Yordam Kitap. zenginlik içinde büyüyen sefalettir. Bir ülke için bahsedilen milli gelir artışı başka bir ülkenin milli gelir düşüşünden başka bir şey değildir aslında. Sonuç olarak antidepresan kuşağının zorunlu seçmeli güzergahları hep aynı yere çıkıyor. Tüm özgür seçimlerin çıktığı tek noktada birey, sistemin kucağında bulmaktadır kendisini. Bu kaçınılmaz bir durum olarak on altıncı yüzyıldan bu yana etkilemektedir insanlığı. On altıncı yüzyıl İngilteresi’nin çiftçileri ortak mülkiyet olan tarla ve meraları çitle çevirip daha fazla kâr etme gayretine girdiğinden beri başımızda olan bu mülkiyet belası doğduğumuz andan öldüğümüz âna hatta daha da sonrasına, mallarımız paylaşılana kadar peşimizi bırakmıyor. Beş yüz yıl önce Londra’da atılan bu tohumlar çok yakın tarihte Irak’taki petrol kuyularında sürgün verdi. Militarist sürgünler epeyce boy attı. Bu sürgünleri besleyen bir kök var ki bir parçası evlerimize, sokaklarımıza, okullarımıza, işyerlerimize kadar uzanıyor. Özgürlük ve demokrasi vaadiyle gözümüzün içine bakılarak söylenen yalanlar bu kökü besleyen gübredir. Bu gübreyle çılgınca büyüyerek zihnimizi ağ gibi saran cehalet sarmaşığı göz beyin koordinasyonunu bozmakta, baktığımızı görmemizi engellemektedir. Bu sırnaşık sarmaşık global köyün jandarmalarının istediklerini yerine getirmek için uzamakta, bir gazete haberinden, bir sohbetten, bir şarkıdan, bir kitaptan, bir reklamdan, bir ilandan ve daha birçok kaynaktan yeni zihinlere bulaşmaktadır. Amaç sadece baktırmaktır. Görmeyi engellemek, soru sormayı imkansız hale getirmektir. Herkesi Platon’un mağarasında tutmaktır. Bu noktada verilmiş özgürlüğün bir anlamının olmadığı açıktır. Düşünmeden yapılan hatta yaptırılan seçimlerde bırakın sonucu seçeneklerin bile sorgulanması beklenemez. O halde seçeneklerin ve her an yeni bir şeyler deneme şansımızın olması özgür olduğumuz anlamını taşımaz. Sartre’ın iddiası kendisini tamamen kapitalist düzenden soyutlamış bir insan için geçerli olabilir. Dünyanın her köşesinde seçeneklerimizi etkileyecek ve hatta belirleyecek bir etken mutlaka var. Günümüz itibariyle tam özgürlükten söz edilemez çünkü özgürlük kapitalist düzenin başlamasıyla bitmiştir. Aşağıdaki sözlük anlamlarından da görüleceği gibi içi boşaltılmış kavramlara “özgürlük” de eklenmiştir. Özgürlük (isim): 1 - Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî. 2 - Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet. 95 Türkçe sözlüğü Türkçe sözlüğü Her gün Türkçe olmayan onlarca kelime çıkıyor ağzımızdan. Bu duruma sebep olanları uzun uzadıya anlatmak yerine, güzel Türkçemizden bazı kelimeleri hatırlatıyoruz sizlere. Dayatılmış Fr. imposé Empoze Yankı Fr. eco Eko İğne Fr. injecteur Enjektör Anlık Fr. instantené Enstantane Sanrı Fr. hallucination Halüsinasyon Gelecekçi Fr. futuriste Fütürist Uğraşı İng. hobby Hobi Sağlıklı, temiz Fr. hygiénique Hijyenik Taklit Fr. imitation İmitasyon Eş cinsel Fr. homosexuel Homoseksüel Yenileşimci İng. innovative İnovatif Yasa dışı Fr. illégal İllegal Liste başı İng. hit Hit Resimleme Fr. illustration İllüstrasyon Düşünce Yun. İdea Katkılarından dolayı Türk Dil Kurumu’na teşekkürler. 96 97 sağlıklı düşünce Fizik tedavide merak edilenler Ecz. A.Tunca Toker Toker Sağlık Grubu “İyileşen hasta evine gönderilirken her şey yapılmış ve bitmiş demek değildir. Artık sahneden hekim iner, hastanın kendisi sahneye çıkar. Hasta bu sahnede uzun süre duracaktır. Çünkü tedavinin daha başarılı olmasını ve yakınmaların tekrarlamamasını sağlayacak olan kişi kendisidir.” Dergi Bursa, kalitesi ve yayın ekibinin özenli çalışması ile daha ilk sayısında kendisini sektöründe öne çıkartmayı başardı. Toker Sağlık Grubu olarak bu başarının daimi olmasını diliyoruz. Bu sayıdaki konuğumuz, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Ferda Erkişi... Konumuz ise fizik tedavi dalında Bursa şehrinin önemi ve bu alandaki gelişmeler... Rahatsızlanmadan yaşam maalesef mümkün olmuyor. Bu aşamada hastalıklarımıza rağmen yaşam konforunu sağlayabilir miyiz? Vücudumuz hiçbir zaman eskimeyecek ve bozulmayacak gibi düşünürüz veya bozulacağı aklımıza bile gelmez. Ancak doğadaki en dayanıksız yapı insan vücududur. Bu yapı dayanıksız olduğu kadar, beynimiz sayesinde doğaya hakim olabilen tek varlıktır. Yaşam döngüsü içinde en değerli hazinemiz olan vücudumuzu ne kadar yıprattığımızın farkına varmadan mücadelemizi sürdürürüz. Belki bu mücadeleyi çoğu zaman kazanırız ama 98 zaferin mutluğunu yaşayamayız. Çünkü mücadele sırasında fark etmeden bozulan vücut, yaşam kalitemizi düşürür. “Temiz bir evde ağrılarla oturmak”, “kazanılan maddi varlık içinde yaşarken yemek masasındaki kısıtlamaları, fiziksel aktivitelerdeki kısıtlamaları yaşamak”, birer acı örnektir. Bu kısıtlamalardan kurtulmanın yolları var mı? Hastalıkların oluşumunda 2 çeşit etken var; değiştirilebilen etkenler ve değiştirilemeyen etkenler... Yaş, cinsiyet, çevresel koşullar, genetik dayanıklılık ve hatta sosyal sorumluklar değiştirilemeyen etkenler olarak sayılabilir. Kilo, hobiler, yaşam şekli ve sosyal eğitim ise değiştirilebilen etkenlerdir. Sağlık kuruluşlarında yapılan tüm tetkikler ve düzenlenen tedaviler altta yatan başka bir hastalığın varlığını gösterip çözüme ulaşma yollarını belirlerler. İyileşen hasta evine gönderilirken her şey yapılmış ve bitmiş demek değildir. Artık sahneden hekim iner, hastanın kendisi sahneye çıkar. Hasta bu sahnede uzun süre duracaktır. Çünkü tedavinin daha başarılı olmasını ve yakınmaların tekrarlamamasını sağlayacak olan kişi kendisidir. Ne yapılacak olan manyetik rezonans inceleme vb. ne de ağrı kesici ilaçlar bundan sonraki yaşam standardını tek başına yükseltemez. Yapılacak olan en önemli şey yukarıda özetlediğimiz değiştirilebilen etkenlere dikkat etmek. Zorlayarak şekil verdiğimiz beden, aşırı ve yanlış kas gruplarına uygulanan yükler, bağların zorlanması her zaman ağrı ve tutukluluk ile kendini gösterir. Hangi tedavi uygulanırsa uygulansın bu hatalı dış etkenler ortadan kalkmadan tam bir düzelme olmaz. Dış etkenleri düzeltemediğimiz ya da düzeltsek de sonuç alamadığımız aşamalarda neler yapmalıyız? Bazen dış etkenleri ne kadar düzeltmek istesek de başaramayabiliriz. O zaman da bu etkenlere karşı vücudumuzun direncini arttırmalıyız. Yani vücudumuza bedenen ve ruhen güç katmalıyız. Çalıştığı ortamda ve evinde ağır yük kaldırmak ve taşımak zorunda olan (bebeğini emziren anne gibi, fabrikada çalışan işçi gibi, masa başında bütün gün oturmak zorunda kalan sekreter gibi…) bir kişiye “ağır yük kaldırma, aynı pozisyonda sürekli oturma” demek mümkün değildir. Muhakkak ki başlangıçta ilaç ve fizik tedavi desteği gerekebilir. Ancak tedavinin başarısı ve devamlılığı için, yaşam ortamının düzenlenmesi şarttır ve spor hayatın vazgeçilmez bir parçası olmalıdır. Güç ve esneklik kazanmak belli hareketlerin ve pozisyonların vücuda zarar vermesini önleyecektir. Alacağınız tedbirler ve yapmanız gerek hareketler konusunda her zaman doktorunuz size kılavuz olacaktır. Günümüzde bu konudaki bilinçlenme toplumumuzdaki yaşam tarzına belirgin olarak yansımıştır. Gerek okullardaki, gerek çeşitli basın kuruluşlarındaki sunumlarda, hatta gerekse arkadaş toplantılarında, spor ve egzersiz söyleşileri toplumumuzun bilincini yansıtırken daha sağlıklı bir hayata doğru adım atmamızı sağlar. Yol kenarında yürüyüş yapan insanların çoğalması, ulaşım amacı ile yürümeyi, bisiklet kullanmayı tercih eden insanların varlığı sevindirici... Biraz da FTR gerektiğinde kullanılan yöntemlerden bahsedelim mi? Fizik tedavi hasta ya da yaralanmış vücut yapılarına yeniden tam bir güç ve fonksiyon kazandırmayı ve hastayı tam tedavi edilmiş bir duruma getirmeyi hedef tutan bir tıp bölümüdür. Tıp giderek daha sofistike bir meslek olmaya devam ederken ve tüm dünyada ortalama yaşam beklentisi artarken; sağlıklı olmanın amacı yeni bir temayı da içine aldı: yaşam kalitesi. FTR’nin amacı hastaya optimal fonksiyonu geri kazandırmak olduğu için FTR uzmanlığı bazen yaşam kalitesi mesleği olarak da adlandırılıyor. Fiziyatristin (Fizik tedavi uzmanı) görevi, herhangi bir hastalık ya da yaralanmadan kaynaklanan ve herhangi bir organ ya da sistemi ilgilendiren özürlüğü tedavi etmek. Burada belirli bir organ ya da vücut bölgesine yoğunlaşmak yerine amaç, kişinin hayatının bölümlerini medikal, toplumsal, duygusal ve mesleki olarak tekrar eski yerine koymak. Fizik tedaviden kullanılan alet ve teknikler genellikle vücut dışından ve ilaç kullanılmadan tatbik ediliyor. Bundan dolayı yan etkileri hiç yok veya yok denecek kadar az. Sıcak ve soğuk uygulama, ağrı kesici ve kasları kuvvetlendirici elektrik akımları, traksiyon, masaj, manipulasyon, egzersiz, iş-uğraşı tedavisi, hidroterapi ve ESWT başlıca fizik tedavi ve rehabilitasyon yöntemleri... Fizik tedavi sayesinde kısıtlanmış eklem hareketleri normal veya normale yakın bir hal kazanıyor, ağrının yarattığı hareket kısıtlılığı sona eriyor, kas güçsüzlüğü azalıyor ve daha rahat hareket ediliyor. Şişlikler ise yok oluyor. Tarihi Bursa kaplıcaları ve tedavileri ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Kaplıca tedavisi, gerek sıcak suyu ve buharı, gerekse içerdiği mineraller ile özel bazı hastalıkların yanı sıra (böbrek hastalıkları, cilt hastalıkları vb.) tüm kas ve kemik ve eklem hastalılarının tedavisinde özel bir yer tutuyor. Kaplıcalar, tedavi ajanı zenginliğimizi sağlayan bulunmaz fırsatlardır. Özellikle Bursa bölgesi çok eski zamanlardan bu yana bu tedavi yöntemi açısından çok şanslı; Suların miktarı, ısısı ve içerdiği minerallerin zenginliği bakımından dünyada sayılı yerlerden birisi. Özellikle kükürtlü (Kükürtlü kaplıcaları), sülfatlı (Oylat Kaplıcası), radyoaktiviteli (Kara Mustafa Kaplıcası, Çekirge’deki Eski Kaplıca), çelikli (Demir içeriği yüksek Çelik Palas Kaplıcası) kaplıcaların ve daha birçoğunun varlığı çok çeşitli hastalıkların tedavisinde önemli yer tutuyor. 99 açı Gözümüzdeki sinsi tehlike Halk arasında “Karasu” olarak bilinen glokom, gözün tolere edebileceğinden daha fazla göz içi basıncının (göz tansiyonunun) meydana getirdiği hasar olarak tanımlanabilir. Glokom, dünyada körlük nedenleri arasında katarakttan sonra ikinci sırada yer alıyor.Glokom tanısı ve glokomlu hastanın takibi için göz içi basınç değerinin bilinmesi tek başına yeterli değildir. Görme alanı ve görme sinir başının ve sinirlerinin değerlendirilmesi takipte oldukça önemli. Görme alanı hastanın ifadesine bağlı muayene yöntemidir. Yaşlılarda, çabuk sıkılan kişilerde, glokomu ilerlemiş kişilerde güvenirliliği azalır. Bu nedenle daha objektif tanı ve takip cihazlarına ihtiyaç duyulur. Glokomda tanı ve takip çok önemli Glokomda tanı ve takip çok önemliyken, hastanın ilaçlarını muntazam olarak kullanması daha 100 da önemlidir. Glokomda hastanın genellikle hiçbir şikayeti yoktur. Bu hastalıkta tedavi yapılmadığı takdirde, görme alanında daralma ilerleyicidir. Bu safhada görme halen çok iyi olabilir ancak kişi borudan bakar gibi bir görüşe sahiptir. Görme hastalığın en son safhasında bozulur. Glokom ilaç ile olmazsa diğer tedavi seçenekleri ile kontrol altına alınabilen bir hastalıktır. Her ilaç herkese aynı ölçüde etki etmez, dolayısıyla tedavi oturana kadar sık kontrol gerekebilir. Kontrol edilemeyen glokom olgularında lazer uygulaması yapılabiliyor, eğer uygun değilse cerrahi yapılması şart olur. Cerrahi, kaybı geri çevirici olmadığı gibi Prof. Dr. Haluk Ertürk Acıbadem Bursa Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı görmede de kayba neden olmaz. Dar açılı olarak bilinen tip glokomlarda ilaca ek olarak “lazer iridotomi” işleminin yapılması gerekir. Glokomda tedaviye başlama zamanı ve hastanın tedaviye uyumu tedavinin başarısında etkili olur. Tanıda geç kalınmış olmak ne kadar kötü ise, yanlış pozitif tanı da o kadar zararlıdır. Çünkü tedavi için kullandığımız hemen tüm ilaçların yan etkileri vardır. Gereksiz yere yan etkilere maruz kalmak hiç de uygun bir durum değildir. Ayrıca kişinin kullandığı diğer ilaçlarla da etkileşimlerinin bilinmesi ve ona göre ilaçların tespit edilmesi gerekir. Sağlık dolu bir yaşam diliyorum. Nedir bu “akupunktur” dedikleri? Bahar geldi ve birçoğumuz için kilo ile ilgili sorunları da beraberinde getirdi... Şimdi programımızda kurtulmamız gereken kilolar var. Peki ya bu sorunu aşmak için aradığınız çare, akupuntur olabilir mi? Akupunkturla ilgilenmeye başlayalı 20 yıl oldu. Çalışmalarımın odağında ise özellikle akupuntur ile zayıflama programları vardı. Bunca senenin içerisinde en sık duyduğum 5 soru ise şunlardı; “Ne işe yarar bu akupunktur?” Sizin zayıflamanızı sağlar! “Ama nasıl?” Salgılattığı endorfinle mutlu olursunuz, sevdiğiniz yiyecekleri daha az tüketirsiniz. Stres artık sizin için sorun olmaktan çıkar. Birşeye kızdığınız için soluğu mutfakta almazsınız, sindirim sistemiz daha düzenli çalışır ve bir rahatsızlık çekmez, günlerinizi konforlu geçirirsiniz. Ayrıca size verilen program sizin için uygunsa hedefinize ulaşmak ve istediğiniz kiloya kavuşmak çok kolay olur. “Akupunktur ile verilen kilolar yeniden fazlasıyla geri alınır mı?” Hayır. Siz herhangi bir diyet programı uygulamadığınız sürece size kilo verdirmeyeceği gibi kilonuzu verdikten sonra da, eğer kendinize dikkat ederseniz, tekrar kilo almazsınız. Verilen kiloların yeniden hatta fazlasıyla geri alınması uygulayan kişinin alışkanlıkları ve davranışlarına bağlıdır. Sizi istediğiniz görüntüye kavuşturan uygulamaları terk etmek yerine koruyucu programla değiştirdiğiniz ve bunu yaşam tarzı haline getirdiğiniz sürece emin olun o kilolar geri gelmiyecektir. “Akupuntur nasıl bir tedavi sağlar?” Akupunkturun en güzel tarafı, sizin bünyenizde olmayan bir özellik katmaması ve sadece fizyolojinizi düzene sokmasıdır. Akupunktur bir Uz. Dr. Semih Bayat Club Çok Yaşa regülasyon tedavisi yöntemidir. Vücut sisteminizin bozulmuş olan kısımlarını, olması gereken düzene kavuşturur. Örneğin sizde olmayan bir organın işlevlerini kazandıramaz. Kaybettiğiniz parmağınızı yeniden oluşturamaz. Ama işleyişinde aksaklık olan organlarınıza bozukluk patolojik düzeyde olmadıkça işlev kazandırır. “Akupunturda en çok dikkat edilmesi gereken nedir?” Burada önemli olan uyguladığınız programın yaşınıza, yaşam biçiminize, fizyolojinize hatta psikolojinize uygun olmasıdır. Size zorluk getirmek yerine kolaylık sağlamalı, sıkıntı yerine keyif vermelidir. Bunun için doğru kişlerden doğru yönlendirmelerden yararlanmalısınız. Uyguladığınız program sonunda mutluysanız o sizin için en doğrusudur. 101 sağlıklı yaşam Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Opr. Dr. Cenk Aşkalli “Gebelikte” egzersiz Gebelikte anne adaylarının en büyük endişelerinden birisi hızlı ve fazla kilo almaktır. Gebelik boyunca ideal kilo alımı 7-15 kg. arasında olmalıdır. İlk 3 ay düşük riskinin yüksek olduğu dönemdir, erken doğum yapmış hipertansiyon, kalp, solunum hastalığı, veya takip gerektiren başka bir rahatsızlığı olan gebeler doktorundan onay almadan kesinlikle spora başlamamalıdır. Egzersiz yapan gebeler beslenme ve sıvı alımına çok dikkat etmelidir. Günlük 10-12 bardak sıvı önerilirken terleme ile bu miktarın artacağı unutulmamalıdır. Ağız kuruluğu, idrar renginin koyuluğu az sıvı tüketildiğinin belirtisidir. Egzersiz sırasında vücudu sıkan rahat hareket etmeyi engelleyen giysiler giymemelidir. Vücut sıcaklığı 37,5-38 derece arasında olmalıdır. Nabzın dakikada 130-140 seviyesini geçmemesi önemlidir. Yükselmesi durumunda egzersize ara verilmelidir. Egzersiz sırasında karın ağrısı, rahimde kasıntı, çarpıntı, nefes darlığı, bel ağrısı ve görme bozukluğu gibi durumlarda acil doktora gidilmelidir. İlerleyen gebelik haftalarında eklemlerdeki esneklik artışı, ağırlığın artması, ödem, kas ve eklem 102 yaralanmalarına yol açabilir. Egzersizler ilerleyen gebelik haftalarında vücudun ”lordoz” denen omurga kavsinin bozulmasından dolayı denge kaybı ve baş dönmesine neden olabilir. Yerde yapılan hareketlerde uterus(rahim) büyümesinden dolayı kalbe vücudun alt kısmının kanını geri götüren ana toplardamara bası artar. Bu nedenle kalbe ve dolayısıyla beyne giden kanın azalmasından hipotansiyon ve baygınlık hissi olabilir, yine ani yatış kalkışlar buna neden olabilir. Tercih edilmesi gereken sporlar; tüm vücut kaslarını çalıştırdığı ve suyun rahatlatıcı etkisi için yüzme, temiz havada düzenli yürüyüş, ev bisikleti, yoga ve platestir. Tercih edilmemesi gereken sporlar ise; yüksek riskli motorlu su sporları, paraşüt, treaking, dalış, ve aletli jimnastiktir. Ağırlık kaldırma gebelik boyunca kesinlikle yapılamaz. Düzenli olarak spor yapmaya alışkın gebelerle hiç spor yapmamış gebelerin egzersizleri arasında önemli farklar vardır. Bu nedenle profesyonel bir eğitmen yardımıyla egzersize başlanmalıdır. Gebelikte egzersiz yapmak sizi ve bebeğinizi rahatlatır. Kendinizi daha zinde ve enerjik hissedersiniz. Unutmayın gebelik bir hastalık değildir, yaşamınızda köklü değişiklikler yapmanıza gerek yoktur. Stresten ve aşırı yorgunluktan kaçının, düzenli beslenin, bol sıvı tüketin, hayatınızdaki en güzel ve anlamlı tecrübenin tadını çıkarın. Tipik bir büro çalışanı gününün büyük bir çoğunluğunda oturur ve hareket kabiliyeti son derece sınırlıdır. Bu durum bazı fiziksel ihtiyaçların giderilmesini de engeller. Böylece kilo problemi, vücutta gevşeme ve ruhsal gerginlik gibi olumsuzluklar ortaya çıkar. Bunlarla başa çıkmak için ise uygun bir egzersiz programı seçip uygulamak gerekir. İş verimsizliğine çare “egzersiz” Kişinin yaptığı işe, vücut yeterliliklerine, sağlık durumuna ve fiziksel çevresine göre seçeceği egzersiz programı; vücudun çeşitli temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olmalıdır. Bunların ilki esneklik. Seçilen egzersiz eklemleri zorlamamalıdır. İkincisi güç geliştirmedir. Yapılan beden hareketleri kasları germeli, onları biraz zorlamalı ve güçlendirmelidir. Üçüncüsü ise dayanıklılıktır. Yapacağımız egzersizler uzun süre yorgunluğa karşı koyabilme yeteneğimizi geliştirmelidir. Günlük etkinliklerimizde bazı kaslar diğerlerine oranla fazla kullanılır. Yapılacak egzersizde tüm kasları düzenli olarak kullanmak gerekir. Seçilen egzersiz kalbi, diyaframı ve akciğeri güçlendirmelidir. Bisiklete binme, koşma, dans etme vd yüzme uygun şekillerde yapıldığında; kalp atışını hızlandırır, derin nefes almayı sağlar ve terletir. Vücudun oksijeni tam olarak kullanmasını ve kan kolesterol dengesini sağlar, kilo kontrolüne yardımcı olur, stres ve depresyonun etkilerini hafifletir. Son olarak egzersiz dengeyi sağlamalıdır. Kullanılan egzersiz programı uzun süre oturmanın etkilerini azaltmalı ve vücudun alt ve üst taraflarının eşit kullanımını sağlamalıdır. Omuzlarda kollarda boyunda, sırt ve bacaklarda hissedilecek gerginliği azaltmalıdır. Egzersiz ile tedavi son yirmi yıl içinde, yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Tüm çalışanların sağlıklı, dinamik, güçlü ve ruhsal açıdan dirençli kişiler haline gelmesi ve sağlıklı bir yaşam için spor; çağdaş işletmelerin benimsediği bir uygulama. Egzersizler stres tedavisinde de; aşırı reaksiyonlar, asabiyet, hırçınlık ve kavgacılık gibi eğilimleri ortadan kaldırmak için Öğr. Gör. Dr. Türkan Bulut Yiğitdinç Uludağ Üni.Eğitim Fak. Beden Eğt.ve Spor Böl. yararlı görülüyor. Egzersiz, tüm hayati organların gücünü arttırıyor ayrıca kandaki yağ ve şeker seviyelerinin normal düzeyde kalmasını destekliyor. Haftada 3-5 antrenman yapan kişilerde, strese karşı büyük bir direnç oluştuğu gibi, antrenmanlar sonrasında tam bir gevşeme ve ruhsal dinlenme olduğu gözleniyor. İyi uygulanan bir egzersiz programı düzen ister. Egzersizin anlamı hafta sonu gidip 3 saat tenis oynamak veya ormanda koşmak değildir. Böyle plansız ve dengesiz egzersizler fayda üretmekten çok zararlı olur hatta işyerinde yaşanan semptomları arttırır. Etkili egzersiz düzenli ve zevkli olanıdır. Egzersizde önemli olan kazanmak veya kaybetmek değil egzersiz yapmaktır. Kontrollü olarak vücudu tanıyarak yapılan egzersizin yan etkisi, olsa olsa rahatlama ve güven kazanmadır. 103 keyfi yerinde M.Melih Karaer Ağız tadınızda uyumlu tercihler Ağız tadınızda uyumlu tercihler Farkında olmadığımız, bazen ıskaladığımız veya dikkat etmediğimiz ögelerden bir tanesi yeme içme kültürü. Sadece “kebap, rakı-balık ve kendin pişir kendin ye” kültürleri gelişiyor artık. Bu gerçekten düşündürücü... Oysa tarihimize ve kültürümüze bakıldığında, Bursa ve civarı çok çeşitli lezzetler sunuyor bizlere. Bursa binlerce yıldır şarap kültürü ile yoğun yaşamış bir yöre. Yemek kültüründe ise deniz öğeleri var... Sadece yakın tarihte değil, Bizans döneminden bu yana deniz kültürü var. Şirin sahil beldemiz Tirilye’nin adı bile denizden, balıktan geliyor. 104 Tiriglia kırmızı balık-barbunya demek. Tirilye’de, pek çok tarihi eserin üzerinde balık figürleri, salkımlar ve kadehler var. Tirilye limanı tarih boyunca İstanbul’a şarap, balık, sebze ve meyve sevk ediyordu. Hatta yurt dışına ihracat dahi yapılıyordu. Şimdilerdeki rakı-balık, rakı – et eşleşmesi nedense pek bir benimsense de, sanki modaymış gibi, biraz da kolayımıza gitmesinden olsa gerek, çok yaygın. Ancak bana göre bu kültür farkında olmadığımız pek çok eksik ve hata ile dolu bir şekilde yaşanıyor. Gerçekten dünyanın en lezzetli balıkları ve diğer deniz ürünleri bizim sularımızda. Lüferin, kalkanın, Farkında olmadığımız, bazen ıskaladığımız veya dikkat etmediğimiz ögelerden bir tanesi yeme içme kültürü. Sadece “kebap, rakı-balık ve kendin pişir kendin ye” kültürleri gelişiyor artık. Bu gerçekten düşündürücü... Oysa tarihimize ve kültürümüze bakıldığında, Bursa ve civarı çok çeşitli lezzetler sunuyor bizlere. uskumrunun, mercanın, barbun ve tekirin, hamsi ve istavritin lezzetleriyle dünyanın başka hiçbir yerindeki bir balık boy ölçüşemez. Keza Karacabey Boğazı’nın önünden yakalanan çimçim karides gibisi var mıdır sorarım... Gelelim bu enfes lezzetleri nasıl yediğimize... O enfes balıkları pişirdik ve açtık bir “büyük” ve biraz ondan, biraz diğerinden derken hepsini midemize indirdik. Oldu mu? Hayır olmadı... Belki rakıyı çok seviyoruz, balıklarımıza da bayılıyoruz. Ama bir uyuşma gerekiyor. Nedir o yanlışlık? Güzeller güzeli sarı kanatı ızgara yaptık yanına da rakımızı koyduk diyelim. Bir çatal sarıkanatı ağzımıza attık ve enfes lezzetiyle ağzımız şenlendi. Ardından rakımızdan bir yudum aldık. Ne oldu? Sarıkanatın lezzeti kayboldu gitti. Birdenbire % 45-50 alkolü olan, buna mukabil efil efil anason kokan rakı, balığın bütün zerafetini aldı götürdü. Şimdi ağzımızda sadece rakının yoğun lezzeti var. İkinci çatalda ağzımız ve dilimiz, sarıkanatın lezzetini biraz daha azalarak alacak. Çünkü alkol ve anason çok hakim. Kavruluyorlar. Bir süre sonra rakı yiyor ve içiyor olacağız. nasıl güzel hazırlandığını göreceksiniz. Sonrasında, sarıkanatın yanında bu sefer zarif bir beyaz şarap açıp ikisinin de birbirini ne kadar güzel tamamladığını görün. Alkol oranı dengeli, asiditeler dengeli, lezzetler tek tek alınıyor. Benim farkındalık ve lezzet tarifim böyle. Balık etinin zarif ve ince nüanslı bir yapısı var ve dikkat edilirse balıkta sos yoktur. Baharat konmaz veya azdır, olsa olsa zeytinyağı... Biraz da doğruyu konuşalım. Rakımız gerçekten çok keyifli aperatif bir içki. Ben de çok beğenerek içiyorum. Ama nasıl? Diyelim ki deniz mahsulleri yemekleri ile bir öğün düşünüyorum. Önce lakerdalardan bir parça, yanında çiroz veya balık tuzlama vb mezeler... Bunların azar azar tadına bakarken, yanında güzel ve az sulu bir duble rakı. Harika bir başlangıç. Rakıyı da, mezeleri de abartmadan midemizi hazırlamış olacağız. Ne rakının lezzeti ve alkolü mezeleri örtecek, ne de yoğun lezzetlerine rağmen mezeler rakımızı... Deneyin, midenizin yemeğe Beyaz şarapta benzer şekilde zarif bir yapıya sahip ve balığın zerafetini örtmüyor. Öte yandan lezzetli balık yağlı balıktır ve beyaz şarapta yüksek asiditeye sahiptir. Balığın lezzetini bu asidite dengeler. Beyaz etlerle ve balıkla beyaz şaraplar uyumlu olmakla beraber, bazı balık etleri farklıdır. Örneğin orkinos-ton balığı, palamut gibi balıkların etleri karadır ve beyaz şarabı ezerler. Bunlarla roze veya zarif yapılı bir kırmızı şarap fevkalade uyum sağlayabilir. Diğer yandan bazı ülkelerde çok soslu hatta koyu soslu ve kırmızı şarap soslu balık yemekleriyle kırmızı şarap ikram ederler. Ancak siz siz olun “ben kırmızı şarapla balık yerim” diyenlerden olmayın ve böyle söyleyenlere itibar etmeyin. Zira kırmızı şarapta çok yoğun tanenler vardır ve o tanenler balığın lezzetini örter, balığın tadını almanıza mani olur. Hedef nedir oysa? Yemeğin ve şarabın ayrı ayrı lezzetlerini alabilmek ve bir diğerini bastırmaması... Son olarak balık – şarap eşleşmesinde birkaç ipucu vereceğim. Yağlı balıklarla, örneğin Lüfer ya da kalkan ile kuvvetli beyazlar; Semillon, Chardonnay gibi üzümlerin şarapları uyum gösterir. Nötr etli balıklarla ise örneğin levrekle ve limon kullanılmış balık yemekleriyle asitli Riesling uyumlu olur. Diğer yandan çokça tükettiğimiz kuzu etleriyle de değerli okurlarımızın rakı yerine genç ve zarif kırmızı şaraplar, örneğin öküzgözü, merlot veya kalecik karası gibi üzümlerden yapılan şarapları denemelerini öneririm. Ağız tadı ve keyif dileklerimle. 105 yakın plan 106 Saraylara layık “altınlı menü” Bursa’da Dünya mutfaklarından seçkin örnekler sunan Kadife A La Carte Restaurant, 23 karat yenilebilir altınlı menüsü ile Anadolu’da bir ilki gerçekleştiriyor. Bursa’nın damak zevkine farklı bir incelik getiren özel uygulama, beş yıldızlı otellerimizden Almira Hotel tarafından Bursalıların beğenisine sunuldu. Almira Hotel Baş Aşçısı Necmettin Baştürk ve Şef Birol Güler imzasıyla piyasaya sunulan menü, iki farklı şekilde servis ediliyor. 23 karat saf altının yemeklerde uygulanması toz parçacıklar halinde veya yaprak şeklinde bütün olarak yapılıyor. Birol Güler’in “yemeğin lezzetine görsel bir ihtişam” olarak yorumladığı menülerde altın, avangart bir yaklaşımla kullanılıyor. Saf altın tadının nötr olması sebebiyle görsellik ön planda tutuluyor. Bursalı gurmelere bambaşka bir damak tadı sunan uygulama yoğun ilgiyle karşılandı. Kadife A La Carte Restaurant’ın altın menüsü Salı, Çarşamba, Cuma ve Cumartesi günleri akustik müzik programı eşliğinde sunuluyor. Altın menü 1 Altın parçacıklı badem çorbası Krep yaprağında altın somon Patlıcan yatağında altın soslu bonfile Altın tozlu çikolatalı suffle Altın menü 2 Altın peynir tabağı Üç renkli 23 karat tortellini Altın ıspanak yatağında levrek Altın browni 107 bursa mutfağı M.Ömür Akkor Mutfak Araştırmacısı Bursa’nın “mavi” mutfağı 1640’ta Bursa’ya gelen Evliya Çelebi notlarında, “Bursa sudan ibarettir” diyerek Bursa’da suyun öneminden bahsetmişti. Bursa’da suyun bereketi, mutfakta da kendini çok net gösterir. Şimdilerde pek dikkat edilmese de mutfağımızda denizin, derelerin ve göllerin etkisi büyüktü. Bursa’nın mavi mutfağı bambaşkaydı… Dilerseniz hem bu mavi mutfaktan birkaç örnek paylaşalım hem de hikayelerine kısaca değinelim... TUZDA PALAMUT Tuzda palamut zeytin zamanı geldiğinde tarlada çalışanların hızlı ve lezzetli beslenmelerine en güzel örneklerden biri. Bir nevi “fast food” bile denebilir. Mevsiminde avlanan palamutlar zeytin zamanı geldiğinde tarlalarda yenmek üzere zeytin tenekelerinin içine kaya tuzuyla basılır. Zeytin toplama zamanı geldiğinde tarlalara çalışmaya giden zeytinciler yanlarına katık olarak bu tenekedeki palamutları götürürler. Yemek vakti geldiğinde tenekeden alınan tuzdaki palamutlar zeytin dallarından yakılan ateşe atılır ve ekmek arasına katık olarak yenilir. Tuzda palamut, doğal yaşam koşullarının yemek ve yemek kültürü üzerine etkilerini direk olarak yansıtan yemeklerden biri. Şimdilerde pek yapılmasa da yapıldığı dönemlerde tarlada çalışan zeytincileri sağlıklı beslediği ortada … 4 adet tuzlu palamut Tuzlu palamutlar yıkanarak tuzlarından arındırılır. Hazırlanan zeytin piri (zeytin dalı) ateşinde ızgara yapılarak pişirilir. 4 kaşık zeytinyağı Ekmek arası konulup zeytinyağı dökülerek servis edilir. Tarif 8 dilim ekmek bu kadar kolay olsa da artık tuzda palamut yapılmadığı için, bu yemek de yapılmıyor. Palamutlar kemiklerinden ayrılarak fileto haline getirilir. Zeytin tenekelerine sırası ile önce kaya tuzu sonra üstüne fileto palamut konup tekrar tuz dökülür. İşleme teneke doldurulana kadar devam edilir. Tenekenin ağzı kapatılıp 1 ay sonra açılır ve palamutlar ızgaraya hazırdır. 108 KEPEKLEME Sadece deniz ve göl değil, dereler ve derelerdeki balıklarla yapılan yemekler de Bursa’nın mavi mutfağında önemli bir yer tutar, bu tarife ise İznik’in Müşküle köyünde rastlamıştım. 1 kilo ilik ya da gördek balığı Bu balıklar dere balığıdır. 1 demet maydanoz 1 demet nane 2 adet dilimlenmiş domates 2 adet iri kıyılmış yeşil biber 2 adet dilimlenmiş kuru soğan 1 adet dilimlenmiş limon 1 çay bardağı zeytinyağı 1 çay bardağı su 1 tatlı kaşığı tuz 1 çay kaşığı kırmızı pul biber Balıklar ayıklanıp temizlenir. Temizlenen balıklar yayvan bir tencereye bir kat dizilir. Üzerine tüm yeşilliklerin ve sebzelerin yarısı konur. Kalan balıklar sebzelerin üzerine dizilip yeşillikler en üste tekrar dizilir. Su ve zeytinyağını da ilave ettikten sonra yaklaşık 45 dakika çok hafif ateşte pişirilerek servis yapılır. ZEYTİNYAĞLI HAVYAR (TARAMA) 1432’de ticaret kervanıyla Bursa’ya gelen Fransız seyyah Broquiere’nin İzlenimleri; * Broquiere’nin değindiği ilginç nokta zeytinyağlı havyarı ilk yediği memleketin 1400’lü yılların Bursa’sı olması, aynen şöyle diyor; zeytinyağlı havyarı ilk kez yediğim yer burasıydı. Eğer yiyecek başka bir şey yoksa bu anlaşılabilir bir durum, fakat bu yemeği sadece Rumlar sever…’ ” 1432‘deki bu kaydın yanı sıra 1951 yılına ait başka bir kayıtta da Bursa’da havyar yendiğine dair yazılar okumuştum. Yani yaklaşık 500 sene boyunca Bursa’da havyar yendiğine dair kayıtlar varken, şehirde bunu bilen kimseye rastlamadım. Zaman zamanda bu konunun peşinde ip uçları topluyordum. Geçen yıl nisan ayında demirli tatlısının peşine düşmek için keramet köyüne gitmiştim. Bu sırada İznik gölü civarına yaptığım havyar keşifinde Bursa havyarınında izine mevsim tam zamanı olduğu için rastladım. Artık yemek yerine çöpe atıyorlardı. Zaten bir zamanlar kerevitler daha karlı olduğu için terk edilen sazan balıkların yerini son yıllarda da kerevitlerden vazgeçerek gümüş balıkları almıştı. Bu sebeple de ne sazanlarla ne de havyarlarıyla ilgilenilmiyordu artık. Yanı sıra seyyahın yediği zeytinyağlı havyarın tarama olduğu kanaatindeyim. PAPAZ YAHNİSİ Palamut ayıklanarak iyice temizlenir ve dilimlenerek kesilir. Kesilen dilimler tepsiye dizilir. Diğer tarafta yemeklik doğranan soğan zeytinyağında kavrulur. Üzerine biber domates ve baharatlar konulup pişirilmeden ocaktan alınıp tepsideki palamutların üzerine dökülerek ya fırında ya da ocakta üstü kapalı olarak 25 dakika pişirilir ve servis yapılır. 200 gram balık yumurtası 1 bardak zeytinyağı 2 dilim ekmek içi 1 diş sarımsak 1 limon suyu Balık yumurtalarını çukur bir kaba koyup zeytinyağını ağır ağır ilave ederken, bir yandan da tahta kaşıkla çırpın. (Bu işlem 15 dakika sürmeli ve hep aynı yöne karıştırmalısınız) Tarama kıvama geldiğinde mayonez gibi beyazlaşacaktır. Bu esnada içerisine limonsuyu, 2 dilim ıslatılmış sıkılmış ekmek içi ve sarımsağı ilave edip aynı yönde karıştırmaya devam edin. 10 dakika buzdolabında dinlendirip servis edin. Yaklaşık 900 kişinin yaşadığı, çoğunluğunu Karadeniz’den göç eden ailelerin oluşturduğu ve Bursa’nın Marmara denizi kıyısındaki son köyü olan Kurşunlu’da rastladığım bir tarif. Bu tarif, yemeklerin de insanlar gibi göç ettiğinin kanıtı... 1 adet palamut 2 adet domates 1 adet soğan 2 adet yeşil biber 1 limonun suyu 1 çay bardağı zeytinyağı 1 çay kaşığı tuz 1 çay kaşığı karabiber 1 çay kaşığı kuru nane *W. Lowry, Seyyahların Gözüyle Bursa 1326-1923, Eren Yayınları, İstanbul, 2004 Fazıl Yenisey, Bursa Folkloru, Bursa Vilayet Matbaası, Bursa, 1955 Yusuf Oğuzoğlu, Kerime Üstünova, Bursa Halk Kültürü, 1. Bursa Halk Kültürü Sempozyumu Bildiri Kitabı, Cilt 1, Cilt 2, Bursa, 2002 Akkor Muhammed Ömür, Bursa Mutfağı, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009 109 kestaneli lezzetler Elmalı tart Hazırlanışı Kestane ununu tezgaha döküp ortasını havuz şeklinde açın. Oda sıcaklığındaki bitkisel margarini, pudra şekerini, toz fındık ve yumurtayı havuzun ortasına koyun. Önce ortadaki malzemeleri yoğurun ve yavaş yavaş çevresindeki kestane ununu karışıma ekleyerek hamuru yoğurun. Bir kısmını ayırdığınız hamuru uzun şeritler haline getirin. Kalan hamuru merdaneyle 2.5 mm. kalınlığında açarak, 23 cm. çapındaki Malzemeler tart kalıbına yerleştirin. İç malzemesini hazırlamak için bir kaba elmaları dilimleyin ve tüm malzemeleri katın. Tart kalıbının içine hazırladığınız iç malzemeyi doldurun. Önceden hazırladığınız uzun şeritleri kalıbın üzerine kafes şeklinde dizin. 180 derecede 15-20 dakika pişirin. Üzerine kayısı marmelatı sürdükten sonra Antep fıstığı ve Hindistan cevizi ile süsleyin. Tart hamuru: 2.5 su bardağı Kafkas kestane unu 150 gram bitkisel margarin 1.5 çay bardağı pudra şekeri 1 çay bardağı toz fındık 2 yumurta Tart hamuru malzemeleri Kayısı marmelatı, Antep fıstığı, Hindistan cevizi İç malzemeleri 2 1 1 1 adet elma çay kaşığı tarçın çay bardağı toz fındık yemek kaşığı toz şeker Katkılarından dolayı Kafkas’a teşekkürler. 110 111 pasta mutfağı Çoğumuzun doğum yerini Fransa olarak bildiği ama aslında Rönesans döneminde Venedik’te ortaya çıkan makaron, son yıllarda herkesin ilgi odağı… Özge Erol [email protected] Macaron: “en renkli lezzet” 112 Macaron adı, İtalyanca “iyi ve ince hamur” anlamına gelen maccherone’den geliyor. İlk önce Venedik’te hayat bulan macaron, daha sonraları kuzeydoğu Fransa’da Nancy kentinde Mont Carmel tarikatı din adamları tarafından üretilmeye başlanmış. “Bademler et yemeyen bu kızlar için iyidir” diyen din adamları ve rahibeler ülkelerinde macaronun yayılmasına ön ayak olmuşlar. Ardından her şehirde kendine özgü bir şekilde yorumlanarak farklı çeşitlerde ve lezzetlerde hazırlanmaya başlanmış… Paris’in en meşhur pastanelerinden Laduree’nin sahibinin kuzeni Pierre Desfontaines ise onu bugünkü popüler formuna kavuşturmuş. Macaron; iyi kalitede toz badem, şeker ve yumurta akıyla hazırlanan macaronlar kahve, çikolata, çilek, muz, fıstık, vanilya ve hatta rakı ile lezzetlendirilen hamurdan yapılan dışı gevrek, içi yumuşak yuvarlak iki küçük kurabiyenin leziz kremalarla yapıştırılmasıyla oluşuyor. Buzdolabında 3-6 derecede 10 güne kadar muhafaza edebilebiliyor. Aslında yapımı çok zahmetli olan minik lezzet topları, artık o kadar moda oldu ki, her yerde karşımıza çıkıyorlar. Butik bir pastane ürünü olmaktan çıkıp, dünyaca ünlü firmaların süpermarketlerde hazır mixler halinde satışa sunduğu macaron, ev hanımlarının da tarifini en merak ettiği çay saati atıştırması diyebiliriz. Çeşitli filmlere de konu olmuş bu lezzet, Ünlü Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’nin de hayran olduğu bir tatlıymış. Ayrıca kostüm dalında Oscar ödülü kazanan, Sofia Coppola’nın yönettiği 2006 yapımı Marie Antoinette filminde de rol almış bir lezzet. Tüm dünyada macaron denince akla gelen ilk isim ise şüphesiz Fransa’nın meşhur pastane zinciri Laduree… Geçtiğimiz aylarda İstanbul’da da iki şube açtı. Biribirinden güzel çeşitleri ve göz alıcı renkleri ile gerçek macaronu bizlerle buluşturdu. Bursa’da macaronu merak edenler ise 2 senedir yeni çeşitlerle macaron sevenleri mutlu eden Uzay Pastanesi’nden bulabilirler. Macaron nasıl yapılır diye merak edenler için, Larousse Gastronomique’den çok eski bir makaron tarifini sizlerle paylaşmak istiyorum. Chateau-Arnoux’ daki La Bonne Etape’ tan Pierre ve Jany Glezie’nin meyanköklü macaron tarifi: 480 gr iyi kalitede toz badem ile 240 gr pudra şekerini karıştırdıktan sonra elekten geçirin. 240 gr çırpılmış yumurta akını 120 gr şeker ile karıştırarak koyulaştırın. Spatulayla iki malzemeyi karıştırın ve 7 gr meyankökü özütü ekleyin. Tereyağ sürülmüş yağlı kağıt yayılmış bir tepsiye pişirme sırasında yapışmamaları için aralıklı olarak yerleştirin. Önceden 180 derecede ısıtılmış fırında 15 dk pişirin. Tepsi ve kağıt arasına az miktarda su akıtarak macaronları kaldırın ve ikişer ikişer yapıştırın. Yapıştırmak için ganaj, reçel veya kendi yaptığınız herhangi bir aromada kremayı kullanabilirsiniz. Malzemeleri karıştırdıktan sonra tepsiye dökerken ve fırına yerleştirirken hızlı davranın. 113 detayl› bak›ş Tarihi mirasta Bursa sefası Atatürk’ün uygun gördüğü yamaçta, onun isteğiyle başladı Bursa sefası. Bursa’daki termal tesis taşıyan ilk oteldi, böylece termal turizm Bursa’da sektörel anlamda başlamış oldu. Çelik Palas ismini yine “Paşa” verdi. 1935’te başlayan macera, bugün yeni yüzüyle yaşamaya devam ediyor. 114 Dünya siyasetçilerine verdiği onlarca dersten sadece küçük bir tanesi sayılabilir Paşa’nın Çelik Palas ile bağları... Servetlerine servet katmaya çalışan siyasetçilerin aksine Türk milletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1938 senesinde oteldeki 34.830 Türk Lirası hissesini Bursa Belediyesi’ne bağışlamıştı. Bursa’nın kalbi sayılabilecek Çekirge’deki en dikkat çeken mimarilerden birisi olan beş yıldızlı konfor Çelik Palas Hotel, bugünlerde yenilenen yüzüyle dikkat çekiyor. Tepeden tırnağa yenilenen ve tarihi yüzleri daha da beliren Çelik Palas Hotel, 1935’ten bu yana misafirlerini ağırlıyor. Otelin projesini Beyoğlu St. Antuan Kilisesi ve Karaköy YKB binasının da mimarı olan İtalyan asıllı Giulio Mongeri ile yardımcısı Hüsnü Tümer çizmişlerdi. İşletme 26 Temmuz 1935’te ilk gününü yaşamıştı. 1950’li yıllarda tarihi otelin yanına birbiri ile bağlantılı bir kompleks daha inşa edilerek oda kapasitesi 150’ye çıkarıldı. Oteli farklı kılan yegane unsur ise Atatürk’ün de vazgeçemediği eşsiz Bursa manzarası... Tüm şehri panaromik olarak görebilen konumu ile Çelik Palas’ın terası, “Türkiye’nin en güzel manzaralı kışlık terasları” listesinde Boğaz ve Haliç manzaralı teraslar arasında kendisine yer bulmayı başarıyor... Hotel Çelik Palas’ta Bursa hamamlarının en büyüklerinden birisi yer alıyor. Bu hamamda, aktığı yerleri kırmızı pas rengine boyadığı için “çelikli” su denilen ve az miktarda demir içeren şifalı kaplıca suları ile yıkanılıyor. Projenin inşasında Çekoslavakya’daki termal su kaynaklarını iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, Çelik Palas’ta termal suyla kullanabilecek sütunsuz muhteşem kubbeli termal havuzu yaptırmıştı. Roma hamamları esas alınarak emsalsiz alanlar yaratılmıştı. Termal suyun muhteviyatı nedeniyle uzun yıllar birçok kral, kraliçe ve önemli şahsiyetler bu güzelliklerden yararlanmıştı. 1900’lü yılların en iyi mimarlarından birisi olan ve kitapları üniversitelerde halen okutulan bir üstat olan Guilio Mongeri, Çelik Palas’a başlamadan önce en muhteşem panoramanın yerini tespit etmek için aylarca Bursa’da yaşamış ve oteller kralı Cesar Ritz’in sloganını esas alarak bir otel için en önemli kararın lokasyon olduğu gerçeğiyle 360 derecelik panoramaya sahip bugünkü Çelik Palas’ın yerini belirlemişti. Atatürk’ün işaret ettiği yerde inşaat başladı. Böylelikle otel, Atatürk’ün hatırası olması özelliğiyle tarihi bir önem ve değer kazanmış oldu. Çelik Palas’ın altın oran kurallarına göre planlanmış olması ve mimarisinin kusursuzluğu, Gulio Mongeri’nin mimari dehasını yansıtıyor. Projenin Türkiye’de başka bir benzerinin bulunmamasının nedeni ise, Guilio Mongeri’nin Türkiye’de Çelik Palas’tan başka projesinin bulunmaması. Şubat 2009’da başlayan renovasyonla birlikte Çelik Palas markasının ticari işlevinin yanı sıra tarihten ve büyük önem arz eden manevi değerlerin de korunmasına titizlikle hassasiyet gösterilmiş... 115 detayl› bak›ş Dekorasyonu ve renovasyonları İtalyan bir firma tarafından yürütülen Çelik Palas’ta, en dikkat çekici bölümler ise; otel müşterileri dışında kalan konuklara da açık olan spa merkezi, balo salonları, restoranları ve Martı Bar... Geleneksel Türk ve Avrupa tatlarını buluşturan ve her damağa uygun zengin mönü seçenekleriyle hizmet veren Panorama Restaurant, 116 misafirlerine eşsiz bir yeme zevki sunuyor. Kahvaltı, öğle ve akşam yemeği olmak üzere üç ana öğün için açık olan restoran; özel kutlamalar, iş yemekleri veya yalnızca keyifli bir ambiyansta farklı lezzetlerin tadına varmak isteyenler için ideal bir adres. Haftada beş gün akşam yemeklerinde, piyano eşliğinde canlı müzik de dinlenebilen restoranın yaz aylarında açık olan kısmı, Panorama Teras Balık Restaurant’ta ise, yıldızların altında unutulmaz akşam yemekleri yaşanabiliyor. Yerli ve ithal içkiler, kokteyller, hafif mönü seçenekleri ve puro çeşitleriyle Martı Bar’da ise, şehir manzarasına karşı keyifli dakikalar geçirebilir, haftada altı gece, canlı piyano müziği eşliğinde günün son saatlerinin tadı çıkarılabilir. Çelik Palas Hotel, 1000 kişilik balo salonu sayesinde, yaz aylarında yanı başındaki terası ile kullanılarak kapalı ve açık mekan seçeneklerini birlikte sunuyor. Toplantı ve davet organizasyonlarında, salon ve imkanları, ses ve görüntü sağlayan teknik ekipmanı ve profesyonel servis personeliyle, organizasyonlar için de imkanlar sağlıyor. Hotel Çelik Palas’ın tüm odaları, hayatı kolaylaştıran modern unsurların yanında klasik yapısını koruyarak hazırlanmış. Toplam 141 oda kapasitesiyle hizmet veren otelde; misafir hizmetleri ise oldukça geniş bir yelpazede: restoran ve bar, 24 saat oda servisi, ücretsiz kapalı otopark, kablosuz internet erişimi, çamaşırhane ve kuru temizleme, bay ve bayan kuaförü, toplantı ve özel organizasyon olanakları, sağlıklı yaşam merkezi, tarihi Türk hamamı, bagaj emanet servisi ve business center... Tüm odalarda; klima, internet bağlantısı, kablosuz internet erişimi, kablo TV, minibar, direkt telefon, elektronik şifreli kasa, saç kurutma makinesi ve küvetli banyo bulunuyor. Sigara içilmeyen ve engelliler için odalar da mevcut hizmetler arasında. 117 proje Terasta “Bademli” manzarası Bursa’nın butik villa projelerinden bir tanesi olan Bademli Teras, yakında satışa sunuluyor. Geçtiğimiz yıl Haziran ayında inşaatına başlanan ve çok kısa bir sürede “Örnek Ev” lansmanı yapılan projenin, müstakil tapu işlemleri tamamlandı. 20 adet villadan oluşan sitede 530 m² ve 640 m² kullanım alanlı iki tip villa yapılıyor. Satışlar Nisan ayında başlayacak. Talep toplama sistemi ile alıcıların beğenisine sunulan villalar Haziran – Temmuz aylarında teslim edilmeye başlanacak. Proje yatırımcısı olan Göktuğ Turizm ve İnşaat Şirketi yetkilerinin verdiği bilgiye göre satış sürecindeki öncelik “Uyumlu ve iyi komşuluk edebilecek geniş bir aile oluşturmak”. Yetkililer, yer seçimi, binaların konumlandırılması, yapı güvenliği, su – ısı – ses yalıtımı ve malzeme kalitesi konularında her şeyi en iyi şekilde yaptıklarını; şimdi “site uyumu öncelikli seçkin alıcılar beklediklerini” ifade ediyorlar. Bademli bölgesinin en özel yamacında, her biri önü tamamen açık, sonsuz ve kesintisiz bir manzaraya hakim şekilde yerleştirilen villalar modern bir mimari 118 anlayışı ile yapılıyor. Yüksek kaliteli ve ileri teknolojik ürünlerle yapılan sitede her villanın yarı kapalı şekilde düzenlenmiş özel bir havuzu ve SPA alanı mevcut. Göktuğ Turizm ve İnşaat Şirketinin Bursa’daki ilk konut projesi olan Bademli Teras, ticari bir amaçtan önce, bir “İmaj ve Prestij projesi”. Proje, Villada yaşam anlayışına “çok farklı bir konsept” ile yaklaşıyor. Sadece bu nedenle bile mutlaka görülmeye değer. Yatırımcılar yakında satışa sunulacak villaların değerlerinin 640.000 TL’den başlayacağını ve geniş ödeme kolaylıkları sağlanacağını ifade ediyorlar. 4 Yatak odası, 4 Mutfak, 4 Banyo&WC olarak düzenlenen villaların iki adet çok keyifli teras alanı ile en azı net 400 m² bahçe, yarı kapalı ısıtmalı havuz, SPA alanı, garaj ve temizlik odası gibi tüm ayrıntılar düşünülmüş. 119 ankesör Aksun Parke Esentepe Mah. Güzel Sok No:2 Nilüfer / Bursa 0 224 245 99 00 Almira Hotel Ulubatlı Hasan Bulvarı No:5 16200 Osmangazi / Bursa 0 224 250 20 20 Aksiyon Kapı Sanayi Caddesi No:960 Geçit / Bursa 0 224 244 90 20 Baia Bursa Yeni Yalova Yolu 9.Km As Merkez yanı Osmangazi / Bursa 0 224 275 45 00 Bakus Çekirge Meydanı Otel Anatolia Yanı Osmangazi / Bursa 0 224 234 38 88 Besaş Ekmek Organize Sanayi Bölgesi A.Osman Sönmez Bul. No: 20 Nilüfer / Bursa 0 224 444 44 11 Cadde Üstü FSM Bulvarı No:94 Nilüfer / Bursa 0 224 246 66 74 Cafe My Kitchen Çekirge Cad. No:114 Osmangazi / Bursa 0 224 234 62 00 ankesör 120 Mavi Dünya Koleji Mudanya yolu Kolej Cad. No:344 Çağrışan / Bursa 0 224 244 65 71 TCC Grammer Office NOSAB Ceviz Cad. No:7 16140 Bursa 0 224 411 01 90 Doğuş Oto Bursa Yen Çevre Yolu Üzeri 16250 Osmangazi / Bursa 0 224 270 81 53 Medical Park Haşim İşcan Cad. Fomara Meydanı No:1 Osmangazi / Bursa 0 224 444 44 84 TED Bursa Koleji 21.YY Cad.Mürsel Köyü Mevkii Bademli / Bursa 0 224 549 21 00 Evce Tekstil Orhaneli Bulvarı Lefkoşa Cad. No:135 Nilüfer / Bursa 0 224 453 51 51 Nilkar Otomotiv Panayır Mah.Y. Yalova Yolu Cad. No:433 Osmangazi / Bursa 0 224 211 16 66 Güvencem Yeni Yalova Yolu No.293 Osmangazi / Bursa 0 224 271 43 43 Özel Jimer Hastanesi Orhaneli Yolu Beşevler Kavşağı 16130 Nilüfer / Bursa 0 224 444 45 67 Club Çok Yaşa Nilpark AVM (Media Mrkt Üstü) 5. Kat Nilüfer / Bursa 0 224 245 68 00 Hedef Patent Barış Mah. İkbal Sok. Atalay 10 Sitesi Kat:5 Daire:10 Nilüfer / Bursa Hotel Çelik Palas Çekirge Cad. No:79 Osmangazi / Bursa 0 224 233 38 00 İtals Mudanya Yolu 7.km No:754 Park Plaza Geçit / Bursa 0 224 244 94 00 3 Pelit Özlüce Mah. Bahriye Üçok Cad. Saygınkent AVM Nilüfer / Bursa 0 224 413 02 62 Rumeli Mutfağı Hüdavendigar Mah. Hayran Cad. No:5 Velodrom Karşısı Osmangazi / Bursa 0 224 239 39 62 Kafkas İzmir Yolu Üzeri Alaattin Bey Cad. No:1 Nilüfer / Bursa 0 224 413 22 00 Sacha Kükürtlü Mah. Oulu Cad. Aka Plaza Zemin Kat Osmangazi / Bursa 0 224 233 59 03 Kulp Ofis Sistemleri Yeni Yalova Yolu No:405 Osmangazi / Bursa 0 224 211 37 68 Şentürkler Holding İzmir Yolu 10.km Nilüfer / Bursa 0 224 413 23 00 Tema Vakfı Şaban Uyar 0 224 261 55 42 Toker Eczane & Optik Doğanbey Mah. Haşim İşcan Cad. No:3 Osmangazi / Bursa 0 224 225 22 80 Tüyap Fuarcılık Yalova Yolu Osmangazi / Bursa 0 224 211 50 81 Zeno Business Center Odunluk Mah. Kale Cad. No:10/5 Nilüfer / Bursa 0 224 452 02 50