ten - İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği

Transkript

ten - İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği
İSTANBUL ODTÜ MEZUNLARI DERNEĞİ YAYINIDIR
Mayıs’ta
ODTÜ’lü
olmak
MAYIS-HAZİRAN 2012
iHTiYAÇ HALiNDE EViNiZiN MASRAFLARI
BOYASINA KADAR ANADOLU SiGORTA’DAN.
“Kiracıya Boya Badana Hizmeti” ile kiracısı olduğunuz evde,
boya badana, cila ve sabit dekorasyon gibi ekstra masrafları bile
karşılayan Kiracı Sigortası Anadolu Sigorta’da.
kiraciya boya ilan 21,5x28.indd 1
24.05.2012 17:11
10
Dernek’ten
ODTÜ Mezunları Derneği 2012-2014 yılı
Yönetim Kurulu Üyeleri...................................................... 4
Marmara’nın Samanlı Dağı
Çilek bahçeleri….............................................................. 10
Nisan kokteylimizde buluştuk.... ..................................... 12
ODTÜ’DEN
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda üç günlük çalıştay.. ..... 14
DERNEK’TEN
Çernobil’in gölgesinde nükleer santraller ....................... 15
20
ODTÜ’DEN
Çok eğlenceli bir fikrim var!.. ............................................ 16
’68 ruhuna her zamankinden daha fazla ihtiyaç var............ 18
Gündem
Venezüella’da 1 Mayıs kutlamaları................................. 20
Söyleşi
Mehmet Sezgin - Cüneyt Sezgin
Bankacılığa yön veren ODTÜ’lüler........................................ 22
22
Gündem
İşçi ölümleri adeta Kirmizi Pazartesi................................ 26
DERNEK’TEN
Derneğimiz Enerji Komisyonu çalışmalarına başladı....... 31
Gündem
Bir Müdahillik Talebinin Düşündürdükleri: “EVREN,
ŞAHİNKAYA DAVASI”nda “12 EYLÜL” yargılanıyor mu?.... 32
Söyleşi
Murat Yetkin ile habercilik kulisi........................................... 36
36
Gündem
Mısır’a “bahar” gelir mi?................................................. 40
Dernek’ten
Fotoğraf Çalışma Grubu................................................... 42
Edebiyat Kulübü.............................................................. 44
Sinema Kulübü................................................................ 46
Burs Havuzu Çalışma Grubu............................................ 47
40
8- KCK davasına katılan 103 avukat
“hukukçu” hakkında soruşturma
başlatıldı
Elbetteki gündemi takip ediyor ve
duyarlı davranmaya çalışıyoruz…
Gündem endişe verici bir hal alsa da
bir yandan olaylara tepki gösterirken
bir yandan da yaşamımıza devam
ediyoruz...
İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayın organı
Mayıs - Haziran 2012
Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın
Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul-Nisan 2012
Dernek Adına İmtiyaz Sahibi
Feyzan Ali Aliefendioğlu (CHE’78)
Tepecik Yolu Sokağı No:82
Dalmaz Konut Apt. D.3
34337 Etiler/İstanbul
İlkbaharın gelişi ile hem enerjimiz
yükseldi hem de dernek olarak
aktivitelerimiz arttı. Şubat ayında
göreve başlayan yeni dernek
yönetimi olarak hızla yeni dönemi ve
aktiviteleri planladık.
Sorumlu Müdür:
Nevay Samer (CP ’79)
Tepecik Yolu Sokağı No:82
Dalmaz Konut Apt. D.3
34337 Etiler/İstanbul
İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yönetim Kurulu
Feyzan Ali Aliefendioğlu (CHE’78)
Hasan Reyhanoğlu (EE’99)
Mehmet Ali Acartürk (MAN’78)
İrem Güngör (ID’02)
Mehmet Rasgelener (ECON-STAT’78)
Arif Cevizci (CENG’89)
Burcu Küçükbabacık (CHE’00)
Yayın Çalışma Grubu
Uğur Ayken (ME ‘76)
Güzin Caner (CHEM ‘78)
Nevay Samer (CP ‘79)
Sefika Caculi (CE ‘85)
Özay Yaşar (SOC ’80)
Seçil Başkaya (SOC ‘03)
Feyzan Aliefendioğlu (CHE ‘78)
H. Belgin Ünal (SOC ’83)
Z. Asuman Dener (PSY ’88)
Bircan Yorulmaz (Yayın Koordinatörü)
Banka Hesap No:
Aidat Hesabı Denizbank Mecidiyeköy Şubesi
3260 – 1441947 – 351
TR330013400000144194700013
Burs Havuzu Hesabı Denizbank Mecidiyeköy Şubesi
3260 -1441947 – 599
TR110013400000144194700021
Yönetim Yeri Adresi
Tepecik Yolu Sokağı No:82
Dalmaz Konut Apt. D.3
34337 Etiler/İstanbul
Dernek Telefonları
Tel: +90 0212 274 68 60 Fax: +90 212 274 67 87
www.istodtumd.org
[email protected]
e-mailinizi bize bildirin, aylık etkinliklere ve duyurulara
daha çabuk erişin
Yayın Hazırlık
Tetra İletişim Hizmetleri Ltd. Şti
Genel Yayın Yönetmeni: Önder Kızılkaya
Editör: Pınar Türen
Grafik uygulama: Kübra Şahin
Fotoğraf: Cihan Aldık, Tufan Çivici
Baskı
Şan Ofset
Kemerburgaz Cad. No: 13
Ayazağa/Şişli
Tel: 0 212 289 24 24
Baraka dergisinde yayımlanan yazı ve fotoğrafları yayma hakkı
İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği’ne ait olup kaynak gösterilse dahi,
hak sahiplerinin yazılı izni olmaksızın ticari amaçla kullanılamazlar.
Burcu Küçükbabacık (CHE ’00)
II. Başkan
Sevgili ODTÜlüler,
2012 tüm dünyada ve Türkiye’de
tartışmalarla başladı; tartışmalar
büyüyerek devam ediyor…
Dünyanın gündeminde: Avrupa’da
ekonomik kriz, Arap Ülkelerinde
Arap Baharı eylemleri, Amerika’da
seçim hazırlıkları varken Türkiye’de
gündem her an değişebiliyor.
Sadece son 24 saate baktığımızda
gündemde şu haberlerin yeraldığını
görüyoruz:
1- Polise astımlı olduğunu
söylemesine rağmen biber gazı
yiyerek ölen gencin hastane önünde
eylem yapan ailesine biber gazı
sıkıldı
2- Sağlık Bakanı “Tecavüze uğrayan
kadının bebeğine devlet bakar” dedi
3- Kürtajı yasaklayacak kanunun
Haziran’da meclise sunulacağı
açıklandı
4- Havayolu çalışanlarına grev yasağı
getiren yasa meclisten geçti
5- 150 THY çalışanı grev yaptığı için
işten çıkarıldı
6- Tütün ve alkole %15 zam geldi
7- Emniyet güçlerinin copları demire
çevrildi
10 Mayıs’ta Taksim’de Bahar
Buluşmamızı gerçekleştirdik. Aynı
tarihlerde ODTÜ’de 26. Bahar Şenliği
ve Kuzey Kıbrıs Kampus’unda 6.
Bahar Şenliği gerçekleşti.
Sinema Kulübü’müz kurularak
aktiviletelerine başladı. Dernek
bünyemizde ilk defa Enerji
Komisyonu biraraya geldi ve
söyleşilerine başladı.
ODTÜ ise başarılarına bir yenisini
ekleyerek Red Dot Tasarım 2011
Sıralamasında (Red Dot Design
Ranking 2011) üniversitelerin
yarıştığı “Kavramsal Tasarım”
kategorisinde Amerika ve Avrupa
bölgesi için ilan edilen “En Başarılı 15
Tasarım Okulu” arasında yer aldı.
İş dünyasında ODTÜlüler
buluşmaları tüm hızı ile devam
ederken; bursiyerlerimizden
kurulan KÖPRÜ Grubu, büyük bir
özveri ile gönüllü olarak çalışarak
Kastamonu Şehit Ramazan Akkaya
Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda ilçe
kütüphaseni kurdu. Yönetim Kurulu
olarak bir kez daha Burs Havuzu
Çalışam Grubumuza ve KÖPRÜ
grubuna teşekkürlerimizi iletiyor ve
desteklerinin devamını diliyoruz.
2002; 1992; 1982; 1972, 1967 ve
1962 mezunlarının madalya alacağı
Mezunlar Günü için 30 Haziran’da
ODTÜ’de buluşmak dileğiyle…
HABER
İstanbul ODTÜ Mezunları
Derneği 2012-2014 yılı
Yönetim Kurulu Üyeleri
Feyzan Ali Aliefendioğlu (CHE ‘78) (Başkan)
İstanbul Pertevniyal Lisesi sonrası girdiği ODTÜ Kimya Mühendisiliği’ni 1978
yılında bitirdi. Bir süre Edirne Olin’de çalıştıktan sonra İstanbul’da ortakları
ile Beziryağı tesisi kurdu. Askerlik sonrası Mobil, daha sonra BP Şirketinde
Akaryakıt, Madeni Yağ ve LPG bölümlerinde çeşitli yönetim kademelerinde
çalıştı. Bu arada 4 yıl süreyle Likid Petrol Gazcılar Derneği yönetim kurulunda
görev aldı. 2002 yılında emekli olup enerji ve yönetim konularında danışmanlık
yaptı. Kimya Mühendisleri Odası bünyesinde başta İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği,
Eğitimi olmak üzere çeşitli çalışma gruplarında yer aldı. 2003-2010 yılları
arasında Derneğimiz yönetim kurullarında görev yaptı. 2010 yılında ODTÜ
Takdir ödülüne layık görülen Aliefendioğlu, bu yılki genel kurulumuzda tekrar
yönetim kuruluna seçildi.
DERNEK’TEN
Hasan Reyhanoğlu (EE ’99) (Üye)
Önceki dönemde Derneğimiz yönetim kurulu II. Başkanlık görevini yürüten
Hasan Reyhanoğlu, 1973 yılının ılık ve güneşli bir Nisan sabahı Mersin’in
şirin bir sahil kasabasında dünyaya gelmiş, fikri ve bedeni gelişimini deniz,
kum, güneş ve maki diyarı bu coğrafyanın hakkını vererek sürdürmüştür.
İçel Anadolu Lisesi mezuniyeti sonrasında ODTÜ öğrenciliğini kısa
tutmamış, bu esnada Uluslararası Gençlik Topluluğu’nda (UGT) başkanlık,
Aegee-Ankara vb topluluklarda yöneticilik, dernekte öğrenci temsilciliği
yapmıştır. Öğrenciliği sırasında farklı işlerle iştigal etse de (organizasyon,
otel yöneticiliği, Ar-Ge mühendisliği vb.) mezun olduğundan bu yana T. İş
Bankası’nda çalışmaktadır.
Etimoloji ilgisiyle İngilizce, Arapça, Osmanlıca ve Almanca bilgisi arasında
bir bağ kurmakta; tarih, mitoloji ve edebiyat sevgisiyle hem okumakta hem
yazmaktadır. “Sahipsiz Suretler” isimli öykü dosyasıyla Haldun Taner Öykü
Yarışması’na iştirak etmiş, astronomi ve mitoloji konulu denemelerini “Yıldız
Tarihi” isimli dosyasında toplamıştır. Farklı türden diğer yazıları
www.e-papyrus.blogspot.com adresinden takip edilebilir.
Ülkemizin önemli perküsyoncularıyla (Okay Temiz, Engin Gürkey, Mısırlı
Ahmet vb.) aynı sahnede bulunma onurunu yaşamıştır. Şu ana değin 28
ülkeyi gezerek fotoğraflamıştır. Kurulduğundan bu yana derneğimiz edebiyat
grubunun üyesidir.
4
HABER
Mehmet Ali Acartürk (MAN ’78) (Sayman)
Mehmet Ali Acartürk (1954 – Eskişehir ) ODTÜ İşletme Bölümü’nden 1978
yılında mezun oldu. Üniversiteyi Sümerbank bursu ile okudu. 1981 yılında
AİTİA’de bankacılık yüksek lisansını tamamladı. Çalışma hayatına Sümerbank
Genel Müdürlüğü’nde 1978 yılında başladı. Sonrasında, Devlet Yatırım Bankası,
Sabancı grubu şirketlerinden Sasa, Temsa ve Toyotasa şirketlerinde yatırım,
finans ve mali işler yöneticilikleri yaptı. 1996 yılında kırtasiye ve büro malzemeleri
sektörünün öncü kuruluşu Esselte Leitz A.Ş. yönetimine katıldı, 2006 yılında
Genel Müdür oldu. Derneğimiz son üç dönem Yönetim Kurulu üyesi/sayman
üyesi olan Mehmet Ali Acartürk, derneğimizin çeşitli çalışma gruplarına katkı
sağlamaktadır. Eşi matematik öğretmeni, oğlu ODTÜ İşletme ( SUNY ) mezunu
ve kızı Psikoloji okuyor. İnsanları ve doğayı seven, toplumun kültürel ve sosyal
değerlerinin korunmasına önem veren kişiliği ile etik ilkeler uygulanmasını
önemseyen, önce doğa, önce insan, önce emek diyen bir mezunumuzdur.
İrem Güngör (ID ’02) (Üye)
1980 Ankara doğumludur. 1998’de İzmir Amerikan Lisesi’nden mezun olduktan
sonra 2002’de ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans, 2003’de
Milano Scuola Politecnica di Design’dan “Master in Product Design” derecesini
aldı. İş yaşamına ürün tasarımcısı olarak devam etmekte; 2006 yılından beri
Paşabahçe A.Ş’nin tasarım ekibinde görev almaktadır.
İzmirli olmaktan gurur duyan Güngör, Ege’nin denizine ve zeytinine düşkündür.
Farklı aktiviteler denemeyi seven Güngör’ün ilgi alanlarına; karateden, halk
oyunlarına, latin danslarından fotoğrafçılığa; pek çok değişik konu girmiştir. Bir
seyahat tutkunu olarak yeni yerleri, bir Sonradan Gurmeler üyesi olarak yeni
lezzetleri keşfetmekten hoşlanan Güngör, seyahat yazılarını
www.iremgungor.blogspot.com’da yayınlamaktadır.
İngilizce ve İtalyanca’nın yanı sıra İspanyolca bilmektedir.
Mehmet Rasgelener (ECON-STAT ’78)
(Genel Sekreter)
Ankara Atatürk Lisesi’nden sonra, 1978 yılında ODTÜ Ekonomi ve İstatistik
Bölümü’nden mezun oldu. 1982 yılında Galler Üniversitesinde (UWIST) Liman ve
Gemicilik Yönetimi konusunda lisans üstü eğitimini tamamladı. İş hayatına 1978
yılında Türkiye İş Bankası A.Ş’nde Müfettiş Yardımcısı olarak başladı. 1980-1985
yılları arasında Ulaştırma Bakanlığı’nda Dünya Bankası Proje Koordinatorü, T.C
Turizm Bankası A.Ş’nde Marina Yöneticisi olarak çalıştı. 1985 yılından itibaren
de Başbakanlık Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nda, Daire Başkanı ve Genel
Müdür Yardımcısı, Tokyo Büyükelçiliği ve New York Başkonsolosluğu’nda Ekonomi
Müşavirliği görevlerinde bulundu. Ardından Hazine Müsteşarlığı’nda KİT’ler ve
Hazine Transferleri’nden sorumlu Genel Müdürlüğü’ne atandı ve Paris Büyükelçiliği
Ekonomi Başmüşavirliği’nden sonra emekli oldu. Hazine hisselerini temsilen,
İstanbul Gübre Sanayi A.Ş. ve T. İş Bankası A.Ş’nde Denetim Kurulu Üyeliği, Türk
Telekom A.Ş, Milli Reasürans A.Ş. ve emekliliği sonrasında da Aktif Şirketler
Grubu’nda Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Halen Anadolu
Sigorta A.Ş. ve İş Finansal Kiralama A.Ş.’nde Bağımsız Yönetim Kurulu Üyeliği
görevini sürdürmektedir.
5
HABER
Arif Cevizci (CENG ’87) (Üye)
1966 yılında Bursa da doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini Bursa’da, liseyi
Ankara Fen lisesindeyken AFS ile gittiği ABD’de tamamladı. 1989 yılında
ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği’nden mezun oldu. ODTÜ’nün 1980 sonrası
ilk örgütlerinden Uluslar arası Gençlik Topluluğu’nun (UGT) oluşmasında ve
yönetim kurulunda görev aldı. Mezuniyetinden sonra sırasıyla Unilever, Akbank,
STFA, Henkel Kurumsal ve Ecolab firmalarının bilgi işlem merkezlerinde değişik
görevlerde bulundu. 1997 yılında kendi bilgisayar firmasını kurdu. Halen kurucu
ortak olduğu ve faaliyet alanı, ERP ve MRP entegre ticari yazılımı olan Mikron
Eğitim Danışmanlık Mühendislik Ltd. Şirketi’nin yöneticiliğini yapıyor. Şehir ve
Bölge Planlama’90 mezunu Tülin Abay Cevizci ile evlidir ve bir kız çocuğu vardır.
Burcu Küçükbabacık (CHE ’00) (II.Başkan)
1978’de Mersin’de doğmuştur. 2000 yılında Kimya Mühendisliği bölümünden
mezun olduktan sonra ilaç sektöründe klinik araştırmalar biriminde çalışmaya
başlamıştır. Roche İlaç’ta Klinik Araştırmalar Proje Müdürü olarak görevini
sürdürmektedir. Sevdiği işi yapmaktadır ve bunun için kendini şanslı
hissetmektedir.
Okul yıllarından beri THBT’de çeşitli faaliyetlerde rol almıştır. Halk oyunu
oynamaya çalışmış, bağlama çalmayı denemiş; bunların hiçbirini çok iyi
yapamayıp iyi bir seyirci ve THBT ekibine tutkuyla bağlı bir insan olarak
yaşamını sürdürmeyi benimsemiştir. Eğlenerek çalışmayı tercih eder. Otomobil
kullanmayı ve seyahat etmeyi çok sever. Bir Mersin’linin yapabileceği kadar
snowboard yapar.
DERNEK’TEN
Münire Atıcı (EE ’2010) (Yedek Üye)
1988 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelmiştir. Babasının asker olmasından dolayı
çok gezmiş, doğu kültürünü de batı kültürünü de her yöreden farklı insanlar
tanıyarak öğrenmiştir. Hayatı, İzmir-Ankara-İstanbul üçgeninde geçmiştir.
ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden 2010 yılında
mezuniyeti sonrası İstanbul’a gelip yaratıcılığını en çok kullanabileceği alan
olarak gördüğü Ar-Ge alanında Arçelik’te yazılım tasarım mühendisi olarak
çalışmaya başlamıştır. Üniversitede faal olarak çalıştığı öğrenci kulüplerinin
yerini İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği ile doldurmaya karar verince üye
olmuş, BHÇG ile faaliyetlerine başlamıştır. Genel kurulda kendi yaşıtlarının
da dernekte temsil edilmesi gerektiğine inandığı için yönetim kurulu üyeliğine
aday olmuştur. Sevdikleriyle gezmeyi, yeni yerler görmeyi, kafasındaki projeleri
hayata geçirmeyi, arkadaşlarıyla yeni fikirleri tartışmayı çok sever. Tiyatroya
gitmek, resim yapmak, puzzle yapmak, gönüllü sosyal sorumluluk projelerinde
yer almak red edemeyeceği aktivitelerdir.
6
HABER
Serpil Kaya (IR ’08) (Yedek Üye)
1985 yılında Elazığ’da doğdu. Ailesinin Mersin’e yerleşmesi nedeni ile liseyi
bitirene kadar Silifke’de yaşadı. Lise gezilerinde görmeye gittiği ODTÜ’ye
hayran kalıp burada okumaya karar verdi. 2003 yılında girdiği Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldu. Adresi belli olsun diye ODTÜ’lü
abilerinin-ablalarının bolca bulunduğu İş Bankası’na girdi. Gerçekten de bolca
ODTÜ mezunu arkadaş buldu ve bu sayede dernekle tanıştı. Zaten unutmaya
niyeti olmadığı ODTÜ’yle bağlarını hep taze tutmak istediği için bulduğu yerde
yakasına yapıştığı ODTÜ’lüleri dernek camiası ile tanıştırmayı kendine görev
bildi.
Güçlü Gözaydın (ECON ’96) (Yedek Üye)
1971 yılında Eskişehir’de doğdu. Liseyi 1989 yılında Eskişehir Anadolu Lisesi’nde
(Maarif Koleji) tamamlamasının ardından ODTÜ İktisat Bölümü’ne girdi. ODTÜ
yıllarında başta “Yürüyüşler” ve “Forumlar” olmak üzere birçok “ders dışı”
faaliyeti aksatmadan sürdürdü. O zamanlar erkek yurdu olan 1. Yurt’taki 506
no’lu odada dört, Yüzüncü Yıl Mahallesi Me-Ko Sitesi’nde de iki yıl kaldı.”Mavi
Otobüslere” beleş olarak binen son nesildendi. “ODTÜ Ekonomi Topluluğu”nun
kuruluşunda yer alması kendisi için her zaman özel bir gurur kaynağı oldu.
Benzer şekilde, “Abra” dergisinde vakti zamanında yazısı yayınlandığı için
de hala gizli gizli gurur duymaktadır. 1996 da mezuniyetinin ardından, artık
mevcut olmayan iki bankanın fon yönetimi – hazine bölümlerinde başlayıp,
tıbbi yayınlarda editörlük-redaktörlük, bireysel emeklilik sektörünün gözetimdenetimi, operasyonel araç kiralamada fiyatlama yöneticiliği ve bir dönem de
“ev erkekliği” ile devam eden iş hayatı, beş yıldır bir bankanın risk yönetimi
bölümünde hazine kontrol ve raporlama yöneticisi olarak sürüyor. Büyük
çoğunluğu ODTÜ mezunu olan eski(meyen) arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi,
kitap okumayı, müzik dinlemeyi, sinemayı, futbolu, memleket ve dünya ahvali
üzerinde kafa yormayı seviyor. Arada bir “Biz ne zaman evlenmiştik yahu?”
diye soracak kadar süredir evli ve 16 aylık Zeynep’in de, bebekçe deyişiyle
“Babababa”sı.
Ömürden Sezgin (IE ’04) (Yedek Üye)
1981 Samsun doğumludur, aileden Tirebolu’ludur. Samsun Anadolu Lisesi’nin
ardından, 2004’te ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuş,
2004-2006 yıllarında Bosch’ta iş geliştirme mühendisi olarak çalışmıştır. 2006’da
Tayvan hükümetinin bursu ile Ulusal Tayvan Üniversitesi’nde Girişimcilik dersi
asistanlığı yapmıştır. ODTÜ Bilişim Yönetimi yüksek lisansına da sahip olan
Sezgin, aynı zamanda MMO danışma kurulu üyeliği yapmaktadır.
2007 yılından itibaren Marka Danışmanı olarak çalışan Sezgin; birçok firma
ve kurum için stratejik markalaşma ve iş geliştirme projelerini yürütmüştür.
“Marka Mühendisliği” üzerine yazılar yazmakta, eğitimler vermekte, panel
ve seminerlere konuşmacı olarak katılmaktadır. Sonradan Gurmeler ve
Sırtçantalılar yanında Gurmebüs adlı şehir etkinliğinin kurucuları arasında,
geliri ODTÜ burs fonuna giden TecrübEM ve SeyahatnamEM ortak kitaplarının
fikir sahibi, uygulayıcısı ve yazarlarındandır. Akşam Gazetesi’nde Lezzet Kaşifleri
adında ortak bir köşesi vardır. İyi derecede İngilizce, Almanca, Fransızca ve orta
derecede Çince bilmektedir. Twitter adresi: @omurdensezgin
7
HABER
Aysun Mercan (FAS ‘82) (Yedek Üye)
1959 Ankara doğumlu. Öğrenimini TED Ankara Koleji, ODTÜ İdari İlimler
Fakültesi İşletme Bölümü (Lisans)Ve University of Wales-Manchester Business
School (EMBA) da tamamladı. 1982 yılında Töbank’da Dış İşlemler Uzmanı
olarak başladığı meslek yaşamına yerli ve yabancı bankalarda kurumsal, ticari
bankacılık, proje finansmanı, yatırım bankacılığı, krediler alanlarında uzman
ve üst düzey yönetici olarak sürdürdü. 2001 ekonomik kriz sonrası Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu bünyesine alınan sorunlu bankaların çözümleme
sürecinde birçok başarılı projeyi yönetti. 2008 yılından bu yana Denizbank
FHG’nda Genel Sekreterlik görevini yürütmektedir. Okul yıllarında aletli
jimnastik ve eskrim branşlarında ferdi ve takım sporcusu olarak yarışmış, aletli
jimnastik dalında Uluslararası Federasyon kokartlı hakem ve antrenör olarak
çalışmıştır. Başta canlı performanslar olmak üzere, kültür, sanat olaylarının
takipçisi olup seyahat tutkunudur.
Emre Gözleveli (CP ’02) (Yedek Üye)
1978 yılında Sakarya’da doğdu. Babasının devlet memuru olmasının katkısıyla
Sakarya, Eskişehir ve Ankara kentlerini gezdi. Orta öğrenimini Eskişehir ve
Ankara’da, Eskişehir ve Ankara Atatürk Anadolu Liselerinde tamamladıktan
sonra 2002 yılında ODTÜ Şehir Planlama bölümünden lisans derecesini aldı.
Mezuniyet ertesinde İstanbul’da İTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünde
yüksek lisans eğitimine başladı. 2003 yılından buyana İSTON’da ürün tasarımcısı
olarak çalışmaktadır. Türkiye’de ve yurt dışında, kentlerde kullanılmakta olan
görebildiğiniz pek çok tasarım tescilli ürünü bulunmaktadır. İstanbul’daki
birçok projede ürünleri kullanılmaktadır. Taksi durağı, otobüs durağı, dere ıslah
elemanları bunlardan bazılarıdır. Çeşitli nedenlerle ara verdiği tez çalışmasına
halen devam etmektedir. Okçuluk sporuna ilgi duymaktadır.
Feryal Bekdik (CE ‘79) (Yedek Üye)
DERNEK’TEN
1955 yılında Viranşehir’de doğdu. Orta ve lise öğrenimini Urla Lisesi’nde
tamamladıktan sonra 1979 yılında ODTÜ İnşaat Mühendisliği’nden mezun
oldu. Çeşitli firmalarda Şantiyeci olarak çalıştıktan sonra, 1991 yılında ortağı
ile birlikte MAK-İN Mühendislik İnşaat ve Ticaret Ltd Şti’ni kurdu. Türkiye’de
ve yurt dışında taahhüt işleri gerçekleştirdi ve gerçekleştirmeye devam ediyor.
Gezi, tüplü dalış, iş dışındaki uğraşlarından olup aynı zamanda THBT üyesidir.
Gezi notlarını ODTÜ Ege Mezunlar Derneği Başkanlığı esnasında “Gün Olur Alır
Başımı Giderim” adıyla Burs Fonu yararına kitaplaştırmıştır. Kendisi gibi ODTÜ
İnşaat mezunu ve THBT’li oğlu olan Feryal Bekdik yakın zamanda babaanne
olmuştur.
8
bamex_ODTUgq215x28cp.pdf
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
1
13.02.2012
11:23
HABER
Marmara’nın Samanlı Dağı
Çilek bahçeleri
Bilge Seçmeler (EF ’01)
13 Mayıs 2012 Pazar
DERNEK’TEN
sabahı son zamanların en kasvetli
gününe uyanmıştık. Bir gezi fikri
ürkütücüydü. Tecrübelerim, uyku
mahmurluğu doğaya kendini
bırakınca bunları unutacaksın dese
de fırtınaya yakalanacağız korkusunu
üzerimizden atamadık. Kadıköy’de
son yürüyüşçüler arabamıza
biniyordu. Rehberimiz önceden
planladığımız rotanın aşırı yağmurlu
bir havada, dere kenarında yapılacağı
için zorlayıcı olacağını bildirdi. Ortak
akıl rota değişikliğinde birleşti. Yirmi
yıldır bölgede rehberlik yapmış
olan Erdoğan Bey, “Bu zamanlarda
Kartepe’de yağmur bir yerde toplanır.
Bu nedenle arka sırtlarda yağmura
rastlanmaz” dedi. Umut vadeden
sözler içimizi ferahlatmıştı.
Haritada Suadiye Beldesi’ne
10
bağlı Hüseyinli Köyü çevresini
dolaşıyorduk. GPS ler çalıştırıldı.
ODTÜ’lü mühendisler işi şansa
bırakamazlardı. Ne me lazım rehber
yarı yolda bırakırsa ya… Suadiye
Beldesi’nde bir köy kahvehanesinde
kahvaltımızı yaptık. Herkes
açlıktan önündeki enfes kahvaltıya
odaklanmıştı. Kahvenin duvarları
dikkatimi çekti. Günlük yaşantımız
güncellemeler ve versiyon
yenilemelerle kuşatılmışken her
nedense bu köy kahvesi 1950’li
yıllarda takılıp kalmıştı. Neden mi?
Duvarda Atatürk resmine alışık
geleneğimizin tam tersine, Adnan
Menderes bizlere gülümsüyordu.
Arabayla uzun bir dağ yolu
tırmanışı sonrasında 800 metre
yükseklikten 3,5 saat sürecek
yürüyüşümüze başladık. Bölge
için Küre dağlarının minyatürü
diyebiliriz. Yer yer çilek bahçeleriyle
karşılaşıyorsunuz.
İki kez küçük derecik geçişleri
deneyimledik. İleride büyük
nehir turlarımız için idmanlıydık.
Yolumuza çıkan bir salyangozun,
geçmiş zamanlarda pek ilgi
görmezken günümüzde kozmetik
endüstrisinin bir numaralı
hammaddesi olduğunu ve su
birikintilerinde ne kadar canlı
organizma yaşıyorsa o oranda
oksijen zengini olduğunu öğrendik.
Öğle yemeğimiz için Orman Bölge
Müdürlüğü Tesislerindeyiz. Yaban
domuzu avlarında kullanılan iki tatlı
köpek bizleri karşıladı. Elimizdeki
yemek torbaları dikkatlerini çekmişti
bile. Mangalımızı hazırladık. Haftaya
yeni bir başlangıca hazırdık.
HABER
Tarihi Pera’nın eşsiz manzaralı
Ponte’sinde aylık kokteylimizde buluştuk
Boğaz manzarasının büyüsüne öylesine kapıldık ki Mayıs
ayındaki bahar buluşmamızda Ponte’de yaptık..
DERNEK’TEN
Bahar Buluşması’nda yapılan
çekilişte Edirne, Vefa Zeyrek ve
Murat Belge ile Boğaz ve Yalılar
gezisi ile aylık pilates, tango ve
latin dansları kursu hediyesi
verildi.
12
HABER
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda
üç günlük çalıştay
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda dünyadaki bilim insanlarının heyecanla takip ettiği
“LHC Deneyleri”nin ele alındığı üç günlük çalıştay geçtiğimiz günlerde tamamlandı.
“Recent Developments in High
Energy Physics and LHC” adıyla
toplanan çalıştaya Cenevre’deki CERN
araştırma merkezinden katılımcılar,
Türkiye üniversitelerinden bu dalın
yetkin öğretim üyeleri ve birçok araştırmacı katıldı. Günümüz yüksek enerji
parçacık fiziğinin en güncel araştırma
konusu olan CERN-LHC hızlandırıcısında yapılan deneylerin ele alındığı
çalıştayda bilim insanları karşılıklı bilgi
alış verişinde de bulunma fırsatı yakaladı. Bu deneyler sayesinde, hızlandırıcıda
atom altı proton parçacıkları birbiriyle
çarpıştırılarak ortaya çıkacak sonuçlarda
evrenin işleyişi ile ilgili ipuçları aranıyor. Böylece, mevcut modellerin test
edilmesi ve bunların yetersiz kalması
halinde evrenin işleyişini açıklayan yeni
modellerin ortaya konulması söz konusu
olacak. CERN araştırma merkezi ile
proje bazında yapılan araştırmalar
dahilinde Türk üniversiteleri de LHC
deneylerine katılabiliyor. ODTÜ Fizik
bölümü deneysel yüksek enerji fizikçileri de bu deneylerde başından itibaren
sorumluluk aldılar. Gündelik hayatımıza
da katkı koyan birçok farklı sektörü
destekleyecek temel deney niteliğindeki
bu deneyin ele alındığı çalıştay boyunca
faydalı bilgileri paylaşma imkanı bulan
bilim insanları ODTÜ Kuzey Kıbrıs
Kampusu’ndaki çalıştaydan memnun
ayrıldılar.
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda Bahar
Coşkusu Athena ile Sonlandı...
ODTÜ
ODTÜ’DEN
Kuzey Kıbrıs Kampusu 11-13
Mayıs tarihlerindeki “Bahar Şenliği”
coşkusu Athena konseri ile sonlandı.
“Bahar Şenliği” aktivitelerinde açılış,
ünlü radyocu ve şovmen Geveze’nin de
14
üyesi olduğu Kuma Grubu’nun konseri
ile yapıldı. Üç gün süren şenlikte öğrenciler arası ses yarışması da düzenlendi.
Ayrıca öğrenci topluluklarının ilginç
aktiviteleri ile şenlik boyunca renkli
görüntüler ortaya çıktı. Cyprus XP ve
Pegasus’un “Altın Sponsor”; EBİ A.Ş.,
CIB Group ve Özel Güvenlik’in “Gümüş
Sponsor”luklarındaki şenlikte son gece
sahne alan sevilen müzik grubu Athena
ile de eğlence zirveye taşındı. Bu yıl,
“14. Türkiye Üniversitelerarası Ulusal
Münazara Turnuvası” da “6. Bahar
Şenliği” ile aynı tarihlerde ODTÜ Kuzey
Kıbrıs Kampusu’nda gerçekleşti. Türkiye
ve KKTC’den toplam 25 üniversite ve
yüksek okul ile 1 Anadolu Lisesi’nden
200’ü aşkın öğrencinin katılımıyla daha
da renklenen şenliğin son gecesinde
turnuva sonuçları da açıklandı.
HABER
Çernobil’in gölgesinde nükleer santraller
25 Nisan 2012 akşamı, Derneğimiz Bilimsel ve Külterel Çalışmalar Komisyonu tarafından
düzenlenen söyleşide Çernobil Faciası’nın gölgesinde Nükleer Santraller konusu ele alındı.
Arif Cevizci (CENG ’89)
Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi
Erhan Karaçay ve EMO İstanbul Şubesi
Yönetim Kurulu Başkanı Beyza Metin’in
konuşmacı olarak katıldığı söyleşide
ilk sözü alan Beyza Metin çoğumuzun
yakından tanık olduğu Çernobil
Faciası’nı anlatarak sözlerine başladı.
“Çernobil Faciası, Ukrayna’nın
başkenti Kiev’in (o dönem SSCB’nin
parçasıydı) 140 km kuzeyinde
kurulmuş olan Çernobil Nükleer
Santralı’nda gerçekleşti. Her biri 1.000
megawatt (MW) gücünde olan dört
reaktörün hatalı tasarımının yanı sıra,
reaktörlerden birinde deney yapmak
için güvenlik sisteminin devre dışı
bırakılıp peşpeşe hatalar meydana
gelmesi nedeniyle oldu. Büyük patlama,
26 Nisan günü gece saat 01:23 meydan
geldi. Bu patlamanın ayrıntıları
tam olarak bilinmemekle birlikte,
denetim dışı bir çekirdek tepkimesinin
gerçekleşmiş olduğu tahmin
edilmektedir. Zamanın yetkilileri
bütün nükleer kazalarda olduğu gibi,
uzun zaman Çernobil kazasını dünya
halklarından sakladılar. Bugün bundan
dolayı nükleer karşıtlarının en önemli
taleplerinden biri, kazalar hakkında
şeffaflık ve ayrıntılı bilgilenme isteğidir.
Kazanın ilk günlerinde, 13 bin çocuk
tiroid kanserine yol açan kısa ömürlü
bir radyoaktif izotop olan iyot - 131
içeren gazları solumuştu. Şu ana kadar,
resmen Çernobil faciasının kurbanları
olarak tanınan, 356 bini temizlikçi, 870
bini çocuk olmak üzere, 3 milyondan
fazla insanın yararlanması için Ukrayna
hükümeti, bütçesinin yüzde 5’inden
fazlasını harcıyor.
Halen yaklaşık 20 milyon küri’lik
radyoaktivite düzeyine sahip olan 10
binlerce ton nükleer yakıt ve reaktör
parçası, bölgedeki 800 değişik sahada
gömülü duruyor. Bu radyasyonla
tehlikeli boyutta kirlenmiş bölgeyi
temizlemek, en az 30 yıl ve milyarlarca
dolara mal olacak.
Kaza nedeniyle Avrupa’da birçok ülke
büyük ekonomik kayıplar yaşadı. Belarus
hükümetince kazadan sonra yapılan
tahmine göre, 1986 - 2005 yıllarındaki
toplam ekonomik yıkımın bedeli, 235
milyar dolar oldu. 1994’de kadar Belarus
hükümeti bütçesinin yüzde13,46’sını
Çernobil kazasının etkilerini en aza
indirmek için harcamıştı.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a
göre (Temmuz 2004) , “Belarus’ta,
Ukrayna’da ve Rusya Federasyonu’nda
en az 3 milyon çocuğun (Çernobil
kazasına bağlı olarak) fiziksel tedavi
görmesi gerekmektedir. Meydana gelen
ciddi tıbbi durumdan etkilenenlerin
tam sayısını, 2016’dan önce
öğrenemeyeceğiz. Birleşmiş Milletler
İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre
ise Çernobil Felaketi sonrası “İtalya’nın
yarısı kadar bir alan, yaklaşık 150 bin
km2 kirlenmiş ve Danimarka’dan biraz
daha büyük tarımsal alan, yaklaşık 52 bin
km2, harap olmuştur. Yaklaşık 400 bin
insan yeniden yerleşime tabi tutulmuş.
6 milyon insan etkilenmiş alanlarda
yaşamaya devam ediyor. Çernobil
felaketinden doğrudan etkilenen üç
ülke, felaketin sürüp giden etkileriyle
baş edebilmek için milyonlarca dolar
harcamak zorunda kaldığından bölge
ekonomileri durgunluğa girdi. Özellikle
çocuklar arasında kronik sağlık
problemleri kol gezmektedir.”
Türkiye’de ise felaketin etkileri çok
hafife alındı. Çok ciddi bir önlem
alınmadı. Dönemin Sanayi ve Ticaret
Bakanı Cahit Aral,“Dininize, imanınıza
inandığınız gibi inanın ki Türkiye’de
böyle bir tehlike yoktur” diyerek
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK)
Başkanı Ahmet Yüksel Özemre’yle
birlikte televizyonlarda sözüm ona
radyasyonsuz çay içti.”
Söyleşi Erhan Karaçay’ın nükleer
santraller ile ilgili konuşmasıyla devam
etti. Fukuşima kazasından geriye giderek
geçmişteki kazalar, kapatılan santraller,
alternatif ucuz ve çevreci enerjiler
tartışıldı. Derneğimizde oluşturulan
ENERJİ komisyonumuz, bu konuda
daha fazla çalışma yaprak ülkemize
katma değer ortaya koyacak çalışmalara
imza atmayı hedefliyor.
GEÇMİŞ YILLARDA NÜKLEER KAZALAR
DERNEK’TEN
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO)
15
HABER
ÇOK EĞLENCELİ BİR FİKRİM VAR!
METUTECH-ATOM 3. kez kapılarını
genç girişimcilere açıyor
ODTÜ Teknokent Animasyon Teknolojileri ve Oyun Geliştirme Merkezi (METUTECHATOM) yeni, fikirleri desteklemek için genç girişimcileri bekliyor. Fikrine güvenen bu
fırsatı kaçırmamalı!
Dijital Oyunlar artık
ODTÜ’DEN
hayatımızın her alanında bizlere
büyük keyif veriyor. Teknolojinin
de hızlı gelişmesiyle internet başta
olmak üzere birçok farklı platformda
oyun oynama olanakları arttı ve şu
anda dijital oyunlar global pazarlarda
ekonomik olarak en hızlı büyüyen
sektörlerden bir tanesi oldu.
2010 yılında 67 milyar dolar
büyüklük, 2011’de 74 milyar dolar
oldu. 2015 yılında 110 milyar doları
geçeceği tahmin edilmektedir.
Belirli oyunlar piyasaya çıktıkları an
rekorları alt üst ediyorlar. Activision
tarafından piyasaya sürülen Call of
Duty: Black Ops, ilk beş günde 650
16
milyon dolarlık satış hasılatı elde
etti. Angry Birds oyunu firmasına 100
milyon dolardan daha fazla hasılat
elde ettirmişti.
Türkiye de dijital oyunlar için
önemli bir pazar. Oyun oynayan
kişi sayısının 10 milyonu aştığı
bilinmekte. Türkiye Facebook genel
kullanımında 33 milyon kişiyle
dünyada beşinci sırada yer alıyor.
Ayrıca bilgisayar başında geçirilen
saat son 4 yıl içerisinde 3,5 saat
artmış durumda. Özellikle internet
kafelerin varlığı (Türkiye genelinde
22.500 tanedir) ve okullarda
bilgisayarların kullanılmasıyla
dijital medyanın (PC, internet ya da
dijital oyunlar) erişim alanı oldukça
genişledi. Yani bilgisayar ve dijital
oyun sektörü anlamında Türkiye’de
çok yüksek bir potansiyele sahip ve
hızla büyümekte olan bir ülke.
METUTECH- ATOM
Türkiye’de dijital oyun sektörünün
gelişmesi açısından önemli girişimler
yaşandı. Bunlardan en önemli
olan ODTÜ Teknokent Animasyon
Teknolojileri ve Oyun Geliştirme
HABER
Başvuru için:
www.metutech-atom.org
Bilgi için:
Animasyon Teknolojileri ve Oyun Geliştirme Merkezi
(METUTECH-ATOM)
Tel: 0 312 210 64 00/134
e-posta: [email protected]
Destekleme Süreci
Hedefler:
- Dijital oyun ve animasyon konusunda uzmanlaşmış bir küme
yaratmak,
- Akademisyenlerin, firmaların ve öğrencilerin bir arada çalışacağı
bir platform yaratmak,
- Dijital sanatlar konusunda toplumda bilinç ve bilgi havuzu
yaratmak,
- Üniversite-sanayi işbirliğini etkin ve sürekli hale getirmek,
- Sektörün geliştirilmesi ve ATOM firmalarının ülke genelinde
tanıtımının sağlamak,
- Sektör özelinde diğer ülkelerle işbirliğini geliştirmek.
Merkezi (METUTECH-ATOM), 2008
yılında kurulmuş Türkiye’deki ilk ve
tek ön kuluçka merkezidir. Ön kuluçka
programları, yaratıcı fikirlerin
deneyim ve finansman eksiklikleri
yüzünden ticari hayata başlayamadan
kaybolmalarını engellemek amacıyla
oluşturulmaktadırlar.
METUTECH-ATOM’un kuruluş
amacı dijital oyun ve animasyon
üzerine yaratıcı fikir ve projelerin
kaybolmasını önlemek ve ODTÜ
Teknokent deneyimi ile başarılı ticari
değere dönüşmelerini sağlamak.
Ayrıca, ODTÜ Teknokent’in vizyonu
ve hedefleri doğrultusunda bu
sektörlerde bölgesel, ulusal ve
uluslararası düzeyde bir başarılı
bir ekosistem yaratılması ve sektör
özelinde girişimciliği özendirerek
nitelikli iş gücü yetiştirilmesi
hedeflenmekte. Ön kuluçka
programı kapsamında dijital oyun ve
animasyon sektörüne odaklanmada,
ODTÜ Teknokent’te bilişim ve
özellikle simülasyon teknolojikleri
alanında altyapıyı kullanma ve
Türkiye’de henüz var olmayan bir
sektörü ODTÜ ve ODTÜ Teknokent
öncülüğünde oluşturma gayreti ön
planda tutulmakta. Bu kapsamda,
ATOM’un faaliyet gösterdiği 4 yıl
boyunca ODTÜ Teknokent özelinde
ve Ankara’da sektörel ekosistemin
oluşturulması yönünde başarılı
adımlar atılmıştır.
Ön Kuluçka Programının
Kapsamı:
METUTECH ATOM’da potansiyel
girişimciler 3 aşamalı bir seçim
1. Aşama: Proje Önerisi Hazırlama ve
Ön Eleme
2. Aşama: Girişimcilik ve Sektörel
Eğitimler, İş Planı Hazırlama ve
Değerlendirme
3. Aşama: Altyapı desteği,
Danışmanlık, Mentorluk, Yatırım ile
Buluşma ve Şirketleşme
ATOM’da gruplar bir sene
boyunca desteklenmektedirler.
Bu sürenin sonunda gruplardan
şirketleşmeleri beklenmektedir.
Bu sürenin sonunda yeni kurulan
şirketler ODTÜ KOSGEB
TEKMER’e alınırlar. TEKMER’de
2 ila 3 sene desteklenirler ve
mezuniyetleri ardından ODTÜ
Teknokent firması olurlar.
ATOM Neler Başardı?
Bu tip destekler sayesinde, 3
sene içinde, 12 proje grubundan
8’i kendi ayakları üzerinde
durabilen oyun ve animasyon
şirketleri haline geldiler. Örneğin,
Atom firmalarından Kodobur
telekomünikasyon firmalarına
3 boyutlu gündelik oyunlar ve
firma ve kamu kurumlarına
animasyon filmler yapmakta.
Zibumi, hem yerli ve yabancı
firmalara hem de kendi web sitesi
üzerinden eğlence, eğitim ve sağlık
alanlarında bilgisayar, web ve
mobil tabanlı gündelik oyunlar ve
uygulamalar geliştiren bir stüdyo
oldu. Geliştirdikleri bir oyun Şubat
2012’de Apple platformlarında en
fazla indirilen uygulama olmayı
başardı. LamaGama firması ise
Play Station oyunları geliştirmekte.
Ayrıca geçen sene en başarılı
ve en hızlı büyüyen girişimci
firma seçildi. Ayrıca online, cep
bilgisayarları ve cep telefonlarına
oyun ve yazılım geliştiren Mil
Oyun firması İngiltere ofisini
açtı. Şu anda METUTECH-ATOM
bünyesinde 6 grup desteklenmekte.
Siz de hayallerinize güveniyorsanız
METUTECH-ATOM’daki yerinizi
almalısınız.
17
FORUM
’68 ruhuna her zamankinden
daha fazla ihtiyaç var
5 Mayıs tarihinde ODTÜ Mezunlar Derneği Vişnelik Tesisleri’nde “‘68’li, ‘68’i, Bugünü,
Yarını nasıl değerlendiriyor?” konulu forum yapıldı. Forumun tartışılan konuları ve
sonuçları üzerine bir yazıyı okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Tayfur Cinemre (ME ’78)
Kendi göbeğini kendi kesmiş
kuşak
ODTÜ’DEN
Forum kavramı aslında ODTÜ’nün
bir icadı ve onun Türkiye devrimci
hareketine bir armağanıdır. Forum,
bizzat harekete geçmek, yapılacak
şeyleri sıralamak, ortaya bir hedef
koymak olarak düşünülürdü. Bu
forumun da bir hedefi vardır: Bir
sempozyuma dönüşmek.
‘68 hareketinde yer alanlar sadece
sosyalistlerden ibaret değildi. İçinde
devrimci sosyal demokratlar, anarşistler
ve kendini devrimci olarak adlandıran
herkes vardı. ’68 bir dünya hareketiydi.
Bunu görmemiz bizleri derinden
etkiledi. Kendimiz gibilerin ABD’de,
Paris’te, Filistin’de, Vietnam’da, Küba’da
varlığını ve mücadelelerini bilmek
bizleri heyecanlandırıyordu.
Bu kadar Enternasyonal beslenen bir
hareket, elbette Türkiye’de de kendi
sınırlarını aşmak isteyen insanlara
büyük bir ufuk oluşturuyordu. ’68
hareketi kitlelerin hoşnutsuzlukları
kadar umutlarından da doğmuştu.
Kendinden önce olmadığı şekilde
hegemonyaya, otokrasiye ve statükoya
karşı bir devrimdi. Bu anlamda kendi
göbeğini kendisi kesmiş bir kuşaktır ’68
kuşağı. Her ülkenin kendine özgü bir
‘68’i var. Eylemlerin yayıldığı zaman
dilimi, eylemlere katılan toplumsal
kesimler ve gündeme getirilip tartışılan
sorunlar açısından farklılıklar vardır.
Bütün bu farklılıklara rağmen farklı
ülkelerde gerçekleştirilen eylemleri
büyük ‘68 başkaldırısının parçası
18
FORUM
haline getiren ortak yanlar vardır.
Bunlar antikapitalist, antiemperyalist,
enternasyonalist, antibürokratik ve
antiotokratik eğilimdir.
“68’liler demokrat mıydı?”
Bu soruya şu yanıtı verebiliriz: Biz
demokrasiyi forumlarda, öğrenci
hareketlerinde yaşadık. Bu forumlara
herkes katılıyordu ve herkes kendi
eğilimlerini dile getirme hakkına sahipti.
Kimse bu forumlardan atılmadı. Şiddeti
önce devletin güçleri ve paramiliter
faşist çeteler başlattı. Biz ise dövüşmeye
savunma saiki ile başladık.
Biz bir demokrasi geleneğine
sahiptik. Birçok öğrenci köylere
giderek sorunlarını dile getirmeleri
için toplantılar düzenlediler. Bu
toplantılarda daha çok köylüler
konuşurdu. Kendi sözümüz değil,
onların sözü önemliydi.
‘68’in devrimcileri, halkını karanlık
bir ormandan geçirmek için yüreğini
çıkartarak yakan ve böylece karanlığı
aydınlatan efsane kahramanı gibiydiler.
Onlar, eşitlikçi bir toplum için
hayatlarını feda ederken geleceğe ışık
tuttular. Bugüne kadar gelen bir ışık ve
bir çığlık oldular. Denizler, toplumdaki
haksızlıklara karşı mücadelenin ön
saflarında yiğitçe dövüştüler, ödün
vermediler ve gerektiğinde dimdik
darağacına yürüdüler. Bunu artık
yalnızca onların dostları kabul
etmiyor, düşmanları da kabul etmek
zorunda kaldı. Denizlerin hareketi
‘68 hareketinin bağrından doğmuştur
ve bu hareketin antikapitalist ve
antiemperyalist niteliği açıktır.
Mücadeleleri birçok devrimci için
esin kaynağı olmuştur. Bugün de esin
kaynağıdır.
Yüreği büyük hareket
Hüseyin İnan “Vietnam halkıyla
dayanışmak enternasyonalist
bir görevdir, ama yanı başımızda
kurtuluşları için savaşan halklar var,
onlarla da dayanışmak enternasyonalist
bir görevdir” demiştir. Denizlerin örgütü
küçücük bir örgüttü. Ama yüreği büyük
bir örgüttü. Bölgemizdeki ve dünyadaki
kurtuluş hareketleriyle kucaklaşmak
isteyen bir hareket, yüreği büyük bir
harekettir. Hepimizin bildiği gibi ‘68
yenildi. Yenilginin nedenlerini anlamak
günümüz ve geleceğimiz açısından
önemlidir. Bu nedenle ‘68 elbette
eleştirilmelidir. Ama bazı çevreler
‘68’i eleştiriyoruz diye başlayıp onun
iz bırakmadan kaybolduğunu iddia
ediyorlar. Bu doğru değildir. Marksist
düşünür Immanuel Wallerstein,
şöyle söylüyor : “İnsanlığın tarihinde
paradigmaları değiştiren iki dünya
devrimi vardır. Biri 1848, diğeri ise
1968’de yaşanmıştır. Bunlardan ilki
1789 devriminin aşılması, yetmiş yıl
sonra gelen 1917 devrimininse provası
olmuştur. 1968 ise 1917 devriminin
aşılmasıdır. Neyin provası olduğunu
ise tarih gösterecektir. Hem 1848, hem
de 1968 kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Ve her ikisi de tarihsel birer yenilgiyle
neticelenmiştir. Ne var ki her ikisi de,
dünya politik sistemini derin ve geri
çevrilemez bir biçimde değiştirmiştir”
‘90’lı yılların ortalarından günümüze
kadar gelişen ve sık sık hareketler
hareketi olarak tanımlanan bir hareket
var. Buna ikinci ‘68 diyenler de var.
Birçok harekette olduğu gibi bunun
da bir reformist, bir de radikal kanadı
var. Reformist kanadını, ATTAC ve
benzeri STK’lar oluşturuyor. Kapitalist
sistemin reforme edilerek insanca
yaşanılır bir hale getirilebileceğine
inanan bu kanat, kendilerini alternatif
küreselleşme hareketi olarak
adlandırıyorlar.
Radikal kanat ise ne kadar reform
yapılırsa yapılsın bu sistem insanca
yaşanılır bir sistem haline getirilemez,
kapitalist sistem yıkılmalıdır
düşüncesini savunuyor. Yunanlılarla
Türklerin, Filistinlilerle İsraillilerin
yan yana yürüyebildiği enternasyonal
bir platform oluşturmayı başarmıştır.
Bürokratik yapılara karşı tavır
almıştır. ‘68’in mirasını radikal
kanatın sloganlarında da açıkça
görmek olanaklıdır. Günümüzde
kapitalizm tarihinin en büyük krizini
yaşamaktadır. Küresel ekonomik
ve ekolojik kriz dünyamızı kritik
bir yol ayrımına getirmiştir. Kâr
maksimizasyonu için dünyanın tüm
kaynaklarını sorumsuzca ve sınırsızca
metalaştırarak tüketen kapitalizm,
bu krizin yegane sorumlusudur.
Bugün paranın dünya çapındaki
korkunç akışkanlığı ve rekabetine ve
metalaşmanın sınırsız yaygınlaşmasına
kimse karşı koyamıyor. Ancak
Kapitalizmin bu çarkı sürdürülebilir
değildir, çünkü tüketim ekonomisi
doğanın sınırlarını zorlamaktadır.
Kapitalizm daha önceki dönemsel
krizlerinden farklı olarak, nihai bir
krizin içine girmiştir. Bilinen krizden
çıkış yöntemleri artık işlememektedir.
İklim değişikliğiyle mücadele,
kapitalizmle mücadele için güçlü bir
fırsat yaratmaktadır.
Ancak, “Tarih bizden yanadır”
yanılgısından uzak durmalıyız. Daha
iyi bir dünya yaratabilmek için bugün
insanlığın yüzde 50-50’lik bir şansı
vardır. Tam da bu nedenle, ’68 ruhuna
bugün, her zaman olduğundan daha
fazla ihtiyaç vardır.
19
1 MAYIS
Venezüella’da 1 Mayıs
kutlamaları
Venezüella’da yaşayan Levent Çorbacıoğlu Caracas’da katıldığı 1 Mayıs kutlamasını ve bu
görkemli kutlamanın ardındaki sosyal ve politik gözlemlerini aktardığı yazısında “insanların
bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşayabileceği, ne yoksulluk, ne
sömürünün olduğu, insanca - hakça bir düzen” ümidinin devam ettiğini söylüyor.
Levent Çorbacıoğlu (ME ’76)
GÜNDEM
Emperyalizme
karşı verdikleri
tarihsel mücadeleleri ile gururlanan
Vietnam, Çin, Laos, Kamboçya ve eski
Sovyet ülkeleri gibi birçok ülkeyi görme
şansım oldu. Bu ülkelerde bile, para’nın
her şeyi nasıl etkisi altına aldığını, insanların depolitize edilip, emperyalizme
karşı verdikleri yoğun ve kanlı mücadele
hiç yaşanmamışcasına uluslararası sermaye ile kolkola yaşamaya alıştırıldıklarını hayret ve ibretle gözlemledim.
Özgürlük ve demokrasi maskesiyle
uluslararası sermaye; ülke politikalarını
ele geçirmeye, özelleştirme politikalarını
bütün ülkelere empoze etmeye, para’nın
gücünü ön plana çıkarmaya devam
ediyor. Sosyal adalet, eşitlik, doğaya ve
insana saygı gibi moral değerler önem-
20
sizleştiriliyor. Para hırsına, insan ve doğa
acımasızca harcanıyor, hırpalanıyor.
Kısa vadeli çıkarlar uğruna, insanların
geleceği düşüncesizce karartılıyor.
Bu gidişe karşı direnişin bittiğini söyleyemeyiz ama direnenlerin ne kadar
azaldığını da görmemezlikten gelemeyiz.
1 Mayıs’ı, uluslararası emek günü olmaktan öte; kardeşlik, dayanışma, eşitlik, özgürlük, yoksulluğa, ayrımcılığa ve sömürüye karşı mücadelenin simgesi olarak
gördüğüm için, 2012’nin 1 Mayıs’ını, son
kalelerden biri olarak gördüğüm Küba’da
geçirmeyi planlamıştım.
Ama şirketimin Venezuella’da iş alması
üzerine Şubat başında Venezuella’ya
gelince planımı gerçekleştiremedim.
Burada PDVSA’da (Venezuella’nın Milli
Petrol Şirketi) çalışıyorum.
İnternetten Taksim’deki 1 Mayıs’ı izlerim diye düşünürken, birlikte çalıştığım
mühendis arkadaşın davetini kabul
ederek Caracas’da 1 Mayıs kutlamasına
katıldım. Venezüella’da sosyalizme ve
Chavez’e karşı olan ilgi, destek ve sevgı
inanılmaz boyutta. Temas ve gözlemlerim, insanların önemli kısmının samimiyetle Chavez’i ve politikalarını desteklediğini gösteriyor.
Chavez’in devletleştirme politikaları
sayesinde ülkeden atılan yabancı sermayenin senelerce ülkeyi sömürdüğüne
inanıyorlar ve şimdi kendi imkanlarıyla
ayakta durmaya çalışıyorlar.
Şu anda bile ülkenin genel durumu pek
iç açıcı olmamakla beraber, eskiye göre
1 MAYIS
çok daha refah içinde yaşadıklarını beyan ediyorlar. Dünyanın 8. büyük petrol
ihracatçısı olan bir ülkenin hâlâ bu kadar
yoksullukla boğuşmasındaki temel
nedenin buranın insanında değil yabancı
sermayenin sömürüsünde aranması
gerektiği kanısındayım.
2000 seçimlerini de başarıyla kapatmış.
Chavez’in uyguladığı politika, yoksullar
tarafından desteklenirken, sermaye
çevrelerinin tepkisini çekince, 2002’de
batı sermayesi destekli bir askeri darbe
denemesi olsa da Venezüella’nın her
köşesinden Caracas’a gelen binlerce
Chavez taraftarı, bazı askeri birliklerin
de desteğini alarak, Başkanlık sarayını
kuşatarak kansız bir şekilde Chavez’i 47
saat sonra yeniden göreve getirmiş.
Demokratik yollarla seçilen sosyalist
Başkanı indiren sermayeye karşı, halkın
gösterdiği bu iradeye saygı duymak ve
takdir etmekten başka ne yapılabilir ki.
2006’daki seçimlerde oy oranını %63’e
çıkartan Chavez’in politikasının çıkış
noktasını anti-emperyalizm olarak
görüyor ve 21. Yüzyıl sosyalizmini inşa
ettiğini söylüyor.
Benim, Chavez ve sistemi ile ilgili olarak
algıladığım şu:
Birincisi, muhteşem bir hatip. 13 Ocak
2012’de 9 saat aralıksız (tuvalete bile
gitmeden) yaptığı rekor konuşması
var. Yoğun kanser tedavisi gormesine
karşın hala televizyonda canlı yayınlarda neşeyle, uzun uzun konuşuyor ve
takdir topluyor. Chavez’e göre Bolivarian
Sosyalizmi; dayanışma, kardeşlik, sevgi,
adalet, özgürlük ve eşitlik ilkeleri ile beslenen, ortak mülkiyetciliğe ağırlık veren,
özel mülkiyetin sosyal amaç ve çıkarlar
için kullanılmasını teşvik edrn, Rus ve
Çin’de uygulanan Marksist politikalar
ile İsveç’te uygulanan sosyal demokrat
politikaların ve hatta kapitalist sistemin
hem dışında, hem içinde, yeni bir yol.
Dünyanın her tarafında özelleştirme
yarışı yapılırken burada ciddi bir devletleştirme yaşanıyor. Petrol, enerji, çelik,
madenler, telekomünikasyon, bankacılık
devletleştirilmis durumda.
Şu anda ülkenin tüm petrol kaynakları
devletin kontrolu altında ve batılılar,
istedikleri gibi at oynatamamanın
rahatsızlığı içindeler. Bu nedenle, el
altından, anti-Chavez hareketlere destek
verdiklerini ve ülkede kaos çıkarmak icin
çalıştıklarını söylemek kehanet olmaz.
Ülkenin bir türlü istenen ivmeyi gösterememesinde bunun payı olduğunu
düşünmek yanlış olmaz.
İşte Chavez sevgisinin altında yatan bu.
Caracas’ta katıldığım 1 Mayıs kutlamasında 6 saat boyunca kızıl bir nehirin
içerisinde akıyormuşum gibi hisettim
kendimi. Gözün alabildiği her yer kıpkırmızı idi. Bizdeki 1 Mayıs gösterilerinden
farklı olarak, bir tek güvenlik noktasından bile geçmeden, bir tek polis görmeden yürüyüşümüzü yaptık. Herkes neşe
ile, karnaval havası içinde dans edip, güle
oynaya yürüyüşünü tamamladı. Zaten
Güney Amerika insanının temel iki
özelliği sıcak kanlılıkları ve müziğe olan
düşkünlükleri. Romantik bir hayal bile
olsa, hala, “insanların bir ağac gibi tek ve
hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşayabileceği, ne yoksulluk, ne sömürünün
olduğu, insanca - hakça bir düzen” dilek
ve ümidimi muhafaza ediyorum ve bu
umut içimi rahatlatıyor.
Buradaki atmosfer içerisinde bu hayali
kurabilmenin, Türkiye’dekinden cok
daha kolay olduğunu itiraf etmem gerek.
Emek Bayramınız kutlu olsun !!
21
İÇİMİZDEN BİRİ
Bankacılığa yön veren
ODTÜ’lüler
Mehmet Sezgin (Man ’84) ve Cüneyt Sezgin (Man ’84) aynı dönem ODTÜ’de aynı
bölümde okumuş, aynı sınavı geçip aynı bankada bankacılığa adım atmış ve şu anda
aynı bankada üst düzey yönetici olan iki ODTÜ’lü.
Birçok
ortak özelliğe sahip olan Mehmet Sezgin ve Cüneyt Sezgin’in soyadları
da aynı.Herkesin sandığı gibi kardeş
veya amcaoğlu değiller ama ömürlerinin
nerdeyse 20 yılını birlikte geçirmiş iki
yakın dostlar. Yoğun programları içinde
kırmadılar, dergimiz için bir araya geldiler ve bizlere hem ODTÜ yıllarını hem de
bankacılık serüvenlerini anlattılar.
SÖYLEŞİ
ODTÜ yıllarınız nasıl geçti?
Cüneyt Sezgin: Ben İstanbul’dan
gelmiştim, ODTÜ’yü tercih etmemdeki
neden de Ankara’ya olan aşinalığımdı.
Ayrı evde kalacak olmamın da etkisi
vardı ama en önemlisi ODTÜ’nün
saygın, iyi eğitim veren bir okul olmasıydı. Bizim dönemimiz çok enteresandı. Okula başladığımda iki boykot
yüzünden telafi eğitimleri yapılıyordu.
O yüzden ben 1979’un 16 Aralık’ında
okula başladım. 12 Eylül bir yandan,
kapitalizmin yükselişi diğer yandan ve
okulda yaşanan direnişlerle çok değişik
bir dönemdi. Türkiye’nin değiştiği bir
dönem olmasına rağmen ODTÜ bu
kadar çabuk değişmedi. ODTÜ’nün eğitimi çok iyiydi ve o hiç değişmedi (YÖK
sonrası hoca kaybetmesine rağmen).
Bizler de birey olarak etkilendik elbette
o geçiş döneminde. ODTÜ’de Amerikan pazarlama kitaplarını okumamıza
rağmen dünyayı daha farklı okuyup bu
ikisinden bir sentez çıkarmak, farklı
söylemler geliştirmek durumunda
kaldık.
22
İÇİMİZDEN BİRİ
“Hak etmeden alamazsın,
ODTÜ bu konuda katıydı; bize
sabretmeyi, değerini bilmeyi,
direnci öğretti. ”
Mehmet Sezgin: Ben İzmir’den geldim
ve yurtta kaldım. Çok değişim gösteren
bir dönem oldu, sürekli yurda baskınlar
yapılırdı. Kampüse girerken hepimiz
inerdik, otobüs aranırdı sonra tekrar
binerdik. Bunun gibi birçok örnek var.
Mesela çay yapacaksınız ama yurtta
ocak yasak. Buzdolabı diye bir şey zaten
yok. Odalarda altı kişi kalırdık, yan
odayla beraber toplam on iki kişi bir
tuvalet ve banyo kullanırdık. Ama aynı
zamanda en iyi arkadaşlıklarımızın
oluştuğu yıllardı. İmkanlar çok azdı
ama mutluyduk. Hala da arkadaşlığımız devam ediyor. ODTÜ orta gelirden
gelen ailelerin çocuklarının geldiği bir
okuldu. Hepimiz çalışarak bir yerlere
gelmeye hevesliydik. O yüzden hocalar
“çalışın” derlerdi. Osman Ataç hocamız şöyle derdi: “Valla en zor konu bile
altmış dört kez okunduğunda anlaşılıyor çocuklar “. Çok çok iyi hocalarımız
vardı. ODTÜ gerçekten çok iyi eğitim
veren bir okul.
O dönemde ODTÜ sizin üzerinizde
nasıl bir etki bıraktı?
C.S.: Kariyer yolu seçimimizde tabiî
ki okuduğumuz bölüm çok etkili oldu.
İşletme mezunuyduk ve ona yakın alanlara girecektik. Turgut Özal dönemine
kadar pazarlamacılık ön plandaydı.
Seksenlerin ortalarına doğru bankacılık
hareketlenmeye başladı. Yeni yapılanma olmuştu ve bizler de o dalgaya denk
gelerek bankacılığa girdik. Okuldaki
genel hava aslında bize iki şeyi öğretti.
Amerikan kapitalizminin ana konularını almak, öğrenmek ama aynı zamanda
toplumsal vicdana sahip olmak, adaletli
olmak, ilkesel duruş edinmek ve toplumsal çıkarları da dikkate almak. Bence ODTÜ’nün hepimizde yarattığı iyi
sentez ve ODTÜ’yü farklı kılan budur.
İkinci önemli konu da “Bir şey kolaysa
iyi değildir” inancını yerleştirmesi. Bu
nedenle ODTÜ’de şunu öğrenirsin: ne
kadar çalışırsan o kadar başarırsın. Hak
etmeden alamazsın, ODTÜ bu konuda
katıydı; bize sabretmeyi, değerini bilmeyi, direnci öğretti.
kartları olunca markalama, fiyatlama,
reklam yani pazarlamanın ana konuları
da dahil oluyor.
M.S.: Ailemizden aldığımız değerin
devam ettiği bir okul olduğu için rahat
ettik bence. “Çalışırsan mutlaka başarırsın” anne babalarımızın söylediği
şeylerdi. Türkiye Cumhuriyeti kuşaklarında “çocuklarımızı daha iyi eğitelim
bizden daha iyi olsunlar” bilinci vardır.
En klasik anne baba duruşu budur.
Babam okula ilk geldiğimde “ Ne mutlu
ki devlet sana böyle bir okulda okuma
imkanı tanıdı. Bundan daha güzel bir
okul nasıl olabilir ki” demişti. Üniversiteliler toplumun bir parçası olmak
zorundalar. Üniversiteyi sadece eğitim
olarak düşünmemeliyiz. ODTÜ’de her
şeyin sorgulanması, böyle bir toplumsal
kültür olması çok değerli. Zaten her
şey o sorgulamadan çıkıyor. Çalışma ve
sorgulama ODTÜ’nün verdiği önemli
iki değerdir.
Mehmet Bey ‘bonus card’ın yaratıcısı
olarak biliniyorsunuz. Bonus’un hikayesini sizden dinlemek isteriz.
MS: Bunlar tek başına yapılabilecek
işler değil ama ‘bonus card’ın çıkma
fikrinden beri ben de Garanti’de çalışıyorum. Yeni Karamürsel Mağazaları ile
bir kart iş birliğimiz vardı o dönemde.
Onu mağazalı bir karttan alıp çok mağazalı bir karta nasıl geçirirsinizi şu anda
hala benimle beraber olan arkadaşlarla
çalışarak yaptık. Ya başarısız olsaydık
diye hiç düşünmedik, cesaretle ilerledik. Dokuz ay önce ben Ahmet Acar’ı
aradım ve “‘bonus’ ile ilgili bir kitap
yazmak istiyorum” dedim. Amacım
“Harvard’da öğretilmeyenler” adlı
kitabın tam tersini yapmak ve “Okulda
öğretilenleri yaparsan başarılı olursun”
mesajını vermek. Bonus neleri okulda
öğrenilenlerle paralel olarak yaptığı için
başarılı oldu? Acar hocamdan asistan
bulmasını rica ettim, bulunca ben de
başlayacağım kitap için çalışmaya.
C.S: ABD’ye mastır için gittiğimizde
ODTÜ’nün gerçekten kaliteli bir eğitim
verdiğini gördük. Sonuçta iyi bir ürünün yerini pazarlama nasıl tutamazsa
iyi bir eğitimin yerini de hiçbir şey
tutamaz.
M.S: Biz ikimiz de mastırımızı farklı
eyaletlerde MBA üzerine yaptık. İkimiz
de iyi biliyoruz ki ODTÜ’den çıkmaysan MBA’i havada karada yapıyorsun.
Kişisel kariyerlerinize gelirsek, neden
bankacılığı seçtiniz?
MS: Benim babam bankacıydı ama
benim hiç alakam yoktu bankacılıkla.
Evlenmek istiyorum, ortada para yok
tabi. O zaman bir bankanın sınav açacağını duydum ve diğer şirketlere göre
ciddi daha fazla para verdiği için sınava
girdim. Sınavı iki ODTÜ’lü olarak Cüneyt ve ben kazandık. Böylece bankacılık kariyerim başladı.
Siz sanırım pazarlama istiyordunuz
ama bankacılıkta ona da yakın bir iş
yapıyorsunuz değil mi?
MS: Baktığımızda muhasebe, hukuk,
banka işlemleri hayatımda olsa da hiç
olmazsa pazarlamayı da kullandığım
bir alanda çalışıyorum. İşin içinde kredi
Kitabı biraz özetler misiniz?
MS: Okulda öğrenilen birçok şeyi
hayatta uygularsanız başarılı olursunuz.
Sonuçta okulda öğrendiklerini birebir
aynı şekilde kopyalayamazsın. Okulda
size bu işin nasıl yapıldığı anlatılıyor.
Onları alıp hangi şartlarla bir araya
getirirsem başarı elde edebilirim diye
düşüneceksin ki başarılı olunsun. Konsept aynı uygulamada doğruysa başarı
elde edilir.
Bonus yanlış hatırlamıyorsam ilk taksit yapan karttı değil mi?
MS: Bonus birçok özellik ortaya
koydu. Taksit yapma, puan toplama
gibi özellikleri banka kredi kartında
bir araya getirdik. Bunu birilerinin
yapması gerekiyordu ve biz yaptık.
Benim Garanti’ye geçme amaçlarımdan
biri de buydu. Ben yapacağıma inandım
ve beraber çalıştığım arkadaşlarım da
inandı. Asıl soru şu olmalı: Büyük pazar
nedir? Nakit paradır, ödeme sistemidir.
Bu yüzden bizim adımız Garanti Ödeme
Sistemi’dir. Kart şirketi değiliz, kart bir
araçtır ve er ya da geç kartı da kaldıraca-
23
İÇİMİZDEN BİRİ
Meh
m
Sez et Sez
gin
g
Her
ODT in’in
Ü
i
bağ kisi ’den eşi M
l
fır ılar v de ODT sınıf utena
sat
ta e dest Ü’ye g arkada
gös
ter ekleri önülde şı.
iyo
rla ni her n
r.
ğız. Daha büyük düşününce yaptığınız
şeylerde daha cesaretli oluyorsunuz.
SÖYLEŞİ
Bonus ile ilgili yeni projeler var mı?
MS: Amacımız Bonus’u global hale
getirmek. İspanyol BBVA Bankası ile
işbirliği yapıyoruz. Şu anda global ödeme sistemlerinin başına geçtim. Onların iş yaptığı otuz tane ülke var. Bonus
tipi modelleri oralara da götürmek
için çalışıyoruz. Ödeme sistemleri,
inovasyon merkezi İstanbul’da olacak.
Dünyada taksit yapan kart çok çok az,
İsrail, Yunanistan ve Brezilya’da var
ama ABD ve Kıta Avrupası’nda hiç yok.
Avrupa’da bankacılık çok mu eski
kaldı?
MS: Bu sorunun cevabı için eğitim
sistemine geri dönelim. Türkiye’deki
bireysel bankacılar, hazine birimleri,
24
teftişe gelen insanlar Türkiye’nin en
iyi okullarında okuyan insanlardır.
Amerika’daki bir bankanın bu kalitede insanı yok. Amerika’da sadece
Wallstreet’de böyle kaliteli insan
görebilirsiniz. Türkiye’deki tüm bankalar IT’ye ve insan kaynaklarına çok
yatırım yaptılar. Böylece bu kalite ortaya çıktı. Günümüze baktığımızda da
internet bankacılığımız, teknolojimiz,
kredi kartlarımız, şubedeki insan kalitemize bakıldığında gerçekten Avrupa,
Amerika’dan çok üstün durumdadır.
Son yaşanan global krizden fazla etkilenmemizin sebebi de bu mu?
CS: Elbette bunların önemi var ama
2001 yılında yaşadığımız ciddi sıkıntılardan sonra alınan tedbirlerin de çok
önemli rolü var. Seksen iki bankadan
kırk altı bankaya düştük. Başta ABD
olmak üzere Avrupa’da yaşanan sorun
piyasaların tamamıyla doymuş olması
nedeniyle bilançoları yükseltebilmek
için daha riskli gruplara yönelmek durumunda kalmaları. Daha riskli gruplar da ikiye ayrılıyor. İlki gelişmekte
olan bizim gibi Türkiye’deki bankaları
satın alırlar. Ya da kendi ülkelerindeki
daha düşük gelir gruplarına (daha
riskli segmentlere) girerler. Neticede Türk bankacılarına nacizane bir
önerim olacak: “her şeyi de en doğru
yaptık” demeyelim. Oradaki yani Amerika’daki makro ekonomik faktörler
farklı. Piyasalar tamamen doymuş ve
rekabet yüksek. Bunu neden vurguluyorum? Yarın öbür gün biz de bu tür
bir piyasada faaliyet göstereceğiz.
Bankacılık demek risk demektir.
Bankacılıkta en ufak bir rahatlamaya girdiğinizde bambaşka risklerle
karşılaşabilirsiniz. Bizim ülkemiz de
yaşlandıkça, sistemler oturdukça, risk
alanlarımız değişecek. Kendimizi ona
göre adapte etmeliyiz. Sosyal tarafından baktığımda yirmi yedi yaş ortalamasıyla yetmiş milyon olan bir ülkeyle
kırk yaş ortalamalı üç yüz milyonluk
bir Amerika. Şimdi rakama dönüştürelim 785 milyar dolarlık ekonomi
diğer tarafta 15 trilyonluk bir ekonomi
bunların içinde bankacılığı birebir
karşılaştırmak zaten doğru değil.
Her şeyi zaman ve mekan içinde değerlendirmemiz lazım.
Türk bankacılığı çok uluslu sistemlere doğru yöneliyor mu?
CS: Yönelmek zorunda. Mesela Garanti Bankası olarak bizim yurtdışı
operasyonlarımız var. Romanya’da
olan operasyonumuz çok önemli bir
deneyim bizim için. Garanti adıyla gerçekten sokakta insanlara dokunan bir
bankacılık sistemi gerçekleştirdik.
MS: Romanya pazarında yüz elli bin
kartla başladık. Aktif pazar payımız
%1,5 oranında olmasına rağmen kredi
kartındaki uzmanlığımızı yansıttık.
Romanya çok zor dönem geçirmesine rağmen yaklaşık %5’lik bir oranla
pazara girdik.
CS: Türk bankaları gelecekte kaçınılmaz olarak Türkiye’de doymuş olacak.
İÇİMİZDEN BİRİ
“Türk bankacılarına nacizane
bir önerim olacak: “Her şeyi de
en doğru yaptık” demeyelim.
Oradaki yani Amerika’daki
makro ekonomik faktörler farklı.
Piyasalar tamamen doymuş ve
rekabet yüksek. Bunu neden
vurguluyorum? Yarın öbür
gün biz de bu tür bir piyasada
faaliyet göstereceğiz.”
Bunun için de başka ülkelere girmek
isteyecek. Türk bankacılığının uzun
vadede artık kendi içinden çıkması
gerekiyor. Bu sadece yurtdışına açılmış olmak için yapılmıyor. Şu anda
Türkiye, Romanya’dan kat kat daha
karlı ama bir gün gelecek ve Türkiye
bize yetmeyecek. Bunun için bugünden yurtdışı tecrübelerimizi oluşturmaya başladık. Bunu sağlıklı yapmak
için de öğrenmemiz gerekiyor. Başka
ülkelerde olmak kolay bir iş değil.
MS: Bir organizasyon büyümeye
başladığında kişisel açınızı kaybetmeye başladığınız zaman risk almaya
başlarsınız. Başka bir ülke demek
farklı bir kültür demek. O kültürü
bilmediğiniz için daha da büyük bir
risk almış oluyorsunuz.
Türkiye’nin performansına baktığımız zaman bankacılık sektörü bu
performansı yakaladı mı?
CS: Bankacılık sisteminin ekonomiyi
finanse etmesi eskiye göre daha iyi.
Ekonomik anlamda daha da büyük
bir Türkiye için sistemin daha iyi ve
verimli olması gerekiyor. Bankacılık
hem kurumsal hem bireysel anlamda
en dışa dönük, uluslararası pazarla
en entegre olan sektördür diyebiliriz. En çok el değiştiren sermaye de
bankacılık sektöründe oldu. Türk
bankalarının yabancı bankalar
tarafından satın alınmasında hem
ülkenin geleceğine, hem de bankacılık sektörüne olan inancın etkisi
olduğuna inanıyorum. Bu güvenilirliği görmeseler bankacılık sektörüne girmezlerdi. Stratejik olarak
in
sin
i
g
r
r.
der
ka ylüyo zunla
a
r
e
ö
a
m
s
B
de
nu
in
ezg lduğu diğin ne çok ler
S
l
o
k
nç
ri
ge
i
eyt
Cün öneml ilk vitele kle ge derne
a
çok nbul’ akti özelli r için k
n
a
İst eğini ı ve elenle nin ço
n
n
der ldığı eni g ikleri luyor.
y
ı
t
ka ehre tkinl vurgu
e
ş
ve l ve uğunu
d
a
l
k
lo li o
m
e
ön
bankacılık sektörü yabancıların elinde
olsun olmasın tartışması bence geçerli
değil. Zaten dünyada herkes birbirinin
ortağı durumunda. Türkiye’nin birçok
standardını aşmış bir sektör bankacılık. Mali büyüklüğü açısından baktığımızda, bence kat etmesi gereken yol
var. Türkiye gibi gelişmekte olan bir
ülke dışardan banka satın almalı diye
düşünüyorum. Hem ülkenin büyüklüğü bunu gerektirecek hem de başka
ülkelerden de kar payı alabilirsiniz.
Modern güçlü bir ülkenin ihtiyacı güçlü bir finansının olmasıdır.
Genç ODTÜ’lülere tavsiyeleriniz
nelerdir?
CS: Bankacılık sektöründe büyüme
çok fazla. Son on yılda yediye sekize
katladık. İyi elemanlar alıyor, onlara
eğitim veriyor ve dünyaya açılmalarını
sağlıyorsunuz. Şimdi gençler yükselmek için çok beklemek istemiyorlar.
Y kuşağı çok sabırsız, her şey bir an
önce olsun istiyorlar. İş hayatında başarının formülü biraz sabır, çalışmak
ve iyi niyetli olmaktır diye düşünüyorum. Bunun dışında dünyayı
yakından takip etmek önemli. Diğer
bir faktör ise iyi insan ilişkileridir.
Benim inancım, bunlar olduktan
sonra bir de üstüne iyi eğitim alan kişinin iş dünyasında başarısız olması
imkansızdır.
MS: Sevdikleri işi yapsınlar, işlerine
tutku ile sarılıp, çok çalışsınlar, iyi
niyetli ve iyimser olsunlar ve etraflarında dünyada ne oluyor sürekli
izlesinler. Sonuçta beyin de bir processor, ne kadar çok ve kaliteli input;
o kadar kaliteli ve farklı output.
25
ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ
İşçi ölümleri adeta
Kirmizi .
Pazartesi
1 Mayıs’ı kutladığımız bu sayımızda yarayan bir kana olan ve tedavisi için radikal
bir çalışma gösterilmeyen “işçi ölümleri” üzerine Doç. Dr. Aziz Çelik ve Ünal Karasu
(ECON ’76) önemli tespitlerini bizlerle paylaştı. Öncelikle, denetimle engellenebilecek
ölümlerin “kaza” değil tedbirsizliğin sonucu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bunun
üzerine her yıl kayıtlara geçen ortalama işçi ölümünün 1072 olduğu verisini de
eklersek ne kadar vahim bir durum yaşandığı daha iyi görülebilir.
Doç. Dr. Aziz Çelik
Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi, Çalışma
Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Bölümü Öğretim Üyesi
Tıpkı
GÜNDEM
Marquez’in Kırmızı Pazartesi
romanında olduğu gibi herkesin
bildiği, herkesin beklediği ve hiç
kimseyi şaşırtmayan cinayetler
yaşanıyor. Aynı ihmaller, aynı
sorumsuzluklar, aynı geçiştirmeler
ve kanıksamalar tekrarlanıyor. Ve
sorun olduğu yerde duruyor. Mart
ve Nisan 2012 aylarında sırasıyla
59 ve 87 işçi “iş kazaları” sonucu
yaşamını yitirdi. Şubat ayında
Adana’nın Kozan ilçesinde baraj
inşaatı sırasında 10 işçinin sulara
kapılıp ölmesi, Mart ayında İstanbul
Esenyurt’ta 11 işçinin uyudukları
çadırlarda yanarak ölmesi ve nihayet
Nisan ayında Erzurum’un Aşkale
ilçesinde 5 işçinin barajda donarak/
boğularak ölmesi bir iki aya sığdı.
26
ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ
İşçi ölümlerinin en önemli
nedenleri özel sektörde
sağlık-güvenlik önlemlerinin
bir maliyet unsuru olarak
görülmesi ve bilerek
ötelenmesi, sendikasızlaşma
ve taşeronlaşmanın
yaygınlaşması olarak
sayılabilir.
2012 kışı işçiler için ölümcül bir kış
olarak kayıtlara geçti.
Türkiye önceki yıllarda da kitlesel
işçi ölümleri ile yüz yüze kalmıştı.
3 Şubat 2011’de Ankara Ostim
Organize Sanayi Bölgesi’nde 20 işçi,
11 Şubat 2011’de Kahramanmaraş’ın
Afşin ilçesinde kömür sahasında
toprak kayması sonucu 10 işçi, 31
Ocak 2008’de İstanbul Davutpaşa’da
kaçak bir işyerinde meydana gelen
patlama sonucu 23 işçi yaşamını
yitirmişti. Tuzla tersanelerinde
yaşanan seri ölümler ise hafızalardan
silinmiş değil. 17 Mayıs 2010
tarihinde de Türkiye Taşkömürü
Kurumu’na (TTK) ait Karadon Yeni
Servis Kuyusu’nda meydana gelen
patlamada, taşeron firma Yapıtek’te
çalışan 30 işçi ölmüş ve ölen
işçilerden Dursun Kartal ve Engin
Düzcük’ün ölü bedenleri kazadan
yaklaşık 8 ay sonra çıkarılabilmişti.
Söz konusu olan kaza değil
cinayet
Çalışma yaşamı ile ilgili yasalar bu
ölümleri “iş kazası” olarak nitelese
de bu yaşananların doğru tanımı
iş cinayetidir. Bu ölümlere “kaza”
demek mümkün değil. Çünkü “kaza”
işçi sağlığı ve iş güvenliği kuralları
gereği bütün önlemlerin alınması
halinde dahi önüne geçilemeyen
istisnai durumlar için kullanılabilir.
Oysa iş kazalarının neredeyse
tümünde ciddi ihmaller olduğu
bilinmektedir.
İş cinayetlerinin dağılımına
baktığımızda şu eğilimleri
görmekteyiz: Kazalar özel sektörde
kamudan daha yüksektir. Sendikasız
işyerlerindeki iş kazaları sendikalı
işyerlerinin çok üzerindedir. Taşeron
şirketlerde iş kazaları daha fazladır.
Dolayısıyla işçi ölümlerinin en
önemli nedenleri özel sektörde
sağlık-güvenlik önlemlerinin bir
maliyet unsuru olarak görülmesi ve
bilerek ötelenmesi, sendikasızlaşma
ve taşeronlaşmanın yaygınlaşması
olarak sayılabilir. Bunlara ek olarak
denetim ve yaptırım eksikliğinin
altı özellikle çizilmelidir. Ancak
bu denetim ve yaptırım eksikliği
teknik değil, siyasal-iktisadi-sınıfsal
boyutları olan bir konudur.
1945 yılında çıkarılan İş Kazaları,
Meslek Hastalıkları ve Analık
Sigortaları Kanunu’ndan bu yana
ülkemizde iş kazası ve meslek
hastalığı sonucunda ölen ve sakat
kalan işçilerin kaydı tutuluyor.
1946’dan 2010 yılına kadar “kaza”
sonucu ölen işçilerin sayısı tam
59.300’e ulaşmış durumda. 2011 ve
2012’nin ilk dört ayında yaşanan
iş kazaları bu sayıya dahil değildir.
Ortalama olarak her yıl 926 işçinin
öldüğünü görmekteyiz. Son 10 yılın
verilerine baktığımızda ise bir artış
eğilimi gözlenmektedir. Son 10 yılda
toplam 10.723 işçi, her yıl ortalama
1072 işçi iş cinayetleri sonucu
yaşamını yitirmiştir.
İşçi sayısı arttıkça, fabrika
sayısı arttıkça ölü işçiler ordusu
büyümüştür. Son yıllarda işçi
sağlığı ve güvenliği mevzuatı ve
koruyucu teknik imkânlar gelişmiş
ancak işçi ölümleri artmıştır.
Üstelik bu veriler sadece kaydı
tutulabilenlerle sınırlıdır. Kentsel
istihdamın yaklaşık üçte birinin
kayıtsız olduğu ülkemizde, kayda
geçmeyen ölümlerin de önemli bir
yekûn oluşturduğunu söylemek
mümkündür.
Esnek ve güvencesiz çalışma
cinayete dönüşüyor
Giderek artan esnek ve kuralsız
çalışma biçimleri, kayıtsız
çalışma ve uzun çalışma süreleri
iş cinayetlerinin bir başka önemli
nedenidir. Son yıllarda yoğunlaşan
taşeronluk zinciri iş kazalarına
adeta davetiye çıkarmakta. Ana
işverenden iş almak için fiyatları
düşüren taşeron şirketler kâr
etmenin yolunu işçilerin yaşamını
tehlikeye atmakta bulmakta.
Bu iş cinayetlerini engellemek
veya en azından iyice azaltmak
mümkün. Bunun iki önemli yolu
var: Birincisi devletin, ikincisi
sendikaların denetim ve yaptırımı.
Bu iki yolun etkin biçimde
kullanımıyla iş kazaları önemli
ölçüde azaltılabilir. Dünyada
bunun örnekleri var. Uluslararası
Çalışma Örgütü (ILO) verilerine
göre ölümle sonuçlanan iş kazası
oranları bazı ülkelerde önemli
ölçüde geriletildi. Türkiye’de
“ölümle sonuçlanan iş kazası”
oranları ‘100 binde 20,5’ iken bu
oran Norveç, İsveç, İsviçre ve
Danimarka gibi ülkelerde ‘100
binde 2’ oranının altına geriledi.
Bu veriler bize sendikalaşmanın
yüksek olduğu ülkelerde işçilerin
kaza sonucu ölümünün ciddi bir
biçimde azaldığını göstermektedir.
27
ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ
İşçi sayısı arttıkça, fabrika
sayısı arttıkça ölü işçiler
ordusu büyümüştür. Son
yıllarda işçi sağlığı ve güvenliği
mevzuatı ve koruyucu teknik
imkânlar gelişmiş ancak işçi
ölümleri artmıştır.
Ülkemizde işçiyi koruyucu sağlık ve
güvenlik mevzuatı kâğıt üzerinde
gelişkin ancak denetim ve yaptırım
son derece zayıftır. İş Yasasına
göre işyerlerinde sağlık ve güvenlik
kurallarına uyulmasını denetleme
görevi Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı’na ait. Ancak denetim
kapsamında yüzbinlerce işyeri
varken, bakanlığın teftiş örgütünde
çalışanların sayısı (büro çalışanları
dâhil) 600 civarındadır.
GÜNDEM
Sendika giremezse ölüm girer
Öte yandan düşük sendikalaşma
oranı yüksek işçi ölümü anlamına
geliyor. Sendikalı işyerinde ve
sendikalaşma oranının yüksek
olduğu ülkelerde ise işçi cinayetleri
azalıyor. Örneğin Zonguldak
havzasında sendikalı işletmelerde
çıkarılan 100 bin ton kömür başına
işçi ölümü 1 iken, sendikasız
taşeron işletmelerde bu sayı 34 kat
fazladır. Özel sektörde sendikalaşma
oranının yüzde 3’lerde seyrettiği
bir ülkede iş cinayetlerinin giderek
kitleselleşmesi rastlantı değil.
Son yıllarda madenlerde yaşanan
ölümlerin çoğunun özel/taşeron
maden ocaklarında yaşandığı
dikkatlerden kaçmıyor. Sendikalar
madenlerdeki taşeron-alt işveren
uygulamalarının ve özelleştirmelerin
28
ölümleri artırdığını vurguluyor.
Ancak hükümet bu itirazlara
kulaklarını kapatıp meseleye
“kader” ve “fıtrat” üzerinden
yaklaşıyor.
30 maden işçisinin yaşamını
yitirdiği 2010’daki iş cinayetinin
ardından bölgeyi ziyaret eden
Başbakan Erdoğan , ölümleri
madencilik mesleğinin fıtratına ve
kadere bağlamış ve inanılması zor
bir üslupla şunları söylemişti:
“Kader konusu malum çevrelerde
hemen istismar konusu yapılmaya
başlandı. Ben kaza ve kadere
inanmayı anlatmadım. Bu konuda
sizin meşrebinizi de cibilliyetinizi
de biliyorum. Benim anlattığım
şey şu bu mesleğin fıtratında bu
var. Grizu patlaması dünyanın her
yerinde oluyor. Tutturdular taşeron,
taşeron, taşeron... “ (24 Mayıs 2010,
zaman.com.tr)
Dönemin Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer ise
“Güzel öldüler. O konuda ben acı
çekmediklerini ve fizik olarak da
güzel öldüklerini buradan rahatlıkla
söyleyebilirim” dediği o meşum
konuşmasında taşeron sistemine
toz kondurmuyor ve özel sektörde
meydana gelen kazaların kamudan
daha düşük olduğunu iddia
ediyordu: “Burayı taşerona verdiniz,
kaza oldu’. Bu kesinlikle yanlış bir
tespittir. Türkiye’de sendikalar, özel
sektörde örgütlenemedikleri için
taşeronluk sistemine karşı çıkıyor.
5 yılı aşkın süredir galeri açma işini
taşeron yapmaktaydı. Kuyu açma
işi bile taşerona verilmişti. Özel
sektörde meydana gelen kazalar
kamudan daha düşük” (ntvmsnbc.
com/id/25100758)
Oysa Genel Maden İşçileri Sendikası
(GMİS) tarafından yapılan bir
araştırmaya göre Zonguldak Kömür
Havzasında bulunan özel/taşeron
maden ocaklarındaki ölüm oranları
TTK’nın işlettiği ocaklardaki ölüm
oranlarından 34 kat daha fazla.
Evet, kamuda bir işçi ölürken
özel/taşeron işletmelerde 34 işçi
ölüyor. (Genel Maden-İş Sendikası,
Zonguldak Kömür Havzasında İşçi
Sağlığı ve İş Güvenliği Raporu, Mart
2010)
TTK’daki ölüm oranları neden bu
kadar düşük, bu işin sırrı ne? TTK
1940’dan bu yana tamamen bir
kamu işletmesi olarak çalışıyor.
Öte yandan Zonguldak kömür
havzasında 1946 yılından bu yana
kesintisiz biçimde sendika var.
Ancak son dönemlerde madenlerde
taşeron şirketler, bir kısmı kaçak
özel şirketler boy göstermeye
başladı. O yüzden TTK’da ölümler
bunca azalmışken, taşeron maden
ocaklarında hızla tırmanmaya
başladı. Aynı şekilde Tuzla’da
özel sektöre ait tersanelerde seri
iş cinayetleri söz konusu iken bir
kaç yüz metre ilerideki kamuya ait
Pendik tersanesine yıllardır ölüm
girmemiş durumda.
ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ
1 Mayıs vesilesiyle
işçi sağlığı, güvenliği ve
iş cinayetleri
Ünal Karasu (ECON ‘76)
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Baş İş Müfettişi
1 Mayıs İşçi Bayramı vesilesiyle
bir yazı yazmamız önerildiğinde;
yurdun dört bir tarafından neredeyse
her gün duyar hale geldiğimiz çok
ölümlü iş kazalarına ilişkin haberler
nedeniyle, “bayram benim neyime,
kan damlar yüreğime” deyişini
anımsayarak, “matem günü” olarak
ansak daha mı doğru olur diye
düşünmekten kendimi alıkoyamadım.
Böyle önemli bir bayramın anlamına
ilişkin bir yazının; emekçilerin ta
1800’lü yıllardan itibaren başlattıkları
birlik, dayanışma ve haksızlıklarla
mücadelelerine ilişkin süreci, ulusal
ve uluslararası kahramanlıkları,
kazanımları ve artık emeğin varılması
gerektiği düşünülen mutluluk
tablolarını içermesi doğal olurdu.
Ancak aradan asırlar geçmesine karşın,
gerek ulusal ve gerekse uluslararası
alanlarda vazgeçtik mutluluk
tablolarından, kapitalizmin doğası
gereği o çok bildik kâr hırsından hiç
vazgeçmeden, aksine süreç içerisinde
çeşitli biçimlere bürünerek daha bir
kâr hırsıyla emekçilerin haklarını hep
daha geriye götürmeye çalıştığı ve
bunda da başarılı olduğu bir gerçek.
Varılan aşamada; uygulanan
neoliberal iktisat politikaların
gereği, “küreselleşme” adı altında
yeni sömürü mekanizmaları
oluşturularak düzen devam
ettirilmektedir. Bu da, halkın
siyasal katılımlardan olabildiğince
uzaklaştırılması (depolitizasyon),
kamu mallarının özelleştirilmesi,
işçilerin sendikasızlaştırılması,
esneklik adı altında yeni istihdam
biçimleri yaratılması ve nihayet bölyönet-daha iyi sömür stratejisinin
yeni bir versiyonuyla işletmelerin
taşeronlaştırılması ile becerilmektedir.
Sanayi devrimi sürecini yaşamamış
az gelişmiş ülkelerin kaderi olsa
gerek, “proleter” anlamında bilinçli
ve vasıflı bir sanayi işgücüne sahip
değiliz. İşçilerin büyük çoğunluğu
tarıma bağımlı köy kökenlidir. Bu
anlamda, hakları için mücadele
etme ve örgütlenme geleneği
bulunmamaktadır. Haklarının
verilmediği her alanda, kaderine razı
biçimde ve her daim güvence olarak
bellediği köyüne dönme eğilimindedir.
Oysa, aynı sanayi devrimi sürecini
yaşamamış da olsa, tüm krizlere
karşın kapitalizmin kendini yeniden
üretebilme alışkanlığıyla, kapitalist
işveren her daim yanında bulduğu iç ve
dış desteklerle kendisini yenilemekte
ve duruma göre uygun mekanizmalarla
donatılmış olarak güçlü biçimde
ayakta durabilmesi sağlanmaktadır.
Zaten sistemin kurallarına uymayan
veya ayak uyduramayan kapitalist
işletmeci de elimine edilmekte ve
yerine mutlaka birileri bulunarak
“sistem” devam ettirilebilmektedir.
Bir emek sarf ederek değer yaratan
işçinin, öncelikle sağlıklı olması ve
çalıştığı işyeri ortamının da güvenli
olması esastır. Ardından uygun
çalışma koşulları, yeterli dinlenme,
emeğinin karşılığı ücret ve sosyal
hakları gelmektedir. Hele yeniden ve
yeniden üretmesi öngörülen işçinin,
bu hak ve koşullara devamlı ve düzenli
bir biçimde sahip olması esastır.
Elbette üretimin asli bir unsuru
29
GÜNDEM
ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ
olarak, örgütü (sendikası) aracılığıyla
üretim organizasyonunda söz sahibi
(katılımcı) olabilmesi de gerekir.
Ancak ülkemizde durum böyle midir?
İşsizliğin hep yüksek seviyelerde
seyretmesiyle, her an alternatifi hazır
durumda kapıda bekleyen bir işçinin iş
güvencesi ve güvenliği kolay değildir.
Hele sendikacılığın dibe vurduğu ve
mevcutların büyük çoğunluğunun
da sadece “ücret sendikacılığı”
akıntısına kapılıp gittiği bir ortamda,
işçi kaderiyle baş başa olarak bireysel
kurtuluş yollarına başvurmak
zorunda bırakılmaktadır. Sağlam bir iş
güvencesi kültürü oluşmadığı sürece,
kanunların koruması da yetersiz
kalmakta, tüm olanaklarıyla sermayeyi
elinde bulunduran işveren çoğunlukla
haklı durumda kalabilmektedir.
Konunun başlığı; “İşçi Sağlığı, İş
Güvenliği ve İş Kazaları” olmalıydı,
ama dilim varmadı “iş kazası” demeye,
zira “kaza” diye lanse edilenler resmen
“cinayet”, birer iş cinayetidir. Üstelik
35 yıldır böyle bir mesleğin içerisinde
denetim görevlisi olarak kişisel bir
mahcubiyet duymama karşın, bunu
itiraf etmek zorundayım.
Ben demiyorum, devletimizin yetkili
ağızları, resmi istatistikler ifade
ediyor; iş kazalarında Avrupa’da 1 inci
yani şampiyon, dünyada ise 3 üncü
yani bronz madalyalıyız. Ah şu Cezayir
ve El Salvador da olmasa, dünya
şampiyonu olarak bir altın madalya da
bu dalda hak kazanacaktık!
ILO’nun (Uluslararası Çalışma
Örgütü) son verilerine göre; dünyada
her yıl 270 milyon iş kazası olmakta,
her 15 saniyede 1 işçi ve her gün
yaklaşık 6 bin 300 işçi iş kazası
veya meslek hastalıkları nedeniyle
yaşamını kaybetmekte, 160 milyon
kişi de meslek hastalıklarına
yakalanmaktadır. Yine ülkemizin
resmi verilerine göre; 1 günde ortalama
172 iş kazası olmaktadır ve bu yılın
sadece Ocak ayında 62 işçi, ilk 4 ayında
da 241 işçi yaşamını yitirmiştir. 2008
yılında 865, 2009’da 1171, 2010’da 1434
ve 2011 yılında 1563 işçinin yaşamını
yitirdiği dikkate alındığında, bunca
yasal tedbirlere, alınan önlemlere
ve denetimlere karşın, artan ivme
dikkat çekicidir. Her yıl 10 binlerle
30
ifade edilen işçinin yaralanması veya
sakat kalması da cabadır. Elbette,
kayıt dışılık nedeniyle bildirilmeyen
ve dolayısıyla kayıtlara geçmediği için
istatistiklere yansımayan rakamlar da
dikkate alınırsa, bu yolda edindiğimiz
şampiyonlukların ne anlama geldiği
daha açık anlaşılır.
Özellikle ağır ve tehlikeli işlerde
çalışan işçilerin, fazla çalıştırılmaları,
hafta tatili, genel tatil veya yıllık izin
gibi zorunlu dinlenmelerinin istikrarlı
olarak kullandırılmamasıyla, bedenleri
olağanüstü yıpranmakta, bunların
neden olduğu dikkatsiz çalışmalarla
da iş kazası riski artmakta, uzun
vadede ise kalıcı meslek hastalıkları
oluşmaktadır. İş güvenliği, yalnızca
bireysel bir hak olmanın ötesinde
toplumsal bir haktır da. Zira iş
kazaları ve meslek hastalıklarının
ülke ekonomisine önemli bir maliyeti
de söz konusudur. Bu, Türkiye’nin
2011 yılı GSYİH (gayrisafi yurtiçi
hasıla) içindeki iş kazaları ve meslek
hastalıkları maliyetinin 50 milyar
TL yi geçtiği düşünülürse daha iyi
anlaşılır.
Neredeyse yaşamın her alanında
çok fazla yasal düzenleme yapmak,
yetmeyip tüzük ve yönetmeliklerle
donatmak, onlar da yetmedi, yönerge
ve genelgelerle desteklemek, olmadı
mı çare, emirlerle noktayı koymak
ve nihayet bu menüleri uygun
olan/olmayan cezalarla süslemek
Türk hukuk sisteminin hiyerarşik
geleneği olmuştur. Oysa yaşamın her
alanında olduğu üzere, iş yaşamında
da bir kültür, emeğe ve haklara
saygı kültürü oluşmamışsa, bu
hiyerarşinin tümünü uygulamak bile
çözüm üretemez, yarar sağlayamaz.
Nitekim yıllardır TBMM gündeminde
bulunan ve geçtiğimiz aylarda çok
ölümlü iş kazalarının yoğun olarak
yaşanması sonucunda iş sağlığı ve
güvenliğine ilişkin yasa tasarısı
yeniden gündeme oturtulmuştur. Ve
bu yasanın uygulanması konusunda
18 ayrı yönetmeliğin öngörülmesi
de bir karmaşadan, hak-görev-yetkisorumluluk bağlamında karmaşadan
başka bir şey değildir.
Yazımı planlarken; hukuksallığın
ötesinde, teknik bir konu olması
itibariyle de, iş risklerine ilişkin
sektörel analizler yapmayı, iş kazaları
ve meslek hastalıkları yönünden
bölgesel-kentsel, büyük-küçük işyeri
ölçeği, kadın-erkek işçi bazlarında ve
yıllar itibariyle ayrıntılı istatistikler
sunmayı düşünmüştüm. Ama neye
yarayacak ki? Teknolojinin geldiği
aşamada, bir tuşa dokunmakla ve
sadece ilgili resmi kurumların web
sitelerine bakmakla tüm rakamlara
ulaşılmakta, gerçek tam olarak
sergilenmese de, mevcut veriler bile
hiç de iç açıcı olmayan durumumuzu
ortaya koyabilmektedir. Sadece
televizyon izleyen sade bir vatandaş
bile, iş kazalarına ilişkin her gün
dinlediği ölüm ve yaralanma
haberleriyle bu konuda bir kanaat
edinebilme aşamasına gelmiştir.
Zonguldak’ta kentin orta bir yerinde
“Zonguldak Havzası Maden Şehitleri
Anıtı” vardır, 1800’lü yıllardan
günümüze değin bu yöredeki kömür
ocaklarında ölen binlerce işçinin
isimlerinin kazıldığı yan yana
10’larca kara panonun sıralandığı bir
anıt. Ne hazindir ki; anıt son yitirilen
işçilerin isimlerinin bulunduğu
panoyla değil, ardı sıra gelen başka
BOŞ panolarla devam ettirilmiştir,
muhtemel ölecek işçilerin isimlerini
kazımak için! Bir “öykü” ye konu
olabilecek bu panoların önünden
her gün geçerek maden ocaklarına
çalışmaya giden işçilerin halini
düşününüz. Kentin ilgili yetkililerini
ikaz ettim, bu yüz karası boş panoları
kaldırın diye, bakalım göreceğiz.
Kader böyle bir şey olmalı;
kabullenilen, boyun eğilen. Oysa
amiyane deyimle, bunun lamı cimi
yok; azami kar hırsıyla donanmış
kapitalist üretim biçimi sürdükçe,
bunu değiştirecek alternatif
somut üretim biçimleri ortaya
koyulmadığı ve elbet bunun için de
mücadele edilmediği sürece böylesi
kaderlerden kurtulmak olası değil…
Zonguldak deyince; acıları dindirsin
mi yoksa deşsin diye mi yazmış
bilemiyorum, Orhan Veli’nin
dizeleriyle bitirmek istiyorum;
“...siyah akar Zonguldak’ın deresi,
yüz karası değil, kömür karası,
böyle kazanılır ekmek parası…”
ENERJİ KOMİSYONU
Derneğimiz
Enerji Komisyonu
çalışmalarına başladı
Yeni dönem çalışmalarımızda, yeni komisyonlar kurma faaliyetine önem veriyoruz. Değişik özellik ve
birikimdeki üyelerimizin kendilerini anlamlı ve verimli hissedebilecekleri alternatif çalışma alanları
yaratmak öncelikli hedefimiz. Bununla birlikte, bu komisyonlardan beklentimiz en başta kendilerine,
sonra derneğimize, üniversitemize ve toplumumuza derinlikli görüşler, değerli çıktılar üretmesi.
Kısaca, yaşamımızın her boyutunu ilgilendiren konularda “think tank”’ler oluşturup pozisyonlarımızı
güçlendirmek istiyoruz. Bu alanları, televizyonlarda reyting kazanmak veya kamuoyu oluşturmak
için yapılan yönlendirilmiş tartışmalara veya Google’ın arama motorunun algoritmasına bırakmak
istemiyoruz.
Enerji konusu da en öncelikli konulardan biri. Gelişen teknoloji ile çağımızın vazgeçilmez bir öğesi
enerji. Diğer yandan bir de büyük ticari ve sosyal boyutu var enerjinin. O kadar ki, dünya tarihinde
savaşlara, iktidar kavgalarına neden olmuş. Günümüz Türkiye’sinde ise cari açığın temel nedeni olarak
değerlendiriliyor.Bir saatlik enerji kesintisi,yaşamamızı sürdürülemez kılıyor.
ENERJI Komisyonu oluşturulması düşüncesi, Ankara’daki derneğimizde çalışmalarına devam eden
komisyona denk düştüğünü görerek, oradan İstanbul’a gelen değerli dostlarımızın da desteğiyle
olumlu yankı buldu.
ENERJİ Komisyonu, aşağıda görülen katılımcılarla faaliyetlerine, 15.Mayıs.2012 Salı akşamı saat
19.00’da yaptığı tanışma toplantısı ile başladı. Katılımcılar arasında farklı disiplin ve yaş gruplarından
mezunlar vardı. ODTÜ Ankara MD Enerji Komisyonu üyelerinden Sayın Haluk Direskeneli, Sayın Oğuz
Türkyılmaz ve Sayın Caner Özdemir de Ankara’dan gelerek toplantıya katıldılar.
Tanışma toplantısı, katılımcıların kendilerini tanıtmaları ve kurulan komisyondan beklentilerini
açıklamaları ile devam etti. Komisyondan ortak beklentinin doğru, güvenilir ve yorum içeren bilgi
paylaşımı olduğu görüldü. ODTÜ Ankara MD Enerji Komisyonu üyeleri, Ankara’daki komisyonun
amacından, faaliyetlerinden ve kurallarından bahsederek değerli tecrübelerini paylaştılar.
Komisyon Başkanlığı’na “en erken doğmuş mezun” olan Sayın Mete Göknel seçildi. Genel Sekreterlik
görevini ise Dernek YK Yazman Üyemiz Mehmet Rasgelener’in önerisi ile Yusuf Bayraktaroğlu
üstlendi. Komisyon toplantıları her ayın 2. ve 4. Pazartesi günü saat 19:30-21:30 arasında yapılacak.
Komisyona katılmış ve yeni katılacak arkadaşları toplantılarımıza bekliyoruz.
Katılımcılar:
A. Cemal Parlak (CHE’89), Aslan Ünal (METE’82), Aydın Altunordu (EE’91), Bekir Sarıkınacı (STAT’11),
Can Öztürk (MINE’07), Engin Aksu (METE’00), Erdem Ergül (MINE’06), Funda Özge Şahin (EE’11),
H.Caner Özdemir (ME’92), Haldun Lütfullahoğlu (MINE’82), Haluk Direskeneli (ME’73), Hüseyin Yeğin
(IE’04), Mete Göknel (CHE’68), Murat Tarım (PETE’89), Oğuz Türkyılmaz (IE’73), Selim Erdem (EE’80),
Süheyla İkiz (MATH’00), Tolga Alikaya (PETROL’99), Tolga Dal (ADM’11), Yusuf Bayraktaroğlu (EE’05),
DERNEK’TEN
Arif Cevizci (CENG ’89) (Yönetim Kurulu adına )
Yusuf Bayraktaroğlu (EE’05) (Enerji Komisyonu adına)
31
12 EYLÜL
Bir Müdahillik Talebinin
Düşündürdükleri:
“EVREN,
ŞAHİNKAYA
DAVASI”nda
“12 EYLÜL”
yargılanıyor mu?
GÜNDEM
Akın Dirik (ME’79)
32
12 Eylül davasının
başladığı dönemde
davaya müdahil olma
başvurusu kabul
edilmeyen Akın Dirik
(ME ’79) bu dava
üzerinden 12 Eylül ile
gerçek bir hesaplaşma
yaşanabilmesinin
hem önemini hem de
olmazsa olmazlarını
kaleme aldı.
12 EYLÜL
Başlıktaki
soruya bugün,
olumlu bir yanıt vermek ne yazık ki
mümkün görünmüyor.
Darbeci Kenan Evren ile Tahsin
Şahinkaya’nın sanık olarak yargılanmaya başladıkları davada ilk iki
duruşma geride kaldı.
Daha sanıklar duruşmaya getirilemedi. İddianame okunmadı. Davaya
müdahil olmak isteyenlerin başvurularının değerlendirilmesi sürüyor; başvuruların çoğu reddediliyor.
Benim de içinde bulunduğum bir
gurup arkadaş “Evren, Şahinkaya
Davası”na, 12 Eylül sonrasında
açılan “Devrimci Yol Davası”nda
yargılananlar adına müdahil olma
talebinde bulunduk. Bunu her
şeyden önce bizim tarihe karşı bir
sorumluluğumuz olarak değerlendirdik.
Mahkeme, bizim bu başvurumuzu son duruşmada, diğer pek çok
müdahillik talebine yaptığı gibi,
kabul etmeyerek aslında “Evren,
Şahinkaya Davası”nda “12 Eylülü
yargılamak”, “12 Eylül faşizmiyle
hesaplaşmak” diye bir derdinin
olmadığını da göstermiş oldu.
Yetkili Ankara C. Başsavcı vekilliğinin 2012/2 Esas 03.01.2012 tarihli
iddianamesi ile sanıklar Evren ve
Şahinkaya hakkında “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını
veya bir kısmını değiştirmeye veya
ortadan kaldırmaya ve Anayasa ile
teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel
olmaya cebren teşebbüs etmek”
suçlarından 765 sayılı TCK’nın
146, 80, 31, 33 maddeleri gereğince sanıkların yargılanmalarının
yapılarak cezalandırılmaları talep
edilmiştir. İddianamede, uyarı
mektubunun 02.01.1980 tarihinde
Cumhurbaşkanı tarafından Başbakan Süleyman Demirel ve CHP
lideri Bülent Ecevit’e iletildiği
tarihin suç tarihinin başlangıcı
olarak kabul edildiği ve 12.09.1980
tarihinde yapılan askeri darbenin
06.12.1983 tarihinde Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanlık Divanı’nın
“12 Eylül, sadece seçimle
işbaşına gelmiş parlamentoyu
görevinden alıkoymaktan
ibaret bir hükümet darbesi
olarak görülemez. Öncesiyle
sonrasıyla milyonlarca insana
işkence yapıldığı, cinayetlerin
işlendiği, bütün bir topluma,
bütün ülkeye ve halkına
karşı tarihinin en büyük
kötülüklerinin yapıldığı bir
dönemdir.”
oluştuğu tarihi de kapsadığı belirtilmektedir. Kısaca yargılanacakların
suç tarihi, 1980 -1983 yıllarını kapsayan bir süre ile sınırlandırılmıştır.
Bugün hayatta kalmış darbeci iki general ve parlamentonun feshedilmesiyle sınırlı tutulan bir süreci konu
alan bu iddianame ile sürdürülecek
bir davanın “12 Eylül Davası” olamayacağı açıktır.
“12 Eylül”ün Bir Yüzü
Oysa, “12 Eylül”, 80 öncesi ve sonrasıyla, tüm toplumumuzu, yönetim
sistemimizi ve o günlerden bugüne
süregelen yönetim anlayışımızı da
ilgilendiren hayati bir olaydır.
Hazırlığı yapılmış ve de başarılı
olmuş bu darbe; öncesindeki 1977 1
Mayıs katliamı (36 ölü), 1978 İstanbul Beyazıt Meydanı katliamı
(7 öğrencinin ölümü), 1978 Ankara
Bahçelievler katliamı (7 gencin öldürülmesi), 1978 Maraş Katliamı (150
ölü), 1980 Çorum Katliamı (57 ölü),
70’li yıllarda binlerce gencin, devrimcinin, yurtseverin, aydının, bilim
insanının, gazetecinin… öldürülmesi;
sonrasında getirdiği 1982 Anayasası,
yüzlerce antidemokratik kanunları (YÖK’ü, Siyasi Partiler Kanunu,
Seçim Kanunu, seçim barajı…), binlerce yönetmeliği, işkencehaneleri,
faili meçhul cinayetleri, sıkıyönetim
mahkemeleri, mahkumiyet ve idam
kararları ile tüm bir toplumu kuşatan, topyekûn bir işkence, eziyet
operasyonudur.
Ülke çapındaki bu muazzam hak,
hukuk ve özgürlük ihlalinin 80’li
yıllardaki bilançosuna bir göz atıldığında: 650.000 gözaltı; 1.683.000
fişleme; 210.000 davada 7.000 kişi
için idam istemi; 517 idam hükmü ve
50 infaz (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı);
98.500 kişiye örgüt üyeliği suçlaması;
cezaevlerinde yaşamını yitiren 299
kişi; 171 kişinin “işkencede” ölümü;
144 kişinin “kuşkulu”, 14 kişinin
açlık grevlerinde ölümü; 95 kişinin
“çatışmada”, 16 kişinin “kaçarken”
öldürülmesi; 43 kişinin “intihar”
sonucu ölümü; 388.000 pasaport
talebine red; 30.000 kişinin sakıncalı
diye işten, 14.000 kişinin vatandaşlıktan atılması; 100 bin siyasi iltica;
937 yasaklı film; 24.000 derneğe,
sendikaya yasak; işten atılan binlerce
işçi, 4 bin öğretmen, bin üniversite
öğretim üyesi; DİSK’e 1991’e dek
faaliyet yasağı; 400 gazeteci için
toplam 4.000 yıl hapis cezası istemi
ve verilen 3.315 yıl hapis cezası; 39
ton gazete ve dergi imhası; gazetelere
yüzlerce gün yayın yasağı, kitap yasaklamalar, topluca kitap yakmalar...
uzayıp gider.
Bu nedenle 12 Eylül, sadece seçimle işbaşına gelmiş parlamentoyu
görevinden alıkoymaktan ibaret bir
hükümet darbesi olarak görülemez.
Öncesiyle sonrasıyla milyonlarca
insana işkence yapıldığı, cinayetlerin
işlendiği, bütün bir topluma, bütün
ülkeye ve halkına karşı tarihinin en
büyük kötülüklerinin yapıldığı bir
dönemdir.
12 Eylül’ün Bir Diğer Yüzü
12 Eylül darbesi, ülkemizde emperyalist güçler ve yerli egemen sınıflar tarafından uygulatılmakta olan
ekonomik programın bir parçasıdır. Ülkemizde yaşanan bunalımın
gittikçe derinleşmesinin bir sonucu
olarak iyice sarsılan mevcut sömürü
düzeninin ABD emperyalizminin
Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda, restorasyonu ve yeniden disipline
edilerek rayına oturtulması operasyonudur. Türkiye’deki yönetim biçimi ve anlayışının askeri bir açık faşist
33
12 EYLÜL
GÜNDEM
diktatörlük haline dönüşmesidir. 12
Eylül, ülke yönetiminin sivilleri devri
sonrasında da getirdiği 82 Anayasasıyla, antidemokratik yasalarıyla, bu
yasalarla yapılan parlamento seçimleri ile yönetim anlayışı ve mantığıyla günümüzde de devam eden bir
süreçtir.
Mahkemenin müdahillik taleplerinin büyük çoğunluğunu reddetmesi
aslında 12 Eylül mantığının günümüzde devam ettiğinin de bir göstergesi sayılmalıdır. Bu davanın, baştan
itibaren söylediğimiz gibi, iki darbecinin sembolik olarak yargılanacağı
bir dava olmaktan öteye gidemeyeceği şimdi çok daha açık olarak görülebilmektedir.
12 Eylül darbesinden sonra açılan
Devrimci Yol davasının uzun yıllar
cezaevinde kalan ve benim de içinde
bulunduğum 7 kişi adına davaya ka-
34
“Mahkemenin müdahillik
taleplerinin büyük
çoğunluğunu reddetmesi
aslında 12 Eylül mantığının
günümüzde devam
ettiğinin de bir göstergesi
sayılmalıdır. Bu davanın,
baştan itibaren söylediğimiz
gibi, iki darbecinin sembolik
olarak yargılanacağı bir dava
olmaktan öteye gidemeyeceği
şimdi çok daha açık olarak
görülebilmektedir.”
tılma dilekçelerimizi verirken adliye
önünde açıklama yapan avukatlarımız Halis Yıldırım ve Sabri Kuşkonmaz, “12 Eylül darbesinin iktidara
karşı değil, halka karşı yapıldığının”
altını çizerek “İktidar figürleri değiş-
se de temelde egemenlerin iktidarı 12
Eylül öncesinde, 12 Eylül’de, sonrasında ve şimdi de değişmemiştir.
Değişen kişiler ve yönetimlerdir”
tespitini de belirtmişlerdir.
Evren, Şahinkaya yargılamasının, 12
Eylül’ün aklanmasına dönüştürülmesi tehlikesine dikkat çeken avukatlar: “Bu tehlikenin önüne geçmenin
koşullarını yaratmak için, darbenin
gizli ve görünür tüm sanıklarının
mahkum olması ve tüm dünyaya yeniden teşhiri için, katılma dilekçesi
veriyoruz.” demişlerdir.
Biz de, bu yargılamanın “12 Eylül” ile
bir “hesaplaşma” olmadığını, gerçek
bir hesaplaşmanın nasıl olması gerektiğini göstererek; yeni neoliberal
rejimin kendisini aklamasına meydan vermemek için ve 12 Eylül’ün
arkasındaki ve günümüzde de süren
Türkiye gerçeklerini bir kez daha
12 EYLÜL
açıklamak için davaya müdahil olduk.
Ve Günümüzde “12 Eylül”lü
Türkiye Gerçeği
Türkiye yaklaşık otuz yıldır ekonomik yapısından siyasi, idari, askeri
yapılanmalarına kadar uluslararası
sermayenin yeni dünya düzenine
entegrasyonu doğrultusundaki bir
dönüşüm ve değişim sürecinin içindedir. Bu süreçteki bütün iktidarların
politikaları temelde aynı doğrultuda
olmuştur. Bütün sorunlar yeniden
ortaya dökülerek bu sürecin özellikleri çerçevesinde çözüm arayışlarına
girilmiştir.
Sovyetler Birliği‘nin çözülmesinden
sonra ABD o zamana kadarki soğuk
savaş politikalarını terk etmiştir.
Bizim gibi ülkelerde askeri darbeleri
sola karşı kullanma ihtiyacı kalmamıştır. Orduları darbeci gelenekten
uzaklaştırarak bir tür “demokrasi”,
liberal demokrasi projesine yönelinmiştir. Bu, neoliberal politikaların
üst yapısını kurma açısından olağan
bir gelişmedir. Devlet yapıları, anayasal düzenler, hukuki düzenler buna
göre düzenlenmektedir. AKP iktidarı
da on yıldır sürdürdüğü politikalarıyla, bir yandan ekonomiyi uluslarararası sermayenin yeni yönelimleri
doğrultusunda liberalize ederken,
bunun önündeki engelleri de ortadan
kaldırarak buna uygun üst yapıyı
kurmaya çalışmaktadır.
“12 Eylül ile gerçek bir
hesaplaşma mücadelesi,
1982 Anayasası başta
olmak üzere darbenin
getirdiği hukukî ve idari
sistemlerinin devamı olarak
bugünkü sermayenin
istekleri doğrultusunda
restorasyonu süren yeni
neoliberal düzene karşı
mücadeleyle birleştirilerek
sürdürülebilirse anlamlı bir
sonuca ulaşabilecektir.”
Şu unutulmamalıdır: Ülkemizde
darbeler yapan ordu NATO‘ya bağlı
bir ordudur. NATO, ABD emperyalizminin denetiminde ve ABD emperyalizminin politikalarını uygulayan bir
kurumdur. Bütün darbeler Türkiye‘deki düzenin korunması için egemen sınıflar çıkarına ama en çok da
ABD‘nin bölge politikalarına uygun
olarak gerçekleşmiştir. Amerika‘nın,
emperyalizminin, yerli burjuvazinin
rolünü hesaba katmaksızın yaşananların ve darbelerin tam olarak
anlaşılması mümkün değildir.
tarafından seçilmiş bir iktidara karşı
yapılan askeri müdahale çerçevesinde değerlendirilmektedir. Oysa
Türkiye’nin son yarım yüz yıldır yaşadığı askeri darbeler gerçeği, Soğuk
Savaş dönemi koşulları içinde belirlenmiş devlet sisteminin bir parçasıdır. İster seçimle gelmiş hükümetler
olsun, ister askeri darbe yönetimleri, aynı baskıcı devlet sisteminin
birbirini tamamlayan iki unsurunu
oluşturmuş, egemen sınıflar ve emperyalist güçlerin çıkarları gerektiği
zaman birbirini ikame edecek şekilde
işlev görmüştür. Soğuk Savaş politikalarının bir parçası olarak örgütlendirilmiş baskı mekanizmaları,
kontrgerillanın sivil yapılanmaları,
seçimle işbaşına gelmiş hükümetler döneminde de askeri dönemleri
aratmayacak şekilde icraatlarını sürdürmüş, sol muhalefet hareketlerine
karşı yasadışı bir baskı mekanizması
olarak çalışmıştır. Askeri darbeler
çoğunlukla bunların yetersiz kaldığı
noktada devreye sokulmuştur.
Türkiye’deki askeri darbeler sorununu seçimle işbaşına gelen hükümetlere karşı ordunun müdahalesinden
ibaret bir sorun olarak, bir askeri vesayet meselesi olarak gören/gösteren
anlayışlar sadece askeri darbelerin
değil, bütün sistemin sınıfsal temellerini de gizlemektedir.
Ülkemizde bugün kimi çevrelerce, diğer askeri darbelerde olduğu
gibi 12 Eylül darbesi de sadece halk
Bu anlayışa sahip olanlar, 12 Eylül
öncesinde yaşanan bütün olay ve
gelişmelerin darbeciler tarafından
müdahale ortamını hazırlamak için
düzenlendiğini ileri sürmektedir.
Bunlara göre 12 Eylül öncesinde ülkede yaşanan her şey darbeciler tarafından tertiplenmiş (!); “aynı silahla
öğleden önce sağcılara solcuları,
öğleden sonra da solculara sağcıları
vurdurmuşlardır”(!).
Bu iddialarına kanıt olarak da “12
Eylül günü darbe olur olmaz bütün
olayların bıçakla kesilir gibi kesildiği”(!) yalanını ileri sürmektedirler.
“Evren, Şahinkaya Davası” iddianamesi de aynen bunu söylemektedir!...
“12 Eylül” ile Gerçek Bir
Hesaplaşma Sürmeli,
Sürdürülmelidir
Evet, 12 Eylül faşizmi ülkemize ve
halkımıza karşı büyük bir suç işlemiştir. Yüz binlerce insan işkence
görmüş, cezaevlerine atılmış, bir
nesil yok edilmiş, bu ülkenin bütün
geleceği karartılmıştır. Bu yüzden
“Evren, Şahinkaya Davası” ne kadar
sembolik bir dava olursa olsun, bir
dönemin acısını çekmiş insanların
yüreğini biraz olsun soğutacak bir
gelişme olarak görülmeli; “Evren,
Şahinkaya Davası”na karşı ilgisiz kalınmamalıdır. Darbecilerin ve onların
resmi, sivil destekçilerinin yargılanması, haksız mahkûmiyetler ve idari
kararların bozulması; af, iade-i itibar
ve tazminat yoluyla gelebilecek olan
adalet isteklerine devam edilmelidir.
Öte yandan, “12 Eylül” ile gerçek bir
hesaplaşma mücadelesi, 1982 Anayasası başta olmak üzere darbenin getirdiği hukukî ve idari sistemlerinin
devamı olarak bugünkü sermayenin
istekleri doğrultusunda restorasyonu süren yeni neoliberal düzene
karşı mücadeleyle birleştirilerek
sürdürülebilirse anlamlı bir sonuca
ulaşabilecektir.
Başta Kenan Evren olmak üzere 12
Eylül darbecileri, bugün ülkede yaşanan bütün olumsuzlukların sorumlusu olarak halkın vicdanında şimdiden
mahkûm olmuştur. Ne kadar göstermelik bir yargılamayla gerçekler örtbas edilmeye çalışılacak olursa olsun,
tarih de bu kararı onaylayacaktır.
35
BİR ODTÜ’LÜ
Murat Yetkin ile
habercilik kulisi
Ankara gündemi denince ilk akla gelen gazetecilerden Murat Yetkin (ME ’89) ile
gazeteciliğin labirente benzeyen koridorlarında dolaşan bir sohbet gerçekleştirdik.
SÖYLEŞİ
ODTÜ
Makine Mühendisliği
Bölümü mezunu olsa da her zaman
gazetecilik yapmış bir isim Murat
Yetkin. Ankara’nın nabzını tutan,
köşe yazılarında siyasi analizleri
ile dikkat çeken, siyasi gündemi
kitaplarına taşıyan, üniversitede
ders veren, genel yayın yönetmenliği
yapan Murat Yetkin tüm hayatını
36
habercilikle yoğrularak geçiren bir
gazeteci. Kendisi ile yeni görev yeri
olan İstanbul’da bir araya geldik.
Uzun yıllar Ankara ile özdeşleşmiş
olan Yetkin artık Hürriyet Daily News
Genel Yayın Yönetmeni olarak yoluna
devam etse de Ankara’dan ve siyasi
gündemin nabzını tutmaktan kopması
pek mümkün gözükmüyor.
ODTÜ’de Makine Mühendisliği okudunuz ama gazeteci oldunuz. Gazeteciliğe ilginiz nasıl başladı?
Gazeteciliğe ilgimi Makine
Mühendisliği’ne girdikten sonra fark
ettim. 1970’lerin sonunda ya mühendis, ya doktor olmak modaydı, hiç bir
şey olamadıysan avukat olacaktın. Böylece doktor değil de mühendis olmaya
BİR ODTÜ’LÜ
karar verdim. Teknolojiyi hala severim,
o dünyayı hiç arka planda bırakmadım,
hep ilgilendim. Ama gazetecilik beni
kendine çok çekti. Bunda politik ortamın da çok etkisi var. 12 Eylül askeri
darbesinden sonra gazeteciliğe olan
ilgim daha da ortaya çıktı. Ne oluyor ne
bitiyor diye takip ediyordum. En kötü
sansür koşullarında bile basına düşen
işlerin olduğuna inanırım. Nitekim o
dönem de öyle bir durum vardı. Her
şeyin bastırıldığı bir dönemde basını
takip ederek yine de gündemi okuyabiliyordunuz. 1981’de siyasi içerikli
haftalık “Arayış” dergisinde stajyer
olarak çalışmaya başladım.
O dönemde ODTÜ hem politik hem
demokratik bir ortam içindeydi bu
sizi nasıl etkiledi?
Ben de seçilmiş öğrenci temsilcilerinden biriydim. Daha sonra o ortamda
gazeteciliğe başlayınca dersler biraz
geri planda kaldı. O yüzden çok aksayarak okulu bitirdim.
ODTÜ’deki ikinci yılınızdan itibaren
girdiğiniz gazetecilikten bir daha
kopmadınız.
Evet. Uzun bir süre dergilerde çalıştım. Aslında bir yanım hep politada
kalsa da basın içinde neredeyse her işi
yaptım. Mesela yaklaşık bir buçuk sene
“Ziraat Dünyası” dergisinde çalıştım.
Türkiye’nin bütün tarım alanlarını
gezdim. Derginin tek çalışanı bendim. Muhabiri, fotoğrafçısı, abonecisi, yazarı, neredeyse her şeyini ben
yapıyordum. Benim için çok faydalı
oldu, Türkiye’nin tarım sorunları
nedir anladım. 1887-88’den itibaren
BBC World radyo henüz Türkiye’de
yayına başlarken, Ankara’da bir büro
açmaya karar verdiler. Sınavı kızanarak buraya girdim. Böylece günlük
habercilik yapmaya başladım. Uzun bir
süre Türkiye’deki yabancı basın-yayın
kuruluşlarıyla,
BBC ve kısa bir süre de Ajans France Press ile çalıştım. Türk basınına
geçişim de şimdiki adıyla Hürriyet
Daily News ile oldu. Orada diplomatik
savunma editörü olarak işe başladım.
Daha sonra da Kanal D, NTV, Sabah,
Radikal derken şimdi de Hürriyet Daily News Genel Yayın Yönetmeniyim.
“Ankara’da “koridor
notu” diye bir şey vardır.
Bu, meslektaşların
birbirine verdikleri kanaat
notudur. Yani sizin fikriniz
dışardan ne kadar pırıl
pırıl görünürse görünsün
meslektaşlarınızın size
yazılı olmayan ama
etkisi hissedilen bir notu
vardır.”
“Gazeteciliği devam ettirmek için
yüksek adrenalin gerekiyor” dediniz.
Size o adrenali veren nedir?
Merak. Üniversitelerde ders verdiğimde öğrencilere “Neden gazeteci
olmak istiyorsunuz?” diye soruyorum.
“Halka gerçekleri anlatabilelim” diye
gibi değişik cevaplar geliyor. Bunlar
güzel duygular ama bence herhangi bir
olayı kendisi için merak etmeyen bir
gazeteci gerçek bir gazeteci değildir.
Önce kendim öğrenmeliyim. Aklınıza
gelebilecek her şeyi merak ederim.
Yani merak etmezsem yaşayamazmışım gibi geliyor.
Ankara kulisleri denince akla ilk
gelen isimlerden birisiniz. Neden
Ankara’yla bu kadar özdeşleştiniz?
Otuz yıl Ankara’da çalıştığım için
herhalde! Öğrencilerime de hep söylediğim gibi, iyi bir gazeteci olmak için
dürüst olmalısınız; haber kaynaklarına
dürüst olmalısınız. Haber kaynaklarına verdiğiniz sözü tutmalısınız.
Ben bunu yaptığıma inanıyorum, bu
nedenle bu kadar uzun süre devam
ettirebildim diye düşünüyorum.
Haber kaynaklarını nasıl oluşturuyorsunuz?
Güven ilişkisiyle. Özellikle benim
çalışmış olduğum diplomasi ve savunma alanlarında güven çok önemlidir.
İlişki oluşturmak çok zordur ve çok
kolay bozulur. Siz verdiğiniz bir sözü
tutmazsanız o telefon bir daha sorularınızı cevaplamaz. Bu haber kaynağına
bağımlılık gibi bir şey değildir. Tam
aksine o güven ilişkisi karşılıklıdır. Siz
de haber kaynağınızın sizi yanıltmadığından emin olmak zorundasınız. Beni
yanıltan bir haber kaynağına bir daha
güvenmem, bir şey sormam. Söylediklerini dikkate alırım ama esas almam.
Bu ilişkiler yazılı olmayan kurallardır.
Ankara’da “koridor notu” diye bir şey
vardır. Bu, meslektaşların birbirine
verdikleri kannat notudur. Yani sizin
fikriniz dışardan ne kadar pırıl pırıl görünürse görünsün meslektaşlarınızın
size yazılı olmayan ama etkisi hissedilen bir notu vardır.
Ankara iç siyasetin nabzının tutulduğu yer ama İstanbul da özellikle ekonomik gücü ile ön plana çıkıyor. Siz bu
güç ayrımını nasıl görüyorsunuz?
Yasama, yürütme, yargı Ankara’da
olduğu sürece kaçınılmaz olarak
siyasetin nabzı Ankara’da atar. İstanbul en çok milletvekili gönderen şehir,
onların hiç mi ağırlığı yok? Tabiî ki
var. Türkiye’nin yüzde kırkı parasını
İstanbul ve çevresinde kazanıyor.
Ankara’daki diplomatik politikaların
belirlenmesinde İstanbul çok büyük
rol oynuyor. Fakat neticede her parlamenter ülkenin bir parlamentosu var.
Sonuçta oraya seçip gönderdiğimiz
kişiler yasalar için el kaldırıyor ya da
kaldırmıyor. Oradaki yüksek mahkemeler karar veriyor. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay hepsi
orada. Neden orada? Başkent orası
ilan edilmiş o yüzden. Yarın öbür gün
başkent İstanbul yapılır ya da Kayseri olur -ki Kurtuluş Savaş’ı sırasında
Yunan işgal orduları Polatlı’ya geldiklerinde Kayseri’nin başkent olması
düşünüyordu- o zaman durum değişir.
Sonuçta siyasiler neredeyse nabız da
orada atıyor.
Bunca yılın ardından sonra
İstanbul’da olmak sizi nasıl etkiledi?
Buradaki işim bir gazete çıkarmak. Bu
gazete de Hürriyet Daily News gazetesi. Şimdi buna yoğunlaşmış durumdayım.
Ankara’daki bağımı koparmam
mümkün değil. Ankara’da çok güçlü
bir ekibimiz var. Siyasi gazetecilik
yaptığınız için o bağ siz isteseniz de
kopmuyor. Çünkü Ankara’yı duymak
zorundasınız.
37
ar
ma
aştır NKET
A
AL
SOSY
A
MEDY
Köşe yazılarınızla tanınsanız da siz
kendinizi köşe yazarı olarak görmediğinizi söylüyorsunuz.
Ben bir köşe yazarı değilim, makale
yazmıyorum.
Her gün yazacak kadar çok fikir bende
yok; başkalarında varsa takdir ederim. Ben bir haberciyim, haber analizi
yapıyorum. Yani bildiğiniz anlamda
makale yazarı değilim, yazdıklarım da
makale değil.
Türkiye’de basında tekelleşme, kutuplaşma ve medyanın çok fazla patronların eline geçmesi gibi konuları otuz
yıllık gazeteci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medyanın patronların elinde olmasının alternatifi nedir diye sorulmalı.
Mesela Le Monde krize girince devletin desteğine ihtiyaç duydu. Bu kulağa
hoş gelen bir şey değil ama maalesef
dünyada var. Biz daha o aşamaya
gelmedik ve umarım da gelmeyiz.
Amerika’da haber bültenlerinin altında bu haber size X firması tarafından
sunulmuştur diye bant geçiyor. Aman
ne kadar güzel diye söylemiyorum.
Ama böyle bir durum var. Özellikle
elektronik medyanın ortaya çıkışından sonra basının yaşadığı gelir gider
dengesizliği sorunu var. Giderler çok
fazla. Kağıt, ulaşım, personel giderleri,
vergiler sürekli artıyor, döviz kurları
bütün dünyada artıyor. Gelir nereden
gelecek? Satış ve ilandan. Satış elektronik medyanın baskısı altında, ilan
38
A
TİK
İ
L
O
P
İÇ
R
E
B
HA ARŞİV GÜVEN
İR
FİK
D
A
Y
D
E
M
İK
AT
R
K
O
EM
TEKNO
LOJİ
EM
D
N
Ü
E
G
LEŞM
T
ET
N
R
E
İNT M
ÇÖZÜ LLEŞME
EKE
BİR ODTÜ’LÜ
TV
televizyonun ve elektronik medyanın
baskısı altında. Üstelik ekonomiler
küçülüyor. Ekonomi küçülünce reklam
verenler daha az reklam verir hale
geliyor. Çünkü bu yaşanan medya
patlaması sonucu o pastadan pay
alanların sayısı da artıyor. Yani basının
patronlaşması sorusunu sorduğunuz
zaman altından bir buz dağı çıkıyor.
Buz dağından çıkan sorulara siz de
cevap bulamazsınız. Dünyada böyle
bir sistem var. Ben bunu kabullenelim
diye söylemiyorum. Böyle bir olgu var,
bunu yok sayamazsınız.
Elektronik medyadan söz açılmışken,
“internet dünyayı demokratikleştirdi” söylemine inanıyor musunuz?
Haber yapma ve kendi haberini
yayma hakkı getirdi insanlara. Siz bu
anlamda gazeteciliğin geleceğini nasıl
görüyorsunuz?
Haberin demokratikleşmesi kısmına
gelirsek, iki tarafı keskin kılıçtır. Herkesin dilediği gibi kendi haberini yapma şansı vardır. Bu çok güzel bir şey mi
acaba? Peki bu haberlerin güvenilirliğine nasıl inanacağız? Bütün dünyada
haber takibi için en çok gazetelerin
sitelerine bakılması bir tesadüf mü?
Neden gazete siteleri? Çünkü orada
gazeteciler çalışıyor. Aklına o anda ne
geldiyse yazan, ben bunu düşünüyorum ve yazıyorum diyen bir insana
güvenemezsiniz. Siz bunu arama
motorunda aradığınız zaman güvenilir
bilgi de verir, güvenilmez bilgi de. O
“Haberin demokratikleşmesi
kısmına gelirsek, iki tarafı keskin
kılıçtır. Herkesin dilediği gibi kendi
haberini yapma şansı vardır. Bu
çok güzel bir şey mi acaba? Peki
bu haberlerin güvenilirliğine nasıl
inanacağız? Bütün dünyada haber
takibi için en çok gazetelerin
sitelerine bakılması bir tesadüf
mü? Neden gazete siteleri? Çünkü
orada gazeteciler çalışıyor.”
yüzden medya okur - yazarlığı ders
olarak veriliyor. Siz kirli bilgiyi temiz
bilgiden nasıl ayıracaksınız? O yüzden
haberin demokratikleşmesi derken iki
tarafı keskin kılıçtan bahsediyoruz.
Arap Baharı gibi toplumsal olaylarda
sosyal medyanın rolü olduğuna inanıyor musunuz?
Bunu başlatan bir rol değildir ama etkisi olmuştur. İletişimin sağlanmasında büyük rol oynamıştır. Çünkü bahsettiğimiz ülkelerin hepsi patronların
elinde olmayan bir medyaya sahipti.
Hepsi devletin elindeydi hiçbir şekilde
haber alma özgürlükleri yoktu ve bunu
yapan orta ve eğitimli sınıfın hepsinin
cebinde cep telefonları vardı. Bu cep
telefonları aracılığıyla haberleşmeye
başladılar. O meydanları dolduranların
hepsi orta sınıftır. Ama şimdi görüyoruz ki onların ayaklanmasıyla meydana gelen yönetim değişikliği onların
elinden bir bir alınıyor. Kimlere cep
telefonları olmayan ama oy gücüne sahip eğitimsiz, işsiz kitleler yönetimlere
el koyuyor. Güzel midir? Bilmiyorum.
Bakalım nereye gidecek? Demokrasi
böyle bir şeydir. Oy gücünü, sandığı, serbest seçimi kabul ediyorsanız
sonuçları beğenmeme hakkınız yok.
Herhangi bir olay için “sosyal medya
olmasaydı bunlar olmazdı” gibi düşünceler bana biraz çocukça geliyor.
İç politikaya gelirsek, sizce
Türkiye’nin açık ara öndeki sorunları, acil konuları hangileri?
Bu konuyu ikiye ayırmak isterim.
Bence Türkiye’nin siyasette yaşadı-
BİR ODTÜ’LÜ
ğı en büyük sorun Kürt sorunudur.
Türkiye’nin toplumsal olarak yaşadığı
sorun ise kadın sorunudur -ki aslında
ben erkek sorunu demek istiyorum.
Bu ikisini birbirine öncelemiyorum
ama siyaseten biri ne kadar önemliyse
toplumsal sağlık açısından da diğeri o
kadar önemlidir. Bu önceliğin kısa bir
süre içinde değişeceğini de hiç düşünmüyorum.
Son otuz yılın iç meselesi Kürt sorunudur. Kadın sorunu ise toplumsal bir
dokudur. Bu dokunun içinde etnik,
bilimsel, kültürel özellikler vardır.
Türkiye’nin en büyük toplumsal sorunu kadın sorunudur.
Alınan önlemleri yeterli görüyor
musunuz?
Yeterli görmesem de zorunlu görüyorum. Ben şuna inanmıyorum: “Yasayı
istediğin kadar değiştir, kafayı değiştirmeden olmuyor”. Bunu büyük bir
palavra olarak görüyorum. Yasa değişmeden kafa değişmez. Örnek sigara
yasağıdır. “Her şeyi eleştiriyorsun,
hükümet hiç mi iyi bir şey yapmadı?”
diye soranlara “yaptı, sigara yasağını
getirdi” diyorum. Üniversite sınavlarını kaldırsın, söz veriyorum onu da
destekleyeceğim. Bu da çok önemli bir
konudur. Merkezi üniversite sınavının
Türkiye’nin eğitim sistemini çökerttiğine inanıyorum. Konuyu dağıtmadan
ana meseleye dönecek olursak, Kürt
sorunu ve kadın sorununu birbirinden
öncelikli görmüyorum. Bu iki konu
ne kadar sorun olmaktan geriletilirse
Türkiye o kadar iyi bir ülke haline gelecek. “Çözülürse” demiyorum çünkü
hemen halledilebilecek meseleler
değil. Ama bu iki sorun aşılırsa Türkiye
‘yaşamak için tercih edilir ülke’ haline
gelecektir.
Bu iktidarın kadın meselesini çözebileceğine inanıyor musunuz?
Bu sorunlar hangi alanda ne kadar
geriletebilirse çözüm bulmaktan daha
etkili olacaktır. Bu iktidar zamanında
yazdığım yazılardan yola çıkarak size
söyleyeyim. Kamu personelinde üst
kademelerde kadın sayısında ciddi
azalma var. Kadınların birkaç önemli
mevkiye getirilmesiyle bir şey olmuyor. Toplamına baktığımız zaman
“Bence Türkiye’nin siyasette
yaşadığı en büyük sorun
Kürt sorunudur. Türkiye’nin
toplumsal olarak yaşadığı sorun
ise kadın sorunudur -ki aslında
ben erkek sorunu demek
istiyorum- Bu ikisini birbirine
öncelemiyorum ama siyaseten
biri ne kadar önemliyse
toplumsal sağlık açısından da
diğeri o kadar önemlidir.”
müsteşar, müsteşar yardımcıları,
genel müdürler, daire başkanları,
şube müdürleri aşağıya doğru indikçe
hiç iç açıcı bir tablo yok. Ben orada
çok radikal adımlar atılması gerektiği
inancındayım.
Kürt meselesi için bir öngörünüz var
mı?
Keşke herkesin elinde bir sihirli
değnek olsa da bu sorunu çözebilsek.
Artık bu sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini anladık. Daha
sonra PKK ile görüşelim mevzuları
başladı o da işe yaramadı. Şimdi bir
üçüncü yol deneniyor, sanki bu daha
mantıklıymış gibi geliyor. Silah çekenle ona göre, çekmeyenle ona göre
muhatap olunacak. İkisi arasında da
bir geçirgenlik var. Biraz daha ana
hatlarıyla ortaya çıktığında üstünde
tartışılacaktır. Ben bu önerinin BDP
için ayrı bir hareketlenme olacağını
düşünüyorum. Herhalde artık muhalif Kürt vatandaşlar da vurup kırarak
bu işin olmayacağını görmüşlerdir.
Onların da çocukları hayatlarını
kaybediyor...
BDP’nin burada aldığı oyun potansiyelini doğru kullandığına inanıyor
musunuz?
İnanmıyorum. Çünkü BDP’nin aldığı
oyda PKK’nin rolü vardır. BDP’nin
aldığı her oy PKK silahlı mücadeleye
devam etsin başka yolu yoktur oyu da
değil. Bunu etrafımda tanıdığım bildiğim kişilerin de böyle düşündüğünü
biliyorum.
Gündemin bir diğer önemli konusu
olan yeni anayasa hakkında ne düşünüyorsunuz?
Başta çok umutluydum giderek
umudumu kaybediyorum. Bir de 2014
yılında seçim olacak gibi gözüküyor.
2014 senaryosu az çok belli. Başbakan
Cumhurbaşkanı olacak gibi görünüyor. 2015’de de seçimler olacak.
Eğer AKP istikrarını sürdürebilirse
ki trend onu gösteriyor, Başbakanın
Cumhurbaşkanı olma ihtimali var.
Son olarak ODTÜ’lülere iletmek
istediğiniz mesajınız var mı?
ODTÜ’yü ve ODTÜ’lüleri seviyorum.
39
ARAP BAHARI
Mısır’a “bahar” gelir mi?
Aldığı bir iş teklifini değerlendirerek Mısır’ın Dimyat şehrinde çalışmaya başlayan
Mustafa Ünal (MAN ’87) içinde yaşadığı Arap Baharı sonrası dönemi dergimiz için
kaleme aldı.
2011 yılı başında Tunus’ta baş-
GÜNDEM
layarak dalga dalga Mısır, Libya ve
Suriye’ye yayılan ve “Arap Baharı”
olarak isimlendirilen halk hareketlerinin, ilk hareketlerin başladığı ülke olan
Tunus dışında -ki oradaki durum bile
tartışılabilir- şu ana kadar beklenen
sonucu vermekten çok uzak olduğunu
görmekteyiz. Peki bundan sonrası için
ne söylenebilir? “Arap Baharı” isminin hakkını verebilir mi? Sözkonusu
ülkelerin içinde bulunduğu çok farklı
koşullardan dolayı bu değerlendirmeyi
belki de topluca değil ülke ülke yapmanın daha uygun olacağı kanaatindeyim.
Bu kapsamda, Mısır’da yaşananları bir
siyaset bilimi uzmanı olarak değil de
40
bir gözlemci olarak değerlendireceğim.
Bir Türk firmasındaki işim nedeniyle 3 ay kaldığım Mısır’da gördüğüm
kadarıyla, Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından demokrasiye geçiş
dönemi için oluşturulan Yüksek Askeri
Konsey otoriteyi sağlayamamış. Bunda
Konsey’in Mübarek’in kadrosu ile oluşturulduğu düşüncesinin etkisi büyük.
Ancak ne olursa olsun, Konsey Mısır’ı
daha demokratik bir yönetime taşımak
için açıkladığı planı gecikmeyle de olsa
uyguluyor, tabii bu da halkın tepkilerinin büyümesini engelliyor. Bu takvime
uygun olarak, 2011 Kasım ayı sonunda
başlayan ve 2012 Ocak ayı sonunda
tamamlanan parlamento seçimleri
olaysız bir şekilde gerçekleştirildi.
Seçime katılma oranını yükseltebilmek
uğruna aylarca süren bir seçime rağmen, resmi açıklamalara göre katılım
oranı %62 olarak gerçekleşti. Ancak
bağımsız gözlemcilere göre bu oran çok
daha aşağılarda hatta %50’nin altında
bile olabilir. Gerçek olan şu ki, resmi
oranlar dikkate alınacak olsa bile, bu
durum aslında halkın demokrasiye ne
kadar duyarlı olduğunu net bir biçimde
ortaya koyuyor.
Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu parti olan Hürriyet ve Adalet Partisi yaklaşık %50 oy alarak seçimlerden
lider parti olarak çıktı, buna rağmen
tek başına çoğunluğu sağlayacak millet-
ARAP BAHARI
vekili sayısına ulaşamadı ve 508 sandalyeye sahip Mısır Parlamentosunda
235 sandalye elde etti. Bu beklenen bir
sonuçtu ve hiç kimse için sürpriz olmadı. Ancak seçimin büyük sürprizi ikinci
sırayı alan ve radikal islamcı görüşlere (Selefi anlayışa) sahip Nur Partisi
oldu. Seçim öncesi anketlerde %15 oy
potansiyeliyle üçüncü sırada gösterilen
Nur Partisi, beklenmedik bir şekilde
yaklaşık %25 oy alarak ikinci oldu. Bu,
Selefilerin kendilerinin bile beklemediği bir başarıydı.
Böylece “islamcı” yönetim anlayışına
sahip iki partinin oy oranı toplamda
%75’e yaklaşarak Mısır’ın bundan
sonraki yönetiminin nasıl olacağını
apaçık bir şekilde gösteriyor. İslamcı
kadroların neler yapabileceğini görme
ve izleme adına ilginç bir sürecin
başladığı kesin. Şimdiye kadar ortaya çıkan işaretler, islamcıların, tıpkı
islam dünyasındaki diğer benzerleri
gibi, ‘islami siyaset’ sloganının altını
dolduracak, tutarlı ve dört başı mamur
bir teori ortaya koyamadığını gösteriyor. Ülkenin yaklaşık 85 milyonluk
nüfusunun %8-10’unu oluşturan 7-8
milyon civarındaki Hıristiyan azınlığın
bu islamcı yönetim anlayışı içerisinde
nereye oturtulacağı, baskılara maruz
kalıp kalmayacağı gibi ülkenin kaderine
etki edecek derecede önem taşıyan bir
konuda bile nasıl bir politika izleneceği
bilinmiyor.
Diğer taraftan, bir yandan baskı rejiminden sonra gelen otorite boşluğunun yarattığı görece özgürlük ortamının etkisi bir yandan da halkı derinden
sarsan, işsizliğin, yoksulluğun had
safhaya ulaşmasına yol açan ekonomik
krizin etkisi, ülkede özellikle eğitimsiz
kesimde bir algılama bozukluğuna yol
açmış görünüyor. Bu kesimde, zaman
zaman demokrasinin “her istediğini
yapma özgürlüğü” olarak algılandığına
büyük bir şaşkınlıkla şahit oldum. Bu
algılamanın siyasi boyutunu değerlendirdiğimizde; Müslüman Kardeşler
ile Selefilerin diğer siyasal partilere
oranla çok daha çatışmacı bir yaklaşım
sergilediğini dikkate alacak olursak,
Mısır halkında demokrasi kavramı
için oluşan –benim tabirimle- algılama
bozukluğunun, halkın bu siyasal kutuplaşmanın tam merkezine oturtulmasıyla oluştuğunu da söyleyebiliriz.
Bu algılama bozukluğu toplumsal hayata da yansımış durumda, örneğin ülke
tarihinde hiç olmadığı kadar banka soygunu oluyor. Ülke tarihinin en büyük
banka soygunu da yine bu dönemde
-Ocak ayında- oldu. Şubat ayında Port
Said’deki bir futbol maçında olayların
çıkması ve 79 kişinin olaylarda hayatını
kaybetmesi bu toplumsal algılama bo-
zukluğunun yarattığı anarşiden başka
bir şey değil. Uluslararası şirketlerin
milyarlarca Amerikan Doları tutarındaki yatırımlarıyla kurduğu fabrikaların çalışmasını “çevreyi kirletiyor”
bahanesiyle engellemek hatta bundan
bir şekilde menfaat sağlamaya çalışmak demokratik hak olarak görülüyor.
Polislerin dövülmesi bile neredeyse
demokratik hak olarak görüldüğü için
ortada polis teşkilatı yok. Kahire, İskenderiye gibi büyük kentlerde günlük
yaşam en azından gündüz vakti normal
görünümde seyrederken, diğer kentlerde –eğer yalnızsanız ve tenha bir
yerdeyseniz- her an demokratik hakkını kullanarak (!) sizi soymak isteyen
birilerini karşınızda bulabilirsiniz.
Bundan sonraki siyasi süreçte 23-24
Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilecek
olan cumhurbaşkanlığı seçimleri var.
Mart ayı sonuna doğru, Yüksek Askeri
Konsey’in, aday olan 21 kişiden 10’unu
veto etmesi ve veto edilen isimlerden ikisinin Müslüman Kardeşler ile
Selefilerin adayları arasında yer alması
ortamın bir anda gerilmesine sebep
oldu. Öyle görünüyor ki, cumhurbaşkanlığı seçimleri, Hüsnü Mübarek’in
savunduğu yönetim anlayışını savunan
ve çoğunlukla sivil-asker bürokrasi
ve bu bürokratik bloğa destek veren
halk yığınları ile geçtiğimiz aylarda
gerçekleştirilmiş parlamento seçimleri
sonrasında çoğunluğu elde eden ve bu
etkinlik doğrultusunda devlet başkanlığı koltuğunu da eline geçirmek isteyen Mübarek karşıtı islamcı yönetim
anlayışına sahip gruplar arasında bir
mücadeleye sahne olacak.
Tüm bu olanlardan sonra, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin büyük bir
gerginliğe ve kutuplaşmaya sahne
olacağı daha şimdiden ortaya çıkmıştır.
Cumhurbaşkanlığı koltuğu çok büyük
bir ihtimalle parlamentoda en çok
sandalyeye sahip ve hükümeti kurmaya
aday olan Müslüman Kardeşler’in eline
geçecektir. Ancak hem cumhurbaşkanlığında hem de parlamentoda oluşacak
bu değişimlere rağmen, siyasi çevreler
siyasal gerginliğin ve istikrarsızlığın
sona ereceğinden ve demokrasinin
işleyeceğinden kuşkuludur. Görünen o
ki, Mısır’a “bahar”ın gelmesi için daha
çok bahar geçmesi gerekecektir!
41
FOTOĞRAF ÇALIŞMA GRUBU
Katmandu’da İnsanlar
Nurdoğan Arkış (SOC ’80)
DERNEK’TEN
Çok renkli giysileri içindeki insanlar, bol renkli Katmandu mimarisi ile bir araya gelince
hoş görüntüler ortaya çıkıyor…
Katmandu’da insanlar renk renk giyiniyorlar.
Kıyafetlerin dinsel, toplumsal ve kişisel anlamları
var. Bu türden dükkanlardan kumaşları alıp, çoğu
kez terzilerde diktiriyorlar, zaman zaman da
kendileri dikiyorlar...
42
FOTOĞRAF ÇALIŞMA GRUBU
Gündelik yaşam sokakta da sürüyor. Komşuluk ve
sokak sohbetleri çok yaygın. Geniş aileler biçiminde
oturulan evlerin önü de evin içinden kabul ediliyor.
Çocuklar olduğu gibi yetişkinlerden de sokakta
yıkananlar olabiliyor…
Katmandu’da hemen her aile kendi küçük
tarlalarında elde ettikleri ürünü kendileri için
kullanıyor. Bunun ile ilgili işlemleri de bizdeki
imeceye benzer biçimde gerçekleştiriyorlar. Bu da
gene evlerin önünde yapılıyor. Anlamadığımız bir
dilde de olsa sokaktaki gülüşmeler ve sohbetler her
tarafa yayılmış durumda…
Dinsel törenler her yanda karşınıza çıkabiliyor.
Katmandu’da Budizm, Hinduizm, İslamiyet,
Musevilik ve Hıristiyanlık ve başka dinler bir arada
yaşıyor. Hemen her köşede bir dini önemi olan
nokta var. 330 milyon tanrıları olabiliyor. Kutsallık
anlayışları bizden çok farklı. Hemen her şeyi ve
canlıyı dinsel anlamda kutsal kabul ediyorlar ve
ona ilişkin eylemler günlük hayatın tam içinde yer
alıyor. Hepsi bir arada gerçekleşiyor.
Aileler genellikle çok çocuklu. Çocuklara çok önem
verildiği hissediliyor.
43
EDEBİYAT KULÜBÜ
Edebiyat dünyamızın
yeni dergisi:
RABARDA
RABARDA Sanat ve Edebiyat Dergisi’nin Genel Yayın
Yönetmeni Teoman Hekimoğlu ve Sanat Yönetmeni
Özgür Sağıroğlu’yla dergi ve son projeleri “Kelime ve
Nağme” üzerine konuştuk.
Dergi
DERNEK’TEN
isminin, tiyatroda oyun
sırasında iki ya da daha çok kişinin
konuşma ve gürültü efekti yaratmak
amacıyla metinden bağımsız
olarak kısık sesle söyledikleri
sözcüklerin tümü anlamına gelen
‘rabarba’ teriminden geldiğini
belirttiler. ‘Hatalara da açığız’
fikrinden yola çıkarak terimin bir
harfi yanlış yazılarak, derginin adı
‘Rabarda’olarak belirlenmiş.
Yayın hayatına yeni başlamış
genç bir dergi olmasına rağmen,
hiçbir maddi kâr amacı gütmeden,
bir sosyal sorumluluk projesi
çerçevesinde faaliyet gösterdiği
vurgulanan Rabarda Edebiyat
ve Sanat dergisi, genç yazarlara
teklifsizce kapısını açarak, sanatın
genç kuşaklara yayılımında katkı
44
sağlamayı hedeflemektedir. Derginin
sayfalarında tiyatrodan edebiyata,
müzikten el sanatlarına kadar uzanan
bir çok alanda genç yaratıcıları ve
deneyimli kalemleri okuyabilirsiniz.
Müzisyen Özgür Sağıroğlu tarafından,
yazar Teoman Hekimoğlu’nun
deneme yazılarının bestelendiği
Kelime ve Nağme projesinin,
‘her nota bir harfle hayat buldu’
düşüncesinden yola çıktığı ve
proje gelirinin büyük bir kısmının
Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’na
bırakılacağı da vurgulandı.
Teoman Hekimoğlu’nun internette
topladığı deneme yazılarını yanına
alarak müzisyen Özgür Sağıroğlu’nun
kapısını çalmasıyla serüven başlıyor.
Her ay bir yazı üzerine çalışılıyor.
Öykü notalara işleniyor. Böyle aylarca
süren sıkı bir çalışma tamamlanıyor.
Aynı zamanda öğretmenlik yapan iki
arkadaşımızın çalışmaları, Türkiye
Eğitim Gönüllüleri Vakfı aracılığıyla
yeni öğrencilerin okumasına,
eğitimin önündeki yoksulluk
engelinin kaldırılmasına
da yardımcı olacağı
belirtiliyor. Yazar Teoman
Hekimoğlu’nun dördüncü
çalışması olan Kelime ve
Nağme yazıları, albüme
Radyocu Kahraman
Tazeoğlu ve yazarın kendi
sesinden yansıyor.
EDEBİYAT KULÜBÜ
Bir Deliler Evinin YALAN
YANLIŞ Anlatılan Kısa
Tarihi
Edebiyat Kulübümüz bu ay, içindeki hikâyelerle olduğu
kadar, anlatım biçimiyle de edebiyat dünyasında
kendine özel bir yer edinen “Bir Deliler Evinin YALAN
YANLIŞ Anlatılan Kısa Tarihi” romanını inceledi ve
1989’dan bu yana yayımladığı kitaplarla ülkemiz
edebiyatının önemli isimlerinden biri konumuna gelen
kitabın yazarı Ayfer Tunç’u tanımaya çalıştı.
Ayfer Tunç’un
“Bir Deliler
Evinin YALAN YANLIŞ Anlatılan Kısa
Tarihi” romanında her şey 14 Şubat
tarihinde sırtını denize dönmüş bir
ruh sağlığı hastanesinin konferans
salonunda başlıyor. Aynı gün yine aynı
hastanede çıkan büyük bir yangınla
son buluyor. Aslında iki saatlik
bir gerçek zamanı anlatan roman,
birbirinin içinden doğan hikâyelerle
ve ülkenin sesi diyebileceğimiz
anlatıcı karakteriyle 1800’lü yıllardan
günümüze bir gayrı resmî Türkiye
tarihi; kapsamlı bir Türkiye panoraması
ortaya çıkarıyor.
Konusunun yanı sıra tekniğiyle de ilgi
çekici olan kitap, Tunç’un üç yıllık
emeğinin ürünü ve Türkiye’de biçim
ve anlatım tekniği açısından bir ilki
oluşturuyor. Yazar, hastanenin bir türlü
yazılamayan tarihi teması üzerinden
bütün 20. yüzyıl boyunca Osmanlı ya da
Cumhuriyet Türkiyesi vatandaşı olmuş
insanları kucaklayan; kucakladığı
her roman kişisine sınıfsal aidiyetine,
cinsel kimliğine ve etnik kökenine
bakmaksızın hakkını vermeye özen
gösteren çok sayıda hikayecik üretmiş.
Hikâyeci kimliğini koruyarak, hikâyeler
aracılığıyla kurgulamış romanını.
Bu yöntem, Tunç’un ironik, yer yer
iğneleyici, bazen alaycı diliyle farklı bir
boyut kazanıyor. Bu çok kişili romanın
bir ana kahramanı anlatıcıyken, diğer
ana kahramanın ise bütün bir toplum
olduğunu söylemek olanaklı.
Ayfer Tunç 1964 yılında Adapazarı’nda doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür dergilerine yazılar
yazmaya başladı. Edebiyat üzerine ilk yazılarını 1983 yılından başlayarak çeşitli
dergilerde yayımladı. 1989 yılında gazeteciliğe başladı. Yine 1989’da Cumhuriyet
Gazetesi’nin düzenlediği Yunus Nadi Ödülleri’ne katıldı ve“Saklı” adlı öyküsüyle
birincilik ödülü aldı. Bunu 1992 yılında yayınlanan ilk romanı “Kapak Kızı” izledi.
2001 yılında yayımlanan “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70’li Yıllarda
Hayatımız” adlı yapıtı, 2003 yılında altı Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen
Balkanika Ödülü’nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. Yeni
kuşağın öne çıkan kalemlerinden olan Tunç’un, 2003 yılında “Havada Bulut” adlı
dört bölümlük senaryosu filme alındı ve TRT’de gösterildi.
Ayfer Tunç şimdiye kadar on iki kitap ve çeşitli senaryolar yazmış, aynı zamanda
üniversitelerde Türkçe eğitimi veren bir yazar. Roman ve öykü yazarlığının yanı sıra
çeşitli gazete ve dergilerde yazmayı sürdürüyor; ayrıca editörlük ve dizi senaristliği
yapıyor. Aslında farkında olmasanız da onu tanıyorsunuz: Aliye, Binbir Gece,
Güldünya gibi televizyon dizilerinin senaryolarında imzası var, ancak Yıldız Tunç
takma ismiyle.
45
SİNEMA KULÜBÜ
Adı: İstanbul Mezunlar Derneği Sinema Kulübü
Yönetmen: Arif CEVİZCİ (CEN ’89)
Oynayanlar (Oynamaya Çalışanlar):
Feryal BEKDİK (CE ’79), Tülin CEVİZCİ (CP ’90),
Figen SÖNMEZ (METE ’83), Yavuz ÇAKMAK (EE ’66)
Misafir Sanatçı: Haluk SAN
Yer: Sinema PERA
Feryal Bekdik (CE ’79)
Sinema Kulübümüz çalışmalarına başladı. Grubun izlediği
ilk filme dair notlarını ve birlikte film seyretmenin keyfini
Feryal Bekdik (CE ’79) yazdı.
DERNEK’TEN
Mezunlar Derneği yeni
yönetim kurulu toplandığında ilk iş
görev dağılımı olur.Arif bir Sinema
Klübü kurmaktan söz eder, bunun
üzerine Feryal gezmeli eğlenceli olur
diye hemen yancılık yapar.
İlk eylem için harekete geçilir. O
günlerde sinemalarda oynayan
en sanatsal film olarak Zeki
DEMİRKUBUZ’un “Yeraltı” filmi
seçilir.
4 Mayıs Cuma günü Sinema Pera’da
buluşulur. Daha doğrusu herkes başka
bir yerden geldiği için kimi başlamadan
hemen önce kimi başladıktan sonra
bilet olarak sinema koltuklarına oturur
ve film izlenir.
Filmden sonra kafede buluşulur.
Yemekler söylenir. Birbirini tanımayan
grup, önce birbirini tanır. Film kiminin
içini baymıştır, kimini içine almıştır.
Filmin senaryosu Dostoyovski’nin
“Yer Altı Dünyasından Notlar “ adlı
eserinden öykünüldüğü için anlam ve
önemi bu açıdan tartışılır.
İçlerinden sinemaya en yakın Duran
Figen’dir.Figen’in kızı Damla Sönmez
46. Antalya Film Festivali’nde Bornova
Bornova adlı filmde ki oyunuyla En
İyi Yardımcı Kadın oyuncu ödülünü
kazanmıştır. Damla aynı zamanda TV
dizisi ‘Türkan’da, Türkan Saylan’ın
kardeşi Turhan rolünü oynayan hanım
kızdır. Bu durumda sinemacı annesi
olarak Figen’e tezahürat yapılır.
46
Yavuz ağabey filmin ağırlığından,
Figen ile Haluk film kahramanının
çocukluğundan kalansevgi
eksikliğinden söz eder. Arif film
boyunca ekranda ki hep koyu ile
açık, ak ile kara, karanlık ile aydınlığı
vurgulayan ışık tekniğini beğenmiştir.
Feryal fermuar ya da makinenin
dişlileri çalışırken aradan bir diş atınca
işlerliğin bozulduğu gibi; kahramanın
toplumdaki diş atanlardan biri
olduğunu söyler.
Bu arada temizliğe gelen kadının
sınıf atlayınca kahramana nasıl
horozlandığından, seks işçisi (bu da
yeni neslin tanımı) ile kahramanın
arasındaki diyaloglardan, insanların
iki yüzlülüğünden söz edilir. Engin
Günaydın’ın oyunculuğu takdir
edilir. Zeki DEMİRKUBUZ yere göğe
konamaz.
Bu faaliyetten herkes keyif almıştır.
Birbirini tanımaktan ayrıca
memnundur. Birlikte aynı dili
konuşmak, birbirini anlamak ise paha
biçilmezdir.
Hamiş: İyi ki doğdun Sinema Kulübü.
http://odtumistsinema.wordpress.com/
BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU
Bursiyerlerimizle mutlu bir gün:
MAYIS PİKNİĞİ
Geleneksel Mayıs Pikniği 6 Mayıs Pazar günü Eymir Gölü kıyısında gerçekleşti.
Bursiyerlerimizle geleneksel olarak
her yıl Mayıs ayında düzenlenen
ve mezunlarımızın da katıldığı,
Eymir Gölü civarında gerçekleşen
Mayıs Pikniği bu sene 6 Mayıs
2012 Pazar günü gerçekleştirildi.
Toplumsal Duyarlılık Projeleri
Koordinatörümüz, eğlenceli geçen
pikniğin ardından duygularını
aşağıdaki şekilde anlatıyor:
“Mezunlarımızla bir araya
gelmemizi, bütün bir yılın
yorgunluğunu atmamızı sağlayan
Mayıs pikniği, bu senede çok
eğlenceli geçti. Eymir’in o güzel
yeşil manzarası, dostların ve değerli
mezunların varlığıyla birleşince
tadına doyulmaz bir gün oldu.
Birlikte oynanan oyunlar, yenilen
yemekler, edilen sohbetler bütün
senenin stresini aldı götürdü.
Yaptığımız sandviçlerin tadı hala
damağızda! Bir de bu yazın karpuz
dönemini de bu piknik sayesinde
açmış olduk. Kısaca bu piknikle
önümüzdeki projeler ve sınavlar
için bol bol enerji depoladık. Ayrıca
bu piknik, Köprü’nün -bursiyer ve
mezunlarının- hep birlikte nasıl aile
gibi olduğunu bir kez daha kanıtladı.
İyi ki varsınız!”
Ebru Bertan
İngilizce Öğretmenliği 3. sınıf
MART - NİSAN 2012
100 TL VE ÜSTÜ BURS VERENLER AŞAĞIDAKİ TABLOLARDA GÖSTERİLMİŞTİR
MART-NİSAN 2012 TEK SEFERLİK BURSLAR
MART-NİSAN 2012 KURUMSAL BURSLAR
KONE ASANSÖR SANAYİİ VE
TİCARET A.Ş.
1,820.00
TREK TURİZM (FİKRET GÜRBÜZ (ME’78)
1,000.00
KÖPRÜ(M) BURSU*
830.00
DATA MARKET BİLGİ HİZMETLERİ LTD.ŞTİ.
(MURAT BOYLA)
300.00
TESTO ELEKTR. VE TEST ÖLÇ. CİH. DIŞ TİC.
LTD.ŞTİ. (SELMAN ÖLMEZ EE’82)
300.00
TEKNO-METAL LTD. ŞTİ.
270.00
TEKNOTHERM LTD. ŞTİ.
270.00
ENSER ENDÜSTRİYEL SERVİSLER
250.00
FAS’76 SINIFI BURSU
250.00
FİNANSBANK TEFTİŞ KURULU ÇALIŞANLARI
200.00
500.00
REMEKS LTD.ŞTİ.(REMZİ SOLAK CHE’85)
150.00
FOTOĞRAF KULÜBÜ BURSU
340.00
UFUK YAPI SAN VE TİC LTD. ŞTİ.
(ÖMER DEMİRBİLEK ME’78)
150.00
ALTERNATİFBANK
ÇALIŞANLARI
330.00
SGS TASARIM TAAHHÜT İNŞAAT
SANAYİİ TİC. LTD. ŞTİ.
100.00
EVRE GIDA LTD.ŞTİ.
(BÜNYAMİN ÖZDALYAN FDE’87)
750.00
ÖZEL DENİZATI İLKÖĞRETİM OKULU
500.00
ÖZGÜN ŞİRKETLER GRUBU
500.00
PROTEM ELEKTRONİK MAKİNA
SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ.
FERYAL BEKDİK
1,200.00
İSMAİL ÖZERDİNÇ (EE’72)
500.00
NAİM HİLMİ ALEMDAROĞLU
500.00
ÖZGÜN TANGLAY (ARCH’01)
500.00
KOÇLUK EVİ EĞİTİM VE DANIŞMANIK HZM.
265.00
ERHAN DEMİRDİZEN (CRP’94)
250.00
MART-NİSAN 2012 ARTIRIM
AYKUT İÇÖZ (EE’94)
ÇAĞLA KURTULUŞ (MAN’69)
ÇAĞLAR SÜRÜCÜ (CE’95)
ERDEM COŞKUN
SAVAŞ DERİNGÖL (MAN’76)
UĞUR GÖKHAN AKKUŞ (MAN’95)
47
BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU
MART-NİSAN 2012 BİREYSEL BURSLAR
AKIN ÖNGÖR (MAN’67)
1,000.00
GÖKHAN GÜNVER (FDE’95)
150.00
ESRA BASKIN
SALİM ALTINÖZ (CE’81)
800.00
GÜLTEN SEVİNÇ-ATIL İŞÇEN
150.00
FATMA ŞEBNEM ABAYOĞLU (EE’79)
100.00
TURGUT ONUR (ECON-STAT’79)
600.00
HALUK ERBEN (CHE’76)
150.00
FEYZULLAH ARDA (CHE’72)
100.00
MEHMET-MUTENA SEZGİN (MAN’84)
550.00
HÜLYA SİREL
150.00
GÜLTEKİN GÜNAL (MATH’79)
100.00
ABDULLAH AYDIN (ME’69)
500.00
KAYA ÖZGÜL (MAN’80)
150.00
H. SİNAN TEREK (IE’80)
100.00
FİGEN KORUN (ECON’68)
500.00
MEHMET MURAT ÖZKARAKAŞ (METE’79)
150.00
HAMİT AYDOĞAN (ADM’80)
100.00
İSMAİL IŞIK (CE’76)
500.00
MERAL ÇİMENBİÇER
150.00
HASAN KILIÇ (MAN’88)
100.00
SELMA YURTSEVER (IE’81)
500.00
METE HAKAN GÜNER (MAN’95)
150.00
HİLKAT ERKALFA (CHE’70)
100.00
TUNCAY ÖZYÜREK (ADM’68)
500.00
NESRİN-EROL TUNÇMAN (CHE’79)
150.00
İ.ENGİN ÖZGÜL (MAN’83)
100.00
ALİ ARİF ERİÇ (ME’82)
400.00
NUR-SERHAT KURAK (CENG’87-ME’87)
150.00
İBRAHİM ŞENYAY (CHE’70)
100.00
OSMAN CENGİZ BİRGİLİ (CE’78)
400.00
OSMAN ERK (MAN’74)
150.00
İSMAİL ERSİN PEYA (ADM’83)
100.00
ARSLAN SALMAN (EE’68)
330.00
ÖMER VARGI (PHYS’76)
150.00
İSMİNİ AÇIKLAMAK İSTEMEYEN (MAN’80)
100.00
F.MİNE-DENİZ ÖZGENTAŞ (MAN’82)
300.00
ÖZEN ALTIPARMAK (MAN’76)
150.00
KURTULUŞ BERKAY GEZEN (EE’95)
100.00
NECAT KAMİL KONUKÇU (METE’79)
300.00
PINAR İLKİ (ARCH’93)
150.00
MEHMET KOCASAKAL (CHEM’78)
100.00
NURAN-İSA ÜLKER (CHED’91-ECON’83)
300.00
YUSUF BORA IŞIK (ME’74)
150.00
MEHMET RASGELENER
100.00
FERİDE DEMİRTAŞ (ECON-STAT’79)
250.00
ALEV KAHRAMAN (MAN’94)
130.00
MEHMET ÖZDEŞLİK (EE’78)
100.00
NURAY AYAROĞLU (ECON’84)
250.00
ELA ÇUBUKÇU (ECON’91)
130.00
MEHMET UMUR COŞKUN (IE’74)
100.00
TOLGA EGEMEN (ME’92)
250.00
TÜRKÜ KARAN (MAN’91)
130.00
MEHMET YAŞAR ÖZEKENCİ
100.00
ÜSTÜN SANVER (MAN’72)
250.00
UĞUR AYKEN (ME’76)
130.00
MELİH KIRLIDOĞ (CE’83)
100.00
YUSUF KÖSE (ECON-STAT’79)
250.00
CENGİZ ERDOĞAN (ECON-STAT’79)
125.00
MURAT DARYAL (CHEM’78)
100.00
M.ALİ ACAR (MAN’78)
225.00
ERTAN MESTCİ (ARCH’63)
125.00
MUZAFFER HACIBEKİROĞLU
100.00
SAVAŞ DERİNGÖL (MAN’76)
220.00
GÖKÇE ORHAN (CRP’96)
125.00
NURAY-HAKAN AKMERİÇ (CENG’82)
100.00
ALPARSLAN TANSUĞ (MAN’75)
200.00
MEHMET YENER (MAN’67)
125.00
NURSEN TÜZÜN (MAN’86)
100.00
DENİZ FEVZİYE KUTLUSOY (ECON’84)
200.00
GÜNHAN ÖZOĞUZ (CHE’75)
120.00
OĞUZ ÖZDEMİR (MAN’74)
100.00
MEHMET ALİ ACARTÜRK (MAN’78)
200.00
SELÇUK ÖZDİL (ME’78)
120.00
ORHAN KURMUŞ (ECON-STAT’68)
100.00
MEHMET MÜRŞİT ÇELİKKOL (ME’79)
200.00
SELMA ZAİM (ID’85)
120.00
ÖMER BERKER
100.00
MELİH KARAKAŞ (CHE’72)
200.00
MUZAFFER BOYACIGİL (MAN’82)
110.00
SAİME ÖZBAY (ECON’73)
100.00
NAFİS YURDAL YALMAN (MAN’87)
200.00
ADNAN OKUR (ECON’95)
100.00
SEÇKİN NUZUMLALI (ME’78)
100.00
OSMAN SARI (CE’70)
200.00
AKIN TELATAR (MAN’90)
100.00
SEDEF DURU ÖZKAZANÇ (MAN’91)
100.00
ŞEBNEM ÖZBÜBER (BIOL’90)
200.00
ATOK İLHAN (MAN’63)
100.00
SELDA ARKAN (CHEM’80)
100.00
ZEYNEP-BÜLENT FIRAT (MAN’97-MAN’97)
200.00
AYNUR KARPAT (CHE’86)
100.00
SEMA TURGUT (MAN’89)
100.00
ÖZKUL KORAY (MAN’69)
180.00
AYŞE GÜLİN GÜNAL (PHIL’99)
100.00
SERAP TELCİ (FDE’86)
100.00
AYŞEN KALKAVAN
150.00
BAHAR AKAY (CHE’69)
100.00
SEVGİ GÜRBÜZ (IE’83)
100.00
BERK VURAL (ME’65)
150.00
BANU BÖREKÇİ (MAN’74)
100.00
SEYHUN ŞİRİN (GEOE’79)
100.00
BİRİM-CEM KARAKAŞ (MAN’97)
150.00
BEHZAT YILDIRIMER (MAN’79)
100.00
TAMER SOYULMAZ (ME’89)
100.00
CEMAL OĞUZ BEKAR (MAN’82)
150.00
CAFER FINDIKOĞLU (MAN’74)
100.00
TAYFUR CİNEMRE (ME’78)
100.00
CENK ALTUN-ÖZGÜR TOKGÖZ ALTUN
(MAN’94-MAN’97)
150.00
CANAN-ÇAĞATAY PİŞKİN (ECON’94)
100.00
TEVFİK CEM BAYKARA (EE’90)
100.00
CANBOLAT MAHMUTOĞLU (ME’83)
100.00
TUFAN TUNÇYÜZ (ME’74)
100.00
ÇAĞLA KURTULUŞ (MAN’69)
150.00
CÜNEYTHAN MERTDOĞAN (ECON’86)
100.00
VELDA SAVAŞ GÜNDOĞAR (ADM’92)
100.00
ELİF İZGİ TOPBAŞ (ARCH’93)
150.00
ÇAĞLAR SÜRÜCÜ (CE’95)
100.00
VEYSEL BATMAZ (ADM’79)
100.00
ERCÜMENT GÜMRÜK (ARCH’72)
150.00
DEMET ÖZDEMİR ÖZ (MAN’91)
100.00
YAVUZ BAYRAKTAROĞLU (METE’76)
100.00
ERSİN ÖZİNCE (MAN’75)
150.00
DİLNİŞİN BAYEL (MAN’96)
100.00
ZELİHA İLKE SELVİ (CENG’85)
100.00
FEVZİ TURKAY OKTAY (EE’88)
150.00
ERCÜMENT YILDIZ (PHYS’83)
100.00
ZİYA DOMANİÇ (MAN’78)
100.00
FİLİZ EYÜBOĞLU (CENG’84)
150.00
ERDOĞAN LEBLEBİCİ
100.00
ZUHAL-ÖNDER FOCAN (ME’78)
100.00
MART-NİSAN 2012 SEVDİKLERİNİZİN ANISINA
MART-NİSAN 2012 YENİ KATILIM
48
100.00
DENİZ KAYA
SEMİH ERBEK ANISINA BURSU
6,040.00
AYSEN ALTANLAR ANISINA BURSU
150.00
FUNDA BEKAR (IE’1995)
“RSY” ANISINA BURSU
2,000.00
EMİNE-FEVZİ ORAY ANISINA BURSU
120.00
GÜLTEN SEVİNÇ-ATIL İŞÇEN
AYDIN MERTDOĞAN ANISINA BURSU
1,000.00
H.ALİ YENİDÜNYA ANISINA BURSU
110.00
MEHMET RASGELENER (ECON-STAT’78)
SERTAÇ KENDİRCİ ANISINA BURSU
455.00
MUHİDDİN CENKDAĞ ANISINA BURSU
100.00
MUTLU GÖKTEN (CE’97)
ALİ-FERİHA GÜLEN ANISINA BURSU
300.00
MÜŞERREF CENKDAĞ ANISINA BURSU
100.00
ÖNER ESKİL ANISINA BURSU
BÜLENT FİDAN ANISINA BURSU
260.00
NERİMAN ULUDAĞ ANISINA BURSU
100.00
PINAR İLKİ (ARCH’93)
ÖNER ESKİL ANISINA BURSU
250.00
YUSUF DEVELLİOĞLU (CRP’74)
YURTKAN KÖKÜÖZ ANISINA BURSU
235.00
*KÖPRÜ: Bursiyerlerimizin oluşturduğu grubun adı,
KÖPRÜ(M): Mezun bursiyerlerimizin oluşturduğu grubun adı.
RABİA YENİDÜNYA ANISINA BURSU
220.00
ERTUĞRUL KARAKAYA ANISINA BURSU
180.00
MART-NİSAN 2012 ADINA BURSLAR
GÜLTEKİN KARAŞİN SCIENCE
ACHIEVEMENT AWARD
250.00
yoresel_215x280_tr+ing_CN.fh11 5/24/12 5:58 PM Page 1
C
Composite
M
Y
CM
MY
CY CMY
K

Benzer belgeler

05/06/70 Olağanüstü Genel Kurul

05/06/70 Olağanüstü Genel Kurul yılında mezun oldu. Üniversiteyi Sümerbank bursu ile okudu. 1981 yılında AİTİA’de bankacılık yüksek lisansını tamamladı. Çalışma hayatına Sümerbank Genel Müdürlüğü’nde 1978 yılında başladı. Sonrası...

Detaylı

Komşu Kültürler

Komşu Kültürler Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mezunları Derneği (ODTÜ-MD) tarafından, Rusçuk (Bulgaristan)’dan Rusçuk Open Society Club (OSCRuse) isimli sivil toplum kuruluşunun ortaklığı, T.C. Kültür ve Turizm B...

Detaylı