Sayı 2 Dem Dergisi Pdf

Transkript

Sayı 2 Dem Dergisi Pdf
2016 / Sayı 2
yanan her
şeyin ateşle
dostluğu
ürpertiyor…
dem dergisi
KÜLTÜR&EDEBİYAT KULÜBÜ
yayınıdır.
demdergisi.com
ii | S a y f a
Editör ‘ün Notu
Yeniden Merhaba,
neyse, tebessümlerimizi çalan o’dur…
Hikâyelerimiz var her birimizin, biraz
ışığı gün’ümüzden çeken yine o,
yakından bakınca ne kadar da yalnızlar
değil mi? Bu soğuk kış gecelerinde,
Yağmur,
yalnız
ıslatmayan
kendinize
sorabildiğiniz
ey
yağmur!
Bizi
nedir?
sende
Toprağın
sorularınızı hangi yanınız taşıyacak hiç
kokusundan koparan?… ya susunca
düşündünüz
anlam yüklenen kelimelerimiz..? Kim
mü?
Cevaplamaktan
ürküttü
gamzelerini
beklentileriniz? Güneşi, ayı, toprağı,
Yavrusunu
yemeğe
suyu,
önce o nu küle bularmış, ondandır,
korktuğunuz
sorularınızı…
içinizi
serinleten
Ya
ne
varsa
nefes
beklediğiniz yaşamdan…
alışlarımızı
kuşların?
niyetlenen
engelleyen
kedi
geniz
etlerimiz değil, ne tür bir toza gark
Sonbahar sabahlarında yeşili saran çiğ
tanelerini
bekleyin
Sorularımızın
cevapları
derim.
değil,
belki
penceremize konmuş bir serçe sesi,
belki
baharı
muştulayan
sığırcık
kuşları… başka kim getirebilir ki, bizi
kendimize çağıran hüznü?
bakmaktan
kuruyup
gözlerinizi
“insan”, kendini nerede kaybettiyse
orada bulabileceği zamanlar çoktan
geçti belki de. Savruluyoruz çünkü,
rüzgâr yapıcı “kültür” serinlememizden
yana değil, kayboluyoruz.
Ekranlara
çöle
neyin
olduğunu bilmediğimiz sözlerimizdir…
çevrilen
ıslatmasını
Durup
bulmak
nefeslenmek,
için,
susup
içimizden
yol
demlenmek,
bekliyorsanız onu bekleyin. Ay ışığına
durulup yeniden hüzünle aramak için
sığınmış
yeniden, hep yeniden merhaba!
bu
zemheri
gecelerinde
gökyüzünden kaymasını beklediğiniz o
Sorularınıza sığınak, içinizi ısıtacak
yıldız, belki sizi size getirecek? İçimizde
sözler getirdik…
kalabalık yapmaktan öteye geçmeyen
fakat
bizi
kendimizden
kovan
her
Yeniden Merhaba!
iii | S a y f a
İÇİNDEKİLER
KÜNYE
Yönetim
Yeniden Merhaba
Editör’ün Notu
Fatih BOZ
Edebiyat ve dem Dergisi ………………………………………………………………………………………………………………..…….……………….3
Dr. Fahrettin YAHŞİ
Editör
Onulmaz Gönüllere Yeni Bir Hayat Vesilesi “Müzik”…………………………………..4
Yasin DEDEBEKİROĞLU
Virane Hanemize Dönme Vakti ……………………………………………………………………………..……………….……………6
Aygül ERDEMİR
Talip TOSUN
Sohbet:
Hüseyin TUNÇ’un Yeni Kitabı “Ferec” ve Yazarlık Üzerine .…..........7
Talip TOSUN
Yazarlar Kurulu
Fatih BOZ
Hayrullah Efendi Lokantası………………………………………………………………………………………….………….………..…...…...12
Harun SELVİ
Harun SELVİ
En Büyük Hazinem ………………………………………………………………………………………………………………………….………….………..….....17
Erhan ORHAN
Talip TOSUN
DAKAR: Bir Afrika Rüyası……………………………………………………….………….………..…...……………………………………………..18
Yusuf GÖK
Yasin DEDEBEKİROĞLU
İktisat Bilmeyen Adam ……………………..……………………………………………………………………………………….……….………….….20
Selçuk ÇELİK
Film Üzerine:
“inside job” - Bir Garip Orta Oyunu ………………………………………………………………………………………..21
Fatih BOZ
Şiir:
Perde Arkası ……………..…………………………………..………………………………………………………………….…………..……….……………………………..…23
Emre AÇIKEL
Sizden Gelenler
dem………………………………………………………...…………………………………………………………………………………………………….…………..……….……………………..24
Arka Kapak Şiirleri: ……………..…………………………………………………………………………………………………….…………….………25-26
Talip TOSUN
Yazılarınızı Paylaşabilirsiniz
Bankamız personeli tüm personelin
yazılarının yayınlanmasına açıktır.
Kapak Fotoğrafı
Mustafa KILIÇ
Arka Kapak Fotoğrafı
Emel BAYRAK
2|Sayfa
Edebiyat ve Dem Dergisi
Gündelik hayatın beraberinde getirdiği türlü
sıkıntılar, insan ruhunu yaralayan, örseleyen
türlü dertler ve bütün bu olumsuz durumların yol
açtığı travmalar, kalbimiz ve zihnimiz üzerinde
onarılması hiç de kolay olmayan tahribata yol
açmakta. Bu tahribatı gidermenin, hayatımızda
yol açtığı olumsuz etkileri azaltmanın
yollarından belki de en güzeli edebiyat ve sanatla
ilgilenmektir. Edebiyat ve sanat, ruhumuza
tuttuğu ayna sayesinde kendimizi daha yakından
tanımamıza,
kalbimizin
ve
ruhumuzun
derinliklerini,
sırlarını
daha
yakından
keşfetmemize yardımcı olur.
Dr. Fahrettin YAHŞİ
Ülkemizde de bu amaçla edebiyat ve sanat
alanında yayınlanan çok sayıda dergi
bulunmakta. Geniş bir yelpazeye yayılmış bu
dergilerin arasına geçtiğimiz aylarda bankamız
Kültür & Edebiyat Kulübü tarafından çıkarılan
mütevazı bir dergi daha katıldı. Şu an elinizde
tuttuğunuz dem dergisi.
Koca bir okyanusa düşen bir yağmur tanesi gibi
küçük, mütevazı ve kendi halinde olsa da o
yağmur tanesinin içinde sakladığı coşkuyu,
enerjiyi, heyecanı görmemek, sadeliğin verdiği
güzellik ve duruluğu hissetmemek mümkün değil
dem dergisinde. Finans alanında faaliyette
Edebiyatla insan, kalbine yani kendine yönelir.
Gizemli bir yolculuğa çıkar. Kendini bilme ve
bulunan bir şirketin bünyesinde çalışan
insanların bu tür etkinliklerin altına imza atması,
anlamanın bir yoludur edebiyat. İnsan ruhunu,
modern dünyanın saldırılarına karşı koruyan bir
bu tür çabaların içine girmesi ise doğrusu takdire
şayan nitelikte.
kalkan, bir sığınaktır. Yorgun ruhların
kelimelerle terennümüdür edebiyat. Acılar içinde
kıvranan yaralı bir kalbin ilacı gibidir edebiyat.
Kirlenmiş insan ruhunu o serin sularında yıkar,
temizler, arındırır edebiyat. Cemil Meriç’in “hür
tefekkürün kalesi” olarak nitelediği dergiler de,
tıpkı kitaplar gibi edebiyatın ve sanatın kalbinin
attığı, duygu ve düşüncelerin soluk alıp verdiği,
kendini var ettiği, tahkim ettiği mekânlardır.
Dergiler, hayatı daha geniş bir açıyla görmemizi,
ekonomiden politikaya, edebiyattan teknolojiye
kadar çok geniş bir yelpazede hayatın türlü
renklerine şahitlik etmemizi, onu fark etmemizi,
onu anlamamızı sağlar.
Düşünce ve kültür hayatımızın vazgeçilmez bir
parçasıdır
dergiler.
Kültür
hayatımızın
gelişmesinde, zenginleşmesinde bir köprü
gibidir. Sanatçılar, şairler ve yazarlar orada
yetişir.
Sevgili
Fatih
BOZ’un öncülüğünde, yazar
arkadaşlarımızın
değerli katkıları
ile yayın hayatına
merhaba diyen
dem dergisinin
uzun
soluklu
olmasını, heyecanını hiç kaybetmemesini temenni eder, tüm bankamız
çalışanlarının katkılarıyla derginin daha da
renkleneceğine ve bu güzel dergiye sahip
çıkılacağına olan inancımı belirtmek isterim.
Yolunuz açık, yazılarınız dem 'li olsun.
En derin sevgi ve muhabbetlerimle…
3|Sayfa
Onulmaz Gönüllere,
Yeni Bir Hayat Vesilesi “Müzik”
Yasin DEDEBEKİ
DEDEBEKİROĞ
ROĞLU
Yeni
sayımızda
sizlerle
buluşmanın
sevinci
Müziğin, yalnızca bir çalgı aleti eşliğinde melodiler
içerisindeyim. Dilerim gönül tellerinize dokunur
oluşturmak
bir şeyler yazabilmiş, yeni ufuklara yelken
yolculuğuna
açmanıza vesile olabilmişizdir. Sıkıntılı zamanlar
başlayarak her nefes alışverişimizde bize yaşam
geçirdiğimiz şu günlerde sizleri farklı boyutlara
boyu eşlik ettiği” gerçeğidir.
ve
şarkı
söylemek
doğduğumuz
olmadığı,
andan
itibaren
taşıyabilmek dileğiyle...
Dünya üzerinde geçirdiğimiz her saniye yeni bir
Kimi günler geçmeyecekmiş gibi geliyor. Keder,
şeyler üretebilir, yeni duygulara yelken açabilir,
hüzün, acı, dert, yaşama telaşı. İnsanoğlu, aklının
yeni diyarlar keşfedebiliriz. Elbette üretmek
ve kalbinin süzgecinden geçirmediği her bir
yalnızca somut değil, bir fikri veya bakış açısını
düşünce, söylem ve bakış açısı için çok sancı
ifade edecek sözcükleri bir araya getirerek de
çekiyor. Sonra tüm bu hissiyatlar gönülden
olabilmektedir.
kaleme
dökülüp
bir
nefes
oluveriyor.
Duyduğumuz her bir ses, nefes birer melodi olup
esintiler
halinde
süzülüyor
ruhlarımızın
derinlerine. Sonbahar, sıcak günlerin yapraklarını
dökerken,
kahverengi
bir
tablo
boyanıyor
dünyanın her bir yanında. Bu durum içsel
muhasebemizi
yapabilmemiz
ve
kendimizle
yüzleşebilmemiz için bir fırsatı da beraberinde
getiriyor. Şayet iyi değerlendirebilirsek mucizenin
farkına varabilmiş, kendi benliğimizi bulabilmiş,
üretken tarafımızı faaliyete geçirerek dünya
üzerinde varoluş sebebimizi keşfetmiş olacağız.
Bu noktada bize en güzel yardımı şüphesiz müzik
yapacaktır. Ancak farkında olmamız gereken “
Günümüzde;
söylemlerimiz,
ifadelerimiz,
sohbetlerimiz bunların her biri dil unsurunu yanlış
kullanmamız sebebiyle çok kırılgan bir hal
almıştır.
Toplum
olarak
çevremize
ve
sevdiklerimize karşı kırıcı, yıkıcı ve zorlayıcı
tavırlar içerisine girmiş bulunmaktayız. Bunu
aşabilmemiz için dünyevi detayları ruhumuzdan
uzaklaştırmalı, kendimizi maneviyatın, müziğin ve
doğanın esintisine bırakmalıyız. Bu esintinin, her
geçen gün betonlaşan, kalabalıklaşan ve boğucu
bir hal alan bu şehirleşmeden birkaç saat bile
uzaklaşarak kendimize katkı sağlayacağımıza
eminim. Gün geçtikçe mekanikleşen bu düzende
4|Sayfa
önce
kendimize
sonra
birbirimize
karşı
yer alan “Neden Geldim İstanbul’a” türküsünün
sorumluluklarımızı unutmadığımız sürece gelecek
aslı “Neden Geldim Amerika’ya” olup Aşil Ponolos
yarınlar için umudun var olduğunu söyleyebiliriz.
adlı, Harput’tan Amerika’ya göç eden Elazığlı bir
Atalarımızı düşünün her bir söylem sevgi temeline
Ermeni vatandaşın bestelediği türküdür. New
dayanmakta ve kardeşlikten geçmektedir. Bu
York’ta bir taş plakta sanatçı tarafından tesadüfen
hayat felsefesini benimseyerek yaşamak dileğiyle
keşfedilmiştir.
sevgiyle kalın.
İkinci
olarak
müzik
kariyerine
Düş
Sokağı
Sakinleri grubunun kurucu üyesi olarak başlayan
Bu sayıda sizlerle yine arşivlerinizde bulunması
gereken albümleri paylaşmak istiyorum. Daha
önce de bahsettiğim gibi önemli olan müziğin
sizin için ne ifade ettiği, neler hissettirdiğidir. Tabi
ki günümüz popüler kültür parçalarından ( parça
diyorum çünkü günümüzde dinlediklerimiz bir
eser niteliği taşımıyor) söz etmiyorum. İlk
paylaşmak istediğim, yaşayan efsane Erkan
OĞUR’ un Türk müziğine armağanı olan 1996
yılında bizlerle buluşan “Bir Ömürlük Misafir”
albümüdür. Albüm sanatçının 7. Albümü olup
Türkiye’den
önce
Dünya’
da
1994
yılında
Fretless ismiyle yayınlanmıştır. Bu da albüme
ayrı bir özellik katmaktadır. Ayrıca bu albümde
Murat ÇELİK’ in 2.Solo albümü “Seyyah” tan
bahsetmek
istiyorum.
Albüm
2002
yılında
dinleyicisiyle buluşmuş olup, albümde 8 eser yer
almaktadır. Bana göre albüm, tamamıyla manevi
bir
atmosferde
kendini
arayışları,
dünyevi
duygulardan uzaklaşmayı hedef almış. Dergimizi
okurken bir taraftan da bu albümü dinlemeyi
deneyebilirsiniz.
Bu
albümle
birlikte
aynı
sanatçının 2004 yılında okuyucuyla buluşturduğu
“Aşkın Elif Hali” kitabını da mutlaka okumanızı
tavsiye ediyorum. Deminiz bol olsun.. Kitabın
tanıtım sayfasından;
“ Aşkın Elif Hali’nde eliften habersiz
Kendime ordular biçiminde
Lal olmuş haller içindeyim. “
5|Sayfa
VİRANE
HANEMİZE
DÖNME
VAKTİ
Aygül ERDEMİR
Ay
Yeni bir şey söylemeli şimdi. Çünkü gün
doğuyor mutfak penceremin parmaklıklarından
içeri. Yeşil dalları okşayarak büyüyor bir
güneş…
Ekmek kadar taze bir hayat var
önümüzde. Yeni bir sabahı demlemeli ocakta
şimdi… Fokur fokur kaynatmalı muhabbeti,
demini alana dek. Ta ki, içimizdeki sancılar,
unutulan rüyalara karışıp, bir rahat nefes
aldırana dek.
Güzel şeylerden bahsetmenin vaktidir artık.
Dumanı tütmeli sözcüklerin, silkelenip yeniden
serilmeli bulutlar. Temiz yağmurlara ihtiyacımız
var… Bir ümidin tohumunu çatlattı az önce
toprak.
Doğudan gün buyurdu kuruldu
soframıza. Biz bir olup aldık artık elimize
dostluğun kalemini, mürekkep bulaştı bir kere
kanımıza. Gör bak, ne dert kalır şimdi ne de bir
gram tasa.
Yollara düşmenin vaktidir şimdi.
Güllerin kök saldığı bahçeleri koklayarak
büyüyen çocuklarız biz. Neysek o olmanın, bir
nefese bin ömrü sığdırmanın, birlikte ne halimiz
varsa görmenin vaktidir şimdi. Çünkü bir ışık
düştü kalplerimizdeki kara deliğe. En hassas
yerine. Çünkü bir avlunun havuzuna dayadık
sırtımızı. Huzura açtık ruhumuzu, rüzgâra
döndük yüzümüzü. Çünkü inandık biz aşkın
varlığına. Aşk ki, sevdikçe güzelleşir ‘Yar’in
isimlerinde. Tam doksan dokuz kere…
Aşk ki kokladıkça buram buram tüter şehrin
üstünde. Eyyub’ün patika yollarında, bir
yokuşun en başında, eski İstanbul’un na’şında,
duyarsın kokusunu elbet, hala acıyan bir yaraya
sahipsen eğer. Bir yerlerde bir zamanlar hüzün
başmisafirin olmuşsa eğer, yani kendine
kavuşmuşsan eğer…
Duyarsın incecik bir sızı boğazında mutlu
olmadan hemen önce. Bilirsin çünkü kolay
kazanılmıyor mutlu bir an. Ve her zaman kalıcı
olmuyor semtinde huzur. Çünkü hayat bir
güldürüp bir ağlatmayı seviyor, dizi kanamadan
büyüyemeyen sokak çocuklarını…
Mahallemizin kahramanlarıdır onlar. Çünkü
bizde onlardandık bir vakitler. Ekmek arası
peyniri
dörde
bölenlerdendik.
Mahalle
kavgalarında kahraman ilan edilip akşam evde
kötek yiyenlerdendik. Sobanın ateşinin duvara
yansıyan gölgesinde hülyalara dalan sevdalı
çocuklardandık. İçliydik… Kaldırım taşlarında
yuvalar kurduk, el ele verip oyunlar uydurduk.
Yakalanmayalım diye var gücümüzle koştuk…
Bu yaştan bakınca hayat, uydurduğumuz
oyunlar gibi…
Perdeleri ardına kadar çekme vaktidir şimdi.
Çocukluğumuzu da alıp, canımızı sıkan her
neyse öylece bırakıp, var gücümüzle koşma
vaktidir.
El ele verip gönlümüzün dar
sokaklarında kahramanlık yapma vaktidir.
Kalbimizin viranehanesine dönme vaktidir...
6|Sayfa
HÜSEYİN TUNÇ
ile
son kitabı olan
FEREC ve
yazarlık serüveni
üzerine
SOHBET ettik.
İsimler üzerine düşündünüz mü hiç? Eşyanın, bir
dağın, bir çiçeğin yahut bir kişinin ismi üzerine…
İsimler değilse başka kelimeleriniz vardır;
duymaktan hoşlandığınız, söylenmesine ayrı
önem verdiğiniz, belki kaçındığınız… Ya
kelimelerimiz de yoksa? Düşünemezsiniz!!!
Renklerimiz, lezzetlerimiz, tınılarımız veya
hislerimiz, her ne varsa bir kelimeye bürünüp
görünürler, öyle var olurlar. Dinlediğiniz bir
müziğin peşine düşüp gittiğiniz oldu mu hiç?
Kelimeler de bazen aynen öyle çeker insanı.
“Ferec” kelimesiyle tanışıklığım da öyle oldu.
Sonra o kelime bir kitabın ismi oldu. Kitap da beni
yazarına götürdü… Hikâye uzun.
Hüseyin Bey ile söyleşi yapmak için yanına
gittiğimde odasında; duvarlarında Arap harfleri
ile yazılı tablolar, masanın üzerinde katılım
bankacılığı ile ilgili henüz hazırlanmış notlar,
misafir sandalyesinin önündeki küçük masanın
üzerinde İngilizce dergiler vardı. Dil, kelimelerin
yuvası…
son kitabı olan “Ferec” hakkında olacaktı fakat
biz Hüseyin Bey ile yazma konusuyla başlayıp
yazarlık serüvenini, diğer kitaplarını da içine alan
güncel konuları, romanlarındaki kişileri ve
dem dergisi ile sona erdirdik. Kendi adıma bu
muhabbetten hem çok şey öğrendim, hem de bir
muhabbetin vermiş olduğu o güzel hissi yaşadım.
Buyurun siz de muhabbetimize ortak olun!
Yazmak sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizi
yazmaya götüren nedir?
Yazmak biraz da kendiliğinden gelişen bir şey
aslında… Okul yıllarına uzanan okuma ve yazma
istek
ve
alışkanlığının
zaman
içinde
belirginleşmesi diyebilirim. Beni yazmaya
götüren şey, okumayı, gözlemlemeyi ve olaylar ve
insanlar üzerine düşünmeyi sevmek, insanların
dertleriyle dertlenmek diyebiliriz.
Yazmaya nasıl başladınız?
Çocukluk dönemimde radyonun çok önemli bir
yeri vardır. O günler radyonun hâkim olduğu
dönemdi.
Ben de radyo programlarının sıkı
Söyleşi için daha önceden gönderdiğim soruları
takipçisiydim. Biraz da hüzün hep eşlik etmiştir
bir kenara bırakarak muhabbet edelim dedik.
hayatıma.
Muhabbet
Eskiden
ederken bazen
yoksulluk
da
soru sordum,
Birçok farklı cepheden eleştiri alsalar da katılım
yaygındı
tabii.
bazen
bankaları bugün bu ülkede “faizsiz’liğin tek hatırlatıcısı
Yaş ilerleyince,
muhabbete
olan kurumlardır. İnsanlar bu kurumları faizsizliği
insan geri bakınca
eşlik ettim ve
tamamlayan bütün değerleriyle birlikte dikkate alsınlar.
her şeyi özlüyor;
bir yandan da
Bu kurumların dışında faizin haram olduğunu hatırlatan
köylerde fakirlik
not
aldım.
ikinci bir yer sadece Cuma hutbeleridir…
vardı
lakin
Söyleşi aslında
şikâyet
yoktu.
[Kaynağınızı burada belirtin.]
Hüseyin Bey’in
7|Sayfa
yazılarımı kendimce bütünlük arz ettiğini
Mesela çocukken kış günleri çoğu zaman
düşündüğüm bir sıralamaya koyarak yayınevine
elbiselerimiz dizlerimize kadar buz olurdu da
gittiğimde A4 kağıdı ile 300 sayfa metnin kitap
bundan bir şikâyetimiz olmazdı... Bunları hoş
sayfası ile 700 sayfaya tekabül ettiğini öğrenince
anılar
ve
hayatımın
zenginliği
olarak
epey bir şaşırmıştım. Editörle birlikte zor da olsa
hatırlıyorum. Kısa yoldan bir meslek sahibi
sıkı bir eleme sonucu kitap sayfasıyla 250 sayfaya
olmam gereği kulağıma gelmiş olmalı ki ortaokul
kadar indirdik. 2005 yılında ne oldu da kitaba
sonrası Karabük Endüstri Meslek Lisesi’ne
karar verdim? Birçoğumuzun kendine ait yazıları
kaydoldum. Yaşar Kemal’in Teneke isimli eseri
vardır. Fakat yayınlanması konusunda cesaretimiz
bana meslek lisesi tesviye bölümünden Siyasal
yoktur. Ne derler, okunur mu vs. Ernie J.
Bilgiler Fakültesi’nin yolunu işaret etti.
Zelinski’nin “Çalışma(ma)nın Keyfi” isimli
Hayatımın dönüm noktalarından birisidir o kitabı
kitabını okurken şöyle bir cümle okudum:
okumak. Okuduklarımdan da etkilenerek belirgin
“yazmak istediğiniz ne varsa yazın, sizden başka
bir şekilde yazma isteği üniversite yıllarımda
bir kişi okuyacak olsa bile”. Beni motive eden
ortaya çıktı. Üniversitede derslerde not alırdım,
diğer bir kitap ise, Howard H. Stevenson’ın “Ye
bazı arkadaşlar da sınava çalışmak için benim
ya da Yem Ol” kitabı. Eleştirilme korkusunu ise
notlarımı alırlardı. Ben ders notları alırken
Orhan Pamuk’un önsözüyle yayınlanmış,
notların arasına bazen şiir yazardım, bazen
dünyadaki birçok yazarın yazarlık serüveninin
konuya ilişkin görüşlerimi eklerdim. Sınavlarda
anlatıldığı “Yazarın Odası” isimli kitabı okuyunca
yanlışlık olmasın diye kendi görüşlerimi parantez
attım.
Baktım
tüm
içinde yazardım. Mesela
yazarlar
aynı
korku
Anayasa Hukuku dersinde
Günümüz dünyasında yaşanan ve
sürecini yaşamışlar... Siz
1961 anayasası övülmüşse
süre
giden
olayları,
yaşam
tarzlarını
parantez
içinde
kendi
bir şey yazıyorsunuz,
görüşlerimi de yazardım.
ortaya
bir
şey
kitap sayfaları arasında sahnelemek
Sınavda 61 Anayasası
koyuyorsunuz,
bunun
istedim. Her gün her an adına
övülecek
ama
benim
beğeneni
olur
“yaşam mücadelesi” dediğimiz şeyin
görüşüm de budur diye…
beğenmeyeni olur, bunun
sırtına
yapışmışız.
O
bizi
nereye
Bu
da
Türk
eğitim
da doğal bir süreç
sürüklerse oraya gidiyoruz.
sisteminde sık karşılaşılan
olduğunu sindirdim.
tuhaf bir durumdur. Not
Bankacılık
mesleği
alabilmek için Hocanın
seçmeniz ve Katılım
görüşlerini
yazmak?!
Bankacılığı üzerine yaptığınız çalışma?
Aralara serpiştirdiğim şiirler ve farklı görüşler de
Bankacılığa 1989 yılında Müfettiş Yardımcısı
notlarımdan ders çalışan diğer arkadaşlarım için
olarak başladım. Mesleğe başlayıncaya kadar
dinlenme faslı olurdu. Okuduğum kitapların
bankada çalışmak gibi bir düşüncem hiç olmadı.
sayfalarına da kendi görüş ve yorumlarımı
İki defa kaymakamlık sınavını yazılı bölümünü
yazardım. Ayrıca hemen her gün ilgimi çeken bir
kazandım fakat mülakatta elendim. Sınav için
konuda ve çoğunlukla medeniyet tasavvuru ve
referansım yoktu fakat siyasalı birincilikle
bireysel ve toplumsal hayat hakkında makaleler
bitirmiş ve yazılı sınavı da geçmiş birisi için
ve denemeler yazardım. Bu kapalı devre yazma
referans gerekmeyeceğini düşünmüştüm. Öyle
süreci 2005 yılına kadar devam etti.
olmadığını iki defa anladım… O kapı kapanınca
İlk kitabınız?
hep geçici olduğumu düşündüğüm faizli
İlk kitabım olan “Biz Aslında Neyiz” aslında
bankacılıktan ayrılmak için yeni bir kapı arayışına
2005’e kadar kaleme aldığım muhtelif
geçtim. 1995 yılının Şubat ayında Albaraka’da
makalelerin o tarihten sonra ve 2009 yılına kadar
çalışmaya başladım. Bu defa hayatımda en çok
yeniden ve sistematik bir şekilde elden
karşılaşacağım o soru ile tanıştım: “Söyle
geçirilmesiyle oluştu. Bu süreçte (yaklaşık beş
bakalım, kâr payının faizden farkı nedir?” Gerek
yılda) farklı kitaplardan beslenerek yazılarımı
müşteri
ziyaretlerimde
gerekse
başka
epeyce bir revize ettim. Yaklaşık 300 sayfa tutan
platformlarda faizsiz bankacılık ile ilgili sürekli
8|Sayfa
muhatap olduğum sorular oldu, halen de oluyor.
Bu sorulara topluca cevap verebilmek için de
“Katılım Bankacılığı Felsefesi, Teorisi Ve Türkiye
Uygulaması” adıyla bu sistemi anlatan bir çalışma
yaptım.
Birçok farklı cepheden eleştiri alsalar da katılım
bankaları bugün bu ülkede “faizsiz’liğin tek
hatırlatıcısı olan kurumlardır. İnsanlar bu
kurumları
faizsizliği
tamamlayan
bütün
değerleriyle birlikte dikkate alsınlar. Bu
kurumların dışında faizin haram olduğunu
hatırlatan ikinci bir yer sadece Cuma
hutbeleridir… Cuma hutbelerini ise cami
çıkışında çok az kişi hatırlar. Katılım bankalarını
önemsiyorum ve insanlarımıza önyargı ile
yaklaşmak yerine bu sistemi yakından
tanımalarını
ve
yapıcı
davranmalarını
öneriyorum. “Katılım bankaları da diğer
bankalarla aynı.” deyince kendileri için faizin caiz
hale geldiğini düşünmüyorlardır herhalde.
Son iki kitabınızı roman
olarak yazdınız?
Ülkemizde daha yaygın olarak
okunan tür olarak roman dikkat
çekiyor.
Ben
de
yeni
kitaplarımı
“roman”
formatında yazmaya karar
verdim. Tabi roman yazmadan
önce çok sayıda farklı türden
roman okudum, okuduğum
romanlarda tek tip bir üslup
olmadığını
gördüm.
Her
yazarın kendince bir üslupla
yazdığını gördüm… Roman
yazmaya
karar
verince
kendime prensipler belirledim.
Birincisi kimseye hakaret edilmeyecek, ikincisi
insanlara güzel şeyler söylenecek. Bunun dışında
geniş ve esnek bir alan… Burada tek sıkıntı,
toplumumuzun marka merakı… Beklentinizi
sınırlı tutarsanız o sorunu da çözmüş olursunuz.
Ferec, dördüncü kitabınız. Ferec’in hikâyesini
anlatabilir misiniz? Kitabın adı, konu seçimi,
yazım sürecini vs?
Günümüz dünyasında yaşanan ve süre giden
olayları, yaşam tarzlarını kitap sayfaları arasında
sahnelemek istedim. Her gün her an adına “yaşam
mücadelesi” dediğimiz şeyin sırtına yapışmışız. O
bizi nereye sürüklerse oraya gidiyoruz. Acaba her
mücadele değerli midir yoksa bizi “Ferec”e
götürecek anlamlı bir mücadelemiz mi olmalı?
Buradan yola çıkarak yazmaya başladım ve
yaklaşık üç yıllık bir sürede tamamlandı. Yazım
sürecinde şahsi tecrübelerim, tarihe, psikolojiye,
siyasete ve sosyolojiye ilişkin okumalarım ve
yaşanan güncel olaylara dair gözlemlerim katkı
sağladı.
Kitap, roman formatında yazılmış olmasına
karşın içerisinde birçok konu işleniyor. Bir
konuyla ilgili yazamadan hemen önce o
konuyla ilgili okumalar yaptığınız anlaşılıyor.
Bu anlamdaki okuma sürecinizden bahseder
misiniz?
Romanda birçok konu yok aslında. Geniş
düşünen, olayların farklı boyutlarını anlamaya
çalışan aydın bir gazetecinin beslenme kaynakları
var. Romanın tek konusu var, o da bir insanın
içine düştüğü anonim ve
gücünü kimsenin doldurmaya
cesaret edememesinden alan
çukurdan çıkış mücadelesi.
Her gün önümüze birçok
karanlık ve dipsiz kuyu açan
şey de kapitalist dünya görüşü.
Herhalde insanlığın başına
gelebilecek
en
büyük
felaketlerden
biridir
bu
düşünce sistemi. O çukurdan
çıkmayı başarabilmek için
elbette iç ve dış dünyanın,
madde ve mananın unsurlarını
yoklamak gerekmektedir. O
halde o unsurları yazabilmek
için önce kendiniz öğrenmek
zorundasınız. Bu da birçok
kaynağa müracaat etmeyi ve işlemeyi zorunlu
kılıyor.
“Ufak bir ipucu… Cılız da olsa bir ışık
arıyorum.” diye başlıyorsunuz. Kitabın sonuna
doğru ise şöyle bir cümleniz var: “Kişi
yüklendiği şeyin yönüne gider”. Bu roman
olaylar örgüsünden çok bir insanın “iç
yolculuğu hikâyesi” diyebilir miyiz?
İç yolculuk dediğimiz şey içimizde olur ve biter
ya da devam eder ve çoğu zaman insanın elini
ayağını dünyadan çekmesiyle son bulur. Burada
9|Sayfa
diğerkâm bir mücadele var. Dış mücadelesinde
kendisine
güç
verecek
içsel
savunma
mekanizmalarını güçlendirme arayışı ve bununla
birlikte yürütülen dış dünyaya karşı bir mücadele
var. Romanda yer alan içsel yolculuğun nedeni
şudur ki, kendi evin yanarken onu büsbütün ihmal
edip mahalledeki yangını söndüremezsin.
Mücadelenin bir anlamı olmalı ve anlam iç
dünyamızda hayat bulur, enerji kaynağımız budur
diye düşünüyorum.
Ferec’te
“Selim”
karakteri üzerinden hem
gazeteciliği hem de plaza
hayatının anlatıyorsunuz.
Ortak bir plaza hayatı var
mı,
her
mesleği
sığdırabileceğimiz?
olmadan bir İslam toplumundan bahsedemeyiz…
Bugün, popüler kültür diye adlandırdığımız basınyayın yoluyla yayılan şey yozlaşmayı
meşrulaştırmaktan başka bir şey değil. Bu
anlamda bir soğuk savaş yaşanıyor, sosyolojik bir
soğuk savaş, bu savaşta mermi yok ama sonuç
olarak kamplaşmalara götürüyor toplumu ve
tahrip ediyor. Ben ezberi takip etmedim.
Toplumun kenarında diyebileceğimiz kişilikler
üretip onlardan besleniyorsunuz. Mete Ziya,
Cilalı
Bekir’den
bahsediyorum.
Onları
İslam toplumunda ailenin
düşünce
merkezinize
önemi büyüktür. Aile olmadan çekiyorsunuz
ama
sonunda
onların
sırrını
bir İslam toplumundan
ifşa edip başlangıçtaki “uç
bahsedemeyiz… Bugün,
kişilikler” diyebileceğimiz
kişileri
popüler kültür diye
normalleştiriyorsunuz?
Ulusal bir gazeteden, bir
gazeteci röportaj sırasında,
adlandırdığımız basın-yayın
yakından
“gazeteciliği bu kadar yoluyla yayılan şey yozlaşmayı İnsanları
tanıdığınızda
herkesin
içeriden birisi gibi nasıl
meşrulaştırmaktan
başka
bir
kendine has renkli ve zengin
tanıyorsunuz?”
diye
bir
dünyası
olduğunu
sormuştu. Bir karakter
şey değil.
görüyorsunuz.
İnsanları
üzerine yazarken onun
yeterince
tanımazsanız
meşguliyeti
ile
ilgili
bazılarını gözünüzde çok büyütürsünüz bazılarını
okumalar yapıyorum, araştırıyorum ondan sonra
da küçük görürsünüz. İç dünyalarına kapı
yazıyorum… Ama ortak bir plaza hayatından
araladığınızda herkesin ortalama bir yerde
bahsetmek mümkün. İnsanlar kendilerine ve
buluştuğunu, insanları ne yüceltmeye ne de küçük
çevrelerine yabancılaşırken iş dünyasında benzer,
görmeye gerek olmadığını görürsünüz. Dikkat
neredeyse tıpa tıp bir plaza hayatını yaşıyor
ederseniz sadece Mete Ziya’nın yahut Cilalı
diyebiliriz.
Bekir’in değil, Esad’la temsil eden iktidar
“Selim” karakterinin baskın özelliklerinden
sahiplerinin de aynı normalleştirme sürecine tabi
birisi, savunduğu şeyleri muhatabının şahsına
tutulduklarını
görürsünüz.
İnsanları
taşırmadan
savunması
yani
normalleştirdiğinizde kendi dünya görüşünüz ve
kişiselleştirmemesi, diğer bir yanı ise
içsel anlayışınıza göre ya onları kucaklarsınız ya
ailesinden kopmaması?
da ilgi sahanız dışına atarsınız. Ama
Selim, gerek kendi düşüncesini ortaya koyarken
yargılamazsınız.
gerekse muhatabının düşüncesini eleştirirken
Kitaptaki tarihi konuları detaylı yazmanızı
kitapta benim prensip olarak çizdiğim çerçeveden
nasıl anlamalıyız?
çıkmıyor, yani kimseye hakaret etmiyor. Diğer
Hayatımızdaki olaylar bugünden yarına gelişen
yandan bu, "kılıcını boşa sallamayacaksın ki
olaylar değil, bugün olan bitenin bir tarihi var…
oyundan düşmeyesin" diye özetlediğim mücadele
Tarihe bakışımız bu nedenden dolayı önemli. Dün
prensibinin bir gereği. Kılıcını boşa sallarsan
bugüne çok benziyor. Farkında olup rotayı bir
oyundan düşersin ve rakibinden önce sen kendini
nebze olsun değiştirmezsek yarın da bugüne
mağlup edersin… Selim’in ailesine olan
benzeyecek. Kitaplarda tarihi referansların doğru
bağlılığına gelince; kitapta aile kurumunu
okunması için doğru da yazılması gerekiyor…
korumaya özel önem gösterdim. İslam
Rotayı ne tarafa kıracağımız da önemli… Hz.
toplumunda ailenin önemi büyüktür. Aile
10 | S a y f a
İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca hikâyesi çok
önemlidir;
tarafımız
belli
olmalı…
X
tarafındayım
deyip
Y
tarafındakilerin
değirmenine su taşıma riski var. Buna düşmanla
mücadele ederken düşmana benzemek de
diyorlar. Bizim toplumun buna benzer bir sıkıntısı
var: Kendinden olana değer vermez, kendisine
karşı olana yücelik atfeder ve ona karşı cömerttir.
verecek. Geçmişte açlıkla nefis terbiyesinin yanlış
anlaşıldığını düşünüyorum. Dünyadan el ayak
Hayatımızdaki olaylar
bugünden yarına gelişen
olaylar değil, bugün olan
bitenin bir tarihi var…
Tarihe bakışımız bu
nedenden dolayı önemli.
Dün bugüne çok benziyor.
Farkında olup rotayı bir
nebze olsun değiştirmezsek
yarın da bugüne
benzeyecek.
çekilirse zekâtı kim verecek? Bugün ise durum
daha farklı artık… Madde lehine bozulan dengeyi
yeniden kurmak gerekiyor.
Bize, ferec davulcuları lazım diyorsunuz. Bize
neyi nida edecek davulcular?
Belki de çoğunlukta olan ama asla sesleri
çıkmayan milyonlarca insanın iç çekerek kendi
kendilerine söylenip durdukları şeyleri nida
edecekler.
Tasavvuf
konusuna
ayrı
bir
başlık
ayırmışsınız? Tasavvuf anlayışının tembelliği
öğütlediğini söylüyorsunuz?
Peygamberimiz (s.a.v) bir gün yolda yürürken,
birkaç kişinin zengin bir adamın kapısında
beklediğini görür. Onlara, siz bana biat etmediniz
mi diye sorar. Onlar, biat ettik ya Rasulallah
derler. Peygamberimiz (s.a.v) “birisinden bir şey
istemekten vaz geçemedikçe bana biat etmiş
olamazsınız” diye uyarır. İslam herkese tek tek
sorumluluklar yükler, birilerinin yapması ile
diğerlerinin sorumluluktan kurtulması çok az bir
konuda mevcuttur… Çalışmak her birimizin tek
tek sorumluluğudur, birileri çalışınca bizim
sorumluluğumuz ortadan kalmaz… Birileri
çalışacak, diğerleri dini yaşayacak diye bir iş
bölümü olmaz, herkes sınava girecek ve içinde
yaşadığı toplumun izzetini koruyacak mücadeleyi
Türkiye’de yazarlık ve dem dergisi?
Doğu toplumları yazma konusunda teşvik edici
değil. Sezen Aksu’yu sanatçı yetiştiren sanatçı
olarak tanırım ve hep takdir ederim. Çok önemli
bir haslettir bu. Yazar yetiştiren yazar olmak,
ressam yetiştiren ressam olmak önemlidir. Bir
yazarın birinci sorumluluğu kitap yazmak ise ikinci
sorumluluğu yazar yetiştirmek olmalı. Herkes tek
otorite olarak kendini görür ve yenileri görmezden
gelirse, ağlaya sızlaya özlediğimiz gelişme,
özgünlük, estetik topluma nasıl gelir? Dem dergisini
bu noktada önemsiyorum. Birinci sayısını okudum
ve çok da beğendim. Bu dergi, birçok arkadaşımızın
kendisini ifade etmesi açısından bir imkânı da ifade
ediyor. Diğer yandan yoğun iş hayatı içerisinde
nefeslenme alanı açacağı kanısındayım…
Hayırlı olsun inşallah.
11 | S a y f a
Harun SELVİ
O zamanlar İstanbul’un meşhur ve büyük
lokantalarından birinde çalışıyordum. Selanikli
Şekercizade’lerin sahibi olduğu, Beyoğlu’ndaki
Hayrullah Efendi Lokantasında. Tarihi lokanta o
yıllarda benim gibi kendi alanında usta bir çok
aşçıya ev sahipliği yapıyordu. Başta Aşçıbaşımız
Sadullah Usta olmak
üzere her birimizin
namı Beyoğlu sınırlarını çoktan aşmış
İstanbul’un dört bir
tarafına yayılmıştı.
Her damak zevkine
uygun ve adeta birer
sanat eserine benzeyen muhteşem lezzetlerin sergilendiği
tarihi bir müze
gibiydi lokantamız.
Mönümüz oldukça
genişti.
vardı. ‘Lö pötibör dö lejyon d'onör’, ‘Ordövr dö la
mösyö buku’, ‘Şato büryan dö la monsenyör’, ‘La
pide la sivuple’, ‘Lö kombinezon dö la rezidans’,
‘Orövuar dö la bonsuar’, ‘Dölavi dö la bibien’, ‘Ja
jülyen a la dömüa’ Fransız mutfağımızın hiç bir yer
de bulamayacağınız seçkin yemeklerindendi. ‘Di
pietro la sote beelli’,
‘Mozarella uno du tardeelli’, ‘La covaanni
beene di mancaare’,
‘Sote
di
mantaare
graate’, ‘Don carleone la
şantimi kantaare’, ‘La
doneero um mamma
mia’, ‘Bonesera vista
arrivedeerci’, ‘La galetta
della
spageetti’
ise
İtalyan mutfağımıza ait
yine hiç bir yerde
bulamayacağınız enfes
yemekler arasındaydı.
Osmanlı,
Fransız,
İtalyan
ve
Rus
mutfağına ait pek
çok yemek çeşidimiz vardı. ‘Badem yatağında kuzu
döşü’, ‘İç baklalı oğlak kebabı’, ‘Zencefilli ördek
oturtması’, ‘Kestaneli levrek buğulaması’ en çok
tercih edilen yemeklerimizdendi. ‘Bıldırcın
yumurtalı karides’, ‘Kuru erikli enginar dolması’,
‘Karanfilli kuzu incik’, ‘Vişneli bulgur pilavı’,
‘Fesleğen yatağında dinlendirilmiş kuzu döşü’,
‘Kestaneli istiridye dolması’, ‘Defne yaprağında
uzanmış bademli levrek’, ‘Çam fıstıklı oğlak
kapama’, ‘Arpacık soğanlı somon yahnisi’ ise
lokantamızın birbirinden güzel öteki yemekleri
arasındaydı. Bu yemekler, müşterilerimizin
damaklarında öylesine zarif, öylesine latif bir tat
bırakırdı ki, bir yaz esintisinin getirdiği serinlik ve
tazelik gibi onları ferahlatır, coşturur, sonsuz bir
huzur ve neşe içinde evlerine dönerken yolda onlara
eşlik ederdi.
Bu birbirinden leziz
yemekler,
bendeniz
Agop Usta dâhil Hamdi
Usta, Nazif Usta, Haydar Usta ve Abbas Ustanın
maharetli ellerinden çıkardı her gün. Lokantada
benim ‘Badem yatağında kuzu döşüm’ ile Hamdi
Ustanın ‘Vişneli ördek ciğeri’ çok tutulurdu. Bir de
Nazif Ustanın, memleketi Samsun yöresine ait
olduğunu söylediği ve adına “Temmek” dediği
‘Kestaneli kuzu kebabı’. Nazif Usta ‘Temmek’
kelimesinin eski Kıpçakçada taze kuzu eti anlamına
geldiğini söylerdi hep. İsmi kadar enteresan bir de
yapılış şekli vardı. Kuzu etini önce kılıç şeklinde bir
satırla güzelce doğrayan Nazif Usta, bu malzemeyi
bir patlıcan, iki domates, biraz sivri biber ve bolca
soğanla birlikte güzelce yoğurur, türlü baharatlar
eklediği fıstıklı iç pilavla birlikte bu kez, hooop
başka bir kuzunun içine, şöyle gerdanından sıkıca
tutup yavaaşça doldururdu.
Daha sonra içi dolu kuzuyu kızgın fırına atar, üstü
Fransız ve İtalyan yemeklerinin de apayrı bir yeri
12 | S a y f a
nar gibi kızarana, içi lokum
kıvamını alana kadar bekletip bir
güzel pişirirdi. O sıra etin üzerine
bırakılan bir parça kuyruk yağı
harlı ateşin üzerinde cızırdayıp yere
damladıkça etrafa mmmh mis gibi,
tarifi imkânsız bir de koku
yayılırdı.
Fırından
çıkarılan
muhteşem kuzu eti, üzerine biraz
dağ kekiği, biraz kişniş ve biraz da
taze biberiye serpildikten sonra
kestane püresi yatağına alınır, daha
sonra da bakır bir tavadan üzerine
cozzz diye dökülen kızgın tereyağı eşliğinde
bembeyaz porselen tabaklar içinde müşterilere
servis edilirdi. Servis yapılan müşteriler önce büyük
bir ciddiyet ve sözde ilgisizlik içinde etin orasını
burasını şöyle bir didikler, tereyağlı sosunda
gezinir, daha sonra da kibarlığı bir kenara bırakarak
büyük bir iştahla damaklarını şaklatır ve o
harikulade etleri ağızlarında eriterek midelerine
gönderirlerdi. Sofradan kalktıklarında ise çoğu kez,
dişlerinin arasına girmiş bir et parçasını kürdanla
çıkarmaya çalışırken, dudaklarının kenarına
bulaşmış sosu dilleriyle bir kedi gibi yalarlar,
ardından da ağızlarını şöyle yana doğru hafifçe
büzerek vıjt vıjt diye ses çıkarırlardı.
Ve nihayet sonunda, mavi bir göğün altında uzanmış
sarı buğday tarlalarından havalanan kuşlar kadar hür
ve bir tepenin yamacından aşağıya doğru koşan
çocuklar gibi neşe içerisinde cıvıldaşarak
lokantadan çıkıp giderlerdi….. Öte yandan,
‘Temmek’ kebabını yaparken büyük bir dikkatle
doğradığı kuzu etinin tam da istediği boylarda
olması için kullandığı cetvel, gönye ve mezura gibi
ölçü aletleri yüzünden adı “Mezuracı Nazif”e çıkan
Nazif Ustayı, birlikte çalıştığı kalfaları ve yamakları
da çok severler, bilhassa fazla mesaiye kalınması
gereken günlerde depreşen ve adeta bir sevgi
yumağına dönüşen ilgilerini göstermek için kimi
zaman akrostijli şiirler yazar kimi zaman da
mersiyeler dizerlerdi. Dizerlerdi dizmesine de,
nedense Nazif Usta bundan huylanır, işin içinde bir
bit yeniği arar, kalfalarını ve yamaklarını şöyle
uzaktan göz ucuyla süzüp, bir şeylerden
şüphelendiğini yine de belli
ederdi.
Hamdi Usta ise Köroğlu’nun
memleketi
Bolu
Mengen’dendi. Tatlısından
tuzlusuna,
acılısından
ekşilisine, zeytinyağlısından
turşusuna kadar mutfakta
pişen envai çeşit yemekler
hakkında derin bilgi ve
tecrübeye sahipti. Diğer
aşçılar bunu bildiklerinden
lokantadaki herhangi bir
toplantı, bir mönü sunumu, bir eğitim çalışması
olduğunda hemen hepsinin en büyük adayı Hamdi
Usta olur, Sadullah Ustaya O’nun ismini vermekten,
bu işi Hamdi Usta yapar, bu iş tam Hamdi Ustaya
göre demekten büyük bir zevk alırlardı. Hamdi
Ustanın da canına minnetti, toplantılara gider katılır,
eğitimi de bi güzel verir gelirdi.
Lokantada bizim dışımızda Haydar Usta
mezelerden, Selami Usta muhallebilerden, Münip
Usta böreklerden sorumluydu. Gerçi Münip Usta
her ne kadar, Arnavut, Boşnak, Pomak bilumum
Balkan coğrafyasına ait börekler konusunda uzman
olsa da O'nun lokantadan arta kalan zamanlarda
yaptığı asıl işi Arnavut ciğerciliğiydi.
Pazar günlerinin o sakin öğleden sonralarında
Beyoğlunun arka sokaklarında, Tarlabaşı’nda,
yoksul ve işsizlerin gittiği kahvehanelerin
bulunduğu Sütlüce ve Dolapdere taraflarında, elinde
camekânlı metal bir sepetle gün boyu dolaşarak
sattığı Arnavut ciğerlerini, küp küp doğradığı altın
sarısı kızarmış patateslerle birlikte güzelce
karıştırır, harmanlar, sonra bu karışımı, dolaştığı
fakir semtlerin fırınlarından aldığı, buğusu hala
üstünde tüten o sıcacık ekmeklerin içine yatırır,
üzerine de şöyle incecik doğradığı Karacabey
soğanlarını bırakırdı Münip Usta.
Son olarak da özenle kıydığı taze maydanoz
yaprakları ile bu muhteşem eserini bir güzel
süslerdi. Müşterilerin o taze ekmeğe dişlerini her
geçirdiğinde çıkardığı sesler ise sadece boşlukta
13 | S a y f a
kaybolup giden bir çıtırtı sesi olmakla kalmaz, aynı
zamanda, Allah’ın bahşettiği bu güzel nimetler için
gerekli olan şükrü de onlara fısıldar, hatırlatırdı.
Münip Ustanın bir diğer özelliği de lokantanın
müzikle ilgilenen ve üstelik saz çalabilen tek aşçısı
olmasıydı. Neşet Ertaş, Özay Gönlüm, Mahsuni
Şerif, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses gibi birçok
sanatçının yanı sıra Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok,
Jimi Hendrix, Erıc Clapton, Chuck Berry gibi
sanatçıların da eserlerini ezbere bilir, bu geniş
yelpazeye yayılmış müzik zevki içinde bilhassa
bozlak türündeki yeteneği ile teke zortlatmasındaki
kabiliyeti görülmeye değerdi. Öyle ki o günlerde, o
yanık sesiyle söylediği uzun havalar, hoyratlar,
bozlaklar ve arabesk şarkılar Arnavut ciğeri sattığı
sokakların kaldırımlarında çınlar, yankılanır,
yetmişli yılların o hüzünlü zamanlarına mahsus
acılarıyla birleşerek dinleyenlerin kalbine bir ok gibi
saplanırdı.
Pişirilen yemeklere ait malzemelerin temininden,
kontrolünden, sevk ve idaresinden ise Balıkesir
Güreli Muzaffer Usta sorumluydu lokantamızda.
Etler, sebzeler, salçalar, yağlar, bakliyat ve unlar,
şeker çuvalları Muzaffer Ustanın kalfaları ve
yamakları tarafından tek tek kontrol edilir, çürükler,
ezikler, küflenmişler bir kenara bırakılır, bir kısmı
iade edilir, sağlam ve işe yarayanlar ise paketlenerek
biz aşçılara teslim edilirdi her gün. Muzaffer Usta
işinde son derece ciddi ve
disiplinliydi. Lokantanın o
koşturmacalı zamanlarında, o
kalın
çerçeveli
siyah
gözlüklerini bir eliyle tutar,
alnına doğru hafifçe yukarı
kaldırır, kalfa ve yamaklarını
uzaktan bir şahin gibi izledikten
sonra da, gördüğü manzaranın
verdiği huzurla derin bir oh
çeker, büyük bir mutlulukla
arkasına yaslanır, çaycı Adem
Usta’dan şöyle demli, tavşan
kanı bir çay daha isterdi Muzaffer Usta.
Niyazi Usta ise çok eski, deneyimli bir aşçıydı.
Servis edilip de beğenilmeyen yemeklerin
telafisinden, eksik olan tuzun ve şekerin
ilavesinden, baklava şerbetlerinin, kebap soslarının
tariflerinden ve bu sos ve şerbetlerin büyük bir
dikkat ve özen içinde hazırlanarak o güzelim
yemeklerin üzerinde gezdirilmesinden sorumluydu
lokantamızda. Çalışkan ve titizdi. Örneğin, dibi
tutmuş yemekleri önce ayrı bir tencereye alır, türlü
baharatlar, soslar ve şerbetlerle terbiye eder,
karıştırır, karıştırır, karıştırır, ardından da
kepçesinin ucunu şöyle bir tencereye daldırarak,
küçük, tadımlık bir lokmayı ağzına alır, dili
damağında bir süre öylece kalır, yemeğin istediği
kıvama geldiğini anladığında ise ocağın altını usulca
kapatarak elindeki kepçenin sapıyla sırtını kaşırdı
Niyazi Usta.
Bir de Abbas Usta vardı. Ama onun neden sorumlu
olduğunu, ne iş yaptığını aşçıbaşımız Sadullah Usta
dışında doğrusu pek bilen olmazdı. Sağda solda
Sadullah Ustaya danışmanlık yaptığından, özel
mönü sunumları hazırladığından, adına iş akış
şeması mı, diyagram mı ne denilen ve o günlerde
hemen hiç birimizin ne olduğunu bilmediği tuhaf,
tuhaf olduğu kadar da gizemli bir takım özel
çalışmalar yaptığından söz edilirdi Abbas Ustanın.
Lakin O’nun bu gizemli ve sıradışı yanına rağmen
başta ben olmak üzere birçok aşçı ona bilmediğimiz
her konuda iki de bir danışır, sorular sorar, hatta yeri
gelir iş çakıp türlü eziyetler ederdik de o yine de
gıkını çıkarmaz, tıpkı özgür
bir ceylan gibi nazik,
hızlıca
hallediverirdi
işimizi her seferinde. Ama
Abbas Ustayı asıl Abbas
Usta yapan şey, yıllar sonra
lokantanın
tüm
kap
kacaklarının,
tencere
tavalarının değiştirildiği,
yemek
tariflerinin
ve
mönülerinin
elden
geçirilerek
yenilendiği
dönemde yaptığı, tarifi son
derece karmaşık, ama
lezzeti var ya mmuah inanılmaz derecede güzel olan
“Terbiye Edilmiş Mevsim Sebzeli bıldırcın
kebabı”ydı.Hatta bu isim, daha sonraki yıllarda
14 | S a y f a
uzun bulunarak kısaltılmış ve meşhur bıldırcın
kebabı “Temse” olarak anılır olmuştu. Zeytinyağı,
ananas ve bıldırcın etini bir güveç kabının içinde
tarihte ilk kez bir araya getirerek adeta dans ettiren,
egzotik yönleri güçlü bu zahmetli kebaba müşteriler
önce burun kıvırmış ve soğuk bakmış olsalar da
onlara lezzetin ve sağlığın uçsuz bucaksız
zirvelerinde dolaşmayı vadeden bu muhteşem
kebabı
kısa
zaman
sonra
sevmiş
ve
sahiplenmişlerdi. Zira çiğnemesi ve sindirmesi zor
olsa da lezzeti ve besleyici özelliği son derece
yüksek bir kebaptı ‘Temse kebabı’.
Haydar Ustaya gelince. Bol ceviz ve süzme
yoğurdun, sarımsak, dereotu ve zeytinyağı ile bakır
bir sahan içinde buluştuğu, taze nanenin ve Antep
biberinin arka vokallerde eşlik ettiği ‘yoğurtlu ceviz
ezmesi’ ile sofraların olmazsa olmazı “haydari” sıkı
durun, O’nun bulduğu mezelerdendi. Kafası bir
başka çalışırdı Haydar Ustamızın. Ufku genişti.
Konuşmasından pek bir şey anlaşılmaz, simultane
çeviri gerektirirdi. Bir konuyu anlatmak için
başvurduğu
benzetmeler
ise
sıradışıydı,
inanılmazdı. Örneğin basit bir patlıcan yemeği
tarifinin püf noktasını anlatırken, size arabanın
karbüratöründen, triger kayışından ya da krank
milinden bahseder, patlıcan yemeği ile arabanın bu
parçaları arasında bağ kurmanızı bekleyebilirdi.
Baktınız bağ kuramıyorsunuz ya da zorlanıyorsunuz
bu sefer de "şöyle düşün" der, hiç alakası yokken
size Osmanlı tarihinden örnekler verir, konuyu iyice
içinden çıkılmaz hale getirir, bütün bu malumatın
sebebini merak eden biz gafillerin sorularına ise
“bilgilerinize çakmaktayım ne var bunda” diye
cevap verirdi sevgili Haydar Usta. Siz ise o sıra önce
bir “la havle” çeker, öfleyip pöfler, ardından da “yav
he he” der sıvışmak isterdiniz ama bütün bu
manevra ve taktikleriniz de bir işe yaramaz, köşeye
kıstırılmış bir fare gibi sessizce inleyerek,
sorduğunuz sorudan duyduğunuz pişmanlıkla
içinizden, “Allah da benim belamı versin, Allah da
beni kahretsin" diye kıvranır, eliniz böğrünüzde
çaresizce kaderinize boyun eğerdiniz.
Öte yandan Haydar Ustamızın soğuk mezelerde
olduğu gibi soğuk esprilerde de üstüne yoktu. Öyle
ki bu espriler, bir taraftan insanın şu fani âlemdeki
varoluş amacını biz aşçılara hatırlatırken, diğer
taraftan da bir Tibet keşişi gibi köşemize
çekilmemize, hayatın anlam ve önemi üzerine
düşünmemize ve aydınlanmanın o kutsal sularında
kulaç atarken, çakralarımız açık bir vaziyette ışıklar
saçıp, nirvananın doruklarında gezinmemize vesile
olurdu. Haydar Usta bu esprilerini, bu bizi hayattan
soğutan, yaşama sevincimizi öldüren bu soğuk
esprilerini, elinde bir kepçe hiç bir şeyden
habersizce, ne güzel pilav tenceresini karıştırmakla
meşgul Niyazi Ustamızın üstünde denerdi ilkin.
Niyazi Ustamız ise önce ne olduğunu anlamaz,
şaşırır, sonra benim dürtmemle ya da kendi
gayretiyle bunun bir espri olduğunu fark ettiğinde
ise geç de olsa bir tepki vermeye kalkardı ama, bu
sefer de iş işten geçmiş, Haydar Usta sırıtarak
çoktaan tezgahının başına dönmüş olurdu.
Ve Aşçıbaşımız Sadullah Usta. Sadullah Usta
lokantada hemen her konuda düzenlediği
toplantıları ile ünlüydü. İstişareye gerçekten de
büyük önem verir, toplantı üstüne toplantı
düzenlerdi
lokantadaki
odasında.
Toplantı
düzenlenmedik konu bırakmamıştı hani. Pirinç
ayıklamada süre yönetimi, bakliyat seçiminde
dikkat edilmesi gereken hususlar, kabak tatlısının
şerbetini tutturma kurallarının belirlenmesi,
zeytinyağlı dolmada fıstıkiçi maliyetini azaltma
teknikleri, gavurdağı salatasına alternatif isim
önerileri, bakliyatların kurtlanmasına dönük
tedbirler, marine etme ve sos hazırlama teknikleri,
mutfakta
yetki
düzeylerinin
belirlenmesi,
lokantadaki
roller
ve
görevler,
mutfak
faaliyetlerinin merkezileştirilmesi projesi, iç ve dış
lokanta müşterilerinin memnuniyet anketinin
15 | S a y f a
değerlendirilmesi, lokantanın yıllık faaliyet
raporlarının hazırlanması, kızartma, haşlama ve
ızgarada paradigma değişiklikleri. Ve daha neleer
neler.
Günde inanın abartısız belki on kez toplandığımız
olurdu Sadullah Ustanın odasında. Bir toplantıdan
döndüğümüzde daha bismillah tezgâhın başına bile
geçmeden hoop başka bir toplantıya çağrılırdık
kaşla göz arasında. Öyle ki bazı günler sırf bu
toplantılar yüzünden o gün yetiştiremediğimiz
yemeklerimiz bile olurdu. E tabi yemeklerimizin
müdavimi kimi müşteriler de bu durumdan şikâyet
ederlerdi haklı olarak.
Ama itiraf etmek gerekirse dostlar, bu toplantı işini
biz aşçılar da o kadar çok sevmiş ve o kadar çok
benimsemiştik ki, toplantı davetini alır almaz
elimizdeki işi hemen bırakır, büyük bir sevinç ve
neşe içerisinde yerimizden fırlar, yanımızda
sürüklediğimiz sandalyelerle birlikte koşturarak,
soluğu Sadullah Ustanın odasında alırdık. İçimiz
içimize sığmazdı. Odaya girdiğimizde ise ilkin o
koca ahşap masanın üzerindeki çikolata ve
şekerleme kutularını arardı gözlerimiz. Birazdan
gelecek o bol köpüklü orta kahvelerimize ya da
büyük beyaz fincanlardaki tavşankanı çaylarımıza
eşlik edecek olan o muhteşem çikolata ve
şekerlemelerin hayali bile inanın ayrı bir heyecan ve
mutluluk kaynağıydı biz aşçılar için. Küçük şeylerle
mutlu olmayı severdik çünkü. Küçük güzeldir
derdik.
Toplantı bittiğinde ise çoğu kez, bir sonraki
toplantının merakı ve biten toplantının verdiği derin
üzüntü ve keder içinde odadan usulca çıkar, şöyle
omzumuzun üstünden son bir kez daha Sadullah
Ustamıza baktıktan sonra da beraberimizde
getirdiğimiz sandalyeleri yine sürükleye sürükleye
aldığımız yere geri götürüp bırakırdık. İşte böylece
toplantının biri biter diğeri başlar, çayların biri gelir
öteki giderdi o küçük odada. O kadar çok çay,
kahve, su içerdik ki, lokantanın çay ocağına bakan
Adem Usta, Sadullah Ustanın odasına küçük bir çay
ocağı açmaktan bahseder olmuştu hatta bir ara.
Sadullah Usta sıradışı şeyleri de severdi.
Yenilikçiydi. İstanbul’daki lokantalarda hiçbir
aşçıbaşının cesaret edemeyeceği işlere el atmıştı.
Örneğin bir seferinde, lokanta çalışanlarının mutfak
bilgisini artırmak ve önemli bazı hususlara
dikkatlerini çekmek için “Tüp Contası” adlı bir
proje başlatmış, usta aşçıların her gün mutfak
kültürüne ait farklı bir bilgiyi, püf noktasını, kalfa,
yamak ve çıraklarla paylaşmasına imkân tanımıştı
Sadullah Usta. İşin başına da lokantamızın tek
bayan aşçısı olan Esmeray Ustayı getirmişti. Yine
lokanta içine yönelik ilk süreli dergi de Sadullah
Ustanın öncülüğünde çıkarılmıştı Beyoğlu’nda. Eli
kalem tutan aşçılar, yamaklar ve çıraklar için
doğrusu eşi bulunmaz bir fırsat olmuştu “Demlik”
dergisi. Hatta ben, evet ben bile cesaretimi toplamış,
lokantayı bir banka şubesine, aşçı arkadaşları da
banka çalışanlarına benzeterek, aklım sıra gizemli
bir hikâye yazmıştım dergiye o sıra. O yazıda,
olayları ve kişileri inanılmaz derecede abartmış,
elimden geleni ardıma koymamış, Allah ne verdiyse
yardırmıştım.
Şimdi ise dostlar, aradan geçen bunca zaman sonra,
şu ömrümün sonbaharında ve bir ayağım çukurda,
seksen yaşımda. Şöyle geriye dönüp bir baktığımda,
Haydar Ustanın da, Niyazi Ustanın da, ve diğer tüm
ustaların da, meğer o yıllarda hayatımda ne kadar da
önemli bir yeri olduğunu ve meğer ne kadar da büyük
bir boşluğu doldurduklarını kalbimde daha iyi
anlıyorum artık. Meğer o yıllarda, lokantanın o bakır
kazanlarında, o kalaylı tencerelerinde pişen tek şey
sadece o leziz yemekler değil, bizim dostluğumuzmuş
da.
16 | S a y f a
EN BÜYÜK HAZİNEM
Erhan ORHAN
……………………….
“Amca sana biraz para versem, fotoğrafını
çekmeme izin verir misin.?”
Çek tabi. Ama para vermene gerek yok.
“Amca nerelisin?”
1926 İstanbul doğumluyum. Tam 82 yaşındayım.
40 yıldır Karaköy’deyim.
“Nerede yaşıyorsun?”
Sokaklarda. 12 yaşımdan beri hayata küstüm ben…
Küstürdüler beni..1926 doğumluyum. 82 yaşındayım.
“Kimsen yok mu?”
Annem babam öldüler. Kardeşlerim öldüler,
yeğenlerim bizde kal diyorlar ama gitmiyorum.
İstemiyorum işte. Kedilerim var. Köpeklerim var.
Canlarım onlar… Onlarla arkadaşlık ediyorum,
onlarla birlikte yemek yiyorum. Geçenlerde bir
arkadaşımı araba ezdi… Ne güzel köpekti… (1-2
dakika sessizlik)
- Ben 1926 doğumluyum, 82 yaşındayım. Çok karışık
benim
hayatım.
Bitmez
anlatmakla.
“Amca
açsan
bişeyler
alayım
sana?”
(işaret parmağını kaldırarak) Genç hakkını helal et,
yoluna devam et!!!
Geriye baktığımda… diye başlamayacağım söze.
Çünkü böyle başlarsam söze sanki geçmişi ara sıra
hatırlıyormuşum gibi olur. Ben geriye bakarak
yürüyenlerdenim.. Her daim geriye bakarım…
Ondandır belki 2 yaşımdan bile bazı enstantaneleri
hatırlayışım… Ne güzel günlerdi be diye
hayıflanmalarım da var… Anmak bile istemediğim
dönemlerde. Ama illa ki herkes gibi keşkelerle dolu…
Bir şekilde geçiriyoruz işte zaman denen ve aslında
herkesin sahip olduğu bu hazineyi. Düşünsenize 70
yıl yaşayan birinin 24x365x70=613.200 saati var…
Bir saatinize ne kadar paha biçersiniz?
Doğduk, çocuk olduk, oyun oynadık, kavga ettik, âşık
olduk, anne baba olduk, dede nine olacağız ve
yürürken gündüz gece, 2 kapılı bu handan
ayrılacağız. Tabi ki yarın var mıyız yok muyuz
bilinmez… Hak vuku bulur “Ulan rahmetli daha dün
neler yazmıştı” senaryosu yazılmıştır belki kaderime.
Hanın uzunluğu kısalığı belli değil… Yani çok da
ahkâm kesmeyelim şair gibi neme lazım… Ben şairin
yalancısıyım. Bu aralar yolun yarısındayım.
Dedim ya, zaman, rabbin bizlere verdiği en büyük
hazine… Büyük sıfatını bilerek kullandım çünkü
zamanın uzunluğu kısalığı göreceli… Einstein
ağabeyimizin “İzafiyet Teorisi”ni biz sıradan
insanlara anlatırken kullandığı en basit örnek bu
imiş… Son bulmasını istediğin şey bitmek bilmez,
‘hafta içi’ gibi… Sona ermesini istemediğin şey su
gibi geçer gider.. Hafta sonu gibi… Halbu ki; ikisi de
24 saatlik günlerden ibaret.
Yukarıdaki amca… Hala yaşıyor mu bilmiyorum.
Belki görmüşsünüzdür. Karaköy’deki zemin altı
çarşının girişinde öyle oturur; gelen geçene bakar,
arkadaşlarını besler… Acaba o hazinesini nasıl
harcamıştır…? Sohbetimize bakarsanız hayatı çileyle
doludur diye tahmin edebilirsiniz… Belki çok
babacan bir fabrikatörün oğluydu. Baksanıza azıcık
zorlasanız “Hulusi Kentmen” gibi tipi de var…
Ama şuan onun adı “Amca”. Belki gerçekten de
anlattığı gibi sıkıntılarla dolu bitmek bilmeyen bir
hayata sahiptir.
Diyeceğim o ki… Paha biçemeyeceğiniz hazinenizi
boşa harcamayın… Kentmenzede ya da sadece
Amca…
Size
hangisinden
bahşedilmişse…
Kısmetimizde hangi senaryo varsa, yukarıdaki Amca
gibi onurlu bir başrol oynamak ümidiyle…
17 | S a y f a
DAKAR
BİR AFRİKA RÜYASI
Farklı coğrafyaları gezip görmek, farklı
kültürleri tanımak, benim için her zaman
eğlenceli bir deneyim olmuştur. Dakar
seyahatim de güzel anılar ile dolu heyecanlı ve
ilginç bir gezi olmuştu.
İstanbul’dan 7 saatlik uçuş sonrası %90'ı
Müslüman olan, %10'u da Avrupa'lı ve
Amerikalılardan oluşan, yaklaşık 2 milyon
nüfuslu, Afrika'nın en büyük liman kenti olan
Senegal’in başkenti Dakar'daydım.
Ekvator kuşağına olan yakınlığı nedeniyle kış
mevsiminin yaşanmadığı, Ağustos ayının bol
yağmur ile geçtiği bir iklime sahip, Atlantik
okyanusunun kıyısında çok güzel bir yarımada
olan bu şehrin her köşesinde birçok tezat bir
arada bulunuyor. Pazarlarında Avrupa'dan gelen
ikinci el çorap ve çamaşır bile bulabileceğiniz,
açlık sınırında bir hayat yaşayan yerli halkın
yanında, yüzbinlerce dolarlık hayatlar süren
Batı'lı zenginlerin bir arada yaşadığı bir şehir
Dakar. Şehrin sahil kesimlerini modern yapılar,
Yusuf GÖK
iç kesimlerini ise gecekondu tarzı yoksul
mahalleler kaplamış durumda.
Görece olarak Afrika'nin demokrasi ile yönetilen
istisna ülkelerinden olup, resmen olmasa da
halen Fransız sömürgesinin izlerini taşıyor.
Dakar'da trafik tam bir karmaşa ve heyecan dolu.
Merkezi noktalar haricinde trafik kurallarının
pek önemi yok. Birilerinin aracınıza çarpma
ihtimali yüksek. Kaporta hasarları kazadan bile
sayılmıyor. Bütün araçların kaportaları yara bere
içinde. “Karapit” denilen dolmuşlar ise bizim
eski dolmuşlarımız gibi rengârenk yazılar ve
süslerle kaplı. Bu camsız dolmuşların tepesi ve
arkası tıklım tıklım insanlarla doluyor. Bir tek
asılacak yer olsun yolculuk için yeterli, konfor
onlar için teferruat.
Atlantik Okyanusu'nun kilometrelerce uzanan
müthiş kumsallarında biz bata çıka yürümekte
zorlanırken, çıplak ayakla futbol oynayan
gençlerin içinde keşfedilecek kim bilir ne
cevherler
vardır
diye
de
düşünmeden
edemiyor
insan.
Kumsalın bitişiyle başlayan çöl
kumullarında jeep safari yapıp,
aslında bir tuz gölü olan ve güneş
ışıkları ile pembe bir renk alan Lake
Rose (Pembe Göl) kıyısında,
kafasında kilolarca yükü taşıyan
kadınları görebilirsiniz. Meşhur
Paris-Dakar Rallisinin final etabı,
güvenlik nedeni ile organizasyon
18 | S a y f a
de muazzam. Büyük kayalıklara vuran devasa
dalgaların gümbürtüsü insanın içini ürpertiyor.
Aynı zamanda "Medeniyetin beşiği Batı'nın"
Afrikayı iliklerine kadar yüzyıllardır
nasıl
sömürdüğünün canlı kanıtı da bu adadır. Kıtanın
dört bir yanından silah zoruyla esir ettikleri
yerlileri bu adadaki kalede toplayip, gemilerinde
balık gibi istifleyip Batı'ya götürmüşler
yüzyıllarca. Artık köle ticaretini anlatan bir müze
olarak kullanılsa da insan çığlıklarını ve o acıyı
yüreğinde hissediyor insan.
Dahası atalarına
yaşatılan o korku, esaret ve acı, sanki yeni
nesillerinin genetik kodlarına silinmeyecek şekilde
işlenmiş gibi duruyor.
Güney Afrika’ya alınana kadar burada
yapılmaktaymış. Okyanus kıyısında olunca
"Denizden babam çıksa yerim" diyenlerin lafını
yutturacak kadar zengin deniz mahsulleri insanı
hayrete düşürüyor.
‘Almadi Burnu’nda gelgit zamanı kuzey ve
güneyden gelen iki ayrı akıntının çarpışması
sonucu
denizin
bir
anda
metrelerce
yükselmesine tanık olabilirsiniz. Ayaklarınızın
altındaki kayalıkların kısa bir sürede dalgaların
arasında kaybolup gitmesi ürkütücü bir güzellik
yaşatıyor. Sular çekilince de birçok balık ve
ilginç canlının sahilde öylece kalakaldığını
görebiliyorsunuz.
Afrika, tüm canlıların yaşam mucizesine tanıklık
eden bir ülke. Bu yüzden Afrika'ya gidip safari
yapmadan dönmek olmazdı tabi. Dakar'a yaklaşık
50 km mesafedeki Senegal Ulusal Parkı'nda
sadece rehberler eşliğinde yapılabilen safaride
doğal hayatı ve yaban hayvanlarını yakından
görmek oldukça keyifli. Yine, Senegal’in her
yerinde karşınıza çıkan devasa gövdeli ‘Baobap
Ağaçları’nın 200-300 yaşında olanlarını da burada
bolca görebilirsiniz.
Yerli halk geçmişte ölülerini bu ağaçların
kovuklarına gömerlermiş. Halen kafatası ve
kemikleri bu ağaçların altında muhafaza edilenleri
de mevcut.
Her günü ayrı bir hikâye ve macera dolu 2 haftalık
seyahatimin nasıl bittiğini, zamanın nasıl geçtiğini
hiç anlamamıştım. Geriye binlerce kare fotoğraf
ve tadı damağımda kalan bir ülke vardı.
Fikrimi sorarsanız; gerçek bir yaşam mucizesi
olan Afrika, mutlaka görülmeye değer...
Senegal halkı için dans ve müzik adeta bir tutku.
Her yerde tamtam seslerini, ritim ve şarkılarını
duyabilirsiniz. Günlük yaşamda kadınların
rengârenk kıyafetleri ise vazgeçilmezleri. Yaşam
standardına takılmadan her gün özenle giyinip
süslenmeleri tamamen onlara özgü bir yaşam
şekli. Gece eğlenceleri ise en vazgeçilmezleri.
Gezimin en ilginç ve en buruk durağı şüphesiz
‘Gore Adası'ydı. Atlantik'in ortasında, Afrika'nın
en batı ucu durumundaki bu adanın doğal güzelliği
19 | S a y f a
İktisat
ktisat Bilmeyen Adam
Bugün yollar daha geniş, renkler daha berrak.
Lodoslu havalarda hep böyle olur bu şehir. Ama
bu ferahlığın başka bir sebebi de var; ilk maaşımı
aldım. İlk maaş ilk aşk gibidir; hiç bitmeyecek,
her şeye yetecek sanırsın… Akşam olunca tüm
sevinçlerimi toplayıp eve doğru yola çıkıyorum.
Yollar, bu akşam yoluma ayarlı…
Tramvay’da, ilk duraklarda binenlerin seçtiği
koltuklardan arta kalan boş bir yere oturuyorum.
Toplu taşıma araçlarında oturabilmek insanı
yeterince özel hissettirir, ama bugün zaten özel
bir gün olduğu için bu hissi duymuyorum.
Kendime bir hayat kurmak için yeterince umut
biriktirmiştim parasız günlerimde. Artık param
da var. İşe başvururken talep ettiğim maaşın
neredeyse iki katını alıyorum. Birkaç ay içinde
araba alırım. Evlendikten sonra bir de ev alıp
küçük taksitlerle ödeyebilirim, belki bunları
küçük hayaller yapan nice fırsatlarla da
karşılaşabilirim. Böyle işte, insanın yakaladığı
bir başarı ona daha fazlasını hayal etme gücü
veriyor. Biraz daha hayal etsem nerelere
varacağım kim bilir..?
Düşündüklerimin heyecanıyla olsa gerek,
karşımda oturan 40-45 yaşlarında ve iyi giyimli
adamın, yanındaki çocukla yaptığı pazarlığın
nasıl başladığını kaçırmışım. Elinde tek bir gül
olan çocuk ilkokul yaşlarında: “Hayır, satmayı
düşünmüyorum” dedikten sonra, ' pazarlık bit-
Selçuk ÇELİK
miştir” der gibi pencereden dışarı baktı. Adam
ısrarlıydı: “Benim o güle olan ihtiyacım senin
ihtiyacından çok fazla.”
“Ben bu gülü annem için kopardım. Size satmayı
düşünmüyorum.”
“Bugün benim evlilik yıldönümüm ve hediye
almayı unuttum. Bunun evli bir adam için ne
anlama geldiğini anlaman çok zor ama gerçekten
kötü bir durum. Şu elindeki gülü satarak beni bu
büyük dertten kurtar.”
“Bu gülü annem…”
“Bir gül için sana 200 lira teklif ediyorum.”
“?..”
“300 lira. İnan bu teklif ikimiz içinde kazançlı.”
“Nasıl yani?”
“Şimdi sana biraz iktisat anlatayım: Sen bu gülü
annene götürdüğünde onun mutluluğunu –elbette
parayla ölçülmez- 200 lira, benim eve eli boş
gitmemin maliyetini de 400 lira olarak kabul
edelim. Ben sana bu gül için 300 lira verdiğimde
her ikimizde 100 lira kârlıyız. Her ikimiz içinde
kazançlı bir oyun bu.”
“Peki.”
Elindeki gonca gülü 300 liraya iyi giyimli adama
satan çocuk alışverişten çok şey anlamamış olsa
da mutlu bir gülümseme ile “İyi akşamlar”
diyerek tramvaydan indi. Satın aldığı gülün
aslında 5 lira olduğunu bilen adamın iktisattan ve
matematikten anlamadığı muhakkaktı.
“Satış konusunda pek mahirsiniz” dedim.
Yaptığı alışverişin mantıkla ifade edilemez
olduğunu anlamış olduğumu fark etti.
“Ayakkabısı gayet eskimişti, para vermeyi teklif
etsem kabul etmeyebilirdi.”
İki durak sonra da ben indim. Kafamın içinde,
yaptığım iktisat tanımıyla evime giden yolu ağır
adımlarla yürüdüm. İktisat, sonsuz bir hayatı az
bir ömür sermayesiyle kazanmayı inceleyen
bilimmiş. Eve gidince ilk işim, tanımı doğru
yapmış mıyım ona bakmak olacak... Sonra, tüm
hayallerimi ve sevinçlerimi toplayıp bu tanıma
sığdırmanın yollarını arayacağım…
20 | S a y f a
‘inside job
“Bir Garip Orta Oyunu”
Çalıştığım şirketin orta ve üst yönetim kademesi
ile birlikte, ayda bir yapılan genel değerlendirme
toplantısının başlamasını bekliyorduk. Genel
Müdürümüz toplantı salonuna girdiğinde,
alışılmadık bir başlangıçla, ‘Inside Job filmini
seyrettiniz mi?’ diye sordu. Finans sektöründe
çalışıyor olmamıza rağmen ilginç bir şekilde filmi
seyredenlerin sayısı bir elin parmağını
geçmiyordu. Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi
ve ‘O zaman bu akşam benim davetlim olarak bu
filmi hep beraber seyredelim’ dedi. Bu gerçekten
çok hoş bir davetti. Sanırım yıllardan beri
çalıştığım bu şirkette ilk kez yöneticilerle birlikte
belgesel bir film izleyecektik.
Toplantı salonumuz; sinema işlevi de
gören, koltukları geniş, kırmızı renkli, görüntü ve
ses
kalitesi
lüks
sinemaları
aratmayacak nitelikte, oldukça büyük ve ferah
bir salondu. Mesai bitiminde, yaklaşık 50 kişi,
2011 yılında belgesel dalında Oscar almış,
Charles Ferguson imzalı ‘inside job’ filmini bizim
Fatih BOZ
için bir gala gecesi tadında, heyecanla izlemeye
başladık.
Film, 2008 ekonomik krizi öncesinde İzlanda’da
üç büyük bankanın özelleştirilmesi ve sonrasında
bu bankaların beş yıl içinde ülke ekonomik
büyüklüğünün 10 katı borçlanması tespiti ile
başlıyor. Ülkenin 120 milyar dolar kadar
borçlanmasının sipariş raporlarla yapılması ise
ayrı bir komedi olarak sunuluyor. İzlanda’daki
2008 ekonomik krizi, aslında ABD’deki batağın
küçük bir versiyonu… Bu ülkeye verilen borçlarla
oluşturulan mevduatı, kredi olarak alanlar,
aldıkları kredileri Avrupa’da farklı şirketlere
hesapsızca yatırım yapıyor. Alınan bu krediler
geri dönmemeye başlayınca İzlanda ekonomik
krize giriyor. Film, vermek istediği mesajı en
baştan itibaren sürekli tekrarlıyor. Kurallara
uyumsuzluk ve denetimsizlik yozlaşmaya
götürür. Yozlaşma insanı yoldan çıkarır. Yaptırım
da olmazsa yapanın yanına kar kalır.
21 | S a y f a
Film temposunu Amerika’da yaşanan ekonomik
krizin detaylıca anlatımı ile iyice arttırıyor.
Siyaset mi ekonomik politikalarını belirliyor,
yoksa Wall Street mi ekonomi ajandasını
belirliyor? Bu sorunun cevabı verilirken,
Obama’nın ekonomi yönetimini oluşturan kişiler
ile Obama öncesi ekonomik yönetiminde yer
alan kişiler ve piyasa yapıcı sistemin
karşılaştırması yapılıyor. Sonuçta, kriz öncesi ve
sonrası kişiler dâhil sistem yapıcı mantığın
değişmediği,
Amerikan
ekonomisindeki
deregülasyon politikalarının ve ahlaki çürümenin
sadece ABD’yi değil bir bütün olarak dünya
ekonomisini krize sürüklediği vurgulanıyor.
Eski ABD merkez başkanı, Alan Greenspan’in
1970’lerin
sonunda
itibaren
başlayan
deregülasyon politikalarını hızlandırdığı ifade
ediliyor. Denetimin yasalarca yasaklandığı, Tim
Garthner, Larry Summer
gibi
Wall
Street’in
başlıca danışman veya
CEO’larının mevcut ekonomik yönetimlere girerek Wall Sitreet’in siyaseti nasıl esir aldığı
detaylı analizlerle anlatılıyor. Ünlü banka, sigorta
ve finans şirketlerinin
aldığı bonus’ların, ciro ve
kar güdüsüyle ekonomide bilinen yanlışları nasıl
doğru haline getirdiği
açıklanıyor.
Özellikle
alt
gelir
grubuna kredi verilmesi, verilen bu kredilerin
dünyanın her tarafındaki bankalara satılması,
bunun sonucunda muhasebe oyunlarıyla
olağanüstü karlar yazılması. Sistem bu hale
dönüşürken diğer yandan başta CEO’lar olmak
üzere üst yönetim çalışanlarının olağanüstü
bonus ve gelir hedeflemesi… Ve, ekonomik
sistemde oynanan bu oyunun siyasi çevrelerce
desteklenmesi…
Önünden
geçmeye
korktuğumuz
koca
koca
üniversite
profesörlerinin bu oyunu yazdıkları (sahte)
raporlarla destekledikleri tek tek anlatılırken,
bağımsız denetim şirketlerinin yaptıkları
denetimin bir hiç olduğu tanıklar eşliğinde gözler
önüne seriliyor.
Film, bir Orta Oyununu anlatıyor, yalnız insan
nerede güleceğini ve nerede ağlayacağını
şaşırıyor. Bu kadar büyük çaptaki bir iktisadi
yıkımın, evsiz ve işsiz kalan insanların,
kaybedilen yılların, baştan tasarlanmış bir
oyundan arda kalanlar olduğunu görüyor ve
hazmedemiyor insan. Bu kurgunun sonucunda
tüm olan bitenin sorumlusu siyasetçilerin,
ekonomi patronlarının ve batan şirket
yöneticilerinin hiçbir şey olmamış gibi lüks ve
şatafat içinde hayatlarına devam etmesi, yapanın yanına kar kaldığı
bir eko-sistemde yaşadığımız gerçeğini bir kez
daha yüzümüze vuruyor.
Peki, bu gerçekliği tersine çevirmenin bir yolu
var mı?
Film bunun cevabını
vermese de, filmde ortaya konan krize sebep
tüm nedenleri alt alta
koyup tersinden düşündüğümüzde; devlet ve
şirket yöneticilerinin kanaatkâr olması, doğru
ve dürüst iş yapmaları,
sistem işleyişinin doğru
zeminde kalması için yasal ve politik
yaptırımlarla desteklenmesi, denetim süreçlerinin etkinleştirilmesi gibi yapıcı aksiyonların,
sistemin önünü açabilecek politikalar olduğunu
görebiliyorsunuz..
İyi Seyirler…
22 | S a y f a
Fotoğraf: Mustafa KILIÇ
PERDE ARKASI
Sabaha doğru yol alıyor görmediklerim,
Güneş git gide yüzünü gösteriyor artık,
Aydınlık şimdi her yerim, bembeyaz ve pürüzsüz
İstediğim gibi her şey,
Sefere çıkar gibiyim bugün, işte tam da önümdeler…
Yol almayı istiyorum içimdeki yığınla birlikte,
Kusursuz bir bekleyiş, keskin bir sadakat,
Sessizlik yıkılmıştı, parça parça yok olmayla karşı karşıya kalınmış,
İnce bir çizgi, büyük bir sonuç vardı.
Harcamadan, biriktiriyordum o anı,
Bilmeden, ezberlemeden ve yazmadan,
Saatim yanımda kabına sığmayacak gibi duruyor,
Benimle uzun bir birliktelik geçirmeyeceği de kesin,
Zaman ile aramda büyük bir koşuşturmaca,
Muhabbet demlenirken her tarafta,
Vakit dar, tevazu gerek bize,
Bilmiyorum derin bir endişe var içimde,
Ya aniden durursa,
Ya da hızlıca bırakıp giderse hiç olmadığı yerde…
Büyük bir sel bu, ne çeşme, ne de hayrat,
Herkesin dilindeydi bu ahval,
Destansı bir öğüt, terbiye edilmiş bir ordu,
Yaydan çıkmış bir ok gibiydi üzerimize gelen her bir nefes,
Dövülürken demir, bükülüyordu başlar,
Hayret ki hayret,
Ne ırk, ne dil, ne renk,
Şurada duran ne güzel bir heybet…
Birileri vardı bizim diyardan, niceleri uzaklardan,
Benim yerime etrafa iyice bak, etraflıca bak! Asla değişmez bu bakışlar
Minderlerin üzerindeydi o yamalar, özensiz ve miraslı
Birikirdi geceleyin ay, gündüz güneş onsuz ne yapardı.
Emre AÇIKEL
23 | S a y f a
Sizden Gelenler
Engin BEYAZ
Yukarıda gördüğünüz resim, dergimizin başlangıç formatı ile ilgili yaptığımız çalışmalarda derginin bir
logosunu yapalım demiştik. Bunun üzerine ressam Engin BEYAZ’dan yardım istedik. Engin Bey dergimiz için
yukarıda gördüğünüz resmi yaptı. Fakat biz, daha sonra dergimize ait bir logo olsun fikrinden vazgeçtiğimiz
için bu güzel eseri sizinle paylaşma imkanımız olmadı. Bu nedenle Sizden Gelenler köşesinde ilk olarak değerli
ressamın dergimiz için yaptığı eseri paylaşıyoruz. Kendisine dem dergisi adına teşekkür ediyoruz.
24 | S a y f a
ateş, su ve tarih
acılarını demliyor bir adam
harlıyor ateşini ve biliyor
yanmazsa yanacak!!!
25 | S a y f a
Talip TOSUN (arka sayfa şiir)
zaman;
dipdiri girdiğim
mezarlığım,
ruhuma dikişleri batar düşünce
kefenimin.
nehirler nereyi dövse,
bende oluşur menderesleri…
yüreğimde eksik mimikleri
tamamlar yağmurların yağışı,
rüyalarımı hayra yorar sözlerin
tükendiği an.
talip tosun
26 | S a y f a