Türkçe`deki en güçlü kelime aç›kland›: “Sözde”

Transkript

Türkçe`deki en güçlü kelime aç›kland›: “Sözde”
Solo test puan
bareminde
kapsaml› bir
de¤iflikli¤e
gidiliyor
Alt›n anahtar
panik yaratt›!
Viyana kentinin sembolik
alt›n anahtar›n›n bir Türk
ifladam›na verilmesi
Sayfa: 4
tart›fl›l›yor.
Güreflte eflek
t›rafl› sorunsal›
spor
Sayfa: 6
R›dvan Dilmen duayence tahmin etti.
“Teknik direktör olmayaca¤›m.”
Solo testin puanlama sisteminde
yap›lacak revizyonu iki aflamal›
Sayfa: 3
test takip edebilir.
Curling can ald›...
Cenk ve Erdem
ISSN 1306 0830
EKfi‹’ye konufltu:
Biz kötü
konuklar›z!
içeride:
Ölümcül ikiliyle geçmiflten
gelece¤e bir ba¤ kurmaya
çal›flt›k; olmad› pek...
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
n Süpermen
n World Wide Ramazan davulu
n Saruman vs Saffet
n Medyan›n ortaça¤ e¤lencesi
y›l: 1 say›: 5 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 14 - 20 Ekim 2005
‹sviçre, ‹rlanda - ‹sviçre
milli futbol maç›nda da
tarafs›zl›¤›n› korudu
Sayfa: 3
‹nternetten indirilen filmi
belefle getirmenin hazz›,
filmin kendisinin verdi¤i
hazdan kat kat fazla
Sayfa: 4
Türkçe’deki en güçlü
kelime aç›kland›: “Sözde”
on yıllarda Türkiye’nin siyasi ve toplumsal hayatına
ayrılmaz biçimde entegre olan
“sözde” kelimesinin silici ve
hipnotik etkileri, yapılan bir
araştırmayla ortaya konuldu.
Rastgele seçilen denekler ve
bazı tüzel kişilikler üzerinde
gerçekleştirilen demografik çalışmalarda, katılımcıların büyük
çoğunluğu, önüne “sözde” kelimesi getirilmiş tamlamaların
S
Son kullanma tarihi iki gün
geçmifl süt, önce kediye
Sayfa: 5
tatt›r›ld›
Pakistan’› sarsan 7.6
fliddetindeki deprem, Türk
kamuoyunda ancak 0.01
fliddetinde hissedildi Sayfa: 7
‹statistik
Türk insan›, k›rm›z›
›fl›kta geçerek
kazand›¤› 7
saniyeyi nas›l
de¤erlendiriyor?
%7
%22
(%17)
%8
%15
%3
%28
n Olimpiyatlarda 100 metre yar›fl›n›n ilk 70 metresini koflarak (%17)
n Kendisine ehliyet veren kasab› ziyaret ederek %7
n 2 dakika de¤il, 2 dakika 7 saniye ön seviflerek %15
n Hayatta kimsenin kendisine “molla” demeyece¤ine hay›flanarak %28
n Duflta sol kula¤›n›n arkas›n› daha yavafl, daha titiz ovuflturarak %3
n Baflka bir kavflakta k›rm›z›da geçen yayalara bak›p “Bu millet adam olmaz” diye
homurdanarak % 8
n 27 k›rm›z› ›fl›kta tekrar geçerse bir yumurta hafllama süresi tasarruf edece¤inin
hesab›n› yaparak %22
Tam 10 sayfa!
Verimli çal›flmayan süper
kahramanlar›n ifline son verildi
nlü süper kahraman teşekkülü The
Avengers “suç ve felakete karşı daha efektif çalışmak, misyonunu yitirmiş ya da gruba katkısı olmayan üyeleri
elemek” gerekçesiyle dün üye sayısında
dramatik bir azaltmaya gitti. Sayılari 100’e
yakın süper kahramanın işine son verme
kararı alan kurmay süper kahramanlardan
Fırtına ve Şimşek Tanrısı Thor “Doğru olanı yaptık. The Avengers şimdi daha verimli
oldu, daha modern bir görünüm aldı. Lağvedilen eski model içinde bir organizasyon,
bütünlük, rasyonel bir iş dağılımı yoktu.
Ortalama bir macerada efektif çalışan
bir avuç kahramana karşın,
onlarcası sadece
” görüntü “ olarak orada bulunuyor, kalabalık yapmaktan öte bir
Ü
fonksiyona hizmet etmiyorlardı. Grubun
çoğunluğunu oluşturan kalitesiz işgücü ve
bürokrasi efektif çalışan bir diğer grubu da
engelliyor, hızını kesiyordu. Öyle ki bir çok
sözde süper kahraman daha olay yerine dahi intikal edemeden macera bitiyordu. Sırf
uçabiliyor, ok atabiliyor, kıçından ateş çıkarıyor diye ” süper kahraman “ kabul edilen,
ama macera içinde hiç bir
süperliğini göremediğimiz, totalde hiçbir amaca
hizmet etmeyen bu çirkin görüntüden kurtulduk.” şeklinde konuştu.
Buna karşın eski The
Avengers
üyeleri,
“The Avengers Plaza”
önünde ve çevresinde sulu, buzlu, ateşli ve lazerli protesto gosterisinde bulundular.
manasını çıkaramadı. Bazı deneklerin geçici bilinç kaybı yaşadığı kaydedilirken bazılarının
da panik atak semptomları gösterdiği belirtildi. Az gelişmiş
bölgelerde ve gelir dağılımının
dengesiz seyrettiği yörelerde
“sözde” kelimesinin olumsuz
anlamlar içeren bir lakap, hatta
hakaret sayılmaya başlandığı elde edilen bir diğer ilginç bulgu.
Sayfa: 5
Türk yoginin
Budist camiay›
hayrete düflüren
baflar› öyküsü
Ümraniye’li Faruk Bayram
isimli genç, nişanlısını yalnız bırakmamak için yazıldığı yoga kursunda gösterdiği
mucizevi ilerleme sonucunda 3. gözünü açtı. Bir anda
tüm dikkatleri üstüne çeken
Yogi Faruk,
“Güzel
oldu” diye
konuştu.
Sayfa: 2
4
EKfi‹ 14-20 Ekim
gündem
KISA... KISA / YURTTAN...
RTÜK uyard›:
Ramazan davulcusuna
dönüflen dizi karakteri
kanal kapatt›r›r
Radyo Televizyon Üst Kurulu, yaptığı bir açıklamayla televizyon kanallarını Ramazan ayı boyunca
dizi kahramanlarına Ramazan davulculuğu yaptırılmaması konusunda uyardı. Kurul açıklamasında,,
Ramazan gelince dizi kahramanlarının birer ikişer
davulculuk yapmaya başlamasının artık sıkıntı vermeye başladığı, halkın “Ramazan gelince davulcu
olan dizi karakteri” gerçeğine doyduğu ve mümkünse artık başka arayışlara yönelinmesi gerektiğini kaydetti. Bu yıl en az üç dizide, karakterlerin Ramazan davulcusu olması bekleniyordu.
Kocas›n› yatakta
ç›ld›rtamad›,
Cosmopolitan’a
dava açt›
Ankara - 43 yaşındaki Fadime Toşkanlı, Cosmopolitan adlı derginin önerdiği “Onu yatakta zevkten
çıldırtmanın 11 yolu” adlı makalede tavsiye edilen
11 yöntemi de deneyip sonuç alamayınca Ankara
Birinci Asliye Mahkemesi’ne şikayette bulundu.
Dava dilekçesinde söz konusu yayınların kadınları
yanlış yönlendirdiği ve yine söz konusu makalede
verilen tavsiyelerin bizzat hayati tehlike arz ettiği
yönünde şikayetler dile getirildi. Bu ve benzeri yayınların ivedi bir şekilde toplatılması yönünde talepte bulunuldu. Bir basın toplantısı düzenleyen
Toşkanlı, “Hanımımın evini temizlerken gözüme
ilişti bu dergi. Genelde elimi sürmem, işime bakarım. Bundan edindiğim bilgileri uyguladım. Kocama ‘Bey, bu sefer ben üstte olayım’diye öneride bulunduğumda dayak yedim, kolum kırıldı, kaşım patladı” şeklinde konuştu. Cosmopolitan dergisinin
editörü İlhan Saraç ise dergisinin arkasında durduklarını, bu gibi vakaların vatandaşın okuduğu her bir
halta inanmasından kaynaklandığını söyledi.
TRT pazar
programlar›na dalan
emekli flimdi de
‘Hayaller Gerçek
Oluyor’a dald›
Özellikle 1980’li yıllarda TRT’nin Pazar programlarına rastgele girişleriyle tanınan, “ay burası
emekli maaşı kuyruğu değil mi?” diyerek sosyal
göndermeler yapan ve halkın sevgilisi haline gelen
Sami Mükerrem beklenmedik bir “comeback”
yaptı: 85 yaşındaki şaşkın emekli geçtiğimiz hafta
Ebru Akel’in “Hayaller Gerçek Oluyor” programına daldı. Son olarak 1989 yılında bir Pazar programına ortadan dalan Sami Mükerrem’e Tahkim Kurulu tarafından süresiz olarak Pazar programlarına
dalış yasağı getirilmişti. Mukerrem, sevenleri ile
buluştuğu bu son görüntülerde yine esprileri ile
kırdı geçirdi. Baygın halde olan Ebru Akel’e bakarak “Bu da belli bizim gibi Emekli maaşı kuyruğunda bayılmış” dedikten sonra, programda oynayan gençlere bakarak “ben de boyle upuzun görünce emekli maaşı kuyruğu sandım” diyerek yıktı
geçti. Buhran geçiren Ebru Akel’e hitaben de
“emeklinin işi zor, daha bizi cok bayıltıp evlendirirler” diye konuşan Mükerrem şovundan sonra
yaptığı basın toplantısında. “sevdiklerimle böyle de
olsa buluştum. Yüzde yüz reyting aldığım tek
kanal günlerden sonra yine yüksek reytingli bir
prodüksiyon ile sevenlerimin karşısına çıkmak
beni gururlandirdı.” dedi.
Viyana’da flimdi de
Alt›n Anahtar gerginli¤i
iyana - Avusturya’nın başkenti
Viyana’da bir hafta önce vali tarafından yapılan açıklamanın yankıları
ve tartışmaları hâlâ sürüyor. Şehrin altın anahtarının Türk işadamı Özmen
Yıldıray’a verileceği açık- Michael
Haupl
landıktan sonra tırmanmaya başlayan gerginlik, son
birkaç gün içinde had safhaya ulaştı.
Şiddet olayları şehrin belirli bölümlerinde devam ederken, olayın çözülmesi için somut bir adım henüz atılmış değil.
V
“Türkler geliyor!”
Halkın tepkisini çeken açıklama, öncelikle televizyondan duyuruldu.
Açıklamayı televizyondan izlediğinden beri kendine gelemediğini söyleyen yerel esnaf Klaus Schroderskat,
“Bir anda üst komşumun ’Türkler geliyor!’diye bağırdığını duydum. Hemen televizyonu açtım ve hayretler
içerisinde valinin açıklamalarını izledim. Bu ayıp yüce ırkımızın beyaz tarihine kara bir leke olarak geçecektir”
dedi. Karara karşı çıkan
aşırı sağcı politikacı Gerard Meinkaf ise partisinden temsilcilerle beraber
dün valiliğe yürüdü. Valilik çıkışında basın açıklaması yapan Meinkaf, “Viyana’nın kapıları Türklere
hep kapalı kalacaktır” dedikten sonra, “O anahtarı
nah veririz” diyerek sözlerini noktaladı.
ya verecek, ya verecek” deyip iki porsiyon Adana Kebap ısmarladı. Avrupa
basınında da geniş yer bulan olayları
İngiltere’nin prestijli The Sun gazetesi “Turkish Delight” (Türk Lokumu)
başlığıyla duyurdu.
Vali olaylardan endifleli
Son dört gün içinde 38 kebapçı dükkanının yağmalandığının altını çizen
vali Michael Haupl, olayın bu boyutlara gelmesinden rahatsızlık duyduğunu belirtti. Verilecek altın anahtarın
Viyana’nın kapılarını açan anahtar olmadığını ve gerçek anahtarın odasındaki kasada saklı olduğunu belirten
Haupl, “Kıçımın kenarı bir Türk için
sarf ettiğiniz enerjiye değmez” diyerek tepkisini ortaya koydu. Olayın
merkezindeki diğer isim olan Özmen
Yıldıray ise sadece Türk gazetecilere
verdiği yemekte, “Valiye yedirdiğim
paranın haddi hesabı yok. O anahtarı
Polonya’daki baflkanl›k seçimlerinde ad›n›
dahi duymad›¤›m›z iki aday aras›ndaki
baflabafl mücadele devam ediyor
EHA - 9 Ekim 2005 Pazar güyor, değil mi? Biraz Dosa zamanda soyadıma birkaç
nü yapılan başkanlık seçimlenald Trump’ı çağrıştırıyor
sesli harf eklemek istiyorum.”
rinde, serbest pazar ekonomisi
hatta” diye konuşurken,
diye devam etti.
%15 sabit vergi oranı vaadiytaraftarlığı ve de Polonya sınıreski Varşova Belediye
le seçmenin karşısına çıkan
ları dışındaki anonimliği ile taBaşkanı Lech Kaczynski
Tusk ile Katolik aile değerlenınan Donald Tusk ile muhaise kampanyasını takip
rini vurgulayan Kaczynski
fazakar kanadın meçhul adayı
eden yegane gazeteciye
arasındaki ikinci tur oylama
Lech Kaczynski ikinci tura
verdigi
demeçte
“SoyadıDonald Tusk
Lech Kaczynski
sonucunda, kimin George W.
kaldılar. Ne zaman yapılacağı
mın Unabomber olarak
Bush ile Oval Ofis’te el sıkışırken reuluslararası siyasi otoritelerce zerre
tanınan seri katil Ted Kaczynski ile tıpasim çektirdikten sonra dünya gündeönemsenmeyen ikinci tur seçimlerindetıp aynı olduğunun farkındayım. Ama
minden ve hafızalarımızdan son hızla
ki şansını değerlendiren Donald Tusk,
zaten Varşova dışında adımı bilen yok,
silineceği belli olacak.
“İsmim hiç Polonyalı ismine benzemine fark eder?” dedi, ve sözlerine “En kı-
Büyük baflkan, Ankara’ya deniz getirdi
etrosuydu, Harikalar Diyarı’ydı derken, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih
Gökçek sonunda Ankara’ya denizi de
getirdi. Sincan Belediyesi’ne ait bir
parkta denizin açılışını yapan Gökçek,
kurdele kesim töreninden önce yaptığı
konuşmada “Ankaralıların en büyük rüyası gerçek oldu. Artık İstanbul ve İzmir’den hiçbir eksiğimiz kalmamıştır”
dedi.
M
Tats›z ç›k›fl
Halkın denize gösterdiği yoğun ilgi neticesinde tatsız bir
olay da yaşandı, ancak denizin görkemli açılışını gölgeleyemedi. Mikrofonumuza konuşan O.Ö. (45) “Hani deniz?
Nerede? Ben göremiyorum”
dediyse de, halk ani bir çıkışla
kendisini susturdu. Yapılan araştırmalar
sonucunda O.Ö.’nün gözlerinin bozuk
olduğu ve Gökçek’in daha önceden yaptığı açılışlarda da Gökçek’e provokatif
suçlamalar yönelttiği ve dengesiz hareketler sergilediği tespit edildi.
“Bu sadece bafllang›ç!”
Gökçek’in, konuşmanın ardından ani bir
hareketle soyunmaya başlaması halkta
kısa süreli bir panik yarattıysa da, pantolonunun altından çıkan slip
mayo ile herkes rahat bir nefes aldı ve böylece Melih
Gökçek, “Orta Anadolu’nun
Göz Kamaştıran Denizi” adını
verdiği denize ilk giren insan
olma onurunu da yakalamış
oldu. Denize çivileme atladığı
gözlenen Gökçek’in dizlerinden yukarısının ıslanmaması
ise dikkat çekti. “Bu sadece bir başlangıç” diye konuşan Gökçek, “Denizimiz
henüz iki kişilik, ancak zamanla büyüyecektir” dedi. Denizin zemininde bulunan plastik yapının bir leğen olmasının
sorun yaratmayacağını ifade eden Gökçek, on saniye kadar süren yüzüşünün
ardından denizden çıktı ve “İlk günden
denizde bu kadar uzun süre kalınmaz”
dedi ve takdir topladı. “Şimdi birileri yine çıkıp bu hizmetimize de bir kulp takmaya çalışacaktır, ancak elimde tuttuğum bu belgeler, bu suyun deniz suyu
olduğunu kanıtlıyor” diyen Gökçek’in
elindeki belgeler halk tarafından coşkuyla karşılandı ve alkış tufanı uzun süre
dinmek bilmedi. Gökçek’in bir sonraki
adımının Ankara’ya bir uzay istasyonu
kurmak olduğu ve hatta bu projenin üç
aya kadar tamamlanacağı da sızan haberler arasında.
aktüel
14-20 Ekim EKfi‹
3
Antalya’n›n Manavgat ilçesinde ilginç olay
Çakı-Yorum
Talihsiz H.U., H.U.’dan kaçarken
H.U. taraf›ndan soyuldu
nceki gün ilçede çirkin bir olaya
karışan tüm gençlerin ad ve soyadlarının baş harfleri aynı olunca haberi veren yerel bir gazete, haberden
hiçbir şey anlayamayan okurları tarafından protesto edildi.
Haber şöyleydi: “İlçemizin güzel kızlarından lise öğrencisi H.U. (17) Merhale
Mahallesi’ndeki evinden ayrıldıktan
sonra arkadaşı H.U. ile okula giderken,
sonradan adları H.U. (15), H.U. (16) ve
Ö
H.U. (17) olduğu öğrenilen 3 kişi tarafından zorla bir araca bindirilerek kaçırılmıştır. Görgü tanıklarının ifadesine
göre olay yerinden hızla uzaklaşan otomobil polis tarafından ormanlık bir bölgede terk edilmiş olarak bulundu. Çevreyi tarayan polis henüz gençlere ulaşamamıştır. Arkadaşı H.U.’yu kaçıranları
çok iyi tanıdığını söyleyen H.U., ‘Bunlar daha önce de beni yine H.U. ile bakkala giderken kaçırmak istemişler, ama
ben H.U.’nun hayalarına, H.U.’nun da
dizine vurmuştum. H.U. da H.U.’nun
kafasına çantayı indirince kaçmıştı serseriler!.. Ama bu kez gafil avlandık.
H.U.’yu kaçırmayı başardılar’ dedikten
sonra gözyaşlarını tutamamıştır.”
Protesto edilen gazetenin sahibi Hasan
Umulur, sorumuz üzerine “Haberde bizim bir suçumuz yok. Tamamen tesadüf. Okuyucularımızı sükunete davet
ediyorum” dedi.
Solo Test puan bareminde
köklü kadro de¤iflimi: ‘Kurnaz’
iki s›ra atlad›, birinci oldu
olo Test International’ın bu sene lokal
pazarlara yönelik atılımları sonucunda senelerdir
yerleşmiş olan Solo Test puan baremindeki kadro değiştirildi. Kararın tamamen yerel pazarın beklenti ve kültürüne göre şekillendiği bildiren firma CEO’su Han Solo
S
temkinli konuştu: “Uzun süredir Türkiye’de Solo Test’e
olan ilgi azalıyordu. Bunun
üzerine yaptığımız piyasa
araştırmaları sonucunda öğrendik ki tek taşa
kalan Türk oyuncusu
‘Dahi’ olmaktan memnun olmuyor. Dahi’nin
hem tipine hem de sıfatına gıcık oluyorlar. Buna karşın 3 taş ile testi bitiren oyuncular oyuna sempati duyuyorlar, Kurnaz olmaktan memnun oluyorlar.
Bu kültürel farklılığı fark
ederek kadroda ve sıralamada bazı değişiklikler yaptık.
Yeni sıralamamızda tek taş
ile oyunu bitiren kişi artık
Kurnaz olacak. İki taş ile bi-
Beyo¤lu’nda elim kaza...
Koflarak uzaklaflan
gence tramvay
çarpt›!
B
eyoğlu İstiklal Caddesi’nde meydana gelen kazada bir gencimizi daha “koşarak uzaklaşma terörü”ne kurban verdik. Elindeki çöpü yere atan bir
vatandaştan koşarak uzaklaşmak isteyen 18 yaşındaki üniversite öğrencisi Tunç Özer, karşı istikametten
gelen tramvayla çarpışınca feci şekilde can verdi.
Görgü tanıklarının ifadesine göre, terzilik yaptığı belirtilen Z.T. isimli vatandaşın elindeki sigara paketini
caddenin ortasına attığını gören Tunç Özer “Ay Allah’ım inanmıyorum ya off” diyerek aniden koşmaya
başladı. Tunç Özer’in, sık sık koşarak uzaklaştığını
belirten arkadaşları “Böyle olacağı belliydi. Daha geçen hafta Anayasa’nın 57. maddesinden koşarak
uzaklaşırken kolunu kırmıştı” diye konuştular.
Bir hafta içinde 3 gencin koşarak uzaklaşmaya çalışırken hayatını kaybetmesi, anne-babaları da tedirgin
etti. Aileleri uyaran uzmanlar ise “Gençlerin günlük
yaşamda karşılaştıkları olumsuzluklarla mücadeleye
teşvik edilmesi gerekiyor” dediler.
tiren kişilere ise yakışıklı ve
sempatik bir resme sahip olduğu için Normal resmini ve
sıfatını uygun gördük. Türk
halkı çok göze batmaktan
hoşlanmıyor.
Üçüncü sırada ise Dahi
var. Dahi resminin
Einstein
olmasının
Türk halkına bir şey
ifade etmemesi sebebiyle yerine Türkiye’de deha kriteri olarak kabul edilen
Cem Yılmaz’ın resmini koyduk. 10 taş ve üstünü bırakanlara ise artık Beyinsiz
demek yerine İyi Niyetli sıfatını koyduk. Resmi de değiştirip Türkiye’de iyi niyet
sembolü olan ve herkesi
kendisi gibi iyi bilen Seda
Sayan’ın resmini koyduk.”
Yeni değişimler ile güçlendirilen ve Türk halkına
uyumlu hale getirilen Solo
Test’in kahve ve kıraathaneler için 4’lü olanı da bu kış
piyasaya çıkacak.
Solo Test International’›n CEO’lar›
Han ve Jacen Solo kardefller
Emre Kongar’a
kulakl›k vermeyen
NTV çal›flan› iflten
ç›kar›ld›
Ekim Pazartesi akşamı
NTV’de yayınlanan Yorum
Farkı programında “program kapatma sırası” kendisinde olduğu
halde kulaklığı olmadığı için
programı kapatamayan Emre
Kongar, stüdyo çalışanını işinden etti. Yönetmenin verdiği talimatları kulaklığı olmadığı için duyamayan ve programı kapatma sırasını Mehmet Barlas’a kaptıran Kongar,
yayından sonra kendisine kulaklık vermeyen çalışanlarla
tartıştı. Daha sonra, Kongar’ın isteği üzerine olayda kusuru olduğu anlaşılan Yusuf Ekmekçi’nin işine son verildi. Kongar, konuyla ilgili olarak “Barlas’la anlaşmıştık.
Programı birimiz açacak, diğeri kapatacaktı. Yayında da
bunu sürekli dile getirdim. Ne var ki bazı çalışanlar sanki talimat almışçasına sürekli Barlas’ı ve fikirlerini kolluyorlar. Kulaklık, bardağı taşıran son damla olmuştur. Geçen gün ölçtük, Mehmet Barlas’a verilen tuvalet kağıdı
da benimkinden uzun çıktı mesela” şeklinde konuştu.
3
fiADAN ÇAKI
[email protected]
Lüksemburg’dan
sevgilerle
A
yıptır söylemesi, bu hafta Avrupa Birliği görüşmelerini yerinde izlemek için Lüksemburg’daydım değerli okurlarım. “Lan hani paranız yoktu
nerden çıktı bu Lüksemburg?” diye şaşırdığınızı tahmin ettiğim için baştan söyleyeyim hâlâ paramız yok. Ama Ekşi
ailesi olarak paradan çok daha değerli bir şeyimiz var: Özverili, fedakar ve başımız her sıkıştığında ensesine vurup
lokmasını alabileceğimiz şahane çalışma arkadaşlarımız...
Teflekkürler Nihat ve Bengü
Lüksemburg seyahatime sponsor olan Ekşi’nin kahraman
emekçilerinden muhabir arkadaşımız Nihat Ekümen ve çiçeği burnunda eşi Bengü’ye sizlerin huzurunda teşekkür
etmek istiyorum. 2 hafta evvel dünya evine giren Nihat ve
eşi, yaptığımız 3 saatlik bir konuşmadan sonra düğünde takılan altınların önemli bir bölümünü Lüksemburg gezimin
finansmanı için bağışlamaya ikna oldular. Biz de onların
bu jestini karşılıksız bırakmadık ve Dış Haberler servisimizin adını Nihat-Bengü Ekümen Dış Haberler Servisi olarak
değiştirdik. Görseniz nasıl mutlu oldu saftirikler ahahaha.
Lüksemburg izlenimlerime geçmeden evvel kısaca, geçen
haftaki Sami Ofer meselesine değinmek istiyorum. Zira
bazı çirkin olaylar yaşandı. Üzüldük...
Buluflma küfürleflmeye dönüfltü
Dergi olarak büyük bir iyi niyet ve tarihi bir sorumluluk
bilinciyle gündeme getirdiğimiz, basit bir sponsorluk anlaşmasından çok fazla anlam taşıyan “Ekşi Dergisi-Sami
Ofer Medeniyetler Buluşması” projemiz maalesef gerçekleşemedi sevgili okurlarım. Sanırım yanlış anlaşıldık...
Geçen haftaki yazımdan sonra Sami Bey’in avukatı beni
aradı ve özet olarak “Sami Bey’in sokağa atacak parası
yok” manasına gelen birtakım sözler sarf etti. Başta belki
hâlâ ikna edebilirim adamı diye alttan aldım, “Sami Bey’e
de bu yakışır zaten. Bilinçli yatırımcı!” diye efendiliğimi
muhafaza ettim, ta ki avukat “Bu arada sizi de mahkemeye verdik Şadan Bey” diyene kadar. Önce şaşırdım doğal
olarak, “Ne mahkemesi lan?” dedim. “Sami Bey için yazdığınız seviyorumlu meviyorumlu şiir var ya” dedi,
“Eee?” dedim, “İşte o şiir yüzünden size basın yoluyla taciz davası açtık” dedi. Ben bunu duyunca gayri ihtiyari bir
“Ohaamuğakoyim!” çıktı ağzımdan, ondan sonra da iyice
zıvanadan çıktı konuşma. Bir süre karşılıklı küfürleştikten
sonra kapattım suratına lavuğun. Bu talihsiz konuşmanın
ardından Genel Yayın Yönetmenimiz Sayın Aziz Kedi
beni odasına çağırıp “Dünden beri birileri dergiyi arayıp
yarı İbranice yarı Türkçe tehditler yağdırıyor. Kimlere bulaştın, başımıza yine ne işler açtın sen Şadan!” diye tatlı
sert çıkıştıktan sonra müjdeyi verdi: “En iyisi ortalık durulana kadar bir süre gözden kaybol, Lüksemburg’da AB
görüşmelerini izle, bir işe yara.” İşte böylece bana Lüksemburg yolu görünmüş oldu değerli okurlarım...
Lüksemburg ‹zlenimleri
Bu Lüksemburg afedersiniz anüs içi kadar bir ülke sevgili okurlarım. Düşünün, yüzölçümü yeterli olmadığı için
havaalanı bile yapılamamış, pist sığmamış ülkeye. Uçaklar komşu ülkelerden birine iniyor, oradan taksi tutup öyle geliyorsunuz Lüksemburg’a. Ülke bu kadar ufak olunca sadece bir öğleden sonramı ayırarak nüfusun neredeyse tamamı ile (saydım 400 kişi falan) görüşme fırsatı buldum ve herkese aynı soruyu sordum: Can you speak English?” Birçoğu soruma yes diye cevap verdi. Anladım ki
Lüksemburg’un eğitim seviyesi gerçekten çok yüksekmiş. İnşallah AB’ye girdiğimizde biz de bunlar gibi
olacağız diye iç geçirdim. Benim İngilizcem de orada bittiği için daha fazla soramadım, ama baktım insanların yüzlerinde genelde mutlu bir ifade vardı. Demek ki Türkiye
ve AB arasında müzakerelerin başlayacak olmasına onlar
da seviniyorlar.
Lüksemburg izlenimlerim bu haftalık bu kadar değerli
okurlarım. Haftaya büyük ihtimalle paralar suyunu çekmiş
olacağından yine çok sevdiğim vatanıma dönmüş olacağım.
Hepinizi hasretle öpüyorum. Çok sıkıldım lan burda...
2
EKfi‹ 14-20 Ekim
yaflam
Niflanl›s›na refakaten yoga
kursuna gitti, 3. gözü aç›ld›
Faruk Bayram, Ümraniye’li kendi halinde bir delikanl› iken, Guru Lakharesh Trilok yönetiminde e¤itim
veren yoga kursuna kay›tl› niflanl›s›n›n peflinden giderek bir mucizeye sürüklenece¤ini bilemezdi...
on haftalarda Budist dünyasi nişanlısını yalnız bırakmamak için gittiği yoga kursunda Nirvana’ya ulaşan
Türk gencinin başarısını konuşuyor. Rekor denecek kadar kısa bir
sürede 3. gözü açılan Faruk Bayram isimli Türk genci “Yeni açılan gözümü Turk halkına armağan ediyorum. 3. gözüm artık yalnız Türk halkı için bakacak ve görecek” diye konuştu.
Yurdun dört bir yanından ve yurtdışından
tebrik mesajlarını
kabul eden Faruk
Bayram başarı hikayesini şöyle anlattı:
“Kız arkadaşım entel
bir insan. Ben ise Osmanlı erkeğiyim. İdeal bir sitcom çiftiyiz. Kendisi o
S
bölüm mevzuu olsun diye yoga
kursuna gitmek istedi. Ama yoga
kursu da olsa, Nirvana da olsa
erkek erkekliğinden vazgeçmez. Tenis hocası, kayak hocası gibi kavramları az-çok
biliyoruz. Bunu bildiğimden
ben de refakaten yanında
bulundum. İlk gün lotus
pozisyonu aldık. Ben
başta biraz gergindim.
Ama sonra Atıf Nirun
hocamız “Rahat olun,
kafanızı boşaltın” deyince saldım kafamı
boşalttım.
Benim
hissettiğim kadarıyla yalnızca alnımda
bir
kamaşma,
uyuşma oldu. O
ara meğer 3. gözum açılmış, tabii
ben fark etmedim.
Nirvana’ya
ulaştı,
kundun seviyesine çıktı. Bu hiç azımsanacak
bir şey değil. Türkiye’de yogayı arzu
edilen yere çekecek
olan alt yapı hamlesinin açan ilk çiçeği. Bu bir başlangıçtır, devamı gelecektir” dedi.
Önemli olan
gönül gözü
Çevremden uyardılar “Faruk Bey 3.
gözünüz açıldı” falan deyince
anladım. O ara bir de Nirvana’ya
uğramışım. Onu da sonradan öğrendim.” Olayı anbean gözlemleyen Yoga Hocası Atıf Nirun ise
“Faruk çok yetenekli bir kardeşimiz. Göz açıp kapayana kadar
çıksam geldiğim yeri unutmam.
En nihayetinde döneceğim yer
vatanımdır, şu mahalledir” dedi
ve ekledi: “Tek üzüntüm açılan
3. gözümün de öncekiler gibi
kahverengi olmasıdır. Daha Avrupai bir renk olabilirdi. Kısfmet.” 3. gözü için dün göz muayenesine giden Faruk Bayram’ın 3. gözünde 0.75 astigmat
çıkması ise tatsızlık yarattı.
Mahalleden ve çevresinden arkadaşları tarafından da devamlı
tebrik edilen Faruk Bayram “3.
gözü
çok
büyütmüyorum.
Önemli olan gönül gözü. Kundun veya Sidarta olmak beni
bozmaz. Ben yine aynı benim.
Aynı Farukum, değişmedim.
Nirvana’ya da gitsem, uzaya da
Hakk› Yiyenler:
Tüylerim bitti,
anam babam hayatta
ıllardır çeşitli yolsuzluk haberleriyle adını duyduğumuz Hakkı Yiyenler (36) sonunda isyan etti. “Uzun süredir yazılı ve görsel basında tüyümün bitmediğiyle ilgili haberleri esefle
Y
Biliflim
ça¤›na
yarafl›r
kaza
Gezici
kütüphane
internet kafeye
çarpt›!
eşiktaş Barbaros Bulvarı’nda freni patlayan gezici kütüphane aracının bir internet kafeden içeri girmesiyle
meydana gelen kaza, vatandaşlar arasında heyecan yarattı.
4 kişinin feci şekilde can verdiği kazadan sonra vatandaşlar, gezici kütüphane aracını
kullanan Seyfi Canduman’ı dakikalarca ayakta alkışladı. Gezici kütüphane ve internet ka-
B
fenin, bilgiye verilen önemin
bir göstergesi olduğuna dikkat
çeken vatandaşlar “Bu kaza,
Türkiye’nin de artık çağdaş
milletler arasında yerini aldığını göstermiştir. Her köşe başında internet kafe olmasaydı
bu kaza olur muydu? Geçen
gün de hacker bir gencimiz
balkondan düştü. Hep böyle
kazalar görmek istiyoruz”
dediler.
takip etmekteyim. Başlarda üzerinde durmayayım diyordum,
ama artık canıma tak etmiş
durumda. Hakkımdaki asılsız
söylenceler mesleki ve ailevi yaşamımı da olumsuz etkiliyor.
Tüysüz olduğum da, yetim olduğum da yalan. Babam da, ben de
gayet kıllı insanlarız, bu söylentiler asılsız gerekirse hakkımızı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde arayacağız” dedi.
Çan e¤risi düzeltildi
alezya - Uygulandığı
okullarda büyük tartışmalara neden olan çan eğrisi,
Ulan Bator Üniversitesi Teorik
Fizik Bölümü ikinci sınıf öğrencisi Mathar Puradesh’in geliştirdiği gizli bir yöntemle düzeltildi. Dün sabaha karşı Ulan
Bator üniversite kampusunun 1
numaralı amfisinde, dünyanın
en önemli üniversitelerinin yetkin profesörlerinden meydana
gelen bir kurul önünde çan eğrisi formülüne müdahale eden
genç Mathar (19) eğriyi tamamen düzeltti. Olağanüstü güvenlik önlemleri altında gerçekleştirilen oturumda Mathar’ın eğriyi nasıl düzelttiği
açıklanmadı. Basın mensuplarının ısrarlı soruları neticesinde
M
çıkan izdiham iki profesör ve
bir kameramanın yaralanmasına
sebep olurken, adını açıklamayan güvenilir bir haber kaynağı,
“Tek söyleyebileceğim limitin
sonsuza gidişidir, üzgünüm, artık termodinamiği kazanmaya
bakacağız” dedi. Bu arada, öğ-
dı. Öte yandan, olağanüstü toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi dün akşam saatlerinde Helsinki’de bir açıklama yaparak “Kimse merak etmesin, entropi artışı engellenemez, gerekirse termodinamiğin
bütün kanunlarını yeniden ya-
x
y
z
ü
p
noktası
noktası
noktası
noktası
noktası
renciler tarafından omuzlara
alınan Mathar Puradesh, kendisine uzatılan CNN televizyonu
mikrofonunu kaparak “Bu sadece küçük bir başlangıçtı.
Şimdi sıra termodinamiğin
ikinci kanununda!” diye bağır-
zarız” dedi. Bütün dünyada gelişmeler tedirginlikle izlenirken, bir açıklama yapan Yaşar
Nuri Öztürk, “Mathar Puradesh
denen bu çocuk Deccal’dır, değil midir?” diyerek tartışmalara
yeni bir boyut kattı.
gündem
14-20 Ekim EKfi‹
5
Halktan sesler
Kentli, özgür ve
seksi kadının sesi...
Sakal-› fierif’e sayg›s›zl›k m›?
Geçtiğimiz günlerde Hz. Muhammed’in Eyüp Camii’ndeki sakal tellerinin (Sakal-ı Şerif)
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un emriyle bulunduğu yerden gizlice alınarak Atatürk
Havaalanı’na getirilmesi ve bunun Dubai Veliaht Prensi Şeyh Maktum’un İstanbul’a yapacağı
yatırımları teşvik amacıyla tertip edildiğinin öne sürülmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Nesrin Veziro¤lu
Tahir Balasagun
Hinter Soykan
(Ö¤renci, 21)
(Oto y›kamac›, 39)
(Reiki e¤itmeni / Webdesigner, 17)
Bence bu Türkiye’nin yanlışıdır.
Örneğin Hollywood’da
ünlülerin
ayak izlerinin olduğu bir cadde var,
oraya dahi bir
Amerikan Başkanı
bakmak istese ta
oraya kadar gitmesi gerekiyormuş.
Onların oradan sökülmesi ve takılması hem imkansız ve de cool olmayan bir davranış sayılır. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in böyle
şeylere alet edilmesini doğru bulmuyorum. Lütfen biraz sempati...
Kendim Çağrı filmini tam 29 kere
seyrettim. İki kere
de dörtte üçünde
uyumuşluğum
var. Orada Hz.
Hamza rolünde
oynayan ve Hz.
Hamza’nın atla gelerek kafirin yüzüne yayla koyduğu sahne iddia ediyorum bugünkü ülkemizde en lazım
olan şeydir. Gazete, röportaj ayağına
biraz tırsıyoruz şu an ama yine de
eğer biz halk olarak konuşursak çok
kişinin başı yanar. Böyle şeyler yanlıştır. Oyumuzu verdiğimiz insanları
sağduyulu durmaya davet ediyorum.
Bu enerji meselesidir. Dinimizin en
kutsal insanının sakalından kuşkusuz
büyük bir akım gelir. Buna reikide
“hara-ho” deriz.
Bakanımız bu çekime kapılmıştır. Benzer her olayda
yaygara kopartmak karmamızın simsiyah olduğunu ispatlıyor. Herkes bir
dinin peygamberinin geride bıraktıklarını yakından görme hakkına sahiptir. Şunu da belirteyim, Dubai Prensi
Sayın Maktum’da da inanılmaz turuncu bir aura vardı.
Ayflenur Anofel
(Hemflire, 33)
Hükümetin
sağ
gösterip sol vurması bir yana gizli
politikalar sergilendiği iddialarının
temel
dayanağı
olan bu peşkeş iddiaları çok korkunç demekle birlikte bardağın bir boş bir de dolu tarafı olduğunu hiç unutmadan sakin
ve dikkatli bir ince eleyip sık dokuma sürecinden geçmiş bir mantık ile
Ayşe Arman’ın da Dubai’de yaşadığı
gerçeğini bu iki olay arasındaki ilişkiye tuz biber eken yegane kilit nokta olduğunu ama en azından kutsal
emanetleri ülkemize getirerek elini
çöl iklimindeki killi taşların altına
sokan Yavuz Sultan Selim’e de teşekkür borçluyuz.
Orhan Pelit
(Serbest meslek, 35)
Sakal-ı Şerif Hazretleri’ni tarih kitaplarından okuduğum kadarıyla tanıyorum. Kendisinin naaşının Topkapı Sarayı’nda olması gerektiğini
düşünüyorum. Dubai ise binlerce yıl
geçmişi olan bir imparatorluk. Bu
ikisi arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Bakan Atilla Koç genellikle hemen her zaman kameralara
uyurken yakalanıyor ama bu defa sanıyorum iki devlet arasında bir bağ
kurmaya çalıştığına inanıyorum. Görüşlerimiz uyuşmasa da bunun alkışlanacak bir şey olduğunu söyleyebilirim. Ortaklaşa bir türbe ya da anıtmezar projesi düşünülebilir.
Sezercik
(Tu¤general, 11)
Ben ailemi hiç tanımadım Atilla amca. Ben çok küçükken ölmüşler. Ama
annemin o mis kokusunu hatırlıyorum. Bir resmi var
bende; her gece
öpüp kokluyorum. Öyle güzel ki, bir
görsen... Babamın resmi yok ama...
saçından koparttığım bir tel var sadece. Dün mahalledeki kötü çocuklar
bana “PİÇ” diye bağırdılar. Onlara babamın saçını getirdim. “PİÇ DEĞİLİM BEN” diye bağırdım. Ne fena...
inanmadılar bana. “Yallancıı yallancıı”
diye dört döndüler etrafımda. Hepsini
dövdüm Atilla amca. Onun için ben
seni anlıyorum. Bir tutam sakalı bile
çok görürler namussuzlar. Sen de benim gibi raşitik misin Atilla amca?
“Sözde” kelimesinin s›rr› çözüldü
.587 adet muhafazakar Türk
vatandaşla yapılan deney ve
gözlemlerin neticesinde başına
“sözde” eki getirilen tamlamanın devamının zihin tarafından yok sayıldığı
anlaşıldı.
İsviçreli bilim adamları (İB) uzun
araştırmalardan sonra “sözde” kelimesinin bazı insanların beyninde hasara yol açtığını açıkladı. Başına “sözde” getirilen kelime, bazı beyinlerde
hiçbir etki uyandırmadığından, kişi o
kelimeyi yokmuş gibi algılıyor.
Görüştüğümüz fakat adını vermek istemeyen bir İB, “Sözde terör örgütü
elebaşısı tamlamasını duyduğumda
bir yanlışlık olduğunu anlamıştım.
Mahkum ettikleri bir adam için ’sözde elebaşı’ya da adamın lideri olduğu
örgüt için ’sözde örgüt’diyemeyeceklerine göre bu kelimenin bir sırrı olabilir dedim. O sıralar diş macunlarının
hayat kalitesine etkisini araştıran bir
grup arkadaşıma da haber verdim, atladık geldik buraya. Rakı, şiş kebap
çok güzel” dedi.
Seneler evvel bir deterjan firmasının
2
“Sözde değil, özde temizlik” sloganıyla piyasa çıkması ve bu kampanyadan sonra satışlarının düşmesini de
hatırlatan uzmanlar, deterjanın adını
on yıl kadar kimsenin hatırlayamadığını, sözde kelimesinin bu hipnotize
edici etkisinin yanlış ellerde çok tehlikeli olabileceğini belirttiler.
“Sözde sözlük”
Geçtiğimiz günlerde ırkçı bir internet
sitesinde Ekşi Sözlük’e “sözde sözlük” denilmesini sorduğumuzda ise
korkulan yanıt geldi: Bu siteyi okuyan muhafazakar Türkler artık
Ekşi Sözlük’ün varlığını algılayamayacak, sözlükten bahseden insanlara “Yok ki öyle bir
şey. Ne uyduruyorsunuz?” diyecekler, ısrar edenleri ise vatan
haini olmakla suçlayıp linç edecekler. Bu halin geçmesi için en
az on yıl beklemek gerektiğini
de belirten bonkör bilim adamı
o esnada hazır kimseler fark et-
miyorken, sözlüğün yepyeni ufuklara
yelken açabileceğini, kimsenin de ruhunun duymayacağını belirtti, ayrıca
bütün masanın hesabını ödedi. Sözde
kelimesinin ardındaki esrar perdesini
aralayan İB ileri gelenleri, gelecek
günlerde yayımlayacakları “Türkçe’de Sözde Sözcüğü ve Antropolojik Kökenlerine Dair” adlı makalede
hem tarihi “X’e Dair” makale serisine bir halka daha ekleyecek hem de
“sözde” sözcüğünün anagramik, numerolojik, analjezik ve antienflamatuar (geniş spektrumlu) incelemelerini kamuoyuna sunacaklar.
Cimcime Kukumvar
[email protected]
Adam›n evinde
uyanmak
u bizim İlayda, bir o kadar uçarı ve çılgın. Onsuz
hayat fettucini’siz ve sezar salatasız bir mönüye
benzerdi eminim. Başına öyle şeyler geliyor ki sitcom yapıp CNBC-e’de yayımlasan yeridir. Geçen gün
aradı yine:
- Cimcime, yardım et, işe gidicem ama sutyenimi bulamıyorum.
- İlaydacım nerde çıkardıysan ordadır.
- İyi de ben çıkarmadım ki!
Puh! Şeym on you! Mango indirim günlerinde 42 derece
ateşle evde yat e mi! Nerden bulur bu kadar adamı anlamam ki. Ama artık şaşırmıyorum bu kıza. Benimle aynı
kafadan ne de olsa. Her zaman ne yapıp eder, birilerini
buluruz biz. Sadece bir dönem erkeksizlik çekmiştik
İlayda’yla, onda da bedelli askerlik çıkmış, çevremizdeki erkeklerin hepsi askere gitmişti. Yine birini bulmakla kalmamış, üstelik evinde sabahlamış adamın...
Günümüz kadınının en önemli sorunlarından biri
de bu işte: Adamın evinde uyanmak. Haftada en az 3
gün hepimiz yaşıyoruz bu sorunu. Ne koyduğunu bulabilirsin adamın evinde ne de akşamdan yırtılan çamaşırının, çekiştirilmekten ütüsü bozulan gömleğinin yedeği
vardır dolapta. Ertesi gün iş olmasa bunların hiçbiri
önemli değil, ancak zamana karşı yarıştığınızda İlayda
gibi sorunlar çıkabiliyor karşınıza. Yok, kız bulamıyor işte çamaşırlarını. Evi alt üst ettik, buzdolabında 3 haftalık
kıyma bulduk ama çamaşırlar yok.
Ş
Bir hafta sonra bulunan çamafl›rlar
“Bana bak adam giymiş olmasın” dedim en sonunda.
Çünkü bir kere benim de başıma geldi böylesi. İsrailli
bir yatırımcının evinde uyanmıştım bir sabah, erkenden
bir özelleştirme ihalesine gitti bu. Ara ara çorabımın tekini bulamadım. Meğer ceketinin koluna kaçmış benim
çorap. Tam ihalenin ortasında da ceketin içinden fırlayıvermiş. Rezil olmuş tabii, ihaleyi de başkasına vermişler. Akşam bik bik etti, ben de terk ettim gitti.
İlayda’ya bunu hatırlattım ama “Yok şekerim” dedi.
Adam bildiğin gibi değil. “Üstüne mum dök kalıbını
çıkar. Klonlama yasal olsa, kolundan tuttuğun gibi
kuyruğa girersin.” Eh ne yapalım, çamaşırlardan umudu kesip İlayda’yı o gün işe donsuz gönderdik. Rastladıysanız ne ala, hoş kızdır çünkü kendisi.
Bir hafta sonra e-bay’de bulduk İlayda’nın iç çamaşırlarını. “Kullanılmış genç kız çamaşırı” kategorisinde,
150 dolara Uzakdoğulu 2 alıcı buldu. Biraz araştırınca,
adamın bir tür tekstil ihracatçısı gibi çalıştığını öğrendik.
Şikayet etmeyi de düşündük hatta, ancak herkes 150 doların çok iyi bir fiyat olduğunu söyleyince, gururu okşandı İlayda’nın; yaşanmışlıklar sandığımızın bir köşesine atıp unuttuk biz de olanları. “Adamın evi onun kalesidir” demiş ünlü bir hukukçu. Ama o kalenin gizli
dehlizlerinde iç çamaşırı kaybolan, zindanlarında gizli
çekimleri yapılan hep biz kadınlar oluyoruz nedense...
Siz siz olun, kaleyi iyice öğrenmeden içinde uyumayın.
Kab›zlar ligine hofl geldiniz
Kuzum ne oldu bu insanlara? Herkes taze beyin bulmuş
zombi gibi habire probiyotik yoğurt yiyor. Dünya kabızlık sıralamasında birinci çıktık diye herkes bir gurur
yapmış, bir gurur yapmış. İpini koparan soluğu yoğurt reyonunda alıyor. Yemekle kalmayıp iyi geliyor diye
orasına burasına süren bile varmış, söyleyenlerin
yalancısıyım. Sanırsın kabızız diye Avrupa’ya almayacaklar. Serbest dolaşım hakkı verilince ilk iş Şanzelize’nin orta yerine sıçacaklar da, ya peklik gelirse diye
korkuyorlar.
Bir ara bende mi bir anormallik var diye kendimden şüphelendim, hemen İlayda’ya açtım telefon, ona sordum.
Hayır, ikimizin de tuvaletleri düzenli. Kabız falan değiliz.
Bu duyguya çok uzağız üstelik. Sadece bir dönem kabızlık çekmiştik, onda da bedelli askerlik çıkmıştı. Yani
bu demek oluyor ki... Yoğurtla çözülecek şey değil bu.
6
EKfi‹ 14-20 Ekim
spor
Uluslararas› Gürefl Federasyonu özel berberi aç›klad›:
Eflek t›rafl› benim tercihim
ün FILA merkez binasında önemli bir
basın toplantısı gerçekleşti. Yıllardır
Uluslararası Güreş Federasyonu’na bağlı
organizasyonlarda sporcuların saçlarını kesen, imajlarını yenileyen ve tiplerine tip katan berber Mihail Sovchenko, sporcuların
kasap tıraşı olarak adlandırılan stilde kesilmiş saçlarının, pis bırakılmış sakallarının
kendi tercihi olduğunu açıkladı. Olayın patlak vermesi ise yıllardır aynı ebleh saç stiliyle yaşamını sürdüren güreş sporcusu Hasan
Gulyanov’un bu saç modeli yüzünden eşin-
D
den boşanması, eşine bunun bir prosedür
gereği olduğunu anlattığında kendisini inandıramaması sonucu patlak vermişti. Duruma
isyan eden Gulyanov, “Berberimiz bunu
halka açıklamalı. Kendi tercihi yüzünden
hepimiz bu ebleh saç stilini tercih ediyormuşuz gibi görünüyor. Halbuki bana kalsa
saçımı tavuk g..tü kestiririm” dedi.
Grekoromenci Halil Nercihanlı ise “Ben sakalı seviyorum, stilimden memnunum, zaten
ileride kel olacağım” diyerek tevekkül dolu
bir duruş sergiledi.
sveç - Helsinki HJK Helsinki takımının
müzmin yedeği Bahtson Larvassen, futbola geçtiğimiz aylarda veda etmişti. Genç
yaşında türlü şanssızlıklarla karşılaşıp takımı HJK Helsinki’nin yedek kulübesine
adeta demir atan Larvassen, maç sırasında
aslardan fazla su tüketmesiyle de ünlenmiş, “Vidanjör” Larvassen lakabını almıştı. Tüm bunlardan sonra hayatında yeni bir
perde açmak için futbolu bırakıp Helsinki
School Of Economics’e giren Larvassen,
borsada zirveye oynama çabasında da başarısız oldu.
“Nerede benim hisselerim?”
“Futbolda yüzüm gülmedi, aldığım eğitim
sayesinde borsada voliyi vurur, karıya kı-
Curling’de ac› pazar
Kanada Ulusal Curling Ligi NCCL’in sevilen veteran
sporcular›ndan Cathie Friendster eflini öldürdü
anada - Başkent Ottawa’da geçen
pazar günü meydana gelen elim
olay, dünya curling camiasında büyük
üzüntü yarattı. 70’li yıllarda Kanada
milli curling takımı kaptanlığı yapmış ve
üç kez şampiyonluk tattığı Westside
Swingers takımında da efsaneleşmiş
Cathie Friendster’ın adı korkunç bir
cinayete karıştı. Cathie, 35 yıllık hayat
arkadaşı Michael Friendster’i süpürge
sapıyla dövmek suretiyle öldürme
iddiasıyla tutuklandı.
K
Alınan bilgiye göre emekli olduktan
sonra dahi curlingden kopamayan eski
sporcu, cinayeti aniden gelen bir cinnet
sebebiyle işledi. Halen danışmanlık
yaptığı Pink Partners isimli yıldız kategori curling takımının bir maçına giden
Friendster, müsabakadan sonra gelen
ısrarlara dayanamayarak bir gösteri
maçına çıktı. İlerleyen yaşı ve geçirdiği
by-pass ameliyatına rağmen seri süpürge vuruşları ve yıllara meydan okuyan
performansından ötürü büyük alkış toplayan veteran sporcu, görgü tanıklarına
göre son derece mutlu bir şekilde evine
döndü.
Cinayete saniye saniye tanık olan küçük
torunu Jonathan’ın polise verdiği ifade-
de ise “anneannem eve eve geldikten
sonra televizyon izleyen dedem Michael ile tartışmaya başladı ve aniden kontrolden çıkarak eline geçirdiği bir süpürge ile dedeme saldırdı” dediği belirtildi.
Cezaevine götürülürken soğukkanlı olduğu gözlenen Friendster, yöneltilen ısrarlı sorulara karşılık yalnızca “evi baştan aşağı viledalamak öyle olmaz böyle
olur!” diye çığlıklar attı.
Zanlı avukatının basına yaptığı açıklamada ise “35 yılın bakiyesi bu olmamalıydı” dendi.
Ahmet Altan romanlarınızı yakacağınız bir haftaya giriyoruz.
Önceden niye yakmadım diye dövünmek
yerine zararın neresinden dönülse kârdır
felsefesini benimseyebilirsiniz.
Yakın bir akrabanızın düğün haberiyle yıkılacaksınız. Düğünden kaçmak için hasta numarası yapmanız mümkün. Telefonu fişten çekmeyi
unutmayın.
‹kizler (21 May›s - 21 Haziran)
‹flte saçlar› federasyon berberinin y›llard›r b›kmad›¤› eflek t›rafl› stilinde kesilmifl bir sporcu.
za karışırdım diye düşünürken, o da olmadı, olmadı gitti be Ergün” diyerek takım
arkadaşı Ergün Pempe’ye dert yanan müzmin yedeğin aldığı onca eğitime rağmen
kambiyoda kaldığı öğrenildi. Bir türlü hisse senedi piyasasına dalamayan müzmin
yedek, “Hayatımı bir yerlerde kalarak mı
geçireceğim, ha yedek kulübesi ha kambiyo piyasası, nerede benim hisselerim?”
diyerek veryansın etti.
Larvassen’in veryansın ederken eşofmanının yakasını kaldırıp ellerini ve avuçlarını ısıttığı, bir yandan da sürekli su içtiği
gözden kaçmadı.
R›dvan
Dilmen neden
antrenörlük
istemedi¤ini
tahmin etti
atıldığı bir
panelde Süper Lig’in yoğunlaşan teknik direktör transfer trafiğinde kendisinin
de birçok teklif aldığını belirten Rıdvan Dilmen, bütün teklifleri geri çevirmesinin sebebinin ne olduğuna yönelik soruları
ise, “Takımın başındayken oyuncu
değişikliklerini kendim yaptığım için
kimin girip kimin çıkacağını tahmin
etmenin pek manası ve zevki olmuyor. E tahmin edemedikten sonra ne
anlamı var futbolun!” şeklinde cevapladı.
Çıkışta basın mensuplarının yoğun ilgisiyle karşılaşan Dilmen, bir muhabirin “Ne olursa olsun sizi bir takımın
başında görmek isteyenler var” yorumuna ise, bir süre gözlerini kıstıktan
sonra “Evlisin, iki çocuğun var, küçük olan kızamık geçiriyor. Akşamki
Milan maçında da Kaka iki gol yazar.” şeklinde bir dizi tahmin getirdi.
K
35 y›ll›k vurdumduymazl›k
Koç (21 Mart-19 Nisan)
Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s)
Ekonomist olmak için tak›mdan ayr›lan
müzmin yedek, bu kez de kambiyoda tak›ld›
İ
ASTROLOJ‹
Uzaktaki bir dostunuzdan alacağınız haber size uzaktaki insandan dost olmayacağını hatırlatacak.
Pazartesiden itibaren rüzgarlı havalara
dikkat, Karadeniz’de gemileriniz batabilir.
Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz)
Rüyalarınızın gerçekleşeceği bir
hafta sizi bekliyor. Bilinçaltınıza
güvenmekten başka çareniz yok. Yatmadan önce izlediklerinize dikkat!
Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos)
Terzinizin kendi söküğünü diktiğini gördükten sonra haftanızın gidişatı tamamen değişecek. Emekli
olup, mütevazı bir dükkanda çorap satma
hayalleri kurmanız mümkün.
Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül)
Venüs’ün de yardımıyla bu hafta aşk hayatınız ivme kazanabilir. Size tapan bir eş ve iki mükemmel
çocuğa sahip olmak istiyorsanız hamlenizi yapmalısınız. Gelecek haftaya kadar
hız ile ivme arasındaki ilişkiyi çözemeyeceksiniz.
Terazi (23 Eylül - 22 Ekim)
İş hayatınızda başarılı bir hafta
sizi bekliyor. Rus mafyasına yedirdiğiniz paralar, girdiğiniz ihaleden alnınızın akıyla çıkmanıza yardımcı olacak.
Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m)
Orhan Pamuk mu, Yaşar Kemal
mi tartışmasına Orhan Kemal
tezinizle katılacaksınız. Edebi çevrelerde
kaybolan itibarınız, sizi müziğe yönlendirebilir.
Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k)
Yunan mitolojisiyle iç içe bir
haftaya giriyorsunuz. Her an
Atina’ya gidip din değiştirebilirsiniz.
Beyaz yaka-siyah pardösü ikilisine dikkat!
O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak)
Hafta sonuna doğru “Baba” serisini tekrar izleyeceksiniz. İtalyan mafyasına karşı duyduğunuz sempati tavan yaptıktan sonra masum bir Sicilyalıyı incitebilirsiniz.
Kova (20 Ocak - 18 fiubat)
Küresel ısınmadan rahatsız
olacağınız bir haftaya giriyoruz.
“Eriyen buzullar bana mı eriyor” diyerek
isyan etmeniz mümkün. Kayak tatilinizi
erteleyebilirsiniz.
Bal›k (19 fiubat - 20 Mart)
Yanlışlıkla şişman dediğiniz bir
arkadaşınız size ikinci bir emre
kadar trip atacak. Kadınları asla anlayamayacaksınız.
Arghavan Khosravi:
1984’te Shahr-e-kord - ‹ran’da do¤an sanatç›, Tahran
Azad Üniversitesi’nde grafik tasar›m okumakta.
cenk ve erdem
süpermen
s›f›r
ibrahim tatl›ses sinemas›
orhan pamuk
saruman vs saffet teyze
ramazan davulu
medyan›n ortaça¤ e¤lencesi
8
EKfi‹ 14-20 Ekim
söylefli
BizabiBadluck’taykensenmi
demifltinabibualetstopetti?
“Hiç t›kanmad›k. Çünkü iki kifliyiz. Biri kilitlendi¤inde di¤erinin mutlaka söyleyecek bir fleyi oluyor.
At›yorum konumuz mandalinalar olsun. Mandalinadan bafllay›p Osmanl›lar’dan ç›kabilirsiniz. Ama burada önemli olan flu: Cenk’in kulland›¤› kelimelerin ço¤unun bende baflka baflka anlam› var”
Cenk ve Erdem’i
en rahat ettikleri yerde;
yeni kanalları
S’nek bünyesindeki
stüdyolarında ziyaret ettik.
En iyi yaptıkları şeyi
yaptık; konuştuk!
Cenk ve Erdem beyler,
birer akrobat maharetiyle
söyleştiler bizimle.
Ortaya başlıktan da
anlayabileceğiniz
çok lezzetli bir
labarba çıktı.
B
u doğaçlama işinin sırrı ne? Biliyorum bunun matematiksel bir sırrı yok, ama gizli gizli beslendiğiniz
bazı şeyler var mı, üzerine kafa patlattığınız?
Cenk: Otomatik gelişiyor her şey.
Erdem: Okulda tanıştığımız zamandan beri
bu böyle gidiyor. Aramızdaki bir elektrik.
Mantıklı, kâğıda dökebileceğimiz veya aritmetik bir açıklaması yok.
Mesela şarkıcıların çok iyi sesleri de olsa,
bu sesi uzunca bir süre kullanmak, sahnede tutabilmek için antrenman yapmak
gibi teknikler kullanırlar. Sizin?
E: Biz zaten kamera ya da mikrofon karşısındayken aynıyız. Her dakika, bizim için
her program bir antrenman.
C: Bizim işimiz tamamen performans. Ne
bileyim, hayvan gibi de gülebilirsiniz, hiç
gülmeyebilirsiniz. O günkü performansımıza bağlı. Bizim yaptığımız şey, performans.
E: Biz on beş senedir birlikte çalıştığımız
için çalışmamızın kendi içinde kuralları
oturmuş durumda.
Konjonktür değişse de satıh budur diyorsunuz...
E: Kendi kendine ortaya
çıkan bir şey. Zamanla
kendi çerçevesi, kuralları bilinçaltında oluşuyor.
Nedir bunun kuralları, çerçevesi?
E: Bu bir dil! Sonuçta
biz Türkçe’yi kullanıyoruz. Biraz dil cambazlığı, kelime
cambazlığı
vs. yapı yo-
ruz. Daha önce çocukluğumda da yaptığım
şey, Cenk’in de öyle. Fakat bir araya geldiğimiz zaman çok daha farklı şeyler ortaya
çıkıyor. Hatta pas-gol olayları daha ayyuka
çıkıyor.
İşle arkadaşlık, birlikte yürütmesi çok zor
iki kavram. Birbirinizde tiksindiğiniz yanlar var mı?
C: (Gülerek) Yok, çünkü karakter olarak
uyuyoruz, benziyoruz birbirimize. Mesela
ikimiz ayrı ayrı iken çok konuşmayız.
E: İnsanlar bizi tek tek acayip, uyuz, hiç konuşmayan, nemrut, “Allah Allah niye kızdı
acaba? Bir şey mi dedim yoksa?” düşündükleri bir şekilde tanırlar.
Yaptığınız iş yüzde yüz dile dayalı olduğu
için ve muhtemeldir diye soruyorum:
Programlarınızın birinde büyük sı.tığınız,
TCK’lık bir şey söylediğiniz oldu mu?
C: Biz o tarz şeylere hiç girmeyiz. Bunlar
zaten kendi hayatımızda da bulaşmadığımız
şeylerdir. TCK, küfürler, bel altı espriler gibi alanlara girmediğimiz için sıkıntımız da
yok. Ama şu tarz şeyler oluyor. Reklamsal
anlamda pot kırmalar ya da biraz daha ağırı
olmuştur. Atıyorum “Ata yatırım yapmak en
iyisidir” gibi... (Gülüyor)
Tehdit falan aldınız mı, başınız belaya girdi mi?
E: Başımız hiç belaya girmedi, ama şimdiye kadar kimseyle başı belaya girmeyip de
herkese saydıran tek program bizimki oldu.
Peki, birçok insan da fark etmiş: Küfür
yok. Argo yok. Bunları nasıl başarıyorsunuz?
C: Bizim de kendimize göre yöntemimiz
var. Ne bileyim, “küçük beyin” deriz, “minik dimağ” deriz. Bu tanımlar zaten yeterince aşağılama içeriyor.
E: Bizim kendi argomuz var. Bir de klasik
argoya ihtiyaç duymuyoruz. Bu anlamda
hiç tıkanmadık da. Onları kullanmaya başladığımız anda zaten Müebbet Muhabbet bitmiş demektir.
Peki, nasıl tanıştınız ve tanışmanızda benzer karakterlerde olmanızın bir etkisi oldu
mu? Ya da tanıştınız ve sonra mı uyandınız: “Biz yin-yang gibiyiz” diye...
C: Tanıştırıldık, ama önceleri birbirimize
saydırıyorduk. Ortak bir arkadaşımız tanıştırdı. O, aramızdaki benzerliği fark edip “Senin gibi ruh hastası bir tip var” demişti.
E: Aynı şeyi bana da demişti. (Gülüyor)
Sonra birbirimize saydırmaya başladık. Örneğin ikimiz de espri yapıyorduk aynı zamanda, ama birbirimizi kıskanıyorduk da.
Hatta birbirimizin lafını kullandığımızda
“Patent belirt, o benim lafım” diyorduk, yarı şaka yarı ciddi.
C: Birimiz espri yapıyor diyelim, öbürü hemen “Bööh” diyordu. Hemen arkasından o
espri yapınca diğeri “Zebööh” diyordu.
E: Ondan sonra anlaşma imzaladık; saldırmazlık paktı.
C: Cenk-Erdem birliği kurduk. Sonra kantinde oturuyoruz diyelim, durumumuza göre bazen masa kahkahadan kırılıyor bazen
de tam tersi.
E: O zamanlarda daha ortalarda program
fikri bile yokken adını koymuştuk yaptığı-
mızın.
Yaptığınız çalışmaları bir forma sokmaya
ne zaman karar verdiniz?
C: Okulda, amfide. Zaten bu yaptığınızı radyoda da yapsanıza diyorlardı. O zaman bölüm isimleri bile düşündük. Hatta “Vitrin”
diye bir bölüm bile tasarlamıştık, ama şimdi
neden vitrin kelimesini seçtiğimizi hatırlamıyorum.
E: Ondan sonra da özel radyoların açılmaya
başladığı dönemde Genç Radyo adında bir
radyoya gittik.
İlk gittiğinizde andaval tepkilerle karşılaştınız mı?
C: Acayip andavaldı.
E: Hiç unutmuyorum. Biz Cenk’le birlikte
otobüse bindik, Mecidiyeköy Şişli’ye gidiyoruz. Yolda konuşuyoruz, şöyle yaparız
böyle yaparız, programda şu olur, diye...
C: Ama biz daha yolda programı yapmaya
başlamışız. “Tamam olur, Pazartesi siz başlayın işe” diyeceklerini bekliyoruz.
E: Biz gittik tabii, adam bize bir sürü dosya
gösterdi. Dedi ki “Bakın çocuklar, bunların
hepsi program teklifi.” Bizim tabii elimizde
bir kağıt bile yok, hiçbir şey yazmamışız.
Gider anlatırız, diye düşünüyoruz. Adam hiç
dinlemedi bile bizi, “Demo yapın getirin”
dedi.
C: Biz de içten içe “Allah Allah, demo nasıl yapılır ki?” falan dedik. Ertesi gün buluştuk tekrar. Bizim evde kırmızı bir teyp vardı,
şu elde taşınanlardan. Bastık onun record
tuşuna ve duruyoruz böyle. Daha sonra
stop’a bastık ve girdik içeri film seyrettik; o
işi de öyle kapattık. Sonra bir ilan gördük.
Radyo kuruluyor, büyük bir holdinge program yapımcıları, teknikerler aranıyor gibi...
Öğrendik ki Hür FM’miş. Ben de oturdum
Müebbet Muhabbet’i kompozisyon şeklinde yazdım. Yazı bir sayfa ve bir paragraf
sürdü. Aslında Müebbet Muhabbet kısmını
bir sayfada anlatmıştım, ama bir paragraf
daha ekleyerek “İşin teknik kısımlarını da
bildiğimiz için, kayıtlarımızı kendimiz yapabiliriz” dedim.
Neden abi?
C: (Gülerek) Onların adamı yoksa biz record’a basar hallederiz. Sonra Hür FM aradı bizi. Bizim de albümümüz çıkacak o aralar. Dediler ki teknik adam olur musun?
Olurum, dedim, Allah’tan o son cümleyi eklemişim. Bir ay kadar çalıştıktan sonra tonmaister şefi oldum, Erdem de geldi yanıma.
E: Girdikten sonra biz sürekli kapı aşındırıyoruz, “Bize program yaptırın” diyoruz. Bizi tanıdıkça oradaki adamlar “Saçmalamayın, sizin burada yaptığınız muhabbet mümkün değil radyoda olmaz” diyorlar.
C: Mesela bir akşam, ikimiz de duvara dik
bir şekilde yatıyoruz. Gelip “N’apıyorsunuz?” dediler. Çok yorulduk, biraz dinleniyoruz diyoruz.
E: Ve bize manyak gözüyle bakıyorlar. Hakikaten, kimseyle muhabbetimiz yok, herkesle dalga geçiyoruz. Ama bir yandan da
ruh hastası addedip gülüyorlar bize.
C: Bize gülüyorlar gülmesine, ama “Böyle
program olmaz” diyorlar, “Yayınlayamayız.” Çünkü biz acayip şeyler yapıyorduk.
söylefli
Mesela Erdem elinde şampuan ve havluyla canlı yayın odasına girerdi. Ya
da hava durumu sunulurken ikimiz spikerin karşısında halay
çekerdik.
Peki amacınız bu muydu?
Bir yandan da kendinizi
pazarlamak için komik şeyler yapmak?
E: Yoo, eğleniyorduk biz.
C: Tam tersi, aslında bunları
yapmasak kendimizi pazarlama şansı bulabilirdik. Bunları
yapınca “Bu ruh hastaları acaba
canlı yayında ne yaparlar?” diye
korkuyorlardı.
E: Ondan sonra Hür FM’de ekonomik
kriz nedeniyle işten çıkarmalar oldu. Ekibin yarısı işten çıkarıldı. Ama biz teknik elemanlar olduğumuz için bize dokunmadılar. Çünkü
bizden başka yayına girecek tonmaister yoktu.
C: Zaten program da kalmadı. Gece-gündüz
boş, sadece müzik yayını yapılıyor, bir de haber
vs... Sonra radyonun genel yayın yönetmenine
gittik, “Biz Müebbet Muhabbet’i yapmak istiyoruz” dedik. Peki dediler ve Salı gecesi 1-3
arası ilk Müebbet Muhabbet yayınlanmaya başladı. Yıl, 93. Bir-iki hafta yayınlandıktan sonra
inanılmaz derecede faks gelmeye başladı.
Eliniz-ayağınız titredi mi?
E: Yok, çünkü biz Müebbet Muhabbet’ten önce
ayrı ayrı müzik programı yapmaya başlamıştık.
O yüzden rahattık.
C: Ama o iş de öyle olmadı. Benim ilk programımın kaydı tam bir gün sürdü. Öyle şeyler yaptık ki, baktık olmuyor programı canlı yapmaya
başladık. Benim Tapon diye bir programım vardı. Top 10 listeleriyle dalga geçiyordum. Hatta
televizyonlardan ilk teklif alan radyo programı
buydu, ama yapmadık.
E: Sonra Müebbet Muhabbet başladıktan bir ay
kadar sonra bakıldı ki program dinleniyor, yayın
saatini 23-01 arasına aldılar. O zamanlar gece
için acayip bir radyo dinleyicisi vardı, şu ankinin on katı kadar. Sonra Çarşambaları da eklendi, Nöbetçi Açık Büfe adlı programla.
C: Ondan sonra gündüz kuşağına da geçtik.
Öğlen saatlerinde Gündüz Açık Büfe programını yapıyorduk. İstek programıydı, milletin isteklerini alıp çalmıyorduk. “Şimdi CD player’da üç
tane CD var. Sizinki bir tanesinde. Bulursanız
sizinkini çalacağız” diyorduk, ama aslında hiçbirinde yoktu.
Şöyle bir şey oldu mu: “Bunlar iki deli, bırakalım ne yaparlarsa yapsınlar?”
E: Zaten ilk program öyle oldu. Bu iki manyak
Salı gecesi ne yaparlarsa yapsınlar, ama bir daha bizim kapımızı aşındırmasınlar.
C: Ekstra para yok...
Nereden ekmek yiyordunuz peki?
C: Tonmaister’likten.
Şimdi olduğunuz yerden memnun musunuz?
E: Memnunuz, çünkü biz on beş senedir inanılmaz eğlendiğimiz bir işi yapıyoruz. Üstelik para da kazanıyoruz.
Kitleniz kim peki?
C: Biz kitleyi Müebbet Muhabbet yaparken müzikle yakaladık. Bize öncelikle müziği duyanlar
geldi. Sonra bizim muhabbetimizi duyup, ne çalarsak çalalım gelmeye başladılar.
E: Çünkü biz Show Radyo’da program yapmaya başladığımız zaman, Metallica çaldığımız zamanlarda bizi dinleyen kitleye Çelik çaldığımız
halde yine bizi dinliyorlardı. Çünkü muhabbet
için oraya gelmişlerdi. Tabii biz de “Şimdi de
Çelik’ten muhteşem bir şarkı” demiyorduk. Yine şarkılara takılmasını biliyorduk. Hatta bir keresinde Suat Suna yayına bağlanmıştı. Türkçe
şarkılarda nakaratların çok fazla tekrarlandığını
ve bunların aslında iç baydığını anlatıyorduk.
Ben de örnek olarak Suat Suna’yı verdim; çat,
Suat Suna aradı.
C: Ben aslında o kadar tekrar etmiyorum dedi.
Çünkü armoniye göre bilmem ne kadar tekrar
etmek, tekrar etmek sayılmaz dedi. Haa, tamam
dedik. Demek ki Suat Suna armoni bilen, konservatuar mezunlarına hitap ediyormuş, dedik.
(Gülüyor)
Gelelim gösterilere... Gösterileriniz var mı bu
aralar? Neler yapıyorsunuz gösterilerinizde?
Belli bir yapısı var mı?
E: Bu sene Ruffles
ile 15 gösteri bazında bir anlaşmamız var.
10 tanesi
bitti, Kasım gibi
de diğer 5
tanesini
yapmaya
başlayacağız.
C: Üniversitelerde
yaptık gösterileri. Samsun,
Konya, Eskişehir,
Ankara, İzmir gibi...
E: Gösterimizde yine masadayız. Yapacağımız ana başlıklar belli: Cenk-Erdem Pazarlama yine var, ama içeriği çoğunlukla orada doluyor. Hatta bazen gösterilerde yeni
bir bölüm çıkıyor -ki bazen dediğim çok oluyor.
Bir sonraki gösterilere onu da koyabiliyoruz. Sıkıldıklarımızı atıyoruz.
C: Ama oradaki içerik çok fazla değişmiyor.
Çünkü izleyiciler beğendikleri bölümleri talep
etmeye başladılar. “Aaa, geçen sefer şu vardı,
şimdi niye yok?” demeye başladılar. Biraz bu
yüzden içeriği sabitledik.
E: Yine de değişiklikler yapıyoruz tabii. Çünkü
orada inanılmaz bir interaktivite var.
Peki abi, gösteri sırasında hiç kilitlendiğiniz
oldu mu? Ya da tıkanmasanız bile gösterinin
rezalet gittiği oldu mu?
C: Hiç tıkanmadık.
E: Çünkü iki kişisiniz. Biri kilitlendiğinde diğerinin mutlaka söyleyecek bir şeyi oluyor. Atıyorum konumuz mandalinalar olsun. Mandalinadan başlayıp Osmanlılar’dan çıkabilirsiniz.
Ama burada önemli olan şu: Cenk’in kullandığı
kelimelerin çoğunun bende başka başka anlamı
var.
C: Evet. Karşı tarafı dinlerken illa anlamı dinlemeyeceksiniz. Aradaki tümleçleri, edatları dinlerseniz o ayrı bir yere gider mutlaka.
E: Ama arada bir rezalet gittiği oluyor. O zaman da konuyu tamamen değiştiriyoruz. O zaman toparlıyoruz bir şekilde.
C: Ben şöyle bir şeyi hatırlıyorum mesela: “Öff,
ne iğrenç bir konuymuş bu” dediğimi. O zaman
da evet, deyip yeni bir şey yaratıyoruz.
E: Cenk’in bana bunu dediği anda aslında iş güzelleşiyor. Çünkü bu noktadan sonra aslında
birbirimize giydirmeye başlıyoruz. En komik
şeyler de o zaman çıkıyor.
Sizi televizyon programlarında çok az görüyoruz. Neden acaba?
C: O, çok da istemediğimiz bir şey. Çünkü biz
kötü konuklarız. Diyorlar ki “Program sizinmiş
gibi düşünün, alın götürün.”
E: E, o zaman biz niye geldik programa diyoruz. Oraya yazalım Müebbet Muhabbet diye,
biz yapalım programı. Bizden orada yine Müebbet Muhabbet’i yapmamızı istemelerini doğru
bulmuyoruz. Ama yine de çağrıldığımız zaman
“Yok, biz gelmeyiz” de demedik kimseye.
Politik durumunuz nedir? Politik bir duruşunuz var mı?
C: Müebbet Muhabbet’te çok kullandığımız,
politik bir dil yok. Ancak bizim politik duruşumuz herhalde kendini az-çok belli ediyordur,
diye düşünüyoruz. Sonuçta apolitik değiliz.
E: Elbette, kendimize göre bir düşüncemiz var.
Ama biz bunu hiçbir zaman programımızda
“Bizim duruşumuz budur” şeklinde göstermedik. Yine de bizi sürekli ve dikkatli izleyenler
nerede olduğumuzu anlarlar. Zaten perdenin arkasında görünen görünüyor. O tülü aralayıp istediğini alan alır. Ama tülün arkasından çıkıp
“Merhaba, biz burdayız, mesaj da burada” diye
bağırmıyoruz sadece.
Son soru: Peki bundan sonra nereye gidiş?
E: Bir kere ne yaparsak yapalım, yapabildiğimiz
yere kadar Müebbet Muhabbet’i yapmaya devam edeceğiz. Çünkü onun kendine göre bir kitlesi ve sesi var. Onu değiştirmek istemiyoruz.
Gittiği yere kadar gidecek. Çünkü Müebbet Muhabbet bizim en çok eğlendiğimiz ilk göz ağrımız.
C: Bir de büyük kanallarla uğraşmak büyük bir
dert. Biz neyse ki prodüksiyon gibi konularla
uğraşmıyoruz. Şu anda bu anlamda çok şanslıyız. Bizi anlayan bir prodüksiyon ekibi var.
Bu şansı kullanmak istiyoruz. Belki buradan farklı prodüksiyonlar yapmaya başlarız.
E: Televizyon kanallarında çok farklı
değerlendirmeler var mesela. Biz bunu
en çok “Cenk mi Erdem mi” programıyla ilgili olarak gördük. Program biteli altı ay oldu, dışarıda kimi görsek hâlâ bize Cenk mi, Erdem mi’yi neden
yapmıyorsunuz, diye soruyorlar. “Git bunu Show TV’ye söyle” diyemiyorsun.
Ekşi Sözlük hakkında ne düşünüyorsunuz?
E: Ben sözlükte en çok bizimle ilgili topic’lere
bakıyorum. En çok hoşuma giden ise programda yaptığımız bir şeyi akşam gelip topic olarak
görmek. Bizimle ilgili başlığa daha bugün baktım, 11 sayfa olmuş. Reflekslere bakıyorum.
Çünkü Ekşi Sözlük’ün bize yazan tayfası tam
da bizim hitap ettiğimiz tayfa.
C: Ben de gündüzleri bakıyorum. Sadece bizimle ilgili şeyler değil. Sol tarafta ilginç olan
ne varsa onlara bakıyorum. Bazen teknik bir
şeyler için de baktığım oluyor. Google’dan
aratacağım bir şeyi Ekşi’den de aratıyorum.
Kim, ne yazmış diye bakıyorum. Çünkü
çok daha kişisel ve net fikirler elde ediyorum.
Günün triviası: Laf
cambazlığında kendi
ekolünü yaratmış
bu enfes duo da
dahil olmak
üzere, toplamda
nereden baksan
dört kişi eden
ropörtaj
kalabalığı olarak
bir kayıt cihazının
içindeki kaseti
“eject” ettirmeyi
başaramadığımızı
biliyor muydunuz?
(Oysa içine ataç
soktuğumuz o
minik deliklerle
cebelleşmek yerine
stop tuşuna bir kez
daha basmak
yeterli oluyormuş.)
14-20 Ekim EKfi‹
9
10
EKfi‹ 14-20 Ekim
görüfl
ıfır, rakamla “0”, makamla mıfır. Sıfır mıfır
işte. Hem ortada duran hem en uçtaki,
çemberin ortasında bir çember. Yok ile var arası, varlık için kötü, yokluk için ideal. Yuvarlak
görünüp en keskin olan, kenarı jilet olsa gerek.
Tek başına hiçliktir, çoğalınca severiz sıfırı,
banknot üzerinde, alacak hanesinde. Hep atlanandır, küçükken sevimli, büyüyünce unutulan. Yuvarlaktır, toptur, toparlaktır, güvenemem. Yuvarlak hatlıdır, hem sempatik hem
uzak. Köşeleri yoktur, herkese eşit mesafeli,
samimi olamam bir türlü. Tanımlayamam, çünkü hafif yamuk. En keskin, en kenar, uçurum.
Korkutur. İçi boştur, üter adamı, kesin dişi olmalı. Kötü nottur, bir dayak sebebi Türk gençliğime. Sıfırdan başlamak isteyip, sıfır oldum
diye yıkılmakla devam eden hayatımın başı,
son’u.
kent
S
nun diğer rakamlardan birinin sağında ve
de mebzul olması, ilk bakışta değer artırıcı bir unsur gibi gelse de bunun her zaman istenilen bir durum olmadığı paramızda bulunan
sağdaki bir sürü sıfırı güle oynaya atmamızdan
belli değil mi?.. Öte yandan başparmak ve işaret parmaklarımızı kullanarak karşımızdakine
değişik anlamlara gelen sıfır işareti yapabileceğimizi hiç düşündünüz mü?.. Bu işareti avuç
içi göstererek yaptığımızda; başarının dibine
vurmuşuzdur büyük ihtimalle. Tersinden gösterirsek; ya muhatabımızın dibine vurmuşlardır
birileri zamanında, ya da az sonra birileri dibimize vuracaktır saygısızca...
meeneesee
O
lumsuz çağrışımlarla yüklü bir kelimedir
sıfır. Sadece yokluğu belirttiği için değil,
yokluğu ifade şekliyle de olumsuzdur. Küfür
olmadığı halde küfür etkisi yaratan kelimelerdendir. “Otur sıfır” her öğrencinin bazen gerçeğe dönüşen korkulu rüyasıdır. Küfürdür işte düpedüz. Algılama genellikle bu şekilde olduğundan olsa gerek “simit” denir bazen sıfır
yerine. Gerçi keşke sadece okul sıralarında
kalsa sıfırın olumsuz etkisi. Doktor umutla dudaklarından çıkacak sözü bekleyen hastasına
“çocuk sahibi olma ihtimaliniz sıfır” der mesela, ya da akşam eve dönen inşaat işçisinin
cebindeki paranın adı olur sıfır. Bazen son bir
kez görebilme ihtimalidir, bazen bir enkazdan
sağ çıkabilme ihtimali. İhtimalsizliktir sıfır.
Olmaz olasıdır.
yalniz bir opera
O
ıfır? Pişmanlıkları olanın yeniden başlama
noktası. Bazen durur durduğu yerde sonucu çevre belirler, etkisizdir. Bazen siler süpürür
bir şey bırakmaz. “Kendine benzetir, çoğalır,
coşar. Hepimiz biraz sıfır değil miyiz aslında?”
veya “yalnız, hüzünlü, en asil duyguların sembolü” diyen çıkabilir yoruma göre. Saatlerce
konuşulacak derin konu anlayacağın. “Tsıfıra
tsıfır elde var tsıfır” var bir de defalarca söyleyip “Bu kez becerdim” der dişlerinde telle bazı sesleri net çıkaramayan. Bir işe de yaramaz.
Hâlâ merak ederim soya soslu susamlı sosisi,
vaktiyle iki lafı bir araya getirip bir lokma isteyemediydim, yaralıyım.
marvin the martian
S
ahallede bazı çocuklar olur ya, bir ânı
ötekini tutmaz, deli dolu ama yüreklidir;
sıfır da öyledir benim gözümde. İlk başta listenin en başında duran bir hiçti benim için, ne
toplarken bir işe yarardı, ne çıkarırken. Hatta çıkarmada her zorda kalışında yanından elde’lik
isterdi, öyle ezikti. Sonra biraz büyüyüp serpildi, çarpmada kendini gösterdi, karşısına kim
gelirse gelsin yuttu. Bölmede kralını tanımadı,
üste çıkınca zaten kendini kabul ettirdi, altta kalınca boyuna posuna bakmadan pes etmedi, yine oyunu kendi kurallarınca oynadı. Kendini
M
S›f›r
bütün matematik camiasına kabul ettirirdi sonra, mesela grafik çizerseniz geometride, ilk elden ona danışırsınız, üslü sayılarda hep onun
dediği olur, bir sayının önündeki işaret bile o
baz alınarak belirlenir. Bir ara alemin aykırı çocuğu oldu, kendiyle bile savaştı, neyse ki l’hopital hoca’nın yardımlarıyla ayakta kaldı. Ayrıca asallık, teklik gibi kibirli ifadelerden hoşlanmaz, halk çocuğudur, doğaldır. Severim kendisini, saygı duyarım.
kofilin
air bana sorsaydı “Mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye, koskoca bi yuvarlak
çizip koyardım önüne, “Al sana mutluluk” derdim, “Aynı zamanda mutsuzluk... Bütünlük ve
hiçlik, başlangıç ve son, sonsuzluğun başlangıcı, soyut ve somut arasındaki ipince çizgi...
Mutluluk işte!” derdim. Muhtemelen anlamazdı ne anlatmaya çalıştığımı, “Ne lan bu y.....m?”
derdi, “Bi s..tir git çay koy” derdi, ama bilirdi
bazı şeylerin açıklamalar ile anlatılamayacağını, hissedilmesi gerektiğini. “Tıpkı senin şiirin
gibi” derdim, “A ile b’yi sen birleştirince şiir,
ben birleştirince: Sıfır. Mutluluk evet, hem işin
kolayına da kaçmadım.”
riemann
ıfır hem sonları, bitişleri, hem de yepyeni
başlangıçları ifade edebilir. Bunu naçizane
bir anımla örneklendirmek isterim: Yıllar önceydi. Gün ışığına hasret aylardan sonra, artık
katlanamadığım ufacık hücremdeki mahpus
hayatıma son vermeye karar verip geri sayıma
geçtim:
3 Artistik bir takla
2 Baş aşağı dalış ve “Freedooomm!”
1 Ay o ne kocaman el öyle? Sen kimsin?
0 Aahh! Ciğerlerim yanıyor, ciyaakkk!
1 Ya, beynime kan inecek, niye baş aşağı tutuyorsunuz, yarasa mıyım ben ayol?
2 Amanın, o koca makas da ne? Bakın anlaşabiliriz, affedin, tamam sokun beni geri, vallahi
pişmanım. Haa, kordon, pardon!
3 Bir de her yerim vıcık vıcık kan man. Iyy. Bir
banyo almak istiyorum, pardon bakar mısınız
hanfendi!
a lifetime of type ii errors
Ş
S
ıfır, rakamlar ülkesinde acıların çocuğudur.
Cebirsel terim ile “yutan eleman” olarak
ifade edilir. Toplasan eklenmez, çıkarsan ırgalamaz, bölsen sonuçlanmaz, çarpsan elde
avuçta bırakmaz bir şey. Sayıların en garibanı,
en yalnız bırakılmışı. Halbuki Türk literatüründe her sayının kendine ait bir karakteri var. Birdir bir, iki kere kiki, üçün biri, dört göz, beş
kardeş, dokuz altı yolları, yedi cüceler, pamuk
prenses, keten prens, sekiz yapmak, dokuz doğurmak vs... Peki ya sıfır için ne türetmiş insanoğlu? Elde var sıfır... Çıka çıka bu çıkmış sıfırdan. O halka şeklindeki nahiflik, ortasından geçen sonsuzluğu simgeleyen kuyu, hayatı simgeleyen başlangıçla bitişin aynı noktada kesişmişliğin en nadide örneği olan o dairesellik.
Sorarım size başka hangi rakam hissettirebilir
bu duyguları?
jokond
S
aksızlık ediliyor kendisine. Zira ne yapmıştı da “aşağılık” ilan edilmişti öğrenciler tarafından? Ne eylemişti de “yutan eleman”
diye kafa bulmuşlardı biçare ile? Etkisiz eleman olan “bir” bile alay etmiş, “Ben senden
büyüğüm” demişti ona. Doğal sayılar kümesine girmeyi sözüm ona kendisi istemişti, bu nedenle dışlanmadı mı sayma sayılarından? Ya
“yokluğun sembolü” olarak gösterilmesine ne
demeli? Bunlar da yetmiyormuş gibi atıldı paramızdan. Üstelik bir tanesi değil, altı tanesi
birden. Neye yol açmıştı da “pespaye” ilan
edilmişti? Bu denli “pestenkerani” olmayı hak
etmiş miydi? Heyhat...
sorrowmybeloved
H
ıfır’ı çoğumuz okuldan tanıyoruz. Ben hiç
sıfır almadım diyen varsa şu satırdan itibaren okumasın, çünkü bu yazı onlara göre değil.
Şaka şaka okusun. Biz Harvard’da yapardık bu
espriyi.
Her neyse... Sıfır dediğin aşağılayıcı bir nottan
başka bir şey değildir aslında. Matematikte, öğrencileri küçük düşürmek için, ezmek için ortaya atılmış bir sayıdır. Bu söylediğime inanmayanlar alsın bi hesap makinesi ya da açsın bi excel dosyası, herhangi bir sayıyı sıfıra bölsün, bakın bakalım ne çıkacak? Hata verdi değil mi?
Durun bitmedi. Bir sayı yazın onu sıfırla toplayın ne çıktı? Sayının kendisi değil mi? Evet ta
kendisi. Bu doğa olaylarının tek bir sebebi var,
sıfır sayısı matematikten sonra bulunmuştur.
Dünyada bu doğa olaylarının insanlara yansıması da gözlemlenebilir. Şimdi çıkın trafiğe
(şimdi değil, yazıyı okuyun sonra) gidin bakın
bir trafik ışığına. Geri sayıyor değil mi? Bir de
sürücülere bakın hangisi sıfırı bekliyor? Hiçbiri.
Sebebi basit, çünkü sıfır sayısı insanlar ortaya
çıktıktan sonra bulunmuştur. Kimin bulduğunu
da biliyorum aslında... Bu doğa olaylarını açıklayabiliyor ve sizleri aydınlatabiliyorum ama sıfırı kimin bulduğunu burada açıklayamıyorum.
Bu sıfırı bulanı burada afişe etmek gazetecilik,
habercilik ya da yazarlık ahlakına sığmaz. Tek
söyleyebileceğim bunu bulan bir gay. Neden
sonra kendi gibi cinsel tercihleri erkek olanlara
bu rakamı sembol olarak seçmelerini söyleyen
biri. Ekşi gibi kutsal bir ortamda biraz daha
ipucu vermek istiyorum. Bu kişinin ismi f harfiyle başlıyor. (F sıfır da buradan gelir). Sıfırın
yarattığı bu bozukluğu irdelediğimizde öğrencilerin, eğitim sistemimizin çarpıklığı yüzünden
matematiğin temelini anlamadan din dersleri
gördüğünü ve bu çarpıklığın eğitim hayatları
boyunca devam ettiğini görüyoruz. Örnek vereyim:
Efendim, sıfır boş küme demektir. Boş küme
yani elemanı olmayan kümenin elemanı yoktur. Peki Allah da mı yoktur? Hani Allah her
yerdeydi? Boş kümenin içinde Allah varsa bu
nasıl boş küme? Allah yoksa neden yok? O zaman Allah her yerde değil mi? Değilse boş kümede işlenen günahları görmez mi? Görürse
bize sıfır verir mi? Bu gibi karmaşıklıkların halen çözülememesi maalesef büyüyen bir sorundur. Reklamlardan hatırlarsınız “On yüz bin baloncuk yuttum eki eki hehe ehe” diye gülen kıza n’oldu hiç birimiz sorduk mu? O kızın psikolojik sorunlarını hiç çözmeyi denedik mi?
Ne demek on yüz bin? Öyle bir hata yapılıyorsa bunun nedeni sıfırlar değildir de nedir? Daha yeni bu sene paradan 6 tane sıfır attık da o
baloncuklar on sıfır virgül bir baloncuğa indi,
ama o kız b.k yoluna gitti.
green green curly fries
S
endisiyle çarpılanları yok eden, yanına eklendiklerini büyüten içi boş, cephesi sonsuz ve yuvarlak hatlı olması nedeniyle birtakım
kadınlara benzetebiliriz kendisini. Aynı kadın
birlikte olduğu adamlara herhangi bişey katmayı reddetmekte, gayet tavizsiz durmaktadır
oysa. Üst üste veya alt alta geldiğinde sekiz
eder ki bu da kadınların fevkalade yıkıcı ittifaklarından biridir kanımca. Şekli şemali itibariyle içine girmek mümkün olsa dünya dışarıda
kalır, yahut dışına çıktığınızda içeride. Çember
gibi ama değil sadece şekli benziyor. Psikolojide bir telkin yöntemine göre kendinizi 1, bütün sevdiklerinizi de 0 kabul edip, en başta siz
olmak üzere yan yana bir kağıda yazarsınız.
Daha sonra kendinizi bu satırdan sildiğinizde
tüm sevdiklerinizin değersizleştiği görülür. Bu
bir ne demektir? En değerli sizsiniz, kendinizi
sevin, sık sık kucaklayın kendinizi demektir,
Leo Buscaglia’nın “Ali topu tut” kadar sık tekrarladığı bi cümledir, bu arada Ali’nin tuttuğu
topun da şekil itibariyle sıfırı andırdığı gözlerden kaçmamıştır, ama tabii top çarptığı camı kı-
K
rar o ayrı... Ayrıca yine toplu ve sıfırlı başka bir
durumda, Galatasaray’ın Juventus karşısında
kocaman olmasının nedeni 2’nin karşısında sıfırın durmasıdır, başka bir şey değildir. Ülkemizde ekonominin olduğundan şahane gösterilmesi adına günah keçisi ilan edilmiş cadı kazanlarında yakılmıştır kendisi. Nasıl olabiliyor da yanına eklendiği rakamları büyütürken memleketin parasını küçültmüştür? Tabii akıllara durgunluk veren mucizevi bir durumdur bu, Allah’ın Müslüman Türk soyuna gönderdiği ilahi
işaretlerden biridir, ibretliktir. Meali: her şeyin
fazlası zarardır, azı karar, çoğu nazardır vb. Peki ne işe yarar? Sıfır kullanarak harika bir terk
ediş cümlesi kurabilirsiniz örneğin: “Bundan
sonra sıfırsın gözümde, liboşsun”. Bunu kin
dolu, bir somon kadar kararlı gözlerle söylerseniz, artık o terk edilen hayat boyu iflah olmaz,
yok olur biter, lime lime olur, unutulmayan bir
insan olursunuz. Kağıt kalem vasıtasıyla içine
kaş, göz, yahut altlarına meme ucu çizerek asi,
Obez Abla isminde bir karakter yaratabilir, üç
beş entrika katarak dolar milyoneri (dikkat
ederseniz milyon için de sıfıra ihtiyaç var, hayatımız için ne vazzzgeçilmez bişeydir sıfır, şey
gibi bişeydir) olabilirsiniz, unutmayın ki Hayri
Pıtır da böyle doğdu, üstelik gözlüklerinin iki
adet sıfırın yan yana koyulmuş hali olmadığını
kim iddia edebilir, hem biz J. K. Rowling’in
eskiden bi hayli gariban olduğunu biliyoruz;
belki de Hayri, bir kredi kartı ekstresinin üzerindeki sinir bozucu sıfırlardan yola çıkılarak
çiziktirilmiştir, bunu nereden bilebiliriz, bilemeyiz. Bildiğimiz bir tek şey var ki oda aynı
Rowling’in şu an bolll sıfırlı banka hesaplarının
sahibi olduğu. Çok acayip değil mi, sıfır hem
değerli hem değersiz kılabilir hayatımızı. Neyi
nerede kullanacağını bilen insanlar olarak yaşamalıyız, bunun yolu da eğitimden geçer, zaten her şeyin başı eğitim. İyi akşamlar.
maureen
lk kez Ekşi’de haftanın konusunun sıfır olduğunun ilan edilmesiyle üzerinde düşünmeye karar verdim bu esrarengiz rakamın.
Sahi, neydi bu “0” denen musibetin, bu çeklerde bolca bulunması gurur vesilesi yapılan
rakamın sırrı? Hemen buldum: Yaratıcı bir
yıkıma yol açıyor, bilgi üretme peşindeki zihinleri hiçliğe sürüklüyordu bu garip oval figür.
Nasıl mı vardım bu sonuca? Lan olm şurada
yarım saattir havalı bir giriş yapıp gelişme
bölümüne yol alayım, yaratıcı olayım diyorum,
sonuç ortada: yıkıma doğru yol alıyoruz bu
yazıyla arkadaş! Ancak 0’ın bu cüretkar karşı
çıkışı yıldırmadı beni. Kitaplar karıştırdım, anketler yaptım, en delişmen çağlarımı, yakın arkadaşlarımı harcadım bu yolda. Sıfırı tükettim
yani ve ulaştığım sonuç şu: Sıfır kaypak, haysiyetsiz, başına buyruk hareket eden, düzen
karşıtı bir sülüktür! Daha yeni yetme bebelerin
gözlerinde tanık oldum sıfır korkusuna. Sabi
sübyanlar, “Sıfır, yutan elemandır” diye
kaçışıyordu okul bahçelerinde dört bir yana.
Hocaların “Korkmayın, sıfır etkisiz elemandır”
diyerek sakinleştirmeye çalıştığı çocuklar
ömürleri boyunca kendilerini kovalayacak
belayı hissetmişlerdi belli ki. Farkındaydılar
sıfır model araba diye bir şey olamayacağının;
illa ki kullanılmalıydı, o yeni sandıkları arabalar, motoru onlardan önce birileri çalıştırmalıydı. Sonra sezon sonu indirimi diye yutturulan şeyin aslında fiyatların son rakamını
sıfırdan koruma çabası olduğunu da seziyorlardı. 49 YTL etiketinin ardına gizlenmiş sıfır onlara göz kırpıyor, “Bir turuncu banknotun daha
benim ahaha!” diyordu. Ne var ki bir anlık farkındalık yetmiyordu sıfır tehlikesini yok etmeye, çünkü sıfır bilinç düzeyini aşağıya çeken
tehlikeli bir virüstü. Harikulade yayın organlarına bile tuhaf yazılarla sızmayı başarabilen
kahrolası bir virüs. Beter ol emi!
devam dercesine
İ
popüler kültür
14-20 Ekim EKfi‹
11
Orhan Pamuk ve Nobel polemi¤i
Biz hâlâ Marmara Depremi’nde verdi¤imiz canlar›n say›s›n› bilemezken cevval bir ad›mla
Güneydo¤u’da verilen kay›plar› saymaya kalk›fl›yor. Çok çok çok yak›n geçmiflin hiçbir
zaman bilinemeyecek rakamlar› bunlar...
hmet Hamdi Tanpınar’ı saymazsak
(niyeyse?) Türk roman geleneğinde
“benim için” birkaç isim vardır.
Bunlardan iki isim her zaman benim için
önemli oldu. Neredeyse hıklamalarına kadar
bu iki insanı okumaya gayret ettim. Tevellüdüm yetmediği için ne yazık ki birincisinin
şaşaalı dönemine yetişemedim. Hoş yetişsem de o güzelim Türk roman okuru ona layıkıyla mukabele edememişti. Ne şaşaası?
Muhtemelen ben de o cüheladan biri olacaktım. Oğuz Atay’dan söz ediyorum.
İkincisi ise bir Sartre karakteri gibi bulanık
bir gençlikte okuduğum ve kitaplarının lezzeti hâlâ damağımda olan Orhan Pamuk. Kara Kitap’ta yarattığı kasvetli İstanbul havası
bilmeden beni İstanbul’a çekti. Yani Pamuk,
kişisel tarihimde benim için kırık bir öğeden
çok fazla. Cevdet Bey ve Oğulları ile devam
A
ettirdiğim rüya (evet, Kara Kitap’ın Rüya’sı)
bugün onun Nobel Edebiyat Ödülü’ne uzanan macerasıyla koşut. Hiçbir zaman zırtlak
milliyetçi duygulara sahip olmadım, ama içten içe Orhan Pamuk (veya onun ayarında
birinin) bu ödülü alması için iç geçirdim.
Keşkeler kurdum... Ben tam bu keşkeleri
kurarken Orhan Pamuk da deli gibi okunuyordu Türkiye’de. Kimsenin o meşum milliyetçi duyguları kabarmamıştı daha. Öyle ya,
Pamuk sakin sakin romanını yazdıkça, suyasabuna ve havluya dokunmadıkça bir sorun
yoktu. Biraz daha gelişmiş bir Kemalettin
Tuğcu rolü kafiydi ona. Daha dün annemizin
hassasiyeti hepimiz için ortak kaygı havuzunun nadide şezlonguydu. Yani limanlar süt,
tersanelerimiz bedhahlarla bizi bedbaht etmiyordu daha.
Sonra birden Pamuk (sanki geceden sabaha
aydınlanmış gibi) acayip ifşaatlarda bulundu. Bir gecede
30 bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürmüştük. Yüz küsur
yıldır girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği’nin bir gecede
cennet bahçesi olmadığını
gösteriyordu. O bunları dedikçe kale sallanıyordu a dostlar.
Muhayyilemizdeki pembe
Tuğcu resmi giderek bulanıklaşıyordu.
Orhan Pamuk bir siyasetçi değil elbette. Belki işi gereği iyi
bir araştırmacı olmak zorunda, ama görünen o ki
bu noktada da hataları var.
Çünkü körlemesine kapatılan ve hakikatin berraklığının asla ulaşamayacağı
dehlizlere gizlenen gerçekler hakkında bir şeyler söylüyor. Biz hâlâ Marmara
Depremi’nde verdiğimiz
canların sayısını bilemezken cevval bir adımla Güneydoğu’da verilen kayıpları saymaya kalkışıyor.
Çok çok çok yakın geçmişin hiç bilinemeyecek rakamları bunlar...
Çünkü dimağımızı kelepçeleyen, ideolojik
aygıtlarının istediği kadar verdiği bilgilerle
yetinen ve yastığına eçhelin rahatlığıyla bebek gibi süzülen nesiller isteyen bir halkla
ilişkiler projesinde yaşıyoruz. Bu öyle bir
proje ki Nobel Edebiyat Ödülü jürisinin bile
kafasını karıştırabiliyor.
Pamuk, Nobel’e lay›k m›?
Elbette bunun kararını jüri veriyor. Bize
düşen, malum. Ancak bizi ilgilendiren tarafı, Orhan Pamuk’un bu ödül uğruna devletin söyleminin tam tersini, yani Gerçek’in tersini söylediği iddiası. Amiyane
tabirle Nobel’e oynaması. Peki bunun ne
kadar önemi var? Bunu asla bilemeyiz. Ne
jüri bundan etkilendiğini söyleyecek ne de
Orhan Pamuk bu iddiayı kabul
edecek. Öyleyse biraz da komplo teorisinden öteye gitmeyen bir
iddiayla karşı karşıyayız. Bu açıdan bakılırsa o meşum halkla
ilişkiler anlayışının etkisinin de
farklı olduğunu söyleyemeyiz.
Birileri de sırf bu lafları etti diye
Orhan Pamuk’un Nobel’i almasını istemiyor.
Geriye ne kald›?
Orhan Pamuk’un edebiyatı, edebiyat işçiliği... Liyakat gösteren
eserlere bir bakın, en basit tanımıyla hepsi de
kendi dilinde yenilikçi eserler. Orhan Pamuk’un eserleri sizce bu ödülü hak etmiyor
mu? Belki bir Marquez, bir Neruda, bir Paz
değil; ama ortalama bir edebiyat okuru olarak söyleyebilirim ki Gao Xingjian ya da
Günter Grass’tan kötü değil. Fikirlerinin
yanlışlığı ancak “Yok öyle bir şey” argümanıyla çürütülen, ama Türk edebiyatına kimse
istemese de kült romancı olarak yerleşen bir
yazar var karşımızda. Edebiyatla teşrik-i
mesaisi olmayan, Thomas Mann’ı lojistik
devi sanan birilerinin Orhan Pamuk’a karşı
çıkmasına bir diyeceğim yok artık. Ama yazıyla derdi olanların zamanında Nazım Hikmet’e, Sabahattin Ali’ye, Yaşar Kemal’e
yapılanı Orhan Pamuk’a yapmasına gönlüm
elvermiyor.
kays-el mecnun
Ad›m ad›m ‹brahim Tatl›ses sinemas›
Hay›r hay›r “‹brahim Tatl›ses’ten sinema dersi alan bir de gelsin karpuz als›n” diyecek de¤ilim. Sinan
Çetin taraf›ndan Bahçeflehir Üniversitesi’ne hoca tayin edilen ‹brahim Tatl›ses, sinemac› varl›¤Iyla
dolduraca¤› dershanede gürleyecek “Hiç mi beni takip etmediniz? Ne diye bön bön bakars›n›z!” Peki
ya bizlerin gönlü buna raz› olur mu? ‹flte size derse girmeden evvel Tatl›ses sinemas›n›n temelleri...
atlıses oyuncu olarak giriyor piyasaya 78 senesinde. Bundan dört sene sonra 1982’de, çıkış yaptığı albümdeki bütün şarkılar film olunca bu sefer kendi filmini yönetiyor, ilk filmini.
Bundan sonrası dizi, klip ve bilumum eser
olarak çorap söküğü gibi geliyor...
T
Tatl›ses sinemas›nda film ismi
O yıl çıkan Tatlıses albümünün A yüzü ve
B yüzünü incele. Şarkılardan en bombelisini buldun mu? Tek kelimelik ya da soru
tümcesi halinde? Tamam, bu faslı geçtin...
Tatl›ses sinemas›nda kahraman
Tatlıses Sineması’nda bir kahraman olması
için İbrahim Tatlıses’e ihtiyaç bulunduğundan, kuramda “eyvallah” çekebileceğiniz
bir bölüm bu. Neymiş? “İbrahim Tatlıses=Kahraman” Ama uygulamada bu yemez. Nereden bulacaksınız onu da oynatacaksınız?
O nedenle fillmlerindeki karakterlerin ortak özelliklerini hemen sıralayalım maddeleyerek. Buyrun:
1- Bir Tatlıses filmi kahramanı mutlaka filmin sonunda ölmelidir (bunun sebebine
değineceğim). Ayrıca Tatlıses’in YılmazGüney etkisi taşıyan kahramanları suskundur, ketumdur.
2- Kahramanın sesi güzel olmalıdır. Geniş
ailede yaşamalı, işçiyse emekçiyse de işi sırasında şarkı söyleyebilmelidir.
3- Kahramanın muhakkak arabozucu bir
arkadaşı ya da nifak sokucu bir kardeşi olmalıdır.
Tatl›ses sinemas›nda aksiyon
Tatl›ses sinemas›nda kad›n
Tatl›ses sinemas›nda öpüflme
Yine maddelersek:
1- Filmlerde kadın; anne, sevgili ya da pavyon şarkıcısı olarak kendisine yer bulmuştur. Anne karakteri filmde ağlamak, zırlamak ya da zengin bir başka kadının annesiyse nifak sokmaktan öteye gidemez.
2- Söz konusu kadın eğer kahramanın sevdiceği yahut kardeşi ise, filmi, başladığı
noktanın tam tersi istikamette tamamlar.
Zengin ve entelektüelse, fukaralığa teşne
ve arabeske aşık, fukara ise zengin olma
yolunda fahişeliğe sapmış bulunur.
Tatlıses filmlerinde aksiyonu sağlamanın
iki çeşit yolu vardır ki, bunları sonradan
muadilleri de birçok filmde kullanacaktır.
Biri dümbelek efektidir. Nerede filmin
düştüğü, prodüksiyonun bir çevirmeli telefon ve varak komidine göbek attığı sıkıcılıkta sahne varsa, buraya dümbelek efekti döşenir. Aksiyon zinde tutulur... Bir diğer
yöntem olarak da araba freni skreeee’si ve
tabanca patlamaları vardır.
Bu, sadece sinemada değil zat-ı şahanenin
dizilerinde de kendisini gösteren bir mefhum. Öpüşme sahnelerini genelde bir iki plana bölerek çeken İbrahim Tatlıses, bu sahnelerde kendisi oynadığı için serverip sır veremeden bugüne kadar sahnelerin gizemini korumuş idi. Peki siz ey üniversiteliler, nasıl
vereceksiniz oyuncuya oyunu? Basit... Erkek
oyuncuya, karşısında bir yastık olduğunu,
yüzüstü dimdirekt uzanarak uyumaya çalışırken kafasını sağa sola çevirmsini söyleyin.
Kadın oyuncuya da bir gaz maskesi verin...
Tatl›ses sinemas›nda
görsel estetik
Tatlıses’in favori görüntü yönetmeni Mahmut Yumuşak’tır. Tatlıses ile yıllarca çalışmıştır. Peşinden tek başına Fırat, Tanrı Misafiri gibi dizilerde de çalışmış, başyapıtlar
sergilemiştir. Bu görsel estetik, gri tonlara,
ebleh duruşlara, sahil, falez, yalıyar önünde
verilen pozlara göre belirlenir. Agfa’nın artık kötü kalite filmlerine basılır.
Tatl›ses sinemas›nda müzik
Filme isim seçmek için bir albüm aldıydınız elinize hani? Hah... Onu atmayın, başlatın, sonuna kadar filmin üzerine geçirin.
Elinize sağlık... Tatlıses, filmlerinde şarkılarının reklamını yapar, fikrini zikrini ortaya koyar, her filmde ölür ki, kendisine tapan, seyirci, papucu delik de olsa üzülsün,
acısın, İbo’nun albümünü alıp ona destek
çıksın. Haliyle kimse bu hocalık işine gücenmesin. Tatlıses filmleri ders alınmayacak filmler değildir bu nedenle. Ders alınmalıdır ki, bir daha benzeri çekilmesin...
lem
12
EKfi‹ 14-20 Ekim
araflt›rma
Bir gizli iflsiz portresi:
İllüstrasyon: Erkin Gören © 2005
Süpermen
Tüm servetine ra¤men Gotham City’nin refah› için herhangi bir kurumsal, idari yat›r›m yapmak yerine
maskeli bir soytar› olmay› seçen Batman’in rahattaki hali Bruce Wayne ne kadar suçlulardan rahats›z ise,
“suç ve ceza” ile iliflkisi ne kadar yüzeysel ise Süpermen de o kadar rahats›zd›r, o denli yüzeyseldir.
zun zamandır gölgesinde yaşadığımız
bir musibeti “süper” diye adlandırıyor
bağrımıza basıyoruz. Bu kırmızı pelerinli zatın ismini hepimiz biliyor, onu Süpermen diye çağırıyoruz. Oysa ki biraz sorgulayalım: Süpermen gerçekten süper mi? Dogmalaştırmadan
ve rasyonel bir şekilde inceleyince göreceğiz ki
kendisine Süpermen diyen ve dedirten, yani “süper bir adam” olma iddiasındaki bu şahıs, ne yazıktır ki süper olamadığı gibi adam da olamamaktadır. Yazımda bunu ispatlamaya çalışacağım.
Öncelikle şunun yanlış anlaşılmasını istemem:
Ben Süpermen’in yeteneklerini, hızını ve karizmasını tartışmıyorum. Bunlar herkesin bildiği,
Süpermen’in “normal” den ayrıldığı ve ilk bakışta süper sıfatını kazandığı değerler. Evet, Süpermen bir kurşundan daha hızlıdır. Evet, Süpermen
bir zıplayışta bir gökdelenin üzerinden atlayabilir. Ve evet, icap ederse köprünün çökmüş yerine kaynak olur, üzerinden bir tren dahi geçirebilir. Bu yeteneklerini ve potansiyelini kimse reddedemez. Ama Süpermen’in eleştirisinde temel
alacağımız gerçek de tam olarak budur. Süpermen, süper yetenekleri ve potansiyeline oranla
ortaya koydukları ile değerlendirilince süper sayılamaz. Süperi geçtim, kendisine karşı sorumluluğu perspektifinde değerlendirildiğinde alenen zavallı denebilecek bir seviyededir.
U
Niye Klark Kent?..
Süpermen’in süper olmayışını ispat etmek için
önce onun temel fonksiyonlarını sıralayalım. Süpermen’in temel iştigal alanı kanunca suç tanımlanmış fiilleri işleyen “suçlular” ile savaşmaktır.
İkincil iştigal alanı ise öngörülemeyen ya da görülebilen felaketleri engellemek, zararlarını sıfırlamak, tehlike ve tehditleri etkisiz hale getirmektir. Süpermen bu fonksiyonların hepsini
harfiyen yerine getirir. Kabul. Ama gelin Süpermen’in bu fonksiyonlarını iktisadi gerçeklikler
ışığında düşünelim ve değerlendirelim. Suç ve
felaketlerin çoğunluğu onları oluşturan sistemlerdeki arazlar sebebiyle tekrar ederler. Misal
Türkiye’de çöp patlaması sebebiyle çöp altında
kalıp ölen insanlardan bahsedilebiliyorken bunun aynısının İsviçre’de olması pek mümkün değildir. Güney Afrika’da suç oranı çok yüksek
iken İzlanda’da bu oran yok denecek seviyededir. Bu farklılıklar arasındaki temel belirleyen
Güney Afrikalıların suça meyli, Türk çöplerinin
patlama temayülü değil, karşıtları ile arasındaki
iktisadi farklılıklardır. Nüfusun çok küçük bir
kısmını oluşturan patolojik suçlular ve karşıtına
oranla çok daha az rastlanan öngörülemez/engellenemez felaketler dışında tüm sorunların çözümü Süpermen müdahalesinden değil, sağlam
bir iktisadi yapıdan geçer.
Şimdi bu temel bilginin ışığında değerlendirelim: Hep suçlular ve suni ya da doğal felaketler
ile mücadelesini görüp alkışladığımız Süpermen
suçu ve felaketleri oluşturan ekonomik, sosyal
ve kültürel unsurlar ile savaşmak için bugüne
kadar ne yapmıştır? Hangi önlemleri almıştır?
Süper potansiyelinin yüzde kaçını efektif bir şekilde kullanmaktadır? Ya da bu soruyu şöyle soralım: Yıkılmış bir köprüyü bağlamak için kendini siper edebilen Süpermen hayatında hiç köprü ve kamuya açık yapıların tamiri, bakımı ve
onarımında çalışmış mıdır? Suçluları ilk fırsatta
paket yapıp hapse yollayan Süpermen, bu suçluların oluşmaması için hayatında bir okul yapımında faal rol almış mıdır? Hep mağdurun yanında bildiğimiz Süpermen hayatında hiç bir
sweatshop’ta saati on sente çalışanlara yönelik
bir çalışmada bulunmuş mudur? Süpermen’i
gettoda suçlu paketlemek dışında gören, duyan
varmola?
Hayır, bin kere hayır. Peki bu süperliğini sadece
felaketler gerçekleştikten sonra gösteren, kerameti sadece suç işlendikten sonra ortaya çıkan
Süpermen bu yukarıda saydıklarımı yapamaz
mı? Elbette ve bal gibi yapar. İcap ettiğinde Kuzey Kutbu’na gidip çalışılması imkansız koşullarda dahi kendi kullanımına mahsus “Yalnızlık
Kalesi” gibisinden lirik kaleler yapabilecek kadar eli iş tutan Süpermen, kız arkadaşını kurtarmak için zamanı bile geri döndürebilen bu şahıs,
istese ve gerçekten çalışsa dünyada suçun ve felaketin esamisi okunur mu? Oysa ki Süpermen
-süperliğine rağmen- ne yapmayı seçiyor? Klark
Kent olmayı seçiyor. Hayatının büyük bir bölümünü hangi meşgale ile iştigal ederek dolduruyor? Gazeteci olarak dolduruyor. Bunun nesi
Süper? Bunun nesi Adam olmak?
Doğrusu şu ki, Süpermen çap ve kalibresindeki
birisi için gazeteci olmak “iş sahibi olmak” manasına gelmemektedir. Bunun terimsel iktisadi
bir karşılığı da vardır: Süpermen bir gizli işsizdir. Hatta bu kavramın tepe noktasıdır. Gizli işsizlik bir işçinin/çalışanın teknik yeterlilikte uzmanlaştığı ve kalifiye olduğu iş alanı yerine
doğrudan uzmanlık alanına ve marjinal faydasına hizmet etmeyen bir işte çalışması durumudur.
Örneğin bir orman mühendisinin ofisboyluk
yapması bir gizli işsizliktir. Süpermen’in konumunun geleneksel “gizli işsizlik” tanımıyla ayrım noktası şudur: Gizli işsizler ve işsizlik işgücü ve istihdamın arz talep ile dengesizliğinden
ortaya çıkar. Misal milyon tane Süpermen’in olduğu bir dünyada elimizdeki mevcut Süpermen’in iş bulamamasından, gazetecilik yapmaya başlamasından belki bahsedebiliriz. (Belki
diyorum, çünkü Süpermen istihdamda belirleyici olan işgücünün yatay hareketliliği konusunda
da sınırlandırılmamıştır. İstediği anda tüm galaksiyi dolaşıp uygun bir gezegende Süpermenlik
yapabilir.) Bu durumda kimse Süpermen’i suçlayamaz. Ama Süpermen süper kahraman iş pazarında çok fazla alternatifi olan bir isim değildir. Dünyamızda pek bulunmayan Kriptonit engeli dışında Süpermen yorulmadan, lafın gelişi
değil gerçekten de ışık hızıyla çalışabilen, sınırsız
doğal kaynakları bir gün içinde binlerce işi yap-
maya muktedir bir süper kahraman olarak benzerlerinden ayrılır. Ama Süpermen bütün bunlara rağmen gazeteci olmayı seçmektedir. Peki
Süpermen bir gazeteci olarak müthiş işler mi
başarmaktadır? Halkı mı bilinçlendirmektedir?
Pulitzerlik araştırma yazıları mı yayınlamaktadır? Çok uluslu şirketler seviyesinde suçluları mı
ortaya çıkarmaktadır? Yine hayır, yine asla. Süpermen üçüncü sayfa tipi haberler yazmaktan
öte bir ilgi ve çapı olmayan bir bulvar gazetecisidir. Amerika’nın yellow press dediği tipte bir
gazetede çalışmaktadır, içerik ya da haber değil
sansasyon peşindedir. Muadiliyet olarak Klark
Kent’in gazeteciliği, medyacılığı Acun Ilıcalı’dan, Reha Muhtar’dan farksızdır. Klark
Kent’in arabasına bomba yerleştirilmesi, zülfü
yare dokunduğu için gözaltında kaybolması gibi
bir ihtimal söz konusu değildir.
Kostümlü süper dümbük
Şimdi düşünün, Süpermen bir sabah uyandığında Klark Kent olmayı seçmek yerine gerçekten
potansiyeline layık olsa ve Süpermen olmayı
seçse neler olurdu? Normal insanlığın kısıtlı imkanları ile aylar içinde gerçekleştirdiği birçok
projeyi zaman ve mekan faydasına yönelik fiziksel, kaynaksal engellerden muaf olduğu için kısa zamanda gerçekleştirmez miydi? İcap ettiğinde gezegenleri yörüngesine sokacak derecede
güçlü olan bu kişi sadece vatandaşı olduğu
Amerika’ya değil tüm dünyaya refahı ve dolayısıyla suç oranının düştüğü bir toplumu armağan
edemez miydi? Işık hızına yakın bir hıza sadece
yediği çift kaşarlı tostu yakarak ulaşabilen bu
şahıs günde sadece birkaç saatini ayırarak olası
felaketleri engellemek üzere köprülerde, barajlarda mühendislere yardımı olacak raporlar ile
sonuçlanan rutin check-uplar yapamaz mıydı?
Geçmiş Süpermenliği süresinde Tanzanya’da
suçlu kovaladığını görmediğimiz, Hindistan’da
adaleti sağladığını duymadığımız, uçma yeteneğine rağmen Amerika yerlisi kalabilmiş olan bu
dürzü, gerçekten tekmil insanlığın selametini düşünseydi, üçüncü dünya ülkelerinin sanayileşme, modernleşme hamlelerinde etkin işgücü, lojistik destek sağlayamaz mıydı? Sadece sansasyonel değeri olan belalar, felaketler dışında ülkelerin ve kurumların sistemlerine içkin hastalıkları, sorun yaratan dinamikleri ve eksiklikleri gideremez miydi? Suçluları hapishaneye bırakmaktan ötesi ile ilgilenmeyen Süpermen, idealize
edilmiş bir figür olarak ara sıra hapishanelere gidip mahkumlar ile konuşamaz, onlara yardım
elini uzatamaz, rehabilitasyona katkıda buluna-
maz, x-ray bakışlar atıp hapishane sisteminin sakatlığını göremez, onu düzeltmeye yönelik atılımlara giremez miydi? Süpermenlik sadece birilerini bir felaketten kurtarmak ile mi sınırlıdır?
Oysa ki bu kostümlü süper dümbüğün 1930’lardan beri tek fonksiyonu şova yönelik demir
bükmek, üzerinden tren geçirmek ve de uçabildiği halde bir gökdelenin üzerinden atlamak gibi eblehçe fiiller ile sınırlanmış değil midir? Şu
bir gerçek ki, bir şahsın yetkinliği ve değeri hayatta karşısına düşman olarak aldığı kişi ve olgular ile ölçülür. Süpermen’in muhatap aldığı düşmanların hepsi bir yetişkin olarak derinliğinin
ve ciddiyetinin aynasıdır. Brainiac gibi, Lex Luthor gibi banka soymak, dünyayı ele geçirmek
nevinden nahif planları olan süper-kötülerden
öte bir rakibi olmayan Süpermen’in hangi süperliğinden bahsedebiliriz ki? Dahası, varlığını
meşru kılmak için devamlı surette çapsız osuruk
düşmanlara ihtiyaç duyan Süpermen’in iyi niyetinden de şüphe edemez miyiz? Tüm servetine rağmen Gotham City’nin refahı için herhangi bir kurumsal, idari yatırım yapmak yerine
maskeli bir soytarı olmayı seçen Batman’in rahattaki hali Bruce Wayne ne kadar suçtan ve
suçlulardan rahatsız ise, “suç ve ceza” ile ilişkisi ne kadar yüzeysel ise Süpermen de o kadar
rahatsızdır, o denli yüzeyseldir. Peki neden?
Süpermen neden suç ve problemler ile ilişkisini
böylesine sığlamıştır?
Yanıtı Süpermen’in karakterinde bulabiliriz.
Süpermen şu gezegenin görüp görebileceği en
tıynetsiz, en dar görüşlü şahıslardan birisidir.
Tıynetsizdir, çünkü tüm hayatını kendisinden
aşağıda zavallıların arasına karışmaya adamıştır.
Karaktersizdir, çünkü ne kadar uçarsa uçsun hep
doğduğu yere dönmüş, kendini geliştirememiş
ve Metropolis’te dahi bir taşralı olarak kalmayı
seçmiştir. Sığdır, çünkü gücünü içinden çıktığı
taşralı ve lümpen değer yargıları ile yönlendirir
ve “süper” liğinin ölçütünü kendisi ve muadilleri ile değil, kendi altındakilere oranla belirler,
onlar tarafından süper olarak tesmiye edilmeye
hayatını vehmeder. Anlık gündemlerden ibaret
yaşamları olan ve hayatını korkular ile belirleyen
zavallılar gibi/için yaşamayı şiar edinmiş Süpermen iyi bilmektedir ki, böyle küçük piknik tüpü
kıvamında işlerle uğraşmaz, durmadan “hayat
ve hayatlar kurtarıyor” gibi görünmezse insanlar
ondan reel, dişe dokunur işler yapmasını talep
edeceklerdir. Bu durumda elbette Süpermen
düzenin işleyişine yönelik kökten müdahalelerde bulunmaz. Her şeyi oluruna bırak, iki günde
bir banka soyulsun onları paket yaparsın; Lex
Luthor bilmemne makinesi icat etsin, onu kırarsın, devamlı meşgul görüntüsü çizersin.
Gerçek şu ki, Süpermen sadece doğduğu Kansas’a bağlı Smallville kasabası halkının değil,
Amerika’nın da çocuğudur. Süpermen birey
olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin kişileşmiş halidir. Sahtekarlığı örten bir kırmızı pelerin,
bolca şekil, sınırsız şovun ardından faydası ancak eyvallah çektiği düzen içinde “görülebilen”
bir süper güçtür.
Özetlemek gerekirse, Amerika’nın lüzumu ve
gerçekliğini, potansiyeli ve uygulamasının çarpıklığını Süpermen’in kostümünde görebiliriz:
Pantolonun üzerine giyilmiş bir kırmızı don!
otisabi
araflt›rma
058 yılında ne işim var
2
benim, emin değilim.
Bundan 53 yıl önce,
1
sevgilimle birlikte, belki
gelecekte insan olmanın
bir tedavisi bulunur diye
kendimizi dondurmuştuk.
İnsan olmanın, maymunlarda
görülen ve maymunların
hayatı çok daha karmaşık
görmelerine sebep olan bir
salgın hastalık olduğu
2000’li yılların başında
ortaya çıkmıştı.
3
13
Android’lere
yaklaşarak sordum:
- Kusura bakmayın
rahatsız ediyorum ama...
Sevgilim vardı
buzdolabında. Sonradan
hayata döndürmek
için dondurmuştum.
- Aaaa... O sevgilin
miydi? Biz onu rakıya
koyduk.
- ...
- Sen de içer misin?
İçtim. Sonra bir daha
anladım ki, sevgili insanı
rahatlatıyor. Ama bir
süre sonra baş ağrısı
yapmaya başlıyor
2
Küresel ısınmayla birlikte önce
kalbimin buzları eridi, sonra
ben tamamen çözüldüm.
Çözüldüğümde bir evde buldum
kendimi. Etrafta android’ler
vardı.
5
14-20 Ekim EKfi‹
Artık bir an önce hastalığımın tedavisi olup
olmadığını öğrenmek istiyordum. Konuşmayı
daha fazla uzatmadım.
- İnsan olmanın tedavisi bulundu mu?
Ben nasıl tekrar maymun olabilirim?
- Bu sorunun cevabını ancak her cevabı
bilen robot bilebilir.
- Her cevabı bilen robot mu? Sonunda
yaptılar mı öyle bir şey?
- Evet.
- Nasıl bulabilirim onu?
- Bilmem. Bul işte.
- Nasıl “bul işte”? İnsanlara yardım edin
Bütün gün gezip her
diye yaratmadılar mı sizi?
şeyi bilen robotun olduğu
- Birine yapabileceğin en büyük yardım,
yeri buldum. Büyük bir
sorunlarını kendi kendine çözmesini sağlamaktır.
binanın en üst katındaydı...
- Ne demek bu?
Yukarı çıktım.
- Git ve nasıl bulursan bul demek.
Kapısında şöyle yazıyordu:
- Yani siz bütün gün hiçbir şey yapmadan
“En iyi cevap, ikinci
böyle oturuyor musunuz?
soruya ihtiyaç
- Evet. Çünkü bizi yardım edelim
bırakmayan cevaptır.”
diye yarattınız.
6
4
Android’lerle sohbet etmeye
başladık. Her şeyi merak
ettiğim için arka arkaya
sorular sordum.
- İnsanlar sizi neden yarattı?
- 3. dünya savaşında kullanmak için..
- 3. dünya savaşı mı çıktı?
- Evet, ama pek izlenmediği için
yarıda bıraktılar.
- Peki şimdi ne işe yarıyor
android’ler?
- Biz android değil, insanız...
- Galiba hatalı işlem yürüttün. Android’ler
sadece insanların yaptıklarını
kopya edebilir. Siz kopyasınız, insan değil.
- Bir mp3’ün kopyası da sonuçta
mp3 değil midir ama?
Cevap vermemek için ustaca
bir manevra yapmam gerekti.
- Sözümü kesme lütfen, ben sizi
dinledim. Peki siz dünyayı ele geçirmek
falan istemiyor musunuz?
- IQ’su 150’yi geçen modeller istemiyor.
Şu anda sanırım bi tek mutfak
robotlarının öyle bir isteği var. “Salak
mısınız, ele geçirip de ne yapacaksınız?”
diyoruz, ama anlamıyorlar.
7
İçeri girdim ve sorumu sordum:
- Ben insan oldum, her şeyi
çok karmaşık görüyorum.
Nasıl tekrar maymun olacağım?
Bekledim... Bekledim...
Bekledim... Hiçbir cevap gelmedi.
Ben de başka soru sormadım.
Boşverip muzumu yiyerek
eve döndüm.
bobiler
Grilagem’den 2 y›l yatt›m San Paulo Mahpushane’sinde
Douglas Adams sürekli karfl›laflt›¤›m›z ve ismi olmayan durumlar› tan›mlayan “The Meaning of Liff” isimli sözlü¤ü
yazd›¤›nda bu sözcüklerden haberdar m›yd› bilmiyoruz. Günün birinde ihtiyac›n›z olur diye, iflte size dünya dillerinden
al›nm›fl birbirinden matrak, birbirinden manal› sözcükler (Uyduruyorsak Bakku-shan olal›m)
Tsuji-giri: Yeni satın alınan bir kılıcı yoldan geçen birinin üzerinde
denemek (Japonca - Samuray devrinden kalma)
Nakhur: Burnunu gıdıklamadıkça
süt vermeyen deve (Farsça)
Alang: Çenenin altındaki ikinci çene, kıvrım (Nikaraguaca)
Oorxax: Annesinden süt emmesini engellemek için buzağının burnuna takılan halka (Sibirya dilinde)
Torschlusspanik: Yaşlandıkça
elindeki imkanların azalması korkusu (Almanca)
Nylentik: Orta parmak ile birisinin kulağına vurmak (Endonezyaca)
Didis: Kişinin, özellikle de gece
yatakta yatarken, kendi saçından
bit ayıklaması
Panapo’o: Unuttuğu bir şeyi hatırlamak amacıyla kafayı kaşımak
(Hawaii dilinde)
O ka la nokonoko: Öksürük krizi-
ne tutulacağı endişesiyle geçirilen
bir gün (Hawaii dilinde)
Aka’aka’a: Ya güneş yanığı ya da
aşırı alkol tüketimi sebebiyle soyulan deri (Hawaii)
Mahj: Hasta olunca güzel görünmek (Farsça)
Bakku-shan: Arkadan göründüğünde güzelmiş havası yaratan, fakat önden göründüğünde hayal kırıklığı yaratan kız (Japonca)
Mamihlapinatapei: Birbirine karşı lakayt olmayan, fakat her iki tarafın da ilk hamleyi yapmaktan çekindiği iki kişi arasındaki arzu ve
özlem dolu bakışma (Silice)
Pomicione: Kadınlarla yakın fiziksel temasa girmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan erkek (İtalyanca)
Narachastra prayoga: Kendi cinsel organına tapan erkekler (Sanskritçe)
Koro: Erkeklerin cinsel organlarının vücutlarının içine kaçacağı yö-
nündeki histerik korkuları (Japonca)
Sacanagem: Mardi Gras kutlamaları sırasında kişinin sevgilisi haricinde bir veya birden fazla kişiyle
cinsel ilişkiye girme çabaları (Brezilya Portekizcesi)
Alghunjar: Bir metresin kızgınmış gibi yapması (Farsça)
Kualanapuhi: Kuştüyü yelpaze
sallayarak uyuyan kralın suratına
üşüşen sinekleri kovuşturmakla
görevli uşak (Hawaii dili)
Koshatnik: Çalıntı kedi tüccarı
(Rusça)
Capoclaque: Bir grup alkışçının el
çırpmasını koordine eden kişi (İtalyanca)
Lomilomi: Kabile reisinin tükürük ve de dışkısından sorumlu masörü (Hawaii)
Qiang Jingtou: Bir kameramanın
daha iyi bir açı yakalamak için debelenişi, diğer kameramanlarla
kavgası (Çince)
Grilagem: Sahte belgelerle dolu
bir kutunun içine, dışkısının belgelere inandırıcı ve eski bir görüntü kazandırması amacıyla, canlı bir cırcır
böceği koyulması (Brezilya Portekizcesi)
Sokaiya: Halka açık şirketlerin az
sayıda hissesini satın alıp daha sonra “hissedarlar toplantısına gelip
ortalığı karıştırmak, tatsızlık çıkartmak” tehdidiyle şirketlere şantaj
yapan ve para kazanan kimse (Japonca)
Zechpreller: Hesabı ödemeden
restoranı terk eden kimse (Almanca)
Seigneur-terrasse: Kafelerde vakit harcayan, ama para harcamayan kimse (Fransızca)
Tingo: Bir arkadaşın evinden sürekli bir şeyler ödünç almak suretiyle evini tam takır, kuru bakır bırakmak (Pascuense diye bir dil,
Easter Island’da konusuluyormus)
War nam nihadan: Bir cinayet işlemek, maktulü gömmek ve de
mezarı kamufle etmek için üstüne
çiçek ekmek (Farsça)
A’a’ma: Çok hızlı konuşmak
suretiyle sözlerini duyabilecek
yakınlıktaki iki kişiden biriyle
iletişim kurarken, diğerinin sözlerini anlamasını engelleyen kişi
(Hawaii)
Desus: Hafif, gürültüsüz bir
osuruğun çıkarttığı yumuşak ses
(Endonezyaca)
Kusukusu: Bir grup kadının kıkırdaşırken çıkardıkları ses (Japonca)
Bir sesin kulakta kalan kırıntıları,
yankısı (Çince)
Kaynak: ‘The Meaning of Tingo’
(Yazar: Adam Jacot de Boinod)
isimli kitaptan ve 26 Eylül 2005 tarihli The Independent gazetesinden
alıntılanmıştır.
14
EKfi‹ 14-20 Ekim
aç› - karfl› aç›
World Wide Ramazan davulu
‹slamiyet bir hoflgörü dini oldu¤u kadar, zaman›n ihtiyaçlar›na cevap veren bir dindir
amazanda insanları
sahura davul çalarak
kaldırmak, 1,5 milyarlık İslam aleminde yalnızca bize özgü bir âdet. Tıpkı dini açıdan önemli günleri
“kandil” adı altında kutlamak, bu günlerde özel yemekler ve tatlılar yapıp dağıtmak gibi. Türk’ün pratik
zekası ve hoşgörülü din anlayışı, tarih boyunca aslında
İslam’da olmayan birçok
güzel âdet icat ederek zamanla İslam’a yamamıştır. Ne de iyi etmiştir.
Bu âdetlerimizden çoğu hâlâ capcanlı, lakin bir kısmı zamana uymadığı için kaybolma tehlikesi içinde. Ramazanda davul çalmak da bunlardan biri. İstanbul’da bazı belediyeler davul çalmayı yasakladı bile. Büyük ihtimalle bu yasağı zamanla bütün belediyeler uygulayacak. Yasağa sebep teşkil
eden en önemli husus, davul sesinin gece
insanların uykusunu bölmesi. Bunda itiraz
edilecek bir nokta yok. Zaten uykumuz bölünsün diye davul çaldırıyoruz. Gerçi davul
herkesi uykudan kaldırmak için çalınmaz.
Gerçekte sadece anneleri kaldırmak için
çalınır. Çünkü imsak vaktinden epey önce
çalınır. Davul sesini duyan anne kalkar, sof-
R
rayı hazırlar. Evin diğer efradını kaldıran da davulcu değil, haliyle annedir.
varlığını da hesaba katmak gerekiyor. Görünen o ki çalar saat her derdin devası değil.
Uyand›rma servisi
Ramazan davulu ezan de¤il
Konumuza dönersek, bugün
ramazan davuluna görevini
yaptığı için karşı çıkılıyor.
Bazıları bu uygulamayı çağdışı ve ilkel buluyor, artık
herkesin evinde bulunan çalar saatlerin meseleyi hallettiğini düşünüyorlar. Bu argümanı duyunca dünya çapında bir “uyandırma servisi şirketi” kurmayı düşünen Japon arkadaşım Akiyama geldi aklıma. Akiyama, kıtalar arasındaki saat farkını kullanarak bir Fransız’ı sabah işe bir Japon’un
kaldırmasını, aynı Japon’u da ertesi sabah
bir Brezilyalının kaldırmasını planlıyor. Bu
iş bana ilk bakışta çok saçma ve gereksiz
gibi gözüktü. Çünkü bu devirde herkesin
çalar saati var, cep telefonu var. Lakin işin
içyüzünü öğrenince dumura uğradım. Meğer sadece Japonya’da, “uyandırma servisi” piyasasının büyüklüğü 2 milyar dolara
yakınmış. Özellikle yalnız yaşayan insanlar sabahları çalar saat zırıltısı ile değil, insan sesi ile uyanmak istiyorlarmış. Üstelik
saati her gece kurmaya erinen, unutanların
Davula karşı çıkanlar, davul sesinin oruç
tutan-tutmayan ayrımı yapmaması konusunda ise haklılar. Lakin burada üslup çok
önemli. Ne kadar mantıki gerekçelerle karşı çıkılırsa çıkılsın, yüzyıllardır uygulanan
bir geleneği, bir çırpıda söküp atmak kolay
bir iş değil. Bu iş yapılırken, özellikle dindar insanları rencide etmeyecek bir üslup
kullanılmalı. Davul geleneğinin devamını
isteyen insanlar da ikna edilmeli. “Çağdışı” gibi ifadeleri kullanırken de ifadenin
ucunun, oruca ve dine değmesinden kaçınmak gerek. Bunlar yapılmazsa karşıdaki
insan kendi dinine karşı çıkıldığı zehabına
kapılmakta ve gereksiz kamplaşmalar
doğmakta. Halbuki davul çalmak ne kadar
köklü bir âdet olursa olsun, dini gerekliliği olan bir şey değil. İslamiyet’te “sair” tabir edilen ve İslam’ı temsil ettikleri için
farz olmasa da farzlar kadar önemli telakki edilen “ezan” gibi ritüellerden biri de
değil, Ramazan davulu.
Allah r›zas› için sahura...
İslamiyet bir hoşgörü dini olduğu kadar, za-
manın ihtiyaçlarına cevap veren bir dindir.
Eğer ramazan davulu ortadan kalkacaksa
yerine zamana daha çok uyan bir âdet koymalıyız. Mesela Japon arkadaşın “uyandırma servisi projesi” sahur için uygulanabilir.
Bir internet sitesi kurulur. Bu siteye kaydolan insanlar birbirlerini Allah rızası için sahura kaldırabilirler. Bu dünya çapında bir site haline de getirilebilir. Misalen Pakistanlı
Müslümanlar bizi, biz de Faslı ya da Tunuslu kardeşlerimizi Allah rızası için sahura
kaldırabiliriz. Bunun teknolojik altyapısı internet kullanılarak halledebilebilir, yahut
arayan kişiye telefon parası yazmayacak
şekilde bir sistem geliştirilir. Bu sayede
kimse davul sesiyle rahatsız edilmediği gibi, kaybolan bir âdetin yerine, dünya Müslümanları arasındaki birliği ve kardeşliği
pekiştirecek yeni ve güzel bir âdet tesis
edilmiş olur.
kacak cay
Bütün dünya buna inans›n
Duyumsad›¤›m›z, birebir etkileflti¤imiz gelenekler üzerinde oynama hakk›n› kendi tekelimizde
sanmal› m›y›z? Toplu al›flkanl›klar, geçmiflin günümüzdeki tezahürü de¤il midir?..
ldum olası Attila İlhan şiirlerinde
bir eğretilik ararım (evet bulamam,
ararım) ki şiiri fazlaca “biz” durur, o
hissi uyandırmaya çabalar, yine o “biz” i glokalize eder (has Türkçesini bulamadım, affola). Aşkı “Türk”leştirir, mücadeleyi
“Türk”leştirir ve utanmadan İstanbul’u -yine
kendi deyimiyle- “selis bir Türkçe” ile (bak,
yine Türk kelimesini kullandım) şiirin göbeğine yerleştirir, göbek taşı yapar. Bu nasıl bir
yerellik, ne düzeyde bir kendini bilirliktir?
Aidiyet hissettiği şeyi sahiplenme, nasıl bir
haleti ruhiye ürünüdür ve neden “tedrisat, iktisat ve savunma milli olacak” diye bas bas
bağırır? Yeni değerler yaratamama ve tümünü eritecek bir potadan yoksunluk bizi var
olanları yok etmeye götürmeli midir? Misal,
Karadeniz insanının (ki ben de bunlardan birisiyim) özeti olan “bıçak horonu”, tehlike
arz ettiği ileri sürülerek kaldırılabilir mi?
Kaldı ki bu ne derece toplum dinamikleri ile
vuku bulur, ne düzeyde organiktir?
Duyumsadığımız, birebir etkileştiğimiz gelenekler üzerinde oynama hakkını kendi tekelimizde sanmalı mıyız? Toplu alışkanlıklar,
geçmişin günümüzdeki tezahürü değil midir,
sahipleri sadece o an içindeki nesil, yani biz-
O
ler miyiz? Bir yanlış, başka bir yanlışla ortadan kaldırmaya çalışılmakta, halihazırda marjinal fayda sağlayan bir alana mafyalık ve
lümpenliğin dadanması hasebiyle çok hoş bir
geleneğin topyekûn yok olması istenmektedir.
RATK‹K Talipleri
Kendi gül bahçemizin çiçeklerini deremeden; derilmişleri deşmek, eşelemek hak, hukuk mudur? Ramazan davulcularının şu anki
şekli hoş değil, buna eyvallah, “ama, fakat,
lakin, mamafih”; bunu dönüştürmeyi neden
hiç düşünmüyor, düşünemiyoruz? Eline davulu alan itin, kopuğun (hepsini kast etmiyorum elbette) “Hoyda bre!” diyerek sokağa
atlaması, davulun mu yoksa o kopuğun mu
kabahati? Eğitim düzeyi, işsizlik gibi kavramlardan bu kopukluk ne kadar ayrıştırılabilir? Güzelim davulun günahı nedir bu halden, hal-i pür melalden...
- Rahatsız oluyorum efendi, ne hakkın var
beni uyandırmaya?
Tüm dünya aynılaştı mı? Beş duyu organı,
tek muhakeme organını alt etti mi? Duymama isteği, duyma isteğine hangi şartlar altında galebe çaldı? Ama sen de haklısın arkadaşım, al sana acizane bir öneri:
l Ramazan toplu kiralık konutları (RATKİK)
Buna göre RATKİK’e uykusu derin olan ve
“Ah o eski ramazan davulcuları!” diye tabir
edilen topluluğu özleyen herkes kabul edilecektir.
l “Mortgage, kira öder gibi konut sahibi ol”
laf-ı güzafı bizde geçerli değil, cüzi bir kira
karşılığı konutlarımızda ramazan boyunca
ikamet edilebilecektir.
l Mani bilmeyen ve pijama ile dolaşmaktan
hazzetmeyen kalifiye ramazan davulcuları
işe alınacak, gerekirse farklı ramazan davulcuları gece gece, karşılıklı atışacaklardır.
l Seneler geçtikçe RATKİK taliplerinin artacağını bildiğimizden her şehrin tarihi dokusuna, dolgusuna, duygusuna özel ramazan
konutları inşa edilecek, bunlara şehre özel
isimler koyulabilecektir İSRATKİK (İstanbul dolaylarındaki RATKİK), MARATKİK,
ŞARATKİK vs...
l Sesten şikayet eden beyzadelere -donla
denize girenlere mayo dağıtır gibi- bir adet
ramazana özel kulaklık verilecek, buna da kısaca RAZELKUL denilecektir.
l TOKİ, KİPTAŞ ya da ne bileyim
GYO’larla (Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı)
irtibata geçilip, gerekirse bu kuruluşlardan
danışmanlık alınacaktır (bunu da biz KUDANAL diye adlandıracağız).
l Eğer hâlâ şikayet eden olur da “Ramazan
davulcularını mekana taşıyan otobüslerin egzoz borularından çıkan karbon monoksitten
rahatsız oluyoruz, mümkünse otobüsle gitmeyip, bisikletleri ile ulaşsınlar RATKİK’lere!” diyen çıkarsa, bunları konu eden farklı
içerikte maniler yazmaktan geri durmayacağız (bunu da biz MANİYAZ-NİMELVEKİL
diye adlandıracağız)...
kayacoglan
RATK‹K
an›
14-20 Ekim EKfi‹
15
Saruman vs Saffet Teyze
Anaokulu, bir çocu¤un yaflam›ndaki
ilk oksimorondur. O güne kadarki
günlerimizin baflrol oyuncusu anne,
ilk kez bu sahnelerde yer almaz.
‹çinde bir çocu¤un tüm
gereksinimlerini karfl›layacak
donan›ma sahip bu yap›n›n ad›,
belki de bu eksikli¤i kapatabilmek
için anaokuludur.
na baba öğretmen bir ailenin ferdi olduğumdan,
okul kavramı yaşamımda
hep vardı ve günü geldiğinde bu
kurumla içli dışlı olacağımı biliyordum. Bilmediğim, okulda ne
yapmam gerektiğiydi. Tek çocuk
olduğumdan, yaşıtlarımla aynı havayı soluma şansım da pek olmamıştı. Bu yüzden bir araya geldiklerinde çocukların ne yaptıklarına
ilişkin bir fikrim yoktu. Oynadıkları oyunları bilmiyor; hatta çoğu
zaman ne dediklerini dahi anlamıyordum. Büyüklerin dünyasındayken geliştirdiğim bir taktiği yaşama geçirmeye karar verdim: İzle
ve onlar gibi yap.
Annemden ayrılıp sekiz saatimi
yabancıların arasında geçirme fikri
de pek korkutucu değildi. Sonuçta
bizimkiler de öyle yapmıyor muydu? İzle ve onlar gibi yap.
İlk izlenimlerime göre öğretmenler çocukları iki gruba ayırıyorlardı: Uslular ve yaramazlar. Ben bu
“uslu çocuk” kavramına asla inanmamışımdır. Uslu gibi görünen bir
çocuk ya bir şeylerden korkuyordur ya da henüz aklında yapılacak
bir muzırlık yoktur. Benim gözlemlerime göre çocuklar iki gruba
ayrılıyordu: ağlayanlar ve o sırada
başka bir işle meşgul olanlar. O
yaşlarda ağlamak bir çocuğun rutinidir. Yaşımız ilerleyip ağlamak
için nedenlerimiz arttıkça, gözyaşlarımızı içimize atma refleksimiz de gelişir. Yaş ne kadar ilerlerse günler o denli kuru geçer.
Henüz hiç ayrı kalmadığımızdan
olsa gerek, anneyi özleme fikri
dahi doğmamıştı içimde. Böyle bir
duygu karşısında ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum; ama
çevrem bu konuda bana yardımcı
olabilecek çocuklarla doluydu. İzle ve onlar gibi yap.
A
Okulda ilk saatler...
Öğretmenlerin ilk saati ağlayan
çocukları susturmakla geçtiğinden, o süreçte hiçbir aktivite olmuyor, ağlamayan çocuklar sabırla diğerlerinin susmasını bekleyip,
grupça oynanacak bir oyunun özlemini çekiyorlardı. Ben henüz bu
veletlerin neden ağladığını dahi
çözemediğimden bir kenara oturup onları izlerdim. İki çeşit ağlayan çocuk vardı: İlki anne daha
kapıdan çıkar çıkmaz kendini yerlere atar, bir iki kişi kolundan tutup kaldırana kadar tepinir, diğerleri bir kenara çekilip grupça ağlardı. Yaşça diğerlerinden küçük
olduğumdan, zırlama grupları beni
aralarına almazdı herhalde. Diğer
yöntem için de önce boş bir mekan bulup çığlıklarım üzerinde
epeyce çalışmam gerektiğini düşünüyordum.
Bir süre sonra en iyi yaptığım şeyi
yaşama geçirdim. Öğretmen masalarının olduğu yere bir sandalye
çekip bütün çocuklara arkamı dönerek büyüklerin yanına oturdum.
Görüş açımı son derece daraltan
bu noktadan baktığımda üzerinde
tek tük yazılar olan bir pano ve
bahçedeki Atatürk büstünün ense
kökü görünüyordu. Dört yaşımda
olduğumdan o panoyu okumak
beni bir 6 ay kadar oyalayabilirdi
aslında; ama ben daha ilk yazıda
takıldım kaldım. “İlkbahar, yaz,
sonbahar, o ne lan?” Kış olması
gereken yer yırtılmış, altından bir
dergiden koparılmış sayfanın ucu
görünüyordu ve okumanın tek yolu kürsüye tırmanmaktı. Anladım
ki ortada bu kadar çok zırlayan velet varken üç dört dakika uğraşıp
tırmandığınız kürsüden, saniyenin
yarısı kadar bir süre içinde kafa
üstü çakıldığınızda dahi pek dikkat çekmiyormuşsunuz.
Kendimi dikine durabilecek kadar
iyi hissettiğim anda kaçıp bir perdenin arkasına saklandım. Kimsenin görmediğinden emin olduğum
için de çaktırmadan ağlamaya
başladım. Görevi, çocukların yanlarında getirdiği yemekleri ısıtmaktan ibaret olan ve mutfak, öğrenci dolaplarının arkasında kaldığı için, o güne kadar sadece alnını
ve bej üstüne kırmızı çiçekli başörtüsünün altından fırlamış kır
saçlarını gördüğüm kadın, perdeyi
çekip beni omzumdan yakalayana
dek bu böyle devam etti. Ben ilk
kez yüzünü gördüğüm bu kadına
hayretle bakarken o, elindeki
mendille yanaklarımdan süzülen
damlaları sildi ve “Ağlama, yoksa
o güzel gözlerinden akan yaşlar
yere düşüp kirlenir” dedi. Saffet
Teyze’yle dostluğumuz işte böyle
başladı.
“Çapk›n Ceyar”
Anaokuluna tıkıldığım o üç yıl
içinde mızmızlanıp bir türlü yemediğim yemekleri defalarca ısıtıp
önüme koyan, uyku saatinde herkes ranzalarına kurulmuşken oyun
odasına her kaçışımda beni enseleyen, ne yemek yemeye ne de uyumaya niyetli olduğumu anladığında beni ocağın yanındaki sandalyesine oturtup o güne kadar birik-
tirdiğim bütün okul, oyun, eş dost,
akraba ziyareti anılarımı sabırla
dinleyen, “Dallas’çılık” oynarken
kızın tekini dudağından öptüğümü
görünce bana “Çapkın Ceyar” ismini takan, kısaca o azap dolu
geçmesi muhtemel yılları çekilir
kılan arkadaşım hep o oldu.
Çapkın Ceyar olayına biraz açıklık
getirirsek, Saffet Teyze’nin nasıl
bir hayat kurtarıcı olduğu ortaya
çıkacaktır. Dallas’çılık kisvesiyle
içimdeki yönetmenlik tutkusunu
dışavurduğum zamanlardı. Televizyonda dikkatle izlediğim dizinin repliklerini ezberler, sabah
okulda “Sen şimdi şöyle diyeceksin, böyle yapacaksın” diyerek
kendi Dallas’ımı çekerdim. Başrolün yolu yönetmenin yatağından
geçer derler; bizde yatağın altından geçiyordu. Bir kulisimiz olmadığından, nedense o sahnede
rolü olmayanları oyun odasındaki
büyük divanın altına saklamayı
uygun görmüştüm. “Sen şimdi
şöyle diyip çıkıyosun.” dediğim
adam lafını söyler söylemez divanın altına girer saklanırdı. Öğretmenler de dizinin tekrarını bizim
küçük oyunumuzda izlemeyi huy
edinmişlerdi. O aşamadan sonra
işimi daha da ciddiye aldığımdan
(belki de biraz utandığımdan) oyunu divanın altından yönetmeye karar vermiştim. Bir gün Sue Allen
rolünü verdiğim bir kızla divanın
altındaki provada rol gereği öpüşmüştük ki kardeş diye bağrıma
bastığım (Bobby rolünü verdiğim)
alçak “Saruman İpek’i öptü hem
de dudağından!” diye bağırıverdi.
Cinselliğin c’sinden anlamayan
yarım metre boyutlarında veletler
olduğumuzdan ayıp nedir bilmeden rolümüzün gereğini yapan aktörlerdik sadece. Yine de artık Ce-
yar değil çapkın Ceyar’dım ve sınıfın bütün kızları en az bir kez
Sue Allen olmuşlardı. Sadece benden üç yaş büyük bir kıza yanaşmaya cesaret edememiştim; ama
kıskanç bir kızın ne kadar tehlikeli
olabileceğini çok acı bir şekilde
öğrenecektim. Bir gün bu benden
bi kafa uzun yavru, “Benim neyim
eksik ulan!” dercesine üzerime atladı. Yere yapıştırıp suratım tamamen tükürükleriyle kaplanıncaya
kadar öptü. Çığlıklarıma yetişip
beni kurtaran yine Saffet Teyze oldu. Belinden kavrayıp üzerimden
kaldırdığı kızın -avı elinden alınınca- attığı çığlıklar, pedal çevirircesine salladığı bacaklarındaki lacivert külotlu çoraplar hâlâ kabuslarıma girer. Lacivert külotlu çorap
fobim bu yüzdendir.
Yönetmenliği bırakmama neden
olan bu olaydan sonra da okula
geldiğimde yemek saatine kadar
“çocuklarla takılmayı”, herkes yemeğini yiyip yatakhaneye çekildiğinde de Saffet Teyze’nin yanına
kaçmayı alışkanlık haline getirmiştim. O da işi gücü yoksa beni
ispiyonlamaz, benden genellikle
bir gün öncesinde izlediğim bir
filmi ya da akşam evde bizimkilerden duyduğum -yazık ki sadece
bana ilginç gelen- olayları dinler,
hatta bazen o da kendi çocukları,
torunlarıyla ilgili bir şeyler anlatırdı. Yeni öğrendiğim bir şiiri ya
da şarkıyı ona ezberletmeye çalışmama ses çıkarmaz, oyun odasına
kaçıp birlikte oyuncaklarla oynama teklifime bile hayır demezdi.
Bugün bile o oyuncaklarla oynarken benden fazla keyif aldığına
eminim.
Otobüsün içindeki bir
perçem beyaz saç
Saffet Teyze’yle olan arkadaşlığım ilkokula başladığım sene de
devam etti. Ana sınıfı ve ilkokul
aynı binada olduğundan sık sık
onu ziyaret ederdim. Kimi zaman
da ben bahçede koştururken onun
camdan beni izlediğini fark edip
mutlu olur, keyifle el sallardım.
Ben ilkokuldan mezun olup başka
bir semte taşınıncaya kadar bu
böyle devam etti. Lise biter bitmez saçı sakalı koyverdiğimden,
arkadaşlarımın bile beni tanımakta
güçlük çektiği bir sırada, çocukluk
günlerimin geçtiği mahalleme yolum düştü. Eski dostlarımla hasret
giderip, dönüş yolculuğuna çıktığımda hava çoktan kararmaya
başlamıştı. Bindiğim tıklım tıkış
otobüsün iyice arkalarında, bej
rengi çiçekli bir başörtünün altından fırlamış, artık kar beyazı bir
perçem saç gördüm. Kalabalığı
yarıp inmeye çalışan yaşlı mı yaşlı bir kadına aittiler. Düşünmeden
ben de o durakta indim ve o karanlıkta beni tanıyabileceğine pek
ihtimal vermediğimden, on seneden fazladır görüşmediğim arkadaşıma fısıltıyla seslendim: Saffet
Teyze! Arkasına dönüp, sesin nerden geldiğini anlamak için bir süre titreyen kafasıyla karanlık sokağı taradı. Kısılmış gözlerini yüzüme sabitleyip, o küçücük cüssesinden beklenmeyecek kadar gür
ve tereddütsüz bir sesle beni yanıtladı: “Çapkın Ceyar”
Son karşılaşmamızda anca beline
gelebildiğim; ama artık benden bir
kafa kadar kısa olan bu yaşlı kadına sarılmak için eğildiğim sırada,
cebimden bir mendil çıkardım ve
yanaklarından süzülen yaşları, yere düşüp kirlenmeden önce
yakalamayı başardım.
saruman
Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz
Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge
Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Foto¤raflar Dinçer Dinç Katk›da bulunanlar: days, konor, otisabi, ck, n.demirel, saruman, pelin kalp, meeneesee, kimi raikkonen,
sephrenia, frank n furter, eyco Düzeltmen: Yüksel fiifle n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar
Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70
n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:[email protected]
Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur.
Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz.
Medyan›n ortaça¤ e¤lencesi
Televizyonlar›m›zdaki sabah programlar› ve haber bültenlerini düzenli olarak izleyip aklî
selahiyetini koruyabilen herkesin takdir edece¤i gibi... diyorken bezginlikle fark ettim ki,
hedef kitlem büyük olas›l›kla bofl küme. S›radaki parçam›z, tüm “dengesi bozulmufl
neo-ortaça¤ insanlar›” için geliyor:
Buradan m› de¤ifltiriyorduk
o¤lum kanal›?
Andaval gibi bakakaldınız ekrana.
Zira, çok yüksek olasılıkla program
yapımcılarının spektaküler ve zekice
bir fikri neticesinde, adam geçmiş
kaleye, kalecilik yapıyor halı sahada. Muhabir elinde mikrofonu, koşa
koşa gelip topa vuruyor, top kalenin
köşesine doğru tıngır mıngır
giderken adamcağız canhıraş bir
biçimde sürünüp o topu tokatlıyor...
çıver oğlum televizyonu, ajans başlamıştır... Ekranın
orta yerinde bir bebek arabası. İçinde otuz beş, kırk
yaşlarında bir adam, baldırlardan aşağısı ve iki kolu
yok. Kendisine uzatılmış olan mikrofona bet sesi ile yanık bir
türkü çığırıyor. Bir noktadan sonra türkü arada kaynıyor ve
acar muhabirimiz soruyor adama: “Nasıl, memnun musunuz
halinizden? Bir şikayetiniz var mı?”
(Şimdi bu soruyu soran muhabire ben bizzat kendim olarak,
şu oturduğum koltuktan, en samimi hislerim ve düşüncelerimle cevap verecek olsam, Basın Kanunu dışında en az yirmi sekiz kanuna daha muhalefetten mahkemede bulurum
kendimi. Oralarda sürüm sürüm süründükten sonra da muhtemelen yerin seksen metre dibine, tuz madenlerine çalışmaya yollanırım. Hiç olmadı, geminin birine forsa verilirim. Ya
da o başka bir çağda mıydı? Değil miydi lan yoksa?)
Bebek arabasındaki adamın cevabı ise, “Çok memnunum, bir
şikayetim yok. Benden kötü durumda olanlar da var” (Bu
noktada özür dileyerek bir müdahalede daha bulunmaktan
kendimi alamayacağım; ‘bundan daha kötü durumda olan’
birisini ben kolay kolay tahayyül edemiyorum. Yine de bu
büyük ihtimalle benim kişisel sorunum). Kamera önce muhabirin parlak floresan sırıtmasına döner, akabinde kundaktaki amcama. Görüntü ağır çekime geçer, fona üzgün süzgün
“ah ne fena, yazık, ama neyse, siz rahatsınız değil mi haber
müzikleri” klasöründen açılan bir parça girer. Adamın türkü
okurkenki görüntüleri bir kez daha oynatılır, gülerken oynatılır, muhabire bakarken oynatılır. Hep ağır çekimde tabii,
“Üzülün çünkü. Biraz suçluluk duyun, biraz da şükredin; saatiniz geldi” diye.
Görüntü haber stüdyosuna geçer. Spikerin veya çapa adamının yarı anlayışlı, yarı alçıdan gülümsemesi ile, “Bir ana haber bülteni duygu sömürüsü köşesinin daha sonuna geldik”
mesajını alırız.
Henüz içiniz iyice çıkmadıysa, biraz daha kanallar arasında
geziyoruz, “zzap! zzap!” deyu.
Hah, dur orada. Ne var bu sefer? Haber bülteni. “Hayata küsmedi” başlıklı bir haber daha. İki bacağı ve bir kolunu kaybeden bir vatandaş, hayata küsmemiş. Onun durumunda olan
pek çok kişinin yönelebileceği ve üretken olabileceği alanlar,
uğraşlar geliyor aklınıza. Sanıyorsunuz ki resim yapıyor, yazılar yazıyor, fotoğraflar çekiyor, vesaire. Ama hayııır, sağlam
yanıldınız. Andaval gibi bakakaldınız ekrana. Zira, çok yüksek
olasılıkla program yapımcılarının spektaküler ve zekice bir fikri neticesinde, adam geçmiş kaleye, kalecilik yapıyor halı sahada. Muhabir elinde mikrofonu, koşa koşa gelip topa vuruyor, top kalenin köşesine doğru tıngır mıngır giderken adamcağız canhıraş bir biçimde sürünüp o topu tokatlıyor. Sonra alkışlar, alkışlar, bir de muhabirin ışıl ışıl floresan sırıtması (Bu
adamları standart üretiyorlar sanırım). Yine ağır çekimde tekrar oynatılır, yine haber stüdyosuna dönüş. Alçı adam sıradaki
habere geçer. Formülize etmiş herifler bu işi artık.
A
Kapat allasen flunu evlad›m
Hele evlad›m, bir gezin kanallarda
Kanal değiştiriyoruz şimdi... Hah dur orada, dur: Genişçe bir
stüdyo, katılımcı tribünü olan o bön işi eğlence programlarından bir tanesi daha.
Hele bakalım neler olup bitiyor:
Ortada halay çeken ünlü bir şovmen, yarı ünlü iki şarkıcı, daha henüz çukurun dibinde olan birkaç türkücüden mürekkep
bir grup. Bunların hemen önünde yerde oturmuş bir “yöresel” adam, çiğ köfte veya benzeri bir şeyler hazırlıyor bir sinide.
Az yana git, sola doğru. İki cüce var, birisinin elinde çay tepsisi, üzerindeki çay bardaklarını anlamsızca sağa sola koyuyor. Ara sıra kamera buna odaklanıyor, yaptığı tamamen
amaçsızca hareketlere cüce olması da eklendiğinde, müthiş
“komik” bir devinim yaratmış çünkü. Programı sürüklüyor
adam.
Diğer cüce ne alemde bu sırada? O esnada Blek?
Onu plastik bir leğene koymuşlar, yıkıyorlar. Yetişkin adam
lan bu. Bildiğin adam, otobüste oturur, yolda küfür eder senin benim gibi. Adres sorar, “Usta bi uzun Malbuş versene”
der yeri gelince. Programın iki sunucusundan biri olan kadın
tarafından (ki tamamıyla “egzotik köylü kadını” giysilerine
bürünmüş bu program için kendisi), tasıyla masıyla, leğende
hatır hutur yıkanıyor, kırkından sonra bıcı bıcıya maruz kalıyor
herif.
En sağa çevir kamerayı, bir şeyler dönüyor orada da:
Tekerlekli sandalye üzerinde, fiziksel ve zihinsel engelli olduğu ayan beyan ortada olan bir insan. Bahsi geçen sandalyeyi hafifçe havaya kaldırıp, müziğin (halaya uygun bir müzik bu) ritmi ile arka tekerlekleri üzerinde sağa sola çeviren,
oynatan bir program sunucusu. Sandalyedeki adam kim bilir
ne düşünüyor, o duruyor sandalyede öyle.
Kapat televizyonu, bir beş dakika bunu düşün misal. Ne
yapıyor bu adamlar? Nedir amaç? Ulaşılması istenen bir
“büyük plan” ve onun parçalarını mı izliyoruz, yoksa tamamen rastlantısal gerizekalılık mı hepsi? Şimdi her şey salt
“arz talep” ile ilgili ya, bu da mı arz talep meselesi? Eğer gerçekten basitçe ve tümüyle arz talep ise o talebin nasıl bu hale
geldiği belli mi? Nasıl oldu da peki, tamamıyla “Ortaçağ Eğlencesi” tarzında yeniden zuhur etti o talep? Bunu daha az
ahmakça olan bir hale getirmek mümkün değil midir acaba
şu saatten sonra? Televizyonda cinselliğin sömürüsünü
pazarlamak yasak ya “halkın ar, edep ve hâyâ duygularını”
kanırtıyor diye, duygu sömürüsünü pazarlamak ondan daha
mı “ahlâklıca” ve “edeplice” oluyor o hesapla? Pornografi aslında nedir; nerede bitiyor, nerede başlıyor?
Somut bir şey çıkarabilir miyiz bu denklemden?
Çıkaramayız mı diyorsun?
De haydin o zaman babalar, kalkın biz de oynamaya gidiyoz!
Oturmaya gelmedik ya?
gerrain
Tribüne dönelim:
Kadınlı erkekli izleyiciler, kıvıra
kıvıra göbek atıyorlar. Tempo tutuyorlar. Dolma yiyorlar.
(Şu noktada izninizle biraz ses çıkarmak zorundayım)
HASTA MISINIZ AMCA SİZ? Klinik misiniz teyze? Siz de
oy verebiliyorsunuz değil mi? Akli ehliyetiniz var, temyiz
kudretine haizsiniz. Çocuk sahibi olup onu meşrebinizce yetiştirebiliyorsunuz mesela. Gençlere “onların iyiliği için” engin bilgeliğinizle akıl veriyorsunuz yeri geldiğinde. “Bak evladım ne komik, cüce yıkıyorlar leğende.”
E¤lenceli ortaça¤ cücesi

Benzer belgeler