HF134

Transkript

HF134
27HAZİ
RAN2
01
4-SAYI
1
3
4
DEV HÜSRAN
Sonş
a
mpi
yonİ
s
pa
nya
,f
a
vor
i
l
e
r
de
nİ
t
a
l
ya
,üs
tt
ur
l
a
r
ı
nge
di
kl
i
s
iİ
ngi
l
t
e
r
e
vet
ur
nuva
l
a
r
ı
nba
ş
a
r
ı
l
ıt
a
kı
mıPor
t
e
ki
z
,Br
e
z
i
l
ya
’
yai
l
kt
ur
dave
dae
t
t
i
Yayın Koordinatörü
Devlerin çöküşü
İlker Yılmaz
2014 Dünya Kupası tüm hızıyla sürerken yıllar sonra “O kupa, tarihin en
iyilerinden biriydi” diyeceğimizin de sinyalini veriyor. Oynanan güzel futbol,
bol gollü maçlar, yaşanan sürprizler de bunun kanıtı. Zira kimsenin şans
vermediği takımlar gruplarından çıkarken dev ülkeler de soğuk duş etkisi
yaşayarak evlerine dönüyor. Öyle ki son 3 büyük turnuvaya damga vuran,
dünya üzerinde futbol anlayışını değiştiren ve herkesin taklit etmeye
uğraştığı İspanya henüz grup aşamasında Brezilya’ya veda etti. Tiki-taka
artık çökmüştü… 2006’da kupayı kaldıran İtalya için de sonuç pek farklı
olmadı. Hücumda etkisiz bir turnuva geçiren Gök Mavililerin Brezilya rüyası
erken bitti. Her kupaya iddiali gelen ancak bu sefer pek sesi çıkmayan
İngiltere için de tablo hüsrandı. Hem de 1958’den bu yana her kupada
bir üst tur gören futbolun mucitleri bu sefer gruplarda hem de galibiyet
alamadan eleniyordu. Bir diğer hayal kırıklığı ise Portekiz’e ait. Son 10
yıldaki büyük turnuvaların hepsinde belirli seviye gören İber ekibi, bu sefer
Almanya ve ABD’nin arkasında kaldı.
Editör
Cantürk Temelli
Yazarlar
Cihat Akbel
Emre Çelik
Mustafa Demirtaş
Salih Demirci
Sercan Ergün
Uğur Karakullukçu
Biz de Hayatım Futbol ekibi olarak turnuvanın bu 4 önemli ekibinin elenme
nedenlerini sorguladık. İspanya neden bir anda böyle dibe vurdu? EURO
2012’nin finalisti İtalya’da bu kadar çabuk değişen neydi? Kendinden bir şey
beklemeyen İngiltere nakıslığına ikna oldu mu? Peki Portekiz? Her şeye
sebep Ronaldo’nun tam hazır olmaması mı? sorularına yanıt aradık.
Keyifli okumalar,
Cantürk Temelli
[email protected]
[email protected]
#134 BU SAYIDA
DEV HÜSRAN
İspanya
İtalya
İngiltere
Portekiz
Ölüm Grubunun Celladı
Kosta Rika, İngiltere, İtalya ve Uruguay’ın olduğu grupta
önüne geleni devirdi ve lider olarak üst tura yükseldi
Sam Amca Sahaya İndi
Amerika Birleşik Devletleri için futbol artık popüler bir spor.
Ülkede bu oyuna karşı her anlamda ilgi tırmanıyor
Sercan Ergün
Futbol Kültürü HF134
SAM AMCA SAHAYA iNDi
Dünya Kupası’nda alınan sonuçlar ve MLS’in (Birleşik Amerika Futbol Ligi) giderek
artan popülaritesi, kadim Amerikan sporları basketbol ve Amerikan futbolu olan
(buna buz hokeyi ve beyzbol da dahil edilebilir) bir coğrafyada algıları değiştirmeye
başladı. Uluslararası futbol arenasında artık yeni bir aktör var ve Yankiler bu işi,
sonuna kadar götürmeye oldukça kararlı.
18 milyon 220 bin toplam izleyici. 22 Haziran’da
Manaus’ta ABD ve Portekiz arasında oynanan G
grubu ikinci maçını ABD’de izleyen ‘’futbol’’ seyircisi
sayısı. Bu rakamlara ABD genelinde İspanyolca
yayın yapan Univision’ın izlenme oranları da
eklenince bu sayı neredeyse 25 milyona ulaşıyor
ki bu, Amerika futbol tarihi için devrim niteliğinde
bir başarıya işaret ediyor. Futbol, ABD’de artık
Super Bowl veya kolej futbolu finallerinden, hatta
NBA’den bile fazla seyirci topluyor. ESPN gibi
büyük spor kanalları bu maçları milyonlarca insana
iletirken, maçların yorumlarında Roberto Martinez
ve Ruud van Nistelrooy gibi isimlerin uzmanlıklarına
başvuruluyor. İnternet siteleri kupa ile ilgili kapsamlı
dosyalar hazırlarken, forumlarda ve haber altlarında
ciddi ciddi futbolu taktiksel açıdan tartışan sıradan
Amerikan sporseverlere rastlayabiliyorsunuz.
Hatta durum öyle bir hal aldı ki, Uluslararası Uzay
İstasyonu’na bağlanarak oynanacak ABD-Almanya
maçı ile ilgili Amerikalı ve Alman astronotların
fikirleri bile soruluyor.
Zorlu süreç: Değişen algılar
Futbolun, beraberliğin olmadığı ve izleyiciye bol
skor vadeden NBA veya NFL maçlarına nazaran
Amerikan toplumu tarafından kabul edilmesi
elbette zaman alacaktı. Uzun yıllar boyunca aşırı
sağcı Amerikalılar tarafından “Sosyalist Avrupa’nın
sporu” olarak nitelendirilen futbolun, (bunda Soğuk
Savaş yıllarında Avrupa’nın en güçlü liglerinden
birine ve milli takımına sahip olan SSCB’nin de
rolü yadsınamaz elbette) zamanla neredeyse
orta öğretim düzeyinde en yaygın spor haline
geldi. ABD’deki spor pazarının NBA, NFL, NHL ve
MLB gibi futbola nazaran daha güçlü ve köklü
organizasyonlar tarafından hali hazırda paylaşılmış
olması, birçok İngiliz ve Avrupalı kulübün kuruluş
tarihi 1900’lere, hatta 1870’lere uzanırken
CONCACAF’ın 1961, en üst düzey anlamda
profesyonel futbol ligi olan MLS’in ise ancak 1993’de
kurulabilmesi de bu teoriyi destekler nitelikte.
Avrupa’ya oranla futbolun daha yavaş bir gelişim
gösterdiğine tanık olduğumuz ABD için dönüm
noktası ise ev sahipliğini yaptıkları 1994 Dünya
Kupası oldu.
FIFA’nın daha önce düzenlenen kupaların aksine,
ev sahipliğini aslında futbolla pek de ilgisi olmayan
bir ülkeye vermesi başta herkes tarafından oldukça
garip karşılanmıştı. Amerikalıları futbola ısındırarak,
yavaş yavaş endüstriyelleşen bu sporun pazar
payını ikiye katlama amacında olan FIFA, bir taşla
iki kuş vurmanın peşindeydi. Avrupa ile arasındaki
saat farkına, maçların çoğu Amerikan futbolundan
bozma sahalarda ve öğle saatlerinde oynanmasına
rağmen futbol Yeni Kıta ahalisi tarafından
benimsendi. Latin Amerika ve Avrupa ülkelerinin
ABD’de hatırı sayılır bir nüfusa sahip olması da
kupanın dolu tribünler önünde oynanmasına
katkıda bulunmuştu. Amerika’daki devasa statlar,
reklam ve tanıtım konusunda yürütülen başarılı
kampanyalar ve elbette ki sponsorların varlığı ve
desteği organizasyonun oldukça başarılı geçmesini
sağlamıştı.
Büyüyen marka MLS
MLS’in 1993 yılı sonunda kurulup ancak 1996’da
oynanmaya başlayabilmesi ve ligin beklenenden
az rağbet görmesi (hem seyirci, hem de pazarlama
anlamında) 2002’ye kadar küçük çaplı bir krize
yol açtı. Japonya ve Güney Kore’nin ortaklaşa
düzenlediği ve FIFA’nın aynı 1994 yılında olduğu gibi,
bu kez ise futbolun popülaritesini Asya’da artırmak
amacıyla bu ülkelere ev sahipliği verdiği turnuvada
beklenmedik bir şekilde çeyrek final oynayan ABD
ulusal takımı, ülkede futbolu tekrar canlandırdı.
2003-2008 yılları arasında yalnızca futbol için inşa
edilen altı stadyum ve MLS’te yetişip halen ABD
Milli Takımı’nın kalesini koruyan Tim Howard’ın
İngiliz devi Manchester United’a transferi de bu
dönemin dikkat çeken olayları olarak göze çarpıyor.
2007 yılı itibariyle sınırları Kanada’ya kadar ulaşan,
Real Madrid ile lig şampiyonluğu kazandığı sezonun
akabinde Tim Leiweke’nin çabalarıyla bir başka
Galaksi takımına transfer olan David Beckham’ın
teşrifi ligin yükselişine işaret ediyordu. Takımların
lig yönetimi tarafından belirlenen maaş tavanı
dışına çıkarak oyuncu transfer edebilmeleri kuralı
ise lige Juan Pablo Angel ve Cuauhtemoc Blanco
gibi veteran yıldızların transferlerinin önünü açtı.
İlerleyen yıllarda bir başka Kanada takımı Vancouver
Whitecaps’ın lige katılımı ligin sınırlarını giderek
genişletirken, 2011 yılının Nisan ayında Meksika
ekibi Monterrey ile CONCACAF Şampiyonlar Ligi
finali oynayan Real Salt Lake ligin ve Amerikan
futbolunun gösterdiği gelişim açısından güzel
bir örnek teşkil ediyor. Seattle Sounders’ın 2013
yaz aylarında yaptığı Clint Dempsey ve Michael
Bradley gibi hala Avrupa’da piyasası olan oyuncu
transferleri de MLS’in geleceği hakkında bize
ipuçları veriyor. Son olarak bu sezon La Liga’da
Atletico Madrid forması ile şampiyonluk yaşan
David Villa’nın transferi tüm dünyada ses getirdi.
Ligin yeni ekiplerinden olan New York City takımının
Premier League’in son şampiyonu Manchester
City ile olan bağlantısı bu tarz transferlerin yakın
zamanda artabileceğinin de bir göstergesi. İlginç
noktalardan biri de, New York City’nin katılımı, New
York Red Bulls ile yapacakları maçların derbi niteliği
kazanması ve rekabetin de artması anlamına
geliyor.
ABD’de kadın futbolu
Amerikan sporlarının birçoğunun bir “Show
business” olduğu su götürmez bir gerçek. Maçları
izlemeye giden taraftarların birçoğu Avrupa ve
Türkiye’nin aksine bir aidiyet duygusundan daha
çok eğlenmeyi amaçlayan bir kitle. Rekabetin
daha çok kolej sporlarında olduğu ABD’de, coğrafi
yapının yaratılmak istenen rekabetçi ortama pek
de yardımcı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bu,
futbolun ABD’de gelişimi konusunda bir engel teşkil
etmiyor, özellikle de kadın futbolu konusunda.
Uzun yıllardır, erkek futboluna nazaran dünyada
hatırı sayılır bir şöhrete sahip olan kadın futbolu,
ABD’de oldukça popüler. İlk kez 1970’li yıllarda
FIFA’nın çabalarıyla kadın futbol maçları organize
edilen ABD’de, 2010 yılında kadın futbolcu sayısı
7 milyona ulaşmıştı. Dünya Kupalarında Almanya
ile birlikte her daim favori gösterilen Kuzey
Amerika ülkesi, 1991 ve 1999 yıllarında iki kez
Dünya Şampiyonu olarak rüştünü çoktan ispat
etti. 1996, 2004 ve 2008 Yaz Olimpiyatları’nda
ülkelerine altın madalya kazandıran Amerikalı
kadınlar, erkek meslektaşlarına göre çok daha
başarılı. Abby Wambach, Alex Morgan ve Hope Solo
gibi genç kadın futbolcular tarafından ilgiyle takip
edilen idollere sahip ABD Kadın Milli Futbol Takımı,
erkeklerden daha popüler bir konuma sahipler.
Hatta öyle ki, ABD ile Portekiz arasında oynanan
maçtan önceki izlenme rekoru 1999 yılında ABD ile
Çin Halk Cumhuriyeti arasında oynanan Kadınlar
Dünya Kupası final maçına aitti.
Futbol ciddi bir iştir
ABD’nin futbolda yaptığı atılım birçokları için
sürpriz olabilir ancak 4 milyonu lisanslı, toplamda
24 milyonu aşan futbolcu sayısı ile Almanya ile
yarışacak düzeye gelmeleri onları takip edenler
için hiç de sürpriz olmadı. Superdraft ve Salary Cap
mekanizmaları ile son derece sağlıklı ve rekabetçi bir
lig sistemini futbola başarıyla uyarlayan ABD, zaten
genlerine kodlanmış olan pazarlama yetenekleri
ile de bunu destekliyor. Örneğin MLS Jersey Week
adını verdikleri ve bütün takımların yeni sezon
formalarını tek bir tanıtım çatısı altında yapmaları
sayesinde reklam maliyetlerini düşürürken, ulaşılan
insan sayısını da arttırıyorlar. ABD’de bulunan birçok
üniversitenin basketbol ve Amerikan Futbolunda
yaptığı gibi açtığı futbol burs programları ile
daha kaliteli bir oyuncu havuzuna sahip olmayı
amaçlıyorlar. Asya’nın yükselen değeri Güney
Kore’nin kurduğu üniversite futbolu sisteminin ne
kadar başarılı olduğu ortadayken, bu hamlelerin
başarızlığa uğrayacağını düşünmek oldukça güç.
Kaldı ki ABD’nin “Arka bahçesi’’ olarak nitelendirilen
Latin Amerika coğrafyasındaki nispeten daha
küçük ülkelerden genç sporcuların bu bursları
değerlendirerek Amerikan futbol sistemi içine dahil
olmaları pek de uzak değil. Sonuç olarak futbol, Yeni
Kıta’da giderek daha çok insanın ilgisini çekecek
ciddi bir iş haline geliyor.
Emre Çelik
Dünya Kupası
HF134
KRAL ÖLDÜ
2008’den bu yana düzenlenen üç büyük turnuvayı da kazanmayı başaran İspanya,
Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda büyük bir hayal kırıklığına sebep olarak
grup aşamasında turnuvaya veda etti
Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası sürprizlere sahne olmaya devam ediyor. İtalya, İngiltere, Portekiz (!),
Bosna Hersek gibi takımlar şimdiden turnuvaya veda ederken bu sürprizlerden en büyüğü hiç şüphesiz son
şampiyon İspanya’nın 3 maçta sadece 3 puan alarak grup aşamasının ardından evine dönmesi oldu.
Aynı sistem ve oyuncularla Euro 2008’den bu yana “Bileği bükülmesi gereken takım” olarak öne çıkan
İspanya’da teknik patron Vicente del Bosque’nin bildiği ve güvendiği isimlerden vaz-geçmemesi, bu isimlerin
sezon boyunca 65-70 maç forma giymesine rağmen Dünya Kupası’nda da İspanya’yı sırtlamaya çalışması,
Brezilya’ya çağrılmayan isimler ve vasat savunma performansı gibi öne çıkan sebeplerden dolayı İspanya’nın
erken havlu attığını söylemek mümkün.
Bireylerin altında ezilmek
Luis Aragones ile başlayan ve bugüne kadar devam
eden süreçte İspanyolların çok ufak değişi-kliklerle
sürdürdüğü bu başarı periyodunda sergilenen
oyun tarzını ‘kontrolle’ ilişkilendirmek kesinlikle
yanlış olmayacaktır. Özellikle Xavi gibi bir maestro
sayesinde tempoyu ve bu sayede de oyunu kontrol
eden İspanya, topu ayağında tutup zaman zaman
sıkıcılığa varan bir sistemle de bugüne kadar
istediğini almayı başarmıştı. Fakat bu sistemin
sürdürülebilirliğini sağlayan isimlere bakıldığı zaman
Xavi, Xabi Alonso, Fernando Torres, Casillas gibi
isimlerin miatlarını doldur-duğunu ve uzun sezon
sonrası Brezilya’daki tempoyu kaldıramadığını
söylemek de mümkün.
İspanya için en önemli unsur olan tempoyu
doğrudan belirleyen Xavi ile başlamak gerekirse
Euro 2012 yarı finalinden bir gün sonraya gitmek
çok daha doğru olacaktır. Almanya galibiyetinin
ardından Vicente del Bosque ve yardımcısı Toni
Grande’yle özel bir görüşme yaparak İtalya maçının
ardından emekli olacağını ve ameliyat olması
gerektiğini açıklayan Xavi, o gün Vicente del
Bosque tarafından ikna edilmişti. Bunun en büyük
sebebi hiç şüphesiz o dönem Thiago Al-cantara’nın
henüz bugün ulaştığı seviyeye ulaşmaması, kısaca
Xavi’nin alternatifsizliği olarak gösterilebilir. Çalıştığı
tüm hocalar tarafından “Kontrol ve kusursuzluk
manyağı” olarak tarif edilen Xavi’nin ise Euro
2012’den bu yana geçen 2 sene boyunca “Bıçak
altına yatması gerekirken ameliyat olmamasından”
ve bu ağırlığa rağmen yaşının bir hayli artmasından
kaynaklanan sorun-larla boğuştuğu bilinen bir
gerçek. Hala mücadele ettiği her turnuvada başarılı
pas istatistiklerinde ilk 3’e oynamasına rağmen
paslarının niteliği değişen Xavi’nin eskisine göre
yaratıcılığını kaybettiği ve rakip kaleye daha uzak
oynadığını söyleyebiliriz. Dahası eskisine nazaran
fiziksel açıdan da çok daha kırılgan bir görüntüde.
Bütün bu faktörlere alternatifsizliği - Thiago’nun sakatlığı - de eklenince İspanya’yı etkileyen en büyük
faktörlerden biri oldu.
Turnuva öncesi oynanan hazırlık maçlarında
Vicente del Bosque orta sahada tempo belirleyici
ve oyun kurucu rolü için Santi Cazorla’yı denemiş
ve Arsenalli oyuncu da oldukça başarılı olmuştu.
Cazorla sezon boyunca sakatlıklarla boğuşsa da Del
Bosque’nin “Sezon içinde yıpranmamış oyuncu her
zaman turnuvalarda fayda sağlar” düsturundan ve
hazırlık maçlarında sergilediği etkili oyundan dolayı
zaman zaman Cazorla’nın denenmesi bekleniyordu.
Del Bosque’nin pragmatizmi ve zamanında Xavi’yi
ikna etmiş olmasından dolayı kendisini Xavi’yi
oynatma yönünde zorunlu hissetmesi bu hamleyi
tamamen ortadan kaldırdı. Hal böyle olunca da
İspanya özellikle Hollanda maçında tempoyu
kontrol etmesi ve artırması gereken anlarda
Xavi’den istediği verimi alamadı. Şili maçında
ise Xavi’nin oynatılmamasının yanı sıra tempo
ayarlama görevinin bu işin adamı olmayan David
Silva’ya verilmesi ise Del Bosque’nin bu konudaki
ikinci büyük hatası oldu.
Xavi konusunda yaşanan benzer bir sorunun Diego
Costa’da da yaşandığını söylemek mümkün. Vicente
del Bosque, Diego Costa’yı “Oynayabilecek durumda
olursan sen oynayacaksın” sözleri-yle ikna etmiş ve
başarılı santrforun Brezilya yerine İspanya formasını
tercih etmesini sağlamıştı. Fakat Costa’nın sezon
sonunda yaşadığı sakatlık, Real Madrid ile Barcelona
maçlarında sa-katlığından dolayı oynayamaması,
dahası iyileşmeden formaya saldırması da
İspanya’yı etkileyen ikinci bir unsur oldu. Costa’nın
baskıdan dolayı “Ne durumda olursa olsun oynama
isteği” bu noktada Vicente del Bosque’yi çaresiz
bıraktı. Halbuki İspanyollar iki sene önce benzer
bir prob-lem yaşamış; 6 ay topa dokunmadıktan
sonra Mayıs’ta antrenmanlara başlayan Villa, Del
Bosque tarafından kadroya çağrılmış fakat tecrübeli
santrfor “Fiziksel olarak hazır olmadığını” öne sürerek Del Bosque’ye kendisini kadroya almaması
gerektiğini belirtmişti. Bu noktada Diego Cos-ta’nın
baskıdan dolayı bu kararı alamayarak takıma zarar
verdiğini ve Del Bosque’nin de verdiği sözün altında
ezilip bile bile %100 hazır olmayan bir oyuncuyu
oynattığını söylemek gerçek. Da-hası Del Bosque
yine muhafazakarlığını konuşturup formsuz Torres’i
kadroya çağırıp son derece formda olan Negredo’yu
da dışarıda bırakınca kendi hamlelerini kısıtlayarak
büyük bir hataya imza attı.
İspanya, Xavi ve Diego Costa’da yaşadığı problemin
bir benzerini Real Madridli ikilide de yaşadı. Jose
Mourinho’nun İspanya’daki son sezonunda
Casillas’ı kesmesine rağmen Del Bosque o dö-nem
için Casillas’a güvenmeye devam etmişti. Bunun
altında yatan sebep ise hiç şüphesiz Casil-las’ın
çalışma azmi. Son 6 senede oynanan 3 büyük
uluslararası turnuvada İspanya’nın maçlarının
ardından kadronun tamamı gündüz izinli olurken
akşam da sadece o maçta forma giymeyen isim-ler
antrenmana katıldı. Bir istisna dışında: Iker Casillas!
Çalışma konusunda İspanya kadrosun-daki birçok
isimden ayrılan Casillas’ın bu alışkanlığı ise hiç
şüphesiz Del Bosque’yi aldattı.
Aslında bu noktada Valdes’in ve De Gea’nın da
sakalığına değinmek gerek. Del Bosque, 2013/14
sezonunun başından itibaren kale için Valdes’i
hazırlamaya başlamış ve milli maçlarda Barcelonalı
eldiveni kullanmaya başlamıştı. Lâkin Valdes’in milli
forma altında geçirdiği sakatlık Del Bos-que’yi bu
noktada hamle yapamaz hale getirdi. Turnuvanın
ilk maçında Casillas’a güvense de Şili maçı öncesi
İspanya basını Del Bosque’nin De Gea’yı tercih
edeceğini yazmaya başlamıştı ki bir anda De Gea’nın
sakatlığı patlak verdi. Böylelikle Del Bosque de
Reina’yı düşünmeyince kaleyi yine Casillas korudu
ve son 3 turnuvada sadece 6 gol yiyen Casillas iki
maçta kalesinde toplam 7 gol görmüş oldu.
Xabi Alonso konusunda ise öncelikle şunu söylemek
şart. Oyunun hücum yönünde saha görüşüyle,
paslarıyla, sakinliğiyle hâlâ eşi zor bulunur bir isim.
Fakat özellikle son 2-3 sezonda oyunun savunma
yönünde son derece ciddi bir düşüşte. Özellikle
İspanyol basını da iki sezondur bu konunun altını
çizmekte ve Mart aylarının son döneminden
itibaren Xabi’nin artık yoğun se-zon temposunu
kaldıramadığını yazmakta. Buna bir de Xabi’nin bu
sezon geçirdiği sakatlık ve fiziksel açıdan bir seviye
daha aşağı düşmesi de eklenince aslen bir savunma
takımı olan İspanya’nın son derece önemli bir yara
aldığını söylemek şart. Özellikle Atletico Madrid’de
inanılmaz bir sezon geçiren ve takım yapısı itibarı ile
de savunma yönüne son derece güçlü olan Koke ise
Del Bosque’nin muhafazakarlığının kurbanı olan bir
başka isimdi.
Savunma takımı!
İspanya için özellikle Del Bosque’nin 2008’de
gelişinin ardından yanlış bir algı olduğunu söylemek
şart. 2 turnuvada oynadığı toplam 13 maçta
sadece 3 gol yiyen İspanya’da Xavi, Del Bosque,
Xabi Alonso, Iniesta, Ramos, Pique, Capdevilla gibi
isimler defalarca “İspanya’nın aslında hücum takımı
olmadığını; aksine oyunu kontrol ederek istediğini
elde eden başarılı bir savunma takımı olduğunu”
belirtmişti. İspanya bu turnuvada ise topu
tutamayarak bu özelliğini baştan kaybetti. Bir de
üzerine savunma dörtlüsündeki hatalı seçimler ve
formsuzluk da eklenince İspanya en büyük kozunu
kaybetti.
Gerard Pique son 3 sezonda La Liga’da
sakatlıklardan ve formsuzluktan dolayı 30 maç
barajını aşamamasına rağmen Del Bosque’nin
birincil tercihi oldu. Formsuz ve potansiyelinin çok
altındaki Pique’nin yanında savunma - özellikle
hamle zamanlaması - açısından zayıf Ramos da
İspanya’yı aşağı çeken bir başka faktör oldu. Sol
bekte son derece formda sezonlar geçiren Cesar
Azpilicueta veya Alberto Moreno yerine ise yine
vasat bir sezon geçiren ve geçen sezon La Liga’da
sadece 15 maçta forma giyebilen Alba tercihi de
savunmayı olumsuz anlamda etkiledi. Dahası sağ
bekte de Del Bosque’nin muhafazakarlığından
dolayı güvenmediği Juanfran’ın yerine sol bekten
devşirme Azpilicueta da İspanya’yı etkiledi. Özellikle
Alba oyunun savunma yönünde fazlasıyla aksayıp
rakiplere boş alan bırakırken - özellikle Şili maçı
- Azpilicueta da tam anlamıyla arada kaldı. Ne
beklenen bindirmeleri yapıp oyunu genişleterek
hücuma katkı verebildi ne de savun-mada
kendisinden istenenleri yerine getirebildi - özellikle
Hollanda maçı.
Del Bosque devam edecek mi?
Dediğimiz gibi; Del Bosque’nin özellikle bu
isimlerden vazgeçememesi ise İspanya’ya en fazla
zarar veren faktör oldu. Açıkçası Del Bosque’nin
oyuncuların altında ezildiğini söylemek mümkün
ki İspanya’nın önünde bu açıdan son derece radikal
bir örnek de mevcuttu. 2006 Dü-nya Kupası’nda
oynanan İspanya-Tunus maçının ardından Raul’un
sergilediği gol sevincinin ardından - Salgado
ve Canizares gibi isimlerle sevincini paylaşıp
kadronun yeni isimlerine ve Ara-gones’in yüzüne
bile bakmamıştı -takımın taktiksel ve iç yapısını
değiştireceğini söyleyen Arago-nes tecrübeli
oyuncuyu hem oyun olarak takıma uymadığı hem
de liderlik olarak istediği profilde olmadığı için
kesmişti. Raul’un kesilmesinin ardından İspanya,
Euro 2008 elemelerine kötü bir başlangıç yapınca
da bütün oklar Aragones’in üzerine çevrilmiş,
hatta tecrübeli hoca RTE’deki “Tengo pregunta
para usted” (Size bir sorum var) programına deyim
yerindeyse sırf linç edilmek üzere çıkarılmıştı. Fakat
o dönem geri adım atmayan Aragones - ve doğal
olarak da İspanya - uz-un vadede kazanmıştı.
Aragones’in varisi Del Bosque ise kesinlikle aynı
kararlılığı gösteremedi. Fakat şunu da unutmamak
şart: Del Bosque kadroda revizyona gidip başarısız
olsaydı “Neden başarısı kanıtlanmış kadroyu bozdun”
eleştirilerine nasıl tepki verecekti?
Şimdi İspanya’nın en fazla merak ettiği konu şu:
İspanya geç kaldığı revizyonu Del Bosque ile mi Del
Bosque olmadan mı yapacak? Açıkçası Del Bosque’nin
kişiliği ve tercihleri değerlendirilince bu geçişin Del
Bosque ile biraz sancılı olabileceğini söylemekte beis
yok. Fakat Del Bosque’nin sözleşmesinin 2016’ya
kadar sürmesi, 1988’den bu yana İspanya Futbol
Federasyonu’nun başında bulunan ve istikrar
temasından yola çıkarak hocalarının tamamına her
zaman destek olan - en büyük örnekleri Aragones ve
Javier Clemente -Ángel María Villar’ın da Del Bosque’yi
gönder-meyeceğini tahmin etmek zor değil. Her ne
kadar federasyon kanadı “Del Bosque’nin arkasında
olduğunu belirtip yine de turnuva dönüşü Madrid’e bir
görüşme yapılacağını” belirtse de Del Bosque büyük
ihtimalle göreve devam edecektir. Takımdaki revizyon
ise Del Bosque’ye rağmen muhtemelen radikal bir
biçimde gelişecektir ki zaten gelişmezse İspanya’nın
zirveye uzun bir süre veda edebileceğini söylemek
yanlış olmaz.
Mustafa Demirtaş
Dünya Kupası
HF134
“ŞiMDi BiZ NE OYNADIK?”
İtalya, Prandelli döneminden bu yana cataneccio’yu terk etmiş ve bambaşka bir
sisteme dayalı takım yaratmıştı. Dünya Kupası’nda ise ne catenaccio’yu görebildik ne
de Prandelli’nin “başka” futbolunu…
Her ne kadar yüksek sesle söylenmese de her
Dünya Kupası’nın favorilerinden biri İtalya’dır. Çünkü
bu turnuvaları oynamayı çok iyi bilirler, fabrika
ayarlarında “Turnuva takımıdır” ibaresi saklıdır.
Ancak 2010’daki Dünya Kupası’nda olduğu gibi
yine gruptan çıkamadılar. Andrea Pirlo’ya buruk bir
veda yaşattılar. Ve en kötüsü de elenmeyi iliklerine
kadar hak ettiler…Godin’in kafa golü, İtalya’yı
resmi olarak oyundan saf dışı bırakmış olabilir.
Ama asıl olarak grubun ikinci maçı olan Kosta Rika
karşısında hüsrana davet vardı. Hayal kırıklıklarının
başını ise bu turnuvada şaşırtıcı şekilde tutucu
davranan Prandelli çekiyordu. İngiltere karşısındaki
bol orta sahalı oyun kabul edilebilirdi. Hoş, o
oyun formatı da kağıt üzerinde durduğu kadar iyi
işlememiş, İngiltere maçta daha etkin görünmüştü.
Marchisio’nun kilit kıran golü olmasaydı, işler ilk
maçtan ters gidebilirdi.
Çilingirin nerede Pradellli usta!
Prandelli’nin Kosta Rika karşısında aynı oyun
sistemiyle sahne alması cebine bir puanı
koymuyordu, onun anlamı sadece en fazla bir puanı
kabullenmekti. Ki o da bulunamadı… Elindeki delici
oyunculardan hiç faydalanmadan, genellikle orta
sahalarla 11’ini donatmış ve İtalya’yı sıradan, çözüm
üretemeyen bir takıma büründürmüştü. Sanki alet
edevat çantasını evinde unutmuş tamirci ustası
gibiydi… İnsan, “Nerede Euro 2012’nin ilk maçında
İspanya’ya karşı önde baskılı 3-5-2 oynatan ve sol
kanadında delici Giaccherini’ye güvenen Prandelli?”
diye sormadan edemiyor. En azından Kosta Rika
maçında Insigne, Cassano, Cerci gibi çözüm üreten
yaratıcı oyuncularını en baştan kullanıp, gruptan
çıkma şansını Uruguay maçına bırakmayabilirdi.
İtalya için ülke anayasasında bazı değişmez
maddeler vardır. Dili İtalyancadır, başkenti Roma,
resmi sistemi de 3-5-2… Prandelli, Urugay maçına
3-5-2’yle çıktı ama bu daha çok 5-3-2 gibiydi.
Kanatlardaki De Sciglio ve Darmian birer bek
oyuncusu olduğundan, topla çıkmada sorunlar
yaşandı. Yine çözüm üretme işi tamamen
merkeze düşmüştü. Bir bakıma, sadece Andrea
Pirlo’nun uzun toplarına, ilerideki ikili forvetin
hareketlenişine… Ancak artık günümüzde her
takım, böylesi basit hücum planını bertaraf
edebiliyor. Keza Immobile de aslında çok iyi bir
golcü olmasına rağmen, bu tip sıkışık oyunlarda pek
çare değildi. Bir tarafa Insigne ya da Cassano, diğer
tarafa Alessio Cerci’li bir düzen, İtalya’yı çok daha
efektif kılabilirdi. Marchisio’nun kırmızı kartından
sonra ise momentum direkt olarak Uruguay’a geçti.
Böyle puslu havaları çok seven Godin’in kafası ise
İtalya adına her şeyi bitirdi.
‘Altın kafa’ Godin, İtalya’nın Dünya Kupası
hayallerini grup aşamasında bitirdi.
maça çıkan Play Station oyuncusu” gibi tutucu,
çözümsüz bir adama dönüşmesinin başka bir
açıklaması olamaz.
Artık tekrar İtalya’yı baştan yaratacak ellere
ihtiyaç var. Böyle büyük turnuvalar sonrası “Peki
biz şimdi ne oynadık?” sorusunu sordurtmayacak
birilerine… Belki de artık sadece rol model olarak
Juventus’u da görmeyebilirler. Her dönemde çok iyi
beklere, yaratıcı kenar forvetlere sahip olabiliyorlar.
Santrforları da genellikle tek oynamaya alışkın.
O nedenle artık Napoli’nin modern 4-2-3-1’ine
benzeyen ya da Roma’nın sahte dokuzlu (o da 4-23-1 sistemiyle benzerlik taşıyor) 4-3-3’ü üzerine
yoğunlaşabilirler. Aksi halde orta sahadaki topa
sahip olmaya dayalı oyunu artık İspanya bile
yürütemezken, onun İtalya versiyonu fazlasıyla
demode kalacaktır.
Yeniden, beyaz sayfa…
Dünya Kupası 2010’da da tıpkı bu yaz olduğu gibi
“Ne oynadığını bilemeyen” bir İtalya izlemiştik.
Prandelli o takımı alıp, baştan yaratmıştı. Şimdi
ise aynı senaryonun başrolü oydu ve kaçınılmaz
istifayla final yaşandı. Sanki ona da Del Bosque’ye
olan şey oldu. Milli takım antrenörlüğü bir noktadan
sonra teknik adamları köreltiyor olsa gerek. Her
20 dakika için ayrı oyun formatı düşünebilen
Prandelli’nin, “Kendiliğinden gelen taktik ayarıyla
Turnuvada varlık gösteremeyen Gök Mavililerin artık
yeniden yapılanmaya ihtiyacı var.
Salih Demirci
Dünya Kupası HF134
YARIM
ASIRLIK YARA
Sürpriz olmadı, İngiltere bir başka büyük turnuvayı daha hayal kırıklığıyla tamamladı.
1966 Dünya Kupası’ndan bu yana hiçbir şey kazanamayan ülke, artık nakıslığına ikna
olmuş görünüyor
İngiltere bu kez kendinden çok şey beklemiyordu.
Birkaç boşboğaz hariç İngiltere’nin Dünya Kupası
kaldırma şansından bahseden yoktu, ama kamp
yapılacak tesisin güvenliğinden oyuncuların
diyetine kadar yine her şey konuşuldu. Her detay
önemliydi çünkü, vaktiyle idman sonrası bira içmeyi
yasaklayan Fabio Capello’nun dilinden anlamadığı
futbolcuların direncini ve motivasyonunu
yükseltecek bir şeyler lazımdı. Başarılı bir sezon
geçiren Liverpool için çalışan psikolog artık milli
takım için çalışıyordu, tıpkı Liverpool’un formda
oyuncuları gibi.
Liverpool gibi oynama iddiasındaki takım, sonuçta
kendisi gibi elendi. Liverpool’da harika bir sezon
geçiren Luis Suarez’in golleri ile turnuvanın dışında
kalırlarken son maçta peşlerinden Brezilya’ya gelen
vatandaşlarına teşekkür ettiler. İddiasız maçta
Kosta Rika’yı da yenemediler ve yarım asırlık yara
yeniden kanamaya başladı.
İngiltere Futbol Federasyonu, açık başarısızlığa
karşın menajer Roy Hodgson’ın arkasında
durarak takımın Euro 2016’ya da terübeli hocanın
önderliğinde hazırlanacağını duyurdu. Futbolcular
özür diledi ve bu kez pek tahmin edilmeyen
bir şey oldu. Sanki herkes bu başarısızlığı
bekliyormuşçasına itidalli sözler duyuldu, tabii
kendi takımının (2006 Dünya Kupası) başarıya en
yakın takım olduğuna inanan ve haksızlığa uğradığı
düşünen Sven-Goran Eriksson hariç. İsveçli teknik
adama göre Roy Hodgson eğer yabancı olsaydı,
şimdiye kovulmuştu.
Bir büyük tartışma
Bu sözler İngiltere’nin 15 yılına mal olan bir
tartışmanın özeti sayılabilir. Premier League’de
başarılı olan yabancı hocalar ile birlikte asır
başında milli takımın başına da İngiliz olmayan
biri getirilmişti. Büyük tartışmalar sonucunda
alınan bu karar, 2006 Dünya Kupası’nın ardından
dönemin çıkıştaki İngiliz menajerlerinden birinin
arkasına kamuoyu desteğini alarak işbaşına
gelmesiyle sonuçlanmıştı. Ancak Steve McClaren
ve takımı, Hırvatistan’ın gazabına uğrayarak Euro
2008’e gidemeyince uluslararası futbolda kendini
kanıtlamış ve tecrübeli birilerinin milli takımı
idare etmesi gerektiğini savunan kanat yeniden
ayaklandı.
Sonu Sven-Goran Eriksson’dan farklı olmayan,
kıdemli oyuncularla sorun yaşayan Fabio Capello
dönemi de bir başka başarısızlıkla bitti. Yabancı
ve kariyerli hoca isteyenler başarısızlıktaki esas
sebebin hoca seçimi olmadığına böylelikle ikna
oldular. Şimdi ise diğer kanat, artık ülkenin elinde
milli takıma layık hoca da kalmamışken Brezilya
2014’teki başarısızlığı kabul etmiş görünüyor. Bu
durumu medya üzerinden okumak mümkün.
Yine olmadı… İngiltere Roy Hodgson yönetiminde de
Dünya Kupası’ndaki makus talihini yenemedi.
olarak oyunculardan özür diliyordu. ‘Sizin değil,
sistemimizin başarısızlığı…’ anafikrini içeren yazılar,
Steven Gerrard ve Frank Lampard gibi oyunculara
veda ederken yeni bir şeylerin gerektiğine
okuyucuyu ikna etme amacı güdüyor gibiydi.
Nitekim İngiltere, aslında başarılı olmak için birçok
şeye sahip.
Lisanslı futbolcu sayısında yalnızca dünyada 6.
sırada ve FIFA’nın raporlarına göre tesis yönüyle
Amerika ve Almanya hariç her ülkenin önünde.
Refah düzeyi yüksek olduğu kadar göçmen nüfusu
yoğun şekilde barındıran, sanayi devriminin ve
futbolun doğduğu yer olmasıyla da ayrıca avantajlı
olan bir ülke. Ama sonuçlar başka bir şey gösteriyor,
İngiltere’nin makus talihini başarısızlık üzerine inşa
ediyor.
Noksanı kabullenmek
Böylesi bir anda, milli takım ağır bir başarısızlık
yaşamışken asla frene basmayan basında bu
kez çok sayıda farklı ses çıktı. İngiliz medyasında
yer alan çarpıcı yazılardan birkaçı, oyuncuların
başarısızlık için halktan özür dilemesine cevap
Liverpool gibi oynama iddiasındaki İngiltere’yi,
Liverpool’un yıldızı Luis Suarez böyle yıkıyordu.
Kader kader deyince
Oyunu oynama biçiminden futbolcu tiplerine dair
tutuculuğa, futbolcu yetiştirmeye dair metotlardan
beslenmeye kadar İngiltere’de her şey yavaş yavaş
değişiyor. Son 15 yılda yapılan tartışmaların ışığında
sorunun çok daha derinlerde olduğuna inananlar,
başarısızlık üzerine diğerlerini ikna etmişe benziyor.
İngiltere, yıllardır asla Dünya Kupası’nı kaldıracak
kalitede takımlara sahip olamadı ve Kıta Avrupası /
Brezilya’ya karşı koyacak oyunu ortaya koyamadı.
Daha önce rakiplerin fazladan bir orta saha
oyuncusu kullanmasına ve ikinci forvetlerinin
atıl kalmasına yenilen ülke, bu kez kontra atak
oynamak için geldi ama topu kazanacak adamı
getirmeyi unuttu. Orta sahada top çalan, iyi yer
tutan bir oyuncu olmadan oynayan İngiltere
takım içi dengesizliğin kurbanı oldu. Michael
Carrick ya da ona benzer tarzda bir oyuncu,
takımı çok daha diri tutabilir ve çok çabuk,
süratli oyunculardan oluşan ön tarafı daha
etkin kılabilirdi. Tabii tek başına bu yeter miydi,
bilinmez ama İngiltere’de tartışmanın bu kez
tercihlere saplanmayacağı kesin.
Sonuçta İngiltere yine kaybetti, zira zaman
içerisinde herkes aya giderken onlar yaya kaldı.
Üst düzeyde oynayan kaliteli İngiliz futbolcunun
azlığı, Premier League’in kendine has düzeni
üzerinde durulması gereken diğer konularak olarak
görünürken kısa vadede bir çözüm mümkün
görünmüyor. Derindeki sebeplere nüfuz edebilmek
için zamana ve birilerinin uğraşına ihtiyaç var.
Brezilya defteri İngilizler için ilk turda
kapandı. Bu, İngiltere’nin 1958’den bu yana
gruplarda veda ettiği ilk turnuva oldu.
Uğur Karakullukçu
Dünya Kupası
HF134
ESAS OĞLAN YARALANIRSA
Cristiano Ronaldo liderliğindeki Portekiz 2014 Dünya Kupası’na grup aşamasında
veda etti. İber ekibi son yılların en kötü turnuva performansını göstermiş oldu
Portekiz’in nerede eksik kaldığı sorusunu
yanıtlamak için öncelikle son zamanlarda neyi doğru
yaptığını bir hatırlamak gerekiyor. Carlos Queiroz
döneminde Cristiano Ronaldo gibi bir makineye 17
maç üst üste gol attıramayan bir milli takımken,
2014’e kadar yolunu sadece turnuvaları domine
eden İspanya’nın kesebildiği, belki de daha ilerilere
gitme şansını yitirip üzülen bir hale büründüren isim
Paulo Bento oldu. Bento’yu tanımlarken bir kelime
kullanmak istesek bu mutlaka ‘tutucu’ olmalı.
Portekiz adına doğru soruyu sorup, “Ronaldo’dan
nasıl maksimum verim alabiliriz?” diyen ve buna
doğru cevabı bulup diğer bütün taşlarını Ronaldo’ya
göre dizen Bento bu malzemeyle çok az oynama
yaptı. Uzun süre çok verimli olan bu formül bu kez
neden işlemedi? Bu sorunun yanıtı alternatifsizlikte
saklı…
Öncelikle herkesin malumu Cristiano Ronaldo’nun
iyi bir sezon geçirmesine karşın ciddi bir sakatlık
kriziyle adeta kupaya yetişmek için insanüstü bir
çaba sergilemesi yatıyor. Ronaldo özellikle milli
takımlarda her türlü fedakarlığı yapan, sakat
sakat girip golünü atıp, asistini yaptıktan sonra
ikinci yarı kenara gelecek kadar kendini Portekiz’e
adamış bir oyuncu. Elbette bağlılık düzeyi bu
derecedeki bir takım kaptanının Dünya Kupası’nda
oynamaması söz konusu değildi. Ronaldo oynadı
ama kapasitesinin altında, elinden geleni yapsa da
bundan memnun olmayan, yüzü fazlasıyla düşük
bir şekilde. Ronaldo’nun %100 olmadığı durumda
tamamen onun üstün performansına dayalı olarak
planlanmış, toplamda bakıldığında zaten bunun
dışında bir yola gitmesi mümkün görünmeyen
Portekiz de bocaladı.
Hücum tarafında beklenen aksaklıklardan ziyade
kupada Portekiz’i zor duruma düşüren savunması
oldu. Bento’nun en büyük başarısı Ronaldo’nun
hücum kapasitesine yaslandığı kadar iyi de takım
savunması yapabilen, birbirine alışmış, iyi bir
iskelet bulmasıydı. Pepe ile Bruno Alves gibi iki
sert ve tecrübeli stoperin yanına Coentrao gibi
en üst düzeyde dahi defansif becerileriyle fark
yaratabilen, hücumda da katkı sağlayabilen bir beke
sahipken, bu hattın önüne birbiriyle iyi anlaşan
bir üçlü orta saha kurdular. Bu defans bloğundan
topu en kısa sürede alıp ileriye aktarabilen kilit
oyuncu olan Veloso, enerjisiyle iki ceza sahası
arası gidip gelebilen ve her alana yardımcı olabilen
Fenerbahçeli Meireles ise bu takımın Ronaldo’dan
sonra en önemli oyuncusu olan, pas dağıtıcısı ve
maestrosu Moutinho.
Savunma iskeleti dağıldı
Bu saydığımız 6 oyuncudan ideal bir sezon geçiren
oyuncu sayısı az. Bruno Alves ile Pepe’yi biraz
ayırmakla birlikte Moutinho, Monaco’daki ilk
sezonunda henüz Porto seviyesine ulaşamamıştı.
Veloso 2012’den bu yana seviyesini koruyamadı ve
Dinamo Kiev günleri pek iyi geçmedi. Meireles’in
de Fenerbahçe’de rotasyona giren bir isim olduğu
malum. Bunun yanında Coentrao’nun ilk maçtan
turnuvayı kapatması, Pepe’nin ilk maçta atılıp
ikincisinde cezalı oluşu bu iskeleti tamamen boşa
çıkardı. Euro 2012’de yarı final görüp şampiyon
İspanya’ya penaltılarla elenen Portekiz’in takım
savunması ilk maçta Almanya’ya karşı un helvası
gibi dağıldı, 4 gol yiyerek belki de elenişin yolunu
yarıladı. Ayrıca ABD ve Gana maçlarında öne geçme
şansını yakalamalarına karşın iki maçta da bunu
koruyamayıp fırsatları teptiler. 1-0’ı koruyup ABD’yi
yenebilseler çok daha farklı bir durumda son maça
çıkacaklar, belki de turu geçeceklerdi. Gana’ya fark
atmaları gerekirken 1-0 önde oldukları bir maçta
golü yemeleri de en az Almanya yenilgisi kadar ağır
bir darbe oldu. Halbuki ikiyi bulup maçı koparmaları
gerekiyordu.
Sonuç
Bento’nun oluşturduğu iskelet bu turnuva
dışında işlevini gördü, kaptan Ronaldo bireysel
performanslarını milli takıma da tam verimle
yansıtıp takımı olabildiğince yukarı taşımayı
bilmişti. Şimdi bu iskelette aksayan parçaları
değiştirme, Ronaldo’nun Süpermen usulü yalnız bir
süper kahramandan ziyade Batman-Robin ilişkisini
kurabileceği takım arkadaşlarına daha fazla ihtiyaç
duyacak. Galatasaraylı Bruma’nın da bu adaylar
arasında olduğu, Andre Gomes, Cavailero, Mane
gibi oyuncuların şans bulabilmesi gerek. Yoksa belli
bir seviyeye ulaşabilecek ancak en ufak aksaklık,
sakatlık veya formsuzlukta ölümcül yara alabilecek
bu yapı derinleşmezse Portekiz olgunluk sürecinden
düşüşe geçecek bir Ronaldo’yla daha üzücü
sonuçlar da alabilir.
Cihat Akbel
Dünya Kupası
HF134
‘ÖLÜM GRUBU’NUN CELLADI
‘Ölüm Grubu’nun en zayıf halkası önce Uruguay’ı sonra da İtalya’yı yenerek kimsenin
beklemediği bir sürprize imza attı. Deyimi yerindeyse grubun celladı onlar oldu. Peki
bu başarının arkasında neler var?
Kuşkusuz Dünya Kupası öncesi en az şans verilen 2-3 takımdan biriydi Kosta Rika. İçine düştükleri grup
kendileri hesaba katılmaksızın ölüm grubu ilan edilmişti. Son dönemin en iyi takımlarından biri Uruguay, son
Dünya Kupası’nda hayal kırıklığı yaratan İtalya ve her kupada olduğu gibi bu kupada da artık başarılı olmak
isteyen İngiltere, Orta Amerika ekibinin rakipleriydi.
Gruptaki ilk maçta Uruguay’la karşılaştıklarında bahis siteleri Kosta Rika’nın galibiyetine 1’e 8 veriyordu.
İlk yarıda yer yer etkili de gözükseler tecrübeli Uruguay penaltıdan bulduğu golle devreyi önde kapattı.
İkinci yarıda ise bambaşka bir takım izledi futbolseverler. Maçı 3-1’le geçen Jorge Luis Pinto’nun ekibi ikinci
mücadelesinde de İtalya’yı etkisiz hâle getirerek ekol futbol takımlarını darmaduman etti. İngiltere maçından
alınan beraberlik ise 1. sırayı perçinledi.
Peki nasıl başardı bunu?
Taktik ve oyun sistemi olarak baktığımızda
karşımıza muazzam kompakt bir takım çıkıyor.
5-3-2 ile sahaya dizilirken rakip takıma ve hücumsavunma durumuna göre pozisyon alıyorlar.
Top rakipteyken kaptan Bryan Ruiz orta sahaya
dönerken en uçta Campbell kalıyor. Hücum sırası
Kosta Rika’dayken ise organizasyon Bryan Ruiz’de.
Kosta Rika’nın kilit oyuncusu durumunda olan Ruiz,
tecrübesiyle de takımına çok şey katıyor. Sol bek
Junior Diaz ve sağ bek Gamboa sistemin çok önemli
iki parçasını oluşturuyor. Takım sahada bu kadar
kalabalık ve boğucu gözüküyorsa bu oyuncuların
her iki tarafa da katkılarından kaynaklanıyor. Rakibi
bozmak ve dar alanda dinlenerek bölgesel pres
yapmak ana oyun felsefeleri. Bolanos’un kullandığı
duran toplara çok fazla önem veriyorlar. Borges
ve Tejada’nın orta sahadaki pres ve alan kapatma
görevlerini kusursuz yerine getirmeleri ortaya çıkan
sonuçta oldukça pay sahibi. Defans üçlüsü hava
toplarında turnuvanın üstünde bir performans
sergiliyor. Zira bu kadar iyi takımın olduğu grupta
1 gol yemek küçümsenecek bir durum değil. Kaleci
Keylor Navas defansla müthiş bir uyum içerisinde.
Turnuvanın da grup aşamasının en iyi kalecilerinden
bir tanesi durumunda. Kulübeden katkı yapan
Cubero, Brenes ve Urena da önemli diğer oyuncular.
Kosta Rika’nın eksileri?
Bu peri masalının içinde çok fazla dikkat çekmese
de Kosta Rika’nın aşikar bir hücum problemi var.
Bunda en önemli sebep takımın bir numaralı golcüsü
Saborio’nun turnuvadan evvel sakatlanmış olması.
Campbell’ın ve Ruiz’in şapkadan tavşan çıkarmaları
sürekli olacak şeyler değil. İsmen çok yüksek profilli
fakat performans olarak dibe vuran grubun diğer
takımlarının da Kosta Rika’nın başarısında payı
büyük. Orta Amerika ekibinin çok önde kurduğu
savunma da bazen başa bela olabiliyor. Arkaya atılan
topları İtalya maçında birçok kez izledik.
Jorge Luis Pinto’nın takıma katkısı?
Teknik direktör Jorge Pinto’nun ekibiyle uyumu
muazzam. Onları çok iyi hazırlamasının yanında
oyuna sonradan etkisi ve rakip analizi konusunda
ilk sınavını geçti. Turnuvadan önce söylediği “Ölüm
grubunda olduğumuzu söylüyorlar fakat bu bizim
için geçerli değil” demeci o zamanlar alaya alındıysa
da haklılığının ispatını emeğiyle söküp aldı. Çözüm
üretmekte oldukça iyi gözüküyor. Elemelerin
en gölcü oyuncusu Saborio’nun yokluğunda
takım içinde ürettiği yeni sistem organizasyonu
oyuncuların da özverisiyle iyi işliyor.
Rakip; Yunanistan
Eski günlerinden uzak görüntülerine rağmen
gruptan çıkmayı başardılar. Son 10 yıldır çok fazla
mucizeye imza atmaları ve artık bir ekol olmaları
Kosta Rika’ya kolay lokma olmayacaklarının kanıtı.
Erken bulunamayacak bir gol maçı arapsaçı hâline
getirebilir. Telafisi olmayacak bir maça çıkacak
olmaları Jorge Pinto’nun dersine çok iyi çalışmasını
gerektiriyor.
Kosta Rika’nın rakibi grubunu Kolombiya’nın
arkasında tamamlayan Yunanistan oldu. Her ne
kadar yeteri kadar iyi performans sergilemeseler de
kendilerinden daha tecrübeli bir takım Yunanistan.
Kosta Rika elense dahi turnuvada bıraktığı iz yıllarca
unutulmayacak. Büyük bir mucizenin baş aktörü
durumundalar. Rüya devam edecek mi bilinmez
ama çok iyi bir maçın bizi beklediğine eminim.

Benzer belgeler