Köprü Ekim 2015 - Robert College

Transkript

Köprü Ekim 2015 - Robert College
HABERLER
köprü
Ekim 2015
Bosphorus Chronicle’ın Ekidir.
DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
Nâzım Hikmet
1
2
HABERLER
Koç Araştırma Programı
Robert öğrencilerinin çoğu, yazlarının en azından bir kısmını
verimli geçirmeyi tercih eder. Staj ve THP yaparlar, yaz okullarına
giderler… Tüm bu fırsatları okulumuz yıl içinde bize duyurur ve birçok
seçenek arasından kendimize uygun olanını seçmek bize düşer. Geçen
sene bize bildirilen programlardan bir tanesi Koç Üniversitesi’nin Liseler
için Araştırma Programı’ydı. Bu programa katılanlar üniversitede
konaklama imkânı bulup bir ay boyunca kendi istedikleri bir bölümden
öğretim üyeleriyle çalışma fırsatı bulacaklardı. İlgimi çektiği için
başvurdum. Başvuru süreci CV, iki tane tavsiye mektubu, bir tane
motivasyon mektubu gibi şeyler istediği için çok meşakkatliydi ve final
dönemine denk geldiği için bizi bayağı zorladı. Ancak araya sömestr
tatilinin de girmesiyle süreyi uzattılar ve başvuruları gönderdik. Mart
ayında seçilip seçilmediğimizi öğrendik. Ben tıp fakültesinden bir
öğretim üyesi tercih etmiştim ve isteğim doğrultusunda bir öğretim
üyesinin kontenjanına yerleşmiştim.
Programa seçilenler arasında en şanslılardandım bence çünkü
bana düşen öğretim üyesi, Müjdat hoca, benimle çok ilgileniyordu. Daha
kabul alır almaz hnagi alandaki araştırmaları gözlemleyeceğimizi, nasıl
bir ortam olacağını bana gönderdiği ileti ile anlatmıştı. Üniversitedeki
laboratuvarlara ek olarak hastanede de çalışma imkânımın olacağını
söylemişti ve bence bu da büyük bir şanstı. Sonuçta hastane ortamını da
görecektim.
Müjdat hoca gastroenterologdu, dolayısıyla araştırmaları
sindirim sistemi hastalıklarına yönelikti. Özel ilgi alanı da karaciğer
hastalıklarıydı. Bir ayda bana bu konuda elinden geldiği kadar
bilgi aktarmak istiyordu. Mikroskop altında hastalıklı ve hastalıksız
karaciğerleri karşılaştırdık. Bunu yapmadan önce de doğal olarak bana
karaciğer hücrelerinin yapısını anlattı. Bunlara ek olarak karaciğer
hücrelerinin mikroskopta incelemek üzere nasıl hazırlandığını,
boyandığını gözlemledim. PCR, DNA izolasyonu ve Western blot gibi
tekniklerin de temellerini öğrendim ama tüm yazıyı bu detaylarla
boğmak istemiyorum.
Bütün bu laboratuvar çalışmalarına ek olarak normal hastane
Köprü
Ali Yağız
Ayla
hayatını da deneyimledim. Radyoloji bölümüne gittik, röntgenleri ve
tomografileri inceledik. Hastaların tahlillerine baktık. Diğer bölümdeki
bazı doktorlarla da beni tanıştırarak onlar hakkında da fikir sahibi
oldum.
Tabii ben tıp alanında olduğum için bu alan hakkında ağırlıklı
konuştum ama diğer bölümlerdeki öğretim üyeleriyle de araştırma
yapan birçok lise öğrencisi vardı. Bir ay boyunca güneş panelli bir
tekne tasarlamaya çalışan da oldu, ekonomik veriler kullanarak
katalog hazırlayan da. İşlerin yoğunluk derecesi bölümden bölüme
değişiyordu. Ben hem hastanedeki hem de üniversite kampüsündeki
laboratuvarlarında çalıştığımdan ve üniversite kampüsü ile hastane
arasında yaklaşık bir saat olduğu için hatırı sayılır bir zamanı yollarda
geçirdim diyebilirim. Ama kesinlikle buna değdi.
Başta öğretim üyesi bakımından çok şanslı olduğumu
söylemiştim. Evet, gerçekten şanslıydım çünkü program tarihlerinde
tatilde olan ve bir lise öğrencisinin kendisine geleceği aklından
çıkıvermiş öğretim üyeleri de yok değildi. Bu öğrenciler hocaların
doktora öğrencileriyle çalıştılar ve bu da çok kötü değildi. Zaten çoğu
lise öğrencisi hocalarından çok doktora öğrencileriyle vakit geçirdi. Ama
hiç de ilgilenmeyeceksen öğrenci almak niye istedin o zaman?
Programın boşluğundan da şikâyet edenler oldu. Sabah bir
iki saat çalışıp günün geri kalanı için profesörleri tarafından serbest
bırakılan bazı öğrenciler, ben daha fazla çalışmak istiyorum deyip başka
bir profesörle daha çalışmaya başladılar.
Geriye dönüp baktığımda ben kendi adıma iyi ki katılmışım bu
programa, diyorum. Ne okumak istediğimi kafamda netleştirmemde
çok yardımcı oldu ve bana yeri doldurulamaz şeyler kattı. Ama benim
dediğimin tam aksini de söyleyenler var tabii ki. Bu yüzden mutlaka
başvurun diyemiyorum ama başvurmayın da diyemiyorum. Karar sizin.
EKİM 2015
HABERLER
3
Amerika Gözlemlerim ve Düşüncelerim
Alp
Altunyurt
Robert Kolej’in öğrencilerine ve bu yayını okuyan okulumuzun
değerli çalışanlarına ABD hakkında bir yazı hazırlamanın zorluğundan
ötürü ne çeşit bir güçlük içinde olduğum muhtemelen hepinizin
takdirindedir. Başlıktan da anlayacağınız gibi gezi yazısı yazmak ve
izlenimleri paylaşmak sanıldığı gibi kolay olmamakla birlikte okulumuz
için yazılan bir yazı mevzubahis olduğunda daha da güçleşen bir
eylem ve bunu Amerika için yapmak bu güçlüğü kat ve kat arttırıyor.
Şüphesizdir ki hepimizin aklında gitsek de gitmesek de bir Amerika
profili vardır; bu profil ülkenin kendine has popüler kültürüyle veya
en basit olarak birlikte çalıştığımız Amerikalı hocalarımız ile de
şekillenebilir. Ben Rhode Island’ta 27 gün süren bir yaz okulu ve
Connecticut, Massachusetts’in belli başlı bölgeleri ve NYC’ye yapılan
günübirlik geziler ile aklımdaki profilin aslında ne kadar sığ olduğunu
gördüm. Buradaki sığlığın benim beklentilerimden ziyade ülkenin
limitleri her alanda ve anlamda zorlaması idi.
Bildiğiniz gibi Amerika, Türkiye’den kat ve kat büyük bir ülke
olup tamamen gezilmesi ve sindirilmesi neredeyse bir insan ömrü için
imkansız denilecek kadar zor olan bir yerdir; fakat Amerika denildiğinde
akıllara 50 eyaletten belli başlı birkaçı, hatta bunların da önemli
şehirleri gelir. Örneğin Türkiye’de Washington denildiğinde akıllara
bir eyalet olan Washington’dan ziyade D.C. ve portakal gelir. Benim ve
oda arkadaşım Axel için Amerika; East Coast (özellikle New England),
Midwest’in bazı bölgeleri--ki burada özellikle Chicago’dan bahsettiğini
umuyorum--ve California gibi belli başlı bölgelerle tanınıyor (fakat bu
listeye Texas’ı eklemeyi TI-84 pluslarımızdan ötürü bir borç bilirim.)
Keza, elektronik mühendisliği derslerimize giren profesörümüz bize
Amerika’nın kalbinin New England olduğunu söylemiş, bu tezini de
ekonomiyi ve eğitimi yöneten kurumlara ev sahipliği yapan bir bölge
olduğundan dem vurarak desteklemişti. Kısacası bulunduğumuz bölge,
Amerika’nın neden bugün dünyanın birçok yerinde kuvvetli ve bir o
kadar da ana karadan (Avrupa’dan) uzak bir imaja sahip olduğunun
ipuçlarını veren bir yer.
THY’nin TK0081 sefer numaralı IST-BOS uçağı Boston Logan
Havalimanı’na indiği an uçak içinde bir kıyamet koptu. Aynı anda içinde
bulunduğumuz bölümde yaşlı genç, çoluk çocuk demeden yüzlerce
kişi alkışlamaya başladı. O anda yanımda bulunan ve 11--rötar ile
12--saati yanyana geçirdiğim 30’lu yaşlardaki koltuk arkadaşımla
birbirimize--bu insanlar ne yapıyor? (veya İngilizce altyazı versiyonu
ile “kahretsin, burada neler oluyor dostum”)--bakışı attığımız andan
itibaren Amerika hikayesi benim için başlamıştı. Bu bakıştan sonra ben
hafif bir gülümseme ile pilotun bu iş için maaş aldığını ve bunun pilot
için bir sorumluluk olduğunu söylerken o da sözlerimi onaylamış ve bu
alkış kıyametin ne kadar gereksiz olduğundan yakınmıştı. Buna başarıyı
kutlamak diyebilirsiniz hatta Amerikalıların bu konuda ne kadar nazik
davrandığını da düşünüp bu yazıyı yavaşça yere bırakabilir veya diğer
arkadaşlarımın yazılarına devam edebilirsiniz, ama unuttuğunuz bir şey
EKİM 2015
var ki o da Amerika’yı etkisi altına almış ve başta New England olmak
üzere Amerika’yı bugünün Amerika’sı yapmış Protestan ahlakıdır. Bu
ahlak Amerika’daki eğitimli ve belli bir kariyere sahip olanları etkisi
altına almış ve nedense aileden gen vasıtasıyla aktarıldığına inandığım
bir çalışma etiğidir, yani NYC’de sosisli satan Fas göçmeni bir ağabeyde
bu etiği göreceğinizi zannetmiyorum. Seküler bir devlet olduğumuzdan
ötürü bu yazıda Protestan ahlakını ülkemizin ahlakı ile karşılaştırma
gibi bir yanlış yapmayacak ve konunun derinlemesine inmeyeceğim;
fakat Almanya’yı iki dünya savaşından çıkarmış ve İngiltere’yi de belli
bir düzeye getirmiş bu ahlakı daha da anlamak, hatta benim gibi hayat
felsefeniz yapmak istiyorsanız size önereceğim tek kitap var:Max
Weber’den Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (Die Protestantische
Ethik und Der Geist Des Kapitalismus). Eğer bu ahlakı size özetlememi
isterseniz bir deyimden hareketle şöyle diyebilirim ki protestan ahlak ne
kadar ekmek ne kadar köfte sözündeki köfteci amcamın ekmeklerinizi
köfteyle doldurduktan sonra “Next, please./Sonraki lütfen.” demesidir.
Bununla birlikte New England’ın Germanik(Cermen, Germanics)
ve Anglosakson --yine Germenik bir halktır-- kökenli olduğunu da
belirtmek isterim. Bu halkı da ırkçılık yapmadan size özetleyecek
olursam, beni havalimanında karşılayan üniversite çalışanına göre
diğer Amerikalılardan (bana göre özellikle Midwest insanından) daha
soğuk (ilişki kurması biraz zaman alan ve her daim belli bir samimiyet
derecesinden ileri gitmeyen) ve değerlerinden taviz vermeyen bir grup.
Hatta bu konuda kendisi tarafından hemen arkadaşlık kuramayabilme
olasılığımı gözardı etmeme konusunda uyarıldım, fakat Robert Kolej’de
üç sene geçirme ve birçok farklı bölgeden öğretmenle tanışma şansına
eriştiğim için bunun faydasını arkadaş edinirken de gördüm. Gittiğim
program iki gruba ayrılmıştı: bir grup daha yoğun bir mühendislik
dersi görürken, diğer grupta bulunduğumuz bölgenin liselerinden
mühendisliğe ilgi duyan fakat üniversite için maddi yetersizlikleri olan
ve çoğunlukla Pakistan ve Hindistan kökenli öğrenciler bulunmaktaydı.
Böyle bir ortamın kendine göre zorlukları olsa da bunları atlatmanın her
zaman bir yolunu bulduk. Program haftada beş gün son hız ilerlerken
bize kalan cumartesi ve pazarlarımızda Rhode Island, Massachusetts,
Connecticut ve NYC olmak üzere bir çok yeri görme fırsatımız oldu. Bu
gezilerin ilki Harvard ve MIT Museum’a yapıldı, görülenler Amerika’nın
geçmişi ve geleceği hakkında bir çok kanıya varmama imkan verdi.
İlk noktamız olan Harvard’a gittiğimizde Amerika yerine
Asya’nın kalabalık bir şehrinde olduğumuzu düşünmüştüm. Metrekare
başına düşen iki Asyalı ve bir Hintli’nin arasında kendimi Asya-Amerika
ve Türkiye’yi sorgularken buldum. Ben bu satırları yazarken yedi saat
gerimizde Facebook’un kurucusu ve iyi bir yazılımcı olan ve Harvard’tan
atılmış Mark Zuckerberg ile Hindistan başbakanı Narendra Modi’nin
yaklaşık bir haftadır görüştüğünü ve program boyunca Hindistan
halkı için programlamanın öneminin vurgulandığını biliyorum. Keza
Amerika-Asya ve Hindistan’da yazılımcılığın ve bilişim sektörünün ne
Köprü
4
HABERLER
konumda olduğu malum. Pozitif bilimlerin maddi yönden en kolay
ve en fazla kazandıran bu dalında Türkiye gibi seksen milyonluk ve
nüfusa göre iyi denebilecek kadar zeki bir gençliğin bulunduğu bir
devletin kendi okullarında kodlama ve buna benzer bilgisayar üzerine
derslerinin bulunmaması düşündürücü. En azından bu alanların bir
şekilde desteklenmeye başlaması ülkemiz adına uzun dönemde gurur
verici bir sonuç doğurabilir. Bu düşünceler arasında 18 yaşında olan
ve üniversite için yeterli başarıyı sağlayamadığını öğrendiğim ve
muhtemelen bu aralar hayatına yön vermeye uğraşan bir arkadaşımla
bir delilik yapıyoruz ve Harvard kampüsündeki dersliklere dalıveriyoruz.
Ara sıra gözüken ve muhtemelen üniversitede eğitim gören veya
eğitim veren insanların arasında tanınmamak adına ona ödevleri yapıp
yapmadığını, quizinin nasıl geçtiğini soruyorum. Gülüyoruz ve binadan
hızla uzaklaşıyoruz. Buradaki düzene hayran kalarak MIT Museum’a
gidiyoruz. Geldiğimde şaşırıyorum çünkü beklediğimden yüksek
bir katılımcı kitlesi var, fakat bu kalabalıkta herkes bir uyum içinde
MIT’nin ürettiği birkaç icadı ve simülasyonu bir ahenk içinde inceliyor.
Bu arada Kismet’i görüyoruz. MIT’nin ürettiği ve konuşurken yüz
mimiklerini kullanan Kismet, ismini anladığınız üzere Türkçe’den alıyor.
Kısmet kelimesinin (ya da İngilizce fate) yabancılara ne kadar ilginç
geldiğini biliyoruz. Panoda Kismet’in Türkçe’den geldiğini okuyorum ve
bilimin farklı kıtalardan insanları nasıl birleştirdiğini ve hiçbir ırka ait
olmadığını görüyorum. Giderayak MIT’nin her şeyi bilen bilgisayar olarak
tanımladığı START projesine Amerika’nın 34. başkanını sorduğumda
kendisinden “Kimse bana A.B.D.’nin 34. başkanının kim olduğunu
söylemedi.” yanıtını alıyor ve bu yapay dehaya Dwight Eisenhower’ın
kemiklerini sızlatıyorum.
Buradan sonraki durağımız bir baseball maçı, fakat sonrasında
bir havai fişek gösterisiydi çünkü tarih 3 Temmuz’u gösteriyordu.
Bilindiği gibi 4 Temmuz Amerika’nın bağımsızlık günü. Kendi kendime
peki neden 4 Temmuz yerine 3 Temmuz’da kutluyorlar diye soruyorum,
fakat sonraki gün televizyonlarda ve sokaklarda kutlamaların
yansımalarını görüyorum. Birçok evin önünde Amerikan bayrağı asılı
fakat okullarda her zamanki protokol görüntüleri yok, aynı şiir ellinci
kere okunmuyor. İnsanlar normal hayatlarına devam ediyor, fakat
mağazalarda 4 Temmuz %50 indirimleri ve buna benzer birçok indirim
afişi görüyorum. Türkiye’de bu olmadığı için, hiç değilse mağazalarımız
buna tenezzül etmediği için seviniyorum, fakat belki de Türkiye’de
de Amerika’da olduğu gibi bir ülke bilinci yaratmak, hiç değilse 29
Ekim’in geldiğini anlatmak için böyle indirimler olduğunu ve insanların
29 Ekim’e indirim sevinciyle girme olasılığını hayal ediyorum ve
Köprü
bunun olacağından da adım gibi emin olarak içimi bir utanç kaplıyor.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndan neredeyse iki kat daha fazla asker
kaybettiğimiz ve tek bir ülke yerine hem içeriye hem de dışarıya karşı
verilen bir savaşın hatırlanmasında belki de en iyi yöntemin hiç değilse
aynı şiirlerin tekrar okunması, aynı nutukların yirminci defa atılmasının
daha iyi bir yol olduğunu düşünüyor, kendimi bununla avutuyorum.
4 Temmuz’da hedefimiz Newport, RI. Burası Amerika’da
en beğendim, sakin ve sessiz bir okyanus kıyısı şehri. İstanbul’da
Ataşehir’e benzer yapıların olduğu bir koyu olsa da ben buraları doğup
büyüdüğüm İstinye koyuna benzetiyor, sanki evime gelmiş gibi sahil
boyu turluyorum. Ne zaman bir şehirde deniz görsem aklıma İstanbul
ve yaşadığım diğer sahil şehirleri geliyor. Hayatımın tümünü denizi
görerek geçiren ben ve benim gibi insanlar için suyu görmek eve
kavuşmaktan farksız geliyor çünkü su her yerde mavi, her yerde duru;
fakat boğazın artık kaybolan fakat çocukluğumda duyduğum o tuzlu
kokusunu okyanusta aramak sonuç vermiyor, ben de kendimi bu şirin
ve tarihi yerin sokaklarında gezerken buluyorum. Öğrendiğime göre
bölge plajları ve dükkanları nedeniyle genellikle hafta sonları insan
akınına uğruyormuş, Yine onlardan kaçarak biraz olsun mistik alanlara
yöneliyor, diğer kültürleri tanımak için gördüğüm bembeyaz bir kiliseye
gidiyorum. Görünüşü her ne kadar yeni olsa da bronz renkli levhalar
yapının tarihi bir eser olduğunu anlatıyor. Sonradan öğreniyorum ki
kilise restorasyona uğramış. Hayatında dini bir amaca para yatırmamış
olan ben, kiliseye 5 dolar bağışlıyorum--ki bu sembolik bir meblağ
eğer iyi kalpli bir insansanız 100 dolarlık banknotunuzu da kabul etme
inceliğine sahipler--ve Zack Galifianakis’in (Hangover serisinin Alan’ı)
ikizi olduğunu düşündüğüm bir adamdan on dakikalık ve tek kişilik-gerçi kilisede tek kişi de benim--bir tur satın alıyorum. Her öğrendiğim
bilgi beni biraz daha düşünmeye ve sormaya itiyor. On dakika daha
da uzuyor ve kilisenin neredeyse New England için tarihi bir nitelik
taşıdığını düşünüyorum. George Washington’dan Queen Mary’e, Başkan
Bush’tan diğer birçok tanınan Amerikalının ve İngilizin bu 1700 yılı
yapımı Trinity Kilisesi’nde bulunduklarını veya cemaatine üye olduğunu
öğreniyorum. Washington’ün İç Savaş’ta bölge halkından destek almak
için burada halka hitap ettiğini, Berkeley College’ın kurucu ailesinin
kilisenin orgunu bağışladığını öğreniyorum ve dini bir kuruma verdiğim
paranın ilk ve muhtemelen son kez bana bir hayrının dokunmasının
sevinciyle çıkıyor ve diğer yapıları geziyorum.
4 Temmuz’un gerek ulusal gerek ekonomik coşkusu her yerde
yaşanıyor. Yemek yemek için bir yer arıyorum ama bulabildiğim tek şey
pizza ve ben buraya geldiğimden beri pizzadan bıkmış durumdayım. En
sonunda Lübnan yemeklerinin pişirildiğini düşündüğüm bir lokantada
chicken wrap denen ve bizim tavuk dürümümüzün yanından bile
geçemeyecek kalitesiz silindiri yiyor, içindekinin tavuk olduğunu
ümit ediyorum. Neyse ki sonraki günlerde zehirlenmiyorum. En son
durağımı sinagog olarak belirliyorum. Günlerden cumartesi olmasına
rağmen sinagog kapalı. Türkiye’de bir sinagoga girmenin zor olduğunu
bildiğimden Amerika’da Türkiye’den ve Ortadoğu’daki diğer devletlerden
gelenlerin bir sinagoga girmesinin zor olduğunu düşünüyor ve onların
da camilere alınmadığını ve Amerika’daki müslümanlarla çok iyi ilişkiler
kuramadıklarını bildiğimden hak vererek köşedeki broşürlerden
birini alıyorum. İlk gördüğüm şey ise sinagogun isminden bile büyük
puntolarla yazılmış “George Washington Sat Here” (George Washington
buraya oturdu) cümlesi oluyor. Bir 5 dolarımı daha kaptırmadığımdan
dolayı mutlu bir şekilde ayrılıyor ve grubumla buluşuyorum.
Sonraki hedefimiz Boston. Şehir hakkında söyleyeceğim tek
EKİM 2015
HABERLER
şey en az NYC kadar kalabalık olduğu. Burada da gezip görebileceğiniz
birçok yer var, fakat bana sorarsanız kısa ve öz bir biçimde şehri tanımak
istiyor ve Amerikan tarihi hakkında fikir sahibi olmak istiyorsanız
ücretsiz olan Freedom Trail’i deneyin. Yaklaşık 15 noktayı inceleyecek
ve yüzeysel bir bilgi sahibi olacaksınız, fakat eğer hem eğleneyim
5
Theft Auto serisinin en iyilerinden GTA 4’te kilisedeki evlilik töreni
sonrasında kilisenin önünde silahlı saldırıya uğrayan acı kaybımız
Roman Bellic için Saint Patrick Katedral’inde dua edebilirsiniz. Espri
bir yana, şehirde birçok gotik stilde inşa edilmiş yapı göreceksiniz ve
bunlara baktığınız zaman neredeyse Istanbul kadar tarihi bir şehir
olduğunu düşünebilirsiniz çünkü Istanbul’un Ayasofya’sından ve Yeraltı
Sarnıcı’ndan başka hiçbir Osmanlı öncesi tarihi eserini koruyamadık,
korusak dahi tanıtamadık. Bugün şehrimizde Mimar Sinan’ın ruhen
ölümü gerçekleşen (altına marketler, dükkanlar vb. şeyler açılıp harabe
şeklinde bırakılan) nice camiler ve eserler var. Gökdelenlerin arasında
bu eserlerin muazzam bir şekilde aslına uygun korunması ve hatta
şehir planının bu eserlerin düzenini bozmadan kurulmuş olması şehrin
belediyeciliğinin ve düzeni sağlayan diğer birimlerin yüzyıllar boyu
süregelen bir başarısıdır, fakat buranın da kendine has bir tek düzeliği
bulunmaktadır. İnsanların koşuşturduğu ve zamanın para olduğu bu
şehirde kazanılan para da bu şehirde kalıyor. Times Square vb. ünlü
caddelerdeki göz alıcı mağazalar neredeyse Amerika’lılardan daha fazla
turistlerin ilgisini çekiyor.
NYC’ye gittiğimiz gün tesadüfen Başkan Obama’nın konvoyu
da Times Meydanı’ndan geçti. Aslında geçti demek pek de doğru
olmaz. Geçmesi gereken süreden en az bir saat kadar önce hazırlık
yapılan ve geçmesi de belirlenen süreden yarım saat geç gelen başkan
hem de arada da bu trail’i yakalayayım gibi bir düşünceniz varsa--ki
için meydandaki turistler ve vatandaşların yarım saat önceden polis
15 yerin içindeki gereksiz yerlerden ve detaylardan boğulmak ve zorla
barikatları önünde dizilip telefonlarını çıkarması politik figürlerin
yürütülmek istemiyorsanız çok güzel bir fikir-- bu yolculuğun rotası
Amerika’da gereksizce abartıldığının da bir göstergesi, fakat bir insanın
zaten yolların üzerinde belirli. İstediğiniz zaman istediğiniz yerde gruba hayatında kaç kere Amerikan başkanının konvoyunu görebileceği de
dahil olabilirsiniz. Rehberlerin İç Savaş’a ait kostümlerle katıldığı bu
bir tartışma konusu. Zamanım bol olduğundan ve mağazalara girip
gezilerin sonunda katıldığım rehberin 40 çocuğuna(!) yardım etmek
çıkmak yerine bu gülünç kalabalığı izlemeyi daha keyifli bulduğumdan
isterseniz küçük bir bahşiş bırakabilir veya olabildiğince hızla gözden
aralarına katılıyorum. Aklımdan ortamın hırsızlığa ne kadar müsait
kaybolup rotanın bitişindeki Quincy Market’a girebilirsiniz, fakat bu
bir alan olduğu düşüncesi geçse de buranın İstiklal Caddesi olmadığını
kaçışın bir bedeli olduğunu unutmayın: Temmuz sıcağında Boston
hatırlıyor ve biraz olsun rahatlıyorum. Başkan beklenirken köşebaşında
gibi kalabalık bir şehirde küçücük bir koridorun üzerinde her türlü
şapka, biblo ve birçok küçük eşya satan insanlar da başkanın gelişinden
kültürden yemek yapılan--hatta o sıcakta balık bile pişirilen--bir mekana memnun görünüyor. En nihayetinde başkanın geleceği anlaşılıyor
girildiğinde biz Türkler için oradan çıkmak en azından bir işkenceye
ve tüm meydan bir anda çığlıklara boğuluyor. Bu anda gerçekten
dönebiliyor. Güzelim İstanbul’umuzun Mısır ve Kapalı Çarşı’larındaki
ne yapacağımı bilmeden başkanın konvoyundan ziyade kameramı
baharat, lokum, kahve gibi kokuların yerini burada kalabalık ve balık
bağıran kalabalığa doğrultuyorum. Bildiğiniz gibi terör sebebiyle
kokuları alıyor. Kısacası böyle turistik yerlerde girdiğiniz mekanlara hızlı başkanın iki Cadillac One limuzini var, birinin içinde kendisi diğerinde de
bir dalış yapmamanızı öneririm.
dublörü bulunuyor. Insanlar başkanın hangisinin içinde bulunduğunu
tartışırken--ki duyduğuma göre ikincisinde karar kılıyorlar--ben hala
Burada yine bir ara verip kendi maceralarımdan devam etmek
konvoyu izliyor, bu kadar aracın ne işe yaradığını anlamaya çalışıyorum.
istiyorum. Beni bilenlerin anlayacağı gibi kalabalıktan az da olsa
Bir başkanın kendi ülkesinde bu kadar korunaklı gezmesi (daha doğrusu
korkan ve bunalan bir yapım var. Bunu da küçüklüğümdeki AVM fobime
hapsedilmesi) bana başkanların ne kadar halktan uzaklaştırıldığını veya
bağlıyorum. Böyle bir ortamda ve yabancı bir ülkede grubunuzdan uzak halktan korktuklarını gösteriyor. Peki örneğin Hollanda başbakanı işine
kaldığınızda ve nerede oldukları hakkında bir fikriniz yoksa, cep telefonu bisikletle giderken, Amerika’da, Rusya’da ve tüm Ortadoğu’da başkanlar
kullanmayı pek beceremezseniz, telefonunuz yurtdışında gereksiz
ve hükumet görevlileri koruma ordusuyla gezmek zorunda kalıyor?
sorunlar yaşarsa tek kurtuluş şansınız ihtiyaç duyduğunuz kudretin
Hollanda’da da bilindiği gibi birçok tepkili muhalif parti var, fakat bizim
damarlarınızdaki asil İstanbul kanında olduğunu hatırlamanız ve bir
liderlerimiz--burada cumhuriyet ve Osmanlı tarihindeki birçok siyasi ve
köşede sihirli cümleyi söylemeniz yeterli: “Ey Boston, sen mi büyüksün,
devlet mensubunu kast ediyorum--onlarca görevliyle gezmek zorunda
ben mi?” Tabii bunu söyledikten sonra çevrenizdekilerin bakışları
kalıyor? Yakın tarihimize bakarsak sorumlulukları karşıtları kadar
arasında bu iş kolayca çözülmüyor, en azından benim için öyle olmadı.
fazla olan birkaç liderin bundan kaçındığını, hatta bazılarına suikast
Bu gibi durumlarda visitor center (ziyaretçi merkezi veya danışma)
girişimi olmasına rağmen bunları önemsemeden rahat davrandığını
gerekli yardımı yapacak ve sizi grubunuzla kavuşturacaktır--tabii burayı ve makamlarını koruduklarını görüyoruz. İşte bu saçma düşünceler
bulmak için bölgenin yeni haritasına sahip olmanız veya benim gibi eski içinde kıvrılır dururken konvoyun geçişi bitiyor, ben de her turist gibi
bir haritadan muzdarip olmamak adına bölgedeki aklıselim bir kişiye
telefonumu çıkarıp birkaç fotoğraf çekmeye başlıyorum.
danışmanız yeterli olacaktır.
Times Meydanı’nda iki metrekare başına en az üç selfie çeken turist
düştüğünü de kendi gözlemlerimden çıkardığım bir bilimsel veri olarak
Size son olarak anlatmak istediğim yer, belki de birçoğunuzun
belirtmek isterim.
gidip gördüğü en azından bilgisi olduğu NYC. Bunun için burayı
anlatmak yerine önemli bulduğum yerleri yazacağım. İlk olarak Grand
NYC’nin dönüşünde saat yaklaşık akşam biri buluyor,
EKİM 2015
Köprü
HABERLER
6
otobüsümüz kısa bir mola vermek için bir tesiste duruyor ve ben
susuzluktan kıvranarak içeri giriyorum. Saat bir olmasına rağmen
son derece enerjik bir kadından bir şişe su istiyor, muhtemelen $1.75
ödüyorum--buradaki su fiyatlarının değişkenliği de ayrı bir konu.
Suyu kana kana içtikten sonra sağıma dönüyorum ve okulumuzda
kullandığımız ve Amerika’da her noktada karşıma çıkan su sebillerini
görüyorum. Yıllarca kapitalist olarak suçladığımız Amerikalıların
ülkemizdeki en yaygın din olan İslam’da ve diğer birçok semavi dinde
kutsal kabul edilen suyu hiçbir beklenti içinde olmadan sunması
gerçekten takdirimi kazanıyor. Her depremde şişesi 100 liraya çıkan bir
şişe suyu şark kurnazlığı ve açgözlülük yapmadan paylaştığımız zaman
belki bizim de bir yerlere gelebileceğimizi umuyorum.
Sözün kısası koskoca bir ayı bitirirken aklımda insanın
isterse kıtalar değiştirsin aslında hala basit bir insan olduğu, onu
değiştirenin zihniyet olduğu sonucuna vardım. Belki de dört dinin
birlikte yaşandığı, 5 dilin konuşulduğu, 13 yaşından 18 yaşına kadar
yaklaşık 20 öğrencinin yaşadığı bir evde bizi ayıracak binlerce neden varken insanın eğitim ve birlikte yaşayabilme ihtiyaçları için nasıl birbirlerinin
ortak noktalarını bularak kaynaştığını ve küçük bir karışık topluluğun nasıl bütünleştiğini gördüm. Yazımı burada bitirirken umarım kafanızı
şişirmemişimdir. Benim amacım Amerika’yı herkesin bildiği profilinden uzak ve daha farklı bir perspektiften bakmak, bana farklı gelen yönlerini
anlatmaktı. Nerede ne yenir, nereler gezilir gibi sorularınızı cevaplayamadıysam şimdiden beni bağışlayın, fakat bir gezi yazısının da bu sığ
konulardan ötede yazılması gerektiğini düşünüyorum. Umarım beğenmişsinizdir. Sonraki sayıya dek hoşçakalın.
Fazıl Say Konseri
Sevmeyeni vardı pekala onun da herkes gibi.. Eleştireni de
görüşlerini. Ama ne olursa olsun temiz kalpli bir adamdı Fazıl Say.
Çalmaya başladığı anda anlıyordunuz. Kalbi temiz olmayan insan bu
kadar iyi müzik yapamazdı çünkü. Nereden mi anlıyordum kalbini
döktüğünü müziğine? Çünkü sanki biz yokmuşuz gibiydi, sanki sadece
piyanosu ve o varmış gibi... Fazıl Say bütün bir konser boyunca görmedi
kimseyi. Umurunda değildi hiçbir izleyici. Ama ilk defa bu kadar
keyif aldım görmezden gelinmekten. Ondandır ki parça bitip de Say
piyanoyu işaret edip birkaç dakika bakınca hayat verdiği enstrümana,
sessizliği garipsemedim. Parça sadece çalınıp bitirilmiyordu onun
için. Yaşaması lazımdı, yaşatması. Hissetmesi ve hissettirmesi. Tuşlar
sanki parmaklarının eklentisi gibi doğaldı. Acı çekiyordu bazen, bazen
coşuyordu; sanki biz duymadan konuşuyordu gizli gizli piyanosuyla.
Gezi Parkı adlı eserinde hissettim en içten şekilde acıyı. Sözü yoktu
eserin. İyi ki de yoktu. Söz somutlaştırıyor hislerimizi, basitleştiriyor, ne
yazık ki kirletiyor bazen de; bunu da en iyi o piyanist biliyordu. O kadar
derindi ki tiz seslerin kalın seslerle etkileşimi; sanki Berkin sahnenin bir
ucundan izliyordu da fısıldıyordu notalara haykırmalarını. Say notaya
her basışında esir alınmış bir toplumun bastırılan çığlıkları gün yüzüne
çıkıyordu. Daha sonra sesler bir bir yok oldu. Susturulan halk unuttu
çünkü yaşananları. İçi kan ağlasa da işine gitti yine babalar, anneler
yemek yaptı yine ve çocuklar
oyuna devam ettiler kaldıkları
yerden. Olan gençlere olmuştu.
Nice fidanlar gitmişti. Kayıp hissini
iliklerinize kadar hissediyordunuz.
Ayliz Onur
yorumlanabilirdi. Keşke ben Fazıl Say olsaydım dedim yüzlerce kez o
umarsızca çalarken, hiç kıskanmamıştım hayatımda bu kadar kimseyi.
Blues’un hüznü vardı ama jazz’ın kıvrak neşesi de. Bir anda o kadar
hareketlendi ki ne olduğunu anlayamadan yön değiştiriyordu elleri. O
an hafifçe salona baktım. En az benim kadar etkilenmişti herkes. Belki
birey olarak inanılmaz farkı olan dört yüz insanın ortak olduğu tek
nokta hepimizin Fazıl Say’ın bir müzik dahisi olduğunu düşünmemizdi.
Bir buçuk saat boyunca oturduğum o koltuktan üretme
düşüncesiyle kalktım. Her birimizin kendi potansiyelimizi ortaya
çıkarmamız gerektiğini düşünerek kalktım. Ve gerçek sanat da bu değil
midir zaten, hem hayran bırakan hem de bireyi hareket etmeye iten?
Kısacası aldığım o konser bileti uzun zamandır kendime yaptığım en iyi
yatırımdı ve tahmin ediyorum ki konsere giden hiç kimse o bir buçuk
saati kolay kolay unutamayacak..
Konserdeki ikinci favori
parçam Paganini Jazz’dı. Caprice
No:24’ten esinlenerek yazılan bu
eser piyanoda ancak bu kadar iyi
Köprü
EKİM 2015
HABERLER
7
Artinternational
Her yıl gelmesini iple çektiğim Art International bu
geçtiğimiz Eylül ayında da Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşti.
4-6 Eylül tarihlerinde kapılarını sanatseverlere açan sergi, yurtiçi ve
yurtddışından birçok galeriyi ağırladı. Modern sanat üzerine yoğunlaşan
Aİ’ye yaklaşık 27 farklı ülkeden katılım oldu.
Katılan galerilerin arasında dünyaca tanınmış Waterside
Contemporary, Galerist, Galerie Paris-Beijing, Paul Kasmin Gallery
gibi isimler de yer alıyordu. Katılan galerileri ve başarısıyla başta
göz korkutucu gözükse de tam tersine sıcak ve samimi bir ortamla
karşılaşacaksınız. Sanat hakkında pek bir bilgiye sahip olmasanız
da gidip hayrete düşebileceğiniz ve tüm gününüzü sıkılmadan
geçirebileceğiniz bir yer. Alıcı olmasanız da size aynı ilgiyle eserleri
tanıtıcak galeristleri dinlerken modern sanatın beklenmedik ve
sorgulayıcı dünyasının içinde kaybolacaksınız.
İki günde ancak bitirebildiğim Aİ, ulaşımı zor bir yerdeydi fakat
burayı seçmelerinin nedenini Haliç kenarında sergilenen açık hava
heykelleriyle karşılaşınca anladım. Ayrıca sonradan öğrendim ki Uber’le
anlaşmalı olan Aİ yeni kullanıcılara bedava ulaşım sağlıyordu. “By The
Eda
Özüner
Her köşesinden şaşırtıcı ve büyüleyici bir eser çıkmasına
rağmen birkaç favorim oldu. Türk sanatçılardan hayran kitlesi geniş ve
gerçekçiliğin ustası olarak bilinen Taner Ceylan ile çevresiyle uyumlu
instalasyonların yaratıcısı Mehmet Ali Uysal’ın eserleri yine çarpıcıydı.
Yabancı sanatçılardan Liu Bolin’in kamuflaj çalışmaları ve Zhu Yiyong’un
resimlerinin önüne ince film tabakası gibi bir katman koyması dikkatimi
çekenler arasındaydı. İsviçreli sanatçı Daniele Buetti ise fuarın
gözdelerinden biriydi. Son olarak Grayson Perry’nin “Map of Days”
isimli eserinin önünde tam yirmi dakika durmuş olabilirim. Olağanüstü
yaratıcı ve detaylı olan bu harita bir insanın kağıt üzerine dökülmüş hali
gibiydi.
Size önerim 2016 tarihleri açıklanır açıklanmaz kendinize bilet
almanızdır ve ilk günden Haliç’in yolunu tutmanızdır.
http://www.artinternational-istanbul.com/homepage
http://www.milliyet.com.tr/artinternational-2015-yolculugunapembenar-detay-kultursanat-2038426/
Waterside” adlı bu bölüm dev heykellerden oluşmuştu. Daha sonra
içeri girdim ve sekiz ana bölümü detaylarıyla gösteren haritalara doğru
koştum çünkü kaybolmak mümkündü. Ana galerileri gezdikten sonra
“Sahnedeki Videolar” bölümüne de uğradım. Farklı galerilerden katılan
sanatçıların “Harabeler ve Yaralar” üzerine çekilmiş etkileyici filmleri
gösterimdeydi.
EKİM 2015
Köprü
8
HABERLER
Charles H. Skipper ile Röportaj
Charles H. Skipper: “Eğitim-öğretim hayatına donat satarak başladım”
Anthony Jones’un yazın görevinden ayrılmasından sonra, bu sene Dr. Charles H. Skipper’ın yeni
müdürümüz olarak atandı. Dr. Skipper’ın 29 Eylül- 8 Ekim tarihleri arasında taşınma öncesi,
okulumuza ilk ziyareti sırasında onu yaklayabildik. Yoğun programı içinde bize de zaman ayıran
yeni müdürmüzle, onu Robert Kolej’e tanıtmak için ufak bir röportaj yaptık.
Köprü: Öncellikle Robert Kolej’e hoşgeldiniz! Okulumuzun bir parçası
olduğunuz için nasıl hissediyorsunuz?
Bay Skipper: İnanılmaz bir şekilde onurlu, ayrıcalıklı ve heyecanlı hissediyorum.
Robert Kolej’i ilk kez bundan 20 yıl önce duydum. O zamandan beri Robert Kolej’i
beğeniyorum.
Köprü: Robert Kolej’i nereden biliyordunuz?
Bay Skipper: Uluslararası okullar dünyasında uzun süredir yer aldığım için okullarla
ilgili fazla bilgim var. En iyi okullar arasında Robert Lisesi var. Ayrıca oğullarımdan
biri Virginia Üniversitesi’nde öğretmenlik yapıyor. Aynı zamanda uluslarası bir
yarışmanın kurulunda çalışıyor. Bu yarışmada dünyanın her yerinden en yetenekli
lise öğrencilerine burs teklif ediliyor. Öğrenciler Virginia Üniversitesi’ne gelip
eğitimlerine devam edebiliyorlar. Oğluma Robert Kolej’de çalışacağımı söyleyince
mutlu oldu ve “Robert çok ciddi ve iyi bir okuldur.” dedi.
Köprü: Türkler hakkında ilk izlenimleriniz neler oldu?
Bay Skipper: Dans yetenekleri (gülüyor)... Dünkü yatılı etkinliğindeki danslar
inanılmazdı. Bazı kızlar bana dansı göstermeye çalıştılar; ama beceremedim.
Dans konusunda gelişeceğim. Batı’da Türk yemeklerini ve kahvesini görüyordum;
ama kesinlikle buradakilerle aynı değil. Buraya geldiğimden beri her şeyin tadını
çıkarıyorum.
Köprü: Türkiye’ye gelmeden önce önyargılarınız var mıydı?
Bay Skipper: Size söylemeliyim, bununla ilgili bir sır var. Medya çalışanlarının
bir işi var ve hayatlarını kazanmaları lazım; bunu hepimiz anlayabiliyoruz. Siz de
gazetecisiniz; empati kurabilirsiniz. Bazen olayları abartabiliyorlar, bu da işlerinin
bir parçası. Para kazanmak ve tirajı artırmak için bunu yapmak zorundalar. Bunu
bir kusur bulmak için söylemiyorum, sadece böyle bir gerçek var ve bunun farkında
olmalıyız. Bu durumu artık kabulleniyorum çünkü dünyanın çeşitli yerlerinde
öğretmenlik yaptım ve bir sürü yer gezdim; Orta Amerika’da, Güney Amerika’da
Köprü
Özsu
Rişvanoğlu
İdil Kara
bulundum. Oralardaki manşetleri okusanız korkarsınız. Şu an Türkiye’de bir
sürü olay var, bunun farkındayım. Genel olarak Türkiye’nin sınırlarının ötesinde
olaylar var ve Türkiye bu olayların tam kalbinde. Türkiye önemli bir ülke, hep
de böyleydi. Bu olayların farkındayız hepimiz; ama bu bizi durdurmamalı. Eğer
kargaşa var diye bir yere gitmezsek, o ülkeyle iletişime geçmemiz zorlaşıyor
ve insanlarla etkileşimimiz azalıyor. Bu şekilde dünyayı nasıl daha iyi bir yer
haline getirebiliriz? İletişime geçmezsek insanlar arasındaki etkileşim nasıl
gerçekleşecek? Tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki bu benim için bir tutku;
yıllardır bunu yapmaktan zevk alıyorum; bu muhteşem bir şey. Ailem de buraya
gelecek; iki oğlum var. Virginia Üniversitesi’nde çalışan oğlumun da iki tane oğlu
var. Oğlum, karısı ve iki ufaklık gelecekler. Oğlumun çocuklarına Peanuts veya
Mini Monos derim. David Jackson 8 yaşında ve Charles 6 yaşında. Gelecek yaz
buraya gelecekler. Daha şimdiden plan yaptık bile. Küçük oğlum ise College of
William and Mary’de çalışıyor. Üç erkek kardeşim var; onlar da seyahat planlarını
yapıyorlar. Demek istediğim şu ki herkes buraya gelmek istiyor. Yani bilirsiniz,
burası öyle bir yer, öyle bir okul, öyle bir şehir.
Köprü: Hep bir öğretmen miydiniz yoksa başka işler de yaptınız mı?
Bay Skipper: Bu muhteşem bir soru. Hayatıma şöyle başladım… Güleceksiniz
ama, ortaokuldayken, 7. sınıfta ilk takımıma koçluk yaptım. Şöyle oldu… Eğitim
dünyasında insanlar farklı şekillerde kariyerler edinebiliyorlar, değil mi? Ailemde
liseden mezun olan ilk çocuktum. Benden önce kimse iyi bir eğitim almamıştı.
Anlayacağınız üzere hiçbiri öğretmen falan değildi. Ama bir şekilde gençliğimde
mükemmel öğretmenlerle ve koçlarla tanışma fırsatı bulmuştum. Hepsi bir
bakıma beni yanlarına alıyordu. Ben ise bunu fark bile etmemiştim. Dediğim gibi
henüz bir çocukken tam da bu şansımın sayesinde ilk koçluk işimi kapmıştım.
İlginç olansa koçluk yaptığım takımın bir üst liginde sıradan bir oyuncu olarak
oynuyordum. Bir koçun benden yaşça küçük takımlardan birini bırakması
gerekmişti. Bana gelip “Charlie, bunu yapar mısın? Haftada sadece birkaç saatini
ayırman yeterli.” demişlerdi. 13 yaşımda birden kendimi 4-5 yaşında çocuklara
koçluk yaparken bulmuştum. Kariyerimde buraya geleceğimi o zaman bana
söyleseydiniz, size gülerdim herhalde. Açıkçası öğrenmeyi hep sevmişimdir ve
öğretmek de bununla beraber doğal olarak gelir zaten. Henüz üniversiteden bile
mezun olmamışken öğretmenliğe başlamıştım bile. Tam zamanlı öğretmenler
derslerine giremeyince onların yerini dolduruyordum. Tam olarak öğretmenliğe
nasıl başladığımı anlatayım size. Üniversite son sınıftaydım. Evliydim ve hatta
bir bebeğim bile vardı. 22 yaşımda 3 yıllık bir evliliğim ve bir bebeğim vardı.
Ailemin fırınında çalışmaya başladım. Aynı zamanda lisans eğitimi alıyor ve yedek
öğretmenlik yapıyordum. Sabah 3’te kalkıp fırına gidiyordum. Aşçı bendim, 7
veya 7:30’a kadar kurabiyeler ve kruvasanlar yapıyordum. 7:30’da babam gelip
fırını devralınca eşim bebeği bana getiriyordu çünkü o da o saatte işe gidiyordu.
Bir saat bebeğe bakıyordum. O küçük hindi şimdi büyüdü ve iki çocuğu var. Ama
o zaman sadece bir bebekti. Onu güvenli bir şekilde oturturdum. Ama gezip her
tarafına pasta bulaştırması beş saniyeden fazla sürmezdi. Arkamı döndüğüm
anda kafasını donatların içine sokardı. Büyük değil de küçük donatlardan vardı.
Dönüp baktığımda burnunda bir donat, kulaklarında, ağzında, yanaklarında,
kafasında her tarafında birer donat olurdu. Böyleydi işte; lisans yapıyordum, yedek
öğretmenlik, donat, aile… Tamamen şansıma, fırındaki müşterilerden biri aşağı
sokaktaki bir okulun müdürüydü. Haftada bir kere gelip okul toplantısına çörekler
EKİM 2015
HABERLER
9
alırdı. Bir gün geldi ve okulda bir öğretmenin mononükleoz olduğunu, onun yerine 6 hafta bakıp bakamayacağımı sordu. “Tabii ki de!” dedim “İşim bu.”. Altı hafta bitince
elime bir sözleşme verildi. İşte öğretmenliğe böyle başladım. Mononükleoz olan öğretmen daha sonra benim bölüm başkanım oldu. Sonra okulun müdürü oldu. Sonra
ben okulun müdürü oldum. O doktorasını yaptı. Sonra ben doktoramı yaptım. Kariyerinin sonundaysa bana geri döndü ve benim kadromda çalıştı. Mükemmeldi. Daha
sonra maalesef vefat etti ancak eşiyle hala yakın arkadaşız. Taktığım papyonları göreceksiniz. Çoğu onundu. Hasta olduğunu öğrenince onlara artık ihtiyacı kalmadığını
söyleyip hepsini bana verdi. Bütün papyonlarını bana bıraktı. Koleksiyonum böyle başladı.
Özetle insanlara her zaman muhteşem donatlar yaptığım için öğretmenliğe başladığımı söylerim.
Umarız ki bu röportaj size Dr. Skipper hakkında bir fikir vermiştir. Bir an önce görevine başlamasını ve papyonlarını görmeyi dört gözle
bekliyoruz.
Düşünen Spor Dergisi: SOCRATES
Adını tıp ve filozofi doktorası bulunan Brezilya Milli Futbol
Takımı’nın efsanevi orta saha futbolcusu “Sócrates” Brasileiro Sampaio
de Souza Vieira de Oliveira ile MÖ 470-399 yılları arasında yaşamış olan,
batı filozofisinin kurucuları arasında gösterilen ünlü filozof Socrates’ten
alan bu spor dergisi, altı sayıdır okurlarına alışılmışın dışında bir spor
dergisi deneyimi yaşatmaya çalışıyor. “Düşünen spor dergisi” sloganıyla
yola çıkan bu dergi, Nisan ayından beri her ay başında yeni sayı
çıkarmakta. Peki nedir bu Socrates? Derginin en büyük özelliklerinden
biri diğer spor dergilerinden alışık olduğumuz gibi belli spor dalları
üzerine—hatta bazen sadece bir spor dalında—belli konuları ele
almayı reddetmesi. Derginin Eylül sayısının futboldan tenise, Amerikan
futbolundan rugbye, snookerdan satranca, tekerlekli koşudan bisiklete,
modadan yeni çıkan kitaplara ve The Maccabees grubu gitaristiyle
yapılan röportajdan olimpiyatlara—hatta Osmanlı Devleti’nin olimpiyat
tarihine kadar bütün bu konularda söyleyecek şeyleri var. Yani bu
dergide ilginizi çekecek bir konuyu mutlaka bulursunuz.
Derginin sıra dışı yaklaşımı ve belirli ilkelere sadık kalmaya
çalışmasının yanında bazı gerçekler de var. Türkiye gibi gündemin
futbolla belirlendiği bir ülkede futbol hakkında yazmadan bir spor
dergisinin on sayıdan öteye gitme şansı maalesef yok. Socrates’in de
bu konuda pek cesur davrandığı söylenemez. Potansiyel tiraj ve okur
problemi doğrultusunda en çok sayfa futbola ayrılmış. Buna rağmen
içindeki konu çeşitliliği ve yazıların kalitesi açısından diğer spor
EKİM 2015
Uran Onuk
dergilerine oranla açık ara önde olduğu da bir gerçek.
Peki ne yazıyor bu Socrates? Her ay bir ana konu üzerine yazılar
yazan Socrates’in en dikkat çekici özelliği bu yazıların çoğunun bir
şekilde geçmişle bir köprü kurmaya çalışması. İçinde geçmişte yaşanan
ve bugünün spor dünyasına şekil vermiş bazı olaylar, sporun efsaneleri,
spor tarihi vb. gibi konular üzerine makaleler bulunan Socrates,
yazılarının bilgilendirme amacı güden içeriği göz önüne alındığında
neredeyse bir spor ansiklopedisi yerine geçiyor okurları için.
Eylül sayısında 2001 yılında Avrupa Basketbol Şampiyonasında
ikincilik ve 2010 yılında Dünya Basketbol Şampiyonasında ikincilik
elde eden A Milli Basketbol takımımızın bu süreçte yaşadığı yükselişi
ve ardından çöküşü konu alan “’79 Jenerasyonu” adlı röportaj yazısı en
dikkat çeken yazılar arasında.
Bu sayıdaki ana teması “Başlangıçlar” olan Socrates’i Türk spor
medyasına yapmış olduğu bu sıra dışı başlangıçtan ötürü tebrik edelim
ve dileyelim ki uzun yıllar bu “spor ansiklopedisini” okuma fırsatımız
olsun.
Köprü
10
HABERLER
p Üzerine
“Evrimsizlik. Varoluşun anlamını düşünmeden yaşamak. Tırnaklarını geçirdiğin bir inancın içine
başını sokup analiz etmeden bir parazit gibi beslenmek. Hayata katkısız, gelişime duyarsız, evrene
bilgisiz var olabileceğini sanmak... Tüketmek. Tüketerek tükenmek ve her an ölmek” (Akilah, 12)
Felsefe ve tasavvuf. Ne felsefe ağdalı dilleriyle nutuklar
atan sözde entelektüellerden ibaret, ne de tasavvuf da başı çarıklı ve
gerçek hayattan elini eteğini çekmiş amcaların alanı.. Dini tekeline
alan kimselerin kendi yarattıkları cehennemlerinde, kurallarına
uymayanları oyundan atmak için kurdukları bir illüzyondur sadece;
tasavvufun çarığı ve felsefenin süsü. “Düşün Bilge, cehennem nedir?
Cahilin otoritesidir cehennem. Kendi küçücük aklıyla çözdüğünü sandığı
evrenin kanunlarını, Yaradan’ın kurallarını öyle bir indirger ki varoluşun
anlamını otomatik, sığ davranışlara dönüştürür. İmanı şekle sokar!
Şekilcilik tamamen şeytani bir fikir tasarımıdır. ” (Akilah, 19)
Olabilecek en temiz şekilde anlatıyor Azra Kohen, yıllardır
bizi özümüzden uzaklaştırmak için nasıl planlar içine girdiğini
sistemdekilerin. Böylece de narkozlu beyinlerimizin sistemdeki çöküntü
noktaları nasıl bulamadığını . Pi basit bir roman değil. Bundandır ki
özetlemeyeceğim size bu kitabı. Sadece nasıl benim dirilişime ışık
tuttuğunu yazacağım.
Fi- Çi ve Pi yolculuğu ihtiraslardan başlıyor. Estetik algısının
hayatımızdaki inanılmaz etkisi anlatılıyor ilk kitap olan Fi’de.
Güzelliğiyle her kapıyı açabilecek olduğunu sananların çöküşü var ikinci
kitap olan Çi’de. Ve üçüncü kitap, BENlikten BİZi gerçekleştirmenin
kitabı. Yaşama neden geldiğimiz, evrende nasıl bir misyonumuzun
olduğu ve bunu gerçekleştirmek için neler yapabileceğimiz…Kitabı
okuyunca fark ediyor insan ne şekilde uyutulmuş olduğunu.
Kızlara “aptal” ama güzel muamelesi yapılmış çünkü
korkmuşlar akıllı bir kadının gücünden. “Ne kadar az bilirse o kadar iyi.
O kadar kolay teslim eder kendini o zaman” diye düşünmüşler..Oysa
iki taraf da unutmuş emek harcamadan yaklaşılabilen bir kızın gerçek
bir “kadın” değil sadece kimliğinden kaçan bir “zavallı” olduğunu. Ve o
zavallılar aşağılanarak evrimleşmeye mahkum edilmiş. Bir gün küçük
Köprü
Ayliz Onur
düşmekten yorulduklarında, neden burada olduklarını sorgulamaya
başladıklarında; işte o zaman başlayacakmış onların yolculuğu.
Erkeklereyse güce giden her yolun mubah olduğu söylenmiş.
“Oyun kurucu olamıyorsan, oyundaki en iyi yeri kap Aslanım!” demişler.
Sistemin içine girmelerini istemişler. Çünkü milyonları uyutan, din
ticareti yapan ve haksızın haklıyı susturduğu bu düzenden para
kazanmanın tek yolu sistemin içine girmekten geçiyormuş. “Bir
insanın tüm dünyaya sahip olup kendi ruhunu kaybetmesinin kendi
varoluşuna ne yararı var? Sorgulanmamış, analiz edilmemiş bir yaşam
hiç yaşanmamıştır.” (AKİLAH,309)
Düzen böyle olunca, çok az tohum çatlamaya cesaret edebilmiş.
Çünkü ışığı içine alabilmek için çatlamak gerektiği gerçeği hoşlarına
gitmemiş. Düzende yer edinmek, düzeni değiştirmekten çok daha
kolaymış. Toplum kalıplara sokuldukça, kadın erkek herkes gelişime
karşı bir duvar örmüş. Gelişim sorgulamayı talep eder. Sorgulamayan
bir beyin itaat etmeye mahkumdur. Sorgulamaya başlayınca sistem
çöker. Sistemin çökmesi de şu ana kadar geçen her saniyenin yanılsama
olduğunu anlamak demektir. Yüzleşme cesaret gerektirir.
Pi bir uyanış kitabı. Pi, kendini tanıma yolculuğunun önemli bir
safhası. Kendiyle bir olmakla dış dünyadan elini ayağını çekmenin aynı
olmadığının romanı Pi. Güzelliğe sığınmanın insanı sığlaştıracağının
ve ancak “anlam”ı yakalamış bir yüzün güzel olabileceğinin hikayesi.
Amaçsız bir insanın, evrenin enerjisini nasıl boşa kullandığının özeti bu
kitap. Tükettiğinden daha fazla üretmek isteyen her beynin okuması
gereken bir eser.
EKİM 2015
HABERLER
11
Mamma Mia Here I go again...
Beliz Aluç
Mamma Mia Here I go again…
Müzikal sevenlerin bildiği gibi Mamma Mia 29 Eylül – 4
Ekim arasında İstanbul Zorlu Center PSM’deydi. Çocukluğumdan
beri tutkunu olduğum bu müzikali kaçırmamak için erkenden
biletimi aldım. Abba’nın muhteşem müzikleriyle birlikte size
müzik ziyafeti yaşatacak bu müzikal kesinlikle izlemeye değerdi.
Müzikleri kadar konusuyla da sizi eğlendiren bu müzikal benim
için çok güzel bir deneyimdi.
Bazen Türkiye’ye gelen müzikallerde oynayan
tiyatrocular sizi hayal kırıklığına uğratabiliyor. Eskilerden örnek
vermek gerekirse “Cats” müzikali kelimenin tam anlamıyla bir
hayal kırıklığıydı. Mamma Mia tiyatrocular alanında inanılmaz
başarılıydı. Belki bir Broadway kadar olmasa da kesinlike
takdiri hak eden bir kadroydu. Her performans birbirinden
güzel ve dikkat çekiciydi. Sahnedeki muhteşem ambiyansı
hissedebiliyordunuz. Sempatik tavırları, her halinden anlaşılan
profesyonellikleri ve oyunun ortasında ana karakterlerinden
birinin Türkçe “Sakin ol” demesi seyircilerin gönlünü
kazanmalarına yetti. Sesleri de tiyatroculuk yetenekleri kadar
güzeldi. Danslar, nefes kesen ambiyans, dekor her şey olması
gerektiği gibiydi. Sahne değişimleri ve organizasyon da her şey
gibi çok akıcı ve sorunsuzdu.
Bütün gösteri boyunca toplam yirmi dört performans
sergilendi. Gösteri bittikten sonra müzikalde olan parçalardan üç
tanesini tekrar sergilediler. Bana kalırsa sergiledikleri en güzel
parçalar “Money, money, money” ve “Voulez Vous” idi. İkisinde
de koyulan emeğin ne kadar büyük ve saygı gösterilmeye layık
olduğunu anladım. Gösteriden çıkarken herkes müzikalden bir
şarkı fısıldıyordu. Yanımda oturan orta yaşlı bir kadın sonlara
doğru kendini tutamayıp dans etmeye ve şarkıları mırıldanmaya
başladı, ben de onun enerjisiyle kendimi şarkıları söylerken
buldum. İnsanların yaşadıkları bu deneyimden ne kadar
memnun kaldıkları yüzlerinden belliydi.
O gece bir kez daha yeniden aşık oldum müzikale.
İzleme hakkına sahip olduğum bu müzikali şiddetle tavsiye
ederim. Bundan önce filmi de yapılan bu müzikali izleme
şansınız olmadıysa mutlaka filmini izlemenizi öneririm.
Yunanistan’ın muhteşem bir adasında geçen, Meryl Streep’in
başrolunde oynadığı kesinlikle izlenmesi gereken bir uyarlama.
Kahvenizi elinize alıp, çok rahat bir battaniyenin altına kıvrılıp
izleyebileceğiniz, kış aylarında içinizi ısıtacak filmi izledikten
sonra müzikalini de izlemek isteyeceğinize bahse girebilirim.
Hadi, ne duruyorsunuz bu inanılmaz müzikali keşfetmenin tam
da zamanı!
resimler: http://www.zorlucenterpsm.com/mamma-mia
EKİM 2015
Köprü
12
HABERLER
Bir Bardak Metamfetamin
Soğuk havaların da başlamasıyla, sıcak içeceklere olan ilgi her
geçen gün daha da artıyor. Özellikle sabah titreyerek yürüdükten sonra
kantinde bir bardak sıcak kahve alabilmek için beklediğimiz sıranın her
geçen gün büyümesi buna bir kanıt. Kahve, biz öğrenciler için bir yudum
enerji olabilir ama tutkunları içinse bir hayat felsefesi. Bu nedenle de iyi
kalitede servis edilen kahve bulmak oldukça önemli.
İrem
Deyneli
olarak kendileri kavurmaları. Yani o cam odadaki kahve makinesi
sadece müşterilerin tulum ve maskelerle fotoğraf çektirebilmesi için
değil, gerçekten kahve kavurmak için kullanılıyor. Her gün taze olarak
kavrulan kahve çekirdekleri farklı yöntemlerle hazırlanarak isteğe
Son iki yılda İstanbul’un çeşitli yerlerinde daha çok butik
tarzında, yerel kahve dükkanları görmeye başladık. Üstünde çoğunlukla
isminizin yanlış yazıldığı beyaz kağıt bardakların içerisindeki basit ve
oldukça uzun bir sıra bekleten kahveler yerine daha kaliteli ve özenle
hazırlanmış olanları tercih etmeye başladık.
Ben de sizin için, geçen haftalarda Moda’da hem turistlerin
dilinden düşmeyen ve hem de CNN ve NBC gibi yabancı medya
kanallarına bile haber olan Walter’s Coffee Roastery’e gittim. Pazar
günü öğleden sonra gittiğim Emmy ödüllü ‘Breaking Bad’ dizisinden
esinlenilmiş bu dükkanı bulmak, kapısındaki kalabalık ve içeriden
gelen müzik sesinden ötürü epey kolay oldu. Ülkemizde nadir bulunan
“konseptli dükkan”lardan biri olan bu küçük şirin dükkanın bu kadar
popüler olmasına şaşırmamalı.
İçeri girdiğinizde kocaman bir periyodik tablo sizi karşılıyor.
Kahvenizi karton bardakta alabilirsiniz ya da kafede oturmayı tercih
ederseniz bizim Feyyaz Berker’de yaptığımız deneylerden de aşina
olduğumuz beherlerden kahve içebilirsiniz. Burayı daha da ilgi çekici
kılan şey ise cupcakelerin üzerlerinde mavi kristal şekerler olması ve
çalışanların kahve kavururken sarı tulumlar ve maskeler giymesi.
Kahvesini özel yapan asıl şey ise kahve çekirdeklerini günlük
göre sıcak veya soğuk servis ediliyor. Ben (belki klişe olmasına rağmen)
en sevdiğim kahve olan “latte”yi denedim ve gerçekten içtiğim en iyi
kahvelerden biriydi.
Eğer siz de farklı ve bir o kadar da lezzetli bir kahve arayışı
içerisindeyseniz Walter’s Coffee Roastery’e yolunuzu düşürmenizi tavsiye
ederim.
Duygu Treni Dümensiz
Yakın bir zamanda vizyona giren Dümensiz (Rudderless),
müziğin her türlü soruna çözüm olabileceğini duygusal ve başarılı bir
senaryo ile anlatan bir film. Bir başka başarılı performansını Almost
Famous (2000) filminde sergileyen Billy Crudup başrolde. Ana karakterin
depresyondaki oğlu trajik bir olay sonucunda hayatını kaybediyor. Sam,
oğlunun müziğe karşı olan derin ilgisini keşfettikten sonra hayatı yüz
seksen derece dönüyor ve yavaş yavaş hayatla tekrar barışıyor.
Film boyunca izleyicinin yaşadığı yoğun duygular birikip
en sonunda gözyaşı seline dönüşürken hiç ummadığınız yerlerde
kahkahalara da boğulabilirsiniz. Gereksiz diyaloglarla zamanınızı
Köprü
Defne
Demirer
harcamayan, her ne kadar derin sözlere sahip olmasa da derin,
etkileyici düşünceleri olabildiğince konuşmadan anlatan bu film,
duyguların yüklendiği bir hız treni gibi; hikayenin kilit noktalarında
insanı sersemletebilecek bir kurguya sahip. Filmde çalınan müzikler
kaliteli ve duygusal olmasına rağmen her izleyiciye hitap etmeyebilir.
Çeşitli izleyici kitlelerinin ilgisini çekebilecek Dümensiz, Sundance Film
Festivali’nde gösterilen bağımsız filmlerden biri. Filmin konusunun ve
olayların gelişmesinin her izleyici tarafından beğenilmeme ihtimali olsa
bile filmin mesajı ve uyandırdığı duygular konusunda herkes ortak bir
kanıya varabilir.
Size filmle ilgili son bir tavsiyem var: Filmi büyük bir
beklentiyle izlemeyin; sonunda bir mucize olmasını beklemeyin çünkü
film gerçek hayatla paralel, Amerikan prodüksiyonları gibi kahramanlık
ve kötü karakterlerin yenildiği tarzda bir film değil. Filmin belki de en
etkileyici yanı bu: Gerçekçi olması.
Resim 1 “Rudderless.” Time Out London. N.p., n.d. Web. 30 Sept. 2015. <http://www.
timeout.com/london/film/rudderless>.
EKİM 2015
HABERLER
13
Beethoven’ın İzinde Süreyya Operası
Bir müzik dehası olan Ludwig van Beethoven’ın ünlü
9. Senfoni’sini mutlaka herkes duymuştur. Gelmiş geçmiş en iyi
senfonilerden birisi sayılan bu uzun senfoni, 3 Ekim Cumartesi günü
Kadıköy Süreyya Operası’nda, İstanbul Devlet Opera ve Bale Orkestrası
tarafından çalındı. Bu tarihi ve etkileyici salonda; muhteşem, azimli ve
son derece disiplinli bir orkestra ile çalınan senfoni tüm dinleyenleri
mest etti.
Beethoven’ın birçok eserinin arasında belki de en bilinen eseri
olan 9. Senfoni, aslında çok büyük bir başarı örneğidir. Genç yaşlarında
işitme yetisini yavaş yavaş kaybetmeye başlayan Beethoven, bir süre
sonra müzikle arasındaki en önemli köprülerden biri yıkıldığı için büyük
bir umutsuzluğa kapılır. Toplum içinde saygınlığını yitirmeye başlar,
yazdığı eserler ise kimse tarafından beğenilmez. Fakat bir müzik dâhisi
olan Beethoven hiçbir zaman çabalamaya son vermez ve müziğine
devam ederek dört bölümden oluşan 9. Senfoni’yi yazmaya başlar. Eseri
tamamladığı aynı günde hizmete açılan Viyana Saray Tiyatrosu’nda,
sahnede orkestra şefinin yanında büyük bir gurur fakat aynı zamanda
hüzünle durarak konserini verir. Konser sonunda halk öyle bir alkış
yağmuruna tutar ki Beethoven’ı, bu alkış kraliyet için tutulan tüm
alkışlardan daha büyüktür. Durmak bilmeyen bu alkış en sonunda
kraliyete saygısızlık olmaması için polis tarafından zorla durdurulur.
9. Senfoni, uzun yıllar geçmesine rağmen günümüzde de hala en
önemli eserlerden biri olarak anılır ve dünyanın çeşitli yerlerinde ünlü
orkestralarca çalınmaya devam eder. 1972 yılında oylama sonucu Avrupa
Birliği’nin milli marşı olarak seçilir. İnsan sesinin kullanıldığı bu ilk
senfoninin sözleri şair Schiller’in Neşeye Övgü şiirine aittir.
Konserin yer aldığı tarihi Süreyya Operası, Kadıköy’dedir.
1927 yılında Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) Avrupa’daki tiyatrolardan
etkilenerek Kadıköy’e de bir tiyatro binası yaptırmaya karar verir.
Kurulduğu dönemlerde Kadıköy’de elektrik olmayan bu tiyatro binası,
zamanla gelişen sinema akımına yenik düşerek, müdürlüğünü ilk
olarak Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey’in yaptığı bir sinema
EKİM 2015
Özge Erbay
haline dönüştürülür. 2005 yılına kadar sinema olarak hizmet veren
bu bina daha sonra Kadıköy Belediyesi tarafından kiralanarak restore
edilir ve kültür merkezi haline getirilir. Restorasyon sırasında tüm
kabartma heykeller, duvar boyaları ve resimler esasına bağlı kalınarak
onarılmıştır.
Konser alanına erkenden giderek 3. kat locadaki yerimizi
alıyoruz. Salona tepeden bakan bu yerden hem sahneyi rahatça
izleyebiliyor, hem de salonun sıcak ve güzel dekorasyonuna tamamen
hakim oluyoruz. Konserin başlamasına belli bir süre olmasına rağmen
salon tıklım tıklım doluyor ve tek bir boş koltuk bile kalmıyor. 7’den
70’e her yaş insan, koltuklarında sabırsızlıkla bekliyor ve orkestranın
sahnedeki yerini almasıyla herkes nefesini tutuyor. İlk saniyelerden
salondaki tüm seyircilerin tüylerini diken diken eden orkestra, tam
anlamıyla olağanüstü. Kelimelerin yetmeyeceği güzellikte Beethoven’ın
9. Senfoni’sini çalan orkestra, yaklaşık yetmiş dakikalık bir performansla
tüm seyircileri derinden etkilemeyi başarıyor. Orkestra ve korodaki
tüm müzisyenlerin kusursuz bir şekilde çalıp söyledikleri bu muhteşem
senfoni, hem kulaklara hem de kalplere hitap etmeyi başarıyor.
Konserin sonunda salondaki herkes alkışlamak için ayağa kalkıyor ve
şef susmayan alkışlara teşekkür olarak defalarca sahneye geri gelerek
selam veriyor.
Klasik müzikseverlerin çok ucuz fiyatlarla gidebileceği klasik
müzik konserleri yıl boyunca Süreyya Operası’nda yer alıyor. Dolu dolu
bir sonbahar programıyla müzikseverleri karşılayan Süreyya Operası,
İstanbul’da klasik müziğin akışına kendinizi kaptırabileceğiniz en güzel
yerlerden biri.
Süreyya Operası fotoğrafı: “Süreyya Operas?’nda ‘Kuklac?’ Çocuk Müzikali.” Happy Nest.
N.p., n.d.
Web. 3 Oct. 2015. <http://happynest.com.tr/atolyeler/gezgin-kuslar-2>.
Köprü
14
HABERLER
Bubbleteria
Gülhan Derya
Değerli
Her birimizin her gün en az bir kere gördüğü, yeraltında
saklanmış, kapısından hiçbir gün koridor boyu kuyruklar eksik
olmayan yemekhanemize hepimiz aşinayız diye tahmin ediyorum ve
tabii sorunlarına da. Kulağa ne kadar ironik gelse de 300 dönümlük
arazi üstünde kurulu olan okulumuzdaki kısıtlı alan dolayısıyla
yemekhanemiz yıllardır Gould’un zemin katında küçük bir alanda
kuruluydu ve bu da birçok sorunu beraberinde getiriyordu. En büyük
sorun okulda herkesin aynı zamanda yemekhaneye sığamaması ve farklı
zaman dilimlerinde yemek yemeleriydi. Peki sonuç ne oldu: yemek
yemek için 12.50’ yi bekleyen, aç be aç derse giren 11 ve 12. sınıflar;
tenefüslerinin ilk 20 dakikasını yemekhane önünde bekleyerek geçiren,
tenefüs süresince kendilerine zaman ayıramayan 9 ve 10. sınıflar,
11.15’de yemeğe herkesten önce giren, dışlanmış Hazırlık sınıfları. Tüm
bu sorunların farkında olan okul yönetimimiz, biz deniz kenarlarında
Ebru Ermiş
az bekleme düşüncesi de eklenince Bubbleteria yemekhane için ideal
yer konumuna yerleşiyor. Ancak düşünceler bu olumlu ifadelerle sınırlı
değil. Örneğin bazı öğrenciler Bubble ders yapılan sınıflara uzak olduğu
için her gün oraya kadar gitmenin özellikle kış zamanında problem
oluşturacağını düşünüyor. Yatılılar içinse onların öğle yemekleri yanında
akşam yemekleri ve kahvaltılarını da Bubble’da yaptıkları düşünülürse
bu problem daha da büyük hale geliyor. Aynı zamanda Bubble daha çok
yatılılar tarafından hafta sonları zaman geçirilecek, futbol oynanacak
bir yer olarak görülüyor ve yemekhanenin buraya taşınması onların
geçirecekleri bu zamanları etkiliyor. Yani genel olarak baktığımızda
Bubble çok büyük bir soruna güzel bir çözüm getirirken aynı zamanda da
okuldaki (özellikle yatılı) öğrencilerin alanlarını kısıtlıyor.
Bubble’la ilgili fikirlerin yanında aklımızda da henüz cevabını
bulmadığımız sorular var. Mesela yeni yemekhane gerçekten uzun
sıralarda bekleme sorununa çözüm bulacak mı? Kış aylarında ne
gibi zorluklarla karşılaşacağız? Yatılıların problemlerine çözüm
bulunabilecek mi? Bu soruların cevaplarını Şubat ayında hep beraber
bulacağız. O zamana kadarsa herkesle beraber biz de merakla
bekleyeceğiz.
güneşin altında tatilin tadını çıkarırken tüm bu sorunlara dur demek
için bir adım atmaya karar vermiş ve Bubbleteria Projesi’ni hazırlamış.
Eğer her şey planlandığı gibi giderse 2. dönemde RC Ailesi olarak, 1000
kişi birlikte, yemeklerimizi eski Bubble alanında kurulu Bubbleteria’da
yemeye başlayacağız.
Bubbleteria’nın fotoğraflarını, nasıl işleyeceğini hepimiz az çok
biliyoruz. Bu sırada da herkesin aklında çeşitli sorular, çeşitli düşünceler
oluşuyor tabii ki. Yukarıda da açıkladığımız gibi, şu anki yemekhaneyle
hemen hemen herkesin gerek zaman açısından, gerek başka konular
açısından sorunları var. Bubbleteria bu sorunlara çözüm olması için
yapılıyor. Bu nedenle de aslında bu proje herkes tarafında oldukça
ilgi görüyor ve birçok öğrenci tarafından, özellikle de tenefüsünün
çoğunu yemekhane sırasında harcayanlar tarafından, umut kaynağı
haline geliyor. Yatılı, gündüzlü fark etmeksizin herkes yemekhanenin
büyümesinden ve herkesin yemek saatinin aynı olmasından memnun.
Aynı anda, okuldaki diğer dönemlerle de aynı yerde yemek yeme fikri
zaten yeterince güzel, bir de bunun üstüne sıra beklememe, ya da daha
Köprü
EKİM 2015
HABERLER
15
Tulya Bekişoğlu ile Röportaj
Rahmi Koç Müzesi’nde Robert Kolejli
bir öğrencinin seyahat edip çektiği
fotoğraflar sergileniyor. Bu öğrenci
11. sınıfta olan Tulya Bekişoğlu ve
kendisi Robert Kolejin ender sanat
öğrencilerinden biri. Eğer siz de onun
çektiği fotoğrafları sergi de görmek
ve ona destek olmak isterseniz, Rahmi
Koç Müzesinde 29 Ağustos- 30 Kasım
tarihleri arasında “3 Deniz 7 Liman”
adlı sergisini ziyaret edebilirsiniz.
Serginin detayları ve serginin Tulya
üzerindeki etkilerini öğrenmek için de
onunla küçük bir röportaj yaptık.
Köprü: Sanata olan ilgin ne zaman başladı ve
bu ilginin sende gelişmesinde kimin etkileri
var?
Tulya: Aslında sanata olan ilgimin başlamasıyla
ilgili bir dönem olduğunu söyleyemem çünkü
doğuştan itibaren aslında birazcık sanatın içinde
bir yerlerdeyim. Annem ressam, babam da inşaat
mühendisi olmasına rağmen sanata ve tasarıma
ilgisi olan biri ve sanatçı olabileceğini düşündüğüm
birisi. Bu yüzden ailemin benim üzerimdeki etkisini
ve sanatçı olma kararını verdikten sonra bana
verdikleri desteği göz ardı edemem. Küçükken
aslında hepimizin anaokulunda yaptığı, seramikler,
resimleri çok sevmemin sanırım sanatı tercih
etmemde etkisi vardır.
Köprü: Sence sanatçı nedir ve kendini sanatçı
olarak tanımlıyor musun?
Tulya: Ben sanatçı oluşunu bir yandan siyasete
benzetiyorum. Annem bana derdi ki: “Fikirlerin
doğru ve insanları doğru yöne çekmen gerek; bu
yüzden siyaset oku.”. Ben de buna karşılık insanları
ve fikirlerini değiştirmeyi, onları daha güzel insanlar
yapmayı istediğimi belirtir ancak siyasetin bunu
yalanlar kullanarak yaptığını düşünürdüm. Sanat
ise bunu daha çok dürüstlük ve gerçeklik üzerinden
yapıyor. Dolayısıyla bence sanatçı kendi duygularını
ve hayat fikirlerini bir şeye yansıtan ve bu yüzden
de bir değişime sebep olan birisidir. Kendimi sanatçı
olarak tanımlıyor muyum, diye sorarsan, aslında iyi
bir yerden başladığımı düşünüyorum, ama ne zaman
sanatçı olduğunu anlarsın bunu bilmiyorum.
Köprü: Örnek aldığın kişiler var mı? Bunlar
çevrenden insanlar da olabilir.
Tulya: Örnek aldığım kişiler tabii var, örneğin John
Lennon benim için çok önemlidir. Kendi müziğini
ve sanatını yapmanın haricinde dünyadaki savaş ve
barış gibi evrensel konulara da önem verip bu yönden
ilerlemesi beni her zaman çok etkiler. Ben aslında
sanatın bir şeyler değiştirebileceğini onda gördüm.
Onun haricinde performans sanatçılarından Maria
Abromovic beni çok etkiler. Aslında sanatın insan
psikolojisini ne kadar etkilediğini bize çok iyi gösteren
sanatçılar beni her zaman etkiliyor.
Köprü: Robert Kolej seni nasıl değiştirdi ve
Robert Kolej’de sanata yeteri kadar değer
verildiğini düşünüyor musun?
Zeynep
Karababa
Tulya: Robert Koleje gelirsek en başta çok zorlandığımı
ve biraz yalnız hissettiğimi itiraf etmek zorundayım
çünkü RC bünyesinde genel olarak matematik ve fen
alanlarında ilerleme zorunluluğu kaygısı var ve bu
kaygıyı kırmak benim çevremde de biraz zor oldu. Hâlâ
tamamıyla kırıldığını düşünmüyorum. İlk başlarda
insanların size hiçbir şey beceremediğinizi düşünüp, bu
yüzden sanata yöneldiğinize inanmaları beni derinden
etkiledi. Ama sonra, insanların böyle düşünmesinin
suçunu sosyal devlette aradım. Bunun nedeni biraz
toplumun bize öğrettiği olgulardan kaynaklanan
bir düşünceydi. Bu yüzden çevremdekilere sakince
seçtiğim yolu açıklamaya başladım ve artık daha
fazla insanın beni desteklediğini düşünüp mutlu
oluyorum, hayatlarında bir şey değiştiğini gördüğüm
için. Onun haricinde bir yandansa RC’nin bana çok
yardımcı olduğunu düşünüyorum, mesela bana: “Ben
görsel sanatlar lisesindeyim, keşke RC’de olsaydım.”
diyen arkadaşlarım var. Eğer RC’de olmasaydım
bu kadar dergi ve poster tasarımı yapıp kendimi
geliştirme imkânı bulamazdım, herhalde. Her ne kadar
matematik ve fen alanlarından dolayı fark edilmese de
RC’de gerçekten sanata çok değer veren dersler var ve
seçmeli dersler sayesinde onları seçip, kendi yönümü
belirleyip ilerleyebildiğim için memnunum.
Köprü: Peki bu sergi işi nasıl gerçekleşti bundan
biraz bahsedebilir misin?
Tulya: Sergi işinin gerçekleşmesi ise şöyleydi:
Serginin küratörü babamla iş yapmıştı ve o zamanlar
babam ona onun yaptığı reklam işlerinin fotoğrafını
benim çekebileceğimi söylemişti ancak o sadece
profesyonellerle çalıştığı için beni ilk önce reddetmişti.
Bir gün babamla beraber bir iş yaparken internetten
buldukları bir kuş fotoğrafını satın almaya çalışıyorlar
ama sanatçıya ulaşamıyorlar. Sonrasında ise ben
babama bir kuş fotoğrafı gönderdim ve babamda ona
gösterdiğinde o fotoğraftan çok etkilenmiş ve babama
bunu almaları gerektiğini söylemiş. Babam da ona
bu fotoğrafın benim olduğumu söyleyince, benim
gerçekten bir şeyler başarabileceğime inanmış. Sonra
eline böyle bir proje gelince, aklına ilk gelen kişi ben
oluyorum ve benimle iletişime geçiyor. Tabii, bu kadar
inanılmaz isimlerin olduğu bir projeyi reddetmem
EKİM 2015
Köprü
16
mümkün değil ki onun haricinde seyahat benim
en çok sevdiğim şey, seyahatin olduğu bir projeyi
reddetmem hiç mümkün değil.
Köprü: Sergi hakkında biraz bilgi verebilir
misin?
Tulya: “3 Deniz 7 Liman” için antik liman
kentlerindeki kültürel, sosyal ve ekonomik ilişkileri
inceleyen konferanslar yapıldı, üniversiteler ve
konsolosluklar bunu yürüttü. Biz de bu şehirleri
seyahat ederek fotoğraflar çektik. Aslında serginin
açılış günü de aslında bütün bu konferansları
yöneten profesörler için bir kapanış günü, kutlama
partisi gibiydi.
HABERLER
Köprü: Bu yaşlarda çoğumuzun sergisi olmuyor,
sen bu sergiye hazırlanma esnasında ve sergi
sonrasında nasıl hissettin? Bu sergi seni
değiştirdi mi?
Tulya: Sergiye hazırlanma esnasında çok büyük bir
yük altında ezildiğimi hissettim, bu sonuçta benim
için iş gibiydi. Sanat konusunda özgür olman gerek
ve kendi kararlarını kendin vermen gerek ama bir
yandan da çok fazla kısıtlama ve kalıplar içinde
sanatımı yapmaya çalışmak beni aslında stres altına
soktu. Ama bu işi yaptıktan sonra aldığım övgüler
beni çok mutlu etti ve gururlandırdı. Bu sergi benim
kesinlikle hayal ettiğim hayatı bulmama yardımcı
oldu. Dolaşmak ve fotoğraf çekmek hayatıma dair
yapmak istediğim şey olduğunu anladım. Bir nevi
geleceği hissettim.
için tuhaf bir deneyim oldu, şu an 100. günü aşmış
bulunmaktayım. Bu kadar uzayacağını tahmin
etmiyordum aslında. Yaptığım iş hakkında çok iyi
yorumlar aldım ve beni iyi hissettirdi. Çünkü genelde
içime kapanık bir insanım, ama şu an bu günlük
sayesinde bunu biraz aştığımı düşünüyorum. Aynı
zamanda geri dönüp bir fotoğrafa bakıp o gün
yaptıklarımı hatırlıyorum bu biraz benim geçmişimi
ve o anımı canlı tutma yolum. Beni instagram ve
facebooktan takip edebilirler ve şu sıralar kendi
websitem üzerinde çalışıyorum.
Köprü: Senin gibi tatlı bir sanatçıyla röportaj
yapmak benim için bir zevkti.
Tulya: Teşekkür ederim. Senin gibi güzel röportaj yapan
bir insanla çalışmak da benim için büyük bir zevkti.
Köprü: Senin gibi bir sanatçıyı sosyal medyadan
takip etmek isteyen okurlar olabilir. Sosyal
medyada aktif misin?
Tulya: Sosyal medyada çok aktifim, özellikle de şu
aralar. Digital diary denen bir şeyle uğraşıyorum, her
gün bir fotoğraf koyup altına o gün yaşadıklarımı
ve hissettiklerimi yazıyorum. Aslında bu benim
ZERO’yla Yeniden Başlangıç
ZERO, 2 Eylül’de Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenmeye
başlandı. “Geleceğe Geri Sayım” felsefesi altında gelişen ve bir başlangıç
olarak kabul edilen ZERO, bana göre kaçırılmaması gereken bir etkinlik.
Bu akım sayesinde sanatın yeniden doğumunu gözlemleyebiliyor
ve bu felsefe altında sanatın kendi içinde nasıl geliştiğine tanık
olabiliyorsunuz. Özellikle sanat severlerin kaçırmaması gereken bir
sergi. Ayrıca önyargılı da olmamak lazım. Sergi hakkında konuştuğum
arkadaşlarım arasında modern sanata ilişkin düşüncelerinden dolayı
sergiye sıcak bakmadıklarını söyleyenler oldu. Ne var ki, akımın sanata
getirdiği değişik bir bakış açısı var. Ve bu bakış açısını kazanabilmek için
de ZERO görülmesi gereken bir sergi.
Öncelikle, ZERO nedir? ZERO, 2. Dünya Savaşı sırasında
dünyanın karşılaştığı yıkıma ve olumsuzluğa karşı 1957’de Düsseldorf’ta
doğan sanat akımıdır. Bu akımın doğma sebebi de sanatçıların kendi
sanatlarını gösterme konusunda çektikleri sıkıntılardı. Sanatçılar Dünya
Savaşı’ndan kaynaklanan sanatsal durağanlık nedeniyle eserlerini
sergileyebilecek galeri bulamamaya başladılar. Bu durumun getirdiği
sıkıntıyla Alman sanatçılar Heinz Mack ve Otto Piene duruma müdahale
etmeye karar verdiler. Sahip oldukları felsefe eğitimleriyle kendi sanat
anlayışlarını birleştirdiler. Bu durumun sonunda da “Sanat sıfırdan
başlamalı.” prensibi doğdu. Dünyanın her tarafından sanatçılar yenilikçi
düşüncelerle bu akımın bir parçası olmak için adım attılar ve uzun
zamandır bastırılmış düşüncelerini ifade edebilme şansını buldular.
İkilinin arasına Günther Uecker’in de girmesiyle akım iyice güçlendi, bu
gücü de etrafına gösterebildi.
Her ne kadar etkileyici bir sergi olsa da tarza uyum saplamak
başta zaman alabilir. Serginin başında kendinizi bu sanat akımının
içinde kaybolmuş hissedebilirsiniz. Yeni düşüncelerin başlangıcı olan bu
akımın sanatçılarının düşünce yapısını benimseyebilmek kolay olmuyor.
Ancak bu serginin en iyi taraflarından biri akımın kendi içinden ayrılan
bölümlerinin açıklamalarının yanlarına yazılmış olması. Mesela ışık
Köprü
Ceren
Kuran
ve gölgenin, titreşimin, yuvarlak şeklinin hepsinin bu akımın içinde
kendilerine nasıl yer edindikleri ve bu unsurların akımı nasıl geliştirdiği
anlatılmış. Bu da sergiyi gezenlere ZERO’nun iç yüzünü görebilmek
için inanılmaz bir olanak sağlıyor. Bunun dışında, akımda yer alan
sanatçıların eserleri de bölümlere ayrılmış. Eserlerinin yanına da o
sanatçının sanatın kendisi için neyi ifade ettiğini anlattığı bir sözü
bulunmakta. Sözleri okuyup sanatçıların eserlerine tek tek baktığınızda
o sanatçının akımı nasıl yorumladığını ve onun için ZERO’nun ne demek
olduğunu iyice anlayabiliyorsunuz. Bütün bu açıklamalar, sözler, akımın
kendi içindeki unsurları, sanatçılar vb. sizin giderek ZERO’yu daha çok
benimsemenize olanak sağlıyor. Bu sayede de ayrı bir keyif alıyorsunuz
sergiden.
Daha önce de dediğim gibi, her ne kadar ZERO birçok sanatçıyı
aydınlatmış ve sanata yeni bir bakış açısı getirmiş olsa da akım
1960’ların sonuna doğru gücünü ve etkisini kaybetmeye başladı.
Sanatçıların ZERO adına yaptıkları eserler azaldı. Şu anda da, ZERO’nun
tekrar insanlara tanıtılıyor olmasının sebeplerinden biri de akımı
yeniden canlandırabilmak ve akıma eski gücünü kazandırabilmek.
ZERO birçok sanatçıyı derinden etkilemiş bir akım. Bence,
sanata bu düşünceleri kazandıran bir akımın görülmesi ve tanınması
gerekiyor. Sanatta bastırılmışlığın nasıl sonuçlar doğurabileceğini
gösteren bir sergi. İçinde, sanatı tekrardan keşfetmeye çalışmanın
inanılmaz macerasını ve öyküsünü barındırıyor. Geleceği sanatla
birleştirmeye ve anlatmaya çalışıyor. 10 Ocak’a kadar sürecek bu zengin
sergide kaçırılmaması gereken birçok unsur var. Umarım siz de bu
unsurları yakalayanlardan olursunuz.
“’Zero’ Iyimserlik Getirecek.” ZAMAN. Musa İğrek, 10 Aug. 2015. Web. 01 Oct. 2015.
EKİM 2015
HABERLER
17
RC UNESCO Kulübü
Türkiye’deki ilk Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Örgütü (UNESCO) kulübü, 2014 sonbaharında Robert Kolej’de kuruldu
ve şu anda da Türkiye’de yalnızca Robert Kolej’de bulunmaktadır.
RCUNESCO kulübünün kurulmasında Ms. Sebüktekin’in fikrinden yola
çıkılarak, öğrenci etkinlikleri ofisinden Gülay Kösedağı’nın liderliğinde
kurulmuştur. “Dünya mirası” uluslararası bir değere sahip olan ve
korunma altına alınması gereken doğal oluşumlar ve kültürel yapılara
denir. Kulüp, Türkiye’deki “dünya mirası” kavramının gelişmemiş olması,
sayısız doğal ve kültürel miraslarımız olmasına rağmen UNESCO Dünya
Mirasları Listesinde yalnızca on beş adet mirasımızın yer alması ve
miraslarımızı koruma bilincinin oturmamış olması gibi birçok neden
yüzünden açılmıştır. Kulüp yeni olmasına rağmen, 2015-2016 öğretim
yılında, şimdilik, on beş üyeye sahiptir ve bir yazılı ile bir sözlü sınavı
geçerek kulübe girmiş olan bu grupla projelerini hayata geçirmeyi
hedefler.
Kulübün iki büyük projesinden biri Robert Kolej’i 181 ülkeden
on bin okulun üye olduğu ve üyeleriyle uluslararası anlayış, barış,
kültürlerarası diyalog, sürdürülebilir bir kalkınma ve kaliteli bir eğitim
üzerine çalışan UNESCO Ortak Okullar Projesi Ağı’na (ASPNet) üye
Elif Hamutcu
yapmaktır. Robert Kolej’in böyle önemli bir kuruluşa üye olması, okulu
‘barış yol göstericisi’ yaparak Birleşmiş Milletler altında uluslararası
bir rol alma şansını verecektir. Kulübün ikinci büyük projesi ise milli bir
mirasımızı Dünya Miraslar Listesine aday göstermek veya aday olan
bir mirasımızın listeye girmesine katkıda bulunmaktır. Bu proje aynı
zamanda toplumda ‘mirasa sahip çıkma’ bilincini yaratmayı da amaçlar.
UNESCO kulübünün öğrenciler tarafından en ilgi gören kısımlarından biri
de düzenlemeyi planladığı yurt içi ve yurt dışı gezilerdir. Kulüp her sene
yurt içindeki veya yurt dışındaki mirasları ziyaret edecek en az bir gezi
düzenlemekle beraber, Tarihi Yarımada gibi, İstanbul içindeki dünya
miraslarımızı da gezip hakkında daha çok bilgi edinmeyi planlıyor.
RCUNESCO, doğal ve kültürel dünya miraslarımıza sahip çıkmak, ülkemiz
ve okulumuzun değerlerini artırmak isteyen, tarihe ilgi duyan ve
seyahat edip öğrenmeyi sevenler için mükemmel bir kulüp.
Bir Üçüncü Dalga Kahve Dükkanı: Luzia
Zeynep
Özkan
Aylardan Mayıs’tı ve ben Arnavutköy sokaklarında yürüyordum
ta ki içinde kocaman bir aslan heykeli olan bu şirin kahve dükkanı
beni durdurana kadar. İlk bakışınızda zaten bu kahvecinin tarzının
diğerlerinden farklı olduğunu anlayabilirdiniz. Mekanın çalışanı, bir
esnaf misali geçmiş dükkanının önüne etrafı izliyor. Selam verip girdim
içeri. Hem alt kata hem de üst kata göz gezdirdim. Birkaç fotoğraf
çekmeyi de unutmadım. Aşağı iner inmez orada oturan çalışanla
tanıştım. Adı Aslı’ydı. Havadan sudan konuştuktan sonra konu Luzia’ya
geldi. Luzia, ilk olarak Almanya’da, yönetmen Kaan Müjdeci ve kardeşi
Yasin Müjdeci tarafından evlerine yakın bir yerde açılmış. Paraları
pek yeterli olmadığı için oraya kendi ve arkadaşlarının evlerinden,
eskicilerden ve antikacılardan koltuk, masa, sandalye getirmişler.
Almanya’daki kahveci tutulunca aynı konseptte bir kahve dükkanını
buraya, Arnavutköy’e açmaya karar vermişler. Buradakinin de eşyaları
aynı şekilde toplanmış; eskiciler, antikacılar ve birkaç dosttan. Bu kahve
dükkanı lamba kullanmayarak, her akşam 50-60 mum yakarak farkını
ortaya koyuyor. Sabah sekizden gece ikiye kadar açık olan bu kahveci
artık sadece bir kahveci değil. Kısa süre önce menülerine yemek de
eklediler. Aynı zamanda her Cumartesi Luzia’ya bir DJ geliyor. Cumartesi
geceleri parti konsepti var anlayacağınız. Genel olarak Luzia gayet
salaş, bir başka deyişle bir üçüncü dalga kahve dükkanı. Gidip oradaki
çalışanlarla bile muhabbet edebilirsiniz. Piyano çalıyorsanız üst kattaki
ahşap piyanoyla Luzia’ya kendinizi dinlettirebilirsiniz. Okulun her
etkinliğinden önce Bebek ve Ortaköy’de volta atmaktan sıkıldıysanız
gelin bir çay koysunlar size burada. Eğer yolunuz Luzia’ya düşecek olursa
okul kartınızı almayı unutmayın çünkü Robert Kolej öğrencilerine %20
indirim yapıyorlar. Bir de benden Aslı’ya selam söyleyin. Aslı, siyah
kıvırcık saçlı olan.
EKİM 2015
Köprü
18
HABERLER
Yeni Türk Müdürümüz: Nilhan Çetinyamaç
Bu sene okulumuzda gördüğümüz en büyük değişikliklerden biri yeni Türk Müdürümüz, Nilhan Çetinyamaç
idi. Bayrak törenlerinde veya koridorlarda hep o güler yüzüyle gördüğümüz yeni Türk müdürümüzü kaçımız
tamamen tanıyor? Okul başlayalı henüz bir ay olduğu için çoğumuz Nilhan Hanım’la henüz iletişime geçmemiş
olabiliriz. Fakat endişelenmeye gerek yok; biz sizlerle Nilhan Hanım arasındaki köprüyü kurmaya çoktan
gönüllü olduk. Bunun için Nilhan Hanım’a kendisi hakkında en çok merak edilen soruları yönelttik. Umarız
röportaj esnasında aldığımız keyfi siz okuyucularımız da iletebilmişizdir.
Köprü: Robert Koleje gelene kadarki serüveninizi bize biraz anlatır
mısınız?
Nilhan Çetinyamaç: Ben ‘83 İzmir Amerikan Kız Koleji mezunuyum, daha sonra
Ege Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Mezun olunca
öğretmenlik yapmaya karar verdim ve hep özel okullarda çalıştım. 10 yıl boyunca
lise düzeyindeki okullarda İngilizce öğretmenliği ve bölüm başkanlığı yaptım.
Daha sonra 1997’de, sekiz yıllık eğitim yasası ile birlikte, Amerikan Kolejinin
ortaokulu kapanmak durumunda kalınca, bu kıymetli okulların devamın sağlamak
için kurulan SEV Okullarında yönetici olarak çalışmaya başladım. 18 yıl İzmir
SEV’de yönetici olarak çalıştım. Okulun ilk kuruluş anından beri görev yapmış
olmak ve büyümesine, gelişimine eşlik etmek beni birçok alanda geliştirdi. Hem
yurt içinde hem yurt dışında birçok eğitim ve sertifika programını tamamladım.
Akademik konular hakkında araştırmaya yapmaya, yeni bilgiler edinmeye özel
bir ilgim var. Eğitim sektöründeki yenilikleri takip etmeyi seviyorum. Bu nedenle
çalıştığım kurumda, hep akademik yaşamın içinde aktif olarak yer aldım, yeni
projelerin ve çalışmaların uygulanmasına katkıda bulunmak üzere çalıştım. Bu
süreçte çocuklardan, gençlerden çok şey öğrendim, öğreniyorum da. Benim
meslek serüvenimde hep önceliğimde öğrenci oldu, onların öğrenme merakından
kopmamaları ve gelişmeleri benim için daima birinci sırayı aldı.
Simay
Yazıcıoğlu
Nilhan Çetinyamaç: Lütfen, lütfen iletişim kursunlar. Yanıma gelsinler, sohbet
edelim, onları tanımama fırsat versinler. Kapım hep açık, ama galiba ofisimin
yeri onların çok yolunun üstü değil. Ben öğrencilerin kişisel gelişimleri, onların
projeleri ve hayalleri ile çok ilgileniyorum, bunları duymak beni mutlu ediyor.
Lütfen paylaşsınlar. Nasıl iletişim kurabilirim diye ben de düşünüyorum, yollar
arıyorum, bu konuda önerilere açığım.
Köprü: Bundan sonrası için hedefleriniz nelerdir?
Nilhan Çetinyamaç: Daima hedeflerim vardır; bence hedefler illa çok büyük
olmak durumda da değildir. En yakın hedefim, Robert ailesinin kabul görür bir
bireyi olmak, öğrencilerimi iyi tanımak. Bu kuruma artı değerler sağlamak, geliş
ve burada varoluş amacımı en verimli hale getirmek. Öğrencilerin olumlu bir
öğrenme ortamında bulunmalarına destek vermek. Yaşamda “Ben iyiyim.” deme
lüksümüz olmadığına inanan insanlardanım, her zaman geliştirecek bir yönümüz,
öğrenecek bir şeyimiz vardır. Tabii bir de biraz İstanbul’u öğrenme hedefim var,
geldiğimden beri Yandeks’e rağmen sürekli kayboluyorum.
Köprü: Henüz Robert Koleje gelmeden önce okulumuzu nasıl bilirdiniz?
Nilhan Çetinyamaç: Robert Kolejin Türkiye’nin en iyi özel okulu olarak bir
bilinirliği vardır. Eğitim alanında önemli bir yeri olduğunu biliyordum. Yetiştirdiği
öğrencilerin, akademik ve sosyal alanlarda Türkiye’de önemli misyonlar üstenlemiş
kişiler olduğunu biliyordum.
Köprü: Geldiğinizde bu fikriniz değişti mi, daha olumlu veya daha
olumsuz bir izlenime kapıldınız mı?
Nilhan Çetinyamaç: Asla olumsuz bir izlenimim olmadı, düşündüğüm gibi
olduğunu biliyordum. Şu an bol bol gözlem yapıyorum, okul yaşantısına dahil
olmak için çalışıyorum, sistemi ve düzeni derinlemesine tanımaya gayret
ediyorum. Şansım burada benim için çok yabancı bir düzen olmaması; Robert Kolej
ile hem yetiştiğim hem de uzun yıllar çalıştığım okul arasındaki benzerliklerin
olması alışma süremi hızlandırdı.
Köprü: Öğrenci bünyesini nasıl buldunuz?
Nilhan Çetinyamaç: Öğrencileri çok beğendim; son derece olgun ve saygılı, kendini
iyi ifade eden, ne istediğini bilen gençler olduklarını görüyorum. Hedefleri olan
gençler ve çok yönlü yetişiyorlar; bu harika çünkü bu ülkenin bu yapıda gençlere
ihtiyacı var.
Köprü: Öğrenciler sizinle nasıl iletişim kurabilir? Çekinmeden koridorda
yanınıza gelip bir sohbet başlatabilirler mi mesela?
Köprü
Özsu
Rişvanoğlu
EKİM 2015
HABERLER
19
Yatılı bir “Prep” Olmak
Ben bu sene okula başlayan bir hazırlık öğrencisiyim ve
yurtta kalıyorum. Şu ana kadar okulda yaşadıklarıma dair genel
bir değerlendirme yapmak, bu durumu sizlerle paylaşmak isterim.
Öncelikle, tüm derslerin İngilizce olması beni zorluyor. Derdimi yine
İngilizce anlatmak zorunda kaldığım için daha çok zorlanıyorum.
Kimi zaman ödev verildiğini anlıyorum ama ödevin ne olduğunu
anlamıyorum. Bir de ikinci yabancı dil var tabii. Eski okulumda hiç
öğrenmediğim, hiçbir şey bilmediğim bir dili öğrenmeye başlıyorum
yavaş yavaş. Okula alışmaya çabalıyorum bir yandan, bir yandan da
kaybolmamaya uğraşıyorum.
Bambaşka çevrelerden, şehirlerden gelmiş, farklı inançları
olan, farklı kültürlerde büyümüş kişileriz. Saygı duymayı öğreniyorum,
farklılıkların zenginlik olduğuna daha çok inanmaya başlıyorum. Her ne
kadar zorlansam da, başarıya ulaşmanın kolay olmadığını ve fedakarlık
gerektirdiğini anlıyorum. Sorumluluk almayı öğreniyorum.
Bilge Deniz
Koçak
Yepyeni bir hayatım var artık. Eski arkadaşlarımdan ve
ailemden uzakta...Bazen vazgeçmeyi düşünüyorum ama bu okulda
okuduğumu başkalarına söylerken ne kadar gururlandığım geliyor
aklıma. Bu okulu hayal ederek sınava çalışan sekizinci sınıfları
düşünüyorum. Ne kadar şanslı olduğumu... Ne olursa olsun, doğru yerde
olduğuma inanıyorum. Pişmanlık bana çok uzak.
Benim gibi hisseden tüm arkadaşlarıma yola devam etmemiz
gerektiğini söylemek istiyorum. Her şeyin daha güzel olacağını
ummaktan başka yapılacak bir şey yok gibi görünüyor. Sabırlı olalım ve
zamanın bizi şaşırtmasına izin verelim.
Vicdanınızın Sesine Kulak Verin!
Sınavlar, proje teslim tarihleri, sunumlar, finaller derken
bütün bir ders yılı boyunca dayanmamızı sağlayan tek şey yaza
dair hayallerimiz. Hepimiz okulların kapandığı günü iple çekiyor
ve sonrasında tüm yaz boyunca geç saatlere kadar uyuyacağımız
sabahların, bütün gün kitap okuyarak pinekleyeceğimiz günlerin,
denizin ve güneşin hayalini kuruyoruz. Bizim için geçireceğimiz o üç
ayın her günü teker teker değerli. Ne mutlu bize ki o değerli günlerimizi
başkaları ile paylaşmaktan yoksun değiliz! Bu okulda okuyup da en
az bir yazını topluma hizmet projelerine ayırmayan yoktur. Hatta pek
çoğumuz bize verilen topluma hizmet projesi saat zorunluluğunun
kat be kat üzerinde çalışmalarda gönüllü olarak yer alıyoruz. Her sene
okul genelinde gerçekleştirilen proje sayıları ve bu projelere katılan
öğrenci sayısı da katlanarak artıyor. Bu yıl ise okulun neredeyse yarısı,
420 öğrenci 24 farklı şehirde okul boyama, çevre düzenleme, huzurevi,
RKANEP, spor, matematik gibi farklı alanlarda projelerde yer aldı.
Hani bu okulda okuyan her öğrencinin çok yönlü olmak gibi
bir çabası var ya; işte yaptığımız topluma hizmet projeleri bize bu
beceriyi kazandırma yolunda büyük öneme sahip. Biz tüm bu projeleri
gerçekleştirmek için Türkiye’nin kuzey doğusunda Artvin-Arhavi’den
tutun güneyine Mersin-Silifke’ye, batısında İzmir-Yeni Şakran’dan tutun
doğusuna Kars’a seyahat ediyoruz. Gittiğimiz şehirlerde bambaşka
kültürlerle tanışıyoruz, geçirdiğimiz bir haftalık süre içerisinde oranın
insanlarından öğrendiklerimizi de kefemize katarak giderken sahip
olduğumuz bakıştan tamamen farklı bir anlayışla evlerimize dönüyoruz.
Bu durumu en iyi, sanırım 9. Sınıf öğrencisi Merve Nur Erkoç ifade
EKİM 2015
Melisa Oğuz
ediyor, “… belki de öğrendiğim en önemli şey insan ayrımı yapmamak
oldu. Irkçılığın aslında bizi vatan olarak ne kadar çok hırpaladığını aynı
anda hem Türk hem Kürt hem de Suriyeli çocuklarla oynarken öğrendim.
Nerede doğduğumuzun ya da atalarımızın kim olduğunun ne önemi var
ki? Hepimiz en nihayetinde insan değil miyiz? Beraber aynı heyecanı
yaşıyorsak, aynı duyguları paylaşıyorsak biz bir toplumuz demektir.
Adana’da kardeşlerimle, öğretmenlerimle ve arkadaşlarımla biz koca
bir toplumduk. Yedi gün boyunca birçok anı yaşadık ve unutulmaz
dersler öğrendik. Bu derslerin bizi ileride daha duyarlı vatandaşlar
yapacağından hiç şüphem yok. Okuluma ve THP ofisine bana ve
arkadaşlarıma bu fırsatı sundukları için minnettarım.”.
Yani sözün özü şu ki, hepimiz ileride farklı dallarda ve farklı
konumlarda çalışıyor olacağız. Bir insanın hayatta başarılı olması sadece
gittiği üniversitelerde, aldığı notlarda, yazdığı doktora tezlerinde saklı
değil. Hayatta başarılı olmanın tek bir anahtarı var o da vicdan sahibi
birer insan olmak! Çalıştığın ortamlarda çeşitliliği yadırgamadan bu
çeşitlilikten bir topluluk yaratmak, yarattığın topluluktaki her insanın
kaynaşmasını sağlamak, birbirinden beslenmek… İşte bize bu yöndeki
gelişimimiz konusunda yardımcı olan Topluma Hizmet Projeleri Ofisi
çalışanlarının hepsine teker teker teşekkür ediyor ve bu projelerde yer
almış arkadaşlarımı vicdanlarının sesine kulak verdikleri için teker teker
bir daha kutluyorum.
Köprü
20
Karaköy Turu
Cuma günü okul çıkışı Karaköy’e
gidiyoruz ve turumuza başlıyoruz. Okul çıkışı
aç olduğumuzdan hemen kendimizi Karaköy
ara sokaklarında olan Muhit’e attık.
Muhit- Kafe (₺₺)
Açık alanı olan Muhit, okul sonrası stresimizi
hemen aldı üzerimizden. Cuma akşamüstü
gitmemize rağmen rahatça yer bulduk ve
havadar ortamına kaptırdık kendimizi.
Kalabalık olmasına rağmen sohbet etmeyi
zorlaştıran bir gürültü yoktu. Ara sokakta
olduğundan arka planda rahatsız edici bir
sokak gürültüsü de yoktu ve oturduğumuz
süre boyunca keyifli dakikalar yaşadık.
Kalabalık gruplar halinde de ziyaret
edilebilecek olması Muhit’i tam anlamıyla
arkadaş buluşmalarının yeri yapmıştı .
Fiyatlarının da uygun olması öğrencilerin
daha fazla gelmesini sağlamıştı. Bizim
dışımızda da bir sürü öğrencinin olması
bunun kanıtıydı. Menüde fazla seçenek
olmamasına rağmen herkesin zevkine uygun
başlıca lezzetler mevcuttu. Yemeklerin
hızlı gelmesi ve yemek sunumunun iyi
olması da bu uygun fiyatlı yeri daha da
yükseltti gözümüzde. Biz avokadolu
tost, hamburger ve çıtır tavuk parçaları
yedik. Tavuk parçalarının sosunun değişik
olması bu lezzeti farklı kıldı. Kullanılan
avokado da tostu zenginleştirmişti. Sadece
hamburger biraz az pişmişti fakat bunu
da garsonlara söylememiz gerekirdi diye
düşünüyoruz. Muhit’in müdavimlerinden
olan 11.sınıf öğrencisi İrem Baytaş, “Eski
okulumdan olan arkadaşlarımla buluşmaları
genellikle burada yapıyoruz. Hem fiyatların
uygunluğu hem de yemeklerin lezzeti burayı
buluşmalarımızın vazgeçilmez yeri yaptı.
Kalabalık gelmemize rağmen her seferinde
karnımız tok ve yüzümüzde gülümsemeyle
ayrıldık buradan.”
HABERLER
Ecem Öztürk
Muhit’in konseptine on üzerinden dokuz,
lezzetlerine yedi veriyoruz. Genel olarak ele
alırsak da on üzerinden sekizi hak ediyor. Eğer
bir gün yolunuz Karaköy’e düşerse mutlaka
deneyin.
Kemankeş Karamustafa Paşa Mahallesi,
Kemankeş Caddesi, Kılıç Ali Paşa Mescidi Sokak,
No 9/A, Beyoğlu, İstanbul
Dondurmino (₺₺)
Yemek sonrası dolaşmaya başladık Karaköy
sokaklarında ve aklımıza Alaçatı’dan kalan
Dondurmino geldi. İlk şubesini Alaçatı’da
açan Dondurmino bu sene de İstanbullularla
Karaköy’de buluşuyor. Fransız Geçidi’nin
içinde daracık bir sokakta Dondurmino. İster
dışına yerleştirdikleri sandalyelerde oturun,
ister dondurmanızı elinize alın, Dondurmino
çok şirin bir deneyim sunuyor müşterilerine.
Dondurmaları da yüzde yüz Türk ve üstelik
el yapımı. Özel bir sütle yapılan Dondurmino
dondurmalarının çeşitleri de normal
dondurmacılardan farklı. Yarattıkları değişik
tatların yanında katkı maddesi kullanılmadan
yapılmış olmaları Dondurmino’yu rakiplerinden
bir adım öne çıkarıyor. Alaçatı’nın meşhur
lezzetini kışın da damağınızda hissetmek
istiyorsanız Dondurmino sizin mekanınız.
Dondurmino’nun müdavimlerinden olan 11.
sınıf öğrencisi Efe Yavuz, “Minik ve egzotik
bir yer olan Dondurmino’da en sevdiğim çeşit
Besame Mucho. Ağzımda bıraktığı tat damağımı
şenlendiriyor ve yüzümde hafif bir tebessüm
oluşturuyor. Değişik tatlar seviyorsanız buranın
dondurmalarını kesinlikle denemelisiniz.”
diyor.Biz çesitlerinden en çok Mavi Alaçatı’yı
beğendik. Bir top dondurmayı beş liraya
Köprü
İdil Kara
alabilirsiniz. Dondurmino’nun konseptine sekiz,
tatlarına dokuz veriyoruz. Dondurmino genelde
on üzerinden sekiz buçuğu hak ediyor.
Kemankeş Karamustafa Paşa Mahallesi, Fransiz
Geçidi Sokak, No:3, Beyoğlu, İstanbul.
Bey Karaköy (₺₺₺)
Elimizde dondurmalarımız, Karaköy’ün
alışveriş noktalarını gezmeye başladık.
Gözümüz şık vitriniyle dikkat çeken Bey’e
takıldı ve daldık içeri. Sadece erkekler için
kıyafet seçenenekleri olsa da Bey, önünden
geçen herkesi davet ediyor içine. Yazımızın
bu bölümü de okulumuzun beylerine gelsin.
Bey’in kıyafetleri tam da Karaköy adamını
tanıtıyor aslında. Şık ama bir o kadar da sade.
Modern fakat yer yer klasik. Esprili, grafik
tişörtlerin yanında klasik dar paça pantolonlar
ve dar kesim gömlekler, postacı çantaları
ile dar kesim eşofmanlar bir arada satılıyor
burada. Yerli tasarımcıların yanında birçok
dünya markasını da bulabileceğiniz Bey’in
çantaları ise hem beylere hem bayanlara hitap
EKİM 2015
HABERLER
ediyor. Biz kızların da sevip kullanabileceği
modelleri çok. Bey’in müdavimlerinden
olan 12.sınıf öğrencisi Rüzgar Sönmez,
“Buranın en çok gömleklerini ve tişörtlerini
beğeniyorum. Minimalist bir yer olan Bey’in
ferah ve düzenli olması da hoşuma giden
özelliklerinden biri.” diyor.
Tek kusuru fiyatlarının ortalamanın üstünde
olması. Yine de girip bakmaya değer bir
konsepti var.
Kemankeş Mahallesi, Mumhane Caddesi, No:
54/1, Beyoğlu, İstanbul.
Karaköy Junk (₺₺₺)
Burayı anlatacak belli bir kelime yoktur.
Antikacı dükkanı desek değil, eskici desek o
da değil. Buranın kendine özgü bir tarzı var.
Sizi rengarenk vitriniyle içeri çekecektir. İçeri
girdiğiniz anda her eşyaya yöneleceksiniz,
çünkü hepsi birbirinden enteresan ve güzel.
Burada bulunan her eşyanın bir hikayesi
var. Junk’ın sahibi burada bulunan eşyaları
dünyanın farklı yerlerinden toplamış. İlk
başta eşyaları kendisi için satın almış, daha
sonrasında ise bunu işe çevirmeye karar
vermiş. Orada bulunan herhangi bir ürünü
sorabilir ve hikayesini öğrenebilirsiniz. Sahibi
ilgili ve şirin olduğudan bütün sorularınızı
cevaplamaya hazır.
Junk, yeni açılmasına rağmen farklı tarzda
bir yer olduğundan kısa sürede popüler yerler
listesinde yerini aldı. Bizim en çok hoşumuza
giden ürünleri eski deri bavulları, retro
saatleri, oyuncak figürleri ve neon yazılı duvar
aksesuarları.
Odanıza yeni bir eşya satın almak veya bir
arkadaşınıza farklı bir hediye almak istiyorsanız
buraya en kısa zamanda uğramalısınız.
Karaköy’e sık sık gitmiyorum diyorsanız da
sahibi sosyal medyayı aktif kullandığından
satışa çıkardığı ürünleri takip edebilir ve
kolayca satın alabilirsiniz. Kılıç Ali Paşa Mescidi
Sk. No:6
Kağıthane (₺₺)
Kağıthane, Karaköy’ün en sevdiğimiz yerlerden
biri. İçeri bir şey alma amacıyla girmeseniz
bile içeride bulunan yaratıcı fikirler sayesinde
hoşunuza giden bir sürü ürün bulabiliyorsunuz.
Kartpostallardan tutun, not defterleri ve
kalemlere kadar her türlü kırtasiye ürünü var.
Aynı zamanda buradaki ürünler desenleriyle
ve esprili yazılarıyla farkını ortaya koyuyor.
Fiyatları ortalamanın üzerinde olmasına
rağmen, orijinal fikirleri sizi buraya bağlayabilir.
Arkadaşınıza, annenize, kardeşinize ya da
sevgilinize burada herkes için alabileceğiniz
şirin hediyeler bulabilirsiniz. Bizim en çok
kullandığımız ürünleri; üzerinde çeşitli tepkiler
ve resimler bulunan post-itleri. Okul süresince
hatırlamamız gereken her ödevi ve projeyi bu
yapışkanlı kağıtlara yazarak kendimize düzenli
ve rengarenk bir çalışma ortamı sağlıyoruz.
Eğer düzenli birisi değilseniz, bu post-itler
dışında daha bir sürü defterler ve ajandaları
21
var. Bu yıl daha düzenli olmayı ve ödevlerinizi
unutmamayı hedefliyorsanız buraya göz
atmanızı öneririz. Kırtasiye ürünleri dışında
çeşitli takıları ve bez çantaları da var. Buranın
sevdiğimiz ürünlerinden birisi de oyun kağıtları.
Amiral Battı, Adam Asmaca veya İsim- Şehir
gibi oyunlar özel kağıtlara basılarak tekrar
hayatımıza renk veriyor.
Kağıthanenin müdavimlerinden olan 11. sınıf
öğrencisi Zeynep Dal, “ Buranın komik doğum
günü kartlarına bayılıyorum. Arkadaşlarımın
kartları okudukları andaki mutluluğu paha
biçilemez.” diyor.
Karaköy’e gittiğinizde buraya uğramanızı
öneririz, pişman olmayacaksınız. Bir şeyler
almayacak olsanız bile ürünlere göz atması bile
keyifli.
Kemankeş caddesi Fransız İş Geçidi No:10
Koşun!
İdil Akpınar
Herkes spor yapmayı sevmez ama sevenler için vazgeçilmez
sporlardan biri de koşudur. Tabii herkese hitap etmez, koşuya iki çeşit
bakış açısı vardır diyebiliriz: “If my body is ever found dead on a jogging
trail, just know I was murdered elsewhere and dumped here.” diyenler
ve koşmayı yaşam biçimi haline getirmiş olanlar.
Zorunda kalmadıkça koşmayan ya da hareket etmeyi sevmeyen
biri değilseniz kesinlikle denemeniz gereken bir spor. Nefesinizi
ayarlamak ve vücudunuzu doğru kullanmak dışında yapmanız gereken
hiçbir şey yok. Koşarken vücudunuzun bütün kaslarını kullanmanın
getirdiği güzel his, enerjinizi atmanın verdiği rahatlama, koşunuz
bittikten sonra da hissettiğiniz tatlı yorgunluk sizi mutlu etmeye yetiyor.
Eğer koşmak isterseniz, ya da zaten koşuyorsanız maratonlar
ve koşular çok yaklaştı! Bazı maratonların başvuru tarihleri geçti ama
2016 için aklınızda bulunsun. 15 Kasım Pazar günü Vodafone İstanbul
Maratonuna (Avrasya) katılıp 42K koşabilirsiniz ya da o kadar zorlamaya
EKİM 2015
gerek yok derseniz 15K ve 10K koşularını da düşünebilirsiniz. Nike’ın
düzenlediği koşular da 10K ve 15K oluyor, kendi sitesinden koşu
tarihlerini takip edip kayıt yaptırabiliyorsunuz. Benim katıldığım
Avrasya koşusunda binlerce kişi köprüyü koşarak geçmiştik, yollar
trafiğe kapatılmıştı, izleyen insanlar sizi destekliyor devam etmeniz için
bağırıyorlardı hatta bazı kafelerin çalışanları ellerinde tepsiyle kapılara
çıkıp size çikolata ikram ediyorlardı. “Of ya ben koşamam”, “Başka işim
yok, onunla mı uğraşayım!” demeyin. KESİNLİKLE denemeye değer!
Koşmaya alıştığınız zaman bırakamayacaksınız…
http://www.istanbulmarathon.org/
http://giphy.com/search/horizontal-running
Köprü
22
HABERLER
Terry Bridges ile Röportaj
Selin
Çelikel
Fizik departmanının yeni üyesi Terry Bridges’ı daha
yakından tanımak için kısa bir röportaj yaptık. Keyifli bir
sohbetin içine girmek istiyorsanız Terry Bridges’a merhaba
demeyi unutmayın!
Köprü: İlk olarak, Türkiye’den önce neredeydiniz? Buraya gelmeye nasıl
karar verdiniz?
Mr. Bridges: Gayet güzel bir soru. Türkiye’den önce Kingston, Kanada’daydım.
Ontario’da, Toronto ve Ottawa arasında, yüz bin nüfuslu bir yer. Oradayken bilim
eğitimi doktoramı yapıyor ve Queens Üniversitesi’nde astronomi ve fizik dersleri
veriyordum. Ayrıca bir devlet okulunun yönetim kurulunda iki yıldır yedek
öğretmendim. Kanada’nın bu bögelerinde öğetmenlik işi bulmak kolay değil
çünkü orada yaşamak isteyen birçok kişi ve öğretmen var. Ben de önceden ailemle
birlikte uluslararası seyahat etmiştim. Fransa’da bir yıl, İngiltere ve Avustralya’da
beş yıl yaşamıştık. Bu tür seyahatler oldukça zevkliydi, bu yüzden ben de
uluslararası çalışmaya karar verdim.
Türkiye’yi seçmemse tesadüf oldu çünkü öğretmenlere ululararası
eğitim işi bulan bir şirkete kaydolmuştum. Dünyanın her yerinde uygun işlerle
ilgili başvurularım vardı ve Robert Kolej de bunlardan biriydi. Başvurduktan ve
üniversitede uluslararası eğitim işini bilen insanlarla konuştuktan sonra buranın
gerçekten güzel bir okul olduğunu öğrendim, fakat açıkçası bu haritaya dart atmak
gibiydi, Robert Kolej başvurduğum çoğu okuldan biriydi ve burası oldu.
Köprü: Türkiye ve Robert Kolej hakkında ilk izlenimleriniz neler?
Mr. Bridges: İstanbul bildiğiniz gibi çok büyük bir şehir. Eşimle birlikte
havaalanına indiğimizde bizi Bayan Halıcıoğlu karşılamıştı. Yolda yoğun
bir trafikle karşılaştığımı hatırlıyorum. Ama burası çok düzenli bir şehir ve
İstanbul’u gerçekten sevdim. Henüz burada çok şey görmedim ama keşfetmeyi
çok seviyorum. Türkçe gerçekten zor, ama insanlar çok iyi, okul inanılmaz.
Biliyorsunuzdur, yönetim bize yardımcı oldu, buraya gelmemiz için ne gerekiyorsa
yaptılar. Ve Bayan Eralp, ondan bahsetmem lazım, gerçekten inanılmaz yardımcı
oldu, tabii ki diğer herkes de öyle. Diğer fizik öğretmenleri de harikaydı. Çok
Köprü
Ece
Şemdinoğlu
yardımcı ve paylaşımcılardı. Ve öğrenciler de öyleydi. Neredeyse her derste
tüm öğrenciler sınıfta oluyor, bu Kanada okullarında pek sık olan bir şey değil
(gülüyor). Yani şimdiye kadar gayet iyiydi.
Köprü: Geldiğinizden beri Türk yemekleri tatmışsınızdır. En sevdiğiniz
hangisi oldu?
Mr. Bridges: Aslında çok basit bir yemek ama cacığı çok beğendim. Ve bir de
mezeler. Başka neleri gerçekten beğendim bir düşüneyim: Güzel vejetaryen
yemekleri var, yoğurtlu yemekler. (Gülerek) Bu pek iyi bir cevap değildi sanırım.
Köprü: Mantıyı tattınız mı?
Mr. Bridges: Ah, evet. Arnavutköy’de bir mekan var sanırım, Bodrum Mantı değil
mi? Genelde et yemiyorum, o yüzden çoğunlukla vejetaryen yemekleri tattım
ama vejetaryen mantı yemiştim. Mantı buranın özel bir yemeği mi?
Köprü: Evet, biz burada çok seviyoruz. Peki İstanbul’da yaşamak
istediğiniz bir deneyimi söyleyebilir misiniz?
Mr. Bridges: Fuarları gerçekten çok beğendim ve zevk aldım. Eminönü’de 6 saatlik
bir fuara katıldım. John Freely’in -Boğaziçi Üniversitesi’nde ders veriyor.- “Strolling
Through Istanbul” kitabı İstanbul’a yakın alanları ve gezerken görebileceğiniz
şeyleri anlatıyor. Yapmayı gerçekten istediğim bir şey de bu kitabı alıp özellikle
eski İstanbul’da çeşitli keşifler yapmak. Topkapı gibi görülmesi gereken birçok yer
var ve böyle ünlü yerleri gezip öğrenmek istiyorum.
Köprü: Üniversitede astrofizik okuduğunuz söylemiştiniz. Farklı yerlerde
astronom (gök bilimci) olarak çalışmak nasıldı?
Mr. Bridges: Evet, harika bir deneyimdi çünkü astronomide gezme, teleskoplarla
EKİM 2015
HABERLER
23
çalışma gibi fırsatlarınız oluyor. Benim de Şili, İngiltere, Avustralya, Kanarya Adaları, Arizona, Hawai gibi güzel yerlerde gözlem yapma şansım oldu, büyük teleskoplar
kullanmak heyecan vericiydi. Ayrıca rasathanelerde çalışmak keyifliydi çünkü araştırma yapma, oraya gelen diğer astronomlara yardımcı olma ve teleskop araç
gereçleriyle uğraşma fırsatım oldu. Yani birçok yönü olan eğlenceli bir iş diyebilirim. Bu yüzden yurdışında çalışmak ve yaşamak gerçekten zevkliydi.
Köprü: Çocukken ne olmak istiyordunuz?
Mr. Bridges: Aslında uzun bir süre bilim ile ilgiliydim. 12.sınıfta, Kanada’da iki astronom okuluma geldi. Teleskopları ve taşınabilir plenateryumları vardı ve astronomiye
ilgi duymaya o zaman başladım. Yine o zaman astronom olmaya karar verdim. Muhtemelen 16 yaşlarımdaydım ve o zaman astronomi okumak istediğimi biliyordum
Köprü: Fiziği seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Mr. Bridges: Astronomi okumak istememin etkisi olduğunu düşünüyorum
ve bu fizik dersi almama neden oldu. Sonra fizik dersini sevdim.
Matematik ve fizik. Bilimi seviyordum. Lisede bir süre kimya ile ilgiliydim.
Ama fiziği, astronomi için seçtiğimi düşünüyorum.
Köprü: Öğrencilik hayatınız nasıldı? Hiç öğretmenlerinizle sorun
yaşadınız mı?
Mr. Bridges: (Gülerek) Aslında ben iyi öğretmenlerimi de hatırlıyorum.
Lisede kimya öğretmenim harikaydı, neredeyse kimya okuyacaktım.
Ortaokulda da iyi fen dersi öğretmenlerim oldu, bilime ilgi duymamın bir
nedeni de onlar. Ayrıca başarılı üniversite öğretmenlerim de vardı. O kadar
iyi bir matematik öğretmenim vardı ki ilk yılımda matematik okumayı
düşündüm. Üniversite okurken daha fazla zevk aldım. Kanada’da çok
küçük bir lisede okudum ama üniversite çok daha iyiydi, eğlenceliydi ve
dersler, spor, sosyal aktiviteler harikaydı.
Köprü: Favori bilim insanınız kim ve neden?
Mr. Bridges: Bu harika bir soru. Bilim insanlarını sıralamak çok zor
ama bana en iyi bilim adamını sorarsanız, Newton derim. Çünkü onun
yerçekimi, optikler, hesaplama gibi birçok farklı alanlarda çalışmaları
var. Elbette Einstein, Hawking gibi birçok kişi muhteşem ama benim
için Newton. Onun harika, belki de çok cana yakın biri olduğunu
düşünmüyorum. Biraz hınzır olabilir ama bilim adamı olarak benim
favorim ve gerçekten ilgimi çekiyor; mesela çok az uykuyla günlerce
çalışabilmesi.
Köprü: Son zamanlarda ‘Yıldızlararası’ ve ‘Yerçekimi’ gibi uzay ve
astrofizikle ilgili ve çok ses getiren filmler yapıldı. Bu tür filmler
hakkında ne düşünüyorsunuz? Sevdiğiniz bir film var mı?
Mr. Bridges: Aslında iki filmi de beğendim. Bence bu tür filmlerdeki bilim
son zamanlarda daha iyi. Hiçbiri mükemmel değil ve hepsinde bazı hatalar
var ama Interstellar’ı karadelikler yüzünden sevmiştim. Sonuyla ilgili problemler olabilir ama karadeliğin görüntüsü çok iyiydi. Çok kötü filmler de var gerçi. The Core
gibi dünyanın dönmesinin durduğu filmler mesela. Bunlar çok çılgınca şeyler. Yine de bence bilim kurgu filmleri iyi öğretici araçlar çünkü seni düşünmeye ve araştırmaya
teşvik ediyor. En sevdiklerimden biriyse ‘2001: Uzay Yolu Macerası’ diyebilirim çünkü uzayda sessizliğin olduğu nadir filmlerden (güler). Eğlenceli film olarak da Star
Wars’u seviyorum.
Köprü: Son olarak, fizik alan öğrenciler için bir tavsiyeniz var mı?
Mr. Bridges: Evet, benim fiziğe ilgisi olanlara temel tavsiyem -Burada hepinizin fizik 1 almak zorunda olduğunu biliyorum ama fizik 2 almayı düşünüyorsanız- fizik korku
veren tekrarlamalardır, değil mi? Ben öğrencilerle ve arkadaşımla konuşunca fiziğin gerçekten zor olduğunu söylediler. Bense şuna inanıyorum: Fizik sizin sandığınız
kadar zor değil ve eğlenceli olabilir. Evren bilimi ile ilgilidir. Biliyorsunuz fizik, baktığımız her yerdedir. Fizikten korkmayın demek istiyorum eğer fiziğe ihtiyacınız olacak
bir dal ile ilgilenmeyi düşünüyorsanız, lütfen fizik alın. Muhtemelen eğleneceksiniz ve sizin için yararlı olacaktır. Fizik diploması olup başka dallarla ilgilenen birçok insan
tanıyorum: programcılar, bankada çalışanlar veya ekonomi alanında çalışanlar... Fizik dahil olmak üzere tüm fen alanları için birçok farklı olanak mevcut. Korkmayın,
sadece başarın!
Köprü: Cevaplarınız için çok teşekkürler.
Mr. Bridges: Güzel sorulardı, ben teşekkür ederim.
EKİM 2015
Köprü
HABERLER
24
3 Ekim Açık Kapı Günü
Bilge Deniz
Koçak
Velilerimizin öğretmenlerimizle tanışmaları, okulumuzu gezmeleri ve birbirleriyle kaynaşmaları için yapılan Açık Kapı Günü’ne katılım
oldukça fazlaydı.
Kimi veliler servislerde tanıştı, kimileri ise tiyatroda programın başmasını beklerken. Tiyatro girişinde, velilerimizi güler yüzlü, ilgili
görevliler karşıladı ve onlara yerlerini gösterdiler.
Tiyatro salonunda, velilerimiz okulumuzun vizyonu, adaptasyon sürecimiz ve Robert Kolej mezunu olmanın bize ilerde kazandıracağı faydalar
hakkında bilgilendirildiler.
Daha sonra, sınıflarımızda öğretmenlerimiz ile buluştular. Yabancı öğretmenlerimiz ve İngilizce bilmeyen velilerimizin iletişimi için
görevlendirilmiş öğrenciler çeviri yaptılar.
Daha sonra velilerimiz gayet samimi, sıcak bir ortamda keyifli bir yemek yediler.
Bazı velilerimiz ile Açık Kapı Günü hakkında ve okulun genel
işleyişi ile ilgili konuşma fırsatı buldum, onlara çeşitli sorular sordum:
Soru: Okulumuzu beğendiniz mi? Memnun olmadığınız bir şey var mıydı?
-Okulun fiziksel imkanlarını çok beğendim. Eleştirilecek taraflar elbette vardır ama
bugün bir eksiklik olduğunu düşünmüyorum.
-Kampüs ortamının çok keyifli ve sıcak olduğunu düşünüyorum. Sınıf
düzenlemesinin de eğitimi çok destekleyici olduğunu düşünüyorum.
-Klüp seçimleri konusunda öğrencilerimize daha çok yardım edilebilirdi bence. Şu
ana kadar memnun olmadığım tek şey bu.
-Kişisel araçlarımızı koyabileceğimiz bir yer olsaydı daha iyi olabilirdi.
Soru: Daha önceden endişe duyduğunuz ama şu an böyle
hissetmediğiniz bir durum var mı?
-Doğrusu hiçbir tedirginlik hissetmeden gelmiştim, daha da emin bir şekilde geri
döndüm. Öğrenmeyi öğreten, sorgulamaya yönelten, sadece öğretim değil eğitimi
de içeren program benim daha memnun bir şekilde eve dönmemi sağladı.
-Okula dair endişe duyduğum bir nokta yoktu, ama bugün daha pozitif duygularla
ayrıldım. “Bilgi” ile “hayat” arasındaki ilişkiyi farklı şekillerde sorgulayıp
anlamlandıracağınız güzel beş yılın, hatta daha fazlasının size beklediğini
düşünerek mutlu oldum.
-Çocuğumun uyum sorunu yaşamasından korkuyordum ama böyle bir sorunla
karşılaşmamak ikimizi de çok rahatlattı.
Soru: Sizi en çok etkileyen neydi?
-Beni en çok etkileyen arkadaşlarınızın büyük bir özgüvenle, çok başarılı bir
şekilde çeviri yapmalarıydı. Bunun okulun geneline yayılmış samimiyetin bir
yansıması olduğunu düşünüyorum.
-Mr. McDonnell’in “ Biz öğrencileri hiçbir şeye zorlamıyoruz, onlara fırsatlar
sunuyor, yollar gösteriyor, onların bunları en iyi şekilde değerlendireceklerini
varsayıyoruz. ” sözleri beni çok etkiledi.
-Matematik öğretmenimiz Özgür Akas’ın matematiğin hayatla ilişkisini bize
açıklaması en çok aklımda kalan, beni en çok etkileyen şey oldu.
Özetlemek gerekirse, velilerimiz, çok keyifli bir gün
geçirdiklerini, beklediklerinin ötesinde bir organizasyonla
karşılaştıklarını ve asla öğrencilerinin bu okulda okumasından pişman
olmayacaklarını açıkladılar. Okulumuzdan, burada okumamızın doğru
karar olduğundan emin olarak ayrıldılar.
Biz de böyle olmasını umalım.
Bu yazıyı yazmama yardımcı olan tüm velilerimize teşekkür ediyorum.
Soru: Sizce veliler arası iletişim nasıldı?
-Veliler ile aramızda kısa zamanda çok samimi bir iletişim kurduk, günün en güzel
yanlarından birisi buydu bence.
-Okulun genel havası bizim iletişimimizi de olumlu etkiledi. Yemekte ve
toplantıda çok güzel vakit geçirdik.
Editörler
İdil Kara
Melisa Oğuz
Özsu Rişvanoğlu
Tasarım Editörü
Tulya Elif Bekişoğlu
Yazarlar
Ali Yagiz Ayla
Alp Altunyurt
Idil Akpinar
İdil Kara
Melisa Oğuz
Özsu Rişvanoğlu
Nezihe Ezgi Menzi
Simay Yazicioglu
Zeynep Karababa
Ayliz Onur
Beliz Aluç
Bilge Deniz Koçak
Defne Demirer
Ebru Ermiş
Ece Şemdinoğlu
Eda Özüner
Elif Hamutçu
Ecem Öztürk
İrem Deyneli
Uran Onuk
Ceren Kuran
Gülhan Derya Değerli
Işınsu Karabıçak
Köprü
Özge Gül Erbay
Selin Çelikel
Zeynep Özkan
İmtiyaz Sahibi
Özel Amerikan Robert
Lisesi
Nilhan Çetinyamaç
Sorumlu Öğretmenler
Melek Giray İnce
Sorumlu Müdür
Serya Karapınar
Nilhan Çetinyamaç
Yayının Konusu: Okul
Gazetesi
Yayının Dili: Türkçe
Yayının Türü: Yerel,
Süreli
Yayının Süresi: Aylık
EKİM 2015
Yönetim
Özel Amerikan Robert
Lisesi Kuruçeşme
Caddesi No. 87
Arnavutköy/İstanbul
Tel: +90 (212) 359
22 22

Benzer belgeler

Köprü Aralık 2014

Köprü Aralık 2014 bildiğimden Amerika’da Türkiye’den ve Ortadoğu’daki diğer devletlerden gelenlerin bir sinagoga girmesinin zor olduğunu düşünüyor ve onların da camilere alınmadığını ve Amerika’daki müslümanlarla ço...

Detaylı

eda yurdakul ferdağ sezer aygül tanaydın

eda yurdakul ferdağ sezer aygül tanaydın ve en fazla kazandıran bu dalında Türkiye gibi seksen milyonluk ve nüfusa göre iyi denebilecek kadar zeki bir gençliğin bulunduğu bir devletin kendi okullarında kodlama ve buna benzer bilgisayar üz...

Detaylı

Köprü Mayıs 2013

Köprü Mayıs 2013 Programın boşluğundan da şikâyet edenler oldu. Sabah bir iki saat çalışıp günün geri kalanı için profesörleri tarafından serbest bırakılan bazı öğrenciler, ben daha fazla çalışmak istiyorum deyip b...

Detaylı