- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
aralık 2012 - sayı 21
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
aralık
1978
kanlı
maraş
devlet
degil mi?
katliam
yapan
- ermeni
- pontus
- koçgiri
- şeyh said
- dersim
- çorum
- sivas
- gop
- madımak
....???....
fevzi çakmak, sağır ismet paşa, karabekir paşa, cemal paşa, talat paşa, enver paşa, f. gülen, doğan güreş, erbakan, tansu çiller, evevit, hakan
fidan, doğu perinçek, demirel, kenan paşa, kemal kılıçtaroğlu, r. tayyip erdoğan
kendi tarihile yüzleşmeyen kızılbaş - alevi - bektaşi
örgütlerinin demokratikleşmesi mümkün olamaz!...
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
İstanbul temsilcisi: savaş erdoğan
tel: 0535 38 95 778
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 aralık 2012 sayı: 21
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04
Sayfa 06
Sayfa 07
Sayfa 09
Sayfa 11
Sayfa 13
Sayfa 14
Sayfa 21
Sayfa 27
Sayfa 30
Sayfa 32
Sayfa 35
Sayfa 36
Sayfa 42
Sayfa 46
Sayfa 47
Sayfa 49
Sayfa 51
Sayfa 54
Sayfa 57
Sayfa 58
Sayfa 61
Cangözü ile görmek .............................................. Sakine Polat
Davanın Sonucu ve Yargılanmalar
Dersim soykırımı uluslararası alana taşındı
Kim delidir kim veli hiç belli olmaz ..................... Ersin KALKAN
Seyid Rıza idamdan önce Atatürk’le görüştü mü?..... Ayşe Hür
MARAŞ KATLİAMI ........................................... AHMET GÜVEN
Unutulan Tarih Erzincan Hükümeti 1917-1921... Davut Kurun
SUÇLARI KIZILBAŞ OLMAK…
SEYİD RIZA’NIN AKRABASI OLMAK…
DERSİMLİ OLMAK! ................................................... Hatice Çevik
AKP ükümeti MİT’i pazarlık için İmralı adasında gönderdi...
Hevpeyvîna bi Elewiyekî kamîl re ............................... Kemal Tolon
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN VE
CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU
HAKKINDA SUÇ DUYURUSU DİLEKÇESİ... ....... Sinan Işık
METAFİZİKÇİNİN CAN KORKUSU ................... A. KOMAZAN
Holokost ve Türkiye .......................... ALİ SAİT ÇETİNOĞLU
Taner Akçam ve Ümit Kurt ile
“Kanunların uhu” üzerine söyleşiler
OSMANLI’YI YÖNETEN 36 PADİŞAHTAN SADECE İKİ
SİNİN ANNESİ TÜRK: OSMAN GAZİ VE ORHAN
GAZİ’NİN...
İşte Kürt Bilinen ÜnlüErmeniler...!
.......................................................... Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU
Suriye nereye gidiyor ........................................ İbrahim Seven
ÇİROKA SILEMANE BAFFILE ABASI ERMENİ
ÜLEYMAN’IN HİKAYESİ ................... ABDURRAHMAN ADA
ALEVİLERE TEKKE VE ZAVİYELER KANUNUYLA
YENİ TUZAK KURULUYOR .............. Dr. Hüseyin Demirtaş
Kitlesel direnişi yükseltme zamanı .......................... Recep Maraşlı
EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN
YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (8)
............................................................... ADNAN CANGÜDER
1915’ te Dedem İğneyle Öldürülmüş! ................... Rafael Demircan
Sayfa 64 ΣΗΜΕΡΑ (*13/10) Η 107η ΕΠΕΤΕΙΟΣ ΤΟΥ ΜΑΚΕΔΟΝΙΚΟΥ
ΑΓΩΝΑ 1904-1908. .............................................. ΕIΣΑΓΩΓΗ
Kızılbaş Yayınevi
K i t a p - D er g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m
G r a f i k- D iji t a l ve O f s e t ba sk ı
i ş l er i n i z i t i na i l e yapı l ı r
Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 53
k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z
Hem Dımılki/Kırmancki halk müziği
icracısı, hem de derlemeci ve araştırmacı olarak Dersim folkloru üstüne çalışmalarıyla tanınan Dr. Daimi Cengiz; yaklaşık otuz yıllık bir
alan çalışması sonucu, Dersim’in
efsanevî şairi, halk filozofu ve manzum tarihçisi olarak adlandırabileceğimiz Sêy Qaji üstüne derli-toplu
bir çalışma yapmış bulunuyor. Sêy
Qaji’nin 1860-1936 yılları arasında yaşadığı kabul edildiğine göre,
demek ki bu çalışmayla,Dersim’in
yaklaşık yetmiş yıllık toplumsal ve
siyasal tarihi gözler önüne seriliyor.
(Mehmet Bayrak)
Siparişler için:
[email protected]
posta ücreti dahil 22,00 €
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cangözü
ile
görmek
Osmanlıdan TC. geçişi (İT) İttihatçı
siyaset ve kuramı ise osmanlı görüşünü daha da ağırlaştırır. Herkes Tırk
yapılacak olmayan kesilecek. Herkez
devlet ümmeti müslüman yapılacak olmayanlar kesilecek, kalanlar da sürülecekler.....
S a k i n e Po l a t
CEM vakfının Aşure dağıtımına mhp’li
birinin davet edilmesi kürsüden konuşturulmasına itirazlar var!....
Doğru ve haklı gibi görünen bu tepkinin bir de kendi iç yüzünden bakılmalıdır. Şöyle ki; Alevi -Bektaş-i örğütlenmeleri ve kadroları ırkçı faşizan
militarist chp desteklemiyorlar mı? 12
eylül anayasasına %92 oy vermediler
mi? Ecevit Bahçeli kovalisyonunda fiilen aktif destekleyip katılmadılar mı?
Şimdi kutiğin birinin havlatılmasından
neden rahatsız olmuşlar ki?
* * *
İttihatçılığın ortaya çıkardığı yeni ve
kendine yabancılaştırılmış bir topluluğun bir parçası olarak Alevilerin,
Kürtlerin, Ermenilerin... ve diğer mazlum kesimlerinin içine düşürüldüğü
durumu sağlıklı algılamadından özedönüş, demokratikleşme ve yenilenme
mümkün olmuyor.
Buna örnek Alev-Bektaşi örgütlenmeleridir. CHP + ordu arasında sıkışıpkalınmıştır. Buna bir de ittihatçı solculuğunu eklemek gerekir.
* * *
Özgürlüğü olmayan devlete tutsak birinin, yani A. Öcalan’ın altmış küsürgün sürdürülen açlık grevlerin bitirme kararında belirleyici olması, Kürt
milli mücadelesine devlet tarafından
ipotek koyması demektir. Gerek silahlı
güçlerin, gerekse legal alanların esir
edilmesi demektir!...” İmralının” özgür
olmadığı devlet kontrolünde olduğunun unutulmasının ve görmemezlikten
gelinmesinin faturasının mazlum kürt
halkına ve dostlarına çıkarılacağı
unutulmamalıdır...
Devletin- ittihatçı - solcu kadrolarının
önemli bir kesmini kızılbaş evlatlarından devşirilmiştir... Bu asimilasyonun,
Türkleştirilmenin ve Müslümanlaştırılmanın derinliğini göstermesi açısından önemlidir..
* * *
Bu durumdan kurtulmanın yolları vardır elbett, Katliamların ve soykırımlarının başlarılması nerede ve nasıl başlarıldığı görülmelidir. Hangi kuram ile
hangi siyaset ile işletildiği de günışığına çıkartılmalıdır. bunlar olmadan hiç
bir sağlıklı ve kalıcı adım atılamaz!...
Osmanlı saray siyaseti realist ve dünyaviydi. İşlerini ve muratlarını ahirete
bırakmadan saraylarını cennet-cehennem, kendilerini de mülkün devletin
sahibi olarak gördüler!..
Saraylarında yüzlerce Huriyi, yüzlerce
Nuriyi aldılar. Devamı aşinadır!..
Tırk Başbakanının “bizim böyle bir ecdadımız yok” dedi. Peki nasılmış kendi
ecdatları?
Bu durum asimilasyoncu inkarcı devşirmeliğin de niteliğini göstermesi açısından incelenmeye değer bir konu.
Araştırmacıların önünde duran neşeli
bir konu olmalı
* * *
Kanlı Maraş katliamının unutulması
ya da unutulmaması arasında hiç ama
hiç bir farkı yoktur. Çünkü var olan
Alevi+Bektaşi dernek ve vakıflarının
yuları İttihatçıların elindedir.
Günümüzden başlayarak teker teker
adım adım merdiven misali 1915 kadar
inmeliyiz. Çünkü osmanlıdan tc geçişteki siyaseti kuramını ve işlevini sağlıklı görelim.
Osmanlının biz kızılbaşlara yönelik
devlet siyasetini şöyle özetlemek mümkündür. “Kızılbaşlar görüldügü yerde
ezile kesile yok edile.....” bu yönde yeterince fetvaları da var.... Osmanlı siyasetini açık uyğulamıştır.....
Kanla şiddet ile uygulanan bu siyasetin açık itirafı olan “İşte Kürt Bilinen
Ünlü Ermeniler...!” (İttahatçı) Prof.
Dr. Yusuf HALAÇOĞLU yazısında da
görmek mümkün Ermeni soykırımından ardakalanların durumunu görmek
açısından ibret vericidir!...
Devşirme İttikatçı Halaçoğlu türk olmayanları düşman görmesi (İT) ırkçılığıdır......
Şimdi bu (İT) siyaseti görülmeden hiç
bir kesimin demokratikleşmesi insanlaşması kesinlikle mümküo olamaz.
* * *
Sivil toplum örgütlenmeleri, sendika
dernek vakıf kadroları her fırsatta devletin şu ya da bu partisinden makam
vekil alma-olmak için adeta dörtnala
yarışıyorlar sütçü beygirleri gibi...
Alevi Bektaşi dernek vakıf başkanları
CHP den vekil olmak için kırk takla
atıyorlar.. Solcu İttihatçı Sendika başkanları da öyle...
* * *
Kızılbaş aydınları olarak bu batak yolun dışında kendi özgül yolumuzu siyasetimizi bulup geliştirmeliyiz. Kendi
demokratik taleplerimiz ile siyasal taleplerimiz için açık öz örgütlenmelerimizin adımlarını atarak siyaset alanına çıkmalıyız.
Kızılbaş Alevi meselesi din iman ile sınırlamak asimilasyoncuların kapısında maraba kalmaktır.
Maraş katliamını lanetlemek, 1915 den
günümüze yapılmış soykırımları, katliamlar sürgünler ile açık yüzleşerek
yapılabilinir...
Kızılbaş Alevi meselesi siyasal boyutlarıyla elealıp kend öz örgütlerimizi
geliştirmek ile mümkün olur...
can cana
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Davanın Sonucu ve Yargılanmalar
Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman,
Hatay İlleri Sıkıyönetim Askeri Komutanlığı
1.Nolu Askeri Mahkemesi’nin gerekçeli kararı şöyledir:
804 kişi hakkında dava açılır. Bu sanıklardan 29’u ölüm
cezasına, 7’si müebbet hapse; 7’si 15-24 yıl arasında,
29’u 10-15 yıl, 259’u da 5-10 yıl arasında, 26’sı ise 1-5
yıl arasında hapis cezası almışlardır. 379 kişi davadan
beraat ederken 68 kişi firarda olduğu, veya dava
sırasında ölmüş olduğu için davadan düşerler.
Öte yandan ölüm ve müebbet hapis cezaları
dışındakilere 1/6 oranında cezai indirim uygulanmış
ve cezaları azaltılmıştır. Ardından mahkemenin kararı
Yargıtayca bozulmuştur.
Kanlı Maraş dosyası sessizce kapatılmış oldu!.
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim soykırımı uluslararası alana taşındı
1937-1938 yıllarında Dersim’de gerçekleştirilen katliam, Uluslararası
Ceza Mahkemesi’ne (UCM) taşındı.
UCM’ye 300 sayfalık bir dilekçe ile
yapılan başvuruda, aralarında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile 12 Eylül
darbesinin mimarı Kenan Evren’in de
bulunuğu 81 kişinin soykırım suçu ve
soykırımı önlemeyi düzenleyen maddeler çerçevesinde yargılanmaları iste
ndi.
Hollanda’nın Lahey kenti bugün tarihi
bir olaya tanık oldu. Dersim'de 75 yıl
önce gerçekleştirilen katliam, Uluslar
arası Ceza Mahkemesi'ne taşındı.
Dersim 37-38 Soykırım Karşıtı Komitesi ile Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti, Dersim’de gerçekleştirdiği
soykırımdan ötürü Türkiye aleyhine Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne
(UCM) suç duyurusunda bulundu.
UCM’ye 300 sayfalık bir dilekçe ile
yapılan suç duyrusunda, aralarında
Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
ile 12 Eylül faşist darbesinin mimarı
Kenan Evren’in de bulunuğu 81 kişinin
soykırım suçu ve soykırımı önlemeyi
düzenleyen uluslararası ceza hukuku
maddeleri çerçevesinde yargılanmaları
istendi.
Lahey’de UCM’ye suç duyrusu dilekçesi verilmesinde, aralarında KongraGel Başkanı Remzi Kartal, KNK
Başkanı Tahir Kemalizadeh, Dersim’i
Yeniden İnşa Cemiyeti’nden yazar
Haydar Işık, Dersim 37-38 Soykırım
Karşıtı Komitesi Başkanı Ayfer Ber,
Demokratik Aleviler Federasyonu adına Hasan İnce, Hollanda Sentörü Düzgün Yıldırım, Yazar Ahmet Kahraman
ve Dr. Işık İşcanlı, Av-EG Kon'un da
yer aldığı kişi ve kurumlar hazır bulundu.
ABD, Almanya, Hollanda, Belçika ve
Türkiye’den çok sayıda avukatın imzasının bulunduğu dilekçe, avukat Erdal
Doğan tarafından UCM’ye verildi.
Dilekçe’nin verilmesi ardından avukat Doğan, UCM ana binası önünde
destek amaçlı bulunanlar ile basına
yönelik kısa açıklamalarda bulundu.
Avukat Doğan, UCM’ye sosyolog İsmail Beşikçi’nin özel hazırladığı raporu da içeren 300 sayfalık bir dilekçe ile
başvurduklarını belirterek, soykırım
suçu ve soykırımı önleme maddeleri
çerçevesinde yapılan, bugün itibariyle
işleme alınan başvurunun kabul edil-
mesini beklediklerini söyledi.
SOYKIRIM, ASİMİLASYON DEVAM EDİYOR
Dersim’de gerçekleştirilen soykırımın,
1937-1938 yılı ile sınırlı kalmadığını,
bugün Kürt kimliğinin ret ve inkarı,
Alevi kimliğinin inkarı temelinde sürdüğünü belirten avukat Doğan, Dersim
özgülünde ise 12 Eylül darbesi ile asimilasyon olarak, 1990’lı yıllarda binlerce köyün yakılarak 40 bin kişinin
zorla göç ettirilmesi ve yapılan barajlarla sistemli bir şekilde sürdürüldüğünü vurguladı.
ERDOĞAN DAHİL 81 KİŞİNİN
YARGILANMASI İSTENDİ
Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam edildiği 17 Kasım tarihine dikkat çekerek,
Başbakan Erdoğan’ın 17 Kasım 2011
tarihinde katliam/soykırımdan ötürü
‘özür’ dilediğini belirten Doğan, ancak
bu ‘özrün’ üzerinden 1 yıl geçmesine
rağmen bunun hiçbir gereğinin yerine
getirilmediğini, aksine katliam/soykırımcı zihniyeti olduğu gibi sürdürmeye devam ettiğine dikkat çekti.
Avukat Doğan, bunun için dilekçede,
Dersim soykırımının hala yaşayan tüm
sorumluları ile birlikte, bugün bunu
devam ettiren aralarında Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Savunma Bakanı
İsmet Yılmaz, Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, Milli Eğitim Bakanı Ömer
Dinçer ile 12 Eylül faşist darbenin lideri Kenan Evren’in de bulunduğu toplam 81 kişinin yargılanarak cezalandırılmasını istediklerini kaydetti.
BÜTÜN İNSANLIĞI İLGİLENDİREN BİR SUÇ DUYURUSUDUR
Türkiye’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni imzalamayan, dolayısıyla tanımayan ülkeler arasında bulunduğuna
da dikkat çeken Avukat Doğan, ancak
söz konusu olan soykırım olduğu için
UCM’nin bunu dikkatte almayacağını
beklediklerini belirtti. Doğan, “Bu dilekçe Dersim’de uygulanan soykırımla
sınırlı değil. Soykırımda kullanılan
bombaları veren Almanya’yı ilgilendiriyor. İngiltere, Fransa’yı ilgilendiriyor. Soykırımın üzerinde sürdürüldüğü tüm Kürtleri ilgilendiriyor. Bütün
insanlığı ilgilendiriyor” dedi.
BURADA SOYKIRIMIN SÜRDÜRÜCÜLERİ YARGILANACAKTIR’
Avukat Erdal Doğan ardından, Dersim 37-38 Soykırım Karşıtı Komitesi
Başkanı Ayfer Ber bir konuşma yaptı. “Bugün Kürtler, Aleviler, ezilenler
için tarihi bir gündür” diyen Ayfer
Ber, Dersim’de soykırımdan geçirilen
100 bin insanın acısını taşımanın kolay
olmadığını, ancak takipçisi olmanında
büyük bir onur olduğunu söyledi.
CHP eli ile Dersim’de gerçekleştirilen
soykırımın bugün AKP eli ile Kürt
halkı ve Alevilere karşı sürdürülmeye
devam ettiğini vurgulayan Ber, yaptıkları başvuruya dikkat çekerek “Burada
soykırımın sürdürücüleri yargılanacaktır. AKP yargılanacaktır” dedi.
Ayfer Ber ayrıca, çalışmalarının bununla sınırlı olmadığını belirterek, yakın zamanda Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Komitesi gündemine de taşıyacaklarını sözlerine ekledi.
SOYKIRIMLAR UNUTULMAMALI
Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti’nden
yazar Haydar Işık, soykırımların unutulmasının sıradanlaşmasına neden
olacağını belirterek, unutulmaması
gerektiğini söyledi. Işık, “Holokostu,
Terteleyi, Kürtlere karşı devam ettirilen soykırımı unutanlar, görmezden
gelenler, ona destek veriyorlar demektir” dedi.
KARTAL: ULUSLARARASI GÜÇLER SOYKIRIMIN ORTAĞIDIRLAR
Kongra-Gel Başkanı Remzi Kartal,
Dersim’de uygulanan soykırımın uluslararası hukuk zeminine taşınmasının
Dersim ve Kürtler için önemli bir adım
olduğunu söyledi. “Dersim katliamı,
soykırımı, tertelesi, uluslararası güçlerin desteği ile gerçekleşmiştir” diyen
Kartal, söz konusu uluslararası güçlerin bugün de Türk devletinin Kürtlere karşı sürdürdüğü soykırıma karşı
tolerans göstermeyi sürdürdüğünü
vurguladı. Kartal, uluslararsı güçlerin
katliama karşı direnen Kürt Özgürlük
Mücadelesi’ni terörize ederek suç ortaklığı konumlarını sürdürdüklerini
kaydetti.
“Bu başvuru, bu çifte standarta karşı,
bu katliamların görülmesini sağlamak
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
için önemlidir” diyen Remzi Kartal,
ancak devam eden soykırım uygulamasına karşı seferberlik ruhu ile her
alanda teşir etme faaliyetlerinin yürütülmesi gerektiğini belirterek, bu yönlü çalışmaların arttırılması çağrısında
bulundu.
KNK Başkanı Tahir Kemalizadeh
de,“Seyit Rıza’nın, Şeyh Said’in mezarını öpüyorum. Asla unutmayacağız”
dedi.
‘ZİHNİYET AYNI ZİHNİYET’
Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu Eş Başkanı Şafak Arabacı, bugün
hala ‘en iyi Kürt ölü Kürttür’ zihniyeti ile sokakta, her alanda Kürt halkına
karşı soykırımın devam ettiğini söyledi. Türk Başbakan Erdoğan’ın binlerce
Kürt tutsağın 68 gün sürdürdüğü açlık
grevleri için ‘açlık grevi yok’ diyerek
hakaret ettiğini belirten Arabacı, “75
yıl önce katliamı yapan zihniyet aynı
zihniyettir. O halde bizim de atalarımızın izinde direnmemiz gerekiyor” diye
konuştu.
‘BU SOYKIRIMIN BELGELENMESİDİR’
Yazar Ahmet Kahraman, tarihi bir yürüyüş olarak tanımladığı suç duyurusu
için “Bu aynı zamanda soykırımın belgelenmesidir” dedi. Böylelikle Türklerin soykırım suçlaması ile yüz yüze
geldiklerini belirten Kahraman, “Buna
isyan etmeleri gerekiyor. Ama malesef
sesi çıkmıyor” dedi.
UCM’ye yapılan suç duyurusu çalışmasında önemli katkılarda bulunan
Dr. Işık İşcanlı, “Atalarımızın yapamadığını yapmaya çalışıyorum” diyerek bundan büyük onur duyduğunu
söyledi.
‘UCM’NİN YARGILAMA SÜRECİNİ BAŞLATMASINI BEKLİYORUZ’
Halepçe katliamından sonra UCM’ye
Kürtlerin yapmış olduğu ikinci başvuru olduğunu belirten İnce, Türkiye
Cumhuriyeti’ne karşı ilk kez bu düzeyde bir adım atılmasının Kürt halkı
açısından çok önemli olduğunu söyledi. Erdoğan’ın Dersim’e ilişkin esasında CHP’ye karşı yaptığı sözde ‘özür’
dilemesinin devlet adına yapıldığına
dikkat çeken Hasan İnce, bundan dolayı da UCM’nin dilekçeyi işleme alarak
yargılama sürecini başlatmalarını beklediğini söyledi. Hasan İnce, bununla
birlikte, benzer girişimlerin de devam
edeceğini sözlerine ekledi.
Etkin Haber Ajansı / 23 Kasım 2012
Dersim Raporu / İzzeddin Çalışlar @
iletisimyayin
Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından çıkan, yazarı ve yayım
tarihi tam olarak bilinmeyen ancak
“gizli”, “kişiye özel” ve “kayıt
altında” sadece 100 adet basılan
Dersim Raporu, Türkiye tarihinin
karanlık noktalarından birisi olan
Cumhuriyet’in Dersim politikaları
hakkında etraflı bir bilgi sunuyor.
Osmanlı’dan itibaren sorunlu
bir bölge olarak görülen Dersim’de
yaşanan ayaklanmaları, bunlara
karşı girişilen askerî harekâtları,
hükümet tarafından alınan önlemleri
ve o günlerden raporun yazıldığı
tarihe kadar konuyla ilgili olarak
hazırlanan raporların hemen hepsini
bir araya getiren kitap yakın tarihe
ışık tutuyor.
Dersim’de ve civarında yaşayan
aşiretlerin ve üyelerinin ayrıntılı bir
içeriğini sunan rapor, “eşkıyayla
mücadele” adı altında aslında o günlerden günümüze uzanan bir zihniyeti de ortaya koyuyor: Zorunlu göçten
köyleri yakmaya, aşiretleri uçaklarla
bombalamaktan adli, kültürel ve
ekonomik tedbirlere uzanan; “Türk
olduklarını unutan”(!) bölge insanına
Türklüklerinin yeniden hatırlatılmasına dayanan yıkıcı, kıyıcı, ulus-devlet inşasına yönelik bir zihniyeti…
Dersim’e yönelik çeşitli tarihlerde
yapılmış harekâtların askerî planlarını da barındıran bu rapor, dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi
Çakmak’ın “Dersimli okşanmakla
kazanılmaz” ifadeleri düşünüldüğünde, bölgede onyıllardır akan kanın
kökenlerini anlamak isteyenler için
de önemli bir kaynak.
Kapak Hakkında : 1926 Koç Uşağı tedibi, 3. Safha, 30.10.192630.11.1926 vaziyeti'ni gösteren kroki
http://www.iletisim.com.tr
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kim
delidir
kim veli
hiç belli
olmaz
çay demlemişler. Hastanın başındaki
beş kişi altı bardak çay koymuş. "Biri
çayını bitirince altıncı çayı da içer artık" demişler. O sırada kapı çalınmış.
Sağanağın altında sırılsıklam olmuş
Sevuşen, tas gibi tuttuğu avuçları suyla dolu, içeri girmiş ve elindeki suyu
hastanın başından aşağı dökmüş, "dermanın yağmurla geldi, iyileşeceksin"
demiş. Sonra oturmuş sedire ve "benim için çay koymuşsunuz" diyerek
sobanın yanındaki altıncı bardağı alıp
içmiş, çıkmış gitmiş. Ertesi gün genç
kadın, herkes uyurken kalkmış ve çocuğunu emzirmeye başlamış...
Ersin KALKAN
O DA SENİ SEVİYOR TUNCELİ’DE
BEKLİYOR
Tiyatrocu ve sinemacı Ali Sürmeli aylar önce, "Bir deli varmış Tunceli’de.
Adı Sevuşen. Halk onu o kadar çok seviyormuş ki, ölümünden sonra heykelini dikmişler" diye anlattı. Tunceli’ye
gidip Sevuşen’in hikayesini araştırarak
sinemaya aktarmayı planlıyordu. Bunu
Tuncelili arkadaşım Hasan Aral’a aktarınca, hikaye daha da ilginçleşti.
Çünkü Aral’ın rahmetli annesi çok
saygı duyarmış Sevuşen’e. "Oğul unutma, kim delidir, kim veli, belli değildir" dermiş.
Araştırınca ortaya çıktı: Sevuşen’in
ölümü derin bir boşluk yaratmıştı
Tunceli’de. Halk onun yerine yeni bir
deli arayışındaydı. Bir kısmı Baba Bertal adlı şahsın Sevuşen’in yerine geçmesinin uygun olacağını düşünüyor,
bir bölümü ise, "Bertal çok yaşlandı.
Tunceli’nin genç ve dinamik bir deliye
ihtiyacı var" diye Deli İbo namlı kişinin bu postekiye oturması gerektiğini
iddia ediyordu. Sonunda Baba Bertal’in
tahta geçmesine, Deli İbo’nun da veliaht olmasına karar verilmişti.
Bütün bunlar bize tuhaf gelebilir ama
Sarı Saltuk, Düzgün Baba ve Munzur Baba gibi velilerin ocağı olan
Tunceli’de deliler mukaddes sayılıyor.
Çünkü onların, dünyayla ilişkisini
kesmiş, mal, mülk, iktidar arzusunu
aşmış olduklarına inanılıyor. Bu biraz
da Alevi inancında yer alan bir felsefe.
Örneğin Hacı Bektaşı Veli, çocukların
ve illa ki delilerin korunması gerektiğini söylüyor. Bu inanışlar, eski şaman
ve pagan geleneğinden evrilerek Alevi
kültürü içine yerleşmiş. Bölgede binlerce yıl hakim olan Zerdüşt dininde de
benzer bir inanış bulunuyor. Tunceli’de
yeni jenerasyon delilerle ilgili gelişmeleri öğrenince, bu kente gittik. Palavra Meydanı’nda, Tunceli milletvekili
Kamer Genç’in de yapımına katkıda
bulunduğu Sevuşen heykelini gördük,
onun tahtına çıkmış olan Baba Bertal
ve veliahtı Deli İbo ile görüştük. Ve
sonunda, eğer bir gün dellenirsek kesinlikle gelip Tunceli’ye yerleşmeye
karar verdik...
HEYKELİ DİKİLEN EFSANE DELİ
SEVUŞAN
Adı Hüseyin Tatar. Seyid olduğu, yani
Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın oğlu Hz.
Hüseyin’in, yani Hz. Muhammed’in
soyundan olduğu söyleniyor. Bu yüzden halk arasında önceleri Seyid Hüseyin veya Seyid Vuşeyn diye çağrılıyor. Bu nam daha sonra kısaltıla
kısaltıla Sevuşen’e kadar geliyor. 1930
doğumlu. Mazgirt’in Aktuluk köyüne
bağlı Beydamı mezrasında doğmuş.
1938 Dersim isyanında köyü bombalanmış. Bombalardan biri evine isabet
etmiş. Çok korkan Hüseyin yıllarca,
çok darda kalmadıkça kapalı bir yerde
yatamamış. 1950’lerin ortasına kadar
köyünde yaşamış. Askerlik dönüşü
eşinin bir başkasıyla birlikte olduğunu
öğrenince köyü terk edip kendini yollara vurmuş. Sakin, sessiz bir tabiata
sahipmiş. Üstüne çok gelinmediği sürece sesini çıkarmaz, kimseden yemek
istemezmiş.
Genç bir kadın hastalanmış. Ankara’ya
İstanbul’a götürmüşler, doktorlar,
"yatağında ölsün" demiş. Dönmüşler
Tunceli’ye. Yağmurlu bir gün, sobada
Gencin biri bir kıza aşıkmış. Ama birkaç ay sonra kızın ailesi Almanya’dan
gelip
kızlarını
alıp
götürmüş
Almanya’ya. Genç de kendini dağlara
bayırlara vurmuş. Bir gün Munzur’un
üstündeki asma köprülerden birinde
canına kıymayı düşünürken omuzunda bir el hissetmiş. Bakmış ki Sevuşen
yanında. "O da seni seviyor, Tunceli’de
bekliyor" demiş. Genç adam koşa koşa
şehre gelmiş, gerçekten de sevdiği
kızın döndüğünü öğrenmiş. Bir sene
sonra evlenip Almanya’nın yolunu tutmuşlar. Geçen yaz, Munzur Festivali
sırasında 28 ve 23 yaşında olan iki çocuklarıyla Tunceli’ye gelip Sevuşen’in
mezarını ziyaret etmişler.
Aynı yıllarda çok çetin bir kış geçirmekteymiş Dersim diyarı. Sevuşen’e
demişler ki, "Baba bu gece kar geliyor. Gel bir damın altında yat." "Ben
sokakların misafiriyim" diyerek kabul
etmemiş. Ama Tuncelililer, allem edip
kallem edip bir damın altına yatırmışlar. Yanına bir soba kurup üstüne
de yün bir yorgan örtmüşler. Sabah
Sevuşen’i yattığı yerde bulamamışlar.
Bir de bakmışlar ki bahçede üstüne
paltosunu atmış uyuyor.
Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol
Abdil, annesinin şahit olduğu bu olayı şöyle anlatıyor: "Ben böyle şeylere
inanmam. Ama anam kendi gözleriyle
görmüş. Şehrin dört bir yanı karla örtülüymüş. Bir tek onun yattığı yer kupkuruymuş..."
Daha neler neler...
12 EYLÜL DARBESİNİ 1938 SÜRGÜNÜ SANDI
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sevuşen bir sabah uyanmış ki şehirde in cin top oynuyor. Emniyet
Müdürlüğü’nün önüne gidip eline geçirdiği taşları savurmaya başlamış. Bir
yandan da, "Ne yaptınız milletime, 38
geri mi geldi" diye bağırıyormuş. Polisler çıkıp, sokağa çıkma yasağı konulduğunu söylemişler. İnanmamış. Alıp
yanlarına tek tek kapıları çaldırmışlar.
Her kapı açıldığında, "Haaa Haydar
buradasın. Fatma da evinde. Bebeler
nerde? Haaa onlar da burada" diyerek
rahatlamış. Sonra oturmuş Palavra
Meydanı’na ve "Bir çift gögerçin (güvercin) havalansa / Yanık yanık koksa
karanfil" diye bir türkü tutturmuş.
1994’te öldüğünde, cenazesine 27 bin
nüfuslu Tunceli’de 10 binden fazla kişinin katıldığı söyleniyor. Onu çok seven hemşerileri, Palavra Meydanı’nın
bitişiğindeki küçük alana bir heykelini
dikmiş.
HEYKELİNİ YAPTIRAN KAMER
GENÇ:
TUNCELİ’NİN SEMBOLÜ DELİ DEĞİL ERMİŞ
Tuncelililer, eski hükümet meydanına
kendi aralarında Palavra Meydanı diyorlar. Sevuşen’in heykeli bu meydana
açılan küçük bir alanda. 1995’te yapılan heykelin masrafını Tunceli Milletvekili Kamer Genç karşıladı. Heykelin
yanındaki çeşme mumlarla dolu. İnsanlar, mum dikerek dilekte bulunuyor. Kamer Genç, şunları söylüyor:
"Sevuşen Tunceli’nin sembollerindendir. Deli değil ermiştir. Manisa Tarzanı gibidir. İnsanları ve tüm mahlukatı
seven bir adamdı."
HERKES MEZAR BAŞINDA DİLEK
TUTUYOR
Savuşen’in kentin dışında asri mezarlıktaki mezarı ziyaret yeri. Mezarın
yanı başına, 14-15. yüzyıllarda hüküm
sürmüş Akkoyunlu medeniyetinden
kalma bir koyun heykeli getirilip konulmuş. Kabir, perşembe günleri ziyaret ediliyor. Mezarın taşı yakılan
mumlardan dolayı kararmış. Mezar
taşını üç kez öpüp aynı yere başlarını
koyan ziyaretçiler, Sevuşen’in ölüsünün de bir kerameti olduğuna inanıyor.
BUGÜNÜN DELİSİ BABA BERTAL
Sevuşen’in ölümünden sonra uzun süre
derin bir sessizlik yaşandı Tunceli’de.
Bir gün uzak bir köyden gelen kurşun
sesleriyle bozuldu bu derin sessizlik ve
Tunceli neşesini yeniden buldu.
Baba Bertal şimdi 75 yaşında. O da
Sevuşen gibi seyid. Fakat onun deliliği sonradan olma değil, doğuştan. İki
metreye yakın boyu ve heybetli bıyıklarıyla ilk bakışta ürkütücü. Fakat yanına yaklaşınca ipek gibi yumuşak bir
adam.
Şehrin etkili ailelerinden Kureyşan
aşiretine mensup olduğundan, hali
vakti yerinde sayılır. Yolda yürürken
dükkan sahipleri bereketleri artsın
diye koluna girip davet ediyorlar. Bazen milleti gülmekten kırıp geçiriyor.
Bir sinema oyuncusunun, bir kaymakamın ya da karakol komutanının taklidini yapıyor. Türkçe’yi de, Zazaca’yı
da kekeleyerek konuşuyor. Cümlelerini
nadiren tamamlıyor ama herkes onun
ne demek istediğini çok iyi anlıyor.
Baba Bertal takım elbise ve kravatla
geziyor. Ama köye gideceği zaman mekanın ruhuna uygun giysileri, şalvarı,
uzun kollu bol gömleği, şal kuşağı ve
yeleği tercih ediyor. On sene önce, işte
böyle bir kıyafetle, boşaltılmış olan
Aktuluk köyüne doğru gidiyor. Farkında olmadan askeri yasak bölgeye
giriyor. Kontrol noktasındaki askerler,
Baba Bertal’ı görünce şaşırıyor. Dur
ihtarından sonra havaya ateş açıyorlar.
Baba Bertal dönüp şöyle bir bakıyor ve
köye doğru yürümeye devam ediyor.
"Yasak baba giremezsin" diye bağırıyorlar, dinlemiyor. Yeni tayin olan
genç üsteğmen geliyor, ateş emri veriyor. Askerler 40-50 kurşun sıkıyorlar
üzerine. Uzaktan Baba’nın şalvarının
ve yeleğinin isabet aldığı yerlerden
havalandığını görüyorlar. Baba Bertal
ormana dalarak ortadan kayboluyor.
Komutan, Baba’nın cesedini çıkarmak
için arama emri veriyor. Fakat ne bir
kan izine rastlanıyor ne de Baba’nın
cesedine.
Akşam şehre dönen genç subay, olup
bitenleri Tuncelili bürokratlara anlatıyor. Onlar, "sen ne yaptın, o Allah’ın
meczup bir kuludur, yazıktır, günahtır" diyor. Sabaha kadar uyuyamıyor
komutan. Ertesi gün yanına birkaç
asker alıp Aktuluk köyüne gidiyor.
Köyün meydanında Baba Bertal’i gö-
rüyor. Hazret, bir kapının önünde bağdaş kurmuş, ağızlığa takılı sigarasını
tellendiriyor. Üsteğmen yanına gidip
elini öpüyor. Baba, şalvarındaki, yeleğindeki delikleri gösteriyor: "Arılar
çıktı kovanlarından, vızzzz vızzzz
vızzzz edip buraları deldi. Daşşağımın
torbasını da ısırıp gitti..." diyor gülerek. Tunceliler bu olaydan sonra, Baba
Bertal’in kurşun geçirmez olduğuna
inanıyor.
HENÜZ KERAMETİ
VELİAHT DELİ İBO
OLMAYAN
Deli İbo’ya, kaç yaşındasın diye sorduğumuzda önce bilmediğini söylüyor. Sonra birden "37.5" diyor. Neden?
Çünkü birisi, onu Baba Bertal ile karşılaştırıyor, "cüsse olarak sen onun yarısısın" diyor. Baba Bertal 75 yaşında.
"Demek ki ben de 37.5 yaşındayım"
diyor Deli İbo.
Gerçek adı İbrahim Barut. Henüz olağandışı bir kerametine rastlanmamış.
Ama bir yeri ağrıyanlar gelip elini
sancılı yerlerine dokunduruyorlar.
Tuncelililer, İbo’nun kerametinden çok
marifetine hayranlar. Deli İbo, paranın
ve imanın kimde olduğu konusunda
şaşmaz bir sezgiye sahip. Tanısın tanımasın, kimde para varsa hemen yanına
yaklaşıp önce elini sıkıyor ardından da
avucuna 1 milyon YTL’lik demir parayı sıkıştırıyor. Karşısındaki bu parayı
almamak için diretirse ısrar ediyor.
Sonra ansızın, "Büyüğünü versene"
diyor. Bilenler anlıyor, tanımayanlar,
neyin büyüğü, diye soruyorlar. "Sana
verdiğim paranın" diye yanıtlıyor. Metal para verildiğinde kabul etmiyor.
"Paran yoksa kalsın" diyor sakince.
Artık ondan sonrası karşısındakinin
cömertliğine ve bütçesine kalmış.
5-10-20-50, Allah ne verdiyse kabul
ediyor İbo.
Kentin sırtlarında ablasının evinde
kalan Deli İbo, gün boyunca topladığı
paraları günbatımından sonra dağıtmaya başlıyor. Yoksul evlerin kapısını
çalıyor, ihtiyacı olanlara para veriyor.
Kalanı da bozuk para haline getirip
okulun yolunu tutuyor. Öğrencilere,
"Al bununla çorba iç, al simit ye, börek
ye" diye dağıtıyor.
Kaynak:
h t t p: // w w w. h u r r i y e t . c o m . t r / p a zar/8686790.asp?gid=229&sz=18053
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Seyid Rıza
idamdan önce Atatürk’le görüştü mü?
"Sen Ankara'dan beni asmak için mi
geldin?" Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum.
Bana güldü...
Başbakan Erdoğan, Mayıs ayında “Kürtaj cinayettir” ifadesiyle açtığı parantezi “İdamda hikmet vardır” paranteziyle kapattı. Parantezin içinde başta 68.
gününe giren BDP-KCK’lıların açlık
grevleri, Roboskililerin adalet beklentileri, Suriye sınırındakilerin güvenlik
arayışı ve İstanbulluların kentsel talepleri gibi çeşitli toplumsal hallere yönelik duyarsızlık veya öfke var.
Bir de sadece mevcut hükümetin değil,
1995’ten itibaren tüm hükümetlerin,
basının ve kamuoyunun adeta görmezden geldiği Cumartesi Anneleri’nin
trajedisi var. 27 Mayıs 1995’ten beri,
Türkiye tarihinin en zorlu ve en uzun
soluklu sivil toplum direnişini yürüten
Cumartesi Anneleri 2 Kasım 2012 Cumartesi günü saat 12.00’de İstanbul’da
Galatasaray Meydanı’nda 400. kez bir
araya gelecekler ve devletin güvenlik
güçleri tarafından gözaltında kaybedilen evlatlarının, eşlerinin, kardeşlerinin, anne ve babalarının akıbetlerinin
açıklanması, sorumluların yargılanması talebini bir kez daha haykıracaklar. Bu tarihi günde onları yalnız
bırakmayalım. Sesimizi seslerine, gücümüzü güçlerine katalım. Belki bu
sefer seslerini duyan olur.
Bu hafta 15 Kasım 1937’de Elazığ
Buğday Meydanı’nda idam edilen
Dersim’in lideri Seyit Rıza’nın idamdan önce Atatürk’le görüşüp görüşmediğinin cevabını arayacağım. Şimdi
biraz geriye gidip Seyit Rıza’nın nasıl yakalandığını anımsayalım. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı
köklü meselelerden biri olan ‘Dersim
Müşkilesi’ni Ankara’nın nasıl ‘hallettiğini’ artık iyi biliyoruz: 1926’dan
başlayan raporlama faaliyetlerini 1934
İskân Kanunu ve 1935 Tunceli Kanunu
izlemiş; 1921’de Koçgiri Zaza İsyanı’nı
kanlı biçimde bastıran Sakallı Nurettin
Paşa’nın damadı General Alpdoğan’ın
olağanüstü yetkilerle bölge valiliğine atanmasından sonra 1 Mayıs’ta
Ayşe Hür
Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu
bölgeye bombalar yağdırmaya başlamıştı. Bu uçaklardan birini Mustafa
Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin
‘ilk kadın pilotu’ Sabiha Gökçen kullanıyordu. Haziran-temmuz ayları boyunca köyler yakıldı, yıkıldı, kadınlar
ve çocuklar dahil sayısız kişi makineli
tüfeklerle tarandı.
Seyit Rıza ile hükümet kuvvetleri arasındaki son temas 16-17 Ağustos gecesi Bahtiyar mıntıkasında yaşandı.
Çatışma sırasında, Seyit Rıza’nın oğlu
Şeyh Hasan, ikinci karısı Bese ve üç
torunu öldürülmüş, Seyit Rıza kaçmayı başarmıştı. Seyit Rıza 26 Ağustos’ta
Bahtiyar Aşireti Reisi Şahin’in kendi
adamlarınca öldürüldüğünü duyunca
muhtemelen yenilgiyi kabul etti ve 10
Eylül 1937’de Erzincan 5. Jandarma
Bölük Komutanlığı’na bağlı bir karakola teslim oldu. 1918 yılında Osmanlı
ordularıyla birlikte Rus ve Ermenilerden kurtardığı Erzincan’ın kendisini
kurtaracağını ümit etmiş olmalıydı.
Seyit Rıza’nın yakalanması üzerine
Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan
İnönü, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve
3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay, General Alpdoğan’a kutlama mesajları gönderdiler. Gazeteler olayı “Dersim’in en
ileri ve son sergerdesi yakalandı” diye
kamuoyuna müjdeledi.
Mahkeme başlıyor
Seyit Rıza ve arkadaşlarının (toplam
58 kişi oldukları sanılıyor) duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başladı.
Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesine
göre, ilk günkü duruşmada Seyit Rıza
ve adamlarının 20/21 Mart 1937 gecesi
Kahmut Köprüsü’nü yaktıklarını iddia
eden şahit ifadesine Seyit Rıza “Allaha, devlete karşı gelmek için kudurmuş
muyum ben!?” diye haykırarak itiraz
etmişti. Gazetenin 23 Ekim 1937 tarihli nüshasına göre ikinci duruşmada
Seyit Rıza’nın torunu Zeynel, dedesinin 60 silahlı adamla birlikte olduğunu
anlatmıştı. Bu tanıklık Seyit Rıza’yı
şaşırtmış, durumu açıklamakta zorluk
çekmişti. Ama diğer aşiret reisleri çözülerek bazı itiraflarda bulunmuşlardı.
2 Kasım tarihli Tan’da, 1 Kasım tarihli
üçüncü duruşmada da benzer olayların
yaşandığı ama zanlıların bütün suçlamaları reddettiği yazıyordu. Benzer
durumlar diğer duruşmalarda da yaşanacaktı.
16 Kasım 1937 tarihli Tan gazetesi ise
acı sonu ilan ediyordu: “Tunceli hadisesine ait muhakeme hitam bulmuştur
[bitmiştir]. Tunceli’de isyan eden 58
suçluya ait karar tef him edilmiştir.
Bu karara göre suçlulardan 11’i idama
mahkûm olmuş fakat içlerinden dördü
hakkında idam cezası yaşların geçkin
olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir. Diğer yedi idam
mahkûmları şunlardır: Seyit Rıza ile
oğlu Hüseyin ve Seyhanlı Aşireti reisi
Hasso Seydi ve Yusuf hanlı Aşiret reisi Kamer oğlu Fındık ve Demenanlı
aşiret reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikeye oğlu Hasan ve Mirza Ali
oğlu Alidir. İdam hükümleri bu sabah
infaz edilmiştir. 14 suçlu hakkında beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular
da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır.”
Otomobil farları altında yargılama
Seyit Rıza ve arkadaşlarının yargılanması ve idamını o sırada Malatya
Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil yürütmüştü. Çağlayangil’e göre
mahkemeler bazen otomobil farlarının
ışığında yapılmış, okuma-yazma ve
Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için
en az 75 yaşında olan Seyit Rıza’nın
yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı
da 17’den 21’e çıkartılmış, Alpdoğan
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Paşa, idam kararının yazılacağı boş
kâğıdı önceden imzalamıştı. İdamlar
14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan pazartesi günü, gece yarısı Elazığ’ın Buğday
Meydanı’nda infaz edilmişti.
İhsan Sabri Çağlayangil, idam anını
ise şöyle anlatmıştı: “Kararlar okununca sanıklar ilk anda anlamadılar. ‘İdam
tunne’ diye bir velvele koptu. Biz Seyit
Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis müdürü İbrahim’in arasına oturdu.
Jeep jandarma karakolunun yanındaki
meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları
görünce durumu anladı. -Asacaksınız;
dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan
beni asmak için mi geldin?’ Bakıştık.
İlk kez idam edilecek bir insanla yüz
yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı
namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk. ‘Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz’
dedi. Bu sırada Fındık Hafız asılırken
görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti. Seyit
Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç
kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve
boşluğa bağırdı: ‘Evladı Kerbelayıh.
Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken
oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü.
Çingene’yi itti, ipi boynuna geçirdi,
sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve
kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...”
Çağlayangil, “Yakıldı” diyor ama yerel
kaynaklara göre cenazeler ya Elazığ’ın
merkez köylerinden Holfenk Köyü civarındaki Kireçocağı Mevkii’ne ya da
Elazığ Tren İstasyonu civarına defnedilmişti.
“Cumhurreisi Elaziz’de”
17 Kasım 1937 günü Atatürk, kısa
süre önce İsmet Paşa’dan başbakanlığı devralmış olan Celal Bayar, 3. Ordu
Müfettişi Kazım Orbay, General Alpdoğan ve diğer yüksek zevatla birlikte Diyarbakır’dan Elazığ’a doğru yola
çıkmıştı. Yolda Murat Suyu üzerinde
bir köprünün açılış törenine katılmışlardı. Atatürk köprünün eski adı olan
Soyungeç’i beğenmemiş ve Singeç
yapmıştı. Ardından heyet Pertek’e
gitmiş, Atatürk (18 Kasım tarihli Tan
gazetesinin ifadesine göre) “Minimini
mektep çocuklarının önünde durarak
bunlarla ayrı ayrı konuşmuş ve içle-
rinden bazılarının yüzünde sivrisinek
ısırmasından hâsıl olan çıban hakkında kaza doktorundan izahat alarak bunun sebebi ve tedavisi üzerinde esaslı tetkikat yapılmasını” emretmişti.
Pertek’ten ‘Coşkun uğurlama tezahürleri arasında ayrılan’ Atatürk ve yanındakiler saat 17’de Elaziz’e varmışlardı.
Görüldüğü gibi bu hikâyede Seyit Rıza
ve arkadaşlarının idamına dair tek bir
kelime bile yoktu. İdamlardan sonra
bölgede askeri harekât bir süre daha
devam etmiş, kısa süreli bir sessizlikten sonra, 1 Haziran 1938’de II. Dersim
Harekâtı başlamış, eylül ayının sonuna
kadar Genelkurmay belgelerine göre,
‘haydut’, ‘eşkıya’, ‘şaki’, ‘dağlı’ diye
nitelenen gruplar yine bu belgelerin diliyle imha edilmiş, temizlenmişti.
“Ordu zehirli gaz kullandı”
İhsan Sabri Çağlayangil 1986 veya
1987 yılında, o günün yüksek bürokratı, bugünün CHP Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu’na devletin “Dersim Müş
kilesi’ni nasıl bitirdiğini şöyle açıklamıştı: “…Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica
etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı.
Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe
o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir
hareket oldu. Dersim davası da bitti.
Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e
girdi. Dersim böyle bitti...”
İdamdan önce görüştüler mi?
Başlıktaki soruya dönelim: Seyit
Rıza, idamlardan önce Atatürk’le görüşme fırsatı buldu mu? Bugüne dek,
Atatürk’ün 12 Kasım 1937 günü Ankara’dan başladığı Doğu Gezisi’nin ilk
durağının 13 Kasım’da Sivas olduğu,
heyetin 14 Kasım’da Malatya’ya geçtiği, aynı gün saat 14.00’te şehirden
ayrıldığı biliniyordu. Yerel Uluova
gazetesinin 17 Kasım 1937 tarihli
nüshasına göre “14 Kasım 1937 günü
[Elazığ’ın merkezine yarım saat uzaklıktaki] Yolçatı’na gelen ve büyük bir
törenle karşılanan Atatürk ile beraberindekiler o gün Elazığ’a geçmeden Diyarbakır’a” gitmişti. Heyet 15
Kasım günü öğleden sonra Maden’e
akşam saatlerinde de Diyarbakır’a varmıştı. Burada iki gün kalan Atatürk 17
Kasım’da Elazığ’a gelmiş ve yukarıda
Tan gazetesinden aktardığım programı
gerçekleştirmişti. Yani Seyit Rıza ile
hiç karşılaşmamıştı.
Neden Malatya’dan Diyarbakır’a?
Heyetin, Malatya’dan sonra yol üzerindeki Elazığ yerine önce Diyarbakır’a
gitmesi sonra ters bir şekilde Elazığ’a
gelmesi garipti ama kimse bunun üzerinde durmamıştı. Aynı şekilde, saatte 30 km. gidebilen buharlı trenle 250
km’lik Malatya-Diyarbakır yolculuğunun en fazla 10 saatte yapılması mümkünken yolculuğun 30 saate yakın sürmesi, bu süre içinde heyetin herhangi
bir yerde konaklamaması da garipti
ama bu konunun da üzerinde durulmamıştı. Sonuç olarak devletin yarı
resmi gazeteleri tarafından duyurulan
zaman çizelgesi idamların Atatürk’ün
gıyabında gerçekleştiği, hatta habersiz
olduğu, eğer bilseydi duruma müdahale edeceği iddiasını/efsanesini desteklemişti.
Halbuki, Kırmanciya Beleke Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni Serhat Halis’e
göre bu kronoloji doğru değildi. Çünkü
eğer Atatürk’ü taşıyan tren 14 Kasım
1937 günü saat 14.00’de Malatya’dan
ayrıldıysa ve Elazığ’a uğramadan yola
devam ettiyse, tren yol üzerindeki Sivrice Gölü’nün (kısaca Gölcük) önünden o gün akşama doğru geçmeliydi.
Oysa 16 Kasım 1937 tarihli Ulus gazetesinde şöyle yazıyordu: “Atatürk öğle
yemeklerini (…) Gölcük’te yemişler
ve trenlerinden inerek göl etrafında
iki saat kadar devam eden tedkiklerde
bulunmuşlar, alâkadarlara bazı emirler vermişlerdir.” Gazeteye göre Atatürk ve heyeti 15 Kasım’da Maden’den
geçmiş ve o günün akşam saatlerinde
Diyarbakır’a varmıştı.
Nereye götürüldü?
Bu anlatımlar doğruysa 14 Kasım öğleden sonrası ile 15 Kasım sabahı arasında Atatürk ve arkadaşları neredeydi?
Halis’e göre Atatürk o geceyi Elazığ’da
Merkez İstasyonu’nda bekleyen treninde geçirmiş ve idam cezasının infazını
bekleyen Seyit Rıza ile görüşmüştü.
Bu gizli görüşmeye dair bir ipucu da
İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımlarında vardı. Çağlayangil idam gecesini
anlatırken “Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in
arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu…”
demişti. Serhat Halis’e göre mahkeme
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
binasıyla idamların gerçekleştirildiği Buğday Meydanı yan yanaydı. Bu
yüzden Seyit Rıza’nın on adımlık mesafe için bir araca bindirilmesine gerek yoktu. Ayrıca Seyit Rıza elebaşı
olarak ilk idam edilmesi gerekirken en
son idam edilen kişiydi. İlk idamla son
idam arasında yaklaşık bir saat vardı.
Bu bir saatlik yolculuk muhtemelen
Atatürk’ün kendisini beklediği istasyona yapılmıştı ve ziyaretin hüsranla
bitmesinden sonra, büyük ihtimalle,
Seyit Rıza idamından önce söylediği
iddia edilen şu sözleri bu görüşmeden
çıkarken sarf etmişti: “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert
oldu, ama ben de sizin önünüzde diz
çökmedim, bu da size dert olsun!”
Ne dersiniz, ilginç bir iddia değil mi? ‘
Özet Kaynakça: Jandarma Genel Komutanlığı Dersim Raporu, Kaynak
Yayınları, 2000; Reşat Hallı, Türkiye
Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Genel
Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Başkanlığı Genelkurmay Basımevi, 1972;
Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları Tenkil Ve Tedip, Evrensel Yayınları, 2003;
Mehmet Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, Nujen Yayınları,
1995; İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu
(1935) ve Dersim Jenosidi, Belge Yayınları, 1990; İhsan Sabri Çağlayangil,
Anılar, Güneş Yayınları, 1990; Serhat
Halis, “Sey Rıza-3”,
Kaynak:
http://www.kirmanciye.org/beleke_
sayi_4_hangi_sey_riza_3.htm
MARAŞ KATLİAMI .................. AHMET GÜVEN
Aleviler için tarihin kanlı katliamlarından biri olan Maraş katliamına
değinmeden önce gerçeğin üzerindeki perdeyi kaldırmamız gerekiyor.
Eğer gerçeğin üzerindeki perdeyi
kaldırmazsak, bu gerçek her on yılda bir yüreğimize saplanıp canımızı
yakmaya devam edecektir. Gerçek şu
ki; tarih boyunca bütün Alevi katliamlarını devlet yapmıştır. Selçuklular döneminde öyledir, Osmanlılar
döneminde öyledir. Cumhuriyet döneminde bu gerçek değişmemiştir.
Maraş katliamında devlet öne çıkmamış, desteklediği sivil faşistleri öne
sürmüştür. Arada otuz yıl geçmesine
rağmen sorumlular yargılanmamış,
yapanların yanına kâr kaldığı için, 93
de Sivas katliamı, ardından Gazi katliamı gelmiştir.
''Dostun bahçasına bir hoyrat
girmiş... See More
Korudur ey Benli Dilber korudur
Gülünü dermemiş dalını kırmış
Korudur ey Benli Dilber korudur''
Pirsultan
Emri veren bir üst rütbeli asker
Sabahın erken saatlerinden faşist güruh Yörükselim mahallesinin üst tarafındaki ormanlıkta toplanır. O yıllar Yörükselim, Alevilerin yaşadığı
bir mahalledir. Aleviler kendilerini
savunmak için sokağa çıkıp tedbir
alırlar. Akşama doğru bayrak çekilmiş tanklarla üst rütbeli bir askerin
komutanlık ettiği askerler mahallenin
alt tarafından girerler. Halk, askerleri
alkışlıyarak karşılar. Ama daha sonra kendi ölüm fermanlarını alkışladıklarını söyliyeceklerdi. Üst rütbeli,
endişeye gerek olmadığını belirterek
halkı evlerine dağıtır. Sokaklar boşaltılıp herkes evine gittikten sonra,
ormanlığa faşistlerin yanına gider.
Artık katliam için ortam hazırlanmış
olur. Başından mahalleye cesaret edip
giremeyen faşistler, komutandan cesaret alarak saldırıya geçerler.
Yüzlerce ölü ve yaralı
''Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ teber şahı merdan
"Tanrı Dağı kadar Türktü bunlar
Hıra Dağı kadar müslüman."
Ve de kanlı bıçaklı düşman''
Enver Gökçe
O dönem Maraş nufusunun (çoğu
kırsalda olmakla beraber) yüzde kırkı Alevidir ve bölgenin Alevileri
çoğunlukla Kürt kökenlidir. Faşistler, Türkçülük ve İslam adına çocuk,
yaşlı demeden savunmasız insanları
katlederler ve bir yandan da evleri
yağmalarlar. Yüzün üzerinde insanın
katledildiği katliamda yüzlerce insan
yaralanır. Vahşetin yaraları daha sarılmadan ve sorumlular açığa çıkarılmadan 12 Eylül cuntası iktidara geçer.
Cunta ile birlikte Aleviler üzerinde
baskılar daha da artırılır. O dönemi
yaşıyanlar bilir, karakol kurulmayan
Alevi köyü ve şiddette maruz kalmayan Alevi yok gibidir. Bunun üzerine
insanlar yerlerinden ve yurtlarından
ayrılmak zorunda kalırlar, başta Avrupa olmak üzere dünyanın bir çok
ülkesine dağılırlar. Bu gün Maraşın
hem içinde hem de ilçe ve köylerinde Alevi nufusu oldukça azalmıştır.
Kırk hanelik köyde dört ev kaldıysa,
iki yüz hanelik köylerde yedi ev, bazı
köylerde hiç kalmamışsa, durumun
vahameti açısından belirtmek önemlidir.
Alevilere yapılan hiç bir katliam aydınlatılmamıştır. Katiller bilinmesine
rağmen, devlet korumuş ve mükafatlandırmıştır. Daha sonra meclise gönderilenler, terfi ettirilenler herkesin
malumudur. O dönemin katillerinden
Türkeşin, Demirelin, 12 Eylül generallerinin ne dediğini hepimiz biliyoruz. Bunları burda tekrarlamıyacağım. Ama bunların cesaret aldıkları,
devletin tek din tek millet projesini
bilince çıkarmamız gerekiyor. Bu
projenin dışında kalan her kesim, ittihat terakkiden bu yana katliamlara
maruz kalmıştır. Artık insanlarımızın
şunu sorması gerekiyor; Osmanlıdan
Cumhuriyete ne değişmiştir? Osmanlı döneminde Aleviler katlediliyordu,
Cumhuriyet döneminde katliamlara
devam edildi. Osmanlı döneminde
Cem yapmak yasaktı, Cumhuriyet
döneminde yasaklar devam etti ve halen Cemevleri ibadet yeri olarak kabul edilmemektedir.
Sonuç olarak; Kaybettiğimiz tüm
canları burdan saygı ile anarken, bir
daha canımızın yanmaması için, tek
din tek millet projesinin ortadan kaldırılması ve katillerin yargılanması
gerekiyor.
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Unutulan
Tarih
Erzincan
Hükümeti
1917-1921
Davut Kurun
Birinci Dünya Savaşı`nda Osmanlı
orduları doğu cephesinde yenilgiye
uğramışlardı. Enver Paşa, bizat kendi
komutasında, doğu cephesinde yeni bir
harekata girişmek için uzun süreli bir
hazirlık yapar. Yüz bin kişilik bir ordu
ile rusları ansızın arkadan cevirip imha
etmek için orduyu geçitvermez Alahuekber dağlarından geçirmek ister.
Osmanlı ordusu daha Ruslarla karşılaşmadan, 40 bin kişi Alahuekber dağlarında kara kışın öldürücu soğuğunda donar; birçogu sakat kalır. Dagları
aşabilen 30- 40 bin kişilik birliklerle
ruslara saldıran Enver Paşa elindeki
askerleri de bu çarpışmalardan kayberek İstanbul`a geri döner. Rus orduları,
ciddi bir direnişle karşılaşmadan kuzey Kürdistan`ın kuzey bölgelerini ve
doğu karadenizi işgal eder.
Erzincana kadar gelen Rus orduları
Dersimlilerin gayri nizami birlikleri
tarafından durdurulurlar. Panik halinde geri çekilen Osmanlı ordusunun 28
ve 36. fırkaları Dersime sığinırlar ve
orada korunurlar. 1. Rus Ordusu, Munzur dağları, sadak dağları ve Çardaklı
bogazında cephe tutmuş, daha fazla
ilerliyemiyordu.
1917 den sonra Rus ordusunda disiplin
bozulmuş, askerler savaşmak istemiyorlardı ve özellikle sivil halka karşı silah kulanmıyorlardı. Rus ordusu
Dersim cephesini bir kaç kez kırmak
için cılız girişimler yaptıysa da , gerek
Dersim güçlerinin güçlü direnişi gerek
rus ordusunda giderek hakim olan devrimci düşüncelerin etkisiyle askerlerin
sivil halka karşı savaşmak istememeleri sonucu, bu girişimler başarıya ulaşamadı.
1917 Rusyada Ekim devrimi oldu ve
bütün cephelerde devrimci akser konseyleri yönetime el koydu. Osmanlı
ordusunu bozguna uğratan 1. Rus ordusunda da Bolşevik partisi üylerinden
oluşan konsey yönetime el koymuş ve
Çar taraftarı general ve subayları tutuklamıştı. 1. Rus ordusunun yönetimine Gürcüstan Sosyal Demokrat parti üyesi ve İşçi sovyetleri üyesi Arsak
Cemalyan, Viktor Tedzaya, karargah
fotografçısı Esadze getirildiler. 1. Kızıl ordu olarak askeri birlikler yeniden
örgütlendirildiler. 1. Kızıl ordu yönetimi, komutayı alır almaz Osmanlı savaş
esirlerine Bolşevik devriminin ilkeleri
anlatarak serbest bırakıldılar. İstiyenin
kızıl ordu ile birlikte kalabileceğini istiyenin ise gidebileceği söylendi. Yeni
komuta konseyi, işgal bölgelerinde
propaganda birlikleri oluşturarak halkı
kızıl orduya destek olmaya ve bölgelerinde yönetimi ele almak için hazırlık
yapmaları ve komiteler oluşturmaları
propagandasını yapıyordu.
Sovyet hütümeti bütün cephelerde savaşı durdurdu ve işgal bölgelerinden
çekilecegini açıkladı. Bu savaşın emperyalist bir savaş olduğunu ve esas
amacının Osmanlı topraklarını paylaşmak olduğunu belgeleriyle açıkladı ve
ingiltere ile Çarlık rusyası arasında yapılan paylaşım anlaşmalarını açıkladı.
1.Kızıl ordu, Lenin ve Sovyet hükümetinin direktifleri doğrultusunda 24
kasım 1917 de Osmanlı hükümeti ile
bir barış antlaşması imzaladı. Antlaşma hükümlerine göre, kızıl ordu işgal
bölgesinde üç ay içinde çekilecek ancak çekildiği bölgelerde yönetimi yerel
halkın seçimle oluşturacağı konseylere
devredecek, Osmanlı hükümetinin de
halkın yönetimine saygı duyacağını ve
tanıyacağını, osmanlı idaresi ve ordu-
sunun herhangi bir şekilde bu yönetimlere müdahale edemiyeceğini, herhangi bir karışıklık durumunda sovyet ve
osmanlı hükümetlerinin ortak kararları ile ve bölgede oluşan hükümetin
talebi doğrultusunda hareket edileceği,
ve benzeri hükümler yer almıştı.
Erzincanda mütareke imzalandıktan
sonra, osmanlı mütareke komisyonu
başkanı ve Enver Paşanın amcası, bu
mütarekenin kağıt üzerinde kalmaya
mahküm olduğunu ve bu toprakların
osmanlı idaresine geçeceğini açıklamıştır.
Mütarekeden hemen sonra, 1.Kızıl
ordu komtanı Arsak Cemalyan, Kürt,
Türk ve Ermeni ileri gelenleri ile bir
toplantı yaptı.bu toplantiya Ermeniler
adina Muradov, kürtler adina Aliser
ve alisan beyler, türkler adina istanbuldan gönderilen erzincan müftüsü katildilar. Bölgede nüfus sayımı na göre
halk temsilcileri sayısı belirlendi ve en
kısa zaman içinde Erzincan, Bayburt,
Dersim bölgelerini kapsıyacak 25 (ermeni kaynaklari 75 temsilci oldugunu
söyler)halk temsilcisinin hemen belirlemesi çalışmalarına başlandı. Kızıl
ordunun desteği ile çevre bölgelere
propaganda birlikleri seferber edildi.
Birinci kızıl ordu parti ve askeri komitesi Türk, Kürt ve Ermeni halkına
ve emekçılerine çağrısı adı altında
ki bildiri bölgede büyük bir heyecan
uyandırdı. Halk büyük bir heyecanla
olanbitenleri anlamaya, istanbul hükümetini tanımamayı ve kendi hükümetini kurmaya başladı. Çarlık ordusu
korkusuyla kaçanlar yerlerine döndünler. Doğu ve Batı Dersim adına toplantıya Katılan Alişan ve aliser beyler,
Bir araba ve 16 Atlı ile Dersime gitti
ve Dersim ileri gelenleri ile bir toplantılar yaptı. Bu toplantılarda Dersimli-
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lerin Şuura hükümetine aktif şekilde
katılmas ı kararlaştırıldı ve yapılan
seçimlerle Hozat, Polemor, kızılkilise
Mazgert ve Plurdan halk temsilcileri
seçildi. Bu temsilcilerden ismi bilinenler, Use Seydali, Ağaye Piremed,
Memo Loliz,, Ali, ve Çeko dur..Batı
Dersimdende Alişan Bey iki Delege
ile gelir. Dersim delegeleri 8 bin kişilik bir askeri güçle Erzincan’a gelirler.
Dersim Delegeleri Erzincan’a gelirken,
Soveyt ordusu ve Ermeniler askeri törenle karşılar. Erizincan’da bulunan 5
Türk delegesi karşılama törenlerine
katılmıyorlar. Ermeni temsilciler heyeti başkanı Muradof Paşa, törende bir
konuşma yapar. Muradof Paşa, Ekim
devriminin dünyadaki ve bölgedeki
etkilerini anlattıktan sonra “ Türkler
Kürtler ve Ermeniler kardeştir. Bizi
birbirimize kırdıranlar emperyalistler
ve onların yerli işbirlikçileridir. Biz
çektiğimiz acıları unutuyoruz ve barış
elimizi uzatıyoruz. Bütün Kürt, Ermeni ve Türk rençberleri ve amaleleri birleşerek kendi şuuramızı kuralım. Bizim Sultanlara ihtiyacımız yoktur. Rus
amalesi zalim Çarı devirerek kendi hükümetlerini kurdular, bizde birleşerek
kendi hükümetimizi kuralım. Lenin ve
Ordusu bizi destekliyor” dedi.
Daha sonra Dersim delegeleri, Belediye binasında düzenlenen, Türk, Ermeni delegeleri ve kızıl ordudaki siyasi
komiserlerle tanışma toplantısına katıldılar. Dersim delegeleri toplu halde
Kerimoğlu mahalesinde kendilerine
tahsis edilen Misafirhanede kaldılar.
Aynı hafta Cuma günü Erzincan Belediye Meydanında çevre köylerinde
gelenlerinde katılımıyla büyük bir miting düzenlendi. Erzincan tarihinde ilk
defa böyle çoşkulu bir kitle gösterisine
sahne oluyuordu. Ermeniler, Kürtler
ve Türkler bayramlaşıyor, birbirlerini
kutluyor , kucaklıyor ve birkaç ay öncesine kadar sürüp gelen katliamları
kınıyorlardı. Halk artık kendi efendisi
olacak, artık kendi yöneticilerini kendisi seçecektir. Mitingde kızıl ordudan
bir yetkili de konuşma yaptı Kızıl ordunun işgalci olmadığını, Çar generallerini işledikleri suçlardan dolayı yargılanacaklarını, işgalden zarar gören
küçük esnaf ve zanaatçıların zararlarını karşılıyacaklarını, topraklarına el
konulanların topraklarının iade edileceğini ve zararlarının giderileceğini
belirterek, Kurulan Erzincan Rençber
ve amale Şuurasına her türlü desteğin
verileceğini söyledi. Mitingde Kürt
Ermeni ve Türk temsilcileri adına da
konuşmalar yapıldı. Miting bir bayram
havasına dönüşmüş, eski düşmanlar
barışıyordu, eski güzel anılarını anlatarak nasıl kapı-komşu ve iç içe kardesçe yaşadıklarını anlatıyorlardı.
Kerimoğlu mahalesindeki İbiş’in büyük konağı şuura toplantıları için kulanılıyordu. İşçi köylü temsilcileri İbiş’in
konağında aldıkları kararları Belediye
binasında çalışmalarını sürdüren komisiyonlara aktarıyor, komisiyonlarda
kararları icraya koyardı.
Şuura bir halk iktidarı idi. Şuura kararları, Bayburt, Erzincan ve Dersim
komisyonları kendi bölgelerinde yürütmekle görevli idi. Şuura kararlarını
oy çokluğu ile alıyordu.
Şuura tartışmaları Ermeni delegelerle
Türk Delegeler arasında olurdu. Bir
çok karar Türk delegelerin muhalefetine rağmen alınıyordu.
Şuuraya Kızıl ordunun ve RSDP(B)
üyelerinin askeri, sayasi, ve ekonomik
desteği ile kısa zamanda gerçek bir
iktidar oldu. İlk etapta, Sovyetlerdeki
Kolhozların benzeri bir kolektif üretim
çiftlikleri oluşturuldu. Türk delegelerinin muhalefetine ragmen istihbarat
ve askeri örgüt ve polis teşkilatı kuruldu. Maliye kanunu çıkarıldı ve vergilerin Istanbul hükümetine değil, şuuraya
ödenmesi ve vergi miktarları belirlendi. Toprak kanunu çıkarıldı, topraksız
köylülere toprak dağıtıldı, tenkil komitesinin el koyduğu ermeni toprakları
sahiplerine iade edildi.
Türk temsilcileri toprak kanununa
özellikle engel olmak için ellerinden
geleni yaptılar. Dersim delegeleri de
bu tartışmalarda ikiye ayrıldılar. Türk
ve Ermeni delegeleri arasında çok sert
tartışmalar yapıldı ve kanun oy çokluğu ile çıkarıldı.
Osmanlı ordusu bölgeden çekilirken
bölgede yeni bir illegal örgütlemeye
gitti. Rus işgal güçlerini rahatsız edecek askeri eylemlilikler için bazı türk
köylülerini örgütleyip silahlandırmış ve istihbarat ağını geliştirmişti.
Osmanlı ordusu bölgeden çekilirken
Ermenilerin eylemlerine karşı kendilerini savunmak için türk köylerinene
askeri malzeme bırakmıştı. Ancak Rus
ordusu bölgede olduğu sürece Ermeni
ve Türk çatışmasına meydan verilmedi
ve bu silahlar da kulanılmadı. Ancak
savaş öncesinde ve savaş süresi içinde
oluşturulan Tenkil komitesi, cemiyeti
islamiye, Kararkol örgütü gibi İttihatçı
örgütlenmeler, Çarlık ordusunun işgali dönemi boyunca faaliyetlerini gizli
olarak yürüttüler. Şuura daki türk temsilciler Cemiyeti islamiye’nin insiyatifi
altında idiler. Bu örgütlerin yöneticileri ise İttihat ve Teraki partisi yönetimi
tarafından atanıyordu.
Ekim devriminin bölgedeki etkisi hissedilince, Kızıl ordunun ve Ermeni
taşnak partisinin halkların kardesliği
propagandasi Cemiyeti islamiyenin
etkisini çok zayiflatti. Şuura faaliyetlerine katılan Türk köylüleri eskiden Ermeni korkusuyla desteklediği Cemiyeti İslamiyeye desteklerini çektiler hatta
karakol örgütün elamanlarını kovdular
ve faaliyetlerini ifşa ettiler. İttihat teraki Cemiyeti islamiyeti yeniden canlandırmak için Cafer beyi bölgeye
gönderdi. Ancak Ekim devriminin bölgede yarattığı halkların kardeşligi öyle
güçlenmişti ki Cafer bey fazla etkili
olamadı. Bunun üzerine Mazhar Bey
bölgeye görevli olarak gönderildi, oda
başarılı olamayınca yerine Abdulmabut atandı. Abdulmabut digerlerinden
farklı bir strateji ile Erzincana geldi.
O resmi olarak Erzincan Müftülügünü de üstlenmişti, ancak esas görevi
Cemiyeti islamiyeyi canlandırmak ve
Şuura hakimiyetini sınırlamak ve Türk
ordusunun bölgeye girişinin zeminini
hazırlamaktı. Abudulmabut Kızıl ordunun yavaş yavaş geri çekilmesinden
cesaret alarak, Cemiyetin merkezini
bizzat Erzincan Merkezdeki Camiilere
aldırdı. Çalışma alanlarını 7 bölgeye
ayırarak görevliler atadı ve propağanda grupları oluşturarak yoğun bir çalışma başlattı.
Abdulmabut, görünürde Şuura çalışmaları karşışında lakayıtsız görünmesine
rağmen, fiiliyatta şuura hakimiyetini
kırmak için elinden geleni yapıyordu.
Ermenilerin ve Dersimlilerin Müslümanların mallarına el koyacaklarını
ve müslümanları bölgeden kovacaklarını, Camileri depoya çevireceklerini,
müslümanlığın yasaklanarak Rusyadaki gibi dinsizligi getireceklerini,
gibi klasik anti-komünist propağandayı geliştirerek kitle desteği sağlamaya
çalışıyordu. Müslümanların vergilerini
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hırıstıyanlara ve dinsiz Şuura hükümetine verilmemesini, Vergileri ancak
Allah adına Sultanın toplama yetkisi
olduğunu söyleyip müslüman köylerini haraca bağladı. Kızıl ordunun, Kirbuz ve Kolhozların halk içinde etkili
olmak için verdiği Maddi destek, bu
kuruluşları yoksul köylülerin gözünde
çok itibarlı kılmıştı. Cemiyeti İslamiye Kolhozların bu etkisini kırmak için
İstanbul hükümetinden çok böyük bir
ödenek aldı ve müslüman köylülere
yiyecek ve giyecek yardımı olarak dağıttı. Bütün bunlara rağmen Cemiyeti
İslamiye tecrit çemberini kıramadı.
Müslüman ve Türk halkı da Ekim devriminin etikisi ile Şuura çalışmalarını
destekliyordu. Bunun üzerine Cemiyeti islamiye ve Karakol örgütü provakasyonlara başvurmaya karar verdiler. Henüz kuruluş aşamasında olan
Erzincan Şuura hükümetinin askeri
ve istihbarat birimleri, Şuura çalışmalarını destekliyen türk ve müslüman
halkın desteği ile Cemiyeti İslamiyeyi suç üstü yakaladılar. Erzincan’ın
Zetkig ve Mola köylerindeki camiileri
yakan Cemiyeti İslamiye “Ermeniler
camiilerimizi yaktılar” diyerek ortalığı karıştırmaya, müslüman halkı
ayaklanmaya çağırdılar. Aynı zamanda Karakol örgütünün ikinci adamı ve
karakol örgütünün üyesi Tayyar Bey
halka silah silah dağıtırken Şuura güçlerince suç üstü yakalandı. Bölge halkı bunun üzerine Cemiyeti islamiyeye
karşı ayaklandı, Tayar ve Abdulmabut
linç edilmek istenirken, Kızıl ordunun
müdahalesi ile kurtarıldılar ve İstanbul
hükümetinin isteği üzerine İstanbula
gönderildiler.
Kızıl Ordunun 1918 Şubat sonuna kadar erzincanı boşaltması gerekiyordu.
Kürt ve Ermenilerin daha fazla kalma
istekleri fazla etkili olmadı. Ermenilerin büyük çoğunluğu Taşnak ve hincak
partisi taraftarı ve Erivanda Menşevik
hükümet kurarak Bolşeviklere karşı
savaşıyorlardı. Erzincandaki 1.Kızıl
ordu çok acil olarak Kafkasyadaki
Menşevik hükümetlere karşı harekete
geçme emri almıştı. Erzincan ve Çevresindeki bazi Ermenilerin Bolşevik
taraftarlığı fazla inandırıcı bulunmadı
ve Kürtlerde ise sosyalist düşünce hakim eğilim değildi.Bu nedenle Kızıl
Ordu, Cemiyeti İslamiye ve İstanbul
hükümetinin işgal planlarına karşı fazla bir şey yapmadan, Şuuraya istenilen
destegi ve güvenceyi vermeden çekildi
hatta kafkasyada osmanli ordusu ile
isbirligi yaparak kurulan ulusal mensevik hükümetlerine karsi birlikte savastilar.
Kızıl Ordunun Erzincan’dan çekildigi
gün Türk delegeler Şuura çalışmalarından çekildiklerini ve İstanbul hükümetine bağlı olduklarını açıkladılar ve
azınlık olmasına rağmen Şuura adına
9. Osmanlı ordusunu bölgeye davet
ettiler. Erzincan, Bayburt ve Dersimi saran şenlik ve coşkulu hava yerini tedirginliğe bırakıyordu.. Osmanlı
Hükümetinin Sovyet hükümümeti ile
yaptığı barış antlaşmasına uymıyacağı, böleyi işgal ederek Ermenileri kovacağı söylentileri yayılmaya başladı.
Cemiyeti islamiye ise artık Ermenilere
açıkça savaş çağrısı yapıyor ve Dersim
delegelerini “cihad”a kazanmak için
yoğun çabalar harcıyor, etkili kişileri
ve Subayları araya koyuyordu. Bu heyetlerin başlarından biri de gizli Azadi
örgütü sorumlusu Binbaşı Cibranlı Halit Bey idi. Cibranlı Halit Bey, Dersim
ileri gelenleri ile gizli görüşmelerde
yaptı ve onlara, henüz ayaklanma ve savaş zamanı olmadığını, kürtlerin belli
bir hazırlıktan sonra topluca ayaklanmaları halinde sonuç alabileceklerini
telkin ve tavsiyelerinde bulundu. Seyit
Rıza ve birkaç Dersim ileri gelenleri
Cibranlı Halit Bey’in önerilerini kabul
etti, hatta yazılı bir kayıt olmamasına
rağmen, bazı söylentilere göre, Seyit
rıza Müfrezesiyle birlikte Halit Beyin
yanında osmanlı ordusuna katılarak
Erzurum’a kadar gitmiş ve burada ermenilere yapılan katliamları görmüş
ve suçsuz insanların, kadınların çocukların öldürülmesine isyan ederek
Binbaşı Halit bey ve Nuri Paşa nezdinde bazı çıkışlar yapmış, ancak onlardan azar işitince Erzurumu terk ederek
Dersime dönmüştür.
Ancak Türk hükümetinin bütün çabalarına rağmen, Dersimliler “Cihad”a
karşı çıktılar ve “kim saldırıya geçerse
ona karşı oluruz” açıklaması yaptılar.
Ermeni Delegeleri de son kez iyi niyet
girişimi yaptılar ve Türk tarafına “sorunları müzakere etme” çağrısı yaptılar. “Türk Komitesindeki” bazı isimler
buna Cemiyeti İslamiye adına olumsuz
cevap verdiler. Aynı Çağrıyı Dersim
delegeleri yeniledi, bu sefer Türk Komitesi olumlu cevap verdi. Ancak “
uzlaşma andlaşma toplantısında hiç-
bir sonuç alınmadı”. Türk komitesinin muhalefetine rağmen, çoğunluk
kararıyla, her iki taraf beş gün içinde
ellerindeki silahları Belediye Başkanı
Mehmet Emin Bektaşi’nin adamlarına
teslim etmesi gerekiyordu. Toplantıda
Muradof Paşa Türk delegelere yönelik
“ Osmanlının Ermenilere yaptıklarını herşeye rağmen, size mal etmeden
unuttuk ve birarada yaşamak için çabaladık, barış elimizi uzattık. Ancak
siz osmanlı ordusunun yaptıklarına sahip çıkıyor ve kışkırtıcılık yapıyorsunuz. Siz böylece kendi halkınıza ihanet
ediyorsunuz. Siz sizi bize karşı kırşkırtanların köleliğini yapıyorsunuz.
Teslim olmıyacağız ve savaşacağız.
Yanımızda Sovyetler Birliğinin Amelesi, rençberi ve askeri var, Kürdistanın ve Anadolunun amalesi Rençberi
ve milyonlarca yoksulu var.” Dedi ve
Dersim delegelerine dönerek “ Dersimliler, Ittihatçılar ve Cemiyeti İslamiye
sizi bize karşı kışkırtıyor. Ben 17 yıl
Dersim Dağlarında yaşadım ve savaştım. Dersimliyi iyi tanırım. Dersimin
savaş imkanını da bilirim. Ermeniler,
Kürtler ve Türkler , Dersimde olduğu
gibi, buralarda da kardeş gibi birarada
yaşamalıdırlar. Tenkilden kaçan Ermenileri siz korudunuz, barındırdınız.
Birliğimizi güçlendirelim, Türk, Kürt,
Ermeni Rençberleri Şuurasını Osmanlı ordusuna karşı koruyalım, gerekirse
savaşalım.” Şeklinde duygusal bir konuşma yaptı.
Tanınan beş günlük süre içinde, Ermeniler, ellerindeki silahları, Türkler
teslim etmediği takdirde geri almak
kaydıyla silahlarını teslim ettiler. Beş
gün sonra, Türkler silahları teslim etmediği için ermeniler silahlarını geri
aldılar. Dersimlilerde Dersime döneceklerini bildirdiler. Dersim Delegeleri dönmeden önce Türk ve Ermeni
komitesi ile görüştüler ve tavırlarını
bildirdiler. “ Şuura hükümeti Erzindanda güvenlikte değildir. Hükümet
Merkezini Dersime taşıyalım. Dersim
Türkleri ve Ermenilerinin birbirine
karşı düşmanlıkları yoktur, bunlar şuura hükümetinin ve Dersim güclerinin
güvencesine sahiptirler. Bizim Erzincan ve Bayburtta olayları önliyecek ve
osmanlı ordusunun işgalini önliyecek
gücümüz yok, ancak Dersime karşı saldırıya kim geçerse, savunacağız. Dersim deki Ermenileri de Türk ordusuna
karşı koruyacağız. Osmanlı Ordusunun veya Ermeni birliklerinin Dersim
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
üzerinden Erzincana saldırmalarına da
müsaade etmiyeceğiz. Murat Suyunun
doğusunda Ermeni Türk çatışmasına
izin vermeyiz. Dersimde Ermenilerde
Türklerde barış içinde yaşıyabilirler.”
Dediler.
Böylece, savaş nedeniyle kan deryasına dönen dünyadan ve bölgeden Dersimi tecrit ederek barış ve huzur içinde
yaşayacaklarını zanediyorlardı. Dersim delegeleri daha Dersime gelir gelmez başları Osmanlı ordusu ile derde
girdi.
İttihat ve Terraki Hükümeti, kızıl ordu
çekilir çekilmez hemen bölgeyi işgal
etme hazırlıklarına başladı. Sovyet hükümetinin Kafkasyada kurulan Menşevik hükümetlerle bu arada Menşevik Ermeni hükümeti ile savaştığı bir
dönemde, barış antlaşmasını uyulmasını istemesi ve ermenileri koruması
düşünülemezdi. Osmanlı ordusu kızıl
orduya yardım adı altında da Menşeviktirler diye Ermenilere karşı savaş
açabilirdi. Ancak Irak ve Suriye de
İngiiliz ve Fransızlara karşı cepheye
sürülen birlikleri geri çekmek mümkün değildi ve Bölgede yeteri miktarda
osmanlı askeri birliği de yoktu. Erzincana en yakın askeri birlikler, Paluya
10 km. Uzaklıktaki Sekerat köyünde
üsslenen 9. kolordu idi. Bu birlikler
ancak Dersim üzerinden Erzincana
gidebilirlerdi. 9. Kolordunun bazı birlikleri Doğu Dersim üzerinden Erzincana yürümek istedi. Dersimlilerin ihtarlarına kulak asmayan binbaşı Hasan
Lütfü bey ve askeri birlikleri Kızılkilise yakınlarında kuşatıldılar ve çetin
çatışmalar yaşandı. İstanbul hükümeti
binbaşı Cibranlı Halit Beyi küçük bir
askeri birlikle takrar arabulucu olarak
dersime gönderdi. Halit Beyi, rus ordusu içindeki ayaklanmadan ve ekim
devriminden etkilenen Erzincandaki
şuura çalışmalarına delege olarak katılan ve Ermeni katliamına karşı çıkan
ve 1917 de alay komutanı iken istifa
ederek Dersime sığınan albay Hasan
Vefa Bey karşılar. Hasan Vefa bey aynı
zamanda, Merkezi Yeşilyazıya taşınan
şuura hükümetinin de askeri komutanı
idi. Erzincan hükümetindeki Dersim
delegeleri, birkaç Ermeni delegesi ve
veHasan Vefa Bey Şuura hükümetinin merkezinin Yeşilyazıya naklederek sürdürülmesi kararı almışlardı ve
Cibranlı Halit bey Dersime gelirken,
şuura üyeleri Dersim aşiret liderleri
ile Yezilyazıda toplantı halinde idiler.
Hasan Vefa Bey ve dersim ileri gelenleri, Hasan Lütfi bey komutasındaki
9.kolordu birliklerinin, tekrar Paluya geri dönmesi ve Dersim üzerinden
Erzincana saldırılmaması koşulu ile
kuşatmayı kaldıracaklarını bildirirler.
Ancak Dersimlilerin uyarılarını dikate almadan gelen Hasan Lütfi bey
dönüş için Dersimlilerden çekinmekte
ve kendisine birkaç rehber verilmesini
ister. Dersimliler yanlarına Mehmet
Emin ile Hatifzade Yusuf beyi verirler. Hasan Lütfi bey, Peri suyuna kadar refakat ederek, oradan ayrılmak
isterken bu iki kişiyi tutuklar, paluda
“divanı harp”te şuura çalışmalarına
katıldıkları, askere mukavemet ettikleri ve vatana ihanet ettikleri suçlamaları ile idama mahkum edilirler ve
aynı gün asılırlar. bu olayda f kelenen
Bazı Dersimliler Binbaşı Cibranlı Halit Beyin tutuklanmasını isterler, ancak
Erzurumdan yeni dönen Seyit Rıza ve
Hasan Vefa bey buna karşı çıkarlar.
Dersim üzerinden Erzincana giremiyen Osmanlı ordusu Çapakçur ve Sıvas üzerinden Erzincana girdi. Direnen Ermeniler kurşuna dizilir. Ermeni
halkı Erzincanda ikinci defa katliama
uğrar. Kurtulanlar, çoluk çocuğu ile
dağlarda gece gündüz ürkek adımlarla yürüyerek ya Dersime sığındı ya da
Ermenistana gitmek için ızdıraplı yolculuğa başladı. Kimisi yollarda açlıktan, soğuktan öldü, kimisi katledildi,
kimisi Ermenistana ulaşarak acı hatıralarıyla yaşamını sürdürdü. Kurtulanlar erivanda uzun süre Dersim isimli
bir dergi çıkarak geçmişlerini canlı
tutmaya çalıştılar.
Siyasi uf ku Dersim sınırlarını aşamıyan Dersim ileri gelenleri ise kangölüne dönen dünyada bir barış adası
yaratamadılar. Dersim önce, dinsel ve
ulusal olarak dört taraftan kuşatıldı ve
tecrit edildi. Kendilerini batı Dersim
olarak tanıtan ve Yeşilyazıdaki şuura yönetimine bağlı hisseden koçkiri
halkının 1921 katledilmesi karşışında
ciddi bir varlık gösteremiyen Yeşilyazı şuura yönetiminin artak varlığının
hikmeti harbiyesi kalmamıştı ve 1921
de fehsedildi. Artık Dersimin kendisini koruması, kötü kaderinden kurtulması zorlaşmıştı.
Bir türküde söylendiği gibi artık “goça
ma bena goça Ermenu”.
M. Kemal Nutuk ta Dersim konusunu
çarpıtarak yazıyor. Erzurum kongresinden dönerken Erzincanda, on gün
zorunlu olarak kalıyor, gerekçesi de
dersimlilerin yolları tuttuğu ve yol
güvenliğinin olmadığıdır. Daha sonra
Sıvas kongresi sırasında Dersimlilerin
Elazığ valisi Ali Galip in yardımıyla
Sıvasta kongreyi basacağı yönündeki
iddiasıdır. Bu iki iddia da yalan ve çarpıtmadır.
M. kemal Samsundan Erzuruma kadar gittigi bütün illerde askeri ve idarı
erkandan ve ayandan biat görmüştür ama Dersimlilerden görmemistir,
çünkü dersimliler M. Kemali değil,
Yeşilyazıya taşınan hükümetin otoritesini tanımakta ve M. Kemalinde bu
hükümeti tanımasını istemektedirler.
M. Kemalin, Erzincan hükümetinin
hükümranklık alanı olan Erzinzan ve
dersimde izinsiz ve silahlı güçleri ile
dolaşmasını istememektedirler. Erzincana müdahale edemiyorlar ama M.
Kemalin silahlarıyla Dersim sınırları
içinde seyhatına izin vermiyeceklerini
bildirmişlerdir. Yine arabulucular ile
yapılan görüşmelerde, ancak iki silahlı
askerle geçişlerine izin verilmiştir ve
geçiş güvenliğini de dersimliler sağlamıştır. M. Kemal silahlarını salklıyarak geçmiştir.
Sivas’a vardıktan sonra da ilginç bir
olay yaşanmıştır. 1911 yılında ABD ye
çalışmaya giden 23 veya 24 kişi olduğu söylenen bir grup dersimli İstanbul
samsun yolundan Dersime dönmektedirler. M. Kemalin sivasa vaardığı
günlerde dersimlilerde sıvas cıvarlarındadır.Dersimli gurup güvenlik nedeniyle sıvaş şehir dışında konaklar
ve şehire 4 kişi yiyecek için gönderir.
Şehire yiyecek için giden guruptan birisin başında fötr şapkası vardır. Çarşıda dolanırken, M. Kemal 4 yabancının
şehirde alış veriş yaptığını ögrenir ve
yanina getirilmelerini emreder. M: Kemal kısa bir sohbetten sonra bunların
dersimli olduğunu ve ABD 8 yıl çalıştıklarını ögrenir ve sorguya aldırır.
Kendilerine Elazığdaki Vali Ali Galip
ile ilişkelirinin olup olmadığını, ne
amaçla geldiklerini soruşturur. Sonuçta bunların gerçekten amerikadan dönen işçiler olduğunu ögrenince, serbest
bırakır ama o ara para sıkıntısı çeken
M. Kemal bunların 8 yılda biriktirdiği bütün paralarında el koyar ve sıvas
kongresini de bu para ile yapar. Konr-
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gre bittikten sonrada Amerikan kız lisesindeki paralara el koyarak ankaraya
gider. Nutuk adlı eserinde M. Kemalin,
Dersimliler Alip Galipin yardımı ile
sıvası basacakları hikayesinin gerkçek
öyküsü budur ve gercegi yansitmaz.
_______________
SAYIN OKURLAR,
Unutulan Tarih Erzincan Hükümeti
1917, 1921 isimli makalame gelen mesajların bazıları haklı eleştiriler, ki
kaynak gösterilmesini istiyorlar. Bunları cevaplamam gerekecek. Bazıları
da konuyla ilgisiz suçlamalar yöneltiyorlar. Bunları cevaplamayı gerekli
görmüyorum, sadece konuyla ilgili
açıklayıcı ek bilgiler vereceğim.
Fransız düşünür Ernest Renan “tarihi
yanlış yazmak millet olmanın ayrılmaz bir parçasıdır” der. Bu söz türk
resmi tarihine çok uygundur. Gerçektende türk tarihi ayakları üzerine
ve gerçeklere dayandırılarak yeniden
yazılmalıdır ve bunun tartışılmaya
başlanması sevindiricidir.Tabii bu işe
arşivlerin araştırmacılara açılması ve
yayınlaması ile başlanmalıdır. O zaman okuyucular kaynaksız tarih yazılarına itibar etmezler.
Bizlere gelince, Dersimle ilgili arşivler
açılmadıkça, tarihimizle ilgili arkeolojik kaynaklar sistemli yok edildikçe,
elimizde sadece anlatımlara dayalı
kaynaklar kalır ki, bunlarda yanıltıcı
olur. Dış kaynaklarda bizim için referans olamazlar, çünkü her tarih yazarı, türkiyedeki gibi kendi resmi tarihinin yalanlarını yazmıştır ve amaçlıdır.
Tarih sonuçta bir yorum sorunudur,
kimisi eşkiya derken digeri kahraman
diyor.Konumuzla bağlantılı olarak,
yayınlanan resmi türk ve ermeni yayınlarının hiç biri Dersim ve kürtlerle
ilgili doğruları yazmıyorlar. Ama kürtlerin bir tarih perspektifi ve anlayışı
oluşmadı veya yazılı olarak elimize
ulaşmadı. Bizim görevimiz kendi duruşumuzu kendi tarihimizi yazmaktır.
Bunu yaparken gerçekleri diğerlerinin
yaptığı gibi belgeleri çarpıtmazsak,
gerçek ve sağlam tarih bilincini yakalıyabiliriz.
Bende Unutulan tarih Erzincan hükümeti 1917-21 adlı makalemi yazarken,
türk ermeni kaynaklarından okuduklarımı ve Dersimli yaşlılardan duyduk-
larımı toparlıyarak kısa bir özeti vermeye çalıştım. Bu konudaki çalışmam
daha geniş kapsamlıdır, ki ben sadece
Rusyadaki ekim devriminin bölgemizde ki etkilerini ve sonuçlarını vermeye
çalıştım. Daha sonra Dersimde çok rahat taban bulan sol sosyalist düşüncenin gelişmesinde bunun bir etkisi varmı sorusuna cevap bulmaya çalıştım.
Guatemalanın, Eritrenin, Viyetnamın
vs. tarihlerini öğrenelim ama evvela
kendi tarimizin gerçeğini öğrenmemiz
gerekmez mi?
lerdi ve bazıları İstanbulda paralarını
altın liraya çevirirken bazıları dolar
olarak deklere etmişlerdi.
Ben makalemi şu kaynaklara dayanarak yazdım.
Site okuyucularınn makalemi sorgulayıcı bir perspektivle okumaları sevindiricidir, beklentim odur ki, aynı sorgulayıcı perspektivi resmi türk tarih
yazımları için de göstersinler, o zaman
benimle aynı sonuca varırlar.
1-Belgelerle türk tarih mecmuasi
2-Kazım karabekir, anılar
3-Erzincan valisi Ali Kemali, Erzincan
tarihi
4-Erivan doğu bilimleri akademisi
üyesi .,Astranyan....
5-Erivanda 1986 yılına kadar çıktığı
söylenen Dersim adlı derginin konuyla
ilgili bir makalesi
6-1911-1919 yılları arasında ABD
Detroit şehrinde demir dökümde çalışan bazı Dersimlilerin anlatımları,
ki bunlarla 1960 larda anlatımlarına
kulak misafiri olmuştum, ancak o zaman ki genclik dönemindeki algılarım
çok farklı olduğu için, onları M. Kemal ile kavga edip kaybedip kaçanlar şeklinde algılamıştım.bunlardan
bildiklerim, Usene Çıxhekız (çiçekli)
ölümü 1964,Doude topağayi, ölümü
1927Sılemane Topağayı ölümü67 veya
68. Ayrıca 1911yılında gidip 1964 de
gelen Heso Çek,(ABD vatandası olarak geldi ve türkçe bilmiyordu, ölümü
1970 lerin başı) O zamanlar gidip dönmeyen binlerce Dersimli hala bugün
ABD de önemli bir yekün tutmaktadır.
Mustafa Kemal Sıvasta kongre çalışmaları yaparken, içlerinde Doude
Topağa”ninda olduğu 4 kişilik gurup
Sıvasa alış verip yapmak için gitmiştir.
Amerikadan geldikleri için giyinişleri
dikat çekmiş, şüphe üzerine M.kemalin
emri ile sorguya alınmışlardır, durumları anlaşılınca, kaçak döviz bulundurma gerekçesiyle paralarına el konulmuştur. Oysa İstanbulda inerlerken, ki
İstanbul isgal güçlerinin denetiminde
idi,ellerindeki parayı deklere etmiş-
7-Siyasi perspektivim geliştikten sonra yaşlı Dersimlilerden dinlediklerim,
bunların içinde 1900 lerin başında doğan amcam Ali Kurun ile İmam Tarhanı özellikle anmam gerekecek.
Bunların dışında, resmi türk tarih tezine karşı çıkan bir çok türk yazarlarının
anlatımında bir çok veri mevcuttur.
Türkiyede tarihin temelini m.kemalin
nutku oluşturur, temel referans nutuktur, bütün tezler ancak nutuktaki görüşleri geliştirir ama karşı görüş ileri
süremez, kemalizm eleştirilemezdi.
Kürtlerde tarih araştırırken türk kaynaklarına dayanmak zorunda idiler,
çünkü bildigimiz dil ve dayandığımız
kaynaklar türkçe idi. Ama artık gerçekleri ögrenme değişik kaynaklara
ulaşma imkanları mevcuttur.
Resmi türk kaynakları ve nutuk, yakın
tarihih olayları çarpıtıyor, eksik ve
yanlışlarla doludur. Biz kendi açımızda ulaşabildiğimiz doğruları koymaya
çalışıyoruz. Örneğin Nutukta ve resmi
kaynaklar, M.Kemal ve arkadaşlarının
Amerikan mandacılığına karşı cıktığını
ve Wilson prensiplerine karşı çıktığını
yazıyor ve mandacıları ihanetle suçluyor. Ama gerçek tam tersidir. M Kemal
bizzat Wilson prensiplerini savunmuştur.Daha Erzurum ve Erzincanda iken,
bölgeyi araştırmaya gelen Amerikan
heyetinin başkanı bizzat M.Kamal tarafından resmi törenle karşılanıyor ve
“Erzincan hükümet konağına asılan
pankartta –vive l’Art.12 des Principes de Wilson” “,Yine Erzurumda iki
askerin eline tutusturulan ‘yaşasın
Wilson prensiplerinin 12.madesi”,yine
M,Kemal’in 1926 yılında hakimiyet-i
milliye gazetesine verdiği mülakatta
“ittiraf etmeliyim ki bende milli sınırları Wilson prensiplerinin insani maksatlarına göre ifadeye çalıştım, hemen
açıklıyayım: böyle yaptığımdandır ki
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
türk süngülerinin ulaşabildiği yerleri sınır olarak tespit etmişimdir.”(M.
kemal,bütün eserler) bu düşüncelerin
bir sonucu olarak Sıvas kongresinde
M. Kemalde mandacılığı savunmuştur
ve Amerikan kongresine ve başkanına
gönderilen mektupta M.Kamal ile Rauf
Orbayın imzasi vardır. Bütün bu gerçeklere rağmen, kamalistler mandacıları ihanetle suçlamaktadırlar.
ma daha kesin hükümler taşımaktadır.
Bu antlaşmanın bir maddesinde, Trabzon, Erzincan, Van hattının doğusunda
kalan hatta, yani kızıl ordunun çekildiği alanlarda, halkın seçimle kendi
yönetimlerini oluşturmasını, bu yönetimlerinin bağımsız olacağını, osmanlı
ve kızıl ordunun kesinlikle bu bölgelere
müdahele edemiyeceğini hükme bağlamaktadır.
Dersim konusuna gelince. M. Kemal
gerçeği ters yüz etmiştir. Bu konuda
geniş bir araştırmayı,belgeleriyle birlikte, tarihi kökenleri ile birlikte sunacağım.
Yukarda belirttiğim nedenlerle, kemalistlerle bolşevikler arasında ittifak
gelişince, İstanbul hükümeti ile yapılan anlaşmalar kadük oldu. Hatta kafkasyada ortak düşmana karşı birlikte
savaştılar.hatta sovyet sınırları içinde
olan Kars, Ardahan ve Batumu bile işgal etti türk birlikleri.
Özetle, Erzincan hükümeti, ile ilgili Karabekir ve Ali Kemali’nin anlatımlarındaki sıfatları kaldırıp cıplak
gerçeği görmek gerekir. Örneğin Ali
Kemali kitabında Erzincan mütarekesinden hemen sonra binlerce “Dersim
eşkiyası”
Erzincanı bastı, ermeni komitacılarla işbirliği yaptılar vs. der. Ama halk
oylamasından, mütareke geregi oluşturulan yönetimden, osmanlı ordusunun bu bölgeye mudahale etmemesinin
mütarekede kesin hükme bağlandığından bahsetmez. Ama sorgulayan bir
muhakeme, bilirki, sovyet ordusunun
denetiminde binlerce “dersim eskiyasi “şehri basamaz, basmışsa kızıl ordu
ile savaşıp yenmesi ve şehri işgal etmesi gerekir ki böyle bir olay da yok.
Benzer bir çok akla aykırı söylemleri
vardır. Karabekir Erzincana girerken,
kızıl ordunun şura yönetimine bıraktığı
levazım, askeri araç gereç ve askeri elbise vs. şuraya ait herşeyi, rus ordusunun ermenileri müslümanlara karşı silahlandırması olarak sunuyor,bunları
ele geçirmenin sevincini açıklıyor.
Oysa, kızıl ordu bir taraftan Erzincan
ve Trabzonda oluşan yeni yönetimleri
desteklerken, özel olarak ermenileri
silahsizlandırmaya çalışıyordu. Çünkü Ermenilerin çoğunluğu menşevik
taraftarıydı ve kafkaslarda, gürcü ve
azerilerle birlikte bolşeviiklere karşı
kafkasbirleşik hükümetini kurmuşlardı. Bu bütün sovyet kaynakları ve sosyalizme ait tarih kayıtlarında varken,
bolşeviklerin menşevik ermenileri desteklediği şeklindeki türk iddiası gülünç
olur. 1917 Erzincan mütarekesinden
ayrı olarak istanbul hükümeti ile bolşevik hükümeti arasında baküde yapılan bir antlaşma daha var ki, bu anlaş-
Bir dipnot olarak belirteyim ki, Erzincan mütarekesi ve şura yönetimden
sonra türkler bölgeye gelince, Dersim ermenileri peyder pey göç ettiler.
Çoğu yeni kıta amerika olmak üzere,
ortadoğu ve istanbula gittiler. Ama
kemalist iktidar sürekli Dersimliler le
ermeniler arasındaki şura dönemindeki ittifakı sürekli sorun yaptı ve sürekli
Dersimlileri suç ortağı yapmaya çalıştı. 1930 larda bile ve 1936 ya kadar 180
kişilik bir ermeni listesini Dersimlilere
dayattı ve bunların kendilerine teslim
edilmesini istedi.
M. Kemal nutukta, Elazığ valisi Ali
Galip’in Dersimlileri örgütlediğini
ve Sivasta kongreyi basmak istedigini
söylemektedir, ama bu konuda hiç bir
belge verememektedir. O zamanlar,
M. Kemalin isyan eden bir hükümetin meşru otoritesini tanımıyan isyan
etmiş bir general olduğu için, istanbul hükümeti bütün valiliklere olduğu
gibi Elazığ valisinede aynı genelgeyi
göndermiştir. Ama Dersimlileri toplayıp sıvas üzerine yürüdüğüne dair
hiç bir kaynak ve belirti yok. Sivasta
yakaladığı Dersimli işçi gurubununda Ali Galiple ilişkisi yoktur. Ayrıca,
Ali Galipin, bir ingiliz subayının K.
Bedirxhanla birlikte bölgede dolaşırken, bölgedeki yetkililerle olduğu gibi
Ali Galiplede görüşmesi çok doğaldır.
Nitekim isyan eden bir general olarak M. Kemal bu heyetle görüşmek
istemiş, ama onlar gelmeyince,bütün
yetkililerin görüşmesini yasaklamıştır. İstanbul hükümetinin meşru valisi
isyan eden bir generali değil, İstanbul hükümetinin emirlerini dinlediği
için,düşman ilan edilmiş, ve Dersimlilerle birlikte M.Kemale karşı harekete
geçtiği söylenmiştir. Ben bu konuda bir
kaynak bulamadım.
Kemalistlerin Dersime karşı harekatı aslında 1921de başlamıştır. Koçgiri
katliamı dersime karşı bir harekattır.
M. Kemal Sivas kongresinden sonra
Hacı bektaşa uğrayarak destek istiyor ve istediği desteği şartlı alıyor ve
bu destek kamuoyuna deklere ediliyor.
Kemalistler Koçgiride katliama girişince Tokat ve Amasya alevi toplumu
katliama isyan ediyor ve Koçgiriye
destek olmaya çalışıyor. M. kemal,
Hacıbektaştaki M. Çelebi ağzından
bir açıklama yaptırıyor, kitleleri yatıştırmak için. Ama M. Çelebiyi görmek
istiyenler, göremiyorlar. kapısında
bekliyen iki doktor olduğunu söyliyen
kişi, hasta olduğunu söyliyerek,sadece
yakın dostu bir kişiyi görüştürürler ve
bu durum tam bir yıl sürer ve taaki M.
Celebi efendi vefat edene kadar. Daha
sonra anılarını yazan oğlu Ulusoy, bu
kişilerin özel yetkili kişiler olduğunu,
onların oduğu dönemde babasının kimseyle görüştürülmediğini söyler. Bunu
söylerken, acaba gerçeği mi söylemekte yoksa, babasının Koçgiri katliamına
verilen zımni desteğin sorumluluğunu
üstlerinden atmak içinmi söylemektedir, bilemiyoruz.
Koçgiri katliamından sonra, kemalistler kısa vadeli hedefine ulaşmış, Dersime taşınan yerel yönetimi işlevsiz kılmış ve dağıtmış, Dersimi, dini olduğu
kadar etnik ve askeri kuşatma altına
almıştı.
38 katliamın gerekçesi olarak öner sürülen vergi sorunu ve çevre illere yapılan saldırılar iddiasına değineceğiz.
Dersimliler meseleyi kendi gerçekliginde değerlendirebilmeleri için gerçekleri tarihi kökleriyle birlekte bilmeleri gerekir.
Saygılarımla, Davut Kurun.
Kaynak:
http://yilanli.info/index.
php?option=com_content&view=ar
ticle&id=795:erzincan-huekuemeti1917-1921&catid=58:davutkurun&Itemid=72
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kızıl
Korsanlar’dan
Diyanet’e çifte
“bayram” darbesi
Polisin sitelerini vurarak adını duyuran sosyalist bilgisayar korsanları
grubu RedHack (Kızıl Korsanlar), bu
kez de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı
hedef aldı.
Yargının bilgisayarlarından başka
araçları olmamasına karşın “silahlı terör örgütü” kapsamına sokmaya çalıştığı RedHack, dün gece Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın adresi “www.diyanet.
gov.tr” olan internet sitesini çökertti.
Siteye uzun süre ulaşılamadı.
Diyanet İşleri Başkanlığı uzmanlarının onarmaya çalıştığı siteye Redhack
bugün bir kez daha saldırdı. Site
bugün tekrar çökerken, ana sayfasının büyük bölümünü bu akşam 17.30
sıralarında dahi halen açılmıyordu.
Sadece ana sayfadaki alt ve yan menülerdeki bağlantılar açılıyordu.
Siteye RedHack mühürü ve Fetullah
Gülen figürünün yer aldığı, altında
Yunus Emre’nin “Emeksiz zengin olanın, kitapsız bilgin olanın, sermayesi
din olanın rehberi şeytan olmuştur”
dizelerinin yer aldığı bir karikatür
yerleştiren RedHack, siteye uzunca bir
mesaj bıraktı.
Mesajın bir bölümü şöyle:
“Cuma'da HAK yersen, Bayramda
HACK yersin ;)
Ne NURCuvazi ne BURJUvazi bizleri
durduramayacak..
Cami altlarini BIM yapan ticaretcilerin ensesindeyiz!
Din ticaretine son, esit adil somurusuz
sinifsiz bir dunya mumkundur!
Mezhep catismasi yaratmak isteyen
Diyanet bu oyunun tutmayacak..
Cumhuriyet Resepsiyonum yok diye
üzülme RECEPsiyon var!”
Korsan grubu, siteyi kırarken çektikleri görüntüleri internet de yayınladı:
İşte o görüntüler:
http://www.gazetecileronline.com/
newsdetails/8113-/GazetecilerOnline/
kizil-korsanlar39dan-diyanet39e-cifte-bayram-darbe
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SUÇLARI KIZILBAŞ OLMAK…
SEYİD RIZA’NIN AKRABASI
OLMAK… DERSİMLİ OLMAK!
Hatice ÇevikMustafa Köse ve kızı Suna Çelik
Mustafa Köse 38 yılında topraklarından koparılan nice kızılbaşdan biri..
İlerleyen yaşına rağmen dün gibi hatırladığı ve unutamadığı sürgün yıllarını Kızılbaş dergisine anlattı. Seyit
Rıza’nın aşiretine mensup olan Köse
aynı zamanda idam edilen Dersim mebusu Hasan Hayri Bey’in de damadı…
Kangozadelerin damadı ve torunu ile
beraber bazen gülümseyerek bazen
gözyaşını gizleyen hüzünler paylaştık.
Söyleşi; Katliamın ve sürgünün yarattığı acının hala ne kadar derin izler bıraktığını ortaya koyuyor…
Hatice Çevik - ANKARA
M. Köse: Kimliğe göre 1922 doğumluyum fakat 1sene geç yazdırmışlar.
Ummuhat varya… Bu sene 5 Mayısta
91 e girdim. Duyduklarımı ve bizim
başımıza aile olarak Kösezade ailesi
olarak başımıza gelenleri geçenleri anlatayım. Ben babam ve büyük babam
Erzincan’ın içerisinde doğma büyüme fakat biz aslen Dersim’den gelme
Büyükbabamın babası Dersim’den
geliyor. Erzincan’a yerleşiyor. Abasuşağı aşiretindeniz, Seyit Rızanın
aşiretindeniz. Büyük babamın babası
Hüseyin Erzincan’a geliyor, orada yerleşiyor. Büyükbabamın adı Ahmed,
babamın adı Ali… Kösezadeler derler Erzincan’da bize.. Bende Mustafa Köse… Kayınpederim ilk Dersim
mebuslarından ve asılan Hasan Hayri
bey.. Kangozadelerden, Karabal aşiretinin reisi..
Dersimliler ihtiyaç görmek için geldikleri zaman Erzincan’a (büyükbabam tüccardı, manifaturacıydı) onlar
dükkana gelir giderlerdi. 38 de bizi
ileri gelenlerin hepsini.. (büyükbabam
sayılır insanlardandı.) O zaman ben
ortaokulu yeni bitirmiştim. 38 hadisesinde biz Erzincan’ın yerlisi olarak..
taaa 100-150 sene önce gelmiş, büyük
babam Erzincan’a yerleşmiş. Babamı
okutmuş ve amcamı okutmuş. Fakat 38
de babam büyükbabam ticaretle iştigal
ediyordu. Büyük babam da hayvancılık olarak, yani 3 kişiyle onlara da ortaktı. 35-36 da ortaokulu bitirdim. 38
hadisesinde ben Erzurum-Sivas demir
hattı yapılırken ben orda okulu bıraktım maalesef. Bir akraba taşeron vardı.
10 kmlik bir yerde buranın mütehadi
olarak çalışırdı ben onun yanında katipliğe başladım. İşçileri, iş malzemelerini puantörlerini yapıyordum.
Kızılbaş: Erzincan’dan nasıl çıkartıldınız, neler yaşandı?
M. Köse: Şimdi 38 de bir gün Erzincan’a geldim. Kaldığım yer yarım saat
sürüyordu şehrin merkezine, şehire
babamın yanına geldim. 1 gün istirahat edeyim dedim. Gelince orada bir
kahveye gittim. Kahvede tanıdığım arkadaşlar vardı. Onlara dediler ki kahve sahibi çok tanıdığım bir arkadaş,
dedi ki; ‘’Bizi karakoldan istediler,
bizi sürüyorlar bu Dersim hadisesinden dolayı..’’ Öyle deyince ben şüphelendim tabi hani bizde iyi kötü şehrin
ileri gelenlerinden sayılır bir aileydik.
Ben hemen dükkana geldim ki büyükbabam var babam yok, babam nerde
dedim. Dedi ki; ‘’karakola çağırdılar.’’
Niye dedim bilmiyorum dedi. Ve ba-
bama karakolda diyorlar ki ; ‘’Sizler
24 saatin içerisinde Erzincan’dan çıkacaksınız.’’ Babam diyor ki; ‘’Amca
bey ben 24 saatin içerisinde değil şehri
dükkanımın manifaturasını dahi devir
veremem nasıl çıkayım diyor. 80-90
senelik bir ev nasıl bırakıp çıkarım ‘’
Valla çıkacaksınız mecbursunuz diyorlar. Ve babam o zaman dükkana geldi.
Dükkanı hemen devir için birini çağırdı. Evde büyük babam vardı. O arada
babam bir kamyon tuttu. Büyük babam
kapının önüne durdu. Yani afedersiniz
insanlığa yakışmayacak şeyler oldu.
Erzincan’ın Sünnileri gelip kapıyı açtı.
Eve girdiler aldıklarını çıkardılar. Para
mara yok yani… Tasavvur edin, istediği yerde verirse, üç beş kuruş isterse
büyük babama veriyorlar.. Vermezlerse alıp götürüyorlar yani.. Anladın mı?
Hatta bir tanesi biz rızavrat diye hitab
ederiz orada tereyağ dolu aldı çıkıyor..
Büyükbabam dedi ki ‘’yav Kemal nere
götürüyorsun ? ‘’ O da ‘’Canım siz gidiyorsunuz sizi öldürecekler yağı sen
ne yapacaksın bir de para mı vereyim
sana‘’ dedi. Aldı götürdüler… Buna
şahitim gözümle gördüm. Babam valiye çıkıyor. Vali beye ‘’ Bana 24 saatte
Erzincan’dan çık diyorsunuz. Ben 24
saatin içerisinde dükkanımın malını
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dahi veremem bana birkaç gün müsaade edin’’ diyor. Vali; ‘’Oğlum senin
için para mı mühim? Canın mı mühim?
Namusun mu mühim? ‘’ diyor. Babam
namusumu hiçbir şeye değişmem. Mühim olan namusumdur diyor. Öyleyse
şu ahlaksız memleketten biran evvel
çık diyor. Çünkü ‘’ 24 saat evvel 6 kişi
Davut, kardeşi Ağa, şöför Şükrü, yağcı
Ali, bir Ali daha vardı bunları götürdüler bize 24 saat evvel bunları götürdüler inin gediğinde kurşuna dizdiler.’’
Babama diyor ki; Sen bu memleketten
biran evvel çık!
Neyse amcamı da çarşıda birisi görüyor. Kasabın bir tanesi Hüseyin Efendi
haberiniz var mı? Ne var diyor? Yav
diyor sizi Kemah boğazında tamamen
erkekleri öldürecek kadınları dereye
dökecekler diyor. Aynen böyle… Amcam geliyor babamı çağırıyor Ali bi
gel diyor yav bunlar böyle diyorlar…
Ali namusumuzu bırakalım da kaçıp
gidelim mi? Eğer namusumuzu öldüreceklerse bizi öldürsünler diyor. Biz
ve Mustafa Kartal, Cemal Kartal iki
kardeş onlarda bir kamyon tuttular, onlarla beraber biz Divriği’ye kadar kendi paramızla geldik. Divriği’e gelince
orda bizi erkekler bir tarafa kadınlar
bir tarafa dediler. Öyle deyince biz
korktuk tabi.. Bizden önce götürdüler
öldürdüler ya… Ben de öyle kadınların içerisine ve benim amcamın oğlu
vardı. Ona sen büyüksün şu tarafa geç
dediler. Bize komutan dedi kumanya
vereceklermiş. Gaye buymuş, korkuyoruz tabi.. Orda Yolda bizi Divriği’de,
nehir var orda bizi üç gün beklettiler.
Etrafımıza jandarmaları dizdiler, jandarmadan da askerden de polisten de
bekçiden de başka kimse hareket edemiyor. (çok afedersin) tuvalete dahi zor
gidiyorduk. Tuvalete anladın mı?
Mustafa Kösenin dedesi
Ahmet Köse
çileri çağırmışlar. Ve bizi orada halka
şöyle anons etmişler;
‘’Bunlar Türkçe bilmez ve bunlar insanları yer, bunlar insan yerler.’’ demişler. Bizi öyle empoze etmişler
yani. İnsanlar şöyle tedirgin tedirgin
kalıyorlar bize karşı.. Neyse kaymakam geldi, jandarma komutanı geldi.
Kimliklerinizi tespit edecez, sizi köye
göndereceğiz dediler. Babam dedi ki
büyükbabam ve cemal kartalın yakınları; Kaymakam bey biz çiftçilik
yapamayız, köye gidip ne yapacağız
dediler. Mümkünse bize yer gösterin
de pazar yeri iskan ettirin de ticaretle
iştigal edelim dediler. Sizi iki saatlik
köye götüreceğiz sizi birazdan alcaz
dedi. Tabi gönderdikleri köy maalesef
Kızılbaş: Karavagonla nereye gideceğinizi biliyor muydunuz? Zorunlu iskan neler yaşattı ailenize?
M. Köse: Oradan bizi kara vagona
bindirdiler. Bilmiyorduk nereye götürüyorlar. Kara vagonla Konya’nın
Çumra kazasına bizi gönderdiler. Biz
amcamlar bir de o öldürdükleri şoför
şükrünün karısı hamile ve daha ilk
karısı doğumda yakın bindirdiler. Bir
de Ali’nin hanımını kara vagona bindirdiler. Kara vagonla bizi Çumra’ya
indirdiler. Etrafımızı sarmışlar bütün
askerler jandarmalar köylerden de bek-
Hasan Hayri Kango
2 saat değil 5 saat… Bizim köye, Cemal Kartal’ları nahiyeye.. Şimdi bu
köye de aynı empoze etmişler, bu şarktan gelenler adam yerler. Bizi eşyalarımızla beraber gece at arabasına bindirdiler at arabasıyla caminin önünde
bizi indirdiler. Şimdi çocuklar da etrafımızı sarmışlar adam yiyenler geliyor
diye.. Büyük babam gezerken çocuklar
kaçıyorlar… Nihayet bizi de amcamgil
16 nüfus bizi verdiler bir köy odası var.
Köy odası dedikleri yer at eşek bağlanan hayvanlarını koydukları yer. 16
kişiye verdikleri yer aşağı yukarı 10
metrekare ancak var. Arka tarafta 1
oda ön tarafıda ocak olan… Arka tarafa biz geçtik ön tarafı da amcamlar
aldılar. 15-20 gün biz elbise soymadık.
Tabi 10 kişi bir odada kalıyoruz. Çoluk
çocuk nasıl soyunalım. En nihayet bir
Cuma günü büyükbabam babamı aldı
caminin önüne gitti. Camiden çıktılar,
orada muhtar Sadık var. Sadık’a gelsene oğlum buraya dedi. Nerden geliyorsun dedi. Nerden gelecem camiden
geliyorum. ‘’Ulan dedi Müslümanız
diye camiye gelip namaz kılıyorsunuz.
Bize yaptığınız insanlığa bakın! Bizi
16 kişi 10 metrekare yere sıkıştırdınız.
Ulan dedi senin bir senede yediğini
misafire kahve çay parası veriyordum.
Oğlum bunları İstersen nahiyeye bildir. Bak oğlum Ankara’ya gidecek
büyük millet meclisinde bunları anlatacak ve kendini de intihar edecek’’
dedi. Şöyle oldu böyle oldu hemen geldik eve tekrar oturduk dedem dedi ki
nahiyede okul var siz okula gideceksiniz. Hüseyin efendi var orda kaldık.
Cemal Kartallar yakındı. Memlekette
de onlarla samimiyetimiz vardı. Oraya
gittik. Nahiyede biri bizi görmüş nahiyeyle köyün arası 20 dk… Ziyaret ettik
akşam döndük geldik. Muhtar çağırdı
babamı çağırmış. Babanız Mustafa
Beyle beraber nahiyeye gitmiş, nahiye müdürü bize telefon ettiler. Köyün
hududu dışına çıkamaz tasavvur edin
köyün hududundan dışarıya izinsiz
çıkamıyoruz. Ya nahiye müdüründen
ya da muhtara söylüyeceğiz muhtarda
nahiye müdüründen izin alacak ve ihtiyacını göreceksin. Köyde ne ihtiyacını
görebilirsin. Nihayet orda 1 sene kaldık. Ben müracat ettim tahsile devam
etcem dedim. Bakalığa müracat ettim.
İstanbul’da akrabalarımız var büyükbabamın yiğenleri vardı. Onlara adres
verdik, orda da tahkikat yapılmış dediler tamam. Bana izin verdiler ben
İstanbul’a gittim. İstanbul’da tophane-
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
de dükkan açtım, böyle işte..
Kızılbaş: Dersim isyan etti mi? Seyit
Rıza’nın asılması nasıl oldu?
M. Köse: Evet Dersim isyan etti diyorlar. Dersimli bir vatandaş gelipte
Erzincan’ın içerisine 1 kilo sabun, 1
kilo gazyağı, 1 kilo şeker alamazdı. Ve
bu adamların arkasına yazı yazardılar;
eşşek kürt diye hitap ederlerdi. Ve bu
adam böyle olduğu halde bu adam artık dağa çıkarsa anlar mı hükümeti. Ha
dersin ki dersim isyan etti evet asker
vermiyorlar, vergi vermiyordular niye
bakım yoktu yol yoktu gidecek yol
dahi yoktu yani… Dersim’den gelen
bir vatandaşın arkasına teneke taktılar.. Bir gün köyden gelip Mercan köyü
vardı. Mercan’dan gelip babamın dükkanına gelirdiler. Onlar tereyağ peynir
bal bunları getirirlerdi başka yok ki.
Bitanesi daha dükkana gelmeden birisi
yakalıyor, adam arkasına vurmuş yağ
getiriyor sırtında ta Dersim’den satacak çoluğuna çocuğuna ihtiyaç alacak.
Adam geldi yağını tarttı hesapladı bilmezler bazıları çoğu Türkçeyi çoğu
düzgün bilmezler. Babamınan hesabını gördü. Gidecekleri zaman bir jandarma bir astsubay bir polis bekçi geldi. Sen eşkıyasın diye.. O yağı isteyen
adam gitmiş ihbar etmiş bu adam eşkıyadır diye.. Çarşının ortasında bunlar
adamı sürüyerek götürdüler jandarma
karakoluna… Ve babam gitti jandarma
komutanına rüşvet verdi adamı kurtardı geldi adam gitti.
Dersim hadisesi duyduğuma göre şahsen bilmiyorum da; Oraya karakol kuralım dediler. Bunlarda karakolu kabul
ettiler tamam getir kur dediler. Karakolu kurdular. Fakat karakol komutanı
bir ağanın ağa evde yok hanımı tutuyor
bunlara kuzu kesiyor. Yediriyor içiriyor. Fakat bu meyanda ağanın çok sevdiği gelini varmış ve bunlara hizmet
ediyor. Hizmet ederken karakol komutanı buna olmadık şeyler söylüyor.
Yani fikri bozuk.. Askerin bir tanesi
gidiyor hanıma diyor ki sakın diyor
bundan sonra gelini hizmete gönderme
diyor. Bu şerefsizin durumu iyi değil
kadına sarkıntılık yapacak diyor. O da
göndermiyor. Tabi ağa geliyor diyor ki
hanım diyor ki durum böyle böyle…
Ağa geliyor karakola; Ulan diyor şerefsiz herif benim evime geldin mi diyor.
Sana kuzu kesildi mi diyor sana yedirdiler mi sen bunları yiyorsun bir de on-
Hasan Hayri Kango'nun eşi
Faika Kango
dın mı… Çünkü bizim aşiretin reisi..
Erzincan’dan geldik ama aslımızı kaybetcek değiliz biz. Seyit Rızanın yaşını
küçültüyorlar. Bir de şahit getiriyorlar.
Şahit diyor ki efendim Hakim bey bu
benim oğlum yaşında diyor. Seyit Rıza
bunun şahitliğini nasıl kabul ediyorsunuz diyor. Benim oğlumun yaşında
diyor. Ve adamı Elazığ’da idam ettiler.
Biliyorsunuz; Ve adamın halen daha
cenazesi nerde mezarı nerde olduğu
dahi belli değil. Torunu geldi dedi ki
böyle böyle.. Büyükbabamın dedi hiç
olmazsa mezarını bildirinde bir dua
okuyalım. Bunu dahi bildirmediler.
Kızılbaş: Mustafa bey ailenizi neden
çıkartıyorlar Erzincan’dan? Neden sürüyorlar?
dan sonra benim gelinime kötülük yapmak istiyorsun! Orda herhalde bir iki
tane vuruyor buna.. Neymiş efendim
bu sefer de Dersim isyan etti. Tamam
bitti! İsyan etti lafı burdan geliyor. Haa
Seyit Rıza’ya dediler ki; Seyit Rızaya
haber gönderiyorlar; Seyit Rıza gelsin
teslim olsun batıda ona çiftlik verecez.
İskan ettireceğiz diyorlar. Konuşacağız diyorlar. Seyit Rıza da oğluylan
beraber geliyor yanında birisi daha
var. Üç kişi geliyorlar… Karadağlara
kadar geliyorlar ordan haber gönderiliyor. Erzincan’dan bu ihbarın bunlarla aracılık yapanların Seyit Rıza’yı
alıyor geliyor adama bir hafta traş
ettirmediler adama.. Ve bu adam işte
Dersim’in ağası isyan etti diye çarşının
ortasında üç gün gezdirdiler. Üç gün
gezdirdikten sonra Elazığ’a gönderdiler. Seyit Rıza 85-86 yaşında bulunuyor, büyük babam biliyor yaşını anlaMustafa Kösenin babası Ali Köse
M.Köse: Seyit Rıza’nın aşiretindeniz
biz, Erzincan’da iyi kötü sayılı ailelerdeniz. Zaten o zaman Erzincan’da sayılır Alevilerdeniz de.. Biz Dersimden
15-20 hane olarak geldik. Mesela şey
vardı bu adam Kürt Tunceli milletvekiliydi, Pülümür’de otururdu Erzincan’da
oturmazdı. Onu dahi köyünden getirip
Kayseri’ye sürgün ettiler.
Kızılbaş: Kimliğinizi gizlemek gereği
duydunuz mu?
M. Köse: Maalesef ! Kimliğimi hiçbir
zaman unutmadım. Aslını inkar eden
haramzadedir derler. Niye iftihar etmeyim. Ama her yerde söylenemiyordu tabiki.. Alevilik denilen şey eline
diline sahip olacaksın.. Alevinin şartı
budur. Yalnız şunu yaşadım ben Cemal Kartal’ın kardeşi kazaya nakli için
Konya’ya gitmişti. Muhtar Konya’ya
gitti. Muhtarla beraber ihtiyaçları almak için Konya’ya geldim. Beni orda
Mustafa Kartalla emniyete aldılar. Nerelisin dedi Dineksaray köyündenim
dedim. Siz de göçmen misiniz dedi.
Evet Erzincan şark göçmenlerindenim dedim. Karakola gideceğiz dediler. Beni aldılar karakola götürdüler.
Karakolda oturuyorum. Komiser bey
benim kabahatim ne ? Bileyim yani..
Siz izinsiz gelmişsiniz. Muhtar getirdi
beni dedim. Öğlene kadar orada bekledim. Hiç bir şey yok, bana kelepçe
takacak. Sonra bana şuraları süpür
dedi bekçi. Bana baksana dedim kim
olduğumu biliyor musunuz dedim.
Senin gibi iki tane üç tane kardeşim
var Besiağzı’nda hamallık ediyor dedim. Ben ne süpürecem. Aynen öyle…
Kızılbaş: Sürgünden sonra döndünüz
mü?
M. Köse: Valla babam sürgünden sonra artık Erzincan’dan nefret etti geri
dönmedi. Kardeşim ticarete başladı.
Köyden (ben İstanbul’dayken) babam
kazaya naklini istedi uğraştı bakanlıkta izin vermiş kazaya geldi. Bir otel
ve altı kahve olmak üzere orayı kiraladı. Bir de dükkan açtı orayı işletti.
Kardeşim de besicilikten hayvancılıktan uğraştı. Ben de zaten Konya’da
memurdum. Çumra’da kaldık. Tekrar
Karaman’a tayinim çıktı orda kaldım.
Kızılbaş: Çocuklar okula gönderildi
mi?
M. Köse: Maalesef okul yoktu ki!
Kardeşim İbrahim ortaokulu bitirmiş.
Rahmetlik oldu diğer kardeşim ilkokulun 4.sınıfındaydı. Dineksaray köyü
evet Dinek nahiyeydi… Köyde hiçbir
şey yoktu.
Kızılbaş: Kayınpederiniz Hasan Hayri
Beyin idam edilmesini anlatırmısınız?
M. Köse: Milletvekili Hasan Hayri
Kango benim kayınpederdir. Atatürk’le
İnönü’nün sınıf arkadaşıdır. Kayınpederim harbiyede okudu. Harbiyeden
mezun oldu. Mezun olduktan sonra nihayet süvari binbaşı olarak başlar göreve. Sonra bir gün şeyde Elazığ’da Şeyh
Said isyanı duymuşsunuzdur. Şeyh
Said Elazığ’a gelmiş Elazığ’ı zapetmiş
askerleri de esir almış. Ve bu meyanda
ondan evvel bu Dersimliler hakkında
Kayseri milletvekili ismini hatırlayamayacağım şimdi bunlar şöyledir böyledir falan deyince kayınpeder de müdahale ediyor. Müdahale edince ondan
sonra kayınpeder ona tabanca çekiyor.
Tabanca çekince oda Atatürk’e çekti
diye bunu başka türlü Hasan Hayri bey
Atatürk’e tabanca çekti diyorlar. Bak
sen nerden tutturuyorlar. Ve Şeyh Said
isyanı da başlayınca Elazığ’da geliyor
çalıyor kayınpederlerin kapısını, evleri çok eski ve konak derler eskiden
konakmış yani Elazığ’da kayınvalidem
falan orada kalıyorlar. Kendisi Ankara
da kalıyor. Ve kayınpeder Şeyh Said
Hasan Hayri Kango'nun damadı Mustafa Köse
Zaten dedi müstahak olmasaydı sizi
buraya sürmezlerdi dedi. Sizin ukalalığınızdan boyun eğmediğinizden sizi
buraya sürdüler dedi. Dedim ki komser
bey suçum varsa ifademi al, cezaeviyse
cezaevine, döveceksen döv hem dedim
benim üzerimde param yok muhtarla
geldim, gelecek onunla gideceğim dedim. Ben öyle deyince yanıma bir bekçi kattı. Muhtar nerde dedi handa dedi.
Gitti muhtarı aldı geldiler. Muhtar dedi
evet ben getirdim. İhtiyaçları var ben
götürecem dedi. Muhtardan imza aldılar tekrar beni köye gönderdiler.
Ben 39 da memuriyete girdim. 34 sene
memuriyetim var. Bir gün Konya’da
istasyonda gezerken nahiyemizden birini gördüm. O hani bana izinsiz niye
gönderdiniz diyen memuru.. Müdür
bey beni tanıdınız mı dedim. Tanıyamadım delikanlı dedi. Ben dedim Erzincan göçmenlerinden, şark göçmenlerinden Dineksaray köyünde iskan
edilen Ali Köse’nin oğlu Mustafa’yım
tanıdın m ı beni? Bir gün nahiyeye geldim de ilçeye telefon ettiniz. Muhtara
köyün hududundan bunları dışarıya çıkarmayın dediniz.. Bak ben devlet memuruydum halen postanede memurum
dedim. Tanıdım, efendim bize gelen
emir öyleydi dedi adam.
Hasan Hayri Kango'nun Kızı Mustafa Köse'nin
eşi Hayrunisa Köse (Kango)
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
isyanında Atatürk çağırıyor diyor; sen
git şu Şeyh Said’i ikna et diyor. Gelmiş
zaten öyle deyince kayınpeder gidiyor Şeyh Said orda.. Şeyh Said’i tutuyor kayınpederin evine gönderiyorlar.
Şeyh Said seninle görüşmek istiyor.
Koltuğa otutturuyor yanında ki adamlarla beraber kayınpeder diyor böyle
böyle.. Sizin yaptığınız nedir diye soruyor kayınpeder.
Şeyh Said; bize bir komutan lazım, ordan ayrıl gel bizim başımıza komutanlık yap diyor. Yav diyor sen nasıl bir
teklif yapıyorsun. Evvela bu tuttuğun
askerleri bırakacaksın. Yav diyor sen
dört tane adamınla Türkiye Cumhuriyetine nasıl karşı geliyorsun. Sen de
hiç akıl yok mu diyor. Neyin var da,
sen neyine güveniyorsun diyor. TC.
hükümetine isyan ediyorsun diyor.
Şeyh Said dönüyor. Vay Şeyh Said’le
görüşmüş ordan tutuyorlar, oysa sen
gönderiyorsun. Tutuyorlar bundan dolayı idam kararı veriyorlar. sen gelip
Atatürk’ten özür dilersen seni affedecek diyor. Ben ne yaptım da özür dileyeceğim diyor. Ben hatam mı oluyor da
özür dileyeceğim diyor. Benim bir hatam yok ki, kendisi gönderdi beni buraya diyor. Şeyh Said’i geri gönderdiler
daha benden daha ne istiyor. Onların
başına mı geçmemi istiyordunuz diyor.
Özür dilemediği için kayınpederi idam
ettiriyorlar o zaman…
Kızılbaş: Hasan Hayri Bey kürtçe konuşma yapmış…
M. Köse: Evet, Atatürk sizin diyor bir
resmi kıyafetiniz var mı diyor. O giysiyi giy bir gün meclise onla beraber
gel diyor. O da tutuyor kıyafetini giyor
sarığını sarıyor çizmesini çekiyor, eline kırbacını alıyor. O kıyafetle meclise
geliyor. Mecliste dedikodu yapıyorlar,
özel kıyafetiyle meclise geliyor diye…
Onu dahi mevzu yapıyorlar. Ben diyor,
bazı şeyler, hatalar oluyor diyor. Siz
bu Koçgiri, Dersim aşiretini niye bozuyorsunuz? Ne istiyorsunuz bu adamlardan? İsyan ettiyse Şeyh Sait isyan
etti diyor. Dersimliler alevi Şeyh Said
şafidir. Niye bunlarla uğraşıyorsunuz
ne istiyorsunuz? Neden bunu Dersim’e
mal ediyorsunuz diyor. Yok diyor efendim meclis böyle karar verdi. Meclis
değil bunu paşalar istedi diyor.
Kızılbaş: Bir de Lozan’da imza meselesi var. Telgraf olayı nedir?
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
M. Köse: Şimdi İnönü Lozan’a gittiği
zaman Lozan’da diyorlar ki sizin bir de
Dersimli kürtler kızılbaşlar var (şimdi olduğu gibi) onlarında muvafakatı
var mı diye soruyorlar. İnönü diyor ki;
Bizim TC. bayrağı altında Türk-Kürt,
Sünni-Alevi diye bir şeyimiz yok. Biz
de 3 kürt milletvekili de var diyor. Hasan Hayri bey var diyor. Bir Diyap Ağa
vardı. Diyap Ağa aşiret reisiymiş ama
cahilmiş. Birde Niyazi bey vardı. Hasan Hayri beyin amcasının oğlu Niyazi
bey. Böyle böyle diye anlatıyor orda.
İnönü Atatürk’e telgraf çekiyor. İngilizler Lozan’da böyle bir şey soruyorlar.
Mebusanda Kürtler temsil ediliyor mu
diye? Siz ordaki Tunceli milletvekillerinin ağzından telgraf çekin diyor. Bizi
de temsilen gelmiştir diye. O zaman
Atatürk kayınpederi çağırıyor. Hasan
Hayri efendi durum böyle böyle… Sen
bir telgraf çek aramızda alevi sünni
diye bir şey yoktur diye söyle… Hasan
Hayri bey; daha 2 gün evvel Dersimliler hadisesinde bir sürü laf söylediniz
diyor. Senin meclisinde söylendi bunlar diyor bu Hasan Hayri bey. Benim 3
tane daha arkadaşım var, Tunceli milletvekili… Onlarla da görüşmem gerek
sonra telgrafı çekeyim diyor. O zaman
Atatürk Diyap Ağayı çağırıyor. Diyap
Ağa aşiret reisi ama( cahilmiş o) vekile telgraf çektiriyor. Kayınpeder bunu
duyunca içeri giriyor. Diyap Ağa’ya
ulan ben seni davandan dolayı cahil olmana rağmen mebus yaptım. Ben seni
insan adam yerine koydum, arkadaşlarla görüşeyim dedim. Sen benim haberim olmadan niye telgraf çekiyorsun
diyor. Bu hadise geçiyor.
Kızılbaş: Hasan Hayri bey’in kızı, baldızınız Naciye Erenler’in katliamdan
sağ kurtulmasını anlatırmısınız?
M. Köse: Benim baldızımın yaşadıkları var onları da anlatayım sizlere…
Naciye Erenler; Kızlık soyadı Kango..
şimdiii… Kayınpederim aslen Hozatlı. Hozat’ta Karabaluşağı aşireti reisi,
Amcasının oğlu, benim kayınvalidem
(ve benim hanım daha o zaman çocukmuş babam asıldığında 2,5 yaşındaymış) ve Elazığ’a geliyor. Amcasının
oğlu orda askerlik yapıyormuş. Benim
baldızı istemiş çocuk sevmiş istemiş.
Onlan evleniyor baldız. Evleniyor
Hozat’a gidiyor. Bu Dersim hadisesinde
bu Hasan Hayri beyin Kangozadeler’in
kim varsa hepsini topluyorlar, kurşuna diziyorlar. İmha ediyorlar. Yalnız 2
Hasan Hayri Kango'nun Kızları
Naciye Erenler (Kango) ve
Hayrunnisa Köse (kango)
tane çocuk kurtarıyor amcasının oğullarından.. Biri orta okulda 1de biri lise
birde çocuk.. Bunları benim baldız alıyor, dağa gidiyor. Kendini kurtarıyor.
Dağa kaçarken 1 hafta dağda geziyor.
Bana anlattı diyor ki biz dağdan bakıyoruz Hozat’ta diyor yaz zamanı böyle
ekinleri serdiler. Ortasına çocukları
koydular etraflarına gazyağı döktüler
yaktılar diyor. Ve çıkanı içine atıyorlar. Bunu gözümle gördüm diye bana
anlattı. Ve bir hafta sonra bakıyor başka çare yok bu geliyor karakola teslim
oluyor. Karakol komutanı bir yüzbaşıymış. Kızım sen nerdensin diyor, ben
türküm diyor. Peki niye gönderdiler
Dersimlilerin arasına diyor. Sevdim
diyor kocam çok yakışıklıydı sevdim
diyor. Peki diyor ben seni şimdi nasıl
göndereyim diyor. Askere güvenipte
gönderemem diyor. Hozat’ta bir tanıdığınız var mı diyor. Hozat’ta tekelde
hasan bey var onu tanıyorum diyor.
Hasan beye haber gönderiyorlar. Hasan
beyin son aldığı adam mütahitmiş. O
geliyor baldızı alıyor. Baldız çocuklar
benim yanımda diyor. Kiki tane o çocuğu almışlar. Dereye götürdü vurdular diyor. Hala bizi bırakma diyor çocuklar. Jandarma iade etmiyor. Hasan
bey adam gönderiyor baldızı aldırıyor.
Baldız sonradan evlendi tabii, ben türküm deyince aleviyim, Dersimliyim ve
ya Hasan Hayri beyin kızıyım falan bir
şey söylememiş yani söylese tabi ölecek. Hasan Hayri beyin amcası kaymakammış emekli olmuş Hozat’a gelmiş
bahçeler yapmış yeşillendirmiş. Bir
bahçesi vardı diyor hayret edersin girdin mi çıkamazsın diyordu. Adamı aldı
götürdüler hepsini kurşuna dizdiler.
Sonradan Hasan Hayri beyin idam
haberi gelince oğlu Dersim’e kaçıyor.
Kayınbiraderi getir diye kayınvalide mi çağırıyorlar. Diyorlar ki oğlunu getir diyorlar. O sırada tabi idam
haberi gelince kayınbirader dersime
kaçıyor. Diyor ki benim oğlum kaçtı
gitti. Üvey oğlu var Hasan Hayri beyin ilk hanımından olan oğlunu gidin
getirin diyor. Ve kayınpederi kayınvalideyi götürüyorlar karakolda 24
saat bekletiyorlar. Oğlum Dersim’de
gidin getirin diyor. Ve 38 de onları da
sürüyorlar. Onları da Karaman’ın Ermenek kazasının Kazancı nahiyesine
sürdüler. Sonra Cemal Bardakçı Konya valisi kayınbiraderi çok seviyor muş
Elazığ’da valilik yapmış çünkü ve ona
kayınbirader mektup yazıyor. Diyor
ki Naci bey birkaç ay sabret, ben seni
istediğin yere alacağım diyor. Ve 6 ay
sonra Karaman’a getirtiyorlar orada
iskan ettiriyorlar kayınbiraderi. Kayın
birader baldız ve benim hanım çocuklarla beraber Karaman’a iskan ediyorlar. İşte Çumra ile Karaman arasında
gidip gelirken Karaman’da bizim akrabalardan vardı. Onların vasıtasıyla hanımla tanıştık. Kader böyleymiş işte…
Kızılbaş: Sizler nasıl hayatta kaldınız ?
M. Köse: Biz sevindik kurtulduğumuza, diyorum ya adamlar amcama resmen sizi böyle böyle öldürecekler dediler. Kabahatimiz alevi olmamız. Ve
Dersimdeki aşiretin kökenimiz dersim,
büyükbabam Erzincan’a geldiği zaman
ticarete başlıyor. Çocuklarını okutuyor, benim babam eski mezunlardan..
Suna Çelik Hasan Hayri beyin torunu,
Mustafa Kösenin kızı şimdi Ankara’da
yaşıyor. Tanık olduğu ve yaşadıklarını
şöyle anlatıyor.
Kızılbaş: Kızılbaş olarak nasıl bir yaşam sürdünüz, ne sıkıntılarla karşılaştınız?
S. Çelik: Biliyorsunuz aleviler ramazanda oruç tutmaz o zaman çok sıkıntı
çekiyorduk. Herkese oruçluyuz diyorduk. Desek bize naparlardı, saklıyorduk tabiki.. sofralarımızı saklıyorduk
mesela birisi geldiği zaman hemen
saklıyorduk. Bazen ağzımıza kül sürüyorduk dudaklarımızı kuru göstermek
için. Çumra’da yaşıyorduk. Ben 10
yaşıma kadar Çumra’da yaşadım. Ee
orada rumen göçmenleri vardı. Bulgar
göçmenleri vardı. Onlarda tabi tutucuydu. Bizim çektiğimiz tabi bunlardı.
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ondan sonra dedelerimiz gelirdi cemlerimiz olurdu evlerimizde.. Ama kimsenin haberi olmazdı. Kendi içimizde
orda kaç aile varsa.. bir evde toplanırdık orda cemler olurdu. Ama kimseye
bahsetmezdik cemlerimizden kimse
bilemezdi bunları… Benim teyzem
anlatırdı bizi kara vagonlara koydular
getirdiler teyzem çok iri yapılı bir kadındı. Çokta cesurdu teyzem. Diyor ki;
geldiler bir yerde mola verdiler tuvalete gideceğiz diyor bekçi bırakmıyor
tuvalete oturun orda yapın diyor. Zaten
babamların çoluk çocuk diyor yapmış
etmiş. Ondan sonra bir bekçide şöyle
dolaşıyor bir baştan başa gidiyor geliyor ufak tefekte bir şey iyi oldu iyi
olsaydınız böyle bir şey olmazdı diyor
kim bilir naptınız da böyle oldu derken
teyzem şöyle iki eliyle tutuyor bekçiyi
havaya kaldırıyor. Küfrediyor adama
biz bunları yaparken sen yanımızda
mıydın diyor. Çok konuşma bak nolacağımız belli değil senin ağzını yırtarım öldürürüm seni şuracıkta diyor.
Adam korkuyor gidiyor siniyor. Babamın anlattığı gibi dağda gezdiğini anlatırdı. Biz dinlerdik ve korkardık hiç
kimseye bir şey söyleyemezdik.
Kazancıya gelince bir yer gösteriyorlar
orada kalıyor. Ev sahibi geliyor Naciye teyzem; siz ne yaptınız da sizi niye
buraya sürdüler diye soruyor. Diyor ki
bize dediler orda Ermenek diye bir yer
var oranında kazancı diye bir nahiyesi
var, çok vahşi terbiyesiz adamlar var.
Gidin bunları terbiye edin diyor. Sonradan teyzemleri çok seviyorlar. Çok
gözetiyorlar. O kadar cahil insanlar
mış, Atatürk’ü Türkiye’yi bilmeyen insanlarmış. Mesela Atatürk ölmüş buraya gömecekler miş çünkü Kazancı’dan
büyük yer mi var ki gömsünler. Türkiye’yi bilmiyorlar yani o kadar cahil
insanlar. Sonra Karaman’a geliyor annemler çok sıkıntı çekiyorlar. Hiç çalışmamış babaanne anneanne dayım
böyle el üstünde tutmuş. Dayım telgraf katipliği yapıyormuş. Teyzem ona
buna nakış işlermiş geçimlerini sağlarlarmış.
Ama sıkıntımız işte camiye gitmemek
oruç tutmamak kendi inancını gizli
saklı yapmak. Yapıyoruz bizde böyleyiz diyorduk açık açık söyleyemiyorduk. Aleviyiz diyorduk ama Kızılbaş
onlar için ayrı bir şey onlar için çok
kötüydü. Kızılbaşız diyemiyorduk. Sadece aleviyiz diyorduk. Alevilerinde
Kızılbaş olduğunu bilmiyorlardı.
Mustafa Köse'nin annesi Sultan Köse
M. Köse: Esma isminde bir kadın vardı
karamanda. Karamana bir hakim tayin
olmuş onun hanımı falan gün yapıyorlar. Orda yeni gelen hakimin hanımı
demiş ki; Kızılbaşlar varmış burda hiç
biliyor musunuz? Kızılbaşlar ne yapar
ne yapıyorlar işte bir yere toplanıyorlar
mum yakıyorlar mış, horoz bağlıyorlar mış. Mum söndürüyorlarmış (çok
afedersiniz) herkes tuttuğunla beraber
oluyormuş diyor. Peki sen orda bulundun mu demiş oda evet demiş peki
hangi alevi seni tuttuda böyle yaptı demiş. Öyle deyince renk kalmadı kalktı
gitti diyor.
Kızılbaş: Suna hanım teyzeniz yaşadıklarını sizlere de anlattı mı?
S. Çelik: Teyzem yaşadığı herşeyi anlatırdı, bilin derdi. Şimdi teyzem der
ki, dağda gezerken gündüz seyrediyorduk. Teyzemin kayınları kayınpederi
hepsini götürüp vuruyorlar. O arada
küçük iki kardeş biri ortaokul diğeri
lise çağlarında teyzemle dağa kaçıyorlar. Teyzemler o zaman Hozat’ta oturuyorlar. Gece yiyecek falan topluyor
dağda ne bulurlarsa artık.. Gündüzde
mağarada saklanıyorlar. Çünkü asker
var gündüz. Sığındığımız mağaradan
bakıyoruz herşeyi görüyoruz. Harman
zamanı yürüyemeyen küçük çocukları sapların içine koyup gazyağı döküp
yakıyorlar. Sürünerek emekleyerek kaçan çocukları tekrar süngünün ucuyla
içine atıyorlar diyor. Hamile kadınların karınlarını yarıp çocukları çıkartıyorlardı. Ben bunları gözümle gördüm
diye anlatırdı ağlardı hep… Ondan
sonra da birkaç gün sonra açlıktan ya-
pacak bir şey kalmayınca biraz durulur
gibi oldu diye teslim olursak herhalde
bir şey olmaz diyor. Teyzem sünniyiz
deyince çocuklar da eteğine yapışıp
kurtuluruz zannediyorlar. Teyzem
ben sünniyim diyor sen sünnisinde bu
adamla nasıl evlendin diyorlar ona. O
da askeri depolar yapılırken sevdim
ve kaçtım demiş. Ailem vermedi, ben
zorla kaçtım demiş. Ailemle halen görüşmüyorum demiş . Teyzem diyorki
o sırada iki kaynımı alıp götürdüler
taşın ardında vurdular. Ayaklarıma
kapandılar çocuklar abla bizi verme
diye, ben vermiyorum ama elimde bir
şey yok el kol bağlı… Çocukların ben
bağırtısını duyuyordum. Sonra teyzeme soruyorlar seni kime verelim diye..
Teyzem korkuyor kimin ismini versem
başını yakacağım. Sünni tekel müdürü var iyi ahbaplarıymış. O adam geliyor teyzemi alıp gidiyor ona teslim
ediyorlar. Teyzemin sonradan evlendiği eniştemde orda mütahitmiş. Akrabadan sülaleden köye haber gidiyor
Naciye’yi gelin tekel müdüründen alın
diye.. Kimse gidemiyor köyden korkuyorlar. Bu eniştem diyor ki (zaten
eskiden de istermiş teyzemi) ben gider alırım Naciye’yi.. Beraber ölürsek
ölürüz kalırsak kalırız. Ve gidiyor teyzemi alıyor. Teyzemin hikayesi bu…
Karaman’a geldikten sonra da bir sürü
sıkıntılar çekiyorlar. Alevilik Sünnilik
yüzünden; çocuklar çeşmeye gittiğinde dayak yiyorlar dövülüyorlar… Yani
bir sürü şeyler işte… Ama çok aşikare
böyle kendini rahat ifade etmen mümkün değil. Şimdiki gibi mümkün değil.
Hatta babam memur olduğu için işten
atarlar diye sesini çıkaramıyorsun, onlardanmış gibi görünüyorsun!
Kızılbaş: Memurluk yaptınız Mustafa
Amca hiç sorun yaşadınız mı?
M. Köse: Bir gün müftü şüpheleniyor,
anladım buyur çayımı iç dedim. Sen
alevisin tartışırız dedi. Neyse geldi
içeriye… Sizin bir hatanız var dedi. Hz
Ali, Hz Muhammed bunlar camiye geldiler değil mi? Sizin burda ki aleviler
hiçbiri gelmiyor dedi. Dedim ki; Benim herkesin dinine saygı ve hürmetim
sonsuzdur. Ben alevi sünni diye ayırt
etmem. Sen bugün camiye gittiğin zaman Hz. Osman’dan falan bahsediyorsun dedim. Peki Hz. Ali’den, 12 imamdan, Ehl-i Beytten bunlar peygamberin
sülalesidir. Onlardan niye bahsetmiyorsun dedim. Sen bugün camide Hz.
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ömer, Hz. Osman’ın ifade ettiği gibi
Aleviliğinde ne olduğunu açık açık
meydana koy ben bugün kaç tane alevi
varsa hepsini camiye getiririm dedim.
Güldü ne yapalım bize gelen emir böyle dedi… Bak tasavvur edin yani bir
müslim bunu söylüyor bana.. Benim 34
sene memuriyetim var. 20 sene bir fiil
muhabere memurluğu narasın onlar.
Mors alfabesi kullandım. Onlar nerden
bilsin. 34 kişi imtihana girdi 7 kişi kazandık.
Kızılbaş: Siz Seyit Rıza’yla hiç karşılaştınız mı ? Aşiret ilişkileriniz nasıldı?
M. Köse: Şahsen ben hiç karşılaşmadım. Erzincan’a dahi geldiğinde
ben yoldaydım. Babam dedem gitmiş
gelmişler yanına.. Hatta Ermeniler
ilk Erzincan’a girer girmez büyükbabam zaten ben 5 ay Ovacık’a gitmiş
Ovacık’ta kahraman ağa varmış ve
onun yanında kalmış. Hatta bir gün
dedemle büyükbabam bir inek almış
başkasınınkine bakmasın diye. Başka
aşiretten biri gece ineği çalıp götürüyor. Kendi milletimin içinden gece gelip ineği çalmışlar diyor.
Seyit Rızanın sülalesi, köken ordan
gelmedir. Kürt alevilere kürt diyorlar.
Dersim hadisesinden evvel Dersime 3
kere asker girdi benim bildiğim. Dersime asker gittiğinde hemen babamı
alıp karakola götürdüler. Babamla beraber diğer alevi ileri gelen 5-6 kişiyi
topladılar. Dedem babam amcam bazı
aleviler.. Babamı tek olarak askeri tavlada 15 gün dövdüler babamı… Sen
Seyit Rıza’ya yardım ediyorsun diye!
Babamın nerde olduğunu bilmiyoruz
biz. Nihayet 15 gün sonra bir tanıdık o
geldi bize söyledi. Eli kolu bağlı mahmuzla vuruyorlar. Tutanak tutuyorlar;
evet seyit rıza benim adamımdır evet
seyit rızaya yardım ediyorum her konuda yardımda bulunuyorum diye…
Babam imzalamıyor. 37-38 ler de yaşandı bunlar. İmzalamayınca 15 gün
işkence yapıyorlar. 15 gün sonra öğreniyoruz babamın askeri tavlada olduğunu anlıyoruz. Zor günler Adam bir
gazyağı bir şeker alamıyor. Ne yapacak bu adam? Zulüm bitmedi devam
ediyor!
Kızılbaş: Anılarınızı paylaştığınız,
söyleşinin bir kısmının yayınlanmasına
izin verdiğiniz ve evinize konuk ettiğiniz için dergimiz adına sizlere çok teşekkür ederiz.
AÇLIK GREVİ DÖNEMİNDE MİT ÖCALAN'LA
3 KEZ GÖRÜŞTÜ VE YARDIM İSTEDİ..
Açlık grevi krizini MİT-Öcalan görüşmesi çözdü. MİT görevlileri ile Öcalan son iki ayda üç kez görüştü. BDP, Adalet Bakanlığı'ndan yardım istedi;
Öcalan'ın kardeşi yeni alınan kosterle Cuma günü İmralı'ya götürüldü ve açıklama geldi.
Açlık grevlerinde kritik evreye girilmişti. Her an bir ölüm haberi gelebileceği
kaygısı vardı. Bu kriz, ne hükümet ne de BDP açısından sürdürülebilir görülmüyordu. Hükümetin durduğu nokta belliydi. Açlık grevi yapanların sıraladığı
3 talepten birisi (anadilde savunma) karşılanıyor. Diğer ikisi devlete şantaj görülüyordu. Başbakan, milim geri adım atmıyordu. Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç’ın “Kriz her an çözülebilir” cümlesi Ankara’da bazı gelişmelerin olduğunun işaretiydi ve sevindirici açıklama akşam üzeri geldi. Olayın perde arkasına gelince... Çözümün altyapısı Ankara- İmralıarasındaki diyalogla kuruldu.
Ankara’da bir süredir Öcalan ile MİT yetkililerinin görüştüğü söyleniyordu.
‘İyi haber alan kaynaklara’ göre, Öcalan ile bu kez Kürt Sorunu ve PKK değil
açlık grevleri masaya yatırıldı. Tam üç kez İmralı’ya heyet gitti. Bu gidişlerin
birisine MİT’in üst düzey bir yetkilisi de katıldı. Ve Öcalan’dan ‘açlık grevlerini sona erdirilmesi’ için devreye girmesi istendi. Leyla Zana “Krizi Başbakan çözer” dese de Hükümetin eğilimi Öcalan üzerinden çözüme gitmek şeklinde belirdi. Bu yüzden BDP muhatap alınmadı. Başbakan Erdoğan’ın ‘idam
çıkışı’nın bir sebebinin de Öcalan’ı çözüme zorlanması olduğu söylendi.
Öcalan’dan ‘olumlu’ sinyal alınınca sıra mesajın iletilmesine geldi. BDP Diyarbakır örgütü, kardeş Mehmet Öcalan’ın İmralı’yla görüşme istediğini Adalet
Bakanlığı’na iletti. Bakanlık, yeni alınan kosterle kardeşi Öcalan’ı İmralı’ya
gönderdi. Abdullah Öcalan’ın açlık grevinin sona erdirilmesi yönündeki açıklaması da bu süreçte geldi. (Radıkal)
Savas Kalenderidis Öcalan'ın Türkiye' ye teslimi olayında
Şam - Atina - Moskova, Roma - Moskova - Atina - Nairobi
arasında geçen ve devletler arasında bir diplomasi savaşı
haline gelen, sonuçta CIA-Türkiye mutabakatıyla İmralı'da
son bulan hikayenin an be an tanığı olmuş, Yunan genelkurmayı tarafından görevli bir milli casustur.
Türkiye'de okur bu tarihi olayın perde arkasını ilk kez bu
kitapla ve bütün detaylarıyla öğrenecektir. (Arka Kapak)
İletişim Adres:
Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy İSTANBUL - TURKEY Tel: (0216) 414 64 41 Telefax:(0212) 414
64 41 E-mail: [email protected]
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Qazî Muhammed'in
idam sehpasında vasiyetini sunuyoruz.
Bağışlayan ve Yüce Allah'ın adıyla,
di de size diyorum ki artık Acemlere
inanmayın, onların Kuran'a el basarak
verdikleri söze inanmayın. Size nasihat ediyorum ki yüce Allah aşkına vaatlere artık kanmayın. Çünkü onlar ne
Allah'ı tanıyorlar, ne peygambere, ne
kıyamet gününe, ne Allah huzurunda
hesap vermeye inanıyorlar. Onların
nezdinde, Müslüman da olsanız, Kürt
olduğunuz için suçlusunuz, onların
düşmanısınız, malınız onlara helaldir.
Ey Kürt halkı!
Değerli kardeşlerim!
Zulüm ve baskı gören halkım!
Ben ömrümün son saatlerini yaşıyorum. Allah aşkına artık birbirinize
düşmanlık etmeyin, sırt sırta verin,
zorba düşmana ve zalimlere karşı durun. Kendinizi düşmana bedava satmayın.
Kürt halkının düşmanları çoktur, zorba
ve acımasızdırlar. Her halkın, ulusun
başarı sembolü, birliktir, işbirliği ve
dayanışmadır. Birliğini sağlamayan,
uyumu olmayan her halk, her zaman
düşmanın baskısına maruz kalır, ezilir.
Kürtlerin, yeryüzünde yaşayan öteki
halklardan eksik bir yanı yoktur. Hatta siz yiğitliğinizle, fedakârlığınızla,
baskıdan kurtulan halklardan daha
ileridesiniz. Düşman, işinin gerektiği
kadarıyla sizi ister ve işi bittikten sonra size hiç acımaz, sizi hiç affetmez.
Düşmanlarının baskısından kurtulan
halklar da sizin gibiydiler, ama onlar
kurtuluş için birliklerini sağlamışlardı. Yeryüzündeki tüm halklar gibi artık siz de ezilmeyin. Birlik olursanız,
birbirinizi kıskanmazsanız, kendinizi
düşmana satmazsanız, siz de kurtulursunuz.
Kardeşlerim,
Artık düşmanlarınıza aldanmayın,
Kürtlerin düşmanları hangi ulustan
ve guruptan olurlarsa olsunlar, düşmanlarımızdırlar, merhametsizdirler,
vicdansızdırlar, size acımazlar. Sizi
birbirinize kırdırırlar, yalan dolanlarla, para-pulla sizi karşı karşıya getirirler. Kürt halkının düşmanları içinde
en zalimi, en mel'unu, en Tanrı tanımazı, en acımasızı Acem (İran)'dır.
(İran) Kürtlere yönelik her türlü suçu
işlemekten geri kalmaz, tüm tarihi boyunca Kürtlere düşman olmuş,
kin gütmüştür, gütmektedir. İsmail
Ağa'yı (Simko), kardeşi Cevher Ağa'yı,
Mengur'lu Hamza Ağa'yı ve daha nice-
lerini, Kuran'a yemin ederek kandırdılar, kalleşçe öldürdüler. Onlar, Acemlerin kendilerine iyi davranılacağına
dair Kuran üzerine ettiği yemine safça
inandılar. Bugüne kadar olan tarih boyunca hiç kimse, Acemlerin sözlerine
sadık kaldıklarını, Kürtlere verdikleri
sözü tutup vaatlerini yerine getirdiklerini görmemiştir. Küçük bir kardeşiniz
olarak size diyorum ki, Allah aşkına,
birbirinizi tutun, birbirinize destek
olun. Emin olun ki, eğer Acem size bal
veriyorsa mutlaka içine zehir katmıştır. Acemlerin yalan vaatlerine, sözlerine kanmayın, eğer Kurana bin kez el
basıp söz verse de amacı sizi kandırmaktır, hile yapmaktır.
Ben ömrümün son saatlerini yaşıyorum. Diyorum ki size doğru yolu
göstermek için elimden gelen her şeyi
yaptım, canla başla mücadele ettim,
bu uğurda gevşek davranmadım. Şim-
Benim verdiğim söz "Sizi kötü kalpli
düşmanın eline bırakıp gitme" değildi. Ben geçmişimizi ve Acemlerin söz
vererek, hileyle kandırıp yakaladığı,
öldürdüğü büyüklerimizi çok düşündüm. Onlar her zaman aklımdaydılar
ve ben hiç bir zaman Acemlere güvenmedim. Ama onlar buraya (Mahabad)
dönmeden önce, yolladıkları mektuplarla, elçi olarak gönderdiği ünlü Kürt
ve Farslarla, Acem devletinin, Şah'ın
kendisinin kötü amaçları olmadığına,
Kürdistan'da bir tek damla kan akıtmayacaklarına dair söz verdiler. Onların verdikleri sözün neticesini şimdi
siz kendi gözlerinizle görüyorsunuz.
Eğer aşiret reislerinin ihaneti olmasaydı, onlar kendilerini Acem hükümetine satmasaydılar, bunlar da bizim ve
Cumhuriyetimizin başına gelmezdi.
Sizlere nasihatim, vasiyetim odur ki;
çocuklarınızı okutun. Eğitim dışında,
bizim diğer halklardan hiç bir eksiğimiz yoktur. Halklar kervanından kopmamak için okuyun, okumak düşmana
karşı en etkili silahtır.
Emin olun, bilin ki, eğer uyumunuz,
birliğiniz, eğitiminiz iyiyse, düşmana
karşı zafer kazanırsınız. Benim, kardeşimin ve amcaoğullarımın öldürülmesi, gözünüzü korkutmasın. Amaçlarımıza ulaşana kadar daha bizim gibi
birçok kişi, bu yolda öleceklerdir.
Eminim ki bizden sonra da başka kişiler riyakârca aldatılarak ortadan kaldırılacaktır.
Eminim ki bizden sonra birçok kişi,
bizden yetenekli ve bilinçli de olsalar,
Acemlerin kurduğu tuzağa düşecekler.
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ama umut ederim ki bizim ölmemiz,
bağrı yanık Kürtlere, ibret olur, ders
alırlar.
Size bir diğer vasiyetim de şudur:
Halkın mutluluğunu, iyiliğini isteyin.
Halk sizin yardımcınız olursa, eminim
ki siz de Allah’ın yardımıyla başarıya
ulaşırsınız. “Sen niye başarıya ulaşamadın” diyebilirsiniz. Cevap olarak diyorum ki, “Vallahi ben başarılı oldum.
Ben halkın ve vatanın uğruna malımı,
canımı veriyorum. Bundan daha büyük bir başarı, nimet olur mu?” İnanın
ki ben her zaman Allah’ın, onun resulü, halkım ve vatanın huzuruna yüz
akıyla çıkacak bir ölümü istedim. Bu,
benim için bir zaferdir.
Sevdiklerim,
Kürdistan tüm Kürtlerin evidir. Her
evde, ev sakinlerine bildikleri iş verilir. Artık ötekilerin kıskanma hakkı
yoktur. Kürdistan da böylesi bir evdir.
Eğer siz birisinin bu evde çalışabileceğini biliyorsanız, bırakın çalışsın.
Onun işine taş koymak olmaz artık.
Sizden birisinin omuzlarında büyük
sorumluluklar olmasından, yerine
getireceği, sorumluluk duyacağı bilinenlerin payına büyük işler düşmesinden ve onun da bu işleri yapmasından
üzüntü duymak olmaz. Emin ol ki Kürt
kardeşin kindar düşmandan daha iyidir. Eğer omuzlarımda büyük sorumluluk olmasaydı, ben bugün darağacı altında olmayacaktım. Birbirinize karşı
tamahkar olmayın. Bizim emirlerimizi
yerine getirmeyenler, sadece emirleri
yerine getirmemekle kalmıyorlardı,
bize tam bir düşman gibi davranıyorlardı. Şimdi onlar çocukları arasında ve derin uykudalar. Biz kendimizi
halkın hizmetçisi olarak gördüğümüz
için, halka hizmet ettiğimiz için darağacının altındayız ve ben son saatlerimi vasiyetimi yazarak geçiriyorum.
Eğer omuzlarımda büyük bir sorumluluk olmasaydı, ben de çocuklarımın
arasında, derin uykuda olurdum. Oysa
ben şu anda ölümünden sonra yapmanız gerekenler konusunda nasihatlerimi yazıyorum. Ve eminim ki eğer
sizden biri benim sorumluluğumu almış olsaydı, şimdi o darağacı altında
olacaktı. Allah’ın rızasını almak için,
halkının hizmetkârı olan bir Kürt olarak, omuzlarımdaki sorumluluk gereği
aşağıdaki nasihatları ediyorum. Umud
ederim ki, şu andan itibaren dersler çıkarır, nasihatlarıma uyarsınız, Allah’ın
yardımıyla düşmana karşı zafer kazanırsınız.
1- Allah’a, peygambere (Allah’ın selamı üstüne olsun) ve Allah’ın yanında
olan her şeye inanın, iman edin, dini
vecibeleri yerine getirmede güçlü olun.
2- Aranızdaki birlik ve uyumu koruyun, birbirinize kötülük yapmayın,
özellikle sorumluluk ve hizmet alanında tamahkâr olmayın.
3- Düşmanın sizi aldatmaması için,
eğitim seviyenizi yükseltin.
4- Düşmana özellikle Aceme inanmayın. Çünkü Acem birkaç açıdan sizin
düşmanınızdır. Dininizin, ülkenizin,
halkınızın düşmanıdır. Tarih ispat etmiştir ki Kürtler aleyhine sürekli bahane aramıştır. En küçük suçlarda dahi
Kürtleri öldürüyorlar, Kürtlere karşı
her türlü suçu işlemekten geri kalmıyorlar.
5- Bu dünyada, birkaç günlük ve
önemsiz bir bir yaşam uğruna kendinizi düşmana satmayın, çünkü düşman
düşmandır, düşmana güvenilmez.
6- Birbirinize, siyasi, maddi, manevi
ve namus alanlarında ihanet etmeyin.
Çünkü hain, Allah’ın, insanların huzurunda suçludur, ihanet döner haini
vurur.
7- Eğer sizden birisi, ihanet etmeden
işini yapıyorsa, kendisine yardımcı
olun, kıskançlık ve tamah için kendisine karşı durmayın, ya da Allah gös-
termesin onun hakkında yabancıların
ajanı olmayın.
8- Bu vasiyetimde cami, hastane ve
okullar hakkında yazdıklarımın yerine getirilmesini talep edin, bunlardan
yararlanın.
9- Diğer halklar gibi baskı ve zulümden kurtulmak için mücadele etmekten
geri durmayın. Dünya malı önemli değildir. Eğer vatanınız varsa, özgür ve
serbestseniz, o zaman her şeyiniz var
demektir, malınız, mülkünüz, devletiniz, ülkeniz, saygınlığınız da olacaktır.
10- Allah’a olan can borcu dışında,
kimseye borcum olduğunu zannetmiyorum. Ama eğer az ya da çok, borçlu
olduğum birisi çıkarsa, ben geriye çok
mal-mülk bıraktım, gidip varislerimden borcunu istesin.
Birbirinizi tutmadığınız müddetçe başarılı olamazsınız. Birbirinize zulüm
etmeyin. Çünkü Allah zalimleri çok
erken yok eder. Zulüm ortadan kalkacak, bu Allah’ın sözüdür, Allah zalimden intikam alır.
Bu sözleri kulağınıza küpe edeceğinizi umud ediyorum. Allah sizi düşmanlarınız karşısında zafere ulaştırsın.
Sadi’nin buyurduğu gibi:
Amacımız nasihatti, yaptık.
Sizi Allah’a havale ettik, gidiyoruz.
Halkının ve vatanının hizmetçisi
Qazî MIHEMED
avesta
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hevpeyvîna
bi Elewiyekî
kamîl re
Bektaşiyan diçûn zêdebûne û îro hêjî
gelek jê dêjin, tarîqata Bektaşiyan serkaniya Elewiyan e. Lê, em Elewî tu
carî Hecî Bektaşî Welî ji bîr nakin.
Osmanliyan dixwastin bi van kesayetan Elewîtiyê asîmlebikin û bidine ji
bîrkirin.
Ez dikarim niha mînakekê ji asîmlasiyona Elewiyên Bektaşî, yên ku li goriya rêzaniya Balim Sultan îbadet dikin
û min bihîstiye bidim.
.................. Kemal Tolon
Foto; Kazim Eryaşar ve Kemal Tolan
Navê te çi ye, tû kengî û li kurê çê
buyî?
ye bicîh buye. Kalê min Keleş axa, li
Pûsazê ji ber derebegê Kamaxê derketiye û hatiye Eymerê yê ku di herêma
Kangal/Sivasê de ye.
- Navê min Kazim Eryaşar(Keleşoĝlu)
e. Ez di 02.07.1942 de ji diya xwe Rukiye û bavê xwe Reşit ra, li gundê
Keleşaxa(Eymir) yê ku di herêma Kangal/Sivasê de ye çêbûme.
Dînê te çi ye? 3:27
- Dînê min Mûmîntiya Elewîtiyê, ya
gelekî beriya Misilmanetiyê ye.
Navê eşîr û terîqat(ocax)a te çi ye?
- Ez ji eşîra Şadîa me û li ser ocaxa Pîr
Cemal Abdal im.
Zimanê ku te dîn û tariqeta xwe ê
naskiriye (yanî zimanê we yê zikmakî)
çiye?
- Zimanê ku min dîn û tariqeta xwe pê
naskiriye Kurdî ye Bav û kalên min,
tenê bi Kurdî diaxivîn û heta wextê
zarokatiya min jî, tu kesî ji me zêdeyî
zimanê Kurdî bi tu zimanên dinê
nizanî bû.
Gava yek ji te bipirse û bibêje,
mileti(netewî- qewmiyetî)ya te çi ye ,
gelo wê bersiva we çi be?
- Netewiya min, ez Kurd im.
Navê welatê te çiye?
- Welatê min Kurdistan e .
Li goriya ku ji min ra hatiye gotin, berê
pêşiyên bav û kalê min li Xoresanê
bûne. Dûre ew hatine gundê Kirî-Bicîlî,
yê ku di herêma Çewlik/Bîngölê de bû.
Kalê min yê mezin Şahbaz Oĝuları, ji
wir jî tê li gundê Pûsasê (Yazigedigi),
yê ku li ser herêma Refayê/ Ezînganê
Li gor dîtina te, ola Elewiyan bingeha
ola xwe ji kîjan olên cîhanê girtiye?
-Min got , hinga ku dinya hêja tev av
buye, di hingê de jî batiniya bingeha
Elewîtiya me li ezmanan hebuye.Tê
bîra min, wexta ku ez zarokbûm, hingê
gelek Dedên me Elewiyan digotin, me
di beriya misilmanetiyê de ji roj, ax
û av bawerdikir. Elewiyan pêşîn berê
xwe didane rojê û îbabet dikirin. Ji xwe
em vê dîtina Dedên me yên ku hingê
digoten, îro di gelek kitabên dîrokî de
jî dixwînin.
Di wî wextê ku bisilmanetî peyda buye
û pêve, sûniyan gelek ferman li ser
serên me Elewiyan çêkirine. Îbadeta
me îbadeta qirkleran e .
Li gor dîtina te, çi cûdetî(ferqiyet) di
navbêna Elewiyên Bektaşî û Qizilbaş
de heye?
- Li goriya ku ez dizanim, Elewî û
Qizilbaş yekin. Wextê ku derwêş û
olzanê mezin Hecî Bektaşî Welî(12091271) emrê Xwedê kir û dinya xwe
guhast pê ve, Osmanliyan çûn Balim
Sultan ji Maceristanê anîn, dahne
xwandin. Hinga ku Balim Sultan di
medresên Osmaniyan de xwandina
xwe qedand û şûn de, hat li ser tirba
Hecî Bektaşî Welî, tarîqata Bektaşiyan
li goriya desthilatdariya çêkir. Osmanliyan dixwastin bi alîkariya vê tarîqata
Bektaşiyan, ya ku Balim Sultanê kurê
Papazekî Maceristanê damezirandiye,
Elewîtiyê tûne(xilaz) bikin.
Lewma Elewiyên ku li pey tarîqata
Min bi çavên xwe ne dîtiye, lê gelek kesên ku çûne ber dergaha Hacî
Bektaşî Welî dêjin:
Wexta Elewiyên Bektaşî, li ber dergaha Hacî Bektaşî Welî îbadet dikin, ew
pêşîn berdaqek araq vedixwin.
Min jî li bajarê Delmenhorst/Almaniya yê, di semînareke Profesor Melîkof
bihîst û ewî jî digot: „Wexta ez çûme
nav Elewî-Bektaşiyên li Bulgaristanê
dijîn, min dît ku ewan jî îbadetan xwe
mîna Bekatşiyên li Tirkiyê, bi alkohlê
vedikirin“.
Osmanliyan di pey mirina Balim Sultan re jî, Şêxekî Naxşîbendi (Nakşibendi) yê bi navê „Mehmed Said
Efendi“ anîne danîne ber turba Hecî
Bektaşî Welî.
Lê wexta ku Şêxê Naxşîbendî demekê
li şûna Balim Sultan ma pêve, ewî dît
ku baweriya Elewîtiyê ya raste, ewî jî
dev şêxantiya xwe berda û bû Elewî.
Gava siltanên Osmaniyan dîtin ku
„Mehmed Said Efendi“ naxşîbendî jî
buye Elewî, ewan êdî zilma xwe ya li
ser Elewiyan hîn gelekî zêdetir kirin.
Tekk(Dergah)ê Hecî Bektaşî Welî vekirin û çi tiştên pîroz têde hebûn, tev
birin. Heta îro hêjî, ewqas tiştên me
yên pîroz şûnde ne anîn. Elewî, îro
hêjî bi peran, biletan distînin û diçine
dergahê Hecî Bektaşî Welî ziyaretdikin. Ev dergehê pîroz, heta îro hêjî dibin bandora wezareta çandê ya Tirkiyê
de ye.
Ez dizanim, îro gelek federasiyonên
me Elewiyan hêja jî dahwa wan tiştên
pîroz, yên ku ji tekê Hecî Bektaşî Welî
hatine derxistinê dikin û wê qezanca
ku li ber vî dergahê pîroz tê tomarkirin ji bo parastina baweriya Elewîtiyê
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
serf bikin. Ama dewlet hîna jî vî dengê
xelqê Elewî na bihîze û tiştekî jî nade
tu Elewiyan. Bi wê qazenca ku ji ber
dergahê Hecî Bektaşî Welî tomardike,
camiyan avadikin ûhwd.
ez nikarim navên tevan li virê birêz
bikim, lê ez dizanim meriv dikare li
vê çavkaniyê “http://www.aleviforum.
com/showthread.php?t=55968”
fêrî
navên gelek ocaxan bive.
Ji xeynî vî dergahê Hecî Bektaşî Welî
yê pîroz, wekî dinê kîjan paristgehên
Elewiyan di herêma we de hebûn û
navên wan çine?
Çima Elewî ji peyva Qizilbaş yê acisin
û mahna vê peyvê çi ye?
-Belê navê hinek paristgehên Elewiyan yên pîroz wehane; Xidir Abdal,
di navbêna gundê Ocaxkoyî, Dîvrikê
û Kamaxê de ye. Çiyayê Ortê li gundê
me Eymerê, Oklu Baba li gundê Xanê,
Samut Baba li gundê Tekê/Kangal, Ziyareta Solê li gundê Daban Özü, Jan û
Jûn li gundê Dahul Bazê, Gul Baba li
gundê Gul Baba, Abdal Musa li Antaliya yê ûhwd.gelekî din jî di kitêba Hamza Aksut ya ku bi navê Alevi-Ocaklar
de hatine nivîsandinê hene.
Lê pîroziya dergahê Hecî Bektaşî Welî,
serkaniya vanên ku hatine binavkirin
tevan e. Dergahê Hecî Bektaşî Welî,
ciyê Heca hemî Elewiyan e.
Di nav baweriya Elewîtiyê de, gelek
ocax(xwedan) jî hene û her yekê ji wan
jî xwe girtiyê Hecî Bektaşî Welî ne.
Di wextê hinga ku Hecî Bektaşî Welî
saxbuye de, hingê 12 ocax(post)ên
mezin, her yekê ku dibin bandora
Dede/ Pîrên deverên de bûne, hebûne.
Sinsil(daramal)a van 12 ocaxzadehan
jî diçûn digihîştine wan 12 îmamên ku
ji daramala Hz.Alî/Huseyîn in.
Kirîvê Kazim bi destên xwe vî wênê
ku bi dîwarê oda wî ve dalqandiye
nîşandike û dêje, em dikarin navên van
12 îmaman jî, ji vê çavkaniyê (http://
alevilikvebektasilik.blogcu.com) bidine xwanê:
1. Hz. Ali, 2. İmam Hasan , 3. İmam
Hüseyin, 4. Zeynel Abidin, 5. Muhammed Bakır, 6. Caf er Sadık, 7.
Musai Kazım , 8. Ali Rıza, 9. Muhammed Taki, 10. Ali Naki, 11. Hasan Askeri, 12. Muhammed Mehdi
Em ji wan kesên ku ji sinsila îmam
Hz.Huseyin in re dêjin, Seyîd. Seyîdên
ku ne ji sinsila Hz.Huseyin bin, ew nabine seyîd.
Vêga hêjî gelek navên ocaxan hene û
- Weke ku min got, tu cudatî di navbêna
Elewî û Qizilbaşiyê de tûnen û wateha
herdû peyvan jî yeke. Lê, Sunî (misilman) ji Qizilbaşan (Elewiyan) acisin. Sedemê wê jî, wexta ku Hz. Ali
bi Muaviyan re getiye cengê, hingê
bawerî (înanc), ziman û sema (libas)
ên leşkerên herdû aliyan jî yek û weke
hevûdinê bûne.
Dûre ji bo ku sem (şikêl-bîçim)a leşkerên Hz. Ali, ji bîçima leşkerên Muawiyan cûde bive, leşkerên Hz.Ali, ser
û milên xwe bi kevnikeke sor pêçane.
Suniyan ji hingê pêve, ji leşkerên Hz.
Ali re gotine, Qizilbaş (Kesên kumsor).
Li goriya ez dizanim mahneya Elewîtiyê jî weha ye:
Wextê ku Hz.Ali, bi Miawiyan re kete
cengê û xelqê gelekî hiz ji wê batiniya
ku Hz.Ali xwe pênasdikir û leşkerê
Hz.Ali dikirin. Înca Suniyan û milet ji
wan kesên ku xwe dane terefê Hz.Ali,
çûn û hatine mala wî ra gotin, Ali evî –
Ali beyt(hizkiriyên mala Elî)
Wekî ku min da xwanêkirin, dive em
Elewî bi lêvkirina peyva Qizilbaş acis
nebin û heta em pê serbilind bin. Em
wan fetwa û gotinên ku miftî, xoce,
mele û îmamên Suniyan, di kîtabên
dîrokê û xutbayên Camiyan de dianîne
ziman ji bîra bikin. Naveroka wan
îbadet û wahzan tev li ser asîmlasiyona
netew û Elewîtiya me bû. Ewan miftî,
xoce, mele û îmamên Suniyan em Kurd
berehevûdinê dane û em kirine perçe
perçe.
Mînakeke leystikên ku ewan em Kurd
û bi taybetî jî, me Kurdên Êzdî û Elewî
ji hevûdinêre kirine neyar weha ye:
-Gelek miftî, xoce, mele û îmamên Suniyan û desthilatdarên Osmaniyan digotin/hêjî dêjin: Miletê Êzdî bermayên
Yezidî bin Muaviye, yê ku di 10.10. 680
de li Kerbelayê serê Hz. Huseyin jê kiriye, ne.
Ji bo ku em Elewî ji birayên xwe yên
Êzdî, acis û nefretbikin, ewan desthilatdarên Osmaniyan, miftî, xoce,
mele û îmamên Suniyan, bi hemda xwe
navê Êzdîtiyê kirine Yezidî û baş dizanim ku tu alaqa bawermendên Êzdiyan
bi Yezidî bin Muaviye re tûne.
Bila şîn û rojiyên wan kesên ku ji bo 12
îmaman girtine, li ba pîrê mezin qebul
û Xocê Xizir alîkarê me tevan be.
Kemal Tolan 28.11.12
Min gotinên vê hevpeyvîna bi Elewiyê
Kamîl re, peyv bi peyv ji ber gotinên
kirîvê xwe Kazim Eryaşar girtine û wê
hîna berdewam bike.
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN
VE CHP GENEL BAŞKANI KEMAL
KILIÇDAROĞLU HAKKINDA SUÇ
DUYURUSU DİLEKÇESİ...
nın AİHM KİMLİKLERDEN DİN
HANESİ KALDIRILSIN KARARI hakkındaki düşünceleri sorulduğunda, basına yansıyan ve tekzip
edilmeyen beyanatı özet olarak “
KARARI NORMAL BULDUĞU“
şeklinde olmuştur…
İzmir Cumhuriyet Savcılığına
Şikayet Eden: Sinan IŞIK
Adresi:
Sanık: Recep Tayyip ERDOĞAN
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı
Adresi: Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi – ANKARA
Sanık: Kemal KILIÇDAROĞLU
Cumhuriyet Halk Partisi Genel
Başkanı
Adresi: Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi – ANKARA
Suç Tarihi : 02-02-2010 tarihinden
beri devam ediyor.
Olaylar
1. Şikayetim üzerine 07-05-2004
Tarihinde İzmir 11. Asliye Hukuk
Mahkemesinde başlayan KİMLİĞİMDEN İSLAM İBARESİNİ
SİLİN, YERİNE GERÇEK İNANCIM OLAN ALEVİLİK-İ YAZIN
istemli dava, yerel mahkemece
görüşülüp, Diyanet İşleri Başkanlığından (DİB) alınan görüş doğrultusunda reddedildikten sonra,
davayı temyiz etmem nedeniyle,
dava Yargıtayca yeniden görüşülüp,
yerel mahkemenin vermiş olduğu
karar uygun bulunarak talebim reddedildi…
2. Bu aşamadan sonra anayasal
ve uluslar arası hukuktan edinilmiş olan hakkımı kullanmak
üzere davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi-ne (AİHM) götürdüm…
3. 2005 tarihinden başlayarak devam eden AİHM yargılama süreci,
02-02-2010 tarihinde açıklanan karar ile sonuçlanmış oldu…
4. 02-02-2010 tarihinde açıkladığı
kararında sayın AİHM, şikayetimi haklı buldu ve kimliklerdeki
din hanesinin hem laikliğe aykırı
bir uygulama ve hem de AVRUPA
İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİNİN ( AİHS ) DİN VE VİCDAN
ÖZGÜRLÜĞÜNÜ
DÜZENLEYEN 9. MADDESİNE AYKIRI
VE İNSAN HAKLARI İHLALİ
olduğu tespitine vararak, bu sorunun çözümü anlamına gelen KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN kararını verdi…
5. Türkiye Cumhuriyeti devletinin
altına imza attığı AİHS sözleşmesinin, iç hukukun üstünde olduğunu vurgulayan anayasasının 90.
maddesinde de ifadesini bulan ve
AİHS-nin uluslar arası yargı organı
olan AİHM-nin 02-02-2010 tarihli
KİMLİKLERDEN DİN HANESİ
KALDIRILSIN KARARI yazılı
ve görsel medya tarafından dünya
kamuoyuna duyurulduktan sonra,
dönemin ve günümüzün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı
sıfatını taşıyan sayın Recep Tayyip
ERDOĞAN-a basın mensupları-
6. AİHM kararlarının uygulanma
şekli itibariyle, verilen bir karara
3 ay içinde itiraz edilmediğinde o
karar yürürlüğe girer ve gereği yapılır… Ortaya konulan AİHM kararının üzerinden 3 ay geçmesine rağmen, devleti temsilen yürütmenin
başındaki sayın başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN ve dolayısıyla kabinesindeki ilgili bakanlıkça
AİHM kararına itiraz edilmediği
görüldükten sonra, konunun önemi
ve hassasiyeti nedeniyle ilk günden
itibaren yazılı ve görsel basında bol
miktarda yer alması ve sayın başbakanın yukarıdaki beyanatı sonucu bu konuda oluşan kanaat, AİHM
kararının en kısa sürede hayata geçirileceği yönünde olmuştur… Bir
çok ünlü gazetecinin köşe yazılarında belirttiği görüşleri de genel
kanaat yönünde olmuştur… Şahsen
buna inanan biri olmasam da, basının ve ulusal vede uluslar arası
kamu oyunun baskısı sonucu mecbur kalınıp yerine getirileceğine
dair bir kanaat bende de oluşmuştu…. Tüm bu baskı unsurları bir tarafa, zaten ortada duran bir AİHM
kararı vardı ve uygulanmak zorundadır diye düşünmekteydim…
7. Tüm beklentilerim ve gereklilik
hallerine rağmen, kararın uygulanmasında karşılaşılacak zorlukları
da düşünerek, sayın hükümet-e ve
dolayısıyla icranın başındaki sayın
başbakan-a makul bir süre tanımak
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
amacıyla bekledim… 02-02-2010
tarihinde verilen AİHM kararının
üzerinden 8 ay geçmesine rağmen,
sayın başbakan veya ilgili bakanlık
tarafından bu konuda hiçbir açıklama yapılmadığı ve olumlu bir adım
atılmadığı görülünce, sayın başbakanı uyarmak ve AİHM kararını bir
an önce hayata geçirmesini istemek
amacıyla, 2010 yılının Ekim ayında
bir uyarı yazısı yazıp, AİHM kararının bir an önce uygulanmasını
talep ettiğim ve kendilerine bir ay
daha süre verdiğimizi içeren dilekçeyi basın önünde açıklayarak
başbakanlığın ilgili birimine imza
karşılığı avukatımla birlikte elden
teslim ettik…
8. Şikayet dilekçemizde belirttiğimiz 30 günlük süre dolduğunda
tıpkı daha önce olduğu gibi, sayın
başbakan veya ilgili bakanlık tarafından konuya ilişkin olumlu bir
adım veya açıklama gelmeyince,
yine AİHM uygulamaları gereği
olarak, AİHM kararlarının uygulanıp uygulanmadığını takiple görevli olan Avrupa Bakanlar Komitesine (ABK) bir uyarı yazısı yazarak
durumu kendilerine bildirdik…
9. 2010 yılının Aralık ayı başlarında yazılı dilekçeyle durumu bildirdiğimiz Avrupa Bakanlar Komitesi
(ABK) duruma müdahale ederek,
davalı ve aynı zamanda suçlu konumundaki Türkiye Cumhuriyeti
Devleti temsilcilerine yani sayın
hükümete uyarıda bulunarak, kararın uygulanmama gerekçesini sormuşlardır… Bunun üzerine ABKne yazılı açıklama ile cevap veren
sayın hükümet inandırıcı olmayan
bazı gerekçelerle kendini savunmuştur ve fakat kararın ne zaman
uygulanacağına dair her hangi bir
bildirimde bulunmamıştır…Aradan
geçen yaklaşık üç yıllık süreye ve
uluslar arası baskıya rağmen, KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN yönündeki AİHM kararı
hayata geçmemiş ve, geçeceğine
dair beklenti, kanaat ve umutlar giderek azalmıştır…
10. KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN yönünde
verilmiş olan AİHM kararının hayata geçmesi için vatandaşlık kanununda yasal düzenleme yapılması
gerekmektedir… Hal böyle olunca
bu işlemin yapılması için öncelikle
ülkeyi yöneten hükümetin başındaki başbakanın gerekli emirleri vermesi gerekmektedir… Bu zaman
zarfında demokrasimizi ileri götürecek adımlar atıyoruz iddiasıyla
2010 yılının 12 Eylül tarihinde bir
Anayasa referandumu da yapılmasına rağmen KİMLİKLERDEKİ
DİN HANESİ konusunda hiçbir
adım atılmaması sayın başbakanın
bu konuda ki tutumunun habercisi
olmuştur…
11. Şahsım, yargı/AİHM ve devlet
yönetimi arasında bu olaylar cereyan ederken, devlet yönetiminin dizaynında hükümetten sonra ikinci
derecede ve hatta ileri demokrasilerde hükümetten de öncelikli sorululukları bulunan Ana Muhalefet
Partisi konumundaki Cumhuriyet
Halk Partisi-nin, AİHM kararının hükümet tarafından BİLEREK
UYGULANMAMASI
KONUSUNDA ne bir itiraz ve ne de her
hangi bir girişimde bulunulmamış
olması, bu haksızlığın ve YARGI
KARARINA KARŞI DİRENİŞİN
DAYANAKLKARINDAN BİRİ
HALİNE GELMİŞTİR… Türkiye
Cumhuriyetini kuran ve Laiklik ilkesini devlet yönetimine yerleştiren
parti olarak on yıllarca oy verdiğim
Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP)
bu duyarsızlığı, bende derin üzüntü
ve hayal kırıklığı yaratmış, kendimi açıkça ALDATILMIŞ hissetmeme sebep olmuştur… Hal böyle
olunca, bu konuda en az hükümet
kadar suçlu olduğuna inandığım
CHP-nin genel başkanı sayın Kemal KILIÇDAROĞLU-nun da suç
işlediğine inanmaktayım…
12. 02-02-2010 tarihinde AİHM-nin
vermiş olduğu KİMLİKLERDEKİ DİN HANESİ KALDIRILSIN
KARARI, sizinde çok iyi bileceği-
niz gibi kişiye özgü bir karar değildir… 75 milyon civarında olduğu
söylenen ülkemiz nüfusunun tümünü ilgilendirmektedir… Bu kararla
yalnız şahsıma ait kimlikteki din
hanesi kaldırılmayıp, tüm vatandaşlarımızın kimliklerindeki din
hanesinin aynı anda kaldırılması
anlamına gelmektedir… AİHM
kararlarının bağlayıcı ve aynı zamanda iç hukukumuzun da üstünde
olduğu hükme bağlandığına göre,
sayın başbakanın İNSAN HAKLARINI VE KANUNLARI HİÇE
SAYARAK AİHM KARARINA
BİLEREK DİRENMESİ ULUSAL
BİR SUÇ İŞLEDİĞİ ANLAMINA
GELMEKTEDİR. .. Aynı zamanda
CHP-nin de böylle bir hukuksuzluğa sessiz kalması SUÇA İŞTİRAK
ANLAMINA GELMEKTEDİR…
13. Bu nedenlerle, sayın başbakan
Recep Tayyip ERDOĞAN ile Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı
sayın Kemal KILIÇDAROĞLUndan şikayetçiyim…
14. Sanıkların eylemi suç teşkil ettiğinden gerekli cezai kovuşturmanın yapılarak kamu davası açılması
ve sanıkların cezalandırılması için
Savcılığınıza müracaat zorunluluğu hasıl olmuştur. Saygılarımla arz
ederim…
Deliller: Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi Karar No : Sinan IşıkTürkiye 21924/05
Karar tarihi: 02-02-2012
Ayrıca bu dava hakkında yazılı ve
görsel basında çıkan haberler elimde mevcuttur… Dava açıldığında
tüm bilgi ve belgeleri sayın mahkemeye sunacağımı beyan ederim…
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Uzun zamandır mutfakta bekleyen bir kitabı daha ortaya
çıkardık. "Dersim: Seyahatname" 1890-1900'lerin Dersim'ine
ilişkin ilgi çekici tanıklıklar
barındırıyor.
Ermeniceden çeviri:
Payline Tomasyan
Yayına hazırlayan:
Ardaşes Margosyan
Kapak tasarımı: Aret Gıcır
Kapak fotoğrafı: Şal-şapikli
kıyafetleriyle Dersimli köylüler,
(Hasan Saltık arşivi)
ISBN 978-605-5753-35-1
İstanbul, Aralık 2012
13x19.5 cm, 200 sayfa, 16 TL
Sonunda Bunuda Gördük
Adıyaman Kahta İlçesinde CEMEVİ'nde AKP İlçe Başkanlığı ve AKP'li Belediyenin Hazırladığı Aşure Etkiliğinde Saçmalıklar Ötesinde Şeyler Yapıldı
Mehmet Metiner Gibi Bir Devşirme, Müftülük, İmam Hüseyin Derneği Gibi
Alevileri Asimile Etme, Sünnileştirme Çalışan Cemaat, AKP Destekli Bir
Dernekle Hiçbir İşimiz Olamaz
1-Cemevine Cümbüş Evi Diyenlerle Nedir Bu Etkinlikler
2-Cemevlerini Yasal Statüye Koymayan İbadeti Gelin Camide Yapın Diyenlerin Cemevlerimizde Ne İşi Var
3-CEMEVİN'de OKUNAN İLAHİLER NEDİR GÜLBENGLER, DEYİŞLER NERDE
4-CEMEVİNDE NAMAZ KILARAK NE YAPMAYA ÇALIŞIYORSUNUZ
5-CAMİDE SEMAH DÖNMEYE MÜSADE EDİLİR Mİ
6-ALEVİ DEDELERİNİN, KANAAT ÖNDERLERİNİN BU SAÇMALIKLARIN İÇİNDE NE İŞİ VAR
CEMEVLERİ ALEVİLERİN İBADET MERKEZİDİR ALEVİLİKTE NAMAZ, İLAHİ YOKTUR BUNLARI YAPACAK OLANLAR CAMİYE GİTSİNLER ELLERİNİ İBADETİMİZDEN CEMEVİMİZDEN ÇEKSİNLER
Pervari'de ölen Helikopter pilotunun babasın dan sonra ablası da
cenaze töreninde devlet yöneticilerine bağırdı '' ÇOCUKLARIMIZI
SAVAŞA GÖNDEREN SİZ, ÖLDÜREN SİZ VE ŞİMDİ DE
CENAZEYE GELDİNİZ, NE YÜZLE GELDİNİZ?...
DURDURUN BU SAVAŞI '' dediği öğrenildi.
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
METAFİZİKÇİNİN
CAN
KORKUSU
Ab KOMAZAN
Onbinlerce yıllık insanlık tarihinde,
egemen güçlerin tüm inkar, yok etme
ve saptırma çabalarına rağmen, diyalektik doğruluk, kendi rayında ilerleyişini sürdüre gelmiştir...
Verimli yarım ay coğrafyasının en olgun medeniyetini yaratan ARİA alanı;
yarattığı toplumsal DİNSEL olgunluğu
diğer alanlar; Akdeniz yöresi, indiaçin platosuna kaynak olacak değerde,
insanlık kullanımına sundu... ZERVAN-MAZDA dinsel kültü tüm diğer
Dualist ve semavi dinlerinin ilham
kaynağı oldu... Toplumsallaşmaya başlayan, üreten ve depolayan konumuna
gelince, biriktirilene sahip-egemen
durumuna gelmek isteyen elit kesim
bu “KORUMAYI” salt zorbalıkla oluşturamayacağı bilincine varmış ve onu
korumanın “içgüdüsel” dürtüsüyle
“MANEVİ” baskıyı icat etmiş; “DİNTANRI” XEDA kültünü yaratmıştır...
Bu temelde, “VE İNSAN TANRIYI
YARATTI” formülü en gerçekçi ve bilimsel olanı olmalıdır...
“MAZDAİZM”i yaratıncaya kadar çeşitli kütle ve varlıklara “TANRI” yakıştırması yakıştıran insan, onbinlerce
yıllık deneme-yanılma metodu sonucu,
nihayet erişemediği ve her varlığı ısıtan
ve canlandıran MİTHRA-MİRA-MİRROJ-GÜNEŞ-AR-ALAW Kültünü yaratmış, binlerce yıllık birikimiyle onu
daha da yetkinleştirerek son yol koyucusu ZERDEŞT kanalıyla AVESTA'da
en yetkin şekline koymuş VE ATEŞTEN HAVA, HAVADAN SU, SUDAN
TOPRAK, TOPRAKTAN BİTKİ,
BİTKİDEN HAYVAN, HAYVANDAN İNSAN OLUŞMUŞTUR...
Diyalektik formülünü oluşturarak,
DARWİN'e ilham kaynağı olmuştur.
Temeline “İnsan-İnsan mutluluğu koyan, ZERVAN-ZERDAN, MAZDA,
MİTHRA-MİRA-MİR-PİR AR-ARİ,
ALAW-ALAW-İ; RİYA HAQ, KUM
SUR-KIZILBAŞ Kültü hiç bir felsefi temelde altedilemez; unutkanlık ve
başkalaşıma uğrayamazdı... ZORBALIK hariç...
Felsefesinde CİHAD; GANİMED ve
FETİH olmayan ZERDEŞ felsefesi,
onbinlerce yıllık etki döneminde kendinden olmayanı “YOKETME” barbarlığına esir etmemiştir kendisini...
Arap felsefesi ve Türk barbarlığı “JENOSİD”ine karşı korunma “felsefik”
iç güdüsüyle, döneme uygun çağrışım,
ALAW-AR, ALAW-İ ARİ çağrışımını
Arap çelişki ve çekişmesine denkgelen
ALİ, ALİCİ, ALİVİ’yi ALAW-AR,
ALAW-İ ile harmanlayarak “SİLAHLI
BİRİMİ” ni yaratma potansiyeli eridiğinden, “jenosid”den yok olmaktan
kurtulmak için “EM ALAW-İ” ne demişlerdir... İSTİLACIYI, İŞGALCIYI
SÖMÜRGECİYİ kandıramamış ama
kendisi süreç içersinde kanmış ve kısmen benzeşmiştir...
“Ya XIZIR” yerine “Ya ALİ” imdat
koluna sarılarak YANILGI ve UNUTGANLIK içine girmiştir... (Aslında
SELÇUK-OSMANLI, TC işbirlikcisi; secereli DEDELER kanalıyla iğdiş
edilmişlerdir.) Diğer taraftan da yakınlarının mezarları üzerinde antik tapınma refleksiyle AR-ALAW oluşturmayı
ihmal etmemektedirler...
AVRUPA demokratik ortamında ve
TEKNOLOJİNİN de nimetiyle araştır-
masını BİLİMSELLİĞE sadakat temelinde yapan “KISMİ” Alaw-i ler, yukarıda ki tespitleri keşfetme olgunluk ve
dürüstlüğünü yakalayabilmektedirler...
Bilimi objektif olarak yansıtma gayreti
içine girmeyi becerebilmektedirler...
Bu listeye UTANGAÇ-ÜRKEK ALİCİ görünümü veren, Hüseyin DEMİRTAŞ kişiliğini eklemek istiyorum... Tesadüfen düymesine bastığım YOL TV
(genelde KURD kanallarını izlerim)
de 15 NİSAN akşamı bu utangaç ve
ÜRKEK ALAW-İ yi izledim...
Şİİ liğin SÜNNİ ler tarafından önceleri “mezhep” olarak kabul görmediğini, fakat daha sonra “Bilmem ne
toplantılarında” beşinci “mezhep” olarak kabul edildiğini belirttikten sonra
ALİVİ-ALİCİLİĞİN de altıncı “mezhep” olarak kabul edilmesi gerektiğini
önermişlerdir...
Aksi durumda Alivi-Aliciliğin “Ayrı
bir din” ilan edilmesi, ALAW-İ olması
gerektiğini dile getirmişlerdir... Ayrı
“DİN” ilan edilirse sakınca ve risklerini de sıralıyor ürkek .........n...
Türklerin “GAYRI MÜSLÜMLER”e
uyguladığı katliamlar hala belleklerdeymiş... ve ALAW-İ liğin islam içinde
“altıncı mezhep” olarak kabul görmesi
daha uygunmuş...
ALAW, ALAW-İ liğin islam dışı ayrı
bir “DİN” olduğu bilimselliğini görebilen bu ürkek dostumuz; katliamlardan da korkarak ALAW-İ yi ALİVİ
alici yaparak “altıncı mezhep” takiyecilik ve oportünüstlüğüne soyunuyor...
KURDLAR cahiller ve işbirlikçilerden
çok çekti... sıra ALİCİLERDE galiba...
sipar iş için: kiz ilbasdergisi@kiz ilbas.biz
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Holokost
ve
Türkiye
ALİ SAİT ÇETİNOĞLU
“Tarihe hakikat’in ne lüzumu var?
Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan
âlemi olmuştur, Yalan Şarkta ayıp değildir.”[1]
Falih Rıfkı Atay yukarıdaki sözleri
söylerken bir gerçeği işaret ediyordu. Bu gerçek Osmanlı için ne kadar
doğruysa ardılı olan T.C. için de aynı
derecede doğrudur. Resmi tarih baştan sona bir yalan manzumesidir. Bu
yalan manzumesi içindeki karanlık
noktalardan biri de Holokost sürecinde
Türkiye’nin tavrı ve TC’nin diplomatlarıyla birlikte Türkiye kökenli ve TC
vatandaşı uyruklarını Holokost’tan koruduğu ve kurtardığı yalanıdır. Son yıllarda keşfedilen bu yalan bir anlamda
işlevseldir de 1915 soykırımının inkar
ve perdelenmesinde kullanılmaktadır.
“[H]olokost ve Yahudilerin Türkiye
tarafından kurtarılmış olmaları varsayımları Türkiye gündemi için bir ko­nu
olarak ansızın keşfediliverdi. Ancak bu
ilgi, o dönemde ger­çekten neler yaşandığının ortaya konulmasına yol açmadı.
Sa­vaş esnasında kurtarılmaktan imtina
edilen Yahudiler, artık Türkiye'ye yöneltilen uluslararası eleştirilere cevap
vermekte kullanılıyorlardı. Ayrıca,
göstermelik bir şekilde holokost kur­
banlarının yanında yer alma tavrı, sık
sık Ermeni soykırımını inkâr etmekte
kullanılıyordu.” Oysa gerçeklik farklıdır, Türkiye’nin holokost sürecindeki
tutumu Türkiye kökenli ve Türkiye vatandaşı binlerce Yahudinin tehciri ve
ölümüyle noktalanmıştır: “Wannsee
Konferansı'nın tutanaklarından, Nazilerin "nihai çözüm"e dair planlarının,
tarafsız ve müttefik devletlerde yaşa­
yanlar da dahil olmak üzere, Avrupa'daki tüm Yahudilerin öl­dürülmesi olduğu
anlaşılmaktadır. Tutanaklarda bulunan
ve Avrupa devletlerinde yaşayan Yahudilerin sayısını gösteren bir listede,
Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarında
55.500 Yahudinin yaşadığı belirtiliyordu… Avrupa'da yaşayan 20.000 ila
25.000 kadar Türkiye­li Yahudi, Nazilerin orada uyguladığı Yahudi takibatına
uğradı, binlercesi tutuklandı, toplama
kamplarına gönderildi, büyük kısmı öldürüldü. Türkiye Yahudilerinin Avrupa
ülkelerindeki dağılımı çok farklıydı, en
büyük bölümü Fransa'da yaşıyordu. Pek
çok ülkede Nazi makamlarının gerçekleştirdiği yabancı tabiiyetli Yahudilerin sayımında "Türkler" üçüncü veya
dördün­cü sırada yer alıyordu. Türkiye
Yahudileri hakkındaki bilgile­re genellikle diğer Yahudilerin soykırıma ilişkin anlatımların­d a tesadüf ediyoruz.”
Corry Guttstadt Türkiye, Yahudiler ve
Holokost[2] adlı kapsamlı ve titiz incelemesi ile bu yalanın üstünü açarak hakikati gözler önüne serer. Türkiye kökenli veya Türkiye vatandaşı binlerce
Yahudi holokost esnasında Auschwitz
ve Sobibor ölüm kamplarına, Ravensbrück, Buchenwald, Mauthausen, Theresienstadt, Dachau ve Bergen-Belsen
kamplarına tehcir edildi­ler. “Birçoğu
buralarda hayatını kaybetti. Bir kısmı
ise Drancy ve Westerbork kamplarındaki mahkûmiyet koşullarına daya­
namadılar ve ya vurularak öldürüldüler
ya da Gestapo'nun iş­kencesi altında can
verdiler.”
Guttstadt’ın çalışmasında gerek Osmanlı döneminde gerekse TC döneminde çeşitli Avrupa ülkelerine giden
Yahudilerin sosyo - ekonomik durumlarını, Savaş öncesindeki çeşitli ülkelerdeki şehirler bazındaki nüfuslarını
okuyucularla paylaşarak, Osmanlı topraklarından Avrupa’nın çeşitli şehirle-
rine serpilen Yahudilerin ayrıntılı bir
portresini çizer. Ölüm kamplarında ve
ölüm yürüyüşlerinde can veren Türkiye kökenli ve TC vatandaşı Yahudilerin
rakamlarını, istatistiklerini ve isimlerini vererek tarihe bir not düşerken çok
önemli bir noktanın altını çizer: “Holokostta ölen Yahudi kurbanların sayısını
tespit etmek için yapılan her girişim, aslında bu insanların başlarına gelen akıl
almaz acıların, yaşadıklarının üzerini
örtmek, hattâ bunla­r ı hafife almaktır,
çünkü yıllarını tutuklanma korkusuyla
geçi­renlerin, tavan aralarında, duvar
boşluklarında, küçücük hüc relerde
veya ormanlarda saklanmak zorunda
kalanların ya da tehcir edilmemek için
canlarına kıyanların çektiği acıları göz
ardı etmek anlamına gelmektedir. Ve
kendileri tehcirden kur­t ulan, ancak çocukları veya eşleri öldürülenlerin acıları neyle, nasıl ölçülebilir?”
Nazilerin iktidarından sonra başlayan
somut takipten Holokost’a uzanan süreçte Yahudilerin, Almanya ile işgal
ettiği ülkelerde ve nüfuz altındaki çeşitli Avrupa ülkelerindeki Yahudilerin ölüm yolculuklarını ve Holokost
sürecinde TC'nin politikasını mercek
altına alınırken TC'nin sistematik ayrımcı politikasını ve gayrimüslimleri
bu coğrafyadan yok edilme sürecinin
karanlık /kör noktalarından birine ışık
tutar. Türkiye birkaç diplomatın kişisel tavrı istisna edilirse ezici çoğunluk Ankara’nın holokostu soğukkanlı
bir şekilde seyretme politikasını istisnasız uygulamıştır. “Almanya'nın
yürüttüğü savaşta tarafsız kalan Türkiye, Al­manya için önemliydi[3]. Hem
bu hem de Türkiye'de yaşayan çok
sayıdaki Reich Almanı, Türkiye'nin
Avrupa'da yaşayan Yahudilerini koruması için mükemmel ve muazzam
imkânlar sağlı­yordu. Çok sayıda Türk
diplomatı Yahudi yurttaşlarını Yahu­d i
karşıtı tedbirlerden muaf tutmak için
bu durumu başarıyla kullandı ve yine
çok sayıda münferit vakada tutuklanan
Yahu­d ilerin serbest kalması için kararlı
girişimlerde bulundu. Türk Konsoloslukları, bazı istisnai durumlarda Türkiye vatanda­şı olmayan Yahudileri veya
eskiden Türkiye vatandaşlığına sa­h ip
olanları da himayesi akma aldı. Bunlar
her zaman hümanist nedenlerden kaynaklanan eylemler olmasa bile, ülkeler
bölü­münde belirtilen koşullar Türk diplomatların sahip olduğu ser­best hareket
alanının altını çiziyor. Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümen örneğinde de
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
görüldüğü üzere, Türk diplomatlarının
bir Yahudinin Türkiye vatandaşı olduğunu onaylaması dahi o insanın hayatının kurtulması demekti[r].”
Oysa Türkiye Avrupa’da mültecilerin
sınırlarından vizesiz geçemediği tek
tarafsız ülkedir. Vize koşulları ve kullanılışı o kadar ağır hükümler içermektedir ki bir anlamda ülke sınırlarından
geçiş imkansızdır: “Türk makamlarınca verilen transit vizelerin hepsi kullanılmış olsaydı bile, son mültecinin
de kurtulabilmesi için 200 yıla ihtiyaç
olacaktı” Oysa ölüme karşı bir yarışa
dönüşen bir durumdan söz ediyoruz.
Başbakan refik Saydam yaşanan insanlık dramına seyirci kalmakta tereddüt
etmez: “Burası hiç kimsenin istemediği kişilere yurt olmaz” sözlerini insaf
sınırlarında açıklamak güçtür. Nadir
Nadi 15 Temmuz 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısında geçen “…
Musa’nın serseri ahvadının düşüncesiz
ve gayesiz yollarını lütfen Türkiye’ye
düşürmemelerine dua edelim” sözleri
de bu cümledendir.
“Türkiye, Yahudilerin ülkeye girişinin
ve göçünün engellenmesine dair kararnameleri savaşın başlamasından ve
Almanya’yla yapılan ittifaktan üç yıl
önce çıkarmıştı, yani bu kararnameler özgün Türk siyasetiydi.” Sözleriyle genel blokaja işaret eden Guttstdat,
“Cumhuriyetin kurulduğu dönemden
itibaren gayrimüslim­ler çok sayıda kısıtlamaya tabiydi. Ermeniler ve Rumların pek çok yere yerleşmeleri, hatta buralarda geçici olarak bulunmala­r ı bile
yasaklanmış, bu düzenleme kısmen
Yahudilere de uygu­lanmıştı. Haziran
1923 itibarıyla gayrimüslimlerin serbest do­laşım hakkı kaldırılmıştı. Türkiye içinde yapacakları seyahat­ler için
özel bir izin almak zorundaydılar; bazı
bölgelere girme­leri ise tümüyle yasaklanmıştı.” Sözleriyle genel kısıtlamaların yanında, TC’nin vatandaşı olan
gayrimüslimlere karşı Kemalistlerin (2.
Jöntürk) kuruluştan itibaren İttihat ve
Terakki’den (1. Jöntürk) devraldıkları
ayrımcı, dışlayıcı ve bu coğrafyadana
kazınmalarına yönelik siyasetin örneklerini vererek, kırılma noktalarına işaret eder: Azınlık karşıtı kampanyalar,
Ekonomik Türkleştirme: İşten atmalar
ve meslekten uzaklaştırmalar, Lozan
anlaşmasıyla düzenlenmiş olan azınlık
haklarının içinin boşaltılması, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Mecburi iskan, 1934 Trakya olayları, 1941-
42’de Gayrimüslim erkeklerin zorunlu
çalışmasına yönelik 20 Kur’a askerlik,
1942-44 Ekonomik ve kültürel jenocid
örneği Varlık Vergisi uygulaması ve
ardından gelen zorunlu çalışma kampları… gibi Lozan azınlıkların bu coğrafyada yer kalmadığını ifade eden uygulamaları özetler.
Başbakan İnönü bize başkaca yorum
yapmamıza gerek bırakmayan sözleri
bu politikanın en tepedekinin pervasız itirafıdır: “Başbakan İsmet İnönü,
azınlıklara yönelik olarak ga­yet net
bir ifadeyle şunları söylüyordu: Vazifemiz Türk vata­n ı içinde bulunanları
behemehal Türk yapmaktır. Türklere
ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı
kesip atacağız. Vatana hiz­met edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden
evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Bu sözler gerek Ankara ve gerekse Türk diplomatların, Avrupa’da
bulunan yurttaşı Yahudiler ile Türkiye
kökenli Yahudilere yönelik gerçekliği
göz önüne sererken, bu tutumun daha
iyi anlaşılabilmesi için Guttstdat’ın
sunduğu, Türkiye’nin içerideki gayrimüslim vatandaşlarına karşı kurucu
antlaşması Lozan’dan başlayarak süren
dışlayıcı sürecin ayrıntılı bu özetinden,
bu politikanın bir uzantısının yurt dışındaki yurttaşlarına da uygulayarak
binlercesini ölüme yollamasını daha
iyi kavrıyoruz. Kemalist rejim, kendi
eliyle yok edemediklerini Nazilere yok
ettirmekte oldukça cömert davrandığını anlıyoruz: “İki Gestapo memuru bir
kişiyi belgelerinin kontrol edilmesi için
konsolosluğa getirmişlerdi, bu da ilgili
kişi için bir ölüm kalım kararı anlamına geliyordu. Belçikalı Yahudile­r in heyetiyle görüşmekte olan konsolos muavini, Gestapo me­murlarını kabul etmiş
ve bir an bile düşünmeden onlara söz
konusu kişiyi Türkiye vatandaşı olarak kabul etmediğini söy­lemişti. Oysa
onu kurtarmak için elindeki belgenin
gerçekli­ğ i konusunda bir şey diyemeyeceğini söylemesi yeterliydi.”
ve olası muhalifleri vatandaşlıktan çıkararak malına ve mülküne de el koymuştur. “Daha cumhuriyet kurulma
dan önce, 1922 yılında, geçici Kemalist hükümetin yaptığı dü­zenlemeye
göre, ülkeden ayrılan gayrimüslimlere
ne pasaport, ne de vatandaşlık belgesi
veriliyordu.” Ayrıca “savaş döneminde
yasal olarak Türkiye’den çıkan ve cumhuriyetin kurulmasından sonra tekrar
Türkiye’ye dönmek isteyen bazı Yahudilerin ülkeyi giriş izni almakta zorluk
çektiklerini, Türkiye’de yaşayan Yahu
dilerin de cumhuriyetin ilk yıllarında
kimlik belgesi almakta sıkıntı yaşadıkları” da sık dile getirilen şikayetler arasındadır. Savaş döneminde kaybedilen
topraklardan Gayrimüslim muhacirlerin ülkeye girişlerine izin verilmediği
de bir gerçektir. Ankara da bu uygulamayı sürdürmüştür. Kemalistlerin ilk
kabul ettikleri yasal düzenleme de savaş döneminde gayrimüslimlerin (özellikle Ermeni, Süryani, Rum ve Pontos)
el konulan malların iadesine yönelik
İstanbul hükümetini yaptığı düzenlemeyi iptal etmek olmuştur: “Kurtuluş
savaşı zaferinden sonra kabul edilen
ilk Türk kanunlarından biri, İstanbul
Hükümeti’nin 8.1.1920 tarihinde kabul
ettiği, savaş ve tehcir es­nasında çalınan
malların sahiplerine iade edilmesini
öngören kanunu ortadan kaldırıyordu.
Dolayısıyla bu yeni kanun, Ermenilerin
mülksüzleştirilmelerini onaylıyordu”
Bir çok vakada, -Erzurumda oturan
Nisim,Nisan ve Simon adlı üç Yahudi
vatandaşında olduğu gibi- “Türkiye’de
yaşayan Yahudiler vatandaşlıktan bile
çıkartılıyordu.” Kurtuluş savaşına
katılma­malyailgili “1041 No’lu Kanun
uyarınca vatandaşlıktan çıkartı­lan insanların birçoğu, savaş döneminde henüz askerlik çağında bile değildi.” Bu
gerekçeyle vatandaşlıktan çıkarılıp mal
varlığına el konulan Osmanlı Hariciye
veziri Noradukyan 75 yaşındaydı. Kitleler halinde vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında kurtuluş savaşına katılmayan kadınlar da bulunmaktadır!
Türkiye daha savaş başlamadan “bir
ceza olarak vatandaşlıktan çıkarma”
uygulamasıyla bünyesinde istemediği
yurttaşlarını sudan sebeplerle kitlesel
olarak vatandaşlıktan çıkartarak yurttaşlarını ölüme göndermekten çekinmemiştir. “Türkiye siyaseti vatandaşlıktan çıkarmayı aynı zamanda kendi
içindeki siyasi muhaliflerine karşı bir
baskı aracı olarak da kullanıyordu.”
150’likler listesiyle muhalif unsurları
“Türkiye’nin yurt dışı temsilcilikleri, 1920’li yılların sonun­d an itibaren
yurt dışında yaşayan Türkiye veya eski
Osman­l ı vatandaşlarının durumuna
dair genel bir inceleme başlat­t ı. Türkiye Hamburg Başkonsolosluğumun
Kiel Emniyet Mü­dür lüğü’ne yazdığı
9 Haziran 1928 tarihli bir yazıda şöyle de­n iyordu: Türkiye Hükümeti’nin
aldığı kararlara göre, yaban­cı bir ülkede 6 aydan uzun bir süre ikamet eden
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
her Türk pasa­portunu ilgili Türk konsolosluğuna teslim etmek ve yerine bir
kimlik belgesi almak zorundadır.… [B]
u uygulamanın, yurt dışında yaşayan
Türkiye vatandaşlarının durumlarının
incelenmesinin, azınlık mensuplarının
birçoğunun vatandaşlıktan çıkarılmasıyla sonuçlandığı döneme denk geldiğini görüyoruz.” Pasaportlarını telim
edenler yenileriyle değiştirilmemekte
vatandaşlıktan çıkarılmaktadırlar. O
güne kadar düzeli olarak pasaportları
yenilenen Russo ailesi bu uygulamanın örneğidir: “[K]endisine söylendiğine göre Anka­r a’dan gelen bir talimat
üzerine pasaportların kendilerinden
alın­d ığını ve bir daha da geri verilmediğini, yeni pasaport talepleri­n in de (...)
geri çevrilmiş olduğunu belirtiyordu.
Russo Ailesi bu konudaki tek örnek
değildir. Ankara’daki Başbakanlık
Arşivi’nde incelediğim dosyalardan,
1928’e kadar verilen vatandaşlıktan
çıkarılma kararlarının başka bireyleri
de kapsadığı anlaşılmaktadır. Kitlesel vatandaşlıktan çıkarma iş­lemi, ilk
defa 1929’da başladı” Kasım 1929’da
alınan beş karar­la yurt dışında yaşayan
497 kişi kurtuluş savaşına katılmadık­
ları ve dört yıldan beri Türkiye’ye geri
dönmedikleri gerekçe­siyle 1041 No’lu
Kanun’un hükümleriyle vatandaşlıktan
çıka­r ıldı.
Uygulama her bir milliyet için farklıdır:
“O yıllarda çıkmakta plan Almanya
için Türk Ticaret Odası Mecmuası’nda
da açıklandığı üzere Müslümanlar,
Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin her
biri için farklı kararlar vardı. Müslümanlar, Osmanlı dönemin­den kalma
eski yazı bir pasaporta sahip olsalar
bile kolaylıkla yeni bir pasaport alabiliyor, Ermeniler ise, ancak yeni Türk
hükümetinin verdiği pasaportla yurt
dışına gittikleri ve Türki­ye vatandaşlığını kaybetmedikleri takdirde yeni
bir pasaport alabiliyor ve Türkiye’ye
dönebiliyorlardı. Diğer gayrimüslimlere kıyasla 1930’da Yahudiler az da olsa
daha iyi bir pozisyona sahiptiler: Yeni
hükümetin pasaportu olmadan yurt dışına çıktıkları takdirde, durumlarının
incelenmesini isteyebiliyorlar­d ı.”
“1929’da başlamış olan kitlesel vatandaşlıktan çıkarma işlem­leri 30’lu yıllarda düzenli olarak sürdürülmüştü.
Sadece 1931 yılında 13 ayrı Bakanlar
Kurulu kararıyla toplam 1.152 kişi,
1932-1937 zaman dilimindeyse neredeyse 3.000 kişi vatandaş­l ıktan çıkarılmıştı.” Vatandaşlıktan çıkarılan bu
kişilerin mal varlıklarına da el konulduğunu söylemeye gerek yok. “1945’te
Belçika’da yayımlanan bir raporda,
1935-36’dan itibaren yurt dışında ya­
şayan Türkiye Yahudilerinin pasaportlarının ellerinden alındı­ğ ı yazmaktadır.
Mağdurlara genellikle vatandaşlıktan
çıkarıl­d ıklarına dair bir belge bile verilmediği için, hukuki olarak iti­r az
etme imkânı da bulunmuyordu.”
Üstelik bu uygulamalar hükümetin aldığı açıklanmayan gizli bir kararnameye dayanmaktadır. Türk Dışişleri
bakanlığı arşivi halen açık olmadığından bu kararnameye ulaşamamaktayız.
“Ağustos 1937’de Almanya Ankara
Büyükelçiliği’ne Türk hükümetinin
yurt dışında yaşayan ve Türkle­r in anavatanıyla ortak bağlan olmayan (...)
Türkiye vatandaşla­r ını vatandaşlıktan
çıkaracağını, bunların çoğunun Yahudiler ol­duğunu bildirir. Konsolosluklar
bu arada bu kişilerin birçoğu­nun pasaportlarını ellerinden almış bulunmaktadır. Türkiye Ber­lin Büyükelçisi’nin
bazı istisnalar sağlamak için Ankara’da
İçiş­leri Bakanlığı nezdinde başlattığı girişimler, söz konusu kişile­r in bir
kısmının bu güne dek vergi ve benzeri yükümlülükleri­n i eksiksiz yerine
getirmiş olmalarına rağmen bir sonuca ulaşa­mamıştır. Böylece, Berlin’de
Türk Ticaret Odası üyesi olan ve Türkiye Büyükelçiliği’yle düzenli ilişkiler
içinde bulunan Türki­ye Yahudileri de
vatandaşlıktan çıkartılmış oldu.” Bu
kararlar diğer milliyetlerden T.C. yurttaşları için de önemli olduğu gibi Yahudi vatandaşlar için ölümcüldür zira
vatandaşlıktan çıkarılan bir kişi bir
daha ülkeye geri dönememektedir. Bu
nedenle vatandaşlıktan çıkarılma, Holokost sürecinde Yahudiler için ölümcül
sonuçlara neden olmuştur. “Başlangıçta
Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlığa
kabul ve­ya vatandaşlıktan çıkartma
siyasetinin, nasyonal sosyalistle­r in Yahudi takibatıyla en küçük bir ilgisi yoktu. Yurt dışında yaşayan insanların kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartılma­sı
1933 yılından önce başlamıştı. Ancak
30’lu yılların sonun­d a ve 40’h yılların
başında vatandaşlıktan çıkarmalar asıl
ola­r ak Avrupa’da yaşayan Yahudilere
uygulanmış, bu şekilde Na­zi rejiminin
takibatına karşı sahip oldukları himayeden mah­r um bırakılmışlardı. Bu
uygulamadan ilk etkilenenler, Alman­
ya’da yaşayan Türkiye Yahudileri olmuştu. Bunların birçoğu 1939 yazından itibaren Türkiye vatandaşlığından
çıkartılmış­lardı.”
Üstelik konsolosluk vatandaşlıktan çıkardığı kişileri listeler halinde Nazilere bildirmektedir: “Türkiye Yahudi
vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkartırken, Alman Nazi makam­larının idari
yardımına başvuruyordu. Berlin’de ve
daha sonra işgal altındaki Prag’da Türkiye Yahudileri mahkemeye çağrılı­yor,
sorgulanıyor, sonra da kendilerine vatandaşlıktan çıkarıl­ma tezkeresi tebliğ ediliyordu. Bütün bunlar, en geç
1937’den itibaren Gestapo’ya bağlı
olan Yabancılar Polisi tarafından ger­
çekleştiriliyordu.” Bu duruma ilişkin
çarpıcı bir örneği Berlin konsolosluğunun işleminde görüyoruz: “ Berlin’de
ikamet eden başka bir Türkiye­li Yahudi için Berlin Emniyet Müdürlüğü’ne
başvuruda bulu­nan Berlin Türkiye
Konsolosluğu’nun 22 Kasım 1936 tarihli yazısından da belli oluyor: Konsolos, Berlin polisinden yuka­r ıda ismi
belirtilen kişiye ekteki onayı [vatandaşlıktan çıkarıl­ma tezkeresini] imzalatmasını ve ardından kendilerine
gönde­r ilmesini rica ediyordu.” Görüldüğü gibi Türk konsoloslar ile Gestapo arasında idari paslaşmalar olağan
işlerdendir. Vatandaşlıktan çıkarmanın
yanında “Türkiye Yahudileri için Türk
vatandaşlığının onaylanmasının reddedilmesi bir ölüm-kalım meselesine
dönüşmüştü[r].” Türkiye Yahudilerinin
Avrupa’da en kalabalık kolonisini teşkil ettiği Fransa’da cami imamının Büyükelçilikten daha fazla verdiği sahte
belgeler Türkiyeli Yahudilerin korumasında çok daha fazla işlevseldir.
“Paris Konsolosluğu desteğini bedelsiz
olarak vermi­yordu. Komite, 20 Eylül
tarihli bir duyurusuyla hem maddi du­
rumu iyi olmayan Türkiye Yahudilerinin konsolosluk ücretle­r inin karşılanabilmesi hem de Türk Kızılayı’na bağış
yapabil­mek için Belçika’daki üyelerini
büyükçe bağışlar yapmaya da­vet ediyordu. Anlaşılan, Türkiye’deki Yahudiler Türk devletinin hoşgörüsünü nasıl
gönüllü bağışlarla satın almak zorunda
ka­l ıyorlarsa, ölüm tehlikesi altında bulunan Belçika’daki Türkiye Yahudilerinin de vatandaşlıklarının tanınması
veya Türkiye’ye geri dönüş izni alabilmeleri için para ödemeleri gerekiyordu.
Gösterdikleri ciddi çabalara rağmen,
Belçika’da yaşayan Tür­k iye Yahudilerinin büyük çoğunluğu Türkiye’ye geri
dönüş için Türk makamlarından onay
almayı başaramadılar.”
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gusttstadt, en fazla Türkiye kökenli
Yahudi kolonisin bulunduğu Fransa’da
Türkiyeli Yahudilerin kitlesel olarak
katledilmesinin kültürel sonuçlarına
işaret eder: Sefarad kültürü de holokost
kurbanları arasındadır. “Fransa sadece çok sayıda Türkiye Yahudisi kurban
olarak hayatını kaybetmekle kalmadı.
İki dünya savaşı arasındaki dönemde
Fransa’da, bilhassa Paris’te yeşeren ve
gelişmekte olan Sefarad kültürünün
yeni merkezi de böylece yok olup gitti… Sefaradlar’ın yaklaşık üçte biri İs­
tanbul’da, İzmir’de, İzmit’te, Edirne’de,
Bursa’da,
Mersin’de,
Adana’da,
Ankara’da,
Manisa’da,
Çorlu’da,
Adapazarı’nda, Ça­nakkale’de, Çanakkale Boğazı çevresinde ve Türkiye’nin
Avru­pa’da ve Asya’da kalan kısımlarında bulunan bir dizi başka yer­de doğmuştu. Onlar saydığımız bu yerlerde
büyüdüler, sonra Fransa’ya yerleştiler, ancak dillerini, örf ve âdetlerini,
gelenek­lerini, anavatanın kültürünü
teşkil eden ne varsa, hepsini mu­hafaza
ettiler. Bu zavallılar, nüfus kayıt dairelerinin bazı tali­matlarına uymayı ihmal
etmiş olsalar bile, gururla şunu söyle­
mekten hiçbir zaman vazgeçmediler:
‘Ben bir Türk’üm!’Savaş onları yakalayınca her biri anavatanlarının himayesi altına girmeye çalıştılar. Türkiye
Konsoloslukları ise, üst ma­k amların
kendilerine gönderdiği resmi talimatlara uyarak onla­r a yardımcı olmadılar,
gözyaşlarını Konsoloslukların kapıları­
na döken yardıma muhtaç mağdurları
geri çevirdiler. Ankara ve İstanbul’a
dilekçeler, arzuhaller yazıldı, heyetler
gönderildi. Hiçbiri fayda etmedi. Bütün
bu yazıların hepsi boşaydı. Türkiye Hükümeti bütün bu dilekçelere ve ricalara,
en yüksek seviyeden ceza ödeme tekliflerine karşı acımasız tutu­mundan taviz
vermedi.”
Avrupa’da yaşayan kendi vatandaşlarına karşıTürkiye’nin aldığı bu “pasif
tutum nedeniyle yurt dışında yaşayan
vatandaşlarını himaye yükümlülüğüne
uymadı.Elbette ki, Türkiye’nin tavrına
yönelik eleştiriler, kesinlikle Almanların işlediği suçları hafif göstermek
ve azaltmak amacıyla kötüye kullanılamaz.” Guttstadt’ın bu sözleri sanki
1915 Soykırımında İttihatçıları nafile
aklama çabasında olanlar için söylenmiş gibidir.
Guttstadt, Soykırım sürecinde, Türkiye’
nin elindeki imkanlarını kullanmayarak Avrupada yaşayan yurttaşı Yahudileri ölüme yollarken, Yahudi kurbanla-
rın yanında olan az sayıda Türkiyeli
konsolosluk yetkililerine de yer verir.
Bunlardan biri; “1989 yılında Yad Vashem Soykırım Araştırma Enstitüsü tarafından, yaptıkları için Uluslararası
Dü­r üst İnsanlar Madalyası’yla taltif
edilen Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümendir: “46 kişiyi kurtardı. Bunların
26’sının gerçekten Türk pasa­portları
vardı. Kurtarılanlar arasında, Rodoslu
olmayan, babası Türk ordusunda olan
bir hanım vardı. Konsolos onu da kurtardı. Orada as­l ında Türk olmalarına
karşın vatandaşlıklarını yitirmiş Yahudiler vardı ve Türk konsolos onları
da kurtaracak kadar insancıldı.” Bazılarının çabası Ankara’nın müdahalesi
ile sonuçsuz kalır. Milano Konsolosu
“Nebil Ertok’un Türkiye Yahudilerini
Türkiye’ye geri götürmek için gösterdiği çabalar sonuçsuz kalmıştı. Bu­nun
sebebi, muhtemelen sadece Almanların Türkiye Yahudile­r ini tehcir etmiş
olmasına bağlı değildir. Ankara’nın
veya Tür­k iye Berlin Büyükelçiliği’nin
İtalya’daki Türkiye Yahudileri için
adımlar atmış olduğuna dair herhangi
bir işaret bulunmamak­t adır. Milanolu
Türkiye Yahudilerinin hiç olmazsa bir
kısmı­n ın Bergen-Belsen’e götürülerek
Auschwitz’e tehcir edilmek­ten kurtarılmış olmaları, büyük ihtimalle Milano konsolosu­nun çabalarına bağlıdır.”
Geri dönüşlerde Milano Konsolosluğundan verilen belgelerin dikkate alınmaması bu çabanın gereği olsa gerek.
Bir Bulgar kaynağında Gümülcine’deki
Türkiye konsolosunun takibata uğratılan Yahudileri kurtarmak için gösterdiği gayrete değinilmektedir. “Bu
kaynaktan Bulgar işgal kuvvetlerinin
yaptığı bir operasyon esnasında, Yahudi bir ailenin Türkiye konsolosluğuna
sığınmasına izin verildiğini, konsolosun aileyi Bulgarlara teslim etmeyi
reddettiğini öğreniriz.”
Yahudi kurbanların kurtarma faaliyetleri içinde direniş örgütleri ve direniş
içinde yer alan birçok Yahudi militanın da rollerine yer verilir: “Spengler-Axiopoulos ve Bowman, Yunanistan’daki Yahudile­r in Yunan Direniş
Hareketi’nden ve saflarında çok sayıda
Yahu­d inin de çarpıştığı EAM-ELAS
partizanlarından aldıkları deste­ğ i de
vurgulamaktadır. Yunan direnişinin
Türkiye’deki Yahudi aktivistlerle ve İngiliz Gizli Servisi’yle işbirliği yapması
sayesin­de, Yunanistan’dan 1.000 kadar
Yahudi Türkiye’ye kaçırılarak kurtarı-
labilmişti.”
Türkiye belgelerine sahip olmanın
sağladığı güvenlik, Bel­çika’da birçok
Türkiye Yahudisinin direniş faaliyetlerine ka­t ılmasını da kolaylaştırmıştır: “Joseph Fachler, Frankfurt/
Main’den Antwerpen’e kaçmış olan
(sonraki yılların Marksist teorisyeni ve IV. Enternasyonal’in lider üyesi) Ernest Mandel ve baba­sı Henri
Mandel’le’birlikte çalışıyordu. Fachler,
Het Frije Woord gibi dağıtımına düzenli olarak katıldığı sol görüşlü yeraltı
gazetelerine makaleler yazıyordu. Jacques Sephiha ise, Siyo­n ist La Gordonia
Grubu’nun bir üyesi olarak önceleri
yeraltı­na geçen kişilerin barındırılması
ve ihtiyaçlarının karşılanma­sıyla görevliydi. Onun girişimiyle Yahudilerin çeşitli grupları Hechaloutz adı altında bir
araya geldi. Sephiha’nın ayrıca Belçi­k a
direniş hareketi Mouvement National
Belgele de ilişkisi var­d ı. Birkaç kez
tutuklandı, ancak Türkiye vatandaşı
olması saye­sinde her defasında serbest bırakıldı. Ezra Natan, Belçika di­
renişinin askeri örgütlenmesi O.M.B.R.
için yaralıların ve Malines’ten kaçan
kişilerin tıbbi bakımının yapıldığı bir
merkezde görev yapıyordu… Çok sayıda Yahudi bilhassa komünist örgütlerde ve Bağımsızlık Cephesinde yer
alıyordu… Çeşitli direniş örgütlerinin
yardımıyla Belçika’da yaklaşık 25.000
Yahudi yeraltına geçmek suretiyle hayatta kalabildi.”
Fransa’da Yahudiler yer altı faaliyetlerinde önemli rol oynadılar ve Nazilere
karşı büyük bir direniş örneği verdiler.
Bu sayede bir çok Türkiyeli Yahudi
ölümden kurtarılmıştır. Bu direnişte
yer alan Türkiyeli Yahudiler de önemli
roller üstlenmişlerdir: “Naziler tarafından işgal edilmiş olan Avrupa’nın her
yerinde olduğu gibi, Fransa’da da Yahudiler Alman ölüm çetelerine karşı direnişte önemli bir rol oynuyorlardı. Aktivistlerin büyük çoğunluğu, özellikle
sol ve Siyonist Aşkenaz çevrelerden
Yahudi göçmenlerdi. Ancak Armee Juive, Organisation juive de combat veya
Yahudi izcileri olan Eclaireurs Israelites de France (EIF) gibi direniş örgütlerinde de çok sayıda Sefarad Yahudisi
bulunuyordu.: 1925 doğumlu Suzanne
Catarivas Türkiye Yahudisi bir göçmen
ailesinin kızıydı ve Lyon’daki Eclaireurs Israelites de France Yahudi İzcileri
üyesiydi. Yahudileri saklanacak yerlere
götürüyor, gıda pa­ketlerinin tutsaklara
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
veya hastalara gönderilmesini örgütlüyor ve biz­zat üstleniyor, çeşitli kimlik
kartlarının sahtesini hazırlıyor ve buna
benzer başka işler yapıyordu. 1944 yılında yaşları 5 ile 12 arasında değişen
ve Grenoble yakınlarındaki bir şatoda
saklanan Marsilyalı 50 çocuktan sorumluydu. 1917 Bursa doğumlu Corinne Diamant, 1940-1944 yılları arasın­d a
Lyon, Grenoble ve civar bölgelerde Organisation juive de com­bat isimli Yahudi direniş örgütünde mücadele etti.
biydi, benim için yaptıklarını asla unutmayacağım. Bana Türkçe ‘Ye, oğlum
ye’ derdi. Yiyecek neyimiz mi vardı?
Kendi boğazından arttırdığı bir lokma
ekmeği bana verirdi, ben yerdim. Benim gıda karnem yoktu, Caroline gider
biraz tahıl dilenir, havanda döverek un
yapardı.” Estella Dora da anlatımında
kurtarıcı Helen’den söz eder: “Hıristiyan olan Yunan bir dostumuz gece sokakta bize eşlik ederek saklanacağımız
yere götürmüştü.
Hollanda örneği de çarpıcıdır: “Hollanda’ nın ayırt edici bir özelliği, halkının belli bir kısmı­n ın Alman işgali
esnasında takip edilen Yahudilerle aktif
daya­n ışma içinde olmasıdır. Bu, örneğin Şubat 1941 greviyle,414 Ya­hudileri
saklamaya nispeten daha eğilimli olmaları ya da Ya­hudi Yıldızı uygulamasına karşı yapılan protesto gösterileri
ile kendini göstermiştir. Buna rağmen
Batı Avrupa devletleri ara­sında Yahudi soykırımına yüzde olarak en büyük
kurban ve­ren ülke Hollanda olmuştur…
22 ve 23 Şubat 1941 tarihinde yapılan
Yahudilere yönelik bir operasyon ve
400 civarında Yahudi erkeğin Mauthausen Toplama Kampı’na tehcir edilme­
si sonucunda Hollandalı komünistler.
Kuzey Hollanda’da genel olarak uyulan
bir genel grev çağrısında bulundular.
Grev, Alman işgalciler tarafından kanlı
bir şekilde bastırıldı, liderleri kurşuna
dizildi.”
Rodos’ta Müslüman bir din adamı
“Rodos’ta Müslüman bir din adamı
Tevrat rulolarını ve cemaate ait dini
eşyaları kendi camisine götürerek bunları koruma altına aldı ve savaştan sonra onları sağ kalan Yahudilere teslim
etti” bu Müslüman din adamı da kendi
çapında Yahudi kurbanlara yardımını
esirgemez.
Türkiye’den kovulan diğer halkların
da dayanışma örnekleri verilir. Viktor
Algazi’nin uzun anlatımında kurtarıcı
bir Ermenidir.
Ermeni arkadaşlarımız, ‘Biz takibatın
ne olduğunu biliriz’ diyerek bizi yanlarına davet ettiler… Gavotte’ta altı
kişi küçük bir odada kalıyorduk. Bizi
yanına alan {dostumuzun ismi Caroline Kaldiremdjian’dı. Tanrı ondan razı
olsun, 103 yaşında öldü. Caroline Ankaralıydı, Ankaralı Ermeniler Ermenice konuşamıyorlardı, çünkü bunu yaptıkları takdirde dillerini kesiyor­lardı.
Bu yüzden kendi dillerini unutmuşlardı, iki-üç kuşak sonra yalnızca Türkçe konuşuyorlardı. Caroline’nin altın
gibi bir kalbi vardı. I Kendisine nasıl
sigara sardığı hâlâ gözlerimin önünde,
onun için so-kaktan izmarit toplardım.
Caroline uykusuzluk çekiyor ve bütün
gece şarkı söylüyordu, o söyler, ben
dinlerdim. Şarkılarını Türkçe söylerdi.
Caroline benim için bir büyükanne gi-
Az sayıda Türkiyeye gelebilerin durumuna gelince genel politika gereği
“Türkiye Yahudilerinin yurda götü­
rülmeleri sadece bireysel bazda gerçekleşmeye devam etmeliy­d i. Türkiye
Yahudilerinden sadece askerlik yükümlülüklerini yerine getirecek olanların ve Geri dönmeleri ülke menfaatine
olanların dönüşüne izin verilmeliydi.”
Bu bakımdan Türkiye’ye dönebilmek
az sayıda Türkiyeli’ye nasip olmuştur.
Ancak bunların da durumunun iç açıcı
olduğu söylenemez: “WJC’nin 13 Temmuz 1944 tarihli bir raporunda, ağırlık­
lı olarak Makedonya ve Trakya’dan Türkiye vatandaşı yaklaşık 200 Yahudi’ye
Türkiye’ye gitme izni verildi. Şu anda
bulunduk­ları İstanbul’da çok kötü durumdalar; temel ihtiyaç maddeleri­n in
dahi sıkıntısını çekiyorlar ve yardım
kuruluşlarının deste­ğ ine muhtaçlar
denmektedir. Askerlik yükümlülüğü
dolayısıyla dönmelerine izin verilenlerin taş kırmaya gönderildiğini söylemeye gerek yok.
1944 yılında Türkiye’deki Naziler ile
Almanya’da bulunan Türkiyelilerin
takas edilmesi sırasında , takas edilenler arasında Türkiyeli Yahudiler de
bulunmaktadır: “Takas mü­zakerelerine
dair şu ana dek bir belge bulunamadığı
için, Türk makamlarının takas edilecek
kişilerin sayısı ve seçim kriterleri­n in
tespitine ne ölçüde katıldığı bilinmemektedir. Takas edi­lecek Türk grubu
319 kişiden oluşuyordu: Bunlar, diplomat ve ailelerinin yanı sıra bazı özel
kişilerin de bulunduğu 64 kişi­lik bir
resmi grup, 127 üniversite öğrencisi
ve diğer Türkiye vatandaşları ile ayrıca 128 Yahudiden oluşuyordu. Türkiye
Yahudilerinin takasa Türk diplomatlarının baskısı üzerine mi, yoksa Yahudi
örgütlerinin İsviçre’deki faaliyetleri nedeniyle mi katıldığı belli değildir.”
Birlikte yapılan geri dönüş yolculuğunda Almanyadaki türk kolonisi mensuplarının yol arkadaşları olan Türkiyeli
Yahudilere olan tavırları da ibret vericidir. “Ancak gemideki çeşitli Türk
gruplardan yolcular arasında hoş olmayan sahneler de yaşandı. Türk öğrencilerin hiç de az olma­yan bir kısmı,
Almanya’da öğrenim görürken antisemitizmden etkilenmişlerdi. Bunlar Ravensbrück Toplama Kampı’ndan kur­
tulan Türkiye Yahudisi kadınlara pis
Yahudiler diye hakaret ettiler ve Yahudilerin ortak yemek salonuna alınmamasını iste­d iler, ancak kaptan bu talebi
öfkeyle geri çevirdi.
Türkiye’ye gelişlerinde de Türkiye geri
dönüşlerine izin verdiği Yahudilere
eziyet etmekten çekinmediğini anlıyoruz: “Diplomat grupları, öğrenciler
ve di­ğer Türk yolcular gemiden ayrılırken, Türk makamları Yahu­d i takas
grubunun büyük kısmının Türkiye’ye
ayak basması­na izin vermedi. Zorlu kontrollerden sonra nihayet Yahudi yol­culardan 19’u gemiden inebildi.
118’inin Türkiye’ye girmesi­ne izin verilmedi. Bu kişiler sonraki günleri İstanbul açıkla­r ında küçük bir şalupada
bekleyerek geçirmek zorunda kaldı­lar.
Aubert de la Rüe, raporunda, Türk sınır
polisinin bu kişile­r in vatandaşlıklarını
onaylayıp onaylamamakta gösterdiği
ale­n i keyfiyeti şöyle anlatıyor: “Pasaportu olmayan Türk öğrenci­ler, İstanbul polisi tarafından en küçük bir sorun
çıkarılmadan kabul ediliyordu. Ancak
örneğin Türkiye Milano Konsoloslu­ğ u
tarafından verilmiş nüfus tezkerelerine sahip olan kişiler ge­r i çevriliyordu.
Resmi Türk takas grubunun içinde,
Ankara hü­k ümetinin bilgisi dahilinde
üç haymatloz bulunuyordu: Bay ve Bayan Löwenstein ile Bayan Hahn’ın vizeleri Türkiye Bern Büyükelçiliği’nin
görevlendirilmesiyle koruyucu devlet
isviçre ta­r afından verilmişti, ancak İstanbul polisi onların ülkeye girme­sine
izin vermedi.”
İbret verici tavır gösteren Türk basını
da bizi şaşırtmakatadır: “Türk basını
da Drottningholm’le gelenlerin arasın-
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
da toplama kamplarından kurtarılmış
Türkiye Yahudileri de bulunduğun­d an
bir süre tek kelimeyle olsun söz etmedi”.
Gelenler tecrit koşullarında yerleştirildiler: “Jewish Agency’nin ve Amerikan temsilcilerinin Türk makam­
ları nezdinde bulundukları girişimler
neticesinde, beş günlük sıkıntılı bir
bekleyişin ardından, masrafları Yahudi örgütleri­ne ait olmak üzere polis gözetiminde üç küçük pansiyonda
tec­r it edilmeleri koşuluyla gemiden
ayrılmalarına izin verildi. Bu pansiyonlardan biri Beyoğlu’nda, diğer ikisi
ise Moda’da bulu­nuyordu. İstanbul’da
akrabaları olanların bile tecrit edildik­
leri pansiyonlardan ayrılmalarına izin
verilmedi. İlk başlarda kendilerini
ziyarete gelen akrabalarıyla dahi görüşemiyorlardı. Türk siyasetçilerinin
düşüncelerini değiştirmek için gös­
terilen çabaların hiçbiri işe yaramadı.
Joint, Jewish Agency ve İstanbul Yardım Komitesi’yle birlikte “geri getirilenlerin” ihti­yaçlarını gidermeye çalışan Uluslararası Kızılhaç temsilcisi,
Haziran’da şunları yazıyordu: Türkiye
Dışişleri Bakanlığı konuy­la ilgilenmeyi
ve tehcire tabi tutulan bu kişileri Türkiye vatan­d aşı olarak tanımayı kesin
olarak reddediyor. Oysa Joint’in kapsamlı dosyalarında Drottningholm’la
gelen Türkiye Yahu­d ilerinin büyük kısmının muntazam Türkiye belgelerine
sahip oldukları, üstelik bunları (savaş
ve işgal koşullarında mümkün olduğu
kadarıyla) uzatmış oldukları da belgelendirilmiştir. Bir­çok Türkiye Yahudisi, kimlik belgelerinin tutuklandıktan
sonra Almanlar tarafından alıkonulduğunu veya (geri götürülme­ye hazırlık
olarak) Avrupa’daki Türk makamlarına
gönderildi­ğ ini beyan ediyordu.”
Türkiye’nin bu dayatmaları ve istenmediklerinin her an hissettirilmesi
şartlarında bu insanların burada daha
fazla kalması düşünülemez: “Holokost
esnasında tekrar Türk vatandaşlığına
kabul edilen ya da değiş tokuş edilen
yaklaşık 850 Yahudinin büyük bir kıs­m ı
savaştan sonra tekrar Avrupa’ya döndü
ya da Filistin/İsrail’e göç etti. Bunlar
bulundukları ülkelerde hâlâ Türkiye
Cumhuri­yeti vatandaşı olarak kabul
edildikleri için, Almanya’nın absürd
düzenlemeleri nedeniyle Almanya’dan
tazminat alamadılar ya da bunu ancak
uzun uğraşlardan sonra başardılar.”
Guttstadt, kitabının sonunda soykırım
bürokrasisine dair geniş bir bibliyografyaya yer verir. Bu soykırım bürokratlarının yeni dönemde de görevlerine
devam ettiğini görmek bize yabancı
değildir. Biz 1915 Soykırımı bürokratlarının da terfi ederek görevlerine devam ettiğini biliyoruz.[4] Guttstadt bir
soykırım bürokratının hukuk mekanizmasında yer almasının şaşırtıcı olduğunu söylese de bu bize ve bu coğrafyaya
yabancı değildir. Ayaş Mutasarrıfı Hüseyin Memduh Özoran, Ali Seyit Bey,
Mustafa Reşat Mimaroğlu…ve başkaları gibi…
Holokost sürecinde Almanları Türkiye’deki borazanlarının da baş tacı
edildiklerini unutmayalım: “Alman
örneğinden ilham alan antisemitler
ve faşistler, İkin­ci Dünya Savaşı’nın
ardından gelen dönemde Türkiye’nin
poli­t ik sisteminde önemli bir güç oldular. Nihal Atsız ve onunla ay­n ı düşüncede olanlar, 1962 yılında, 70’li
yıllarda pek çok sol­cu öğrencinin, sendikacının ve aydının katlinden sorumlu
fa­şist MHP’nin öncülü olan Türkçülük
Derneği’ni kurdular. Bu hareketin lideri, Atsız’ın dava arkadaşı Alparslan Türkeş oldu. Cevat Rıfat Atilhan
1945’ten 1967’deki ölümüne dek Türki­
ye’deki antisemit yayıncılığın öncüsü
olma rolünü sürdürdü, kitapları bugün
bile çok sayıda baskı yapıyor, islamcı
ve faşist gazetelerin ve internet sitelerinin çok satanlar listelerinde yer alıyor.
Türkiye’nin Kültür Bakanlığı’nın internet sitesinde de Atilhan (2008’e kadar!)
bir “yazar” olarak tanıtıldı.”
Corry Guttstdat’ı, bu yalan imparatorluğunda bir yalanı daha berhava ettiği
için kutluyoruz.
Kaynak: Birikim Dergisi, 12.06.2012
[1] Atay,Falih Rıfkı , Zeytin Dağı Remzi
Y. 1938 s 7
[2] Corry Guttstdat, Türkiye, Yahudiler ve
Holokost, Çev. Atilla Dirim, İletişim, 2012
[3] Türkiye Cumhuriyeti savaşa katılmamış ancak tarafsız değildir. Aksi halde
“Sovyet donanmasına ve Karadenizden
çekilmekte olan Alman donanmasına ait
gemiler arasında çıkan çatışmalar”ı açıklamak güçleşir. Alman donanmasına ait
bu gemiler Türkiye’nin izni yada en hafifiyle göz yumması ile Karadenize geçmişlerdir. “Alman savaş gemileri Türklerin
göz yumması sonucu 1944 yazına kadar
Boğazları geçerek Karadenize çıkıyordu…
Hem Montrö Antlaşması, hem de İngiltere
ve Sovyetler Birliği’yle imzalanmış olan
Antlaşmalar uyarınca Türkiye’nin buna
izin vermemesi gerekirdi. Sovyet temsilciliği bu durumu birkaç kez boş yere protes-
to etti.” Yani “Türkiye 1944 yazına kadar
Almanya lehine tek taraflı bir tarafsızlık
siyaseti izliyordu” Ayrıca “Hem Almanların isteği üzerine 1942 yazında Tsürk
birliklerinin Sovyet sınırına kaydırılması,
hem de Alman ve türk gizli servisleri arasındaki yakın işbirliği, Almanların Sovyetlere karşı yürüttüğü savaşa destek olma
anlamına geliyordu” Guttstadt tarafsız
Türkiye’nin politikacı ve bürokratlarından örnekler verir: “Almanların Sovyetler
Birliği’ne saldırması Türkiye’de -sade­ce
Nazi sempatizanları arasında değil- genel
bir sevinçle kar­şılandı. Milletvekili Faik
Ahmet Barutçu, Türkiye meclisinde oluşan
havayı Alman-Sovyet savaşı, ülkemizde bir
bayram ha­vası yaratmıştır, bütün kalpler,
Almanların zaferi için çarpma­ya başladı
sözleriyle tasvir ediyordu. Dışişleri Bakanı Saraçoğ­lu, Almanlara başarı dileklerini
sunmak için von Papen’i biz­zat aradı ve
Cumhurbaşkanı İnönü de Türk halkının
gönlü­n ün bu savaşta Almanya’dan yana
olduğunu söyledi. Ekim 1941’de yüksek
düzey bir Türk askeri heyeti Almanların
doğu cephesini gezdi ve Temmuz 1942’de
onları resmi bir basın he­yeti izledi. Her
iki grup da Almanya’nın başarılarından
hayran­lıkla söz ediyorlardı… Meclis koridorlarında milletvekilleri ve bakanlar
birbirlerine gazanız müba­rek olsun dileklerini sunuyorlardı.” Türk politikacılarının
Nazi yanlısı olmasının yanında gerek diplomatları da nazi yanlısı ve sempatizanları
oluşu Türkiyeli Yahudilerin holokost sürecinde kurtarılmalarını engellemiş ve kaybını yükseltmiştir. Başbakan Saraçoğlu ve
Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nun Nazi
yanlısı tutumlarını saklamaya gerek görmedikleri gibi Berlin Büyükelçisi Hüsrev
Gerede de açıkça Nazilerden yana tavır
alır. Berlin büyükelçiliği ikinci katibi 1915
Soykırımı sürecinin Van ve Başkale kasabı
Enver’in eniştesi Cevdet’in kardeşi Fikret
Belbez’de aynı görüşleri paylaşmaktadır.
[4] Meraklısı için: Sait Çetinoğlu, 1915
Soykırımında Exterminators- yok Ediciler
ve Erdemli Müslü
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Taner Akçam ve Ümit Kurt ile
"Kanunların Ruhu" üzerine söyleşiler
komisyonlar kuruluyor, bölgeleri geziyor ve mahkemeler kuruluyor v.b... İnsanlar konusunda gösterilmeyen aşırı
titizlik mallar konusunda gösterilmiş
olduğunu gördüm. Bu belgelerin bir
kısmını 2008'de"Ermeni Meselesi Hallolunmuştur" kitabında yayınlamıştım.
Akçam: 'Yüz kızartıcı bir suç işleyen
devlet yıllarca bizlerle alay etmiş'
Ümit Kurt: 'Türkiye'de yalan hakikate,
hakikat de bir rejime dönüştürüldü'
[Sesonline] Prof. Dr. Taner Akçam'ın
öğrencisi Ümit Kurt ile birlikte yazdığı
kitap, ‘Kanunların Ruhu'(Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini
Sürmek) adıyla İletişim Yayınları'ndan
çıktı. Kitapta, İttihat - Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde, soykırımın hukuk sitemi içine nasıl yerleştirildiği,
çıkartılan kanun ve kararnameler üzerinden anlatılarak, pek çok bilinmeyen
gün ışığına çıkarılıyor. Taner Akçam:
"Soykırım Türkiye toplumunun ortak
sırrıdır. Tapu kayıtları herkese açık hale
gelirse bu kollektif "sır" ortadan kalkacaktır. Toplum olarak, kimlerin malları
üzerine nasıl oturduğumuz ortaya çıkacaktır. Bu nedenle tapu kayıtlarını gizli
tutmak 'ulusal güvenlik meselesi' olarak telakki edilmektir. Kitabımızda örneklerini verdik, sadece Milli Güvenlik
Kurulu değil, koca koca Hukuk profesörleri bile meselenin "ulusal güvenlik" ile ilgili olduğunu ve bu kayıtların
saklı tutulması gerektiğini söylüyorlar.
Güvenliği, 1915'deki binaların tapusu
kime aitti, sorusuna bağlı bir toplum ve
devletin ne kadar güvenli olabileceğini
ise okuyucunun taktirine bırakıyorum."
"Toplumsal sır meselesi bir tek tapu kayıtları ile sınırlı değildir. Son aylardaki
Sarkis Torosyan'ın anıları etrafındaki
tartışmalara bakınız. Aynı "sır"rı orada
da göreceksiniz. Torosyan tartışmaları,
iyi tarihçi oldukları iddiasındaki bazı
entelektüellerimizin el birliği ile bu
sırrın üstünü örtme çabasından başka
bir şey değildir. Konuşanı-konuşmayanı ile Ayhan Aktar'ın açtığı ufacık bir
kapı, el birliği ile yüzümüze kapatılmaya çalışılıyor. Torosyan'ın anıları Osmanlı Ordusundaki Hristiyan askerler
ve bu askerlerin ve onların ailelerinin
imhası sorunu ile doğrudan ilgili olmasına rağmen bu konuda tek bir kelime,
tek bir tartışma duydunuz mu?" [Agos
Gazetesi'nden Funda Tosun'un Taner
Akçam'la röportajı...] (» Yalçın Ergündoğan Taner Akçam'la 'Kanunların
Ruhu' adlı yeni kitabı üzerine konuştu:
"Yüz kızartıcı bir suç işleyen devlet
yıllarca bizlerle alay etmiş" /// » Yalçın
Ergündoğan Ümit Kurt'la 'Kanunların
Ruhu' üzerine konuştu: "Türkiye'de yalan hakikate, hakikat de bir rejime dönüştürüldü")
» Bugüne kadar Ermeni soykırımı üzerine çok geniş bir külliyatta çalışmalarınız oldu. Bu kitapta kanun ve kararnameler üzerinden soykırımı okuyup,
soykırım ve hukuk arasındaki ilişkiye
odaklanıyorsunuz. Bu noktaya nasıl
geldiniz?
Taner Akçam: - Soykırım üzerine yapılan çalışmaların doğal mecrası bu... İlk
önce, insanların fiziksel olarak niçin
ve nasıl imha edildiklerini anlamaya
çalışıyorsunuz; daha sonra da, imhadan geriye ne kaldı sorusu kafanıza
takılıyor. Holocaust araştırmalarında
da böyle olmuştu, bu nedenle benim
hikayem de farklı olmadı... Başlangıçta, dönemin Osmanlı belgelerini incelendiğimde, İttihatçı yöneticilerin,
soykırımın ekonomik boyutu konusunda çok titiz olduklarını fark ettim.
Sürgüne-ölüme yollanacak Ermenilerin geride kalan mallarının ne olacağı,
bunların nasıl kullanılacağı sorusu ile
Mayıs başlarında uğraşmaya başlıyorlar. Kanunlar kararnameler yayınlanıyor, bunlara uymayan devlet memurları hakkında soruşturmalar açıyorlar,
Konu hakkında bilgilerim arttıkça soykırımın ekonomik boyutuna hak ettiği
önemi vermediğimi anladım. Bir de,
sözünün çok edilmesine rağmen, kimsenin kanun ve kararnameleri okumadığını fark ettim. İçeriklerine yönelik
tuhaf bir vurdumduymazlık vardı,
kimse bunların ne anlama geldiklerini
bilmiyordu. Okudukça, ağır ve ağdalı dili nedeniyle anlaşılmalarının son
derece zor ve ama aynı ölçüde ciddiye
alınması gereken metinler olduklarını
fark ettim. Konu kendi başına ayrı bir
çalışmayı hak ediyordu ve bu nedenle
2008 sonrası konuya ilişkin bulabildiğim tüm belgeleri toplamaya başladım.
Ümit Kurt'un doktora çalışmasına başlaması konu ile doğrudan ilgilenme
şansını verdi. Ümit, 1915'de Antep'te
Ermeni zenginliğinin nasıl el değiştirdiği konusunu çalışıyordu ve bu nedenle konuya ilişkin kanun ve kararnameleri çok iyi bilmesi gerekiyordu. Bir yıl
boyunca, bulabildiğimiz her kanun ve
kararnameyi beraberce okuduk, tartıştık ve anlamaya çalıştık. Daha sonra,
meselenin sadece ulusal-iç hukukla sınırlı olmadığını ve Lozan bağlantısında
Uluslararası hukuk ile de ilgili boyutları olduğunu fark ettik. Sonuçta bulabildiğimiz tüm metinleri bir araya
topladık, onları anlamaya çalıştık ve
bu doğrultuda yorumladık. Elinizdeki
kitap böyle ortaya çıktı. Fakat yanlış
anlaşılmasın, kitapta hukuk tartışmıyoruz. Sadece hukuk metinlerini sosyal
bilimci gözüyle anlamaya çalışıyoruz.
» İttihat ve Terakki’den kalan “miras”ın
Cumhuriyet döneminde “başarı” ile
üstlenildiğini ve genç cumhuriyetin
“Ermeniler’in geri dönme ihtimalinin
ortadan kaldıracak şekilde hukuk sistemini oluşturduğunu söylüyor ve bu
anlamda hukuğu bir soykırım rejimi
olarak nitelendiriyorsunuz. Türk hukuk sistemindeki esas gerilim ve çelişki
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
noktasının Emval-i Metruke üzerinde
olduğunu söylüyorsunuz. Bunları açar
mısınız?
- Açılım kitapta tabii ki... İşin özeti şu;
kitabın ana tezi, soykırımın sadece fiziksel imha demek olmadığıdır. Genel
kanı, soykırımın sadece öldürmek,
imha etmek anlamına geldiği yolundadır. Bu nedenle de soykırım deyince,
işleyen hukuk sistemin işlemez hale
getirilmesi gerektiği zannedilir. Yani
bir anlamda barbarlık gösterisidir soykırım ve ne hukuk vardır ne de düzgün
işleyen bir devlet mekanizması... Kitapta bunun yanlış olduğunu söylüyoruz.
Soykırım, imha ettiği kadar inşa da
eder, yani bir devlet-toplum kurar. Hukuk bu sürecin en önemli aracıdır.
Söylediğimiz şu; eğer İttihatçılar, Hristiyanlara (özellikle Ermenilere yönelik) soykırım sürecinin ağırlıklı olarak
imha kısmıyla uğraşmışlarsa, Cumhuriyet kadroları da ağırlıklı olarak inşa
kısmıyla uğraşmışlardır. Cumhuriyet'in
ana ruhu, Hristiyansız bir devlet-toplum inşa etmektir. Zaten Hristiyanların
imha edilecek kadarı imha edilmiş, hayatta kalanların bir kısmı Cumhuriyet
sınırları dışına düşmüş, çok azı da içeride kalmış. Eğer Hristiyansız bir devlet-toplum yaratacaksanız, yapacağınız
şey, 1915'de oturtulan hukuk sistemini
devralmak ve devam ettirmektir. Öyle
de yapıyorlar. Oluşturdukları hukuk
sistemi, dışardaki Hristiyanları (Ermenileri) içeri sokmamak ve içeridekileri
de ellerine fırsat geçtikte yavaş yavaş
dışarı atmak esasına göre oluşturuluyor. Dolayısıyla kitapta, 1915-7 ile bitmeyen ve bugün de hala devam etmekte
olan bir süreçten söz ediyoruz. Türkiye, devleti ve toplumu ile esas olarak
Hristiyan yokluğunu garanti altına alacak ve bunun sürekliliğini sağlayacak
bir zihniyet esasına göre kurulmuştur.
Hukuk bu inşanın en temel direğidir.
Emval-i metruke kanunları (ve bu anlamda Vakıflar Genel Müdürlüğü) bu
sistemin en önemli ayağıdır. Kitapta,
tüm bir Cumhuriyet döneminin hikayesi budur, diyoruz.
Sözünü ettiğimiz gerilim veya çelişki konusu biraz daha farklı... O da şu;
"soykırımı temel almış bir rejim" kurmak istediklerinde, Hristiyanları içeri
sokmamak konusunda fazla zorlanmıyorlar. "Güvenlik" diyorlar, başka
bahaneler ileri sürüyorlar ve nasılsa
hayatta kalmış ve dönmek isteyen insanların yüzüne kapıları kapatıyorlar.
Asıl sorun mallar konusunda çıkıyor.
Şimdi, Hristiyansız özellikle Ermenisiz rejim kuracaksın ama bu insanların
malları ne olacak? Rumlar konusunda
iş biraz kolay; Yunanistan ile nüfus
değiş-tokuşu çerçevesinde mantıki bir
zemin var ve bu zeminde halledilmeye
çalışılıyor. Peki Ermenilerin malları
ne olacak? "El koyduk, vermiyoruz",
diyemiyorlar. Çünkü açıktan hırsız
durumuna düşecekler. Bu nedenle
buldukları kılıf, "kaçak ve kayıp olan
vatandaşların mallarını onlar adına korumak ve idare etmek" oluyor. Ama, o
vatandaş, "geldim malımı geri istiyorum", deyince de vermiyorlar. Bütün
Cumhuriyetin hikayesi budur. Hırsızlık olduğunu bildikleri bir işin üstünü
örtmek... Hukuk sisteminin içinde var
olan çelişki dediğimiz şey bu. Mevcut
hukuk, Ermenilerin geride bıraktıkları
malların hakiki sahibi oldukları gerçeğinin üstünü örtemiyor; bunun için de
gürültü kopartıp, hırsızlığı saklamaya
çalışıyorlar.
» Emval-i Metrukeler sorunun Lozan’
daki yansıması nasıl oldu?
- Lozan'daki "en derin" konulardan
biri bu... Ama açıktan açığa "emval-i
metrukeler" diye bir görüşme başlığı
yok. Bu nedenle bazı araştırmacıların,
Lozan'da konu gündeme gelmemiştir,
ya da sadece Genel Af kapsamında
gündeme gelmiş veya Lozan'da Türkiye konuyu geçiştirmiş ve görüşmeyi ret
etmiştir biçimindeki yorumlarını biraz
ağzımız açık kalarak okuduk... Oysa
Lozan'da en çok tartışılan konulardan
birisi bu. En genel ilke olarak söylemek
isterim ki, Lozan'da Türkiye soykırım
nedeniyle tazminat ödemeyi dolaylı
yollardan kabul etmiştir ve bu kapsamda Emval-i Metrukelerin gerçek sahiplerine verilmesi konusunda anlaşma
sağlanmıştır. Açık bir Lozan hükmüdür bu. 6 Ağustos 1924 tarihi itibarıyla
malının başında olmayı başaracak her
Ermeni kendi malını geri alma hakkına
sahiptir. Konu Lozan'ın Mallar Haklar
ve Çıkarlar başlıklı bölümünde 65 ve
72'inci maddeler arasında düzenlenmiştir. Daha sonra Türk iç hukukunda
da bu esasa göre değişiklikler yapılmıştır. Yani, malının başında olmayı başaran Ermeni'ye veya mirasçısına malı
veya değeri geri verilecektir. Kanun
budur. Bu nedenle Türkiye'nin bütün
stratejisi, dışardan hiç bir Ermeniyi içeri sokmamak üzerine oturmuştur. Çünkü girerlerse mallarını alacaklardır. Bu
nedenle bin-bir türlü ayak oyunlarıyla
insanların Türkiye'ye girişleri engellenmiştir.
Yurt dışındaki Ermeniler deyince, da
iki ayrı topluluk söz konusudur. Birincisi, çok küçük miktarda da olsa,
İngiliz, Fransız ve Amerikan gibi müttefik devletleri vatandaşı olan Ermeniler vardır. Diğeri ise, 1914-8 ile 19191922 yılları arasında iki büyük dalga
olarak ülke dışına düşmüş olanlardır,
ana ve esas gövde budur. Bilindiği gibi,
1918'den sonra 250,000 civarında Hristiyan (Rum ve Ermeni) Anadolu'ya geri
dönmüştü. Bunlar, daha önce sürülmemiş ve içerde kalmış diğer Rum ve Ermenilerle birlikte 1918-22 arasında yeniden sürülürler. Dolayısıyla Lozan'da
sadece Cihan Harbi yıllarındaki Ermeni soykırımı ve Ermenilerin el konulan
malları (Emval-i metrukeler) ile sınırlı
bir tartışma yapılmamıştır. Hatta, 19181922 arasında ülkeyi terk edenlerin
geri dönmesi ve bu insanların malları
meselesi daha ağırlıklı bir sorun olarak
tartışılmıştır.
Lozan'da, Ağustos 1914'den önce İngiliz, Fransız, İtalyan vb. vatandaşı olan
Ermenilerin zararlarını tazmin sorunları tehcir ve öldürmeler de dahil esas
olarak çözülmüştür. Türkiye bu insanların tehcirden uğradıkları zararları
tazmin etmeyi (kağıt üzerinde) kabul
etmiştir. Burada iki ayrı hüküm vardır.
Birisi Lozan'ın 58'inci maddesi, diğer
Mallar Haklar ve Çıkarlar başlığı ile
düzenlenen 65-72'inci maddelerdir.
Lozan Antlaşmasının 58'inci maddesine göre, Berlin'de bir bankaya yatırılmış, o zamanki değeri 5 milyon sterlin
olan altının, Müttefik devletler vatandaşlarının zararlarının tazmin edilmesi
için kullanılması kararlaştırılır. Konuya ilişkin 1923 yılında Paris'te bir komisyon kurulur ve komisyon hangi zararların tazmin edileceğine ilişkin bir
liste çıkartır. Tazmin edilecek zararlar
arasında, tehcirde öldürülen kadın ve
çocuklar için ailelere ödeme yapılması da vardır. Tek ön koşul elbette, ailesi öldürülen Ermeni'nin 1914 Ağustos
öncesinde İngiliz, Fransız veya İtalyan
vatandaşı olduğunu ispat edebilmesidir. Bunu ispat edenlere tazminat ödemeleri yapılıyor.
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Benzeri düzenlemeler, öldürmelere değil ama mallara ilişkin olarak 65-72'inci
maddeler arasında da yapılır. Bu maddelere göre, devletler, karşılıklı olarak
diğer devlet vatandaşlarının zararlarını tazmin etmeyi kabul ederler. Buna
göre, Ağustos 1914 öncesi ilgili devletlerin (Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya vb.) vatandaşı olan Ermeniler sadece
kendilerinin el konulmuş mallarını geri
alma hakkına sahip olmakla kalmazlar;
eğer mirasçısı olduklarını kanıtlayabilirlerse, akrabalarının el konulmuş
mallarını da alırlar. Çıkabilecek sorunlar için ise Karma Hakem Mahkemeleri
kurulur. Lozan'ın 92-98'inci maddeleri
bu mahkemelerin çalışma koşullarını
düzenler. Buna göre mahkemeler ikili
ülkeler arasında kurulacaktır (Türkiyeİngiltere; Türkiye-Fransa vb. gibi) Bu
mahkemelere başvuran Ermeniler var.
Eğer Ermeniler, ilgili ülkeler (İngiliz,
Fransız vb.) vatandaşı olduğunu ispat
edebilirlerse zararları tazmin edilir
ödenir. Karma Hakem Mahkemelerinde bu konuda lehte veya aleyhte alınmış
onlarca karar vardır.
Sözünü ettiğim gibi, Türkiye dışında bulunan ikinci büyük topluluk, her
hangi bir ülke vatandaşı olmayan ve
1915 tehcir ve sürgünü sonrası ve özellikle de 1919-1922 arasında Türkiye'nin
sınırları dışına düşmüş Hristiyanlardır.
Lozan'da en çok baş ağrıtan soru, bu
Hristiyanların (özellikle Ermenilerin)
geri dönmelerine müsaade edilecek midir, sorusudur. Edilecek veya edilmeyecekse bu insanları malları ne olacak?
Hemen hemen her oturumda, dipten ve
derinden tartışılan mevzuların başında
gelir bu konu...
Başlangıçta müttefik kuvvetler, bu insanların geri dönmesi konusunda çok
ısrarcı olurlar ama sonra siyasi nedenlerle bundan vaz geçerler. Bu nedenle
Ermeniler sahipsiz kalır. Sonuçta Türkiye Ermenilerin toplu geri dönmelerini engellemeyi başarır ama bireysel
geri dönüşleri yasaklaması imkansızdır. Lozan'da, "evet, bireysel olarak
gelebilirler", diye söz vermek zorunda
kalır. Bu nedenle, daha sonra bu insanlar gelmek ve mallarını almak istediklerinde bugün artık komedi sayabileceğimiz rezillikler yaşanır. Hakkı olduğu
halde geri dönmek isteyen Ermeniler
sınırlarda tutuklanırlar, zorla dışarı atılırlar. Konu örneğin ABD ile Türkiye
arasında diplomatik sorunlara yol açar.
Parası olan birkaç Ermeni ise rüşvet verip girmeyi başarır ve bu sefer de konu
Türkiye'de skandal olur. Birkaç Ermeni
ülkeye girdi diye, bakan ve bürokratların kellesi istenir vb. vb. Kitapta buna
ilişkin ayrıntılı hikayeler bulacaksınız.
Fakat Türkiye'nin, Ermenileri içeriye
sokmayaraksorundan kurtulma şansı
yoktur. Çünkü yine Lozan antlaşmasının vatandaşlık ile ilgili hükümleri
düzenleyen 30 ve 36'inci maddelerine
göre de sorun açık olarak "tazminat"
diyebileceğimiz bir yönde çözülmüştür. Buna göre, eğer Türkiye dışına
düşmüş, Osmanlı vatandaşı Ermeniler,
geri dönmeyip de, şu anda yaşadıkları ülkelerin (Suriye, Lübnan, Irak vb.)
vatandaşı olmaya karar verirlerse, geride kalan mallarını veya değerlerini
bulundukları ülkeye götürme hakkına
sahiptirler. Kitabımızda, Lozan'ın bu
açık hükümlerine rağmen, Türkiye'nin
nasıl bin bir türlü cambazlıklar yaparak, Suriye, Lübnan vb. gibi yerlerdeki
Ermenilerin mallarını veya karşılıklarını vermediklerini ve Lozan'a aykırı
biçimdebunların üstüne yattığının hikayesini okuyacaksınız.
Son bir söz olarak, Lozan ve sonrası
belgelere ilişkinbir şey söylemek isterim. Konuya ilişkin tüm belgeler (örneğin Türkiye'de toplanma kararı alan
ve toplan Karma Hakem Mahkemelerine ilişkin belgeler) Dışişleri Bakanlığı
Arşivindedir ve hala araştırmacılara
kapalıdır. Türkiye Lozan ve sonrası
ile ilgili diplomatik belgeleri hala saklı
tutmaktadır. Bu tam bir skandal veya
kelimenin gerçek anlamıyla bir rezalettir. Düşünebiliyor musunuz, bizler bugün ülkemizin kurucu antlaşması olan
Lozan ve sonrasına ilişkin diplomatik
belgeleri okuyamıyoruz. Böyle devlet,
böyle tarih görülmüş müdür? Bence
sayın Davutoğlu, Ortadoğu ülkelerine demokrasi dersi vereceğine önce
bakanlığının arşivini araştırmacılara
açarsa çok iyi yapar.
» Emval-i Metruke kanunlarının bugün
nasıl uygulanıyor. Bu noktada tapu kayıtlarının bir devlet “sır”rı olmasının
manası nedir?
- Zannediyorum yukarda anlattıklarımdan tapu kayıtlarının niye saklı
olduğunu anladınız. Çünkü soykırım
Türkiye toplumunun ortak sırrıdır.
Tapu kayıtları herkese açık hale gelirse
bu kollektif "sır" ortadan kalkacaktır.
Toplum olarak, kimlerin malları üzerine nasıl oturduğumuz ortaya çıkacaktır. Bu nedenle tapu kayıtlarını gizli
tutmak "ulusal güvenlik meselesi" olarak telakki edilmektir. Kitabımızda örneklerini verdik, sadece Milli Güvenlik
Kurulu değil, koca koca Hukuk profesörleri bile meselenin "ulusal güvenlik" ile ilgili olduğunu ve bu kayıtların
saklı tutulması gerektiğini söylüyorlar.
Güvenliği, 1915'deki binaların tapusu
kime aitti, sorusuna bağlı bir toplum ve
devletin ne kadar güvenli olabileceğini
ise okuyucunun taktirine bırakıyorum.
Yalnız eklemek isterim, toplumsal sır
meselesi bir tek tapu kayıtları ile sınırlı değildir. Son aylardaki Sarkis
Torosyan'ın anıları etrafındaki tartışmalara bakınız. Aynı "sır"rı orada da
göreceksiniz. Torosyan tartışmaları, iyi
tarihçi oldukları iddiasındaki bazı entelektüellerimizin el birliği ile bu sırrın
üstünü örtme çabasından başka bir şey
değildir. Konuşanı-konuşmayanı ile
Ayhan Aktar'ın açtığı ufacık bir kapı,
el birliği ile yüzümüze kapatılmaya çalışılıyor. Torosyan'ın anıları Osmanlı
Ordusundaki Hristiyan askerler ve bu
askerlerin ve onların ailelerinin imhası sorunu ile doğrudan ilgili olmasına
rağmen bu konuda tek bir kelime, tek
bir tartışma duydunuz mu? Hiç,ne oldu
bu Hristiyan askerlere; ne oldu bunların ailelerine sorusunu soranı duydunuz mu? Varsa yoksa Çanakkale; varsa
yoksa gemiler; efendim gemi batmış mı
batmamış mı, yok tarih 18'mi 19'u muydu; o tepe miydi bu tepe mi? Neresinden tutsanız elinizde kalan tartışmalar.
İnsanın utanası geliyor, yüzü kızarıyor
yapılan tartışmaya bakınca. Aydınlarının bile böyle olduğu bir ülkedesoykırımın bir sır olması, tapu kayıtlarının
da ulusal güvenlik nedeniyle saklı tutulması şaşırtıcı değil elbette...
» Tüm bunlar bugün yaşanan soykırım
tartışmalarında Türkiye’nin izlediği
politikayı nasıl etkiliyor? Emval-i metruke kanunları ve tazminat arasında bu
bağlamda bir ilişki var mı?
- Emval-i metrukeler ile tazminat sorunu arasında doğrudan bir bağ vardır; fakat tazminat mal-mülk ile sınırlı
değildir. Genellikle Emval-i metruke
meselesi, mallarına el koyulan Ermenilerin bireysel olarak bu malları geri
alıp alamayacakları ile ilgili olarak tartışılır. Son yıllarda, ellerinde tapuları
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
olan bir çok Ermeni'nin dava açmaya
ve mallarını geri almaya çalıştıklarını
biliyoruz. Bu onların hakkıdır, elbette
yapacaklardır. Ama tazminat bundan
daha kapsamlı ve geniş bir şeydir.
Birincisi, bir milyonun civarında insan
imha edilmiştir (1918 resmi Osmanlı
rakamlarına göre bu sayı 800,000 dir);
bu insanların çoğunun bugün takipçisi
olacak kimse yoktur. Şu anda hayatta
olan Ermeniler ancak soykırımda kurtulan sınırlı bir grubun temsilcisidirler.
Bu insanların büyük çoğunluğunun
elinde de zaten her hangi bir belge kayıt
vb. de yoktur. Yani Emval-i Metrukelerin sahiplerine geri verilmesi, deyim
yerindeyse, devede kulak gibidir.
Tazminat, bireysel olarak malını geri
almakla sınırlı değildir, kollektif bir
sorundur. Bir halkın varlığının ortadan
kaldırılması ile ilgilidir. Bu anlamda
emval-i metrukelerin ötesinde bir boyuta sahiptir. Gideni geri getiremezsiniz ama en azından bu gideni ve imha
edileni anladığınızı gösteren bir tutum
içine girebilirsiniz. Tazminat, bireylerle Türkiye devleti arasında değil,
diyaspora ve Ermenistan devleti dahil
tüm Ermenilerle, devleti ve toplumu ile
tüm Türkiye arasındaki bir sorundur.
Mesele ancak ve ancak her iki tarafın
vicdanında, hakkaniyet temelinde çözülebilir.
Türkiye'nin soykırımı niçin inkar edi-
yor sorusuna verilen cevaplardan birisi
Türkiye'nin tazminat vermekten korkuyor olduğu söylenir. Bence, geçmişten
yapılmış haksızlıkları gidermenin, hataları kabul etmenin, özür dilemenin
önünde tazminat meselesinin bir engel
olmaması gerekir. Bu konuyu değişik
biçimlerde halletmek mümkündür, yeter ki halletmeye niyetiniz olsun. Ama
kabul etmek gerekiyor ki, tazminat meselesi, tarihi hakikatleri inkar etmenin
bir bahanesi olarak kullanılıyor. Ama
sırf böyle diye, insanların bu haktan
vazgeçmesi de düşünülemez. Ayrıca
eklemek gerekir ki, Türkiye, "tazminata gerek yok sadece bu haksızlığı kabul
et" biçimindeki bir çok çağrıya da sessiz kalmıştır.
yaşanmış bir haksızlık nedeniyle, tazminat istemek bugünkü uluslararası
hukuk ilkelerine göre hemen hemen
imkansız gibidir. Fakat bunun nedeni
tek başına hukuk değildir, politikadır. Yani örneğin, 1915'de yaşananları
ve bazı sonuçlarını, Uluslararası Hukukta mevcut "devam etmek olan suç"
kavramı ile açıklayabilir ve buna göre
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde
dava açabilirsiniz. Ama mahkemenin
bu doğrultuda olumlu bir karar vermesi imkansız gibidir. Çünkü o zaman
Sovyetler Birliği dahil, tüm Doğu Bloku ülkelerinde 1945 öncesi yaşanmış
haksızlıkların tazmin edilmesine kapı
açarsınız. Bu tek başına hukukun altından kalkabileceği bir sorun değildir.
» Tüm bu tabloda Ermeniler’in gasp
edilen mallarına ilişkin hukuki bir mücadeleyi kazanma ihtimali var mı?
Bir konuyu çok ama çok sık tekrar etmemiz lazım; 1915 soykırımı etrafındaki sorun hukuki bir sorun değildir.
Ahlaki bir sorundur. Konu etrafındaki
hukuk tartışmalarını, lehte ve aleyhteki tüm argümanları bilen birisi olarak
söylemek isterim ki, sorunun çözümünün cevabı hukuk metinlerinde değil
vicdanlarda yatmaktadır.
- İlerde neler değişir bilemem ama şu
anda hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk, Ermenilerin veya daha genel
deyişle mallarına el konulmuş insanların aleyhinedir. Mor Gabriel Manastırı
örneğinden bildiğimiz gibi, hukukun
sizden yana olmasının işe yaramadığı
çok durum vardır. Mevcut Uluslararası
hukuk açısından da benzeri bir durum
söz konusu. Tüm iyi taraflarına rağmen Uluslararası Hukuk esas olarak
ulusal devletlerin haklarını korumayı esas alır. Bu nedenle, 100 yıl önce
(Funda Tosun, 23 Kasım 2012, Agos
Gazetesi.)
» Kanunların Ruhu, Emval-i Metruke
Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek,
Taner Akçam-Ümit Kurt, İletişim Yayınları, 272 sayfa, Kasım 2012, 18 TL.
prof.dr. taner akçam’ın kitaplarını bizden sipariş verebilirsiniz
[email protected] tel: +49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
OSMANLI'YI YÖNETEN 36 PADİŞAHTAN
SADECE İKİSİNİN ANNESİ TÜRK: OSMAN
GAZİ VE ORHAN GAZİ'NİN...
I. Murat’ın annesi Bizanslı Horofira
yani Nilüfer Hatun.
Yıldırım Bayezid’in annesi Bulgar Marya yani Gülçiçek Hatun.
Çelebi Mehmet’in annesi Bulgar Olga
Hatun.
II. Murat’ın annesi Veronika.
Fatih Sultan Mehmed’in annesi Sırp
Despina yani Hüma Hatun.
II. Bayezid’in annesi Kornelya.
Yavuz Selim’in annesi; Ayşe takma adlı
Pontuslu bir Rum.
Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi; Polonya Yahudisi Helga yani Hafza Sultan.
II. Selim’in annesi Yahudi kızı Roksalan
yani meşhur Hürrem Sultan.
III. Murat’ın annesi Yahudi Raşel yani
Nurbanû Sultan.
III. Mehmet’in annesi Venedikli Bafo
yani Safiye Sultan.
I. Ahmet’in annesi Yunan Helen yani
Handan Sultan.
Genç Osman’ın annesi Sırp Evdoksiya
yani Mahfiruz Sultan.
IV. Murat’ın annesi Sırp Anastasya yani
Mahpeyker Sultan.
IV. Mehmet’in annesi Rus Nadya yani
Turhan Sultan.
II. Süleyman’ın annesi Sırp Katrin yani
Dilaşüb Hatun.
II. Ahmet’in annesi Polonya Yahudisi
Eva yani Hatice Sultan.
II. Mustafa’nın annesi Rum Evemia
yani Emetullah Sultan.
III. Ahmet’in annesi de aynı.. Yani Mustafa ile aynı anneden.
I. Mahmut’un annesi Aleksandra yani
Saliha Sultan.
II. Osman’ın annesi Sırp Mari yani
Şehsüvar Sultan.
II. Mustafa’nın annesi Fransız Janet
yani Mihrişah Sultan.
I. Abdülhamit’in annesi Fransız İda yani
Şermi Sultan.
III. Selim’in annesi Cenevizli Agnes
yani Mihrişah Sultan.
IV. Mustafa’nın annesi Bulgar Sonya
yani Sineperver Sultan.
II. Mahmut’un annesi Fransız Rivery
yani Nakşidil Sultan.
1. Abdülmecit’in annesi Rus Yahudisi
Suzi yani Bezm-i Âlem Valide Sultan.
Abdülaziz’in annesi Roman Besime
yani Pertevniyal Sultan.
V. Murat’ın annesi Fransız Vilma yani
Şevkefza Sultan.
II. Abdülhamit’in annesi Ermeni Virjin
yani Tirimüjgân Sultan.
Mehmet Reşat’ın annesi Arnavut Sofi
yani Gülcemal Sultan.
Mehmet Vahdettin’in annesi Çerkes
Henriet yani Gülistan Sultan.
MÜMİN SEKMAN'DAN ALINTILANMIŞTIR
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kanla şiddet ile uygulanan bu siyasetin açık itirafı olan “İşte Kürt Bilinen Ünlü Ermeniler...!” (İttahatçı) Prof. Dr.
Yusuf HALAÇOĞLU yazısında da görmek mümkün Ermeni soykırımından ardakalanların durumunu görmek açısından
ibret vericidir!... Devşirme İttikatçı Halaçoğlu türk olmayanları düşman görmesi (İT) ırkçılığıdır......
Şimdi bu (İT) siyaseti görülmeden hiç bir kesimin demokratikleşmesi insanlaşması kesinlikle mümküo olamaz.
(aşağıdaki yazıyı (İT) ırkçılığının farşedilmesi amacıyla yayılıyorum)
SAKİNE POLAT
İşte
Kürt
Bilinen
Ünlü
Ermeniler...!
KENDİLERİNİ KÜRT
DİYE TANITIYORLAR
AŞİRETİ
Ermeni Soykırımı iddialarının gerçeği
yansıtmadığını dile getiren Halaçoğlu,
şuanda Türkiye'de yaşayan 20 kadar
Ermeni Aşiretin kendilerini Kürt Aşireti olarak tanıttığını belirtti.
PKK 35 bin kişinin kanını ellerinde
taşıyan PKK lideri Artin Agopyan
(APO) ermenidir.
“Parmaksız Zeki” kod adlı Şemdin Sakık, Ermeni’dir. Nenesinin Ermeni olduğunu kendisi açıklamıştır.
Bölücü Kürt partisi milletvekili Sırrı
Sakık Ermeni’dir.
Bölücü Kürt partisi sözde “eş başkanı”
Emine Ayna, katıksız bir Ermeni’dir.
PKK’nın önderlik ettiği, şimdi pek
adı duyulmayan “sürgünde Kürdistan hükümeti” delegesi, 1959-Silvan
doğumlu Semra Bakır, Ermeni’dir.
Semra’nın kardeşi Orhan Bakır’ın asıl
adı Armenak’tır. Ermeni terör örgütü
TİKKO mensubu idi, Örgütün merkez
komitesine kadar yükselen Orhan Bakır, güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada öldürülmüştür.
1977-Silvan doğumlu Bülent Bakır
Ermeni’dir.
“Sürgündeki hükümet” delegesi Meryem Tabaş Ermeni’dir. Dedesi Hokar,
nenesi Haykanuş’tur.
“Zazan Bertin” kod adlı 1980-Silvan
CK/403: Uyuşturucu madde ticaretinden yargılanarak 6 yıl 8 ay ağır hapis
cezasına çarptırılmıştır. Büyük dedesi
Serkis, nenesi Şuşi’dir.
1975-Afşin doğumlu Özgür Erbil
Ermeni’dir. Sahte belgeler ile yurtdışına çıkmıştır. Almanya’da, uyuşturucu
tâciridir. Büyük dedesi Akup (agop),
nenesi Lüsye’dir.
doğumlu Ruşen Tapancı Ermeni’dir.
Dedesinin adı Ohannis’tir. “Mavi
Çarşı”nın yakılması eylemine katılmıştır.
1975 doğumlu Yusuf Cihangir Ermeni’
dir. Dedesinin adı Vartan’dır.
1965-Karakaçan doğumlu Adnan Dizin
Ermeni’dir. Dedesinin adı Kirkor’dur.
1970-Siirt doğumlu Nihat Türksoy, hiç
de TÜRK soylu değildir, Ermeni’ dir.
Dedesinin adı Serkis, nenesinin adı
Zerdo’dur.
1977-Bozova doğumlu Mehmet Güzel
Ermeni’dir. Dedesinin adı Mıgırdıç,
nenesinin adı İlsevik’tir.
“Cihan” kod adlı, 1974-Pertek doğumlu
Akif Yadigâroğulları Ermeni’dir. Büyük dedesi Apkar, nenesi Maryam’dır.
1973-Ömerli doğumlu Metin Gümüş
Ermeni’dir. Büyük dedesi Artin, ninesi
Dihram’dır.
1948-Palu doğumlu Zülküf Demirtaş
Ermeni’dir. Bu hıristiyan herif, “HADEP İmamlar Birliği” üyesi olmuştur!..
1978-Silvan doğumlu Sidar Şimşek
Ermeni’dir. DEHAP ilçe teşkilatında
görev yapmıştır. Büyük dedesi Bedros,
nenesi Luşin’dir.
1977-Diyarbakır doğumlu
Sami Geniş Ermeni’dir.
Mehmet
Uyuşturucu madde kaçakçısıdır. Yakalanıp, 11.12.2002 tarihinde İstanbul;
6.DGM mahkemesinde CK/405 ve
1977-Silvan doğumlu Orhan Olsen
Ermeni’dir. Büyük dedesinin adı İliyo,
nenesinin adı Mari’dir. Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir.
1968-Muş doğumlu Kutbettin Akşula Ermeni’dir. 1992 yılında Muş ilinde PKK terör örgütüne maddî yönden
destek sağlamak amacıyla silah kaçakçılığı yapmaktan tutuklanmıştır Büyük dedesi Vartan, nenesi Zelha’dır.
Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir.
1979-Yurtbeyi doğumlu Barış Başak Ermeni’dir. Büyük nenesinin adı
Kotine’dir. DTP kurucu üyesidir.
1953-İdil doğumlu Abdülaziz Özdemir Ermeni’dir. Dedesi Yusuf, ninesi
Kazo’dur. 21.2.1991 günkü çatışmada
ölü ele geçirilmiştir.
1972-Siverek doğumlu Levent Kayadağ Ermeni’dir. Dedesi Migdat, ninesi
Havuş adındadır. 16.10.1993 günü çatışmada ölü ele geçirilmiştir.
1954-Beştüşşebap doğumlu Mehmet Öztunç Ermeni’dir. Dedesinin
adı Musa, nenesinin adı Miran’dır.
PKK’ya yardım ve yataklıktan tutuklanmış, daha sonra HADEP Antalya İl
Kurulu’na seçilmiştir.
1977-Karayazı doğumlu İdris Sefil
Ermeni’dir. Terörden hapis yatmış,
sonra bir ara Konya HADEP Gençlik
Komitesi üyeliği yapmıştır. Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir.
İdris’in akrabası Ersin Sefil de Ermeni’
dir. Kuzey ırak’ta çatışmada öldürülmüştür.
1974-Hazro doğumlu Haci İçer’in ha-
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cılıkla hocalıkla alâkası yoktur, Ermeni’dir. Dedesi Ali, nenesi Gule’ dir.
HADEP Hazro İlçe Yönetim Kurulu
üyesi idi. O da sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir.
1973-Yaylayanı doğumlu Dilâver Öncü
Ermeni’dir. HADEP Konak Şubesi
Yönetim Kurulu üyesi idi. İzmir’de
misyonerlik faaliyetinde bulunmuş,
kilisede vaaz vererek hıristiyanlık propogandası yapmıştır.
1965-Firke doğumlu Edip Yıldız Ermeni’dir. Büyük dedesi Gaço, nenesi
Rihan’dır. HADEP Parti Meclisi üyesi idi. PKK’lı suçluların avukatlığını
yapmaktadır. Nevşehir E tipi cezaevinde yatan PKK terör örgütü mensubu
Nimet Can’ın avukatlığını yapmıştır
1964-Benek doğumlu Haşim Benek
Ermeni’dir. Büyük dedesinin adı Şiho,
nenesinin adı Kitro’dur. 16.03.1985
günü Şırnak ilçesi Dereler Köyü civarında, Eşek Mağaraları mevkiinde
güvenlik kuvvetleri ile teröristler arasında çıkan çatışmada sağ olarak ele
geçirilmiş ve Diyarbakır mahkemesinde CK/ 1 68 : yasa dışı silahlı örgüt
kurmak veya katılmaktan yargılanmıştır. Hapis yatmış, sonra DEP Antalya-Muratpaşa Belediye Encümeni
adayı olmuştur.
1954-Kamberşeyh doğumlu Mahmut Hakkı Eşiyok Ermeni’dir. Büyük
dedesinin adı Hokar, nenesinin adı
Haykanuş’tur. HADEP İstanbul il teşkilatı sekreterliği yapmıştır.
1959-Urfa doğumlu İzzettin Kalaycı
Ermeni’dir. 11.7.1986 tarihinde Diyarbakır 1. As. mahkemesinde CK/168
: Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya
katılmaktan yargılanmış 8 yıl 8 ay
hapis yatmış, sonra Şanlıurfa HADEP
il teşkilatında görev almıştır. 23.06. 1
996 tarihinde Ankara’daki HADEP 2.
olağan kongresinde Türk bayrağının
indirilerek PKK bayrağı asılması olayına karışmıştır.
1948-Kölük doğumlu Mehmet Cantekin Ermeni’dir. Büyük dedesi Bedros,
nenesi Meryem’dir. Diyarbakır merkez Kayapınar Belediye başkanlığı
yapan Mehmet Cantekin, 1 995 tarihli
milletvekili seçimlerinde Diyarbakır
HADEP Milletvekili adayı olmuştur. Mehmet Cantekin Kulp Karpuzlu
da köy koruyucularını yönlendirerek
terör örgütü PKK’ya lojistik destek
sağlamaktadır. 2003 yılında PKK’nın
1978′de kurulduğu Diyarbakır’ın Lice
ilçesine bağlı Fis köyünde DEHAP ve
Göç-Der yöneticileri ile birlikte ‘barış
ağacı’ adı altında ağaç dikmek töreni
düzenlemiştir. Törende bölücü başı
Öcalan’ı övücü sloganlar atılmıştır.
1953-Siirt doğumlu Maruf Altın
Ermeni’dir. Büyük dedesi Ohanis,
ninesi Pori’dir. Ama babasının dönme adı Hüseyin, anasının dönme adı
Nafiye’dir. Böylece pek çok kişinin
yaptığı gibi Ermeni olduklarını gizlemişlerdir. DEP İzmir-Konak ilçe teşkilatı üyesi idi. 23 Eylül 1998 tarihinde
TCK 1 68 : Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan 1 2 yıl 6 ay ağır
hapis cezasına mahkûm olmuştur.
1973-Urfa doğumlu Mehmet Sait Yalçın Ermeni’dir. Dedesi Girbuş, ninesi
Varti’dir. Ancak babasının dönme adı
Mehmet Kerim, anasının dönme adı
Mevlude’dir. 1997′deki Bodrum bombalı saldırısının sorumlusudur. Müebbet hapse mahkûm olmuştur.
1975-Hazro doğumlu Zanamazak
Yezidî’dir.
1973-Nusaybin doğumlu Mehmet Zeki
Şaşmaz Yezidî’dir.
1971-Nusaybin doğumlu Abdullah
Şaşmaz, kendini hiç de ALLAH’ın
kulu saymaz, Yezidî’dir.
1975-Hazro doğumlu Nevzat Tedik
Yezidî’dir. Halit-Revzete’ den olma
Nevzat Tedik’in nenesi Hüsna Tedik
Diyarbakır il teşkilatı HADEP üyesi
de olan PKK’nın gençlik örgütlenmesi
içinde yer alan Nevzat Tedik, 11 Ekim
2001 tarihinde TCK 1 68: Yasa dışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan
12 yıl 6 ay ağır hapis cezasına çarptırılmıştır.
PKK’nın Avrupa’daki kasası Nuriye Kesbir Yezidî’dir. Aynı zamanda
Kongra-Gel PKK’nın cephe örgütü Avrupa Kürt Demokratik Toplum
Koordinasyonu (CDK) sözde meclis
üyesidir. Eylül 200 1 ‘de Hollanda’ya
yasadışı yollardan girmek isterken yakalanmıştır.
1980-Midyat doğumlu Şevkiye Atalan
Yezidî’dir.
1966-Midyat doğumlu Fahrettin Şahin
Yezidî’dir.
Adana’da yakalanan PKK’lı canlı bomba Hatice Arat Yezidî’dir. Dedesi Hasso, nenesi Meryem de Yezidî’dir.
1955-Beşin doğumlu Osman Ergin
Yezidî’dir. DTP Merkez Yönetim Kurulu üyesidir.
Batılılar’ın aleyhimize kullanmak için
sözüm ona “Türkler” arasından seçtirdiği, Avrupa Parlamentosu üyesi Feleknaz Uca, Yezidî’dir.
Feleknaz’ın babası Abdullah Uca,
“Yezidî Kürdistan Birliği” başkanıdır,
Elbette o da Yezidî’dir. Televizyonlar-
da boy gösteren Metin Uca nedir, size
kalmış… Çünkü bu bölücü-militanların yumuşak uzantısı tüm medya,
bürokrasi, parlamento ve hatta asker
içindedir.
1971 -Midyat doğumlu Seyithan Alpar Süryânî’dir, yani SEYYİT Peygamber torunu) falan değil, düpedüz
Hıristiyan’dır.
1976-Midyat doğumlu Metin Kesenci Süryânî’dir. “Beth Nehrin” adlı
Süryânî ve Asurî örgütünün kurucusudur.
1975-Midyat doğumlu Adnan Kesenci
Süryânî’dir.
1983-Nusaybin doğumlu Bilal Yürek
Süryânî’dir.
1980-Pervari doğumlu Salih Boğdu
Süryânî’dir.
1937-Ceylanpınar doğumlu Şemsi
Emen Süryânî’dir. HADEP üyesi idi.
1969-Kurtalan doğumlu İhsan Kaya
Süryânî’dir. Romanya’da PKK insan,
silah, ve uyuşturucu kaçakçılığı yapmaktayken sahte pasaport ve kimlikle
yakalanmıştır. Büyük dedesi Görgis,
nenesi Şemuni’dir.
1962-Siirt doğumlu Basri Kaysi
Süryânî’dir. Büyük dedesi Gorgis, ninesi Şemuni’dir. İHD Siirt Şubesi üyesi, ve DEHAP Siirt il teşkilatı delegesi
idi.
1980-Siirt doğumlu Ayhan Kaysi
Süryâni’dir. Büyük dedesi Gorgis, ninesi Şemuni’dir. Pek çok olaya karışmış, 1997′de teslim olmuştur.
İtirafçı olmuş, 1999′da tahliye edilmiştir.
1952-Nusaybin doğumlu Mehmet Zeki
Kanşiray Süryânî’dir. Büyük dedesi Zeytun, ninesi Meryem’dir. İzmir
Köy Hizmetleri soygununa katılmıştır. 16.7.1990 günü Bornova Tarım ve
Orman Bakanlığı İzmir İl Müdürlüğü
Personeli maaşlarının silah zoruyla
gasp edilmesi olayında tutuklanmıştır.
Hapis yatmış, sonra HADEP Gaziemir
İlçesi Yönetim Kurulu üyesi olmuştur.
1968-Derik doğumlu Fethi Oktay
Süryânî’dir. Dedesi Turnas, nenesi
Mennuş’tur. 1 997′de yakalanmış, müebbed hapse mahkûm olmuştur.
1948-Palu doğumlu Zülküf Demirtaş
Ermeni’dir. Büyük dedesi Kinkos, ninesi Nazlı’dır. Ikisi de Ermeni idi.
Hala bu ermenilerin peşinden giden
kürtlere şaşarım.....
Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU
Kaynak:
http://www.yerelgundem.com/yazarlar/serbest_kursu/4978/iste_kurt_bilinen_unlu_ermeniler.html
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Suriye
nereye
gidiyor
İbrahim Seven
Suriyede barışçı ve demokratik başlayan muhalefet bir iç savaşa doğru ilerledi gerek hükümetin olayları şiddetle
bastırması gerekse muhalefet içinde en
gülcü örgüt olan Müslüman kardeşlerin sorunu şiddetle çözmeye kalkması
ve dar mezhepçi şeriatçı eğilimleri sorunun demokrat çözümü yerine şiddete
dayalı bir çözüme yöneldi.
07 temmuz da kendilerini Suriyenin
dostları diye nitelendiren ABD, TC
Fransa Suudi, katar vs Pariste diplomatları toplandı. Burada bayan Clinton Başar ESED'IN GÜNLERI SAYILI DEDI. Bugün 26 eylül belli ki bu
hanimin öngörüsü çıkmadı. O sırada
ABD TC Suudi Israil vs istihbarat teşkilatları bir suikast hazırlığı içindeydi.
Nitekim Hıristiyan olan genelkurmay
başkanı Esed'in Damadı ve iki yüksek
rütbeli general öldürüldü ABD VE diğer müttefikleri bu cinayetle rejimin
çökeceğini tahmin ediyorlardı. Suriye
rejiminin karakteri konusunda yanlış
bir yaklaşım içinde olan bu zati muhteremler Şam da karışıklılar çıkararak
diş müdahaleye ortam hazırlamak istediler. Şam'da feci bir yenilgiye uğradılar.
Bu sefer Lazkiye'den sonra muhalefetin en zayıf ve rejim güçlerinin en güçlü olduğu Halepte şiddet ve karışıklılığa başladılar. Asurilerin kurduğu
Hale bu şehrinde bu güne kadar çoğu
1915 Ermeni, Süryani katliamından
kaçan Süryani ve Ermenin yasadığı
bu şehri tahrip ettiler. El kaide, selefist, Müslüman kardeş ve benzeri katillerin Haleb'e sızmasının sebebi tc ye
en yakin şehir olması ve sinirin öbür
tarafında Antep, Urfa Hatay illerinden
askeri mali ve diğer lojistik desteği almaktadırlar. Yoksa askeri olarak hiç
bir başarıları yok.
ABD TC ve sairenin bir planı da Kürt-
leri Müslüman kardeşlerle müttefik
yapma planıydı. Bunun için Davutoğlu, Mesud Barzani'yi muhatap kabul
edip Kerküklü bir şekilde Kürt şehri
kabul etme pahasına ki TC nin uzun
müddet iddiası Kerkükün bir Türkmen
şehri olduğu idi Irakta Maliki yönetimini de kızdırarak bu planı yürürlüğe
girdi. Ancak PKK ye yakin Kürtlerin
ister kendi inisiyatifleri ister Başar
Esed'in taktiği ile yasadıkları bölgelerde yönetimi aldılar. Böylece ABD nin
ve daha fazla da TC nin planı olan Barzanici Kürtler artı Müslüman kardeşler
ittifakı dogmadan öldü.
Beklenen Libyadaki gibi Halep'in işgali ve böylece Libya'aki Bengazi gibi
bir geçici merkezle saldırma planı suya
düştü. Oysa bugün Suriye devleti 1
milyonun üstünde memurun ve 300000
civarında asker ve gizli servisi mensubunun maaşını vermekte. Örneğin Kamışlıda bile memurlar maaşlarını halen Esed rejiminden almakta. Rusya ve
IRAN, Suriye rejimini desteklemekte
bunlara Lübnan ve Irakı da eklemek
mümkün. Yani Suriye rejimi hem tecrit
edilmemiş hem de çökmek üzere değil
buna karşılık muhalefet darmadağınık
her kafadan bir sesin çıktığı bir anarşi
ortamında.
ABD nin ne Suriye rejimi ile ne de
Esed'le problemi yok. Onun problemi
Iranla ve Suriye müttefiki olduğu için
Iranın zayıf halkası olarak görmekte ve Israile düşman politika güden
Hizbullah'ı çökertme peşinde. Ancak
Libya da ABD elcisinin ilkönce ırzına
geçilerek sonrada binanın yakılması ve
bombardıman neticesinde elcinin iki
elcilik mensubu ile öldürülmesi ABD
de Suriye'de her çeşit katil cani Müslüman alçakları desteklemenin sonunun
ne olacağını ABD düşünmeye başladı.
Suriye rejimi çöktü çökecek diye her
gün dezenformasyon yayan ABD ve
TC vs ise Mısırın yeni lideri Mürsi'nin
Çinin ardından Tahran ziyareti ve
Müslüman çözüm önerisi Iranı tecridi düşünen ABD ve Suudi ve Katar'a
soğuk bir duş yaptırdı. Kahirede yapılan toplantıya Suudiler katılmazken
her gün Esed katildir düştü düşecek
diyen Erdoğan Davutoğlu nu kahire ye
gönderdi. Şii SÜNNI KAVGASI ISTEYEN SUUDI ABD VESAIREYE
KARSI COK ZAYIF DA OLSA SÜNNI ŞII KOALIASYONU Mısır ve Iran
arasında olabilecek bir ittifakın nüvelerinin oluşması bu planları iyice suya
düşürdü. MISIR Iran yakınlaşması
olur mu bilemem ancak Mübarek döneminin anti Iran politikası terk edilmiş durumda bundan Suudi rahatsızlığını okumak isteyenler Suudi gazetesi
Sharkül ewsattan takip edebilir.
Beni bütün bu yorumlarda ilgilendiren:
halkımız, mazlum halkımızın durumu.
Halkımız büyük ölçüde örgütsüz ve
bu olaylarda ya seyirci ya da figüran
rolünde. Büyük ölçüde taraftarlarının
kaybetmiş halkımız içinde tecrit bir
durumda olan ADO Süryanice bilenen
adi ile Mtakesto daha fazla Mferfesto
durumunda iken hem maddi çıkar hem
kariyer hem de basın yayında gücü
ile mütenasip olmayan bir reklam için
ruhunu Şeytana satıp Müslüman kardeşlere zamk gibi yapışmış durumda.
Müslüman kardeşlerin ve diğer Müslüman canilerin Hıristiyan düşmanı katil
yüzü dünyada ve özellikle Avrupa ve
ABD de bu çirkin ve katil yüzlerini
örtmek için Tevrattaki incir yaprağı
gibi pislik ve katilliklerini örtmek için
Hıristiyan bir yalancı şahide ihtiyaçları vardı. Iste ADO bu fonksiyonu görüyor. Basta Türk istihbarat teşkilatı mit
ve Diğer istihbarat teşkilatlarının Kirveliğinde kurulan Suriye ulusal konseyi ne stayfo bu incir yaprağı görevini
basari!!! ile sürdürmekte ve kurulacak
Müslüman kardeş hükümetinde bakanlık hayalleri görmekte.
Halepte her çeşit katil Islamcı her gün
el kaide bayrağı ve Allahü+ ekber diye
bağırırken Saitin burada getirdiği romada sözüm ona Plüralist bir Suriye
açıklamasının üzerinde yazıldığı kağıt
kadar kıymeti yoktur. Sadece INCIR
YAPRAGI görevini görmekte. Bu arada METODLARINI BEGENMESEM
DE TC ye düşman bir politika güden
acsa tv, NE ZAMANDIR MIT DAVU
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TOGLU REJISÖRLÜGÜNDEKI suk
un lobisi gibi çalışmakta bir Sait Yıldızı çıkarıp suk ne cici, bir Müslüman
kardeşler ne plüralist yahut düne kadar
halkımızı fişleme görevlisi elciyi yağlayıp boyayıp demokrat göstermekte.
Gelelim Dawronoye her gün yeni bir
muhalefetin terk ettiği bu taife ilk basta
şaşkın ördek gibi davranan bu insanlarımız bir müddet sonra ABD tren kaldırıyor mit para veriyor kaçırmayalım
diye muhtemelen basta mit ve benzeri
istihbarat teşkilatlarının teşviki ile Suriye elciliğine saldırdılar. Incir Yaprağı
olmaya biz de talibiz dediler. Nitekim
vandal baskından sonra yayınladıkları
bildiride Suriye muhalefetinin terörist
olmadığını Esed’in terörist olduğunu
kiliselerimizi Esed’in yıktığını iddia
ettiler. Bu sırada basta Homs olmak
üzere Suriye şehirlerinde Islamcı teröristler Hıristiyanları katlediyor kiliseleri tahrip ediyor. Hıristiyanları
yerinden yurdundan ediyordu. Islamcı
teröristleri masum gösteren bu bildiri
için bakiniz esu nun resmi sayfası.
Ado ile rekabetlerinden dolayı daha
da ileri gidip Istanbulda bir basın
toplantısı yaparak bu toplantıda niçin
Istanbul’da ve Ankara’da büro açıyor-
sunuz sorusuna verdikleri cevap daha
da mit sponsorluğunda olduğunu gösteriyor. Bu taifenin mensubu TC Demokrat mis Suriye’ye örnekmiş diye
cevap veriyor. Cezaevlerinde gazeteciden geçilmeyen 8000 kürdün siyasi
sebeplerden tutuklu olduğu ve Mor
Gabriel’imizin arazisine hukuki !!!
kararla el konulduğu bir dönemde bu
utanmazca cevabi verebiliyorlar. IŞIN
DAHA DA VAHIM CEVABI SONRA GELIYOR ESKIDEN TARIHTE
OLUMSUZLUKLAR OLMUŞ AMA
KENDIMIZE TARIHE HAPSETMIYORUZ. Yani Seyfo gibi önemsiz!!!!
konuları gündeme getirmeyelim demek istiyor. Bu açıklama için de esu
nun resmi sayfasına bakılabilinir.
Bu iki örgütümüzün ABD Suudi Müslüman kardeş ve benzerleri için incir
yaprağı görevi görmesinin yanında
bir fonksiyonları daha var. TC ACISINDAN OLUSACAK BIR KÜRT
SÜRYANI VE HATTA ALEVI ITTIFAKINI BOZMAK bu örgütleri Kürtlere ve özellikle TC de ve Suriye’de
PKK YE karsı kullanma bu bizim için
daha tehlikelidir. HERGÜN ONLARCA ASKER VE KÜRT SAVASCININ
BETHNEHRIN VE DIGER YERLERDE ÖLDÜGÜ BIR DÖNEMDE TC YI
DurDe'den 24 Nisan'da Taksim'de
1915 anması için çağrı - ;Ö.S;
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişimi, 1915'te Ermeni soykırımının
başlatıldığı tarih olan 24 Nisan'ın yıl
dönümünde, önceki iki yılda olduğu
gibi bu sene de Taksim'de bir anma
çağrısı yaptı. Saat 19:15'te başlayacak olan anmada buluşanlar "Bu acı
bizim acımız, bu yas hepimizin" diyecekler.
DurDe'nin çağrısı şöyle:
Bu acı hepimizin
24 Nisan bir kin günü değil. Bir küfür günü de değil. Gelin, önce o gün
ne oldu, onu paylaşalım.
1915 yılının o gününde Anadolu'nun
en eski halklarından Ermenilerin
250 kadar aydını apar topar evlerinden alınıp Çankırı ve Ayaş'a, dönüşü
olmayan bir yola sürüldü. Mebusu,
doktoru, çevirmeni, öğretmeni, gazetecisi, yazarı, sanatçısı bütün bu
insanlar bir halkın sesiydi. Meşrutiyet sonrasının özgür ve eşit günlerine
inanmıştı. Düşleri, dönüşsüz yollarda
kendileriyle birlikte kayboldu gitti.
Sesini yitiren bir toplumun başka
neyi kalır ki geriye? Çoluk çocuk,
genç yaşlı kafilelerle Ermeni halkı
Anadolu'nun dört bir bucağından çöllere sürüldü. Evin erkekleri öldürüldü,
kiliseler, okullar harabeye döndü. Mal
mülk el değiştirdi. O korkunç soykırımın sonunda Ermenilerin varlığından
geriye sadece yasaklı fısıltılar kaldı.
Susulunca unutulmadı ama. İnkâr edildikçe yok olmadı. Aksine yara iltihaba
döndü, çözümsüzlükte kemikleşti. Birçok vicdanlı Müslüman ellerinden geldiğince Ermeni komşularını kurtarmaya çalıştıysa da Anadolu'daki tahribat
kalanlar için büyük oldu. Bu topraklar
bir daha iflah olmadı.
Ömrünü Anadolu halklarının barışına
adayan ve bu uğurda canından olan
DEMOKRATIK ÖRNEK DEVLET
OLARAK GÖSTERME BASHKA
NASIL IZAH EDILEBILINIR.
Yazımda Mtakesto ve Dawronoye taifesi ile ilgili eleştirilerimi sert bulan
özellikle Dawronoye taifesini halen
terk etmemiş bazı tanıdıklarım bana
kızacağını biliyorum. ANCAK EZILENLERI VE MAZLUM HALKIMIZI VE HAKLARINI HER ZAMAN SAVUNDUM. ZALIMLERIN
VE KATILLERIN YANINDA YER
ALANLARI
TANISIKLIGIMIZ
OLUP OLMAMASI HATTA AKRABAM BILE OLSA KAALE ALMAM. 1915 TE ÖLDÜRÜLEN AILE
EFRADIM VE HALKIMIZIN UZUN
ISLAM ZULMÜ ALTINDA YASADIGI DÖNEMI SON BÜYÜK KATLIAMI 1915 OLAN BU UĞURSUZ
DÖNEM BANA KATILLERI SAVUNAN MÜSLÜMAN CINAYETLERINI HOŞ GÖSTERENLERE KARŞI
TOLERANSLI OLMA LÜKSÜNÜ
YASAKLIYOR.
Kaynak:
h t t p: // w w w. n e t w o r k 5 4 . c o m / Fo r u m /594 414/message/1348739111/
Suriye+Nereye+Gidiyor+-+Ibrahim+Seven
Hrant Dink, yarayı sarmanın gereğini hatırlatmış, "Bugün hâlâ unutmayı
savunanlar, aslında sadece geçmişten
değil, gelecekten korkanlardır. Unutulmamış geçmiş, geleceğin de teminatıdır" demişti. Bir de hayali vardı:
"Bir 24 Nisan'da bu topraklarda hep
birlikte tüm bu insanları hatırlamak,
ruhları şad etmek, acıda ortaklaşarak
sevinçler üretebilmek, yalnızca Ermeni halkının duyduğu ıstırabı dindirmekle kalmayacak, Türkiye'nin
de demokratikleşmesinin ta kendisi
olacaktır."
Geleceğimiz için el ele yapabileceklerimiz var. Gelin, bu 24 Nisan'da
meydanları dolduralım. Geçmişteki
bu büyük acıya ortak bir yasla sahip
çıkalım. Ve bir kez de ortak yastan
çıkan umutta buluşalım.
24 Nisan, 19:15'te, Taksim'de
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi
(DurDe Girişimi olarak her inançtan,
her düşünceden, her siyasi görüşten
kişi ve kurumları, adını her ne koyarlarsa koysunlar, 1915 kurbanlarını
anmak için kendi özgün çağrılarını
yayınlamaya ve anma alanlarına katılmaya davet ediyoruz)
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ÇİROK A SILEMANE BAFFILE
BABASI ERMENİ SÜLEYMAN’IN
HİK AYESİ
ABDURRAHMAN ADA
Ermenice olan ismi başına bela olmasın diye belkide müslüman ismi olan
Sıleman koymuşlardı. Buna rağmen
dışlanmaktan, horlanmaktan kurtulamamıştı. Ömür boyunca aynı köyde
yaşamamıza rağmen onu ne bir düğünde ne bir cenaze yerinde görmedim.
Köyde olması gereken hiç bir katılımda görmedim. Koskoca dünyada yalnız
yaşadı beş kişilik bir ailede, gündüz
nahırın peşinde gece taş duvarlı penceresiz bir damda kendi dilini konuşmadan, kendi dinini yaşamadan, mensup olduğu toplumun en ufak izlerini
taşımadan başka hayatları, inanışları,
hakaretleri yaşamak zorunda kalan SILEMANE BAFFILE..
Sılemane Bafılle’yi tanıdığımda kamburu çıkmış ak saçlı,aksakallı, ağzında dişleri kalmamış bir ihtiyar idi...
Başköy’ün nahırcılığını yapıyordu.
Oğlu Ali, kızı Hewe, kızı Zero ile beraber. Yüzelli hanelik köyün büyükbaş hayvanlarını otlatıyordu Nebiyurt
Yaylası’nda. İlkbaharın başladığı ilk
günlerinden sonbaharın son günlerine kadar... Aşağı yukarı yedi sekiz
ay kadar çoluğu ve çocuğu ile kendisine yüklenen bu görevi canla başla
yapardı. Yılın üçte ikisini kapsayan
ayların emeğinin karşılığı olarak bir
kod(bir tenekeden biraz fazla ölçü birimi)arpa verirdi köyün herbir hanesi.
Birileri bu hakkı bu aileye böyle paha
biçmişti. Sılemane Bafılle ve çoçuklarının emeğinin karşılğının çeyreği
bile değildi ama yinede bu haksızlğa
en ufak bir tepki dahi dahi gösteremiyordu. Çünkü koca köyde dışlanan bir
aile idi. Adına Sılemane Bafılle deniliyordu. Yani kürtçe açılımı Ermeni
oğlu Sıleman olduğu içindi. Dili, dini
ve başka ırktan olduğu için dışlanmıştı, ötekileştirilmişti. Köyün erkekleri
kadınları, gençleri, çocukları herkes
onları kendi dünyalarının dışında görüyorlardı, başka gezegenin insanları
gibi görüyorlardı. Dışlanmış, horlan-
mış koca bir köy içinde yalnız yaşıyorlardı. Ne hikmetse bir kerecik bir
insaf duygusuyla onu gözleri ama Hélé
teyze ile evledirmişler: Müslüman ama
bir kadınla evli olmasına rağmen Sılemane Baffılle önyargılara, cehalete
dışlanmaya ailesi ile yaşamak zorunda
bırakılmıştı.
Sılemane Bafılle ile benim hayatımın
kesiştiği dönem onun yaşlılığının son
demleri, benim hayatımın ilk yıllarıydı
yani çocukluğuma tekabül eden yıllar.
Biz çocuklar da o dönem yaşadığımız
çevrenin tüm etkilerini yoğunlukla yaşıyorduk deyim yerindeyse büyüklerin
küçük kopyaları idik. Büyük kara cehaletin küçük nüveleri idik. Biz de o
zamanlar onu ve ailesini fılle (ermeni)
görüyor, nefret duyuyor ve yeri geldiğinde o yaşlı adama hakaretler yapmayı bir onur görüyorduk çocuk aklımızla. İnsanın insana hakaretini din
ve imanımızın bir gereği görüyorduk.
Yaylada o büyükbaş hayvan nahırcılığı
yaparken biz de küçükbaş hayvanlara
gidiyorduk.Yani kuzuculuk yapardık.
Sılemane Baffıle’ye yakınlaştığımız
ve yaklaştığımız zaman çocuk aklımızla bir fılleye taş atmak ve küfürler
savurmak sanki bizi bir zafere ulaştırıyordu. Oysa karanlık bir cehaletin
vahşi küçük yaratıkları idik. Nahırcı
Sılemane Baffıle’ye yayla çocukları
olarak öylesine taş atardık ki vücudunun her yerine isabet ediyordu. Bazen
kafası darbe almasın diye iki eli ile
öylesine kolluyordu ki vücudunun diğer bölgeleri darbe almış almamış hiç
umursamıyordu. Çocuk aklımızla ona
ana avrat, din iman, ata babasına küfür savurduğumuzda şu sözünü hiç mi
hiç unutamıyorum: -Çocuklar neyime
küfür ederseniz edin ama benim anneme küfür etmeyin,o beni emzirmiş,
ak sütünü vermiş çok zoruma gidiyor,
derdi... Kendini yaşamıyordu Sıleman.
Muhtemelen kendi ismi ile de yaşamıyordu. Ermenice olan ismi başına
bela olmasın diye belkide müslüman
ismi olan Sıleman koymuşlardı. Buna
rağmen dışlanmaktan, horlanmaktan kurtulamamıştı. Ömür boyunca
aynı köyde yaşamamıza rağmen onu
ne bir düğünde ne bir cenaze yerinde görmedim. Köyde olması gereken
hiç bir katılımda görmedim. Koskoca
dünyada yalnız yaşadı beş kişilik bir
ailede, gündüz nahırın peşinde gece
taş duvarlı penceresiz bir damda kendi dilini konuşmadan, kendi dinini
yaşamadan,mensup olduğu toplumun
en ufak izlerini taşımadan başka hayatları, inanışları, hakaretleri yaşamak
zorunda kalan SILEMANE BAFFILE..
Çocukluk çağını biz bitirdiğimizde on-
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
un çileli yaşamı sona ermişti. Ardında
bir iz bırakmadan, hayat denilen çizgiden gizemli bir sona ulaştı. Başköy’de
mezar taşlarına kélık derler. Baş ve
ayak taraflarına kélık dikilir. ölenin
adı soyadı,ölüm ve doğum tarihleri
yazılır.Sılemane Bafılle’nin mezarında
böyle bir kélık bile yoktur. Mezarlık
içinde bile mezarı dışlandı. Ölümünde
bile izler kalmadı. Belki de mezar taşları müslüman mezarlığında belli olsa
fılle diye yine de taşlanır ve kırılırdı.
Gençliğimiz döneminde başlayan aydınlama hareketlerinin etkilerinden
dolayı cehalet perdesini yavaş yavaş
gözlerimizin önünden çekerken dinlerin ve dillerin, kültürlerin çeşitliliğinin dünyannın en güzel zenginlikleri
olduğu bilinci ile tanıştık.Vicdan muhasebesi, geçmişi irdeleme,geleceği
kurcalama,haklı ve haksızlığın ayırdına varma bilinci geliştikçe cehaletimiz
ve çocukluğumuzun pişmanlıklarını
yaşadık. Geçmişe dönük pişmanlıklarımın en büyüğü ve vicdanımı en
sızlatan olay Sılemane Baffılle olayı
oldu. Yıllarca beynimin içinde dolandı
durdu. Yüzelli haneli müslüman köyde
tek nefer fılle nin ne işi vardı ,neden
toplumunun dışında yaşıyordu, niçin
bir ömür boyunca bir akrabasıyla hiç
görüşmedi, onu bu yalnızlık dünyasına
iten etken nedir diye sorgulamaya başladım, merak etmeye başladım.Onun
Başköy’e nasıl gelip kaldığını araştırdım.İlginç mi ilginç bir çirok (hikaye)
karşıma çıktı.
Aslında Sılemane Baffıle Zığçı doğumlu imiş.Şu anda Digor’a bağlı Yağlıca
Köyü diye bilinir. Zığçıda o zamanlar
yoğunluklu olarak ermeniler, sonra yezidiler ve müslüman kürtler yaşarmış.
Çarlık Rusya’sının 1910 lu yıllarıdır.
Sılemane Baffıe dilini, dinini, kültürünü yaşayan toplumsal gelenek ve göreneklerini yaşayan kendi köyünde, aile
ortamında kendini yaşayan bir gençtir
o dönemde.Anlatılana göre boylu boslu civan bir delikanlı. Yarış atları gibi
enerjik,hareketli, yakışıklı bir gençmiş... Neden kaynaklandığı anlaşılmayan bir sebepten dolayı Zığçı’da bir
kavga olur. Bu kavgaya Sılemane Baffıle de katılır. Muhtemelen bu dönemde ismi Sıleman değildir.Bu ermeni
genci bu köy kavgasında adı bir cinayete karışır. Öldürüleceğini veya devlet güçleri tarafından yakalanacağını
hissettiğinden bir yolunu bulup köy-
den bir gece vakti kaçar. Kağızman’ın
engebeli yollarına ve ıssızlığına atar
kendisini. Aras Nehir’i kenarında kurulu olan Aşağı Başköy’e sığınır. Aşağı
Başköy’ün bölgede saygınlığıyla bilinen Ali Keleş’in evine sığınır. (Bölgede Ali Ağa bilinir). Ali Ağa bu ermeni
gencine himaye eder, yıllarca evinde
saklar. Çok deşifre olmasın diye ve
ermeni olduğu anlaşılmasın diye ismini Sıleman diye anarlar. Ermeni genci
izini kaybettirmek için adeta minnet
borcunu Ali Ağa’ya ödemek için evinde hizmetkarlık işleri yapar, çobanlık
yapar. Askerlik çağında bile olmayan
bu ermeni gencin yaşamı evde hizmetkarlık, kırlarda ve dağlarda çobanlıkla
geçer bütün ta yaşlanana kadar.
Bu firari ermeni gencin izi epey yıllar saklı kalır. Öldürülmesin ve yakalanmasın diye bir kürt ağası olan
Başköy’lü Ali Keleş tarafından yıllarca kollanır. Bu gizli yaşam altı yedi yıl
devam eder. Taa ki Çarlık Rusya’sının
buhranlı yıllarına kadar. Son yıllarını
yaşayan Çarlık Rusya’sı bünyesindeki ulusları ve etnik grupları tehcire
zorlar, saldırganlaşır. Buna karşılık
Anadolu’da da müslüman olmayan etnik gruplar da tehcirden nasibini alır.
İşte Zığçı Köyü’ndeki ermeni nüfusu
da kıyım ve tehcire uğrar. Zığçı ermeni kıyımları özellikle de cahil kürt
katillere yaptırılmıştır. Şu ana kadar
sirayet eden hazin ermeni kıyım hikayeleri cahiller tarafından hala anlatılır
ama erdemli ve yüreği insan sevgisi
ile dolu insanlar ise hala o dramatik
ötesi saylan hazin hikayeleri yürekleri
parçalanarak anlatırlar. O cahil kahramanlarından GEL ÇELE hikayesi unutulmayacak acılar acısı bir durumdur.
Hikaye şöyle gelişiyor:
Zığçı Köyü’de ermenilere karşı yoğun bir kıyım ve kırım başlatılmıştır.
Kaderin başka bir cilvesi de vardır ki
ermenileri katletmek yetmiyormuş
gibi müslüman kürtler yezidi kürtleri
de gavur diye katletmişler. Yaşam tarzları, dili, kültürü aynı olan ve yıllarca
aynı köyde yaşamış kaynaşmış insanlar savaş katilleri ve tüccarları yüzünden birbirine düşman olmuş ve birbirlerinin kanını içmeye başlamışlar.
Halbuki daha önce bu insanlar birbirinin kapı komşusu,sevinçte ortak sevinmişler, acılarını ortak paylaşmışlar.
Birbirlerinin sofrasında yemek yemişler, Zığçı Dağı’nın soğuk pınarlarında
akan soğuk sulardan beraber içmişler.
Ot biçme ve tahıl biçme dönemlerinde
birbirlerine imece usulü çalışmışlar.
Zığçı Dağı’nın yüksek yamaçlarındaki
köylerinde yllarca zor doğa koşullarında hayatın bütün sıkıntılarını ortak
omuzlamışlar. Komşu olmuşlar, kardeş
olmuşlar,kirve olmuşlar yıllarca. Ama
ne yazık ki soykırım bütün bu değerleri alt üst etmiş, dini kullanarak kardeşçe yaşayan insanları birer katile dönüştürmüşler. İşte bu gerginlik ve kan
ortamında Sılemane Bafılle’nin ailesi
de ölümden, kandan, kaçıştan nasibini
almıştır. Ailesinin bazı fertleri öldürülür, bazı fertleri de canını kurtarmak
için Ermenistan’a kaçarak kendilerini
zor kurtarırlar. Böylelikle Sılemane
Bafılle’nın ailesiyle olan bağları tamamıyla kesilmiş oluyor. Kimi akrabaları
doğdukları köyünde katliama kurban
gidyor, kimisi de Çarlık Rusya’sı yerine kurulan Sovyetler’de bir demir
perde ardında ölene kadar dünyadaki herhangi bir akrabalarıyla bir daha
görüşmeden ölümü tadarak nesillerinin yokluğa itilişini ömürleri boyunca
gözyaşları ve yürek kramplarıyla sadece andılar.Bu tarihsel olay Sılemane
Bafılle için bir yalnızlığın başlangıcı,
bir kahredilişin, ötekileşmenin dayanılmaz acısı olur.Bu aşamadan sonra onun için ne köy,ne anne baba,ne
kardeş ve akrabalar,ne vatan ne din
dil, ne kültür ne de bir yere ait olma
duygusu kalır. Horlandığı ve hakarete
uğradığı için kendine ait bütün değerleri unutarak,içine gömerek yaşadı.
Sessizliğe büründü, dili çok konuşma
gereği duymadığı için lal olmayı yeğledi... Yaşamı boyunca ölene kadar
Başköy’de nahırcılıkla geçti.Belki de
ona hakaret etmeyen,onu hor görmeyen, ötekiler kategorisine koymayan
sadece hayvanlardı. 0 yüzden hayvanlarını çok iyi otlatırdı. Sadece bu yönünü gören köylüler bu yüzden onun
için şöyle derlerdi: ‘Sılemane Bafılle
naxırçi ki zew başe’. Yaşamı boyunca
ona verilen paye nahırcılık ve bir kod
arpa miktarı....
Büyüklerimizin bahsettiği ve bu tarihlere denk düşen Sılemane Bafılle’nin
akrabalarının katledilişi ile ilgili bir
GEL ÇELE katliamı anlatılır ki hala
insanın kemiklerini kanser eder kişi
duyduğu an... Katliama karışan lakap
adı GEL ÇELE, esas adı Ahmet (kuyuya gel)olan Zığçılı müslüman kürt
olan zat kana ve katliama öyle susa-
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
mış ki kaçamayan yaşlı, çocuk, hasta,
hamile olan ermenilerin kulağından
tutup GEL ÇELE diyerek onları boş
olan tahıl kuyularına canlı canlı atarmış .Aradan nerdeyse bir asır geçecek
bu katliam bölgede hala anlatılır acı
izleriyle. Bu şekilde tam yetmiş kişi
kuyuya canlı olarak atılır. Bu katliamdan bir hafta sonra Başköylü bir
köylü herhangi bir iş için Zığçı Köyüne vardığında köyün ortasında toplu
bir inilti sesleri duyar, sorar bu neyin
nesi, bu ses yerin deriliklerinde geliyor sanki der. Zığçılı köylü ‘doğru’der.
GEL ÇELE denilen kişi tam yetmiş
kişi kuyuya attı, bir hafta geçmesine
rağmen hala onların iniltileridir, der.
Tahıl kuyusunun dehliz derinliklerinde üst üste atılan bu insanlar çaresiz
iniltiler içinde can verirler. Hayvanın
hayvana yapamadığı bu katliamı GEL
ÇELE denilen vahşi insan yaratığı yapar. Bu vahşi insan yaratığı yaptığı bu
katliamla 1917’den beri katliamıyla
hala anılıyor. Şu anda bile bu zatın sülaslesine bile hala MALA GEL ÇELE
diye anılır. Şu anda bile cehaletin izlerini taşıyan örümcek kafalılar bunu
bir kahramanlık olayı olarak anlatırlar, yüreği insan sevgisi ile dolu olan
insanlar ise kara bir vahşet ve kara
bir katliam olarak yad eder dururlar.
Resmi bir kıyımın Serhat Bölgesi’ndeki uzantısı Hamidiye Alayları ve kara
cahil katiller nice yaşamları böylece
yok ettiler, hayatta kalanlarında hayatlarını kararttılar. Sılemane Bafılle’nin
akraba ve yakınları da bu katliamdan
nasibini alır. Katliamdan canını kurtaranlar da Tiflis’e ve Yerevan’a hasarlı
bedenlerini, hasarlı ruhlarını atarlar.
Hani derler ya Anadolu’da bir deyim
var: ’Arabanın arka tekerlekleri ön tekerleği takip eder’.. Basit gibi algılansa
da hayatın gerçeğini anlatıyor. Sılemane Bafılle’nin çocuklarının yaşamı da
babalarından farklı olmadı; onlar da
aynı kara kader yolunun kara yolcuları
oldular. Oğlu Ali de hala yaşamını bu
çağda bile çobanlıkla devam ettiriyor,
ne bir eğitim imkanından faydalandı
ne toplumun bir bireyi olabildi aynı
yazgı ile ömürünün sonuna yaklaşıyor.
Kızı Héwe bir genç kız iken yaşlı denecek kadar yaşı ileri olan Reşite Epe
ile evlendirildi Başköy’de.. Kızı Zero
ise komşu köy olan Karakale ‘de kendisinden epey yaşlı biri ile evlendirildi.
Kendilerine hitap edilirken Eliye Sılemane Bafılle, Héwa Sılemane Bafılle,
Zera Sılemane Bafılle hitap edilir ve
hala cahillerce horlanırlar. Oysa anneleri Hélé müslüman kürt olmasına
rağmen, melek gibi bir kadın olmasına rağmen fılle çocukları olarak hala
anılırlar.
Oysa bu vahşet günlerinde canını zor
bela kurtararak Tiflis’e ve Erivana’a sığınan ve katliamdan bir mucize eseri
kurtulan ermeni ve yezidi kürt çocuklarının hayatına göz atmakta fayda var
diye düşünüyorum. Anne ve babaları
katledilmiş, tüm akrabalarını bu kıyım döneminde kaybetmiş bu kimsesiz
çocuklar kimlerdir biliyor musunuz?
Hepsi ya YEMENÇAYIR, ya KIZILKULA, ya SUSUZ, ya HASOCAN,ya
ZİBİNİ, ya ZIĞÇI, ya BACELU, ya
YENİKOY, ya da MEWREK köyündendir. Digor’un bağrından kopan ermeni ve yezidi kürtlerdir. Sığındıkları
ülkelerde BM’in desteği ile bu ülkelerde yetimhanelerde yaşayarak hayata tutunmuşlar. Acılarını yüreklerine
gömerek çareyi okumakta bulmuşlar.
Kimi bu ülkelerde filolog, kimi profesör, kimi antrapolog, kimi öğretmen,
kimi edeiyatçı, kimi müzikolog, kimi
acıyı seslendiren dengbej, kimi gazeteci, kimi yazar, kimi çizer olmuştur.
Sılemane Bafılle’nin köyünden firarı,
kıyım ve sürgünler, Rus Çarlığın yıkılışı, Ekim Devrimi hep aynı tarihlerde
çakışıyor. Muhtemelen Zığçı’dan kaçıp
canını zor kurtaran bu gelişen insanlar
Sılemane Bafılle’nin akrabalarıdır.
Çok ilginçtir ki Digor’dan katliamdan
kılpayı kurtulan bu yetimler hayatlarını kürt dili ve edebiyatına, kültürüne adamışlar. Bedenleri her ne kadar
Gürcistan’da ve Ermenistan’da, ya da
SSBC’de yaşasa da ruhları hep doğdukları topraklara tutunmuş. Yetmiş
yılın üzerinde demir perde ve demir
kutulu ülkelerde yaşamalarına rağmen
öylesine filiz vermişler ki sonradan bu
filizler bir şekilde sızarak dünyada yok
olmak üzere olan toplumların kültürlerinin, müziklerinin, edebiyatlarının
tohumları olmuştur.
Toparlarsak bizde kalan bir fılleyi biz
dışlayarak hayatını kararttık, bizden
katliamdan kaçıp kılpayı kutulanlar ise
en üst seviyede eğitim görerek, insan
olma onurunu en zirvede yakalayarak
hem yaşadıkları topraklara hayat verdiler hem de kürdün dilini, kültürünü,
edebiyatını bilimsel anlamda dünya
arenasına taşıdılar, yok olan bir dili
yaşattılar. Bunlardan Prof. Heciye Cindi, Ferike Usıv, Nura Cewari, Zeyneva
İbo, Karapete Xaço, Erebe Şemo, Emina Evdal, Qnate Kurdo, Tosine Reşit,
Susuka Simo, Seyade Semedin, Usıve
Beko, Egide Cımo, Tifale Efo, Miroye Esed, Sehide İbo, Emerike Serdar,
Şıkoye Hesen, Eliye Ebdılrehman,
Mikayile Reşit, Qaçaxe Mırad, Casime Celil, Mehmede Musa ,Zozana
Ozmanian, Zina Cewari, Aram Tigran
gibi yıldızlar yaşarken insani iradenin
üstünde bir çaba sarf ederek bir ulusun
diline, edebiyatına, müziğine hizmet
ettiler, yaşattılar. Bence onlar gökyüzünde tepemizde hep birer yıldız
olarak yaşıyorlar eserleriyle. Yerevan
Radyosu ve Riya Teze Gazetesi’ndeki
çabaları hep devam edecek bir çığır,
hep akan bir şelale olacaktır.
Bu yıldızların huzurunda Ape Sıleman, kara cahillik deyimiyle Sılemane
Bafılle sana yapılanlar için (öldükten
sonra da olsa) ne kadar üzülüyorum bir
bile bilsen.. Sana yapılanlar yıllarca
beynime işleyen bir şarapnel parçası
gibi duruyor. Seninle ilgili, çocuklarınla ilgili kara yaşamı, kara yazgıyı
hep üzüntü ile yaşadım. Sende takdir
edersin ki din, dil, ırk ayrımının kimler tarafından çarpıtıldığını, cehaletin
nerden beslendiğini... Sana, ruhuna
bir fatiha olur hikayem inşallah... ÇİROKA SILEMANE BAFILLE emmi..
Yaralı ruhun,kendi benliğini yaşamayan yaşarken tavşan ürkekliği yaşayan
ruhun şad olsun...
30 EYLÜL 2009
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ALEVİLERE TEKKE VE ZAVİYELER
KANUNUYLA YENİ TUZAK KURULUYOR
Pek çoğumuz farkında değil ama Alevilere yine belli çevreler tarafından
yeni bir tuzak hazırlanıyor. Bu tuzağın adı, 30 Kasım 1925 tarihinde
Atatürk’ün Devrim Yasaları kapsamında çıkarılan 677 sayılı Tekke ve
Zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun kaldırılmasına yönelik şimdilik
utangaçta olsa başlatılan girişimlerdir.
Gariptir ki, bu yasanın kaldırılması,
cem evlerinin ibadethane sayılması
bağlamında ve bizzat Aleviler tarafından gündeme getiriliyor. Konu en son
21 Kasım’da Dünya Ehl-i Beyt Vakfı
Başkanı Fermani Altun’un verdiği Muharrem “iftarı”nda yaptığı konuşmada
dillendirildi ve yemeğe katılan Devlet
Bakanı Bekir Bozdağ da bunun üzerine yasanın kaldırılabileceği sinyalini verdi. Gerçi AKP Hükümeti bütün
Devrim Yasalarına olduğu gibi bu yasaya da savaş açmış durumda. Ancak
her nedense Tekke ve Zaviyelere getirilen yasağı kendileri bizzat pek gündeme getirmezken, daha çok AKP’ye
yakın Fermani Altun benzeri Alevi şahıslardan yararlanıyorlar.
Hakkını yemeyelim, Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı ve aynı zamanda Alevilik-Bektaşilik konulu birçok araştırma ve makalesi bulunan Müfit Yüksel
de, yemekte yapılan konuşmalara ve
Bakan Bozdağ’ın Altun’un teklifine
gösterdiği ilgiye dikkat çeken 24 Kasım tarihli bir makale kaleme aldı.
Yazısında yıllardır Sünniler yanında
Alevileri de mağdur eden bu yasağın
kaldırılması için mücadele ettiğini ifade eden Yüksel, Tekke ve Zaviyeler
üzerindeki yasağın yürürlükten kaldırılmasıyla, zaten fiilen faaliyet gösteren Nakşibendîlik, Kadirilik, Halvetilik, Cerrahilik gibi Sünni tarikatlarla
birlikte, Bektaşiliğin de rahatlayacağını öne sürüyor. Bu yasayla yukarıda
adı geçen Sünni tarikatlara ait olanlarla beraber Bektaşi tekkelerinin de kaldırıldığının altını çizen Yüksel, Alevi
ve Bektaşilerin kullandığı dedelik,
seyitlik, halifelik, mürşitlik, babalık,
çelebilik benzeri unvan ve sıfatların
kullanılmasının da yasaklandığına işaret ediyor.
karşı yapılan açıklamalarda da Bakan
Bozdağ’a, “Biz bu oyuna gelmeyiz” ve
“Cem evlerini bahane edip bizi kullanmak istiyorsunuz” denildi.
***
Peki, tuzak diyoruz da, tuzak ve hile
bunun neresinde?
D r . H ü s e y i n D E M İ RTA Ş
Müfit Yüksel yazısının devamında,
“Son yıllarda büyük kentlerde birbiri ardına açılan cem evleri, 677 sayılı
yasa engeli yüzünden dergâh ve zaviye
statüsünde açılamamakta, dolayısıyla
'İslâm'dan ayrı bir dinin tapınağıymış'
algılamasına sebep olmakta, bu anlamda İslam dışı bir zemine itilme tehlikesi doğurmaktadır” cümlesiyle baklayı
ağzından çıkarmaktadır.
İşte Alevilere hazırlanan tuzak bu
cümle içinde kendisini açığa vurmaktadır. Malum gerek Aleviler gerekse
de, başta CHP olmak üzere Kemalist ve
laik kesimler Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili kanunun yürürlükten kaldırılmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Buna gerekçe olarak, AKP’nin
cem evlerini bahane ederek bu yasağı
kaldırıp, asıl Sünni tarikatları yasal
hale getirmeyi ve Türkiye’yi bir adım
daha şeriat devletine götürmeyi hedeflediğini ileri sürüyorlar.
Ayrıca Ehl-i Beyt Vakfı’nın verdiği
yemeğin ardından, Alevilerin cem evleriyle ilgili taleplerinin karşılanabilmesi için bu yasanın kaldırılması gerektiği yönünde açıklama yapan Bekir
Bozdağ, “CHP gelsin bunu konuşalım”
demişti. Arkasından AKP’li bazı milletvekillerinin CHP’nin Alevi milletvekili Sabahat Akkiraz’ı ziyaret ederek, “Yasanın kaldırılması için teklifi
siz verin, biz destekleyelim. Cem evi
sorununu da çözelim” dedikleri ortaya
çıktı. Alevi örgütlerinden bu hazırlığa
Şurada; aslında cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesinin önündeki en büyük engel Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair kanun değildir.
Çünkü tekke ve zaviye kavramı Alevilikte mevcut değildir. Aleviler cem
yaptıkları mekâna hem tarih boyu
hem de günümüzde, kutsal bir anlam
atfetmedikleri gibi, buraları “pirevi”,
“meydanevi” ya da “dergâh” diye isimlendirmişlerdir. Kaldı ki zaten cem evlerinin resmen ibadethane kabul edilmesinin önündeki engellerin başında
da, söz konusu yasadan çok Türkiye’yi
yönetenlerin zihniyet sorunu gelmektedir. Bu tekçi zihniyetin başını da hükümet, Diyanet ve yargı çekmektedir
ve ortak yorumları, cem evleri camiye
eşit ve denk konumda bir ibadethane
olamaz ve kabul edilemez şeklindedir.
Buradan hareketle de, cem evlerini bir
ibadet yerinden çok tarikatlara has tekke ve zaviye kurumlarıyla bir tutarlar.
Aslında bunu da tam yapmazlar. Aksine bu zihniyetin mensupları Aleviliği
tarikat olmaya bile layık görmediklerinden kendileriyle de çelişirler. Çünkü
Alevilik onlara göre, tarikatın da altında, İslam’ın bir alt-kolu ve meşreptir.
Haliyle alt-kol, meşrep olunca da ana
gövdenin yani İslam’ın Şii’siyle Sünni’siyle ortak ibadet mekânı sayılan
cami ve mescitler otomatikman Alevilerin de ibadet yeri ilan edilir. Hâkim
İslam yorumuna göre cami-mescit, bir
kere ortak ve birincil ibadethane sayılınca da, ikincil nitelikteki tekke ve
zaviye gibi mekânlara doğrudan ve öncelikli bir ihtiyaç kalmaz.
Dolayısıyla Alevi ibadet ve erkânının
yürütüldüğü cem evleri kendiliğinden
gereksiz ve lüzumsuz hale gelir. Bu yorumdaki gizli amaç ise Sünni tarikatların camiden sonra vazgeçilmez ayin ve
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zikir mekânı olan tekke ve zaviyelerin
üzerindeki yasağı kaldırmaktır. Yani
bir taşla iki kuş vurulmak istenmektedir. Böylelikle aslında yerine getirmeyecekleri cem evlerinin statüsünü
tanıma vaadini öne sürerek, Tekke ve
Zaviyeleri yasaklayan kanun iptal edilecektir. Tarikat sınıfına bile sokulmayan Alevilik ise görmezden gelinecek;
zaten fiilen bu kanunu çiğnemiş olarak
faaliyetlerini sürdüren pek çok Sünni
tarikatın önü açılacaktır. Hatta yasağın kaldırılmasıyla 1925’te el konulan
mülk ve vakıflarına tekrar kavuşabilecekler ve kendilerine çok geniş bir rant
alanı doğacaktır.
rından birinin kaldırılmak istenmesi,
cem evlerine ve dolayısıyla Aleviliğe
büyük bir darbe vuracaktır. Eğer bu
kanun yürürlükten kaldırılırsa, artık
cem evlerinin, cami, kilise ve sinagoglarla eşit bir ibadethane statüsüne
kavuşması hayal haline geleceği gibi,
buralar ibadethanedir demenin zemini bile tamamen ortadan kalkacaktır.
Hatta böyle bir iddiayı sürdürenlere
ceza bile verilebilecektir. O takdirde
cem evleri, tekke ve zaviyelerle yalnız
görünüşte eşit bir yapıya kavuşacağından, yine birincil (primary) değil ikincil-tali (secondary) bir dini mekân seviyesinde kalmaya mahkûm olacaktır.
Cem evlerinin payına ise buradan ibadethane olmak yerine sadece tarikat
zikir ve ayinlerinin yapıldığı mekân
sayılan tekke ve zaviyelere eş iğreti
bir denklik statüsü düşecektir. Ancak
bu yeni statü pratikte hiçbir işe yaramayacaktır. Zira Tekke ve Zaviyelerin
kaldırılmasına dair kanunun çıktığı 1925 tarihinde, şehirlerde cem evi
benzeri mekânlar henüz oluşmadığından, Alevilere iade edilecek neredeyse hiçbir mal-mülk ve vakıf bulunmamaktadır. Az da olsa mevcut olanlar
ise Bektaşilere aittir. Üstelik onlara
mülkleri iade edilse bile Sünni tarikatlarla karşılaştırılınca devede kulak
miktarında kalmaları bir yana, aslında bu durum Alevileri ve Aleviliği de
doğrudan pek ilgilendirmemektedir.
Zira Alevilik hem Osmanlı hem de
Cumhuriyet döneminde resmen tanınmamıştır. Üstelik sürekli büyük baskı,
takibat ve katliamlara maruz kalan bir
inancın mensuplarının da, kendilerini
cellâtlarının önüne gönüllü atan bir
yaklaşımla “Burası bizim ibadethanemizdir” diyerek cem evi benzeri kayıtlı mekânlarının olması da beklenemez!
Nitekim cem evlerinin bu yolla elde
edeceği belirsizlik vasfını hala koruyan bu statü sayesinde, “Gidin İslam’da
birinci derecede önemli, temel ve farz
bir ibadet kabul edilen namazlarınızı camilerde kılın, arkasından da isterseniz bizim ayin-zikir saydığımız
erkânlarınızı cem evlerinizde yerine
getirin” denilerek, Alevilere yine cami
ve mescitlerin yolu gösterilmeye devam
edilecektir. Sonuçta yine mevcut statüko değişmeyecek, aynı hamam aynı tas
yerinde kalacaktır. Bir de üstüne üstlük, devlet ve belediyeler imar planlarında sadece cami, kilise ve sinagoglar
için bir yer gösterebildiklerinden ve de
dolayısıyla cem evi bu yeni statüde de
şimdiki gibi adı geçen ibadethanelerle eş ve eşit sayılmayacağından, yine
devlet nezdinde üvey evlat muamelesine tabi tutulacaktır. Belediyeler hala
cem evi için arsa tahsis etmeyecek,
mevcut olanların statüsünü tanımayacak; elektrik, su ve diğer altyapı giderlerini karşılamayacaktır. Öyle ya, cem
evleri yeni yasal düzenlemede de resmen ibadethane kapsamında değildir.
Ya nedir onların cem evine biçtiği yeni
rol? Cem evi özele aittir. Tekke ve zaviye gibi dinen zorunlu olmayan, isteğe bağlı faaliyetlerin yürütüldüğü kültürel bir mekândır. O nedenle bir hak
iddiası durumunda kolaylıkla çıkıp,
“Nasıl ki, diğer tarikatlar tekkelerini
kendi öz kaynaklarıyla yürütüyorsa,
Aleviler de öyle yapsın” denilecektir.
Kısaca devlet olası bu yeni konumda
da, sadece birincil ibadet mekânı saydığı camilere ve mescitlere desteğini
sürdürecek; cem evleri özel ve keyfe
keder yerler sayılarak yine şimdiki gibi
mevcut sorunlarıyla baş başa kalacaktır. İşte Fermani Altun gibi bazı Aleviler, bu oyuna alet olarak, cem evlerini
***
Diğer taraftan bazı köy ve kasabalarda
Alevilerce cem yapmak için kullanılmış mevcut gayri resmi tarihi mekânlar
ise zaten o dönemde resmi bir kurumda kayıtlı olmadıklarından Tekke ve
Zaviyelerin kaldırılmasına dair kanundan doğrudan etkilenmemişlerdir ve
varlıklarını gizli de olsa fiilen günümüze kadar sürdürmüşlerdir.
Özetle cem evlerine statü kazandırılması bahane edilmek suretiyle, tekke
ve zaviyeleri yasaklayan ve kaldıran
Devrim Yasalarının en hassas olanla-
ibadethane sayılmayacak bir konuma
getirmek isteyenlere kendi elleriyle
büyük katkı sunmaktadırlar.
***
Öte taraftan kendilerini ister Müslüman saysın ister saymasın Alevilerin
ezici çoğunluğu, cem evlerinde yürüttükleri erkânları geçmişte ve günümüzde her zaman birincil ve temel
ibadet saymış; camileri kendilerine hitap etmeyen hatta sürekli aleyhlerinde
faaliyet gösterilen yabancı birer mabet
olarak görmüşlerdir. Aleviler arasındaki bu olgu ve algılayış, tüm eritme
ve yabancılaştırma çabalarına rağmen
çok canlı ve görünür bir şekilde varlığını sürdürmekteyken, hem camiye
hem cem evine giden Alevilerin oranı
hala çok küçüktür. Üstelik böyle davranan Aleviler, çoğunluk tarafından
dışlanmakta ve Sünniliğe geçiş yapmanın ön aşamasında bulunan yolunu
şaşırmış zavallılar (Proto-Sünniler)
olarak görülmektedir.
Şüphesiz ki, Aleviler için camiye gidip
namaz kılmak, bırakın birincil, temel
ve öncelikli bir ibadet olmayı, böyle
inanıp yaşamak ibadetten bile sayılmaz. Bu toplumsal gerçeklikte sonradan olma, yani arızi bir şey değil,
Aleviliğin kendine has bir özelliğidir.
Aleviler ve Alevilik cem evini kutsal
bir mekân olarak görmez. Normalde
cem müsait ve temiz olan her mekânda
yapılır. Ancak günümüzde böyle
mekânlar, eskiden kırsalda olduğu gibi
değişken ve geçici olmaktan çıkmış,
kentleşmeyle birlikte yerleşik ve kalıcı
bir niteliğe bürünmüştür. Bu da resmi tanınma ve kabul edilme ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Devlete ve
onu yönetenlere düşen görevse, Alevi
inançlı vatandaşlarının, bu ihtiyacına
en iyi şekilde bir karşılık vermek ve
bu gerçekliği eğip bükmeden olduğu
gibi kabul eden yeni bir yasal ortam
hazırlamaktır. Bu konum ise ancak ve
sadece cem evlerinin, cami ve mescitlerle aynı ve eş değerde bir ibadethane
olarak resmen tanınmasıyla mümkün
olabilecektir.
Kaldı ki, gerçeklerden bir süre kaçabilirsiniz ama bunu ebediyen devam ettiremezsiniz. Tekke ve zaviyeleri tekrar
yasal ilan etseniz de, Aleviliğe ruhuna
aykırı tanımlar getirseniz de, bütün
bunlar cem evlerinin yaşadığı mevcut
yasal boşluğu ve statü belirsizliğini
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.
Sonuçta Alevilerin cem evlerini kendi algılayış ve kabul ediş biçimlerinin
tersine her arayış hüsrana uğramaya
mahkûmdur.
***
O halde sorunun çözümü, Aleviliği
İslam’dan az veya çok etkilenen yönleri bulunmakla birlikte kendine has
–sui generis- inanç, itikat, ibadet ve
pratikleri olan bir öğreti olarak kabul
etmekten geçiyor. Keza cem evleri de
bu Anadolu’ya özgü inanç biçiminin
özgün ibadethanesidir diye resmen tescil edilmelidir. Zira camisiz Alevilik
olur/oldu/oluyor ama cem evi olmadan
Alevilik olmaz ve varlığını sürdüremez. Cemlerin icra edildiği cem evi
Aleviliğin olmazsa olmaz bir şartı ve
kurumudur. Bunun en büyük kanıtı
da, gidin Alevi köylerine, yasak olduğu halde cem yapılmak için kullanılan
şahsa ait veya ortak kullanılan çok sayıda yapı bulabilirsiniz ama adı cami
olarak geçen hiçbir mekâna rastlayamazsınız. Bulduklarınız ise Hacıbektaş’taki gibi genellikle sonradan yapılmıştır ve cemaatsiz camilerdir.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken Alevilerin somut gerçeklikleri kabul edilmeyecekse, sorunlarının çözümü için
en kolay adımlar bile atılmayacaksa
söylenen ve yapılan her şey laftan ibaret kalır. Çözümsüzlük ve gerginlikler
devam eder gider…
Tekke ve zaviyelerin yasağının kaldırılmasıysa, ancak Türkiye’yi laiklikten
daha da uzaklaştıran ve şeriat devletine yaklaştıran bir adım olmaktan öte
bir işe yaramaz. Tekke ve zaviyeler
üzerindeki yasak illaki tartışılacaksa
da, ki ben tartışılmasından yanayım,
bu cem evleri üzerinden değil bir başka zeminde yapılmalıdır. Zira Alevilik
bir tarikat olmadığı gibi cem evleri de
tekke-zaviye cinsinden ikincil-tali bir
ibadethane değildir. Cem evleri aynen
cami-kilise-sinagog gibi Alevilerin birinci dereceden eşit ve eş ibadethaneleridir.
Kesin olan şu ki, tam da buradan hareketle Aleviler, bunun aksini iddia
edenlere, “Sen bunları külahıma anlat.
Git işine be kardeşim!” demeye inatla
devam edecek gibi görünüyorlar.
---------- o O o -----------Butzbach/Almanya, 12 Aralık 2012
kültür ürünlerinizi tanıtımı için:
tel: +49 177 502 88 53 k [email protected]
2. baskı yeni çıktı
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kitlesel
direnişi
yükseltme
zamanı
ların ölüme yatmasını desteklemek
değil, ölümü göze aldıkları demokratik
talepleri için onların ulaştıramadıkları sesleri yükselterek taleplerin çözüm
yolunu açmaktır.
Bu yüzden Ölüm Oruçlarına son verilmesi sevindirici olmakla birlikte,
bunun direnişin çökmesi biçiminde
değil, dışarıya devredilmesi biçiminde
yapılmasının daha doğru olacağı inancındayım.
Recep Maraşlı
Öcalan, "hiçbir tereddüde kapılmadan
ölüm oruclarına son verilmesi" çağrısı yaptı; BDP'nin bu girişimi organize
ettiği ve desteklediği biliniyor. Tutsaklar kararlarını açıklamamakla birlikte,
eylemi bitirme yönünde olacağı bekleniliyor.
bir durumdur.
Bu gün itibariyle Öcalan'ın çağrısı dışında Açlık Grevlerinin talepleriyle ilgili somut bir çözüm yoktur.
Böyle bir şey varsa bu nedir, kamuoyunun bunu bilmek hakkı vardır. Eylem
açıksa, anlaşma gizli kapaklı olmaz!..
Öcalan’ın Kardeşiyle görüşmesi zaten
“tecrit dönemi” içinde de birkaç kez yapılmıştı. Hatta Öcalan, sürecin hassas
olduğunu, kardeşinin bazı şeyleri yetersiz aktarabileceği endişesiyle görüşmeye kendisi de çıkmıyordu. Tecrit’ten
kastedilen şey Öcalan’ın avukatlarıyla
düzenli yaptığı görüşmelerin kesilmesi, bu avukatların tamamen tutuklanmış olmaları, Öcalan’ın tem başına 12
yıldır bir hücrede tutulması vb gibi uygulamalardır. Esas olarak da “diyalog”
sürecinin ve Öcalan’ın devre dışı bırakılmış olmasıydı.
Yüzbinleri, milyonları ayağa kaldırdıktan, dostları harekete geçirdikten
sonra onlardan bir tahmin ve temenni
üzerine durmalarını talep edemezsiniz.
Anadilde eğitim ve savunma hakkı
konusunda tek somut ilerleme AG’ler
devam ederken yapılan “anadilde savunma hakkı” ile ilgili yetersiz düzenlemeden ibarettir. Hükümet anadilde
eğitim konusunda “seçmeli ders”ten
öte bir perspektifi olmadığını defalarca deklere etti. Bu talepler konusunda
da yeni ve ileri bir adım söz konusu olmamıştır.
Öcalan, bulunduğu yer itibariyle zaten ne zaman kendisine sorulsa "Açlık grevlerine devam edin, benim için
ölüm orucuna yapın" demezdi, diyemezdi. Zaten görüşme yolları açık tutulan kardeşiyle görüştürülüp, başka
türlü vermesi çok zor olan “ölüm oruçlarını bırakın” mesajı üzerinden “zafer” açıklamaları yapmak çok zorlama
O halde geriye “perde arkası bir şeyler
konuşulmuştur, bir şeyler üzerinde anlaşılmıştır” gibi bir tahmin ve temenni
kalmaktadır. Böyle bir şey var mıdır
yok mu?
Kitlesel destek ve eylemlilikler Açlık
Grevi ve ölüm oruçlarının taleplerini
sahiplenerek onları aşmıştır. Ölümlerin yaşanmasını kesinlikle istemeyiz...
Açlık grevi eyleminin esas hedefi büyük oranda yerine gelmiştir, hedef kitlede büyük bir destek ortaya çıkmış ve
demokratik kamuoyunda önemli bir
dayanışmacı dinamik harekete geçmiştir diyebiliriz. Bu anlamda başarılıdır
da. Yarım kalan şey bu kitlesel aktivitenin iktidar üzerinde caydırıcı, sonuç
alıcı bir güce dönüşmemiş olmasıdır
Açlık Grevlerini desteklemek, insan-
Ölüm oruçları bitmeli ama kitlesel direniş ise taleplerini yükselterek devam
etmeli diye düşünüyorum. Eğer bu haliyle direniş çökerse, devlet Kürtlerle
oynamaya, yap-boz yapmaya devam
edecektir. Oya şimdi bu serhildanın
daha da büyüyerek sonuç alıcı bir
“Kürt baharı^na dönüşme imkanı ve
potansiyeli vardır. Dünyanın pek çok
yerinde toplumlar bu kitlesel aktivitelerin çok daha düşük profiliyle ama
başarılı politik hamlelerle sonuç alabildiler.
Kürt ulusal demokratik hareketinin
dağlara, cezaevlerine ya da parlamentarizmin dar koridorlarına hapsolmadan etkili olabileceği çok büyük bir
siyaset alanı vardır. Kitle desteği anlamlı ve yüksektir o halde bu alanın
inisiyatifini, barışçıl ama etkili kitle
muhalefetini öne çıkarmanın zamanıdır.
Eğer sorun Öcalan’ın liderlik gücünün
test edilmesi düzeyine tutulursa, bu
kendisiyle beraber Bu potansiyelin de
tutsak edilmesi, şantaj altında tutulması anlamına gelir. Oysa Kürt kitlesel
hareketi Öcalan’ı aşmayı başarır, ona
rağmen ve onsuz da yürüyebileceğini
gösterirse çok şey kazanacaktır.
Tutsak edilmiş bir liderine sahip çıkmak önemlidir, ama onunla beraber ve
ona tutsak olmak kabul edilemez. Asıl
olan bütün bir toplumun özgürlük talebidir, diğer sorunlar ancak buna bağlı
olarak çözülebilir.
Denklemi ters kurmak bizi her zaman
baş aşağı düşürecektir.
Kaynak:
ht t p://w w w.gelawej.net /index.php/
recep-marasli/7703-kitlesel-direniiyuekseltme-zaman.html
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (8)
Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün
Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…!
Yunus EMRE
DOKUZUNCU TABLET
Gılgamış, arkadaşı Engidu için acı gözyaşları döküp kırlara koşarak dedi: "Ben
ölmeyecek miyim? Ben de Engidu gibi
ölmeyecek miyim? Gönlümü üzüntü
kapladı. Bana olum korkusu geldi. Şimdi kırlara koşuyorum. Ubar - Tutus'un
oğlu Utnapistim'e gitmek için yol aldım. İvedilikle oraya gidiyorum. Dağın
geçitlerine gece vardım. Aslanları görüp korkuttum. Başımı yukarı kaldırıp
Ay Tanrısı’na yalvardım. Bu yalvarışım
bütün tanrılara yöneldi: Korkulu yerde
beni sağ bırakın! "Gılgamış sonunda uykuya daldı ve gördüğü bir düşü onu irkiltip uyandırdı. Gılgamış şöyle bir düş
gördü: O ayın parlak ışığında yürüyerek
bir suru aslana rastladı. Bunları görünce
yaşamından zevk aldı; satırını kaldırıp
koluna astı ve kemerine takılı kılıcını
kınından sıyırıp aslanların arasına daldı. Bunlardan ikisini öldürüp gerisini
dağıttı (84). Öldürülen bu iki aslanın
yeşim tasından yontularını yaptı. Yontuları boyadı ve üzerlerine aslanların
adlarını kazıdı. Birisine ..., ötekine de ...
dedi ve her iki yontuyu, gece kendisini
aslanların tehlikesinden koruması için,
Ay Tanrısı’na armağan etti (85). (22 satırlık boşluk. Gılgamış bir dağa geldi.)
Dağın adI Mâsu'dur (86). Gılgamış bu
Mâsu dağına gelince, günü gününe güneşin çıkmasını ve girmesini bekleyen
(87), başları gökyüzüne kadar yükselen
ve göğüslerine kadar cehenneme batmış
bulunan iki akrep insanın, bu dağın kapısını beklediklerini gördü. Bunlar öylesine korku vericiydi ki, korkudan yüzlerine bakılmazdı. Bunların görünüşü
olumdur. Bunların korkunç görünümü
tüyleri ürpertiyor ve dağları deviriyor.
Bunlar, günesin dağdan çıkmasını da ve
dağa girmesini de bekliyorlar. Gılgamış,
bunları görünce korkudan ve dehşetten
gözü karardı ve o, aklını başına toplayıp
bunların yanına yaklaştı. Akrep adam
karısına seslendi: "Buraya, bize gelenin
vücudu tanrı etinden midir?" Akrep adamın karısı ona yanıt verdi:"Onda üçte iki
tanrılık, üçte bir insanlık vardır!" Akrep
ADNAN CANGÜDER
adam, insan yüzlü, tanrıların çocuğuna
seslenip su sözleri söyledi: "Neden ötürü
bu denli uzun yol yürüyüp buraya benim yanıma kadar geldin? Geçit vermez
Irmakları geçtin? Başına gelenleri bilmeyi pek isterdim." (28 satırlık boşluk.
Gılgamış yanıt verdi:) Utnapistim için,
atam olan Utnapistim'in yolunda! O,
tanrıların arasına girdi ve tanrıların toplantısında yasama kavuştu. Ondan oğlum ve yaşamı soracağım!" Akrep adam
ağzını açıp Gılgamış'a dedi: "Gılgamış,
bunu bilecek insan yoktur! Dağların kapuzuna (88) kimseler girmedi. Dağların
içinde iki kez on iki saat uzaklığında bir
boğaz vardır; içi koyu karanlıktır. ışık
yoktur. Güneş doğduğu zaman dağın kapısı açılır, battığı zaman kapı kapanır."
(73 satırlık boşluk. Görünüşe göre Gılgamış Akrep adama yalvarıp yakararak
dağdan geçmek için izin almak gereğini
duymuştur.)
Akrep adam konuşmak için ağzını açıp
Gılgamış'a su sözleri söyledi: "Yürü Gılgamış, korkma! Sana Mâsu dağlarının
yolunu acıyorum. Dağları ve tepeleri
güvenerek as! Ayakların seni sağlıkla
yurda götürsün! Dağın kapısı önünde
açılsın!" Gılgamış bunu duyar duymaz,
Akrep adamın sözüne uyup, Samas'ın
yolunda dağın kapısından içeri ayak bastı. O, bir kez iki saat ileri gidince koyu
karanlığa düştü. Işık görünmedi.Küçük
bir Işık sızıntısı, karanlığın arkasında ne
olduğunu ona göstermedi. O, iki kez iki
saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü.
ışık görünmedi. Küçük bir Işık sızıntısı, karanlığı arkasında ne olduğunu ona
göstermedi. O, iki kez üç saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi, küçük bir Işık sızıntısı, karanlığın
arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, iki kez dört saat ileri gidince: koyu
karanlığa düştü. Işık görünmedi, küçük
bir Işık sızıntısı, karanlığın arkasında ne
olduğunu ona göstermedi. O, iki kez beş
saat ileri gidince: boyu karanlığa düştü.
Işık görünmedi. Küçük bir Işık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona
göstermedi.O, iki kez altı saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir Işık sızıntısı, karanlığın
arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, iki kez yedi saat ileri gidince: koyu
karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük
bir Işık sızıntısı karanlığın arkasında
ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez
sekiz saat ileri gidince yorgunluktan
soluyordu; fakat karanlık koyuydu, Işık
yoktu. O, iki kez dokuz saat ileri gidince:
onun alnına kuzey yeli vurdu. O, iki kez
on saat ileri gidince: kapıya yaklaştı...
(Bir satır eksik) O, iki kez on bir saat ileri gidince: güneş girmeden, o dışarı çıktı
(89). O, iki kez on iki saat ileri gidince:
aydınlık parlıyordu. O, cins taslarla dolu
bir bahçeye girdi. Bunların görkemini
görünce rahatladı. Akikten meyveler
taşıyan üzüm salkımları (90) dallarda
asılıdır. Görünüş çok hoştu. Lacivert taşı
goncalar taşıyor, meyveler taşıyor; görünüşü bir zevktir. (6'ncı sütunun küçük
kalıntıları cins taşlar bahçesini sonuna
dek betimliyor.)
ONUNCU TABLET
Sâkiye Siduri (91), denizin Issız bir kösesine yerleşmiştir. O tahtında oturuyor.
Sâkiye için ağaçtan ayaklar yapılmıştır.
Bu ayaklar üzerine altından yapılmış
sıra fıçıları konmuştur. Tanrıca sık bir
duvak örtünmüştür. Yüzü görünmemektedir. Gılgamış koşup onun yanına geldi.
Kirle örtülüdür. Bir posta bürünmüştür.
Bedeninde tanrı eti vardır. Gönlü üz-
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gündü. Yüzü uzun yolculuk yapan bir
yolcunun yüzüne benziyordu. Sâkiye,
onu uzaktan görünce içinden düşünerek
kendi kendisine şöyle söylendi: "Her halde bu adam bir yabanıl hayvan oldurucusudur; ama yolu neden buraya düştü?"
Sâkiye onu görünce, kapıyı dışardan
ve içerden sürgüledi. Ancak Gılgamış
onun ne yaptığına iyice dikkat etti. O,
çenesini kaldırıp bağırmaya başladı Gılgamış ona, Sâkiye'ye seslendi: "Sâkiye,
ne gördün de kapını sürgüledin? Kapını
sürgüleyip, sürgü üstüne sürgü vurdun.
Senin iç kapını döverim ve sürgüsünü
kırarım!" (Bundan sonraki boşlukta,
olasıdır ki, Samas'ın günlük dönüsü sırasında Sâkiye Siduri'ye uğradığı zaman
Siduri'nin Gılgamış hakkında Samas'a
verdiği bilgi anlatılmıştır). "O, yabanıl
hayvanları avlayıp postlarını giyiyor
ve etlerini yiyor. Gılgamış şimdiye dek
hiç kimsenin varamadığı hedefe ne zaman varacaktır? Ne zaman uygun yeli
izleyecektir?" Samas düş kırıklığına
uğrayarak ona donup, Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış, nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın!"Gılgamış
ona, yiğit Samas'a dedi:" Kırlarda şuraya
buraya koştuktan ve dolaştıktan sonra,
yerin altında başımı dayayıp bütün yıl
uyuyacak mıyım? Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor. Kendimi güneşin
Aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Fakat ölüm, ne zaman güneşin ışığını
görebilmiştir? (Bundan sonraki boşlukta, Samas'ın Gılgamış'a avutucu bir yanıt
verip vermediği pek belli değildir. Bu
arada Samas gittikten sonra Gılgamış,
Sâkiye Siduri'yle yine baş başa kalmıştır). Gılgamış ona, Sâkiye'ye dedi: "Ben
gökyüzünden aşağıya inen boğayı yakalayıp yok ettim. Ben katran ormanının
bekçisini vurdum. Katran ormanında
oturan Humbaba'yı öldürdüm. Dağların
geçidindeki aslanları öldürdüm. "Sâkiye
ona, Gılgamış:" Eğer sen bekçiyi vuran,
katran ormanında oturan Hum baba’yı
öldüren, dağların geçidindeki aslanları
öldüren, gökyüzünden aşağı boğayı yakalayıp yok eden Gılgamış'san ne diye
yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne
diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlünde
üzünç var? Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş?
Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı unutup kırlarda dolaşıyorsun? "Gılgamış
ona,Sâkiye'ye dedi:" Benimle birlikte
bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım, benimle birlikte bütün
güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu,
insanlığın yazgısına kavuştu (92). Onun
için gece ve gündüz ağladım.. Onun gömülmesine razı olmadım. Acaba arkadaşım sesime uyanacak mı diye. Yedi gün
yedi gece böyle yaptım. Burnundan kurtlar düşünceye kadar. O, oraya gitti gideli yaşamı bulamadım. Bir haydut gibi
kırların ortasında dolaşıyorum. Sâkiye,
simdi senin yüzüne bakıyorum. Sonsuz derdim olan olumu görmeyim diye!
"Sâkiye ona, Gılgamış'a dedi:" Gılgamış
nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı
bulamayacaksın.
Tanrılar insanları yarattığı zaman, onlar insanlara olumu verip yaşamı kendi
ellerinde tuttular. Ey Gılgamış! Karnın
dolu olsun, gece gündüz kendini eğlendir! Her gün bir senlik yap! Gece gündüz
hora tepip oyna!Üstün temiz olsun. Başın yıkansın. Suyla yıkanmış ol! Elindeki küçüğe bak. Karın kucağında gününü
görsün!" (Küçük boşluk).
Gılgamış ona, Sâkiye'ye dedi:"Simdi,
Sâkiye, Utnapistim'e giden yol hangisidir? Haydi bana onun ismini (93) ver!
Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçim gideyim!
Sâkiye ona, Gılgamış'a dedi: "Gılgamış,
şimdiye dek böyle bir geçit yoktu. Eskiden beri denizi hiç kimse asmamıştır.
Denizi asan yalnızca yiğit Samas'tIr.
Samas'tan başka, öte geceye kim gider?
Geçiş güçtür. Deniz yolu çetindir. Bundan başka orada olum suyu da vardır. Bu,
denizin onunu kapar! Gılgamış,şimdi denizi assan bile, ölüm suyuna varsan bile,
yine ne yapacaksın? Gılgamış orada bir
Ursanabi var. O, Utnapistim'in gemicisidir. Onunla birlikte Tastan kiler (94)
var. Ursanabi, orman içinde kertenkeleyi
toplar. Onu sen kendin bulmalısın. Olursa onunla birlikte as; olmazsa geri don!"
Gılgamış bunu duyar duymaz, satırını
kaldırıp koluna astı ve kemerine takılı
kılıcını kınından sıyırıp ormanın içine
dalarak,Tastan kilerin yanına indi ve bir
ok gibi onların arasına duştu. (Belki küçük bir boşluk)
O hırsla onları darmadağın etti. Bu sırada Ursanabi geri dönüp Gılgamış'ın
tepesine dikildi ve onun gözlerine
baktı. Ursanabi ona,Gılgamış'a dedi:
"Söyle bakalım senin adın nedir? Ben
uzaktaki Utnapistim'in kölesiyim! "Gılgamış ona, Ursanabi'ye dedi:" Benim
adım Gılgamış'tır. Ben, Anu'nun evi
olan Uruk'tan gelenim. Ben,dağlarda
iz güdenim. Uzun bir yoldan, günesin
çıktığı yoldan gelenim. Ursanabi, simdi seninle yüz yüzeyim. Bana uzaktaki Utnapistim'i göster! "Ursanabi ona,
Gılgamış'a dedi:" Ne diye yanakların
erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne
diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün
arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne
diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün
ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş?
Ne diye krallığı unutup kırlara düşüyorsun?" Gılgamış ona, gemici Ursanabi'ye
dedi:"Ursanabi, yanaklarım erimesin
mi, yüzüm çarpılmasın mı, gönlüm üzgün olmasın mı, yüzüm uzun yolculuk
yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin
mi,yüzüm ayazdan ve günesin sıcağından çökmesin mi, krallığı unutup kırlara
düşmeyim mi? Benim dostum, dağlarda
tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı! Dostum
Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına
dolasan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Biz isteğimize kavuşmuş, dağlara
tırmanmıştık. Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin
girmediği yere girmiş, Humbaba'yı yok
etmiştik. Dağların yolaklarında aslanlar vurmuştuk! Benimle birlikte bütün
güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım; benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan aşırı sevdiğim Engidu'yu
insanlığın yazgısı yakaladı. Onun için
altı gün yedi gece ağladım Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar
düşünceye kadar. Arkadaşımın başına
gelenler, benim de başıma gelecek diye
korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek beni
daha çok sıktığından, kırlarda uzun yolculuk yapıyorum. Engidu'yu düşünmek
beni daha çok sıktığından, kırlarda uzun
yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım?
Ah, nasıl susayım? Kırlarda şuraya buraya koştuktan sonra,yerin altına başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım?
Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor.
Kendimi günesin Aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Ama olu, ne zaman
güneşin ışığını görmüştür?" Gılgamış
ona, gemici Ursanabi'ye dedi:
"Şimdi, Ursanabi, Utnapistim'e giden yol
hangisidir? Haydi bana onun simini ver!
Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçim gideyim!"
Ursanabi ona, Gılgamış'a dedi:" Ey Gılgamış, kendi ellerin geçişe engel oldular!
Sen Tastan kileri darmadağın ettin...
sen kürekçileri yok ettin. Tastan kiler
darmadağın oldukları için geçit yoktur!
Gılgamış, baltayı eline al! Hemen aşağı
ormana geri git, karşına çıkacak olan beş
kez on iki endaze uzunluğundaki yüz
yirmi küreği kes ve sonra onlara meme
biçiminde ayna (95) yapıp bana getir!"
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gılgamış, bunu duyar duymaz baltayı
eline aldı ve belinden kılıcı sıyırıp aşağı,
ormana geri gitti. Beş kez on iki endaze
uzunluğunda gördüğü yüz yirmi küreği
kesti ve onlara meme biçiminde ayna yapıp Ursanabi'ye getirdi. Gılgamış ve Ursanabi gemiye bindiler. Gemiyi dalgaların üzerine oturtup denize açıldılar. Bir
ay on beş günlük yol üç günde kestirildi.
Ursanabi, böylece olum suyuna dek vardı. Ursanabi ona, Gılgamış'a dedi: "Sakın Gılgamış! Bir kürek al! ölüm suyu
eline değmesin. Gılgamış ikinci küreği,
üçüncü ve dördüncü küreği al! Gılgamış,
besinci küreği al! Altıncı ve yedinci küreği al! Gılgamış, sekizinci, dokuzuncu
ve onuncu küreği al! Gılgamış, on birinci küreği, on ikinci küreği al!" Gılgamış,
böylece bu yüz yirmi küreği kullanmıştı. O, bu sırada kemerini çözdü... Gılgamış, üstündeki giysiyi çıkarıp, geminin
ambarını (sintine) pençesiyle boşaltarak
gemiyi yukarı kaldırdı.Utnapistim, onu
uzaktan görünce, içinden kendi kendine
şöylece söylendi:"Geminin Tastan kileri
niçin kırılmış? Geminin sahibi olmayan
biri niçin gemiye bindi? Buraya gelen
benim adamlarımdan biri değildir."(Üç
satır eksik)
"...günlün benden ne diliyor?" (20 satırlık boşluk. Gılgamış Utnapistim'e vardı:)
Utnapisim ona, Gılgamış'a dedi: "Ne
diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün
çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne
diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün
üzgün? Ne diye yüzün, uzun yolculuk
yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş?
Ne diye yüzün ayazdan ve günesin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı bırakıp kırlara düşüyorsun?" Gılgamış ona,
Utnapistim'e dedi: "Utnapistim, yanaklarım erimesin mi, yüzüm arıklamasın
mı, gönlüm üzgün olmasın mı, yüzüm
uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi, yüzüm ayazdan ve
güneşin sıcağından çökmesin mi, krallığı unutup kırlara düşmeyim mi? Benim
dostum, dağlarda tek başına dolaşan
yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey
çölün parsI! Dostum Engidu!Yoldaşım!
Dağlarda tek başına dolasan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Biz, isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık.
Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu
öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere
girmiş, Hum-baba'yı yok etmiştik! Dağların yolaklarında aslanları vurmuştuk!
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu'yu,insanlığın
yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi
gece ağladım. Onun gömülmesine razı
olmadım,burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler,
benim de başıma gelecek diye korktum.
Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm.
Arkadaşımı düşünmek, beni daha çok
sıktığından kırlarda uzun yolculuk yapıyorum! Engidu'yu düşünmek,beni daha
çok sıktığından, kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl
susayım? Sevdiğim arkadaşım toprak
oldu! Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak
oldu! Ben de onun gibi yatmayacak mıyım ve onun gibi sonsuza dek uyumayacak mıyım? "Gılgamış ona, Utnapistim'e
dedi:" Hadi gidelim. Herkesin ağzında
dolasan, uzaktaki Utnapistim'i görmek
istiyorum (96). Bütün ülkeleri yürüyerek
geçtim. Sarp dağlar astım.Bütün denizleri gece geldim. Gözlerim tatlı uykuya
doymadı. Her zaman gecelemeden özeğim tükendi. Organlarımı sızı kapladı.
Daha Sâkiye'nin evine varmadan ustum
başım paralandı. Ayı, sırtlan, aslan, pars,
kaplan, yağmurca ve dağ keçisi oldurdum. Bunların etlerini yiyip derilerini
giyiyordum. Çektiğim bu yıkım, artık
önüme kapısını kapasın. Zift ve katran
bu kapıyı tıkalı tutsun. Artık bana çocuk
sevinci verilsin." (Bir satır anlaşılmamıştır) Utnapistim ona, Gılgamış'a dedi:
"Ey Gılgamış, sen bir tanrı çocuğu olduğun halde niçin yoksulluğa düştün? Niçin tanrıların ve insanların alınyazılarına karşı geliyorsun? Baban ve anan sana
hep iyi şeyler gösterdi. Ey Gılgamış,
niçin aptala dondun? (30 satırdan çok
suren bir boşluktan sonra, Utnapistim'in
sözü kesilmiyor gibi görünüyor:) Kızgın
olum, insanı sinsi hep arkadan izler. Herhangi bir zamanda bir ev yaparız, herhangi bir zamanda bir belge damgalarız.
Herhangi bir zamanda kardeşler arasında
miras pay ederler. Herhangi bir günde bu
kardeşler arasında kavga çıkar (97). Herhangi bir günde Irmak tasar ve ülkeyi su
basar. Balıkçıl kuşları Irmak boyunca
uçarlar.Irmağın yüzü güneşin yüzüne
bakar; ama, eskiden beri hiçbir şeyde kararlılık görülmez (98). Çalınan da, ölen
de birdir. Ölümün biçimi çizilmez. Be
hey insan oğlu, be hey adam; beni kutsadıktan sonra (99), büyük tanrılar olan
Anunnaki (100) toplandı. Yazgıyı oluşturan Ant (101) tanrıçası, onlarla birlikte
alınyazısını belirledi. Olumu ve yaşamı
onlarla birlikte saptadı; ama onlar ölümü
.....................
(84) Bu aslan olayı, geriye kalan ve yok
denebilecek kadar silik olan izlerden
çıkarılmıştır, bununla birlikte tamamladığımız, bu kırık ve belirsiz yer, son
zamanlarda ele gecen Etice yazılmış bir
metinparçasıyla doğrulanmış görünüyor.
(85) Gılgamış'ın düşü burada bitmiş gibi
görünüyor.
(86) ikizler dağı.
(87) Mâsu dağı çatal biçimindedir. Güneş bu çatalın arasından çıkıyor (Prof.
Landsberger).
(88) Dağlarda bulunan iki yanI dar ve
yüksek yarmalar (CN).
(89) Gılgamış, karanlık boğazdan geçerken güneşle karsılaşmamak için adımlarını sıklaştırıyordu.
(90) Uzum salkımı gibi akikler.
(91) Bir tanrıça olan bu Sâkiye, mitolojik bir kişidir; günlük dönüşü sırasında,
yorgunluğuna karşı güneşe taze bir içki
sunar (Prof. Landsberger).
(92) Oldu (Prof. Landsberger).
(93) Sim, im ve belirti anlamlarına gelir.
Bu sözcüğü bir Türkmen’den duymuştum (CN).
(94) Tastan kilerin ne oldukları belli
değildir; ancak, metnin bağlamından
bunların kürekçi oldukları çıkarılabilir.
Çünkü olum suyunun damlası bir insana sıçrayınca, o insanI olduruyor. Dolayısıyla, böylesine tehlikeli suyu geçsek
için belki tastan kürekçiler kullanılmıştır (Prof. Landsberger).
(95) Küreğin suya giren enli bolumu.
Destan dönemlerinde bu aynaların turlu
biçimlerde yapıldıklarını, ele gecen resim ve kabartmalardan anlıyoruz. Nuh'
un gemisinin kullandığı küreklerin aynasının da meme biçiminde olduğunu,
bu destandan öğreniyoruz (CN).
(96) Gılgamış, Utnapistim'i tanımıyor;
karşılaştığını başka biri sanıyor (Prof.
Landsberger).
(97) Bu, dünyanın geçici olduğuna bir
örnektir. Bir aile ve bir mal kuruluyor,
bunlar sonuçta yok oluyor.
(98) Dünyanın gelip geçici olusu, Irmağın akışıyla karsılaştırılmak istenmiyor.
(99) ilerde de göreceğimiz gibi, Utnapistim'e ayrıcalıklı davranıp ona sonsuz
dinçliği verdiler; ancak o zamandan beri,
tanrıların bu ilgisini bir daha kimse kazanamadı.
(100) Anunnaki: Gök tanrılarının tersine
olarak yeraltI tanrılarıdır. (Prof. Landsberger).
(101) And: Değişmeyen yazgının simgesidir. Her kim günah islerse, içtiği andI
bozmuş olur. insanlar günahı olduklarına göre, yazgıları değişir demektir (Prof.
Landsberger).
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915’ te
Dedem
İğneyle
Öldürülmüş!
Rafael Demircan
Ankara yakınındaki Stanoz kasabası.4.000 kadar nüfusu olan bu
Ermeni kasabası şimdi haritadan
tamamen silinmiş. Burada bir zamanlar yerleşim olduğunun kanıtları, sadece yarı yıkık bir binadan,
daha sonra da kullanılan birkaç
ağıldan ve son dönemde Ergenekon
silahlarının gömülü bulunduğu
mezarlıktan ibaret; eçmişe ilişkin
başka hiç işaret kalmamış.
1915’te dedem iğneyle öldürülmüş
ER MENİLER
Sur p Hagop 'u kutluyor
Adını aldığım Rafael dedem 1914’te
askere alınmış. Geri geldiği gün
sapsarıymış ve ertesi gün ölmüş.
Tek bir laf edebilmiş: “Bir şeyim
yoktu, bana ‘hadi askerliğin bitti’
deyip bir iğne yaptılar.” 1915'e
dair çok hikâye var ailede. Onlarla
büyüdük. 63 yaşındayım. Hiç aklımdan çıkmadı. Bilhassa babaannem
anlatırdı. Babam biraz korkardı,
bir şey görmedim derdi, ama hayal
meyal babasının geldiğini hatırlıyordu.
15 aralık 2012, Cumartesi, Saat: 20.00
Babaannem, “Zir çayı günlerce kan
aktı” derdi. Anneannemin babası,
amcası ve amcasının çocukları,
askere alınma çağı olan 25-45'in
dışındakilerin hepsi öldürülmüş. Bir
amcamız vardı, ömür boyu korktu.
Hiç konuşmamıştı, Avustralya’ya
beni ziyarete gelince anlattı neden
korktuğunu. 7 yaşındaymış, kafasını
jandarmalar Zir çayına sokuyormuş. Çıkarınca bir daha, “Sok
kafanı lan!” diye bir daha… Bu
işkencenin etkisini unutmamıştı hiç.
SALON FİGARO
Hürriyet Mah. Dr. Cemil Bengü Cad. No: 15/5
Çağlayan-İstanbul
Benim anneannem ve babaannem
ısrarla anlatıyorlardı. Kadınlar anlatıyor, erkekler susuyordu genelde.
Adıyamanlı, Amasyalı, Arapgirli, Dersimli,
Diyarbakırlı, Harputlu, Hemşinli,İstanbullu,
Kastamonulu, Kayserili, Malatyalı, Musadağlı, Sasonlu, Sinoplu, Sivaslı, Tokatlı ve
Zaralı Ermeniler Surp Hagop'u kutluyor.
İrtibat Tel: 0532 252 33 86
Kaynak: aykırıdogrular.com
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Son yıllarda art arda yayımladığı
prestij kitaplara bir yenisini daha ekleyen Aras Yayıncılık, Fransalı tarihçi Raymond H. Kévorkian ve Paul B.
Paboudjian'ın ortak çalışması olan 1915
Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda
Ermeniler adlı eseri yayımladı.
Fransa'da yayımlandıktan 20 yıl sonra
Türkiyeli okurla buluşan kitap, 1915
öncesinde Ermeni nüfus barındıran
2900'ü aşkın yerleşim biriminin (vilayet, sancak, kaza ve köyler) dökümünü
sunuyor. 20'nci yüzyıl başlarında taşra
bölgelerindeki Ermeni din görevlilerince hazırlanmış olan nüfus istatistiklerini ilk kez gün yüzüne çıkaran
kitapta, söz konusu yerleşim yerleri;
tarihsel arka planları, sahip oldukları
okul, kilise ve manastırlar, eski-yeni
isimleri, haritalar ve 1000 kadar görsel
eşliğinde yer alıyor.
şim birimlerinin bugünkü adlarının da
Türkçe basımda ilave edilmiş olması,
eseri daha da işlevsel kılıyor.
1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu' nda Ermeniler, 19'ncu yüzyıl sonu
ve 20'nci yüzyılın başında uğradıkları katliamlarla yaşadığı coğrafyadan
bugün artık tamamıyla silinmiş olan
kadim bir halkın detaylı bir fotoğrafını
sunuyor.
2900'ü aşkın kent, kasaba ve köyün dökümü
1000 kadar tarihsel öneme sahip görselle birlikte
Kitap Dili: Türkçe
İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte modernleşme sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu'nda
Ermeni halkının yaşadığı çalkantılı
döneme ışık tutuluyor. Ermenilerin
eğitim, basın-yayın, din, ekonomi ve
politika alanlarında yaşadığı gelişmelerin irdelendiği 'Tarih ve Toplumsal
Yapı' başlıklı bu bölüm, imparatorluğun son 150 yılının Ermeniler özelinde
bir panoramasını sunuyor.
bölümde, Osmanlı İmparatorluğu'nda
yaşayan Ermeni nüfusunun köy köy,
kasaba kasaba, ayrıntılı bir dökümü
çıkarılıyor. Kévorkian, bunu yaparken
yerleşim birimlerinin Ortaçağ'a, çoğu
zaman Roma İmparatorluğu dönemlerine uzanan tarihsel arka planlarını da
sunmayı ihmal etmiyor. 20'nci yüzyıl
başında, taşradaki Ermeni din görevlilerince hazırlanmış nüfus dökümlerini temel alan Kévorkian, birkaç kişi
de olsa, Ermeni nüfusu barındıran her
köyü 20'nci yüzyıl başlarında bağlı olduğu kaza, sancak ve vilayet bazında
ele alıyor.
İstanbul, İzmir, İzmit, Ankara, Sivas,
Trabzon, Kayseri, Adana, Diyarbakır,
Erzurum, Van... 'İnsanlar ve Yaşadıkları Topraklar' adını taşıyan ikinci
Fransızca orijinalinde Ermenice, Rumca, Kürtçe vb. eski adlarıyla anılan,
ancak ulus-devlete geçiş sürecinde
Türkçeleştirilen köy, bucak gibi yerle-
Çevirmen: (Fransızcadan) Mayda Saris - Çeviri redaksiyon: Sosi Dolanoğlu
Basım Bilgisi: 608 sayfa, 1. baskı, Kasım 2012
Kitap Özellikler: Garda 90 gr, 23.5 x
31.5 cm
ISBN: 978-605-5753-32-0
Aras Yayıncılık
İstiklal Cad. Hıdivyal Palas
No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu 34430
İstanbul - Türkiye
Tel: +90 (212) 252 65 18
Fax: +90 (212) 252 65 19
E-posta: [email protected]
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ΣΗΜΕΡΑ (*13/10) Η 107η ΕΠΕΤΕΙΟΣ ΤΟΥ
ΜΑΚΕΔΟΝΙΚΟΥ ΑΓΩΝΑ 1904-1908.
ΕIΣΑΓΩΓΗ
Ο Μακεδονικός Αγώνας θα μείνει
στη μνήμη των περισσοτέρων ως ένας
ανορθόδοξος πόλεμος ελληνικών και
βουλγαρικών ενόπλων σωμάτων μέσα
στην τουρκική επικράτεια. Σκοπό
ς των ελληνικών σωμάτων ήταν να
περιφρουρήσουν το εθνικό φρόνημα
των χωριών, ν' αποκαταστήσουν την
τάξη σε όσα χωριά είχαν σημειωθεί
αποσκιρτήσεις μετά από πιέσεις των
αντιπάλων, να εξουδετερώσουν τις
ένοπλες ομάδες και να περιορίσουν
τη δράση των ληστρικών σωμάτων,
τα οποία κινούνταν μεταξύ παρανομίας και εθνικού αγώνα, ταλαιπωρώντας τους αγροτικούς πληθυσμούς.
χική και γλωσσική αφομοίωση του
ελληνικού πληθυσμού, ώστε να έχουν
να επικαλεστούν στοιχεία ενισχυτικά
των επιδιώξεών τους. Η προσάρτηση
στη Βουλγαρία της Ανατολικής Ρωμυλίας τους ενίσχυσε, ώστε να στραφούν απερίσπαστοι στην απόσπαση
του μακεδονικού χώρου. γνωρίζοντας
πως το ελληνικό στοιχείο δεν θα
υπόκυπτε εύκολα, έριξαν το σύνθημα
"η Μακεδονία για τους Μακεδόνες"
ζητώντας και τη συνδρομή των Ελλήνων γι' αυτόν τον "κοινό αγώνα".
Ο αγώνας αυτός άρχισε ουσιαστικά
το 1903 και πήρε τέλος το 1908, όταν
θεσπίστηκε το τουρκικό σύνταγμα
με το κίνημα των Νεοτούρκων. Σ'
αυτό το χρονικό διάστημα, δύο ήταν
οι κυριότεροι εχθροί του ελληνικού
στοιχείου: οι Βούλγαροι κομιτατζήδες
και οι Τούρκοι σωβινιστές.
Παρά τον διμέτωπο αγώνα, εναντίον
Βουλγάρων και Τούρκων, τα ελληνικά
σώματα κατόρθωσαν σταδιακά να περιορίσουν τα βουλγαρικά ερείσματα
και ν' αποκαταστήσουν την εθνολογική ισορροπία.
Ιδιαίτερα σκληρός ήταν ο αγώνας
στην ελώδη λίμνη των Γιαννιτσών,
σημείο στρατηγικής σημασίας για
τον έλεγχο των οδικών αρτηριών, ενώ
πολυάριθμες και φονικότατες μάχες
έγιναν στα βουνά της δυτικής Μακεδονίας για την τελική επικράτηση σε
διαφιλονικούμενα σλαβόφωνα χωριά.
Από το 1906 ο τουρκικός στρατός
ανέλαβε σημαντικές εκκαθαριστικές
επιχειρήσεις και περιόρισε αισθητά τη δράση των ενόπλων ομάδων,
ελληνικών και βουλγαρικών. Πάντως
κατά τη διετία 1907-1908 τα ελληνικά
σώματα είχαν κερδίσει σημαντικό
έδαφος σε όλη την έκταση της Μακεδονίας και είχαν διασφαλίσει είτε την
παραμονή, είτε την επανασύνδεση με
το Πατριαρχείο πολυάριθμων ελληνικών κοινοτήτων.
Είναι γεγονός, ότι ποτέ οι Έλληνες
δεν υπολόγισαν θυσίες, προκειμένου
να γλιτώσει η Μακεδονία από τους
Βουλγάρους, οι οποίοι χρησιμοποιούσαν κάθε μέσο, προκειμένου να την
κάνουν Βουλγαρική. Η τακτική τους
αυτή, αφύπνισε τους Έλληνες, πολλοί και από όλα τα μέρη της Ελλάδος,
έτρεξαν εθελοντές, για να βοηθήσουν
τους Έλληνες Μακεδόνες στο σκληρό
και άνισο αγώνα τους.
Ανάμεσά τους και οι Μανιάτες
εθελοντές, που δυστυχώς ακόμα και
σήμερα η εθελοντική προσφορά τους
αποσιωπάται ή δεν προβάλλεται
όσο της αξίζει, ενώ «ενοχλούν» οι
προσπάθειες προβολής των αγωνιστών της Μάνης. Η προσπάθειά μας
αποσκοπεί να αναδείξει τους λησμονιμένους εκείνους ήρωες, που αγωνίστηκαν (και πολλοί «έμειναν») για τη
δοξασμένη γη του Αλεξάνδρου.
ΠΡΟΠΑΡΑΣΚΕΥΗ
Πρώτη συστηματική εξόρμηση των
Σλάβων ήταν να πετύχουν την ψυ-
Άρχισαν την επίθεση τους με τη λεηλασία ναών και μοναστηριών και τη
σφαγή ιερέων και καλόγερων. Ο άτυχος πόλεμος του 1897, ενώ αποθάρρυνε το μακεδονικό ελληνισμό, έδινε
φτερά στους κομιτατζήδες. Παράλληλα - και επίσημα - οι Βούλγαροι αναλάμβαναν ζωηρή και συστηματική
προπαγάνδα στην Ευρώπη. Οργάνωσαν μικρά ευέλικτα σώματα που είχαν
δυο στόχους: να εισπράττουν χρήματα με αναγκαστικές εισφορές και να
εξοντώνουν όποιον αντιστεκόταν στο
βουλγαρικό κομιτάτο.
Τον Απρίλιο του 1903 αναστατώνεται η Θεσσαλονίκη από βόμβες
στους κεντρικούς δρόμους, καίγεται
η Οθωμανική Τράπεζα, καταστρέφονται οι εγκαταστάσεις αεριόφωτος
και ανατινάζεται ένα μεγάλο γαλλικό
εμπορικό πλοίο.
Αυτά τα γεγονότα έδωσαν αφορμή
να επέμβουν οι τότε Μεγάλες Δυνάμεις, Ρωσία και Αυστρία, και να
πετύχουν κάποιες μεταρρυθμίσεις
στο καθεστώς της Μακεδονίας. Έτσι
τους πρώτους μήνες του 1904 σχηματίστηκε στους τρεις νομούς Θεσσαλονίκης, Μοναστηρίου και Σκοπίων,
σώμα χωροφυλάκων με διοικητή
Ιταλό στρατηγό που είχε στις διαταγές του πέντε ανώτερους Ευρωπαίους
αξιωματικούς. Όμως καθεμιά από
τις δυνάμεις απέβλεπε σε δικούς της
σκοπούς. Έτσι, τίποτα δεν άλλαξε,
ενώ το βουλγαρικό κομιτάτο συνέχιζε
με περισσότερη ένταση τη δράση του,
εξαφανίζοντας Έλληνες πρόκριτους
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 21 - aralık 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
(γιατρούς, δασκάλους, ιερείς κλπ.)
και σφάζοντας άοπλους χωρικούς
στις πλατείες των χωριών, μπροστά
στα μάτια των συγχωριανών τους.
Την άνοιξη του 1903 όμως, σχηματίζεται η πρώτη επιτροπή, η Μακεδονική Φιλική Εταιρεία από τον Αργύριο
Ζάχο, τον Θεόδωρο Μόδη και τον Θεόδωρο Καπετανόπουλο. Σκοπός ήταν
να πειστεί η Ελληνική κυβέρνηση να
ενισχύσει την ένοπλη άμυνα των ελληνικών πληθυσμών της Μακεδονίας.
Έτσι την άνοιξη του 1904, έρχονται
στη Μακεδονία για να μελετήσουν
την κατάσταση και να υποδείξουν
πρακτικά μέτρα οι λοχαγοί Αναστάσιος Παπούλας και Αλέξανδρος
Κοντούλης και οι ανθυπολοχαγοί Γ.
Κολοκοτρώνης και Π. Μελάς.
Παράλληλα στην Αθήνα στις 22
Μαΐου 1904 ιδρύθηκε το Μακεδονικό
Κομιτάτο, στα γραφεία της εφημερίδας «Εμπρός». Εμπνευστής, ιδρυτής,
αλλά και Πρόεδρος του κομιτάτου
ήταν ο διευθυντής της εφημερίδας
«Εμπρός» Δημήτρης Καλαποθάκης (1862-1921) από την Αρεόπολη
και μέλος της πρώτης οργανωτικής
επιτροπής ο Πέτρος Κανελλίδης
(1846-1911) από το Κουτήφαρι της
Έξω Μάνης, διευθυντής της εφημερίδας «Καιροί». Το κομιτάτο, μέλη του
οποίου είναι οι Ν. Πολίτης, καθηγητής πανεπιστημίου, Ιωάννης Ράλλης,
Πέτρος Σαρόγλου κλπ. αποφασίζει να
δράσει άμεσα στέλνοντας ένοπλα σώματα και οπλισμό στους ελληνικούς
πληθυσμούς της Μακεδονίας.
Ο Καλαποθάκης, που ως δημοσιογράφος και ως άνθρωπος είχε την
καθολική εκτίμηση κράτους και λαού,
κρατάει ουσιαστικά στα χέρια του
το σχεδιασμό του Αγώνα στο κέντρο.
Οργανώνει τα αντάρτικα σώματα
και τα αποστέλλει στη Μακεδονία,
αλληλογραφεί και συντονίζει, ενημερώνει το κράτος για τον Αγώνα και
τον άξιο πρόξενο της Θεσσαλονίκης,
τον Λάμπρο Κορομηλά. Στο γραφείο
του γίνονται οι στρατολογήσεις και η
οργάνωση των εθελοντών και φυσικά
των Μανιατών εθελοντών.
Σ' όλα τα ελληνικά προξενεία αποσπάστηκαν αξιωματικοί του στρατού
και δημιούργησαν ένα θαυμάσιο
δίκτυο συνεργατών και αγωνιστών.
Στόχος τους ήταν η εξουδετέρωση
της βουλγαρικής και ρουμανικής προπαγάνδας, η εμπιστευτική αλληλογραφία, η κατασκοπεία, η μεταφορά
τραυματιών, η τροφοδοσία των Ελλήνων ανταρτών και γενικά η υπεράσπιση του ελληνικού στοιχείου.
ENOΠΛΗ ΔΡΑΣΗ
Ο Παύλος Μελάς ήταν αξιωματικός
του πυροβολικού και γαμπρός επ'
αδελφή του Ίωνα Δραγούμη. Έλαβε μέρος στον πόλεμο του 1897 και
μπήκε μυστικά για πρώτη φορά στη
Μακεδονία τον Φεβρουάριο του
1904, μαζί με τον Κοντούλη, τον
Παπούλα και τον Κολοκοτρώνη. Για
δεύτερη φορά επέστρεψε τον Ιούλιο,
ως δήθεν ζωέμπορος με το όνομα
Πέτρος Δέδες.
Για τρίτη και τελευταία φορά πέρασε
τα σύνορα από τη μεριά της Κοζάνης
στις 27 Αυγούστου του 1904 με σώμα
35 ανδρών από Μακεδόνες, Κρητικούς, Λάκωνες κλπ., ως αρχηγός των
Σωμάτων Μοναστηρίου – Καστοριάς.
Έδρασε με το ψευδώνυμο καπετάν
Μίκης Ζέζας, σύνθεση των ονομάτων
των παιδιών του. Ο θάνατός του από
τουρκικό βόλι στη Στάτιστα Καστοριάς -το σημερινό Μελά- στις 13
Οκτωβρίου του 1904, συντάραξε τους
Πανέλληνες και τον έκανε ήρωα και
σύμβολο του Μακεδονικού Αγώνα.
Ο Μητροπολίτης Γερμανός Καραβαγγέλης έλεγε σε γνωστό του: «Όπου να
‘ναι φτάνουν από κάτω και Ελληνικά
σώματα. Κρητικοί και Μανιάτες.
Θα δεις κάθε κλαδί και παλικάρι».
Και πραγματικά δεν διαψεύσθηκε ο
μάρτυρας Ιεράρχης, μεγάλη επίσης
μορφή του Μακεδονικού Αγώνα,
αφού ακολούθησαν άλλα αντάρτικα
σώματα, που η παρουσία τους και η
δράση τους εμψύχωνε τους Έλληνες
Μακεδόνες.
Αρχηγοί και οπλαρχηγοί των ελληνικών σωμάτων, στο μακροχρόνιο και
σκληρό εκείνο αγώνα, ξεκίνησαν από
όλα τα μέρη της ελεύθερης Ελλάδας
και είναι αναρίθμητες οι πράξεις
ηρωισμού και αυτοθυσίας ενός αγώνα
που παρατάθηκε ως το καλοκαίρι του
1908, οπότε θεσπίστηκε το νέο τουρκικό Σύνταγμα.
Δεν φτάνουν αλήθεια χίλιες σελίδες
για ν’ απαριθμήσει κανείς ονόματα
και δράση Μανιατών στα χώματα της
Μακεδονίας.
Πηγή: http://koukfamily.blogspot.
com/2011/10/107-1904-1908.html
*13/10 προστέθηκε στη 00:12 π.μ.
της 14/10

Benzer belgeler