ahmet ümit - everestyayinlari.com

Transkript

ahmet ümit - everestyayinlari.com
BÜLTEN
EVEREST BÜLTEN 04 ARALIK 2015
AHMET ÜMİT
Elveda Güzel Vatanım
SEYYİDHAN KÖMÜRCÜ
DÜNYA LEKESİ
LORRIE MOORE
RAWI HAGE
KARNAVAL
ELENA FERRANTE
ORHAN KEMAL
SENARYOLAR
MODERN
KL ASİKLER
“MODERN
”İ
KL ASİKLER
İBİ
OKUMUŞ G
INIZ!
YAPAMAZS
EDİTÖRDEN 3
“Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar.”
“Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle
başlar.” Kim söylemişti bu cümleyi
hatırlamıyorum, ne yazık ki
doğru… Doğru, lakin eksik. Ölüm,
şehirlerimizi kaybetmekle başlar,
vatanımızı kaybetmekle neticelenir.
Bir zamanların İttihat ve Terakki
fedaisi, şimdilerin yorgun
komitacısı Şehsuvar Sami, 1926
yılında, kapana kısıldığı Pera
Palas’tan bu satırları yazıyor, büyük
ve umutsuz aşkı Ester’e.
Ahmet Ümit’in merakla beklenen
ve ilk basımı 250 bin adet yapılan
son romanı Elveda Güzel Vatanım,
nihayet bu ay
’lerle
buluşuyor. Kaybedilen bir ülke,
kaybedilen bir şehir, kaybedilen
bir hayat. Şehsuvar Sami’nin
mektupları, Osmanlı’nın son
dönemi, İttihat ve Terakki, Selanik,
İstanbul, Beyoğlu, Pera Palas... Ve
hep aynı soru: Devlet mi kutsaldır,
insan mı?
Fuar yorgunluğunu atlatıp yeni yıl
telaşına girdiğimiz bu günlerde,
Everest’in yeni kitapları bununla
kalmıyor tabii. Türkçe edebiyatın
zirvelerinden Adalet Ağaoğlu’nun
meşhur günlükleri nihayet 4 ciltte
tamamlanıyor. Damla Damla
Günler’in, önceki baskılarda tek
cilt olarak yayınlanan 1983-1996
dönemini, daha rahat okunmasını
sağlamak amacıyla iki cilt halinde
sunuyoruz.
Keşif dizisinde, Orhan Kemal’in
Bilinmeyen Senaryoları yer alıyor.
Yeşilçam’ın gizli imzası Orhan
Kemal’in daktilosundan çıkıp yıllar
sonra ilk kez gün ışığı gören altı
senaryo ve bir senaryo taslağı, ’lerle buluşuyor.
Çağdaş Dünya Edebiyatı’nda Rawi
Hage’in Karnaval adlı romanı ve
Lorrie Moore’un Havlama adlı
öykü kitabı yer alıyor.
Tüm iyi yıllar!
’lere iyi okumalar,
ARALIK 2015 SAYI: 4
EVEREST YAYINLARI’NIN AYLIK ÜCRETSİZ
BÜLTENİDİR. PARAYLA SATILMAZ.
EDİTÖRLER: CEM İLERİ, MEHMET SAİD AYDIN
CEM ALPAN, DİDEM ÜNAL, BAŞAK GÜNTEKİN
TASARIM: FÜSUN TURCAN ELMASOĞLU
GRAFİK UYGULAMA: EMİR TALİ
Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık
Matbaa Sertifika No: 12088
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8
Bayrampaşa/İstanbul
Tel: (212) 674 97 23 Faks: (212) 674 97 29
EVEREST YAYINLARI
Ticarethane Sokak No: 15 Cağaloğlu/İSTANBUL
Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76
e-posta: [email protected]
www. everestyayinlari.com
www. twitter. com/everestkitap
facebook.com/everestyayinlari
instagram/everestyayinlari
Everest, Alfa Yayınları’nın tescilli markasıdır.
4 KEŞİF
Orhan Kemal’in
değişik isimler altında
ve kendi imzasıyla
yazdığı senaryo sayısı
300’ü bulur!
YEŞİLÇAM’IN GİZLİ
İMZASI:
ORHAN KEMAL
O
rhan Kemal 1953
yılında bir röportajında
şunları söyler:
“Senaryo yazarlığım
var. Reçete üzerine. Yani
bir konu veriyorlar. Sonra
ticari unsurlar dedikleri
hususiyetlerin gramajını da
tayin ediyorlar. Artık o ne
derece benim senaryom oluyor
bilmem.” Hem bu durum,
hem sansür kurulunun
Orhan Kemal ismini sürekli
reddetmesi nedeniyle,
senaryoları farklı isimler ile
kullanılmıştı. Orhan Kemal,
Yeşilçam’ın gizli imzasıdır.
Orhan Kemal’in daktilosundan, eski Türkçe aldığı
notlardan çıkıp yıllar sonra
ilk kez gün ışığı gören altı
senaryo ve bir de senaryo
taslağı, Keşif dizisinde. Yayına
hazırlayan Işık Öğütçü’nün
sözlerine bakarsak:
Gözümün önünde 1960’lı
yıllarda yazlık sinemalarda
seyrettiğim o güzelim yerli
filmlerimiz canlandı. Siyah
beyaz şehirler ve İstanbul.
Bu şehirlerde yaşayan insan
serüvenlerinin biz seyircileri
sımsıcak saran, hüzünlü,
ağlatan, güldüren ve şaşırtıcı
öyküleri. Okuduğum senaryolar beni çok duygulandırdı.
Belki de seyrettiğim pek çok
filmin senaryosunu babam
yazmıştı. Küçük bir çocuk için
o zamanlar bu o kadar önemli
değildi. Ama şimdi…
Belki de izlediğiniz bir filmle
karşılaşacaksınız satırları
okurken. Hatırladığınız
sahneler olacak bir filmden,
“Aaa, Orhan Kemal’inmiş!”
dedirtecek. Bir okur için en
güzel keşiflerden!..
KEŞİF 5
TEK BİR ROMAN,
İKİ FARKLI SON,
TAM BİR KEŞİF!
Orhan Kemal’in iki farklı son yazdığı Yüz Karası, romancının
maharetini göstermesi açısından da bir keşif niteliğinde. İlk defa 1960 yılında yazılıp, bugüne kadar
tefrika edildiği gazetelerin sayfalarında, kitaplaştırılmayı bekleyen bir roman Yüz Karası. Elli yıl sonra ortaya çıkan bu roman, Işık
Öğütçü’nün önsözüyle hikâyesini anlatmaya
başlıyor. Adana’nın fakir bir mahallesinden başlayıp İstanbul’a uzanan
bu öyküde fakirlik,
büyük umutlar ve haysiyet konuları
işleniyor. Birbirinden farklı
karakterlerdeki
iki kardeşin yaşam mücadelesini;
açgözlülük, kısa yoldan köşeyi dönme ve
vicdan muhasebesiyle
okurlara aktaran Orhan Kemal, her zaman
en açık halini anlattığı
insanın bu kez yüzünün
karasını ortaya çıkarıyor.
Yüz Karası 2011’de yayınlandığında,
2015’te başka bir sürprizle karşılaşacağımı
tahmin bile edemezdim. Orhan Kemal’in
arşivinde bulduğum, 1961 yılında Demokrat
İzmir gazetesinin gönderdiği bir mektupta,
romanı tefrika edeceklerini yazıyorlardı.
Eserin adı Para ve Namus’tu. Bunu okuyunca nasıl bir heyecan fırtınasına
kapıldığımı düşünebilirsiniz. Tefrika, 17
Ekim 1962 tarihinde, otuz dokuzuncu sayıda bitmişti. Fakat ne yazık ki
sonuç hayal kırıklığıydı! Okuduğum,
Yüz Karası’nın aynısıydı. Yine de
romanı inatla sonuna kadar bir kez
daha okudum. İşte o zaman gördüm ki, Orhan Kemal, romanını
onuncu bölümünden başlayarak son bölüme kadar Demokrat İzmir gazetesi için farklı
bir şekilde yazmış, romanı
değişik bir sonla bitirmişti.
Işık Öğütçü
6 ROMAN
Ferrante Fırtınası
Devam Ediyor!
Terk Edenler ve Kalanlar bizi biz yapan ikilemleri, benimsemeye
zorlandığımız rollerle ölmeye direnen arzuların çatışmasını anlatıyor…
Elena Ferrante bir müstear isim. Son yılların
en ilgi uyandıran kitapların yazarının kimliğini
yayıncısından başka kimse bilmiyor.
Ünlü yazar Jhumpa Lahiri yazara seslendiği bir
beyanında bu konudaki düşüncelerini şöyle
ifade etti: “Sizi namevcut yazar olarak görenlere
cevabım: alakası yok. Elegelmezliğinize rağmen,
kapalıdan çok açık bir kapının varlığını görüyorum
ben. Şu günlerde fazlasıyla ortada bir yazar olarak
ben o kapıyı kapamaya çalışıyorum, kamuyla ir-
tibatımı en aza indirmeye çalışıyorum. Ama bana
öyle geliyor ki siz bundan kaçınarak tamamıyla
şeffaf bir yazar haline geliyorsunuz. Sizi görünmez
kılan bir maske sayesinde, her şeyi yazabiliyor, açık
edebiliyorsunuz.”
“Napoli Romanları” çok yakında dizi film olacak.
Dizinin son kitabı Kayıp Çocuğun Hikâyesi’nin
de çevirisi tamamlandı. Çok yakında raflardaki
yerini alacak.
ELENA FERRANTE 7
“Napoli Romanları” Terk Edenler ve Kalanlar’la
devam ediyor. Serinin üçüncü cildi Lila ve
Lenu’nun “ara dönem”ine, yetişkinlik ve evlilik
hayatına odaklanıyor. Fonda İtalya ve Avrupa’nın
yüzyılın ikinci yarısındaki en çalkantılı dönemini
ele alan roman, hem siyasetin günlük hayata ve
bilinçlere vuran gölgesini, hem de ikili ilişkilere, özellikle de evlilik hayatına yansıyan şiddeti
anlatıyor.
İkinci cilt Yeni Soyadının Hikâyesi’nde Lenu sevgilisi Pietro Ariota ile nişanlanarak evlilik yolunda
adım atmış ve ilk romanını bastırmış, başarılı da
olmuştu. Lila ise sonunda Enzo’nun da desteğiyle
kocası Stefano’yla bağlarını koparmıştı. Oğlu ve
Enzo ile birlikte bir kenar mahallede yeni bir hayata başlayan Lila, bir et fabrikasında çalışıyordu.
İki dostun yolları iyiden iyiye ayrılmış, roman,
Lenu’nun seneler sonra büyük tutkusu Nino ile
karşılaşmasıyla son bulmuştu.
Üçüncü kitap Terk Edenler ve Kalanlar’da Lenu
ve Lila’nın unutulmaz yolculuğu devam ediyor.
Lenu evlilik yolunda ilerledikçe Lila’ya daha da
yabancılaşır, zira Ariotalar fazlasıyla entelektüel
ve aristokrat bir ailedir ve Lenu, saygın bir genç
yazar olmuştur artık. Gelgelelim dönem ‘68
olaylarının şiddetle yaşandığı, toplumsal bağların, sosyal ilişkilerin ve rollerin aşınıp çözüldüğü
bir dönemdir. Kadın aydın ve entelektüeller bile,
içine doğdukları kültürün erkek egemen temellerini sorgularken, yine erkek aydınlar tarafından
seslerinin bastırılmasına engel olamazlar. Sokaklarda ise durum çok daha vahimdir: faşistler ve
solcular arasındaki gerilimin iyice tırmanmasıyla,
özellikle Lila’nın bir parçası olduğu işçi sınıfı
cephesinde, şiddet düpedüz fiili boyutlara varmış,
yara almadan yaşamak, hatta boyun eğmeden
onuruyla hayatını idame ettirmek artık imkânsız
bir hal almıştır.
Lenu, canyoldaşı Lila’nın yardımına koşmakla
çok geçmeden onu daha büyük bir çıkmazın içine
sürükler. Bununla birlikte entelektüel kocasından
beklediği ilgi ve anlayışı göremez. Ve geçmişinden gelen bir figürle aile yaşantısı da evliliği de
derinden sarsılacak, kimliği altüst olacak, ama
beklenmeyeni yapmaktan geri durmayacaktır.
8 İLK CÜMLELER
Metin Kaçan / Ağır Roman
Kolera Sokağı’nın en kral kevaşesi Eda, yatıştan sonra
apış arasını yıkadığı suyu, hurdaya çıkmış metal
artıklarından yapılma kerhanenin pencere iskeletinden
şık bir figürle boşluğa saldı.
Ahmet Altan / Tehlikeli Masallar
Romanı, bir cinayeti tasarlar gibi
tasarladım. Nazlı Eray / Âşık Papağan Barı
Bilincim yavaş yavaş yerine geliyor
olmalıydı. Aslı Erdoğan / Kabuk Adam
Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar
acı veremez, özellikle de mutluluğu
hatırlamak kadar. ÖYKÜ 9
Havlama
Çıkmazları, sıkıntıları, arızaları ve dayanılmaz çekiciliğiyle ikili ilişkiler!..
Lorrie Moore üniversiteden mezun olduktan
sonra bir süre avukat asistanı olarak çalıştı.
Sonra edebiyat okuyan Moore, tezi için
kaleme aldığı hikâyeleri Self-Help adı altında
yayımlandı.
Aralarında Birds of America’nın da bulunduğu
beş hikâye derlemesi, üç romanı ve bir çocuk
kitabı vardır.
1998’de “O’ Henry Ödülü”, “Irish Times
Uluslararası Kurgu Ödülü” ve “Rea Kısa
Hikâye Ödülü”nün sahibi olan Moore, son
öykü derlemesi Havlama ile de Flannery
O’Connor Uluslararası Öykü Ödülü ve The
Story Ödülü’nün finalisti olmuştur.
Edebiyat dalında Profesör unvanına sahip olan
yazar şu an Vanderbilt Üniversitesi’nde dersler
vermektedir.
Yılın Dikkat Çeken Kitabı: New York Times,
Washington Post
Yılın En İyi Kitabı: San Francisco Chronicle,
NPR, Financial Times, St. Louis PostDispatch, BookPage
Ayın En İyi Kitabı: Mart 2014, Amazon
Zeki, komik,
ciddi, dürüst,
sakınmaz, keskin
gözlü ve oldukça
sivri dilli...
Çağdaş Amerikan edebiyatının en dikkat
çekici öykücülerinden Lorrie Moore, yeni
derlemesi Havlama’yla tüm maharetlerini
sergiliyor. İkili ilişkilerin çıkmazlarını, bu
ilişkilere ket vuran travmaları, güvensizlikleri,
dinmeyen kaygıları ve arada bir de tüm
ihtişamıyla parlayan güneşi anlatan Moore,
aman vermez tavrına rağmen espri duygusu ve
nükteli anlatımıyla okurlara hayatı sevdirmeyi
başarıyor. Ancak bunu yaparken, yakın tarihin
utanç veren gerçeklerinin yaşamlara vuran
gölgesini de asla göz ardı etmiyor.
Özellikle öykü kitabı Birds of America’yla
dikkatleri üzerine çeken, Julian Barnes, Roddy
Doyle, David Lodge gibi saygın yazarların
beğenisini kazanan Lorrie Moore, Amerikan
yaşayan en saygın yazarlarından sayılıyor.
Sekiz öyküden oluşan Havlama, yıpranan
evlilikleri, uzaya uzaya yakıtını tüketen
ilişkileri ve beklenmedik, tuhaf karşılaşmaları,
eşleşmeleri ele alıyor.
“Her zamanki gibi muhteşem…
Moore en hafif ağır yazar olmak gibi sıra
dışı bir farklılığa sahip. Mutsuzluk, kalp
ağrısı, hastalık, keder ve hayal kırıklığı – tüm
bunların böylesi eğlenceli olacağı kimin aklına
gelirdi ki?”
Geoff Dyer,
The Observer
10 AHMET ÜMİT
Devletin
derinlikleri,
toprağın
derinliklerinden
daha karanlıktır.
ROMAN 11
“Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar...”
D
Günaydın Ester, (1. Gün, Sabah)
Sonunda güneş doğdu. Pencereden içeri sızmaya çalışan o
kasvetli grilik yerini dupduru bir maviliğe bıraktı. Balkon kapısını açıp dışarı çıktım. Nemli bir rüzgâr çarptı yüzüme. Başımdaki ağırlığı giderir umuduyla derin derin içime çektim
nemli sabah havasını; hoşuma gitti, hatta bir parça canlandırdı beni. Şehir uyanmıştı; caddeden yükselen bağırış çağırış, sakaların, yoğurtçuların çıngırakları, araba gürültüleri…
Pera’da o bildik telaş… Aşağıda Kasımpaşa’nın eteklerinde
bir süt birikintisi gibi bembeyaz uzanıyordu Haliç. Üzerinde
kül rengi lekeler halinde birkaç tekne… Selanik’in uysal denizini hatırladım; körfezden açıklara doğru uzanan o sonsuz
maviliği…
Selanik’teki evimin balkonu, zannederim çok daha genişti bu odanınkinden… Zannederim derken içim acıyor, insan
doğduğu şehri, yaşadığı evi unutabilir mi? Elbette unutamaz,
ama zaman, hatıraları siliyor birer birer. “Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar.” Kim söylemişti bu cümleyi hatırlamıyorum, ne yazık ki doğru… Doğru lakin eksik. Ölüm,
şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle
neticelenir. Şu anda, kâbusu andıran bu duygu kemiriyor içimi. Şehrimi çoktan yitirdim, sıra vatanıma geldi. Belki onu
da çoktan yitirdim ama farkında değilim…
15
Ölümle
yüzleşmek,
ölmeyi
düşünmekten
daha iyidir.
12 AHMET ÜMİT
Devletin
derinlikleri,
toprağın
derinliklerinden
daha
karanlıktır.
Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası mı, uçsuz bucaksız
denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar, yemyeşil
ormanlar, kalabalık şehirler, tenha köyler mi? Hayır, bütün
bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece toprak
parçası, ne su havzaları, ne ağaç silsilesi… Annemizin şefkati, babamızın saçlarına düşen ak, ilk aşkımız, doğan çocuğumuz, dedelerimizin mezarlarıdır vatan… Vatanı olmayan insanın hayatı da olmaz. Evet, bir vakitler zihnim, kalbim bu
fikirlerle doluydu. Şimdi? Şimdi bilmiyorum…
Evet, nasıl ki o koca vatan parça parça dağıldıysa, fikirlerim, ideallerim, bütün hayatım gözlerimin önünde eriyor.
Yok, endişelenme, henüz bedenim yerli yerinde, ne var ki ruhum epeydir can çekişiyor. O kadar acı verici ki, bazen neden
uzatıyorsun bu işkenceyi diyorum. Bazen kendi elimle son
vermek istiyorum bu hazin maceraya. Sonra vazgeçiyorum.
Ölümden korktuğumdan değil, yaşamayı sevdiğimden de
değil, sadece o tuhaf merak duygusu yüzünden. Ama belki
de bütün bunlara gerek kalmayacak, ülkenin yeni sahipleri
son verecekler yorgun bedenimde hâlâ çarpmayı sürdüren
bu inatçı kalbin çırpınışlarına. Bu ihtimal, kuvvetle muhtemel... Arkadaşlarımın başına gelen, zannederim benim de
başıma gelecek. Ya karanlık bir köşede kafama sıkılmış bir
kurşunla ya da ustaca tezgâhlanmış bir mahkeme kararıyla
yağlı ilmeğin ucunda can vereceğim. Evet, hissediyorum; her
an, her saat, her gün çember daralıyor. O yüzden yazıyorum
bu satırları sana.
Peşimdeler Ester... Eski ittihatçıların hiçbirine hayat hakkı
tanımayacaklar. İzmir Suikastı bir bahane. Nihai hesaplaşma
başladı. İzmir’de kurulan darağaçları yetmedi, Ankara’da da
astılar bizimkileri. Suçlu suçsuz ayırt etmiyorlar. Kara Kemal
ki, asla bulaşmamıştır bu suikasta, onu bile ortadan kaldırdılar. Güya intihar etmiş, hem de bir kümeste. Olacak iş mi bu?
Kendini öldürdüğü yetmiyormuş gibi bu işi bir de kümeste
yapıyor. Düpedüz itibarsızlaştırma. Tek tek ortadan kaldırıyorlar herkesi. Artık eminim, sıra bana geliyor. Bu kadar ittihatçıyı zindana atan, sürgüne yollayan, öldüren irade beni
sağ bırakır mı? O sebepten taşındım Beşiktaş’taki evden. Pera
Palas’a bu sebepten geldim. Ev sahibem Madam Melina da
ölünce, beni dert edecek kimse kalmadı şu koca dünyada.
16
ROMAN 13
Tutuklanırsam birileri beni görsün, öldürülürsem birileri
fark etsin diye. Ölmeyi göze aldım ama onursuzca olmasın
istiyorum bu iş. Kara Kemal’in başına gelen benim başıma
da gelmesin. Hayır, vesvese yapmıyorum, bundan adım gibi
eminim. Halbuki hiçbir tehlike arz etmiyorum onlar için.
Ama fark etmez, belli ki kalemimiz kırılmış, belli ki dönüş
yok bu karardan.
Peşimdeler Ester… Kendimi acındırmaya çalışmıyorum,
merhamet dilenmiyorum. Fakat sana yazmak mecburiyetindeyim. Lütfen beni affet, lütfen bana kızma… Evet, biliyorum kırgınsın… Belki de bana inanmayacaksın. Hâlâ siyasi
maksatlar peşinde olduğumu düşüneceksin. Hayır, şerefimle
temin ederim ki böyle bir niyetim yok. Bunu bir dertleşme
sanma, günah çıkarma olarak da görme, bir tür kendi kendine hesaplaşma diyebilirsin. “Kendinle hesaplaşıyorsan niye
beni karıştırıyorsun?” diye sorabilirsin. “Bunca yıldan sonra
nerden geldim aklına?” diye sitem edebilirsin. Aslında hiçbir
zaman çıkmamıştın ki aklımdan. Hiçbir zaman senden ayrı
bir ben olmamıştı ki...
Evet, sözlerime inanmasan da hakikat bu. Selanik’in dar
sokaklarında beni bırakıp gittiğin o gün, belki de bilhassa o
gün deli gibi âşıktım sana. “Hayır, ben değil, sen bıraktın,” diyeceksin. “Aldığımız karara uymadın, beni yalnız koydun,”
diyeceksin… Evet, haklısın, öyle yaptım. Bu münasebeti bitiren sen değil, bendim... Niye mi? Vatan için, millet için, o
mukaddes dava için diyebilirim ama eksik kalır. Mesele çok
daha karışık… İşte biraz da bu sorunun yanıtını bulabilmek
için yazıyorum. Çünkü seni niye terk ettiğimi aslında ben de
tam olarak bilmiyorum. Belki başa dönersem, belki yaşadıklarımızı yeniden hatırlarsam, belki yeniden yaşamaya başlarsam, neden kaçtığımın yanıtını bulmuş olacağım…
Biliyorum, belki de sana yolladığım zarfları hiç açmayacaksın, tek satırını bile okumayacaksın yazdıklarımın. Hiç
önemli değil. Zarfları açmasan da ben, yazdıklarımı okuduğunu hayal ederek, ömrümün son günlerini mesut bir adam
olarak geçireceğim. Evet, gözlerimi, aklımı, yüreğimi, hakikate kapatacağım, ruhum ne istiyorsa, onu gerçekleşmiş
sayacağım. Diyeceksin ki bu bencillik, hatta zalimlik, belki
de rezilce… Bütün aşağılamaları kabul ediyorum. Üstelik bu
17
Ölüm,
şehirlerimizi
kaybetmekle
başlar.
14 AHMET ÜMİT
Demek ki
sadece
seçimler
değil,
rastlantılar da
belirliyormuş
insanın
hayatını.
davranış hiç de yakışmıyor bana. Senin bildiğin Şehsuvar
Sami bu tür ucuzluklara kalkışmazdı, böyle pespayelikler
peşinde koşmazdı, haklısın ama yaşadıklarımı birine anlatmam lazım. Ve ne yazık ki bu çığırından çıkmış dünyada,
vatan olma vasfını çoktan yitirmiş bu ülkede, sırlarımı paylaşacağım senden başka kimsem yok.
18
Mehmet Said Aydın: Aslında tuhaf oldu,
kitapla bu kadar uğraştıktan sonra...
Ahmet Ümit: En güzeli işte. En iyi röportajı
sen yapacaksın demek ki.
Estağfurullah. Romanı epeydir bekliyordu insanlar. Bu defa Başkomser Nevzat
değil, hatta tam polisiye de sayılmaz.
Başka türlü polisiye, evet.
Bildiğim kadarıyla, bu bir öyküyken
büyüdü...
Yok bu o değil. O Beyoğlu’nun En Güzel Abisi idi. Aslında şöyle: Bundan dört yıl önce,
yani ben Sultanı Öldürmek’i bitirdikten
sonra bu romanı yazmaya başladım, biraz
ilerledim de hatta. Bir sonbahar günü yakın
arkadaşım, dostum Selim İleri ile Yakup’a
gittik. Zaman zaman buluşur muhabbet
ederiz. Selim orada sordu, ben de anlattım. Novella var, Beyoğlu’nu, Tarlabaşı’nı
anlatıyor dedim. Bir gazete için yazdığımı,
geliştireceğimi söyledim. O da...
Başka bir fikir çıktı sonra oradan.
Evet, “Ahmet,” dedi “bu çok güzel, sen bunu
yaz.” Oturdum, yazdım. Beyoğlu’nun En
Güzel Abisi çıktı böylece. Ardından, dört
yıldır kafamda olan, hakkında okuduğum,
kitap topladığım, düşündüğüm bu kitaba
geldim. İttihat ve Terakki hep ilgilendiğim
bir konuydu, ertelemiştim, tekrar döndüm
ve ortaya nihayet Elveda Güzel Vatanım
çıktı. Aslında aynı izlek devam ediyor.
Devlet-birey izleği mi?
Evet. Bu topraklarda bir türlü kurulamayan birey olma, vatandaş olma, devletin
karşısına sivil inisiyatif olarak karşı çıkma
Söyleşi: Mehmet Said Aydın
Elveda
Güzel
Vatanım
Ahmet Ümit
ELVEDA GÜZEL VATANIM 15
Elveda Güzel Vatanım
16 AHMET ÜMİT
izleği. Devlet bazen Kemalist bir devlet oluyor,
bazen din kisvesi altında başka bir şey oluyor,
bazen açıkça diktatörlük oluyor. Hiç değişmiyor:
Cumhuriyet, Osmanlı, Selçuklu, Roma, Hitit...
Güçlü bir hükümdar, bir kral, imparator, padişah, başbakan, cumhurbaşkanı hiç fark etmiyor.
Beş bin yıllık bir gelenekten bahsediyorum. Bu
gelenek korkunç bir kul kültürü yarattı.
Birey olma idealini, Fransız ihtilali gibi yerlerden beslenen İttihat ve Terakki’de de görüyoruz. İttihatçıların amaçlarından bir tanesiydi
parlamento açmak; ki zaten var olan askıya
alınmış anayasayı tekrar yürürlüğe koymak,
meşrutiyeti kurmak. Fakat enteresan biçimde
görüyoruz ki, romanın geçtiği o tarihte de “hürriyet kardeşlik eşitlik” sloganının yanına bir de
“adalet”i ekleyen siyasi oluşum bir yıl kadar kısa
sürede despotik, baskıcı, kendini eleştirenleri
öldüren, hatta gazeteci öldüren bir hale dönüşmüş. Ardından ülkeyi mahva, savaşa götürecek,
seçimleri sopayla kazanmaya vardıracaklar işi.
Romanda tarihle ilgili bir hatırlatma var, bir
tashih. İlk meclisin açıldığı zamana yönelik,
değil mi?
Aslında yeni bir şey söylemiyorum, altını çiziyorum diyelim. Ben tarihçi değilim ama okurken
gördüm ki meclis 23 Nisan 1920’de açılmamış ilk olarak. Belgelerde var, meclis 1876’da
açılıyor, 1878’de kapatılıyor, sonra ikinci meclis
23 Temmuz 1908’de açılıyor. Hatta, cumhuriyet
döneminde 23 Temmuz bayram olarak, “Özgürlük Bayramı” olarak kutlanıyor bir süre. Fakat
devamında iktidara gelenler, o dönemin izini
silmek istiyor muhtemelen. Açılan ilk meclisin
yokmuş gibi davranılması hakikaten tuhaf bir
şey. Sanki her şey Kurtuluş Savaşı ile başladı gibi
bir algı var, halbuki cumhuriyet fikrinin kökleri
II. Mahmut tarafından atılıyor. II. Mahmut’la
başlayan bu sürecin içerisinde Genç Osmanlılar,
Jön Türkler, elbette İttihat ve Terakki ile bizatihi
cumhuriyeti kuran kadrolar var. Cumhuriyeti
kuran kadronun büyük bölümü İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticisiydi.
Romanda Şehsuvar Sami “biz iktidarda değiliz ama fikrimiz iktidarda” diyor...
İttihatçılar da benzer şeyi istiyordu, Mustafa Kemal bir adım öteye götürdü, saltanatı
kaldırdı. İttihatçıların da içinde Ahmet Rıza
gibi kadrolarda cumhuriyete ulaşma fikri vardı
ama genel kadrolar belki hayal etmemişti bunu.
Milli Müdafaa dediğimiz oluşum ise İttihat ve
Terakki yöneticilerinin 2 Kasım 1908 günü bir
Alman denizaltısıyla kaçmasından altı ay sonra
başlatılan bir oluşum. Mustafa Kemal’in bir
aktör olarak sahneye çıkmasıyla, bir adım öteye
giden bir hal, bunu elbette kabul etmek lazım.
Bu doğru. Ama bir sabah uyandık ve Batılı fikre
sahip olduk, modernleşme yanlısı olduk demek
haksızlık olur. Ben bir yazar olarak o dönemi
yazarken bunu gördüğüm için, resmi doğru
çizmem gerektiğini düşündüm.
Bir romancı olarak beni asıl ilgilendiren, tarihî
gerçekler kadar, tarihin insan hayatına nasıl
etki ettiği, o hayatı nasıl değiştirdiği. Kitapta
Osmanlı’nın son döneminde Şehsuvar Sami
çevresindeki insanların hayatı nasıl değişmiş,
insanlarla tarih, toplum ve çağ arasında ne gibi
ilişkiler yaşanmış, onu anlattım.
Kitapta bir biçim deneyi var. Baştan sona
mektuplardan oluşuyor roman. Şehsuvar
Sami’nin Pera Palas’a sığınıp Selanikli Yahudi
aşkı Ester’e yazdığı mektuplardan mürekkep
bir roman; bu biçim arayışı biraz riskli görünmedi mi?
Aslında mektup ve jurnal arası bir şey diyebiliriz
buna. Uzunluklarına bakarsak, mektubu zaman
zaman aşan bir şey o. Ve biraz riskli evet. Çünkü
mektup günümüzde artık olmayan bir şey. Elbette benim buluşum değil bu biçim. Türkçede
de var.
Leylâ Erbil’in Mektup Aşkları var mesela...
Evet evet, bir döneme baktığımızda yoğun
olarak mektup yazıldığını görürüz. Bir edebî
türdür aynı zamanda. Nâzım Hikmet’in Orhan
Kemal’le mektuplaşması mesela. Dünyada da
ROMAN 17
bunalım, bir anlamda sosyalizmin Sovyet
tipinin yenilmesi. Ama biliyoruz, yeni biçimler çıkacaktır, kapitalizmi görüyoruz. Hiçbir
sorunu çözemediği gibi, daha da derinleştiriyor.
Yeni bir alternatif kaçınılmaz; adı sosyalizm mi
olur, başka bir şey mi bilmiyorum. Ama bu yeni
deneyimden de sosyalizm mutlaka faydalanacaktır.
Romana dönersek, Şehsuvar Sami benim
tersimi yaptı. Ben romancı oldum. Ester’imle
de evlendim. Bahsini ettiğim politik dönem
bittiğinde, ben de romancı olmaya evrildim.
1985 yılında karar verdiğim yer Moskova’ydı.
Partinin sıkıntılı olduğunu anladıktan sonra
yazar olmaya karar verdim.
Siz Moskova’da kendinizi yalnız hissediyor
muydunuz? Şehsuvar İttihat ve Terakki’nin
içinde yalnız hissediyor çünkü.
Bir anlatıyı tarif etmek için kamera metaforunu
kullanacak olursak, ya karakterin yanına koyacaksınız o kamerayı, karaktere bakacak ya da
karakterin dışına koyacaksınız, herkese bakacak.
Ben dışarıdan bakmak istemedim. Okuru doğrudan o günlere, o ruh atmosferine götürmek
istedim: Yıkımı, başarıyı, tutkuyu bir karakterin
gözünden anlatmak istedim. Kişisel deneyimim
de böyle; Şehsuvar Sami benden yüz küsur yıl
sonra yaşamışsa da, ona benziyorum.
Yenik bir devrimci misiniz?
Önce yenik değil tabii. Tutkulu, dünyayı değiştireceğine inanan bir adam. Sonra Sovyetler
Birliği’nin yıkılması ve sosyalizmin içine girdiği
Elveda Güzel Vatanım
var örnekler tabii. O dönemde mektubun çok
kullanıldığını biliyorum ve bu romanı birinci
tekil şahıs ağzından yazmak istedim.
Büyük bir yalnızlık hissediyordum. Onun için
benim duygularım Şehsuvar Sami’den daha
gerçekçi ama hep bir gerekçe buluyordum.
Sovyetlere gittim, ağaç görüyorum mesela, normal bir çam ağacı ama ben farklı görüyorum
o esnada. Havaalanında Moskova’ya indiğim
zaman, yolu gördüğüm zaman ona sosyalizmin yolu gibi şeyler diyorum. Çok kısa sürede
büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Ama şöyle
de düşünüyordum: 1985 yılı, Gorbaçov başa gelmiş, yenileniyoruz, yeniden Marks’a dönüyoruz.
Gördüğüm şey korkunç ama hep bir gerekçe
buluyorum. Sonunda... Olmadı. Felaket ile
yıkıldı. Belki de yıkılması gerekiyordu. Bugünkü
kapitalizm ne kadar yanlışsa, o günkü sosyalizm
de doğru değildi.
Burada, umutsuz değilim. İnsanlar olarak
biz çok kırılgan varlıklarız ama kapitalizmin
tarihine baktığımız zaman Engels, Komünist
Manifesto’nun İtalyancasına yazdığı önsözde kapitalizmin 1300’lü yıllarda başladığını
söyler. Demek ki 700 yıllık bir tarihselliğe sahip
kapitalizm ve bu süre içinde çeşitli evrelerden
geçti. Sosyalizm? 1871 Paris Komünü. Yenildi.
1917 Ekim Devrimi. Küba var, Çin var başka bir
şeye dönüşen. Ben, yeni bir özgürlük hareketi
doğacağına eminim.
18 AHMET ÜMİT
Althusser’in dediği gibi, “gelecek uzun sürer”.
Umutsuz değilim ama artık şundan da yana değilim: Bizde hep tarihsel determinizm, bir tarihsel iyimserlik vardır. “İyi olacak, güzel olacak”
deriz. Bu doğru değil. İyi olacaksak öznelerin
güçlü olması lazım. Bireylerin, insanın, örgütlerin, tarihi değiştirecek olan sınıfların donanımlı,
mücadeleci ve savaşkan olması gerekiyor. O
yüzden, daha fazla hakikate ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.
Bu kitapta hakikate dayanmanın sebebi de biraz
budur. Tarih söz konusuysa, biraz daha fazla
hakikat gerek.
Elveda Güzel Vatanım
Romanda biçim deneyinin yanında, bir de aşk
var. Üstelik kavuşulmuş bir aşk ama kesilmiş.
Şehsuvar Sami’nin dönüp bu aşka sarılması da
aynı yeniklik ile mi ilgili?
Kesinlikle yenilmesiyle ilgili. Ama şöyle söyleyeyim; eğer İttihatçılar başarsaydı, hakikaten
burjuva demokrat bir yönetim kursaydı, hareketin başında Şehsuvar Sami olsaydı, yani Talat
olsaydı da yine aşkını düşünecekti. Yine mutsuz
olacaktı.
İnsanın doğasında bulunan en güçlü şeylerden
biri aşk. Bunun dışında kalan, politik hareketlere katılışımız, sosyal birtakım ilişkilere
girmemiz yarattığımız doğa ile ilgilidir. İnsanın
kendinde olan doğayla değil, insanın yarattığı
doğa ile ilgilidir bu. Buna da kültür diyoruz
zaten. Aşk denilen şey ise, bunun dışında, çok
derinlerde içimizde olan bir şeydir. İnsanın o
ilk haline dönüşü çabasındaki büyük çatışma da
budur. Kültür ile doğa çatışır: Kafka’nın böceği
de aslında budur. Öyle bir kültür yaratıyoruz ki,
bir sabah uyanıyorum ve kendimi böcek olarak
buluyorum.
Şehsuvar Sami, başarsaydı da bence yine mutsuz
olacaktı. Çünkü nasıl ki sosyalizm koşulları
Rusya’da yoktuysa, burada da burjuva demokratik devrim koşulları henüz bu topraklarda
yoktu. Ve mutsuzluk, kaçınılmaz olacaktı.
Gene Ester’e, mektuplara dönecekti başarsaydı
da...
Mutlaka dönecekti. Burada keskin bir dönüş
var: 20 yıl önce Ester’e gitseydim ne olurdu?
Şehsuvar’ın aklındaki soru hep bu. Bu soruyu
şöyle de sorabiliriz: Bir roman daha yazsaydık
ve Şehsuvar Ester’e gitseydi. Bence yine mutsuz
olacaktı. Çünkü Şehsuvar, vicdanlı biri. Ülkede
o kadar fırtına koparken sevdiği kadınla evlenmiş ünlü bir yazar olmak, Paris’te bir çatı katından Lüksemburg Bahçeleri’ne bakmak falan
ona iyi gelmeyecekti. Bugün, bu tarif ettiğimiz
durumdan rahatsız olmayacak birçok yazar var.
Romanımı yazarım, alkışımı alırım, kitaplarım
çok satar, ödüllerimi alırım, kitaplarım yabancı
dillere çevrilir ve ben işime bakarım diyen çok
yazar var. Kınamıyorum, çok da insanca buluyorum bu duyguları. Ama benim Şehsuvar Sami
öyle biri değil.
Aslında sonradan anlayacağız ki, Şehsuvar
Sami romancılık emeline ulaşacak. Ki, Elveda
Güzel Vatanım’ı bu sayede okuyacağız.
Evet, romanı böyle okuduğumuz zaman, asla
umutsuz bir roman değil bu.
Bir de alan araştırması görüyoruz. Kimi
yerlerde Selanik o kadar detaylı anlatılmış ki,
gidip gördüğünüz çok açık. Beyoğlu, zaten
sizin roman mekânınız daima, şu anda da
Beyoğlu’ndayız. 1926’nın Beyoğlu’su ve epey
Selanik var romanda...
Sadece Selanik de değil; Paris, Ohri, Resne,
Üsküp... Bütün Balkan coğrafyasını dolaştım.
Kimi romancılar vardır, hazırlık süreci için
mahvoldum, kendimi paraladım, çok yoruldum
der. Benim için öyle değil, aksine çok zevkli bir
kısım.
Önce Paris’e gittim. Çünkü İttihat ve Terakki
coğrafyasının üç önemli şehri var: Selanik, Dersaadet ve Paris. Önce İstanbul’da başlıyor çünkü
buradan sürgünler başlıyor. Bu adamlar da
Paris’e gidiyor. Komünistler için Moskova neyse,
o dönem İttihatçılar için Paris o demek. Bütün
düşünce babaları orada: Diderot’lar, Rousseau’lar, Voltaire’ler, Comte’lar. Ve bu adamların
hepsi de zaten Quartier Latin’de yatıyor şimdi.
Bu yüzden önce Paris’e gittim, Bonaparte Sokağı
25 numarayı buldum. Bugünlerde bir konut
ama o günler için çok önemli. Çünkü Ahmet
Rıza’nın Jön Türk lokali ve Meşveret dergisini
ROMAN 19
çıkardığı yer. Orayı bulmak, insanların başımızda toplanıp sorması çok zevkliydi.
Sonra, asıl İttihat ve Terakki’nin güçleneceği yer
olan 1906’nın Selanik’i. Enteresan bir rastlantıdır, İttihat ve Terakki Fransız devriminden tam
yüz yıl sonra 1889’da burada, Edirnekapı’da bir
bağ evinde kuruldu. Askerî tıbbiye öğrencileri
Abdülhamit’e ve onun despotik yönetimine
karşı toplandı ve bir cemiyet kuralım dedi. İsmi
sonradan İttihat ve Terakki’ye dönüşecekti. Bu
örgüt, bu cemiyet aydınlar, askerler, öğrenciler
arasında ilerliyor. 7 yıl sonra, 1906’da Talat Bey
ve diğerleri de bir cemiyet kuruyor, bunun da
adı İttihat ve Terakki değil. Ama sonra Paris’te
Ahmet Rıza’yla buluşuyorlar. Ahmet Rıza, onların düşünsel, fikrî önderi olacaktır.
Okumalarını yapma ve çeşitliliği çok zordu,
değil mi?
O kadar karmaşık bir süreç ki İttihat ve Terakki.
Bütün bunları yalınlaştırıp romanlaştırmak,
zaman dizin kurmak, anakronizme düşmemek,
büyük hatalara düşmemeye çalışmak acayip zor
oldu.
Roman bittiğinde çok yorgundum, hâlâ çok
yorgunum. Fakat içimde büyük bir huzur hissettim. Nâzım Hikmet’in büyük işkence görmüş
bir devrimciyi anlattığı bir dizesi vardır, çok
severim. Mealen şöyle der: Bedenimde büyük
bir sızı ve acı vardı ama yüreğimde kimseyi ele
vermemiş olmanın huzurunu taşıyordum.
Elveda Güzel Vatanım
Ahmet Rıza üzerine düşünülmesi gereken bir
karakter sanki.
Çok önemli bir adamdır, bir gün onun romanını
tek başına yazmayı isterim. Müthiş bir adam.
Ve işte o gelir, hareket askerlerle buluşur. Bu buluşma sivil duruma zarar verir ama bir yandan
meşrutiyeti ilan edilir. Hareket giderek 1913’teki
Babıâli baskınına kadar uzanır. Dolayısıyla, ben
elbette Selanik’e gittim. 1908’deki ayaklanmanın
olduğu Ohri’ye, Resne’ye o dağlara gittim. Resneli Niyazi’nin konağını buldum. Üsküp’e gittim.
Dediğim gibi, kendimi mahvetmedim, parçalamadım aksine çok zevk aldım. Ama üzerine
okurken çok zorladı bu roman beni.
Bu benim şu ana kadar en çok zorlandığım
roman oldu.
20 RAWI HAGE
CAMUS’NÜN TAXI
DRIVER’I YENİDEN
YAZDIĞINI HAYAL EDİN!
Karnaval bitirdiğiniz anda yeniden okumak isteyeceğiniz bir kitap. Sonlara doğru Hage’in
bıraktığı ipuçları ışığında romana yeniden bakmak gelecek içinizden.
Rawi Hage, kesinlikle, muhteşem bir yazar. Karnaval
yazarın üçüncü romanı. Her
sene bir karnaval düzenlenen
isimsiz bir şehirde geçen romanın başkarakteri gezici bir
sirkte büyümüş, şimdi taksi
şoförlüğü yapan Fly.
Fly, hiç kuşkusuz yazarın
Montreal’de taksi şoförlüğü
yaptığı yıllarından ilham
alınarak yaratılmış zira
Hage’in hikâyesinin gerçekçiliğini zamanında tanıştığı
ve romanında yer bulan bu
umutsuz, suça meyilli, hor
görülen karakterlerinden aldığını hayal etmek hiç de zor
değil. Örneğin Fly’ın ruhsal
dengesizliğinden bihaber, mutsuz bir evlilikten
kurtardığı, kol kanat gerdiği Mary; bir zamanlar
arkadaşlarınca sevilip bakılan, fakat sonu sıkışık
trafikte sileceklere yapışmak olan Tammer; çe-
virdiği işlerle Fly’ı da gitgide
tehlikeli sulara çeken uyuşturucu satıcısı gibi.
Hage’in dehası gerçekçi portreler çizebilmesinde, kelime
ve cümleleriyle okuru Fly’ın
hayal gücüne misafir edip
dolaştırabilmesinde yatıyor. Kendisinin başarılı bir
fotoğrafçı ve görsel sanatçı
olduğunu öğrenince şaşmamak gerek, cümleleri harika
bir kompozisyona sahip
fotoğrafları anımsatıyor zira.
Roman, Kanada edebiyatında
tüm zamanların en iyi açılış
cümlelerinden biri olan şu
cümleyle açılıyor: “Bir devesi
olan bir gezginle, iplerden
sarkan bir annenin sirk karavanındaki birlikteliğinden doğmuşum.”
İşte böyle başlıyor anlatıcı kendini anlatmaya.
“Örümcekler ve canavarlar arasında gezinmekle”
ROMAN 21
geçen hayatını, kaderini örüyor cümleleriyle...
Öteki şoförlere örümcekler deniyor, gölgelerde pusu kurup müşterileri ağlarına düşürmeye
çalışanlar. O ise şehirde gezinen, keşfedilmemiş
köşeleri, geçitleri “el sallayan, ıslık çalan” birilerini arayarak kat eden bir sinek.
Karnaval ilk üçü Fly’ın geçmişine, müşterilerinin
ve meslektaşlarının hikâyelerine odaklanan beş
sahneden oluşuyor. Burada Hage, Fly’ın capcanlı,
genelde seksüel fantezilerini ustalıkla betimliyor:
Fly kendini, kâh kadim Levant’da bir gezgin, kâh
Çanakkale Savaşı öncesinde bir Türk askeri, kâh
Kızıl Tugaylar’a katılmaya hazırlanan bir İtalyan
olarak kaybederken.
Son iki sahne ise keskin bir dönüşle Fly’ın arkadaşlarından Otto ve onun büyüttüğü Tammer’ın
hikâyesine odaklanıyor. Hage’in üslubu değişiyor,
sona doğru ilerlerken şiddet arttıkça cümleler
de kısalıyor. Karnaval bitirdiğiniz anda yeniden
okumak isteyeceğiniz bir kitap. Sonlara doğru
Hage’in bıraktığı ipuçları ışığında romana yeniden bakmak geliyor içinizden.
Hage bu romanla, edebiyat dünyasının yıldızlarından biri olduğunu kanıtlıyor. İlk kitabı
DeNiro’nun Oyunu, Uluslararası IMPAC Dublin
Edebiyat Ödülü’nün yanı sıra Prix des Libraries
Ödülü’nün sahibi olmuş, birçok edebi ödüle aday
gösterilmişti. İkinci romanı Hamamböceği Giller
Ödülü’nün adayları arasındaydı.
Siz yine de Karnaval’ı okumanız gerektiği için
okumayın. İyi bir kitap olduğu için okuyun.
Laura Eggertson,
Toronto Star
22 ŞİİR
1978 Mardin Derik doğumlu.
Gazi Üniversitesi’nde Resim
okudu, öğretmenlik yaptı.
İlki kitabı Hasar Ayini 2004’te
yayınlandı, dosyasıyla Yaşar Nabi
Nayır Şiir Ödülü’nü almıştı. Uzun
zamandır baskısına ulaşılamayan
bu kitap, Everest’ten yayınlanıyor.
İkinci kitabı Dünya Lekesi 2012’de
Everest etiketiyle çıkmıştı, şimdi
yeni baskısı ve yeni kapağıyla
okuyucunun karşısında.
Uzun zaman Diyarbakır’da yaşadı.
Yeni yazacağı metinlere dair
merakı diri tuttu.
En çok üzülmüş
üzümün şaraba
çıkan adı
Hasar Ayini ve Dünya Lekesi yeni kapaklarıyla bir arada, Everest’te! Şair
Seyyidhan Kömürcü’nün uzun zamandır aranan, bulunamayan, konuşulan ve
alıntılanan dizeleri bir araya geliyor.
Anadolu bilgeliğinin son seslerinden biri sayılabilir bana göre
bu şiir.
Duman yerine, yükseklerde turnaların sesini duymak isteyen,
alçaklarda ise kuyu/çukur yerine “gül”ü koyan, güle kırmızı
davranılmasını dileyen bu şiirin şahsını bilmek iyi olur derim
ben.
Ki şair, oyununu (ezberini) bozuyor düzenin: “dilimde dönmeyen şık bir ölüm var/ şık bir kuyu şık bir umur şık bir öd/
bak hep dersi tarih olanlar var/ hep suyu ve zamanı yanlış
çevirenler var bir dünyada/ bak bu soyu sopadan gelenlerin
masalı ahşap bir yalan/ ahşap ve yalan”
Bir bıçağın en korkunç fikriyim diyen bu şairi tanımak ve
onun poetikasını izleyip, evren düsturunu anlamak elzemdir
bence.
Seyyidhan Kömürcü, edebiyatın, şiirin bu coğrafyadaki sessiz
devrimcilerinden biri çünkü bana göre.
“doğu dağlarını yedi diyen ninem
her baktığını görmesin diye su içirdi kız kardeşlerime
rüzgâr yedirdi her bildiğini demesin diye” diyen bir şairin
sanki bizatihi şiir oluşunun bu tezahürü, dünyanın (büyük bir
yalanla kurgulanmış olan bu dünyanın) bir yutkunma yeri
oluşuyla ilgili, kimbilir.
Pakize Barışta,
Taraf, 18 Mart 2012
BİZDEN HABERLER 23
Nazlı Eray’ın yeni romanı Rüya Yolcusu yeni
yılda
’lerle buluşuyor!
Rüya Yolcusu’nda Curzio Malaparte, Elvis Presley,
Marilyn Monroe ve daha pek çok karakter,
anı ve dönem bir araya geliyor!
Okurların zirvesi
Everest!
Sabitfikir’in hazırladığı 2015’in en iyi
50 romanı listesinde 5 romanla varız.
Heyecanımız, gururumuzdan büyük. Behçet Necatigil
100 Yaşında!
Modern Türk şiirinin büyük ustasını
biz de çeşitli yayınlarla anıyoruz.
Selim İleri’nin Kırık İnceliklerin Şairi:
Behçet Necatigil adlı incelemesi, yeni
yılda, genişletilmiş haliyle okurlarla
buluşuyor. Damla Damla Günler
tamamlandı
Türkçe edebiyatın zirvelerinden
Adalet Ağaoğlu’nun meşhur günlükleri
4 ciltte tamamlandı!
Kocaman postallar, hınçla, ama
battal battal koştu gri özel otomobile.
Kediyse çevik birkaç sıçrayışta bitişik
arsanın karanlığında kaybolmuştu.
Varsın olsundu. Çekip gitmeyecek, onu
bir türlü anlamak istemeyen, ondan
korktuğu halde bildiğinden de bir dikiş
payı geri kalmayan mundar hayvana
çöp tenekesini bırakmayacaktı. Ne
demek, ne demek oluyordu, kurs
görmemiş, pis bir hayvanın Murtaza’yı
hiçe saymaya kalkması? Yukarda
Allah, Ankara’da Devlet, hem de
Hükümet’se burda da Murtaza vardı.
Murtaza’ysa değildi herhangi bir
bekçi. Kurs gördükten başka, almıştı
amirlerinden takdirname bile. Bir
kedi, mundar bir kedi bozamazdı
Murtaza’nın mahallede kurduğu
disiplini. Yalnız kedi, kediler değil,
mahallenin kazları, ördekleri,
tavukları, horozları, köpekleri de
bozamazlardı.
E, kimin dediği olacaktı?
Murtaza’nın mı, kedinin mi?
Orhan Kemal
Murtaza