kültürlerarası iletişim öğrenci sempozyumu

Transkript

kültürlerarası iletişim öğrenci sempozyumu
KÜLTÜRLERARASI İLETİŞİM
ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
15 - 16 Ekim 2015
BİLDİRİLER KİTABI
Editör
Yrd. Doç. Dr. Seda ÖZSOY
Editör Yardımcıları
Arş. Gör. Fatih UYAR
Arş. Gör. Alperen GENÇOSMANOĞLU
GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
NO: 34
GÜMÜŞHANE, 2016
KÜLTÜRLERARASI İLETİŞİM ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
BİLDİRİLER KİTABI
Editör
Yrd. Doç. Dr. Seda ÖZSOY
Editör Yardımcıları
Arş. Gör. Fatih UYAR
Arş. Gör. Alperen GENÇOSMANOĞLU
ISBN: 978-605-4838-14-1
Yayınevi
Gümüşhane Üniversitesi Yayınları
No: 34
Birinci Baskı
Gümüşhane, Mart 2016
Eserin içerik sorumluluğu tamamen yazara aittir. Gümüşhane Üniversitesinin yazılı izni olmadan bir kısmı veya tamamı çoğaltılamaz
veya kopya edilemez.
Baskı
Eser Ofset Matbaacılık
Tel: 0462 321 53 38, Trabzon
ONUR KURULU
Prof. Dr. İhsan GÜNAYDIN (Gümüşhane Üniversitesi Rektörü)
Prof. Dr. Celalettin VATANDAŞ (GŞÜ İletişim Fakültesi Dekanı)
Prof. Dr. Murat KÜÇÜK (GŞÜ Müh. ve Doğa Bilim. Fak. Dekanı)
DÜZENLEME KURULU
Prof. Dr. M. Muhsin KALKIŞIM (Düzenleme Kurulu Başkanı)
Yrd. Doç. Dr. Seda ÖZSOY (Koordinatör)
Arş. Gör. Fatih UYAR
Arş. Gör. Alperen GENÇOSMANOĞLU
Nurselin TUĞCU (Türk Dili ve Edebiyatı Böl.)
Gülbahar YILMAZ (Türk Dili ve Edebiyatı Böl.)
Turgut GÜRBÜZ (Tarih Böl.)
Rıdvan PALANCI (Tarih Böl.)
Dilan GÜNEŞ (Felsefe Böl.)
Nesim SAVAŞ (Felsefe Böl.)
BİLİM KURULU
Prof. Dr. Zafer ERGİNLİ (Gümüşhane Ün.)
Prof. Dr. Hüseyin Gazi TOPDEMİR (Muğla Sıtkı Koçman Ün.)
Prof. Dr. Melek DOSAY GÖKDOĞAN (Ankara Ün.)
Prof. Dr. Remzi DEMİR (Ankara Ün.)
Prof. Dr. A. Kadir ÇÜÇEN (Uludağ Ün.)
Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM (Atatürk Ün.)
Prof. Dr. Abdülkadir ÖZCAN (Fatih Sultan Mehmet Ün.)
Prof. Dr. Muzaffer DOĞAN (Marmara Ün.)
Prof. Dr. Fikret SARICAOĞLU (İstanbul Ün.)
Prof. Dr. Mevhibe COŞAR (Karadeniz Teknik Ün.)
Prof. Dr. Necmettin ALKAN (Karadeniz Teknik Ün.)
Prof. Dr. Hasan KAVRUK (İnönü Ün.)
Prof. Dr. Mehmet KARAKAŞ (Afyon Kocatepe Ün.)
Prof. Dr. Kenan ÇAĞAN (Afyon Kocatepe Ün.)
Prof. Dr. Ahmet KALENDER (Selçuk Ün.)
Doç. Dr. Ünal ŞENTÜRK (İnönü Ün.)
Doç. Dr. Yusuf ADIGÜZEL (İstanbul Ün.)
Doç. Dr. Mustafa AKDAĞ (Erciyes Ün.)
Doç. Dr. Ahmet TARHAN (Selçuk Ün.)
Doç. Dr. Ülkü ELİUZ (Karadeniz Teknik Ün.)
Doç. Dr. İbrahim TÜZER (Yıldırım Beyazıt Ün.)
Doç. Dr. Bayram NAZIR (Gümüşhane Ün.)
Doç. Dr. Hasan GÜLLÜPUNAR (Gümüşhane Ün.)
Doç. Dr. Bilal KIRIMLI (Karadeniz Teknik Ün.)
Bildiriler Kitabı
- 5-
İÇİNDEKİLER
AÇILIŞ KONUŞMALARI
Gümüşhane Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. İhsan GÜNAYDIN’ın Açılış Konuşması.................................... 9
Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Sempozyum Düzenleme Kurulu
Başkanı Prof. Dr. M. Muhsin KALKIŞIM’ın Açılış Konuşması............ 12
İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Celalettin VATANDAŞ’ın
Açılış Konuşması......................................................................................... 14
SOSYOLOJİ
Alperen GENÇOSMANOĞLU
Farklı Siyasal Kültürlerin Biraradalığı: Kot Kumlama İşçileri
Dayanışma Komitesi................................................................................... 19
Mehmet Talha PAŞAOĞLU
Modern İran Tarihi’nde Protesto Kültürü............................................... 35
Aslı KÖSE ÜNAL & Gizem Büşra HASAR
Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığının Kadın Statüsüne Yansımaları...... 47
İbrahim ÜNALAN
Kültürlerarası İlişki Bağlamında Türk ve Arap Mutfak Kültürü......... 58
Şahsenem PINAR
Kültürlerarası İletişim ve Göç Olgusu..................................................... 70
Dilara TAŞKIN
Gümülcine’den Türkiye’ye Göçler: Bursa Örneği................................ 104
- 6-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
DİN
A. Yakup SİPAHİOĞLU
Oluşum Sürecinde İslam Kültürünün Bütünlüğü ve Kaynakları...... 121
Merve BOZAN
Kültürel Etkileşimde Din Nerede?......................................................... 133
Önder ÖZMEN
Necip Fazıl Kısakürek Şiirinde Tasavvuf.............................................. 143
Mahmut Yusuf MAHİTAPOĞLU
Ahmet Rifat Efendi’nin Mir’atü’l-Mekasıd Adlı Eserine
Göre Bektaşilik.......................................................................................... 155
EDEBİYAT
Süreyya DOĞAN
Safiye Erol’un Romanlarında Aydın Kimliği........................................ 173
Fatih UYAR
Orhan Pamuk ve Necip Mahfuz’un Benim Adım Kırmızı ve
Midak Sokağı Eserlerinde Oryantalist İzler............................................ 190
Mehmed Ali YILDIZ
Ahmet Mithat Efendi’nin Romanlarında İstanbul’un Kozmopolit
Semtleri....................................................................................................... 201
Samih YIKILGAN
İsimden Kimliğe Giden Yol: Araf Romanı............................................. 214
Ömer KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Edebi Çevirilerin Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri Arasında
Kültürlerarası Etkileşimdeki Yeri, Önemi ve Yeni Yaklaşımlar......... 224
Bildiriler Kitabı
- 7-
Yazgül AKAT
Çokkültürlülüğün Eğitime ve Çocuk Edebiyatına Yansıması............ 229
Funda BUGAN
Baki’nin Sultan Süleyman’a Yazdığı Kaside Üzerine İnceleme.......... 237
Duygu BİNGÖL
Hüsn ü Aşk’ta Bir Kültür Öğesi Olarak Kuşlar...................................... 255
TARİH
Enver YALÇIN
Seyyid Abdülkadir’in (1856-1925) Hayatı, Osmanlı Bürokrasisindeki
ve Kürt Siyasi Hareketindeki Çalışmaları............................................. 275
Eyyüp YILMAZ
Türklerin İslamlaşma Sürecinde Türk-Arap İlişkileri......................... 285
KÜLTÜR ve İLETİŞİM
Alper Elvan POLAT
Bir Kültür Taşıyıcısı Olarak İnsan ve Kültür Endüstrisi..................... 303
Muhammed YILDIZ & Ayda KARAKOYUN
Etnisite ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi: Hannah Arendt Örneği........ 314
Özlem ÜNALAN
Kültürlerarası İletişimde Halkbiliminin Rolü....................................... 336
Yunus BABACAN
Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Kavramlar
Tarihi Bağlamında Gökalp’i Yeniden Düşünmek................................ 348
- 8-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Kenan TAZEFİDAN
Küreselleşme Sürecinde Medya-Yönetim İlişkisi: Türkiye Örneği..........362
Sümeyye ER
Mahremiyet Algısında Kırılma ve İnternet:
Sosyal Medya Örneği................................................................................ 379
Can KILIÇ
Küreselleşme Sürecinde Kültür ve Sosyal Medya................................ 388
SONUÇ BİLDİRGESİ................................................................................ 410
YAZARLAR İNDEKSİ.............................................................................. 412
Bildiriler Kitabı
- 9-
GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ
PROF. DR. İHSAN GÜNAYDIN’IN AÇILIŞ KONUŞMASI
Sayın Vali Yardımcım, Sayın Belediye Başkan Yardımcım, Sayın
Kaymakamım, Sayın Dekanlarım, Değerli Misafirler, Değerli Öğretim
Elemanları, Sevgili Öğrenciler, Basın-Yayının Değerli Temsilcileri,
Hepiniz hoş geldiniz.
Öncelikle içinde bulunduğumuz süreçte ülkemizde yaşanan elim ve
acı hadiseler dolayısıyla her birimize sabır diliyor, bir an önce huzur
ve barışın mümkün olduğu bir toplumsal atmosfere kavuşabilmemizi
temenni ediyorum. Bu sempozyumun başlığı olan Kültürlerarası
İletişim’in de ancak bu şekildeki bir zeminde gerçekleşebileceği
ortadadır.
Toplumsal kutuplaşmalar aramıza duvarlar örüyor, birbirimizin
sesini duyamaz hale geliyoruz. Şairin de dediği gibi “İnsanlar hangi
dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” kalıyor. Birbirimizin acısını
algılayamadığımız tehlikeli bir noktaya doğru kayıyoruz. Güncele
fazlaca takılı kaldığımızda durup düşünemez hale geliyoruz.
İşte bu noktada güncele takılı kalmadan daha derine inmemiz
gerekiyor. İnsanların gündelik hallerini, düşünme biçimlerini, dış
dünyada yaşananları anlamlandırma kalıplarını oluşturan en önemli
unsurlardan biri olarak kültür mefhumu üzerine düşünmeliyiz.
Zaman ve mekan boyutlarıyla birlikte kültürlerarası iletişimin farklı
boyutlarını mercek altına almak büyük bir önem arz etmektedir.
Farklı kültürlerin tarihsel olarak ne tür ortaklıkları olduğunu, bugün
birbirlerini ne düzeyde etkilediklerini, kültür olgusunun durağan bir
yapısının olmadığını, süreç içinde ne tür değişimler geçirdiğini ve tekrar
tekrar nasıl yeniden oluştuğunu görünür kılmamız gerekmektedir.
Bu sorular, bugünkü toplumsal problemlerimizi önce anlamak, sonra
çözmek için bize değerli bir yol haritası sunacaktır.
İzninizle yeri gelmişken Gümüşhane Üniversitemizde düzenlenen
bu Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu’nun kurgulanış
biçimi ve çağrıcılığı ile ismine uygun olarak ortaya koymuş olduğu
- 10-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
birkaç önemli noktaya değinmek istiyorum. Öncelikle ülkemizin pek
çok farklı yerinden hem kampüs hem de şehir olarak farklı kültürel
atmosferlerinden gelen insanlar olarak metropol kentlerin dışındaki bir
şehrimiz olan Gümüşhane’de toplanmış bulunuyoruz. Mobilizasyonun
kültürel etkileşimi arttırmada önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum.
Yine bu sempozyumun bir öğrenci sempozyumu olarak
düzenlenmesinin de önemini belirtmek gerekir. Bir yerde iletişimden
bahsedebilmek için özgür ve farklı düşüncenin önü açık olmalıdır.
Eğitim modellerimizi tek yönlü işleyen, ezberci ve hiyerarşik bir hale
getirdiğimizde soru soran, üreten, sorgulayan bir gençliğin yetişmesini
beklememiz boş bir umut haline gelecektir. Bu anlamda öğrencilere
rahatça konuşma imkanı sağlayabilmek adına öğrenci merkezli bir
sempozyumu çok kıymetli bulduğumu vurgulamak isterim.
Son olarak sempozyumun içeriğine, tebliğlerin başlıklarına baktığımızda
ise tüm beşeri bilimleri kapsayan disiplinlerarası bir tablo görüyoruz.
Kültürlerarası iletişimin tartışıldığı bir sempozyumda pozitivist
dönemin katı bilimci anlayışından, neşet eden sınırları kalınlaştırılmış
disiplin anlayışından çıkmamız gerektiğini işaret eden bir sunum
çeşitliliği ile karşı karşıyayız. Bugün sıkça kullandığımız sosyal bilim
disiplinlerinin tarihsel süreç içinde inşa edilip çerçevelendirilerek bilgi
üzerinden iktidar üretmeye dönük söylemsel bir boyutunun olduğunu
göz ardı edemeyiz.
Artık sosyal bilimlerde sınırları aşmamız ve kendimizi dar çerçevelere
hapsetmememiz gerekir. Bu sempozyumda edebiyattan tarihe,
felsefeden sosyolojiye ve iletişime uzanan, disiplinler arasındaki
sınırları sorgulatacak bir çeşitliliğin görünür hale geldiğini ifade
etmek isterim. Böylece toplumsal bir olgu olarak kültürler arasındaki
iletişimi masaya yatırırken aynı zamanda içinde bulunduğumuz
akademi dünyasının kendi pozisyonu üzerine de düşünerek toplumu
“aydınlatan” üstenci modernist bilimden özdüşünümsel bir noktaya
da ilerlemiş olduğumuzu da burada kaydetmek gerekir.
İktisat alanına yıllarını vermiş biri olarak sempozyuma yönelik
vurgulamadan geçemeyeceğim tek eksik ise kültürlerarası iletişimde
ekonominin rolünün, diğer pek çok unsurun aksine yeterince
vurgulanmadığıdır. Bugün dünyada yükselen bir alan olarak
davranışsal iktisat göstermektedir ki kültür ile ekonomi arasında
oldukça çetrefilli bir etkileşim bulunmaktadır.
Bildiriler Kitabı
- 11-
Disiplinlerin sınırlarına takılı kalmayıp disiplinlerarası bir tablo
sergileyen bu sempozyumun, toplumsal fay hatlarımızın daha
derinindeki kültürel geçişlilikleri, dönüşümleri ve bugün birlikte barış
içinde yaşamanın imkanlarını görünür hale getireceğine inanıyorum.
Böyle önemli bir organizasyonu gerçekleştirdiği için Edebiyat
Fakültesi’ne teşekkürlerimi sunuyor, sunum yapacak herkese başarılar
diliyorum.
- 12-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DEKANI VE SEMPOZYUM DÜZENLEME
KURULU BAŞKANI PROF. DR. M. MUHSİN KALKIŞIM’IN
AÇILIŞ KONUŞMASI
Sayın Rektörüm, Sayın Vali Yardımcım, Sayın Belediye Başkan
Yardımcım, Sayın Kaymakamım, Sayın Dekanım, Değerli Misafirler,
Değerli Öğretim Elemanları, Sevgili Öğrenciler, Basın-Yayının Değerli
Temsilcileri,
Gümüşhane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin düzenlediği
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu’na hoş geldiniz.
Sempozyumumuza Türkiye’deki 21 üniversiteden lisans, yüksek lisans
ve doktora düzeyinde 35 öğrenci iştirak etmektedir. Oturumlar bugün
gün boyu, yarın öğleye kadar İbni Haldun ve Cemil Meriç Salonlarında
devam edecektir.
Varlık kategorilerindeki çeşitlilik ve farklı oluş, birbirini
ötekileştirmenin, birbiriyle çatışmanın gerekçesi değildir. Bilakis farklı
renkler, diller ve kültürler birer zenginlik olup yardımlaşmanın ve
dayanışmanın gerekliliğini teyid eder. Farklılıkları yok etmek yerine
kesrette vahdeti yakalamak ve insani değerler düzleminde buluşarak
birer avantaja dönüştürmek mümkündür.
Katib Çelebi, Mîzânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk isimli eserinde bu konuda
dikkate değer tespitler yapar ve klikçilik karşısındaki üç farklı tavrı
sıralar:
1. Âdem Peygamberin zamanından beri halk fırka fırkadır. Her bir
fırkanın bir türlü mezhebi ve bir nevi meşrebi vardır ki biri diğerine ilk
bakışta muhalif görünür. “O müşrikler ki onlar dinlerini darmadağınık
etmişler, fırka fırka olmuşlardır. Bunlarda her zümre kendi yanlarında
olanla böbürlenirler.” (Rum 32) bağlamınca hepsi kendi meslek (ve
yolunu) beğenip onu diğerlerine tercih ederler.
2. Bunlardan kimi akıllıdır. Bu ihtilafın hikmetini inceden inceye
düşünüp anlar, (bu ihtilafın) altında bir takım faydalar sezer ve
kimsenin mesleğine ve meşrebine dahledip sataşmaz, taarruz eylemez.
3. Kimi de ahmaktır. İhtilaf hikmetini bilmez. Bütün halk bir mezhep
ve bir meşrepte olsun diye mümkün olmayan şeyler tasavvur eder.
Bildiriler Kitabı
- 13-
Beyhude yere zahmet çeker.
Fıtrattaki çoğulluk ve teklik arasındaki ahengi ve dengeyi bulabilirsek
seslerin ve renklerin ahengine ulaşabiliriz. Kendi değerlerine
çağıranların muhataplarını yok sayma ve ötekileştirme bedbahtlığına
düşmesi düşündürücü bir paradokstur. Bütün insanlar bidayette varlık
olmaları hasebiyle, ikinci merhalede benî Âdem yani insan olmaları
haysiyetiyle kardeştirler. Kaderleri aynıdır: Bu mavi gezgenin hürmete
lâyık birer misafirleridirler. Aynı gemide seyahat ederler. Aynı gök
kubbenin altında aynı güneşten ışık alırlar, aynı ırmağın suyundan
içerler, aynı zamanı ve mekânı idrak ederler.
İnsanlık tarihi bize şunu göstermiştir: Toplumsal barışın ve huzurun
yolu kültürlerarası iletişimden geçmektedir.
Saygılarımla…
- 14-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
İLETİŞİM FAKÜLTESİ DEKANI
PROF. DR. CELALETTİN VATANDAŞ’IN AÇILIŞ KONUŞMASI
MEKÂNIN VE ZAMANIN SIFIRLANDIĞI BİR DÜNYADA
YAŞAMAK veya KÜLTÜRLERARASI İLİŞKİLER
Eskiden, beş asır öncesine kadar, dünya çok büyüktü. O kadar büyüktü ki
bazı bölgelerdeki insanlar binlerce yıl birbirlerinin varlığından bile haberdar
olmadılar, olamadılar. Amerika, Avustralya ve eski dünyayı oluşturan
üç kıtadaki (Avrupa, Asya, Afrika) toplumlar ve bireyler, birbirlerinin
varlığından bile haberdar değillerdi. Buna karşılık Avrupa, Asya ve Afrika
kıtalarında yaşayan insanlar birbirlerinin varlığından haberdardılar. Fakat
dünya çok büyük olduğu için bölgeler arası mesafe uzadıkça haberdar
olma oranı düşüyor, hatta haberdar olma biçimi bilgiden ziyade mitolojik
bir kategori arz ediyordu. Örneğin 1500’lerin Avrupalıları, Japon kralının
sarayının bir karış kalınlığında altın döşeme ile donatıldığını veya
Ortadoğu’daki İslam toplumlarının tüm kap ve kacaklarının dahi altından
imal edilmiş olduğunu düşünüyorlardı. Hatta bu yöndeki bilgilerinden son
derece emindiler. Böyle olduğu içindir ki, Haçlı ordularındaki askerlerin
çoğunun hayalini, memleketlerine dönerlerken taşıyamayacakları kadar
çok hazineye sahip olmak süslüyordu. Düşüncelerinde kendi yoksullukları
ne kadar gerçekse uzaklardaki insanların zenginlikleri de o kadar gerçekti.
Çünkü seyyahların yazdıkları ve hayallerinde süsleyip gerçekmiş gibi
ifade ettikleri hikâyeler veya duyumlar bu insanların bilgi kaynaklarını
oluşturuyordu. Binbirgece Masalları ise bilgilerine kesinlik kazandırıyordu.
Ancak 1500’lerin başından itibaren o koca dünya hızla küçülmeye
başladı. Binlerce yıl birbirinden haberdar olmayan insanlar birbirlerinden
haberdar hale geldiler. Bu iki dünyanın birbirinden haberdar olması
yaklaşık bir ay süren deniz yolculuğuna bağlıydı. Böylelikle Kuzey
Avrupa toplumlarının mitolojilerinde yer alan uzaklardaki insanlarla
ilgili bilgi kırıntılarını gerçek bilgiye dönüştürme imkânı doğdu. Mitolojik
bilgilerin yerini gözlemlenen ve yaşanan bilgiler almaya başladı. Yine
aynı dönemde, Batı Avrupa’yı esas alarak söylemek gerekirse daha
önceleri yüzyılda bir yola çıkan bir seyyahın üç beş yıla varan yolculukla
ulaşabildiği Uzak Doğu 1500’lerden sonra Afrika’yı dolaşarak birkaç
ayda gidilebilen bir coğrafyaya dönüştü; Uzak Doğu uzak olmaktan
çıktı. Sonsuz büyüklükteki dünya algısının yerini, çevresi birkaç ayda
dolaşılabilen öncekine oranla son derece küçük bir dünya aldı.
Bildiriler Kitabı
- 15-
1500’lerden başlayarak dünyanın hızla küçülmesi farklı ve uzak
coğrafyalardaki toplumların birbirlerinden haberdar olmalarını,
birbirleriyle ilgili sahip oldukları mitolojik karakterli bilgileri kontrol
etmelerini, böylelikle yine birbirleri hakkında daha gerçekçi bilgilere
sahip olmalarını sağladı. Dünyanın bu şekilde hızla küçülmesinde
dönemin maceraperestlerinin bilinmezleri elde etme tutkuları veya
daha çok kâr peşinde koşuşturan tüccarların altın ve gümüş tutkusu
etkili oldu. Aniden küçülmeye başlayan dünya, çevresi birkaç ayda
dolaşılabilen haliyle yaklaşık 400 yıl süreyle var olmaya devam etti. Hiç
kimse dünyanın daha da küçüleceğine ihtimal vermedi.
Kültür toplumun kimliğidir. Kültür olmadan toplum olmaz; kültürsüz
toplum sadece bir insan yığınıdır. Toplum, biyolojik anlamda insan
olarak doğan varlığın kişilik ve karakteriyle kimlik ve nitelikleriyle insan
olduğu yerdir. Bu anlamda toplum ve dolayısıyla kültür önemlidir. Kültür
toplumun kimliği olduğu için her kimlik unsuru gibi tanımladığı şeyin ne
olduğunu ve ne olmadığını ifade eder. Zira kimlik farklılığı önceleyendir;
farklılığı dile getirendir. Bireyler kimliklerini ifade eden isimleri ile diğer
bireylerden ayrılıp biricik bir niteliğe ulaştıkları gibi, toplum da kültürü
aracılığıyla diğer toplumlardan ayrışır ve biricik hale gelir. Böyle olunca
farklı toplumlara mensup insanlar birbirlerini kültürleriyle bilir ve
ilişkilerini kültürlerinin gereklerine göre gerçekleştirirler.
Kimliğin farklılığı ön plana çıkaran karakteri, kimlikler arasında
farklılıkları dikkate alan ilişkileri zorunlu kılar. Kimlik farklılıklarının
dikkate alınmadığı ilişkiler, çatışma ve gerilimlere gebedir. Dünyanın
küçüldüğü 1500’lü yıllar ve sonrasında kayda değer düzeyde kültürel
çatışmalar yaşanmadı. Çünkü dünya eskiye oranla çok küçülmüş olsa
bile hala toplumlar birbirlerinden ayrı ve hatta uzak coğrafyadaydılar.
Bu da potansiyel ve muhtemel kültürel çatışmaların açığa çıkmasını
engelliyordu. Ne var ki dünya daha fazla küçülmez denilirken ulaşım ve
iletişim teknolojilerinin hızlı gelişimine paralel olarak yirminci yüzyılın ilk
yarısından itibaren her geçen gün ile birlikte dünya daha da küçülmeye
başladı. Geçen yüzyılda bir ayda gidilebilen mesafeler bir günde
gidilebilen mesafelere dönüştü. Bir aydan önce haberdar olunamayan
mesafeler, birkaç dakika içerisinde haberdar olunur hale geldi. Dünyanın
baş döndüren hızdaki bu küçülmesi ulaşım ve iletişim araçlarının
ucuzlaması ile tüm insanları etkiledi. Örneğin 1930’ların dünyasında
Amerika ve Avrupa kıtaları arasındaki üç dakikalık telefon konuşmasının
yaklaşık 200 dolar olan maliyeti, 1980’lerde iki üç dolara geriledi. 1980 ve
- 16-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
1990’ları dikkate alarak söylemek gerekirse insanlar dünyanın en uzak
noktalarındaki bir olaydan veya durumdan birkaç dakikada haberdar
olur hale geldiler. Her gün farklı havalimanlarından kalkan binlerce uçak
insanları dünyanın bir yerinden başka bir yerine taşır oldu. Dünyanın
çevresini, atmosferi adeta bir uçak bulutu kuşattı. Böylelikle coğrafi olarak
birbirinden ayrı toplumlar, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesine
ve ucuzlamasına paralel olarak adeta iç içe girdiler. Bu durum, farklılığın
esas olduğu kimlikler dünyasında dolayısıyla kültürler dünyasında
çatışma ve gerilim potansiyelini hızla artırdı. Sosyologlar, antropologlar
kültürel çatışmaları önleyecek yol ve yöntemler arar hale geldiler. Örneğin
çok kültürlülük politikaları, iyice küçülüp bir köye dönüşen dünyanın
yeni şartları gereği birlikte yaşamanın getirdiği zorunluluğun sonucu
olarak üretildi. Buna göre farklı kültüre mensup insanlar birbirlerine
uzak mekânlarda değil birbirlerine yakın mekânlarda ve hatta yan yana
yaşamanın şartlarını oluşturmak zorundaydılar.
İnsanlık on binlerce yıldır yaşadığı ve alıştığı farklı kültürlerin farklı
coğrafyalarda varlığını sürdürme çabalarının bu kadar hızla değişip yan
yana yaşanır hale gelinmesinin oluşturduğu sorunlara çözüm arayışlarını
bitiremeden, bireysel düzeyde olmak üzere, farlı kültürlerin iç içe yaşadığı
bir dünya oluştu. Hem de son 20-25 yılda. Özellikle iletişim teknolojilerinin
hızlı gelişimi ve sıfır maliyetten bahsedecek kadar ucuzlaması dünyayı
küçültmenin de ötesinde mekânı tamamen yok etti. İnsanlık bu yeni
süreci 1990’lardan sonra özellikle de internetin yaygınlaşmasıyla yaşar
hale geldi. İnsanlar olarak artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki her şey
adeta evimizin içinde olup bitiyor. Bir olay veya durumun hemen
yanımızda gerçekleşmesiyle yirmi bin kilometre uzakta gerçekleşmesi
arasında herhangi bir fark kalmadı; ne zamandan ne de mekândan
bahsedebiliyoruz. Dünya yüzlerce farklı kültürün bir arada yaşadığı,
yüzlerce farklı kültüre mensup insanların yeni bir toplum tipi inşa ettiği
bir dünya haline geldi. Kısaca, artık çok farklı inanç ve kültürlere mensup
insanların her şeyleriyle bir arada oldukları bir dünyada yaşıyoruz.
Dünya küçüldü hatta zaman ve mekân yok oldu. Fakat kültürel
farklılıkların potansiyel çatışmaları yok olmadı. Çatışmanın olmadığı bir
dünyayı inşanın yolu farklılıkları bilmekten ve kabulden geçiyor. Herkes
en az kendi kültürü kadar öteki kültürleri de bilmek durumunda. Ancak
böylelikle yanlış anlamaların ve yanlış anlaşılmaların yol açabileceği
çatışmaların önüne geçilebilir.
SOSYOLOJİ
Bildiriler Kitabı
- 19-
Alperen GENÇOSMANOĞLU
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
FARKLI SİYASAL KÜLTÜRLERİN BİRARADALIĞI:
KOT KUMLAMA İŞÇİLERİ DAYANIŞMA KOMİTESİ
ÖZET
Anayasaya göre sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye, iş kazalarında dünya
sıralamasının üst kısımlarında yer alıyor. Ülkemizde iş kazaları sebebiyle
günde ortalama dört kişi hayatını kaybediyor. Bu ölümlerin pek çoğu
medyaya dahi yansımıyor ve çoğu sektörde iş kazalarının önüne geçmek
adına gerekli denetimler yetersiz kalıyor. Geçtiğimiz yıllarda işçi ölümlerine
sebep olan sektörlerden biri kot kumlama atölyeleriydi. İşçiler çalıştıkları
ortam dolayısıyla tedavisi olmayan slikozis hastalığına yakalanıyorlardı.
4-5 yıl önce yürütülen güçlü bir kamuoyu kampanyası sonucunda Türkiye’de
kot kumlama Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı bir genelgeyle yasaklandı ve bu
atölyelerde çalışan işçiler, kayıt dışı işçi olmalarına rağmen devletten çeşitli
haklar kazanmayı başardılar. Bu sürece gelmek için sokaklardan adliyelere,
meclis koridorlarından konser salonlarına çok kapsamlı bir eylemlilik süreci
yaşandı. Tüm bu sürecin planlayıcısı ve yürütücüsü Kot Kumlama İşçileri
Dayanışma Komitesi’ydi. Bu çalışmada 2008’de kurulan Komite’nin devlet
mekanizmasını harekete geçirmek için ne tür taktiklere başvurduğuna
bakmaya çalışılacaktır.
Ancak daha ziyade komitenin oluşum süreci, farklı bileşenleri ve hak elde
etme süreçlerinde devletle ‘pazarlık’ noktasında ne tür ayrışmalar yaşandığı
ortaya konulacaktır. Çok farklı kültürel ve sınıfsal pozisyonlardaki insanların
bir araya gelerek örgütledikleri bir kampanyada siyaset ve mücadele algıları
bağlamında ortaklaşmalar ve kopuşları komite üyeleriyle yapılan mülakatlar
üzerinden tartışmaya açılacaktır. Bu bağlamda Kot Kumlama İşçileri
Dayanışma Komitesi üzerinden kampanya siyasetleri ve farklı toplumsal
gruplardan insanların bir araya gelerek devlet ile müzakere süreçleri üzerine
değerlendirmeler sunmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Siyasal Kültür, Kot Kumlama İşçileri, Meslek Hastalıkları/
Slikozis, Kampanya Siyaseti.
Meslek hastalıkları, Türkiye’deki en önemli işçi problemlerinden biridir.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın oluşturduğu istatistikî verilere
- 20-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
göre Türkiye’de meslek hastalıklarından kaynaklanan işçi ölümleri
oldukça düşük düzeydedir. Ancak bu istatistikî veriler, enformel
sektörlerde çalışan bütün sigortasız işçileri göz ardı etmektedir. Bir
başka deyişle Türkiye devleti, meslek hastalıklarından dolayı ölen pek
çok işçiyi görünmez hale getirmektedir.* Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı’nın kayıtlarında görünmez halde bulunan önemli örneklerden
biri kot kumlama işçileridir. Bu işçilerin birçoğu çalıştıkları kot
kumlama atölyelerinden kaynaklı olarak ölümcül ve tedavisi olmayan
bir akciğer hastalığı slikozise yakalanmıştır.* Bu durumun kamuoyunda
gün yüzüne çıkması Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’nin
organize ettiği yaygın kampanya süreciyle mümkün oldu. Bu kampanya
sonucunda çoğu enformel çalışan kot kumlama işçileri devletten çeşitli
haklar elde ettiler. Her ne kadar işçiler hedefledikleri şeyleri tam olarak
gerçekleştiremeseler de yine de komitenin yürüttüğü kampanya ve
mücadele sadece işçi mücadeleleri değil her tür talep siyaseti için önemli
ve incelenmesi gereken bir model sunmaktadır.
Politik ekonomi perspektifinden kot kumlama işçileri ve bu sektöre
yönelik olarak yapılmış çalışmalar olduğunu biliyoruz (Orkun ve
Tatari 2010; Erdoğan 2012). Bu çalışmada, konunun bu boyutuna
giremeyeceğim. Bunun yerine temel olarak Komite’nin yapısına ve
siyasetine odaklanacağım, çünkü sıfırdan başlayarak devletten önemli
kazanımlar elde etmeyi sağlayan organizasyon sürecinin kendisi
dikkate değer bir tarihi tecrübeye karşılık gelmektedir. Komiteye
dair az sayıda bazı çalışmalar mevcut, ancak bu çalışmalar komiteye
dair hiçbir eleştirel argüman kullanmadan sadece bir başarı tablosu
sunmakta ve Komite’nin süreç içinde karşılaştığı problemlere yer
vermemektedir. Aslında bu çalışmaya başlarken Komite’nin sadece
işçileri değil, aynı zamanda farklı meslek gruplarından insanları da
* Aslı Odman (2013) İş Cinayetlerinde Ölenleri ve Yaralananları Anma/Yas Günü’nde
yaptığı konuşmasında şunları aktarıyor: “Türkiye’de ise iş kazasından ölenler 1700
kişi, meslek hastalığından ise yalnızca 10 kişi ölmüş. Bu durum Türkiye‘de meslek hastalıklarının kayıt altına alınmadığı anlamına geliyor.” Buna ek olarak bazı
hastalıklardan ölen insanların devlet tarafından istatistikî veriler aracılığıyla nasıl
görünmez hale getirildiğini anlamak için Joao Biehl’nin (2005) oldukça önemli olan
etnografik çalışması incelenebilir.
* Bu bildiride kot kumlama işinin teknik ayrıntılarına girilmeyecektir. Bu yüzden
açıklayıcı olması dolayısıyla Yeşim Yasin’in (2010) makalesinden konuya ilişkin
şunlar aktarılabilir: “Kot kumlama aşındırıcı bir yöntemdir. Deniz kumunun depolandığı tanktan kompresörden gelen basınçlı hava yardımıyla denim kumaş
üzerine püskürtme yapılır, böylece kot kumaşların rengi açılır, ağartılır ve kumaş
yumuşatılır. Bu hızlı ve ucuz maliyetli yöntem ne kalifiye iş gücü gerektirir, ne de
ürünün son kullanıcıları için bir risk oluşturur.”
Bildiriler Kitabı
- 21-
içerdiğini bilmeme rağmen -ki bu farklılıklar farklı siyasal ajandalara
ve araçlara tekabül etse de- Komite’de tek ve ortak bir siyasal tavır
alışın var olduğunu düşünüyordum. Bu sebeple çalışmaya başlarken
sorum, Komite’nin devlet mekanizmalarını nasıl harekete geçirebildiği
ve kurulduğu 2008 yılından beri kazanımlar elde edebilmek için ne
tür taktiklere başvurduğuydu. Saha çalışmasına başladığımda ise
gördüklerim üzerine sorumu, Komite’nin nasıl bir araya geldiği ve
kampanya süreci boyunca ne tür problemler ortaya çıktığı sorularıyla
genişlettim. Bu soruların komite üzerinden talep siyasetindeki farklı
yaklaşımları anlamamıza imkan sağlayacağını düşünüyorum.
Bu araştırmada Komite’nin yedi üyesiyle mülakat yaptım.
Mülakat yaptığım kişiler haricinde Komite’nin iki üyesini Boğaziçi
Üniversitesi’ndeki Emek Haftası’nda dinledim ve araştırmamın sonuna
dair Komite’nin bir başka üyesiyle de sohbet etme imkanı buldum.
Mülakat yaptığım kişilerden ikisinin ismi Komite’nin üye listesinde
yer almıyordu.* Bunun sebebi bu kişilerden biri siyasal ayrılıklardan
dolayı Komite’nin aktif çalışma döneminden sonra adını üye listesinden
çıkarttırmış, diğer kişi ise Komite’ye yasa yapma sürecinde, yani geç
bir dönemde katıldığı için ismi listeye eklenmemişti. Bunlara ek olarak
çalışmam sırasında kot kumlama işçilerine ve Komite’ye dair Toz ve
Dönüş isimli iki belgesel ve bir televizyon programı* izledim. İstanbul
Bilgi Üniversitesi’ndeki bir ekip tarafından yapılan Toz belgeseli, hem
Komite’nin danışmanlığında, sürekli onay alınarak yapıldığı için hem de
görsel ve kurgusal başarısı dolayısıyla kot kumlama işçilerinin yaşadıkları
ve Komite’nin mücadelesine dair oldukça başarılı bir yapımdır. Ancak
çalışmamın iki noktada eksikler içerdiğini düşünüyorum. Komite’nin
eski avukatları İbrahim ve Tanzel ile mülakat yaparken, Komite
üyeleri arasında sıkı bir iletişim ağı sağlamak üzere ve yalnızca Komite
üyelerinden oluşan bir e-mail grubu olduğunu öğrendim. İbrahim,
Komite’nin içindeki tartışmaları ayrıntısıyla görebilmek için e-mail
grubunun önemine işaret etti. Ancak mail grubuna erişim sürecinin
tüm üyelerden izin almayı gerektiren zor bir süreç olduğunu bildiğim
için maalesef böyle bir girişimde bulunamadım. Dolayısıyla önemli bir
arşiv olarak mail grubundan yararlanamadım. Çalışmamdaki bir diğer
eksik nokta ise araştırma sırasında sadece bir kot kumlama işçisi ile
* Komite üye listesi şu adresten görülebilir: http://kotiscileri.org/category/komite/.
* Komite üyelerinden Mehmet Bekir Başak’ın çıktığı televizyon programının kayıtlarına şu linkten ulaşılabilir: http://www.dailymotion.com/video/xtpsqc_slykozyshastasi-mehmet-bekyr-bayak-gunsonu-ymc-tv_news.
- 22-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
derinlemesine görüşme gerçekleştirmem oldu. Komite içinde işçilerin
sayısal ağırlığını göz önünde bulundurulduğunda daha fazla işçi ile
mülakat yapmam daha yerinde olurdu.
ORGANİZASYON
Öncelikle Komite’nin nasıl organize olduğuna ve kot kumlama
işçileriyle bağlantıların nasıl sağlandığına bakmak istiyorum. Sadece
Komite’ye üye olan değil işçiler değil, Komite’nin bağlantı kurduğu
işçilerin neredeyse tamamı slikozis hastası, ancak bu yapılanma hasta
örgütlenmesi ya da bio-sosyallik olarak adlandırılabilir mi? Ben meslek
hastalıklarını diğer hasta örgütlenmelerinden ayırmak gerektiğini
düşünüyorum. Mesleki hastalıklar ortaya çıkışlarıyla bazı sorumlu
kişilere ve kurumlara işaret eder. Meslek hastalıklarına yakalananlar,
büyük oranda patronları ve ilgili devlet kurumları tarafından birer
kurban haline getirilmiştir. Bu sebeple bir meslek hastalığı olarak slikozis
hastalarının durumu ancak siyasal etiyoloji ile değerlendirilebilir.
Bu konuda çalışmalar yapan Hamdy (2008: 553-569), ürettiği siyasal
etiyoloji kavramı ile hastalıkların arka planındaki siyasal, ekonomik ve
sosyal felaketlere işaret etmiştir. Slikozis hastalarının örgütlenmesinde
doktorların oldukça önemli bir rolü vardır, çünkü birilerinin slikozise
yol açtığı düşünülmeyen tekstil sektöründeki bir iş kolunda slikozisin
bir meslek hastalığı olduğu bilgisini üretmesi gerekiyordu. İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, yani Çapa’da Göğüs Hatalıkları
bölümünde görev yapan Prof. Dr. Zeki Kılıçaraslan, nam-ı diğer Zeki
Hoca ile yaptığım mülakatta, kot kumlama ile slikozis arasındaki
bağlantı kamusal olarak bilinir hale gelmeden önce, pek çok kot
kumlama işçisine doktorlar tarafından yanlış teşhisler konulduğunu
ifade etti. Bu yüzden de pek çok hasta işçi yanlış tedavilere ve ilaçlara
maruz kalmış. Doktorlar hastalardan sadece basit anamnezler almakla
yetinerek kişilerin hayat koşulları, nasıl ortamlarda bulundukları, daha
önce hangi işlerde çalıştıkları gibi hayati konuları anamnez sürecine
dahil etmemişler. Bu durum da gösteriyor ki anamnez sürecinde doğru
teşhis için siyasal etiyoloji hayati bir öneme sahiptir. Birkaç doktor kot
kumlama işçilerinde slikozis hastalığı olduğunu ortaya çıkarana kadar
işçiler de yakalandıkları hastalığın ve sonuçlarının farkında değildi.
Az sayıdaki bu doktorlar bu bağlantıyı fark etmelerinin ardından
kot kumlamada çalışmış başka işçilere ulaşmaya çalıştılar. Böylece
kot kumlama işçilerinin ilk örgütlenmesi bir doktor ağı ile başlamış
Bildiriler Kitabı
- 23-
oldu. Zeki Hoca’nın bahsettiğine göre slikozis vakaları ilk olarak
2006’da düzenlenen Tüberküloz ve Göğüs Hastalıkları Kongresi’nde
gündeme getirildi ve doktorlar arasında konuşulmaya başlandı,
böylece Türkiye’deki pek çok göğüs hastalıkları uzmanı slikozis ile kot
kumlama arasındaki ilişkinin farkına vardı.
Mülakat yaptığım kişilerden bazıları bu hastalığı yeni formunda, yani
tekstil sektöründe kot kumlamadan dolayı olabileceğini, anlayan ilk
kişinin Erzurum Üniversitesi Fakültesi Göğüs Hatalıkları Uzmanı
Metin Akgün olduğunu söyledi.* Metin Akgün ve bu durumu fark
eden diğer bazı doktorlar slikozis teşhisi koydukları çoğu artık
işi bırakmış olan kot kumlama işçilerinden, kot kumlama işinde
bulunmuş tanıdıkları kim varsa kendilerine yönlendirmelerini
istediler. Böylece doktorlar kısa sürede oldukça fazla sayıda işçiye
ulaşmaya başladı. Bu işçilerin çoğu hastalıklarından habersiz şekilde
işi bırakmış ve memleketlerine dönmüşlerdi. Yine Doktor Akgün
birçok slikozis hastasının bulunduğu Karlıova ilçesindeki durumu
ortaya çıkardı.* İlçeden İstanbul’a çalışmaya gitmiş olanların neredeyse
tamamı akrabalık ve hemşerilik ilişkileri üzerinden kot kumlama
atölyelerinde çalışmış ve geri dönmüşlerdi, bu yüzden slikozis ilçede
oldukça yaygın durumdadır. Bu doktorlar sayesinde Komite pek çok
hasta işçiye ulaşmış. Abdulhalim* mülakat sırasında bu konuya dair
* Kot kumlamanın slikozise yol açtığının işçiler tarafından farkına varılmasına ve
duyulmasına dair temelde iki anlatıya yer veriliyor. Bir tanesi yukarıda yer verdiğim
üzere doktorların çabasına dayanıyor, diğeri ise bir TV programı olan Arena üzerinden
şekilleniyor. Arena 16.04.2007 ve 23.04.2007 tarihlerinde yaptığı iki programda kot
kumlama ile slikozis arasındaki ilişkiyi gündeme getirdi. Slikozis hastası olan Mehmet
Bekir Başak IMC TV’de çıktığı programda şunları söylüyor: “Bir arkadaşım bana dedi
ki Arena kot kumlama işçilerinin çalışma koşullarına dair bir program yayınlayacak,
ben de o saatte çalıştığım için eşime dedim ki bu akşam Arena programını izleyin
bakalım ne anlatacaklar. Ertesi sabah eve gittiğimde, evde sanki bir cenaze vardı.”
* Karlıova, Bilgöl’ün ilçesidir. İlçe hayvancılıkla geçinirken, koruculuk sisteminden
sonra hayvancılık sürdürülememiş ve pek çok aile İstanbul’a göçmek zorunda
kalmış. Karlıova’nın hikayesi için eski kot kumlama işçilerinden Abdulhalim
Demir’in (2012) “Leyleğin Atılmış Yavruları” yazısı oldukça önemlidir.
* Komite üyeleri arasında yer alan Abdulhalim eski bir kot kumlama işçisi ve Karlıovalıdır.
Mülakat yaptığım kişiler arasında kot kumlama işinde çalışmış tek kişi Abdulhalim’di.
Kendisi Komite’nin oldukça aktif üyelerinden biridir. Hem başka işçilerin mücadeleye
katılması için çalışma yürütmüş, hem de Komite’nin başka üyeleriyle beraber meseleyi
kamuoyunda görünür kılmak adına pek çok ulusal ve uluslararası konferansa
katılmıştır. Ancak bu noktada Abdulhalim’in diğer işçilerden çok daha farklı bir profile
sahip olduğunu belirtmem gerekir. Kot kumlama işinde çalışmış işçilerin çoğu artık bir
başka işte çalışamaz ve memleketlerine dönmüşken, Abdulhalim bir turizm şirketinde
çalışmaktadır. Bilgisayar yazılımı gibi kalifiye bir işle ilgilenmektedir. Bu açıdan diğer
işçilerle karşılaştırıldığında oldukça farklı bir öznellik gösteriyor.
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 24-
bazı aktarımlarda bulundu.
“Zeki Hoca işte dedi ne yapalım, nasıl organize olalım. Üç
beş kişi bir komite kuralım, bir araya gelelim. Ben o arada tam
memlekete gidiyordum, dedim ki hani bu sayıya ben ulaşabilirim.
Bölge hastanelerini dolaşayım dedim. Bizim dışımızdaki insanların da
verilerine hastanelerden ulaşabilirim. Aynen öyle yaptık, Diyarbakır
hastanesine gittik, Batmana gittik, Erzurum’a gittik. O hastanelerden
işçi kayıtlarına ulaştık. O işçileri köylerinde bulduk.”
İbrahim ve Tanzel* de mülakat sırasında Komite’nin örgütlenme ve
kampanya sürecinde doktorların rolünü vurguladılar.
“Kot kumlamadan dolayı slikozis işini ilk ortaya çıkaran
Erzurum’da Metin adında bir doktor oldu. Daha sonra Zeki
hoca da bu meseleyi ilk anlayan doktorlardan biri oldu. Yine bu
minvalde Diyarbakır’da bu meseleyi anlayan bir doktor çıktı ve
hastaların birbirine ulaşıp kendisini görmesini isteyerek pek çok
hastaya ulaştı. Ardından bize ulaştı ve işçileri bir araya getirerek
Diyarbakır’da bizim de katıldığımız bir toplantı düzenledi.”
Doktorlar sadece örgütlenme sürecinde değil, kampanya sürecinde de
Komite’ye önemli katkılar sundular. 2009 yılında Komite’nin sağladığı
kamuoyunun ardından Sağlık Bakanlığı tekstil sektöründe kum ve
slika kullanımının yasaklandığını açıkladı.* Mülakat yaptığım kişilerin
çoğu aslında bu açıklamanın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın
sorumluluk alanında olduğunu söyledi. Komite tarafından bu
açıklamanın Sağlık Bakanlığı’ndan gelmesi bir karmaşıklık olarak
algılandı. Bu durumun Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na
bakan tarafı eğer bu yasağı kendileri çıkarmış olsaydı, bu durumdan
doğan sorumlulukları da kabul etmek zorunda kalabileceği şeklinde
değerlendirildi. Sağlık Bakanlığı’nın aldığı inisiyatifi ise İbrahim ve
Tanzel, Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi* Yöneticisi Doktor Hınç
Yılmaz’ın girişimlerinin bir sonucu olduğunu söylediler. Komite’nin
hak elde sürecinde yürüttüğü kampanyada doktorların rolüne
* Bu iki isim Komite’nin eski avukatları ve üyelerindendir. Ben kendileriyle mülakat
yaptığım sırada, kanun süreci sonrasında yaşanan tartışmalar dolayısıyla Komite
üyeliğinden ayrılmışlardı ancak isimleri hala Komite üye listesinde bulunmaktadır.
* Açıklama için bkz.:http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haberArchive
&ArticleID=72555.
* Meslek Hastalıkları Hastaneleri, meslek hastalıklarına yönelik teşhis koyma yetkisine sahip olan tek kurumdur. Ancak bu teşhisler kendi başına yasal bir hak doğurmazlar. Eğer Sosyal Güvenlik Kurumu müfettişleri hastanın meslek hastalığı ile işi
arasında illiyet bağını kurarsa işçi yasal haklar elde eder.
Bildiriler Kitabı
- 25-
değinirken, es geçemeyeceğimiz bir öneme sahip olan bir başka
isim ise Zeki Hoca’dır. Komite hiyerarşik bir yapıda örgütlenmemiş
olmasına rağmen, Zeki Hoca herkesin gözünde merkezi bir konuma
sahiptir.* Mülakatlarda görüştüğüm herkes Zeki Hoca’dan Komite’nin
öncü kurucusu olarak bahsetti. Abdulhalim mülakatta Komite’nin ilk
kuruluş girişimlerini şu şekilde aktardı;
“Hastaneye slikozis teşhisiyle gittiğimizde hastane bir kayıt
yapıyor ya Zeki Hoca da o hastanelerden kayıtlar toplamış…
İşte toplandık Gaziosmanpaşa’da. Biraz biz bilgilendirdik onu
biraz o hastalık ile ilgili bizi bilgilendirdi. Ben şey söyledim, bu
hastalıktan dolayı bizim köyde bu kadar kişi var. Böyle böyle.
Toplantıdan sonra Zeki Hoca işte dedi ne yapalım, nasıl organize
olalım. Üç beş kişi bir komite kuralım, bir araya gelelim.”
Zeki Hoca işçilerin hakları için mücadele etmekle kalmayıp, aynı
zamanda onların sağlık durumlarıyla, bir başka deyişle hayatlarıyla
birebir ilgilendiği için işçilerin gözünde çok değerli bir yere sahiptir.
Engin*, mülakatta Zeki Hoca’nın işçiler üzerindeki etkisinden bahsetti:
“Komitenin diğer bileşenleri Zeki Hoca ile karşılaştırıldığında
onun kadar önemli değildi. Zeki hoca işçiler için çok önemli
bir insan hayatlarında, sonrasında da lazım olacak belki… Bu
komite birleşik bir mücadele götüremezse komitenin ömrü
olamazdı zaten. O güne kadar birleşen güçlerle zor yaptığınız
bir mücadeleyi o güçler bölündüğünde, komitenin en önemli
unsuru Zeki hoca kenara çıktığında biz sürdürebilir miyiz komik
olur yani.”
Doktorların işçilerin gözündeki değerinin yanında, Zeki Hoca ve
* Komite hiyerarşik bir yapıya sahip değildir, her zaman işçilerin fikirleri ve onayları alınarak ilerlenmeye çalışıldığı Komite’nin ana vurgularından biridir. Komite
aynı zamanda resmi bir yapılanma da değildir. Yasal düzenlemelere uygun olarak
kurulmamıştır. Ancak Komite’nin örgütlü bir şekilde hareket etmesi herkesin gözünde bir meşruiyet yaratmasını sağlamıştır. Abdulhalim bu konuya ilişkin şunları
aktardı; “Komite resmi bir yapı değildi ama o kadar bir kamuoyu baskısı vardı ki,
(bize karşı herkes) resmi bir yapıymış gibi davranmak zorunda kalıyorlardı ve davranıyorlardı.
* Engin Bodur’un anlatısına göre, kendisinin Zeki Hoca ile çok eski ve yakın bir dostluğu vardır. İkisi çok uzun süre birlikte siyaset yapmışlar. Yine ikisi İşçi Kardeşliği
Partisi’nin kurulma sürecinde birlikte rol almış. Garip olan şu ki Zeki Hoca dahil olmak üzere İbrahim ve Tanzel haricinde mülakat yaptığım hiç kimse Engin’den bahsetmedi. İbrahim ve Tanzel ile mülakatım sırasında Engin’in adı geçtiğinde görüşmenin iyi olacağını düşündüm ve fark ettim ki Engin ve Komite’nin eski avukatları
torba yasa ve sonrasındaki süreçte Komite’nin eylem planı konusunda geri kalan
üyelerle fikir ayrılığına düşmüşler ve bu durum da bir ayrışmaya sebep olmuş.
- 26-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
diğer bazı doktorlar güçlü bir kampanya için bilgi üretimi sürecinde
de oldukça önemli bir rol oynadılar. Mülakatların tamamında ortak
bir cümle ile karşılaştım; slikozis sadece çalışma koşullarından dolayı
oluşabilecek bir hastalıktır, çalışma alanı dışında başka bir mekanda
gerçekleşme ihtimali yoktur. Bu tıbbi bilgi tüm mücadele sürecinin
en önemli, argümanlarından biri olarak kullanıldı. Komite’de Zeki
Hoca’nın pozisyonuna dair değinmem gereken bir diğer nokta
daha var. Kampanya sürecinin önemli bir kısmı boyunca Zeki Hoca,
kampanyayı örgütlemekte ve yürütmekte merkezi bir konuma sahip
olan İKP’nin* de başkanıdır. Komite hiçbir yere bağlı olmadan birden
ortaya çıkmış gibi gözükse de aslında İKP organizasyonel yapı olarak
Komite’nin temelini oluşturmaktadır. Bu durumun Komite için
önemli bir imkan sağladığını düşünüyorum. Yeni bir oluşumda üyeler
arasında yaşanabilecek güven ve tanınma problemleri bu sayede büyük
oranda aşılmış, bunun yanında İKP’nin var olan bağlantılarıyla Komite
vakit kaybetmeden temaslarına ve çalışmalarına başlayabilmiştir. İKP
içinde önemli bir pozisyona sahip olan Engin, partileri ile Komite’nin
yürüttüğü kampanya arasındaki bağlantıyı anlatırken şunları söyledi;
“Önümüzde bir parti kurma süreci var, bu işleri yaparsak
başka hiçbir iş yapamayız, nitekim bütün tedbirleri almış
olmamıza rağmen sonraki yıllarda bir 5 yılımızı bu faaliyet
tümüyle, neredeyse bütün zamanları bütün enerjiyi, bütün
maddi olanakları, çevremizde öncelikli olarak bu mesele emdi…
Neredeyse bütün yönetim kurullarının gündeminde birinci
maddeydi her zaman yani diğer konular parti örgütlenmesi
falan taliydi. O noktadaydı çünkü kot kumlama SOS bir durum.”
Bu anlatı gösteriyor ki İKP tüm kaynakları ve bağlantılarını kot
kumlama işçilerinin kampanyasına seferber etmiş. İKP’li olan ve
olmayan diğer Komite üyeleri de mülakatlar sırasında İKP’nin
süreçteki önemli rolüne dikkat çektiler.
KAMPANYA SÜRECİ VE BAZI PROBLEMLER
Komite 2008 yılında ilk kamusal faaliyetini gerçekleştirme kararı
alır. Bakırköy Mahkemesi’nin önünde işçilerden ve Komite’nin diğer
* İşçi Kardeşliği Partisi (İKP) 2006 yılında kurulan solcu bir partidir. Az sayıda
üyeye sahip olan bu parti, bir kadro partisi olarak değerlendirilebilir. Partinin
başkanlığında 2010 yılına kadar Zeki Hoca bulunmuştur. Daha sonra kendisi
buradan ayrılıp, Halkın Sesi Partisi’ne (HAS Parti) katılmıştır.
Bildiriler Kitabı
- 27-
bileşenlerinden oluşan yaklaşık 100 kişiyle birlikte bir basın açıklaması
yapılır. Açıklama sırasında Komite’nin avukatları da mahkemeye
oldukça yüksek sayıda şikâyet dilekçesi sunar, böylece eylem sırasında
Komite’nin hukuki mücadelesi* de başlamış olur. İbrahim ve Tanzel’in
verdiği bilgilere göre mücadelenin hukuk ayağı bağlamında dört farklı
dava açma kararı alınır; Hizmet tespit davası, tazminat davası, ceza
şikâyeti davası ve Çalışma Bakanlığı ile Belediyelere denetimsizlik
dolayısıyla dava. Komitenin kampanya boyunca sokak eylemleri ve
hukuki mücadeleyi birlikte yürüttüğünü görüyoruz. Bu şekilde Komite
hem toplumsal bir farkındalık yarattı hem de devletin bazı kurumlarını
harekete geçmek zorunda bıraktı. İbrahim ve Tanzel mülakatta hukuki
mücadelenin nasıl bir etkiye yol açtığından bahsettiler:
“Biz etkili bir mücadele yürütebilmek için dava sayısını en üst
seviyede tutmak gerektiğini biliyorduk ve bunda başarılı olduk.
Mahkemeye o kadar çok dilekçe ve dava gitti ki artık hâkimler
bize sürekli bir sonraki adımınız ne olacak diye sormaya
başlamıştı. Eğer sen aynı olaya ilişkin mahkemeye 150 dilekçe
verirsen, artık o konu gündeme girmiş demektir… Tabi asıl
gündem yaratan girişimlerimizden biri Çalışma Bakanlığına
açtığımız davalar oldu. Eğer çalışma bakanlığında bir müfettiş
hakkında soruşturma başlarsa terfiler durur. Bu durum Çalışma
Bakanlığı müfettişlerinde çok büyük bir tedirginlik oluşturdu
ve bu şekilde mesele alttan üste bakanlığa kadar ulaştı. Böylece
bakanlığa giden yol da açılmış oldu.”
Görüldüğü üzere hukuki mücadelenin kampanyada merkezi bir
rolünün olduğu ortada, ancak bu süreçte bazı problemler yaşandığını
da görüyoruz. Çalışmaların başlangıcında Komite maddi kaynaklara
sahip değildi ve işçilerin tamamı oldukça fakirdi. Bu sebeple mahkeme
masrafları önemli bir problem haline gelmeye başladı. Komite bu ve
benzeri başka problemleri çözmek için birçok Sivil Toplum Kuruluşu
ve sendikaya ziyaretler gerçekleştirdi. Aslında Komite’nin tek
problemi finansal sorunlar değildi, böyle geniş çaplı ve uzun süreli
bir kampanyanın üstesinden gelebilmek için yeterli sayıda insan da
mevcut değildi. Yani bu ziyaretler hem maddi kaynaklar bulmak için
hem de gidilen kurumlar ve oradaki insanları Komite’nin çalışmalarına
katkı sunmaya ve bizzat katılarak içinde bulunmaya davet etmek için
düzenleniyordu. Bu ziyaretlere ilişkin mülakat sırasında Engin bazı
* Komite’nin hukuki mücadele süreci oldukça uzun ve karmaşık bir yapıya sahip, bu
yüzden bu bildiride yasal düzlemdeki ayrıntılara giremeyeceğim. Daha çok hukuki
mücadelenin kampanyadaki rolüne değinmeye çalışacağım.
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 28-
aktarımlarda bulundu:
“Sonrasında Bingöl, Diyarbakır filan ziyaretler başladı. O
bölgedeki faaliyet yapan hiçbir güç BDP dâhil doğrudan destek
alamadık. Hepsiyle bağlantıya geçmeye çalıştık, şu örgütlere de
haber verin, iletin, hiç olmazsa işçilere ulaşsınlar falan, doğrudan
destek alamadık ama gittiğimiz yerlerde yerel örgütleri destekler
oldular, belediyeleri destekler oldular ama gittiğimizde yani,
orada bulunduğumuzda genelde lojistik anlamda dayanışma
var. Bazı yerlerde Ak partili belediyeye de gittik onlardan da aldık
destek. Herkesten, kim varsa, bölgede hepsinden aldık. Sonuçta
kendileri bir şey yapmadılar yani somut bir iş istendiğinde nasıl
avukat arkadaşlarımızın davayı girmesi istenmesi gibi somut
bir hale geldiğinde herkes bu şekilde değişik destekler alındı ve
yürünmeye başlandı… Tabi böyle sınıf faaliyetinin böyle zorlu
sürekli yoğun bir işi örgütlenme kısmı çok cazip bir iş değil,
herkes için cazip değil yani. Orada laf söylemeye kalktığında
herkes söylemek istiyor ama bu kısmı zordur… Gittiğimiz hiçbir
yerde kurumlar işin sorumluluğunu almak bütününü taşımaya
yanaşmıyorlar ama yapabilecekleri şeyler de maddi imkanlar
sundular. Bu davalar için belli işçilerin masrafları karşılığında,
masrafları biz yapıyoruz diyelim ki 5000 liralık bir fatura söz
veriyor bize TEKSİF sendikası, yaptığımız masrafı götürüp
oraya verip, 2000 liradan 5000 liraya kadar bir bütçe ayırıyor.
Ankara’ya eyleme gittiğimizde Petrol-iş misafirhanesini veriyor.
Öyle şeyler istediğinde daha kolay…”
Örgütlü yapıların kampanyanın merkezinde rol almaktan
kaçınmalarının önemli sebeplerinden biri İKP’nin yaşadığı gibi
kampanyanın kendi çalışmalarını ve gündemlerini engelleyeceğini
düşünmeleriydi. Bir de buna ilaveten bu mücadelenin sonunda
örgütlerin doğal bir beklentisi olan işçileri örgütlemek de mümkün
değildi, çünkü Engin söylediği gibi kot kumlama işçileri, “Bu insanlar
sınıfın bir parçası bile değil, artık eski parçası halindeler, gerçekten
yaşam dışına kalmış çocuklardı bunlar.” Ancak bu ziyaretler
sonucunda ulaşım, konaklama, harcamalar gibi maddi sorunlar
sivil toplum kuruluşları ve sendikaların yardımıyla çözüldü. Bu
ziyaretler aynı zamanda kot kumlama işçilerinin durumlarının ve
mücadelelerinin kamuoyundaki görünürlüğünü arttırmakta da ciddi
bir katkı sağladı. Ziyaretlerin bir başka önemli sonucu ise farklı
kurumlardan Komite’ye bireysel katılımlar sağlanmasıydı. Yeni
katılımlar kampanya için oldukça önemli imkanlar sağladı. Bu süreçte
Bildiriler Kitabı
- 29-
Komite’ye dahil olan Yasemin* ve Mehmet*, sanat ve medya dünyası* ile
iletişimin sağlanmasında etkin bir rol üstlendiler. Yasemin Göksu’nun
öncülüğünde Komite “Sesimiz Nefesiniz” ismiyle iki geniş çaplı
konser düzenledi. Bu konserler* tanılan isimlerin katılımıyla birlikte
ciddi bir kamuoyu desteğinin yanında, maddi kaynaklar da sağladı.
Komite’nin faaliyetleri için gerekli maddi kaynaklar sağlanmış olsa da,
mali konularla ilgili bir başka problem ise güven ve şeffaflık meseleleri
üzerinden şekillendi. İbrahim bu durumu serzenişte bulunarak şu
şekilde aktardı:
“İşçilerin bir kısmı, o dava dönemlerinde benim için avukat jipe
biniyor filan diyorlar. Benim onların davalarından para kazanıp
onu yediğimi düşünüyorlar. Tabi biz* o süreçte haftanın 4 günü
sabah akşam işçilerin davalarıyla ilgilenir hale gelmiştik. Yani
neredeyse bütün zamanımızı alıyordu.”
Ancak Komite büyük oranda bu problemlerin üstesinden gelmeyi
başardı. Abdulhalim konuya ilişkin olarak, Komite’nin kampanya
boyunca bu tedirginlikleri gideren ve şeffaflığı sağlayan yöntemlerinden
bahsetti:
“…Adama hakkını söylüyorsun adam şok oluyor. Sonra şey
diyor, e tamam ben vekalet verdim sen gidip davayı kazanıp
benim adıma para alıp yiyeceksin diyor. Yav gel bir kazanayım,
zaten o yüzden mesela tam vekalet alamamıştım, hani avukata
vekalet veriyor ya, verilen vekaletlerde avukatlar ücretli yerleri
takip edemiyordu. Onun vekaletini almadım. İki çeşit vekalet
var, diyelim davayı kazandın, bir ücret takibi yapmak gerekiyor
onu avukat yapabilir mi yapamaz mı? mesela onu almamıştım.
Hani bak vekalette bile bunu yapamadım. Ama hani zamanla
insanlar güvendiler yani kafası bulanan da elbette çok oldu.
* Ses sanatçısı olan Yasemin Göksu, Yeşiller Partisi kurucularındandır. Göksu zaman
içinde Yeşiller Partisi pek çok farklı kademesinde görev yapmış. Mülakat sırasında
kendisinin ve eşinin Komite’ye katılımının, Komite’nin Yeşiller Partisi’ne yaptığı
ziyaret sonrasında gerçekleştiğini aktardı.
* Mehmet Demir, Yasemin Göksu’nun eşidir. TRT’de çalışıyor ve Haber Sendikası’nda merkez yürütme kurulunda görev yapmaktadır.
* Bazı gazeteciler kot kumlama ve kampanya süreciyle oldukça yakından ilgilendi.
Yasemin Göksu’nun belirttiği üzere bu anlamda anılması gereken isimlerden biri
konuyu defalarca kez köşesine taşıyan İclal Aydın’dır.
* Konserlere pek çok önemli isim katıldı. Mor ve Ötesi, Aynur, Arif Sağ konsere katılan isimlerden bazılarıydı. Mülakatlarda belirtilen başka bir ayrıntı ise konsere Sezen
Aksu’nun da katılacağı, ancak Komite’deki bir iş aksaklığı sebebiyle son anda iptal
olduğu belirtildi. Katılımcı sanatçıların tam listesine şuradan ulaşılabilir: http://bianet.org/bianet/bianet/127371-kot-kumlama-iscileri-icin-sesimiz-nefesiniz-konseri
* Burada biz derken kendisi, Tanzel ve Özlem Ayata’yı kastediyor.
- 30-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Ama hani işin gerçeği ortada hiç bir şey yoktu, bir hak talep
ediyorduk… Aslında diyorlar ya, mücadele vereceksen şeffaf
olman gerekiyor. Şeffaf olacaksın ki insanlar güvensin. Biz
mesela şey düşünmüştük, ilk komitede bir dayanışma ağı olsun,
masraflar giderilsin. İşte ne olsun, bir hesabımız olsun, işte üç
tane işçi adına olsun demiştik. Biz buna yanaşmamıştık. Biz
bunun devlet eliyle denetlenen bir yerde olmasını istemiştik.
Dolayısıyla İnsan Sağlığı Eğitim Vakfı ile konuştuk, işte Zeki
Hoca’nın o dönem başkanı olduğu bir vakıf. O vakıfta kot işçileri
adına bir hesap açıldı. Ve oraya dayanışma sağlandı. Onlar da
fatura makbuz karşılığında bunu komiteye verdiler.”
Bu anlatı gösteriyor ki şeffaflık konusunda yapılan çalışmalar
Komite’ye yönelik güvensizliği önlemek adına oldukça hayati bir
konuma sahip. Aynı zamanda Komite’nin tüm adımlarının açık
ve şeffaf olması kampanyaya zarar vermeye dönük sabotajların
önünü baştan tıkayan bir adım olmuş.* Yazımın geri kalan kısmında,
Komite’nin yürüttüğü kampanya sürecinin sonunda devletle masaya
oturup kot kumlama işçileri için yasa çıkarma noktasına gelindiğinde
yaşanan tartışmaların ne olduğu ve yasanın üzerinde karar kılına
son hali* sonrasında Komite’deki kopuşların sebeplerine bakmaya
çalışacağım. Komite üyeleriyle yaptığım görüşmeler sonucunda,
Komite içinde üç temel çatışma noktası oluştuğunu gözlemledim.
İlk sorun komite ile hükümet arasında nasıl bir ilişki kurulacağıydı,
ikinci bir sorun işçilerin Komite’nin karar alma süreçlerindeki rolüne
dairdi, son olarak ise torba yasadan çıkan haklarla mücadelenin bitip
bitmeyeceği meselesiydi. Son kısmı biraz açmam gerekirse; Komite
yoğun sokak eylemleri, hukuki mücadele ve kamuoyu çalışmaları
sırasında partilerle Komite adına mecliste görüşmeler yapılır ve
sonunda işçilere yönelik bir kanun çıkarılması konusunda mutabakat
oluşur. Ancak sorun şu ki Komite’nin baştan beri bütün üyelerinin ana
amaç olarak gördükleri hedef, slikozisin bir meslek hastalığı olarak
kabul edilerek, slikozise yakalanmış olan herkesin sigortalı olsun
olmasın malulen emekliliğinin sağlanmasıydı ancak çıkan kanun
slikozise yakalananların özürlü aylığından yararlanmasına yönelikti.
Gerçekleştirdiğim mülakatların hepsinde bu meseleler konuştuğum
* Bazı kişiler kampanya sürecinde, Komite’ye dair dezenformasyon yaratmaya çalışarak süreci baltalamaya çalışmış; bu hem devlet kanalından hem de farklı örgütlenmeler üzerinden gelen bir saldırı olmuş, Yasemin ve Engin mülakatlarında bu
konuya dair anlatılarda bulundular.
* Torba yasa dahilinde slikozise ilişkin çıkan kanun şuradan incelenebilir: http://engellerlebiz.blogspot.com/2012/12/silikozis-hastalar-aylg.html.
Bildiriler Kitabı
- 31-
kişilerin kompleks anlatısının içinde bir bağlama oturuyordu,
kişiler arasında bu üç meselenin tartışılma ve aktarılma biçimlerine
baktığımda tam anlamıyla bir ortaklaşmadan bahsetmek mümkün
değildi. Bu yüzden konuştuğum herkesi kendi öznelliği içerisinde
değerlendirmek gerekiyor. Ancak ben burada sadece konuştuğum
kişilerin ilgili konulara yönelik düşüncelerinden fragmanlar sunarak
siyasal çeşitliliği ve çatışma noktalarını görünür kılmaya çalışacağım.
Kampanyanın sonuna doğru Komite’den ayrılan İbrahim, Tanzel
ve Engin, Komite’deki bazı kişilerin işçileri özne pozisyonundan
nesne konumuna indirgediklerini savunuyorlardı. Bir başka deyişle,
onlara göre işçiler karar alma süreçlerinde zamanla etkisiz hale
getirilmişti. Engin eylemlerin bitirilme kararının işçilerin tutumlarını
yansıtmadığını düşünüyordu. İşçilerin iradesi olmadan işçiler için
en doğrusunun yapıldığı düşünülerek hareket edilen bir noktaya
gelinmişti. Ancak diğer taraftan Yasemin isim vermeden bu kişilerin
Komite’den ayrılma sebebini şu şekilde yorumluyordu:
“… Komiteden istifa eden birkaç siyasi arkadaş oldu. Onlar
bizim iktidar ile aramızda birtakım ilişkiler kullanmamızı,
randevu almak için bile olsa ilişkiler kullanmamızı işçi sınıfına
ihanet gibi değerlendirdiler. Oysa bizim en son yapacağımız
şey slikozis hastaları üzerinden işçi sınıfını kurtarmak, böyle bir
niyetimiz bizim hiç olmadı. Çünkü çok acildi durumları ve bir an
evvel hedefe ulaşmak gerekiyordu, bir an evvel yasa çıkartmak
gerekiyordu. Dolayısıyla araya tanıdık insanlar girdi randevu
alabilmek için. O gün mücadeleye ben başladığım zamandan
bu yana bile onlarca insan öldü. Mücadelenin sonucunu
bekleyemeyecek kadar hasta, işte kendisinin bir tabi ki kurtulma
ümidi yok ama ailesine hiç yoksa üç kuruş bağlandığını
görmeden ölen onlarca işçi oldu yani. Durumun bu aciliyetinden
dolayı işi siyasi idrakle değil daha vicdan üzerinden giderek ve
işi ne kadar çabuk, pratik sonuçlandırabilirsek o yolları izleyerek
gittik. Böyle iç çatışmalarımız da oldu yani.”
Bu noktada, Komite ile hükümet arasında kurulan ilişki biçiminin
Komite içinde bir çatışma noktasına dönüştüğünü görüyoruz. Aslında
Komite’deki herkes hükümet yetkilileriyle görüşmek konusunda
hemfikir olmakla beraber eleştirilen nokta hükümet yetkilileriyle
yapılacak toplantılar için enformel ilişkilerin devreye sokulmuş
olmasıydı. Bir taraf vicdanlara seslenmek, tanıdıkları aracı kılmak
gibi yolları da mücadelenin bir parçası olarak görürken, diğer taraf
bu yöntemleri kampanyaya zarar veren ve mücadelenin masada
- 32-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kaybedilmesine yol açan bir süreç olarak görüyordu. Bu tartışmanın
en somut örneklerinden biri dönemin başbakanının kızı Sümeyye
Erdoğan ile görüşme yapılması ve onun üzerinden bazı taleplerin ilgili
yerlere ulaştırılmaya çalışılmasıydı. Sümeyye Erdoğan’ın hükümette
resmi bir pozisyonda görevi olmamasına rağmen, bazı kişilerin (ki
bu kişiler arasında milletvekilleri de var) Komite’ye giderek işi daha
fazla uzatmadan Sümeyye Erdoğan ile görüşmelerini tavsiye ettiğini
ve Komite’nin bu buluşmayı gerçekleştirdiğini öğreniyoruz. Yasemin
bu durumu slikozis hastalarının aciliyeti ile açıklıyor ve böyle acil bir
durumla işe yarayabilecek herkes ile görüşmenin meşru olduğunu
ifade ediyor. Yasemin’in söylediğine göre durumun aciliyeti dolayısıyla
kampanya siyasal bir tutum üzerinden değil vicdan üzerinden
yürütüldü. Komite’nin hükümetle ve işçilerle kurduğu ilişkide farklı
görüşleri ve etkileri tam olarak gösterebilmek için Komite’ye sonradan
katılan ve kanun sürecinde aktif tol oynayan Gülçin’in* görüşlerine
de yer vermem gerekiyor. Gülçin siyaseti profesyonel bir mesele
olarak gördüğünü ve Komite’nin çalışmaları bağlamında siyasetin
kampanyanın varlık sebebi olan insanlar ile çok iç içe bir şekilde
yürütülmesini doğru bulmadığını ifade etti.
“…Ben dahil olduktan sonra o iç çatışma zaten başlamıştı
orada. Orada bir görüş ayrılığı olanlarla, söylediğim o
tamamen hükümetle, iktidarla iş yapmayı reddedenler ayrılma
sürecindeydi, yani kopmuşlardı. Yani her halükarda farklı
bileşenlerin olması iyi bir şey ama ben mesela şeyde zorluk
çekiyorum açıkçası, herhangi bir hak talebi ile ilgili uğraşırken
mağdurlarla çok fazla bir arada olmak bence zor bir şey,
sıkıntılı bir şey. Yani mesela işçilerle bir arada olup da bunu
yürütmek biraz zor oluyor… Psikolojik anlamda sıkıntılı bir şey.
Hem de şöyle bir şeye neden oluyor; sen onun mağduriyetine
odaklanıyorsun ve aslında rasyonel olarak yapman gerekenleri
yapamıyorsun falan. Senin daha böyle soğuk bir şekilde karar
almanı engelliyor. Genel olarak ama bu slikozisde de öyle.”
Bu yaklaşım işçilerin nesne konumuna indirgendiği argümanını
doğruluyor. Ancak burada şunu da belirtmem gerekir; her ne kadar
* Gülçin Avşar Komite’ye kampanyanın son aşamalarında katıldı. Katılım süreci,
Yasemin’in kanun hazırlama sürecinde kendisini davetiyle gerçekleşti. İkisi daha
önce birlikte Çocuklar İçin Adalet Girişimi’ni organize etmişlerdi. Gülçin siyasal
olarak Genç Siviller’e yakın bir konumda duruyor. Bir tür lobi siyaseti olarak adlandırılabileceğini düşündüğüm politik aktivizm çizgisinde yer alıyor. Kendi politik
tutumunu çözüm odaklı aktivizm olarak tanımlıyor. İbrahim ve Tanzel’e göre Komite’deki siyasal sapmanın önemli sebeplerinden biri Gülçin’dir.
Bildiriler Kitabı
- 33-
hükümetle ilişkiler ve kanun sürecine dair görüşler konusunda
Komite’nin eski avukatları İbrahim ve Tanzel ile Komite’nin yeni avukatı
Gülçin arasında ciddi ayrışmalar olsa da işçilere bakış konusunda bir
örtüşme olduğunu da görüyoruz. Alıntıda görüldüğü üzere Gülçin
işçilerin siyasal öznelliklerini hiçe sayıyor, eski avukatlarla yaptığım
mülakatta ise işçi mücadelesi vurgusu olsa da işçiler cahil ve kıymet
bilmez olarak konumlandırılıyorlar. Gülçin mülakat sırasında sokak
siyasetini değersizleştirerek asıl önemli olanın parlamentoya yönelik
siyaset olduğunu söyledi, bir başka deyişle kendisi parlamento
içinde lobi siyasetini benimsiyor, çünkü yasa değişikliği gerektiren
sorunlarda parlamenterleri tek çözüm olarak görüyor. Komite içinden
farklı kişilerden aktardığım fragmanlar ile Komite içindeki siyasal
çeşitliliği görünür kılmaya çalıştım. Sonuç olarak, bu bildiride Kot
Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’ni örgütlenme ve kampanya
süreciyle birlikte incelemeye çalıştım. Yapılan farklı çalışmalarda,
genelde oldukça iyimser bir tablo içinde kampanyanın kazanımlarına
değiniliyor. Ben de kazanımların ve kampanya sürecinin oldukça
kıymetli olduğuna katılmakla beraber meseleyi biraz daha ileri
taşıyarak, Komite’nin içyapısı ve yaşadığı sorunlar üzerinde durmaya
çalıştım. Böylece bir kampanya siyasetinde farklı siyasi ve mesleki arka
planlardan bir araya gelen insanların hangi olanakları mümkün kıldığı
ve ne tür sorunlarla karşılaştığını anlamaya çalıştım.
KAYNAKÇA
BIEHL, Joao (2005). “Technologies of Invisibility: Politics of Life and
Social Inequality”, Anthropologies of Modernity: Foucault, Governmentality
and Life Studies, ed. J. X. Inda, Blackwell Publishing.
DOĞAN, Orkun ve Fatih TATARİ (2010). “A ‘Development’ Strategy:
The Story of Sandblasting Workers”, (Yayınlanmamış makale),
Boğaziçi Üniversitesi.
EKİNCİ, Mehmet (2012). “Şifayı Meydanlarda, Siyaseti İnternette
Aramak: Türkiye’de Yeni Hasta Örgütlenmeleri”, Neoliberalizm ve
Mahremiyet, ed. Cenk Özbay, Ayşecan Terzioğlu ve Yeşim Yasin,
İstanbul: Metis Yayınları.
ERDOĞAN, Işıl Su (2012). “Sandblasting
(Yayınlanmamış makale), Boğaziçi Ünversitesi.
Jean
Workers”,
- 34-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
HAMDY, Sherine (2008). “When the State and Your Kidneys Fail:
Political Etiologies in an Egyptian Dialysis Ward,” American Ethnologist,
35 (4), ss. 553-569.
ODMAN, Aslı (2013). “28 Nisan İş Cinayetlerinde Ölenleri Anma/Yas
ve Kalanlar İçin Mücadele Günü”, http://www.istabip.org.tr/index.
php/haberler/2904-28-nisan-cinayetlerinde-oelenleri-anmayas-vekalanlar-cin-muecadele-guenue.html, Erişim Tarihi: 30.05.2013.
YASİN, Yeşim (2010). “Civil Remedy to a Political Disease”, Jeans to Die
For, ed. Silvana Capuccio ve Martina Toti, ss. 159-167, Rome: Ediesse.
YASİN, Yeşim (2011). “Taammüden Öldüren Moda: Kot Kumlama
ve Slikozis”, Neoliberalizm ve Mahremiyet, ed. Cenk Özbay, Ayşecan
Terzioğlu ve Yeşim Yasin, İstanbul: Metis Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 35-
Mehmet Talha PAŞAOĞLU
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Doktora Öğrencisi
[email protected]
MODERN İRAN TARİHİ’NDE PROTESTO KÜLTÜRÜ*
ÖZET
Tütün Protestosu’ndan (1892) İran Devrimi’ne (1979) kadar İran’da toplumsal
hareketler, merkez-çevre gibi yapısal analizler veya sınıf çatışması gibi
kuşatıcı kavramlardan ziyade, siyasi kültürü oluşturan başat etmenlerin
irdelenmesiyle anlaşılabilir. Bu çalışmada, İranlıların siyaset yapma biçimleri
içinde sokak protestolarının bir asır boyunca nasıl ve ne kadar etkin olduğu
anlatılacaktır. Böylece toplumsal hafıza ve müşterek dil oluşturmada, İran
Devrimi’nin başarısına dair bir fikir verilmiş olacaktır. Toplumun hemen
hemen bütün kesimlerinin birbirinden bağımsız mücadele deneyimlerinin
1977-1979 arasında yoğunlaşan Şah karşıtı gösterilerde ortaklaşması
açıklanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Modern İran Tarihi, İran Devrimi, Protesto Kültürü.
Devlet idaresi ayağa düşürülmüştür. Öyle görünüyor ki bu ülkenin sokakta
miting yapmaktan başka işi yok. Artık şurada burada, her yerde gösterilerimiz
var. Şu ya da bunun için her fırsatta yapılan gösteriler, üniversite öğrencileri,
lise öğrencileri, yedi yaşındaki, hatta altı yaşındaki çocuklar için yapılan
toplantılarımız var. Bütün bu sokak gösterileri artık kabak tadı verdi…
(Abrahamian 2011: 154)
3 Kasım 1951 günü Cafer Şerif Emami, Meclis’te yaptığı konuşmada
sokaklarda artan hükümet karşıtı gösterileri böyle yorumlamıştı. İran
Şahı’nın sadık adamlarından biri olarak 1954-1957 arasında senatörlük,
1957-1960 arasında devlet bakanlığı, 1960-1961 ve 1978’de başbakanlık
yaptı. 1979 İran Devrimi’ne giden çeyrek asır boyunca devletin etkin
aktörlerinden biriydi. Bu çalışmada göreceğiz ki Emami gibi devlet
adamlarının bu veryansınları boşuna değil! İran’da protesto geleneği
gerçekten de bir yüzyıl boyunca o kadar etkin oldu ki özellikle 1978
yılında silahlı devlet terörüne karşı silahsız ve azimli milyonları sokağa
döken iradeyi anlamak için bu iradeyi oluşturan bir birikime ve lineer
* Bu bildiri, Galatasaray Üniversitesi’nde hazırlamış olduğum yüksek lisans tezimin bir bölümünden oluşmaktadır.
- 36-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
olmasa da parçalı izlere bakmamız gerekiyor.
12. İmam’ın kayboluşundan yüzyıllar geçmişti ve o, henüz ortaya
çıkmamıştı. Ama anlaşılan pek çok İranlı için onu beklemek, Godot’yu
beklemeye benzemiyordu. Bekleme hali, ne durmaya ne de yaslanmaya,
iktidarın boşunalığına karşı bir tavır almaya işarettir. Beklemek,
evvela mesafe almak demektir. Mehdi’yi beklemek, mevcut düzeni bu
mesafeden doğru okumayı ve zulüm diyarı diye görmeyi gerektirir.
1891’de Şah tütün üretim ve ticaret tekelini bir İngiliz binbaşıya vermek
istediğinde, önde gelen ulemadan Hasan Şirazi’ye atfen tütünü haram
ilan eden bir fetva yayımlandı. Çok sayıda tüccar, modern reformistler
ve önemli sayıda din adamı fetvaya destek verdiler. Fetvanın yankıları
kısa sürede Isfahan’dan Şiraz’a birçok şehirde gösterilere dönüştü.
Tahran’da fetvayı destekleyen tanınmış ulemanın etkisiyle önceleri
şaha yakın pozisyon alan din adamları da gösterilere katıldılar
(Poulson 2006: 87). Şah fikrini değiştirmeye zorlandı ve tütün şirketini
geri almak zorunda kaldı. Anlaşmanın iptalinden sonra da gösteriler
durmadı, çarşılar kapalı kaldı, saraya yürüyen kalabalıkla askerler
arasındaki çatışmalar çok sayıda kişinin ölümüne sebep oldu.
1906’da Anayasal Devrim’de aktif rol oynayacak olan gizli ve açık
topluluklar 1892’deki bu protestolar sırasında ortaya çıktı. Ekonomik
bunalım ve enflasyon hat safhadaydı. Haziranda çok sayıda kadının
da katıldığı gösteriler oldu. Kasım ayında esnaf kepenk indirdi; 1906
yazında Tahran’da bir ay süren genel grev, Kermanşah ve Tebriz’de
sokaklara dökülen binler, anayasal devrimi getiren etkenlerdi.
Şah’ın yenilgiyi kabul etmesi ile hazırlanan 1906 Anayasasının
35. maddesinde yeni İran çok veciz bir şekilde sentez edilmişti:
“Egemenlik halk tarafından şaha verilmiş ilahî bir emanettir.” Böylece
Şiilik resmî din ilan ediliyor, 5 müctehidden oluşan bir konseyin
meclise danışmanlık etmesi karara bağlanıyordu (Bayat 1991; Lambton
1987). İç karışıklıklar, meclisin içinde suikaste varan güç savaşları,
istikrarsız bir demokrasi deneyiminin ardından, 1921’de General Rıza
askerleriyle Tahran’a yürüdü ve darbeyle iktidara geldi. Şah’ı ülkeyi
Bolşeviklerden kurtarmak için geldiğine ikna ederken, İngilizlerle ve
Ruslarla da anlaşma sağladı. 1921-1923 arasında Savaş Bakanı olarak
ülkeyi yönetti; Kürdistan›daki ve Azebaycan’daki isyanları bastırdı.
1925’te kendini Şah ilan edip devleti militarizm ve despotizm üzerine
bina etti. 1925’te zorunlu askerlik uygulamasını başlattı ve asker sayısı
yirmi yılda 20 binlerden 120 binlere çıktı.
Bildiriler Kitabı
- 37-
1927’de komünist ve sosyalist oluşumları yasaklayan Rıza Şah, zaten
bütün seçimlerde adayları kendisi belirliyordu, Hasan Mudarris,
Muhammed Musaddık ve Ahmed Kavam gibi önde gelen mebusları
koltuklarından etti ve/veya sürgüne gönderdi. Şah’a karşı ilk
toplumsal rahatsızlık bu yıl ortaya çıktı. Isfahan ve Tebriz’de zorunlu
askerliğe, Tahran’da şapka reformuna karşı gösteriler, muhtelif köy
ve aşirette isyanlar patlak verdi (Dailami 2004: 96). Esnafın başlattığı
genel grev, Şah’ı ulema, mebuslar ve ticaret erbabı ile anlaşmaya
zorladı. Şah, 1928’de yeniden reformları uygulamak isteyince yine
dükkânlar kapandı, camilerde mitingler organize edildi, önceden
isteksiz görünen müctehidler ve zengin tüccarlar da zamanla harekete
katıldılar. On bini aşkın İranlı devlet şiddetiyle tanıştı ve iki ayetullah
sürgüne gönderildi (Dailami 2004: 107). 1929’da ise APOC (AngloIranian Petroleum Company) rafinelerinde bir grev başlatıldı. APOC
1909’da İran petrolüyle ilgili hakları 60 yıllığına İngilizlere veren
anlaşmayı uygulamakla yükümlüydü. Oradaki İranlılar hem düşük
ücretle, insanî olmayan koşullarda çalışmaya itiraz ettiler, hem de İran
petrolü üstündeki tahakküme isyan ettiler. 1935’te Meşhed Türbesi’nde
vaizin Şah karşıtı sözleriyle galeyana gelen kalabalık, Azerbaycan’dan
gelen askerî güçlerin müdahalesi sonunda, 100 ölü, 200’den fazla ağır
yaralı verdi (Abrahamian 2011). 1936’da ulema, orta sınıf ve genç
entelijansiya kamusal alanda şapka giyme şartı ve kadınlara örtünme
yasağı getirilmesine tepki gösterdiler. 1937’de polis, 53 aydını gizli bir
örgüt kurmaktan tutukladı. 53’ler adıyla tanınan bu grup, 1 Mayıs’ta
manifesto yayımlamak, fabrikada grev organize etmek ve Marx’ın
eserlerini çevirmekle suçlanıyordu (Abrahamian 2011). 1941’de Hizb-i
Tudeh’i (Kitle Partisi) kurup İran’ın geleceğine etki ettiler.
II. Dünya Savaşı sırasında, 1941’de, Müttefikler İran’ı işgal edince Rıza
Şah sürgüne gitmek zorunda kaldı. Başa geçen oğlu Muhammed Rıza
Şah, işgalci ülkelerle iyi ilişkiler kurdu ve İngiliz, Rus ve Amerikan
yanlısı mebusların da olduğu yeni meclisi açtı. Bu tarihten 1952 CIA
darbesine kadar İran’da, içinde liberal, solcu, demokrat ve islamcı
unsurların olduğu bir parlementer sistem işledi. Meclis’teki mücadele
partiler arasında sürerken meclis dışında birçok örgüt sokaklarda
kendini gösteriyordu. Önce Başbakan Kavam’ın ekonomi politikasına
karşı barışçıl başlayan gösteriler meclis binasına saldırıya ve evinin
yağmalanmasına vardı, sonra Şah Tahran Üniversitesi’ni ziyaretinde
vurulup yaralandı. Bunu bahane eden devlet, Tudeh’i illegal ilan etti,
Ulusal Cephe’nin lideri ve en güçlü başbakan adayı olan Musaddık’ı
- 38-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
hapse attı ve birçok gazeteyi yasakladı.
1951’de kitlesel gösteriler, petrolün millileşmesini ve Musaddık’ın
başbakan olmasını getirdi. Petrol şirketi ve dahası İngiliz diplomatlar
sınırdışı edildi. Ancak bu anti-emperyalizm iki yıldan fazla yaşamadı.
Musaddık, Temmuz 1952’de anayasal prosedür gereği görevi yeniden
alması gerekirken Şah tarafından reddedildi, ancak iki gün geçmeden
Musaddık yanlısı büyük gösteriler patlak verdi ve devletin şedit
tedbirine rağmen büyüdü. Şah meclisin adayı Musaddık’ı yeniden
atamak zorunda kaldı. Sonra, Ağustos 1953’te toplumsal gösterilerle
Musaddık’ı devirme girişimi kalabalıklarca engellenmeye çalışıldı.
Musaddık yanlısı ve karşıtı göstericiler arasındaki çatışmalar CIA
destekli darbeye ortam hazırladı. Askerî darbeyle Musaddık kapı
dışarı edildi (Daneshvar 1996: 34). Muhammed Rıza Şah, General
Zahedi’yi başa getirdi ve petrol gelirlerini aralarında BP’nin de olduğu
sekiz Batılı şirket arasında paylaştırdı. 1957’de güvenlik ve istihbarat
örgütü SAVAK kuruldu ve yirmi yıl boyunca devlet terörü estirdi.
1961 seçimleri Tahran Üniversitesi’nde başlayan grevden daha popüler
değildi. Ocak 1962’de Tahran Üniversitesi’nde yaşanan olaylar okulun
geçici olarak kapatılmasına sebep oldu. Eylül 1962’de İran İslam
Toplulukları’nın ikinci kongresi yapıldı. Orada, 1979’un ilk başbakanı
olacak olan Mehdi Bezirgan, ulemanın devlet politikasındaki rolünü
savunuyor ama bunu, dinin devlet çıkarına manipüle edilmesinden
ayırıyordu. Görüşleri bir manifesto gibi yayıldı. Ona göre on bir İmam
da siyasî olarak aktiftiler ve intizar (12. İmam’ı bekleyiş) devrimci bir
anlayıştı. 12. İmam’ın yolu yapılmalıydı. Bununla birlikte devletle din
arasındaki sınırı korumaktan ve Ulusal Cephe’nin eski bir üyesi olarak
demokrasiden yanaydı. Fanatizmden ve İslam’a zarar verebilecek her
şeyden uzak durmayı tavsiye ediyordu. Onun “Sosyal Bilimler İslam
Topluluğu” kurma fikrini ünlü düşünür Ali Şeriati de paylaşıyordu
(Ahavi 1990).
Ali Şeriati 1933’te doğdu, Meşhed Üniversitesi’nde Arapça ve Fransızca
dili çalıştı ve doktorasını Sorbonne Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde
tamamladı. Paris’teyken devrimci öğrenci örgütlerine katıldı, Sartre ve
Che’den çeviriler yaptı. Asyalı ve Afrikalı toplumların bağımsızlığı için
mücadele etti. İran’a döndüğünde yalnızca baskıcı rejime değil mollanın
imtiyazlı bir sınıf olarak varlığına da karşı çıktı. İslam’ı sosyalist bir
perspektiften okuyor ve Hz. Peygamber’in görevini tamamlayacak bir
Devrimci Ümmet idealine inanıyordu. Şeriati için enternasyonalizm ise
Bildiriler Kitabı
- 39-
büyük bir yalandı ve müslümanları, bilhassa İranlıları kandırmak ve
sömürmek için vardı. O, “bir arada barış içinde yaşama” sloganını da
evrensel, kapitalist sisteme entegrasyon olarak yorumlayıp mahkum
etti. Özellikle öğrenciler ve orta sınıf nezdinde etkili oldu, devrimci
bilinci canlandırmaya ve ona yön vermeye çalıştı. 1965’te Ayetullah
Mutahhari, Hosein Mazini ve Izzetullah Sahabi gibi dönemin önemli
Müslüman düşünürleriyle, “İslamî ideolojinin hakikatini anlatmak”
için Hüseyniye-i İrşad okulunu kurdu (Ahavi 1990: 250). 1977’deki
ölümünden sonra devrimin ideoloğu olarak anıldı.
Murtaza Mutahhari ise sürgündeki Ayetullah Humeyni’nin en parlak
öğrencilerinden biri olarak, Şah’a karşı muhalefeti örgütlemeyi
üstlenmişti. 1920 Meşhed doğumlu Mutahhari, 15 yıl Kum’da eğitim
gördü, 40’larda Tudeh hareketi ve Marksist literatürle tanıştı, Fedaiyan-i
Islam’a katıldı ancak aradığını bulamayınca 1952’de Tahran’a taşındı.
54’ten itibaren Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ve 1965’ten
itibaren Hüseyniye-i İrşad’da verdiği felsefe dersleri geniş kitlelere
yayıldı ve İran Devrimi’ne giden sürecin yapı taşlarından biri oldu. Ocak
1963’te Şah, “Ak Devrim” başlığıyla bir reform programı açıkladı. Bir
toprak reformunu, orman arazilerini kamulaştırmayı, devlet şirketlerini
özelleştirmeyi, kadınlara seçme hakkı vermeyi içeren bu paket birçok
kesimin tepkisini çekti. Özellikle o yıla kadar yazdıklarıyla çok sayıda
İranlıyı etkileyen Ayetullah Humeyni kadınlara seçme hakkı için “ne
anayasaya ne İslam’a uygun” diyerek tepki gösterdi. Reformlara karşı
olan ulema içinde rejime muhalefetini en yüksek sesli ve sert şekilde
ifade eden oydu. Şah ise yıllardır sokaklarda büyüyen öfkeye ve daha
iyi bir İran idealine karşı, “devrim iyi bir şeyse onu da biz getiririz”
der gibiydi. Ne var ki, hem muhtelif muhalefet hem de ulemanın
önemli bir kesimi için bu reform programı, ne aktı, ne de devrim...
Humeyni reform programı için yapılacak referandumu boykot kararı
aldı, yasalarda yeri olmadığı, halka yeterli bilgi verilmediği ve özgür
bir seçim ortamı sağlanmadığı gerekçesiyle. Kitleler yine ayaktaydı,
çarşı kapalıydı, çok sayıda din adamı yürüyüşlere önderlik etti. Devlet
şiddeti yine, tutuklama, dayak ve işkenceyle kendini gösterdi ve Şah,
ulemanın beşiği Kum kentine şaşalı bir ziyaretle gövde gösterisi yaptı.
“Referandum istemeyiz!”, “Zafer İslam’ın, Kahrolsun Zorba!”
sloganlarına karşı asker, prostestonun merkezi olan Feyziye
Medresesi’ne girdi ve dükkânlara saldırdı. 26 Ocak 1962’de yapılan
Ak Devrim referandumu bu şartlar altında rejim lehine sonuçlanırken
- 40-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
camiler ve diğer dinî merkezler bir süreliğine tamamen kapatıldılar.
Ayetullah Humeyni “Kendinizi öldürülmeye, (...) dövülmeye,
işkenceye hazırlayın.” diyor ve İranlıları rejime karşı kıyama
çağırıyordu. 1963 Nevruz bayramı muhalifler tarafından yas ilan
edilince, kalabalıklar Humeyni’nin evi önünde toplanmaya başladılar.
Önce orada, sonra da Feyziyye Medresesi’nde sabote etme girişimi
sonuç verdi; kalabalıklar arasında Şah yanlısı gençlerin çıkardığı
kargaşa polislerin gelip ateş açmasıyla katliama dönüştü (İran İslam
İnkılabı 1993). 1963’te, Şiiler için mübarek olan Muharrem ayının
10. gününde, onbinlerce kişi Tahran caddelerini doldurdu, rejim
aleyhtarı sloganlarla yürüyüşe geçti. Polisin müdahale edemediği
gösteriler “Ak Devrim” karşıtı konuşmalarla sürdü. Humeyni de
Kum’un önde gelen ulemasıyla birlikte Feyziyye Medresesi’nde
halka konuşmalar yapma kararı aldı ve diğer şehirlerden buraya
insanlar akın ettiler. Konuşmasında Şah’ı kâfir ilan eden Humeyni,
halkın onu İran’dan dışarı atacağını haykırdı. İsrail’in en büyük
tehdit olduğunu söyledi. Ertesi gün, askerler ve muhafız birlikleri
Humeyni’yi tutuklayıp Kasr Hapisanesi’ne götürdüler ve on dokuz
gün sonra da hücreye kapattılar. Aralık ayında, Tebriz’de toplantı
yapan din adamları tutuklandılar. Tahran Üniversitesi grevdeydi ve
aralarında Bezirgan’ın da bulunduğu Hürriyet Hareketi mensupları
hapisteydi. 2,5 yıllık aradan sonra toplanan meclis ve senato, Şah’ın
adamlarından oluşuyordu. Haziran’dan beri süren askerî yönetim,
Nisan 1964’te Humeyni’yi salıverdi. Ne var ki eskisinden daha fazla
Şah ve Batı karşıtı konuşmalar yapınca, Kasım’da Türkiye’ye sürgüne
gönderildi. Birkaç ay sonra Irak’ın Necef kentine geçmesine izin
verildi ve buradan yazılarla muhalefete yön vermeye çalıştı. 1977’ye
gelindiğinde toplumsal muhalefet bütün sosyal sınıflardan insanları;
aydınları, esnafı, işçiyi, işvereni ve mollayı kapsayan hükümet karşıtı
büyük bir harekete dönüşmüştü. Aslında çok daha uzun bir geçmişi
olan muhalif işçi eylemlilikleri 1977-1978 yıllarında sıklaştı; grevlerde
tutuklananların sayısı da giderek arttı. Aşağıdaki tabloda, işçilerin ve
beyaz yakalıların 1978’in eylül ve ekim aylarında organize ettiği büyük
grevlerin ve eylemlerin bir dökümünü bulacaksınız.
Bildiriler Kitabı
- 41-
Tablo
1
Eylem
Sektör
Katılım
Nerede?
Söylem / İçerik
2
Eylül
Grev
Makine
imalatı
2700 işçi
Tebriz
“Birlik! Mücadele!
Zafer!”
5
Eylül
Grev
Çelik
4000 işçi
Ahvaz
“Birleşik işçiler
herşeydir”
6
Eylül
Grev
Makine
imalatı
?
Arak
“İşçiler, gücünüze
inanın!”
8
Eylül
Yürüyüş
Çeşitli
Jaleh
Binlerce kişi
sektörlerden
Square
Sıkıyönetimin ilanına
karşı çıktılar: 87 ölü,
205 yaralı
8-15
Eylül
Grev
Su tesisatı,
Petrol, Çelik
Binlerce işçi
MaşhadIsfahan
Ahvaz’daki petrol
işçilerini etkiledi,
onlar da greve gitti.
16-17
Eylül
Meeting
İşçi,
öğretmen,
öğrenci,
esnaf
250.000 kişi
Shahyad
Meydanı
“Brother soldier,
why do you kill your
brothers?”
23-30
Eylül
Yürüyüş
Eğitim
Öğretmenler
Birçok
şehir
Bir hafta ders
yapılamadı.
1
Ekim
Grev
Finans
?
Bank Milli
Kamu Çalışanları
grevde!
2-6
Ekim
Grev
Çelik ve
diğer
2000+ işçi
ArdjIsfahan
Grevdeki işçi sayısı
arttı.
4
Ekim
Yürüyüş,
Grev
TahranHaberleşme,
Arak
Sağlık,
Ulusal çapta
TebrizFinans
Şiraz
Banka, hastane, posta
ve elektrik çalışanları
grevde!
5
Ekim
Grev
Sağlık,
Finans,
Eğitim
1500+
çalışan
RayAhvazTahran
Razi Hastanesi’nde
başladı, banka ve
ünivlere sıçradı.
6-9
Ekim
Grev
Çelik
26000 işçi
İran
geneli
Sektörün %90’ı iş
bıraktı.
10
Ekim
Grev
Çelik ve
diğer
5000+ işçi
Zamyad
Iran General Motors
çaresiz
10-11
Ekim
Grev
Medya,
Kamu
60000
çalışan
İran
geneli
Kamu çalışanları
muhatap, gazeteciler
özgürlük arıyor.
16
Ekim
Grev
Özel Sektör
Çalışanlar
İran
Geneli
Esnafla birlikte bir
günlük greve gittiler.
24
Ekim
Grev
Petrol
İşçiler
İran
Geneli
Proleter Genel Greve
dönüştü.
- 42-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Tablo 1’de görüldüğü gibi, işçi sınıfı ve bazı beyaz yakalı örgütlenmeleri
birbirlerinden etkileniyor ve zamanla kolektif bir güç haline geliyordu.
Bu eylemlerde hem ekonomik talepler dile getiriliyor, hem de siyasi
tutsakların salınması, Ayetullah Humeyni’nin geri dönüşüne izin
verilmesi ve SAVAK’ın lağvedilmesi gibi siyasi adımlar bekleniyordu
(Daneshvar 1996: 107). Bunlar, toplumsal muhalefetin ortaklaşmaya
başladığının işaretleriydi. Bankalarda ve ajanslarda çalışan memurlar,
Şah tarafından taleplerinin karşılanacağını umuyorlardı. Nitekim
Ekim ortasında hükümet, finans, sağlık ve haberleşme sektöründeki
bazı taleplere olumlu yanıt verdiğinde birçok çalışan iş başı yaptı.
Ancak işçi ve esnaf için hiçbir şey yapılmamıştı. Diğer yandan, Şah
yönetimi çatışma ortamını körüklemeye devam etti. Hükümetin
devreye soktuğu holiganlar 18 Ekim’de Tahran’daki hükümet karşıtı
bir gösteriye saldırdılar ve çok sayıda göstericiyi yaraladılar; 28
Ekim’de Kermanşah’ta dükkanları ve evleri yaktılar (5 ölü, 42 yaralı);
30 Ekim’de Bam’da gösteri yapan öğrencilere saldırdılar; 31 Ekim’de
binlerce insan korkup dağa kaçtı (Parsa 1989: 147).
Grevler, Şah’ı devirme niyeti taşımasa da sistemi kilitlemeyi ve
devrim yolunda rejimi güçsüz bırakmayı başardılar. Devlet hükümet
karşıtı gösterilere ancak güç kullanarak ve karşıt bir kuvvet olan
holiganları sokaklara salarak engel olmaya çalışıyordu. İran tam
bir savaş alanına dönmeye başlamıştı. Ancak bunun bir “iç savaş”
olduğunu söylemek zordur. Devletin silahlı kuvvetleri sivil muhalif
gruplarla çatışma halindeydiler. Bu çatışmayı muhalifler, ancak birlik
olarak, yürüyüşler düzenleyerek ve grevlerle devleti zor durumda
bırakarak sürdürebilirdi. Haziran 1978’de dükkanların %70’i kepenk
indirdi. Aktivist esnaftan 7 kişi tutuklandı, çarşıya girişler gece yarısı
dışında yasaklandı. Ertesi gün Meşhed’de çarşının elektriği ve suyu
kesildi. Ağustos ayında Şiraz’da ve Isfahan’da göstericiler katledildi
ve sıkıyönetim ilan edildi. Ağustos sonu Rex Sineması’nda bir yangın
çıktı ve seyircilerin içerde kilitli kalması sonucu çok sayıda insan
hayatını kaybetti. Şah Rejimi olaydan İslamcı muhalifleri, muhalifler
ise SAVAK’ı sorumlu tutuyordu.
6 Ekim’de Humeyni, İran hükümetinin isteğiyle, Irak’tan Fransa’ya
gönderildi. Böylece yeni grevler ve Fransız mallarını boykot gündeme
geldi. Aynı günlerde, üç ulusal gazetenin çalışanları, basındaki sansürü
protesto etmek için yürüdüler ve esnaf da çiçek yollayarak onlara destek
verdi (Parsa 1989: 114). Tahran Üniversitesi’nde başlayan rejim karşıtı
Bildiriler Kitabı
- 43-
boykot, greve dönüştü, birçok şehirde yürüyüşler düzenlendi. Kimi
kampüslerde oturma eylemleri ve açlık grevleri yapıldı. Bu dönemde
öğrenci, öğretmen, gazeteci ve yazarlar, hem kendi taleplerini dile
getirdiler hem de çarşı grevlerine ve diğer protestolara destek verdiler.
Çarşı grevleri boyunca dükkan sahipleri, maddî dayanışma örneği
göstererek “İslamî kooperatifler” kurdular. Ekim 1978’de hükümet,
muhaliflerle uzlaşma yolu aramak zorunda kaldı. Muhalifler, lonca
meclisinin lağvedilip söz hakkının kendilerinde olduğu bir lonca
konseyi kurulmasını, fiyat kontrolünün arz-talep dengesine uygun
yapılmasını istediler. Temsilcilerin isteklerinin başbakana iletileceği
sözü verildi. Bununla birlikte esnaf, önceleri ne Humeyni’nin ne de
Ulusal Cephe’nin takipçisiydi (Parsa 1989: 115). Kendi kendilerine
örgütlendiler ve kendi taleplerini elde etmek için mücadele ettiler.
Taleplere geri dönüş olmadığı gibi SAVAK ajanları (holiganlar) muhalif
dükkanları yakıp yıktılar.
Kasımın ilk haftası, iki aydır başbakan olan Emami, görevinden alındı.
Yerine geçen askerî yönetimde holiganların saldırıları 40 ile yayıldı.
Birçok ilde holiganların yargılanmasını isteyen gösteriler oldu.
Muhalifler dükkanlarda savunma amaçlı birlikler oluşturdular. Kimi
üç hafta, kimi yetmiş beş gün süren grevler, askerî yönetimin bizzat
kendisine yönelikti ve Şah’ın devrilmesi artık tek ve ortak amaç gibi
görünüyordu. Keşan’da, Isfahan ve Şiraz’da muhalifler “zafere kadar
grev” kararı aldıklarını duyurdular (Parsa 1989: 117). 12 Ocak 1979’da
İslamî Devrim Konseyi imzalı bir bildiri yayınlandı ve zaferin yakın
olduğu ve bir devrim hükümeti kurulacağı vurgulandı. 16 Ocak’ta
Şah ülkeyi terk etti. Humeyni görev başındaki Bakhtiar hükümetinin
istifasını istedi. Devlet Humeyni’nin geri dönüşüne engel olmak için
havaalanını kapattı. 27 Ocak’ta, bir milyonu aşkın İranlı bu kararı
protesto etmek için sokaklara döküldü. 30 Ocak’ta hükümet, muhaliflerle
yaptığı görüşmeler sonrası havaalanını açmaya karar verdi. Humeyni,
1 Şubat’ta Tahran Havaalanı’na indiğinde bir konuşma yaptı ve
“ulusun bütün sınıflarına” teşekkür etti. Zaferin sadece Müslümanların
değil azınlıkların da birliği sayesinde gerçekleştiğini vurguladı. 2
Şubat’ta yaptığı konuşmada, Şah’ın Bakhtiar hükümetini illegal etti
ve Şah’ı geri getirebilecek hiçbir yönetime izin vermeyeceğini söyledi.
4 Şubat’ta geçici bir İslamî Hükümet kuracağını açıkladı. 5 Şubat’ta
seküler ve milliyetçi kesimlerle iyi ilişkisi olan Bezirgan başbakan
olarak atandı. Ancak ordu kontrol altına alınmamıştı. Geçici devrim
konseyi anlaşmanın yollarını arıyordu. Humeyni ise silahlı kuvvetleri
- 44-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
yabancılara değil İslam’a uymaya çağırıyordu. 10 Şubat 1979’da ordu,
havaalanına girdi ancak kalabalığı dağıtmayı başaramadı. Tanklar
üç gün boyunca yollardaydılar ama kitleler sokağı bırakmadılar ve
birçok yerde molotof kokteylleri hazırlayarak askerle çatıştılar. İki gün
içerisinde ordu, yüzlerce kişiyi öldürdü. 11 Şubat’ta Humeyni, ordu
içindeki bu grupların hava kuvvetlerindeki devrimciler sayesinde
püskürtüldüğünü açıkladı. Sorunların barışçıl yollardan çözülmesi
için çağrı yaptı. 11 Şubat rejimin tamamen çöktüğü tarih olarak anılır.
SONUÇ
Sonuç olarak yaklaşık yüz yıla uzanan protesto geleneğiyle maddî
koşullar dahilinde bir hakikat söylemi inşa eden İranlılar, siyasetin
düzenleyici gücüne karşı infial ve direnişlerle cevap verdiler. Yabancı
olarak gördüğü bütün unsurlara karşı kendi özneliklerini ortaya koyan
eylemler ile İran tarihine etki ettiler. Muhalif hareketler, köklerini bu
tarihsellikten almaktaydılar. Bu çalışmada, İran Devrimi’ne yol açan
devrimci durumları inceleme fırsatı bulduk. Şah karşıtı eylemler,
işçi, esnaf ve beyaz yakalılar sayesinde devletin halkla ilişki kurma
biçimlerini yerinden etti ve modern devletin bütün kurumlarını işlemez
hale getirdiler. 1978’de yoğunlaşan eylemler karşısında hükümetin
yapabildiği SAVAK, ordu ve holiganlar yoluyla şiddet üretmekti.
Görüldüğü gibi, İranlıların 12. İmam olan Mehdi Murtaza’nın bir gün
geleceğine olan inancı, pasif bir bekleyişi değil aktif bir sorumluluğu
ifade ediyordu. Bu yorumu Humeyni kadar Ali Şeriati, Mehdi Bezirgan
ve Murtaza Mutahhari de sahipleniyordu. Onlarla birlikte, burada yer
veremediğimiz birçok İranlı düşünür ve yazar protesto kültürünü
ayakta tutmayı başardılar. Onların fikirleri birçok muhalif söylemin
taşıyıcısı oldular.
Ocak 1979’da Şah’ın ülkeyi terk etmesi ve Şubat 1979’da ordunun
yenilgiyi kabul etmesiyle kesinleşen İran Devrimi’nin kurduğu yeni
yönetim, bu çalışmanın inceleme konusu değil. Bahar aylarından
itibaren baskın olan ideolojik farklılıklar, devletin henüz kurulmakta
olan iktidar mekanizmalarında ayrışmaya sebep olmuş, yeni şiddet
biçimleriyle alternatif tahayyülleri dışlamış olabilir. Bununla birlikte
İslamî Devrimin niye Müslümanların çoğunlukta olduğu başka bir
ülkede değil de İran’da tecrübe edildiği sorulabilir. Dünyanın başka
coğrafyalarında, tarihsel olarak devrimi oluşturacak ve ayakta tutacak
Bildiriler Kitabı
- 45-
bir protesto geleneği oluşmamış olabilir. Diğer bir deyişle, devrimi bir
olgu haline getiren muhalif eylemlilik İranlıların gündelik hayatını ve
siyasal kültürünü belirleyen maddî koşullar içinde ortaya çıkmıştı. Bu
açıdan İran Devrimi’nin özgün bir olay olduğu söylenebilir.
KAYNAKÇA
ABRAHAMIAN, Ervand (1993). Modern İran Tarihi, İstanbul: Türkiye
İş Bankası Yayınları.
AHAVI, Şahruh (1990). İran’da Din ve Siyaset, İstanbul: Yöneliş Yayınları.
BAYAT, Asef (1987). Workers and Revolution in Iran: A Third World of
Experience of Workers’ Control, London: Zed Books Ltd.
BAYAT, Mangol (1991). Iran’s First Revolution: Shi’ism and the Constitutional
Revolution of 1905-1909, New York: Oxford University Press.
BOROUJERDİ, Mehrzad (2011). İran Entelektüelleri ve Batı, İstanbul:
Yöneliş Yayınları.
DABASHI, Hamid (2008). Iran: A People Interrupted, New York: New
Press.
DAILAMI, Pezhmann (2004). “The First Congress of Peoples of the East
and the Iranian Soviet Republic of Gilan, 1920-21”, in Stephanie Cronin
(ed.), Reformers and Revolutionaries in Modern Iran: New Perspectives on
the Iranian Left, New York: Routledge.
DANESHVAR, Parvez (1996). Revolution in Iran, London: Macmillian
Press.
ELWELL-SUTTON, L. P.(1949). “Political Parties in Iran 1941-1948”,
Middle East Journal, Volume 3.
GHODS, Reza (1991). “Government and Society in Iran, 1926-34”,
Middle Eastern Studies, Volume 27, No. 2.
Komisyon (1993). İran İslam İnkılabı (Islamic Revolution of Iran), Ankara:
Kevser Yayınları.
MOADDEL, Mansoor (1986). A Sociological Analysis of the Iranian
Revolution, Medison: University of Wisconsin.
PARSA, Misagh (1989). Social Origins of the Iranian Revolution, Rutgers:
Rutgers University Press.
- 46-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
POULSON, Stephen C. (2006). Social Movements in Twentieth-Century
Iran: Culture, Ideology and Mobilizing Frameworks, New York: Lexington
Books.
YAR-SHATER, Ehsan (1971). Iran Faces the Seventies, New York: Praeger
Publishers.
Bildiriler Kitabı
- 47-
Aslı KÖSE ÜNAL
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sağlık Yönetimi Bölümü Doktora Öğrencisi
[email protected]
Gizem Büşra HASAR
Gümüşhane Üniversitesi SYO
Sağlık Yönetimi Bölümü Lisans Öğrencisi
TOPLUMSAL CİNSİYET AYRIMCILĞININ KADIN STATÜSÜNE
YANSIMALARI
ÖZET
Cinsiyet ayrımcılığının önlenmesi ve toplumda kadının statüsünün ve
rollerinin yeniden gözden geçirilerek değiştirilmesi ve farklılaştırılması
çalışmaları, günümüzde üzerinde durulan faaliyet alanlarındandır. Kadının
ekonomik hayata katılımında ve iş süreçlerinde karşılaştığı en büyük
engel olarak toplumsal cinsiyet algısı, yani kadınla erkeğin eşit olarak
algılanmaması gelmektedir. Toplumdaki bu algı eğitimde, politikada ve
iş hayatında kadının eşit konumda olmasını engellemektedir. Toplumsal
cinsiyet ayrımcılığı erkeklerin daha baskın olduğu, kadınların ikinci plana
itildiği eşit olmayan güç ilişkisine ve bu durumun sonucu da şiddet odaklı
toplumsal sorunların artmasına neden olmaktadır. Bu bildiride, Gümüşhane
ilinde 10 farklı statüdeki kadın çalışanın il müdürü (1), şube müdürü (2), şef
(3), akademisyen (2), mühendis (2) toplumsal cinsiyet ayrımcılığı hakkındaki
değerlendirmeleri mülakat yöntemi kullanılarak analiz edilmiştir. Çalıştıkları
kurumda cinsiyet ayrımcılığına göre katılımcıların değerlendirmelerine
bakıldığında, işe bağlı durumlarda pozitif ayrımcılığın yaşandığı (örneğin
güç gerektiren işler gibi) görülmektedir. Akademisyenler ise cinsiyet
ayrımcılığının yaşandığını ve mobbing uygulandığını ifade etmişlerdir.
İş ortamlarındaki terfi, ödül, atama gibi uygulamaların liyakat ilkesine
uygun yapılması cinsiyet ayrımcılığını engellemekle birlikte ikinci aşamaya
gelinceye kadar çoğu aday iş başvurularında kadın, evli ve çocuk sahibi
olması nedeniyle elenmektedirler. Pozitif ayrımcılık beklenmese de kadın
çalışanlar negatif ayrımcılıkla karşılaşmak istememektedirler.
Anahtar Kelimeler: Kadın, Cinsiyet Ayrımcılığı, Toplum.
- 48-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
GİRİŞ
Toplumsal cinsiyet, toplumda sadece kadının değil, erkeğin de
konumunu belirten bir kavramdır (Demirbilek 2007: 12-27). Cinsiyet
ayrımcılığı, toplumsal bir gerçektir. Dünyanın farklı ülkelerinde olduğu
gibi ülkemizde de toplumsal alanlarda ve çalışma hayatında cinsiyet
ayrımcılığı yapılmaktadır. Bu tür bir ayrımcılık ülkenin ekonomik,
sosyal ve kültürel yönden gelişmesine de büyük engel teşkil etmektedir.
İş hayatında cinsiyet ayrımcılığının kadınların ve erkeklerin benzer
koşullar karşısında eşitsizliğe maruz kalmaları sonucunda ortaya
çıkmaktadır. Örneğin, kadın ve erkeklere aynı fırsatların tanınmaması
ve bunun sonucu da fırsatlardan yoksun tarafa negatif bir ayrımcılığın
yapılması söz konusudur (Demirel 2011: 67-68). Toplumsal cinsiyet
ayrımcılığı erkeklerin daha baskın olduğu, kadınların ikinci plana
itildiği eşit olmayan güç ilişkisine ve bu durumun sonucu da şiddet
odaklı toplumsal sorunların artmasına neden olmaktadır.
Cinsiyet temelli ayrımcılık, bir kişinin bir kadına, cinsiyetine dayalı
olarak bir erkeğe davrandığından veya davranacağından daha
olumsuz ya da daha az olumlu davranması (dolaysız ayrımcılık) ve/
veya biçimsel olarak eşitlikçi gözüken davranış ve uygulamaların
sonradan kadın üzerinde ayrımcı etkiler yaratması (dolaylı ayrımcılık)
olarak tanımlanmaktadır. Kadına yönelik ayrımcılığın doğal bir sürece
değil, söylemsel süreçlere bağlı olduğunun önemli bir göstergesi, iş
yaşamında cinsiyet ayrımcılığının, çeşitli işlerin tanımında toplumsal
cinsiyet nitelikleri belirlenerek profesyonel ve beyaz yakalı iş
alanlarının (öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik…) kadınlar için birçok
nedenden (kadının uysallığı, tekrarlara katlanabilirliliği, ayrıntıdan
hoşlanması gibi) dolayı uygun görülmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Kadınlara uygun olduğu düşünülen bu mesleklerde dahi kadınlara
yönelik ayrımcılık, karar verici konumlarda yer almasını engelleyerek
ortaya çıkmaktadır. Kadınların yönetim kademelerine ulaşmalarının
önündeki engeller için çok değişik alanlara bakılması gerekmektedir. İş
dünyası tarafından erkeklere atfedilen acımasız, saldırgan, kararlı gibi
tanımlamalara karşın; kadına yönelik aciz, zayıf, duygularının kurbanı
tanımlamaları cinsiyet ayrımcılığının ve sorunlu bakış açısının diğer
bir göstergesidir (Türeli vd. 2013: 83-84). Cinsiyet temelli ayrımcılık
yaşayan kadınların çalıştıkları örgütlere bağlılıkları azalmakta ve işten
ayrılma niyetleri daha yüksek olmaktadır (Foley vd. 2005: 421-451).
Cinsiyet ayrımcılığının önlenmesi ve toplumda kadının statüsünün ve
Bildiriler Kitabı
- 49-
rollerinin yeniden gözden geçirilerek değiştirilmesi ve farklılaştırılması
çalışmaları günümüzde üzerinde durulan faaliyet alanlarından
birisidir. Ülkemizde merkezi yönetim olarak Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı’nın görev alanlarından biri de kadının statüsüne yönelik
faaliyetlerdir. 2014 yılı TÜİK verilerine göre kadın istihdam oranı % 26,7
olup kadınların % 33’ü tarım sektöründe, % 17,1’i sanayi sektöründe,
% 49,9’u ise hizmet sektöründe çalışmaktadırlar.
Türkiye’de kadının durumu 2014 yılı raporuna göre üniversite
öğrencilerinin % 45,8’i, akademisyenlerin % 41’i ve profesörlerin
% 28,4’ü kadındır. Üniversite rektörlerinin içindeki kadın rektör
oranı Şubat 2015 itibariyle % 7,4’tür. Türkiye’de akademik kariyerde
profesörlüğe yükselirken kadına karşı ayrımcılığın olmadığı ve
kadın profesör oranının yüksek olduğu bir ortamda, kadınların
yükseköğretim kurumlarında yöneticilik pozisyonlarında çok az
temsil edilmeleri yükseköğretimdeki kadının statüsü ile ilgili büyük
bir çelişkidir. Kadınların, yöneticilik pozisyonlarına aday olmasını
zorlaştıran faktörlerin başında ataerkil anlayış gelmektedir.
7 Mayıs 2015 tarihinde YÖK tarafından düzenlenen ve yaklaşık 70
üniversiteden Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Başkanlarının, konu ile ilgili akademisyenlerin, kadın çalışmaları
yapan STK ve ilgili sendika temsilcilerinin katılımı ile gerçekleştirilen
çalıştay sonucunda toplumsal cinsiyet eşitliği dersinin zorunlu ders
olarak müfredata dâhil edilmesi, üniversitelerde toplumsal cinsiyet
eşitliğinin genel kabul görmesinin sağlanması, üniversitelerin
yöneticilerine idari ve akademik personeline toplumsal cinsiyet eşitliği
farkındalığının kazandırılması olarak dört tema belirlenmiştir.
Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu’nun yayımladığı 2014 Küresel
Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde 142 ülke arasında 125. sırada olup
OECD ülkeleri arasında ise son sıradadır. DEF küresel cinsiyet uçurumu
endeksiyle kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıkları; ekonomik
katılım ve fırsat eşitliği, eğitim düzeyi, sağlık ve yaşam, siyasi katılım
kategorilerinde incelenmektedir. Bu endeks, çalışma hayatına katılım,
ilerleme ve ücret faklılıkları esas alınarak oluşturulmaktadır. Örneğin,
kadınlar ve erkekler arasındaki ilerleme farklılıkları için kanun
yapıcılar, üst düzey yöneticiler ile profesyonel mesleklerde çalışan
kadınların aynı kategorideki erkeklere olan oranlarına bakılmaktadır.
Devlet Planlama Teşkilatı’nın 01.01.2015 tarihli verilerine göre, kamu
personelinin cinsiyet dağılımı % 36,5 kadın, % 63,4 erkek ve üst düzey
- 50-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
memur oranı % 8 kadın, % 92 erkek şeklindedir. Yasal düzenlemelerle
(vergi muafiyetleri gibi) gündeme gelen yeni uygulamaların kadın
istihdamında pozitif etki sağlayabileceği konusu tartışılmaktadır.
Cinsiyet eşitliğinde en iyi konumda olan İzlanda, Finlandiya, Norveç
ve İsveç gibi ülkelerde kota uygulamasıyla denge sağlanmaya
çalışılmaktadır. 2011’de Finlandiya Menkul Kıymetler Piyasası
Birliği’nde yer alan firmaların yönetim kurullarında en az bir kadın
üyenin olmasını zorunlu tutan Kurumsal Yönetim Kodu uygulaması
yürürlüğe girmiştir. Norveç’te uygulanan kota sistemi çerçevesinde
kamu firmalarının veya halka açık firmaların yönetim kurullarındaki
cinsiyet kotası her bir cinsiyet için % 40 olarak belirlenmiştir. Norveç’te
2003’te % 7 olan yönetim kurullarında yer alan kadınların oranı 2008
yılı itibariyle % 39’a yükselmiştir.
Kadınların işgücüne katılımı, kadınların bireysel gelişimleri için olduğu
kadar ülkelerin gelişimi için de oldukça önemlidir. Nitekim kadınların
çalışma yaşamında gösterdiği varlık ülke kalkınmasının sürdürülebilir
kılınması için oldukça önemli bir koşul olarak kabul edilmektedir.
Çalışma hayatında kadınların yeri kapsamında gelişmiş ülkelerle
gelişmekte olan ülkeler arasında bir farklılık var iken; bu farklılık
gelişmekte olan ülkelerin kendi içinde de gözlenmektedir. Bunun
için özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki bu farklılıkların kurumsal
belirleyicilerinin ülke heterojenlikleri kapsamında ve sosyolojik
temelli bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerekliliği ortaya
çıkmaktadır (Demiral 2015: 492).
Amaç ve Yöntem: Bu çalışmanın amacı farklı statüdeki kadın
çalışanların toplumsal cinsiyet ayrımcılığı hakkındaki düşüncelerini,
çalıştıkları kurumlar ve meslekleri açısından değerlendirmektir.
Literatürde bireylere özgü deneyimlerin, algılamaların, düşüncelerin
ve yorumların derinlemesine incelenmesi gerektiğinde nitel araştırma
yönteminin önerildiği görülmektedir (Bluhm vd. 2011: 1866-1891).
Araştırma verilerinin çözümlenmesinde betimsel analiz tekniğinden
yararlanılmıştır. Betimsel analiz, verilerin daha önceden belirlenen
temalara göre özetlenip yorumlandığı, görüşülen bireylerin
görüşlerinin doğrudan alıntılandırılarak kullanıldığı analiz tekniğidir
(Yıldırım ve Şimşek 2003).
Veri toplama aracı olarak Gümüşhane ilinde çalışmaya katılmayı
kabul eden kadın katılımcılar ile yüz yüze görüşülerek bilgi almaya
olanak sağlayan derinlemesine mülakat tekniğinden yararlanılmıştır.
Bildiriler Kitabı
- 51-
Görüşmeler için katılımcılardan randevu alınmış ve görüşülecek
konuya ilişkin herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Katılımcıların
konuyla ilgili önceden hazırlık yapmaları önlenmiş ve böylece mevcut
farkındalık düzeylerinin gerçek durumu yansıtması amaçlanmıştır.
Her katılımcıyla bir saat görüşülüp görüşme sırasında not tutma
yöntemiyle veriler kayıt altına alınmıştır. Görüşmeler sırasında,
katılımcıların toplumsal cinsiyet ayrımcılığı algısını değerlendirmek
amacıyla hazırlanmış araştırma soruları şunlardır:
• Çalıştığınız kurumun sağladığı mesleki eğitimlerden çalışanlar eşit
düzeyde yararlanmakta mıdır?
• Terfi sistemi açısından yönetim pozisyonları tercihinde cinsiyet
ayrımcılığı yapılmakta mıdır?
• Ödüllendirme sistemi uygulaması açısından erkek çalışanlarla
kadın çalışanlar arasında ayrım yapılmakta mıdır?
• Kadınların sahip oldukları özelliklerin yönetim pozisyonları
için uygunluğu ve çalıştığınız kurumun yönetici tercihindeki
uygulamasında cinsiyet ayrımcılığı yapılmakta mıdır?
• Kadınlar erkeklere göre kariyer hedeflerine ulaşma sürecinde daha
fazla mı engelleme ile karşılaşmaktadır?
• Meslek seçimi sırasında ve sonrasında aile bireylerinin kadının
tercihinde etkisi var mıdır?
Veri analizi sürecinde, görüşme kayıtları bilgisayar ortamında
yazılı metin haline getirilmiştir. Yazılı metinler excel programına
aktarılmış ve düzenlenmiştir. Konuşma metninin kimin tarafından
oluşturulduğunun belirlenmesi amacıyla her bir sütuna katılımcı
isimlerini temsilen “İM, ŞM1, ŞM2, Ş1, Ş2, Ş3, A1, A2, M1, M2”
unvanlarını içeren kodlar konulmuştur.
Bulgular: Katılımcıların unvanlarına göre dağılımı il müdürü (n=1),
şube müdürü (n=2), şef (n=3), akademisyen (n=2), mühendis (n=2)
olmak üzere toplam 10 farklı statüdeki kadın çalışan şeklinde olmuştur.
Katılımcıların yaş dağılımları 20-30 yaş (n=2), 31-40 yaş (n=3), 41-50
yaş (n=5), eğitim durumları ise ön lisans (n=3), lisans (n=5), lisansüstü
(n=2) olarak belirlenmiştir.
Katılımcıların
çalıştıkları
kurumların
sağladıkları
mesleki
imkanlar açısından cinsiyet ayrımcılığı ile karşılaşma durumları
- 52-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
değerlendirildiğinde, eğitim gibi imkanlardan herkesin eşit düzeyde
yararlandığını ifade etmişlerdir. Örnek ifadeler aşağıdaki gibidir:
İM: ‘Meslekleri itibariyle yeterli düzeye çıkmak isteyen her çalışan haklardan
yararlanıyor. Kadın ve erkek olarak değil, istenildiği takdirde her çalışana
mesleki eğitim fırsatı tanınıyor.’
ŞM1: ‘Belli dönemlerde gerçekleşen eğitimlere katılma şansı, her çalışana eşit
sunuluyor. Yeter ki istesinler, tek sorun bu.’
Ş1: ‘Evet eşit düzeyde yararlanılıyor.’
A1: ‘Eşit düzeyde yararlanıyor. Panel, sempozyum, sunum vb. açısından
cinsiyet sorunu olmuyor.’
M1: ‘Çalıştığım kurumda, kadın ve erkek eşit şekilde yararlanıyor. Bir ayrım
yapılmıyor.’
Terfi sistemi açısından çalıştıkları kurumları değerlendiren
katılımcıların yaklaşımları aynı olmakla birlikte, sınav sisteminin
uygulanmasının cinsiyet ayrımcılığını engellediğini düşündükleri
belirlenmiştir. Örnek ifadeler şunlardır:
İM: ‘Bu kurumda kadın-erkek ayrımı yok. Sınavla yapılan seçimler
uygulanıyor. Yani terfi sisteminde cinsiyet değil, sınav başarısı önemli.’
ŞM2: ‘Bizim kurumda öyle bir ayrım yapılmıyor. Sınav yoluyla atamalar
yapılıyor. Tamamen kişisel çabaya bağlı.’
Ş2: ‘Özel bir cinsiyet tercihi yapılmıyor.’
A2: ‘Bu kurumda liyakata dayalı bir sistem var. Cinsiyete dayalı bir ayrım
yapılmıyor.’
M2: ‘Terfi için genelde çok çalışan kendine güvenen çalışanları seçiyorlar.
Ataerkil bir toplumda yaşadığımız için üst yönetim daha çok erkekleri tercih
ediyor.’
Ödüllendirme sistemi açısından katılımcılardan akademisyenlerin
dışındaki diğer katılımcıların cinsiyet ayrımcılığı yapılmadığını
düşündükleri
belirlenmiştir.
Akademisyen
katılımcılar
ise
kurumlarında başarılı kadınların kabul görmediğini düşünmektedirler.
Örnek ifadeler şu şeklidedir:
İM: ‘Herhangi bir ayrım yapılmıyor. Kurumda başarı sonuçları cinsiyete
göre değerlendirilmiyor.’
Bildiriler Kitabı
- 53-
ŞM1: ‘Fark olmuyor. Gerekli takdir veriliyor.’
Ş3: ‘Herhangi bir engel yok. Ayrım yapılmaksızın her çalışan bu sistemden
eşit bir şekilde yararlanır.’
A1: ‘Başarı taçlandırılmıyor. Genelde başarılı kadınlar sevilmiyor. Kadınlar
karma işlerde daha çok eleştiri alıyorlar. Çok fazla mobbing baskısı oluyor. Bu
yüzden eşitsizlik var.’
M1: ‘Evet eşit yararlanmaktadır. Herhangi bir engelleme yapılmamaktadır.’
Katılımcıların kadınların sahip oldukları özelliklerinden dolayı
(duygusal, kırılgan, sakin vs.) yönetim pozisyonları için uygun olup
olmadığı ve çalıştıkları kurumlarda yönetici seçiminde ayrımcılık
yapılıp yapılmadığı hakkındaki görüşlerine bakıldığında; yaradılış
gereği her iki cinsiyet arasındaki farklılığın iş tarzlarına yansıdığı ve
kadın yöneticilerin yönetim pozisyonlarına erkek yöneticilere göre
daha uygun olduğunu düşündükleri belirlenmiştir. Örnek ifadeler
şunlardır:
İM: ‘Uygundur. Hatta bu özelliklere sahip olmak yönetim pozisyonunda
görev almak için daha iyidir. İş ortamı içerisinde insanlarla iç içe
çalışıyorsanız duygularınıza da ihtiyacınız vardır. İnsanları yönetmek için
onların duygularını da anlamanız lazımdır. Yönetici seçiminde ayrımcılık
yapılmamaktadır’
ŞM2: ‘Bu özelliklere sahip olmak yönetici olmaya engel değildir. Çalışanın
hissettiğini hissederek yönetebilirsiniz. Kadın ya da erkek ayrımı yöneticilik
süreci için ayırıcı bir kriter olarak değerlendirilmemektedir.’
Ş1: ‘Kadın yönetici birçok açıdan erkek yöneticiye göre daha etkindir.
Çalıştığım kurumda yöneticilik açısından ayrım yoktur .’
A2: ‘Uygundur. Hatta kadınlar yönetim pozisyonu için daha uygundur
denilebilir. Kadın anaç olduğu için empati yapar, dinler ve sorunları çözer.
Ayrıca kadınlar daha titiz çalışır ama daha çok erkekler yöneticilik için uygun
görülür. Çalıştığım kurum yöneticilik tercihlerinde daha çok erkeklerden
yanadır.’
M2: ‘Uygundur. Çünkü kadınlar yapıları gereği daha düzenli ve daha
disiplinli çalışmaktadır. Ama eğer bir tercih yapılsaydı tabi ki erkekleri
seçerlerdi. Kadın yöneticiler biraz daha tutucu ve sert davrandıkları için
personel, kadın yöneticiye sıcak bakmıyor. Çalıştığım kurum tercihini erkek
yöneticiden yana kullanmaktadır.’
- 54-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Katılımcıların kadının kariyer hedeflerine ulaşmasında erkeklere
göre daha fazla engelleme ile karşılaşıp karşılaşmadığı görüşüne
bakıldığında kadının toplumdaki rolleri gereği sürecin uzadığını ve
eş, çocuk gibi faktörlerin bu süreci daha da uzattığını düşündükleri
belirlenmiştir. Örnek ifadeler aşağıdaki gibidir:
İM: ‘Tabi ki daha fazla engelleme ve sorumluluk yükü var. Toplumun
kadına biçtiği görevler nedeniyle bunlar daha artıyor. Tayin, iş durumu gibi
konularda eş-çocuk engel yaratıyor.’
ŞM1: ‘Kadın bazı işlerde evliyse ve çocuk sahibi ise işe bile alınmıyor. İş
hayatında ise izin problemi oluşuyor. İşe yansıtmasa bile hem iş hem ev hayatı
kadına yoğun bir sorumluluk yüklüyor.’
Ş2: ‘Evli kadınların engeli çok oluyor. Çocuk ve eş kaynaklı oluyor tabi bunlar.
Bazense tek engel eşler.’
A2: ‘Bazen de işe alımlarda cinsiyet engel olabiliyor. İş gücü kaybı olacağını
düşündükleri için evli ve çocukları olan kadınları işe almamak gibi.’
M1: ‘Evet daha fazla engelleme yapılmaktadır. Kadının zaten çok fazla
sorumluluğu var bir de iş yükünü kaldıramıyorlar.’
Katılımcıların meslek seçimi aşamasında ve sonrasında aile
bireylerinin/eşin, kadının kariyer hedeflerine ulaşmasını etkileyip
etkilemediği görüşüne bakıldığında, pozitif ve negatif yönlü
etkilediğini düşündükleri belirlenmiştir.
İM: ‘Kesinlikle etkiler. Toplumsal baskı, aile kültürümüz, toplumsal bakış
açısı gibi gerekçeler yüzünden kadının iş seçimi ve kariyer düzeyi hakkında
söz sahibi olan çok fazla kişi vardır.’
ŞM2: ‘Meslek seçiminde aileler, güven ve gelecek vaat eden mesleklere
yönlendirmeye çalışırlar. Yani iyi niyetle de olsa müdahale ederler. Eşler de
ikinci kısımda hayatımıza girdiği için kariyer sınırını kendi düzeylerine göre
sınırlandırırlar.’
Ş3: ‘Evet engelleme yapılıyor. Eğer kadın kariyer yaparsa evdeki sorumluluğu
ve eve ilgisi ertelenecek ya da azalacak düşüncesi ile eş kariyer düşüncesini
istemez. Bencillik söz konusu oluyor.’
A1:‘Kesinlikle etkilidir. Anne-baba destekleyicidir. Eş, hem pozitif hem negatif
etki gösterebilir. Örneğin, eşin kendinden üst konumda olmasını istememesi
ve önüne engel koyması negatif bir etkidir.’
M1:‘Tabi ki etkiliyor. Gerek ülkenin şartları gerek yoksulluk derecesi yüzünden
Bildiriler Kitabı
- 55-
kadınların da çalışması isteniyor. Ayrıca eşinden çalışma konusunda destek
gören bayan işinde daha başarılı oluyor.’
Genel olarak katılımcıların değerlendirmelerine bakıldığında
akademisyenlerin
dışındaki
diğer
katılımcıların
çalıştıkları
kurumlarda cinsiyet ayrımcılığı yapılmadığını, akademisyenlerin
ise kadın çalışanların başarılarının kabul edilmediğini ve cinsiyet
ayrımcılığının yaşandığını düşündükleri belirlenmiştir. Katılımcılar,
kariyer süreçleri ve meslek seçimlerinde, kadınların sahip oldukları
roller gereği bireysel seçimlerinin negatif etkilenmesinin yanında, işe
alım süreçlerinde kadın oldukları için tercih edilmedikleri yönündeki
düşüncelerini belirtmişlerdir. Katılımcılar, sahip oldukları özellikler
gereği (duygusal, sakin vs.) yönetici pozisyonlarına erkeklerden
daha uygun olduklarını, aslında negatif olarak tanınan bu özelliklerin
yönetici pozisyonları için avantaj olabileceğini düşünmektedirler.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı algısı ve bu algının ortaya çıkardığı
davranışlar, iş ortamlarına da yansımaktadır. İş ortamlarındaki terfi,
ödül, atama gibi uygulamaların liyakat ilkesine uygun yapılması
cinsiyet ayrımcılığını engellemekle birlikte ikinci aşamaya gelinceye
kadar çoğu aday iş başvurularında kadın, evli ve çocuk sahibi olasıyla
nedeniyle elenmektedirler. Pozitif ayrımcılık beklenmese de kadın
çalışanlar, negatif ayrımcılıkla karşılaşmak istememektedirler.
Kirel vd. (2010), Eskişehir ilinde özel sektörde yaptıkları bir alan
araştırmasında kadın çalışanların işe alım sürecinde karşılaştıkları
sorunlar, medeni durum ile algılanan ayrımcılık, kadının çalışma
yaşamındaki rolünün ve statüsünün oluşumunda toplumun kültürel
dinamiğinin oynadığı önemli rolü işaret etmektedir. Dikmetaş (2010)
tarafından yapılan çalışmada hastanede çalışan kadınlar, iş ortamında
karşılaştıkları olumsuzluk alanları olarak işe seçim sürecini ve kariyer
gelişimini işaret etmişlerdir. Araştırmamızda çalışanların kamu
statüsünde çalışıyor olmaları, özel-kamu karşılaştırmasına engel
olmakla birlikte katılımcılardan bazıları, adayın kadın olmasının
işe alım süreçlerinin negatif sonuçlanmasına neden olduğunu
belirtmişlerdir. Bunun en önemli nedeni, kadının toplumsal yapı
içerisinde erkeğe göre daha fazla rol ve sorumluluğa sahip olmasıdır.
Yaradılış gereği bazı özelliklerin kadın özelinde ayrışması, kadının
- 56-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
yükünü artırmaktadır. İşverenin bu yöndeki düşünceleri kadının
kariyerini işe alım sürecinde sonlandırmaktadır.
Katılımcıların, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının kadın statüsüne
yansıması hakkındaki görüşlerine göre, çalıştıkları kurumun yönetim
yaklaşımı ile kadının toplumsal rolleri ve bireysel beklentileri olmak
üzere iki tema belirlenmiştir. Kadınların, çalışma alanlarında yer
alabilmelerini sağlamak amacıyla güçlendirilmeleri, kalkınma ve
sürdürülebilirlik açısından bir zorunluluk, insan hakları bağlamında
ise gereklilik olarak algılanmalı ve yerine getirilmelidir.
KAYNAKÇA
DEMİRBİLEK, Sevda (2007). “Cinsiyet Ayrımcılığının Sosyolojik Açıdan
İncelenmesi”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, 44 (511): 12-27.
DEMİREL, Yavuz (2011). “İşyerinde Ayrımcılık: Kavramsal Bir
İnceleme”, TİSK Akademi, 11 (2): 67-68.
DİKMETAŞ, Elif (2009). “Hastane Çalışanlarında Cinsiyet Farklılığının
İncelenmesine Yönelik Bir Uygulama”, KMU İİBF Dergisi, 16 (3): 48-161.
DEMİRAL, Özge (2015). “Muğla Çalışma Hayatında Cinsiyet
Eşitsizliğine Sosyal Kurumların Etkisi: Gelişmekte Olan Ülkeler
Üzerine Bir Yatay Kesit Analizi”, 23. Ulusal Yönetim ve Organizasyon
Kongresi Bildiri Kitabı, I. Cilt, Muğla.
DUSTİN J. Bluhm, WENDY Harman; THOMAS W. Lee ve R. Mitchell
TERENCE (2011). “Qualitative Research in Management: A Decade of
Progress”, Journal of Management Studies, 48 (8), pp. 1866-1891.
KİREL, Çiğdem, KOCABAŞ, Fatma ve Aytül Ayşe ÖZDEMİR (2010).
“İşletmelerde Algılanan Cinsiyet Temelli Ayrımcılık: Eskişehir’de Özel
Sektörde Bir Alan Araştırması”, Çimento İşveren, 5 (15):6-7.
SHARON Foley, NGO Hang-Yue ve Angela WONG (2005).
“Perceptions of Discrimination and Justice: Are There Gender
Differences in Outcomes?”, Organization Management, 30 (4): 421-451.
ŞALVARCI TÜRELİ, Nesrin ve Nilgün DOLMACI (2013). “İş
Yaşamında Kadın Çalışana Yönelik Ayrımcı Bakış Açısı ve Mobbing
Üzerine Ampirik Bir Çalışma”, Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları
Dergisi, 2 (2): 83-84.
Bildiriler Kitabı
- 57-
ÜNNÜ AYYILDIZ, Nazlı Ayşe, BAYBARS Miray ve Jülide KESKEN
(2014). “Türkiye’de Kadınların Üniversiteler Bağlamında Yetki ve
Karar Verme Mekanizmalarına Katılımı”, Dumlupınar Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 42 (14): 124.
YILDIRIM, Ali ve Hasan ŞİMŞEK (2003). Sosyal Bilimlerde Nitel
Araştırma Yöntemleri, Ankara: Seçkin Yayınları.
http://kadininstatusu.gov.tr/uygulamalar/turkiyede-kadinErişim
Tarihi:15.06.2015
http://www.hurriyet.com.tr/egitim/28329713.asp Erişim Tarihi: 10.06.2015
http://yok.gov.tr/toplumsal-cinsiyet-esitligine-duyarlı Erişim Tarihi:
29.06.2015
- 58-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
İbrahim ÜNALAN
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Arap Dili ve Edebiyatı Doktora Öğrencisi
[email protected]
KÜLTÜRLERARASI İLİŞKİ BAĞLAMINDA TÜRK VE ARAP
MUTFAK KÜLTÜRÜ
ÖZET
Kültür, bir toplumu meydana getiren maddi ve manevi değerler bütünüdür.
Toplumları özgün kılan bu değerlerden birini de o yere ait mutfak kültürü ve
yemek çeşitleri oluşturur. Yemek yeme ihtiyacı esasında fizyolojik bir ihtiyaç
olarak düşünülür fakat bunun da ötesinde yemek yemenin bir de kültürel
yönü vardır. Zira yemek yeme ve yapma alışkanlıkları, tüketilen yiyecekler ve
kullanılan malzeme, sofra düzeni ve adabı gibi unsurlar toplumlar arasında
benzerlikler ve farklılıklar göstermektedir.
Bugün özellikle kitle iletişim araçları sayesinde kültürlerarası ilişki çok hızlı
bir şekilde gelişmektedir. Türk-Arap mutfak kültürünün etkileşiminde
kitle iletişim araçlarının da önemi çok büyüktür. Türkçe veya Arapça yayın
yapan televizyonlar aracılığıyla Türk ve Arap kökenli kişiler birbirlerinin
yemeklerini görüp tanıma fırsatı bulmaktadır. Diğer yandan internet
aracılığıyla Arap veya Türk yemeklerini merak eden kişiler bunları kolaylıkla
öğrenip uygulayabilmektedir.
Şüphesiz bu merakın gelişmesinde siyasi koşullar, iç karışıklıklar, sınırlara
bağlı bir komşuluk ve başka unsurlar etkili olmaktadır. Önceleri Suriye ile
kız alıp verme gibi akrabalık ilişkileri ve ticari ilişkiler varken günümüzde
Suriye’de yaşanan siyasi olaylar ve Suriyelilerin Türk şehirlerine göçü
kültürlerarası etkileşimi artırmıştır. Ayrıca Arap ülkelerinden gelen
öğrencilerin Türk üniversitelerinde eğitim görmesi, Türkiye’de eğitim veren
Arap öğretim görevlileri bu etkileşimi daha da hızlandırmaktadır.
Bugün Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin gibi Türkiye’nin birçok şehrinde
Arap yemekleri yapılmaktadır. Bazen aynı isimlerle bazen de farklı isimlerle
benzer yemeklerin yapılması Arap ve Türk mutfak kültüründeki etkileşimin
çok öncelere dayandığını göstermektedir.
Bu çalışmada kültürlerarası iletişimin bir sonucu olarak Arap ve Türk
mutfağının ortak yönleri, yemek çeşitlerindeki benzerlikler ortaya
konulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kültürlerarası İletişim, Mutfak Kültürü, Türk Mutfağı,
Arap Mutfağı.
Bildiriler Kitabı
- 59-
Kültür, bir toplumu toplum yapan, onu önemli ve farklı kılan, kuşaktan
kuşağa aktarılan değişime ve yeniliğe açık değerler bütünüdür. Yemek,
sofra adabı, mutfak düzeni ise kültürün en önemli bileşenlerindendir.
“Bir toplumun yemek kültürü, yaşam tarzı ve umumî kültürüyle
yakından ilgilidir. Yemek, ferdi ve içtimai pek çok yönü olan
bir kültür unsurudur. İnsan fizyolojik yapısı itibariyle yemekle
doğrudan alakalı olduğu gibi sosyal yönüyle de yaşadığı kültürün
etkisi altında kalarak bir yemek anlayışına sahip olmuştur. Bunun
yanında ferdin içinde şekillendiği toplumda yaşanan fiziki ve
kültürel çevre muvacehesinde bir yemek kültürü gelişmiştir…
Hayat şeklindeki değişim ve dönüşümler yemek kültürünün
de değişmesine sebep olur. Bu bakımdan yeme içmede göçebe
ve yerleşik hayat biçiminde farklılıklar görülmekte bu farklılık
yemek kültürüne de önemli ölçüde tesir etmektedir. Aynı şekilde
din de yemek kültürü üzerinde etkilidir. Ne gibi yiyecekler
yenir ya da yenmez, yılın belli günlerinde ne yenir gibi. Yemek
kültürü sadece yenilen şeylerle de sınırlı değildir. Yemekten
sorumlu kişilerden, yemeğin pişirildiği yere, yenen yemeğe,
yemekte oturulan yere, kullanılan araçlara, yenilen yiyeceğin
türüne kadar her husus yemek kültürünün birer parçasını
oluşturmuştur. Böylece insanın biyolojik varlığının idame
edilmesini sağlamasının yanı sıra yemek, karmaşık ayrıntıları
da sembolize ettiğinden bir kültürel nüfuz bölgesidir.” (Bilgin ve
Samancı 2008: 27-28)
Yemek kültürü, kültürel değerlerin dışa vurulması vasıtasıyla
topluluğun sınırlarını çizmede etkin bir rol oynar ve kimliğin kültürel
içeriğini oluşturabilir. Ayrıca bu kültür çeşidi kültürel farklılıkların
somutluk kazandığı ve yeniden üretildiği bir alandır (Sarı 2010: 219).
Yemek kültürü, toplumun kültürel değerlerini yansıtmada önemli
bir araç vazifesi görür. Nasıl ki toplumlar din, dil, inanış, yaşayış
tarzı, olaylara bakış açısı ve dünya görüşü, çevreyi algılaması ve
yorumlaması gibi birçok unsurda benzerlik ve farklılık gösteriyorsa
aynı şekilde yeme-içme, sofra düzeni konusunda da benzerlikler ve
farklılıklar göstermektedir. Sözünü ettiğimiz unsurlarda toplumlar
nasıl birbirlerini etkiliyorsa yine aynı şekilde yeme-içme konusunda
da birbirlerini etkilemektedir. Bu sebepten de yemek, kültürlerarası
ilişkilere ve etkileşimlere sebep olan önemli bir kültür alanıdır. Her
gün değişen yaşam tarzıyla ve kitle iletişim araçları sayesinde insanlar
farklı lezzetler tatmakta, farklı kültürlere ait yeni yemekler öğrenmekte
ve bu yemekleri bizzat kendileri de yapmaktadır. İşte toplumların
bu şekilde birbirlerini etkilemeleri kültürlerarası iletişim ile olur.
- 60-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Kültürlerarası iletişim farklı kültürlere mensup kişiler arasındaki
etkileşim ve anlam aktarımları, yabancının algılanması, açıklanması
ve kültürel farklılıkların gözetilmesi gibi konuları inceleyen bir bilim
dalıdır (Kartarı 2006: 23).
Türkler ve Araplar arasında yüzyıllardır devam eden köklü bir ilişki
bulunmaktadır. Özellikle Müslüman Araplarla olan din kardeşliği
bu ilişkiyi güçlendirirken tarih boyunca devam eden ekonomik ve
siyasi ilişkiler, sınır devletlerle olan komşuluklar kültürel ilişkileri
ve kültürlerarası etkileşimi de beraberinde getirmiştir. Anadolu’ya
geçiş aşamasında Türkler konakladıkları mevkilerin beslenme
alışkanlıklarından ve mutfak kültüründen etkilenmişlerdir. Bu süreçte
diğer ülkelere özellikle de Arap kültürüne ait öğeler günümüze kadar
varlığını sürdürmüştür. Sözü edilen etkileşimi gösteren en önemli
kanıt Arapça yemek ve ürün isimleridir. Zamanla ve oluşan yeni şartlar
gereği bu yemeklerin bir kısmı aynen kalmış, bir kısmı ise Türklerin
damak zevkine uygun hale gelmiştir (Bilgin ve Samancı 2008: 71).
Türklerin helva ile tanışmaları da İslamiyet’i kabul ederek Arap
kültürüne yakınlaşması ile başlamıştır. Zaten helva hulv kelimesinden
gelen tatlı, şirin anlamında Arapça kökenli bir kelimedir. Araplar
tatlılar için genel olarak halaviyyat kelimesini tercih etmişlerdir.
Araplar, Türkçedeki helvayı karşılamak içinse helva veya basbusa
terimlerini kullanmışlardır (Bilgin ve Samancı 2008: 125).
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yayınlarından çıkan ve bir proje ürünü
olan Türk Mutfağı isimli kitabın giriş bölümünde Türk mutfağının tarihi
seyri anlatılırken Arap ve Fars mutfağının Türk mutfağı üzerindeki
etkisinden de söz edilmiştir. Bu konu şöyle mevzu bahis olmuştur:
“Orta Asya Türk mutfağı oldukça sade ve menü açısından
sınırlıdır. Bu dönemde görülen sade yapının göçler
sırasında köklü değişime uğradığı ve gittikçe zenginleştiği
anlaşılmaktadır. Arap ve Fars kültüründen alınan öğeler bunu
açıkça göstermektedir. Selçuklular döneminden itibaren Arap
ve Fars kültüründen alınan öğelerle birlikte hem Anadolu’da
var olan halklara ait mutfak kültürü hem de bu coğrafyaya
özgü bitkilerden elde edilen ürünlerle Türk mutfak kültürü
zenginleşmeye başlamıştır.” (Bilgin ve Samancı 2008: 9)
Arap mutfağı ile ilgili de şunları söyleyebiliriz:
“Arap mutfağı; bir ucu batıda Atlas okyanusu ile komşu olan
Fas, diğer ucu doğuda Hint okyanusu ile sınırlı olan Umman,
Bildiriler Kitabı
- 61-
kuzeyde Suriye ve güneyde Sudan’a kadar uzanan geniş bir
coğrafyanın yemek kültürünü yansıtmaktadır. Bu ülkelerin tarih
boyunca İpek ya da Baharat yolu üzerinde bulunması sonucunda
Arap toplumu, ticaret ilişkileri ve din mücadelesine rağmen
çevre halklardan gelenek ve kültür yönünden hem etkilenmiş
hem de onları etkilemiştir.” (Yıldız 2009: 5)
Günümüzde Türk-Arap mutfak kültürünün etkileşiminde kitle
iletişim araçlarının önemi çok büyüktür. Türkçe veya Arapça
yayın yapan televizyonlar aracılığıyla Türk ve Arap kökenli kişiler
birbirlerinin yemeklerini görüp tanıma fırsatı bulmaktadır. Diğer
yandan internet aracılığıyla Arap veya Türk yemeklerini merak eden
kişiler bunları kolaylıkla öğrenip uygulayabilmektedir. Şüphesiz bu
merakın gelişmesinde siyasi koşullar, iç karışıklıklar, sınırlara bağlı bir
komşuluk ve başka unsurlar etkili olmaktadır. Önceleri Suriye ile kız
alıp verme gibi akrabalık ilişkileri ve ticari ilişkiler varken günümüzde
Suriye’de yaşanan siyasi olaylar ve Suriyelilerin Türk şehirlerine
göçü de kültürlerarası etkileşimi artırmıştır. Ayrıca bugün Arap
ülkelerinden gelen öğrencilerin Türk üniversitelerinde eğitim görmesi
ile Türkiye’de eğitim veren Arap öğretim görevlileri bu etkileşimi daha
da hızlandırmaktadır. Komşusuna yaptığı yemekten bir tabak sunan
Türkler, yine onun gönderdiği dolu tabakla kültürlerarası etkileşimi de
beraberinde getirmiştir. Zira söz konusu yemekler herhangi bir etnik
grup arasında beğenildiğinde hemen onun tarifi alınıp uygulamaya
konulmuştur.
Bugün Arap yemeklerinin gerek aynı isimlerle gerekse farklı isimlerle
en meşhur olduğu yerler Gaziantep, Mardin, Urfa, Hatay, Osmaniye,
Adana, Siirt, Batman, Bitlis, Mersin, Muş ve Şırnak’tır. Söz konusu bu
şehirlerde Arap kökenli Türk vatandaşları yıllardır yaşamaktadır ve
onlar, bu şehirlerin bir parçası haline gelmiştir. Yukarıda bahsi geçen
şehirlerden Mardin, farklı dine inanan ve farklı kültüre mensup
insanların bir arada yaşadığı kozmopolit bir kenttir. Burası, farklı
mezhepleri ile Müslümanların, Hıristiyanların, Yahudilerin, Yezidilerin
ve Şemsilerin bulunduğu bir şehirdir. Müslüman Araplar, Kürtler ve
Türkler; Ortodoks ve Protestan Süryani Ermeni ve Keldaniler, Yezidi
Kürtler, Kafkas göçmeni Çeçenler Mardin’i çok kültürlü yapan dini
inanış şekilleridir (Sarı 2010: 27).
Engin Sarı’nın Mardin’de Kültürlerarasılık isimli çalışmasında kaynak
kişilerden alınan bilgiler, yemek kültürünün Mardin’deki durumunu
ve Mardin’deki Arap yemeklerinin etkisini ortaya koymak bakımından
- 62-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
önemlidir. İlgili bölümden yaptığımız alıntı şu şekildedir:
“Mardin şehir mutfağı bir ucunda Musul, bir ucunda Kudüs olan
bir yayın parçasıdır. Musul, Mardin, Halep, Hatay, Mersin, Şam,
Beyrut, Kudüs… Mardin de bu mutfağın bir bölümündedir.
Şehir yemekleri Musul’dakine, Halep’tekine, Antakya’ya
yakındır. Bir şey var değişiktir. Mardin’de çok sebze olmadığı
için sebze yemekleri azdır, et daha ağırlıklıdır. (…) Mardin’deki
ova köyleri Arap kültüründen çok etkilenmişlerdir. Oradaki
Kürtlerin yemek kültürü Araplarınki gibidir. Köylerde ya Arap
yemeği ya da Kürt yemeği yapılır. Mardin’in merkezinde Arap,
Kürt, Süryani, her çeşit yemek pişirilir. Komşudan öğrenmiştir,
ondan bir parça bundan bir parça derken bir mozaik oluşur.” (
Sarı 2010: 220-221)
Mırra isimli kahve, Mardin’de daha çok Arap ve Süryanilerin
taziyelerinde ikram edilirken zamanla Kürtlerin şehre göç etmesiyle
Kürtler de Araplardan görerek mırra ikram etmeye başlamıştır (Sarı
2010: 224). Arap dünyasına özellikle de Halep’e yakın olan Güneydoğu
Anadolu bölgesi kebap, lahmacun, çiğ köfte ve kıyma ile hazırlanan
kübbi ve içli köfteleriyle meşhurdur.
Kültür, insanlarla birlikte var olur ve gittiği her yerde insanları takip
eder. Bir toplumun önemli kültür öğelerinden olan yemek kültürü
için de durum böyledir. Bugün Suriyeliler ülkelerindeki iç savaştan
kaçmış ve gittikleri her yere kendi kültür ve yemeklerini taşımışlardır.
Türkiye’ye sığınan bazı Suriyeliler hayatlarını devam ettirmek için çeşitli
iş sahalarında çalışmaya başlamıştır. Bazı Suriyeliler ise Türkiye’nin
çeşitli şehirlerinde restoranlar açmıştır. Kilis, İstanbul gibi Türkiye’nin
birçok yerinde Suriyeliler, Suriye’nin eşsiz tatlarını Türkiye’de yaşayan
Suriyelilere ve Türklere sunmaktadır. Kilis Anadolu Ajansı’nın yaptığı
haber bu konuda oldukça önemlidir. Söz konusu haberde, Suriye’de iç
savaştan kaçan ve Kilis’e yerleşen Suriyeli Yahya Hamami’nin Kilis’te
açtığı lokantada, Halep mutfağının lezzetlerini ortaya koyduğundan
söz edilmektedir. Mesleğini sürdürmek amacıyla lokanta açtığını
belirten Hamami bu konuda şunları söylemiştir:
“Suriye’nin eşsiz tatlarını Kilis halkıyla buluşturmak
istedik. Lokantamızda Suriye lahmacunu, felafel, humus, iç bakla
ezmesi, kişk, tavuk döner ve Halep köftesi bulunuyor. Suriye’deki
lezzetleri özleyen vatandaşlarımız kendi ülkelerindeymiş
gibi yemeklerin tadına bakıyor. Türk vatandaşları da lokantamıza
gelip özellikle Halep köftesi, humus ve tavuk döneri yiyor.”
(Karagöz 2014)
Bildiriler Kitabı
- 63-
Suriyeli Türkmen Hüseyin Memik de Suriye’de kızartma ve tavuktan
oluşan yemeğin meşhur olduğunu ifade ederek Kilis halkının da Suriye
yemeklerine ilgi gösterdiğini aktarmıştır. Kilisli Enes Korkmaz ise
Suriye yemekleriyle Türk yemekleri arasında pek fark olmadığını
ama yine de Türk yemeklerinin yerinin ayrı olduğunu söylemiştir.
Kilis’in Suriye sınırına yakın olmasından dolayı iki farklı kültürün
yemeklerinin birbiriyle örtüştüğünü dile getirmiştir (Karagöz 2014).
Bu haber Kilis’te iki farklı kültürün yemeklerinin birbirleriyle
örtüştüğünün güzel örneklerinden biridir. Bu konuda bir başka haberde
ise Suriyeli aşçı Muhammed Nizar Bitar’ın, beşincisini Taksim’de açtığı
Tarbuş isimli lokantadan ve fırın zincirinden bahsedilmektedir (İHA
2015). Son olarak da İstanbul Fatih’te bulunan Şam Şerif isimli restoranı
örnek verebiliriz. Bu örneğin diğerlerinden farkı, işletmecisinin
Mardinli bir Türk olmasıdır. Söz konusu restoranda, hem yeni lezzetler
keşfetmeye meraklı Türklere hem de ülkesinden uzaklarda yaşayan
Suriyelilere hizmet verilmektedir. Bu restoran, kullandıkları tüm
malzemeyi ya Suriye’den getirmekte ya da Suriye ile benzer kültüre
sahip Antakya’dan temin etmektedir (Karadeniz 2014).
Verdiğimiz bu üç örnek, Suriye yemek kültürünün kültürlerarası
etkileşim neticesinde bir pazar haline geldiğini göstermektedir.
Elbette Suriye ve Türk mutfağı birebir aynı değildir. Coğrafya,
gelenek, yaşayış tarzı gibi çeşitli farklılıklara bağlı olarak yemekler
ve kullanılan malzemeler değişebilmektedir. Diğer yandan ise aynı
isimle benzer yemekler veya farklı isimlerle aynı yemekler olabildiği
gibi yemeği yaparken kullanılan malzemede küçük farklılıklar
gösterebilmektedir. Örneğin, Suriye kebap ve yemeklerinde büyük
oranda hayvansal yağ kullanılmazken, Türk kebaplarında kuyruk
yağı kullanılmaktadır. Aynı şekilde “Tebule” adını verdikleri bulgurlu
salata bizdeki kısırla aynıdır, tek farkı Suriye kısırlarında daha az
bulgura ve daha çok maydanoza yer verilmesidir. Bu tür bulgurlu
salataya Suriye ve Lübnan’da “Tebbûle” denir (Kilci ve al-Ashraf 2015:
29-30). Arap ve Türk mutfağının ayrıldığı noktalardan biri de Araplar
baharatlı yiyeceklere daha düşkündür. Bizdeki gibi tavuk dönerler
yaparlar fakat Arapların tavuk dönerinde özel hazırlanan baharatlı
sos, sarımsak ve turşu da yer almaktadır.
Bugün bir çeşit meze olarak Türk sofralarını süsleyen humus, Arap
ülkelerinde ve Ortadoğu’da sıkça tüketilmektedir. Anavatanı ise
Lübnan olarak bilinmektedir. Arapça nohut anlamına gelen ve hummus
- 64-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
olarak yazılıp okunan bu meze; nohut, tahin, limon suyu, sarımsak, tuz,
kimyon, kırmızıbiber, zeytinyağı eklenerek yapılmaktadır. Türkler,
Araplardaki ismiyle humusun tarifine uygun humus yaptıkları
gibi salatayla süsleyerek veya farklı sebzeler ekleyerek de humus
yapmaktadırlar. Tarsus humusu ile ünlü olan ilçemizdir. Felafel ise
Arap ülkelerinin hepsinde meşhurdur. Mısır ve Sudan’da ta’miye,
Yemen’de ise baciye olarak isimlendirilir. Haşlanmış nohuttan yapılan
felafel bir tür nohutlu köftedir. Türkiye’nin birçok yerinde aynı isimle
ve küçük farklılıklarla yapılmaktadır. Ayrıca özellikle İstanbul’da
felafeli menülerinde bulunduran restoranlar yer almaktadır.
Orta Doğu’da meşhur bir meze türü olan babagannûç, patlıcanı közleyip
tahin karıştırarak yapılan bir mezedir (Kilci ve al-Ashraf 2015: 35-36).
Özellikle Suriye ve Lübnan’a özgüdür. Türkiye’de ise aynı isimle Hatay,
Antep ve Adana yörelerine has yöresel bir yemek olarak bilinir. Aynı
şekilde bugün Antakya ve Adana’da yaygın olarak yapılan mutebbel
esasında tüm Orta Doğu’da özellikle de Suriye ve Lübnan’da yaygın
olarak yapılan bir meze türüdür (Kilci ve al-Ashraf 2015: 41-42).
Muhammera ise meşhur Şam mezelerindendir (Kilci ve al-Ashraf
2015: 43-44). Halep ve Lübnan’da da çok fazla tüketilir. Türkiye’de
özellikle doğu bölgelerde aynı isimle bilinirken batıda ve batıya yakın
şehirlerde acuka olarak bilinir. Adana, Antep ve Hatay’a özgü lezzetler
arasında yer almaktadır.
Sembûsek, Arap dünyasının en önemli Ramazan aperatiflerinden kabul
edilir (Kilci ve al-Ashraf 2015: 23-24). Türkiye’de aynı isimle Hatay
ve Mardin’de de yapılmaktadır. Şekil ve iç harcı bakımından farklılık
gösterebilir. Mısır’ın meşhur yemeklerinden biri olan musakka, aynı
isimle Türk mutfağında da yer almaktadır. Hataya özgü yöresel
yemekler arasında yer alan summakiye, Filistin mutfağının milli
yemeklerindendir. Geleneksel bayramlarda özellikle Ramazan
bayramında hazırlanan bu yemek Halep’te de meşhurdur (Kilci ve alAshraf 2015: 60-61). Türkiye’nin her tarafında pişirilen bamya yemeği
aynı isimle Mısır, Suriye ve Lübnan’da da yapılmaktadır.
Suriye, Filistin, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Irak ve Türkiye’de
meşhur olan maklube, isim itibariyle Türkiye’de aynı fakat yapılış
itibariyle biraz daha farklıdır. Türkiye’de özellikle öğrenci evleriyle
özdeşleşmiş olan bu yemek et, pilav, yoğurt ve salata ile aynı kap
içinde servis edilmektedir. Arap dünyasında yapılan maklubede de et
Bildiriler Kitabı
- 65-
ana malzemedir. Bunun yanında patlıcan da kullanılır. Ayrıca defne
yaprağı, kakule, çam fıstığı, soyulmuş badem gibi ek malzemeler
kullanılarak yapılışı farklılık göstermektedir.
Müceddera pilavı; Suriye, Ürdün, Filistin ve Lübnan yemeklerindendir.
Aynı isimle Kilis ve Hatay’da meşhurdur fakat mercimekli pilav
ismiyle Türkiye’nin her tarafında yapılmaktadır (Kilci ve al-Ashraf
2015: 85-86). Kebse pilavı, Suudi Arabistan’a özgü bir yemektir. Suudi
Arabistan’da ana öğün sayılır. Değişik biçimlerde Hatay’da sıkça
yapılmaktadır. Bir tür sebzeli, tavuklu pirinç pilavıdır. Ferike pilavı ise
firik pilavı ismiyle Antep, Hatay bölgesinde sıkça yapılır.
Tirit, Arapların geneli tarafından sevilen ve tarih boyunca ziyafetlerde
başköşeyi tutmuş bir yemektir. Tirit Araplarda tharid olarak
isimlendirilmiştir. Cahiliye Araplarından Hâşim b. Abdimenâf halka
yönelik verdiği tirit ziyafetleriyle ün yapmıştır. Hz. Peygamber ise
Hz. Aişe’ye olan sevgisini ve onun değerini ifade etmek için “Aişe’nin
diğer kadınlardan üstünlüğü tiritin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir”
demiştir. Tirit, küp şeklinde doğranan ekmeklerin üzerine et suyunun
dökülerek bunların üzerine de didiklenen haşlanmış etlerin ilave
edilmesiyle elde edilir (Şahin 2011: 83-84).
Tirit, günümüzde Balıkesir, Kastamonu, Samsun, Konya, Şanlıurfa
başta olmak üzere Türkiye’nin birçok şehrinde yapılmaktadır.
Samsun’da kaz etiyle yapılan tirit meşhurken; tirit, Konya’da kuzu
etinden ve Balıkesir’de herhangi bir kırmızı etten veya tavuk etinden
yapılır. Ayrıca tirit Türkiye’de düğün yemeği olarak da bilinir. Daha
çok düğünlerde veya özel günlerde yapılır. Tiritin Anadolu sofrasını
nasıl süslemeye başladığına dair de şöyle bir efsane anlatılmaktadır:
“Girit Adası, Osmanlı’yı çok uğraştırmış ve iki sultan eskitmiştir.
Devletin ekonomisi bu uğurda bozulmuş, ocakların isyanına
neden olmuştur. 24 yıllık Girit eziyeti neticede “Tirit’” denen
lezzetli yemeği sofralarımıza katar. Sultan İbrahim, Girit’in
alınmasında ısrarlıdır ancak girişimleri netice vermez. Aradan
seneler geçer. Sultan İbrahim tahttan indirilir ve oğlu Mehmet,
7 yaşında tahta geçirilir. Büyükannesi Kösem Sultan ve annesi
Hatice Turhan Sultan’ın elleri altında çocuk yaşta tahta çıkan
Sultan Avcı Mehmet; Ertuğrul Gazi, Osman Gazi ve Kanuni Sultan
Süleyman’dan sonra en uzun tahtta kalan Osmanlı hükümdarıdır.
Uzun süren hükümdarlık yıllarında, babasının da teşebbüs ettiği
Girit Adasını almak ister. Girit daha önceleri de birçok devletin
önem verdiği, ele geçirmek istediği önemli bir bölgedir. İki sultan
- 66-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
eskiten Girit macerası, devletin ekonomisini bozduğu gibi hiç
de azımsanmayacak bir insan gücünün telef olmasına neden
olmuş ve bu uğurda 130 bin şehit verilmiştir. Sultan İbrahim ve
oğlu Sultan Üçüncü Mehmet’in çabaları netice vermemiş, Girit
bir türlü alınamamıştır. Artık Girit’in adının bile anılmasına
tahammül edemeyen Sultan Mehmet “Girit’i almadan kim gelirse
ve kim bana Girit’ten bahsederse boynu vurula” diye hüküm
verir. Aradan 24 sene geçmiş ve nihayet sadrazam Fazıl Ahmet
Paşa Girit’i fethetmiştir ancak sultanın emri gereği, kimse bunu
söylemeye cesaret edemez. Sonunda saray aşçısı çok güzel bir
yemek hazırlar ve yemeği sultanın huzuruna çıkarır. Bu değişik
yemek sultanın hoşuna gider. Hem göze hem de mideye hitap
eden bu yemeği tadınca yemeğin ismini sorar. Aşçı hemen taşı
gediğine koyar “ Sultanım bu yemeğin adı Tirid, alındı Girit.”
Bu müjdeye doğal olarak çok sevinen Sultan Avcı Mehmet, aşçıyı
ödüllendirir. Tirit de o günden sonra özel günlerin yemeği olarak
sofralarımızda yerini alır.”*
Şambali ya da şambaba olarak da bildiğimiz bir Arap tatlısı olan Şam
tatlısı ülkemizle bütünleşmiştir. Türkiye’de aynı isimle Malatya, Rize,
Erzincan, Bayburt ve Konya’da özellikle de Akşehir’de meşhur olan herse
ise yapılış ve malzeme itibariyle büyük oranda keşkeke benzemektedir.
Arapların et ve buğdayın birlikte iyice pişirip harman ettikleri ve
bedene güç verdiğine inanılan meşhur herseleri, rivayetlere göre
Hz. Allah tarafından hasta bir peygambere şifa bulması maksadıyla
vahiy yoluyla bildirilmiştir (Şahin 2011: 86). Ayrıca Türkiye Selçuklu
döneminde yaygın olarak yenilen herse, Mevlana’nın torunu Ulu
Arif Çelebi’nin de çok sevdiği bir yemek olarak tarihi anekdotlara
düşmüştür (Bilgin ve Samancı 2008: 27-28). Kamhi, 15-16. yüzyıllarda
Suriye’de yaşayan kent soylularının mutfağında pişen et ve buğdayın
bir arada kaynatılmasıyla elde edilen bir yemektir. Hatay ve çevresinde
kamh veya kamhi olarak anılan ve günümüzde 3 aylar içerisinde
yapılan keşkekin sulu ve buğdayın dövme işlemi yapılmamış halidir.
Malzeme itibariyle aynı fakat isimleri farklı olan yemeklerin listesi
şöyledir: *
* Konu hakkındaki ayrıntılı bilgi için bkz.: “Tritin Hikayesi”, http://www.sadakatforum.com/tiridin-hikayesi-t59048.0.html.
* Bu listedeki yemek tarifleri ve ayrıntıları için bkz.: KİLCİ, Kübra ve Najwa alASHRAF (2015), Arap Mutfağı, İstanbul: Cantaş Yayınları; YILDIZ, Azze (2009),
Arap Mutfağı, , İstanbul: Ocak Yayınları.
Bildiriler Kitabı
Arapça İsimleri
- 67Türkçe İsimleri
1.
Hasâu’l-hudâr
Sebze Çorbası
2.
Hasâu’d-decâc
Tavuk Çorbası
3.
Hasâu’s-sibânah mea akrâsi’l-kibbe
İçli Köfteli Ispanak Çorbası
4.
Hasâu’t-tamâtim
Domates Çorbası
5.
Hasâu’l-ades
Mercimek Çorbası
6.
Hasâ riştet el-ades
Yeşil Mercimek Çorbası
7.
Şûrbâ’l-basal
Soğan Çorbası
8.
Salatatu’t- Tûnusiyye
Domates Salatası
9.
Salatatu’l-fâsulyâ el-beydâ
Piyaz
10. Salata leben bil-hıyâr
Cacık
11. Es-salatu’l-melfûf ve’t-tamâtim
Domatesli Lahana Salatası
12. Salatatu’l- hudâr el-munavvi’a
Karışık Yeşil Salata
13. Salatat el-batâta
Patates Salatası
14. Salatat eş-şarmûlâ
Kırmızı Biber Salatası
15. Fûl-mudemmes
Zeytinyağlı Barbunya
16. Kibbe niyye/Kibbe hayle
Çiğ Köfte
17. El-bâzincan el-mahşî biz- zeyt
Zeytinyağlı Patlıcan Dolması
18. El-kûsa el-mahşû biz zeyt
Zeytinyağlı Kabak Dolması
19. Lûbiyâ biz-zeyt
Zeytinyağlı Taze Fasulye
20. Kebed Maklî
Ciğer Sote
21. Varak es-silk
Zeytinyağlı Pazı Sarması
22. Varak ineb biz-zeyt
Zeytinyağlı Yaprak Sarması
23. Rakâik bil-cubn
Sigara Böreği
24. Şişberek
Mantı
25. Lahm bi-acîn
Kıymalı Börek
26. El-urz el-meslûk
Pirinç Pilavı
27. Burğul mufelfel
Bulgur Pilavı
28. Makarûne bi-hudâr
Sebzeli Makarna
29. Decâc musahhab meşvî
Şiş Tavuk
30. Şâvirmâ ed-decâc
Tavuk Döneri
31. Decâc mea’l-hudar
Sebzeli Tavuk
32. Asâbi’ kebâb
Parmak Kebabı
33. Kibbe
İçli Köfte
34. Ûzi ev el-harûf el-mahşî
Kuzu Dolması
- 68-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
35. Şâvirmâ
Et Döner
36. Şîş kebâb meşviy
Şiş Kebap
37. Derviş Tesbihi/Hudâr Muşekkele
Türlü
38. Varak el-melfûf mahşû bil-lahm
Lahana Sarması
39. Yahnetu’l-bâzîlâ mea’l-cezer
Havuçlu Bezelye Yahnisi
40. Şerâih es-semek el-makliyye
Balık Fileto
41. Kebîs Muşekkel
Karışık Turşu
42. Kebîs/Muhallel el-efet
Pancar Turşusu
43. Kebîs el-bâzincan bil-cevz/Mekdûs
Patlıcan Turşusu
44. Muhallebiye
Sütlaç/Muhallebi
45. Guraybeh
Bademli Kurabiye
46. Avâme
Lokma Tatlısı
47. Nemura/Besbûse
İrmik Tatlısı
48. Muşebbek/ Zalâbya
Halka Tatlısı
49. Şarâb el-celâb/Ez-zebîb
Sarı Üzüm Hoşafı
50. Şarâb er-rummân
Nar Suyu
51. Şarâb Muşekkel
Meyve Kokteyli
52. Şam Kebabı
Mücver
53. Kevâc
Güveç
54. Kibbe makliyye
Çiğ Köfte
55. Harira
Nohutlu Mercimek Çorbası
56. Münezzele
İmam Bayıldı
57. Meşat
Karnabahar Köftesi
Yukarıda ismini zikrettiğimiz yemeklerle birlikte Fasların özellikle
Ramazan Ayı’nda tercih ettikleri harira çorbasına, Şam’da fette,
Lübnan’da tiskîye olarak adlandırılan yemeğe, Suriye’nin meşhur
aperatiflerinden olan üzî isimli böreğe ve Mısır’ın milli yemeklerinden
olan kuşerînin tarifine Türk internet sitelerinden kolayca erişilebilir.
Sonuç itibariyle yemek ve sofra kültürü, kültürlerarası iletişimin
sağlanmasında önemli bir rol oynar. Sınırlar arasındaki yakınlık,
komşuluk, akrabalık, siyasi ve ekonomik ilişkiler Arap ve Türk
halkının kaynaşmasına ve kültürel olarak birbirlerinden etkilenmesine
sebep olmuştur. Bugün Suriyeli mültecilerin Türkiye’nin her bir
tarafına dağılması bu etkileşimi hızlandırmıştır. Arap aileler, Türk
ailelerin sofralarına konuk olurken aynı şekilde onlar da Türk aileleri
Bildiriler Kitabı
- 69-
davet etmektedir. Böylece yemek kültürü iki farklı toplum arasında bir
etkileşime sebep olmaktadır.
KAYNAKÇA
BİLGİN, Arif ve Özge SAMANCI (2008). Türk Mutfağı, Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
KİLCİ, Kübra ve Najwa al-ASHRAF (2015). Arap Mutfağı, İstanbul:
Cantaş Yayınları.
KARADENİZ, Fatih (2014). “Suriye Mutfağı Artık Daha Yakın”,
http://www.milliyet.com.tr/suriyemutfagiartikdahayakinda/pazar/
haberdetay/09.03.2014/1848643/default.htm, Erişim Tarihi: 08.03.2014.
KARAGÖZ, Kemal (2014). “Suriye’nin Lezzetini Kilis’e Taşıdı”, http://
www.haberler.com/suriye-nin-lezzetini-kilis-e-tasidi-5807942haberi,
Erişim Tarihi: 05.04.2014
KARTARI, Asker (2006). Farklılıklarla Yaşamak, Ankara: Ürün Yayınları.
İHA (2015). “Suriye’den Kaçtı İstanbul’da Lokanta Zinciri Kurdu”, http://
www.milliyet.com.tr/suriye-den-kacti-istanbul-da-gundem-2026154/,
Erişim Tarihi: 10.03.2015.
SARI, Engin (2010). Mardin’de Kültürlerarasılık, İstanbul: İletişim
Yayınları.
ŞAHİN, Şener (2011). Klasik Arap Edebiyatında Sofra Mizahı, Bursa: Emin
Yayınları.
YILDIZ, Azze (2009). Arap Mutfağı, İstanbul: Ocak Yayıncılık.
http://www.sadakatforum.com/tiridin-hikayesi-t59048.0.html Erişim
Tarihi: 10.07.2012.
- 70-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Şahsenem PINAR
Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
KÜLTÜRLERARASI İLETİŞİM VE GÖÇ OLGUSU
ÖZET
İnsanoğlunun çeşitli bölgeler ve ülkeler arasındaki hareketliliği sonucu
meydana gelen göç olgusu, geçmişten günümüze hala sürmekte olan toplumsal
bir değişim sürecidir. Göç olayları ülke sınırları içinde gerçekleşebileceği gibi
ülkeler arasında da gerçekleşebilmektedir. Ülke sınırları içinde gerçekleşen
göçler iç göç, sınır dışına taşan göçler ise dış göç ya da uluslararası göç olarak
ifade edilmektedir. Gerek iç göç gerekse dış göç olayları farklı kültürlerden
insanların karşılaşmalarında büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu
durum kültürlerarası iletişimin önemini arttırmaktadır. Ancak iletişimde
dil unsurunun önemi göz önüne alınacak olursa kültürlerarası iletişimde
uluslararası göçün etkisi daha da önem kazanmaktadır. Özellikle son
zamanlarda küreselleşmeyle birlikte daha da yaygınlık kazanan uluslararası
göçler, farklı ülkelerden dolayısıyla da farklı kültürlerden insanları bir araya
getirmekte ve insanlar gurbet olarak nitelendirdikleri bu çevreye uyum
sağlamak zorunda kalmaktadırlar. Bu aşamada insanlar, kendi kültürel
özelliklerini kaybetmeden farklı kültürleri de benimseme gayreti içine
girmektedirler. İşte bu kültürel farklılıklardan doğan sorunların çözümünde
kültürlerarası iletişim önemli bir rol oynamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kültür, İletişim, Kültürlerarası iletişim, Göç, Küreselleşme.
GİRİŞ
İnsanlar, tarih boyunca çeşitli nedenlerle yöreler, bölgeler ve ülkeler
arasında bireysel ya da kitlesel olarak hareket etmiştir ve bu hareket,
günümüzde de devam etmektedir. Toplumsal, ekonomik ve siyasal
nedenlerden kaynaklanan göç olayları, gönüllü veya zorunlu bir
şekilde ülke sınırları içinde olabileceği gibi, ülkeler arasında da
gerçekleşmektedir. İnsanoğlunun daha iyi bir hayat sürdürme
mücadelesinde göç olgusu önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle
günümüzde küreselleşmeyle birlikte ülkeler arasındaki sınırlar
yapaylaşmaya ve uzak coğrafyalarla bağlantılar kurulmaya başlamıştır.
Bildiriler Kitabı
- 71-
Bu süreçte ekonominin yanı sıra birçok olgunun da küreselleştiği
görülmektedir. Bunların en önemlisi ulaşım ve iletişim teknolojilerinin
gelişmesiyle birlikte sınırların doğal olarak ortadan kalktığı bir
ortamda insanların serbest dolaşımda bulunabilmesidir. Bu durum,
artık günümüzde sadece az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere
doğru değil, aynı zamanda gelişmiş ülkelerden diğer ülkelere doğru
göçün oluşmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla küreselleşmeyle birlikte
günümüzde birçok ülke için uluslararası göç olgusu daha da önemli
hale gelmektedir. Ancak bu yasal insan sirkülasyonu bazı sosyal ve
kültürel sorunları da beraberinde getirmektedir. Çeşitli nedenlerle
gerçekleştirilen göç olayları farklı kültürlerin karşılaşmasına neden
olduğu gibi, aynı zamanda farklı kültürlerden gelen insanların bir
arada yaşama zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu durum
uyum ve çatışmayla ilgili birçok sorunun da gündeme gelmesine neden
olmaktadır. Dolayısıyla bu noktada kültürlerarası iletişimin büyük
önem kazandığı görülmektedir. Şöyle ki bu sorunlar kültürlerarası
iletişimin önündeki en önemli engeller olarak karşımıza çıktığı gibi, yine
bu sorunların çözümünde kültürlerarası iletişimin önemli rol oynadığı
görülmektedir. Zira kültürel farklılıklardan kaynaklanan bu uyum
sorunları, iletişim engelleri ve bu engelleri aşma yolları günümüzde
birçok ülkenin öncelikli konularından birini oluşturmaktadır.
Uluslararası göç olgusunun neden olduğu en önemli sorunların
başında farklı kültürlerden gelen insanların bir arada yaşamaları,
kültürel farklılıklarla baş etmeleri, karşılaştıkları güçlükleri, özellikle
de iletişim engellerini aşmaları gelmektedir. Göçün küreselleşmeyle
birlikte kazandığı bugünkü boyutu kültürlerarası iletişimin önemini
daha da arttırmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle kültür,
iletişim ve kültürlerarası iletişim kavramlarına yer verilecektir.
Akabinde, disiplinlerarası bir bilim dalı olarak iletişim biliminin
kavramlarından faydalanarak göç olgusuna bir yaklaşım sağlanacak ve
göç hareketlerinden kaynaklanan sorunların çözümünde kültürlerarası
iletişimin artan rolü ve önemi üzerinde durulacaktır.
KÜLTÜR VE İLETİŞİM
Sosyal bilimlerde kullanılan bazı kavramların tanımlarındaki
belirsizlikler, bu kavramların farklı çalışmalarda tekrar ele alınmasını
ve yeniden tanımlanmasını gerekli kılmaktadır. Bu gereklilik,
- 72-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
araştırmacının bakış açısını ortaya koyması açısından önem taşımaktadır.
Söz konusu bu kavramlardan biri de kültürdür. Kültür, bir kavram
olarak farklı bilim dallarının ilgi alanlarına girmekte ve dolayısıyla
farklı tanımlar ortaya çıkabilmektedir. Genel olarak bakıldığında,
sosyal bilimlerde kültür, “insan toplumunda biyolojik olarak değil,
toplumsal araçlarla iletilip aktarılan her şeyi kapsamaktadır“ (Marshall
1999: 442). Bu tanımlamada, toplumsal anlamda insanoğlunun ortaya
koyduğu her şeyi kapsayıcı olarak kültürün oldukça geniş bir anlamda
ele alındığı görülmektedir. Dolayısıyla her toplumun kendine özgü bir
kültüre sahip olduğunu ve kültürün farklı iletişim araçlarıyla kuşaktan
kuşağa aktarılarak aynı kültüre sahip olan insanların ortak değerlerini
oluşturduğunu söyleyebiliriz. Sosyolojik açıdan ise “bir toplumun
kültürü, inançlar, normlar, değerler, ritüeller, dil, tarih, bilgi ve
sosyal karakterin toplamı” olarak tanımlanmaktadır (Bruce 2006: 58).
Dolayısıyla kültürün, belirli bir zamanda belirli bir toplum tarafından
geniş çapta paylaşılan inanışlar ve değerler olarak tanımlanan bir
olguyu şekillendirdiği görülmektedir. Başka bir anlamda kültür, millet
kavramını oluşturan en önemli unsur olarak kabul edilmektedir. Bu
bağlamda Gökalp’e göre kültür, “milletleri kendi kılan ve onları diğer
milletlerden ayıran bir olgudur” (Çetindağ 2002: 171). Görüldüğü gibi
her milletin kendine ait bir kültürü ve o kültürü oluşturan maddi ve
manevi değerleri bulunmaktadır.
Tylor ise kültürü, “insanın bir toplumun üyesi olarak edindiği bilgi,
inanç, sanat, hukuk, ahlak, töre ve tüm diğer yetenek ve alışkanlıkları
içeren karmaşık bir bütün” (Duverger 1975: 74) olarak tanımlamaktadır.
Kültür, insanların belirli bir toplum içinde öğrendikleri, paylaştıkları
ve anlam inşa etmeye çalıştıkları bir yaşam düzeni olarak algılanabilir.
Anlam inşası, birçok etkinliği kapsamakta ve bu etkinlikler kültürün
genel olarak ikiye ayrılan boyutlarını oluşturmaktadır. Bunlardan
ilki, teknoloji, üretim araçları, ekonomik-finansal-sosyal altyapı, sanat
ve benzeri unsurları içeren maddi kültür; diğeri ise dil, din, ahlak
anlayışı, değer yargıları, adet ve gelenekleri içeren manevi kültürdür.
Aslında kültür kavramı ile işaret edilen genellikle manevi kültürdür.
Manevi kültür, bir topluluğu, halkı ya da milleti diğerlerinden ayıran
gelenekler, kolektif davranışlar, toplumsal kurallar, değer yargıları
ve zihniyettir. Bu bağlamda kültürlerarası iletişiminin asıl konusunu
daha çok manevi kültürün oluşturduğu söylenebilir.
İnsanoğlu bir kültür yaratıcısı ve bir kültürün içinde var oluşu ile diğer
Bildiriler Kitabı
- 73-
canlılardan ayrılmakta, sahip olduğu bu kültürü kuşaktan kuşağa
aktarmaktadır. Bu durum ise dil ve iletişime dayalı bir süreci ifade
etmektedir. Bu bağlamda insanların doğada yalnızlıklarını aşmalarında,
birlikte durup birlikte üretebilmelerinde kültürler oluşturmalarında,
medeniyet kurmalarında iletişiminin payının çok büyük olduğunu
söyleyebiliriz. İletişim de kültür gibi çok sayıda tanımı bulunan bir
kavramdır. En genel anlamıyla iletişim, “iletiyi kodlayıp gönderen ile
iletiyi alıp açımlayan ve iletiye kendi iletisi ile yanıt veren en az iki kişi
arasında işleyen doğrusal bir süreç” olarak tanımlanmaktadır (Oskay
1997: 14). Başka bir deyişle iletişim olgusu, “düşünce, ileti, istem ve
anlamların sözle konuşmayla söylemeyle ya da fiziksel araçlarla bir
us ve bellekten ötekine aktarılmasını sağlayan bir etkileşim süreci”
olarak da görülebilir (Odyakmaz 2008: 60). Ayrıca Oskay’ın da belirttiği
gibi iletişim, “insanların toplu halde yaşamaya başladıktan sonra
karşılıklı etkileşimlerde rol oynayan, sembolik mesajların karşılıklı
ulaştırılmasıyla bazı anlamları aralarında paylaşmaları süreci” olarak da
ifade edilmektedir (Çakır 2010: 76). Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere
iletişim olgusunun bir nevi bilgi, duygu ve düşüncelerin paylaşılmasını,
karşılıklı olarak aktarılmasını, birbirlerini anlama ve anlaşmanın
sağlanmasını hedefleyen etkin bir süreç olduğunu da söylemek
mümkündür. Bu bağlamda öteki olarak ifade edilen farklı kültürlerle
değiş-tokuşta bulunmak olarak değerlendirilen iletişim olmadan, gerek
bireysel gerekse toplumsal bir yaşamın düşünülemeyeceği, dolayısıyla
iletişimin hem bir gerçeklik hem de kültürel bir model olarak gündeme
geldiği görülmektedir. Kültür ise iletişimin hem konusunu hem
de içeriğini belirlemektedir. Dolayısıyla kültürlerin birbirlerinden
etkilenmesinde iletişim önemli bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Özellikle bilgi iletişim teknolojilerindeki hızlı değişimlerle kendini
hissettiren iletişim, kültürlere yönelik yeni kapılar aralamaktadır.
İletişim teknolojilerindeki gelişmelerle günümüzde artık dünyanın
bir ucundan diğer ucuna anında haberleşmek mümkün hale gelmiştir.
Teknolojik alandaki bu hızlı gelişmeler, farklı kültüre sahip olan
insanları birbirine yakınlaştırmakta, dolayısıyla farklı bakış açılarının
olduğunun farkına varılmasını sağlamakta, toplumları ve kültürleri
farklılaştıran unsurların neler olduğunu ortaya koymaktadır. Bu
bağlamda fiziki mesafeler ortadan kalkmakta ve kültürel mesafelerin
önemi artmaktadır. Dolayısıyla farklı kültürlere uzak olan bireyler
arasında sağlıklı bir iletişim kurma ve bunu devam ettirme amacı
taşıyan kültürlerarası iletişim kavramı ön plana çıkmaktadır.
- 74-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
KÜLTÜRLERARASI İLETİŞİM
Her kültür, içinde yaşanılan toplumda sosyalizasyon süreciyle
öğrenilmekte ve çeşitli iletişim araçlarıyla nesilden nesile aktarılarak
kültürün sürekliliği sağlanmaktadır. Dolayısıyla kültür ve iletişim
kavramlarının birbirinden bağımsız düşünülmemesi gerektiğini,
hatta bu kavramların birbirini tamamladığını söyleyebiliriz. Kültür
ve iletişim kavramlarının sentezinden oluşan kültürlerarası iletişim
olgusu, küreselleşmenin de etkisiyle giderek önem kazanan bir bilim
dalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültürlerarası iletişim, bir çalışma
alanı olarak 1950’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Edward T. Hall’un 1951 ile
1955 yılları arasında yaptığı çalışmalar kültürlerarası iletişim alanının
başlangıcı sayılır (Rogers 1999: 68). Dolayısıyla Hall, birçok kişi
tarafından bu alanın babası olarak kabul edilmektedir. En kapsayıcı
anlamıyla kültürlerarası iletişim, “farklı kültürlerden gelen bireyler
arasındaki iletişim süreci” olarak tanımlanmaktadır (Mutlu 2004: 202).
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere kültürlerarası iletişim, öncelikle
kişilerarası iletişimden ayrı tutulmalıdır. Çünkü kişilerarası iletişim,
aynı kültür içinde yer alan bireyleri ifade ederken kültürlerarası iletişim
ise farklı kültürlerden gelen bireyler arasındaki iletişim sürecini ortaya
koymaktadır. Kartarı’ya göre kültürlerarası iletişim “farklı kültürlere
mensup insanlar arasında etkileşim ve anlam aktarımları, yabancının
algılanması, açıklanması ve kültürel farklılıkların gözetilmesi gibi
konuları inceleyen disiplinlerarası bir bilim dalıdır“ (Kartarı 2001: 22).
Bu bağlamda farklı kültürlere sahip olan bireyler arasındaki iletişimi
ifade eden kültürlerarası iletişim, küreselleşmeyle birlikte gittikçe artan
kültürlerarası karşılaşmalarda kültürel farklılıklardan kaynaklanan
yanlış anlaşılmaları azaltarak sağlıklı bir iletişimin kurulmasını sağlar.
Günümüzde farklı kültürler arasındaki iletişimin, özellikle
küreselleşme olgusuyla hız kazandığı görülmektedir. Dolayısıyla
içinde yaşadığımız çağa damgasını vuran küreselleşmenin de kültür
kavramıyla yakından ilgili olduğu bir gerçektir. Küreselleşme,
ülkeler arasındaki ilişkilerin yaygınlaşması ve yoğunlaşması sürecini
meydana getirdiği gibi farklı toplumsal kültürlerin ve inançların da
daha yakından tanınmasını sağlamaktadır. Robertson küreselleşmeyi,
“dünyanın küçülmesi ve dünya bilincinin güçlenmesi süreçleri” olarak
tanımlamaktadır (Özyurt 2012: 36). Dolayısıyla küreselleşme sürecinde
dünya bir yandan küçülmekte, bir yandan da parçalanmaktadır.
Küreselleşme kavramı, dünyadaki bütün insanların kültürel,
Bildiriler Kitabı
- 75-
toplumsal ve ekonomik alanlarda birbirleriyle yoğun bir iletişim ve
etkileşim sürecine girmelerinin kaçınılmaz olduğunu göstermekle
birlikte ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda toplumsal değişmeye
ilişkin tartışmaların da odak noktasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla
küreselleşmenin kültürleri etkileyerek küresel bir kültürü meydana
getirdiğini söyleyebiliriz.
Dünyanın küreselleşmesiyle birlikte farklı kültürler birbirine
yakınlaşmakta ve bu farklı kültürlerin birbirleriyle karşılaşma sıklıkları
giderek artmaktadır. Bu durumda McLuhan’ın küresel köy terimini
doğrular niteliktedir. Dolayısıyla günümüzde uluslararası ilişkiler ve
sınır ötesi faaliyetler, farklı kültürlere duyarlı olma, farklılığı anlayıp
kabul etme ve yönetme becerisi kültürlerarası iletişim sayesinde
giderek artmaktadır. Bu durum da kültürel dönüşümün son derece
yoğun ve hızlı yaşandığı günümüzde kültüre yönelik etnomerkezci
davranışların terkedilmesini ve yabancı kavramından uzaklaşılıp onun
yerine tanıdık kavramının getirilmesini sağlamaktadır. Bu noktada
küreselleşen dünyanın bize çokkültürlü olma fırsatını sunduğunu
söyleyebiliriz. Çokkültürlülük de öncelikle kültürel birlik ile mümkün
olmaktadır. Aynı dünyayı paylaşmayan, yani değerleri, inançları,
davranış tarzları farklı olan grup üyeleri arasında bir iletişim sağlamayı
ifade eden kültürel birlik olmadan, kültürel bütünlüğün olamayacağı
da bir gerçektir. Dolayısıyla tüm toplumlar küreselleşmenin de
etkisiyle varlığını sürdürebilmek için kurallara uygun bir şekilde
bütünleşmekte ve bu bütünleşmedeki en önemli rolü de kültür
yerine getirmektedir. Küreselleşmeyle birlikte gittikçe yoğunluk ve
önem kazanan kültürlerarası karşılaşmalar, farklı kültürlerden olan
insanlarla iletişim kurmayı gerekli kılmakta ve bu da kültürlerarası
iletişim disiplininin bilimsel olarak ele alınmasını gerektirmektedir.
GÖÇ OLGUSU VE NEDENLERİ
İnsanoğlunun farklı coğrafyalar arasındaki hareketi göç olarak
değerlendirilmektedir. Bu hareket, bireysel ya da küçük topluluklar
halinde olabildiği gibi savaş, doğal afetler gibi nedenlerle kitleler halinde
de olabilmektedir. Göç, “ekonomik, siyasal veya toplumsal nedenlerle
insanların bireysel ya da kitlesel olarak yer değiştirme eylemidir”
(Şahin 2001: 59). Ancak göç olgusunu sadece yer değiştirmeye yönelik
bir hareket olarak değerlendirmemek gerekir. Daha geniş kapsamlı bir
- 76-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
tanım yapmak gerekirse göç, “ekonomik, siyasi, ekolojik veya bireysel
nedenlerle bir yerden başka bir yere yapılan ve kısa, orta veya uzun
vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim hedefi güden coğrafik,
toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir” (Yalçın 2004: 13).
Tuzcu ve Bademli de göç olgusunu “kişilerin gelecek yaşantılarının
tamamını veya bir kısmını geçirmek üzere, sürekli ya da geçici bir
süre için bir yerleşim ünitesinden bir başkasına yerleşmek amacıyla
yaptıkları coğrafi yer değiştirme olayını kapsayan sosyal bir değişim
süreci” olarak tanımlamaktadırlar (Tuzcu ve Bademli 2014: 56). Bütün
bu tanımlara bakıldığında göç olgusunun yer değiştirmekten ziyade
bir yerleşme eylemi olduğu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla göçün
insanların geçici veya uzun süreli olarak farklı bir yöreye, bölgeye ya
da ülkeye yerleşmesini kapsadığını söyleyebiliriz.
Tarihe bakıldığında göç olaylarının gönüllü olabileceği gibi
zorunluluktan da kaynaklandığı görülmektedir. Özellikle kitlesel göç
hareketlerinin belirli bir zorunluluktan ileri geldiği bilinmektedir.
Tarihteki ilk büyük kitlesel göç olayı, dördüncü yüzyıl ortalarında
gerçekleşmiştir. Bu olay, Çin devletinin egemenliğinden kurtulmak
isteyen ve batıya doğru yönelen Hunların Karadeniz’in kuzeyine
yerleşmesiyle buradan kaçan Cermen kavimlerinin uzun yıllar
Avrupa kıtasını istila etmesi sonucu ortaya çıkan ve bugünkü Avrupa
devletlerinin temelini attığı kabul edilen Kavimler Göçü’dür (Kınık
2010: 49). Görüldüğü gibi farklı kıtalar ve bölgeler arasında gerçekleşen
göçler, yeni devletlerin ve şehirlerin ortaya çıkmasını sağladığı gibi,
aynı zamanda kültürel karşılaşmaların tarihinin çok eskiye dayandığını
da göstermektedir.
Amerika kıtasının keşfiyle birlikte ülkeler arası göç olayı deniz aşırı
bir boyut kazanmıştır. On altıncı yüzyıldan itibaren okyanus ötesinde
yeni keşfedilen Amerika kıtasına Avrupa’dan büyük bir insan kitlesi
göç etmiş ve yerleşmiştir. Bu göç hareketlerinin temelinde ekonomik
etkenler önemli rol oynamış ve buralardaki deniz aşırı ticaretin artması,
verimli ve geniş topraklarda tarım yapma imkânı zamanla insanların
kitleler halinde bu kıtaya yerleşmelerine yol açmıştır. On beşinci ve
on sekizinci yüzyıllar arasında 15 milyon insan Afrika kıtasından köle
olarak Amerika kıtasına getirilmiş, on dokuzuncu yüzyılda Çin ve
Hindistan’dan milyonlarca insan Amerika ve Avrupa’ya sözleşmeli
işçi olarak gönderilmiş ve yirminci yüzyılda da iki büyük Dünya
savaşı yine milyonlarca insanı vatanından etmiştir (Giddens 2010:
Bildiriler Kitabı
- 77-
522). Dünya savaşlarından sonra hızlı bir sanayileşme süreci içerisine
giren Avrupa ülkeleri, işgücü açığını karşılamak için geri kalmış ya
da gelişmekte olan ülkelerden göç almaya başlamıştır. Göç alan bu
ülkelerin başında Almanya gelmektedir. Almanya, 1954 yılından
1970’lere kadar Türkiye, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerden işgücü
göçü alımı gerçekleştirmiştir (Aksoy 2012: 294). Bu göç dalgalarına
bakıldığında insanların içinde bulundukları ekonomik sıkıntılardan
kurtulmak için göçü bir çare olarak gördükleri söylenebilir. Dolayısıyla
daha çok ekonomik nedenlerle insanların kendi istekleri doğrultusunda
meydana gelen bu göç olayını gönüllü göç olarak değerlendirebiliriz.
Göç olgusu özellikle mekânsal ilişkide kendini göstermektedir. Göç,
ister gönüllü veya zorunlu isterse kısa ya da uzun dönemli olsun
insanların yaşamlarını sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan
etkileyen önemli bir olgudur. Bunda da etkili olan en önemli unsur,
yaşanılan mekânın değiştirilmesidir. İnsanlık tarihiyle başlayan bu
mekân değiştirme olayı, maddi ve manevi öğelerin taşınması, farklı
kültürlerden insanların belli bir kültürel etkileşime girmesi ve karşılıklı
etkileşimleri sonucunda her iki kültürde de değişmeler meydana
getirmiştir. Doğal olarak tüm bunların sonucunda da kültürleşmeler
meydana gelmiştir. Salgın hastalıklardan bu hastalıkların tedavi
edilmesine, tekerleğin icat edilmesinden yazının bulunmasına
kadar insanlık adına yapılan her şey dünyaya göçlerle yayılmıştır.
Ayrıca bu mekân değişimi yakın ya da uzak mesafeli olabilmekte,
kat edilen idari ve siyasi sınırlar göç olgusuna farklı anlamlar
yükleyebilmektedir (Mutluer 2003: 10). Göç olayları aynı toplumsal
sistem içinde gerçekleşiyorsa iç göç, kendine özgü koşulları nedeniyle
toplumsal sistemler arasında gerçekleşiyorsa dış göç başka bir ifadeyle
uluslararası göç olarak değerlendirilmektedir. Günümüzde teknolojinin
gelişmesiyle birlikte iletişim ve ulaşım araçlarının ucuzlaması ve
yaygınlaşmasının göç olaylarını daha da canlandırdığı bir gerçektir.
Dolayısıyla dünya nüfusunun önemli bir kısmı iş bulmak, daha
iyi şartlarda çalışmak, kendilerine ve ailelerine daha iyi bir yaşam
sunmak, eğitim görmek, hatta emekliliğini geçirmek gibi nedenlerle
farklı ülkelere göç etmeye ve yerleşmeye başlamışlardır. Dolayısıyla
yaşamlarının bir bölümünü göç ettikleri ülkelerde geçirenlerin
sayısının giderek arttığı görülmektedir. Uluslararası göçün büyük bir
bölümünü işgücü akışı oluşturmaktadır. Bu nedenle küreselleşmeyle
birlikte hem az gelişmiş ve gelişmekte olan hem de gelişmiş ülkeler
açısından uluslararası göçün önemi giderek artmaktadır. Hatta son
- 78-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
zamanlarda ülkeler arasındaki gerek iş ilişkilerinin gerekse ekonomik
farklılıkların artması işgücünün, yasal ya da yasadışı hareketlerini
daha da arttırdığı bilinmektedir.
Uluslararası göç olgusu tüm insanlığı ilgilendiren, ülkelerin sosyal,
ekonomik ve siyasi politikalarını etkileyen sosyal bir olgudur. Dolayısıyla
uluslararası göç hareketlerinin ortaya çıkmasında etkili olan nedenlerle
ilgili birçok görüşler bulunmaktadır. Ancak ortak bir görüş olarak
uluslararası göçün temel nedeni, “hızla endüstrileşen bölgelerde ortaya
çıkan işgücü ihtiyacı ile ekonomik güçlükler içinde bulunan bölgelerde
sosyal ve ekonomik yaşam koşullarının iyileştirilmesi ihtiyacıdır”
(Şahin 2001: 58). Uluslararası göç olaylarına geçmişten günümüze
baktığımızda, bu ortak olan görüşü destekler nitelikte geçmişte daha
çok ekonomik nedenlerle az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere
doğru bir göç dalgasının olduğu görülmektedir. Ancak günümüzde bu
gerçeklik yön değiştirmiş ve gelişmiş ülkelerin ekonomik faaliyetlerini
farklı bölgelerde yaygınlaştırma çabalarıyla birlikte gelişmiş ülkelerden
az gelişmiş ya da gelişmekte olan bölgelere doğru da bir göç söz
konusu olmaya başlamıştır. Birleşmiş Milletler’e göre, uluslararası göç
hareketlerinden söz edebilmek için “ülkesinden ayrılarak başka bir
ülkede yaşamayı planlayan kişinin bu işlemi, bir yıldan daha fazla süre
ile gerçekleştirmiş olması gerçeği aranmaktadır” (Gençler 2004: 174).
Bu durumda uluslararası göçlerde aranan en önemli şartın bir yere
yerleşme olduğu görülmektedir. Gelişmiş ülkelerdeki işgücü açıkları,
uluslararası göçün en önemli nedenini oluşturmaktadır. Ancak insanları
doğdukları ve yaşadıkları ülkeyi değiştirmeye iten nedenleri sadece
ekonomik koşullarla açıklamamak gerekir. Ekonomik nedenlerin yanı
sıra göç olayına yol açan birçok neden de bulunmaktadır. Bu nedenleri
şu şekilde özetlemek mümkündür.
EKONOMİK NEDENLİ GÖÇLER
İnsanların göç etmelerinin temelinde iş, gelir ve buna bağlı olarak
daha iyi bir yaşam arzusu yer almaktadır. Giddens göçü, kötü yaşam
koşullarında gelir adaletinin olmadığı ülkelerden yaşam standardının
daha yüksek ve gelir adaletinin nispeten daha iyi olduğu ülkelere gitme
olarak değerlendirmektedir (Koçak 2014: 1418). Dolayısıyla göç eden
bireyin asıl hedefinin iş bulmak olduğunu göz önüne alırsak geçmişte
ve günümüzde bölgeler ve ülkeler arasındaki göç hareketlerinin en
Bildiriler Kitabı
- 79-
önemli nedenini ekonomik koşulların oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bu duruma örnek olarak 1960’lardan sonra Türkiye’den Almanya’ya
yapılan işgücü göçlerini verebiliriz.
İKLİM NEDENLİ GÖÇLER
İnsanların yer değiştirmelerinin nedenlerinden biri de iklim ve doğa
olaylarından kaynaklanan koşullardır. Çölleşme, seller, kuraklaşma,
tsunami gibi felaketlerin çevre sorunlarının neden olduğu insan göçü
hareketine iklim göçü denilmektedir (Ziya, 2012: 230). Görüldüğü gibi,
iklim değişimiyle meydana gelen kuraklık, kıtlık, doğal afet gibi olaylar,
insanların yer değiştirmesinde önemli bir itici güç oluşturmaktadır.
Dolayısıyla geçmişten günümüze baktığımızda uluslararası boyutta
gerçekleşen kitlesel göçlerin büyük bir çoğunluğunun küresel iklimin
değişimi sonucunda meydana geldiği görülmektedir. Türklerin
kuraklık nedeniyle Orta Asya’dan göçü buna örnektir.
POLİTİK NEDENLİ GÖÇLER
Ülkeler arasındaki siyasal rejim farklılıkları, savaş, terör, siyasal baskı
gibi yaşamı tehdit eden olaylar da insanların yer değiştirmesinde
etkili olabilmektedir. Dolayısıyla göçün temel nedenlerinden biri de
siyasi-askeri kaynaklı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu neden, genel
olarak savaşlardan kaynaklanan, özelde terör olgusuyla yakından
ilgili olan ve bazen de siyasi gelişmeler, antlaşmalar sonucunda
gelişen çeşitlenmelerle kendisini göstermektedir (Taşçı 2009: 186-187).
Bu göçler, ülkeler arasında olabildiği gibi bir ülkenin farklı bölgeleri
arasındaki sorun ve dengesizliklerden de kaynaklanabilmektedir.
Örneğin, Suriye’deki iç karışıklıklar nedeniyle birçok Suriyelinin
Türkiye’ye sığınması bu göç türüne örnek olabilir. Osmanlı’nın
yenilgisiyle sonuçlanan 93 Harbi’nden sonra Kafkaslardan ve
Balkanlardan Anadolu’ya yapılan göçler de askeri göçlere örnektir.
EĞİTİM AMAÇLI GÖÇLER
İnsanların göç olayına katılmasında eğitim de önemli bir olgu olarak
karşımıza çıkmaktadır. İnsanlar eğitim amacıyla da belli bir süre için de
olsa yer değiştirebilmektedirler. Dolayısıyla eğitim olanaklarına dayalı
- 80-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kır-kent göçüne paralel bir şekilde gelişmemiş ülkelerden gelişmiş
ülkelere dönük eğitim amaçlı göçlerde söz konusu olmaktadır (Taşçı
2009: 189). Eğitim amacıyla yapılan bu göçler kısa ya da uzun süreli
olabilmektedir. Şöyle ki eğitim süresinin tamamlanmasıyla geriye göç
yapılabildiği gibi eğitim alınan ülkede çalışma hayatının sürdürülmesi
amacıyla yerleşik olarak kalınmaya devam edilmesi de mümkün
olabilmektedir.
Eğitim amaçlı göçlerin içerisinde en önemlisi beyin göçüdür. Aslında
beyin göçü eğitimle ilgili olduğu kadar işgücü göçüyle de yakından
ilişkisi bulunan bir olgudur. Beyin göçü, az gelişmiş ya da gelişmekte olan
ülkelerde daha çok olmakta ve gelişmiş ülkelere yapılmaktadır. “Beyin
göçü; iyi eğitim görmüş, düşünen, üreten, kalifiye işgücünün araştırma
yapmak ya da çalışmak amacıyla en verimli oldukları dönemde bir
başka ülkeye gidip geri dönmeme durumudur” (Bakırtaş ve Kandemir
2010: 962 ). Geri kalmış ya da az gelişmiş ülkelerdeki vasıflı, alanında
uzmanlaşmış bireyler daha iyi çalışma koşullarına, daha iyi bir gelir
düzeyine ve yüksek statüye sahip olmak amacıyla gelişmiş ülkelere
yerleşmektedirler. Beyin göçü olarak değerlendirilen bu durum, eğitim
kaynaklı göçün devamı niteliğinde olabileceği gibi geri kalmış ülkelerin
uzun sürede sınırlı kaynaklarla yetiştirdiği vasıflı işgücünü gelişmiş
ülkelere göndererek bir kayıp şeklinde de gerçekleşmektedir. Kıt
kaynaklarla yetiştirdiği değerli beyinleri kaybeden az gelişmiş ya da
gelişmekte olan ülkelerin gelişmeleri beyin göçü nedeniyle yavaşlarken
yetişmiş beyinlere daha yüksek ücret ve daha iyi olanaklar sunan
gelişmiş ülkelerin gelişmeleri daha da hızlanmaktadır. Dolayısıyla beyin
göçü, ülkeler arasındaki gelişmişlik farkının artmasına da neden olan en
önemli etkenlerden birisidir diyebiliriz.
EMEKLİ GÖÇÜ
Güneş göçü olarak da adlandırılan emekli göçü, gelirden öte estetik
düşünce ve yaşam kalitesini öne alan kişiler tarafından benimsenen
bir göçtür. “Diğer göç türlerinden farklı dinamikler ve motivasyonlar
içeren uluslararası emekli göçü, ağırlıklı olarak zengin Kuzey
Amerika ve Kuzey Avrupalıların ülkelerinde emekli olduktan sonra
yaşamlarının geri kalanını geçirmek için Güney Amerika ya da Güney
Avrupa sahillerine olan göçünü ifade etmektedir” (Balkır 2008: 8).
İnsanların önceleri tatil amacıyla gittikleri özellikle sıcak iklimli yerleri
Bildiriler Kitabı
- 81-
emekli olduktan sonra yaşam alanı olarak seçtikleri görülmektedir.
Özellikle yirminci yüzyıl göç olayları arasında yer alan emeklilik göçü,
çok kültürlü ortamların oluşmasında önemli bir etken olarak karşımıza
çıkmaktadır. Göç olgusu ortaya çıktığı dönemlerin siyasi, ekonomik
ve kültür belirleyicileri tarafından doğrudan şekillendirilmiştir.
Dolayısıyla göç akımlarına yönelik kuramsal açıklamaların, tarihsel
olarak dünyadaki dönemsel ekonomik politika ve uygulamalardan
etkilendiği görülmektedir. Küreselleşmeyle birlikte ülkeler arasındaki
göç ilişkileri farklı boyutlarda değerlendirilmektedir. Dolayısıyla göç
olgusunun gelişim aşamalarına paralel olarak uluslararası düzeyde
geliştirilen göç kuramlarını şu şekilde özetlemek mümkündür.
GÖÇ SİSTEMLERİ KURAMI
Göç sistemleri kuramına göre, ülkeler arasında göçün gerçekleşebilmesi
için fiziksel yakınlıktan ziyade siyasal ve ekonomik ilişkiler daha büyük
önem taşımaktadır. Dolayısıyla göç sisteminde yer alan ülkeler coğrafi
olarak yakın olmak zorunda değildirler. Yakınlık göç hareketlerini
arttırmadığı gibi uzaklık da onlara engel teşkil etmemektedir. Bu
kurama göre, belirli nedenlerle tarihsel bir bağı ya da ilişkisi bulunan
iki ya da daha fazla ülke arasında, göçmen protokolleri ile bir göç
sistemi oluşturulmaktadır. Teorideki en önemli nokta, söz konusu
ülkeler arasında göç ilişkisinden önce ekonomik, siyasal ya da askeri
bir bağın bulunmuş olmasıdır (Bayraktar 2013: 118). Bu yaklaşıma
göre, göç alan ve göç veren iki ülke arasında göç olayından önce
politik, tarihsel ya da sosyal ilişki boyutunda bir geçmişin olması
gerekmektedir. Dolayısıyla bu ilişkinin sömürgecilik dönemine kadar
dayandığını söyleyebiliriz. Örneğin, Ermenilerin Fransa’ya göçü,
Fransa’nın Ermenistan’da Fransız kolonileri bulundurduğu döneme
dayalı olarak gerçekleşmiştir.
MODERNLEŞME VE GELİŞME KURAMI (İTME-ÇEKME
KURAMI)
Modernleşme ve gelişmeyi esas alan bu kurama göre, göç akımının
farklı toplumlar ya da toplumsal sistemlerdeki ekonomik gelişim
eksikliği analizinde itme ve çekme faktörlerini vurgulamaktadır.
Everett Lee’nin 1966 yılında yazdığı “A Theory of Migration” adlı
makalesinde ortaya koyduğu itme-çekme kuramına göre göçün
- 82-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
oluşmasında, yaşanılan ve gidilmesi düşünülen yerle ilgili etmenlerin,
engellerin ve bireysel etmenlerin önemli rolü bulunmaktadır. Teoriye
göre, hem yaşanan yerin hem de gidilecek yerin itici ve çekici unsurları
bulunmakta ve bireysel seçimler göç kararında etkili olmaktadır
(Bayraktar 2013: 117). Bu kurama göre, kişisel avantaj ve dezavantajlar
büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla bireyin göç edeceği yerin
bireye kazandıracağı ya da kaybettireceği gerçeklerin, hangi sosyal
bağlam içerisinde ve süreçler çerçevesinde olacağı iyi hesaplanmalıdır.
Örneğin, çocuksuz bir aile için göç edilecek yerin eğitim olanaklarının
olup olmaması o kadar önemli değilken çocuklu bir aile için eğitim
olanaklarının ne durumda olduğu büyük önem taşımaktadır. Ayrıca
refah seviyesi yüksek sanayileşmiş ülkelerin işsizler için cazip gelmesi
de bu kuram içinde değerlendirilebilir.
AĞ KURAMI
Ağ kuramına göre, belirli bir ülkeye göç edip yerleşenler ile göç etmeyi
düşünen ya da yeni göç edenler arasında bir iletişim ve ilişki söz konusu
olmaktadır. Dolayısıyla bu kuram, göç olaylarını sadece nedensellik
ilişkisiyle değil, aynı zamanda göçmenler arasındaki iletişim açısından
da değerlendirmektedir. Wilpert’e göre ağ teorisi ve göçmen ağı şu
şekilde çalışmaktadır: Öncü göçmenler öncelikle göç veren ve alan
toplumları birbirine bağlayan bir altyapı oluştururlar ve bu bağlantı
göç veren toplumdaki diğer bireylere göçme olanağı sağlar. Yeni göç
dalgaları, kurulmuş bu ağı harekete geçirir ve sonradan göç edenler ilk
gelenlerin tecrübelerinden yararlanırlar. Zamanla göç kendi kendini
devam ettiren bir hâl alır (Çağlayan 2006: 85-86). Göçmenler arasındaki
bu dayanışma ve iletişim, yer değiştirmeden kaynaklanan maliyet ve
riskleri azaltmakta ve dolayısıyla bu durum ülkeler arası göç olasılığını
arttırmaktadır. Özellikle ekonomik kaynaklı göçlerde ve günümüzde
giderek artan emekli göçünde ilişkiler ağının payının büyük olduğunu
söyleyebiliriz.
MERKEZ-ÇEVRE İLİŞKİLERİ KURAMI
Bu kuram, merkez-çevre ilişkileri ya da gelişmiş ülkelerin az gelişmiş
ülkeleri istismar etmesine dayanan ilişkileri vurgulamak için geliştirilen
alternatif bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Wallerstein’in
eserinden (1974) yola çıkan çeşitli sosyoloji kuramcıları, uluslararası
Bildiriler Kitabı
- 83-
göçün kökenlerini belli ulusal ekonomilerdeki emek pazarının ikiye
ayrılmasıyla değil, on altıncı yüzyıldan bu yana gelişen ve genişleyen
Dünya pazarının yapısıyla bağlantılandırmışlardır. Bu kurama
göre, kapitalist ekonomik ilişkilerin çevresel ve kapitalist olmayan
toplumlara tesir etmesi yurtdışına göç etmeye yatkın hareketli bir
nüfus yaratmaktadır (Massey vd. 1993: 24). Dünya sistemleri kuramı
olarak da anılan bu kuram, göç olgusunu sosyalist bakış açısıyla
ele almakta ve göç sürecini sömürgecilikle bağlantılandırmaktadır.
Bu yaklaşıma göre göç, modernleşmeyi ve gelişmeyi sağlayan bir
mekanizmadan ziyade, göçmen işçi gönderen ülkelerdeki işgücü
kaynaklarının gelişmiş ülkeler yararına kullanılmasına yaramakta
ve gelişmekte olan ülkelerin sosyo-ekonomik gelişmelerini olumsuz
bir şekilde etkilemektedir. Dolayısıyla dünya büyük bir pazar olarak
düşünüldüğünde, on altıncı yüzyılda hâkim olan sömürgeci düzenin
günümüzde de bir anlamda devam ettiği görülmektedir. Küreselleşme
sürecinde gelişmiş ülkeler teknoloji, üretim, hammadde, sermaye ve
denetimine ilişkin üstünlük sağlamakta ve dolayısıyla işgücünün,
bunun bir sonucu olarak çevre ülkelerden merkez ülkelere doğru yer
değiştirdiği ileri sürülmektedir.
Uluslararası göç hareketleri, sosyal bir değişim süreci olarak çeşitli
faktörleri de beraberinde getirmektedir. Bu faktörlerden birisi de göç
eden bireyin yeni bir kültürel ortama girmesi ve bu ortama uyum
sağlama sürecidir. Yaşamları, alışkanlıkları, dilleri, kültürleri farklı
olan bu bireyler uyum sürecinde bazı sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar.
Dolayısıyla bu sıkıntılar bireylerin kendilerini yalnız hissetme, kaygı,
stres, yabancılık, kendini değersiz hissetme gibi birçok psikolojik
sorunu da beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda göç olaylarının
bireylerin psikolojik sağlığı üzerindeki etkisini dile getiren çeşitli
kuramlar da geliştirilmiştir. Bu kuramlara kısaca değinmek çalışmanın
içeriği açısından faydalı olacaktır.
SOSYAL İZOLASYON KURAMI
Bireyin içinde bulunduğu ortamdan, alışkanlıklarından vazgeçmesi
zaman almakta, hatta bazen imkânsız olmaktadır. Bu durum da bireyde
bir takım sıkıntılara yol açmaktadır. Bu kurama göre göç, bireyin sadece
fiziki ayrılışı değil, aynı zamanda bireyin alıştığı bir dizi haklardan,
kurallardan ve sosyal etkileşim örüntülerinden ayrılmasıdır. Kişinin
- 84-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
alıştığı ortamdan ayrı kalması onun yalnızlık, yabancılaşma ve kendini
değersiz görme gibi duyguları yaşamasına neden olabilmektedir (Şahin
2001: 62). Uluslararası göçe katılan bireyler, kendi kültürlerinden farklı
kültürlerle etkileşim içine girdiklerinde doğal olarak kültürel uyum
sorunları yaşamaktadırlar. Bu sorunlarla baş edemeyen bireydeki stres
durumu psikolojinin bozulmasına neden olmaktadır.
KÜLTÜREL ŞOK KURAMI
Bu görüşe göre, kültürel farklar bireylerde uyum güçlüğü ortaya
çıkarmaktadır. Bireylerin içine girdiği yeni çevre kendi kültürüne ne
kadar yakınsa o kadar az uyum sorunu yaşanmaktadır. Göçten hemen
sonra şokun daha büyük olduğunu, ancak bireylerin geldiği toplumun
kültürüne alıştıkça ruh hastalıklarının da azalacağını savunan bu
görüş, bireylerdeki sağlık sorunlarının oluşmasında yer değiştirmekten
ziyade, kişinin ailesinden ve kültüründen ayrılmasının daha fazla etkili
olduğunu belirtmektedir (Şahin 2001: 62). Uluslararasında gerçekleşen
göçlerle birey farklı bir ülkenin kültürel ortamına alışmak zorunda
kalmaktadır. Çok farklı düşünce ve hayallerle gelen birey, girdiği yeni
kültüre uyum sürecinde ekonomik zorlanmalar, sağlık hizmetlerinden
yararlanamama, dil ve eğitim engelleri özellikle de geride bıraktıklarının
özlemi gibi birçok zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Bu durumda birey
stres ve sıkıntıya girmekte, bunlara verdiği tepkiler sonucunda da
doğal olarak kültür şokuyla karşı karşıya kalmaktadır. Bu kültür
şokunun daha rahat atlatılabilmesi için bireyin göç olayına katılmadan
önce gideceği kültürel ortamla ilgili bilgi sahibi olması ve bu konuda
yardım alması gerekmektedir. Aksi takdirde diğer sıkıntıların yanı
sıra psikolojik sıkıntılar da hem birey için hem de çevresindekiler için
büyük sorunları da beraberinde getirecektir.
KÜLTÜREL DEĞİŞME KURAMI
Göç eden bireylerin kültürel değişmeyle birlikte stresli bir yaşam
geçirdiklerini ifade eden bu kuram, yaşanılan stresin sadece bireyi
değil, aynı zamanda ailenin diğer üyelerinin de psikolojileri üzerinde
olumsuz etkiye yol açtığını ortaya koymaktadır. Bu durumda yabancı
topluma uyum sağlaması için zorlanan bireyin kendi kültürü ile aşırı
bir özdeşleşmeye ve kendi kültürünü daha üstün tutmaya yöneldiğini
belirtilmektedir (Doğan 1988: 36). Farklı bir kültüre uyum sağlamaya
Bildiriler Kitabı
- 85-
zorlanan bireyin, Bennett’ın reddetme basamağındaki bireyin
özelliklerini yansıtmaya başladığını söyleyebiliriz.
Günümüzde küreselleşmeyle birlikte uluslararası göç hareketlerinin
hız kazandığı görülmektedir. Ülkeler arasında gerçekleşen göçlere
baktığımızda, bu göç hareketlerinin geçmişten günümüze daha çok
az gelişmiş ülkelerden refah seviyesi yüksek gelişmiş ülkelere doğru
olduğu görülmektedir. Bunda da ekonomik nedenler başta olmak
üzere siyasal ve sosyal nedenler etkili olmuştur. Ancak yirminci
yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde küreselleşmenin de etkisiyle
gelişen iletişim ve ulaşım ağları insanlara daha fazla hareketlilik
kazandırmıştır. Bu durum, gelişmiş ülkelerdeki bireylerin göç etme
nedenleri üzerinde değişikliklere neden olmuş ve zenginler göçü
olarak da adlandırabileceğimiz değişik iklim ve kültürlere sahip
ülkelere yerleşmelerine olanak sağlamıştır. Bireylerin uluslararasında
daha çok yerleşmek amacıyla yaptığı bu göçler, dünyanın birçok
ülkesinde olduğu gibi Türkiye’nin de sürekli olarak gündeminde
olan bir durumdur. Geçmişten günümüze daha çok Doğu’dan
Batı’ya doğru gerçekleşen göçlerin son zamanlarda çok farklı yönler
içerdiği de görülmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin uluslararası göç
haritasındaki yerine değinmek faydalı olacaktır.
TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI GÖÇ HAREKETİNDEKİ YERİ
Türkiye, hem iç hem de uluslararası göç açısından çeşitli göç olaylarına
sahne olan ülkelerden biridir. Türkiye kuruluşundan bu yana çok
çeşitli uluslararası göçlere ve sığınma hareketlerine maruz kalmıştır.
Kuruluşunun ilk yıllarında uluslararası bir nüfus mübadelesi
sonucunda gerçekleşen göçleri, köyden kente olan iç göçler ve işgücü
göçleri izlemiştir. Soğuk savaş, küreselleşme ve Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ne üyelik süreci gibi birçok gelişme ulusal ve uluslararası ortamı
etkilemiş ve Türkiye’ye yönelen göçmen ve sığınmacı profilinde de
bariz değişiklikleri gündeme getirmiştir. Dolayısıyla Türkiye, artık
sadece göç veren ve göç alan bir ülke değil, aynı zamanda coğrafi
konumu ve çevre ülkelere göre gelişmişliği nedeniyle uluslararası göç
ve yasadışı göç olaylarında hem hedef ülke hem de transit ülke olarak
ön plana çıkmaktadır.
Türkiye’de iç göç hareketleri 1980’lerden sonra artan terör olayları
nedeniyle Doğu’dan Batı’ya doğru yönelirken uluslararası göç
- 86-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
boyutunda ise en önemli göç hareketi, 1960’lı yıllarda işgücü
göçü olarak Almanya’ya doğru, yani yine Doğu’dan Batı’ya doğru
gerçekleşmiştir. 1960’lı yıllarda Türkiye ile Almanya, Hollanda,
Belçika, Avusturya, Fransa, İsveç, İsviçre, İngiltere ve Danimarka gibi
Avrupa Birliği devletleri arasında imzalanan antlaşmalar kapsamında
Türkiye’den bu ülkelere binlerce Türk işçi göç etmiştir. İlk işçi göçü 1961
yılında gerçekleşmiştir (Yıldırımoğlu 2005: 6-7). Bu ilk göçmenlerin
gittikleri ülkelerde konuk, yabancı, geçici işçi olarak ifade edildikleri
bilinmektedir. Türkiye, cumhuriyetin ilk dönemlerinde, gayrimüslim
nüfusun dış göçüne paralel olarak komşu ülkelerde yaşayan Müslüman
ve Türk nüfusun iç göçüne de sahne olmuştur. Ayrıca II. Dünya
savaşından sonra yeniden yapılanma sürecine giren Batı Avrupa
ülkelerinin sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan işgücü açığını Türkiye
gibi ülkelerden karşılama yoluna gittiği görülmektedir. Dolayısıyla
uluslararası göçlerin, cumhuriyetin ilk dönemlerinden 1960’lara
kadar daha çok etnik ve dini temelli olarak kendini gösterdiğini, 1960
sonrasında ise işgücü göçünün ağırlık kazandığını söyleyebiliriz.
Ancak ikinci nesil ile birlikte 1970’li yıllardan itibaren göç edenlerin
sayılarının hızla artmaya başlaması, yapılan evliliklerle bu göçlerin
kalıcı hale gelmesi, göç edenlerin aile ve akrabalarını yanlarına almaları
sonucunda Türkiye, Avrupa’ya en fazla göç gönderen ülkelerden biri
haline gelmiştir. 1980’lerden sonra Batı Avrupa ülkelerinin işçi göçü
almamasıyla birlikte göçün yönü değişmiş ve Suudi Arabistan, Ürdün,
Libya gibi ülkelere doğru kaymıştır. Bu durum üzerinde, bu ülkelerde
altyapı ve inşaat hizmetlerinin artması etkili olmuştur (Koçak ve Terzi
2012: 174). Bugün de Avrupa, Türkiye’nin göç gönderdiği başlıca kıta
olmaya devam etmektedir.
Ancak Türkiye 1990’lı yıllardan itibaren küreselleşmenin de etkisiyle
ulaşım ve iletişim alanındaki ilerlemeler, turizm sektöründeki
gelişmelerle Almanya, İngiltere ve Kuzey Avrupa ülkeleri gibi Batı
ülkelerinden göç almaya başlamıştır. Bu durumu Türkiye’nin son
zamanlarda küreselleşme ve turizm etkinliklerine yaptığı yatırımların
meyvesi olarak değerlendirebiliriz. Özellikle turizm sektöründeki
gelişmelere bağlı olarak ülkemiz Batı Avrupalıların Akdeniz ülkeleri
arasındaki tercihleri arasında yer almaya başlamıştır. Dolayısıyla özellikle
Ege ve Akdeniz kıyılarını turizm amacıyla gelen Batı Avrupalıların
zamanla buralara yerleşmeye başladıkları görülmektedir. Bu durum,
Türkiye’nin bugüne kadar Avrupa’ya yoğun olarak göç veren bir ülke
konumundayken artık son zamanlarda göç alan bir ülke konumuna
Bildiriler Kitabı
- 87-
geldiğini göstermektedir. Ayrıca Türkiye, Doğu Akdeniz havzasında
ülkeler arasındaki göç rejimleri içinde Avrupa’nın ana giriş kapısı ve
Afrika, Asya ve Orta Doğu göçmenlerinin çıkış yeri olması açısından
da önemli bir konuma sahiptir. Bu durumda Türkiye göç alan ve göç
veren bir ülke olmasının yanında bir de transit ülke olma özelliğini
taşımaktadır. Özellikle İran-Irak savaşının etkisiyle Orta Doğu’dan,
Afrika’dan ve Balkan ülkelerinden Türkiye’ye göçlerin yaşanmasıyla
ülke, hem sürekli göçlerin hem de transit göçlerin önemli bir merkezi
haline gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye hem yasal göçlerin hem de
yasadışı göçlerin ortaya çıkardığı sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır.
Bütün bunlara dayanarak son yıllarda ekonomik ve siyasal olarak
daha istikrarlı bir konuma sahip olan Türkiye’nin gerek ekonomik
gerekse siyasal kaynaklı göçlere maruz kaldığını söyleyebiliriz. Bu göç
gruplarına 1990’lardan itibaren turizm sektörünün gelişmesiyle yeni
ve farklı bir kitle eklenmiştir. Dolayısıyla son yıllarda Türkiye’yi hedef
alan göç dalgaları içinde emekli göçünün de arttığı görülmektedir.
Antalya, Bodrum, Didim, Marmaris gibi turizm yöreleri önemli
sayıda Avrupalı emekliye ev sahipliği yapmaktadır. Sadece Alanya’da
çoğunluğunu Almanların oluşturduğu 6.000 civarı Avrupalının
yaşamakta olduğu kaydedilmektedir (İçduygu 2009: 8). Ülkemizin Batı
ve Güney kıyılarına önceden turizm amacıyla gelen Avrupalıların bu
bölgelere yerleşmeye başladıkları görülmektedir. Dolayısıyla bugün
belli yörelerde Avrupalı nüfusun yoğunlaştığı bilinmektedir.
Türkiye’nin Batı Avrupa ile olan göç ilişkisi, emekli göçünün
etkisiyle farklı bir boyut kazanmıştır. Bunda da son yıllarda turizm
sektörünün büyümesi ve Batı ve Güney sahillerinin uluslararası
alanda gözde turizm merkezleri haline gelmesinin önemli rolü olduğu
görülmektedir. Turizm sektörünün yanı sıra Avrupa Birliğine uyum
süreci içinde yabancıların mülk edinmesine dair gerçekleştirilen yasal
düzenlemelerin de bu göç hareketlerinde önemli bir payının olduğu
belirtilmektedir (Südaş ve Mutluer 2008: 54). Başta Almanlar olmak
üzere Avrupalıların ülkemize yerleşmelerinde, kendi ülkelerinde
yaşayamadıkları iklimin ve Türk misafirperverliğinin önemli etkisi
olduğu söylenebilir. Türkiye ile Avrupa arasındaki çok yönlü
ilişkiler günümüzde de göçlerin de etkisiyle güçlü bir şekilde devam
etmektedir. Türkiye ve Avrupa ülkeleri gibi birçok ülkede farklı
kültürlerle birlikte yaşamanın ve kültürlerarası engelleri aşmanın
yollarını aramayı sürdürmektedir. Ülkeler arasında karşılıklı olarak
süren göç hareketleri kültürler arası iletişiminin önemini daha da
- 88-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
arttırmaktadır. Bu bağlamda kültürel karşılaşmalarda büyük önem
taşıyan kültürlerarası iletişimde uluslararası göçlerin etkisine yer
vermek çalışmanın içeriği açısından yararlı olacaktır.
KÜLTÜRLERARASI İLETİŞİMDE ULUSLARARASI
GÖÇÜN ETKİSİ
Kültürlerarası iletişim, günümüz dünyasındaki kadar yoğun bir
şekilde yaşanmasa da insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir.
İnsanların birbirleriyle olan kültürel alışverişleri, siyasi ve ekonomik
ilişkileri tarihsel bir bağlamda değerlendirildiğinde savaşlar, ticari
ilişkiler özellikle de göç olgusuyla da yakından ilişkili bir durum
olduğu görülmektedir. Ancak farklı kültürlerin karşılaşmasında
ayrıcalıklı bir öneme sahip olan göç hareketleri, kalıcılık gibi taşıdığı
farklı bir boyutla ön plana çıkmaktadır. Kalıcı bir hareket olarak göçü,
kültürlerarası iletişimi ve bunun sürekliliğini zorunlu hale getiren bir
sosyal olay olarak değerlendirmek mümkündür.
Kültürlerarası iletişim sürecinin bir nedeni olarak kabul edilen göç
hareketlerinin tarih boyunca farklı kültürlerden gelen insanların
birbirleriyle karşılaşmalarına ve etkileşime girmelerini sağladığı
görülmektedir. Giddens’ın da belirttiği gibi, göç hareketleri sanayi
hareketleriyle hız kazanmış ve sanayileşmeyle birlikte gerek iç
gerekse uluslararası göçler yaygınlaşmaya başlamıştır. Özellikle
1960’lı yıllardan itibaren başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa
ülkesine çok sayıda insan gitmeye başlamıştır. Hatta bu süreç, farklı
nedenlerle günümüzde de devam etmektedir. Göç olayı, sadece basit
bir yer değiştirme olayı değildir. Dolayısıyla kültürel kazanımlarıyla
birlikte bireyler farklı bir kültürel ortama girdiklerinde kültürel
farklılıklar önem kazanmaya başlamaktadır. Göç hareketleriyle ortaya
çıkan, aslında kültürel farklılıklara dayanan sorunlar günümüzde de
etkinliğini sürdürmektedir (Giddens 2008: 549). Bu bağlamda din,
dil, gelenek, kültür vb. gibi birçok yönden birbirlerinden tamamıyla
farklı geçmişlere sahip olan insanlar uluslararası göçler nedeniyle aynı
ortamda yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum,
giderek çözümü zorlaşan her türlü iletişim ve uyum sorunlarını da
gündeme getirmektedir. Hatta bu sorunlar, ülkelerin sosyal, ekonomik,
siyasal ve kültürel dengelerini bozacak boyutlara ulaşabilmektedir.
Özellikle son zamanlarda küreselleşmenin de etkisiyle artış gösteren
Bildiriler Kitabı
- 89-
uluslararası göçler, farklı kültürlerden insanları karşılaştırmakta,
kültürlerarasında bilgi alışverişi ve değişimin gerçekleşmesine neden
olmaktadır. Bu durum ise kültürler arası iletişimin önemini daha da
arttırmaktadır. Şöyle ki son yıllarda turizm sektörünün yükselişe
geçmesi, çok uluslu şirketlerin faaliyetlerinin artması, buna bağlı
olarak uluslararası iş ve para piyasalarının canlanması her geçen
gün milyonlarca insanın ülkeler arasında yer değiştirmesine neden
olmaktadır. Dolayısıyla artan kültürel karşılaşmalarla birlikte kültürel
farklılıklar da daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bu kültürel farklılıkların
neden olduğu sorunlardan kaynaklanan iletişim sorunları da daha çok
gündeme gelmektedir. Bu noktada kültürler arası iletişim, bu sorunları
ortadan kaldırmaya yönelik çözümler üretmeyi hedefleyen bir alan
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Uluslararası göç, farklı kültürlere sahip bireylerin, grupların,
örgütlerin ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal anlamda hızlı ve
yoğun bir etkileşim içine girmelerine neden olmaktadır. Küreselleşme
olgusuyla birlikte insanlar daha çok birbirlerinden haberdar olmakta
ve daha fazla etkileşim içinde olmaktadırlar. Dolayısıyla bu durum,
kültürlerin bir yandan birbirine daha çok benzemesine, diğer yandan da
toplumsal reflekslerle özgün değerlerin korunması, aktarılması ve öne
çıkarılması anlamında ayrışmasına yol açmaktadır. Küresel dünyanın
merkezinde yer alan çokuluslu şirketler, turizm etkinlikleri ve sanal
topluluklar farklı kültürlerden gelen insanları bir araya getirerek,
aynı ortamı paylaşmaya ve birlikte hareket etmeye zorlamaktadır.
Farklı kültürlerde yetişmiş bireyler bir araya geldiklerinde kendi
alışkanlıklarının doğru olduğunu düşünmektedirler. Bu durum
ise, diğerleri tarafından yanlış ve ilkel olarak algılanabilmektedir
(Ügeöz 2003: 36). Dolayısıyla uluslararası göç hareketlerinin ortaya
çıkardığı çok kültürlü ortamlarda sağlıklı bir kültürlerarası iletişimin
sağlanabilmesi için, bireylerin göç olayına katılmadan önce farklı
kültürlere uyum sağlama konusunda yardım alması gerekmektedir.
Bu durum hem kültürel uyumun sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesi
hem de etkili ve verimli bir iş birliğinin yaratılması ve çatışmaların
önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Kültürlerarası iletişim disiplinin temelini Ruth Benedict II. Dünya
savaşının sonrasında ABD savaş enformasyon dairesi için Japonları
anlamak ve Amerikan fikirlerinin onların anlayabileceği bir biçimde
aktarılmasını sağlamak amacıyla yürüttüğü antropolojik çalışmalar
- 90-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
oluşturmaktadır. Kavram olarak kültürlerarası iletişim ise ilk kez
Edward T. Hall tarafından The Slent Language (Sessiz Dil, 1959) adlı
eserinde kullanılmıştır. Hall, gerçekleştirdiği karşılaştırmalı kültür
çalışmaları ile iletişimdeki pratik etkileşimi ortaya çıkarmaya çalışarak
kültür çalışmalarını iletişim alanına genişletmiş ve niteliksel araştırma
yöntemlerinin iletişim alanında da kullanılmasını sağlamıştır (Kartarı
2001: 30-31). Aslında Hall’un burada kültür ve iletişimi birbirini
tamamlayan iki olgu olarak ele aldığı ve bağlantılı olarak tanımladığı
görülmektedir. Hall’a göre, kültür, iletişimdir ve iletişim de kültürdür
(Hall 1959: 9). Dolayısıyla farklı kültürlerde iletişim süreçlerini anlamak,
uçsuz bucaksız bir insan davranışı alanını tanımayı ve anlamayı sağlar.
Hall’un sessiz dil olarak ifade ettiği bu davranış alanını, o kültür
içinde yaşanılarak öğrenilebilen bir süreç olarak değerlendirmek
mümkündür. Farklı bir kültür içinde var olabilmek için, her toplumun
kendine özgü kültürü ve değerler sistemi olduğunu göz önünde
bulundurarak söylemlerin ve davranışların o kültür bağlamında ne
ifade ettiğini anlamak ve mesajları kültürel normlar çerçevesinde
değerlendirmek gerekir. Bu durum göç alan ülkelerde daha yoğun
bir şekilde yaşanmaktadır. Ülkeler arasındaki yapılan göçler farklı
kültürlerden gelen insanların buluşmasında önemli bir etkendir. Göçler
yoluyla karşılaşan ve birlikte yaşamak zorunda kalan insanlar birçok
kültürel unsurlara sahiptirler. Bu kültürel unsurların başında kuşkusuz
dil ve din gelmektedir. İnsan davranışlarını yönlendiren kültürün bu
iki önemli unsuru kültürel uyumun sağlanmasında ve kültürler arası
iletişim engellerinin aşılmasında önemli rol oynamaktadır. Şöyle ki
sağlıklı bir kültürlerarası iletişimin sağlanabilmesi için sadece yabancı
dil bilgisine hâkim olmak yeterli değildir. İletişim sürecinin başarıya
ulaşmasında aynı zamanda aktarılan mesajların kültürde ne anlama
geldiğini de bilmek önemlidir. Aksi takdirde önyargılara yol açıp,
farklı kültürler arasındaki iletişimi sekteye uğratmak da mümkün
olabilmektedir. Dolayısıyla yabancı dili çok iyi bilenlerin bile bazı
zamanlar sosyo-kültürel bariyerlere çarparak iletişimi kesintiye
uğratmaları da söz konusu olabilmektedir. Bu durum da bize dilin
hangi alanda olursa olsun parçası olduğu kültürün ve toplumun
sosyo-kültürel normları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini
göstermektedir. Kültürlerarası iletişimin başarıya ulaşmasında sözlü
iletişim kadar sözsüz iletişiminde önemli bir rolü bulunmaktadır.
Sözsüz iletişimde jest ve mimikler, renkler, hareketler, bakışlar
büyük önem taşımaktadır. Her toplumun kültüründe kendine özgü
Bildiriler Kitabı
- 91-
sözsüz iletişim öğeleri dağarcığı ve bu dağarcığın kullanım biçimi
vardır. Örneğin bazı kültürlerde insanların birbirine dokunması
doğal sayılırken, diğerlerinde hoş karşılanmayabilmektedir. Kültürler
arası iletişim konusunda din de dil gibi önemli noktalardan birini
oluşturmaktadır. Farklı kültürlerle karşılaşmalarda, farklı dinleri
eleştirmek, hor görmek yerine, farklı kültürlerin dinlerini ve inanç
sistemlerini tanıyıp ona uygun davranmak, yargılayıcı olmadan
farklılıkları kabul edip anlamaya çalışmak başarılı bir kültürlerarası
iletişimde önemli rol oynamaktadır.
Uluslararası göçlerin ortaya çıkardığı sorunların çözümünde önemli
bir yere sahip olan kültürlerarası iletişimin sağlıklı bir şekilde
başarıya ulaşmasında bazı yardımcı işlevlerinde yerine getirilmesi
gerekmektedir. Bu işlevlerden sadece konuyla bağlantılı olarak
kültürel uyum, kültür şoku, asimilasyon, kültürlerarası iletişim
duyarlılığı, kültürlerarası iletişim yeterliliği gibi kavramlar üzerinde
durmak yeterli olacaktır. Uluslararası göçlerle oluşturulan çok
kültürlü ortamlarda bireylerin çevresiyle uyum içinde olması istenilen
bir durumdur. Ancak kendi kültüründen uzak, farklı bir dünyaya
giren bireylerin genellikle girdikleri kültürel ortamla ilgili hiçbir
bilgisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla bireyler içinde bulundukları
bu kültürel çevreye uyum sağlamakta ve amaçlarına ulaşmakta bir
takım zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Bu zorluklardan en önemlisi
de kültür şokudur. Kültür şoku, bir kültürden başka bir kültüre
giden bireylerin, yeni kültüre uyum sağlamakta karşılaştıkları
güçlükler, sıkıntılar ve bunalımlar, gösterdikleri tepkilerdir (Güvenç
1974: 134). Bireyin kültürel, sosyal, ekonomik, siyasi ve eğitimsel
geçmişi ve deneyimleri göç ettiği ülkelerdeki kültürel ortama uyum
sağlamalarını zorlaştırmakta ya da kolaylaştırmaktadır. Bireyin yaşı,
cinsiyeti, eğitim düzeyi, göç nedeni ve kültürel geçmişi ne olursa
olsun tanımadığı, farklı bir kültürel ortama girmesinden dolayı iç
dünyasında bir takım değişiklikler meydana gelmektedir. Birey
kendisini yalnız ve mutsuz hissetmesinin yanı sıra bir yabancılık ve
özlem duygusuna kapılabilir, kendi dilini, alışkanlıklarını, yaşam
biçimini bir anda değiştiremez. Dolayısıyla kendini yetersiz ve
yeteneksiz hissetmeye başlar. Bütün bunların sonucunda göç ettiği
ülkede özellikle ilk dönemlerde ister istemez duygusal bir boşluğa
düşer. Bu duygusal boşluğu yabancılaşmak olarak da ifade etmek
mümkündür. Kültür şoku, bireysel özelliklere bağlı olarak farklı
düzeylerde kendini göstermektedir. Bazıları farklılıklarla baş etmeyi
- 92-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
daha kolay öğrenebilmekte ve dolayısıyla da bu şok zamanla ortadan
kalkmakta, aşamalı olarak uyum sağlanmaktadır, bazıları ise bu
kültürel farklılıklara uyum sağlamakta başarısız olmakta ve bu şok
artarak devam etmektedir. Bu durum da bireyin bütün yaşantısını
olumsuz yönde etkilemektedir. Bu kültürel şokun atlatılamaması
sonucu ortaya çıkan olumsuzluklar en çok çocuklar ve gençler üzerinde
kendini hissettirmektedir. Özellikle gençler ailedeki kültürel ortamla
dışardaki kültürel ortam arasında sıkışıp kalmakta, göç ettiği ülkedeki
dil ve başka sebeplerden dolayı eğitimden yoksun kalma riskiyle karşı
karşıya kalmakta, eğitim kurumlarına devam etmeleri halinde bile
dilini bilmedikleri için akranları ile iletişim kurmakta zorlanmaktadır.
Ayrıca okullarda yaşanan dışlanma, yabancı olmanın verdiği eziklik
gibi nedenlerle toplumdan kopmaya, kendi içlerine kapanma ve
beraberinde psikolojik sorunlarla dolu bir hayata girebilmektedirler. Bu
tür olumsuzlukları aşamayan gençler zaman içerisinde alkol, kumar,
eroin gibi kötü alışkanlıklara ve suç işlemeye sürüklenebilmektedirler.
Antropologlar tarafından uyumsuzluk ve endişe durumu olarak da
adlandırılan kültür şoku kavramı, ilk kez Kalvero Oberg tarafından
1960 yılında, yeni bir kültür içinde ne yapılacağının bilinmemesinden
kaynaklanan sıkıntılı ve kaygılı hali tanımlamak için kullanmıştır
(Pederson 1995: 1). Kültür şokunu, bireylerin içinde bulunduğu
kültürden farklı bir kültüre geçtiklerinde karışık duyguların çıkardığı
gerginlik olarak da ifade etmek mümkündür. Farklı bir kültürel ortama
giren hemen her bireyde görülen bu kültür şokunun kolayca atlatılması
ve böyle bir zorluğun yaşanmaması için; her ülkenin planlı ve organize
olmuş uyumlaştırma ve oryantasyon çalışmalarını arttırması ve bu
konuya gereken ilginin gösterilmesi gerekir. Böylece bireylerin içine
girdikleri kültürel çevreye uyum sağlamaları kolaylaştırılmalıdır.
Ancak gidilen yerdeki bu uyum sağlama, kendi kültüründen
tamamen vazgeçme anlamına gelmemelidir. Kültürlerarası iletişimde
önemli bir yere sahip olan kültürel uyum konusu genellikle yanlış
anlaşılabilmektedir. Kültürlerarası iletişim çerçevesinde kültürel
uyum asimilasyon olarak algılanmamalıdır. Asimilasyon, “dışardan
gelen birisinin, göçmenin ya da tali konumdaki bir grubun egemen
olan toplumla ayırt edilemez derecede bütünleşmesi süreci” (Marshall
1999: 42) iken; uyum, “bireyin dünya görüşünün ev sahibi kültürün
davranış biçimlerini ve değerlerini içerecek şekilde genişlemesi süreci”
(Bennett 1998: 16) olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla asimilasyon
tamamıyla yeni bir birey ortaya çıkarırken kültürel uyum ile birey
Bildiriler Kitabı
- 93-
çokkültürlü hale gelmektedir. Bu durumda kültürel uyumu, bireyin
öz değerlerini kaybetmeden yeni bakış açısı ve değerler kazanmasını
sağlayan bir süreç olarak da tanımlamak mümkündür.
Ülkeler arasında göç olayına katılan ve gittikleri ülkelerde azınlık
durumunda olan bireyler, ev sahibi olan yerel kültüre, kendi kültürlerine
veya her ikisine birden ağırlık vermeleri ya da hiç birine ağırlık
vermemeleri gibi bir durum sergileyebilmektedirler. Bu seçenekler
açısından değerlendirildiğinde kültürel uyum, göçmen durumundaki
bireylerin baskın kültürel normlara sosyo-kültürel anlamda uyum ve
edinim kazanmaları olarak tanımlanmaktadır (Gül ve Kobl 2009: 139).
Dolayısıyla göç eden bireylerin gittikleri ülkedeki kültürel yaşama uyum
sağlama ve bu kültürün üyeleriyle ilişki kurma yeteneğine sahip olmaları
gerekmektedir. Ancak farklı bir kültürün kurallarını içselleştirmek, maddi
ve manevi unsurlarına uyum sağlamak birdenbire gerçekleşebilecek bir
durum değildir. Dolayısıyla kültürel uyum, gelişimsel bir süreç olarak
değerlendirilmektedir. Kültürel uyum vardır veya yoktur şeklinde
kesin bir sınır ortaya koymak mümkün değildir. Bu sürecin birtakım
gelişimsel basamakları bulunmaktadır. Temel hedefi farklı kültürlerden
gelen insanların karşılaşmaları ve birlikte yaşamalarını kolaylaştırmak
olan kültürlerarası iletişim açısından bu basamaklar büyük önem arz
etmektedir. Bu basamaklardan ilki, kültürlerarası iletişim yeterliliğidir.
İkincisi ise kültürlerarası iletişim yeterliliğinin tamamlayıcısı ve aynı
zamanda pekiştiricisi olan kültürlerarası duyarlılıktır. Kültürlerarası
duyarlılık kavramını açıklayabilmek için öncelikle iki önemli karışıklığa
açıklık getirilmelidir. Bunlardan ilki kültürlerarası duyarlılık, etkileşim
durumunun bilişsel, duygusal ve davranışsal yönleriyle ilgili olmakla
birlikte temel de duygusal olanla ilgili bir durumdur. İkincisi ise
bilişsel düzeye karşılık gelen kültürlerarası farkındalık, kültürlerarası
duyarlılığın temelini oluşturmakta ve bu ikisi davranışsal boyuta işaret
eden kültürlerarası iletişim yeterliliğine ulaştırmaktadır. Bu kavramlar,
birbirleriyle yakın ilişkileri bulunmasına karşın farklı kavramlar olarak
karşımıza çıktığı görülmektedir. Buradan hareketle kültürlerarası
duyarlılık, “kültürel farklılıklarla ilgili olarak deneyimleme ve farkında
olma becerisi” olarak tanımlanmaktadır (Hammer 2003: 422). Kültürel
duyarlılığa sahip bireyler, farklılıkları anlamaya, onaylamaya ve
kabul etmeye daha eğilimli olmaktadırlar. Farklılıklara önyargısız,
etnomerkezcilikten uzak, yargılamadan yaklaştıklarından kültürlerarası
iletişimde hayati bir önem taşıyan kültürel uyum sürecinin daha rahat
bir şekilde tamamlayabilmektedirler.
- 94-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Çokkültürlülüğün var olduğu her alanda kültürlerarası iletişim
açısından kültürel duyarlılığın geliştirilmesi büyük önem
taşımaktadır. Kültürel duyarlılık alanında Milton Bennett’ın
geliştirdiği “Kültürlerarası Duyarlılık Gelişim Modeli“ önemli bir yere
sahiptir. Bireyin kültürel anlamdaki deneyimleri, tecrübeleri arttıkça
kültürlerarası ilişkilerdeki kazanımları da o derece artmaktadır.
Dolayısıyla Bennett’ın geliştirdiği bu modelin temel amacının bireylerin
farklı kültürlere bakış açılarını incelemek olduğu söylenilebilir.
Bennett’ın bu modeli iki farklı aşamada ele aldığı görülmektedir.
Birinci aşama, bireyin kendi kültürünü odak noktası olarak kabul ettiği
etnomerkezcilik basamağı, ikinci aşama ise bireyin kendi kültürünü
diğer kültürler içinde değerlendirdiği etnorölativizim basamağıdır.
Etnomerkezcilik basamağından etnorölativizim basamağına doğru bir
gelişim söz konusudur. Etnomerkezci basamakda birey için temel olan
kendi kültürüdür, kendi kültürü dışındaki kültürleri yok saymaktadır.
Etnomerkezci basamak, farklılıkları reddetme, farklılıklara karşı
savunma ve farklılıkları azaltma ya da minimize etme gibi üç farklı
bölümden oluşmaktadır.
Etnomerkezci yönelimde en önde gelen reddetme düzeyinde
bireyler, kültürel farklılıkları inkâr etmekte ya da büyük ölçüde
bunları görmezden gelmektedirler. Ayrıca bu aşamada bireyler,
başkalarının kültürel kimliklerini dikkate almadıkları gibi kendi
kültürel kimliklerinin bile yaşamlarını nasıl etkilediğinin farkında
olmazlar. Bunu takip eden savunma düzeyi de biz ve onlar arasındaki
kutuplaşma ile karakterize edilmektedir. Etnomerkezciliğin son
yönelimi olan azaltma ya da minimize etmenin ayırt edici noktası
ise insanların benzerliğinin vurgulanmasıdır. Bireyler burada, tüm
insanların temelde aynı olduğu düşüncesine sahiptiler (Bekiroğlu ve
Balcı 2015: 435). Görüldüğü gibi reddetme basamağındaki bireyler,
kendi kültürlerini tek doğru kültür olarak değerlendirmekte ve
kültürel farklılıkları reddetme eğilimi içinde olmaktadırlar. Dış
kültürlere kapalı olduklarından farklı kültürlerle iletişim içinde
olmak istemezler. Dar bir bakış açısına sahip olan bu tür bireylerin
sosyal anlamdaki davranışları da bu yönde olduğu görülmektedir.
Hatta bu kişilerin sosyalleşme süreçlerini tamamlayamadıklarını
da söylemek mümkündür. Savunma eğilimi içinde olan bireyler ise,
farklı kültürleri bir tehdit unsuru olarak görmektedirler. Doğal olarak
farklı kültürler karşısında bir savunma mücadelesi içine girerler ve
diğer kültürleri kötüleme, kendi kültürlerini yüceltmeye çalışırlar.
Bildiriler Kitabı
- 95-
Etnomerkezci basamağın son aşaması olan azaltma düzeyi içinde
yer alan bireyler ise reddetme ve savunma basamağındakilere göre
daha esnek olduklarını söyleyebiliriz. Kendi kültürlerinin evrensel bir
dünya görüşünü yansıttığını ifade eden bu bireyler, farklı kültürleri
de kabul ederler, ancak bu farklı kültürleri önemsiz ve değersiz olarak
görürler. Farklı kültürlerle etkileşim içine girdiklerinde ise kendi
kültürleri ile diğer kültürler arasında benzerlikler kurarak ısrarla
kendi kültürlerine uydurabilme çabası içine girmektedirler. Her üç
basamağa da bakıldığında, bireylerin kendi kültürlerinin doğruluğu
ve evrenselliğine inandıkları, diğer kültürleri ise ya tamamen ya
da kısmen reddettikleri veya kendi kültürlerine uyacak şekilde
değiştirmeye çalıştıkları görülmektedir. Dolayısıyla bu basamaklarda
yer alan bireylerin kültürlerarası iletişim açısından en büyük engeli
oluşturduklarını söylemek mümkündür.
Etnorölativizmi ise bireyin kendi kültürü dışında başka kültürlerin
de olduğunun farkına varmaya başladığı basamak olarak
değerlendirebiliriz. Etnorölativist basamak, kabul etme, uyum ve
bütünleşme düzeylerini içermektedir. Etnorölativizmin ilk aşaması
olan kabul etme düzeyinde kültürel farklılıkların varlığı kabul
edilmekte, tanınmakta ve bu farklılıklara saygı gösterilmektedir.
Uyum, bireylerin farklı kültürlerin üyeleriyle iletişim ve etkileşim
kurmak için yeteneklerini geliştirdikleri aşamadır. Etnorölativist
boyutun son aşaması olan bütünleşme düzeyinde ise bireyler, kültürel
açıdan marjinal kalmalarına rağmen tutarlı bir biçimde kimliklerinin
çoklu yönlerini entegre etmek için çalışmaktadırlar. Herhangi bir
kültürün çevresindeki böyle bireylerin varlığı bu aşamanın anahtar
bileşeni oluşturmaktadır. Onlar verili kültürel bağlam ile olan
ilişkilerini sürekli olarak tanımlama süreci içinde bulunmaktadırlar
(Bekiroğlu ve Balcı 2015: 435). Kabul etme basamağındaki bireylerin
kendi kültürleri dışında farklı kültürlerin de olduğunu kabul ettikleri
ve bu kültürel farklılıklara karşı duyarlı oldukları görülmektedir.
Ancak buradaki kabul etme, diğer kültürlerin bakış açılarını tamamen
benimseme anlamına gelmemektedir. Daha çok farklı kültürlerin
davranış ve düşünme biçimlerinin kendilerinde farklı olabileceğini
kabul etmektedir. Uyum aşamasında ise farklı kültürleri algılama
ve algıladıkları bu kültürlere uyum sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu
görüşe sahip olan bireyler empati kurabilme yeteneğine de sahiptirler
ve dolayısıyla içinde yaşadıkları dünyaya dışardan bakabilmektedirler.
Hatta bu kişiler diğer kültürlerle daha etkili bir iletişim içinde olabilmek
- 96-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
için davranışlarını değiştirme eğiliminde de bulunabilirler. Uyumun
ileri aşamaları bireylerin çok kültürlülüğe kadar götürebilmektedir.
Etnorölativizmin son basamağı olan bütünleşme aşamasında ise
bireyler, farklı kültürlere ve bu kültürlerin dünya görüşlerine dâhil
olma ya da tamamen dışına çıkma eğilimi gösterebilirler. Bu görüşe
sahip olan bireyler kendilerini kültürler arası ya da çok kültürlü
olarak tanımlayabilmektedirler. Bu aşamaya geçmiş olan bireyler
sadece farklı kültürleri değil, topumdaki farklı kesimleri de aynı
bakış açısıyla değerlendirme yeteneğine sahip olurlar. Bütünleşme
basamağındaki bireyleri, diğer insanları olduğu gibi kabul etme
ve bu yönde iletişim kurabilme yeterliliğine ulaşmış olan bireyler
olarak değerlendirebiliriz. Etnorölativizim olarak değerlendirilen bu
üç basamağa da baktığımızda, bu basamaklardaki bireylerin farklı
kültürlerin varlığını kabul edecek, bu kültürlere belli ölçüde uyum
sağlayabilecek gelişmeyi sağlayabildikleri görülmektedir. Dolayısıyla
bu basamaktaki bireyler kültürlerarası iletişimin başarıya ulaşmasında
önemli unsurları oluşturmaktadırlar. Özetle etnomerkezcilik farklı
kültürleri aşağılama, yadsıma ve onlardan kaçınmayı ifade ederken
etnorölativizim ise farklı kültürleri araştırma ve öğrenmekten zevk
alma, bu kültürleri belli ölçülerde kabul etme ya da uyum sağlama
olarak değerlendirebiliriz. Bu durumda, sağlıklı bir kültürel uyumun
sağlanabilmesi için etnomerkezci basamaklardan bunun tersini içeren
etnorölativizim basamağına doğru bir ilerlemenin olması gerektiğini
söylemek mümkündür.
Kültürel duyarlılığın bireysel ya da toplumsal düzeyde
geliştirilmesinin kültür şokunun üstesinden gelinmesinde ve kültürel
uyum sorunlarının aşılmasında hayati bir öneme sahip olduğu
belirtilmektedir. Göç alan ülke, göç eden bireylerin kültürel uyum
sağlamasını beklemekte, diğer yandan da bireylerin uyum konusu ile
baş etmeye çalıştıkları ifade edilmektedir. Göç eden birey açısından
bakıldığında iki önemli unsurun kültürel uyumun derecesinde
etkili olduğu düşünülmektedir. Birincisi, bireyi göçe yönelten temel
neden, ikincisi ise bireyin kültürlerarası iletişim yeterliğidir. Bireyin
göç etmesi, iklim ya da siyasal kaynaklı göçlerde olduğu gibi bir
zorunluluktan kaynaklanıyorsa kültürel uyumun sıkıntılı bir süreç
olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Bu durumda, zorunlu olarak göç
eden bireylerin gönüllü olarak göç edenlerden daha zorlu bir uyum
süreci geçirdikleri vurgulanmaktadır (Haksever 2014: 19). Bireyin
kültürel uyum sürecinde, göç olayına gönüllü veya zorunlu olarak
Bildiriler Kitabı
- 97-
katılması önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Savaşlar,
sürgünler gibi zorunlu göç yoluyla farklı kültürlere giren bireylerin
bu uyum sürecini sağlıklı bir şekilde atlatması beklenemez. Böyle
bireylerin uyum konusunda yardım alması gerekmektedir. Ancak
beyin göçü ya da güneş göçü gibi göçlerde gönüllü olarak göçe katılan
bireyler gidecekleri ülkeyi tanımaya istekli olduklarından gitmeden
önce o ülkenin kültürüyle ilgili bilgi sahibi olmaktadırlar. Dolayısıyla
bu durum da kültürel uyum sürecini hızlandırmaktadır.
Kültürel uyumun derecesinde etkili olan bir diğer unsurda bireyin
kültürlerarası iletişim yeterliliğidir. Kültürlerarası iletişim yeterliliği,
kültürlerarası duyarlılıkta yakından ilişkili bir alan olarak karşımıza
çıkmaktadır. Kültürlerarası iletişim yeterliliği, farklı kültürlerle
etkileşim içinde bulunabilme ve bu etkileşim sırasında sağlıklı bir
iletişim sağlayabilmeyi gerektirmektedir. Dolayısıyla uluslararasında
gerçekleşen göç hareketlerinde, kültürel uyumun etnomerkezci
basamaklardan etnorölativist basamaklara doğru bir gelişim
gösterebilmesi için bireylerin kültürlerarası iletişim yeterliliklerini
sahip olması ya da bu konuda kendilerini geliştirmeleri gerekmektedir.
Kültürlerarası iletişim yeterliliği; bir kişinin farklı kültürden biriyle
etkin ve uygun bir şekilde bilgi alışverişinde bulunabilme yetisine
sahip olması olarak tanımlanmaktadır (Rogers 1999: 221). Bireyin
kültürlerarası iletişim yeterliliğine ulaşabilmesi için; öncelikle
kültürlerarasındaki farklılıkların farkında olması ve kültürel duyarlılığa
sahip olması gerekmektedir. Bireylerin farklı kültürleri tanıması,
bu kültürler hakkında bilgi sahibi olması ve aynı zamanda kendi
kültürlerini tanıtması kültürlerarası iletişimin kurulabilmesini sağlar,
dolayısıyla bütün kültürlerin değerli olduğunu her iki tarafında kabul
etmesi, ortak değer yargılarda buluşulmasını sağlayacaktır. Ancak
bu şekilde kültürlerarası iletişim yeterliliği kazanılabilmektedir. Aksi
takdirde kültürlerarasındaki çatışmalar kaçınılmaz olacaktır. Buradan
yola çıkarak da yeterlilik arttıkça yanlış anlamaların azalacağını
söylemek mümkündür.
Bireyin kültürlerarası iletişim yeterliliğine sahip olabilmesi için aynı
zamanda dil yeterliliğini de kazanmış olması gerekmektedir Hall’a
göre iletişim dünyası, üç parçadan oluşmaktadır. Bunlar; kelimeler,
maddi şeyler ve davranışlardır (Hall 1990: 3). Dil, bireylerin düşünce
ve duygularını aktarmasına, buna bağlı olarak da çevresiyle iletişim
sağlamasını olanak veren en önemli araçtır. Dolayısıyla dil, gerek
- 98-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
aynı kültür içinde gerekse kültürler arasındaki iletişimde vazgeçilmez
bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Dil aracılığıyla iletişim
kurabilmek aynı zamanda o kültürün içine girebilmek demektir.
Bütün bunlara dayanarak bir kültür hakkında ayrıntılı bilgi sahibi
olmanın en önemli koşulunun şüphesiz o kültürün dilini öğrenmek
olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla dili öğrenmek aynı zamanda
kültürün maddi-manevi unsurlarını ve davranış biçimlerini de
öğrenmek anlamına gelmektedir. Ancak bir kültürü öğrenmek her
zaman o kültüre uyum sağlamak olarak algılanmamalıdır. Bu noktada
kültürlerarası iletişim yeterliliğinin farklı unsurlarına da gereksinim
duyulmaktadır.
Kim, kültürlerarası iletişim yeterliliğini açıklarken bilişsel, duyusal
ve davranışsal olmak üzere üç unsurdan bahsetmektedir. Kim’e
göre; bilişsel olarak yeterli bir kişi, gittiği ülkenin dilini ve kültürünü
iyi tanıması gerekir. Ayrıca tarihi, kurumları, hukuk ve mevzuatı,
inançları, normlar ve sosyal davranış kuralları ile bireyler arasındaki
ilişkiler hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Duyusal yeterlilik ise
yabancılara, yerlilerin duygusal ve estetik deneyimlerine ortak olma
imkânı tanımaktadır. Bu deneyimleri sevinç, heyecan, mizah, başarı ve
güzellikten; hüzün, sıkıntı ve umutsuzluğa kadar geniş bir yelpazede
değerlendirmek mümkündür. Davranışsal unsur ise yabancı olarak
adlandırılan göç eden bireye, sözlü ve sözsüz etkileşimde doğru
kombinasyonları seçme şansı tanımaktadır. Dolayısıyla sözel iletilerin
olduğu kadar sözel olmayan davranış kalıplarının da en doğru
şekilde anlaşılması gerekmektedir. Kültürlerarası iletişim yeterliliği,
toplumsal etkileşim ve iletişimde ulaşılması gereken bir derece olarak
değerlendirildiğinde farklı bir kültürün içerisinde bulunan her bir
birey için ayrı ayrı önem taşımaktadır (Kim 2002: 454-455). Kim’in de
belirttiği gibi kültürlerarası iletişim yeterliliğini sadece bilgi düzeyinde
düşünmemek gerekir. Bu süreçte duyusal ve davranışsal faktörlerinde
etkili olduğu unutulmamalıdır. Bu üç unsurun da genellikle bir arada
bulunmaması kültürlerarası iletişimin olumsuz yönde seyretmesine
neden olmaktadır. Dolayısıyla kültürlerarası iletişimde farklı
kültürlerin ve kültürel farklılıkların olmasının son derece doğal olduğu
kabul edilmelidir. Aynı zamanda iletişim içerisinde olan bireylerin
kültürel farklılıklar hakkında bilgi sahibi olması ve bu yönde söylemler
ve davranışlar geliştirmesi gerekir ki bu durum, kültürlerarası iletişim
açısından son derece önem taşımaktadır.
Bildiriler Kitabı
- 99-
Kültürlerarası iletişim yeterliliğine ilişkin davranış biçimleri, sadece
göç eden bireyler tarafından değil, aynı zamanda yerli kültürdeki
bireyler tarafından da benimsenmesi gerekmektedir. Bu, istenilen
ideal bir durumu göstermektedir. Bireyi öz kültüründen kaynaklanan
bilişsel ve duyusal özelliklerinden soyutlamak imkânsızdır.
Dolayısıyla insanların karşılıklı olarak birbirlerinin kültürlerine saygı
duyduğu, birbirini anlamaya çalıştığı, kişilerarası iletişimi etkin ve
uygun bir şekilde yönettiği ve belirsizlikler karşısında olumlu bir
tavır aldığı toplumsal bir düzen oluşturmak pek mümkün değildir.
Hatta böylesine steril bir yapının oluşabileceği bir toplumu düşünmek
bile yersizdir. Ancak göç eden bireyin, göç etmesinden kaynaklanan
sorunların çözümlenmesinde, kültürlerarası iletişim yeterliliğini
oluşturan unsurların geliştirilmesi önemli bir yer tutmaktadır. Bir
taraftan karşılıklı olarak kültürlerarası duyarlılığın diğer taraftan da
bireysel düzeyde kültürlerarası iletişim yeterliliğinin geliştirilmesi
ülkeler arasında gerçekleşen göçlerde yaşanan kültür şoku ve kültürel
uyum sorunlarının çözülmesinde ve kültürlerarası iletişim engellerinin
aşılmasında önemli bir rol oynamaktadır.
SONUÇ
Küreselleşmeyle birlikte ülkeler arasındaki sınırlar giderek ortadan
kalkmakta ve farklı kültürlerden gelen insanlar arasındaki mesafeler
azalmaktadır. Bu durum farklı kültürlerden insanların birbirlerini
tanımalarına imkân verdiği gibi bu kültürlerin birbirleriyle çatışma
içine girmelerine de neden olmaktadır. Özellikle uluslararası göçlerin
önemli rol oynadığı bu kültürel karşılaşmalar sonucunda bir takım
sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunları aşmak, sağlıklı ve başarılı
bir kültürlerarası iletişim ortamı sağlamakla mümkün olabilecektir.
Kültürlerarası iletişimin başarısını doğrudan etkileyen unsurların
başında yanlış anlamalar, önyargılar, algısal farklılıklar, kültürel
şoklar ve etnomerkezci yaklaşımlar gelmektedir. Bu unsurlar iletişimin
kalitesini olumsuz yönde etkilemekte ve dolayısıyla kültürlerarası
iletişimin önündeki en büyük engel olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu bağlamda uluslararası göç olaylarının da toplumların yaşamında
olumlu etkilere sahip olabilmeleri için bu engellerin aşılması ve
kültürlerarası iletişimin hem bireysel hem de kurumsal düzeyde
geliştirilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan öncelikle yapılması
gereken kültürlerarası iletişim becerilerini geliştirmektir. Bunun
- 100-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
için de önyargılardan ve genelleştirmelerden kaçınmak, kültürel
farklılıklara karşı duyarlı olmak, küçümseme ve suçlamalardan
uzak durmak gerekir. Ayrıca farklı kültürlerden insanlarla iletişim
kurarken, sözlü ya da sözsüz iletişim kodlarının paylaşılması ve
yeni bir ortak dil ve davranış kalıplarının ortaya konulması büyük
önem arz etmektedir. Bu bağlamda yirmi birinci yüzyıl insanından
beklenen de önyargılardan ve suçlamalardan arınarak farklılıklara
duyarlı, karşılıklı iş birliği, saygı ve güvene dayanan çağdaş bir kültür
geliştirmektir. Zaten kültürlerarası iletişimin temelinde de farklılıkları
minimize etmek değil, diğer kültürleri de olduğu gibi kabul edip
farklılıklara saygı duymak, anlamaya çalışmak ve bunu uygulamaya
geçirmek yatmaktadır. Dolayısıyla küreselleşme ve buna bağlı olarak
yaygınlaşan uluslararası göçlerinde etkisiyle büyük bir köye dönüşen
dünyada başarının sırrı, sağlıklı bir iletişimden geçmektedir. Bunun
içinde hiç beklenmeden eğitim programlarına kültürlerarası iletişim
modülünün yerleştirilmesi gerekmektedir.
KAYNAKÇA
AKSOY, Zeynep (2012). “Uluslararası Göç ve Kültürlerarası İletişim”,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı:20, İzmir, ss. 292-303.
BAKIRTAŞ, Tahsin ve Orhan KANDEMİR (2010). “Gelişmekte Olan
Ülkeler ve Beyin Göçü: Türkiye Örneği”, Kastamonu Eğitim Dergisi,
Cilt: 18 No: 3, ss. 961-974.
BALKIRI, Canan, KARAMAN, Z. T. ve Berna KIRKULAK (2008).
“Yabancı Emekli Göçünün Sosyal ve Ekonomik Etkileri: Antalya ve
Çevresi Üzerine Ampirik Bir Çalışma”, Uluslararası Emekli Göçünün
Sosyal ve Ekonomik Etkileri: Antalya Örneği, der. Canan Balkırı, Antalya,
ss. 8-38.
BAYRAKTAR, Rasim (2013). “Zorunlu Göçten Ulus-Ötesi Yurttaşlığa”,
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 12, Sayı: 24, ss. 109-126.
BEKİROĞLU, Onur ve Şükrü BALCI (2015). “Kültürlerarası İletişim
Duyarlılığının İzlerini Aramak: İletişim Fakültesi Öğrencileri Örneğinde
Bir Araştırma”, Looking for the Clues of Sensitivity of Intercultural
Communication: “A Survey on the Sample of Communication Faculty
Students”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Erişim Tarihi: 10.08.2015.
BENNETT, Milton J. (1998). “Intercultural Communication: A Current
Bildiriler Kitabı
- 101-
Perspective”, Basic Concepts of Intercultural Communication: Selected
Readings, ed. Milton J. Bennett, Yarmouth, ME: Intercultural Press, pp.
1-24.
BRUCE, Steve ve Steven YEARLEY (2006). The Sage Dictionary of
Sociology, Sage Publications, London.
ÇAĞLAYAN, Savaş (2006). “Göç Kuramları, Göç ve Göçmen İlişkisi”,
Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (İLKE), Sayı: 17, ss.
67-91.
ÇETİNDAĞ, Yusuf (2002). “Kültür, Sanat ve Edebiyat Açısından
Timurlu-Osmanlı İlişkileri”, Folklor/Edebiyat, VIII, ss. 159-170.
DOĞAN, Süleyman (1988). “Yurt Dışı Yaşantısı Geçiren ve Geçirmeyen
Lise Öğrencilerinin Problemleri”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi),
Ankara: Hacettepe Üniversitesi.
DUVERGER, Maurice (1975),
İstanbul: Varlık Yayınları.
Siyaset Sosyolojisi, çev. Şirin Tekeli,
GENÇLER, Ayhan (2004). “Avrupa Birliği’nin Göç Politikası”, Sosyal
Siyaset Konferansları Dergisi, S: 49, ss. 173-197.
GİDDENS, Anthony (2008).
Kırmızı Yayınları.
Sosyoloji, çev. Cemal Güzel, Ankara:
GIDDENS, Anthony (2010). “Göçmenlerin Emek Piyasası Üzerindeki
Etkisi”, Sosyoloji Başlangıç Okumaları, ed. Anthony Giddens, Ankara:
Say Yayınları.
GÜL, Vahdet ve Semra KOLB (2009). “Almanya’da Yaşayan Genç
Türk Hastalarda Kültürel Uyum, İki Kültürlülük ve Psikiyatrik
Bozukluklar”, Türk Psikiyatri Dergisi, S: 20(2), ss. 138-143.
GÜVENÇ, Bozkurt (1974). İnsan ve Kültür, İstanbul: Remzi Kitabevi
Yayınları.
HAKSEVER, Ali (2014). “Federal Almanya’da Göç ve Entegrasyon
Politikaları”, T.C. Ankara: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Dış
İlişkiler ve Yurtdışı İşçi Hizmetleri Genel Müdürlüğü Yayınları.
HALL, Edward, T. ve Mildred REED HALL (1990). Understanding
Cultural Differences, USA: Intercultural Press Inc.
HALL, John A. (2008). “Kültür”, ed. William Outhwaite, Modern Toplumsal
Düşünce Sözlüğü, çev. Melih Pekdemir, İstanbul: İletişim Yayınları.
- 102-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
HAMMER, Michael, R. (2003). “Measuring Intercultural Sensitivity:
The Intercultural Development Inventory”, International Journal of
Intercultural Relations, 27, pp. 421-443.
İÇDUYGU, Ahmet (2009). International Migration and Human
Development in Turkey, UNDP Human Developments Research Paper.
KARTARI, Asker (2001). Farklılıklarla Yaşamak: Kültürlerarası İletişim,
Ankara: Ürün Yayınları.
KINIK, Kerem (2015). “Göç, Sürgün ve İltica”, http://www.amnesty.
org.tr/ai/system/files/Kerem_Kinik.pdf, Erişim Tarihi: 10.08.2015.
KİM, Young Yun (2002), “Intercultural Communication, Adaptation”
ed. Jorge Reina Schement, Encyclopedia of Communication And
Information, New York: Gale Group-Thomson Learning, pp. 452-459.
KOÇAK, Yüksel ve Elvan TERZİ (2012). “Türkiye’de Göç Olgusu,
Göç Edenlerin Kentlere Olan Etkileri ve Çözüm Önerileri”, Kafkas
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 3, ss.
163–184.
KOÇAK, Yüksel (2014). “Türkiye’de Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının
Göç Üzerine Etkisi: Kars 29 Ekim Mahallesi Örneği”, Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic, Volume 9/5 Spring 2014, pp. 1411-1432.
MARSHALL, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay ve
Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
MASSEY, Douglas S. vd (1993). “Uluslararası Göç Kuramlarının Bir
Değerlendirmesi”, çev. Saniye Dedeoğlu, Burcu Oskay, Çağlar Özbek,
İbrahim Sirkeci, M. Murat Yüceşahin, Cilt: 1, Sayı: 1, ss. 11-46.
MUTLU, Erol (2004). İletişim Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
MUTLUER, Mustafa (2003). Uluslararası Göçler ve Türkiye: Kuramsal ve
Ampirik Bir Alan Araştırması: Denizli/Tavas, İstanbul: Çantay Kitabevi
Yayınları.
ODYAKMAZ, Acar Nevzad (2008). İletişim Sözlüğü, İstanbul: Babil
Yayınları.
OSKAY, Ünsal (1997). İletişimin ABC’si, İstanbul: Der Yayınları.
ÖZYURT, Cevat (2012). Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma,
İstanbul: Pınar Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 103-
PEDERSON, Paul (1995). The Five Stages of Culture Shock: Critical
Incidents Around the World, USA: Greenwood Publishing.
ROGERS, Everett, M. (1999). “Georg Simmel’s Concept of the Stranger
and Intercultural Communication Research”, Communication Theory, 9
(1), pp. 58-74.
SÜDAŞ, İlkay, ve Mustafa MUTLUER (2008). “Ekonomik Etkileri
Açısından Türkiye’nin Turizm Merkezlerine Yönelik Avrupalı
Göçleri”, Ege Coğrafya Dergisi, 17/1-2, ss. 51-59.
ŞAHİN, Cengiz (2001). “Yurt Dışı Göçün Bireyin Psikolojik Sağlığı
Üzerindeki Etkisine İlişkin Kuramsal Bir İnceleme”, Gazi Eğitim
Fakültesi Dergisi 21/2, ss. 57-67.
TAŞCI, Faruk (2009). “Bir Sosyal Politika Sorunu Olarak Göç”, Kamuİş; C: 10, S: 4, ss. 177-204.
TUZCU, Ayla ve Kerime BADEMLİ (2014). “Göçün Psiko-sosyal
Boyutu”, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, ss. 56-66.
ÜGEÖZ, Perihan (2003). Kültürlerarası İletişim, İstanbul: Üstün Eserler
Neşriyatevi.
YALÇIN, Cemal (2004). Göç Sosyolojisi, Ankara: Anı Yayınları.
ZİYA, Olcay (2015). “Mülteci-Göçmen Belirsizliğinde İklim
Mültecileri”, Climate Refugees In The Uncertaınty Of Beıng a Refugee
Or Mıgrant, Erişim Tarihi: 10.08.2015
- 104-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Dilara TAŞKIN
Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
GÜMÜLCİNE’DEN TÜRKİYE’YE GÖÇLER: BURSA ÖRNEĞİ
ÖZET
Gümülcine (Komotini) Yunanistan’ın Trakya bölgesinde, Rodop ilinin
merkezinde bulunan ve önemli ölçüde Türk nüfusunun yaşadığı bir şehirdir.
Şehrin 2001 kaynaklarına göre toplam nüfusu 43.362’dir. Gümülcine’nin
adını, bulunduğu bölgeye 27 km uzaklıktaki dağlarda bulunan Şap madeni
bölgesine ilk olarak yerleşen insanlardan olan Kömürcü Nine’den aldığı
sanılmaktadır.
1920 yılında Gümülcine nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Türkler, 30 Ocak
1923 yılında imzalanan Türk ve Rum Ahali Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve
Protokol anlaşmasıyla mübadeleye zorlanmıştır. Gümülcine’den Türkiye’ye
yapılan göçler; Edirne, Bursa, İstanbul, Balıkesir, Adana, Isparta, Antalya,
İzmir gibi şehirlere olmuştur. İskân edilen bölgelerde mübadillerin gelenek ve
görenekleri, kıyafet, müzik, mutfak kültürleri, dil ve lehçeleri, kısacası ortak
hafızalarının, kültürel miraslarının ve kimliklerinin Türkiye’de yaşatılması
büyük önem taşımıştır. Söz konusu muhacirler gittikleri yerlerde başlangıçta
büyük güçlüklerle karşılaşmışlardır. Tütüncülük veya hayvancılıkla geçinen
mübadillerin bir kısmı, ekonomik faaliyetlerini gerçekleştiremeyecekleri
kıyı bölgelerdeki köy ve kentlere yerleştirilmişlerdir. Tarımla uğraşan birçok
mübadil şehirlerde iskân edilirken şehirli mübadiller ise kırsal kesime
yerleştirilmiştir. Konumuz olan Bursa örneğini ele alırsak buradaki insanlar,
daha önce yaşadıkları Gümülcine’de tütün işi ile uğraştıklarından dolayı
yeni yerleşim yerlerinde değişik meslek gruplarına yönelmişlerdir. İpek
dokumacılığı, zeytincilik, bağcılık, ticaret, denizcilik, süthanecilik, hayvancılık
ve tekstil bu işlerden bazılarıdır.
Gümülcine’den gelen muhacirler beraberlerinde yemek kültürlerini de
getirmişlerdir. Geleneksel yemeklerinden başlıcaları; akıtmalı tavuk, kapama,
yoğurt dolması, keçi bacağı ve mahlepli çörektir. Ayrıca eski adetlerinden
bazıları; düğünlerinin üç gün üç gece sürmesi, komşu köylere yemek
verilmesi, geline simli işli kaftan, elmas taşlı taç takılması, günlük hayatta ise
ferace giyilmesi gibidir. Bu bildiride çeşitli örnekleriyle halkın yaşam tarzı
işlenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Gümülcine, Bursa, Mübadele, Kültür.
Bildiriler Kitabı
- 105-
GİRİŞ
Gümülcine (Komotini) Yunanistan’ın kuzeydoğusunda bulunur.
Şehrin batısında İskeçe (Xanthi), güneybatısında Kavala ve Selanik,
güneyinde Ege Denizi, güneydoğusunda Dedeağaç (Alexandroupolis)
şehirleri yer alır. Gümülcine’nin eski adları Phoros, Porsulae, Komotene
ve Gümürjina’dır. Bir iddiaya göre, Yunan hekimlerinden Bilkos,
cüzzam hastalığına tutulan kızı Rumçine’yi bu şehre göndermişti.
Gümülcine’nin havası ve suyu, kızın hastalığını iyileştirmiş ve Rumçine
de bu şehri imar etmiştir. Böylece Yunanlılar bu şehre Rumçine
adını vermişlerdir. Osmanlı-Türk yönetiminde ise Gümülcine olarak
adlandırılmıştır. 1920 yılında Yunan yönetimine geçtikten sonra 1925
yılına kadar şehrin adı Gumurjina olarak devam etmiş, daha sonraki
yıllarda şehir Komotini adını almıştır. Ayrıca eski Trak boylarından
Ordyslerin kurduğu eski bir kent olan Gümülcine, MÖ beşinci
yüzyılda Perslerin (İranlıların) istilasına uğramış, yine MÖ dördüncü
yüzyılda Makedonya Kralı II. Philip’in eline geçmiştir. MÖ 280 yılında
Galat saldırısında yıkılmış ve MÖ 168 yılında Makedonya Krallığının
Roma’ya katılması üzerine bu imparatorluğa bağlanmıştır. Daha
sonra Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı diye ikiye bölünmesi
üzerine (MS 395) Komarhia adıyla Bizans’ın payına düşmüştür. Roma
ve Bizans egemenlikleri boyunca buraya hep Komarhia denmiştir.
Komarhia, Roma ve Bizans dönemlerinde köylerin gözetim merkezi’
anlamına gelirmiş (Bıçakçı 2003: 121).
Gümülcine’nin fetih tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber ilk
kronikler, Sultan Murad’ın Edirne’nin fethinden sonra Bursa’ya
geldiğini, burada kışladığını, Gümülcine’nin alımının da bundan
sonraki dönemde olduğu belirtilmiştir. Osmanlıların süratle Rumeli’de
ilerlediklerini gören Bizans hükümdarı Türkleri yerleştikleri
bölgelerden çıkaramayacağını anlayınca Sırp ve Bulgar kuvvetleriyle
birleşmiştir. Haçlı ordusu 1364 yılında Sırp-Sındığı denilen savaşta
Hacı İl Bey komutasındaki 10.000 kişilik Türk ordusunun ani bir gece
baskını sonunda yok edilmiştir. Buna rağmen Sırp ve Bulgar kuvvetleri
taarruza devam etmiş ve Kral Aleksandır, Kırkkilise, Pınarhisar, Vize
ve Midye’yi alırken, Sırplar da Serez ile birlikte Gümülcine’yi geri
almıştır. Bunun üzerine Türk akıncıları elden çıkan Gümülcine ile
kıyı bölgelerini ele geçirmek için akınlara başlamıştır. Sırp-Sındığı
Savaşı’ndan sonra Evrenos Gazi, Gümülcine’ye girmiş ve Serez’e kadar
olan bölgeyi işgal etmiştir. Fakat işgal edilen yerler geri alınamamış,
- 106-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
1371 yılında uç merkezi İpsala’dan Gümülcine’ye kaydırılmış ve batıya
yapılan taarruzlar bu merkezden beslenmeye başlamıştır. 1370 ile 1371
yıllarında Bulgaristan, Osmanlı topraklarına katılmış, bu sebepten
dolayı Sırbistan, Türk devletine komşu olmuştur. Sırbistan’da Kral
Uros’un 1367 yılında ölmesi üzerine bir buhran baş göstermiş, kısa
bir süre sonra Sırbistan’ı Vukaşın ile Ulgaşe adlı kardeşler yönetmeye
başlamıştır. İki kardeş, Bulgarlar ve Rumlarla birleşerek Osmanlılar
üzerine harekete geçmiş, ancak 25-26 Eylül 1371 tarihinde gerçekleşen
Çirmen Savaşı’nda yenilince Osmanlılar Gümülcine’yi tamamen ele
geçirmiş, Batı Trakya ve Makedonya bölgesini de fethe açmıştır.
Rumeli’ye geçirilen ve iskân edilen ilk kafileler ise Karesi bölgesindeki
konar-göçer Türkmen gruplarından ve Arap ailelerden oluşmuştur.
Göçler belli dönemlerde olmamış, geçişler sistemli bir şekilde yıllarca
devam etmiştir. Ayrıca Osmanlı ümerası, fethettikleri yerleri sadece
işgal etmekle kalmamış, buralara göçmen yerleştirerek bu bölgeyi
tamamen kendilerine bağlamak için teşkilatlandırma yapmışlardır.
I. Murat döneminde, Lala Şahin Paşa ve Evrenos Bey Kavala,
Drama, Serez ve Gümülcine’yi Osmanlı topraklarına katmışlardır.
Türklerin külliyetli miktarda Rumeli’ye geçirildiğini ve bir kısmının
da Gümülcine ve civarlarında iskâna tabi tutulduğunu Tahrir
Defterlerindeki kayıtlardan anlayabiliriz. Bu önemli kayıtlardan biri
de Edirne Muradiye İmareti Vakıf kaynaklarında anılan köy adlarıdır.
Gümülcine’ye bağlı köylerden bazıları şöyle anılmaktadır: Çekirdek,
Akpınar, Karakocalı, Boyatlar, Karagözlü, Hacılar, Söğütlü, Darıderesi,
Elmalu, Hallaç Deresi. Bu köyler, bugün Anadolu’nun pek çok köyüyle
aynı adları taşımaktadır. Bu şekilde Gümülcine havalisi tımar sistemi
ile pek çok küçük arazi parçalarına bölündüğü ve tımar sahipleri
tarafından imar edilerek meskûn bir hale sokulduğu gibi, sadece siyasi
bakımdan değil, toplumsal bakımdan da Türkleştirilmiştir (Bıçakçı
2003: 124-125).
Gümülcine’nin Türk tarihinde önem kazanması, Avrupa’daki Türk
sınırlarının bu kasabaya doğru gerilemesi ve istila ordularının
bölgeyi tehdit etmesiyle başlamıştır. Bu tarihlerde Gümülcine sanayi
bakımından gelişmiş bir yerdir. Demir madeni işletilmekteydi. Burada
çalışan halk, 1762 tarihli bir kararla vergi yükümlülüklerinden muaf
tutulmuştur. İlk Rus istilasından kurtarılan Edirne, 1830 yılında beş
sancaklı bir vilayet haline getirildiğinde, Gümülcine de yine kaza
olarak Edirne ilinin Filibe Sancağı’na bağlandı. 1876-1877 Osmanlı-
Bildiriler Kitabı
- 107-
Rus Savaşı’nda, Süleyman Paşa komutasındaki ordu, Gümülcine’ye
çekilerek tutunabilmiştir. Savaştan sonra Ruslar, Gümülcine dâhil,
birçok Türk toprağını Bulgaristan’a bırakma önerisinde bulundularsa
da Berlin ve Ayastefanos Kongreleri sonunda Gümülcine Osmanlılarda
kalmış ve 1789 yılında yeniden teşkilatlandırılarak Edirne Vilayetine
bağlı birinci sınıf bir sancak haline gelmiştir. Bundan sonra Osmanlı
hükümeti, Gümülcine’yi kalkındırmak için girişimlerde bulunmuştur.
Balkan Savaşı sırasında 22-23 Ekim 1912 tarihinde Kırcaali-Edirne
Savaşı’nda Osmanlı ordusunun yenilmesi üzerine, Doğu Trakya ile
Makedonya arasındaki bağlantıyı kurmakla görevli Ali Yaver Paşa’nın
Fere yöresinde Bulgarlara teslim olmasıyla Gümülcine’de 551 yıl süren
Türk hâkimiyeti son bulmuştur (Bıçakçı 2003: 126).
BALKAN SAVAŞI’NDA GÜMÜLCİNE
Osmanlı Devleti’nin savaşlarda yenilmesi ve zayıflamasına paralel
olarak başta Balkanlar olmak üzere kaybedilen yerlerde yaşayan Türk
ve Müslümanlar, elde kalan bölgelere göç etmeye başlamıştır. Öncelikle
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Balkanlardan ve Kafkaslardan
yoğun bir göç hareketi olmuştur. Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra 1912
ile 1913 yıllarında meydana gelen Balkan Savaşları, Osmanlı Devleti’nin
yüzyıllardır anavatan olarak gördüğü Rumeli topraklarının büyük bir
kısmını kaybederek Anadolu’ya gerilemesiyle sonuçlanmıştır. Balkan
Savaşları, Rumeli Türklüğü için sabrın, direncin ve tahammülün
son sınırı olmuş, Türk ve Müslümanların büyük kitleler halinde
Anadolu’ya göç etmesine yol açmıştır. Daha önceki tarihlerde
gerçekleşen göçlerde Balkanlardaki yerleşim merkezleri göçmenler
için bir sığınak oluştururken Balkan yenilgisi sonucunda göçmenlerin
tek sığınakları Anadolu toprakları olmuştur. Sonuçta Osmanlı-Rus ve
Balkan Savaşları gibi felaketler neticesinde 1.500.000 civarında Türk ve
Müslüman Osmanlı Devleti döneminde Anadolu ve Doğu Trakya’ya
göç etmek zorunda kalmıştır (Sarınay 2011: 353-355).
Yine Gümülcine, Petric ve Toyran şehirleri, her cins ve yaştan aç ve
hasta göçmenlerle dolmuştur. Bulgar askeri yetkililerince bunlara
hayat ve emlaklarının korunacağı vaat edilerek memleketlerine
dönmeleri söylendiğinden, adı geçen göçmenler 3.000 ile 5.000 kişilik
kafilelerle yola çıktıktan 2 km sonra Bulgar asker ve komitelerinin
saldırısına uğramış, iki kafileden çoğunluğu kadın ve çocuk 7.000’i
- 108-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
aşkın kişi yok edilmiştir. Sultanyeri, Eğridere, Kırcaali cihetlerinden
Gümülcine’ye iltica etmiş olan göçmenlerin de güya memleketlerine
gönderilmek bahanesiyle binlercesi yolda katledilmiştir. Öyle ki,
bunlardan Kırcaalililerin hemen hepsi yok edilmiştir (Halaçoğlu
1994: 53). Makedonya ahalisinin önce Selanik’e sonra İzmir, Antalya
Limanlarından Anadolu’ya gelmeleri gibi, bu göç hareketinde halkın
çoğu ya doğrudan doğruya kendi imkânlarıyla karayolu ile güvenli
gördükleri henüz işgal edilmemiş olan şehirlere ya da karayolunda
büyük sıkıntılar çekip ilk güvenli limandan denizyoluyla Anadolu’ya
göç etmişlerdir. Bazı vatandaşlarımız da istasyonlara gelerek
oradan gemi ve trenlerle Anadolu’ya geçmişlerdir (Arslan 2008: 79).
Gümülcine’den Karaağaç yoluyla 200 muhacir İstanbul’a gelmiştir.
Lüleburgaz, Çatalca, Tekirdağ ve Midye’den İstanbul’a gelen muhacir
sayısı 10.000 kişiyee ulaşmıştır. Geçici iskân alanı olarak başta İstanbul
olmak üzere Edirne, Kosova, Selanik gibi Rumeli vilayetlerinin yeterli
gelmemesi üzerine muhacirler, Anadolu’daki kalıcı iskân yerlerine
sevk edilmişlerdir. Muhacirlerin yerleştirildiği belli başlı iskân yerleri
ise Hüdavendigar, Aydın, Edirne, Konya, Sivas, Ankara, Biga vs gibi
önemli merkezlerdir (Arslan 2008: 99).
Anadolu’da muhacirlerin yerleştiği merkezlerden olan Bursa’ya
da çeşitli zamanlarda çok sayıda muhacir gönderilmiştir. Zamanla
Bursa’daki muhacir sayısı 18.000’e yaklaşmıştır. Buradaki muhacirler
de çeşitli zorluklarla karşılaşmış, otel, medrese, mektep ve hamam gibi
yerler muhacirlerle dolmuştur. Balkan Savaşları, Osmanlı Devleti için
tartışmasız çok büyük bir prestij kaybı ve Balkanlarda elde kalan son
toprakların elden çıkmasıyla sonuçlanmış, bu durum bölgede yaşayan
Müslüman ve Türk nüfusun yüz binlercesinin göç etmesine ya da
katliam, açlık ve sefalete maruz kalmasına yol açmıştır. İşgale uğrayan
bölgelerde sistematik bir etnik temizlik uygulanmış çok kısa süre
içerisinde Balkanlardaki Türk-İslam varlığı hem demografik olarak
hem de maddi kültür unsurlarıyla yok edilmeye çalışmıştır (Yıldırım
2014: 155). Özellikle Kırcaali, Gümülcine ve İskeçe gibi köylerde
Türk nüfusuna yönelik yoğun işkenceler yaşanmıştır. Bu bölgelerde
öncelikle yağma ve talan, ardından ırza geçme gibi çirkin hareketler
ve sonunda da cinayet ve toplu katliamlar baş göstermiştir. Ayrıca bu
bölgenin geçiş güzergahında olmasından dolayı sivil kayıpları fazla
olmuştur.
Bildiriler Kitabı
- 109-
Tablo I: 1912- 1915 Yılları Arasında Balkanlardan Göç Eden
Müslüman Muhacirler ve Bunların İskân Edildiği Yerler
(Ağanoğlu 2001: 190).
NÜFUS MÜBADELESİ’NDE GÜMÜLCİNE VE BURSA
Türkiye ve Yunanistan 30 Ocak 1923 tarihinde mübadeleye dair
sözleşme ve protokolü imzaladılar. Bu sözleşmeye göre, İstanbul ve Batı
Trakya hariç, Türkiye’deki Rumlar Yunanistan’daki Türkler zorunlu
göçe tabi tutuluyordu. Yunanistan’daki Arnavutlar mübadele kapsamı
dışında kalacaklardı. Sözleşme, 18 Ekim 1912 tarihinden itibaren göç
eden ve göç etmesi gereken gerçek ve tüzel kişileri kapsamaktaydı.
Ancak mübadelenin uygulanmasında bazı gerginlikler yaşanmıştır.
Çünkü daha mübadele uygulamasını beklemeden Yunanistan’da
Türklerin elindeki emlaklara el koymalar ve kısa zamanda ülkeyi
terk etmeleri için baskılar yapılmaya başlamıştır. Bu baskılar Türk
Kamuoyu ve TBMM’de sert tepkilerle karşılanmıştır. Yunanistan’ın
bu tavrı Türkiye’nin göçmenleri getirme işinde hızlı davranması
- 110-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
gerektiğini ortaya koymuştur. Bunun neticesinde göçmenlerin
nakli, barınma ve beslenme sorunları ile iskân edilecekleri yerlerin
planlanması için 13 Ekim 1923 tarihinde Mübadele, İmar ve İskân
Vekâleti kurulmuştur. Ayrıca 8 Kasım 1923 tarihli Mübadele, İmar ve
İskân Kanunu çıkarılmıştır. Türkiye’ye gelen mübadiller yoğun olarak
Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Edirne, İzmir, İstanbul, Kırklareli, Manisa,
Niğde, Mersin, Samsun’a yerleştirilmişlerdir.
Balkanlar’dan gelip Anadolu’ya geçmeyi bekleyen mübadiller (23 Kasım1912)
Bursa’da dördüncü büyük nüfus artışı mübadele göçleriyle yaşanmıştır.
Mübadele göçleri, diğer göçler gibi tek taraflı olmayıp iki yönlü olması
açısından sorunlar daha büyük olmuştur. Kurtuluş Savaşı sonunda
Bursa’yı terk eden Ermeni ve Rumların yerine, Yunanistan’dan
getirilen göçmenlere halk arasında Mübadele/Değişim Göçmeni ya da
Muhacir denilmiştir. Yunanistan ile yapılan antlaşma gereği Bursa’ya,
Yunanistan’dan mübadele/değişim göçmenlerinin dışında, evleri
yanan veya yerlerini terk etmek zorunda kalanlar da gelmiştir. Bursa’ya
toplam olarak 39.808 mübadele göçmeni yerleştirilmiştir. 1927 yılında
yayınlanan Bursa Havalisi Coğrafisi adlı kitaba göre ise en yoğun
göçmen yerleşimi Bursa olup toplam 81.265 göçmenin yerleştirildiği
yazılmaktadır. Bunlardan 56.456’sı merkez ilçeye, geri kalanları ise
diğer ilçelere yerleşmiştir. Bu sayı, 1912 Balkan Savaşı sonunda gelip de
Bildiriler Kitabı
- 111-
Büyük Savaş nedeniyle yerleştirilememiş olan göçmenlerle mübadele
göçmenlerinin ortak sayısı olmalıdır (Kaplanoğlu 2014: 16).
Başka kaynaklara göre ise 1912 ile 1930 yılları arasında Bursa şehrine
Rumeli’den 56 bin göçmen gelip yerleşmiştir. Bu göçmenlere, 1880’li
yıllarda gelen 93 göçmenlerini de eklerseniz neden Bursa’nın bir
göçmen kenti olduğu daha iyi anlaşılabilir. 1934 yılında yapılan bir
sayıma göre, Bursa merkezinde yabancı ülkede doğanların sayısı 20.228
olup tüm nüfusa oranı ise yüzde 28,1’dir. Bu orana, Bursa’da doğmuş
göçmen çocukları dâhil değildir. Bu tarihte Bursa’da yaşayanlardan
6.773’ü Bulgaristan, 5.220’si Yunanistan, 5.371’i Yugoslavya, 1.068’i
Romanya doğumludur. Bursa nüfusunun yaklaşık üçte birini
oluşturan gayrimüslimlerin yerine gelen mübadele göçmenleri her
şeye yeniden başlamak zorundaydılar. Balkanlardan gelen göçmenler
ile Yunanistan’dan gelen göçmenler Bursa’yı Cumhuriyet’in ilk
yıllarında büyük bir sosyal ve ekonomik sorunlar yumağı haline
getirmiştir. Çünkü Bursa’yı terk eden gayrimüslimlerin çoğu esnaf ve
tüccar iken yerlerine gelen göçmenlerin hemen hepsinin çiftçi olması
sorunları daha da arttırmıştır. Gelen göçmenlerin büyük bölümünün
Türkçe dahi bilmemesi, farklı geleneksel ve kültürel özellikler
taşıması, Cumhuriyet Bursa’sı için ciddi sorunların ortaya çıkmasına
neden olmuş, ancak Cumhuriyet yönetimi, kısa sürede Bursa’daki bu
toplumsal ve kültürel sorunları aşabilmiştir.
Savaşın ve göçmenlerin yarattığı olumsuz şartlar çok kısa zamanda telafi
edilerek önemli ekonomik gelişmeler sağlanmıştır. 1926 yılında şehir
merkezinde çoğu ufak olan 68 fabrika ile 934 adet çeşitli tezgâh olduğu
görülmektedir. Zeytini hiç tanımayan göçmenlerin, zeytinlik alanlarda
iskân edilmesi nedeniyle ilk yıllarda zeytin üretimi gerilemiştir. Ancak
göçmenler, kısa sürede iyi birer zeytinci olmuş ve hiç tanımadıkları
kozacılığı da yıllarca geliştirmişlerdir. Göçmenlerin çok kısa bir süre
içinde ipekçi olarak yetişmesi sağlanmıştır. Mübadil göçmenler ile birlikte,
hayvan sayısının oldukça arttığı görülür. Mübadele ile üzüm üretiminin
önce yarı yarıya düşmesine karşın hemen yükseldiği ve savaş öncesi
oranlarına yaklaştığı görülmektedir. Ancak ne yazık ki zeytin üretimi,
1926 yılında bile savaş öncesinin ancak dörtte biri kadardı. Zeytinin
üretiminde büyük düşüş gözlenmektedir. Birkaç yıl sonra zeytin üretimi
tahmini 10.000.000 kg, zeytinyağı ise 1.000.000-2.000.000 kg kadardı.
Gemlik, Orhangazi, Mudanya ve İznik köylerinin (bazı dağ köyleri
dışında) başlıca geçimi zeytincilikti. 1926 yılında Bursa’da 3 milyon zeytin
- 112-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ağacı vardı. Zeytindeki bu gerilemeye karşın tütün üretiminde rekor
bir patlama görülür. 1926 yılında 55.000 dönümde 3.837.763 kg tütün
ekilmiştir. Tütünün ekim alanları 1927 yılında 59.000, 1928 yılında 13.000
dönüm, 1929 yılında 33.000 dönüm olmuş ve sonraki yıllarda ise gittikçe
düşmüştür. 1923 yılında 1.230.038 kg tütün üretilirken, 1924 yılında bu
rakam 3.525.885 kg’a çıkmıştır (Kaplanoğlu 2014: 19).
İstanbul’da Şehrin Sağlığını Tehdit Eden Muhacirler
Bursa’daki şehir yaşamı gerçekleşen büyük göçlerle sarsıntılar
yaşasa da her defasında yeniden ortak bir kent kültürü oluşturmayı
başarmıştır. Öyle ki göçmenler Bursa’ya yeni değerler kazandırmıştır.
Mehmet Ziya’ya göre, Bursa’da arabacılığı göçmenler geliştirmişlerdir.
Göçmenler çok hoş fayton arabaları yapmaya başlamıştır. Eskiden
Anadolu içlerine giden arabalar Edirne’den ya da dışarıdan gelirken
şimdi bu gereksinimi Bursa karşılamaktadır (Kaplanoğlu 2014: 18).
Göçmen Şehri olarak da bilinen Bursa, kültür ve sanat yaşamını
zenginleştirmek, tarihi kültürel mirası yaşatmak adına Bursa Göç Tarihi
Müzesi’ni açmıştır. 8500 yıllık Bursa tarihi içinde doğal bir gereklilik
olarak kimi zaman savaşların, kimi zaman da baskıların ardından
gerçekleşen demografik hareketliliğin tarihi anlatılmaktadır. Bursa ili,
tarihin içinde sakladığı ülkeler ve milletler ile tarihin ilk çağlarından
bu yana verimli toprakları ve insan yaşamının zenginleşmesine
katkıda bulunabilecek kendine has öğeleri ile her yüzyılda ilgi
Bildiriler Kitabı
- 113-
uyandıran bir yerleşim merkezi olmuştur. Coğrafi olarak İstanbul’a
yakınlığı, Balkanlar ve Anadolu üzerindeki her dönem kullanılan geçiş
güzergahı, Karadeniz, Ege, Balkan ve Anadolu Medeniyetlerinin uğrak
noktası olarak Bursa, açık bir göç dalgasının iskânı haline gelmiştir.
Müzede, 8500 yıl önce Bursa’ya gelen insanlardan başlayıp Türklerin
Anadolu’ya göçü, Bursa’nın alınması, Balkanlar’a doğru Osmanlı’nın
yurt tutması anlatılmıştır. Daha sonra anavatana geri dönüş hikâyesi,
yani Balkanlar, Kafkaslar ve Kırım’dan göç canlandırılmıştır. Bursa,
yapmış olduğu müze sayesinde tüm göçmenlerin kültürel zenginliğini
canlı tutan toplumsal bir yapıya sahiptir.
İzmir’in kurtuluşundan sonra Batı Anadolu’daki Rumların Yunanistan’a
gitmeleri (8 Eylül 1922)
GÜMÜLCİNELİ MÜBADİLLERİN KÜLTÜRLERİ
Kültür, insanların ortak davranış kalıplarıdır. Bütün insan toplulukları
kendilerine özgü kültür değerlerine sahiptir. Bir milletin bütün sanat
faaliyetlerinin, inançlarının, örf ve adetlerinin, anlayış ve davranışlarının
toplamı o milletin kültürüdür. Milletler, bunların devamını sağladıkları
sürece yıllar boyu varlıklarını sürdürebilmektedir. Bursa’ya gelen
muhacirler sadece kendilerini değil, kültürlerini de beraberlerinde
getirmişlerdir. Alıştıkları, bildikleri adetleri burada da devam ettirip
kültürlerinin yitip gitmemesine önem göstermişlerdir. Bunların
başında yemek kültürleri gelmektedir. Özellikle Gümülcine’de sık
- 114-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
sık yapılan yemeklerden bazıları şunlardır: Kaşa (Mısır unu çorbası),
Kapama, Tavuklu Akıtma, Tavşanlı Börek, Pelte, Kaşnika, Popara,
Otlu Ekmek, Tavuklu Lahana Dolması. Bu yemeklerden biri olan kaşa
çorbasının tarifini verebiliriz. Çorba için bir su bardağı mısır unu,
beş ya da altı bardak su, 250 gr kavurma ve tuz gereklidir. Hazırlık
aşamasında ise su, tencerede kaynatılır.
Mısır unu, bir kabın içinde soğuk su ile
bulamaç yapılır ve kaynayan suya azar
azar ilave edilip karıştırılarak pişirilir.
Ardından içine kavurma ilave edilir ve
un kokusu gidene kadar pişirilir. Tuz
ilave edilip ateşten indirilir. Çorbada,
yağ olarak sadece tereyağı kullanılır ve
arzuya göre baharat ilave edilir.
Kaşa (Mısır Unu Çorbası)
Bir başka önemli konu ise giyim ve kuşamlarıdır. Erkek kıyafetleri rahat
olmasının yanında şık olma özelliğini de gösteriyordu. Potur en baş
giyecektir. Yalnız poturun ağ kısmı fazla geniş olmayıp aşağı doğru
indikçe daralmaktadır. Siyah ve lacivert renk hâkimdir. Poturun altında
lastik ayakkabılar, çarık veya potin kullanılırdı. Çoraplar, poturun üzerine
gelecek şekilde yukarıya kadar çekilirdi. Çoraplar, genelde beyaz renkti.
Günümüzde hala kullanılan yöresel erkek kıyafetleri
Bildiriler Kitabı
- 115-
Poturun üzerinde mintan dediğimiz yakasız gömlekler tercih edilir ve
bunlarda çizgili veya sade renklerden oluşurdu. Mintanın üzerine de
kolun sadece üst kısmı olan yelekler giyilir ve bu kol parçaları kolun
üzerinden sarkıtılırdı. Bele ise birkaç defa dolanabilen beyaz bezden
yapılma kuşak sarılırdı. Kuşağın içine sigara tabakası, çakmak, ağızlık
ve de küçük bir çakı da konurdu. Başa ise kenarları tam dik olmayan fes
geçirilir ve etrafı kahverengi bir bezle sarılırdı. Fes yerine bazen beyaz
bir takkenin etrafı da sarılmaktadır. Fes genellikle koyu kahverengidir.
Eski yıllarda damatların da bu şekilde giyindiği anlatılmaktadır.
Kadınlar ise evde oldukları zaman ayağa renkli şalvar ve üst kısmına da
entari giyerlerdi. Saçlar kesilmeyip belik örülürdü. Saçın kesilmesine
iyi gözle bakılmazdı. Kadının dış kıyafeti ise başta siyah veya beyaz
renkte bez dediğimiz ve omuzlara kadar inen örtü ve aşağıya giyilen
feraceden oluşuyordu. Feracenin siyah renk olması mecburiyeti vardı.
Günümüzde dahi ferace giyenlere rastlamak mümkündür.
Günümüzde Ferace giyen hanımlar
Batı Trakya’da yaşayan Türk toplumunda ailenin oluşumu, oğlan
tarafının kız istemesi ile başlar. Daha sonra dünürcülere mendil verilir.
Aradan bir iki gün geçtikten sonra söz dikmesi yapılır ve bohçanın
içine kenarları iğne oyalı grep, çember, çeyiz iğneleri, ayna ve bilezik
konur. İki ailenin tanışması için görüşmelik (ailelerin toplanması)
- 116-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
düzenlenir ve genellikle kız evinde toplanılır, böylece aileler tanışırdı.
Eskiden düğünler Çarşamba günleri başlar ve Perşembe günü gelinin
alınmasıyla sona ererdi. Günümüzde ise Cumartesi ile Pazar günleri
yapılmaktadır. Kına gecesinde gelinler harballı denilen yöresel
kıyafetini giyer başlarına da hotoz denilen duvak takarlardı. Hotoz
yaptırma geleneğinin kaç yıllık olduğu bilinmemekle beraber bu
durum, evlenecek olan genç kızlar için neredeyse vazgeçilmez bir düğün
adetidir. Geline iki kulağının üzerinden gümüş teller kuş dalı denilen
iğnelerle tutturulurdu. Düğünde koyun, keçi ve sığır kesilir, yemekler
yapılır, düğüne davet edilenlere ikram edilirdi. Düğüne davet edilen
kişiler yanlarında bahşiş de getirmektedir. Eskiden bakır kaplar, cam
eşyalar verilirken şimdilerde para verilmektedir. Nikâh, köydeki imam
tarafından kıyılırdı, ancak günümüzde resmi nikâh geçerlidir.
Anneannem Emine’nin ve Dedem Mehmet’in Düğünü (1959)
Bursa’ya gelen mübadiller yemek kültürü ve giyim kuşam dışında her
toplumun inandığı batıl inançlarını da beraberlerinde getirmişlerdir.
Bunların bazılarını; ilk adımın sol ayakla atılmaması, yataktan sağ taraf
ile kalkılması, olumsuz bir şeyden söz edilirken üç kez tahtaya vurulup
kimi zaman da “Şeytan kulağına kurşun.” denmesi, iki bayram arası
nikâh yapılmaması, mavi gözlülerin nazarının değeceğine inanılması,
nazara karşı muska, göz boncuğu, nal, çalı gibi objelerin kullanılması,
gidenin arkasından su dökülmesi, kapı eşiğine oturulmaması, Cuma
namazı saatinde iş yapılmaması şeklinde sıralayabiliriz. Ayrıca her
kültürde var olan manilerin mübadiller için de yeri farklıdır. Buna bir
Bildiriler Kitabı
- 117-
örnek vermek gerekirse:
Sarı kabak kökeni,
Ele batar dikeni
Allah’ım sen kavuştur,
Gizli sevda çekeni
Ev ardından geç yârim,
Su vereyim iç yârim.
Annem sana kız vermez.
Bu sevdadan geç yârim.
Fesleğen ektim bitti mi?
Yâre haber gitti mi?
Ayırıp attı beni,
Canı rahat etti mi?
SONUÇ
Osmanlı Devleti, Balkan Savaşlarında yaşadığı mağlubiyet sebebiyle
Rumeli’deki topraklarından çekilmek zorunda bırakılmıştır. Bu
işgaller neticesinde orada varlığını sürdüren Müslüman Türk halkına
yönelik yapılan zulümler, Balkanların hemen her toprağında olduğu
gibi Gümülcine’den de anavatana göç hareketlerini başlatmıştır. Bu
bölgenin zor durumda kalan sivil Osmanlı halkı, Yunan işgalinden
kaçarak kendilerini daha güvenli gördükleri Anadolu’ya göç etmeye
başlamışlardır. Gümülcine’den Bursa’ya yapılan göçler, elbette Balkan
Savaşları ile sınırlı kalmamış, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam
etmiştir. Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan anlaşma neticesinde
Anadolu’ya en yoğun göç hareketleri Nüfus Mübadelesi ile yaşanmıştır.
Bu göç dalgasıyla on binlerce insan doğup büyüdükleri yerlerden
kaçmışlardır. Gelen mübadiller yerleştikleri yerlerde ilk başta sıkıntı
çekmiş olsalar da zamanla Anadolu’nun yerli halkıyla kaynaşmışlardır.
Gümülcine’den Bursa’ya gelen Rumeli’nin üretimci insanları, devlet
tarafından etkili hale getirilerek özellikle zeytincilik, ipek böcekçiliği,
tütüncülük ve otomotiv sanayinin gelişmesine katkı sağlamışlardır.
Ayrıca Bursa’ya yerleşen mübadiller, Gümülcine’den getirdikleri gelenek
ve göreneklerini yaşatarak kendi öz benliklerini devam ettirebilmişler.
- 118-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Kültür her toplumun benliğidir ve kültürünü kaybetmiş toplumlar
benliğini yitirmiş toplumlardır. Bundan yola çıkarak Gümülcine’den
Bursa’ya yapılan göçte muhacirler kültürlerini de beraberinde
getirmişlerdir. Birçok geleneğini günümüzde de devam ettirdikleri
gibi zamanla unutulmuş gelenekleri de olmuştur. Bunun yanı sıra
günümüz modern hayatına uyum sağlamadığı için giyim kuşamlarında
büyük değişiklikler yaşanmıştır. Bu durum çok yadırganmamalıdır
ki her kültürün zamanla değişmesi mümkündür. Devam ettirdikleri
geleneklerin arasında yemek kültürü ön sırada gelmektedir. Buna
örnek olarak kaşa, popara, tavuklu lahana dolması, tavuklu akıtma,
kapama ve pelte yemekleri gösterilebilir. Düğün adetleri metropoller
de devamlılığını sağlayamamış olsa da köylerde ve belirli semtlerde
devam etmektedir. Özellikle köylerde düğün, kına adetleri ve buna
bağlı olarak giyim kuşam süregelen en belirgin kültür izlerindendir.
KAYNAKÇA
AĞANOĞLU, H. Yıldırım (2001). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanlar’ın
Makûs Talihi Göç, İstanbul: Kum Saati Tarih Dizisi.
ARSLAN, Sezer (2008). “Balkan Savaşları Sonrası Rumeli’den Türk Göçleri
ve Osmanlı Devleti’nde İskânları”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Bitirme Tezi.
BIÇAKÇI, İsmail (2003). Yunanistan’da Türk Mimari Eserleri, İstanbul:
İslam Tarih Sanat ve Kültürünü Araştırma Vakfı Yayınları.
HALAÇOĞLU, Ahmet (1994). Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk
Göçleri (1912-1913), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
İPEK, Nedim (2000). Mübadele ve Samsun, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi.
KAPLANOĞLU, Raif (2014). “Göçlerle Kurulan Şehir”, Bursa’da
Zaman, Sayı 12.
SARINAY, Yusuf (2011). “Cumhuriyet Döneminde Balkan Ülkelerinden
Ankara’ya Yapılan Göçler (1923-1990)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
C. 27, S. 81.
YILDIRIM, Bülent (2014). “Balkan Savaşları’nda Bulgar Ordusu ve
Komitacıların Batı Trakya’daki Faaliyetleri”, Geçmişten Günümüze
Gelen Yunanistan’daki Türkler, 2. Basım, C. 6.
DİN
Bildiriler Kitabı
- 121-
Abdülvahid Yakub SİPAHİOĞLU
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
İslam Tarihi Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi
a.sipahioğ[email protected]
OLUŞUM SÜRECİNDE İSLAM KÜLTÜRÜNÜN BÜTÜNLÜĞÜ
VE KAYNAKLARI
ÖZET
Müslümanlar; süratli bir şekilde eski dünyanın kadim coğrafyalarına hâkim
olmalarının akabinde, güçlü geleneklere sahip eski kültürlerle karşı karşıya
kaldılar. Bu karşılaşmanın beraberinde ciddi bir etkileşimi getirmesi de
kaçınılmazdı. Müslümanlar fethettikleri coğrafyalara yerleşmişler ve aynı
zamanda bu coğrafyaların eski halklarından da din kardeşleri edinmişlerdi.
İslam bu karşılaşma esnasında saf bedevi kültürün yanında Hıristiyan, Yahudi,
Pers ve Roma hatta Hint kültürlerine karşı var olma ve özgünlüğünü koruma
savaşı vermek durumundaydı. İşte bu şartlar altında hicretten sonra dördüncü
yüzyıla gelinceye kadar güçlü bir İslam kültürünün oluştuğunu görüyoruz.
İslam kültürü ile ilahiyatı, felsefesi ve pratik hayatın tanzimine yönelik
kurumlarıyla, İber yarımadasından Çin’e kadar uzanan coğrafyada var olan
herhangi bir bölge sakininin başka herhangi bir bölgede pek de yabancılık
çekmeyeceği ortak bir kültürü kastediyoruz. Şüphesiz bu kültürün tek başına
İslam’ın ilk tebliğ edildiği günlerde hayatta olan kimselerce oluşturulmadığı
kesindir. İslam kültürü; zaman ve mekân olarak bilhassa Kur’an’ın nuzül
atmosferinden çok uzakta olan Müslümanların yanında Hıristiyan, Yahudi vs
unsurların da İslam’ı kabul etmelerine gerek kalmadan katkı sunabildikleri
ve geç antik çağın güçlü geleneklerine sahip okullarının etki alanlarında
gelişmiştir. Bildirimizin temelinde İslam kültürünün çok geniş bir alanda
gösterdiği bütünlüğün temellerini ve bu kültürün oluşumuna katkı sağlayan
unsurları görmeye ve açıklamaya çalışacağız ve İslam’ın saf bedevi kültür
havzasından çıkıp dünyanın en köklü kültür havzalarına yerleşmesinin
dinamiklerine ilişkin değerlendirmeler ortaya koymaya çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: İslam Kültürü, Emeviler, Abbasiler.
GİRİŞ
İngilizce bir ifade olan commonwealth, bazı araştırmacılar tarafından
Müslümanların on ve on birinci yüzyıllarda yaşadıkları politik
- 122-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
dağılmaya karşın kültür alanında sahip oldukları birliği muhafaza
etmeleriyle ortaya çıkan yapıyı ifade etmek için kullanılmaktadır.
Temelde aynı ekonomik ve kültürel amaçlara sahip ülkeler şeklinde
anlamlandırılan sözcük öz bir ifadeyle Türkçeye milletler topluluğu
şeklinde çevrilmektedir. İslam tarihinin en çalkantılı süreçlerinden
birini ifade eden onuncu ve on birinci yüzyıllar, Abbasi halifeliğinin
siyasi gücünü yitirdiği, İslam coğrafyasında aynı anda birden fazla
halifeliğin bulunduğu ve bağımsız hanedanların ortaya çıktığı
asırlardır. Bu yüzyıllar, aynı zamanda İslam bilim ve felsefe tarihinin
en parlak isimlerinin çıktığı, Çin’den Endülüs’e kadar muazzam bir
ticaret ağının işlediği ve şehir hayatının sürekli gelişen bir çizgiyi
yakaladığı zamanlardır. Yine bu yüzyıllar, Sünni kelamının gövdesinin
inşa edildiği ve hukuk sisteminin olgunlaştığı zamanları da ihtiva
etmektedir. Özetle bütün yönleriyle İslam mirasının oluşturulduğu ve
olgunlaştırıldığı bir süreçten bahsettiğimizi rahatlıkla ifade edebiliriz.
Konuya kabataslak baktığımız zaman öncelikle ciddi bir tezatın varlığı
dikkatimizi çekmektedir. Burada politik istikrarsızlığın beraberinde
sosyo-kültürel ve ekonomik bir istikrar ve yükseliş, hatta bütünlükten
bahsetmekteyiz. Bize göre pek çok açıdan Müslümanların siyaset,
ekonomi ve kültür alanında ortaya koydukları yapının kendisini en
orijinal şekilde gösterdiği bu süreçte nasıl bir resme sahip olduğunu
ve bu resmin bir din olarak İslam üzerinde yürütülen tartışmaların ana
referanslarını taşıması açısından anlaşılması için önemli bir arka planı
sunduğu ifade edilebilir. Bununla beraber umumi tarihin en önemli
dönüm noktalarından olan Haçlı Seferleri ve Moğol istilalarının
üzerine geldiği arka planı okumak açısından da İslam toplumlarının
kültürel bütünlüğü önemli kodları ihtiva etmektedir.
Nitekim Haçlı Seferleri, İslam ve Avrupa Hıristiyanlığının ilk
büyük karşılaşması olup hem İslam-Batı ilişkilerinin kökenlerini
barındırmakta hem de Sünni-Şii hesaplaşmasının önemli ayrım
noktalarından birini oluşturmaktadır. Moğol istilaları ise çok kısa
bir sürede dünya coğrafyasının çok büyük bir kısmını ele geçiren
Moğolların İslamlaşması Asya ve Hindistan’da İslam tarihinin büyük
imparatorluklarından ikisinin (Timur ve Babür) kuruluşuna giden
yolu göstermesi bakımından önemlidir. İki hadise de bahsettiğimiz
bütünlüğün içinde cereyan etmiş ve sonraki yüzyıllarda ortaya çıkacak
olan Müslümanların yeni sosyolojisinin temellerini atmıştır.
Meselenin altını dolduran çok zengin bir konu çeşitliliği olduğu
Bildiriler Kitabı
- 123-
malumdur. Bundan dolayı biz İslam milletleri topluluğunun tarihte nasıl
bir vakayı karşıladığını şu aşamada tam olarak izah edemeyeceğimizin
bilincindeyiz. Fakat buna karşın bu meselenin tetkikinin başlangıcı
hüviyetinde birtakım sorular sorabilir ve bahsettiğimiz bütünlüğün
izlerini nerelerde bulabileceğimize ilişkin bir boyutlandırma
denemesinde bulunabiliriz. İslam kültürünün bütünlüğü, başlangıcı
itibariyle önemli bir engelle karşı karşıyadır. Konunun izahına ya
da değerlendirilmesine başlamadan bu hususu gündeme getirmekte
fayda görüyoruz. Batılı yahut oryantalist araştırmacıların dışarıdan
bakan gözlemciler olarak yer verdikleri bir değerlendirme olması İslam
kültürünün bütünlüğünün bu bahsettiğimiz engelidir. Hemen Haçlı
Seferleri öncesine tesadüf eden ya da başka bir zaman ölçütü olarak
felsefenin henüz canlı olarak varsayıldığı bir zaman dilimine işaret
etmekle aslında daha sonra katılaşacağı, hantallaşacağı ifade edilen
İslam kültürünün muazzam bir bütünlük sahibi olduğunu söylemek
yalın bir izah değil gibi görünebilir. Malumdur ki oryantalizmin
en sert eleştiri aldığı nokta doğuyu doğulaştırırken tek parça bir
blok olarak tavsif etmesi ve kendi batılılığını bu blok karşısında
konumlandırmasıdır. Bu pek çok sahada ya da batılı çalışmada ispat
edilebilecek delillerle beslenmiş bir iddiadır fakat bilhassa bir İslam
tarihi araştırmacısının, hele ki Müslüman ise, kendi tarihinin doğrudan
tarafı olmayan bir dış göze de ihtiyaç duyduğunu belirtmemiz gerekir.
Zira İslam Tarihi gibi henüz ciddi bir teorik alt yapıda okunmayan ve
asli kaynakları için bile olsa taraflılık tehlikesini ziyadesiyle taşıyan bir
alanda dış gözlemcilerin tabloyu okurken farklı noktalar arasındaki
ilişkiyi görmekte içeriden bir kimsenin körleştiği noktaları görebilir.
Dolayısıyla bizim nazarımızda da İslam toplumunun tarihsel kodlarını
okumak adına İslam tarihine ciddi bir teori ile yaklaşabilmek körlükle
kararan noktaları yakalayabilmek için dış gözlemlere ihtiyaç fevkalade
yüksektir.
İSLAM KÜLTÜRÜNÜN BÜTÜNLÜĞÜ
Albert Hourani Arap Halkları Tarihi isimli eserinin İbn Haldun’un
hayat hikâyesini ana hatları ve ilginç detaylarıyla birlikte anlattığı
giriş kısmının sonunda, meseleyi bağladığı bir sonuç cümlesi olarak
aşağıdaki satırları kaleme alıyor: “Ne var ki istikrarlı görünen bir şey
vardı. Bir ailenin Güney Arabistan’dan İspanya’ya taşınabildiği ve
altı yüz yıl sonra kendi köklerinin bulunduğu bir bölgenin yakınına
- 124-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
geldiğinde hala kendisini aşina bir ortamda bulabildiği bu dünya
zaman ve mekan farklılıklarını aşan bir bütünlüğe sahipti: Arap dili
iktidar kapısını açabiliyor ve bütün dünyayı etkileyebiliyordu; şöhretli
bir öğreticiler zinciriyle yüzyılları aşan bir bilgi yoğunluğu, hükümdar
değiştiği zaman bile bir manevi cemaati koruyordu; iktidar bir kentten
diğerine değişse bile, hac yerleri, Mekke ve Kudüs, insan dünyasının
değişmeyen kutupları olmaya devam ediyordu ve dünyayı yaratan
ve koruyan bir Allah’a duyulan inanç kaderin darbelerine anlam
kazandırabiliyordu.” (Hourani 2014: 23)
Hourani’nin ilk cümlesi ile başlayacak olursak okunduğu zaman fark
edileceği üzere Hourani, tasvir ettiği bütünleşik bir dünya resmini
ortaya koymasının öncesinde olumsuz bir duruma atıf yapan bir
giriş yapmaktadır. Bütün bir kargaşaya rağmen istikrarlı olan bir
şeylerin var olduğunu ifade etmek suretiyle Hourani, aslında kitabının
giriş bölümünü ayırdığı İbn Haldun’un hayatının arka planına
odaklanmaktadır. İbn Haldun’un Tunus’ta başlayıp İspanya’ya
uzanan, oradan Mağrib’in değişik bölgelerinde dolaştıktan sonra
Mısır’a uzanan hayatının şahit olduğu siyasi kargaşa bu arka planı
doldurmaktadır. İbn Haldun’un hayatı, kurulan ve yıkılan devletler,
Müslüman fetihlerin en uç coğrafyalarından olan İspanya’dan geri
çekiliş ve birbiri üzerine hâkimiyet tesis etmek için mücadele eden
devlet ricalinin ortasında, kimi zaman sürgüne gönderilen kimi
zaman da zindana atılan bir hayattı. İslam ilim tarihinin semasında bir
yıldız gibi duran İbn Haldun’un serencamı aslında zamanın ruhunu
görebilmek için güzel bir örneklem ortaya koymaktadır.
Mağrib’de sağlanamayan siyasi istikrar ve bölünmeler esasında doğuda
birkaç yüzyıl önce yoğun olarak hissediliyor ve Abbasi hilafetinin
çözülüşüyle başlayan süreç İslam toplumlarını birkaç yüzyıl sonra
vurmuş oluyordu. Başlangıçta yarı bağımsız valilerin oluşturduğu
yerel merkezlerin ardından özellikle Suriye, kuzey Irak ve Cezire
bölgelerinde, İran içlerinde ve İran’ın doğusunda güçlenen hanedanlar
ile toplumun yeni unsurları bağımsız devletler kurdular. Tarihin doğal
seyri içerisinde gelişmiş gibi görünen bu hadiseler esasında İslam
toplumlarının düşünsel kodlarında yaşadığı derin bir değişimi fakat
aslında bir normalleşmeyi ve olgunlaşmayı ifade ediyordu. Ancak
nihayetinde büyük saldırılar karşısında direnç göstermekte zorlanan ve
çok büyük kayıplar veren hutbelerde sürekli yeni isimlerin okunduğu
bir İslam dünyası söz konusuydu. İşte bunlara rağmen hakikaten
Bildiriler Kitabı
- 125-
istikrarlı görünen bir şeyin var olduğunu ifade eden Hourani’nin yanı
sıra Robert Mantran, W. Barthold ve Ebu Fazl İzzeti gibi tarihçiler
de bunu destekleyen ifadeler kullanmaktadırlar. Kısaca ifade etmek
gerekirse tarihçilerin bahsettiği bu istikrar, İspanya’dan Çin sınırlarına
uzanan İslam coğrafyasında kültürel bir birliğin varlığı ve bu coğrafi
kuşağın insanlarının aynı potada eridiği bir bütünlüğün istikrarıdır.
İslam coğrafyasının üç ayrı halifeliğe ayrıldığı onuncu ve on birinci
yüzyıllarda aynı anda hem Endülüs Emevi hem Fatımi hem de
Abbasi halifeliği mevcuttu. Buna Kuzey Afrika’da kurulan Ağlebiler,
Afganistan dolaylarında kurulan Gazneliler ya da farklı coğrafyalarda
fiilen bağımsız olarak ortaya çıkan hanedanları da eklediğimizde,
Emevilerde ve Abbasilerin ilk zamanlarında görülen güçlü siyasi
birlik tablosu parçalanmış görünüyordu. R. Mantran, bu parçalanmış
tabloya rağmen bahsettiğimiz bütünlüğün ifadesi olarak ekonomide
ve dilde bir birliğin olduğunu vurgulamaktadır (Mantran 1981: 154).
El-Hamra sarayının motiflerini değerlendiren Barthold ise İspanya’da
kurulan bu sarayın, İspanya-Mağrib ananeleriyle değil umumi İslamMezopotamya ananeleriyle süslendiğini ifade etmektedir (Barthold
2012: 64). Kurtuba’da inşa edilen bu sarayın umumi bir İslam sanatıyla
süslenmiş olması, elbette arada bulunan çok geniş bir coğrafi alanda
ortak bir sanat arka planının olmasına işaret etmesi itibariyle önemlidir.
Ebu Fazl İzzeti’nin bu hususu ortaya koyan ifadesi de parçalanmış
siyasi yapıya rağmen var olan kültürel birliğin kuvveti sayesinde,
İslam coğrafyasının insanlarının kendilerini büyük bir imparatorluğun
vatandaşı olarak gördükleri şeklindedir (İzzeti 2003: 15). Yine Mantran,
İzzeti’nin bu ifadesini daha derinlikli olarak algılayabilmemizi
sağlayan bir değerlendirme olarak ortaya çıkan İslam medeniyetinde
Müslüman ve gayr-i Müslimlerin müşterek olduklarını söylemektedir
(Mantran 1981: 130).
BÜTÜNLÜĞÜN GELİŞİMİ VE SİYASİ BÖLÜNME
Emevi idaresi, İslam tarihinin başlangıç devresi olduğu gibi hususen
Abbasilerin idaresi başlayana kadar geçen süreçte toplumların içinde
biriken sosyal enerjinin müsebbibi düzeniyle İslam kültürünün
başlangıç noktasını da ifade etmektedir. Emevi halifesi bir bedevi
prensine (Barthold 2012: 137), bir Arap kabile şeyhine benziyordu
(Barthold 2012: 51). Ancak onun selefleri olan Hulefa-i Raşidin’e
- 126-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
göre olan pozisyonunu ifade etmesi bakımından Mantran’ın İslam
Arap önderleri ifadesi önemlidir (Mantran 1981: 120). Köprülü bunu,
Emevilerin emirü’l-müminin ifadesini kullandıklarını ifade ederek
desteklemektedir (Barthold 2012: 137). Buna karşılık Abbasiler
İran şahı gibi görünüyordu (Barthold 2012: 51). Ancak en belirgin
fark Abbasilerin çift boyutlu bir iktidar inşa etmesiydi. Köprülü
bu durumu hem Sezar hem de papa anlamında cesaro-popisme
ifadesiyle değerlendirmektedir (Barthold 2012: 145). Bununla beraber
Müslüman siyasetin ulaştığı evreyi ifade etmesi bakımından Abbasiler
için kullanılan İslam milletleri şampiyonu ifadesi daha önemlidir
(Mantran 1981: 120). Zira bu ifade Abbasi yönetiminin dolayısıyla da
Müslüman toplumun evirildiği noktayı, değişen ve kırılan sosyolojiyi
ortaya koymaktadır.
Açık bir şekilde ifade edebiliriz ki Emevi tecrübesini Abbasi
tecrübesinden net olarak ayıran en önemli husus, kitlesel İslamlaşmaların
önünü tıkayan bir yapıda olmasıdır. Meşhur Emevi Arapçılığı ya da
Arap olmayanların Emevi idaresi altında ikinci sınıf vatandaş olmaları
meselesi Emevi tarihinin en belirgin özelliği olarak anlatılır. Vaka odur
ki bu şartlar altında büyük kitlelerin İslamlaşmasından söz etmek
mümkün değildir. Emevi siyasetinin en büyük çatlaklarından birini
oluşturan dalgalı mevali politikası da bu durumun temel sebebidir.
Tafsilatına girmeden sorunu kısaca özetleyecek olursak Müslüman
olsa dahi cizye vergisine tabi tutulan Arap olmayan unsurların
devlet idaresinde de çok sınırlı rol oynamaları beraberinde Emevi
hilafetinin ve hilafet nezdinde temsil edilen İslam’ın benimsenmesini
zorlaştırmıştır.
Durumu Arap milliyetçiliği ya da Emevileri Arap olmayan unsurları
hakir görmesi şeklinde değerlendirmek yerine, İslam toplumunun
gelişim sürecinin bir ifadesi olarak saf bedevi sosyolojisinin henüz
kırılamaması ve devletin maliyesinin ayakta tutulması için alınan
tedbirlerden ibaret pratik bir siyaset olarak değerlendirmeyi daha
doğru buluyoruz. Konuyu açıklamamızı kolaylaştıran bir ifade olarak
Arap aklının içine girdiği yeni toplumsal şartları doğrudan idrak edip
buna yönelik bir gelişim seyri izlemesinin ilk etapta pek mümkün
olmadığını söylüyoruz aslında. Ancak hemen ilave edelim bedevi
Arap kültürünün orta yerinde hilafetin merkezinde Muaviye’nin
pratik siyaseti gayri Müslimlerin İslam kültüründen alacakları aktif
rolün habercisi olarak devlet teşkilatının kurumlaşmasına öncülük
Bildiriler Kitabı
- 127-
etmiştir. Buna karşın tersten Abdulmelik’in Arapçayı devlet dili haline
getirmesi, para basması da başlangıçta Araplaştırma hamleleri olarak
okunabilecekken tıpkı gayri Müslim unsurun devlet kültüründe
aktif olması gibi İslam toplumlarının Arap dili potasında erimesi ya
da başka bir ifadeyle Arapçanın bütünleşen kültürün harcı haline
gelmesinin de nüvesini teşkil etmesini sağlamıştır. Basılan para ise
fetih coğrafyalarının ekonomik yapılarının tasfiyesini sağlayıp hilafet
ekonomisinin önünü açmıştır.
Muaviye’nin Emevi düzenini temelde merkezi otoritesini yitiren
hilafeti toparlamak için kurduğunu ifade edebiliriz. Merkeziliği
yeniden sağlamak isteyen Muaviye, devletin gücünü Suriye’de yerleşik
Arap ve gayri Müslim tebaadan sağlarken aslında temelde fetih
coğrafyasına yayılmış Arap unsurların ittifakına yaslanmıştı. Devletin
maliyesinin önemli oranda cizye gelirlerine bağlı olduğu atmosferde
bu kabile ittifakının ganimet odaklı düşüncesi, Emevi idarecilerinin
sığınmacı anlamında olan ve nesebinin ne olduğuna bakılmaksızın
bir bölgenin hakimlerinin izni ve himayesiyle o bölgede ikamet eden
kişi olarak mevalinin tanımını fethedilen bölgelerde bulunan ahaliyi
de genişletmiştir denilebilir. Emevi hilafetinin birkaç dönemle sınırlı
fetih hareketleri, Ömer b. Abdulaziz’in kısa süreli, akim kalan reform
girişimi ve bazı valilerin iyi niyetli icraatları dışında genel siyaseti
geniş bir gayri memnunlar topluluğunu oluşturdu. Esasında burada
Emevi siyaseti derken aktif ve planlı bir siyaset yerine ifade ettiğimiz
sınırlı fetih hareketlerinin gerçekleştirildiği istikrarlı dönemler dışında
var olan ve Yemeni-Kaysi kavgaları ile çalkalanan siyasi düzensizliği
kast ettiğimizi belirtelim. Nihayetinde bu dalgalı siyaset yönettiği
coğrafyalarda halifeliğin ilk yıllarından gelen kavgalarla gayri memnun
mevali yığınlarının birleşmesi sonucu yerini Abbasi siyasetine terk
etmek zorunda kaldı.
ABBASİ POLİTİKASI VE BÜTÜNLÜĞÜN HARCI
Abbasilerin ilk dönem siyasetine baktığımızda iktidarın diğer
ortaklarını by-pass edişinin dışında süratle hilafetin coğrafi
bütünlüğünü korumaya yönelik hamlelerin gerçekleştirildiğini
görüyoruz. Abbasilerin asıl kurucusu olarak gösterebileceğimiz
Mansur’un politikaları bu hedefi önüne koyması bakımından son
derece belirgindir. Tıpkı Muaviye’nin siyasetinde olduğu gibi Abbasi
- 128-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
devletinin asıl şeklini veren Mansur’un siyasetinde de devletin merkezi
otoritesinin tesis edilmesi ve coğrafi bütünlüğün sağlanması hedefini
okuyabiliriz. Durumun nezaketinin farkında olan Mansur Emevi
hilafetine son veren sosyal enerjiyi karşılayabilecek bir hilafet modeli
inşa ederken esasında farklı bir açıdan da İslam coğrafyasında mukim
kültürlerin canlanmasının önünü açmış ve İslam kelamını temelden
etkileyen, İslam hukukunun şekillenmesini sağlayan bir süreçte İslam
toplumunun kültürel dinamikleri olgunlaşmıştır.
Mansur’un ve halefi Mehdi’nin politikaları Abbasi hilafetinin İslam
kültürünün temelini inşa eden çok pratik bir çizgi üzerinden yürüdü. Bu
konuda önemli bir çalışma ortaya koyan Dimitri Gutas, bu iki halifenin
ana faaliyetleri olan çeviri faaliyetlerinin arka planına ilişkin önemli
detaylar vermektedir. Ele aldığı mesele ise çeviri faaliyetlerinin temel
dinamiğinin öncelikle Mansur’un ideolojisini kurmak üzere Sasani
kültürünü Arapçaya kazandırması olduğunu daha sonra Mehdi’nin ise
güçlenen eski kültürler karşısında İslam’ın savunusunu hedeflemesi
olduğunu ifade etmektedir. Gutas, Abbasi halifesinin ruhani otoritesini
kurgularken Sasani hükümdarlarının, hükümdarın dinde ileri bir
mertebeye sahip olması gerektiği fikrinin benimsendiğini ve bu yolla
Sasani hükümdarlarının vasiyetname tarzı eserlerinin çevrildiğini
söylemektedir. (Gutas 2015: 85) Bununla beraber zaman içerisinde
düalist bir mantığa sahip olan mani dini mensuplarının ve serbest bir
ortamda kendi kelamlarını savunan Hıristiyan ve Yahudilere karşı bir
savunma mekanizması oluşturmak için de Mehdi’nin, Aristoteles’in
Topica isimli eserinin çevirttiğini ilave etmektedir (Gutas 2015: 6667). Gutas bu iki örnekten hareketle bize İslam kültürünün oluşumu
hakkında önemli ipuçları vermektedir. Aristoteles’in Topica isimli
eseri İslam kelamının temeli olacak olan cedel metodunun en asli
kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Cedelin geliştirildiği ortamda ise
özellikle önemli sayıda Hıristiyanlık savunusu eserlerinin ise Arapça
yazılmış olduğu bilgisini aktararak farklı dinlere mensup olsa da İslam
coğrafyasını paylaşan insanların kültürün en önemli unsurun olduğu
dil temelinde gerçekleşen bir bütünleşmeyi ortaya koymaktadır (Gutas
2015: 70).
Biz bu süreçlerin ardından İranlı ailelerin Abbasi devleti içinde
güçlenişleri ve zaman içerisinde Abbasi halifelerini baskı altına
almalarını ve karşı güç olarak Türklerin ortaya çıkışını görüyoruz.
Fuad Köprülü’nün cesaro-popisme şeklinde ifade ettiği ruhani ve
Bildiriler Kitabı
- 129-
siyasi iktidarın siyasi tarafının tasfiye edilişiyle Mansur’un coğrafi
bütünlüğü koruma hedefinin ortadan kayboluşunu da bu sürecin bir
başka okuması olarak aktarabiliriz. Burada gelişen sürecin doğal bir
akış ile çok büyük bir alanı kapsayan hilafet coğrafyasının çeşitli siyasi
yapılar altında bölünüşü olarak ifade edebiliriz. Bir yandan halife kendi
hakimiyet alanında ortaya çıkan varis devletlerin meşruiyet kaynağı
olarak sembolik bağlarının odağı olurken diğer yandan da kitlesel
İslamlaşma ile ortaya çıkan yerel güçlerin kendi bölgelerini Müslüman
olmaları hasebiyle yönetme konusunda hak iddia etmelerine zemin
sağlayan bir yapı doğmuş oldu.
İşte bu yapı içerisinde Barthold, bir bölgecilik anlayışının var olduğunu
ifade etmektedir. Artık kendi başına her bir bölge yerleşmiş bir alt
kültür olarak kendi varlığını önemsiyordu ve siyasi parçalanmanın
aslında bir normalleşme gibi algılanmasına sebep olacak bir yapı
ortaya çıkıyordu. Her şeye rağmen bütünlüklü bir siyasi yapıya ihtiyaç
duymadan gelişimini sürdüren, hatta Mantran’a göre otorite eksikliğini
tercih eden (Mantran 1981: 189), şehir hayatı ve ticaret bunun en önemli
göstergesidir (Barthold 2012: 77). Bunun sadece birtakım göstergelerle
değil somut bir tarihi kayıtla da anlaşılabilmesi için Barthold, İbnu’l‘Esir’in bir yorumunu aktarmaktadır. Moğol saldırılarının başarısını
yorumlayan İbnu’l-‘Esir burada Harzemşahların birçok bölgeyi kontrol
altına alarak her bir bölgenin kendini ayrı ayrı savunmasına engel
olacak bir yapı doğurduğunu kaydetmektedir. Bununla beraber her bir
bölge insanının kendi vergi ve toprak gelirlerini dışarıda bir merkeze
göndermekten rahatsız olduklarını da yine Barthold kaydetmektedir
(Barthold 2012: 76).
Onuncu yüzyıldan on dördüncü yüzyıla uzanan bir süreçte Müslüman
toplumların siyasi eğilimini ifade eden bu değerlendirme aslında İslam
dünyasının tek merkezi olan bir yapıdan pek çok yerel merkezlerin
doğduğu bir galaksiye dönüştüğünü Hugh Kennedy’nin ifadesiyle
aktarabiliriz. Kenedy, ortaya çıkan yeni yerel merkezlerin ise İslam
kültürünün parladığı sosyal ve ekonomik gelişimi dinamize ettiklerini
belirtirken Robert Mantran, bu gelişimin Müslüman ve gayr-i Müslim
ahalinin birlikte inşa ettiklerini belirtmektedir (Mantran 1981:
130). Dağılan siyasi yapı ya da halifeliğin tasfiyesi ise Kennedy’nin
ifadesiyle kültür alanında bir başarı ve aktivitenin kaynağı oluyor
(Kennedy 2004: 144). Bu aktivitenin en somut sebeplerinden biri
Abbasilerin ilk yıllarından itibaren yükselen entelektüel ve edebi
- 130-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kesimin artık çok farklı coğrafyalarda yeni hamiler bulması olduğunu
söyleyebiliriz. Bunun başka bir ifadesi ise Bağdat’ın kültürel anlamda
tek merkezliliğini yitirmesi ve Irak’ın ekonomik olarak gerilemesiyle
diğer coğrafyalarda hızlı İslamlaşan toplumların bağrında kültür
çiçeklenmesinin yaşanması için lazım olan eko-politik zeminin
sağlanmış olmasıdır. Bağdat’ta yerleşik elit kesimin bu süreçte önemini
yitirmesi ve Arap olmayan unsurlar bu elit kesimin yerini alıyor
olmaları da sürecin başka bir somut ifadesidir (Kennedy 2004: 209).
Ancak siyasi parçalanma ya da yeni elitler altında kültürün yeşerdiği
farklı bölgeler arasında yine Abbasi politikalarının önemli bir sonucu
olarak Arapçanın hakimiyetiyle kültür alanındaki tersine bütünlükle
paralellik arz etmektedir. Ortaya çıkan bütün devletlerde bürokrasinin
Arapça diline yaslandığını bir örnek olarak zikredebiliriz. Nitekim
Hugh Kennedy Hüseyin el-Mağribi isminde bir şahısın Hamdani,
Fatımi, Ukaylid ve Mervani gibi birbiriyle rekabet halindeki dört
devlette de bürokratik kademelerde görev aldığı örneğiyle bu durumu
çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur (Kenedy 2004: 202). Dil
temelini çok net olarak ifade etmese de Celaleddin Harzemşah’ın Hind
coğrafyasından Azerbaycan-Gürcistan coğrafyasına uzanan bir hatta
ortaya çıkıp hakimiyetler kurması da kültürel bütünlüğün dikkat çekici
bir örneğini oluşturduğunu biz de burada ekleyebiliriz. Bürokrasi dili
olarak yerleşen Arapça, aynı zamanda ekonomi için de bir lingua franca
özelliği taşımakta eski dünyanın dil farklılıkları dolayısıyla ayrılan
bölgelerini birleştirmiş ve İslami kurumların buralarda yerleşmesi
ve çok geniş bir ticari ortaklık ağının kurulmasının zemini olmuştur
(Kuran 2012: 75).
Son olarak yine Hugh Kennedy’den nakledeceğimiz bir değerlendirme
ile meseleyi tamamlayabiliriz. “Muslim Commonwealth” başlığı
altında İslam dünyasının bir kültürel bütünlük altında bir toplumlar
birliği hüviyetini nasıl kazandığını anlatırken Kennedy askerlik
meselesini gündeme getirmektedir. Haçlılarla mücadele örneğinde net
olarak gördüğümüz bir tablo olarak askerlik sanatının Türk emirleri
komutasındaki Türk askerlere inhisar ettiğini ve daha önceden savaşçı
bir toplum olan Arapların bu özelliklerini yitirmeleriyle askerliğin
de marjinal bir konuma geldiğini ifade etmektedir. İbn Haldun’un
da Arap toplumunu savaşçı özelliklerini yitirmeleriyle eleştirdiği
bilinmektedir. Kennedy ise ticaretle ve çiftçilikle toplumsal sınıfların
şekillendiği İslam toplumlarının her coğrafyasında Türk askerlerin
Bildiriler Kitabı
- 131-
varlığını delil göstererek kültürel bütünleşmeyi bir başka noktadan
ifade etmiş bulunmaktadır.
SONUÇ
Çalışmamızın başından beri vurguladığımız gibi akışın son aşaması
İslam dünyasında tek bir halife/sultan anlayışının tekrar kurulmamak
üzere yıkıldığı süreç, İslam’ın yayılış tarihinin en önemli kırılma
anlarından biridir. Bu döneme kadar güçlü bir halifenin otoritesinde
temsil edilen İslam, idari pragmatizmin ona yüklediği anlam
çerçevesinde bir görüntü yakalıyordu. Bu görüntü hem o gün hem
de bugün için aslında ne olup bittiğini görmemizi engelleyen bir
perde gibi durmaktadır. İslam’ın o an ve mekânda sahip olduğu
anlamı bulmak için bu perdeyi kaldırmamız gerekmektedir. Bu da bu
çalışmada denediğimiz yapı söküm çalışmalarının derinleştirilmesiyle
mümkündür.
Bu değerlendirme halen tetkik edilmiş sayılamaz. Zira İslam tarihi
için özel bir usulün geliştirilmesi teklifini getirmekle beraber bu
teklife verilmiş bir cevabın henüz mevcut olmadığı da bilinmektedir.
İnanılsın ya da inanılmasın bir metin/vahiy ve onu tebliğ eden bir
insanın etrafında birleşmiş bir topluluğun başlattığı hareket olarak
İslam, dünya tarihinde eşine rastlanmış bir tecrübe değildir. Hz
Muhammed, bir peygamber yahut ruhani önder olduğu kadar son
derece siyasi bir lider ve komutan olarak da takipçilerine ilham
vermiştir. İslam’ın öncesinde büyük yükseliş olarak görebileceğimiz
Hıristiyanlık ve kilisenin vaaz ettiği İsa figürü ise böyle bir temelde
değildir ve gerçekleştirdiği dönüşüm itibariyle İslam’ın (Kur’an ve
Peygamber örnekliğinin) ortaya koyduğu tecrübe ile aynı sürece sahip
değildir. İslam çağının sonrasında ortaya çıkan aydınlanma düşüncesi
ve modern düşüncenin yükselişinde ise bambaşka bir durumun
olduğu aşikârdır. Dolayısıyla İslam’ın doğuşu, yayılışı ve geçirdiği
dönüşüm bilhassa siyasi bütünlüğün henüz dağılmadığı dönem olarak
nitelendirdiğimiz Türklerin Abbasilere nüfuzuna kadar geçen süreç
için kendine has bir tarihsel alandır. Özellikle Müslüman düşüncenin
her çağ ve devirde yeniden sorup cevapladığı din nedir sorusunun
klasik çağdaki karşılığını bulmak anlamındaki bu tarihsel alanın girift
yapısını çözecek bir metodik yaklaşım inşa etmek gerekmektedir.
- 132-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
KAYNAKÇA
BARTHOLD, Vasilij Viladimiroviç (2012). İslam Medeniyeti Tarihi, der.
Fuad Köprülü, Ankara: Akçağ Yayınevi.
GUTAS, Dimitri (2015). Yunanca Düşünce Arapça Kültür-Bağdat’ta
Yunanca-Arapça Çevisi Hareketi ve Erken Abbasi Toplumu, çev. Lütfü
Şimşek, İstanbul: Kitap Yayınevi.
HOURANİ, Albert (2014). Arap Halkları Tarihi, çev. Yavuz Alogan,
İstanbul: İletişim Yayınları.
İZZETİ, Ebufazl (2003). İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş, çev. Cahit Koytak,
İstanbul: İnsan Yayınları.
KENNEDY, Hugh (2004). The Prophet and the Age of the Caliphates-The
Islamic Near East from The Sixth to Eleventh Century, Edinburgh: PearsonLongman.
KURAN, Timur (2012). Yollar Ayrılırken-Ortadoğu’nun Geri Kalma
Sürecinde İslam Hukukunun Rolü-, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
MANTRAN, Robert (1981). İslam’ın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıllar),
çev. İsmet Kayaoğlu, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 133-
Merve BOZAN
Marmara Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri ABD
Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
KÜLTÜREL ETKİLEŞİMDE DİN NEREDE?
ÖZET
Bu bildiride öncelikle dini çeşitliliğin tarihi ve kültürel arka planı verilecek,
daha sonra inanan insanların başka din mensuplarına karşı tutumları kısaca
açıklanacaktır. Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman düşünürlerin bu konu
hakkındaki fikirlerine kısaca değinilecek ve dini çoğulculuk başlığı altında
Hıristiyan dünyadan bir örnek açıklanarak İslam dünyası mercek altında
incelenmeye çalışılacaktır. Sonuç olarak da İslam’da dini çoğulculuğun
imkânı değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Hıristiyanlık, İslamiyet, Dini Çoğulculuk.
GİRİŞ
Günümüz dünyasında iletişim olanaklarının artması kültürel
etkileşimin imkânlarını genişletmiştir. Bilindiği üzere kültür, içerisinde
günlük hayata dair olan özelliklerden dini inanç ve yaşama kadar geniş
bir çerçeve çizer. Dünya ile iletişim halinde olmak başka inançlar,
hakikat ve kurtuluş iddiaları ile de karşı karşıya kalmamıza sebep
olmuştur. Bu karşı karşıya kalış çoğu zaman ayrışmalar, dışlamalar,
hatta dini eksenli savaşlar olarak da zuhur etmiştir. Dinlerin üstünlük
iddiası bu durumun temelinde yatan sebepler arasında zikredilmiştir.
Çoktanrılı dinlerde böyle bir iddianın olmaması, çözüm için daha
çok tek tanrılı dinlere yönelmeyi gerekli kılmıştır (Demirci 2000: 11).
Böylesine bir durum karşısında kalan düşünürler dinleri, bir başka
dine karşı tutumuna göre üçe ayırmışlardır. Bu sınıflandırmanın
dinlerin kendi doğasına uygun olup olmadığı üzerine tartışılmış ve
sonuç olarak da bunları, ortak bir özde bir araya getirmek istenmiştir.
Bu çabanın temelinde ise dinden kaynaklanan problemleri en aza
indirmek ve hoşgörü ortamı oluşturmak istenmesi yatmaktadır.
Dinler bu bağlamda ele alındıklarında ritüel özelliklerinin yanı sıra
itikat ile ilgili boyutu üzerinden bir açılım getirilmeye çalışılmıştır. Bu
- 134-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ise kelamcılar ve teologları harekete geçirmiş ve kendi mensup olduğu
dinlerin bir başka din karşısındaki tutumlarını kendi kaynaklarından
sorgulamaya başlamalarına sebep olmuştur. Dini dışlayıcılık, dini
kapsayıcılık ve dini çoğulculuk yukarıda da bahsettiğimiz dinlerin bir
başka inanca karşı takındıkları tutumdur.
DIŞLAYICI TUTUM
Bu tutum, yalnızca dindaşlarının kurtuluşa ereceğini ve dolayısıyla bir
başka din mensubunun kendi içinde bulunduğu dine girmediği sürece
kurtulamayacağını savunur. Tarihi süreci göz önüne aldığımızda birçok
dinin bu tutum içinde bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır
(Yazoğlu 2007: 11). Büyük dinler diye adlandırdığımız Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslam dininin dışlayıcı tutumlarını incelemek bu
konuya açıklık getirmek açısından önemli olacaktır.
Yahudilik geleneğinde yalnızca dine değil, ırka dair bir dışlamanın
da söz konusu olduğunu görmekteyiz. Nitekim diğer dinlerden
farklı olarak Yahudilik bir ırk dini olarak kabul edilmektedir.
Dolayısıyla ırkı İsrailoğullarına ait birisi Yahudi olarak doğar, bunun
dışındaki bütün inançlar batıl ve bozuk sayılır. Hz. Âdem’den
soy olarak fazilet Hz. İbrahim’e kadar gelmiş ve oğulları İshak
üzerinden devam etmiştir. Dolayısıyla üstün ırk temellerini bu
silsileye dayandırmaktadırlar. Tarih içindeki sürgün ve işkence
görmüş halleri de dışlayıcı tutumlarını körüklemiştir. Bunun yanı
sıra Yahudi din adamları, inançlarının bozulmasından duydukları
tedirginlik sebebiyle başka din mensuplarıyla dostane ilişkileri
yasaklamışlardır. Yahudiler içinde bu anlamda en katı tutuma sahip
olanlar ise kurtuluş öğretisi olan Mesihçilerdir (Arıcan 2013: 101).
Hıristiyanların dışlayıcı tutumlarının temelinde elbette Hz. İsa inancı
yatmaktadır. Çünkü tüm insanlar günahkâr doğarlar ve Hz. İsa biricik
kefarettir, Hz. İsa’ya inanmayan tüm insanlar günahkâr ve kurtuluşa
muhtaçtırlar. Hıristiyanlıkta Yahudilikte olduğu gibi ırkçı dinin tam
aksine Tanrı’nın ışığının bütün insanlar için olduğu anlayışı vardır.
Misyonerlik de bu sebepten oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
Hıristiyanlıkta on dokuzuncu yüzyıla kadar kilisenin İsa Mesih’ten
gelen otoritesi ve kilise dışında kurtuluş yoktur inancı devam etmiş,
ardından bu inanış Protestanlıktan sonra Hıristiyanlık dışında kurtuluş
yoktur anlayışına dönmüştür (Arıcan 2013: 104).
Bildiriler Kitabı
- 135-
Müslümanlara göre ise diğer dinler doğru olmayan şeylerle karışmış
durumdadır ve İslamiyet onları da kapsayan ve kemale erdiren bir
inanç sergiler. Hz. Muhammed İslam’a göre son peygamberdir,
dolayısıyla İslam da son dindir. Bütün insanlara indirilmiş olduğunu
belirten ifadeler vardır. Dolayısıyla bozulan diğer inançların
karşısında İslam durmakta ve kurtuluş yalnızca Müslüman olmaktan
geçmektedir. Kur’an’da buna delil olarak “Allah katında din İslam’dır.”
(Kur’an: 2/19) ayeti gibi benzer ayetler bulunmaktadır. Dinlerin
birliği projesinde bile Müslüman âlimlerin dışlayıcı tavırları dikkat
çekmiştir. Dinlerin birliği için koydukları kuralların başında İslam
kendinden önceki dinleri, inanışları ve kitapları nesh etmiştir ibaresi
geçmektedir (Arıcan 2013: 106). Sonuç olarak gerek kültürel değerleri
gerek inanışları doğrultusunda dinlerin dışlayıcı tutumları ortadadır.
Birbirlerine karşı söylemlerini güçlendirdikçe bunun daha da katı
bir hal aldığı düşünülebilir. Örneğin Hıristiyanlık Hz. İsa’yı kutsal
sayarken İslam’ın yalnızca bir peygamber demesi, Hıristiyanların daha
da katı olmalarına sebebiyet vermektedir. KAPSAYICI TUTUM
Kapsayıcı bakış açısı, mensup olduğu dini hak olarak kabul eder.
Ancak bunun yanında başka din mensuplarının da kurtuluşa
erebileceğini Tanrı’nın merhameti ve adaleti ekseninde olabileceğini
savunur. Kapsayıcılık tutumu, Yahudiliğin yanı sıra Hıristiyanlık
ve İslam dininde daha net bir şekilde görülmüştür. Felsefi olarak
söylenecek olursa özel bir kurtuluş, ontolojik kurtuluş için zorunlu
olabilir, fakat epistemolojik olarak kişinin bilmesine gerek kalmadan
kurtuluşun çerçevesine dâhil olması mümkündür (Çakmak 2014: 124).
Hıristiyanlık bakış açısıyla şöyle de ifade edilebilir, birinin kurtuluşu
için İsa Mesih’in varlığı ontolojik olarak gerekli ancak epistemolojik
olarak gerekli değildir.
Kapsayıcılık kavramı, özellikle II. Vatikan Konsili’nde, Katolikliklerin
(Kilisesinin) Kilise’yi kapsayıcı olarak kabul etmesi ile Hıristiyan
ilahiyatçılar tarafından yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Daha
önce diğer inançları dışlayıcı bir yaklaşımda bulunan Katolik Kilisesi,
II. Vatikan Konsili ile bu pozisyonunu terk ederek kapsayıcı bir anlayış
geliştirmiştir (Eroğlu 2004: 326). Hıristiyanlık için iki türlü kurtuluştan
bahsetmek mümkündür: Özel kurtuluş İsa Mesih inancı ile gerçekleşir,
- 136-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
genel kurtuluş da Tanrı’nın merhametinin kapsayıcı olduğu inancı ile
bağlantılıdır. Ancak her iki durumda da İsa Mesih dışında bir kurtuluş
söz konusu değildir. İnanmayan insanların bile hayatlarına bir şekilde
İsa Mesih’in dâhil olduğuna inanılır (Çakmak 2014: 124).
İslam geleneğinde ise bu durum biraz daha karışıklık arz etmiştir.
Kur’an’a bakıldığında diğer dinsel geleneklerin temel inanç
esaslarını doğruladığını söylemek kadar, kurtuluşun dışında
kaldıklarını söylemek de doğru olacaktır. Allah’ın belirttiği ilkeleri
gerçekleştirenlerin kurtuluşu yine Allah’a bırakılmıştır. Bazı Müslüman
düşünürlere göre İslam dininde kapsayıcılığın imkânlarını bulmak
mümkündür (Çakmak 2014: 224).
ÇOĞULCU TUTUM
Dini çoğulculuk, her biri kutsalla ilişkili olan birçok inanışın varlığının
ve kurtuluşunun kabulü anlamına gelmektedir. Dini çoğulcu anlayışı
benimseyenlere göre bütün inançlar gerekleri ne olursa olsun
asıl özleri itibariyle benzerdir ve dolayısıyla hak olma özellikleri
bakımından birbirinden üstünlükleri yoktur (Acar 2007: 30). Dini
çoğulculuğa teorik tanım getirmek gerekirse “fenomenolojik olarak
dinler tarihinin geleneklerin ve bunların her birinin farklılıkların
çeşitliliğini gösterdiğine; felsefi olarak ise geleneklerin farklı ve
birbirleriyle rekabet eden iddialarıyla bunlar arasındaki ilişkiyle
ilgili belirli bir teoriye işaret eder” (Yazoğlu ve Aydeniz 2007: 11)
diyebiliriz. Yahudilikte diğer dinlere karşı çoğulcu bir tutumunun tam
olarak bir zemine oturtulamadığı görülmekle birlikte Nuh’un yedi
emrine uyanların kurtuluşa ereceği de söylenmiştir. Biz ve diğerleri
söylemlerinin zamanla zayıflamış olduğunu söyleyen (Demirci 2000:
60) bazı kaynakların aksine bizler tarihi süreçte hala devam eden üstün
ırk politikalarını sürdürdüklerini görmekteyiz.
Hıristiyan dininde çoğulculuk dendiğinde akla ilk ve otorite olarak John
Hick gelmektedir. Giriş bölümünde de dile getirdiğimiz sebeplerden
ötürü çoğulcu modeli öneren Hick, çoğulculuğun temel tezini Mutlak
Hakikatin tek olması olarak belirlemiştir diyebiliriz (Acar 2007: 71).
Dinler O’nu nasıl temsil edeceğimizi ve davranışımızı düzenleyen
kurallar bütünü olmanın yanı sıra kutsalın farklı tezahürleri olarak
karşımıza çıkmaktadır (Tanrıverdi 2013: 1043). Hick, dini etnik
yapıyla tamamen uyumlu ve buna bağlı olarak Tanrı’nın kendini
Bildiriler Kitabı
- 137-
göstermesi sonucu şekillenen dünya görüşü, yaşam tarzı şeklinde
ifade etmiştir. Ancak bu tanımın içinde yalnızca yüzlerce takipçisi
olan ve varlığını uzun yıllardır sürdüren dinler vardır. Ona göre dinler
tezahürlerini Mutlak ile birinci dereceden iletişime geçen temsilciler
ile gerçekleştirmektedirler. İsa, Muhammed, Buda bu anlamda büyük
şahsiyetlerdir. Hick’in bu hipotezinin amacı dinlerin kendi içindeki
çelişkilerini aşan felsefi bir teori sunmaktır. Hick’in dayandığı iki
asıl, âlemin müphemliği ve dini tecrübenin güvenilir fakat sınırlı
olduğudur. Hick’e göre dini tecrübe, inancın doğruluğunu ispat etmek
yerine inanma ihtiyacını karşılamaktadır (Acar 2007: 69).
Bunlardan yola çıkan Hick, çoğulcu modelin sacayaklarını
oluşturmuştur. Bunlar; bizatihi gerçekliğin vazedilmesi, anlatılanların
efsanevi anlamda doğruluğu ve kurtuluş teorileridir (Acar 2007:
71). Gerçeklik için iki form olduğunu belirtmiştir: Bizatihi gerçeklik
ve tecrübe edilen gerçeklik. Temellerini ise Kant’ın numen-fenomen
ayrımı ile özdeşleşmiştir. Ona göre tecrübe edilen gerçeklik fenomen,
bizatihi gerçeklik ise numendir. Bizim farklı şekillerde tezahürüyle
muhatap olduğumuz tecrübe edilen gerçeklik aslında o tezahürü aşan
bizatihi gerçektir. Ancak bu tezini Kant’a dayandırması çelişkileri de
beraberinde getirmektedir. Bilindiği üzere Kant’ın fenomen dediği
alem duyumsanan alemdir oysa Hick’in tecrübe edilebilir gerçek de
en az bizatihi kadar soyut bir kavramdır. Dolayısıyla da birbirinde
binlerce farklı tezahürün olması buna bağlı olarak gelişmektedir. Oysa
kant için bu kadar farklı tezahürün imkânı yoktur (Acar 2007: 75).
Efsanevi anlamda gerçek dediği ise dinlerin kendi bünyesinde
anlattığı tarihi veya tarihi olmayan örneklik teşkil etmesinin
amaçlandığı pasajlardır. Hick’in bunlara efsanevi demesinin sebebi
tarihte gerçekleşip gerçekleşmediğinden çok insanlardaki ahlaki
dönüşüme ne derece hizmet ettiğidir ve buna bağlı olarak gerçekliğini
ölçmektedir. O, tarihsel olanların araştırılmasını tavsiye eder ancak
bunun izahına gitmez. Son sacayağı ise kurtuluş öğretisidir. Hick
buna kendini gerçekleştirmek de demektedir. Ona göre bu durum,
benmerkezcilikten gerçeklik merkezliliğe geçiştir. O, dinlerin
ahlaki anlamda insanları dönüştürme işlevlerine vurgu yaparak asıl
gayelerinin bu olduğunu söyler ve bunun kurtuluş temini olduğunu
iddia eder. Bu iddiada karşımıza şöyle bir problem çıkmaktadır. Elbette
dinlerin ahlaki öğretileri birbirleriyle örtüşmekte ve oldukça büyük
önem arz etmektedir. Ama unutulmamalıdır ki dinlerin temsilcileri
- 138-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ahlaki öğretilerin yanında belli teolojik, ontolojik konularda söylem
içinde olmuşlar ve hayatlarını düzenlemekte birbirinden farklı yollar
ve farklı tapınma şekilleri sergilemişlerdir (Acar 2007: 95).
Hıristiyan olan John Hick’in görüşlerini vermemizin amacı hem otorite
olarak sayılması hem de Hıristiyanlık içinde çoğulcu yaklaşımın nasıl
ortaya konulduğuna dair fikir elde etmektir. Bilindiği üzere bir mercek
altında incelendiğinde Hick’e dair eleştiriler de görüşleri çerçevesinde
arttırılmıştır. Ancak biz genel hatlarıyla almayı yeterli bulduk, çünkü
gayemiz İslam içindeki çoğulcu tutumlara daha çok yer vermek
olacaktır. İslam dini içerisinde genel anlamda bir çoğulculuktan söz
etmek mümkün olmamakla birlikte tıpkı John Hick’de olduğu gibi
kişi eksenli görüşler çerçevesinde bunun mümkün olup olmayacağı
tartışılmıştır. Bu görüşleri Mâturîdî’ye kadar geri götürerek devamında
Gazali, İbn Arabî, Seyyid Hüseyin Nasr, Süleyman Ateş ve Fazlur
Rahman çerçevesinde çoğulculuğu değerlendirmeye çalışacağız.
Öncelikle belirtmemiz gereken önemli bir husus vardır, bilindiği üzere
dini çoğulculuk kavram olarak modern döneme aittir. Bunu İslam’ın ilk
yıllarına nasıl götürdüğümüzü ise şöyle ifade edebiliriz: Müslüman
düşünürler kurtuluş reçetelerini yani amentü ortaya koyarken diğer
din mensuplarını da içine alan görüşler belirtmişlerdir. Dolayısıyla
çoğulcu bir anlayışa dair geleneğimizde benzer düşüncelerin olup
olmadığını ortaya koymak adına Mâturîdî’ye kadar geri gitmenin
anlamlı olacağını düşünmekteyiz. Mâturîdî, çoğulcu bakışını din
mensuplarının bir geleneğe bağlı olarak dinlerini seçtikleri, dolayısıyla
dinlerini değiştirmenin oldukça zor olduğu temeline dayandırır (Özcan
1995: 94). Bu durumun beraberinde dışlayıcı bir tutumu da getirdiğini
ve hak iddialarını doğru değil, ancak anlamlı bulduğunu ifade eder.
Ancak Allah’ın dini birdir ve bu iddia sahipleri atalarını taklitleri
dışında ortaya bir delil koymuş olmazlar. Dinin yalnızca bir tane
olmasına rağmen insanların farklı inanış ve şeriata bağlı olmalarına
insan sebepli bakmakla birlikte altında bir hikmet aramanın da anlamlı
olacağını söylemektedir. Ancak göz ardı edilmemesi gereken bir husus
varsa o da her dinin tevhit eksenli olmak zorunda olduğudur (Özcan
1995: 100). Mâturîdî’ye göre din başından beri tamdır. Ancak şeriatın
tamamlanması zaman aldığından dolayı son halini İslam ile almıştır
(Özcan 1995: 107). Kur’an’ın diğer kutsal kitabı tasdiki konusundaki
konularına değinmesine rağmen ehli kitabın tahrifatından şüphesi
yoktur (Özcan: 129).
Bildiriler Kitabı
- 139-
Maturudi’nin görüşleri bize ona çoğulcu demenin yanında kapsayıcı
bile dememizin aslında zor olacağını gösterir. Diğer din mensuplarına
(Ehli Kitap) karşı hoşgörü ile onların içinde bulundukları durumları
anlamış, ancak ortak bir ilkede buluşmak gibi bir çabası olmamıştır.
Hatta dışlayıcı tutumlarına da rastlamak mümkündür. Nitekim Hz.
Muhammed’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu ifade etmek
dışlayıcı düşünceye sahip olduğuna dair örnek olarak verilebilir.
Diğer önemli düşünürlerden biri ise Gazali’dir. Gazali’nin çoğulcu
olarak değerlendirilen düşünceleri, genellikle İslam’ın erişemediği
insanlar için tutumu üzerinden örneklendirilmiştir. Ona göre Hz.
Muhammed’in ismini duyup da sıfatlarından habersiz olan kimselerin
inanma yükümlülükleri yoktur. Bu kimseler için Allah’ın rahmeti
beklenir (Çakmak 2014: 225). Gazali’ye göre Hıristiyan bir kültür
içinde doğan Hz. Muhammed’i duymuş olabilir ancak onun hakkında
bilgiye erişmesi mümkün olmayabilir veya engellenmiştir. Dolayısıyla
bu kimse sorumlu değildir (Arslan 2004: 355). Sorumluluğu ferdin
araştırma isteğine bağlamış ve bu araştırmayı genelde inanların
yapacağını söylemiştir. Gazali için bu görüşleri bağlamında çoğulcu
demek elbette tam anlamıyla mümkün olmayacaktır. Nitekim artık
bilgiye ulaşamamak gibi bir durum günümüzde neredeyse imkânsızdır.
Başka bir din mensubunun İslam’ı araştırması ve öğrenmesi artık
oldukça kolaydır. İnsanların inisiyatifine bırakacak olursak da -ki şu
an öyledir- herkes dininden memnun gözükmekte ve araştırdığında
dönenlerin sayısının oldukça az olduğu tespit edilmektedir. İbn Arabî’nin çoğulcu yaklaşımına itikat meselesine getirdiği anlamdan
yola çıkarak varabiliriz. Arabî, imanı, Allaha inanmak bağlamında
kullansa da daha geniş bir anlam yükler, insanın dünyayı algılamasına
izin veren fikirler, doktrinler olarak ifade eder. Bu bilgi, insanın kendisi
bilse de bilmese de Allah bilgisidir (Chittick 1999: 125). Ancak Allah
kendisini insanlara vahiy ile bildirmiş ve bilinişinin doğru olması
için vahiy göndermiştir (Chittick 1999: 190). Dolayısıyla yegâne yol
Muhammedî yol olarak tanzim edilmiştir (Chittick 1999: 195). Allah’ın
farklı tecellilerini anlamlandırmak için dini çeşitlilik dairesi çizen İbn
Arabî, Allah’ın inanışa göre tecellisinin rahmetinden olduğunu ve
çokluğunun bu bağlamda anlamlı olduğunu ileri sürer (Chittick 1999:
197). İbn Arabî’nin önceki düşünürlere göre daha geniş bir çerçeve
çizdiğini kabul edebiliriz. Ancak hak ve tamamlanmış yol olarak
Muhammedî yolu belirtmesi yalnızca mutlaka dair değil, şeriata dair
- 140-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
de bir kabulünün olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu görüşleri
kapsayıcı diye isimlendirmemiz daha uygun düşecektir.
Seyyid Hüseyin Nasr ise çoğulcu anlamda Arabî’ye benzer bir
tezahürden bahseder. Ona göre dinler Tanrı, kâinat ve insanlığın
kaderi ile hakikatler ortaya koymak için var olmuşlardır. Çokluğu da
bu bağlamda izah eden Nasr, Mutlak’ın özde değişmediğini ancak
ifadelerinin zamana göre farklı şekillerde tezahür ettiğini dile getirir.
Dinler arasındaki zıtlıklara ise bir zıtlık olarak bakmaz, aksini her
ikisini de kabul eder. Bu çelişkiyi modern epistemolojiye ve dinlerin
zahiri boyutlarından kaynaklandığına dayandırarak manevi yetkinliğe
ulaşmış kimselerin batının özde bir olduğunun farkında olan kişiler
olduklarını söyler (Arslan 2000: 29). Nasr’a göre Hıristiyanlıktaki teslis inancı zamanla bozulan tevhit
inancının yerini almış bir doktrindir, ancak bu bozulmanın da Tanrısal
olduğunu ifade etmesi onu çıkmaza sokmaktadır. Nitekim bu bozulma
kaçınılmaz bir şey ise bu durum İslam dini için de gerçekleşecektir
demektir. Oysa Kur’an’ın korunmuşluğu algısı İslam dünyasında tahrif
edilemez derecede sağlam gözükmektedir. Çelişkilerine rağmen Nasr
için çoğulculuğa en yakın görüşleri olan İslam düşünürü dememiz
yerinde olacaktır.
Fazlur Rahman’ın diğer dinlere bakışında çoğulcu olarak
diyebileceğimiz eksen semavi kitapları değerlendirmesidir. Ona göre
semavi kitaplar kitapların anası diye tanımladığı tek bir kaynaktan
gelmektedir ve vahiyle gelen tüm kitaplara inanmak zorunludur
(Çakmak 2014: 245). Fazlur Rahman, Allah tek bir öze sahiptir ve
farklı dinler göndermiştir, İslam da ehli kitabı desteklemiştir görüşüne
sahiptir. Ancak şu da vardır ki kurtuluş yolları Kur’an’da belirtildiği
gibidir ve o, sınırlamanın zorlama olduğunu ileri sürer (Çakmak
2014: 253). Bu tavrıyla Fazlur Rahman, kapsayıcılığa yakın bir yerde
durmaktadır.
Son olarak Süleyman Ateş’in görüşlerine de kısaca değinebiliriz. O,
Allah’ın bütün âlemlerin, insanların Rabbi olduğunu delillerle dile
getirmiş ve peygamberlerin ortak haberler getirdiğini söylemiştir
(Ateş 1989: 8). Ancak bunun yanında din mensuplarının dışlayıcı
tavır takındıklarını ve cenneti tekeline aldıklarını ifade etmiştir.
Fakat Kur’an’ın bunları reddettiğini tevhit ehli olan herkesin cennete
girebileceğini iddia etmiştir. Kur’an’ın diğer kitapları nesh edip
Bildiriler Kitabı
- 141-
etmediğini tartışan Ateş, nesh edici değil tasdikleyici olarak geldiğini
söylemiştir. Bunların yanı sıra kutsal kitaplardaki ortak pasajlara da
yer veren Ateş, benzerlikleri ortaya koymaya çalışmıştır (Ateş 1989:
12). Ateş, tutarlı olan tavırlarının yanı sıra çoğulculuktan uzak kısmi
kapsayıcı diyebildiğimiz bir tutumla karşımıza çıkmaktadır. Nitekim
İslam’a yaslanmasının yanı sıra kurtuluşa ereceklerin de yalnızca
ehli kitaptan olacağını onun da tevhit ve ahiret inancı şartına bağlı
olduğunu savunmaktadır.
SONUÇ
İletişim araçlarının artmasıyla birlikte farklı dinlerle karşı karşıya
gelen insanların, kendi dinlerinin üstünlük iddialarını dile getirmeleri
kaçınılmaz bir hal almıştır. Dolayısıyla bu iddia birçok problemi
beraberinde getirmiştir. Buradan yola çıkan düşünürler ise dini
tutumları sınıflandırmış ve bir arada huzurlu yaşayabilmek adına
ortak ilkeler arama yoluna gitmişlerdir. Sonuç olarak dini tutumları
sınıflandırdıklarında çoğulcu tutumu sergileyenlerin daha mutedil
olacağına inanmış ve dinlerinde bunun imkânlarını aramaya
koyulmuşlardır. Biz bu bildiride kısaca Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslam dininin tutumlarına örnekler verip çoğulcu tutumda açmaya
çalıştık. Hıristiyanlığı John Hick üzerinden değerlendirmekle yetinip
İslam’ı Mâturîdî’den alarak Süleyman Ateş’e kadar olan birkaç
düşünürün görüşleriyle ele aldık. Bunların sonunda gördük ki bir
dine mensup olduktan sonra onun hak olduğunu iddia etmemek
imkânsız hal almaktadır. Bunun yanı sıra İslam dininin de çoğulcu
değil, ancak kısmi kapsayıcı olduğu, dolayısıyla da dışlayıcı tutum
sergilediği net bir şekilde görülmektedir. Biz bu çabayı haklı görmekle
birlikte bir inananın kendi inanışını, eylemlerini, ibadetlerini, dünya
görüşünü hiçe sayarak ortak tek bir ilkede bir araya gelme fikrini kabul
edeceğini ütopik bulmaktayız. Nitekim bunun örnekleri de bireysel
çabanın dışına çıkamamıştır. Ama bu, bir başka din mensubu üzerinde
tahakküm kurmak olarak algılanmamalıdır. Çoğulcu olmanın sıkıntılar
getireceğini düşünmekle birlikte kapsayıcı bir tutum sergilemenin
daha huzurlu bir ortam oluşturacağına inanmaktayız.
- 142-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
KAYNAKÇA
ACAR, Rahim (2007). Dini Çoğulculuk İdealler ve Gerçekler, Ankara: Elis
Yayınları.
ARICAN, M. Kazım (2013). Dini Tekelcilik, Ankara: Eski Yeni Yayınları.
ARSLAN, Adnan (1998). “Batı perspektifinde Dini Çoğulculuk
Meselesi”, İslami Araştırmalar Dergisi, 11 (2), ss. 143-163.
ASLAN, Adnan (2000). “Dini Çoğulculuk Problemine Yeni Bir
Yaklaşım”, İslami Araştırmalar Dergisi, 13 (4), ss. 17-30.
ARSLAN, Adnan (2004). Dini Çoğulculuk Problemine Çözüm Önerisi,
Ankara: Türkiye Dinler Tarihi Derneği Yayınları.
ATEŞ, Süleyman (1989). “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir”, İslami
Araştırmalar Dergisi, 3 (1), ss. 7-24.
CHITTICK, William (1999). Hayal Alemleri, çev. Mehmet Demirkaya,
İstanbul: Kaknüs Yayınları.
ÇAKMAK, Mustafa (2014). Çağdaş Batı ve İslam Düşüncesinde Dinsel
Kapsayıcılık, İstanbul: İz Yayınları.
DEMİRCİ, Kürşat (2000 ). Yahudilik ve Dini Çoğulculuk, İstanbul: Ayışığı
Kitapları.
EROĞLU, Ahmet Hikmet (2004 ). Kapsayıcılık Açısından İslam’ın Diğer
Dinlere Bakışı, Ankara: Türkiye Dinler Tarihi Derneği Yayınları.
ÖZCAN, Hanifi (1995). Mâturîdî’de Dini Çoğulculuk, İstanbul: İFAV
Yayınları.
TANRIVERDİ, Hasan (2013). “Dini Çoğulculukta Din Tasavvuru”,
The Journal of Academic Social Science Studies, 6 (7), ss. 1039-1067.
YAZOĞLU, Ruhattin ve Hüsnü AYDENİZ (2006). Dini Çoğulculuk,
İstanbul: İz Yayıncılık.
YAZOĞLU, Ruhattin (2007). Dini Çoğulculuk Sorunu, İstanbul: İz
Yayıncılık.
Bildiriler Kitabı
- 143-
Önder ÖZMEN
Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
NECİP FAZIL KISAKÜREK ŞİİRİNDE TASAVVUF
ÖZET
Tasavvuf, dini ve felsefi bir sistemdir. Tasavvufta en temel işlev varlığı
anlamlandırmak ve açıklamaktır. İnsan denen varlık, madde ve mana, beden ile
ruhtan ibaret olduğu için insanın mutluluğu bunlar arasındaki dengeye bağlıdır.
İşte insandaki ruh, kalp, gönül kısacası mana cevherinin diri tutulmasına
tasavvuf denir. Tasavvufta amaç bu cevherin aydınlatılmasıdır. Necip Fazıl,
Cumhuriyet devrinin önemli sanatçılarından birisidir. Edebi hayatında derin
kırılmalar yaşayan sanatçı, varlığını şiirleriyle bıraktığı izde yaşatır. Şiirlerini
modern ve mistik ögeler üzerine kuran şair, insanın bireysel var oluşunu
sorgulayarak iç benliğine yönelir. Şiirlerinde tasavvuf düşüncesinden aldığı
İslami değerleri, metafizik konuları ve felsefi görüşleri işlemekte ve hece ölçüsü
kullanmaktadır. Saf şiirin temsilcisi olan şairin dili, kendine has bir özgünlük
taşır. Cumhuriyet devrinde eski parlaklığını kaybeden tasavvuf, Necip Fazıl ile
tekrar gün yüzüne çıkmıştır.
Necip Fazıl’ın tasavvuf anlayışına baktığımızda bu yönünü şiirlerinde yoğun
olarak işlediği görülür. Necip Fazıl’ın, Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra
kendi sanat anlayışını genelde İslam’a, özel olaraksa tasavvufa dayandırdığı
görülür. Hatta O ve Ben adlı eserini 1. Tanıyıncaya Kadar, 2.Tanıdıktan Sonra,
3.Vefatından Beri olmak üzere üçe ayırır. Necip Fazıl’a göre tasavvuf Allah’ı
bulma davasıdır ve kulluğu bitirip üste çıkma yoktur. O, tasavvufu Batıcı
aklın dışında bir eylem olarak algılar. Bu çalışmanın temel amacı tasavvuf
kültürünün Necip Fazıl şiirlerindeki yerini tespit etmek olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Şiir, Tasavvuf, Hakikat, Metafizik.
GİRİŞ
Kadd-i yâre kimisi ar’ar dedi kimisi elif
Cümlenin maksûdu bir amma rivâyet muhtelif
Muhibbî
Tasavvuf kelimesinin kökeni hakkında öne sürülmüş çeşitli bilgiler
vardır. Birincisi Arapça kökenli olmadığını ileri süren Kuşeyrî ve
Hücviri’dir. (Kısakürek 2010: 95) Öne sürülen bilgi ise Yunanca
- 144-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
sofos, yani bilge kelimesinin Arapçaya dönüştürülmüş halidir. İkinci
seçenek ise Arapça asıllı olmasıdır. Kelimenin Arapça olduğunu
söyleyenler bir uzlaşmaya varamazlar. Ancak en çok kabul gören
görüş bunun sof kelimesinden türediği, anlamının yün olup bu
elbiseyi giyen kişilere sûfî, girdikleri yola ise tasavvuf şeklindedir.
Kökeni gibi tanımında da görüş birliğine varılamamıştır. Tasavvufun
geniş bir kavram olmasından dolayı birçok tanımı mevcuttur. Sadece
kavramın genişliği değil, mutasavvıfların içinde bulunduğu hal
de bunda etkilidir. Konunun daha iyi anlaşılması için birkaç örnek
vermek yerinde olacaktır: Cüneyd-i Bağdadî için tasavvuf, Allah’ın
seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir (Kısakürek 2010: 96).
Şiblî ise buna, “Kesiksiz Allah ile olmak.” der (Kısakürek 2010: 97).
Abdülhakîm Arvasî açısından tasavvuf, beşeri sıfatlardan çıkıp melekî
sıfatlar ve ilâhî ahlâk ile vasıflanmaya mahsus bir hâldir (Kısakürek
2010: 97).
İnsanlıkla birlikte düşündüğümüz tasavvufun içinde birtakım ilahilik
ve sırlar bulunur. Salt bilgi olmayan tasavvuf bir düşünce tarzı ve
metodudur. Tasavvufa bu yol sayesinde ulaşılır. Geçici ve değişkenden
ziyade öze yönelir. Yol gösterici bir işlevi olmakla birlikte metafizik
yöntemleri de bünyesinde barındırır. Bu düşünce şekli mutlak teorik
bir uygulama olarak kalmayıp süreç içerisinde kültür ve sanatı
derinden etkiler. Tasavvufta birçok kavram bulunur. Tasavvufun,
klasik tasavvuf kitaplarında makam, hâl, menzil ve vakt gibi gruplar
şeklinde çeşitlilik açısından birbirinden ayrıldığı görülür (Özköse vd.
2012: 327).
Necip Fazıl tasavvufu “İnsanın iç memuriyeti, oluş gayesidir. Ve nihaî
oluşu… Birçok insana mahremdir bu iç memuriyet… Kulluğu bitirip
üste çıkmak değil… Kulluğun hiçbir an ve mekânında üste çıkmak
yok… Boyuna yüceltmek var kulluğu… Kulluğu bitirip İlahi huzura
ermek ve Allah’ı bulmak davası… Bulmak da oraya varmak değil…”
(Kısakürek 2010: 99) şeklinde belirtirken kelimelerle anlaşılamayacak
olan tasavvufu içerik olarak ele almak gerektiğini savunur. Allah’ı
bulmak için öncelikle onu gönülden istemek gerekir. Tasavvufi yolun
ilk şartı taleptir ve bu yola girenlerin gönlünde bulunması şarttır. Âşık
olup o makama varıncaya kadar talibin tek başına ilerlemesi gerekir.
Makamın ismi ve boyutları değişse bile salik bu uğurda yola devam
eder.
Yaratılan âleme geliş ruhsal olan varlığın bir bedene bürünmesiyle
Bildiriler Kitabı
- 145-
olur. Öz ve asıl olan ruh, yaratılan bedenin içine girer. Bedenin varlığı
kendisi değil öze kılıf olmak içindir. Maddi olanın özü ruhsal olup ona
anlamını verir. Ruh bu maddesel alandan sıyrılarak kendisine kılıf
olan bu suretin karakterini de inşa eder. İslam ile gelişen tasavvuf,
gündelikten tanrısallığa her türlü düşünceyi karşılaştırıp yorumlar.
Tasavvufun en göze çarpan başlığı varlıktır. Tasavvuf varlığı
anlamlandırmayı, daha sonra açıklamayı amaç edinir. Varlık nedir
sorusuna cevap arar. İlk var olan şey ruhtur, o da Hz. Muhammet’e
aittir. Tüm yaratılmışların aslı odur. Varlığın özü olan Allah’ın kendi
ruhundan üflemesi ile oluşan varlık yaratılmışların en onurlusu
olan insandır. Dolayısıyla insan Allah’ın bir parçası ve yansıması
konumundadır. Allah’ın “Ol.” demesiyle meydana gelen varlık âlemi,
uyum içinde düzenin bir parçası olarak yaşamlarını sürdürür. Bu
sebepledir ki tüm varlıklar ilahi gücün erişilmezliğine delil gösterilen
birer görüntüdür. İnsanların bazı vasıflara mazhar olması düşünülür.
Ancak burada insanların da farklı mertebelerde olduğunun göz
önünde bulundurulması gerekir. Her insan mümkün olan en üst
seviyeye çıkmak isterken bir yol göstericiye ihtiyacı duyar. Tasavvufta
bir alt mertebedeki insana yol gösterip bir üst mertebeye çıkmasına
yardım eden kişiye mürşit denir.
Varlık âlemi birçok sınıfa ayrılır. İnsan dışında bunların arasında
bir geçiş söz konusu değildir. Yani insan isterse yaratılmışların en
alt seviyesine mensup olurken ve yine isterse meleklerden bile daha
üstün bir varlık olabilir. İşte en alt düzeyde olan insanı, insan-ı kâmil
seviyesine yüceltmek isteyen ilim tasavvuftur. Tasavvufi yolda seviye
kat etmek için manevi aşamalara girmek ve o yolları geçmek şarttır. Bu
yolda ilerlemek, bir manevi mekandan ötekine geçmek, gerçek bilgiye
ulaşmak ve onu idrak etmek için seyr-i sülük denilen, manevi yolcuğa
çıkmak gerekir. Ruhu olgunlaştırıp nefsi terbiye eden tasavvuf, her
ne kadar insanı olgunlaştırmayı amaç edinir gibi görünse de insanın
öncelikle dış dünyayla hayat bağının normal olması gerektiğini
vurgular.
Tasavvufî zümreler arasında birçok görüş ayrılıkları yaşanabilir. Bu
görüş ayrılıkları ya fikriyat ya da uygulama aşamasında olur. Bu
ayrılıkların yaşanmasının asıl sebebi her iki zümrenin de tek dayanak
noktaları olan Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifleri zahirî değil de bâtıni
yola dönük yorumlanmasıdır. Birtakım mutasavvıflar tasavvuf dine
sonradan eklenmedir görüşünü benimser. Necip Fazıl bu görüşe karşı
- 146-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
çıkarak “Tasavvuf O’nun ruh emanetidir! Tasavvuf, O’nun bâtınıdır!
Tasavvuf O’nun özüdür! O, kâinatın varlık sebebi, Allah’ın Sevgilisi
ve insan ehramının son noktasıdır!” (Kısakürek 2010: 99) diyerek Hz.
Adem’den bu yana tüm peygamberlerden bize süregeldiğine işaret
eder. Necip Fazıl, “Şeriat umumîdir, tasavvuf hususî…” (Kısakürek
2010: 99) diyerek aralarındaki benzerliği “Şeriatın da mahrem özü
tasavvuf… Birbirinden ayrılmaz bunlar.” (Kısakürek 2010: 101)
şeklinde iç içe geçmiş bir halka görünümünde ifade eder.
Dünya hayatına önem vermeyip ahirete yönelme fikri, tasavvufi bakış
açısıyla yeni anlamlar kazanır. Zamanla yaygınlaşan tasavvuf, insanları
olgunlaştırıp kalpleri besler ve Allah’a olan hasreti gidermeye çalışır.
Zaman içinde değişen ve gelişen tasavvufî külliyatın oluşması sonucu
Allah’a varılacak yollar anlamında tarikatlar ortaya çıkar. Birçok esas
üzerine kurulan tasavvuf, tarikatlar tarafından yaşatılır. On üçüncü
yüzyılda Mevlana ve Yunus Emre ile süregelen tasavvufi gelenek,
Divan edebiyatında Fuzuli ve Şeyh Galip gibi isimlerle devam eder.
Tanzimat ile beraber yüzünü Batı’ya dönen aydınlar, tasavvufu tam
anlamıyla işlememiştir. Mehmet Akif ile İslami bir yapı şeklinde arz
eden tasavvuf, Cumhuriyet döneminde hemen hemen hiç işlenmeyip
Necip Fazıl ile birlikte yeniden bir canlanma süreci yaşamıştır.
Yüzünü Tanzimat ile birlikte Batı’ya dönen Osmanlı Devleti yıkılmış,
yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Osmanlı’nın son,
Cumhuriyet’in ise ilk dönemlerini bizzat yaşayan Necip Fazıl, Türk
medeniyetinin buhranlı yıllara denk geldiği ve kimlik problemleri
yaşadığı bir dönemde kendisini bulur. Tanzimat ile beraber girdiğimiz
sürecin açmazları Necip Fazıl’ı bir hayli etkiler. Toplumsal sorunların
açtığı yaralara merhem bulamayan Necip Fazıl’ın sanatçı krizleri
gittikçe artmaktadır. Birçok aydın gibi kendisini tam bir kültür şoku
içinde bulan Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983), köklü ve zengin bir
ailenin çocuğu olarak doğar. Çok küçükken okumayı öğrenen şairin
on bir yaşında okuduğu kitaplar arasında Pol ve Virjini, Zavallı Necdet
gibi eserler vardır. İlk şiirlerini Tercüman gazetesinin ilavesinde
çıkarır ve genç yaşta ilgi çeken birisi olur. Daha sonra Falih Rıfkı
Atay’ın müdürlüğünü yaptığı Yeni Mecmua’da yayınlanan şiirleri
(1 Temmuz1923) sanatkârın daha sonra yayınlayacağı şiirlerin girişi
mahiyetindedir. 1925 yılında yayınlanan Örümcek Ağı onun ilk şiir
kitabıdır. 1936 yılında çıkardığı “Ağaç” dergisi ile tanınan şair 1943’te
“Büyük Doğu” ile sanat ve fikirlerini yayın hayatına sunar ve herkesçe
Bildiriler Kitabı
- 147-
tanınan birisi olur. Uç noktalarda yaşayan Necip Fazıl’ın hayatı
çalkantılarla geçmiştir. Gerek hapishane hayatı gerekse de ailesinin
dağılmış olması onu bir hayli yıpratır.
Necip Fazıl Kısakürek, Türk edebiyatının en önemli sanatçılarından
birisidir. Sanat hayatında şiir, roman, hikâye, piyes, fıkra, makale,
din ve tasavvuf gibi birçok türde geniş çapta eserler vermiş bir fikir
adamıdır. Piyes ve şiirleri ile ön plana çıkan sanatkâr, Cumhuriyet
devri Türk şiirine yeni bir soluk getirir. Saf şiirin öncülerinden olan
Necip Fazıl, Halk ve Tekke şiirini kendi şiir potasında eritir. Necip
Fazıl’ın şiirlerinde maddi olarak var olan her şey göründüğü gibi
olmayıp tümünün sezgisel bir tini vardır. O, şiirlerinde zamanı
genişletip yayarak bütüne hâkim kılar. Necip Fazıl, şairi; madde, bitki
ve hayvan derecesinden sonra insan ile Allah arasında görür. Ona göre
şiir; “Mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık
yasalarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas
nahiyesini tutarak ve nispetlerini bularak mutlak hakikati arama işi…”
(Kısakürek 2014: 473) Necip Fazıl şiire, bir ulvilik addeder. Sanatkâr,
hece veznini niçin tercih ettiğini “Ben şiirde nizamın taraftarıyım…
Asla serbest nazma taraftar değilim. O bir mide gurultusudur. Nizam
mevzu bahis olunca da hangi nizam olabilir. Ya aruz ya hece… Aruzda
bir esaret vardır.” (Me’ale Dergisi 22. Sayıdan Akt. E. Osman Nuri vd.
2002: 49) şeklindeki cümleleriyle beyan etmiştir. Necip Fazıl’ın gerek
dile hâkim oluşu gerekse Türkçenin ses yapısındaki o inceliklerden
sonuna kadar yararlanması şiirdeki hâkimiyetini gösterir. İçeriğe ait
unsurları, kütük kelimesiyle adlandıran Necip Fazıl, estetik ve fonetik
unsurları, nakış kelimesiyle karşılar. (Korkmaz vd. 2013: 256) Böylece
iç ve dış yapı unsurlarını uyum içinde kullanarak şiirdeki estetizmi
yakalar. Mutlak estetizmin arayışında olan Necip Fazıl O ve Ben adlı
eserinde tasavvuf ile ilk münasebetini Bahriye mektebindeki İbrahim
Aşkî Tanık hocasına bağlar ve bu minvalde ilk derslerini ondan alır.
Muhakkak bir etkilenme söz konusudur ancak edebi hayatına dair
keskin bir kırılma değildir. Onun sanat hayatındaki asıl kırılma
Abdulhâkim Arvasî Hazretleri’dir. Bu çalışmada Necip Fazıl’ın şiirleri
iki döneme ayrılır. Bu dönemleri belirlerken esas alacağımız ölçüt
tasavvuf olup sanatkârın Abdulhâkim Arvasî Hazretleri’yle tanışması
olacaktır.
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 148-
TANIMADAN ÖNCE
“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...”
Necip Fazıl’ın ilk dönem şiirlerine baktığımızda onun sürekli arayış
içinde olduğunu görürüz. Bu arayışı temellendiremeyen şair, gittikçe
ruhi bir sıkıntıya girer ve buna saplanıp kalır. Sanatkâr sürekli bir
sorgulama halindedir. Bu sorgulama, gerek insanı gerekse de dünyayı
çözemeyen Necip Fazıl’ı çeşitli açmazlara sürükler. Şiirlerindeki
açmazlar yaşamındaki iniş ve çıkışlarla paralellik arz eder. Bohem
hayatıyla birlikte altüst olan şair ruhsal olarak çökmüştür. Onun
1934 yılına yani Abdülhakim Arvâsî’yi tanımadan önceki hayatına
baktığımızda sürekli karamsarlık, yalnızlık, korku ve ölüm gibi bireysel
duygulara kapıldığı görülür ve bu duyguları eserlerine yansıtır.
“İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.” (s. 157)*
Sanatçının tasvir ettiği manzara onun iç sıkıntılarını aktarır. Yalnız
başına sokakta yürüyen şairin bu dörtlükte duyduğu hissiyat korkudan
başka bir şey değildir. Damla damla toplanan korkunun “birikmek”
sözcüğüyle gittikçe anlamı artar. Gece sokağa çıkan bir çocuk
korkaklığı ile ürken şair devler ifadesi ile dörtlüğü daha da anlamlı
hale getirip hayal üstü bir ifadeye yer verir. Sanatkâr şiirlerinde dev,
cüce, cin gibi masalımsı varlıklara sıkça yer verir. Şair yaşadığı korku
dolasıyla burada evleri canlıymış gibi aksettirerek ifade katmanına
yeni bir halka daha ekler.
“Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,
Tavan aralarında, tavan aralarında.” (s. 161)
Yazarın tıpkı “Kaldırımlar” şiirindeki gibi “Otel Odaları” şiirinde
de anlam vermeye çalıştığı duyguları bir dış mekân vasıtası ile
şekillendirdiği görülür. Duygularını şiir isimlerinde bile sezdiren
şairin bilinçaltının yansımaları görünür. Tavan araları kemirgen
hayvanların bulunduğu yerler olarak düşünülür. Bu yerler arasında
yaşayan haşerelerin çıkardıkları kemirme seslerini şair, saat sesine
* Bu bildirideki şiirler Necip Fazıl Kısakürek’in Çile adlı kitabından alıntılanmıştır.
Bkz.: KISAKÜREK, Necip Fazıl (2014). Çile, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 149-
benzettiği görülür. Kemirmek eylemini azar azar koparmak şeklinde
düşünüldüğünde şairin ıstırapları ile eş değerdir. Kemirilen nesne
nasıl ki ufalanıp yok olursa saatin dönen parçalarının çıkarmış olduğu
ses insanın ömür sermayesini tüketip yok etmektedir. Bu ses başka bir
şiirinde daha hayat bulur.
“Bir sese benziyor:
Arkanız hep zifir!
Bir sese benziyor:
Önünüz tüm kabir!” (s. 267)
Necip Fazıl geçmişi “zifir” geleceği ise “kabir” olarak belirtir. Kabir
kelimesini ise ölüm olarak sunar. Zamanı idrak edip sorumluluğunu
kavrayan sanatçı, böylece zamanın insanı nasıl tüketmekte olduğunu
belirtir ve ölümü yok olup son bulma olarak algılar.
“Duvara, bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ.
Ruhum gün boyunca sönecek gibi,
Şimdiden ediyor hayata veda.
Kalbim, yırtılıyor her nefesinde,
Kulağım, ruhumun kanat sesinde;
Eserim duvarın bir köşesinde;
Çıkamaz göğsümden başka bir seda...” (s. 306)
Necip Fazıl bu şiirinde gençlik ıstırabını anlatmaktadır. Bu ıstırap
zaman ve mekânda sıkışıp kalmanın ve ruhi bunalımlarının bir
tepkimesidir. Bu örümcek ağları tıpkı onun dertleri gibidir ve sanatkârı
çevrelemiştir. Ruhunun sönüp yok olmasından korkan şair yaşamla
arasında bir bağ kuramaz. Bu bağı kuramayan kalp ruhsal olarak
beslenemediği için nefes alırken azap çeker. Kulak ise ruhun kanat
sesini duymak için çıldırır. Şair, dış dünya karşısında ayakta kalma
mücadelesi vermektedir. Böylesi bir ortamda oluşan eserin etkisiz gibi
görünürken son mısra arayışın ve bunalımın şairin dünyasındaki bir
iz düşümüdür.
- 150-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
TANIDIKTAN SONRA
“Anladım işi, sanat, Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…”
Şair, ikinci dönem şiirlerinde aradığı maneviyatı İslam dininde
dolaylı olarak ise tasavvufta bulur. Bu arayış Abdülhakim Arvasi
Hazretlerinde kesişir. Kurtuluş merhemini tasavvufta bulan Necip
Fazıl şiirlerini topladığı esere Çile ismini verir. Sadece şiirlerinde değil
roman ve tiyatro eserlerinde de tasavvufu işler. Tasavvuftan önce
ölüm, karamsarlık ve yalnızlık kelimelerini aksettiren şair tasavvuftan
sonra ise nur, kalp ve Allah sözcüklerini şiirlerinde çokça kullanır.
Arvasi’ye bağlılığını bildiren şair:
“Benim efendim!
Emri yüklendim!
Dağlandım kalbden
Ve mühürlendim.
Askerin oldum,
Başta tülbendim;
Okum sadakta,
Elde kemendim.
Benim efendim.” (s. 381)
diyerek aradığı sırrı onda bulduğunu aktarır. Arvasi Hazretleri onun
için bir kurtarıcı sıfatındadır. Onu İslam ve tasavvuf ile tanıştırır ve
çocukluğundan beri farkında olmayıp taşıdığı değeri gün yüzüne
çıkartır.
“Akıl, kanadı kırık hiçin;
Derdi gücü ‘nasıl’ ve ‘niçin’…
Bağlı, perçin üstüne perçin,
Benim gözüm Allah diyene…” (s. 26)
Hiç ile kastettiği yokluktur. Mısraı toparlayacak olursak akıl yokluğun
kırık kanadıdır. Kırık kanatlı bir kuş nasıl ki havalanamaz ise akıl da
insanı uçuramaz. Uçamadığı yani mevcut durumun dışına çıkamayıp
veya aşkın olana ulaşmadığı için göklere yani Allah’a kavuşmak
isteyen insan bu isteğini yerine getiremez. Şairin burada aklı bir tür
engel olarak verir. Necip Fazıl’ın “Akıl” şiirine baktığımızda onunla
nasıl alay ettiğini görürüz.
Bildiriler Kitabı
- 151-
“Cüce akıl, bilmece salıncağında çocuk:
‘bir ufacık fıçıcık, içi dolu turşucuk’…” (s. 347)
Aklı, cüce ile vasıflandıran Necip Fazıl onu bilmece salıncağında
çocuğa benzeterek onun idrak seviyesini belirler. ”Cüce akıl” ifadesi ile
aklın Allah’ı anlama noktasında yetersiz olacağını vurgular. Sonunda
verilen mısra ise hepimizin çocukluğunda duyduğumuz bilmecedir.
Şair aklın ancak bu seviyede işe yaradığı vurgular ve onunla alay eder.
Akıl ilahi hakikati kavrayamaz. Bu sebeple sûfîler, “Akıl, erenlerin ayak
bağıdır.” Derler (Cebecioğlu 2004 :44). Aklın anlamsızlığını vurgulayan
Necip Fazıl bu şiirinde onu gönülle karşılaştırarak bir kıyas yapar.
“Akıl, akıl olsaydı ismi gönül olurdu;
Gönül, gönlü bulsaydı, bozkırlar gül olurdu.” (s. 106)
Burada vurguladığı şey ise akıl ile gönül arasındaki çatışmadır.
Tasavvufi hayatın temelinde gönül vardır. Gönül Allah’ın evi olup öz
durumundadır. Öze varmak isteyen şair akıl ile dünya meselelerine
döner ve Allah ile hemhal olamaz. Peygamber Efendimizin Miraç
hadisesinde Hz. Muhammet (sav.)’i bir yere kadar getiren Cebrail (as.)
oradan ileriye gidemez. Sınırdan ileriye geçemeyen melek bu kıssa da
aklı temsil eder. İnsanoğlu dünyaya sorumluluklarla gelir ve bunları,
ergenlikle beraber yüklenir. Kimisi bu yükün altında ezilirken kimisi
de onu sırtında sıkı bir şekilde taşır.
“Ben, sırtında taşıyan işlenmedik günahı;
Allah’ın körebesi, cinlerin padişahı.” (s. 67)
Tasavvufla beraber kendi beninde yolculuğuna çıkan ve içsel bir
sorgulama yapan Necip Fazıl tüm işlenmedik günahları bile kendisine
yük sayar ve o sorumluluğun altında çile çeker. Bu söylemle Hz. İsa’nın
sırtında taşıdığı çarmıha da bir telmih söz konusudur. Dolayısıyla dış
dünyayı kendi Ben’inde anlatır Necip Fazıl. Bir çocuk körebe oyununda
nasıl bir arayışta ise şair de körebe hayatında Allah’ı öyle arar. Necip
Fazıl bu arayışla Ben’ini varoluşsal çerçevede ele alır.
“Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum…” (s. 282)
Fiili işlemeyip ortaya koyan ve ondan etkilenen şairin cansız
varlıklarda bile bu ince anlayış devam eder. Bu davranışlar tasavvufta
hâl kavramına denk gelmektedir. Hâl “katıksız ilahi bağışlardan kalbe
gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, şevk, heybet gibi manalardır ki
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 152-
bunlar meydana gelmelerinde kulun bir gayreti, bir kasdı olmaksızın
kalbe inerler… Öz ifadeyle hâl, gaybden gelen bir bağış…” (Kısakürek
2010: 35-36 )olarak nitelenir. Dolayısıyla Necip Fazıl’ın bu anlayış
doğrudan Allah’tan gelir. Allah’tan gelen bu hal kimi zaman insana
sorular sordurtup varlığı tanımasına vesile olur. Kafiyeler şiiri de en
güzel örneklerden birisidir.
“Sorular
Sordular;
Neden çok,
Nasıl yok,
Niçin var?
…
Niçin’i
Boğarken
Piçini
Yatakta
Bastılar
Şafakta
Astılar
Ve derken
Nasıl yok
Niçin var
…
Kafiye,
Hikaye!” (s. 262-263-264)
Modernite’nin akılcı ve maddeci tutumu gittikçe zayıflar. Post-modern
insan kaybettiği sorgulama yeteneğini yeniden arar hale gelmiş ve
anlam arayışına yönelir. Modern insan için “nasıl” sorusu önemli iken
post-modern insan için “niçin “ sorusu önemli olur. Aklın sorduğu
“nasıl” ve “niçin” varlığı tanımaya yöneliktir. Nasıl sorusu ile elde
edilmek istenenin yapılma biçimini öğrenmek isteyen insan şekle, niçin
sorusu ile yapılma amacını dolayısıyla derinde olanı, özü öğrenmek
istemektedir. Asıl sebepler özde, batında yatmaktadır. Batın onu var
eden hakikattir.
Nasıldan ziyade niçini arayan Necip Fazıl derine inerek mutlak olanı
arayış içindedir. Bu şiirde görünenin önemli olmadığını anlatırken asıl
olanın öz olduğunu ve ona anlamını verdiğini belirtir. Hz. Peygamberin
Rabbim bana eşyanın hakikatini göster sözünde de bu gerçek yatar.
Nasılı niçinin piçi sayan Necip Fazıl niçini yok sayar çünkü onun
geçici olduğunu bilir. Geçici olan varlık elbet bir gün tükenip ölecektir.
Ancak şair gerçek hakikati kavramıştır. Artık ölüm onun için bir son
bulma değil başlangıçtır. Ölümü yeniden yorumlayan şair;
“Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!” (s. 233)
Bildiriler Kitabı
- 153-
der. Şair hissettiği sancıyı dile getirir ve -yor ekiyle bu duygunun
sürekliliğine vurgu yapar. Bu sancı mutlak hakikat olan Allah’a
kavuşma gayretidir. Tasavvuftaki ölmeden önce ölünüz lafzı yani
nefsin kötü isteklerini öldürülmesidir. Ölümü yaşayan Necip Fazıl’ın
bu hâli aştığını belirtir. Allah’ı anlamada aklın bir engel olması
Necip Fazıl’da mevcut bir fikirdir. Kapalı hudut ile aklı kasteden
şair ölümü yaşamak için bile onu bir engel görür ve aşar. Yaşamak
kelimesi varlığını sürdürmek demektir. Sanatkâr varlığını ölerek bile
sürdürmeyi başarır.
“Perdenin ardı perde, perdenin ardı perde,
Her siper aşıldıkça, gaye öbür siperde…” (s. 351)
Tam bir vecd halinde olan sanatkârın amacı, gaye dediği sevileni yani
Allah’ı bulmasıdır. Perde her ne kadar arada bir set veya engel olsa da
diğer tarafı tam göstermeyip orada var olan sezdirmesi yani muğlaklığı
açısından önemlidir. Perdenin arkasında nura varmak isteyen şair o
sır perdelerinin arasında kaybolur ancak umudunu yitirmez. Bu umut
daha sonra devleşecek olan bir şiire ilham verir.
“Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” (s. 322)
Necip Fazıl’ın çocuklarından birisinin ismidir Mehmet. Tevfik Fikret,
Haluk ile Mehmet Âkif, Âsım ile idealize ettiği gençliği verirken Necip
Fazıl da bunu Mehmet ile sembolleştirmiştir. Sanatkârın gelecekteki
nesilden bir beklentisi vardır. Bunu sonu olmayan bir gelecek zamanla
verir. Bu yolda ilerleyen tekerleğin tümsekte kalmayıp yoluna devam
edeceğini bilir ve inanır Necip Fazıl. Şair için artık yaşamakta, ölmekte
önemli değildir çünkü artık umutsuzluk durumu sona erer.
SONUÇ
Çeşitli biçimlerde açıkladığımız tasavvuf genel olarak insanın kendi
ruhunu dinlemesidir. Bu ruh ile varlığın veya eşyanın içine sinen
öz anlaşılmaya çalışılır. Varlığın da Allah’tan bir parça taşıması
onu mutlak değerde önemli kılar. Mutasavvıflar bu parçadaki sırrı
- 154-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
anlamaya çalışarak Allah ile olan bağlarını güçlü tutarlar. Necip Fazıl,
hayatı boyunca bir arayış içinde olur. Bu arayışlar onu olgunlaştırırken
çile çekmesine sebeptir. İlk dönem eserlerinde huzursuz bir şekilde
benliğini arayan şair Abdülhakim Arvasi ile yeniden doğar. Onun
bensel korkusu kendine ait olmayıp tüm insanlıkla ilgilidir. Aradığını
bulan Necip Fazıl’ın içsel karmaşaları artık son bulmuştur. Tasavvufu
estetizmle buluşturarak çeşitli imge ve çağrışımlarla şiirde zirveyi
yakalar. Üstat lakabını alan şair şiirdeki amacına ulaşmış olur.
KAYNAKÇA
CEBECİOĞLU, Ethem (2004). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
İstanbul: Anka Yayınları.
EKİZ, Osman Nuri ve diğerleri (2002). Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul:
Toker Yayınları.
KISAKÜREK, Necip Fazıl (2010). Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu,
İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
KISAKÜREK, Necip Fazıl (2010). Tasavvuf Bahçeleri, İstanbul: Büyük
Doğu Yayınları.
KISAKÜREK, Necip Fazıl (2014). Çile, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
KORKMAZ, Ramazan ve diğerleri ( 2013). Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı,
Ankara: Grafiker Yayınları.
ÖZKÖSE, Kadir ve diğerleri (2012). Tasavvuf El Kitabı, Ankara: Grafiker
Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 155-
Mahmut Yusuf MAHİTAPOĞLU
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
AHMET RİFAT EFENDİ’NİN MİR’ATÜ’L-MEKASID ADLI
ESERİNE GÖRE BEKTAŞİLİK
ÖZET
Bektaşilik, tasavvuf tarihi içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Yazılı
kaynaklarından ziyade sözlü kaynaklarının çokluğu ile halk ve münevverler
arasında her zaman dikkatleri celb eden önemli bir tarikat olmuştur. Yazılı
edebiyatının sözlü edebiyata nisbet ile oldukça az olması, Bektaşilik üzerinde
yapılan tartışmaların sağlıksız bir zeminde ilerlemesine neden olmuştur.
Yazılı kültürün en önemli örneği, Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait Makalat adlı eserdir.
Makalat’tan sonra, Bektaşilik adına yapılan en önemli çalışma olarak ise Ahmet
Rifat Efendi’ye ait Mir’atü’l-Mekasıd adlı eseri kabul edebiliriz. Bu eserin II.
Mahmud sonrası Bektaşilere yapılan baskılar sonucu toplumda oluşan
yanlış bir Bektaşilik algısını ortadan kaldırmak için yazıldığı söylenebilir.
Bu eser, aynı zamanda Bektaşiliğe oldukça ciddi eleştiriler getiren Hoca
İshak Efendi’ye de bir cevap niteliğindedir. Ahmet Rifat Efendi bu eseri ile
Bektaşiliğin, ehl-i sünnet içerisinde bir tarikat olduğunu göstermeye gayret
etmiştir. Biz bu çalışmamızda Ahmet Rifat Efendi’nin Bektaşi edebiyatındaki
yerini göstermeye ve Bektaşilik ile ilgili bazı yanlış anlaşılmalara bu eserden
cevap aramaya gayret edeceğiz.
Anahtar Kelimeler: Bektaşilik, Mir’atü’l-Mekasıd fi def’i’l-Mefasıd, Hacı Bektaş-ı
Veli, Yeniçeri Ocağı, Ehl-i Sünnet, Hurufilik.
GİRİŞ
Özellikle II. Mahmud döneminde Yeniçeri Ocağı ile olan ilişkilerinden
dolayı oldukça dikkat çeken ve zor günler yaşayan Bektaşiler, tarih
boyunca her zaman cazibe noktalarından birisi olmuştur. Tarikatın
kurucusu olarak Hacı Bektaş-ı Veli (ö. 669/1271) kabul edilir. Hacı
Bektaş-ı Veli, Horasan’dan Anadolu’ya gelerek buraya yerleşmiştir
(Kara 2012: 223). Yalnız Hacı Bektaş-ı Veli’nin fikirleriyle tarikatın
görüşleri her zaman paralellik arz etmez. Bunun nedeni Bektaşiliğin,
Hacı Bektaş-ı Veli’den çok sonra ortaya çıkması olabilir. Hacı Bektaş-ı
- 156-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Veli Sünni fikirler savunurken Bektaşilik zaman içerisinde Hurufilik,
Alevilik ve Bâtınilik ile sıkı bir ilişki içerisine girmiştir. Bektaşiliğin
tarihinde önemli kırılma Balım Sultan (ö. 922/1516) döneminde
yaşanır. Balım Sultan, tarikat içerisinde Pir-i Sani olarak kabul edilir.
Bugün bilinen Bektaşilik, Balım Sultan’dan sonraki Bektaşiliktir.
Balım Sultan’ın kişiliği ve tarikatı ne kadar değiştirdiği ise tam
anlamıyla aydınlanamamıştır. Balım Sultan, II. Bayezid tarafından
Bektaş Zaviyesinin başına getirildikten sonra, tarikatı Kalenderilikten
tamamen ayırmış, böylece Bektaşiler güçlü bir taşra teşkilatı ile beraber
iktisadı hürriyetlerine de kavuşmuşlar ve II. Mahmud dönemine kadar
güçlü bir şekilde gelmişlerdir (Ocak 1996: 374).
II. Mahmud döneminde ise Yeniçeri ocağı kapanmış, Bektaşilik
ilga edilmek istenmiştir. II. Mahmud döneminde yapılan ilginç bir
uygulama ise Sünni çizginin dışında kabul edilen Bektaşiliğin, Sünni
çizginin üzerinde olan Nakşibendîlik içerisinde eritilmek istenmesidir
(Çift 2003: 250). Bektaşiliğin kapatılan birçok dergâhı Nakşîlere
verilmiştir. Buna rağmen güçlü ekonomik yapısı ile Bektaşilerin ayakta
kaldıklarını ve gizlenerek de olsa varlıklarını devam ettirdiklerini
görmekteyiz. Bektaşilerin bu baskıdan kurtulmaları, Sultan Abdülaziz
dönemine denk gelir. Abdülaziz, Bektaşilere eski dergâhlarını ve
haklarını geri vermiştir. Bu dönem ile beraber Bektaşiler kendilerini
tanıtacak yayın faaliyetlerine başlamışlardır. Bu gelişmelerin tasavvuf
tarihi açısından en önemli yanı ise Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalat
adlı eseri dışında herhangi bir yazılı kaynağı neredeyse bulunmayan
Bektaşi tarikatı için yeni kaynakların oluşmasıdır. Bektaşiler bu vesile
ile hem kendilerine yöneltilen suçlamalara cevaplar vermişler hem de
tasavvuf edebiyatına yeni örnekler kazandırmışlardır.
Bu dönemin belki de en dikkat çeken eseri Ahmet Rifat Efendi’nin
Mir’atü’l-mekasıd fi def’i’l-mefasid adlı eseridir. Ahmet Rifat Efendi,
kendi dönemindeki Bektaşiliğin adab ve erkânına eleştiriler getirmiş,
suçlamaların aksine Bektaşiliğin ehl-i sünnet çizgisinde olduğunu
göstermeye çalışmıştır. Ahmet Rifat Efendi, bununla beraber Bektaşilik
hakkındaki bazı suçlamalara cevaplar vermiş, ayrıştırıcı olan bazı
konulara ise hiç temas etmemiştir. Temas etmediği konulardan bir
tanesi de II. Mahmud döneminde Bektaşilere yapılan muamelelerdir.
Rifat Efendi’nin Hacı Bektaş-ı Veli’ye atıflar yapması ve tarikatın adab
ve erkânını ayet ve hadisler ile delillendirmesi bizlere Bektaşiliği farklı
bir açıdan okuma ve anlama imkânı sağlamaktadır.
Bildiriler Kitabı
- 157-
1. AHMET RİFAT EFENDİ’NİN HAYATI
Ahmet Rifat Efendi’nin hayatı hakkında yeterli bir bilgiye sahip
olamasak da onun İstanbul’da doğduğunu ve yine İstanbul’da vefat
edip Edirnekapı dışında defnedildiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz.
Ahmet Rifat Efendi’nin kesin doğum tarihi tespit edilemese de ölüm
tarihi 1876 olarak kabul edilir. Müellifimiz, İstanbul Vergiler (Rusumat)
Muhasebeciliğinde çalışmış, tarih ve biyografi alanında eserler vermiş
önemli bir isimdir (Bursalı 1975: 126). Ahmet Rifat Efendi, memuriyet
hayatına maliye kaleminde başlamış, sonrasında Divan-ı Muhakemat
Maliye Dairesinde görev almıştır. Bu görevinden sonra da yukarıda
belirttiğimiz gibi 1863 yılında Rusumat muhasebecisi olarak göreve
başlamış, 1865 yılına kadar bu görevini sürdürmüştür. 1869 yılında
Bursa defterdarlığı görevini yerine getiren Ahmet Rifat Efendi,
bu görevinden sonra İstanbul’a geri dönmüştür. Ayağı biraz sakat
olduğundan, Ahmet Rifat Efendi genellikle Topal Rifat Efendi lakabı
ile anılmıştır (Beyhan 2008: 104). Ahmet Rifat Efendi, Seyyid olduğunu
ifade etse de eserlerinde bununla ilgili net bir bilgi vermemiştir. Ahmet
Rifat Efendi’nin Bektaşi olduğu ise neredeyse kesin olarak kabul edilir.
Zira kendisi eserinde bu noktaya temas etmiştir. Ancak bu noktada
Ahmet Rifat Efendi’nin Bektaşi tarikatına nasıl intisap ettiğine dair
herhangi bir bilgi elimizde yoktur (Çift 2006: 190).
1. 1. AHMET RİFAT EFENDİ’NİN ESERLERİ
Ahmet Rifat Efendi genel olarak tasavvuf ve tarikatlar ile ilgili eserler
kaleme alırken bunun dışında tarih ve biyografi ile ilgili eserler de
yazmıştır. Rifat Efendi’nin en meşhur olan eseri ise Mir’atü’l- Mekasıd
adlı eseridir. Ahmet Rifat Efendi’nin eserlerini mensur eserleri ve
manzumeleri olarak iki başlık altında inceleyebiliriz.
1. 1. 1. AHMET RİFAT EFENDİ’NİN MENSUR ESERLERİ
Ahmet Rifat Efendi’nin bu türde dört eserini zikredebiliriz.
1. Devhatü’l- meşayıh maa zeyl: Şeyhulislamların hal tercümelerini ele
alan bu eser, asıl olarak Müstakimzade Süleyman Sadeddin (ö.
1787)’e aittir. Müstakimzade burada Osmanlı’nın ilk şeyhülislamı
Molla Fenari (ö. 1431)’den başlayarak şeyhülislam Feyzullah
Efendizade Mustafa Efendi’ye kadar olan altmış üç şeyhülislamdan
bahseder (Çift 2006: 191). Rifat Efendi bu esere bir zeyl yazar ve
burada Sultan Abdülaziz devri şeyhülislamlarından Atıfzade Ömer
Hüsameddin efendiye kadar gelen şeyhülislamların biyografilerini
- 158-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
zikreder. Kitabın üslubunu oldukça güzel bir hale getiren ve
terceme-i halleri kısaltan Rifat Efendi’nin bu eserinin tıpkıbasımı
1978 yılında yapılmıştır.
2. Devhatu’n-nükeba: Ahmed Nazif Efendi’ye ait Riyazu’n-nükaba
adlı eserine Rifat Efendi’nin yazmış olduğu zeyldir. I. Bayezid
döneminden (1389-1403) başlayarak elli altı nakıbu’l-eşrafın
terceme-i hallerine Rifat Efendi altı nakıbu’l-eşrafın biyografisini
ekler. Eser 1283 Rebiülahirin (Eylül 1866) sonlarında basılmıştır.
Eserde nakıbu’l-eşrafların tayin, azil ve ölüm tarihleriyle ilgili
bilgiler yer almaktadır (Beyhan 2008: 104).
3. Verdü’l-hadaik: Hadikatü’l-vüzera’ya yazılan zeyllerden olan Verd-i
Mutarra’ya zeyl olarak Rifat Efendi tarafından yazılmıştır. Ahmet
Rifat Efendi bu eserinde, yirmi dört sadrazamdan bahsetmiştir. Bu
eserde 1808’de Yusuf Ziya Paşa’nın ikinci sadaretinden başlayarak
1863’te Yusuf Kamil Paşa’nın sadrazamlığına kadar görevde olan
sadrazamların hayatlarına yer verilir. Bu eser ilk defa 1866 yılında
İstanbul’da yayınlanmıştır. 1970 yılında Freiburg’da tıpkıbasımı
yapılmıştır (Çift 2006: 192).
1. 2. MİR’ATÜ’L-MEKASID’IN YAZILDIĞI DÖNEMDE YAZILAN
DİĞER ESERLER
Sultan II. Mahmud döneminin aksine Sultan Abdülmecid ve Sultan
Abdülaziz dönemlerinde büyük bir rahatlığa kavuşan Bektaşilerin
yayınları da oldukça artmıştır. Bu dönemde Bektaşilik ile ilgili
genel yayınlar yapıldığı gibi, müdafaa ve karşıt amaçlı eserler de
yayınlanmıştır. Bektaşilik ile ilgili genel olarak yazılan eserlerin bir
kısmını şöylece sıralayabiliriz:
1.
2.
3.
4.
5.
Haşim Baba Divanı, Üsküdarlı Haşim Mustafa Baba (Basım Tarihi 1836)
Divan-ı Nesimi, Nesimi (Basım Tarihi 1844)
Hüsniyye (Basım Tarihi 1853)
Makalat, Hacı Bektaş-ı Veli (Basım Tarihi 1871)
Kaşifu’l-esrar ve dafiu’l-eşrar, Harputlu Hoca İshak Efendi (Basım Tarihi 1876)
Bektaşilik ile ilgili müdafaa niyeti ile yazılan eserler ise şunlardır:
1. Kaşifu’l-esrar Reddiyyesi, Mehmed Ali Hilmi Dede-Baba
2. Bektaşi Sırrı, Ahmed Rıfkı
3. Mir’âtü’l-Mekasıd, Ahmet Rifat Efendi
Bildiriler Kitabı
- 159-
Bu dönemde Bektaşiliğe karşı yazılan eleştiri niteliğindeki en önemli
eser ise yukarıda genel eserler içerisinde zikretmiş olduğumuz Hoca
İshak Efendi’nin Kaşifu’l-esrar ve dafiu’l-eşrar adlı eseridir. Ahmet
Rifat Efendi’nin Mir’atü’l- mekasıd adlı eserinin de bir nevi Hoca İshak
Efendi’ye cevap olduğunu düşünebiliriz.
1. 3. MİR’ATÜ’L-MEKASID’IN TELİF NEDENİ
Hoca İshak Efendi tarafından 1874 yılında yazılan Kaşifu’l-esrar ve dafiu’leşrar adlı eser, Bektaşi ve Hurufi çevrelerde büyük bir infiale yol açmıştır.
Bu dönemde Hoca İshak Efendi’ye cevap olarak yazılan eserlerden bir
tanesi de Mir’at’tır. Her ne kadar Ahmet Rifat Efendi eserini açık bir
şekilde bu amaçla yazdığını söylemese de eserin genel havasının bir
cevap niteliği taşıdığı gözlenebilir. Ahmet Rifat Efendi’nin bu eseri
neden kaleme aldığını kendi ifadelerinden takip edelim:
“İşte bu risaleyi tertib eylemekten murad-ı fakiranem tarikat-ı aliye-i
Bektaşiyye pir-i dest-gir Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli kuddise sırruhu
Hazretlerine müntesib ibr tarik-i nazenin iken her nasılsa nefs-i mel’una
zebun olmuş bir alay berrani ve serselerin karışmalarından naşi bu
misillu berranilerin nefs-i mel’unlarının muktezasına muvafık olan
mahalde şeri’at ile ve muhalefet olacak te’vil u batıl u amel eyledikleri
der-kar ve bunlar ise Bektaşi olmayub bu misillu Noktaviyyun ve
Hurufiyyun ve sair günah-ı melahididen oldukları aşikar olup hâşâ
Hazret-i Pir’e müntesib olmadıklarını edile-i bahire vü zahire ile
beyanla min-gayr-ı liyakat ve ihvan-ı ba-safanın ukala yanında rüsvayı cihan ve medhak-i şeytan olur.” (Rifat Efendi 2007: 274-275)
Ahmet Rifat Efendi, tasavvuf ve tarikatlar ile ilgili daha önceden
yazılan eserlerin Arapça ve Farsça olduğunu, bundan dolayı Türkçe
dışında bir dil bilmeyen insanlara genel olarak tasavvuf ve tarikatlar
tarihini anlatmak için böyle bir eser kaleme aldığını zikretmektedir.
Ahmet Rifat Efendi’nin bu eseri yazarken hem Hoca İshak Efendi’nin
eserine bir cevap vermeyi hem de Arapça ve Farsça bilmeyen
okuyuculara Türkçe bir tasavvuf ve tarikat kitabı yazmayı murad
ettiğini söyleyebiliriz.
1. 4. MİR’ATÜ’L-MEKASID’IN KAYNAKLARI
Ahmet Rifat Efendi Mir’atü’l-Mekasıd adlı eserinde birçok kaynak
kullanmıştır. Bu kaynaklar dört başlık altında toplanabilir. Bunlar;
ayetler, hadisler, tasavvuf ve diğer İslami ilimler ilgili kitaplardır.
Özellikle onun ayet ve hadisleri kullanması Bektaşiliğin ehl-i sünnet
- 160-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
çizgisinde bir tarikat olduğu iddiasını güçlendirmesi açısından oldukça
önemlidir. Rifat Efendi eserinde yer yer ayetleri tamamen alırken bazen
de konuyla ilgili ayetlerin yalnızca ilgili kısmını zikreder. Ahmet Rifat
Efendi eserinde zikrettiği hadislerin kaynaklarını vermemektedir.
Tasavvuf edebiyatına dair bazı önemli eserlerin isimlerini ise
zikretmektedir (Çift 2006: 198).
1. 4. 1. AYETLER
Ahmet Rifat Efendi ayetleri bazen direk kendi bağlamında, bazen
de bağlamından kopararak görüşünü desteklemek için eserinde
zikretmiştir. Ayetlerin bağlamında kullanımı ile ilgili olarak Ahmet
Rifat Efendi’nin eserinde der-beyan-ı sıfat-ı subutiyye başlığını ele
alabiliriz. Bu başlıkta subuti sıfatlardan bahseden Rifat Efendi, ayetleri
direk bağlamında kullanır.
“Sıfat-ı sübutiyye’nin manası: Bu sıfatlar Allah Teâlâ’nın Zat-ı
Celilesi’nde sabitlerdir. Ve Allah Teâlâ onlar ile mevsufdur. Selb
olmayıp sübut olduğu için bunlara sıfat-ı hakikiyye ve ma’neviyye
dahi denilir.
Hayat: Allahu Azimu’ş-şan’ın diri olmasıdır. Allah ki O’ndan başka ilah
yoktur. O hayy’dir, kayyumdur. (Bakara/255) kavl-i şerifi delaletiyle.
İlim: Allahu Azimu’ş-şan’ın bilmesidir. Görülmeyeni ve görüleni
bilendir. (Haşr/22) kavl-i şerifi delaletiyle.”
Gördüğümüz gibi Ahmet Rifat Efendi bu konuda ayetleri direk olarak
zikretmektedir. Ahmet Rifat Efendi’nin başka konularda ise bu şekilde
davrandığını söylememiz mümkün değildir. Rifat Efendi’nin eserinde
der beyan-ı ehl-i ebrar ve ahyar ve şuttar bahsinde ayeti yorumlaması
bize bu konuda önemli bir fikir vermektedir (Rifat Efendi 2007: 163).
Ahmet Rifat Efendi ayeti bağlamından ayrı yorumlayarak fukaradan
kastın nefislerini habs eden dervişler olduğunu beyan etmiştir. Gerek
bağlamında gerek bağlamından ayrı bir şekilde Ahmet Rifat Efendi’nin
eserinde birçok ayet-i kerimeyi zikrettiğini görebilmekteyiz.
1. 4. 2. HADİSLER
Ahmet Rifat Efendi yaratılış konusunu işlerken Hz. Peygamber’in
dünyada kendisine sevdirilen üç nesne ile ilgili hadisini zikreder
ve şöyle bir yorum yapar: “İmdi bazı ulema-ı izam Resul-i Ekrem
Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretlerinin toprağı cennetten alındı
dediler ki, kale Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: ‘Bana dünyada
Bildiriler Kitabı
- 161-
üç şey sevdirildi.’ İşbu hadis-i şerifte ona işaret vardır. Zira dünyaya
muhatab olanlara işaret ve izafet ettiğinden kendileri bu âlem-i hakdan
olmamak lazım geldi, fe’f-hem.” (Rifat Efendi 2007: 117)
1. 4. 3. TASAVVUF VE DİĞER İSLAMİ İLİMLER İLE İLGİLİ
KİTAPLAR
Ahmet Rifat Efendi’nin eserinin yalnızca Bektaşilik ile ilgili bir eser
olmadığını bir nevi tasavvuf ve tarikatlar tarihi özelliğini taşıdığını
belirtmiştik. Tasavvuf alanında Ahmet Rifat Efendi eserinde
Gazzali’den (ö. 505)’den İsmail Hakkı Bursevi’ye (ö. 1137) kadar birçok
önemli ismin eserinden istifade etmiştir. Bunun dışında diğer ilimler
ile ilgili Rifat Efendi Ahmed b. Hanbel (ö. 241), Seyyid Şerif Cürcani
(ö. 816) gibi birçok önemli isimden de alıntılar yapmış, yer yer bazı
isimlere de eleştiriler de bulunmuştur. Salih Çift’in tespitlerine göre,
Ahmet Rifat Efendi’nin Mir’atü’l-Mekasıd adlı eserinde kullandığı
kaynaklar şunlardır.
Müellifleri ile Birlikte Zikredilen Bazı Kaynaklar:
1. Ahmed b. Hanbel (ö. 241): Fedailus’-sahabe
2. Ebu Şekur Salimi el-Keşşi (h. 5. yy): et-Temhid
3. Gazzali (ö. 505): İhyau ulumi’d-din
4. Nesefi (ö. 537): et-Teysir
5. Fahruddin Razi (ö. 606): Tefsir
6. Necmüddin Kübra: Risale (Usul-ü aşere) (Çift 2008: 199).
1. 5. MİR’ATÜ’L-MEKASID’IN BEKTAŞİLİK AÇISINDAN ÖNEMİ
Bilindiği gibi Ahmet Rifat Efendi’nin Mir’atü’l-mekasıd adlı eserini telif
ettiği zaman dilimine kadar Bektaşilik ile ilgili derli toplu bir bilgi aktaran
herhangi bir kitap bulunmamaktadır. II. Mahmud’un vefatı ile beraber
rahatlayan Bektaşilerin ise kendilerini tanıtma amacıyla oldukça fazla
yayın yaptığını söyleyebiliriz. Mir’atü’l-mekasıd’ın belki de en önemli
yanı müellifi de Bektaşi olan bir isim tarafından Bektaşiliğin doğrudan
ana kaynaklarına gidilerek anlatılmasıdır. Mir’atü’l-mekasıd’ın Bektaşilik
açısından önemini maddeler halinde şöylece zikredebiliriz:
a. Mir’atü’l-mekasıd’da genelde Bektaşi çevrelerce kabul edilen “HakMuhammed-Ali” tarzında bir üçleme ifade geçmez. Ahmet Rifat
Efendi bunun yerine daima kelime-i tevhide vurgu yapar.
b. Mir’atü’l-mekasıd’da Bektaşi çevrelerce kabul edilen ve varlıkların
- 162-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Hak’tan gelişini ve yine O’na dönüşünü açıklamak üzere kullanılan
devir nazariyesinin olmaması da bu eser için önemli bir farklılıktır.
c. Ahmet Rifat Efendi, Bektaşiliğin Yeniçerilik ile ilgili birlikte
yasaklanması hakkında ise hiçbir ifadeye eserinde yer vermez.
Bunun nedeni Bektaşiliğin tam anlamıyla bir hürriyete kavuşmaması
olabilir.
d. Bektaşiliğin belki de halk arasında en çok tanınan yönü cem ayinidir.
Ahmet Rifat Efendi ise Bektaşilik ile ilgili birçok erkân hakkında bilgi
verirken cem’ hakkında herhangi bir ifadesine eserinde rastlanmaz.
e. Ahmet Rifat Efendi’nin eserinin belki de en önemli noktası
Bektaşiliği ehl-i sünnet çizgisinde göstermesi ve kitabının birçok
bölümünde ayet ve hadislere oldukça fazla yer vermesidir.
2. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE BEKTAŞİLİK
Ahmet Rifat Efendi’nin genel olarak Bektaşilik anlayışının, eserinin
genelinde de görülebileceği gibi ehl-i sünnet çizgisine yakın olduğunu
ve aşırılıktan uzak olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Rifat Efendi’ye göre
tarikatın aslını bozan Hurufiler ve Noktaviler gibileridir. Ahmet Rifat
Efendi’nin özellikle Hurufileri ve Noktavileri melahidden sayması
oldukça önemlidir. Nitekim Hoca İshak Efendi gibi Bektaşilik ve
Hurufiliği bir gören kişilere burada bir cevap verildiği düşünülebilir
(Rifat Efendi 2007: 274-275).
2. 1. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE HURUFİLİK-BEKTAŞİLİK
İLİŞKİSİ
Ahmet Rifat Efendi, Bektaşilik ve Hurufiliği beraber değerlendirmez ve
aralarında fark olduğundan bahseder. “Binaenaleyh Bektaşiler Hurufi
değildir. Hurufiler de Bektaşi değildir. Belki Bektaşilere Hurufiler dehalet
edip ilka-yı fesadat için Cavidanlara Bektaşi kitabı namı verilmiştir.
Ma’a-haza fi-zamanına Cavidan bilir ve ma’nasını istihraç edip de
onunla amel eyler Bektaşi yoktur denildi. Cenab-ı Hakk cümlemizi
tarik-i müstakimden ayırmaya, âmin.” (Rifat Efendi 2007:231)
2. 2. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE HACI BEKTAŞ-I VELİ
Ahmet Rifat Efendi’ye göre Hacı Bektaş-ı Veli ömrünün tamamını çile
ile geçirmiştir. Rifat Efendi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Ahmed Yesevi’nin
müridi olduğunu söyler. Ancak bu aradaki uzun dönemden dolayı
batıni bir şekilde olmuştur. Yine Ahmet Rifat Efendi’ye göre Hacı
Bildiriler Kitabı
- 163-
Bektaş-ı Veli döneminde ehl-i sünnet çizgisinin dışında Bektaşilik
içerisinde herhangi bir uygulama görülmemektedir.
“Akıl ve dinden birun bir alay melahide nasıl Hacı Bektaş-ı Veli
Hazretlerine mütaba’at da’vasın ederler ki onlar zamanlarında ittifak-ı
suleha ve ulema ile tahrir olunan menakıb-ı şerifelerinde meşhur u
mesturdur ki nice defa hacc edip eksar eyyamda saim ve namaz u
niyaz ibadat ü ta’at-ı Hüda ile kaim olup şer’i şerife kemal-i mertebe
muvafakat ü mütaba’at üzere imişler. Bunların isrine iktida etmeyenler
la-cerem sahra-yı nefs-i emmarede mütehayyir ve serseri ve millet-i
enbiya ve tarikat-ı evliyaya mütaba’attab beri fitne-i nefs-i şom ile
hayran ve ser-gerdan ve tih-i ilhad içre mahz-ı şeytan olmuş din ü
milletten mu’attal mülhid ü muğfillerdir.” (Rifat Efendi 2007: 275)
2. 3. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE BEKTAŞİLİKNAKŞBENDLİK İLİŞKİSİ
Bektaşilik, II. Mahmud ile beraber oldukça sıkıntılı bir döneme girince,
Bektaşilerin mal ve bina varlığı Sultan tarafından Nakşîlere verilmiştir.
Ahmet Rifat Efendi’nin de henüz yeni rahatlığa kavuşulan bir dönemde
Nakşîler hakkında olumsuz konuşmayacağını tahmin etmek zor
olmasa gerek. Rifat Efendi, Nakşîler ile sislilerinin birleştiğini belirtir
(Rifat Efendi 2007: 159).
2. 4. BEKTAŞİLERİN CAFERİLİĞİ MESELESİ
Bektaşilerin, Alevi veya Caferi oldukları daima tartışma konusu
olmuştur. Ahmet Rifat Efendi sual olunursa Efendi İmam-ı Cafer Sadık
mezhebinden olduğunu söyleyeceğini ifade eder. Onun mezhebi,
sonradan unutulmuştur (Rifat Efendi 2007: 223).
3. AHMET RİFAT EFENDİ’NİN TARTIŞMALI BAZI
KONULARDAKİ GÖRÜŞLERİ
3. 1. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE TASAVVUF
Rifat Efendi, tasavvufun tarifini yaparken öncelikle imanın şartlarını
sayar ve Cüneyd-i Bağdadi’ye sorulan bir sorudan bahseder. Rivayete
göre Cüneyd-i Bağdadi’ye “Tasavvufun intihası nedir?” diye sorulmuş,
o da “İbtidasıdır.” demiştir. Bunun üzerine Rifat Efendi, avam ile ehl-i
turukun imanın arasındaki farkın burası olduğundan bahseder ve
avamın imanının ancak taklitten ibaret olduğunu söyler.
Ahmet Rifat Efendi, yetmiş üç fırka hadisini zikreder ve kurtuluşa
- 164-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
eren fırkanın fırka-i naciye olduğunu, bunun da ehl-i sünnet ve’lcemaat olduğunu ifade eder. Rifat Efendi fırka-i naciyenin imanının
sahih olduğunu ve ilm-i tasavvuf, ilm-i şeri’at, ilm-i hakikatın fırka-i
naciye olduğunu ve itikatta da imamlarının da Ebu’l-Mansur Maturidi
ve Hasan el-Eş’ari olduğunu belirtir. Ahmet Rifat Efendi’ye göre iman
artmaz ve eksilmez.
Rifat Efendi şeri’at ile hakikat arasında asla bir ihtilafın olamayacağını
söyler. Şer’iat’a muhalif herhangi bir şeye inanılmaz. Yalnız ehl-i tarik
arasında olan bazı gizli sözler vardır ki bunlar avamdan saklanmalıdır.
Çünkü avam bu sözleri anlayamaz. Ahmet Rifat Efendi bu noktada Hz.
Peygamber’in “İnsanlara akılları yettiğince konuşun.” hadis-i şerifini
zikreder. Ehl-i tasavvuf ehl-i sünnettendir ve ondan ayrı düşünülemez
(Rifat Efendi 2007: 430-432).
3. 2. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE EHL-İ SÜNNET
Ahmet Rifat Efendi’nin eserinin genelinde Sünni bir çizgi hâkimdir.
O yetmiş üç fırka hadisini yorumlar ve fırka-i naciyenin ehl-i sünnet
olduğunu ifade eder. “İmdi fırka-i mezbureden ber-mucib-i hadis-i şerif
birisi naciye, ma’dası halikedir. Ve fırka-i naciyeden murad ehl-i sünnet
ve’l-cema’attır. Ve ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikadda Maturidiyye ve
Eş’ariyye’lerdir. Maturidiyye’den ve Eş’ariyyeden murad Ebu Mansur
Maturidi ve Şafi’iyye’nin Ebu’l-Hasan Eş’ari’dir. Ey talib-i tarikat! Ahd-i
sabıkda müçtehidin bisyar idi. Lakin sonra eimme-i erba’nın mezahibi
üzerine karar-dade oldu. Ve eimme-i erba’nın evvelkisi İmam A’zam
Ebu Hanife Nu’man b. Sabit radıyallahu anh’tır. Menakıb-ı celileri
sabıkda zikrolundu.” (Rifat Efendi 2007: 222).
3. 3. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE İLK DÖRT HALİFENİN
SIRALANMASI
Alevi ve Bektaşi çevrelerce ilk halifenin aslında Hz. Ali olması gerektiği
daima kabul edilen bir fikir olmuştur. Ahmet Rifat Efendi ise bunun
aksine ilk dört halifenin hepsi hakkında övücü ifadeler kullanır ve
hiçbirini diğerinden ayırmaz. “Cenab-ı Sıddık-i A’zam’ın kerameti
ilmiyyede yed-i tulası var idi. Onun içi demişlerdir ki hulefanın her
birinin neş’elerinde bir ma’na galip idi. Ol mana Ebu Bekir Hazretlerinde
ma’rifetullahdır. Ve keramette mu’teber olan keramet-i ilmiyyedir ki
Hakk’ın zat ve sıfat ve ef’aline dairdir. Kevniyye değildir ki mahlûkata
müte’allik ola. Onun için Cenab-ı Sıddık’ten harik-i adat nesne zuhur
etmemiştir. Ma’a haza efdalü’l-ümmedir. Hazret-i Ömer, Osman ve
Bildiriler Kitabı
- 165-
Murteza Radiyallahu anhum hazeratı dahi halife-i Rasulullah olup
ümmetn efdali ve eşrefi bunlardır.” (Rifat Efendi 2007: 123)
3. 4. EHL-İ BEYT’İN EMEVİLER İLE MÜCADELESİ
Ahmet Rifat Efendi eserinde daima Yezid ve Emeviler hakkında
olumsuz tavır takınır. Yezid’e lanet okur. Bu noktalarda Ahmet Rifat
Efendi’nin ehl-i beyte olan bağlılığını açık bir şekilde görebilmekteyiz
(Rifat Efendi 2007: 371).
3. 5. HZ. HASAN VE HZ. HÜSEYİN’İN NÜBÜVVETLERİ
Alevi-Bektaşi çevrelerin en çok eleştirildiği konulardan bir tanesi de
Hz. Peygamber’den sonra da nübüvveti kabul ettikleri iddiasıdır. Rifat
Efendi bunun nassa aykırı olduğunu beyan eder (Rifat Efendi 2007: 283).
3. 6. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE İÇKİ KONUSU
Ahmet Rifat Efendi bu bahsi anlatırken öncelikle Nahl Suresi 67, Bakara
Suresi 219-220. ayetleri zikreder hamrın (içkinin) haram olduğunu
kesin bir şekilde ifade eder. Sonrasında ise Hz. Peygamber’in birçok
hadisine bu bahiste yer verir. Ahmet Rifat’ın içkinin haram olması ile
ilgili ayet ve hadisleri zikretmesi oldukça önemlidir. Zira Bektaşilerin
en çok eleştirildiği konuların başında cemlerde içki kullanımı
gelmektedir. Ahmet Rifat Efendi ayet ve hadis iktibaslarından içkinin
haramlığı ile ilgili görüşlerini belirtir (Rifat Efendi 2007: 228-229).
3. 7. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE TAKİYYE KONUSU
Şii kesimlerin en çok eleştirilen noktası takiyye konusudur. Bilerek yalan
üzere yaşamak İslam dini içerisinde kabul edilebilir bir şey değildir. Rifat
Efendi, İmam Cafer-i Sadık’ın takiyye yapmadığını ve takiyye yapanın
şahid olamayacağını ifade etmesini aktarır (Rifat Efendi 2007: 130) .
3. 8. TEVELLA VE TEBERRA KONUSU
Tevella genel olarak Hz. Ali’yi ve ehl-i beyti sevenleri sevmek, teberra
ise Hz. Ali ve ehl-i beyti sevmeyenleri sevmemektir. Ahmet Rifat
Efendi’ye göre hakiki manada tevella rıza-yı Hakk, teberra ise masivallahtır (Rifat Efendi 2007: 318).
3. 9. ŞER’İ İBADETLERİ BÂTINİ YORUMLARLA DEVRE DIŞI
BIRAKMAYA ÇALIŞANLARIN DURUMU
Ahmet Rifat Efendi’nin eserinde görmüş olduğumuz en önemli
noktalardan bir tanesi de onun ibadetlere verdiği ehemmiyettir.
- 166-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Bektaşiliğin en çok eleştirildiği noktalardan bir tanesi olan ibadetlere
önem vermemeleri konusunu, Ahmet Rifat Efendi kesinlikle kabul
etmez. Kitabı içerisinde beş vakit namaz, oruç, zekât gibi ibadetlere
yer veren Rifat Efendi, Bektaşilik içerisinde ibadetlere gereken önemi
vermeyenleri de tenkid eder (Rifat Efendi 2007: 86). Ahmet Rifat
Efendi’nin kendi ifadelerinde de göreceğimiz gibi o tarikattan önce
şeriatın geldiğini ve tarikat yolunu izleyenin de şeriatın gayrında
davranamayacağını söylemektedir.
Bu noktada Ahmet Rifat Efendi’nin eserinde belirttiği der-beyan-ı
bina-i islam ve der-beyan-ı salat evkat-ı hamse bahislerine değinmenin
faydalı olduğunu düşünüyoruz. Rifat Efendi bina-i islam bahsinde
Hz. Peygamber’in meşhur “İslam beş şey üzerine bina edilmiştir.”
hadisini zikreder. Bundan sonra kelime-i tevhidi açıklar. Rifat Efendi
der-beyan-ı evkat-ı hamse bahsinde ise Kur’an-ı Kerim’den namazın
farziyetine dair ayetler zikreder ve yine Hz. Peygamber’in “Namaz,
dinin direğidir.” hadisine yer verir (Rifat Efendi 2007: 290-292).
3. 10. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE FIRAK-I NACİYE VE
FIRAK-I DALLE
Ahmet Rifat Efendi bu bahiste Hz. Peygamber’in yetmiş üç fırka hadisini
zikreder ve kendisi yetmiş üç tane fırka ismi sayar. Bu fırka isimlerinin
birincisi naciyedir. Rifat Efendi naciye dışındaki bütün fırkaları delalete
sapanlardan kabul eder. Rifat Efendi’nin listesi içerisinde Mu’tezile,
Müşebbihe, Kerramiyye, İmamiyye, Vasıliyye gibi gruplarda yer alır.
Ahmet Rifat Efendi’ye göre fırka-i naciye ehl-i sünnet ve’l-cemaat’tır.
Rifat Efendi ehl-i sünnet ve’l-cemaat içerisinde ise itikadda Maturudiyye
ve Eş’ariyye’yi zikreder (Rifat Efendi 2007: 221).
3. 11. EHL-İ BEYT HAKKINDA BAZI HADİS-İ ŞERİFLER
Ahmet Rifat Efendi, ehl-i beyt ile ilgili birçok hadis zikreder.
Özellikle içerdiği hadislerin sahihliği konusunda oldukça eleştirilen
Keşfu’l-Hafa, Rifat Efendi’nin birinci dereceden kaynağıdır. Rifat
Efendi bununla beraber Tirmizi, Beyhaki ve Taberani gibi âlimlerin
eserlerinden de faydalanır. Örnek olması bakımından bu kaynaklardan
rivayet edilen hadislerden bazılarına yer vermenin faydalı olduğunu
düşünüyoruz: “Beni kendisinden daha çok sevmedikçe, benim
yakınlarımı kendisininkilerden daha çok sevmedikçe, zatımı kendi
zatından daha çok sevmedikçe ve ailem ona kendi ailesinden sevgili
olmadığı sürece kişi tam manasıyla mü’min olamaz. Rasulullah (s.a.v)
Bildiriler Kitabı
- 167-
şöyle buyurdular: Ehl-i beytimize olan muhabbetimizi sürdürün.
Zira bizi seviyor olduğu halde Allah’ın huzuruna çıkan kimse bizim
şefaatimiz sayesinde cennete girer. Nefsim kudret elinde olana yemin
ederim ki bizim hakkımızdaki marifeti dışında hiçbir şey kula fayda
vermez.” (Rifat Efendi 2007: 350)
4. AHMET RİFAT EFENDİ’YE GÖRE BEKTAŞİLİĞİN ERKANLARI
Ahmet Rifat Efendi, Bektaşiliğin erkânlarını anlatırken klasik Bektaşi
anlayışına aykırı davranmaz. Bektaşiliğin erkânlarını da daima ayet ve
hadisler ile meşru bir zeminde anlatmaya gayret eder. Şeri’atın dışında
herhangi bir şeyin tarikat içerisinde olamayacağını kesin bir dille
ifade eder. Şeri’ata muhalif davranıp bunları Bektaşiliğin içerisinde
göstermeye çalışanların durumları ise Bektaşilik ile asla uyuşmaz.
4. 1. DÖRT KAPI KIRK MAKAM
Bektaşilik denince belki de akla gelenlerden ilki dört kapı kırk
makamdır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalat adlı eserinde ilk defa
gördüğümüz dört kapı kırk makamı (Hacı Bayram-ı Veli 2011: 67-82),
Rifat Efendi’de eserinde zikretmiştir. Buna göre dört kapı şunlardır:
şeri’at, tarikat, ma’rifet, hakikattir. Ahmet Rifat Efendi, her kapının
makamlarını birçoğunu ayrı ayrı ayetler ve hadisler ile delillendirir.
Biz örnek olarak Rifat Efendi’nin Şeri’at kapısındaki on makamı ayetler
ile nasıl eserine aldığını göstereceğiz.
1. İman getirmek: “Ey iman edenler! ...” (Muhammed Suresi 47. ayet)
2. İlim öğrenmek: “Rabbe halis kullar olunuz.” (Al-i İmran 79. ayet)
3. Namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmektir:
“Namazı kılın ve zekâtı verin.” (Nisa Suresi 77. ayet)
4. Helal kesb eylemek, riba yememek: “Allah ticareti helal, faizi haram
kılmıştır.” (Bakara Suresi 275. ayet)
5. Haramdan sakınmak.
6. Hayz u nifaz halinde zevcenle yakın olmayıp mahreminin nikâhı
haram olduğunu bilmek: “Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak
durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” (Bakara Suresi 222. ayet)
7. Şeri’at evine girmektir: “Allah’ın öteden beri süregelen kanunu budur.
Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.” (Fetih Suresi 23. ayet)
8. Şefkat.
- 168-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
9. Pak yiyip pak giymek: “Size rızık olarak verdiğimiz temiz şeylerden
yiyin.” (Bakara Suresi 57. ayet)
10.Emr-i ma’ruftur.
4. 2. İSBAT-I İKRAR
Ahmet Rifat Efendi eserinin genelinde Bektaşi olmak isteyen bir kişinin
ikrar verirken söyleyeceği sözleri Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve Hz.
Peygamber’in hadisleri ile açıklar. Bektaşi olmak isteyen bir kişinin öncelikle
şunları dil ile ikrar etmesi gerekir: “Allah Azimu’ş-şa’ın kuluyum. Âdem
Safiyullah neslindenim. İbrahim Halilullah millletindenim. Dinimiz din-i
İslam. Kitabımız Kur’an. Kıblemiz Ka’be. Muhammed Aleyhisselam’ın
ümmetindenim. Şah-ı Merdan Murtaza Ali’nin bendesiyim. Guruh-ı
nacidenim. İmam Ca’fer Sadık mezhebindenim. Allahu ekber. Allahu
ekber.La ilahe illallahu vellahu ekber. Allahu ekber ve lillahi’l-hamd”
(Rifat Efendi 2007: 394-395). Ahmet Rifat Efendi ikrar-ı sahihin bu
olduğunu ifade eder. Rifat Efendi’ye göre bunun dışında ikrar olacağını
söyleyenler Bektaşiliğin aslından sapmışlardır. Rifat Efendi ayrıca ayet
ve hadisler ile delalet getirilemeyen herhangi bir şeyin ayin ve erkân-ı
tarikten olamayacağını da ifade eder.
SONUÇ
Ahmet Rifat Efendi’nin Mir’atü’l-mekasıd adlı eserini tahlil etmeye
çalıştığımız bu çalışmamızda şunu gördük ki Bektaşilik tarihi bütünüyle
yeniden ele alınmalıdır. Özellikle en başta Bektaşiliğin ne olduğu sorusu
bizi bekleyen ilk sorudur. Hacı Bektaş-ı Veli Bektaşiliği mi yoksa Balım
Sultan’dan sonraki Bektaşilik mi? Ahmet Rifat Efendi’nin eserinde de
görebileceğimiz gibi toplumdaki Bektaşilik algısı ile Rifat Efendi’nin
anlatmaya gayret ettiği Bektaşilik arasında büyük bir uçurum vardır.
Sünni bir çizgiyi benimseyen Rifat Efendi’nin bu çalışması bu yüzden
Bektaşilik edebiyatı arasında farklı bir yere sahiptir. Ahmet Rifat
Efendi’nin özellikle dönemindeki Bektaşi karşıtlığını en alt seviyeye
indirip tarikata gireceklere ve tarikat içerisindekileri bilgilendirirken ayet
ve hadisleri kullanması Bektaşi karşıtlığını en alt seviyelere indirmek için
kullanılmış bir yol olarak düşünülebilir. Bu da eserin genellikle Hurufilik
ile ilişkilendirilen Bektaşiliği savunması açısından önemli bir yönüdür.
Eserin genel olarak Bektaşilik açısından önemini şu şekilde
maddeleyebiliriz:
Bildiriler Kitabı
- 169-
a. Mir’atü’l-mekasıd’da genelde Bektaşi çevrelerce kabul edien “HakMuhammed-Ali” tarzında bir üçleme ifade geçmez. Ahmet Rifat
Efendi bunun yerine daima kelime-i tevhide vurgu yapar (Rifat
Efendi 2007: 290).
b. Mir’atü’l-mekasıd’da Bektaşi çevrelerce kabul edilen ve varlıkların
Hak’tan gelişini ve yine O’na dönüşünü açıklamak üzere kullanılan
devir nazariyesinin olmaması da bu eser i.in önemli bir farklılıktır
(Rifat Efendi 2007: 72).
c. Ahmet Rifat Efendi, Bektaşiliğin Yeniçerilik ile ilgili birlikte
yasaklanması hakkında ise hiçbir ifadeye eserinde yer vermez.
Bunun nedeni Bektaşiliğin tam anlamıyla bir hürriyete kavuşmaması
olabilir (Çift 2008: 195).
d. Bektaşiliğin belki de halk arasında en çok tanınan yönü cem ayinidir.
Ahmet Rifat Efendi ise Bektaşilik ile ilgili birçok erkân hakkında bilgi
verirken cem hakkında herhangi bir ifadesine eserinde rastlanmaz.
e. Ahmet Rifat Efendi’nin eserinin belki de en önemli noktası
Bektaşiliği ehl-i sünnet çizgisinde göstermesi ve kitabının birçok
bölümünde ayet ve hadislere oldukça fazla yer vermesidir.
KAYNAKÇA
AHMET, Rifat Efendi (2007). Mir’átü’l- Mekasıd fi def’i’l- Mefasid,
İstanbul: İz Yayıncılık.
AŞKAR, Mustafa (2006). Tasavvuf Tarihi Literatürü, İstanbul: İz
Yayıncılık.
BEYHAN, Mehmet Ali (2008). “Rifat Efendi, Topal”, TDV İslam
Ansiklopedisi, Cilt: 35, İstanbul: TDV Yayınları.
BURSALI, Mehmet Tahir (1975). Osmanlı Müellifleri, III. Cilt, İstanbul:
Meral Yayınevi.
ÇİFT, Salih (2006). “Modern Anlamda İlk Bektaşilik Kitabı Olarak
Mir’atü’l-Mekasıd ve Kaynakları”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi,15 (2006), ss.187-212.
ÇİFT, Salih (2003). “1826 Sonrasında Bektaşilik ve Bu Alanla İlgili Yayın
Faaliyetleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,12 (2003), ss.
249-268.
- 170-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
FIĞLALI, Ethem Ruhi (1994). Geçmişten Günümüze Halk İnançları
İtibariyle Alevilik- Bektaşilik, Ankara: Türk Halk Kültürünü Araştırma
ve Tanıtma Yayınları.
GÖLPINARLI, Abdulbaki (1997). Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler,
İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
HACI BEKTAŞ-I VELİ (2011). Makalat, Ankara: TDV Yayınları.
KARA, Mustafa (2000). “İshak Efendi, Harputlu”, TDV İslam
Ansiklopedisi, Cilt: 22, İstanbul: TDV Yayınları.
KARA, Mustafa (2012). Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul: Dergâh
Yayınları.
KUTLU, Sönmez (2000). Alevi Bektaşi Yazıları, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları.
OCAK, Ahmet Yaşar (1992). “Bektaşilik”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:
5, İstanbul: TDV Yayınları.
OCAK, Ahmet Yaşar (1996). “Hacı Bektaş-ı Veli”, TDV İslam
Ansiklopedisi, Cilt:14, İstanbul: TDV Yayınları.
SÜREYA, Mehmed (1996). Sicill-i Osmanî, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve
Tarih Vakfı Ortak Yayını.
SÜREYYA, Mehmed (Şeyh Baba) (1995). Tarikat-ı Aliyye-i Bektaşiyye,
Ankara: TDV Yayınları.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (2014). Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı,
Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
EDEBİYAT
Bildiriler Kitabı
- 173-
Süreyya DOĞAN
Kırıkkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Doktora Öğrencisi
[email protected]
SAFİYE EROL’UN ROMANLARINDA AYDIN KİMLİĞİ
ÖZET
Safiye Erol’un Cumhuriyet dönemi Türk romancıları arasında farklı ve özel bir
yeri vardır. 1926’da tahsilini tamamlayıp Almanya’dan Türkiye’ye döndükten
sonra deneme, tercüme ve küçük hikayelerle yazı hayatına dahil olur. Büyük
tür olan romana 1938’de başlar. Kadıköy’ün Romanı, Ülker Fırtınası, Ciğerdelen
ve Dineyri Papazı yazarın, Türk edebiyatına roman türünde bıraktığı
eserleridir. Safiye Erol’un bütün romanlarında dikkati çeken ilk özellik,
yazarın Doğu-Batı sentezinden yana oluşudur. Tahsil yıllarını Batı’da geçirmiş
olan Erol, Doğu-Batı davasında memlekete orta yolu göstermeyi amaçlayan
yazarlarımızdandır. Fikirlerini doğrudan eserlerine yansıtmayan yazar,
bunu, karakterlerin olgunlaşma süreci sonunda kendilerinin keşfetmesini
sağlar. Ciğerdelen romanında ise bu meseleyi açıkça tartışır. Yazar, kendi
tecrübelerini, tespit ve gözlemlerini ortaya koyarken insanlığın, karşılıklı
çatışan iki medeniyetin terkibine muhtaç olduğunu romanlarında okuyucuya
hissettirir.
İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde hissedilen açmazların
giderilmesinde yazar, aydınlara büyük bir sorumluluk yükler. Yeni kurulan
devletin yeni aydınlarına düşen birtakım görevler vardır. Her şeyden önce
aydınların memleketin kalkınmasına öncülük etmesi gerekir. Yazarın
romanlarındaki aydınların ortak bazı özellikleri bulunmaktadır. Sınırları
belirlenen aydınların kimliklerindeki en belirgin özellik, millî değerlere sıkı
sıkıya bağlı oluşlarıdır. Batı’da farklı alanlarda eğitim gören bu kahramanların
hepsi idealisttir ve geleceğe umutla bakabilen aydınlardır. İdealistlikleri
yaşadıkları coğrafyanın her anlamda gelişmesiyle ilgilidir. Dört romanda
da aşk sebebiyle dağılıp parçalanan kahramanların ferdî büyüme süreci ele
alınır. Ferdî anlamda yaşanan aşkın, eserlerin sonunda topluma ve mutlak
güzele doğru genişlediği görülür. Aşk ile olgunlaşan bu kahramanların ideali
artık cemiyete hizmet etmektir.
Bu çalışmada, Safiye Erol’un romanları aracılığıyla önerdiği aydın kimliğinin
özellikleri tespit edilmeye çalışılacak; yazarın, bir aydın olarak kendi
kimliğiyle önerdiği aydın kimliğinin benzerlikleri üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Roman, Aydın Kimliği, Sentez, Kültür.
- 174-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
GİRİŞ
MODERNLEŞME, KİMLİK VE AYDIN
Türk modernleşme tarihi, uzun ve sancılı bir dönemdir. Türk aydını
için modernleşmek Batılılaşmak demektir. Batılılaşma hareketi,
Tanzimat’la başlar. İmparatorluğun bekası için birçok fikir hareketinin
ortaya çıktığı on dokuzuncu yüzyılda aydınların bir kısmı çareyi
Batılılaşma fikrinde arar. Onlara göre “Avrupalının peşinden koşmamız
bir zaruretti. Çünkü cemiyetimiz için ölmek veya garplılaşmak
şıklarından birini derhal ihtiyar etmek zarureti vardı. Türk cemiyeti
yaşamak iradesiyle garplılaştı.” (Tanpınar 1998: 87) Avrupa’ya doğru
çıkılan bu yolculukla toplum, kendini yeni bir oluşumun içinde
bulur. Bu yolculuk, Türk insanına yeni değerler sistemini sunmaya
başladığında halkın bunu isteyip istemediği diğer bir ifadeyle buna
hazır olup olmadığı sorgulanmamıştır. Yolculuğun sonunda teşekkül
eden cemiyetin aydınların istediği cemiyet olmaması da ayrı bir
meseledir. Halkın aydınlanmasını ve eğitilmesini kutsal bir görev gibi
benimseyen Türk aydını, halka rağmen gerçekleştirdiği bu hareketin
neticesinde kavgası hâlâ devam eden iki tarafın ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Bir yanda geleneklerini devam ettiren ve Batılılaşmayı şekille
bağdaştırıp modernleşmenin sığ sularında boğulan halk, diğer yanda
ise geleneklere sırt çevirmiş ve hakikatin sadece Batı düşüncesinde
olduğuna kendini inandırmış aydınlar vardır. Ne aydınlar ne de halk
kendi değerleriyle Batılı değerleri sentezleyebilmiştir. Bu değişim
hiçbir zaman Türk aydınının istediği ve anladığı tarzda gerçekleşmez.
Değişmenin sonucunda ortaya modernleşmenin kabuğunu kırmaktan
öteye geçemeyen bir ayağı Doğu’da bir ayağı Batı’da fikri de zikri de
ikiye bölünmüş bir zümre çıkar.
Aydın kavramından anlaşılan genellikle okuryazar kişidir. “Batı
dillerinde kullanılan terim intellectuelledir: Alelade okuryazar olmanın
üstünde kafası ile iş gören ve bilhassa kafa ürünü ile geçinen kişi
demektir.” (Ülgener 2006: 88) Modernizmle birlikte Türk aydını
aklı bütün değerlerin önünde tutar. Ancak akıl sayesinde hakikate
ulaşmanın mümkün olduğuna kendini inandıran aydınlar duygunun,
geleneğin, dinin kısacası her türlü değerin karşısına aklı koyarlar.
Aydınlanmanın tanrısı akıl, düşünce tarihimiz için Batı’yı, duygu ise
Doğu’yu temsil eder. Denilebilir ki Türk modernleşme tarihi akıl ve
duygunun kavgasının tarihidir.
Bildiriler Kitabı
- 175-
Türkiye’de Tanzimat’tan bu yana aydın kimliğinin oluşumunda
toplumsal değişim hayati önem taşımaktadır. Toplumsal şartlar
sebebiyle Türk aydını her dönemde politik bir misyon üstlenmek
zorunda kalmıştır. Aydın kavramı modernleşmeyle birlikte ele
alındığında bizde bu kimliğin oluşumu Tanzimat sonrasını işaret
etmektedir. “Türkiye, bildiğimiz ölçü ve unsurları ile ‘aydın’ tipine
Tanzimat’la beraber ve ondan sonra varır. Aydın artık belli bir statünün
adamıdır. Edip, yazar, gazeteci, devlet memuru (bürokrat) bir hizip
veya partinin temsilcisi ve sözcüsüdür.” (Ülgener 2006: 100) Tanzimat
aydını modernleşme projesini sahiplenmiş ve Türk romanının ilk
örneklerinde bu modernleşmeye, modernleşmenin beraberinde
getirdiği kültürel krizlere yer verilmiştir. Modernleşmeyi toplumsal bir
görev edinen Türk aydınının amacı, modernleşmeyi yaygınlaştırmak
ve halka indirebilmektir. Türk romanının ilk örneklerinin bilgi vermeyi
ve halkı eğitmeyi amaç edinmesinin altında yatan sebebi burada
aramak gerekir. Edebiyatı halkı eğitmek için araç olarak kabul eden
Tanzimat aydınının faydacı zihniyeti, kendinden sonra teşekkül edecek
olan aydın zümresini de etkilemiştir. Zamanla bu anlayış, gelenek ve
modernin çatışması mahiyetini alırken halkın aydınlara aydınların da
halka karşı mesafeli bir duruş sergilemesine neden olacaktır.
Her dönemde siyasi ve sosyal hayatın şekillenmesinde, yüksek
kültürün oluşumunda, kültür değişiminde aydınların büyük bir payı
vardır. Aydınlar içinde bulundukları zamanın ve mekânın koşullarına
göre farklı görevler üstlenmişlerdir. Aydınların üstlendikleri
değişmeyen misyonları “…ses ve söz sahibi olmaktır. Bilim ve ihtisas
çalışmalarının ötesinde çevreye en ufak ses ve soluk iletmeyen bir aydın
tipi yoktur ve düşünülemez.” (Ülgener 2006: 93) Buradan hareketle
aydının, yaşadığı devri gözlemleyip analiz edebilen ve bu analizi
yapabilecek bilgi birikimine sahip aklıyla hayata yön veren, vermesi
gereken kişi olarak düşünülmesi gerekir. Kavradıkları gerçeği halka
aktarmak suretiyle onları kendi gerçekleri doğrultusunda ilerleyen
bireyler olarak görme arzusundadırlar. Bu yönüyle aydın “tek yanlı”
akıl ve mantık insanıdır. Entelektüeli, diğer yandan halkın gözünde
sevimsizleştiren faktörü de burada aramak gerekecek. Akıl ve mantık
tarafına aşırı güvenin, ölçüsüz bir ifade tonu ve üslubu ile kendini
sık sık ve bıktırasıya açığa vuruşu entelektüeli ‘akıllı’dan bir adım
ötede ‘ukala’ya kaydırmaya yeter (Ülgener 2006: 88). Her ne kadar
halkı aydınlatmak gibi kutsal bir görev üstlendiklerini düşünseler de
aydınlar hiçbir toplumda tam olarak benimsenmiş bir grup değildir.
- 176-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
“Hemen belirtelim ki aydınlar diye ayrı ve homojen bir sınıf yoktur.
Cemiyet hayatının çok geniş bir kesimi aynı başlık altında yan yana
sıralanmış gibi görünür: Akademik meslek mensupları, bürokratlar,
mimar ve mühendisler, avukatlar, gazeteciler ve yazarlar, tiyatrocular
ve sanatçılar… Saydığımız ve daha da genişletebileceğimiz bu gruplar
arasında bir ortak taraf bulmak kolay değildir. Maddi durumları farklı
olduğu gibi menşeleri ve formasyonları da birinden öbürüne değişir.”
(Ülgener 2006: 89) Bu çalışmada aydın kavramı Karl Mannheim’in
aydınlarla ilgili grup dağınıklığına karşı birleştirici çizgiyi eğitim
tarafında ele almasıyla aynı doğrultuda kullanıldı. Mannheim’e göre
“iş ve misyonu çağın eğilimlerinin mümkün olduğu kadar dolu ve
toplu sentezini vermekten ibaret olan aydın, esasında homojen bir sınıf
niteliğinden yoksun, fakat toplumun ortak eğitim mirasına katılmak ve
başkaları ile beraber ondan pay almak suretiyle yine de bir müşterekte
birleşmiş sayılır.” (Ülgener 2006: 90)
Kimlik, insana veya belli bir zümreye ait ortak özellikleri, nitelikleri
veya farklılıkları yansıtır. “Kim-lik sadece özdeşlik değildir, aynı
zamanda farklılıktır. Dilimizde kim-lik sözcüğü bir soru barındırır:
Kim?” (Dellaloğlu 2010: 49) Kimliğin barındırdığı kim olduğumuza
dair bilgidir. Kimliğin oluşumunda değişen ve dönüşen siyasal ve
sosyal yapının izleri vardır. Edebiyatın bireylerin ve toplumların kimlik
oluşumundaki etkisi herkes tarafından bilinmektedir. Edebiyatın kimlik
kazandırma gibi bir misyonu olmasa da onunla okuma düzeyinde
etkileşim halinde olan bireyleri etkilediği gerçeği yadsınamaz. Edebiyat
bütün türleriyle ve anlattıklarıyla teşekkül ettiği toplumun fikir
hayatını etkiler. Bir toplumun geçmişten bugüne geçirdiği değişim,
bireyin yaşantısının tüm izleri edebiyata yansır. Türk romanı, Türk
düşünce tarihinin ve Türk aydınının kimlik bunalımının, bu kimliğin
oluşumundaki etkenlerin takip edilebilmesine imkân tanır. Yazarlar,
kurguladıkları aydınlar aracılığıyla sahip oldukları görüşlerini açık ya
da gizli geniş kitlelere duyurabilmişlerdir. Türk romanının gelişimine
bakıldığında Tanzimat ve Cumhuriyet döneminde romanın önemli
misyonlar yüklendiği tespit edilebilmektedir. Tanzimat romanı, Türk
insanına yeni bir kimlik önerir ve bu kimliğin topluma kazandırılmasına
odaklanır. Modernleşmeden ne anlayıp ne anlamamamız gerektiği
sorusuna cevaplar sunan metinler kaleme alınmıştır. “Çağdaş
uygarlığın bir gereği olarak benimsenen roman, aynı zamanda bizi
uygarlığa kavuşturacak araçlardan biri sayılıyordu.” (Moran 1998: 15)
Bildiriler Kitabı
- 177-
İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde romanın, toplumsal
meselelerin hallinde ve topluma kimlik kazandırmada aracı görevi
devam etmektedir. Yeni devlet düzenine ve önerilen yaşam biçimine
uygun romanlar yazılmıştır. “Cumhuriyet döneminde solcuların
dışındaki aydınlar ve bu arada yazarlar, şairler ve romancılar
kendileri gibi küçük burjuva kökenli olan seçkinci bürokrasinin
iktidarını 1950’lere kadar desteklediler. Onlar da çağdaşlaşmanın
bir ahlak ve kültür sorunu olduğu inancındaydılar ve dönemin
egemen ideolojisinde yer alan milliyetçilik, bağımsızlık, halkçılık
ve laiklik ilkeleri aydınların da inandığı ilkelerdi.” (Moran 1997: 12)
Türk kimliğinin oluşmasına katkı sağlayacak romanlar yazılmıştır.
Cumhuriyet edebiyatı döneminde yazılan romanlar, Cumhuriyet’in
önerdiği yeni kimliğin şekillendirilmesinde etkin bir rol üstlenmiştir.
Romanlardaki kahramanlar, Cumhuriyet ideolojisine bağlı, devrimleri
ve yeni hayat tarzını idealleştiren özelliklere sahiptirler. Türk aydınının
halkın önünde olma ve ona yol gösterme misyonu Cumhuriyet devri
romanında da varlığını hissettirmeye devam eder. “Cumhuriyet devri
Türk romanının ana fonksiyonlarından birisi, Türklük bilincinin
yayılması yolunda yapılan neşriyat ise diğeri de muasır medeniyetin
fikir atmosferini ülkeye taşımak şeklinde tespit edilebilir. Tanzimat’tan
bu yana, millilik kavramının unsurlarını, büyük bir dikkat ve titizlikle
ortaya koyan Türk romancısı, Cumhuriyet ile beraber bu kavramı
bütün bir Türk hayatına yaymayı başarır.” (Şahin 2000: 58)
SAFİYE EROL’UN ROMANLARINDA AYDIN KİMLİĞİ
Safiye Erol, Cumhuriyet devri Türk edebiyatının önemli; fakat büyük
kitleler tarafından tanınmamış yazarlarındandır. Dört romanı, çeşitli
dergilerde yayınlanan makaleleri, hikâyeleri ve tasavvufla ilgili
kitaplarıyla hak ettiği ilgiyi görememiştir. Erol’un eserleri, Türk
aydınına ve değerlerini yitiren topluma yol gösterici niteliktedir.
Tanzimat’tan sonra medeniyet buhranı geçiren, kültür bunalımı
yaşayan insanımızın içinde bulunduğu çıkmazları tespit edebilmiş ve
bunu da romanın sunduğu imkanlar dahilinde birey etrafında kendine
has üslubuyla başarılı bir şekilde kurgulayabilmiştir.
Türk romanında bireyin gelişimi Türk modernleşme tarihi ile birlikte
değerlendirilebilir. Her iyi roman mutlaka birey etrafında teşekkül
eder. Fakat bizde başlangıçtan itibaren yazar ile sosyal hayat arasında
- 178-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
yakın bir ilişki kurulduğu için birey ihmal edilmiştir. Bireyselleşmek,
bireyi anlatmak, bireyci olmak topluma ihanet olarak kabul edilmiştir.
Asrın başından itibaren Türk edebiyatının toplum ve toplum davası
peşine düşmesinde siyasi ve sosyal sebeplerin şüphesiz etkisi
olmuştur. Tanpınar, bu durumu “Türk romancısının kendisini feda
etmesini gerektiren bir tarihi vardır.” cümlesiyle ifade eder. Buradaki
tarih sözcüğüyle kastedilen elbette milletin tarihidir. 1908 sonrasında
yaşanan siyasi ve sosyal olaylar –Trablusgarp ve Balkan Harpleri,
Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet döneminde
sosyal hayattaki ve sistemdeki değişiklikler– Türk romancısını milli
davaların savunucusu, yayıcısı ve kurucusu durumuna getirmiştir.
Safiye Erol’un romanları 1930’lu yıllardan 1950’lere kadar olan tarihi
süreci yansıtır. Onun eserleri Cumhuriyet dönemi Türk romanının
görev edindiği meseleleri, yeni yaşam biçimini ve yeni devlet düzenini
idealize edilmiş bir şekilde anlatır.
Safiye Erol’un bütün romanlarında dikkati çeken ilk özellik yazarın,
Doğu-Batı sentezinden yana oluşudur. Tahsil yıllarını Avrupa’da
geçirmiş olan Erol, Doğu-Batı meselesinde aydınlara ve okuyucusuna
orta yolu göstermeyi amaçlayan yazarlarımızdandır. Doğu-Batı
çatışması etrafında kurgulanan romanlarda birbirine benzer şemalar
kullanılır. Dört romanda da var olan aşk teması, aşık ve mutsuz
kadınlar, aşık kadınlar kadar derin düşünemeyen ve incelikten yoksun
erkeklerin yer aldığı vaka etrafında tahkiyelendirilir. Kadıköyü’nün
Romanı’nda, Ülker Fırtınası’nda, Ciğerdelen’de ve Dineyri Papazı’nda
mutsuz bir kadının aşkı anlatılır. Aşka hayat ve ölümden öte bir anlam
yükleyen Safiye Erol’un romanlarında ferdi anlamda başlayan aşk,
eserlerin sonunda topluma ve mutlak güzele doğru bir genişleme
gösterir. Aşk, acı çekmenin ve ıstırabın kaynağıdır. Beşeri aşktan ilahi
aşka doğru yol alan kahramanlar, aşkın elinde yanıp kül olduktan
sonra asıl meselenin insanlığa hizmet etmek olduğunu keşfederler.
Safiye Erol’un aşka bakışı ve aşkı ele alış biçimi Klasik Türk şiirinin
aşka bakış tarzıyla benzerdir. Erol bu yönüyle çağdaşlarından ayrılır.
Hakikati ancak aklın keşfedebileceğini düşünen aydınların aksine
Safiye Erol, okuyucusuna hakikatin kalple idrak edilebileceğini
sezdirir. Hakikat onun eserlerinde kesinliğe değil meçhule, eşyanın
mahiyetine ve görünen âlemin ötesine açılır. Benliği aşkın elinde
dağılıp yok olan kahramanlar, ilahi aşkın ve cemiyet aşkının kapılarını
aralarlar. Doğuya has duyuş tarzına göre aşk ham ruhları pişirip
kıvama getirir. Aşkın elinde durulmuş ve arınmış olan kahramanlar,
Bildiriler Kitabı
- 179-
asli vazifelerini yerine getirecek kıvama erişirler.
Romanlardaki kahramanların hemen hepsi alafranga bir hayat tarzını
benimsemiş geçim derdi olmayan insanlardır. Dış formasyonda
Batılı anlayışı sürdüren bu kahramanların bir diğer özelliği de iyi
eğitim almış olmalarıdır. Kadıköyü’nün Romanı’nda Orhan, “bestekâr,
hânende, şair, iktisatçı” (Erol 2001: 3); Necdet, “çalıştığı gazetede
hem muharrir hem de raportör” (Erol 2001: 21); Mükerrem, “zengin,
itibarlı bir aristokrat” tır (Erol 2001: 106). Romanın aşkın elinde
dağılan kadın kahramanı Bedriye de çareyi eğitimde arayarak “mûsikî
tahsili için Viyana’ya gider” (Erol 2001: 204). Romandaki yedi gençten
biri olan Nesrin, Cumhuriyet Türkiye’sinin ideal genç kız tipidir.
Cumhuriyet ile birlikte değişen sosyal hayatta kadınların elde ettiği
imtiyazlar Nesrin vasıtasıyla anlatılır. İyi ailelerde yetişen, müzikten,
edebiyattan ve spordan anlayan bu gençler tercüme yapabilecek
seviyede dil bilirler. Vaka zamanının 1931-1933 yılları arası olduğu
bu romanda Kadıköyü’nde yetişen yedi genç için hayattaki tek sıkıntı
aşktır. Cumhuriyet’in yarattığı hürriyet ortamından sonuna kadar
faydalanan bu gençler, hürriyetin verdiği sarhoşlukla ne yaptıklarını
bilmez bir haldedirler. Yazara göre, yaşadıkları devir için aşk üzerinde
düşünmek büyük bir lükstür. Çünkü Cumhuriyet’in bu yeni neslin
icraatlarına ihtiyacı vardır. Bu nedenle Kadıköyü’nün Romanı’nda yeni
neslin kendileri etrafında dönen hayatları ve cemiyet davasına olan
uzaklıkları eleştirilir. Bu eleştiri grubun ülkesi için yatırım yapan
ticaret erbabı, aristokrat Mükerrem aracılığıyla yapılır:
“Sahi, diyordu, sahi, nedir bu azgınlık, bu kudurukluk,
bu dava? (…) Başka iş güç yok mu? Üstadım, bunlar yiyip
içip, Moda’da Kalamış’ta güneşlenip denizlenip, bir yandan
gıda bir yandan tabiatla beslenerek azıyorlar. Sonra, renkli
fenerlerle süslü çardaklar altında mandolinler, sazlar
çalınıyor. Mehtapta kotralarla denizin gümüş yüzünde
kayıyorlar. Şiirler, gazeller, romanslar okunuyor. Rakılar,
viskiler içiyorlar. Sandviçler, buzlu üzümler sömürüyorlar.
Tan yeri pembeleşirken plajda taklak atıyorlar. İnsan çileden
çıkmaz mı? İşte hepsi işi azıttı. Kendilerine dert kıtlığında
birer acı icat ettiler.” (Erol 2001: 92)
Cumhuriyet’in yetiştirdiği bu yeni nesil aydınlar için çağdaşlaşma
sosyal hayattaki serbestliklerden ibarettir. Bu yönüyle Tanzimat
dönemi romanlarındaki aydın tipiyle benzerlik gösterirler. Denilebilir
- 180-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ki Batılılaşmayı giyim kuşam ve yaşam tarzındaki değişikliklerle
algılayan alafranga züppe tipinin özelliklerini yaşam tarzları sebebiyle
Cumhuriyet’in ilk kuşak aydınları devam ettirmektedir. Orhan’ın,
hiçbir şeyle meşgul olamayışı, Necdet’in kendini cemiyetçi görmek
istemesine rağmen cemiyet için hiçbir şey yapamayışı kendilerinden
önceki aydınları hatırlatan eyleme geçemeyen Türk aydınının
ortak özelliklerindendir. “Namık Kemal’in İntibah adlı romanının
kahramanı Ali Bey birçok bakımdan, romanlardaki okumuş
kahramanların prototipidir. Hayat karşısında tecrübesiz, kalemde
çalışmakta, pasif ve hayalperest. Ali Bey prototipi sonraki yıllarda, yeni
romanlarla yeni vasıflar kazanarak hep karşımızda olacaktır.” (Şahin
2000: 46) Kadıköyü’nün Romanı’ndaki aydınlar elbette yeni vasıflar
kazanmışlardır. Bu vasıflardan ilki aldıkları iyi eğitimdir ve bu yönüyle
Ali Bey prototipinden ayrılırlar. Tanzimat romanındaki okumuş
kahramanların iyi bir eğitimden geçmediğini Araba Sevdası’nın
Bihruz Bey’i örneklendirmektedir. İyi yetişmiş bir muharrir olmasına
rağmen tek hayali Bedriye’yle evlenmek olan Necdet bu yönüyle
Mai ve Siyah’ın pasif, hayalperest ve gerçekler karşısında acizliğiyle
bir nesli temsil eden Ahmet Cemil’iyle benzerlikler göstermektedir.
Lamia’yla kavuşamayan Ahmet Cemil’in İstanbul’u terk etme sebebiyle
Necdet’in Bedriye tarafından reddedildikten sonra Kadıköyü’nü terk
etme sebebi aynıdır. Orhan hep bir piyes yazmak ister; fakat yaşam
tarzı buna müsaade etmez. “Bahar olur; Kadıköy’de leylekler, güller
açar mest olurum, çalışamam. Yaz olur; denizlerin ebedi bir martısı gibi
sudan ayrılmam. Eylül’de balığa çıkarım, piyese romana vakit kalmaz.
Teşrinlerde avlanırım eh… Kaldı kanunlar şubat, mart. O zaman da
her gün bir dostta demlenir, giderim. Ateş başında otururum, elimde
saz önümde tepsi. Mükerremciğim çok yaşayan çok yaratamaz.” (Erol
2001: 20) cümleleriyle Orhan hem kendinin hem de arkadaşlarının
yaratıcılıktan yoksun oluşlarını izah eder. Cumhuriyet’in yeni nesil
genç aydınları yaşamaktan yaratmaya geçememişlerdir. Bu özellikleri,
hayata dair düşündüğü tek şey arabasıyla Çamlıca’nın mesire
yerlerinde gezmek olan Bihruz Bey’i hatırlatır.
Kadıköyü’nün Romanı Safiye Erol’un ilk romanıdır ve romanda
Cumhuriyet’in yaklaşık ilk on yılını yaşamış gençlerin etrafında
geçen olaylara yer verilir. Romanda bahsedilen ve eğitimleri
sebebiyle aydınlar arasında düşünülmesi gereken bu kahramanlar,
Cumhuriyet’in getirdiği yeni düzeni sonuna kadar sahiplenen fakat
Tanzimat aydını gibi çağdaşlaşmanın henüz kabuğuna nüfuz edebilen
Bildiriler Kitabı
- 181-
aydınlardır. Geçmişten tevarüs ettikleri hiçbir değerleri olmayan bu
kahramanlar eski nesli temsil eden Mihriban Hanım tarafından yaşam
tarzları sebebiyle eleştirilirler. Sürekli sporla meşgul olan, sabahlara
kadar dans edip içki içen bu genç aydınların “rûhî muvâzenesi ve
asabı bozuktur.” (Erol 2001: 154)
Ülker Fırtınası adlı romanda Doğu-Batı meselesi mûsikîden hareketle
tartışılır. Nuran, Viyana’da konservatuvar eğitimi almış Cumhuriyet’in
yetiştirdiği aydın bir Türk kadınıdır. Eserdeki çatışma, Batı musikisini
temsil eden Nuran’la Doğu mûsikîsini temsil eden Sermet’in aşkları
üzerine kurulmuştur. Nuran kendi çalışmalarında Doğu-Batı sentezini
gerçekleştirmeyi başardığı için mutludur. Sermet ise hayatının her
alanına sirayet eden Şarklı zihniyetin kalıplarını kıramadığı için ne
Nuran’la ne de ailesiyle mutlu olabilir. Eserde 1930’lar Türkiye’sinin
mûsikî anlayışı irdelenerek alaturka mûsikîye rağbet edilmemesinin
sebeplerine temas edilir. Sahip oldukları mûsikî anlayışları Sermet’in
ve Nuran’ın zihniyetine dair ipuçlarını barındırır. Nuran bu romanda
Cumhuriyet aydınlarının temsilcisidir, Sermet hayata bakışı ve yaşam
tarzıyla geleneği temsil eder ve halkın temsilcidir. Nuran’ın sahip olduğu
sentez düşüncesi onu Cumhuriyet aydınlarından farklı kılar. Eskiyi ve
Doğu’ya ait değerleri toptan reddetmeyi kabul etmeyen Nuran eskiyle
yeni, gelenekle modern, Doğuyla Batı arasında sentezin mümkün
olduğunu kanıtlama çabasındadır. Eskiye ve sadece Doğu’ya bağlı
kalmanın insanı mutsuz edeceği Sermet vasıtasıyla anlatılmaktadır.
Nuran yıllarca Viyana’da kalan, Batı musikisine vâkıf idealist bir
aydındır. Başlangıçta alaturka mûsikîyi hor gören Nuran, udî Sermet’e
aşık olur ve alaturka mûsikînin etkileme gücünü ve inceliklerini
öğrenir. Aşk sebebiyle içine düştüğü buhrandan mistik bir hayat
sürdüren babası Ali Fethi Bey’in desteğiyle kurtulur. Nuran’ı düştüğü
yerden kalkmaya mecbur eden bir diğer sebep de memleketine hizmet
etme düşüncesidir. Nuran’ın kendisine denk olmayan Sermet’ten
kurtulması yedi safhada gerçekleşir. Özüne dönmeyi başaran Nuran
Yerli, Türk müziğine ciddi katkılarda bulunur. Sermet’le yaşadıkları
Yehuda Senfonisi’yle notalara dönüşür. Duygu ve tecrübelerini sanat
eserine dönüştürmeyi başaran Nuran, Doğu ve Batı mûsikîsine ait
notaya geçmemiş eserleri derler. Türk operasının kurulmasına hizmet
ederek ruhî büyüme sürecini tamamlar.
Ülker Fırtınası’ndaki Turan ve Selçuk yazarın ifadesiyle genç
Türkiye’nin temsilcileridir. Bu gençler de Nuran gibi Batı’da eğitim
- 182-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
görmüş daha sonra da ülkesine hizmet etmek için dönmüşlerdir. Turan
iktisat alanında Selçuk da felsefe ve edebiyat alanlarında ülkesine
hizmet edecektir. Yazarın hayatıyla genç Türkiye’nin temsilcilerinin
hayatı arasında benzerlikler vardır. Safiye Erol Münih Üniversitesi’nde
Şarkiyat doktorası yaptığı yıllarda Hindistan mücahitlerinden bir
gençle tanışır. Eserlerinde vatana hizmet edilmesi gerektiği fikri
üzerinde ısrarla duran Erol’la ilgili anlatılan bu anı fikirlerindeki ve
vatan sevgisindeki samimiyeti doğrular niteliktedir. “Hintli gençle
evliliğe doğru giden aşk ilişkileri her ikisinin de vatanlarına dönmek
ve vatanlarına hizmet etmek düşüncesinin ağır basmasıyla son bulur.”
(Varlık 1965: 545) Bu tercih, romanda 1936 senesi sonbaharında İngiliz
kralı Sekizinci Edward’ın tahtını bırakması sebebiyle tartışılır. Yazarın
meseleye ilişkin görüşleri ve olması gerekenin izahı Turan’ın “…aşk
için bir saltanat, bilhassa irsî bir vazife terk edilemezdi; tarih, ileride
bu sevimli prensi itham edecek ve menfi hüküm verecek” (Erol 2001:
217) cümlesiyle yapılır. Kadıköyü’nün Romanı’ndaki genç aydınların
aksine Nuran, Selçuk ve Turan yeni bir devletin kurulduğunun ve bu
yeni devletin onlar gibi aydınlara ihtiyacı olduğunun bilincindedirler.
Batı’da eğitim alan bu aydınların ortak özelliği milli değerlere sıkı
sıkıya bağlı oluşlarıdır. Batı’nın çalışma disiplinine bağlı bu aydınlar,
Batı’dan öğrendiklerini kendi değerleriyle sentezleyebilmişlerdir.
Onlara göre “Türklük de şiveyle, kılıkla, pilavla, hicaz peşreviyle değil;
ruhla ölçülür.” (Erol 2001: 69) Giyinişleri ve yaşam tarzlarıyla Batılı
görünen bu aydınlar ruhlarında milliyetlerine dair özellikleri muhafaza
etmektedirler. Türk aydını için sağlıklı bir örnek teşkil eden Turhan
ve Selçuk’a göre “İdeal Türk, Türk olmanın mesuliyetini, millete karşı
borcunu en çok duyan ve ona göre çalışan adamdır.” (Erol 2001: 69)
İdeal Türk tanımı yazarın ideal aydın tanımıyla örtüşmektedir. Erol,
ideal aydınları Selçuk ve Turan vasıtasıyla “İstanbullu münevverlerde
mühim eksiklikler gördüğünü” (Erol 2001: 70) söyleyerek Türk
münevverinin eylemsizliğini ve köklerinden uzaklaşmış olmasını
eleştirir. Atılacak her adımın cemiyet için kıymetli olacağı görüşü
Nuran’ın mûsikî alanındaki gayretleriyle ifade edilmiştir:
“Her sanatkârdan deha beklemek hatadır. Bin sanatkâr gelir,
bir tane dâhi çıkar. Bununla beraber küçüklerin ve ortancaların
da ulvî bir vazifesi vardır: Milletin zihnini müstakbel deha
için hazırlamak. Tarla sürülmeden tohum ekilmez. (…) benim
vazifem bundan ibarettir: Türk mûsikîsini yaratacak değilim,
ne haddime! Fakat tarlayı süreceğim.” (Erol 2001: 220)
Bildiriler Kitabı
- 183-
Ülker Fırtınası’nda Ali Fethi Bey’le tasavvufi unsurlara yer verilmiştir.
“Safiye Erol’da tasavvuf felsefesi bu romandan itibaren ortaya konulur.
(…) Yazarın bütün eserlerinde görülen kader fikri, burada ilk romandan
daha derin işlenir.” (Uğurcan, 2001: 37) Kahramanların hayata
bakışlarındaki kadercilik, Safiye Erol’un aydınlarını çağdaşlarından bu
yönüyle ayırır. Romanlarda, kadın kahramanların geleneksel ve dini
kalıplardan kurtulmuş olduğu, değişen sosyal hayat içinde kadınların
önemli vazifeler üstlendikleri görülür. Bununla birlikte Erol’un
kahramanları bütünüyle dini kimliklerinden sıyrılmamışlardır. Din yeni
bir bakış açısıyla tasavvufun getirdiği hoşgörüyle onun aydınlarının
vicdanında varlığını devam ettirmektedir. Cumhuriyet aydını fen ve
bilimi kendine referans edinmiştir. Erol’un romanlarındaki aydınlar,
tasavvufi din anlayışları ve eskiye estetik düzlemde olan bağlılıklarıyla
Cumhuriyet aydınından farklı kimlik özelliklerine sahiptirler. Eskiden
bütünüyle uzaklaşmayan ve uzaklaşılmaması gerektiğini düşünen
bu aydınlar aracılığıyla yazar, okuyucusuna eskiyle yeniyi Doğuyla
Batıyı sentezleyen bir dünya görüşü sunar. Sentezden yana oluşunu
her fırsatta dile getiren yazar, Cumhuriyet aydınının kimliğini
imparatorluğun ve Doğu’nun düşünce hayatı üzerinde inşa eder.
Türk aydınının geçmişten bugüne taşıdığı medeniyet krizini ancak bu
şekilde aşabileceği kanaatindedir.
Ciğerdelen romanında sentez fikri açıkça tartışılır ve aydın kimliğinde
olması gereken bir diğer özelliğe tarih bilincine yer verilir. Kurgusu
itibariyle diğer romanlardan ayrılan bu romanda da aşk, kahramanları
yakıp kül ettikten sonra onları cemiyet hayatına hizmete hazır bir nefer
haline getirir. Ciğerdelen’de aynı ailenin farklı kollarına mensup olan
Turhan ve Cangüzel’in aşklarına yer verilmiştir. Cangüzel, on yedinci
yüzyılda yaşayan ortak cetlerinin yaşadıklarına anlatan hikâyelerle
Turhan’ın olgunlaşma sürecine katkıda bulunur. Olgunlaşma
sürecinin sonunda Turhan, 1940’lı yılların Türkiye’sine hizmet etme
idealine kavuşur. Mimar Turhan, Trakya ve Anadolu için imar planları
hazırlayarak ülkesine hizmet etmeye çalışır.
Ciğerdelen geçmişte ve hâlde yaşanan ayrı vakalarla oluşturulmuştur.
İç içe geçen hikâyelerde iç çerçevede ‘Sarı Sipahiler’, ‘Yedi Peçeli’ ve
‘Ciğerdelen Efsanesi’ adlı hikâyeler yer alır. Geçmişe ait bu hikâyelerle
Cangüzel, Turhan’a atalarını anlatır. Turhan’ın ataları hakkında
çokça bilgiye sahip olmak istemesi kahramanların geçmişle bugünü
birleştirme arzusunda olduklarını gösterir. Turhan kendini, içinde
- 184-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
bulunduğu zaman ve zeminde ayaklarını sağlam basabilmek için
geçmişten aldıklarını bugünde geliştirerek faydalı hale getirmek
zorunda hisseder. Turhan atalarının yaşadığı toprakları karış karış
gezerek atalarına dair izlerin peşine düşer; Osmanlı’nın mimari
anlayışıyla modern mimari anlayışını sentezleyip ülkesi için imar
planları hazırlar. Muhteşem bir imparatorluğun yöneticilerinin
torunlarından olan Turhan, imparatorluk bakiyesi Cumhuriyet için
çalışmak zorunda olduğunu hisseder. Turhan, kendinden önceki
aydınların ülkesi ve toplum adına üstlendiği görev bilincine sahip
bir aydındır. Safiye Erol’un diğer romanlarındaki aydınlar gibi iyi bir
eğitim almıştır. Batı’ya ait değerleri özümseyen Turhan Doğu’ya ait
değerlerin yüceliğini Cangüzel’le tanıştıktan sonra keşfetmeye başlar.
Romanda yazar sentez fikrine dair düşüncelerini Turhan vasıtasıyla dile
getirip açıkça bu fikri tartışır. Teknik olarak Doğu geridir; fakat kültür
birikimi ve insana bakışıyla Doğu’nun inkâr edilemez bir üstünlüğü
vardır. Doğu’yla Batı’yı birbirinden ayrı düşünmenin imkânsızlığını
fark eden Turhan, romanın sonunda sentez fikrine ulaşır. Bu sentez de
ancak seçerek yapılabilir. Her iki tarafın da iyi yönleri alınacak, sonra
da kendi milliyetimiz içinde işlenerek yeni bir değer kazandırılacaktır.
Bu görev yeni kurulan devletin aydınlarına düşer. Erol’un Cumhuriyet
için öngördüğü ‘yeni insan’ tipini Turhan temsil etmektedir.
Romanın bir diğer aydın kahramanı Cangüzel’dir. “Modern Türk
kadınının mükemmel bir örneği” (Erol 2001: 21) olan Cangüzel,
tek başına ayakta durabilmeyi becerebilen, özgürlüğüne düşkün
entelektüel bir kadındır. Cumhuriyet’in yetiştirdiği Türk kadını için
ideal bir örnektir. Cangüzel’in ilk eşi Haşmet Argun köklerinden
uzaklaşan ve maddi çıkarlarını her şeyin üstünde tutan yozlaşmış
Türk aydınının temsilcisidir. Batı’da eğitim alan Haşmet bu değerlere
kendinde olan değerleri eklemeyi başaramamıştır. Hiçbir fikri derinliği
olmayan Haşmet Tanzimat dönemi romanlarındaki yozlaşmış
aydınların özelliklerini yaşatmaya devam eder. Bu yönüyle Hikmet,
Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Beyle Rakım Efendi adlı eserindeki
Felatun Bey’i hatırlatmaktadır. Safiye Erol da Ahmet Mithat Efendi
gibi bu romanda iki zıt aydın tipi yaratır ve olumlu özelliklere sahip
Turhan üzerinden sentez fikrinin Türk insanı için taşıdığı öneme dikkat
çeker. Erol’a göre Batı’nın her hareketini gözü kapalı benimsemek
illeti yerine milli şuurla hareket edip Batı’dan aldıklarımızı sahip
olduğumuz zengin tefekkür ve gönül âlemine eklememiz gerekir.
Cangüzel’in “Dedelerimin kılıcı başucumda asılı” (Erol 2001: 111)
Bildiriler Kitabı
- 185-
cümlesi aydınların köklerinden uzaklaşmaması gerektiği düşüncesini
ifade etmektedir. Türk’ün üstünlüğünü her fırsatta dile getiren yazar,
tüm insanlık için kurtuluşu iki kültür dairesinin birleşmesinde görür.
Bu sentezi ancak yeni Türk devletinin yeni insan tipi gerçekleştirebilir.
Safiye Erol Türk aydını için zorlu bir görevi işaret eder:
“İdeal insan altın çağın dışında iki yerde daha türedi. Bir defa
İspanya Araplarında ikinci defa serhat Türklerinde. Bunlar,
şarkı ve garbı barıştırıp kendilerinde birleştirmiş insanlardı.
Dünya için eğer yeni bir ideal mukadderse; ancak gene iki
âlemin terkibinden doğabilir. O terkibi vücuda getirebilecek
şartları ben Türk milletinde görürüm. İnsanlık tarihinde
bize düşen en kutsal ödev işte budur.” (Erol 2001: 14)
Ciğerdelen’de aktüel zamandaki aşk, İkinci Dünya Savaşı’nın buhranlı
yıllarında yaşanır. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na katılmamıştır; ama
yaşananlar psikolojik ve daha pek çok açıdan Türk insanını olumsuz
etkilemiştir. Halk savaşın başlamasıyla maddi sıkıntılar yaşarken
aydınlar da ciddi bir kimlik bunalımın eşiğindedirler. Türk aydınının
Tanzimat’tan beri bütün ümitlerini bağladığı Batı medeniyetinin kof
çıkmasıyla hayal kırıklığı yaşar. Aklı her şeyin üstünde tutan Batı
medeniyeti ve onu örnek alan aydınlar için İkinci Dünya Savaşı bir
dönüm noktasıdır. Çünkü akıl dünyayı cennete çevirmeyi başaramamış
ve insanlara daha iyi bir dünya yerine savaşlardan yorulmuş bir dünya
verebilmiştir. Dolayısıyla akla iman eden aydınlar bu savaşla birlikte
inançlarını kaybetmişlerdir. Safiye Erol Türk aydınına bu bunalımdan
kurtulabilmesi için geçmişe ve milli kimliğe dönmeyi öğütler.
Safiye Erol’un son romanı Dineyri Papazı’dır. Dineyri Papazı, psikolojik
tahliller ve tasavvufi unsurlarla zenginleştirilmiş yine aşkı merkeze
koyan bir romandır. Romanın asıl kahramanı yirmili yaşlardaki tıp
fakültesi öğrencisi Gülbün’dür. Gülbün, yaşam tarzı ve düşünceleriyle
Cumhuriyet dönemi gençliğini temsil etmektedir. Aşkın insanı
olgunlaştıran tüm safhalarını yaşayan Gülbün, aşkın verdiği ıstırap
sebebiyle İkinci dünya Savaşı Türkiye’sinde bir aydın olarak payına
düşen sorumluluğu yerine getiremez. Romanın sonunda modern
tıbbın ve tasavvufun sayesinde acılarından kurtulur. Har alanda
insanlığa sentezi öğütleyen yazar, burada da akıl ve duygunun
sentezinin ruhi muvazene için gerekliliğine yer verir. Modern tıp aklı
tasavvuf kalbi temsil eder. Gülbün’ün kurtuluşu için her ikisi de tek
başına yeterli değildir. Bütün romanlarında aydınların ülkesine hizmet
- 186-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
etme vazifesinden bahseden yazar Dineyri Papazı’nda da bu vazifeyi
hatırlatmaktadır. Bu romanda ruhi büyümenin sonunda kahramanın
ülkesine olan vazifesini yerine getirişine tanık olmayız. Yazar mekânla
ilgili bir ayrıntıyla okuyucuya Gülbün’ün de diğer romanlardaki aydın
kahramanlar gibi vazifeye hazır olduğunu hissettirir. “Romanın son
sahifelerinde, iyileşmiş Gülbün Edirne’dedir. Orada medeniyetimizin
kemal zirvesi Selimiye ile yeni hamlelerin başlama yeri olan Hıdırlık
tepesinin birbirine baktığını fark eder. Mekânla ilgili bu dikkat,
Gülbün’ün geçmiş ile şimdiyi beraber düşünerek hizmetini sürdüreceği
anlamını taşır. Maddi bir çöplük olarak gördüğü İstanbul’un fakir
semti de bu hizmetten payını alacaktır.” (Uğurcan 2001: 43)
Dineyri Papazı romanı da Safiye Erol’un biyografisine ait ipuçları
taşımaktadır. Almanya’dan gönül kırıklığıyla Türkiye’ye dönen yazarın
acısıyla Gülbün’ün yaşadıkları arasında benzerlikler vardır. Ülkesine
hizmet etmek için aşkından vazgeçen Erol’un yaşadığı ikilemle
İkinci Dünya Savaşı yıllarını yaşayan ülkesi için aşk acısıyla hiçbir
şey yapamayan Gülbün’ün ikileminde ortaklıklar vardır. Gülbün’ün
arınmak için Selimiye’yi seçmiş olması da tesadüfi değildir. Safiye
Erol Edirne’nin kutsallığını ‘Sıla Yolunda’ adlı yazısında şöyle dile
getirmektedir:
“Her sene bahar aylarında Edirne’yi ziyaret etmeden
duramam. Kâbe niyetine Selimiye’yi dolanırım; Rumeli’nin
birçok yerlerine dağınık serpilmiş dedelerimin mezarlarını
sanki sembolik bir noktada toplu bulur, niyaza varırım.
Asil, zengin hem güzel hem hazin bir geçmişte akar akar
giderim. Ah isterim ki Edirne’de yalnız geçmişi değil,
bugünü de bulayım.” (Erol 2002: 136)
Safiye Erol’un hem Ciğerdelen’de hem de Dineyri Papazı’nda
kahramanlarının yolunun Edirne’ye çıkması şahsi tecrübesiyle
alakalıdır. Doğu’nun ve Batı’nın terkibinden yana olduğunu bütün
romanlarında dile getiren yazar, Edirne’nin taşıdığı tarihi kimliğe
vurgu yaparak geçmişle bugünü birleştirmek gerektiği fikrinin altını
çizer. Dineyri Papazı’nda aydınlar ve halk arasındaki ezeli çatışma
Ayhan vasıtasıyla ifade edilmiştir. Cumhuriyet’in yarattığı yeni insan
tipi, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı Ayhan ve onun gibi düşünen
gelenekçi insanlar tarafından eleştirilmiştir. Ayhan Cumhuriyet’in
kadınlara sağladığı imkânlar karşısında riyakâr bir tavır sergiler.
Gülbün’le evlenmeden beraber olabildiği için hoşnuttur; ama
Bildiriler Kitabı
- 187-
Gülbün’ün özgür bir kadın olarak ayakları üzerinde durabilmesine ve
var olabilmek için bir erkeğe ihtiyaç duymamasına tepkilidir. Ayhan
kadınların erkeğe bağımlı bir hayat sürdürmesi taraftarıdır. Kadınlara
özgürlük verilebilir; ama sınırlarını erkek belirlemelidir. Ayhan bu
düşünceleriyle muhafazakâr halk zihniyetini temsil eder. Ayhan’ın
“Ben isterim ki bana gelen kadın canla başla teslim olup ayağım
dibine düşsün, ben onu hücrelerimdeki hatıralara varınca kendime
mal edip temessül edeyim, onun artık ruhu da ben olayım cismi de
ben.” (Erol 2002: 298-299) cümlesi sosyal hayatta kadının değişen
konumundan ve bu değişimin arkasındaki zihniyetten rahatsızlık
duyduğunun göstergesidir. Cumhuriyet’in getirdiği yeni aydın tipiyle
halk arasındaki zihniyet çatışması Fevzi Hoca’yla Ayhan arasındaki
diyalogla ifade edilmiştir:
“Unutmayın ki bu nesil bambaşka bir nesildir. Cumhuriyet
gençliği dedik, değişik terbiye verdik. Hürriyet ve şahsiyet
sahibi olmayı bu küçük kızlara biz öğrettik, çünkü onlardan
sâfi kadınlıktan daha fazla bir şey, ileri düşünceli yurttaş
hasleti bekliyorduk.” (Erol 2002: 299)
SONUÇ
Safiye Erol’un romanlarındaki aydın tipi Cumhuriyet dönemi Türk
romanındaki millilik kavramına yeni bir bakış açısı getirir. Türk
tarihinin ve kültürünün bütün olarak ele alınması gerektiği fikrinden
hareketle yazılan eserlerde aydınlar eskiyle kavga etmek yerine
eskiye dair unsurları estetik düzlemde devam ettirerek yeniye dahil
etmişlerdir. Avrupa’da eğitim gören roman kahramanlarının hepsinin
ortak özelliği Cumhuriyete ve millî değerlere bağlı oluşlarıdır. Yazarın,
ideal Türk adını verdiği yeni insan, her şeyden önce Türk olmanın
mesuliyetini, millete olan borcunu unutmayan ve ona göre çalışan,
çalışması beklenen Türk aydınıdır. Safiye Erol, milliyetçiliği dış
formasyonda arayan yüzeysel aydın tipi yerine ruhta ve fikirde, ülkesi
için yaptığı hizmetlerde milliyetçiliği muhafaza eden bir aydın tipi
önerir. Tasavvufi unsurlara yer verilen romanlardaki aydınların dine
yaklaşımı da Cumhuriyet devri Türk romanının konuya yaklaşımında
farklıdır. Vurun Kahpeye, Yeşil Gece, Çalıkuşu gibi romanlarda
çoğunlukla dinin soğuk ve cezalandırıcı yönünü öne çıkarılır; Erol’un
romanlarında ise çember sakallı imam ve sevgiden yoksun dindar
- 188-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kadınlar yerine tasavvufun herkese hoşgörüyle yaklaşan insanî boyutu
öne çıkarılır; akılla kalbi uzlaştıran tasavvuf erbabına yer verilir.
Erol’un romanlarında dinle felsefi ve estetik düzlemde temas halinde
olan aydınların bu meseleye yaklaşımı, onları Cumhuriyet devri Türk
aydınından farklı kılar.
Edebi eserler, okuma düzleminde kendisiyle iletişim hâlinde olan
okurlarına açık veya gizli yeni bir dünyanın kapılarını aralamanın
yollarını sunar ve bu yeni dünya içindeki kahramanlar vasıtasıyla da
arzu edilen kimliğin inşasına katkı sağlar. Safiye Erol’un romanları
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sine ve bu dönemde meydana gelen
siyasal ve sosyal hayattaki değişikliklere aydınların penceresinden
bakılmasına imkân tanıyan eserlerdir. Türk aydınının Tanzimat’tan
bu yana tevarüs ettiği medeniyet krizini aşmanın çaresini Doğu’ya
has değerlerle Batı’dan alınanların terkibinde gören Safiye Erol, ‘yeni
insan’ın kimliğini ve bu kimliğin sınırlarını arzu ettiği terkibe göre
belirler. Cumhuriyet ile birlikte kimliği daha da belirginleşen bu yeni
insan tipinin eskiyle yeniyi, akılla duyguyu, gelenekle moderni aynı
potada eritip özümsemesi şartını dile getirir.
KAYNAKÇA
DELLALOĞLU, Besim (2010). Romantik Muamma, 1. Basım, İstanbul:
Ayrıntılı Yayınları.
EROL, Safiye (2001). Kadıköyü’nün Romanı, 2. Basım, İstanbul: Kubbealtı
Neşriyatı.
EROL, Safiye (2001). Ülker Fırtınası, 2. Basım, İstanbul: Kubbealtı
Neşriyatı.
EROL, Safiye (2001). Ciğerdelen, 3. Basım, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.
EROL, Safiye (2007). Dineyri Papazı, 2. Basım, İstanbul: Kubbealtı
Neşriyatı.
EROL, Safiye (2002). Sıla Yolunda, Makaleler, 1. Basım, İstanbul:
Kubbealtı Neşriyatı.
GÜRSOY, Belkıs A. (2002). “Safiye Erol’un Romanlarına Kısaca Bir
Bakış”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, 31 (2), ss. 54-59.
MORAN, Berna (1997). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II, 5. Basım,
İstanbul: İletişim Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 189-
MORAN, Berna (1998). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, 7. Basım,
İstanbul: İletişim Yayınları.
ŞAHİN, İbrahim (2000). “Türk Romanının Tarihî Gelişimi”, Türk
Yurdu, 20 (153-154), ss. 45-65.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (1998). “Millî Bir Edebiyata Doğru”,
Edebiyat Üzerine Makaleler, 5. Basım, İstanbul: Dergâh Yayınları.
UĞURCAN, Sema (2001). “Safiye Erol’un Romanları”, Kubbealtı
Akademi Mecmuası, 30 (3), ss. 34-43.
ÜLGENER, Sabri F. (2006). Zihniyet, Aydınlar ve İzmler, 1. Basım,
İstanbul: Derin Yayınları.
- 190-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Fatih UYAR
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Doktora Öğrencisi
[email protected]
ORHAN PAMUK VE NECİP MAHFUZ’UN BENİM ADIM
KIRMIZI VE MİDAK SOKAĞI ESERLERİNDE ORYANTALİST
İZLER
ÖZET
Oryantalizm, Batı tarafından Doğu ve Doğuluyu yozlaşmış, geri kalmış, şehvet
düşkünü olarak tanımlama yoluyla yürütülen bir algı yönetimidir. Batının
dışarıdan bakarak yürüttüğü bu tek taraflı, sübjektif bakış açısı, Doğu’nun
sosyal/siyasal/kültürel kodlarına da sirayet etmiştir. Mağlubiyet psikolojisiyle
Batı’nın penceresinden kendisini ve toplumunu tanımlama çabasına giren
aydın, düşünür ve yazarların ortaya koydukları eserler bu algı yönetiminin
etkisinde kaldıklarının bir kanıtı niteliğindedir.
Kültürlerarası iletişim bağlamında Batı ve Doğu arasında kültürel aktarımların
ve çıkarımların gerçekleştiği oryantalizm, her iki düşünce sistemini de
etkilemiştir. Bu etkileşimin izleri edebi metinlerde karşımıza çıkmaktadır. Bu
bildiride, Türk ve Arap dünyasının Nobel Ödüllü iki yazarı Orhan Pamuk
ve Necip Mahfuz’un Benim Adım Kırmızı ve Midak Sokağı eserleri oryantalist
izler bağlamında incelenerek kültürel ve edebi sahada batı perspektifinin
yansımaları bu eserler aracılığıyla ortaya çıkarılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Oryantalizm, Orhan Pamuk, Necip Mahfuz, Batı, Doğu.
GİRİŞ
Doğu ve Batı kavramları sadece yön bildirici anlam üstlenerek
anlaşılmazlar. Belki yön anlamları da önem taşır, fakat dünya
tarihine bakıldığında bu kavramların bir medeniyeti tanımladıkları
da görülmektedir. Özellikle Batı, bir medeniyet olarak üstünlüğü
Osmanlı’ya, yani Doğu’ya kaptırdığı yıllardan bu yana, kendisini
tanımlama ihtiyacı hissetmektedir. Kendini Tanımlama ihtiyacı sadece
Batı’ya has bir özellik değildir. Ancak Batı izlediği metotla kendisini
Doğu üzerinden, yani ötekileştirdiği farklı bir medeniyet üzerinden
tanımlama gayretine girer. Edward Said’in “Şarkiyatçılık” ismini
verdiği bu tanımlama süreci, Batı’nın kendisini var etme sürecinin
Bildiriler Kitabı
- 191-
de bir parçasını teşkil eder. Batı’da ortaya konulan oryantalist
çalışmalar, sadece Batı medeniyetini, Batı insanını ve Batı toplumunu
etkilememiştir. Diğer medeniyetleri ve toplumları da etkisi altına almış,
oralarda yaşayan insanların dünyalarında da iz bırakan etkiler meydana
getirmiştir. Özellikle 1800’lü yıllardan sonra modernleşme, batılılaşma
çabası içerisine giren Türk ve Mısır toplumlarında yaşanan kimlik
krizi/bunalımı bu çalışmalardan oldukça etkilenmiştir. Bu çalışmada
Nobel Ödülüne layık görülen birisi Türk romancı Orhan Pamuk, diğeri
Mısırlı romancı Necip Mahfuz’un yazdığı metinlerden yola çıkılarak
bu romanlarda görülen oryantalist izlerin üzerinde durulacaktır.
Benim Adım Kırmızı ve Midak Sokağı eserleri incelenirken Thompson’un
uyguladığı anlam inşa etme yöntemlerinden yararlanılacaktır.
ORYANTALİZM VE OTO-ORYANTALİZM
Oryantalizm üzerine yapılan çalışmalarda ilk akla gelen isim
Edward Said’dir. Said, uzun yıllar oryantalizm üzerinde çalışmış ve
bunun sonucunda üretilen metinlerin oluşturduğu söylem üzerine
yoğunlaşmıştır. Said’e göre Batı’nın Doğu düşüncesi, her zaman Batı’yı
yücelten ve Batı’nın üstünlüğüne vurguyu tekrarlayan bir yapıdadır.
Bu yapı ve söylem her zaman egemen olma çabasındadır. Batı ile
Doğu karşılaştığında bu söylem kendini yeniden üretir. Bu bağlamda
Said’e göre Batı’nın Doğu ile ilgili tüm söylemleri ya yanlıştır ya da
Batı’nın egemen olma gücüne hizmet eder. Doğu ile ilgili Batı’nın
tüm çalışmaları hâkimiyet pekiştirmeye ve/veya yeni sömürü
alanları yaratmaya yöneliktir (Çırakman 2002: 190). Oryantalist bakış
açısında Şark, Avrupa’nın sadece fiziki sınırları ile komşusu değildir.
Avrupa’nın en köklü, en büyük ve en zengin sömürgelerinin mekânı,
dillerinin ve uygarlıklarının kaynağı, kültürel rakibi ve en derin, en
sık tekrarlanan “öteki” imgelerinden biridir. Bu öteki imgesi Batılı
tarafından oluşturulurken aynı zamanda kendi kimlik tanımının da
yardımcı ögesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şark, Avrupa’nın maddi uygarlığının ve kültürünün tamamlayıcısıdır.
Şarkiyatçılık ise bu tamamlayıcı parçayı kültür, ideoloji bağlamında bir
söylem tarzı olarak bu söylemi destekleyen kavramlarla kurumlarla
araştırmalarla imge birikimiyle öğretilerle ve daha da ilerisi sömürge
şekilleriyle birlikte temsil eder ve dillendirir. Şarkiyat ise Şark ile
Garp arasındaki varlıksal (ontolojik) ve bilgisel (epistemolojik)
- 192-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ayrıma dayanan düşünme şeklidir (Said 2012: 11). Oryantalizmin
gerek akademik gerekse ontolojik-epistemolojik ayrıma dayalı her iki
anlamı arasında on sekizinci yüzyıldan bu yana devamlı bir etkileşim
süregelmektedir (Said 2012: 12). Bu etkileşim sayesinde akademik
anlamla imgeleme dayalı anlam arasında kesintisiz bir bağ kurularak
Batı ile Doğu arasında temel ayrımlar oluşturulmuş ve bu ayrımlar
nihayetinde Doğu’yu Batı’ya tâbi kılmada bir tür yöntem olarak
kullanılagelmiştir (Eren 2013: 3).
Şarkiyatçılık çalışmaları aslında bir Doğu resmi ortaya çıkarmaktadır.
Bu resim birçok şeyi dışarda bırakmakta, bazılarını çarpıtmakta ve
diğerlerini belirsizleştirmekte (Hungtington 2011: 28) ve Doğu’yu,
sadece “gönül maceralarının, egzotik varlıkların, akıldan çıkmayan
anılarla görünümlerin, olağanüstü deneyimlerin mekânı” (Said 2012:
11) haline getirmektedir. Şarkiyatçılar ortaya koydukları bu resimle
Doğu’yu kadınlara düşkün, tembel, bilimde geri kalmış bir toplum
olarak tanımlarlar. Bu temalar içerisinde en fazla dikkat çeken yan
ise cinsellikle alakalı durumdur. Eşcinsellik ve kadın düşkünlüğü
oryantalist çalışmalarda Doğu’yu tanımlamak için kullanılan en önemli
temlerdir. Osmanlı Devleti’ndeki “Harem” üzerinden geliştirilen
fanteziler, Batı’nın kendi zihninde meydana gelen yozlaşmanın Şark’ı
tanımlama aracına dönüştürülmüştür. Şarkiyatçı çalışmaların önemli
bir diğer yönü ise oluşturulan bilgi ile sömürgeleştirme yönteminin
uygulanmasıdır. Batılılar, Şark’ın karşısına önceden şartlanmış
Amerikalı ya da Avrupalı olarak gelir. Amerikalı veya Avrupalı olmak
kesinlikle edilgen değildir. Bu şartlanmışlık, Şark’ta birtakım çıkarları
olan bir güce ait olduğunun veya neredeyse Homeros’un çağından beri
Şark’a müdahale imkanına sahip olduğunun bulanık da olsa farkında
olmak anlamına gelmektedir. Zira bu bilinçaltı günümüzde de
değişmeden devam etmektedir. Doğu öncelikle metinlerde keşfedilmiş,
sonra zihinlerde tasarlanmıştır ve son olarak da politik ve iktisadi bir
malzeme yığını haline getirilerek tüketilmeye çalışılmaktadır (Karataş
2014: 1271).
Oryantalist çalışmaların etki alanı sadece Batı içerisinde kalmamış,
diğer toplumların düşünce sistemlerinde de izler bırakmıştır. Türk
modernleşmesine bakıldığında, aydınlarımızın yaşadığı kimlik
bunalımı ve kendi toplumlarına yaşadıkları yabancılaşma bu izleri açıkça
ortaya koyar. Bu etkiyi açıklayan kavram oto-oryantalizm kavramıdır.
Oto-oryantalizm kavramsal olarak bireylerin ve toplumların kendi
Bildiriler Kitabı
- 193-
kendisini oryantalize etmesi, var oluşlarını kendilerine ait olmayan
fikirler aracılığıyla anlamaları ve anlamlandırmaları demektir. Bu
durum sonuç olarak kendine yabancılaşma ve kendinin ötekisi
olma durumunu doğurmaktadır (Gürses 2012: 1274). Bu, Said’in
belirttiğinden farklı olarak dışarıdan bir müdahale değil, içeriden kendi
toplumu hakkında yapılan saptamalar, betimlemeler ve yönetmeyle
gerçekleşir. Yazar ve/veya aydın yaşadığı kompleks sebebiyle kendi
toplumuna/medeniyetine içeriden bakamaz hale gelir. Dışarının
gözüyle içeriye bakmaya çalışır ve bunun neticesinde kendisiyle ve
toplumuyla bir yabancılaşma yaşar.
ORHAN PAMUK’UN BENİM ADIM KIRMIZI VE NECİP
MAHFUZ’UN MİDAK SOKAĞI ESERLERİNDE ORYANTALİST
İZLER
İdeoloji, “genel olarak bir siyasi partinin inançlarını, değerlerini, temel
ilkelerini ifade eden bir kavram olduğu gibi, şu ya da bu ölçüde tutarlı
inançlar kümesi; siyasi ve toplumsal eylemi yönlendiren düşünce, inanç
ve görüşler sistemi; (...) bir toplumsal durumu yansıtan düşünceler
dizgesi; insanların kendi var oluş koşulları ve ilişkilerinden doğan
yaşam tarzlarıyla ilgili tasarımların tümü” (Cevizci 2002: 533) olarak
tanımlanabilir. Edebi metinler de bir ideolojik söylemin yansıma
alanları olabilirler. Pospelov, “bir ülke ya da bir dönem için karakteristik
olan boyutların, yazarın gerçekliği nasıl değerlendirdiğinde dile
geleceğini ve yazarın her zaman belli bir toplumsal katmanın kişisi
olarak toplumsal olaylarda, ya katılarak ya da hatta yönlendirici
olarak eserlerinde dile getirdiği toplumsal idealler için saf tutacağını”
söyler (Pospelov 2014: 28). İdeolojik söylemin sembolik biçimlerle
metne dahil edilebileceğini savunan John Thompson ise sembolik
biçimler vasıtasıyla anlam inşa edilebileceğini dile getirir. Thompson
açısından sembolik biçimler, “Özneler tarafından üretilen ve onlar/
başkaları tarafından kabul edilen geniş bir eylemler ve sözceler,
imgeler ve metinler yelpazesidir.” (Thompson 2013: 76) Özne/Yazarın
anlam inşa etme sürecinde kullandıkları ideolojiyi işleyiş kiplerini beş
başlık altında toplayan Thompson, bu beş kipin ideolojinin faaliyet
gösterebileceği yegane biçimleri olduğunu söylemez, aksine bu kiplere
bazen farklı kiplerin de eklenebileceğini, hatta bu beş kipin bazen
aynılaşarak birleşebileceğini de söyler. Thompson beş yöntemi şu
başlıklar altında toplar:
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 194-
1-Meşrulaştırma
2-Taslama
3-Birleştirme
4-Parçalanma
5-Şeyleştirme
Thompson’un anlam inşa etme yöntemleri üzerinden bakıldığında
Benim Adım Kırmızı ve Midak Sokağı eserlerinde oryantalist söylemin
yansıma alanları ortaya çıkarılacaktır.
MEŞRULAŞTIRMA
Sembolik biçimlerde meşrulaştırma süreci, özne tarafından “meşru,
adil ve desteklenmeye değer olarak temsil edilenin” (Thompson
2013: 77) iknaya dönük yapılar halinde sunulmasını ön görür.
Hikayeleştirme, akli zemine oturtma ve geleneksel temeller üzerine
inşa edilen anlam yapısı herkesin kabul edebileceği, onaylayacağı bir
şekilde sunulur. Sembolik biçim üreticisi “bir dizi toplumsal ilişki
veya kurumu savunmaya ya da haklı çıkarmaya dönük anlam alanı
oluşturarak” (Thompson 2013: 77) çalışır. Tarihsel ve toplumsal olaylar
hakkında özne tarafından kabul edilen ideolojik söylem, okuyucu/
dinleyici üzerinde aidiyet bilinci sağlayacak boyutlarda inandırıcılık
oluşturabilecek şekilde anlatılır. İstisnai durumlar genelleştirilir,
genele hükmedilir ve desteklenen fikrin inandırıcılığı arttırılır.
Benim Adım Kırmızı romanında on altıncı yüzyılda Osmanlı döneminde
Nakkaş Zarif Efendi’nin öldürülmesi olayı hikayeleştirilerek bütün
bir roman boyunca devam eden bir alt zemin olarak kullanılmıştır.
Bu hikayeleştirme esansında, insanlar arası güvensizliğin üst
seviyede olduğu görülür. Osmanlı Devleti, dünyada üstünlüğü
elinde bulundurduğu bir dönemde, insan ilişkilerinin yüzeyselleştiği
ve yozlaştığı bir yapıyla sunulmakta, nakkaşların kendi çalışma
arkadaşlarını menfaatleri doğrultusunda öldürmeleri akli zemine
oturtularak verilmekte ve okuyucu böyle bir olayın yaşanacağı
konusunda
ikna
edilmektedir.
Hikayeleştirme
metodunun
gerçekleştiği bir başka olay ise Şeküre’nin kocasının savaşta ölmesi
ve Şeküre’nin bunun sonrasında iki erkek arasında kalarak bir hayat
sürmesi vakasıdır. Şeküre, kayınbiraderi tarafından taciz edilmekte,
evde ise bir esir muamelesi görmektedir. Bu vaka da kadının Osmanlı
Bildiriler Kitabı
- 195-
toplumunda yaşadığı durumun yazar tarafından yanlı ve sübjektif bir
bakış açısıyla aktarıldığı görülmektedir.
Midak Sokağı eserinde Necip Mahfuz, Midak Sokağı üzerinden bir
Mısır anlatmaktadır. Mahfuz, bir sokağı genişletilmiş bir mekan
şeklinde ele alarak bu sokağı Mısır’ın genelinde yaşananları ortaya
koymak açısından pilot bölge olarak kullanmaktadır. Bu eserde bir
sokakta yaşananlar, kahveci, esnaflar, tüccar, ev hanımları gibi bireyler
üzerinden hikayeleştirilerek verilir. Mahfuz’un anlattığı Midak
Sokağı’nda yaşayan bir sakin olarak Kamil Amca’nın geçtiği şu bölüm,
yazarın sokağı nasıl göstermeye çalıştığını ortaya koyar:
“…Kamil Amca’nın huyudur, hatta hakkıdır, kapının eşiğine bir
sandalye koyar ve kucağında bir sineklikle uykuya dalar. Müşterileri
ona seslenene kadar veya berber Abbas sataşarak onu uyandırana
kadar orada kalır. İriyarı bir adamdır, entarisinin altından ağaç
kütüğüne benzeyen bacakları gözükür, bir caminin kubbesini andıran
kocaman ve yuvarlak kalçaları da sandalyenin yanlarından dışarı
taşar. Göbeği bir varili andırır, göğüsleri çıkıntılıdır, boynu hiç yok
gibidir.” (Mahfuz 2013: 6)
Mahfuz’un anlattığı tip oryantalizmin ürettiği Doğulu tipe oldukça
yakındır. Tembel, miskin, şişman bir tip. Sokak ise pis ve sineklerle
dolu bir yerdir. Kamil Amca, bundan dolayı sineklikle uyur. Her
iki eserde ortaya konan tiplere, olaylara ve mekanlara bakıldığında,
yazarların kendi toplumlarını olumsuzladıkları ve hikayeleştirmenin
yanında yaşananları akli zeminde ortaya koyup okuyucuya kendi
ideolojik söylemini meşrulaştırarak sunduğu görülür.
TASLAMA
Thompson’un anlam inşa etme sürecinde kullanılabilecek bir yöntem
olarak öne sürdüğü taslama, savunulan iddianın hakim kılınması için
birtakım şeylerin “gizlenerek, inkar edilerek veya örtbas edilerek ya
da dikkatler mevcut ilişki veya süreçlerden başka yöne çevrilerek”
(Thompson 2013: 78) anlatılmasıdır. Bu yöntemde yer değiştirme
yoluyla “bir nesne ya da kişiye atıfta bulunmak için kullanılan pozitif
veya negatif çağrışımların bir başka yöne aktarılmasıyla” (Thompson
2013: 78) anlam inşa edilebilir. Thompson’un ifade ettiği taslama
yönteminin uygulanış tarzlarından birisi de hüsnütabirleştirmedir.
Bu tarzla “eylemler, kurumlar ya da toplumsal ilişkiler olumlu bir
- 196-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
değerlemeye neden olacak şekilde tarif ya da yeniden tarif edilir.”
(Thompson 2013: 78) Mecaz, kullanılan bir diğer yöntem olarak
sayılabilir. Dilin ya da sembolik biçimlerin temsili bir şekilde
kullanılmasını sağlayan mecaz yoluyla “parçayı simgeleyen bir terim
bütüne atıfta bulunmak ya da bütünü temsil eden bir terim parçaya
atıfta bulunmak için” (Thompson 2013: 78) kullanılır. Mecazla anlam
inşasında “gönderge açıkça ifade edilmeksizin ima edilme ya da bir
başka şeyle ilişkilendirilerek olumlu ya da olumsuz değerlendirme”
(Thompson 2013: 79) stratejisine de başvurulabilir. Eğretilemede ise
“toplumsal ilişkileri, yerleşik kişi ve grupları gerçekte sahip olmadıkları
niteliklerle bahşedilmiş gibi temsil ederek böylelikle bazı özellikleri
diğerleri pahasına vurgulayıp bunlara olumlu ya da olumsuz bir
anlam yükleme” (Thompson 2013: 79) yapılarak anlam inşa edilir.
Benim Adım Kırmızı eserinde Pamuk, eğretileme yöntemiyle Osmanlı
toplumunda oğlancılığın yaygın bir şekilde gerçekleştiği mesajını
vermektedir. Eserdeki birçok nakkaş, oğlan resimleri yaparken tanıtılarak
oğlancılığın yaygın olduğu düşüncesi ortaya konur. Şah Tahmasp da
Doğulu bir padişah olarak romanda oğlancı şeklinde gösterilen bir diğer
kahramandır. Toplum ise cinsellik temalı resimlere düşkün bir toplum
olarak anlatılır. Oryantalist bakış açısının Doğu’yu cinsellik düşkünü
şeklinde göstermesinin yazarın söyleminde meydana getirdiği izlere
örnek olarak aile içi ilişkinin anlatıldığı şu satırlar verilebilir:
“Doğu memleketlerinin birinde nakışsever mutlu ve yaşlı
bir padişah varmış, yeni evlendiği güzeller güzeli Çinli
karısıyla çok mutlu yaşarmış. Derken padişahın önceki
karısından yakışıklı oğluyla genç karısının gönülleri
birbirine kaymış.” (Pamuk 2011: 78)
Pamuk, romanında ortaya koyduğu ilişkiler ağıyla nakkaşları oğlancı,
hocaların bir kısmını ise oğlan düşkünü gibi sunar. Gelinine göz koyan
kayınbaba, yengesine göz koyan erkek gibi kahramanlarla Doğu
toplumunu zevk/eğlence/cinsellik düşkünü bir toplum şeklinde tanıtır.
Midak Sokağı’nda ise oğlancı olarak kahveci Hüseyin Kirşa karşımıza
çıkar. Kahvesine gelen bir oğlana göz koyarak bütün mahalleyi ve
ailesini karşısına almasına rağmen oğlancılıktan kendini alamaz.
Diğer bir kahraman Salim Elvan ise ilerlemiş yaşına rağmen cinsel
gücünü artırmak için ilaç mahiyetinde bir yiyecek yer. Mahfuz’un
karakterlerine bakıldığında da kadın düşkünü, cinsel ihtiyaçlarını
gayrımeşru yollardan gidermeye çalışan tiplerle karşılaşılır. Bunun
Bildiriler Kitabı
- 197-
yanında Mahfuz’un hüsnütabirleştirme yöntemiyle sömürgeci İngiliz
ordusunda çalışmayı olumlu özelliklerle anlatması da dikkat çeker.
Hatta Hamide ile evlenmek için Abbas, berberliği bırakarak İngiliz
ordusu için çalışmaya gider. Mısır’ı bir sömürge toplumu haline
getiren İngilizlere tepki göstermesi, direnmesi gereken bir halk tasvir
edilmemesi bir yana, huzurlu ve rahat bir yaşantı için İngilizlere
çalışılması gerektiği vurgulanır. Pamuk ve Mahfuz, oto-oryantalist
bir söylemle kendi toplumlarına dışarıdan bakmışlar ve olumsuz
özellikleri aktarmışlardır. Roman karakterlerinin tamamına yakını
eğretileme yöntemiyle olumsuz yanlarıyla gösterilmiştir.
BİRLEŞTİRME-PARÇALAMA
Birleştirme yöntemine daha çok bir kimlik inşasının oluşturulmaya
çalışıldığı sembolik biçimlerde rastlanır. Bu yöntemin en yaygın
kullanımı standartlaştırma şeklinde karşımıza çıkar. Özne tarafından
makbul ve doğru görünen kimlik inşası gerçekleştirilmeye çalışılır.
Bireyler tek tek ayırt edici özelliklerinden öte, birleştirici ve kolektif bir
bilinç etrafında standardizasyona tabi tutulur. “Milli marşlar, bayraklar,
çeşitli türde armalar, kitabeler gibi ulusal bütünlük” (Thompson 2013:
80) sembolleri ile milli bir kimlik inşa edilmeye çalışılır. Sadece “modern
ulus devlet gibi büyük ölçekli toplumsal örgütlenmeler örneğinde
değil, kolektif bir kimliğin yaratıldığı daha küçük örgütlenmeler
örneğinde” (Thompson 2013: 80) de karşılaşılabilir. Bu yöntemle özne
“kişileri, farklılıkları ve bölünmeleri hükümsüz bırakacak şekilde
kaynaştırma” (Thompson 2013: 80) yoluna başvurabilir.
Parçalanma yönteminde esas olan, “bireyleri bir kolektivite içinde
birleştirerek değil, hakim gruplara etkin bir şekilde meydan
okuyabilecek kişi ve grupları parçalayarak veyahut da olası muhalefet
güçlerini habis, muzır ya da tehditkar” (Thompson 2013: 81) olarak
sunmaktır. En tipik stratejisi “farklılaştırmadır, yani kişi ve gruplar
arasındaki ayrımları, farklılıkları ve bölünmeleri vurgulamaktır.”
(Thompson 2013: 81) Parçalanma ile birleştirme kimi durumlarda
ortak bir strateji olarak görülebilir, çünkü parçalanmada da bir öteki
ortaya çıkarılır. Burada ötekine sansürlenme uygulanır.
Thompson’un ortaya koyduğu anlam inşa etme yöntemlerinden
birleştirme, kolektif bir bilinci ortaya çıkarmak için tercih edilen
bir metottur. Pamuk ve Mahfuz, ortak bir aidiyet bilincinin aksine,
- 198-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kendi toplumlarına yabancı gibi bakan yazarlar olarak bu yöntemi
tercih etmezler. Fakat parçalama yöntemi her ikisinde de karşımıza
çıkar. Benim Adım Kırmızı romanında nakkaşlar, padişah tarafından
yaptırılan gizli fotoğraf yüzünden bir rekabet içerisinde gösterilirler.
Öyle bir yarış vardır ki, üstatlarını dahi öldürmekten geri kalmazlar.
Roman boyunca, katilin kimliği gizli tutulurken bütün nakkaşların da
katil olabileceğine okuyucu inandırılmaya çalışılır. Ayrıca romanda
bahsedilen Husret Hoca ve Sivaslı Şaşı Nedret Hoca olumsuz, ahlaksız
ve yalancı insanlar olarak tanıtılır. Kahramanlara seçilen isimler de
dahil olmak üzere, bu kahramanların bütün özellikleriyle romanda
negatif yönleri ele alınır.
Benim Adım Kırmızı romanında olumsuz ve yanlış gösterilen bir
diğer husus ise Şeküre’nin kocasının savaşın üzerinden dört yıl
geçmiş olmasına rağmen dönmemesi ve bu süreçte Şeküre’nin İslam
hukukuna göre boşanamaması olayıdır. Bu dört yıl içerisinde Şeküre,
kayınbabası ve kaynının zulümlerine, tacizlerine uğramakta ve
mağdur gösterilmektedir. Karar ile evlenme olayının anlatıldığı bölüm
de yine Osmanlı hukuk sisteminin aşağılandığını gözler önüne serer.
Çünkü boşanma kararı veren kadıya rüşvet verilmekte ve kadı ancak
bu şekilde ikna olmaktadır. Yine aynı olayın devam ettiği satırlarda,
birçok sahtekarlığın ve yalanın mahkeme süreçlerini nasıl etkilediği
anlatılarak ideolojik söylem güçlendirilmektedir.
Midak Sokağı’nda ise Rıdvan Hüseyni dini bir alim olarak ve halkın
kendisine danıştığı bir yol gösterici olarak karakterize edilmesine rağmen,
eşine değer vermeyen bir bey olarak tanıtılmaktadır. Mahfuz, topluma
rehberlik edebilecek hüviyette ve özellikte gördüğü Rıdvan Hüseyni’yi
kadını hor gören birisi olarak karakterize ederek din adamı kimliğinde
parçalama yöntemini tatbik etmektedir. Orhan Pamuk ve Necip Mahfuz,
parçalama yöntemiyle İslam hukuku, Osmanlı hukuk sistemi ve din
adamlarını olumsuz bir şekilde tanıtmayı tercih etmişlerdir.
ŞEYLEŞTİRME
Şeyleştirme, “sosyo-tarihsel görüngülerin, kalıcı, değişmez ve sürekli
tekerrür ediyormuş” (Thompson 2013: 82) gibi resmedilmesiyle
uygulanan bir yöntemdir. İnsanlar duygularından arındırılmış,
insani melekelerini kaybetmiş bir şekilde anlatılırlar. Adlandırma ve
edilginleştirme yöntemleriyle kişiler, iradelerini yitirmiş, nihaileştirilmiş,
Bildiriler Kitabı
- 199-
hareket kabiliyetlerini kullanamayacak şekilde resmedilirler. Bu
yöntem, aktörleri ve eylemliliği siler ve süreçleri, bunları üreten bir
öznenin yokluğunda gerçekleşen şeyler veya olaylar olarak temsil
eder. Eylemlerin “nasıl başladıklarına dair bütün izlerin kaybolması
ve nasıl sonlanacaklarına dair bütün soruların tasavvur edilemez”
(Thompson 2013: 82) hale getirilmesi şeklinde işlevsellik kazanır.
Benim Adım Kırmızı romanında Şeküre, Midak Sokağı’nda Hamide birer
kadın olarak nesneleştirilmiş ve kendilerine yapılan sömürü hareketlerine
cevap veremez halde karakterize edilmişlerdir. İki romanda da kadınların
tamamına yakını erkekler tarafından sömürülmekte ve kadın mağdur
edilmektedir. Hamide rahat ve huzurlu bir yaşamın peşinde koşan ihtiraslı
bir kadın olarak romanın sonunda bir hayat kadınına dönüşür. Mahfuz
bu söylemiyle Doğu toplumlarında kadının horlandığı, aşağılandığı ve
sahipsiz bırakıldığı mesajını vurgular. Bu romanlarda kadınlar iradelerini
yitirmiş, edilgen birer varlık olarak tasvir edilerek Şark, kadının değerinin
olmadığı bir toplum şeklinde gösterilir.
SONUÇ
Oryantalizm bir öteki olarak inşa ettiği Doğu üzerinden bir kimlik
tanımlamasına giderek Doğu’yu olduğundan farklı bir şekilde
resmeder. Bu resim Doğu’nun kendisi değil, Batı’nın iktidarda
kalmasına, egemenliği elinde tutmasına yardımcı olacak bir özellik arz
eder. Oryantalistlerin gözünde Doğu, kadın düşkünü, oğlancı, tembel,
miskin, geri kalmış olma özelliklerini bünyesinde barındırır. Fakat
bu Doğu’da olan özellikler değil, Batı’nın kendi zihninde, metinler
vasıtasıyla ortaya çıkardığı bir tanımlamadır. Batı’da geliştirilen
oryantalist tanımlamalar, diğer toplumlardaki insanlarda da elbette
yansımalara sebep olmuştur. Üretilen bu söylemden etkilenen bazı
yazarlar kendi toplumlarına içeriden değil, dışarıdan, yani Batı’nın
gözünden bakmayı tercih etmişlerdir. Oto-oryantalist özelliği
taşıyan bu yazarlar, kendilerine, toplumsal/inançsal değerlerine
yabancılaşmış bireyler olarak tarihlerine, insanlarına, toplumlarına ve
medeniyetlerine eserlerinde olumsuz yaklaşmışlardır.
Thompson’un anlam inşa etme yöntemleri olarak açıkladığı meşrulaştırma,
taslama, birleştirme, parçalama ve şeyleştirme metotları vasıtasıyla
incelediğimiz Benim Adım Kırmızı ve Midak Sokağı eserlerinde Doğulu ve
Nobel ödüllü iki yazar, Pamuk ve Mahfuz’un kendi toplumlarına dışarıdan
- 200-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
baktıkları görülmüştür. Yazarların gözünde Doğu, kadınların ezildiği,
hor görüldüğü, din adamlarının ahlaksız, sahtekar olduğu, oğlancılığın
ve kadın düşkünlüğünün yaygın olduğu bir şekilde resmedilir. İslam
hukuku sorunları çözmeyen, insanlara sorun çıkaran, kadınları mağdur
eden, aileyi korumaya değil, erkeklerin sömürüsüne açık hale getiren
bir özellik taşır. Doğu toplumları tembel, miskin ve güvensizliğin,
kıskançlığın zirve yaptığı toplumlar olarak anlatılır.
KAYNAKÇA
CEVİZCİ, Ahmet (2002). Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul: Paradigma
Yayınları.
ÇIRAKMAN, Aslı (2002). “Oryantalizmin Varsayımsal Temelleri: Fikri
Sabit İmgelem ve Düşünce Tarihi”, Doğu-Batı, Yıl: 5, Sayı 20.
EREN, Gül (2013). Edward Said: Oryantalist Söylem Analizinin
Metodolojik Temelleri, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Erzurum:
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
GÜRSES, Mürsel (2012). “Meşrutiyet Dönemi Gezi Kitaplarında Otooryantalist ve Oksidentalist Söylemler”, Turkish Studies - International
Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic, Volume 7/1 Winter, pp. 1269-1303.
HUNTİNGTON, Samuel P. (2011). Medeniyetler Çatışması: -ve Dünya
Düzeninin Yeniden Kurulması- çev. Mehmet Turhan ve Y. Z. Cem
Soydemir, İstanbul: Okyanus Yayınları.
KARATAŞ, Cengiz (2014). “Emperyalizm Bağlamında Oryantalizm
Kavramına Bir Bakış” Turkish Studies, International Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/5
Spring, pp. 1269-1277.
MAHFUZ, Necip (2013). Midak Sokağı, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.
PAMUK, Orhan (2011). Benim Adım Kırmızı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
POSPELOV, Gennadiy (2014). Edebiyat Bilimi, İstanbul: Evrensel Basım
Yayın.
SAİD, Edward W.(2012). Şarkiyatçılık, İstanbul: Metis Yayınları.
THOMPSON, John B. (2013). İdeoloji ve Modern Kültür, çev. İdil Çetin,
Ankara: Dipnot Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 201-
Mehmed Ali YILDIZ
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı ABD Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
AHMET MİDHAT EFENDİ’NİN ROMANLARINDA
İSTANBUL’UN KOZMOPOLİT SEMTLERİ
ÖZET
On dokuzuncu yüzyıl İstanbul’unun önemli aydın ve tanıklarından olan
Ahmet Midhat Efendi, “kırk beygir kuvvetinde bir yazı makinası” gibi çalışarak
pek çok konuda ve 200’ü aşkın sayıda eser kaleme almıştır. Ahmet Midhat
Efendi’nin yazı çalışmalarının çoğunluğunu roman sahası oluşturmaktadır.
Ahmet Midhat Efendi roman ve hikâyelerinde mekân olarak Musul, Halep,
Şam, Beyrut, Paris gibi farklı şehirleri seçse de eserlerinde en çok yer verdiği
şehir İstanbul’dur. Yeryüzünde Bir Melek, Gürcü Kızı Yahut İntikam, Hüseyin
Fellâh, Felâtun Bey ile Râkım Efendi, Çengi, Henüz 17 Yaşında, Esrâr-ı Cinâyât,
Hayret, Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş, Dürdane Hanım,
Karnaval, Vah, Bahtiyarlık, Demir Bey Yahut İnkişaf-ı Esrâr, Müşahedat, Taaffüf,
Eski Mektuplar ve Jön Türk romanları Ahmet Midhat Efendi’nin otuzu aşkın
romanı arasında olayların bütününün ya da bir kısmının İstanbul’da geçtiği
eserlerdir. İstanbul, çoğunluğu Müslüman Türkler olmak üzere pek çok
farklı din ve milletten insanı yüzyıllar boyunca bünyesinde barındırmış bir
başkenttir. İstanbul’un bu kozmopolit özelliği, bazı semt ve muhitlerde daha
fazla hissedilmektedir. Bu bildiride, İstanbul’un, Ahmet Midhat Efendi’nin
romanlarında mekân olarak kullandığı ve kozmopolit yönüne işaret ettiği
semtleri ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Ahmet Midhat Efendi, İstanbul, Kozmopolit.
GİRİŞ
1844 yılında İstanbul’da doğan altmış sekiz yıllık uzun ömrünün
ve ömrünün önemli bir kısmını kuşatan gazetecilik ve yazarlık
hayatının çok büyük bir bölümünü gene İstanbul’da geçiren Ahmet
Midhat Efendi’nin* pek çok romanında İstanbul’un semtleri önemli
*
Ahmet Midhat Efendi ile ilgili geniş bilgi için bkz.: OKAY Orhan (1989). “Ahmet
Midhat Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 2, ss. 100-103, Ankara: Türkiye
Dİyanet Vakfı Yayınları. Ayrıca Ahmet Midhat Efendi ile ilgili bibliyografya için
bkz.: Ahmet Midhat Efendi (1999). Karı Koca Masalı ve Ahmet Midhat Bibliyografyası,
haz. ve çev. Nüket Esen, İstanbul: Kaf Yayınları.
- 202-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
özellikleriyle dikkat çekmektedir. Bu romanlarda İstanbul, ya
kahramanların hayatlarının bütününe ya da kahramanların yaşadıkları
olayların bir kısmına sahne olmaktadır. Yeryüzünde Bir Melek, Gürcü
Kızı Yahut İntikam, Hüseyin Fellâh, Felâtun Bey ile Râkım Efendi, Çengi,
Henüz 17 Yaşında, Esrâr-ı Cinâyât, Hayret, Dünyaya İkinci Geliş Yahut
İstanbul’da Neler Olmuş, Dürdane Hanım, Karnaval, Vah, Bahtiyarlık,
Demir Bey Yahut İnkişaf-ı Esrâr, Müşahedat, Taaffüf, Eski Mektuplar ve Jön
Türk romanları Ahmet Midhat Efendi’nin otuzu aşkın romanı arasında
olayların bütününün ya da bir kısmının İstanbul’da geçtiği eserlerdir.
Musul, Halep, Şam, Beyrut, Paris gibi pek çok şehre romanlarında yer
veren Ahmet Midhat Efendi, her ne kadar şehir ve mekân yelpazesini
bu kadar geniş tutmuşsa da romanlarında en çok İstanbul’u nazara
vermiş ve İstanbul’a ait güzellikleri ortaya koymuştur. Gürcü Kızı Yahut
İntikam adlı romanında İstanbul ile ilgili şu satırlara yer verir:
“Bir atiki teşkil eyleyen Avrupa ve Asya ve Afrika kıt’alarının
harâit-i müctemiasına bir nazar edildiği zaman görülür
ki İstanbulumuz bu kıta’ât-ı selasenin merkez-i umûmîsi
addolunmaya salih bir mevkidedir. Filvaki en kadim
zamanlardan beri İstanbulumuzda bu merkeziyet istidadı
mevcut olup ezcümle kıta’ât-ı selasenin menâfi-i ticâriyyesi
her asırda İstanbulumuzda birleşmiştir. Zamanımızda
dahi şehrimizin bu ehemmiyet-i maneviyyesi baki ve
belki de mütezayit olup hele seyâhat-i âlem maksadıyla
memleketlerinden infikâk eyleyen seyyahların kâffesi
ya evâil veyahut evâhir-i seyahatinde İstanbulumuza
gelerek ya icra edecekleri veyahut icra etmiş bulundukları
seyahatlerin harîta-i umûmiyyesini şehrimizde nazar-ı
icmâle alırlar.” (A. Midhat Efendi 2003a: 5)
Coğrafî konumu itibariyle İstanbul; Asya, Avrupa ve Afrika’nın
birleşim noktası ve bu kıtaların birbirlerine açılan kapısı mahiyetinde
bir şehirdir. Bu mahiyette bir şehir olan İstanbul, ticaret ve özellikle
de seyahat niyeti olan kişilerce vazgeçilmez uğrak yerlerinden biri
olmuş ve İstanbul’un bu değeri yüzyıllardır süregelmiştir. İstanbul’un,
İstanbul’u seven herkesin gönül ve hayal dünyasında farklı şekillerde
akisleri vardır. Kimi için İstanbul serin, berrak, şifalı suların şehri;
kimi içinse hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli
müezzinlerin ve hâfızların şehridir (Tanpınar 2014: 121).
İstanbul’da farklı milletlerden, uluslardan insanların asırlardır bir arada
Bildiriler Kitabı
- 203-
yaşaması, İstanbul’un kozmopolit bir şehir olması ile açıklanabilir.
Çoğunluğu Müslüman Türkler olmak üzere Osmanlı toplumunda
Ermeniler, Rumlar, Çerkezler, Hristiyanlar, Musevîler gibi farklı din ve
ırktan insanlar yüzyıllar boyunca bir arada yaşamıştır. Bunun yanında
İstanbul, pek çok yönden sahip olduğu güzellikleriyle tarih boyunca
farklı yerlerden insanların görmeyi arzu ettiği, doğal güzellikleriyle ve
sahip olduğu uzun tarihî geçmişiyle insanları cezbeden, farklı şehir
ve ülkelerden insanların hayatlarını burada devam ettirmek istedikleri
büyüleyici bir şehirdir. Başka şehir ve ülkelerde yaşayan insanların
İstanbul’da yaşamak için mülk edinmeleriyle ilgili Ahmet Midhat
Efendi’nin romanlarında şu örneklere rastlamak mümkündür:
“Konağı Meddah İsmail Ağa vekâleti ile Cezayirli dayızade
Memiş Bey namında bir zat almış oldu ki Memiş Bey her
ne kadar İstanbul›a hiç gelmemiş ve hâlâ Cezayir’de ikamet
etmekte bulunmuş idiyse de kendisi pek zengin bir bey
olduğu cihetle şayet bir gün İstanbul’a gelirse ikameti için
fazla olarak mubayaa kılınmıştı.” (A. Midhat Efendi 2000i: 73)
“İngiliz oldukça kibardandır. Kibardandır ama öyle lord,
dük filân gibi zadegândan değil. Kâğıt ahz u itasıyla nakd-i
mevcudunu beş yüz bin İngiliz lirasına iblâğ eyledikten sonra
terk-i ticaret ederek bakiyye-i ömrünü rahatla geçirmek için
İstanbul›a gelmiştir.” (A. Midhat Efendi 2000a: 20)
Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş ve Felâtun Bey
ile Râkım Efendi romanlarından alınan örneklerde görüldüğü gibi,
Cezayir’de ikamet eden Cezayirli Dayızade Memiş Bey ile İngiliz Ms.
Ziklas, hayatlarının geri kalan kısmını rahat bir şekilde geçirmek
için İstanbul’da konak satın almışlar ve daha sonradan da İstanbul’a
yerleşmişlerdir. Bu örnekler İstanbul’un insanlara rahat bir yaşam
sunabilen, pek çok imkâna sahip ve doğal güzellikleri gibi yönlerden
insanlara cazibeli görünen bir şehir olduğunu göstermektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar da Beş Şehir adlı eserinde özellikle Rumeli
ve Arabistan şehirlerinde yaşayan zenginlerin İstanbul’da yaşama
arzusuyla İstanbul’da yerleşmeleriyle ilgili şu satırlara yer verir:
“1908’den önce bütün cenup Akdeniz’in bir İslâm
çevresinde zevk, sanat içinde yaşamak isteyen zenginleri
İstanbul’a gelirlerdi. Rumeli ve Arabistan vilayetlerinin
zengin çiftlikleri, büyük verimli toprakları, Çamlıca’nın,
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 204-
Boğaziçi’nin sonraları Kadıköy ve daha ileri taraflarının
köşklerini, yalılarını beslerdi. Büyük bahçe ve korularını
yeşertirdi. Yangınlar yüzünden otuz kırk senede bir şehrin
yeni baştan yapılmasını temin eden şey bu servetti. Bilhassa
Tanzimat’tan sonraki devirde bu akın daha da artmıştı.”
(Tanpınar 2014: 126)
AHMET MİDHAT EFENDİ’NİN ROMANLARINDA İSTANBUL’UN
KOZMOPOLİT SEMTLERİ
İstanbul’un kozmopolitesi, bazı semtlerde kendisini çok daha fazla
hissettirir. Bu çalışmada, İstanbul’un Ahmet Midhat Efendi’nin
romanlarına yansıyan kozmopolit semtleri ve bu semtlerin Ahmet
Midhat Efendi’nin gözüyle özellikleri araştırılmıştır. Ahmet Midhat
Efendi’nin romanlarında yer verdiği kadarıyla İstanbul’un kozmopolit
semtleri şunlardır:
Adalar
Bugün İstanbul’un ilçelerinden biri olarak sayılan Adalar, Marmara
Denizi’nde ve İstanbul’un Anadolu yakası kıyılarına çok yakın bir
yerde bulunurlar. Toplamda dokuz adadan oluşan bu adaların en
önemlileri Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada’dır. Ahmet
Midhat Efendi, Hayret ve Taaffüf romanlarında Adalar’ın kozmopolit
özelliğine işaret eder. Bu romanlarda, Ahmet Midhat Efendi’nin
cümlelerine dayanarak Adalar’da yaşayan Rumlara, Hristiyanların
Yortu gününe, Adalar’ı sayfiye yeri olarak kullanan ve farklı yerlerden
gelen insanlara dair bilgilere ulaşılabilir. Hayret romanında Ahmet
Midhat Efendi, Büyükada’da yaşayan Rumların bazı otellerde uşaklık
yaptığına ve bu Rumların çok çapkın insanlar olduğuna şu cümlelerle
işaret eder:
“Fasharoz, yeni öğrenmiş olduğu Osmanlıcasıyla
hırsızların silâhına dair Safa Kok Sanc’dan almış olduğu
malûmatı otelde hizmet eyleyen Rum uşaklara anlatarak,
heriflerin arkalarını bırakmaları için teşvikatta kusur
etmiyorduysa da hiç Büyükada’nın çapkın Rumları böyle
ağızlara gelirler mi?” (A. Midhat Efendi 2000a: 23)
“Otelde hizmet eyleyen Rumları teşvik eylemişse de
Bildiriler Kitabı
- 205-
Büyükada’nın çapkın Rumları öyle kamaların, hançerlerin
mukavvaya tahavvülü gibi komedilere kahkahalarla gülmekten kendilerini alıp da …”(A. Midhat Efendi 2000a: 30)
Bunun yanında Ahmet Midhat Efendi Rumlarla ilgili olarak
Büyükada’da kayıkçılık yaptıklarına ve denizcilik konusunda da pek
cesur olduklarına da şu cümlelerle yer verir;
“O gece epeyce şiddetli bir lodos esmekte bulunduğundan
Büyükada’nın ekseriya pek cesur denizci olan Rum
kayıkçıları böyle bir havada kayık isteyen Kaymakamın
aklına şaşmaya davranmışlarsa da koca kayamakam “Ben
denize çıkacak olduktan sonra siz mi korkacaksınız?”
diye herifleri tersleyince kayıkçılar bu sözden hem
korkup hem de deniz cesaretince Kaymakamdan aşağı
kalmak istemediklerinden kayık indirmek işine teşebbüs
etmişlerdi.” (A. Midhat Efendi 2000a: 33)
Gene Hayret romanında Ahmet Midhat Efendi, Hristiyanlar tarafından
önemli sayılan ve bir bayram olarak kutlanan Yortu gününe, Yortu günü
kutlamalarının çok kalabalık geçtiğine ve dolayısıyla Büyükada’da
yaşayan Hristiyanlara şu cümle ile işaret eder:
“İşte bu sebebe mebniydi ki o gece sabaha karşı Büyükada’nın
tekmil kahve ve gazinoları açılarak emsali hiçbir yortu
gününde bile görülmemiş bulunan birçok kalabalık bu
mahalleri doldurmuştur.” (A. Midhat Efendi 2000a: 36)
Büyükada, Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarına yansıdığı şekliyle
aynı zamanda bir sayfiye ve tatil yeridir. Hayret romanında zengin bir
Hintli tüccar olan Safa Kok Sanc, “bir sonbaharı, hoşlanırsa bir kışı
bile İstanbul’da ve İstanbul’un dahi Büyükada’sında geçirmek için”
ailesiyle birlikte Büyükada’ya gelir (A. Midhat Efendi 2000a: 70). Taaffüf
romanında da “Madam Miryal namında bir Fransız kadın iki yetişkin
kızı ile beraber o sene Büyükada’da sayfiye ittihaz eder” (A. Midhat
Efendi 2000b: 40).
Bağlarbaşı
Ahmet Midhat Efendi, Üsküdar’a bağlı bir yerleşim yeri olan Bağlarbaşı’nın
kozmopolit özelliğine Vah romanında şu cümlelerle değinir:
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 206-
“Cuma günü ahâli-i müslime için Bağlarbaşı’nın en parlak
günü olup bu gün de ahâli-i gayr-ı müslime Bağlarbaşı’na
o kadar rağbet etmezler idiyse de bunların asıl rağbet
eyledikleri pazar günü dahi ahâli-i müslimeden büyük bir
cemaat yine Bağlarbaşı’na arz-ı rağbetten geri kalmadıkları
cihetle pazarların parlaklığı da cumaların parlaklığından
aşağı kalmazdı.” (A. Midhat Efendi 2000c: 51)
Ahmet Midhat Efendi’nin yukarıda yer alan ifadelerine göre,
Müslümanlar bir seyir, gezi ve piknik yeri olan Bağlarbaşı’na tatil
günleri olan Cuma gününde adeta akın etmektedir ve Müslümanların
tatil günü olan Cuma gününde gayr-ı Müslimler Bağlarbaşı’na pek
fazla gitmemektedir. Bunun yanında gayr-ı Müslimlerin Bağlarbaşı’na
çoklukla gittikleri gün de Pazar günüdür. Fakat Müslümanlar, Pazar
günleri de Bağlarbaşı’na gittikleri için Bağlarbaşı’nın Pazar günleri de
tıpkı Cuma günlerinde olduğu gibi çok kalabalık olduğu söylenebilir.
Beyoğlu-Galata
Batı’nın İstanbul’a açılan kapısı ve İstanbul’un en kozmopolit ilçesi
olan Beyoğlu, İstanbul’un Ahmet Midhat Efendi’nin otuzu aşkın
romanında en fazla yer verdiği yerleşim yeridir. Ahmet Midhat Efendi,
romanlarında çok fazla yer verdiği Beyoğlu’nun kozmopolit özelliğine
de çokça işaret etmiştir. Bu bölümde, Beyoğlu’nun semtlerinden biri
olan ve Ahmet Midhat Efendi’nin Beyoğlu’ndan çok fazla ayırmadığı
Galata semtine de yer verilecektir. Ahmet Midhat Efendi, Beyoğlu’nun
ve Galata’nın kozmopolit özelliklerine Felâtun Bey ile Râkım Efendi,
Gürcu Kızı Yahut İntikam, Hayret, Henüz 17 Yaşında, Hüseyin Fellah,
Karnaval, Taaffüf, Vah, Yeryüzünde Bir Melek, Esrâr-ı Cinâyât, Müşahedat,
Jön Türk ve Dürdane Hanım romanlarında yer verir. Yeryüzünde Bir Melek
romanında Ahmet Midhat Efendi Beyoğlu’nun farklı milletlerden
oluşan insanların yaşadığı bir yer olma özelliğini açıkça şu ifadelerle
ele alır:
“Etrafımıza birazcık göz gezdirirsek görebiliriz ki
İstanbulumuz bekâr bir adamın yaşaması için kurulmuş
bir memleket değildir. Şefik’in hikâyesi güzeran eylediği
otuz beş sene mukaddeminde değil a hatta bu gün dahi
memleketimiz bekâr olarak yaşanacak bir yer değildir. Haydi
bakalım, familyasız olunuz da Fatih’te, Süleymaniye’de
Bildiriler Kitabı
- 207-
filânda yaşayınız. Lokantanız, bakkal dükkânı, oteliniz
dahi kahvehane olmaz mı? Beyoğlu’nu hesaba katmıyoruz.
Zira orası bizim şehrimiz değil, bir «milel-i mürekkebe»
şehridir.” (A. Midhat Efendi 2000g: 27)
Ayrıca Ahmet Midhat Efendi, Müşahedat romanında Beyoğlu ve
Galata’da yaşayan ecnebîler ile ilgili şu satırlara yer verir:
“Zira o zamanlar İstanbul’umuza şimdiki kadar ecanib
dolmuş değil idi. Şimdi Beyoğlu, Galata gibi yerlerde
ecnebilerin yerli ehâl-i hiristiyaniyeden ziyade çoğalmış
oldukları muhakkakattandır. İstanbul’umuzda bir milyon
yüz bin kadar nüfus tahmin olunuyor. Yedi yüz bini İslâm
olmak üzere tahmın kılınarak, nüfus-ı ecnebiyenin mikdarı
da yüz yirmi bine takrib ediliyor ki, bunların kesretle sakin
oldukları bazı yerlerde ehâli-i asliye-i nasraniyeye galibiyetleri
istibad olunamaz. Ecnebilerin çoğaldıkları yerlerde Avrupa
ahlâkı da ahlâk-ı asliyeye galebe ediyor. Su-yı istimalât, fuhş
ve rezail artıyor.” (A. Midhat Efendi 2000h: 112)
Ahmet Midhat Efendi, Müşahedat romanında yer verdiği ve yukarıda
da zikredilen ifadelere göre Beyoğlu ve Galata’da yaşayan yerli
Hristiyanlarla daha sonradan Avrupa’dan İstanbul’a göç etmiş
gayr-ı Müslimleri birbirinden ayırarak bunların nüfusunun yerli
Hristiyanların nüfüsünu geçtiğini vurgular. Ayrıca Ahmet Midhat
Efendi, Müşahedat romanını kaleme aldığı 1800’lü yılların sonunda
İstanbul nüfusunun bir milyon yüz bin civarında olduğunu, bu
nüfusunun tahminen yedi yüz bininin Müslüman olduğunu ifade
eder. Bunun yanında dışardan İstanbul’a göç eden ve nüfus yoğunluğu
İstanbul’un yerli Hristiyanlarına galip gelen gayr-ı Müslimlerin
çoklukla yaşadıkları yerlerde de Avrupa’nın kötü ahlakıyla birlikte
fuhşun ve türlü rezilliklerin arttığını da ekler. Felâtun Bey ile Râkım
Efendi romanında, romanın baş kahramanlarından Râkım Efendi,
İngiltere’den gelerek İstanbul’a ve Beyoğlu’nun Asmalı Mescit muhitine
yerleşen İngiliz ailenin iki kızına haftada bir gün Türkçe öğretmek
için gider (A. Midhat Efendi 2000ç: 18). Ahmet Midhat Efendi, Gürcü
Kızı Yahut İntikam romanında İstanbul’a gelen seyyahların büyük
çoğunluğunun Beyoğlu taraflarındaki otellerde misafir olarak kalmayı
tercih ettiklerini ve Osmanlıların o dönem için Beyoğlu’na çok itibar
etmeyip Beyoğlu alemlerinin alışkını olmadıklarını şu cümlelerle ifade
eder:
- 208-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
“Zaten şehrimize gelen seyyahların kâffesi Beyoğlu
taraflarındaki otellere misafir olduklarından biz Osmanlılar
o âlemlerin alışkını değiliz ki misafir meyanında ehemmiyet-i
seyyâhiyyeleriyle mühim olan zevatı görüp malûmât-ı
müktesebelerinden istifadeye heves edebilelim.” (A. Midhat
Efendi 2003a: 5)
Hristiyanların ibadet mekânları olan ve Beyoğlu’nda bulunan
Panayaya kilisesi, Katolik kilisesi ve Süryani kiliselerine de Ahmet
Midhat Efendi çok kısaca işaret eder (A. Midhat Efendi 2000d: 213; A.
Midhat Efendi 2000f: 25; A. Midhat Efendi 2000h: 196). Beyoğlu’nda
yaşayan Ermeni çocuklarının Türkçe, Rumca ve Ermenice bildikleri,
bu dilleri anadilleri olarak ve aileden öğrenerek konuşmaları ile ilgili
Ahmet Midhat Efendi Taaffüf romanında kısaca şu bilgiyi verir:
“Beyoğlu’nda ikametimiz esnasında Ermeni çocuklarının
Türkçe ve Rumca ve Ermenice olarak üç lisanı mâderzâd
hâlinde söylediklerini görmüşüzdür. Öyle ya! Dört beş
yaşında bir çocuğun üç lisanı söylemesine mâderzâdlıktan
başka ne hüküm verilebilir?” (A. Midhat Efendi 2000b: 27)
Almanların Galata ve Beyoğlu’nda birahaneler açıp işletmeleri ve bu
birahanelere Osmanlı beylerinin rağbeti ile ilgili Ahmet Midhat Efendi
şunları söyler:
“Hikâyemizin güzerân eylediği zamanlar Galata ve
Beyoğlun’da Almanların küşat etmiş oldukları birahaneler
hakkında Osmanlı beylerimizin, efendilerimizin rağbetleri
pek fevkalâde idi. İşte Almanların birahaneleri dahi
bu hükmü görmüşlerdir. Bu gün birahanelere girseniz
Osmanlılardan hiç bir kimseyi görmez iseniz de o zamanlar
girmiş olsaydınız dört beş şapkalı varsa yirmi otuz da fesli
görürdünüz.” (A. Midhat Efendi 2000c: 76)
Dürdane Hanım romanında Ahmet Midhat Efendi Galata ile ilgili şu
şekilde bir tespitte bulunur:
“Hâlâ dahi Galata’nın en kalabalık zamanı Cumartesi
akşamından bed’le Pazar akşamının saat dördüne beşine
kadar imtidad eyleyen zamandır. Zira İslâm olsun
Hristiyan olsun, Yahudi olsun, Galata ahâlisinin yüzde
doksanı gerek doğrudan doğruya ve gerek dolayısından
gümrüklere ve Avrupalılara taallûku olan işlerle meşgul
Bildiriler Kitabı
- 209-
olarak bunların ve büyük tâcirlerin pazar tatilleri umum
için dahi bir tatil-i zarûrî hükmünü alır. Vakıa mevsim
karnaval mevsimi olmayıp sonbaharın ilk ayı olan eylül
içinde bulunuluyorduysa da Galata’nın karnavala filâna
ihtiyacı var mıdır? Karnavalda da, perhiz-i kebîrde de,
ilkbaharda, sonbaharda Amerika tiyatrosu vesâir bu
misillü eğlence mahalleri yetmiş iki milletin bin renkli
bayraklarıyla donanmış bulunarak hele tatil zamanlarında
her meyhanenin önünde “laterna” denilen birer sandık
çalgısı bulunması Galata’yı ebedî bir bayram hâline koyar.”
(A. Midhat Efendi 2000ı: 5-6)
Buna göre Ahmet Midhat Efendi Galata’da Müslümanların,
Hristiyanların ve Yahudilerin birlikte yaşadığına işaret eder ve Galata
ahalisinin de genellikle gümrüklerle ve Avrupalılarla ilgili ticarî
faaliyetlerinin olduğunu ifade eder. Bunun yanında Galata’yı, yılın her
ayında ve özellikle tatil günlerinde pek çok milletten insanın eğlence
yeri olarak seçtiğini ve bu durumun Galata’yı sürekli bir bayram yeri
haline getirdiğini de anlatır. Esrâr-ı Cinâyât romanında Ahmet Midhat
Efendi, Beyoğlu’nda bulunan ecnebi postane ve telgraf merkezlerine
işaret eder ki bu da Beyoğlu’nda yaşayan ecnebiler olduğunun
Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarına yansıdığı kadarıyla bir başka
göstergesidir (A. Midhat Efendi 2000ğ: 61).
Çamlıca
Büyük ve Küçük Çamlıca tepeleriyle ünlenen ve Üsküdar’a ait bir
yerleşim yeri olan Çamlıca, Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarında
birkaç yerde geçer. Fakat Çamlıca, İstanbul’un çok kozmopolit bir
yeri olmadığı için Ahmet Midhat Efendi de sadece Dünyaya İkinci
Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş romanında, Çamlıca’da bağcılıkla
uğraşan Hırvat ve Boşnak bağcılara kısaca işaret eder (A. Midhat
Efendi 2000i: 111).
Kadıköy
Ahmet Midhat Efendi Jön Türk romanında, İstanbul’un Anadolu
yakasında bulunan ve Marmara Denizi’ne kıyısı olan güzide ilçesi
Kadıköy’de bir Fransız mektebinin olduğuna şu cümlelerle değinir:
“Nurullah, Mekteb-i Sultânî’ye devam edip yalnız
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 210-
cumartesi akşamları gelir ve pazar akşamları gider
olduğundan o akşamı babası ve ablası ile geçirirdi. Büyük
tatil geldiği zaman ise hâne-i pederde ancak birkaç gün
misafir kalıp badehu tatil zamanı Kadıköyü’ndeki Fransız
mektebinde muallimlere refakat ve müsaferet gibi bir sûret-i
husûsiyyede leylî ve neharî olarak geçirirdi. Bu devamın
tahsil hususunda ne büyük ehemmiyeti olduğunu babası
Kâşif Efendi tamamıyla takdir eylediği gibi Nurullah Bey
kendisi dahi takdir etmiş olduğundan tatil zamanından bu
suretle istifadeyi en büyük istifadelerden addeyliyordu.”
(A. Midhat Efendi 2003b: 67)
Karabaş-Tophane
İstanbul’da Beyoğlu’na ait semtler olan ve İstanbul’daki esir ticareti için
önemli birer merkez olan Karabaş-Tophane semtlerine, Ahmet Midhat
Efendi Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş romanında
değinir. Ahmet Midhat Efendi bu romanda “Karabaş’ta Tophane’de
Çerkezlerin çok olduğunu” ifade eder (A. Midhat Efendi 2000i: 92).
Karagümrük
Günümüzde Fatih ilçesinin sınırları içerisinde yer alan ve Osmanlı
Devleti döneminde genellikle geleneksel orta sınıf Türk ailelerinin
yaşadığı bilinen Karagümrük semtinde Arapların da yaşadığına dair
Ahmet Midhat Efendi Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş
romanında şu ifadeleri kullanır:
“Bir rivayete göre Tüysüz Mehmet’in bağına gelip giden
kocakarı Karagümrük semtinde yaşlı Arapların mayanga tabir
olunur cemiyetgâhına gelir gider bir Babalı Arap karısının
refiki ve delili imiş ki mezbure karı mayangada bulunan
Arapların haber verdiklerine göre bir paşa konağından gelir
ve nereye ve hangi konağa giderse mezbure kocakarı ile
gidermiş.” (A. Midhat Efendi 2000i: 29)
Kuzguncuk
Üsküdar’a bağlı bir semt olan ve Yahudiler için önemli bir yer olma
özelliği gösteren Kuzguncuk, bu kozmopolit özelliği ile Ahmet
Bildiriler Kitabı
- 211-
Midhat Efendi’nin Vah ve Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler
Olmuş romanlarında kendisine yer bulur. Ahmet Midhat Efendi Vah
romanında, Kuzguncuk’ta Ermenilerin yaşadığına dair şu ifadeleri
kullanır:
“Behçet Bey Kuzguncuk’ta bir Ermeni düğününe med’uvv
olduğu hakkında bir sudan cevap ile iktifa eylemişti.
Zaten validesiyle kardeş, kız kardeş münasebeti gibi bir
münasebette bulunan Behçet’in öyle her hâl ve hareketine
dair uzun uzadıya istintaklara duçar edilmesi âdet dahi
değildi. Kuzguncuk’taki düğünde sabahlara kadar
eğlenmiş bulunmak hasebiyle uykusuz kalmış olan Behçet,
hemen yatağına uzandı.” (A. Midhat Efendi 2000c: 36)
Bunun yanında Ahmet Midhat Efendi, Kuzguncuk’ta Yahudilerin
yaşadığı bilgisine de Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş
romanında şu şekilde değinir:
“Zenginlik bu! Şakaya gelir mi? Fakat şu Meddah İsmail
Cezayirli Memiş Beyi nereden bilir? Doğrusunu ister
misiniz? İsmail, Memiş Beyi rüyada bile görmemiştir.
Cezayir dayılarından birisinin İstanbul’da humbaracı
sınıfında bir süt karındaşı vardı. Bu zat Cezayir’den süt
karındaşı tarafından bir mektup ile Cezayirli Memiş Bey
için İstanbul’da bir konak mübâyaasına ve akçesini dahi
Kuzguncuk’ta sarraf Yahudi Nesim’den almasına memur
olmuştu.” (A. Midhat Efendi 2000i: 74)
Tahtakale
Ahmet Midhat Efendi, günümüzde Fatih ilçesinin sınırları içerisinde
yer alan ve İstanbul’da ticaretin önemli merkezlerinden biri olan
Tahtakale semtinde yaşayan Arap tüccarların olduğuna Hüseyin Fellah
romanında şu şekilde değinir:
“Size bir teklife geldim. Tahtakale’de Asmaaltı’nda ve semtimizin sair
taraflarında Mısırlı, Şamlı filânlı birçok tüccarlar var. Çamaşırlarını
ötede beride yıkatıyorlar. Size kendi bedenimden ianeye kudretim
yok ki edeyim. Elimden gelen iyilik hergün gidip çamaşır yıkatmak
isteyenlerin çamaşırlarını toplayarak akşamdan sonra temizlerini alıp
götürüp akçesini dahi tahsil eylemektir.” (A. Midhat Efendi 2000e: 57)
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 212-
Üsküdar
İstanbul’un Anadolu yakasında bulunan ve en önemli yerleşim
yerlerinden biri olan Üsküdar, Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarının
arasında kozmopolit özelliği ile Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da
Neler Olmuş romanında kendisine yer bulur. Bu romanda, Üsküdar
çarşısında çalışan çilingir bir Ermeni’den şu şekilde bahsedilir:
“Ertesi gün Nergis mahalle bekçisine bir haber gönderip
çağırtarak onun vasıtasıyla Üsküdar çarşısından bir
çilingir-i Ermeni celbeyledi.. Osman Bey, Ermeni ile
beraber sarnıca inip demir kapıya el girecek kadar bir delik
açmasını sipariş eyledi. Ermeni matkap istimaliyle matlup
olan deliği açtı.” (A. Midhat Efendi 2000i: 104)
SONUÇ
Bu çalışmada, romanlarında İstanbul’a çokça değinen ve İstanbul’un
kozmopolit semtlerinin özelliklerine dair bilgiler veren Ahmet Midhat
Efendi’nin, romanlarında Adalar’da yaşayan Rumlara, Adalar’da
Hristiyanlar tarafından kutlanan Yortu gününe, Adalar’ın başka
ülkelerden gelen insanlar tarafından sayfiye yeri olarak kullanıldığına;
Bağlarbaşı’nın Müslüman ve gayr-ı Müslim halk tarafından rağbet gören
bir tenezzüh yeri olduğuna; Beyoğlu’nun bir “milel-i mürekkebe” yeri
olduğuna, Beyoğlu’nda ikamet eden İngilizlere, başka ülkelerden gelen
seyyahların Beyoğlu’ndaki otellerde konakladıklarına, Beyoğlu’ndaki
kiliselere, Beyoğlu’nda yaşayan Ermenilere, Beyoğlu’nda birahane
işleten Almanlara, Avrupa’dan İstanbul’a gelen ecnebilerin
Beyoğlu’ndaki fuhuş ve rezilliğin artmasına sebep olduğuna, farklı
dinlerden insanların Galata’da yaşadığına; Çamlıca’nın Hırvat ve
Boşnak bağcılarına; Kadıköy’de bulunan Fransız mektebine; Karabaş ve
Tophane’de Çerkezlerin yaşadığına; Karagümrük’te yaşayan Araplara;
Kuzguncuk’ta Ermenilerin ve Yahudilerin yaşadığına; Tahtakale’de
yaşayan Araplara ve Üsküdar’da Ermenilerin yaşadığına dair bilgiler
verdiği sonucuna ulaşılmıştır.
KAYNAKÇA
Ahmet Midhat Efendi (2000a). Hayret, haz. Nuri Sağlam, Ankara: TDK
Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 213-
Ahmet Midhat Efendi (2000b). Taaffüf, haz. Nuri Sağlam, Ankara: TDK
Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000c). Vah, haz. Kâzım Yetiş, Ankara: TDK
Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000ç). Felâtun Bey ile Râkım Efendi, haz. Necat
Birinci, Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000d). Henüz 17 Yaşında, haz. Nuri Sağlam,
Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000e). Hüseyin Fellah, haz. M. Fatih Andı,
Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000f). Karnaval, haz. Kâzım Yetiş, Ankara:
TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000g). Yeryüzünde Bir Melek, haz. Nuri Sağlam,
Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000ğ). Esrâr-ı Cinâyât, haz. Ali Şükrü Çoruk,
Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000h). Müşahedat, haz. Necat Birinci, Ankara:
TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000ı). Dürdane Hanım, haz. M. Fatih Andı,
Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2000i). Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da
Neler Olmuş, haz. Kâzım Yetiş, Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2003a). Gürcü Kızı Yahut İntikam, haz. Kâzım
Yetiş, Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet Midhat Efendi (2003b). Jön Türk, haz. Kâzım Yetiş, Ankara:
TDK Yayınları.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (2014). Beş Şehir, İstanbul: Dergâh
Yayınları.
- 214-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Samih YIKILGAN
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
İSİMDEN KİMLİĞE GİDEN YOL: ARAF ROMANI
ÖZET
Postmodern teknikle yazılan Araf romanında herhangi bir yere ait olmayan
kişiler, metinde hayalmiş gibi yer edinen zaman ve mekân düzleminde
belirsizlik/arafta olmayla karşı karşıyadırlar. Postmodernizmin getirdiği ya
da doğurduğu var ile yok arasında olma/kalma durumu romanın ana izleğini
oluşturur.
Roman bireylerinin kendi iç dünyalarıyla ve çevreleriyle olan iletişim sorunu,
zamanla özlerine/ kültürlerine yabancılaşmalarına sebep olur. Kendi iç
huzursuzlukları cinsiyet, dil, kültür düzleminde çatışmayı beraberinde getirir.
Benlikleri ve çevreleriyle olan çatışma kimlik bunalımına dönüşür; bireyler
başta isimleri olmak üzere herkese ve her şeye yabancılaşır, dolayısıyla var
oluşlarını gerçekleştiremezler. Eserin bütününde bireyler isimden kimliğe
giden var olma yolunda yürümeye çalışırlar. Bu bildiride, iletişimsizliğin yol
açtığı kimlik bunalımı yaşayan bireylerin isimleriyle birlikte kimliklerini nasıl
kaybettikleri ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: İsim, Kimlik, İletişimsizlik, Bunalım, Postmodernizm.
Araf romanı, Elif Şafak’ın The Saint of Incipient Insanities adıyla 2004
yılında İngilizce olarak kaleme aldığı eseridir. Roman, Aslı Biçen
tarafından Türkçeye çevrilir. Eserde, Türkiye’den Amerika’ya doktora
için giden Ömer’in Boston’a yerleşmesiyle başlayan olaylar anlatılır.
Pearl (inci, sedef) Sokağı 8 numarada gelişen olaylar, sadece bir kişi
etrafında değil, bütün roman kişileri merkezde tutularak tek tek
irdelenir. Adı ve soyadının noktalarını kaybeden Ömer Özsipahioğlu,
isminin anlamıyla kişiliği örtüşmeyen Alegra (Neşe), birçok isimle
birlikte var olmaya çalışan Gail, asıl adı Joaguin olup onu kullanmak
istemeyen Piyu, isminin tam olarak söylenmesine dikkat eden
Debra Ella Thompson, adını kimsenin tam olarak hatırlayamadığı
Abed, yaşananları anlamlandıramayan Abed’in annesi Zehra, Araf
çıkmazında buluşurlar.
Araf bireyleri bütün yaşamları boyunca eşikte olma durumunu en dipte
yaşarlar. Kaynaklarda iki yerin arasındaki bölge/sınır olarak belirtilen
Bildiriler Kitabı
- 215-
araf, “İslam inancına göre cennet ile cehennem arasındaki bir yer”
(Türkçe Sözlük 2005: 112); “cennetle cehennemi birbirinden ayıran
bölgedeki surun yüksek kısmının adı” (Yavuz 1991: 259-260) şeklinde
tanımlanır. Bu çizgide yaşayan kişiler sınırın hiçbir tarafına geçmeyi
başaramazlar. Kendilerini herhangi bir yere ait hissetmeyen bireyler,
var ile yok arasındaki sınırda dururlar. Eşik ya da sınırda ileri geri
yalpalamaları, düşüncelerinde ve yaşamlarında göçebeliği hissettirir.
Bu göçebelik, onların hiç bir konuda yurt edinememelerine sebep olur.
Başta ailesinden ve dolayısıyla vatanından kopup Amerika’ya doktora
yapmak için gelen başkişi Ömer Özsipahioğlu, yaşadığı aidiyetsizlik
duygusuyla kendi içinde dolaşıp durur. Hayata “tutunma” edimini
başaramayan Ömer, Gail, Abed, Debra, Piyu ve diğerleri inançlarından
ve kültürlerinden kopuşlarıyla oluşan dar alanda sıkışıp kalırlar.
Gelenek ile modernite ve doğu ile batı arasındaki köprüde sürekli
yolculuk yapmaları bireysel var oluşlarını gerçekleştirmelerine engel
olur. “Tüy gibi hafif hayatlarının” (Şafak 2015: 28) kontrolü ellerinden
çıkar ve oradan oraya savrulurlar. Eser, cinsel, etnik, dini tüm
çatışmaları bünyesinde barındırarak isim-içerik ilişkisi örtüşen bir yapı
arz eder. Araf, boşluk, sınır metnin tüm kuytularına sirayet eder. Her
yolun Araf’a çıktığı noktada, merkezde bütün açmazlar dile getirilir.
Kişilerin, zamanın ve hatta nesnelerin bile bir tarafa ait olmamasının
izleri sürülür. Her şeyin ait olduğu tek yer araftır.
Araf bireylerinin hayattaki savrulmuşluklarının ilk ve en önemli
nedeni isimleriyle yeniden doğuşu gerçekleştirememeleridir. “İsim,
bir kimseyi, bir şeyi anlatmaya, tanımlamaya, açıklamaya, bildirmeye
yarayan söz, nam.” (Türkçe Sözlük 2005: 23) olarak tanımlanır. İsimleri
onları anlatmaya ve özellikle tanımlamaya yetmez. Tanımlama güçlüğü
varlıklarını da belirsiz hale getirir. “İsimler insanların var oluş kalelerine
uzanan köprülerdir.” (Şafak 2015: 32) Var oluş kalesine gitmek için
köprü işlevi gören isim, tam anlamıyla oluşumunu tamamlamadığı
zaman yıkılır. Bu çökme var oluş kalelerine ulaşılmasını engeller.
Böylece var oluşlarına dokunamayan bireyler isimlerini dolayısıyla özü
oluşturan ilk çekirdeği ele geçiremezler. İsimlerine sahip olmamaları
“kendi”lerini tanımalarını zorlaştırır. Kendini tanımayan bireyin hem iç
dünyasıyla hem de dış dünyayla olan boşluğu derinleşir. “Birinin adını
öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalardan ve
ayrıntılardan ibarettir.” (Şafak 2015: 33) Var olmanın en büyük payını
isim oluşturur. Ömer Özsipahioğlu, tinsel anlamda büyütemediği
isminin baş harfinin noktalarını ancak kobalt mavisi mürekkeple
yazdığı peçetede büyütür. İsminin noktalarını hatta seslerini (Omar)
kaybeden birey özünden uzaklaşarak silikleşir. Kendinden en büyük
parçayı feda eden Ömer, Amerika’da ikinci bir kişi olmaya zorlanır ki
- 216-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
o da Omar Ozsıpahıoglu’dur. İsminin noktalarını “dışarı”da bırakıp
“içeri” giren Ömer, ne Amerika’ya ne de Türkiye’ye ait hisseder.
Hariçte yaşadığı hayatı onu aidiyetsizlik girdabında dolaştırır.
İsminin noktaları Ömer›in kültür ve dilini imleyen iki temel unsurdur.
«İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçayı
feda etmeye hazır olmalıdır, derler. Eğer hal böyleyse Ömer neyi feda
ettiğini biliyordu: Noktalarını!» (Şafak 2015:11) Boşluğa düşmesinin
ilk sebebi ismine verdiği tavizdir. Bu taviz aslında kültürünü ve dilini
dışlamayla eş değerdir. Feda ettiği değerleri kişiliğinin gerisinde kalır.
İsmiyle birlikte hikayesi de değişen bireylerin yabancılaşma serüveni
devam eder. “Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir
ülkede yaşamanın birinci icabı, insanın en aşina olduğu şeye, ismine
yabancılaşmasıdır.” (Şafak 2015: 12) İsmine yabancı olan bireyler
kendilerini kuramazlar. İsmine aşinalık yerini açılan bir uçuruma
bırakır. İsminin “bir ya da birçok bölümü gölgede kalan” (Şafak
2015:12) Ömer, Abed, Gail, Debra, Piyu, Alegra vd bu karanlığı tüm
yaşamları boyunca duyumsarlar.
Bütün dinler tarihinde isim, kişinin ikinci bir yaşam bulması için verilir.
İlk dünyaya gelişi doğumla olan bireyin dünyada doğuşu ve var oluşu
ise ismiyle başlar. İslam inancında Hz. Peygamber isim verirken gayet
titiz davranılması gerektiğini belirterek “Siz kıyamet gününde hem
kendi adınızla hem de babalarınızın adıyla çağırılacaksınız; bu sebeple
kendinize güzel adlar koyun.” buyurmuştur. İsimle çağrılma hadisesi
kişinin varlığına delalettir. Bu sebeple Türkiye’de Ömer Amerika’da
Omar olarak yaşayan Ömer Özsipahioğlu varlığını şeffaflaştırır. Diğer
bir taraftan ise sadece doğan çocuklara değil düşük olan çocuklara bile
isim verilip mezara gömüldüğü bilinir. Bu bakış da çağrılma-var olma
birlikteliğinin isimle gerçekleşeceği gerçeğini destekler niteliktedir.
Ömer›in yaşadığı yabancılaşma sadece ismiyle değil soyadıyla da
kendini gösterir. Soyadının Ömer›e ait olmadığı, ilişik olduğu eserde
şöyle belirtilir.
“Hayatı boyunca her gittiği yere götürmeye, gurur duymaya,
hatta oğluna aktarırken daha gururlanmaya mecbur
olduğu, doğumunda üzerine yapıştırılmış derme çatma bir
kimlikten ibaretti soyadı, sırf büyük büyük dedelerinden
biri ya da bürokrasi çarklarının öğütüp tükürdüğü miskin
bir memur, uzak bir geçmişte, şimdi hiç mi hiç bilinmeyen
bir sebeple başka bir harf kombinasyonu yerine bunu seçtiği
için.” (Şafak 2015:347)
Soyadıyla imlenen şey onun geçmişi, kültürüdür. Hariçte tuttuğu
özü sebebiyle soyadını bir zorundalık ve yük olarak görür. Onu her
Bildiriler Kitabı
- 217-
gittiği yere götürme düşüncesi üzerinde bir kambur gibi hissetmesine
sebep olur. Soyadını derme çatma diye niteleyen Ömer, gelişi güzel
seçiminden ve bunun yine kendi kontrolü dışında olmasından
huzursuzdur. Bu, onun değil bir “başka”sının seçimidir. Edilgen
durumda olan Ömer, başkalarının seçimleriyle yaşamak zorunda
kalır. Ömer, posta kutusuna yazılan soyadıyla kendi yaşamı arasında
da ilişki kurar. “On sekiz nolu posta kutusu. Bir zamanlar onca
tanıdık olan soyadı oradaydı işte, dar çerçeveye sığması için harfleri
sona doğru sıkıştırılmıştı: OZSIPAHIOGLU.” (Şafak 2015: 344) Bir
başkası tarafından dar çerçeveye sıkıştırılan soyadı Ömer’in yaşamıyla
benzerlik arz eder. O da bir zamanlar tanıdık olan soyadı gibi
Amerika’ya sıkışıp kalır.
Ömer’in bir yere dahil olmadığı, hariçte kaldığı yaşamı onu var etmeye
yetmez. “Ömer dişlerinin arasından tıslarcasına bir nefes verdi, kış
güneşi altında eriyen karın söylediklerine kulak kabarttı, her zamanki
gibi eriyordu kar, her zamanki gibi parlıyordu güneş her şey neyse
oydu, kendisi hariç, sadece kendisi kendi olamıyordu.” (Şafak 2015:
257) Ömer “kendi” ol(a)mayışını doğaya bakarak hatırlar. Doğa
dirilişin, yeniden canlanmanın, doğal olanın ve bozulmamışlığın
sembolüdür. Ömer, “dirilik, canlılık, hayat” (Gençosman 1995: 153)
anlamlarına gelir. İsmine hayat veremeyen Ömer, doğa gibi kendini
yeniden diriltemez. Her şey kendini/özünü yansıtırken Ömer’in
yabancılaşmaya doğru sürüklendiği görülür.
“Ondan hastalıklıymış gibi kaçanların bir yerde haklı
olduklarını düşünüyordu Gail çünkü gerçekten de
bulaşıcıydı, ama onların zannettiği gibi değil. Bu hastalık,
bu uyumsuzluk, bu gam her neyse sadece ve sadece
bunu zaten kapmış olanları etkileyen bir şeydi.”; “...
zira muhtemelen kendisi de vücudunda aynı virüsü
barındırıyor, kendi tüylerini kendi gagalarıyla yola yola
kendi mevcudiyetlerini didikleyenlerin, kendilerini
bitirenlerin damgasını taşıyordu.” (Şafak 2015: 191)
Gail, onu hastalıklıymış gibi görenleri haklı bulurken bir yandan
da onların düşündüğü hastalıklı hali sorgular. Toplumla yaşadığı
çatışma vücudunda dolaşan bir virüs olarak nitelenir. Kabul görme
ve reddedilme arasındaki Gail, taşıdığı “hasta” damgasıyla kendine
ve çevresine yabancılaşması daha da artar. “Bireyin kendine
yabancılaşması, bireyin doğası ile mevcut durum arasında bir ayrılığa,
eşitsizliğe işaret eder.” (Ertoy 2007: 53) Yaşadığı yabancılaşmayla denge
sağlayamayan Gail kendi doğası ile toplumun yaşadıkları arasında
çıkmaza girer. Arafta olan Gail kendi mevcudiyetini sorgularken
- 218-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
çevresiyle olan ayrılığı daha derinleştirir. Kendine yabancılaşmanın
doğurduğu iletişimsizlik toplumla arasına engeller koyar. Roman
bireylerinin beden ve ruhunu örten/kaplayan isimsizlik diğer insanlarla
iletişim kuramamalarına neden olur. Ömer’in yaşadığı iletişimsizlik
kimsenin onun hakkında bir fikri olmayışıyla dile getirilir:
“Bu insanların hiçbirinin onun kim olduğuna dair en
ufak bir fikri yoktu. Tek birinin bile. Teker teker hepsi
için Hiç kimseydi, saf ve mükemmel -tümüyle isimsiz,
geçmişsiz ve dolaysıyla kusursuz. Hiç kimse olduğu için
Herhangi biri olabilirdi. İsimsizlik cilası altında neredeyse
görünmezleşecek kadar şeffaf bir maddeden oluşan bu
aidiyetsizlik boşluk ne harikaydı; hemen herkesin kişisel
tarihinin en küçük ayrıntılarına kadar tanındığı bu
boğucu tanışıklıklar dünyasında o tam ve som bir yabancı
olmuştu.” (Şafak 2015: 97)
Ömer tanışıklar dünyasında hiç kimse olmayıp onların dışında,
ötesinde herhangi biri olabileceğini düşünür. Kalabalığın kargaşası
içinde kendini isimsizlik cilası ile gizler. Bu saklanma onu silik birey
olarak gün yüzüne çıkarırken görünmezlik ve şeffaflık iletişimsizliği
doğurur. “Kusursuz” olarak nitelenişi bir geçmişinin dolayısıyla isimle
başlayan var olma sürecinin olmayışını imler. İsimsizlik cilası ile üzeri
kaplanan Ömer silik birey olarak hayatını idame ettirir. İletişimsizliğin
ilk nedeni Amerika›ya gelen Ömer›in ana dilinden kopup başka bir
dille yaşamaya başlamasıdır. Bu durum eserde şöyle dile gelir:
“Ameliyattan çok sonra bile kesilmiş uzuvlarını hisseden
insanlar gibi, anadillerinden tümüyle koparılmış olan
ve sonrasında başka bir dille hayatlarını sürdürmeyi
öğrenen insanlar da uzak geçmişlerindeki kaybettikleri
kelimeleri bir şekilde hissetmeye devam ederler ve
artık sahip olmadıkları o kelimelerle cümleler kurmaya
çalıştıklarından eksiklik hissini peşleri sıra sürüklerler.”
(Şafak 2015: 18)
Ömer›in geçmişi «uzak» diye nitelenerek kendi ile kültürü arasındaki
açmaz dile getirilir. Uzak olma sonucu kelimelerini kaybeden
Ömer sahip olamadığı kelimelerle iletişim kuramaz. Vücutta bir
uzvun olmayışı bir eksiklik ise dilin olmayışı da bir o kadar yarım
kalmışlığı ifade eder. Bu yarım olma/tamamlanamama hissini sürekli
duyumsarlar. Eserde sadece Ömer dil problemi yaşamaz. Alegra ve
ailesi de konuşmak zorunda olduğu dille mücadele verir:
“İngilizce konuşmayı başaramayınca ağzına badem sabunu
Bildiriler Kitabı
- 219-
sürülen, sabun işe yaramayınca konuşma terapistlerine
gönderilen çocukların sülalesiydi bu. Kendi çocuklarıyla
iletişim kurmayı başaramayan, ama İngilizce kelimeleri yanlış
telaffuz ettiklerinde onların kendileriyle nasıl dalga geçtiğini
gayet iyi sezebilen kırgın annelerin sülalesi. Aralarında
sessiz boşluklar, kırık ifadelerden mürekkep uzaklıklar olan
anneler ile çocukların, daha iyi bir gelecek için çıkılan yolun
bir yerlerinde bir vakitler kaybedilmiş kelimelere duyulan
özlemlerin sülalesi.» (Şafak 2015: 156-157)
İletişime geçemeyen bireyler, hem benlikleriyle hem de çocuklarıyla
olan uçurumu derinleştirirler. Telaffuz üzerine kurulan iletişim ve onu
sınırlayan bu yaklaşım onları mekanik söylemler oluşturan bireyler
haline getirir. Kaybedilen kelimelere duyulan özlem geçmişe, öze,
asıl olana duyulan özlemin form bulmuş halidir. «İletişim sorunlarını
çözmeden doyumlu bir yaşam sürdürmek olanaksızdır.» (Cüceloğlu
2001: 14) Sorunları çözülemeyen iletişim anlama ve anlamlandırmanın
önüne keser. Böyle bir engel yaşamı soyut, yapay ve hissiz kılar.
Dört bölüme (Karga, Leylek, Meşrebi Bir Kuşlar ve Kendi Tüylerini
Yolmak) ve kendi içinde birçok alt başlığa ayrılan eser, Mevlana’nın
Mesnevisinden alıntı yapılarak başlar. Hikayede karga ve leylek farklı
türler olmasına rağmen ortak bir nokta bularak (topal olmaları)
uçmayı başarırlar. “Benlik bilinci, diğer insanlarla olan etkileşimi
biçimlendirir. Bu biçimlendirme, yaşam boyu sürer...” (Cüceloğlu
2001: 105) Aktif hale gelmeyen etkileşim zayıf, ince ve her an
kopmaya hazır olduğu için biçimlenemeyen yaşam ortaya çıkar.
Hikayeden hareketle yapılan bölümleme ortak bir “şey”leri kurmayı
başaramayan bireylerin birbirleriyle yaşadığı iletişim kopukluğunu
gözler önüne serer. Ömer’in eşi Gail, kuzeni Murat ve arkadaşı Defne
ile olan iletişimsizliğin temelini dil oluşturur. “İki kuzen arasındaki
yabancılaşmaya gelince, Ömer’in salıncaklanıp durduğu sonraki yıllar
boyunca bu kopukluk geçmeyecekti.” (Şafak 2015: 188); “Liman ya da
istikamet ne olursa olsun, Defne’nin “burada”sı Ömer’in “orada”sı
olacak, kesişemeyeceklerdi.” (Şafak 2015: 190) Araf bireyleri aynı
dili konuşmalarına rağmen birbirlerini tanıma ve anlamlandırma
konusunda sorun yaşarlar. Yaşanan sorun aralarındaki mesafeyi artırır.
Yolları kesiş(e)meyen kişiler kendi toplumsal alanlarını oluşturmayı
başaramazlar. “Tamamen tek başına yaşayan bir canlı için dilin hiç
gereği yoktur. İnsanların bir arada yaşamaları durumunda gereklilik
kazanır dil, toplu yaşamanın ürünüdür ve toplu yaşamayı sürdürenleri
birbirine perçinleyen bir bağdır.” (Adler 2014: 51) Tek başına yaşayan
biri için bir anlam ifade etmeyen dilin ancak ikinci bir kişi devreye
girdiğinde anlam kazanacağı açıktır. Biriyle iletişime geçmek diğer
- 220-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
var olan nesnelerin sesinin azalmasına sebep olur ki bu da iletişim
bağını güçlendirir. Fakat romandaki bireyler duyamadıkları gürültü
içinde kendi seslerini tanıyamazlar.
Kişiler arası iletişimsizlik sadece arkadaşlar arasında değil Ömer ve
eşi Gail arasında da göze çarpar. “Hayır efendim, önemli! Artık hiçbir
şey yolunda gitmiyor. Gail’i mutlu edemiyorum. O kadar uzak ki
ulaşamıyorum bile.” (Şafak 2015: 25); “Yoksa Gail’in başka bir ismi mi
vardı? Gün içinde sıklıkla zihnini işgal eden o kahredici soru yeniden
dikildi karşısına. Ne kadar iyi tanıyordu acaba karısını?” (Şafak
2015: 30) Ömer eşine ulaşamamaktan yakınır. Aynı zamanda eşine
duyduğu şüphe beynini kemirir. Eşini tanımakla tanımamak arasında
kendini sorgular. “Bir başkasıyla konuşmaya girmek, kendi silahlarını
ve savunma düzeneklerini bir yere bırakmak; kendi mevzilerinin
kapılarını sonuna kadar açmak; kendini ötekine, yabancı olana açmak
ve kendini sürprizlere, karşı çıkışlara ve ithamlara açık tutmaktır.”
(Lingis 1997: 81) Ömer eşiyle olan iletişimde kapıları aralayıp ona
ulaşamaz. Elindeki şüphe silahını bırakmayan Ömer eşine karşı sürekli
temkinlidir. Her geçen gün sorular beyninde “yeniden” yer edinir.
Zihnindeki soru işaretleriyle sürdürdüğü evliliği eşiyle aynı noktada
buluşmalarını engeller.
Bir dile sahip olmama bütün roman bireylerinin ortak sorunudur.
Debra Ellen Thompson ve Gail arasındaki dil sorunsalı şöyle ifade
bulur: “Birden fazla hayat yaşamıştı ortak mazileri ve şimdi saplanıp
kaldıkları çıkmaz, bu mirası tüm katmanları ve karmaşasıyla açıklayıp
anlatacak bir dile sahip değildi. Uzun zaman önce atılmış bir çığlığın
azalarak yok olan yankısı gibi geçen her gün tükeniyordu aralarındaki
ilişki.” (Şafak 2015: 260) Debra ve Gail’in arasındaki ilişkinin tükenişi
ortak bir dile sahip olmamalarıdır. Ortak mazileri olmasına rağmen
birbirlerini anlayacak dili bulamazlar. Bir çığlık yankısı gibi açılan,
genişleyen ilişkileri iki ev arkadaşını bir savaşçı edasıyla karşı karşıya
getirir. Romanda kişilerin kendi dilleriyle olan mesafesi her alanda
kendini hissettirir. Abed’in İngilizce rüya görmesi yabancılaşmanın
başka bir yansımasıdır. “Tam o anda aşağıda birinci katta, Amerika’da
geçirdiği bir buçuk yılın ve ondan önce İngilizce öğrenmekle geçen
bir sürü senenin ardından Abed hayatında ilk olarak İngilizce rüya
görmeye başlamıştı.” (Şafak 2015: 146-147) Abed’in sadece İngilizce
öğrenmekten ibaret olan son yılları onun tüm yaşamını etkilediği gibi
bilinçaltında oluşan yabancılaşmayı da gözler önüne serer. İnsanın
en özgür olduğu rüya alemi dahi sıkıştırılmış, tekdüze, nesneleşmiş
yaşamın görüntüsüdür. Ömer Özsipahioğlu’nun dinlediği şarkıların
tamamının İngilizce oluşu da kendi dil ve kültüründen kopuşunun
başka bir kanıtıdır. İngilizce şarkıların sözleri onun memleketinden
Bildiriler Kitabı
- 221-
kaçışını, korkularını ve düşüncelerini ifade eder.
“Stuck in America/Amerika’da kısılıp kalmak
Running just to get away/Sadece kurtulmak için koştum.
I’m still trying to escape/Hala kaçmaya çalışıyorum.
Stuck in America-I’m lost in America/Amerika’da tutsağım-Amerika’da
kayboldum.
All I wanted was to get away/Tüm istediğim hep kurtulmak
Get away, get away/Kaçış, kaçış” (Şafak 2015: 189)
“Where is mymind?/Aklım nerede benim?
With your feet in the air and your head on the ground/Ayakların
havadayken ve aklın yerdeyken
Try this trick and spin it, yeah/Bu hileyi dene ve vücudun etrafında
(tam tersine) döndür.
Your head will collapse/Kafan içine çökecek
But there’s nothing in it/Ama içinde hiçbir şey olmayacak
And you’ll ask yourself/Ve kendine soracaksın
Where is my mind?/Aklım nerede benim?” (Şafak 2015: 92)
“I’m Afraid of Americans/Amerikalılardan korkarım
I’m afraid of the world/Dünyadan korkarım
Nobody needs anyone/Hiç kimsenin kimseye ihtiyacı yok.” (Şafak
2015: 94)
Ömer kültürel-dilsel farklılığı zaman ve saat kavramlarının zihninde
sorgulanmasıyla tekrar hisseder. “Türkçede zamanı öğrenmek için
insanlara saat sorulurdu. Hâlbuki İngilizcede zamanı öğrenmek için
insanlara zaman soruluyordu. İngilizce insanın zamana sahip olduğu
ya da olabileceği hissi vardı, hâlbuki Türkçede zamanı ölçme aracına
sahiptin ama zamanın kendisine asla. Bu kültürel-dilsel farkı tespit
eden Ömer tespitini neye yoracağını bilememişti.” (Şafak 2015: 90)
İçinde bulunduğu kültür ve dili (Amerika’yı) zihninde olumlamaya
giden Ömer “yabancı” olmaya zaman boyutunda da devam eder.
Zaman kavramı “belirlenmiş an” (Türkçe Sözlük 2005: 2641) saat ise
“bir günlük sürenin yirmi dörtte birine eşit, altmış dakikalık zaman
dilimi, zaman parçası” (Türkçe Sözlük 2005: 1993) demektir. Zaman, net
ve belirlenmiş bir an’ı, saat ise herhangi bir zaman parçasını ifade eder.
- 222-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Belirsizlik kendi dilinde zamansızlığa/anı yakalayamamasına sebep
olur. Bir başka dile ve zamana tutunmaya çalışır. Yaptığı karşılaştırma
dili ve kültürüyle olan açmazları daha da derinleştirir. Bulduğu tespiti
neye yoracağını bilemeyerek Araf’ta olmaya devam eder.
Yaşama bağlılığı olmayan Ömer, bütün hislerini ve eylemelerini
görünüşte, biçimde var eder. Görünüşten ibaret oluşu onun canını
sıkan şey olarak nitelenir. Gail ile sohbeti esnasında “Kendini
unutarak, kaybederek, sahip olmadığı kelimelerle, hayatı boyunca en
canını sıkan şeyden bahsetti: Mış gibi yapmaktan.” (Şafak 2015: 241)
sözlerini ifade eder. Kendini ve kelimelerini kaybeden Ömer’in hayatı
da “yaşarmış gibi” olmaktan öteye geçmez. Böyle bir birey donuk,
cansız sadece cisimleşmiş hareketlerden ibarettir. Sohbetin devamında
hayata “mış gibi” yaklaşımının başka bir varyantını gözler önüne serer.
“Bazen Piyu ve Abed’i kıskanıyorum. Onlar için hayatta ne yapmak
istedikleri, ABD’ye neden geldikleri, mezun olunca ne yapacakları,
nereye neye bağlı oldukları sorusunun cevabı gayet açık. Ama benim
için böyle değil. Ben sadece bunları biliyormuş gibi yapıyorum.” (Şafak
2015: 242) Başkalarının hayatıyla kendi hayatını karşılaştıran Ömer,
soruların içinde kendi cevaplarını biliyormuş gibi davranır.
Bedenen var olan Ömer Özsipahioğlu “birey” olma özelliğinden
yoksundur. “Birey, diğer insanlara benzer özellikler taşımakla birlikte,
düşünsellik, duygusallık, duyarlılık, yaşantı bakımından kendine özgü
yoğunluğu olan, yaratıcılığıyla, beğenileriyle hedefleriyle kendisine
dönük yaşam alanları yaratabilen, ayrıca hayatı insan ilişkilerini ve
bu bağlamda kendi aidiyetlerini sorgulayan, bu aidiyetlerin sayısını
alabildiğine azaltan ve özerkliğin sınırlarını genişleten kişi.” (Sazyek
2008: 21) Ömer kendine dönük yaşam alanları açmaya çalışırken
adımlarının kararsızlığı sebebiyle yerinde sayar. Özgürlüğünün
sınırlarını genişletmek yerine kendini gitgide daralan bir alana
sıkıştırır. Hapsolduğu bu alanda bir nesne olarak yaşar. Metinde Ömer
kendini «İnsan yabancı oldu mu kendisi olamıyor artık. Başkalarının
gözünde bir ulusal kimlikten ibaretim artık. Kendim hariç her şeyim.»
şeklinde tanımlar. Değişen ve dönüşen bir birey olarak değil sadece
madde olarak kendini anlatır. Hayatını bir kimlik kartına sıkıştırılmış
yazılara benzetir ve kendini onlardan ibaret sayar. Kendi hayatının
öznesi olmayı başaramaz. “... ve bu dünyada şahıs zamirinin anlamı o
kadar kaybolmuştur ki ‘ben düşünüyorum’, ‘ben tercih ederim’, ‘ben
hareket ederim’ gibi ifadeler içi boşaltılmış biçimlere dönüşmüştür.”
(Pappanheim 2002: 22) Ömer, düşünceleri, tercihleri ve eylemleri bir
anlam ifade etmeyen kalıplaşmış bir kişi haline döner.
Bildiriler Kitabı
- 223-
SONUÇ
Araf romanı ayakları zemine basmayan bireylerin “mış gibi”
yaşamlarının bir panoramasıdır. Aidiyetsizliğin kişilere, mekana,
zamana, eşyaya tesir edişidir. Farklı yollardan geçerek aynı merkezde
yolları kesişenlerin, farklı isimlerle benzer çıkmazları yaşayanların ortak
kaderidir. İsimleriyle başlatamadıkları var olma yolculuğunun kesintiye
uğrayışıdır. Eser, gerçek yabancının arayışı yolunda sorulan sorudur.
KAYNAKÇA
ADLER, Alfred (2014). İnsanı Tanıma Sanatı, İstanbul: Say Yayınları.
CÜCELOĞLU, Doğan (2015). İnsan İnsana, İstanbul: Remzi Kitabevi.
ERTOY, Muhammet (2007). Yabancılaşma Kader mi, Tercih mi?, Ankara:
Lotus Yayınevi.
GENÇOSMAN, Kemal Zeki (1995). Türk İsimleri Sözlüğü, İstanbul:
Tempo Yayınları.
LINGIS, Alphonso (1997). Ortak Bir şeyleri Olmayanların Ortaklığı,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
PAPPENHEIM, Fritz (2002). Modern İnsanın Yabancılaşması/Marx’a ve
Tönnies’ye Dayalı Bir Yorum, Ankara: Phoenix Yayınevi.
SAZYEK, Hakan (2008). Abdülhak
Yabancılaşma, Ankara: Akçağ Yayınları.
Şinasi
Hisar
Romanlarında
ŞAFAK, Elif (2015). Araf, İstanbul: Doğan Kitap
Türk Dil Kurumu (2005). Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.
YAVUZ, Yusuf Şevki (1991). “Araf”, Türk İslam Ansiklopedisi, C. 03,
İstanbul: TDV Yayınları.
- 224-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Ömer KÜÇÜKMEHMETOĞLU
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türkiyat Araştırmaları ABD Doktora Öğrencisi
[email protected]
EDEBÎ ÇEVİRİLERİN TÜRKİYE İLE TÜRK CUMHURİYETLERİ
ARASINDA KÜLTÜRLERARASI ETKİLEŞİMDEKİ YERİ, ÖNEMİ
VE YENİ YAKLAŞIMLAR
ÖZET
Kazak, Özbek, Tatar, Kırgız, Azerbaycan edebiyatlarından Türkçeye edebî
çeviriler son yıllarda hızla artmaktadır. Hece Yayınları tarafından 2014 yılı
içerisinde Çağdaş Kırım Tatar Öyküsü, Çağdaş Kazakistan Öyküsü, Çağdaş
Kırgızistan Öyküsü, Çağdaş Azerbaycan Öyküsü, Çağdaş Özbek Öyküsü
olmak üzere Türk Dünyası edebiyatı serisi yayımlandı. Türkiye’deki edebiyat
dergilerinde Türk Dünyası edebiyatından yüzlerce eser okurlarla buluştu.
Bunun yanında Türkiye’deki önemli yayınevlerinde Türk Dünyası Edebiyatı
serileri basılmaya başlandı. Bildiride çeviri faaliyetleri, çevirinin kültürlerarası
etkileşimdeki yeri ve önemi incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Türk Dünyası, Çeviri, Kültürlerarası Etkileşim.
ÇEVİRİ KAVRAMI VE EDEBÎ ÇEVİRİ
Çeviri Milli Eğitim Bakanlığı’nın dört ciltlik sözlüğünde “bir dilden
başka dile çevirme” anlamı taşımaktadır (Örnekleriyle Türkçe Sözlük
1995: 519). Çeviri tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. İletişimin var olduğu
andan itibaren çeşitli kültür ve toplumlar birbirleriyle anlaşabilmek için
çeviriye başvurmuş ve bu sayede birbirlerini anlayabilmişlerdir. Çeviri
pratiğinin milattan önce birinci yüzyılda yaşamış olan Cicero’ya kadar
uzandığı göz önüne alındığında, çevirinin köklü bir geçmişe sahip
olduğu ve daha o dönemlerde toplumları şekillendirip dönüştürmeye
başladığı söylenebilir. Ancak çevirinin bilim olarak kabul görmesi ve
akademik bir disiplin statüsü kazanması ancak yirminci yüzyılın ikinci
yarısında mümkün olabilmiştir. Akademik bir statü elde eden çeviri
alanı, çeviri pratiğine duyulan ihtiyacı da geçmişe oranla artırmıştır.
Bunda o dönemde yaşanan tarihsel olaylar ve gelişmeler de etkilidir
(Ersoy ve Odacıoğlu 2014: 368).
Günümüzde ise çeviri artık bir bilim objesi olmuştur. Çeviri bilimciler
Bildiriler Kitabı
- 225-
bugün bu olgunun neliği, niteliği, fonksiyonu ve daha birçok yönleri
üzerinde derin mütalaalar yapmakta, ilmi eserler, deneme ve makaleler
kaleme almaktadır. Tercümeye çeşitli tanımlar getirmekteler;
fakat bu tanımların hiçbiri tercümeyi bütün yönleriyle tanıtmaya
yetmemektedir. Çünkü tercümenin tanımı, incelemeye konu olan
çeviri objelerinin tür ve üslup özelliklerine ve bakış açılarına göre
farklı şekillerde yapılabilmektedir (Gürbüz 2010: 1451).
TÜRK DÜNYASI EDEBİYATINDAN TÜRKÇEYE ÇEVİRİLER
Edebî çeviriler Türk Dünyası’nın kendi içerisinde birbirini daha
yakından tanımasını sağlayan en temel araçlardan biridir. Türkiye’deki
önemli yayınevlerinde Türk Dünyası Edebiyatı serileri basılmaya
başlanmıştır. Azerbaycan edebiyatından son yıllarda Türkçeye edebî
çevirilerde hızlı bir artış gözlenmektedir. Türkiye’de Hece Öykü Dergisi,
Türk Dünyası Öykü sayıları yayımladı. Kazakistan’dan, Kırgızistan’dan,
Özbekistan’dan, Azerbaycan’dan, Kırım’dan, Türkmenistan’dan, Gagauz
Yeri’nden çağdaş ve klasik yazarların eserleri Türkçeye kazandırıldı.
Hece Öykü Dergisi 64. sayısı “Çağdaş Kırım Tatar Öyküsü” dosyasıyla
yayımlanmıştır. Bu süreç, Kırım Tatar özel sayısında Leniyara
Selimova’nın “1989 Yılından Günümüze Kadar Kırım’da Kırım Tatar
Matbuatı” başlıklı makalesiyle başlıyor. Kırım Tatarlarının önde gelen
gazetecilerinden Seyran Süleyman’ın Kırım Tatar Yazarlar Birliği
Başkanı Rıza Fazıl ile söyleşisi ve Ömer Küçükmehmetoğlu’nun Kırım
Tatar Yazarı Seyran Süleyman ile yaptığı edebî sohbet; Yusuf Bolat,
Gülnara Üseinova, Sebilâ Zareçnaya, Ediye Sarana, Ahtem Mazinov,
Lenera Memetova, Gülnara İlyasova, Üriye Kadirova, Seyran
Süleyman, Leniyara Celilova’nın hikâyeleri bu özel sayıda okuyucularla
buluşmuştur. Hece Öykü Dergisi 65. sayısı “Çağdaş Özbek Öyküsü”
olarak yayımlanmıştır. Bu sayıda Nizamettin Mahmudov ve Kurdaş
Kahramanov “Özbek Öykücülüğünün Gelişme Evreleri” başlıklı
makalesi, Alişer Nazar’ın çağdaş Özbek öykücülüğünün klasik yazarı
Ötkir Haşimov ile söyleşisi, Edibe Umirova’ın Pirimkul Kadirov ile
söyleşisi; Adil Yakubov, Ahmet Said, Ötkir Haşimov, Nazar Eşankul,
Pirimkul Kadirov, Nurali Kabul, Erkin Malik, Tolkin Hayit, Orinbay
Usman, Mahmut Yuldaşev, Bahtiyar Nuriddinov gibi önemli Özbek
yazarların hikâyeleri yer aldı.
Hece Öykü Dergisi “Çağdaş Gagauz Öyküsü” dosyasında Güllü
- 226-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Karanfil’in “Gagauz Edebiyatında Öykü” ve Mariya Kapaklı ile
Gagauz Öyküsü Üzerine söyleşisi ve Dimitri Karaçoban, Nikolay
Babaoğlu, Stepan Kuroglo, Petri Cebotar, Mariya Mercanka, Ekaterina
Ganeva, Konstantin Vasilioglu, Stepan Bulgar, Todur Marinoğlu,
Aydan Karanfil’in hikâyeleri neşredildi. Hece Öykü Dergisi, Kazak
edebiyatına iki tane özel sayı ayırdı. Kazak hikâyecilerin yer aldığı 52.
sayısı “Çağdaş Kazakistan Öyküsü-1” kapağıyla okurlarla buluştu.
Bu sayıda Jandos Kumganbayev’in “20. Asrın Başında Çağdaş
Kazak Edebiyatının Temeli Atılırken Oluşan Siyasi Durum”, Ömer
Küçükmehmetoğlu’nun Kazakistan-Türkiye Kültürel İlişkilerinin
Yorulmaz Emektarı Abdulvahap Kara ile röportajı; Beyimbet Maylin
Gabit Müsirepov, Bolat Kanatbayev, Didahmet Aşimhanulı, Nurdavlet
Bebihanulı Akış, Nesip Jünisbayulı, Ömirjan Abdıhalık’ın hikâyeleri
yer aldı. Derginin 61. sayısında yayımlanan “Çağdaş Kazakistan
Öyküsü-2” dosyasında ise Güljahan Orda’nın “Bağımsızlık Yıllarındaki
Kazak Öyküsünün Edebî Ufku”, Ömer Küçükmehmetoğlu’nun “Berik
Şahanov’un Öyküleri ve Sanatı Hakkında Bir Edebî Tenkit” başlıklı
makaleleri, Rozatay’ın Franz Kafka Edebiyat Ödülü’nün sahibi Kazak
yazar Tölen Abdik ile söyleşisi, Bavurjan Momışulı, Ibıray Altınsarin,
Berdibek Sokpakbayev, Cüsipbek Aymavıtov, Saken Seyfullin,
Mirjakıp Dulatov, Berik Şahanov, Turısbek Savketayev, Cumabay
Şaştayulı, Nağaşıbek Kapalbekulı’nın hikâyeleri bu sayıda yer alan
eserler arasındadır.
Hece Öykü Dergisi’nin “Çağdaş Kazan Tatar Öyküsü” dosyasında
“Elfet Zakircanov Çağdaş Tatar Hikâyeciliği”, Asiye Yunısova, Rkail
Zeydulla, Marsel Ğaliyev, Rabit Batulla, Zolfet Hakim, Remziye
Ğabdilhakova, Ayaz Ğıylecev, Ğalimcan Ğıylmananov, Daniye
Ğaynetdinova, Aygul Ahmetğaliyeva’nın hikâyeleri yer aldı. Çağdaş
Türkmen Öyküsü dosyasında ise Orazgılıç Çarı “Rivayetten Realizme
Doğru” başlıklı makalesi, Cuma Hudaygulı, Nargılıç Hocageldiyev,
Kömek Kulı, Ahmet Halmırat, Aman Goşa, Arap Gurbanov,
Meretmemmet Hanmemmedov’un eserleri yayımlandı. Hece Öykü
Dergisi 45. sayısında “Çağdaş Azerbaycan Öyküsü” dosyasını
yayımladı. Dosya Ömer Küçükmehmetoğlu’nun Azerbaycan
edebiyatının genç ve usta kalemi Selim Babullaoğlu’yla öykü üzerine
söyleşisiyle başlıyor. Özel sayıda Elçin Efendiyev, Yaşar Aliyev, Elçin
Hüseynbeyli, Vahid Memmedli, Eyvaz Zeynalov, Novruz Necefoğlu,
Kamil Efseroğlu, Aslan Guliyev, Natig Memmedli ve Elabbas
Bağırov’un hikâyeleri neşredildi.
Bildiriler Kitabı
- 227-
Hece Öykü Dergisi’nin Kırgız Öyküsü özel sayısında A. Sıdıkov’un
“Kırgız Hikâyesine Kısa Bir Bakış” ve A.
Asım Öz’ün “Kırgız
Kültürel Belleği ve Türkçe’deki Seyri” başlıklı makaleleri, Lokman
Baran’ın Kırgız yazar Turusbek Maldıbay’la söyleşisi Aydarbek
Sarmambet, İsmayil Kadirov, Asankadır Esenkanov, Ayım Aytbayeva,
Ayım Talgatbek Kızı, Baratbay Arakeyev, Caki Taştemirov, Cekşen
Aşubayev, Keneş Cusupov, Köçkön Saktanov, Tölögön Kasımbekov,
Şabdanbay Abdıramanov, Şükürbek Beyşenaliyev’in hikâyeleri
yer aldı. Hece Öykü Dergisi’nde iki dosya olarak yayımlanan bu
özel sayılar daha sonra aşağıda künyelerini gösterdiğimiz şekilde
kitaplaşarak antolojiye dönüşmüştür:
Çağdaş Özbek Öyküsü, Hece Yayınları, Eylül 2014, Birinci Baskı, Ankara.
Çağdaş Kırım Tatar Öyküsü, Hece Yayınları, Eylül 2014, Birinci Baskı, Ankara.
Çağdaş Kazakistan Öyküsü, Hece Yayınları, Şubat 2014, Birinci Baskı, Ankara.
Çağdaş Kırgızistan Öyküsü, Hece Yayınları, Şubat 2014, Birinci Baskı, Ankara.
Çağdaş Azerbaycan Öyküsü, Hece Yayınları, Şubat 2014, Birinci Baskı,
Ankara.
Çağdaş Türkmenistan Öyküsü, Hece Yayınları, Eylül 2014, Birinci Baskı,
Ankara.
Bu edebî dosyalarının çevirmenleri Leniyara Selimova, Abdulvahap
Kara, Güllü Karanfil, Ufuk Tuzman, Gülnar Kara, İbrahim Türkhan,
Halit Aşlar, Ertuğrul Ertekin, İmdat Avşar, Ege Çağla Önal ve Ömer
Küçükmehmetoğlu’dur. Ayrıca Türkiye’de İstanbul’da Ötüken
Yayınları, Ferfir Yayınları, Anatolia Yayınları, Selenge Yayınları, İQ
Kültür Sanat Yayınları, Bilge Kültür Yayınları, Özgü Yayınları, Ark
Yayınları, Kesit Yayınları, Eskişehir’de Türk Dünyası Vakfı Yayınları,
Ankara’da Türksoy Yayınları, AYB Yayınları, TYB Yayınları, Kurgan
Yayınları,
Elazığ’da Manas Yayınları, Erzurum’da Salkımsöğüt
Yayınları, Kayseri’de Şiir Vakti Yayınları, Berceste Yayınları Türk
Dünyası edebiyatı külliyatları yayımlamaktadır. Genel olarak Türk
Dünyası edebiyatından Türkçeye yapılan edebî çeviriler üzerinde
durduk. Türk edebiyatından kardeş dillere ve yabancı dillere yapılan
çevirilerin listesine kültür bakanlığı projesi olarak yürütülen TEDA’nın
web adresi olan http://www.teda.gov.tr adresinden ulaşılabilir.
- 228-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
SONUÇ
Türk Dünyası edebiyatından yapılan edebî çeviriler Türkiye ile
Türk Cumhuriyetleri arasında kültürel etkileşimde etkin bir rol
oynamaktadır. Türk Dünyası edebiyatının çağdaş ve klasik yazarları
Türkiye’de okurlarla buluşmakta ve bizler kardeş edebiyatların asırlara
dayanan edebî tecrübelerini okumaktayız. Edebî çeviriler üniversiteler
ve resmî kurumlar tarafından desteklendikçe bu süreç daha da
hızlanacaktır. Özellikle üniversitelerin bünyesinde gerçekleştirilen
projeler önem arz etmektedir. Bu sürece akademisyenlerin aktif şekilde
dahil olması kültürel akışı hızlandıracaktır.
KAYNAKÇA
Milli Eğitim Bakanlığı (1995). Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Ankara:
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
ERSOY, Hüseyin ve Mehmet Cem ODACIOĞLU (2014). “Türkiye’de
Serbest Çevirmenlerin Karşılaştıkları Sorunlar, Bu Sorunların Etkileri
ve Öneriler”, Turkish Studies - International Periodical For the Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic, 9 (6), ss. 367-378.
GÜRBÜZ, Faruk (2010). “Tercümenin Bir Başkalaşım Boyutu:
Metamorfizme”, Turkish Studies - International Periodical For the
Languages Literature and History of Turkish or Turkic, 5 (3), ss. 1450-1468.
ÖZDEMİR, Aşur (2014). Kazak Edebiyatında Hikâye, İstanbul: Ötüken
Yayınları.
SU, Hüseyin (2014). Çağdaş Kırım Tatar Öyküsü, Ankara: Hece Yayınları.
SU, Hüseyin (2014). Çağdaş Kazakistan Öyküsü, Ankara: Hece Yayınları.
SU, Hüseyin (2014). Çağdaş Kırgızistan Öyküsü, Ankara: Hece Yayınları.
SU, Hüseyin (2014). Çağdaş Azerbaycan Öyküsü, Ankara: Hece Yayınları.
ŞAHANOV, Berik (2013). Büyük Bozkırın Hikâyeleri, Kayseri: Şiir Vakti
Yayınları.
YOLCUYEV, Varis (2013). Sana İnanıyorum, İstanbul: IQ Kültür Sanat
Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 229-
Yazgül AKAT
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
ÇOKKÜLTÜRLÜLÜĞÜN EĞİTİME VE ÇOCUK
EDEBİYATINA YANSIMASI
ÖZET
Belli bir zaman diliminde ve belli bir bölgede yaşayan insanlara ait değerler
“yerel kültür”ü; bir ulusu diğerinden ayıran özellik ve değerler “ulusal
kültür”ü; fen, sanat, müzik gibi insan eliyle üretilen değerler ise “evrensel
kültür”ü oluşturur. Bir kültür, tüm bu kültürel değerler içinde yapılandırıyorsa
çokkültürlülük adını almış olur. Farklılıklar ve çeşitlilikler, hızla gelişen ve
popülerleşen kitle iletişim araçlarının etkisiyle birlikteliğin zenginliği olarak
görülmeye başlanmıştır. Politik alanda meydana gelen gelişmeler toplumun
her alanında bir değişim yarattığı gibi eğitimde de yansımaları olmaktadır.
Çokkültürlü eğitim, kendi kültürünü tanıyan, farklı düşünce ve yaşam biçimine
saygı duyan, farklılıkların zenginlik olduğunu kabul eden bireyler yetiştirmenin
temelini oluşturur. Çokkültürlülüğü derslerde ele almanın etkili yollarından
biri edebiyatın kullanılmasıdır. Çocuk edebiyatı kitapları ders materyali
olmanın ötesinde çocukların çoklu bakış açısını geliştirmelerini sağlar.
Anahtar Kelimeler: Çokkültürlülük, Çocuk Edebiyatı, Küreselleşme, Eğitim.
GİRİŞ
Çokkültürlülük; ırk, etnik yapı, dil, cinsel yönelim, yaş, cinsiyet, eğitim,
dini tercihler ve diğer kültürel boyutlar gibi oldukça geniş bir kapsama
sahiptir (Kılıç 2013: 353). Yirmi birinci yüzyılda iletişim araçlarının
gelişimi toplumları hiç olmadığı kadar birbirine yaklaştırmış,
kültürlerarası alışverişi inanılmaz boyutlara taşımıştır. İletişim
araçlarının hızla yayılması ve kullanımı küreselleşen bir dünyayı
beraberinde getirir. Bu durum toplumu yerellikten evrenselliğe
geçiş yapmasına olanak sağlar. Günümüz toplumlarında kültürel
heterojenliğin bir başka kaynağı da hareketliliktir. Uluslararası göç,
yirminci yüzyılın en önemli olgularından biri olmuştur ve yeni bin
yılın başında da önemini korumaya devam etmektedir. Göç olgusunun
sürekliliği önemli dönüşümleri gizler. Akımların coğrafi başlangıç
- 230-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
noktası, cinsiyet ve meslek guruplarına göre birleşimi, süresi ve
özellikle de ne anlama geldiği zaman içinde değişti, yüzyıl başındaki
kıtalar arası göçü, kısa mesafe göçleri, gidiş-gelişle hareketler ve göç
deneyimine başka bir anlam kazandıran ulus ötesi diasporalar izledi.
Anavatanla ilişkinin kopması daha az suçlanır oldu, ancak hiçbir
zaman kesin bir kopuş olmadı, etnik kimlikler canlılıklarını korudular.
“Çokkültürlü” ve ”çokkültürlülük” yeni ortaya çıkmış kavramlardır.
Sıfat olarak ilk kez 1941 yılında İngilizcede eski milliyetçiliklerin
bir anlam ifade etmediği, önyargısız ve bağsız bireylerden oluşan
kozmopolit bir toplumu nitelemek için kullanılırdı. Bu kelimeler
terim olarak ilk 1989 yılında İngilizce Oxford Sözlük’e girmiştir
(Doytcheva 2013: 15). Oysa Osmanlı İmparatorluğu gibi birçok
imparatorlukta yüzyıllar süren bir yaşam tarzıdır. İlk tahlil düzeyinde,
çokkültürlülüğün sosyal çevrelerden, dini inançlardan, etnik
kökenlerden veya milliyetlerden gelen bireylerin oluşturduğu çağdaş
toplumların bir özelliğini belirttiği düşünülebilir. Bu “demografik”
de denilebilecek betimlemeye dayanan tanımıyla kültürel çeşitliliğin
eş anlamlısı olduğu söylenebilir. Hâlbuki çeşitlilik çokkültürlülük
problematiğinin ortaya çıktığı ve bazılarına göre Amerikan
hegemonyası altında kültürel bir örnekleşmenin egemen olması içinde
bulunduğumuz döneme özgü değildir. Aslında, çeşitlilikten anlaşılan
ister etnik, ister ırk, kültür ya da “etnisite” olsun, insan toplumları her
zaman kültürel olarak çeşitlilik arz etmiştir
İkinci tahlil düzeyinde çokkültürlülük, dikkatimizi kültürel
farklılıkların toplumsal örgütlenmesine çeker. Bu durumda, farlılığın
bireysel bir olgu olmadığı kültürel temas durumlarında karşılıklı
etkileşime geçen (gelişen, zayıflayan, yeniden üretilen) toplumsal
kurumlarda vücut bulduğu düşüncesini ifade eder. Bu da insan
toplumlarının uzun süredir bilinen antropolojide kültürlenme,
melezleşme, kültürlerarası başlıklar altında incelenen bir yönüdür.
Batı toplumlarında bu, toplumsal çokkültürlülük özel kültürlerin
teşvik edilmesi, paylaşımı ve aktarılması amacıyla harekete geçen
sivil toplum örgütlenmelerinde ayrıcalıklı bir anlam bulur. Üçüncü
tahlil düzeyinde çokkültürlülük birtakım özel aidiyetlerin varlığını
ve değerini kabul etmekle kalmayan ayrıca bunları siyasi normlara ve
kurumlara kaydetmeyi de öneren belirli bir siyasi programı ifade eder
(Doytcheva 2013: 17). Söz konusu olan daha önce görülmemiş bir olgu
değildir (Çarlık Rusya, Osmanlı İmparatorluğu vb).
Bildiriler Kitabı
- 231-
Çokkültürlülük yalnızca bazı özel düzenlemelerden yararlanan birkaç
tarihsel topluluğun değil, kökeni ne olursa olsun bütün bireylerin
kültürel olarak tanınması projesidir. Demokratik ideal olarak görülse de
ortaya çıkışının eşitlik üzerine kurulmuş rejimlerle beraber olduğunu
söylemek doğru olmaz. Kültürel çeşitliliğin siyasi idaresi konusunda,
tarihsel olarak milli toplumlarda çokkültürlülükten daha önce ortaya
çıkmış olan iki yaklaşımdan söz edilebilir. İlki on dokuzuncu yüzyıl
sonları yirminci yüzyıl başlarının bir özelliği olan asimilasyon, buna
göre özel aidiyetler geçmişin eskiliklerin modernitede yok olmaya
mahkûm mirasıdır. Ardından, 1960’lı yıllardan itibaren özel kimliklerin
değerini ve önemini yeniden keşfetmeyi sağlayan bir toplumsal
hareketlilik yaratan etnik bir yenilenme gelir. Daha sonra, daha yakın
zamanlarda elde edilen ilerlemeler sayesinde, çeşitliliğe saygı duymak
adına toplumun örgütlenme biçimini sorgulayan kültürel çoğulculuk
düşüncesi normatif hale geldi ki çokkültürlülük projesi de bu anlama
gelir. Eğer çokkültürlülük kavramı kültürel çeşitlilikle ilgili siyasi
eylemlerde ve düşünümde kendini kabul ettirdiyse bu büyük oranda
siyaset felsefesinin katkısıyla olmuştur.
ÇOKKÜLTÜRLÜ EĞİTİM
Küreselleşme olgusu, sosyal yaşamımızın önemli bir parçası olarak
eğitim-öğretim faaliyetlerini de etkilemektedir. Küreselleşen dünyada
farklı kültürler ve toplumlar hakkında bilgi ve fikir sahibi olmak artık
lüks olmaktan çıkmış, gereklilik haline gelmiştir. Bu durumda eğitimöğretim faaliyetleri sosyal ve ekonomik değişikliklere bağlı olarak
dinamik ve sürekli kendini yenileyen, çağın gereklerine cevap veren
bir formda olmak zorundadır. Çokkültürlü eğitim, yirminci yüzyılın
sonlarında yayılmaya başlamış olmasına rağmen bu eğitimin bazı
biçimlerine on dokuzuncu yüzyılda da rastlanmaktadır. Günümüz
öğretim programlarını önemli derecede etkileyen bir faktör haline gelen
çokkültürlü eğitim, ABD, Avusturalya, Almanya gibi çokuluslu ve
çokkültürlü ülkelerde okul öncesi sınıflardan başlayarak uygulamaya
konulmaktadır (Cırık 2008: 31). Kültür, sosyal sınıf, din, dil ve etnik
köken gibi farklılıklar kişiler arası etkileşimde toplumun temel
özellikleridir. Bireylerin bu farklılıklar konusunda erken yaşlarda
eğitilmesinin, onların gelecekte küresel toplumun etkili birer üyesi
olarak yetişmelerinde yararlı olacağı düşünülmektedir. Çünkü sözü
edilen farklılıklar toplumların kutuplaşmasına, insanların birbiriyle
- 232-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
etkileşimlerinin kesilmesine ve toplumdan uzaklaşmasına neden
olmaktadır.
Çokkültürlü eğitim genel anlamda öğrencilerin akademik başarısını
arttırmayı ve kültürel duyarlılığı destekleyerek farklılıklar hakkındaki
önyargıyı azaltarak öğrencilerin düşüncelerinin küreselleşmesini
sağlamaktır. Bunu derslerde ele almanın en etkili ve kalıcı yollarından biri
edebiyatın ve edebi metinlerin kullanılmasıdır. Çokkültürlü edebiyatın
temelinde iletişim-edebiyat bağlamında birbirlerini tanımalarını ve
anlamalarına yardımcı olmaktadır. Çokkültürlü eğitim yaklaşımı
Türkiye’nin küreselleşme sürecinde, yerel, ulusal, uluslar üstü birlik ve
uluslararası boyutlarda, etkileşimli bir diyalog içine girmesini ve bütün
katılımcıların yararına kültürlerarası bir sentezin oluşmasını sağlayacaktır
ki içinde bulunduğumuz yüzyılın şartları da bunu gerektirmektedir.
Çokkültürlü öğrenme ortamları düzenlenirken öğretmenler, hem günlük
yaşamda hem de okul yaşamında kültürel ve bireysel farklılıkların
çatışmaya yol açmasını önleyecek durumlar üzerine çalışmalı ve farklılığın
toplumun gerçeği öncülünden uzaklaşmamalıdırlar.
Çokkültürlü eğitimin üzerinde en çok durduğu konulardan biri
elbette ki öğretmen eğitimidir. Çokkültürlü bir toplumda öğretmenin,
çokkültürlü yeterliliklere sahip olması gerekir. Bu amaçla çokkültürlülük
politikalarının uygulandığı veya eğitim sistemi gelişmiş ülkelerde
çokkültürlü farkındalık bilgi ve beceri, öğretmende olması gereken
nitelikler arasında sayılmaktadır. Yapılan araştırmaların sonuçları
incelendiğinde üniversite öğrencilerinin, öğretmenlerin ve yöneticilerin
eğitimle ilgili yeterliklerin istenilen düzeyde olmadığı görülmektedir.
Bu duruma bağlı olarak “öğretmen ve yöneticilerin çokkültürlü eğitime
karşı önyargılı davrandıkları veya çokkültürlü eğitim uygulamalarına,
öğrenme ortamlarında yer vermek istemedikleri” tespit edilmektedir
(Kılıç 2013: 366). Bu araştırmalarda yönetici algılarının, okulların
büyüklüğüne göre farklılaştığını, özellikle kırsal ve sosyo-ekonomik
olduğu bölgelerdeki yöneticilerin çokkültürlü eğitime karşı negatif
algıları olduğunu ortaya koymuşlardır.
İçinde yaşadığımız dönemde, ülkeler arasında bulunan sınırların bilim
ve teknolojideki gelişmeler sayesinde ortadan kalkmıştır. İnternet
ve sosyal paylaşım siteleri saniyeler içinde başka bir kıtada bulunan
kişilerle diyaloğa girmemizi sağlamaktadır. Eskiden günlerce, aylarca
süren yolculuk bugün teknoloji sayesinde saatlerle dakikalarla
hesaplanmaktadır. Farklı kültürlerin bir araya gelmesi ve kültürler
Bildiriler Kitabı
- 233-
arası diyaloğun geliştirilmesi bu dönemde ülkeler için bir zorunluluk
haline gelmiştir. Bu nedenle gelecek yüzyılda uluslararası alanlarda söz
sahibi olabilecek etkili ve verimli bireylerin yetiştirilebilmesi, ülkemiz
için eğitimde yeni bir paradigma olan çokkültürlü eğitimin, öğrenme
ortamlarına yansıtılmasıyla olanaklı olacaktır. Öte yandan, ülkemizde
çokkültürlü eğitim kavramının yanlış anlaşıldığı gözlenmektedir.
Çokkültürlü eğitim uygulamalarıyla ülkemizin bölünebileceği, bu
nedenle bu türden uygulamalara yer vermenin üniter devlet yapısını
bozabileceği öne sürülmektedir. Ancak siyasi, sosyal, ekonomik ve
toplumsal dengeleri oturmuş olan ülkemizin kuruluşundan bu yana
oluşturduğu güçlü yapıyı görmezden gelmek anlamına gelmektedir.
Her yıl binlerce öğretmenin atandığı ve birçoğunun kendi kültüründen
farklı bölgelerde görev yaptığı düşünüldüğünde, çokkültürlü temelli
bir öğretmen eğitim sisteminin önemi daha net ortaya çıkmaktadır.
Tektipleştiren eğitim anlayışından farklılıkları vurgulayan ve
gelişimini sağlayan bir yapıya geçilmesiyle özellikle dil, din, mezhep,
cinsiyet ayrımcılığı, cinsel yönelim ve benzeri konularda farklılıkları
kabul ve anlamaya yönelik eğitim programlarının geliştirilmesi daha
güvenli ve özgür bir eğitim ortamının sağlanmasına katkı duyacağı
düşünülmektedir.
ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK VE ÇOCUK EDEBİYATI
Çokkültürlü edebiyat üzerine inceleme yapan araştırmacılar çokkültürlü
edebiyatı tanımlarken şu üç kavramı kullanmaktadır: Dünya Edebiyatı,
Uluslararası Edebiyat ve Azınlık Edebiyatı (Destebaşı ve Karabuğa
2013: 306). Bu edebiyat türlerinin hepsi çokkültürlü bir eğitim için ayrı
bir öneme sahiptir. Çünkü yaşadığımız çağ göz önüne alındığında
çokkültürlü toplumların kültürel çeşitliliklerini devam ettirebilmeleri
ve kültürel farklılıkları avantajlı duruma dönüştürebilmeleri ancak
çokkültürlü eğitimle ve çokkültürlü eğitimin ögeleriyle mümkün
olabilir. Çok uluslu devletler için daha çok etnik köken yönünden ele
alınan çokkültürlülük, edebiyatta çok geniş bir yelpazede sunulur.
Kültürün en önemli taşıyıcı ögelerinden biri olan edebi eserler
incelendiğinde bu kültürel ögelerin kurmaca veya kurmaca olmayan
bir anlatımla ele alınarak işlendiğini görmekteyiz. Geçmişte olduğu
kadar günümüzde de çeviri eserler çocuk edebiyatımız içinde geniş
bir çerçevede yer alır. İletişim teknolojileri vasıtasıyla ortadan kalkan
- 234-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
coğrafi sınırlar kültürlerin de iç içe geçmesine sebep olmaktadır.
Uluslararası edebiyatın öğrencilere sağladığı en önemli özellik, onların,
dünyaya farlı bir kültür penceresinden bakmaları için imkânlar
sunmasıdır. Çokkültürlü edebiyatın öğretimi bir şekilde öğrencilerin
kültürel bakış açılarını değiştirecek, onlara hem kendi yaşamlarını hem
de çevrelerindekileri anlamaları için yardım edecek şekilde olmalıdır.
Böylelikle öğrenciler okuduklarını daha iyi anlayıp metinleri değişik
yönlerden değerlendirebileceklerdir. Geniş bir anlamda çokkültürlü
çocuk edebiyatı her kitabı içerir çünkü her bir kitap kültürün farklı
yönlerinden gelmekte ve her kitap; cinsiyet, sosyo-ekonomik durum,
etnik köken gibi çoklu perspektiften okunabilmektedir. Eleştirel
okumaya dayanan bu okuma çalışmaları insanların farklı dünyaları
algılamalarına, ortak kültür ögelerinin çevresinde buluşabileceklerine
olanak sağlayacaktır. Eleştirel okuma tam anlamıyla bu tür çalışmalarda
etkisini gösterecektir. Bir metni sadece harflerden kurulu yazılı bir
nesne olarak görmemek, derinlemesine metinlerin içerisine girip
satırlar arası okumalar yaparak kültür ögelerini, kültürel benzerlikleri
ve farklılıkları özümseyerek tespit edebilmek çokkültürlü edebiyat
eserlerinin derslerde kullanımıyla sağlanacaktır.
Kültürel sınırların giderek belirsizleştiği bir dünyada çokkültürlü
ve uluslararası çocuk edebiyatı eserlerinin üstlendiği rol de farklı
boyutlara ulaşmıştır. Çocuk edebiyatının tarihsel gelişimine
baktığımızda, uluslararası çocuk edebiyatı eserlerinin bu gelişimde
önemli bir yere sahip olduğunu görürüz. Uluslararası çocuk edebiyatı,
küreselleşmenin etkisiyle çocuk edebiyatı içindeki etkisini hissedilir
biçimde arttırarak gelişmeye ve yayılmaya devam etmektedir. Hatta
MEB tarafından hazırlanan yüz temel eser listesinde kendine yer
edinmiştir. Fakat bu kitaplara eğitim öğretim süreci içinde pek yer
verilmemekte sadece okutulup özet çıkartılması gereken kitaplar
olarak görülmektedir. Bu eserler yabancı kültürlerin taşıyıcı unsurları
olarak görülmeyip, eleştirel okuma göz ardı edildiği için sonuç olarak
sıradan metinler olarak algılanmaktadır. “Kültürel gerçeklik” kavramı
etrafında değerlendirilmesiyle öğrenciye ya da bireye fayda sağlayan
bu kitaplar maalesef yıllardır kimseye bir şey katmamaktadır.
Kültürel gerçeklik ise, kitapta yansıtılan dünya görüşünün, değerlerin,
inançların ve gündelik hayat içindeki ayrıntıların ve dilin bahsedilen
kültürle ilişkilendirilerek analiz edilmesiyle ortaya çıkan bütün
kültürel ögeleri yansıtır.
Bildiriler Kitabı
- 235-
SONUÇ
Yeryüzünde yaşayan tüm toplumlar tarihin her döneminde birbirleriyle
gerek göç gerek ticari sebeplerle kültürel alışverişlerde bulunmuşlardır.
Bu sayede birbirlerini tanıma, gözlemleme ve değerlerine aşina olma
fırsatı yakalamışlar, kimi zaman etkilendikleri durumları kendi yaşayış
biçimlerine sokarak ortak hassasiyet noktaları oluşturmuşlardır.
Bu noktada içlerinde birden fazla yaşayış biçimlerinin olduğu
topluluklarda ya kabullenme ya da red durumlarının oluştuğunu
söylemek mümkündür. Çokkültürlü bir toplumun temelini demokrasi,
laiklik ve çoğulculuk oluşturur. Çoğulculuk, sadece bir siyasal felsefe
değildir. Her ne kadar “çokkültürlülük” kavram olarak yeni olarak
görünse de, çokkültürlü olma zaten olagelmiş bir durumdur. Bilinen
Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde olduğu gibi toplumsal farklılıkları
benimseme tarzına dönüştürmüşlerdir. İçinde barındırdığı çok
sesliliğin farklılığını aynı çatı altında bütünleştirmesini bilen kurum,
devlet ya da toplulukların kendi içinde çokkültürlülüğünden
bahsetmek mümkündür (Alkış Küçükaydın 2012: 584).
Son yıllarda eğitim alanında çokkültürlülük ile ilgili çalışmaların sayısı
artmakla birlikte yetersiz olduğu düşünülmektedir. Çünkü her yıl
binlerce öğretmen kendi kültüründen farklı bölgelerde görev yaptığı
düşünüldüğünde Türkiye çokkültürlü toplumuna uygun bir eğitim
sistemi ve öğretmen eğitim modeli geliştirmek için daha çok çalışmaya
ihtiyaç vardır. Farklı kültürlerin edebiyatlarına bakarak ortak siyasi
hareketler, duygu ve eğilimler, ahlak anlayışları da yakalanabilir.
Çokkültürlü ve uluslararası çocuk edebiyatı ders kitapları olmanın
ötesinde ders içinde ve ders dışında kullanma, öğrencilere bir
süreliğine de olsa kültürün çeşitli yanlarını göstermesi bakımından
yararlı materyallerdir. Çünkü günümüz anlaşmazlıkların, önyargıların
büyük nedeni toplumların, sosyal grupların, bireylerin birbirini
tanımamalarından ve çoklu bakış açısına sahip olmamalarından
kaynaklanmaktadır (Kılıç 2013: 361).
KAYNAKÇA
ALKIŞ KÜÇÜKAYDIN, Mensure, ARSLAN, Rumiye ve Şafak
ULUÇINAR SAĞIR (2012). “Çokkültürlülüğün Medya Edebiyat ve
Müziğe Yansımaları”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 7, S.
34, ss. 583-593.
- 236-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
CIRIK, İlker (2008). “Çokkültürlü Eğitim ve Yansımaları”, Hacettepe
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi (H.U.Journal of Education), 34, ss. 27-40.
DESTEBAŞI, Fatih ve Hüseyin KARABUĞA (2013). “Kültür Köprüsü:
Uluslararası Çocuk Edebiyatı Eserlerinin Öğretim Materyali Olarak
Kullanımı”, Eğitim ve Öğretim Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, S. 3, ss. 297-315.
DOYTCHEVA, Milena (2013). Çokkültürlülük, 2. Basım, İstanbul:
İletişim Yayınları.
KAPLAN, Mehmet (2011). Kültür ve Dil, 27. Basım, İstanbul: Dergâh
Yayınları.
ONG, Walter (2013). Sözlü ve Yazılı Kültür, 4. Basım, İstanbul: Metis
Yayınları.
POLAT, İlhan ve Eylem KILIÇ (2013). “Türkiye’de Çokkültürlü
Eğitim ve Çokkültürlü Eğitimde Öğretmen Yeterlilikleri”, Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt X, S. 1, ss. 352-372.
Bildiriler Kitabı
- 237-
Funda BUGAN
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Doktora Öğrencisi
[email protected]
BÂKÎ’NİN KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN’A YAZDIĞI KASİDE
ÜZERİNE İNCELEME
ÖZET
Bâkî, Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak dönemi olan on altıncı yüzyılda
Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamış ve halk tarafından da büyük itibar
görmüştür. Onun şairliğinin tanınmasında Kanunî’nin etkisinin büyük olması
gibi Osmanlı sosyal hayatı ve şehir kültürünün tanınmasında da Bâkî’nin etkisi
büyüktür. Bâkî’nin şiirlerinde İstanbul ve on altıncı yüzyıl sosyal hayatının
(eğlence, tarih, savaş vs.) izleri açık biçimde gözlemlenmektedir. Özellikle
onun Kanunî’ye yazdığı kasidelerinin nesib bölümünde dönemin şaşaasını,
sarayın ve bahçelerin ihtişamını kısaca dönemin kültür unsurlarını görmek
mümkündür. Çalışma konumuz olan kaside bu bakımdan dönemin sosyal ve
kültürel hayatını yansıtmasının yanı sıra tarihî kişiler ve mitolojik inanışlara da
yer vermiştir. Bâkî’nin kasidesinde Arap ve Fars kültüründen Türk kültürüne
geçişteki ortak temayüller dikkat çekmektedir. Kasidenin nesib bölümünde
felek ve yedi kat gökyüzü katmanının tasviri yapılmıştır. Kasidede ayrı ayrı yer
verilen dokuz kat feleğin isimleri şöyledir: Kamer (Ay), Utarîd (Merkür), Zühre
(Çobanyıldızı), Şems (Güneş), Merih, Müşterî (Jüpiter), Zuhal (Satürn). Türk
mitolojisinde en sık kullanılan mazmunlardan biri “yedi kat felek”tir. Sekizinci
felek Felek’ül-Bürûc (burçların bulunduğu yer), dokuzuncu ve son kat da
içinde hiçbir şey bulunmayan ve tüm gökleri kaplayan Felek’ül-Âzam’dır.
Bâkî, bahsi geçen kasidede öyle bir tablo çizmiştir ki gökyüzü sahnesinde önce
yıldızların ışıltılı hâlini, Samanyolu’nun ışıklarla bezeli yolunu göstermiş
ardından sahneye yıldızların komutanı edasıyla Ay çıkmış, bu ahenkli
toplantıya Utarit eline yıldızlardan yapılmış kalemiyle katılıp olan biteni
tarihe not düşmüştür. Toplam 42 beyit olan kasidenin 13-37 beyitleri arası
methiye bölümüne, 38-42 beyitleri arası da duaya ayrılmıştır. Kanunî’ye övgü
amacıyla yazılmış olan kasidede nesib bölümü padişahın ihtişamına yakışır
bir şekilde düzenlenmiş ve methiye bölümünde de Kanunî’nin savaşçılığı,
adaleti ve cömertliği üzerinde durulmuştur. Fahriye bölümüne yer verilmeyen
kaside; nesib, methiye ve dua bölümlerinden oluşmaktadır. Çalışmamızın
amacı, kasidenin şerh metoduyla incelenerek yazıldığı dönemin sosyokültürel hayatına ışık tutmasını sağlamaktır.
Anahtar Kelimeler: Bâkî, Kaside, İnceleme, Mitoloji, Felek.
- 238-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
On altıncı yüzyıla ismini altın harflerle yazan söz ustası Bâkî, 1526/1527
yılında İstanbul’da doğmuştur. Hayatının önemli bir kısmını İstanbul’da
geçiren Bâkî, çocukluğunda Fatih Camii müezzinlerinden olan babası
Mehmet Efendi’nin yanında bir süre saraç çıraklığı yapmıştır. Bâkî’nin
ilime olan düşkünlüğü henüz çocuk yaşta iken babasının da dikkatini
çekmiş ve Bâkî, babası tarafından medrese eğitimine gönderilmiştir.
Bâkî, medresede önemli hocalardan ders alma şansı bulmuş ve
böylelikle onun şairlik kabiliyeti hocaları tarafından da fark edilmiştir.
Henüz genç yaşta iken hocası Karamanlı Mehmed Efendi hakkında
söylemiş olduğu Sünbül Kasidesi şöhretine şöhret katmıştır. Medrese
eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik yapan
Bâkî şeyhülislam olmak istemiş ancak buna ömrü yetmemiştir. Yaşamı
boyunca Kanunî Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murat ve III. Mehmed
gibi önemli Osmanlı padişahlarının devrine şahitlik etmiştir. Özellikle
Kanunî döneminde halk tarafından da büyük itibar görmüştür. Onun
şairliğinin tanınmasında Kanunî’nin etkisi büyüktür. Bu ihsan ve ilgiyi
karşılıksız bırakmayan Bâkî, Kanunî’yi şahane kasidelerle methetmiştir.
Her şaire nail olmayan şeyi, yaşarken tadan Bâkî Sultanu’ş-Şuâra unvanını
almıştır. Şairlerin sultanı Bâkî, doğup büyüdüğü toprakların dilini
şiirlerine adeta bir kuyumcu edasıyla işlemiştir. Bir söz ustası olan şair
kelimeleri hayallerle yoğurarak anlatmak istediğini bazen bir ressam,
bazen bir hikâye anlatıcısı edasıyla şiire işler. Okuyucunun zihninde
oluşturmak istediği tabloyu fırça darbeleriyle adeta muhatabının zihnine
kazır. Bâkî’nin şiirlerinde Kanunî dönemini ve bu dönemin özelliklerine
sık rastlanır. Özellikle onun Kanunî’ye yazdığı kasidelerinin nesib
bölümünde dönemin şaşaasını, sarayın ve bahçelerin ihtişamını görmek
mümkündür. “Şairler, şiirlerinde onun cihangirliğine işaret ederler.
Başka sultanlar için birer mübalağa olan ifadeler, Kanunî söz konusu
olduğunda gerçeğe dönüşür. Bâki›ye göre, Kanunî atına bindiğinde
dünya arsası ona dar gelir.” (Kurnaz 2013)
İşte müderris, âlim, sultanu’ş-şuâra Bâkî, devrin padişahı Kanunî Sultan
Süleyman’a yazmış olduğu kasidelerden biri olan ve tertipli divanında
ilk sırada bulunan Kasîde Berây-ı Sultan Süleymân Hân Aleyhi’r-Rahmetü
Ve’l-Gufrân başlıklı kasidede Kanunî’nin cihangirliğine ve savaşçı
özelliğine övgü yapmış ve almış fırçayı eline ince ince dokunuşlarla bir
tablo oluşturmuştur. Bâkî, kaleme aldığı kasidenin nesib bölümünde
felek ve yedi kat göğün tasvirini yapmıştır. Bu tasviri bir düzen içinde
yapan şair adeta okuyucuya yedi kat gökyüzünün resmini sunmuştur.
Bildiriler Kitabı
- 239-
Bu bölümün incelemesine geçmeden önce Türk mitolojisindeki felek
kavramına açıklık getirmek yerinde olacaktır. Divan şairlerinin gerek
gazellerinde gerek kaside ve mesnevilerinde sıkça kullandıkları bir
mazmun olan feleğin sözlük karşılığı göktür. Eskilere göre gök tabakası
felekler dokuzdur. Her semada bir yıldız tasavvur edilmiştir. Bu yedi
seyyar yıldızdan her birinin dünyaya ve dünya üzerindeki canlı cansız
her şeye hâkim ve müessir olduğu farz olunmuş, her yıldız az çok
uğurlu, uğursuz sayılmış ve her birinin hususi tabiatları, hâkim olduğu
iklimleri, hâkimiyet saatleri olduğu sanılmış, işte bu sebeple dünyada
olup biten her şey feleğe isnat olunmuştur. Kaza ve kadere itiraz etmeyen
şairler dünyada olup biteni feleğe ve yıldızlara isnat, rûhi tezahürlerini
böylelikle izhar etmişlerdir (Onay 2007: 156). Dokuz kat feleğin isimleri
şöyledir: Kamer (Ay), Utarîd (Merkür), Zühre (Çobanyıldızı), Şems
(Güneş), Merih, Müşterî (Jüpiter), Zuhal (Satürn). Türk mitolojisinde
en sık yedi kat felek kullanılır. Sekizinci felek Felek’ül-Bürûc (burçların
bulunduğu yer), dokuzuncu ve son kat da içinde hiçbir şey bulunmayan
ve tüm gökleri kaplayan Felek’ül-Âzam’dır. Hemen her şairin şiirine
konu olan ve bir şekilde şikâyet ettiği felek astronomiye göre bir merkez
etrafında ve doğudan batıya doğru yani tersine döner. Bu sebeple pek
çok şair feleğin vefasızlığını ve aldatmacasını bu tersine dönüşe bağlar.
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme adlı eserinde felekleri aşağıdaki
şekilde şemalaştırmıştır (Çınar 2009: 780).
Yukarıdaki felek şemasında da gösterildiği üzere yedi kat gökyüzü
(heft iklim) her biri ayrı özellikler göstererek Bâkî’nin bahsi geçen
- 240-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kasidesinde bir sıra hâlinde verilmektedir. Bâkî, kasidenin nesib
bölümünün ilk beyitinden itibaren okuyucuyu bir gökyüzü tablosu ile
baş başa bırakır.
Hengâm-ı şeb ki küngüre-i kasr-ı âsmân
Zeyn olmış idi şuclelenüp şemc-i ahterân
“Gece vaktinde, gökyüzü sarayının en yüksek tepesi yıldızların mumu
ile ışıldayıp süslenmişti.”
Söz üstadı Bâkî, ilk beyitte çizeceği tablonun ilk fırça darbesini gökyüzü
teması üzerine atmaktadır. Diğer beyitlere hazırlık niteliğinde olan
bu beyitte tablonun zemini oluşturulur. Bu zemin karanlıktır ve
geceyi simgeler. Vakit gecedir ve gece vaktinde gökyüzünde bulunan
yıldızlar parlaklıklarıyla bu gök kubbeyi süsler. Yıldızların ışıltısı
gece vaktinde yakılan mum ile özdeşleştirilmiş ve saraya (gökyüzü)
ışık veren kaynağın yıldızlar olduğu üzerinde durulmuştur. Beyitte
gökyüzü teması üzerine kurulmuş şeb, âsmân, ahterân kelimeleriyle
gece ile ilgili tenasüp yapılmıştır.
Hayl-i kevâkıb içre yanup meşcal-i kamer
Sahn-ı semâda rûşen idi râh-ı kehkeşân
“Ayın meşalesi yıldız kalabalığı içinde yanınca gökyüzü sahnesinde
Samanyolu aydınlandı.”
Beyitte yıldızlara ışık veren Ay’ın onların yolunu aydınlatmak için bir
meşale tuttuğu görünüyor. Gerçekten de gece vaktinde gökyüzünde
bulunan ayın yıldızlara ışık saçmak için önderlik yaptığı aşikârdır.
Milyonlarca yıldız içinde onlara adeta hocalık yapan, ışığıyla onları
aydınlatan Ay, gökyüzü sahnesinin komutanı gibi betimlenmiştir. İlk
beyitteki anlatımı devam ettirmeye kararlı olan şairimiz yine gökyüzü
terimleri olan kevâkıb, kamer, semâ, kehkeşân kelimeleriyle tenasüp sanatına
başvurmuştur. Söyleyişte monotonluktan oldukça uzak olan Bâkî, iki
beyitte de “yıldız” kelimesini kullanmış fakat her seferinde kevâkıb ve
ahterân olarak farklı karşılıklarını da kullanarak söyleyişteki ustalığını
okuyucuya sezdirmiştir. Ayrıca Ay’ın yıldızlara ışık vermesini, onların
yolunu açmak istemesine bağlayarak hüsn-i talil sanatına başvurmuştur.
Yine Ay’ın ışığı meşaleye benzetilerek istiare yapılmıştır.
Bir gökyüzü unsuru olan kehkeşanın (Samanyolu), feleğin katmanlarının
anlatılmasına zemin hazırladığı düşünülebilir. Türk mitolojisine göre
Samanyolu’nun ötesinde Hayat suyu ve bir nevi Cennet vardır. Aynı
Bildiriler Kitabı
- 241-
zamanda Samanyolu, ruhların ötesine ve Tanrı’ya giden bir yoldur.
Bu kavramın beyite gelişigüzel serpilmediği ortadadır. Şair, diğer
cevherlerini gökyüzüne saçmak için kehkeşandan yardım alarak bu
cevherlere adeta parlak yıldızlarla süslü bir yol açmıştır. Feleğin ilk
tabakası olan kamer bu beyitte kendini göstermektedir. Dünyaya en
yakın felekteki Ay (kamer, mah) sa’d-ı mutavassıt orta uğurludur.
Güneş sultanının veziridir ve beyaz renge hâkimdir (İpekten 2011:
42). Bu nedenle ilk beyite hâkim olan siyah renk bu beyitte kamerin
etkisiyle aydınlık, parıltılı bir renk cümbüşüne bürünür. Bâkî, feleğin
birinci katında olan aydan başlayarak her tabakayı sırayla saymaya
başlar. Diğer beyitlerde bu tablonun devamı gelecektir.
Dest urmış idi kilk-i şihâba debîr-i çarh
Tugrâ-nüvîs-i hükm-i Hudâvend-i ins ü cân
“İnsanların ve tüm canlıların efendisinin emirlerinin tuğrasını yazan
göğün kâtibi, yıldız kalemini eline almıştı.”
Beyitte geçen Hudavend, “Allah” kelimesinin karşılığıdır. İnsanların
ve bütün canlı varlıkların yaratıcısı olan Allah’ın emir ve hükümlerini
yazan kâtip, gökyüzünün de kâtibi olarak bilinen Utarit gezegenidir.
Burada eline içinde yıldızların bulunduğu bir hokka alıp Allah’ın
emirlerini yazan bir yazıcı olarak resmedilmiştir. Utarit, bugün Merkür
gezegeni olarak bilinir. Utarit Türk mitolojisine göre uğurlu bir yıldız
olmasının yanı sıra Ay’ın dostu, Güneş ve Zühre’nin de düşmanıdır.
Bunun için eski Türkler de ona, Tilek yani Dilek derlerdi. Utarit’e karşı
dilekler dilenir ve bu dileğin yerine getirilmesi beklenirdi. Utarit, güneşe
yakın bir seyyâredir. Nücûm ilmine göre yeri ikinci kat göktür. Şiir ve
musahâbenin, nutuk ve kitâbetin piri sayılır (Onay 2007: 398). Utarit’in
kitabet piri olması dolayısıyla Bâkî, Utarit’i feleğin kâtibi olarak verir
ve o kâtip Allah’ın emirlerini yıldız kalemiyle yazar. Utarit üzerine
kurulu beyitte kitabetin efendisi için kitabetle ilgili tenasüp sanatına
başvurularak kilk, debîr, nüvis gibi yazıyla ilgili kelimelere yer verilmiştir.
Ayrıca Utarit yerine debîr-i çarh denilerek istiare yapılmıştır. Göğün ilk
katmanı olan Ay ile başlayan Bâkî önderliğindeki gökyüzü seyahatimiz
Utarit ile devam eder. Sırada göğün üçüncü tabakası olan Zühre vardır.
Bezm-i felekde urmış idi Zühre sâza çeng
Ayş u safâda hurrem ü handân u şâd-mân
c
“Zühre yıldızı, felek meclisinde yiyip içmiş ve sazı eline almıştı.
Eğlenerek, gülerek, mutlu ve neşeli bir hâl almıştı.”
- 242-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Bâkî beyitte öyle bir tablo çizmiştir ki gökyüzü sahnesinde önce
yıldızların ışıltılı hâlini, Samanyolu’nun ışıklarla bezeli yolunu
göstermiş ardından sahneye yıldızların komutanı edasıyla Ay çıkmış,
bu ahenkli toplantıya Utarit eline yıldızlardan yapılmış kalemini alıp
olan biteni tek bir anı dahi kaçırmamak adına yazmaktadır. Şimdi ise
bu eğlence meclisine Zühre katılmış ve o da eline sazı alıp kendini
ayşu işrete vermiştir. Bâkî gibi rind bir şairin kaleminden dökülen
bir manzara tasviri ancak bu şekilde anlatılabilirdi. Feleği bir eğlence
meclisine benzetmiştir ve bu meclise Zühre, sazıyla neşe katmaktadır.
Zühre yıldızının meydana gelişi şöyle bir söylentiye bağlanır: Hârût ve
Mârût adlarındaki melekler günah işledikleri için insanları kınayınca
Tanrı onlardaki nefsin kendilerinde olmadığını, yoksa nefislerine uyup
aynı şeyi yapacaklarını söylemiş. Melekler “Hâşâ, biz doğru yoldan
ayrılmazdık.” deyince onları sınamak için Babil’e göndermiş. Hârût
ve Mârût gündüz kadılık yapar, gece ism-i âzamı okuyarak göğe
çıkarlarmış. Kocasından ayrılmak için onlara başvuran güzel bir kadın
meleklere şarap içirip puta taptırmış ve kocasını öldürtmüş. Sonra da
onlardan ism-i âzamı öğrenerek göğe çıkmış. Tanrı Hârût ve Mârût’u
Babil’de bir kuyuya saçlarından asıp cezalandırırken kadını da Zühre
yıldızı yapmış (İpekten 2011: 44). Zühre halk arasında Çobanyıldızı
olarak bilinir. Feleğin üçüncü katında olan bu yıldız Batıda Merkür
(günümüzde bizde de bu şekilde anılır) ismini almıştır. Zühre aşk ve
musiki makamındadır. Bu muhteşem tabloda da ancak bu özelliklere
sahip bir yıldızın eline sazı alıp çalması beklenir. Bâkî, feleğin katlarını
bir bir arşınlamaya devam eder.
Bu çarh-ı çenberîde tutup devr usûlini
Deflâf-ı mihr kılmış idi çihresin nihân
“Bu felek dairesinde güneşin def çalgıcısı (Zühre yıldızı) devrin
usulüne uyarak yüzünü gizlemişti.”
Zühre, musikiyi simgeleyen bir yıldız olması münasebetiyle beyitte
güneşin defçisi olarak karşımıza çıkar. Beyitte Bâkî, bir eğlence meclisi
tablosu çizmiştir. Bu meclisin hükümdarı, şahı güneştir ve bir çalgıcı
olan Zühre yıldızı onun için def çalar. Ancak dişi bir yıldız olması
dolayısıyla utanarak yüzünü gizler. Burada betimlenen o dönemdeki
kadınların mahrem yerlerde yüzlerini bir tül parçasıyla örtmeleridir.
Meclisi coşturup neşelendiren Zühre mahmur bir kız edasıyla hem
defini çalar hem de yüzünü örter. Beyit Zühre yıldızı üzerine kurulmuş
gibi görünse de aslında Bâkî görevini başarıyla yerine getiren bir usta
Bildiriler Kitabı
- 243-
edasıyla feleğin katmanlarını saymaya devam etmektedir. Bir önceki
beyitte feleğin üçüncü katmanında bulunan Zühre yıldızını anlatan
şair, bu beyitte de feleğin dördüncü katmanında olan Güneş’i ön plana
çıkarmaktadır. Güneş nücûm ilmine göre güç, kuvvet ve iktidarın
sembolüdür. Bu sebeple gökyüzünün sultanı olarak görülür. Güneş
komutan, yıldızlar da onun askerleridir. Göğün dördüncü katında
bulunan Güneş, sarı rengi sembolize eder. Bu sebeple altın ile hem
renk hem de değer olarak özdeşleşmiştir. Eski Türk mitolojisine
göre Güneş, dişidir ve ona Güneş Ana diye hitap edilmesi de onun
yüceliğini göstermektedir.
Bir tîg-i zer-nişân ile girmişdi carsaya
Şemşîr-bâz-ı macreke-i sahn-ı âsmân
“Gök sahnesinin savaş alanının kılıç oynatıcısı altın işlemeli bir kılıçla
savaş alanına girmişti.”
Sırada bir savaşçı vardır. Sahneye kılıç, kalkan sesleriyle girer. Felek
dairesinin savaşçı yıldızı, gökyüzünün başkomutanı olan yıldız
Mirrih’dir. Yedi yıldızdan biri olan Mirrih, gökyüzünün beşinci
katındadır. Günümüzde Mars olarak bilinen bu yıldız savaşçılığın ve
kahramanlığın sembolüdür. Sahneye çıkan Mirrih yıldızı beraberinde
kılıç seslerini de getirmektedir. Diğer beyitlere göre ş sesi daha çok
kullanılmıştır ve bu kullanımla adeta savaş alanında kılıçların birbirine
vurduklarında çıkan ses kulaklarda çınlar. Aynı zamanda tîg, zernişân, şemşîr-bâz, ma’reke terimleriyle savaşla ilgili tenasüp yapılmıştır.
Her beyitte anlatılan yıldız, sahip olduğu özelliklere göre bezenmiş
bir beyitte kendine yer bulur. Bunu bilinçli bir şekilde yapan şairimiz
kelimelerle, seslerle oynayarak anlatmak istediği şeyi bir derinlik algısı
oluşturmadan dili açık fakat sanatlarla süslü biçimde okuyucunun
zihnine aksettirir. Bu katmanları anlatırken de sırasını karıştırmadan
ilk felekten yediye kadar itinayla sıralar. Bunu yapmasının amacı,
muhteşem yüzyılın muhteşem padişahına yıldızlarla süslü bir methiye
zemini hazırlamak istemesidir.
Tedbîr-i muczamât-ı umûr-ı cihân içün
Yakmışdı şemc-i fıkreti Bircîs-i nükte-dân
“Dünya işlerinin büyütülmüş sorunlarına karşı tedbir almak için güzel
konuşan (söz ustası) Bercis, düşünce mumunu yakmıştı.”
Müşterî olarak da bilinen Bercîs yıldızı Türk mitolojisinde belagati
- 244-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ve adaleti temsil eder. Günümüzde Jüpiter olarak bilinen Bercîs,
güzel söz söyleme kabiliyeti olan bir yıldızdır. Yedi büyük yıldızdan
biridir ve göğün altıncı katında bulunur. Beyitte hem adalet hem de
belagat çerçevesinde tanıtılan Bercîs, dünya işlerinin bozulması ve
düzensizlik karşısında çareler bulmak için kendini göstermiştir. İlim
ve din konularında başarılı olan yıldızın nüktedan kelimesiyle güzel
söz söyleme yeteneğine de vurgu yapılmıştır. Bu görsel şölende
sırasını bekleyen Bercîs düşünce mumunu yakar ve sahnedeki yerini
alır. Zamanın kötülüklerine karşı, hikmet sahibi Bercîs’ten düzeni
sağlaması için yardım istenmektedir.
Bâlâ-yı çarh-ı heftüme Keyvân-ı kühne-sâl
Oturmış idi niteki Hindû-yı pîl-bân
“Yıllanmış, yaşlı Keyvân, yedinci feleğin en üstüne tıpkı fil sürücüsü
bir Hintli gibi oturmuştu.”
Yedi feleğin en üst katında bulunan Zühal yıldızı filin üzerine oturmuş
bir Hintliye benzetilmiştir. Bu görüntüsüyle en üst tabakada olmasına
dikkat çekilen Zühal yıldızı günümüzdeki tabiriyle Satürn’dür. Bu
yıldız siyah renge hâkim olması dolayısıyla uğursuz bir yıldız olarak
kabul edilir. Bulunduğu yer itibariyle dünyayı gözleyen bir gözcüye
benzetilir. Zühal yıldızı Güneş sultanının hazinelerine gözcülük
eden, bu hazineleri koruyan bir bekçi niteliğindedir. Nücûm ilmine
göre “gam, keset, zarar mahsusâtındadır. Yedinci kat gökte oturur
ve oradan âleme nezaret edermiş. Yüksekte oturduğu ve rengi
siyah olduğu için şairler onu sarayların damlarında pâsbanlık eden
Hindîlere benzetmişlerdir” (Onay 2007: 420). Bâkî’nin tasvirinde de bu
özellikleri görmek mümkün. İhtiyar biri olarak tasavvur ettiği Zühal’i
felek tabakasının en üstünde olması ve siyah olması münasebetiyle bir
filin üzerine çıkıp oturmuş şekilde bize sunmuştur. Sanatsal bakımdan
Keyvân bir Hintliye, dünya da bir file teşbih edilmiştir.
Âyâ bu zîb ü zînet-i câlem nedür diyü
İbret göziyle nâzır iken dehre nâgehân
c
“…acaba âlemin bu süsü, ziyneti nedir diye ibret gözüyle dünyaya
bakarken, ansızın…”
Merhûn bir beyit olan bu beyitte anlam bir sonraki beyitle
tamamlanmıştır. Genel olarak bakıldığında nesib bölümünün
tamamı merhûn beyitlerden oluşmaktadır. Anlatılan konu itibariyle
Bildiriler Kitabı
- 245-
beyitler arasında bir kopukluk söz konusu değil aksine bir intizam
görülmektedir. Bu beyitte de önceki beyitte bahsi geçen Keyvân (Zühal)
yıldızının süslü ve kibirli olmasına dikkat çekilmektedir. Beyitte geçen
zîb ü ziynet kelimeleriyle Keyvân’ın Güneş sultanının hazinelerinin
bekçisi olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu yıldız zamanında doğan
kişilerin özelliklerinden olan şatafat düşkünlüğü ve kibir burada ifade
edilmektedir. Feleğin tepesine bir fil sürücüsü edasıyla oturan Zühal,
süsü ve ziynetiyle ibret gözüyle dünyayı seyretmektedir ve aniden…
Anlamı tamamlamayan Bâkî bir sonraki beyitte bu ansızın olan şeyi
açıklayacaktır ancak okuyucuyu merakta bırakmak istemiş olacak ki
sözünü tamamlamamış ve bir tahkiye tadında kaleme aldığı nesib
bölümünün sonlarına doğru son sözlerini tasarlamaktadır.
Etrâfa saldı şacşacasın gûşe gûşe mihr
Oldı ufukda mühr-i Süleymân gibi cayân
“…güneş ufukta Hz. Süleyman’ın mührü gibi göründü ve her köşeye
parlaklığını yaydı.”
Yedi feleğin tasviri devam etmektedir. Gökyüzünün sultanı Güneş,
Zühal’in bu görüntüsü karşısında bir anda yüzünü gösterir ve her şey
kaybolur. Artık etrafta sadece Güneş ve onun imparatorluğu hüküm
sürer. Güneş yuvarlaklığı ve kırmızılığı sebebiyle Hz. Süleyman’ın
mührüne benzetilmiştir. “Hz. Süleyman Davud Peygamber’in
oğludur. Babası gibi hem peygamber hem hükümdardır. Taşı kibrit-i
ahmerden (kırmızı yakut, altın fosfor) olan üzerinde ism-i âzam
yazılı yüzüğü (mührü) ile insanlara, cinlere, perilere, devlere, bütün
vahşi hayvanlara, kuşlara ve rüzgâra hükmederdi. Her türlü dili
bilir, kuşlarla, hayvanlarla konuşurdu. Bu, Süleyman’ın mucizesidir”
(İpekten 2011: 49). Güneş’in de Hz. Süleyman’a benzetilmesi dünyada
bulunan tüm canlılara ışık saçması ve mitolojiye göre de hükmetmesidir.
Güneş dünyaya ışık vermezse tüm dünya yok olur. Beyitte Keyvân’ın
sultan edasıyla dünyayı seyri karşısında adeta tahtına oturan bir
Güneş sembolize edilmiştir. Artık kasidede ışıklar, şaşaa, parıltılar
yavaş yavaş yerini almaya başlar. Sahne Kanunî Sultan Süleyman
için hazırlanmaktadır. Bâkî’nin diğer kasidelerinde de gördüğümüz
methiye bölümü öncesi hazırlık, bu kasidede de kendini gösterir. Bu
sefer farklı olarak Kanunî’nin methiye tahtı gül bahçeleriyle değil yedi
kat gökyüzüyle süslenmektedir. Muhteşem bir sultan için bundan
daha muhteşem bir zemin hazırlamak imkânsızdır.
- 246-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Kıldı bu hâli dîde-icibret müşâhade
Tuydı bu sırrı câkıbetü’l-emr gûş-ı cân
“İbret alıcı, meraklı göz bu hali gördü ve sonunda can kulağı bu sırrı
duydu.”
Yedi kat feleğin içindeki bu hâlleri kimse görmemişti. Bir tek göz
dışında… Bu göz Kanunî Sultan Süleyman’ın gözüdür. Gökyüzünün
bu derinliği ve şaşaasını kimse görüp duymadı. Kimse bu sırra erişme
makamına yükselemedi; ancak cihan hükümdarı can kulağıyla
olan bitenden haberdardı. Beyit methiyeye girizgâh beyitidir.
Nesib bölümünde çizdiği tabloyu adeta padişaha sunan Bâkî, bu
güzelliklerden haberdar olan padişahın birazdan kağıda dökülecek
sözlerinin de duyulmasını temenni etmektedir.
Kim bu nizâmı virmedi câlem sarâyına
İllâ ki yümn-i devlet-i Şâh-ı cihân-sitân
“Bu düzeni, âlem sarayına cihan ülkesinin sahibi olan padişahın
devletinin uğrunda kimse vermedi.”
Âlemin en büyük sarayına Kanunî’nin sağladığı intizamı bu güne kadar
hiç kimse sağlayamadı. O öyle büyük bir padişah ki cihan devletinin
sahibi, devlet uğrunda yapılacakların en iyisini yapan ve halkı için
eşitlik sağlayacak “kanunlar” düzenleyen bir padişahtır diyen Bâkî,
beyitte nizam kelimesinin üzerinde özellikle durmuştur. Kanunî’nin
devlet yönetimine ve halka düzen getirdiği kanunlara vurgu yapılmak
istenmiştir. Başka bir açıdan bakıldığında bu beyitin girizgâh beyiti
olması münasebetiyle Bâkî methiye bölümüne geçmeden nesib
bölümünde anlattığı olayların bir özetini yapar gibi “Bu nizâmı
vermedi.” demiştir. Burada işaret ettiği “nizam” tabiri nesib bölümü
boyunca anlattığı felek ve feleğin bir düzen içinde sıralanmış olmasıdır.
Samanyolu ve gökyüzündeki her yıldız birbirine çarpmadan belirli
bir düzen içinde kendi özelliklerini koruyarak varlığını sürdürür. Bu
yıldızlardan biri bu düzeni bozarsa gökyüzünün sultanı olan Güneş
gelir ve hükümlerini yürütür. Nesib bölümünün sonlarında yapılan
bir tasviri tekrar ele almak gerekirse gökyüzünde haddini bilmeden
kibir gösteren Zühal yıldızının bu düzen bozan hareketine karşı Güneş
aniden yüzünü göstermiştir. Bu girizgâh beyitlerinde de anlatılmak
istenen esas konu cihan hükümdarı Kanunî ve onun dünyaya getirdiği
düzendir. Buradan da anlaşılmaktadır ki nesib bölümü kendi arasında
ayrı bir konu işlese de Bâkî bu meseleyi de methedilen padişaha
Bildiriler Kitabı
- 247-
yorarak sanatta harikalar yaratmaya devam eder.
Tamamı 42 beyit olan kasidenin nesib bölümü bu girizgâh beyitiyle sona
erer. Bundan sonraki beyitlerde Bâkî, Kanunî’nin cengâverliğinden
adaletine kadar her türlü özelliğine değinerek ne mübalağanın sınırını
aşar ne de padişahı olduğundan aşağı gösterir. Aslında bir gazel şairi
olan Bâkî daha önce de bahsedildiği üzere Kanunî’ye birçok kaside
yazmıştır. Bu kasideleri yazmasının kaynağında onu himayesine alan
bir padişaha vefa borcundan ziyade padişahla münasebetlerinin iyi
olması yatar. Çünkü Kanunî’nin muhteşem bir yüzyıla imza atmasının
zemininde sanat ve sanatçıya duyduğu saygı yatmaktadır. Kendisi de
bir şair olduğundan şairleri desteklemiş ve onların hak ettikleri değeri
görmelerini sağlamıştır. Bâkî de bu itibara nail olan nadide şairlerden
biridir. Kanunî’ye birçok kaside sunmuş karşılığında da hem devlet
erkânından hem de halktan ihsan elde etmiştir.
42 beyit olan kasidenin 13-37. beyitleri arası methiye bölümüne 3842. beyitleri arası da duaya ayrılmıştır. Tamamen Kanunî’ye övgü
için yazmış olduğu kasidede nesib bölümü padişahın ihtişamına
yakışır bir şekilde düzenlenmiş ve methiye bölümünde de Kanunî’nin
savaşçılığı, adaleti ve cömertliği üzerinde durulmuştur. Fahriye
bölümüne yer verilmeyen kaside nesib, methiye ve dua bölümlerinden
oluşmaktadır. Şairlerin sultanının Muhteşem Süleyman’a methiyesi
kasidenin 13. beyitinden itibaren Bâkî’nin oluşturduğu âlem tablosuna
işlenmektedir. Ve Kanunî Sultan Süleyman hak ettiği övgülerle dolu
olan bir beyitle sahneye çağrılır.
Bâlâ-nişîn-i mesned-i şâhân-ı tâc-dâr
Vâlâ-nişân-ı macreke-i carsa-i Keyân
“Taç sahibi padişahlar makamının en yükseğinde oturanı, büyük
hükümdarlar arsasının savaş alanının en rütbelisi…
Beyitte Kanunî Sultan Süleyman, taç giyen padişahlar sıralamasında
ilk sırada yerini alır. O, makamların en üst zirvesinde oturmaya layık
bir padişah olmasının yanında hemen tüm şairlerin üzerinde sıkça
durduğu bir özellik olan savaşçı, komutan ve cihat ruhuna sahip bir
sultandır. Methiye bölümünün ilk beyitinde onun savaşçı niteliğine
vurgu yapılmıştır. Kanunî’nin sevgisine ve itibarına mazhar olan
Bâkî, bu dizelerde Kanunî’nin sadece kendi gözündeki değil dünya
gözündeki yerini de anlatmıştır. Kanunî de, Bâkî’nin kendi çağında
yaşamış olmasını saltanatının en mutlu birkaç olayından saymaktadır
- 248-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
(Kurnaz 2013). Bâki, Kanunî’yi sahip oldukları özelliklerin bulunduğu
en büyük isimlere benzeterek onun her alana vakıf bir padişah
olduğunu teşbihlerle betimlemiştir. Her şeyin en iyisine layık görülen
padişahın zikredilen özelliklerin en üst mertebesi yakışır diye onu
mitolojiden tarihe kadar ün yapmış isimlerle bir tutmuştur.
Cemşîd-i cayş ü cişret ü Dârâ-yı dâr u gîr
Kisrâ-yı cadl ü re’fet ü İskender-i zamân
“Yiyip içmenin Cemşid’i, savaş ve muharebenin Dara’sı, doğruluk ve
merhametin Kisrâ’sı ve zamanın İskender’i…”
İran mitolojisinde önemli bir yer tutan Cemşid, şarabın mucidi
olarak kabul edilir. İnanışa göre Cemşid’in başına son derece şaşaalı
bir taç takıp tahta oturduğu gün Nevruz günü olarak kutlanmaya
başlanmıştır. Rivayete göre sarayda sürekli baş ağrısından şikâyet
eden, -başka rivayette de Cem’in kendisine kızarak öldürmek için
üzüm sularının biriktirildiği depoya atılmış- bir cariye varmış. Cariye
bu zehirli suyu içerek ölmeye karar vermiş ve içmiş. Tabi içer içmez de
uykuya dalmış. Uyandığında ne başı ağrıyormuş ne de üzerinde bir
ağırlık görmüş. Aksine şen, mutlu ve huzurluymuş. Durumu Cem’e
iletmişler ve böylece şarap bulunmuş. İşte eğlence ve yiyip içmede
Kanunî, Cemşid’e benzetilmiştir.
Dârâ, Firdevsi’nin ünlü Şehname’sinin önemli şahlarından biridir. Dârâ
büyük bir saltanata sahip olması, dillere destan bir hükümdar olması ve
İskender’le efsanevi savaşları açısından ululuk ve şaşaanın sembolüdür.
Bâkî, savaş ve muharebe konusundaki başarıları dolayısıyla Kanunî’yi
Dârâ ile bir tutmaktadır. Kisrâ, İran hükümdarlarından Nû-şirevân’ın
lakabıdır. Kisrâ, diğer din ve mezheplere karşı müsamahakâr bir
hükümdar olduğu gibi adaletin de sembolüdür. Adalet açısından
Kanunî, Kisrâ ile eşdeğer tutulmuştur.
İskender, divan şiirinde en çok kullanılan şahıslardandır. Büyük bir
cihangir, yenilmez bir kahraman, dünyayı dolaşan bir hükümdâr
olması, Hızır’la beraber âb-ı hayâtı araması ve fakat bulamadan geri
dönmesi, deniz üzerine çok büyük bir ayna yaptırması, Yecüc Mecüc
kavminin zulümlerini engellemek için bir set inşa etmesi, Dârâ ile
yıllarca süren savaşları vs. özellikleriyle şâirlerin adından bahsettikleri
en önemli şahıslardan biri olmuştur. Kanunî cihangirliği ve büyük bir
hükümdar olması açısından devrin İskender’i olarak teşbih edilmiştir.
O öyle büyük bir hükümdardır ki felek bile onun emirlerine karşı
Bildiriler Kitabı
- 249-
gelemez, karşı gelirse de o cihan padişahının emrinde olan kehkeşân,
boynuna yıldızlardan yaptığı ipini dolayıp Kanunî’nin ayağına getirir:
Serkeşlik itdi emrine beñzer peleng-i çarh
Zencîr ile getürdi yine kehkeşân keşân
“Feleğin çarığı senin emrine asilik edince yine Samanyolu onu zincir
ile çekerek getirdi.”
Nesib bölümünde anlatılan feleğin bile bu intizamı bozması durumunda
âlemin padişahı düzen sağlar. O yüce padişaha yeryüzü ve gökyüzü
itaat etmektedir. Beyitte nesib bölümünü andıran şekilde kehkeşân, çarh
ve Samanyolu’ndaki yıldızlara benzetilen zencîr kelimeleriyle tenasüp
yapılmıştır. Kanunî, savaşçı özelliğinin yanında her zaman adil ve
cömert bir hükümdar olarak bilinmektedir. Özellikle toplum hayatını,
çıkardığı kanunlarla düzene sokmuş ve her alanda eşitliği sağlamaya
çalışmıştır. Bu açıdan ona yazılan kasidelerin hemen hepsinde dikkat
çeken cömertliği ve adaleti bu kasidede de özellikle vurgulanmaktadır:
Sâhib-vücûd-ı memleket-i lutf u cûd o kim
Mebzûl hân-ı lutfına mahsûl-i bahr u kân
“O (padişah) ki lütuf ve cömertlik memleketinin varlığının sahibi,
denizin ve (her türlü) kaynağın mahsulü senin lütfunun sofrası için
boldur.”
Devrinin padişahına senin sofran bereketli, gönlün boldur diyen Bâkî,
birçok beyitte Kanunî’nin iyilik ve cömertlik sahibi olmasına vurgular
yapmıştır. Kanunî cömertlik ve lütuf âleminin sahibidir ve dünyada
bulunan her türlü nimet, denizde ve karada bulunan her türlü ürün
onun sofrasında yer bulur. Bu onun dolayısıyla da halkın refahını ve
zenginliğini göstermektedir.
Adluñ katında cevr ü sitem dâd-ı Keykubâd
Hışmuñ yanında lutf u kerem kahr-ı Kahramân
“Senin doğruluğun, adaletin katında Keykubat’ın adaleti cefa ve eziyet
kalır. Senin gazabının yanında Kahraman’ın azabı bile iyilik ve izzettir.”
Eski İran hükümdarlarından olan Keykubat, divan şiirinde genellikle
adaletin sembolüdür. Bu beyitte Kanunî’yi yine büyük isimlerden üstün
görerek onun iyilere karşı sonsuz iyilik ve merhamet sahibi olmasını
yüceltirken kötülerin ve düşmanların da onun gazabından korkması
gerektiğini belirtmiştir. Mitolojik şahsiyetlerden biri olan Kahraman,
- 250-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kahramanlık ve yiğitlik yönleriyle tanınır. Beyitte Kahraman’ın
destanlara konu olan yiğitliği bile Kanunî’nin kahramanlığı karşısında
iyilik sayılacak kadar azdır. Tezat sanatının hâkim olduğu beyitte
padişah ünlü isimlerle mukayese edilerek galip gelmiştir. Adl-hışm,
cevr ü sitem-lutf u kerem, dâd-kahr kelimeleriyle düzenli leff ü neşr
sanatına başvurulmuştur.
Devrüñde kimse cevr-i sitem-gerden iñlemez
Bî-şerc ider iderse eger çeng ü ney fıgân
“Senin devrinde hiç kimse eziyetten sitem edip inlemez. Eğer şeriata
(kurallara) uyulmazsa çalgı ve ney figan eder, ağlayıp sızlar.”
Halk mutlu, dolayısıyla refah içindedir. Kanunî’nin kanunlarıyla sosyal
hayat düzene sokulmuştur. Adalet ayrım yapılmaksızın her yerde
işlemektedir. Bu nedenle kimse haksızlığa uğramaktan ötürü isyan
etmez. Toplum kuralları konulup düzen sağlandıktan sonra halk da
hiçbir şeyden şikâyet etmez. Methiye bölümünde önemli yer tutan bir
diğer konu da Kanunî’nin yiğitliği ve cengâverliğidir. Bâkî, özellikle
onun düşmanları karşısında dimdik durduğunu ifade etmiştir:
Lerzende görse havfuñ ile teb tutar sanur
Bağlar şihâb gerden-i gerdûna rîsmân
“(Düşmanların) senin titreyişini görseler korkudan sıtma tutar da
yıldızların dünyaya halat bağlayıp durduğunu zannederler.”
Cengâver padişahın kılıç sallayışını, bastığı yeri titrettiğini gören
düşmanları korkudan dünya durdu zannederler. Kanunî’nin savaşçılık
özelliğine vurgu yapılan bu beyitte yine feleğin dönme unsuru
kullanılarak kasidenin nesib bölümüyle bir bütünlük oluşturulmuştur.
Tîguñ cadem diyârına rûşen tarîkdur
Acdâ-yı dîni turma kılıçdan geçür hemân
“Senin kılıcın yokluk diyarına ışık tutan bir yoldur. Durma, din
düşmanlarını hemen kılıçtan geçir.”
Padişahın kılıcından geçen her yerin Osmanlı topraklarına girmesini
isteyen şair, Kanunî’nin sadece topraklarına toprak katmak için değil
İslamiyeti yaymak için de seferlere çıktığını bilir. Bu vasıtayla din
düşmanlarını kılıçtan geçirmesini temenni eder. “Onun, toz toprak
içinde aylar süren on üç seferi tekrar tekrar göze alması, ancak yüce
ideallerle açıklanabilir. O, İslâm’a destek olmanın kendine farz olduğunu,
Bildiriler Kitabı
- 251-
bundan uzak durarak oturmanın günah olduğuna inanır” (Kurnaz
2013). Beyitte duyulan kılıç sesleri Kanunî’nin yiğitliğinin bir aksidir.
Ayrıca tîg ve kılıç kelimeleriyle tenasüp sanatına başvurulmuştur. Bir
intizam içinde olan methiye bölümünde Kanunî’nin cömertliği, adaleti
ve yiğitliği üzerine arka arkaya kurulan beyitler artık yerini Kanunî’nin
fiziksel özelliklerinin anlatıldığı beyitlere bırakır. Padişahlara yazılan
kasidelerde çok sık rastlanılmayan ve padişahın, sevgilinin güzellik
unsurlarıyla anlatıldığı mazmunlar birkaç beyit boyunca devam
etmektedir. Sırasıyla padişahın dudakları, gözleri, yanakları, boyu,
kaşları ve yüzünün güzelliği konusunda gazellerde sevgili için
görmeye alışık olduğumuz benzetme unsurları kullanılmıştır:
Cân olmayaydı ol dehen ey şûh-ı dil-sitân
Niçün olurdı cân gibi ya dîdeden nihân
“Ey gönül mülkünün sultanı, o ağzın can olmasaydı neden gözünden
can gibi gizlenirdi.”
Ruhsâruñ üzre turralar olmış girih girih
Güyâ Hicâza bagladılar Şâmiyân miyân
“Yanaklarının üzerinde düğüm düğüm tüyler oluşmuş, Sanki iki Şam’ı
ortadan Hicaz’a bağlarlar.”
Görsün nihâl-i serv-i sanavber-hırâmuñı
Ayruk çemende beslemesün bâg-bân bân
“Yürüyen çam fıstığı selvisinin fidanı seni görsün de bağcı, çemendeki
söğüt ağacını boşuna beslemesin.”
Laclüñ hayâli hokka-i hâtırda var iken
Yâkût-ı nâba olmamış idi mekân kân
“Fikir hokkasında senin dudağının hayali varken bu mekândaki
keyfiyetin bolluğu saf yakuta bile nail olmamıştı.”
Bârîk-bîn olanlar ider kaşlaruñ hayâl
Dendâduñı tasavvur ider tabc-ı hurde-dân
“Dikkatle inceleyen kaşlarını hayal eder, nükteden ve incelikten
anlayanların tabiatı ağzını tasavvur eder.”
Mesken şeh-i mahabbetüñe taht-gâh-ı dil
Menzil hayâl-i laclüñe halvet-sarây-ı cân
- 252-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
“Gönlün başkenti, muhabbetinin şahına mesken; can sarayının gizliliği
de senin dudağının hayaline menzildir.”
Kıldı sücûd haddüñe karşu gül ü semen
Itdi kıyâm kâmetüñe serv-i bûstân
“Gül ve yasemin çiçekleri senin yoluna secde ettiler. Bahçenin selvisi
senin boyun karşısında ayakta durdu.”
Tutdı cihânı pertev-i hüsnüñ güneş gibi
Toldı sadâ-yı caşkuñ ile kâh-ı Kün fe-kân
“Güzelliğinin ışığı cihanı güneş gibi kapladı. Kün fe-kân (Allah bir şeye
ol derse hemen oluverir) emrinin sarayı senin aşkının sesiyle doldu.”
Bâkî sırasıyla Kanunî’nin güzellik unsurlarını sıralamıştır. Yanağındaki
tüylerin Şam’ı Hicaz’a bağlayan bir ipe, boyunu servi ağacına, kaşları
ve dudağının hayalini fikir hokkasına, güzelliğini de güneşe teşbih
etmiştir. Padişahın tüm bu fiziksel özelliklerini anlattıktan sonra
bahçenin sultanı gül ve yasemin çiçeklerini padişaha secde ederken
tasavvur edip servi ağacını da onun boyu karşısında saygıda kusur
etmeden dimdik ayakta bekletmiştir. Servi ağacının boyunun
uzunluğundan dolayı dik duruşunu padişahın ondan üstün olmasına
bağlayarak hüsn-i talil sanatına başvurmuştur.
Muhteşem Süleyman’ın şaşaasına yakışır bir şekilde onun güzelliğini
güneşe benzetmiş ve nesib bölümünde başlattığı felek serüvenini
devam ettirmiştir. Güneş gibi parlak bir devre imza atan bir padişah da
güneşten başka bir unsura benzetilemezdi. Bâkî’nin kasidede fahriye
bölümüne yer vermemesini onun kendini övmeye gerek duymamasına
ve padişahtan itibar talep etmeye ihtiyacı olmamasına bağlayabiliriz.
Zaten padişahın himayesinde bulunan şair, feleğin katmanlarını bir bir
sıraya dizip Kanunî’yi, mübalağanın sınırlarını aşmadan methetmiştir.
Vakit dua vaktidir. Şairimiz duaya başlarken gül ve yaseminin secde
etmesini uygun görür ve taç beyitinde dahi kendini övmeyi bir yana
bırakarak kasidenin dua kısmına geçer:
Der-gâh-ı Hakka yüz tutalum ber-mezîd ola
Câh u celâl-i saltanat u baht-ı câvidân
“Hakk’ın dergâhına yüz sürelim saltanatın makamı, büyüklüğü ve
ebedi bahtı çoğalsın.”
Tâ şemc-i âfitâb-ı cihân-tâba subh-dem
Bildiriler Kitabı
- 253-
Devrân ufukda vazc ide bir sim şemc-dân
“Cihan tabiatının güneşinin mumu ta sabaha kadar yansın, devran da
ufukta bir gümüş şamdan gibi dursun.”
Bezmûñde baht sâkî vü ikbâl hem-nişîn
Câm-ı sipihr sâgar-ı pûlâd-ı zer-nişân
“Meclisinde saki ve talih birlikte otursun. Feleğin camı, nişan süslü
çeliğin kadehi olsun.”
Kanunî’nin saltanatının ve büyüklüğünün daim olmasını temenni
eden Bâkî, yine feleği bir kenara bırakmadan güneşin o ihtişamlı
ışığının ebediyete kadar yanmasını diler. Üslubuna ve rind tabiatına
yakışır bir şekilde dua kısmının son beyitinde meclis ve kadeh sözünü
dilinden düşürmeden adeta kasideye imzasını atar.
SONUÇ
Muhteşem devrin muhteşem padişahı Kanunî Sultan Süleyman’a
yazılan bu kaside nesib bölümü itibarıyla yıldızlar, gezegenler ve
yedi kat feleğin hiçbir husus atlanılmadan anlatıldığı astronomi (gök
bilimi) üzerine kurulmuştur. Bu felek konusu methiye bölümünde de
yer yer işlenerek konu bütünlüğü sağlanmıştır. Kasidenin genelinde
gözlemlenen merhûn beyitler kasidede bir olay örgüsü sağlamış ve
Bâkî’nin söz ustalığıyla ahenk ve akıcılık sergilemiştir. Kasidelerde
sık rastlanılmayan bir özellik olarak memdûhun fiziksel özelliklerine
değinilmiş ve bu özellikler, gazellerdeki sevgilinin güzellik unsurlarıyla
süslenmiştir. Fahriyenin yer almadığı kasidede Bâkî yine kendine has
üslubunu ön plana çıkarmış ve dua bölümünde mecliste kadehin
elinden düşmemesini temenni etmiştir.
KAYNAKÇA
ÇINAR, Bekir (2009). “Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk Mesnevisi’nde Felekler”,
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 39, ss. 777-792.
DEVELLİOĞLU, Ferit (2004). Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ankara: Aydın
Kitabevi.
İPEKTEN, Haluk (2011). Bâkî Hayatı, Sanatı, Eserleri, Ankara: Akçağ
Kitabevi.
- 254-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
KURNAZ,Cemal(2013).“SultanSüleyman:HemMuhteşem,HemKanunî,Hem
Muhibbi”,http://www.haberacisi.com/yazilar/koseyazisi14039SULTAN_
SULEYMAN_HEM_MUHTESEM_HEM_KANUNI_HEM_MUHIBBI_1.
html, Erişim Tarihi: 20.01.2013.
NACİ, Muallim (2000). Osmanlı Şairleri, haz. Cemal Kurnaz, Ankara:
Akçağ Kitabevi.
ONAY, Ahmet Talat (2007). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü, haz. Cemal
KURNAZ, Ankara: Birleşik Kitabevi.
PALA, İskender (1998). Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul:
Ötüken Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 255-
Duygu BİNGÖL
Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı ABD Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
HÜSN Ü AŞK’TA BİR KÜLTÜR ÖGESİ OLARAK KUŞLAR
ÖZET
Divan şiiri, bünyesinde pek çok malzemeyi barındıran, kullandığı sosyokültürel unsurlarla her devrin çerçevesini vermiş ve iğneden ipliğe her şeyi
kendisine konu edinmiş bir şiirdir. Bunu yaparken her türlü mefhum ve
mazmunu kullanmayı da ihmal etmemiştir. Kuşlar, bu mazmunların önemli
bir kısmını oluştururlar. Gerek benzetilen gerekse benzeyen unsur olmaları
itibariyle elliyi aşkın kuş Divan şiiri semalarında kanat çırpmıştır. Bu çalışmada
Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında geçen kuşların şiire konu olan özellikleri göz
önünde bulundurularak hangi yönleriyle ele alındığı ve kültürel bağlamda ne
ifade ettikleri ortaya konmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Divan Şiiri, Hüsn ü Aşk, Şeyh Galib, Kuşlar, Mazmun.
1. ŞEYH GALİB
1. 1. HAYATI
Klasik Türk şiirinin son dönem büyük şairlerinden olan ve pek çok
araştırmacının da kabul ettiği gibi Divan şiirinin kapanışını yapan
Şeyh Galib, 1171’de (1757) İstanbul’da Yenikapı Mevlevihanesi
yakınlarındaki bir evde dünyaya gelmiştir (Kalkışım 2006: 54). Asıl adı
Mehmet Es’ad olan şairin babası Mustafa Reşid Efendi’dir (Gölpınarlı
1968: 8). Şeyh Galib ilk eğitimini babasından almıştır. Babasının yanı
sıra Hoca Neş’et’ten ve Aşçıbaşı Hüseyin Dede’den Arapça ve Farsça
öğrenmiştir (Duru 2000: 842). Mesnevî okumaya başlamış ve büyük bir
hevesle şiire merak salmıştır. Galib’in eserleri göz önüne alındığında,
bunların tahsilsiz bir insan tarafından oluşturulamayacağı kolaylıkla
anlaşılmaktadır. Nitekim Yûsuf-ı Sineçâk’ın Cezîre-i Mesnevî’sine
tasavvuf neş’esi ile bir şerh yazmış olması Galib’in hatırı sayılır bir tahsil
gördüğünü göstermektedir (Okçu 2011: 10). Galib ilk zamanlarda,
Hoca Neş’et’in verdiği Es’ad mahlasını kullanmış, 1199’dan (1784-1785)
sonra bu mahlası bırakarak Galib mahlasını kullanmaya başlamıştır
(Gölpınarlı 1968: 23).
- 256-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Şeyh Galib çilesine başlamadan evvel bir süreliğine Beylikçilik kalemine
kâtip yardımcısı olmuştur (Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü 1978: 676).
Şeyh Galib kâtiplik görevinde iken ani bir kararla Konya’ya gitmiş
(1783) ve Mevlânâ dergâhında çileye soyunmuştur (Yüksel 1963: 3).
Babasının ve şeyhinin ısrarları sonucunda İstanbul’a dönmüş, Yenikapı
Mevlevihanesi’nde çilesini tamamlamıştır. Galib 1799 da daha çok
genç yaşta iken hayata gözlerini yummuştur. Onun cansız bedenini
gören zavallı babasının, naaşına kapanarak: “Bu siyah sakal ile beyaz
kefen birbirine hiç yakışmadı.” diye ağladığı meşhurdur (Kabaklı 1987:
740). Şeyh, yıllarca postnişinliğini yaptığı Galata Mevlevihanesi’nin
bahçesinde bulunan küçük mezarlığa gömülmüştür (Kutlu 1983: 405).
1. 2. EDEBİ YÖNÜ
Galib’in şiirlerinde esas unsur hayaldir. O, şiirlerinde coşkun lirizme
ancak ilahi aşkı terennüm ettiği noktalarda ulaşır. Bazıları şiirdeki
yenilikçi hamlelerinden dolayı ona müceddid sıfatını vermektedirler
(Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi 1980: 145). Bütün gerçek
şairler gibi onun da duygularının derinlik ve yüceliğini anlatmakta;
sözcükleri az bularak yeni tamlamalar, deyişler, edalar aradığı dikkati
çekmektedir. “Kelimeler izin verseydi gör neler söylerdim!” diyen
Galib’te eskilerin kullanmadığı yeni kavram ve terkipler az değildir.
Şiirleri baştanbaşa mecazlar, görülmemiş kapalı hayallerle örülmüştür.
Soyutlama zevki, renk ve hayal cümbüşü, geniş, ince, ulu tasarılar
hemen bütün şiirlerinde göze çarpar (Kabaklı 1987: 743). Denilebilir ki
Galib, Edebiyat-ı Cedîde şiirini müjdeler (Kalkışım 2006: 55).
Divan edebiyatının belli mazmunlarının ve belli kişilerinin taklit edildiği
devirde, Şeyh Galib de bu havaya uymuş, fakat kendinden önceki
şairlere benzememek için İran Edebiyatı’ndaki Sebk-i Hindî’yi model
olarak kabul etmiştir (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi 1980: 146).
Galib, Divan edebiyatımızda tasavvufun bilhassa Mevlevîlik koluna en
fazla bağlı olan şairlerindendir ve Mevlâna’yı yüzyıllar ötesinden bir
mürşid gibi benimseyip sevmekte, onu övmekte ileri giden bir şairdir.
Fakat o feragat, istiğna ve dervişâne yaşayış bakımından alışılagelmiş
bir mutasavvıf sayılmaz. Galib tasavvufun, mazmun, çağrışım ve fikir
hazinesinden faydalanmıştır. Tasavvufun tek varlık inancını, ilahî aşk,
insan yüceliği, hoşgörülülük ilkelerini benimsemiştir (Kabaklı 1987:
741-742).
Bildiriler Kitabı
- 257-
1. 3. ESERLERİ
1. 3. 1. Divan: Galib, henüz yirmi dört yaşında (1781) Dîvân’ını tertip
etmeye başlamıştır (Dede 2000: 375). Muhsin Kalkışım ve Abdülkadir
Gürer tarafından birer doktora çalışmasına konu edinilen divanın çoğu
İstanbul kütüphanelerinde bulunmaktadır ve kırkın üzerinde nüshası
mevcuttur.
1. 3. 2. Es-Sohbetü’s- Sâfiyye: Kösec Ahmet Dede’nin, er- Risâletü’lBehiyye Fi Tarîkati’l- mevleviyye adlı risâlesine tahşiyedir (Okçu 2011: 17).
1. 3. 3. Şerh-i Cezîre-i Mesnevî: Yusuf-ı Sîne-çâk’ın Cezire-i Mesnevî
isimli eserine yaptığı şerhtir. Cezîre-i Mesnevî”nin altı cildinden mevzu
ve mânâ bakımından uygun 100 beyit seçilerek hazırlanmıştır. Galib,
baş tarafa 99, son kısma da 5 beyit ekleyerek onun şerhini yapmıştır (
Okçu 2011: 18).
1. 3. 4. Tezkire-i Şuarâ’yı Mevlevîye: Galib bu eserde, Mevlevî şairlerinin
hal tercümelerini kısaca yazmış ve bazı şiirlerden seçmeler meydana
getirmiştir. Müsvedde halindeki bu eseri tertîb, tasnif ve ikmâl
etmek üzere çok sevdiği dervişi Esrar Dede’ye verdiği bilinmektedir.
Nitekim Esrar Dede bu müsvedde üzerinde çalışarak Tezkire-i Şuarâyı Mevleviyye adlı eserini meydana getirmiştir (Gölpınarlı 1968: 29).
1. 3. 5. Hüsn ü Aşk: Hüsn ü Aşk’ı anlatmaya Esrar Dede’nin ifadesini
alıntılayarak başlamak uygun olur: “Galib yigirmi altı yaşlarında iken
esrâr-ı makâmât-ı sülük-ı Mevlevî ve asâr-ı envâr-ı lâmi”a-i âyât-ı
Mesnevîyi hâvi Hüsn ü Aşk nâmında bir te’lîf-i celîl ser-zede-i tab-ı
bî- misilleri olmışdur ki memalik-i Rûmda lisân-ı Türkiyye üzre ana
mümâsil bir naz inşa olındıgı kimsenün mes û’i olmamamışdur.”
(Dede 2000: 376)
Esrar Dede’nin de belirttiği üzere Galib’in asıl şöhretini sağlayan,
emsali bulunmayan ve kendisinin de övündüğü bu mesnevi Divan
edebiyatının son büyük mesnevisidir. Mesnevi 2101 beyitten meydana
gelmiştir. Galib Hüsn ü Aşk’ın Sebeb-i Te’lîf bölümünde, bir mecliste
Nâbî’nin Hayrabâd’ından bahsedildiğini, meclistekilerin bu mesneviyi
övmekte pek ileri gittiklerini, buna bir nazîre yazmanın mümkün
olmadığını söylediklerini ve bu ifadenin kendisine ağır geldiğini, hatta
bu sözlerin bir çeşit sınama sayıldığını belirtip (Okçu 2011: 17) daha
güzelini yazabileceğini açıkladı. Öyle de yaptı, oturdu Hüsn ü Aşk’ı
-altı ay gibi kısa bir sürede- yazdı. Galib, yaptığı işin büyüklüğünün
farkındaydı. Bunu eserinin Fahriyye-i Şâirâne kısmında biraz da
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 258-
meydan okuyucu bir edayla ifade etti (Ayvazoğlu 2008: 22):
Tarz-ı selefe takaddüm etdim
Bir başka lügat tekellüm etdim
Zannetme ki şöyle böyle bir söz
Gel sen dahı söyle böyle bir söz
Hüsn ü Aşk, sembolik bir hikâyedir. Şair, hayalî bir âlem içine hayalî
tipler ve mecazlar tasvir etmekte, bunlar vasıtasıyla tasavvufî aşkı ve
dervişliği anlatmaktadır. Eser dervişler zümresini temsil eden Beni
Muhabbet adlı bir kabilenin tasviriyle başlamaktadır (Kocatürk 1967:
279). Bir gece tabiatta garip haller görülür. Gök gürültüleri içinde kâh
nur, kâh karanlık yağar. Biri erkek biri kız iki çocuk dünyaya gelir.
Kabilenin büyükleri toplanarak kıza Hüsn, oğlana Aşk adını koyarlar.
Çok güzel olan bu çocuklar büyüyüp birbirlerine âşık olurlar.
Hüsn ilahi güzelliği, Aşk buna âşık olan dervişi temsil etmektedir.
Evliliklerine karşı çıkılan sevgililer pek çok zorlukla karşılaşırlar.
Birbirlerinden ayrı düşerler. Hüsn’e kavuşmak için her yolu deneyen,
türlü zorluklarla karşılaşan Aşk’ın başına türlü belalar gelir. Çöle
düşer, ateş deryalarında kalır, esrarlı devle, korkunç cadı ile mücadele
eder ve sonunda Aşk’a yani asıl sevgilisi Allah’a kavuşur (Kocatürk
1967: 280-283).
2. KUŞLAR
Kuşlar, İslamiyet’ten önceki devirlerden beri Türk toplumunda
önemli yer tutmuş, Türk kültürü, sanatı, etnografyası ve folklorunda
her zaman yer almıştır (Ülgen 1994: 55). Kuşların Osmanlı şiirine
yansıyışları yalnızca birtakım erdemleri temsil eden mesnevî ve latîfe
kahramanları olmakla kalmamış, gazeller, kasideler ve diğer nazım
şekilleri içerisinde de değişik vesilelerle çok sayıda kuş adı anılmıştır.
Bu manzumelerin hemen tamamında, herhangi bir kuş mânâ sanatları
aracılığıyla söz konusu edilirken, anılan kuşun fizyolojik ve anatomik
özellikleri, hakkında halk inanışları ya da mitolojik ayrıntılardan
benzetme yönü olarak yararlanılır (Ceylan 2007: 18). Divan şiirinde,
beyitlerde çoğunlukla murg ismiyle geçen kuş, genel itibariyle
aşığın biçare gönlünü temsil eder (Durkaya 2010: 14). Sevgilinin
Bildiriler Kitabı
- 259-
doğan bakışları, sülün gibi salınışı, aşığını tuzağa düşürmesi; aşığın
ise dertli bülbül gibi feryat etmesi, kendini kafeste hissetmesi ve
daha pek çok teşbih unsuru ile kuşlar divan şiirinin sık kullanılan
mazmunlarındandır. Sevgili ve âşık dışında güneş altın kanatlı kuşa
benzetilir (Pala 2044: 342).
Kuşlar, kendilerine atfedilen uçma özellikleri itibariyle gerek
hayvanlar âleminde gerekse kültüre yansımaları bakımından daima
seçkin bir noktada olmuşlardır. Kültürümüzde gücün simgesi,
göklerin hâkimi olan kartallar, konuşma özelliğine sahip olan tek
hayvan olan papağanlar, sevimli ve evcil oluşlarıyla meşhur olan
muhabbet kuşları, kanaryalar yahut kötü niyeti, uğursuzluğu temsil
eden baykuşlar, eski devirlerde haberleşme kültürünün temsilcisi
güvercinler ve daha bunun gibi pek çok kuş, şiirlerde, romanlarda
sıkça geçmiştir. Divanlarımız, kuşlara tahsis edilmiş özel bir dikkatle
okunduğunda anlaşılacaktır ki şairlerimizin kelime kadrosu ve hayal
dünyasında kuşlar önemli bir yer tutmaktadır (Ceylan 2007: 24). Hüsn
ü Aşk’ta da gerek fiziksel görünüşleri gerekse benzetilen olmaları
itibariyle çok sayıda kuş ismi geçer. Yapılan taramaya göre Hüsn ü
Aşk’ta adı geçen kuşlar şunlardır: Anka, bebgâ, bûm, bülbül, dürrâc,
fâhte, hezâr, hüdhüd, hüma, kaknüs, kebk, kebûter, kûf, mâkiyân,
nesr, süğlün, şâhin, şehbâz, şeb-rev, tâvûs, tezerv, tîhû, tûtî, ukâb. Bu
kuşlar; Efsanevi Kuşlar, Yırtıcı ve Avcı Kuşlar ve Diğer Kuşlar olmak
üzere üçe ayrılmıştır.
2. 1. EFSANEVİ KUŞLAR
Konu ve malzeme bakımından çok zengin bir birikime sahip olan divan
edebiyatının kaynakları arasında mitoloji önemli bir yere sahiptir.
Mitolojik unsurlar arasında efsanevi diğer hayvanlar yanında kuşlar
da yer alır (Eskigün 2006: 18). Efsanevi kuşlar, kültürel birikimle ve
çeşitli anlatmalarla gerçek olmasalar da daima var olmuşlardır. Hüsn ü
Aşk’taki efsanevi kuşlar; anka, hüdhüd, hüma, kaknüstür.
2. 1. 1. Anka:
Anka, İbranice kökenli bir isimdir (Ceylan
2007: 31). İsmi olup da cismi olmayan büyük
bir kuştur (Onay 1992: 40). Kimi kaynaklara
göre bir fili veya aslanı havaya kaldıracak
kadar kuvvetlidir (Tekin 2008: 249). Arapça bir
- 260-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
isim olup, değişik isim ve sıfatlarla da çağırılır ( Ertan 1989: 282). Boynu
uzun olduğu için anka adıyla avlarını kapıp uzaklara doğru uçtuğu için
de muğrip sıfatıyla anılır. Kaf dağının tepesinde direkleri abanoz, sandal
ve öd ağacından yapılmış köşk benzeri bir yuvada yaşayan ankanın
başı, yassıca burunlu bir köpek başı gibidir (Ceylan 2007: 32). Tüyleri
renklidir. Daima yükseklerde uçar ve kendisinde her kuştan bir alâmet
bulundurur (Pala 2004: 24). Diğer bir adı da simurgdur. Simurg Farsça’da
otuz kuş anlamındadır. Kimine göre otuz sayısının anlamı, bu kuşun
otuz kuşun tüyünden oluştuğudur (And 2007: 315). Fakat Hüsn ü Aşk’ta
simurg adı hiç geçmez. Efsaneye göre, anka, çocukları kaçırınca Ashâb-ı
Ress durumu peygamberlerine şikâyet eder ve bedduaya uğrayan
Anka’nın nesli tükenir (Uludağ 2001: 41). Eserin “Der Vasf-ı Esb” (At
Hakkında) bölümünde at ankaya benzetilmiştir:
Ankâ-yı Sühan-şinâs-ı hoş-dem
Pervâzda şu’le-i mutalsam
Hoş nefesli, sözden anlayan bir Anka kuşu; uçuşta büyülü bir alev…
Kültürümüzde, özellikle masallarda kendinden söz ettiren anka kuşu,
beyitte uçma ve hız konusunda usta olarak görülmüştür.
2. 1. 2. Hüdhüd:
İpek kuşu, çavuşkuşu, ibibik adıyla bilinir.
Süleyman Peygamber’e hizmet eden bir
kuştur. Çok uzaklardaki suyu havadan
görebilme ve keşfedebilme özelliğine sahiptir.
Bir gün su aramak için çok havalanınca Sebe
ülkesini görüp Süleyman Peygamber’e haber
vermiş, o da Belkıs’a hüdhüdü elçi olarak göndermiştir (Pala 2004: 216).
Hüdhüdün klasik Türk şiirinde anılan en önemli vasfı Hz. Süleyman
kıssasında haberciliğidir. Gerçekte eski kültürümüzün ve şiirimizin
kuşları postacı güvercinleridir. Hüdhüdün haberciliği daha çok Hz.
Süleyman kıssası dâhilinde değerlendirilmiş ve bu kıssanın manevî
atmosferi ile sınırlandırılmıştır (Ceylan 2007: 128). “Der Vasf-ı Ân
Nüzet-gâh” (Mana Mesiresi Hakkında) bölümünde mesire anlatılırken
hüdhüd kuşlarından bahsedilmiştir. Bu mesirenin hüdhüd kuşlarının
Süleyman Peygamber gibi başında taç taşıdığı, keklik ve turaç kuşu
sürülerinin de bu mesirenin periden askerleri olduğu söylenmektedir:
Hüdhüdleri serde Cem gibi tâc
Perrî çerisiydi kebk ü dürrâc
Bildiriler Kitabı
- 261-
2. 1. 3. Hümâ:
Farsça olan hümâ kelimesi devlet kuşu,
saadet ve kutluluk anlamlarına gelir. Arapçası
bulahdır (Batislam 2002: 187). Kültürümüzde
cennette oturduğuna inanılan hümâ, bazen
yedi kat göğe yükselir ve Tanrı ile irtibata
geçer. Gözün alamayacağı kadar yükseklerde
uçan bir kuştur. Bazı Türk kabileleri içinde, çocukları koruyan bir meleğe
ve can alan Azrail’e de hümâ adı verilmiştir (Pakalın 1993: 136). Halk
inançlarına ve kültürüne göre, eskiden bir hükümdar ölünce halk bir
meydana toplanır ve hümâ uçurulur, bu kuş kimin kafasına konarsa o
hükümdar seçilirmiş (Pala 2004: 216). Hümâ kuşunun önemli bir deyime
can verdiğini de belirtmek gerekir: “Başına devlet kuşu konmak.”
Şiirimizde “hümâ-yı aşk, hümâ-yı devlet, hümâ-yı saltanat, hümâ-yı
izzet vb.” pek çok şeye izafe edilerek yaygınca kullanılan hümâ öncelikle
devlet ve kut kuşudur (Ceylan 2007: 118). Hüsn ü Aşk’ta da birden fazla
beyite konu olduğunu görüyoruz. Mesnevi’nin “Revân Şüden-i Aşk Be
Harâbe-i Gam” (Aşk’ın Gam Harabelerine Gidişi) bölümünde Gayret ve
Aşk, kanat açmış yücelik hümâsına benzetilmiş ve gurbet baykuşları gibi
yola düştükleri belirtilmiştir. Zira hüma kuşu kültürümüzde yücelik,
kutluluk, şans kuşun olarak kendine yer bulmuştur:
Bâl açdı iki hümâ-yı rif’a
Düşdi yola hemçü bûm-ı gurbet
2. 1. 4. Kaknüs:
“Kuknûs,
kûkinûs,
mûsîkâr”
denilen
kaknüs Yunanca kuğu anlamındaki kiknos
kelimesinden gelmektedir (Ceylan 2007:
134). Hind adalarında yaşayan, kanatları
nakışlı, gagası delikli mevhum kuştur (Onay
1992: 235). Rüzgâr estikçe çok delikli gagalarından çeşit çeşit sesler
çıkarırmış. Çeşitli renk ve şekillerde olduğu söylenir. Gagasındaki üç
yüz altmış delikle çıkardığı sesler ile etrafına topladığı kuşları yiyerek
beslenirmiş. Bir sene yaşadıktan sonra çalı çırpı toplayıp üzerine çıkarak
ötmeye başlarmış. Ötüşü kendisini coşturunca kanatlarını çırpmaya
başlar, kanatlarından çıkardığı kıvılcımlardan otlar tutuşur ve parlak
bir alevle yanarmış. Geride kalan küllerinden bir yumurta ortaya
çıkar ve yavru doğururmuş. Eski musiki bilginleri bu kuşun çıkardığı
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 262-
seslerden esinlenerek musiki ilmini icat etmişlerdir (Pala 2004:253).
Farsçada ‘ateş-zen’ diye de anılan bu kuş mitini, Hıristiyanlar öldükten
sonra yeniden dirilmenin simgesi saymışlardır (Hançerlioğlu 1984:
758). Kanküs kuşunun hem doğu hem batı kültüründe yer aldığını
görüyoruz. “Mebâhis-i Dîger” (Diğer Konular) bölümünde birbirleriyle
alakalı peş peşe geçen 3 beyitte kaknûs kuşundan bahsedilmiştir:
Zu’mınca Sühan-ver-i zemâne
Seccâde- nişîn-i kahvehâne
Tiryâkî-i herze-hâb-ı menhûs
Âteşler içinde hemçü kaknûs
Birbirlerine edip tekâpu
Derler ki efendi böyledir bu
Var mı hele söylenilmedik söz
Kalmış mı meğer denilmedik söz
Ama, kahve köşelerinde ateşle, dumanlar içinde Kaknüs kuşu gibi
pinekleyerek sayıklayan ve yaveler yumurtlayıp kendilerini zamanın
en büyük söz ustası sanan birkaç aşağılık cin oğlu cin de birbirlerine
dalkavukluk yaparak şöyle diyorlar: “Efendi, bu iş böyledir;
söylenilmemiş söz artık var mı, ifade edilmemiş adam kaldı mı?”
2. 2. YIRTICI VE AVCI KUŞLAR
Yırtıcılar grubundaki kuşlar bütünüyle avlanmaya adapte olmuş en
gelişmiş ve en büyük kuş grubudur. Bu kuşlar ekseriya avlayacakları
hayvanın ardından uçarken sert bir yere çarparak ölürler yahut avcılar
tarafından öldürülürler (Onay 1992: 34). Kültürümüzde ve halk
inançları arasında yırtıcı kuşlar en güçlü kuş türleri olarak bilinirler.
Hüsn ü Aşk’ta yırtıcı ve avcı kuş grubuna girebilecek kuşlar şunlardır:
“bûm/kûf/cuğd, nesr, şahin/şehbâz/ukab ve huffâş/şeb-rev”dir.
2. 2. 1.Bûm/Kûf/Cuğd:
Baykuş anlamına gelir. Baykuşlar, başında genellikle
kulak adı verilen tepelik telekleri bulunan gece
yırtıcılarıdır. 60 kadar çeşidi olan baykuşlar, çoğu
gece dolaşan ve yerleşik yasayan yırtıcı kuşlardır.
Dik tünerler ve başlarını 180 derece çevirebilirler
(Ceylan 2007: 51). Bol miktarda kemirgen hayvan
Bildiriler Kitabı
- 263-
yediği için baykuşların çoğu tarıma yararlıdır (Eskigün 2006: 55). Klasik
şiirde baykuşlar çoğunlukla rakip olarak düşünülürler. Uğursuzluk
getiren bir hayvan olduğuna inanılır. Baykuşun meskeninin viraneler
olması da şairlerimiz için değişik hayallere zemin hazırlar. Yüzlerce
ölümcül yara alarak âdeta bir viraneye dönen göğüs kafesindeki aşığın
can kuşu baykuşa benzer (Ceylan 2007: 54-55). Kültürümüzdeki bazı
inanışlara göre baykuşların gündüz sürekli uyumasının ve geceyi
uyanık geçirmesinin bir sebebi vardır. Baykuş, kuşlar arasında ibadet
etmeyi en çok seven kuşmuş. Gece el ayak çekilince sabaha kadar
namaz kılar ve ibadet edermiş. Bu sebeple gündüzleri uyurmuş.
Hüsn ü Aşk’ta birden çok beyitte baykuş geçer. “Sıfat-ı Şikâr-ı Îşân”
(Avlanmaların tarifi) kısmında Benî Muhabbet Kabilesi’nin avlarından
bahsederken, eti lezzetli kuşlar yerine, baykuş tuttukları söylenmiş ve
baykuşlar uğursuzluğun temsili olmaları yönüyle işlenmiştir:
Şehbâzları nigâh-ı hasret
Dutdukları cuğd u bûm-ı dehşet
Alıcı doğanları, hasret bakışıydı; tuttukları ise korku baykuşları…
2. 2. 2. Şahin/Şehbâz/Ukab:
Şehbâz, ukab kelimeleri şahin, doğan ve kartal
kuşu ile aynı anlama gelir. Şahin, canlı avları
çelik gibi pençeleri ve güçlü, kıvrık gagasıyla
yakalayan, mükemmel uçucu, büyük, yırtıcı bir kuş
türüdür. Bu büyük gündüz yırtıcısı kuzu, maymun gibi iri avlara bile
saldırabilmektedir (Eskigün 2006: 50). Divan şiirinde bu kuşlar çoğu
zaman sevgilinin gönül avlayan saçlarından kinayedir. Eserin “Sıfat-ı
Ân Âteş” (Ateşin Tanımı) bölümünde “ukab” ifadesiyle kullanıldığını
görüyoruz:
Mânend-i ukâb eyle pervâz
Ol puta-i imtihânda mümtaz
Kartal gibi uç ve bu imtihan potasında yükseklere tırman.
2. 2. 3. Nesr:
Farsların dejkâk dediği, şiirimizde kerkes/nesr
adıyla geçen kuş akbabadır (Ceylan 2007: 27). Yırtıcı
kuşların en büyüğüdür. İki kanat arası iki buçuk
metreye varanları olmuştur. 100-118 yıl yaşayanları
görülmüştür. Akbabalar leş yiyerek beslenirler ve koku alma duyuları
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 264-
çok keskin hayvanlardır. Kuduz dâhil birçok hastalığa karşı bağışık
olduklarından hayvan ölüleri kısa zamanda ortadan kaldırmakla
bir nevi çöplük görevi yaparlar. Kültürümüzde kötü niyetli, fırsatçı,
çıkarcı insanları anlatırken “akbaba gibi hemen kokusunu aldı” tabiri
kullanılır. Akbabalar, edebiyatımızda farklı görüş ve düşünceleri
temsilen yer almışlardı. Seher vakti ötüşleriyle, leş yemeleriyle farklı
yorumlara sebep olmuşlardır (Kurnaz 1984: 506). Tasavvufî çağrışımları
olan manzumelerde leş, şuursuzca tüketilen dünya nimetleri; akbaba
da bunlara tamah eden fâniyi ve onun nefsini temsil eder (Ceylan 2007:
29). Klasik şiirde de akbaba rakip, ağyar tasvirinde kullanılmıştır. “Der
Vasf-ı Bahâr” (Baharı Anlatış) bölümünde akbabanın baharın gelmesiyle
gökyüzünden yeryüzüne indiği ve gül goncasının hümâya yuva olduğu
ifade edilmiştir. Beni Muhabbet Kabilesi, başından uğursuzluk eksik
olmayan bir kabiledir. Baharda bülbüllerin ötmesi, hümâların dolaşması
gerekirken akbabalar ortalıkta gezinmektedir ve akbabanın geldiğini
gören hümâ, adeta kapalı bir kutu gibi olan goncanın içine saklanmıştır:
Nesr-i felek indi âşiyâna
Gül-gonca hümâya oldı lâne
2. 2. 4. Şeb-rev/Huffâş:
Yarasa manasına gelir. Yarasalar uçabilen tek
memelilerdir. Geceleri uyanık olurlar, kış uykusuna
yatarlar, uçabildikleri halde kanatları yoktur ve
vücutları insan vücuduna benzer (Ertan 1989: 235).
Görme duyularının aksine işitme duyuları çok
gelişmiştir. Sadece geceleri görebilirler. Yarasa, kuşların hiçbirisine
benzemez. Kanatlarında tüyler yerine, açıldığında yelkeni andıran bir
deri vardır. Akbabadan fazla yaşar. İnsan, maymun ve kangurudan
başka yavrusunu beraberinde taşıyan bir de yarasa vardır (Ceylan
2007: 243). Yarasanın Divan şiirindeki öncelikli ve ağırlıklı kullanım
yönü ışıktan rahatsız olmasıdır. Ayrıca yarasanın geceleri ürkütücü ve
iç burkucu ötüşü de şairlerimizin sık sık andıkları özelliğidir (Ceylan
2007: 244). Hüsn ü Aşk’ta “Âmeden-i Hüsn Gâh Gâh Be Halvet-gâh-ı
Aşk (Hüsn’ün Arada Bir Aşk’ın Yalnızlık Yurduna Gelişi)” bölümünde,
tek bir beyitte huffaş ve şeb-rev ifadesine rastlıyoruz:
Huffâş-veş ol hümâ-yı devlet
Şeb-revliği eylemişdi âdet
O devlet kuşu, yarasa gibi geceleri dolaşmayı adet edinmişti.
Bildiriler Kitabı
- 265-
2. 3. DİĞER KUŞLAR
“Diğer Kuşlar” başlığı ile açtığımız bu bölümde diğer bölümlere
nazaran daha fazla kuş olduğunu görmekteyiz. Bu kuşlar: “bülbül/
hezâr, fahte, kebk/dürrâc, kebuter, mâkiyân, tâvus, tezerv/süğlün,
tîhû, tûtî/bebgâ”dır. Şimdi bu kuşların geçtiği beyitleri ve kuşların
beyitlerde hangi sıfatlarla yahut hangi benzetme unsurlarıyla ele
alığından bahsedeceğiz.
2. 3. 1. Bülbül/Hezâr:
Bülbüllere eski ve yeni Dünya kıtalarında,
Akdeniz ülkelerinde çok rastlanır. 16 cm
boyutlarında serçe iriliğinde olan bülbüller
ötücü ve göçmen kuşlar familyasındandır
(Ertan 1989: 169). Divan edebiyatı bülbülden
ayrı düşünülemez. O, şakıyışıyla ağlayıp inleyen, durmadan sevgilinin
güzelliklerini anlatan ve ona aşk sözleri arz eden bir aşığın timsalidir.
Bazen aşığın canı bazen kendisi bazen de gönlü olur. Bülbül, güle âşık
kabul edilir. Bu durumuyla aşığa çok benzer. Bülbül âşık olduğunda
gül de sevgili olur. Bülbülün her özelliği âşıkta mevcuttur (Pala 2004:
77). Her bir şair onda ayrı bir tarâvet, ayrı bir letâfet söylemiştir (Pala
1997: 66). Divan şiirinin yanı sıra halk şiirinde, manilerde, türkülerde
de bülbül sıkça kendinden bahsettirir. Kültürümüzde de tıpkı şiirlerde
olduğu gibi bülbül, gülden ayrı düşünülemez. Bülbülün, eserde en
fazla adı geçen kuş türü olduğunu görüyoruz. “Der Beyân-ı Sebeb-i
Te’lîf”(Eserin Kaleme Alınış Sebebi) bölümünde şair bir dostlar
meclisi gördüğünü belirtmiş ve bu meclistekileri de bülbül olarak
nitelendirmiştir:
Meclis velî gülşen-i Muhabbet
Bülbülleri yek-ser ehl-i ülfet
Bu bir meclisti, ama sanki sevgi gül bahçesiydi. Bülbüllerinin hepsi
de sohbet ve muhabbet ehli idi. Gerek eserde gerekse kültürümüzde
bülbüle daima olumlu anlamaların yüklediğini görmekteyiz.
“Âvîhten-i Câdû Aşk Râ” (Cadının Aşk’ı Asması) bölümünde bülbül
yerine “hezâr” kullanımını görmekteyiz. Aşk, türlü işkencelere maruz
kaldığı Câdû karşısında ağlayıp inlemektedir. Aşk ızdırap içinde öyle
çok feryâd etmiştir ki görenler onu, güle figân eden bülbül zannetmiştir:
Eylerdi hezâr-gûne efgân
Sanırdı gören hezâr-ı nâlân
- 266-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
2. 3. 2. Fahte:
Üveyik kuşu, yabanî güvercindir ki
endamı güzel, sesi hoş olduğu için şairlere
sermaye olmuştur (Onay 1992: 162). Üreme
dönemlerinde ötüşleriyle diğer kuşlardan
hemen ayırt edilir. Üveyik eti için avlanan
bir kuştur. Eserde fahte tek bir beyitte geçer. O da“Der Sıfat-ı Şeb ve
Şiddet-i Şitâ” (Gece ve Kışın Şiddeti Hakkında) bölümündedir:
Nesr-i feleği görüp kümesde
Kesdi sesi fâhte kafesde
Üveyik kuşu gökyüzü kartalının kümeste olduğunu görünce, kafesinde
sesini çıkaramaz oldu. Beyitte ötüşü itibariyle kendine yer bulmuştur.
2. 3. 3. Kebk/Dürrâc:
Keklik anlamına gelir. Farslar âteş-hâr, âteşhâre, hacel ve zeriç de derler (Ceylan 2007:
160). Keklikler sülüngiller familyasındandır.
Güvercin iriliğinde, eti lezzetli bir av kuşudur.
Yerli kuşlardan olup göç etmezler, aile hayatı
yaşarlar. Keklik, eti ve avlanması sebebiyle kültürümüzde yer alan bir
kuştur (Ertan 1989: 206). Divan şiirinde kekliğin öncelikli kullanım
alanı av kuşu olduğu ile ilgilidir. Kekliğin yırtıcı ve av kuşlarıyla
olan hayat-memat mücadelesi kasidelerde de şaire sık sık malzeme
olur. Ve keklik zarif yürüyüşüyle, salınan serviler gibi sevgilinin
benzetmeliğidir (Ceylan 2007: 161-162). Kültürümüzde keklik özellikle
halk türkülerinde salına salına su kenarlarında gezişi, kibar tavırları
ile anılmaktadır. Hüsn ü Aşk’ta “Miyânci Keşten-i Sühan Der Miyân-i
Îşân” (Sühan’ın Onlara Aracı Olması) bölümünde kebk kuşunun
Hüsn’ü anlatmada bir aracı olduğunu görüyoruz:
İkisi de gerçi kim nazar-bâz
Ammâ biri kebk ü biri şehbâz
Gerçi her ikisi de göz alıcıydı ama; biri keklikti, biri şahin.
Bildiriler Kitabı
- 267-
2. 3. 4. Kebuter:
Güvercin anlamına gelen kebuter, Kutup
bölgesi dışında her yerde yaşayabilen, kısa
boylu küçük başlı, kıvrık gagalı kuşlardır
(Ertan 1989: 197). Güvercinler eski zamanların
iletişim aracıdır. Bazı kaynaklar, Hz. Nuh’un
tufandan sonra yeryüzünde yaşanabilecek
toprak parçalarının tespiti için bir güvercini üç kez gönderdiği
inancından hareketle, güvercini insanoğlunun ilk evcilleştirdiği
hayvan kabul eder (Ceylan 2007: 99). Şiirimizde güvercin ayağına
ve kanadına ip bağlanıp sevgiliye haber götürmesi münasebetiyle
anılmaktadır. Eserde “Der Vasf-ı Hüsn” (Hüsnü Anlatış) bölümünde,
Hüsn naz güvercini şeklinde vasfedilmiştir:
Hayret-dih-i cân o çeşm-i şehbâz
Âhû-yı füsun kebûter-i nâz
O alıcı doğana benzeyen gözü, can kuşunu şaşkınlığa düşürdü;
büyüleyiş ceylanıydı, naz güverciniydi.
1. 3. 5. Mâkiyân:
Tavuk demektir. Şiirimizde tavuk öncelikle
gıda maddesi olarak yer alır. Etinin hazmı
kolay ve sağlıklı olması, beyitlere hem
doğrudan hem de dolaylı olarak konu
olmasını sağlar. Kasidelerde ise kimi zaman
övülene nispetle diğer sultanların kümeslerdeki tavuklara benzediği
söylenir (Ceylan 2007: 114-115). Eserde sadece “Der Beyân-ı Mâhiyyet-i
Şâirî” (Şairliğin Mahiyeti Hakkında) bölümünde işe yaramayan, boş
konuşan şairlerden bahsedilirken ‘mâkiyân’ ifadesi kullanılmıştır:
Mânende-i mâkiyân-ı garrâ
Yek beyza hezâr fahr ü da’vâ
Bir yumurta yumurtlamak için kıyametler koparan şamatacı tavuklar
gibidirler.
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 268-
1. 3. 6. Tâvûs:
Tavuslar
sülüngiller
familyasındandır.
Hindistan ve Seylan ormanlarında yaşarlar.
Erkeklerinin uzun yelpaze gibi, rengârenk
kuyrukları vardır (Ertan 1989: 232). Çok güzel
bir kuş olmasına rağmen dertli bir kuşmuş. O
güzel endamıyla yürürken gözleri ayaklarına
takılınca ayaklarının çirkinliğine üzülerek “âh” edermiş. Tavusun sesi
de çirkin olup, ötüşü âh kelimesidir. Bunun nedeni tavusun güzelliği
ile çok gururlanması imiş. Allah onun gururunu kırmak için ayaklarını
ve sesini çirkin yaratmış. Bir efsaneye göre tâvus cennette bir kuş iken
şeytanın cennete girmesine alet olmuştur. Âdem ile Havvâ’nın yasak
meyveyi yemelerinden sonra da cennetten çıkarılmıştır. Cennette
ayakları güzel iken Allah ona “her yanın süslü olsun ancak ayakların
çıplak kalsın; ayaklarını görünce cenneti ve eski halini hatırlayıp âh
et” diye buyurmuş ve Bâbil’e indirip ayaklarını çıplak eylemiştir.
Şimdi tâvus her âh edişinde cenneti hatırlamaktadır (Pala 2004: 443).
Kültürümüzde tavus kuşunun kuyruk tüyleri, kalem ve kalem ucu
olarak kullanılmıştır (Kurnaz 1984: 509). Tavus kibirlenip kabararak
yürümesi, tüylerinin güzelliği ve renkli oluşu sebebiyle divan şiirine
konu olmuştur. Hüsn ü Aşk’ta da pek çok beyitte geçmiştir. “Der Vasf-ı
Aşk” (Aşk’ı Anlatış) bölümünde Aşk’ın kılıcı tavusa benzetilmiştir:
Şemşîri behişt-i hûna tâvûs
Şeş-perri künişt-i dîne nâkûs
Kılıcı kan cennetinde salınan tavus, topuzu da din tapınağının tepesine
asılan çandı.
“Meclis-i Îş” (Eğlence Meclisi) başlıklı bölümde, meclisin şarabı tavus
kanına benzetilmiştir. Şarabın tavus kanı kadar kırmızı olduğu ve
içildiğinde de insana türlü türlü keyifler verdiği anlatılmıştır:
Sahbâ velîsâf hûn-ı tâvûs
Keyfinde hezâr reng mahsûs
Bildiriler Kitabı
- 269-
1. 3. 7. Tezerv/Süğlün:
Dağlarda, sık çalılar arasında yaşarlar. Tombul
vücutlu, yuvarlak kanatlı, genellikle yerlerde
gezen bir kuştur. Uzun tüyleriyle, canlı
renkleriyle dünyanın en süslü kuşlarından
sayılır (Ertan 1989: 230). Divan şiirinde daha
çok av kuşu ve güzelliği nedeniyle anılır.
Aşığın gönlü veya sevgili için benzetilen olur. Güzel salınışı ile de
sevgiliyi andırır (Pala 2004: 455). “Âgâhî Dâden-i Sühan Be Sûret-i
Tezerv” (Sühan’ın Sülûn Kılığına Girerek Haber Getirmesi) başlıklı
bölümde tezerv sadece beyitte geçmekle kalmamış eserin bir bölümüne
de adını vermiştir:
Gûş etdi ki bir tezerv-i dil-keş
Bu güne veriri peyâm-ı âteş
Aşk, uzun boylu güzel bir sülünün ateş gibi haberler getirdiğini işitti.
“Der Vasf-ı Esb” bölümünde tezerv yerine süğlün ifadesinin
kullanıldığını görüyoruz. Aşk’ın atı pek çok yönüyle mucizevi ve eşi
benzer olmayan bir at olarak anlatılmıştır. Zira aşağıdaki beyitte de bu
atın gül renkli, sülün gibi bir at olduğu ve sanki cennetin gül bahçesi
yahut kan denizi kadar kırmızı olduğu söylenmiştir:
Süğlün gibi bir semend-i gül-gûn
Gül-zâr-ı behişt ü kulzüm-i hûn
1. 3. 8. Tîhû:
Çil kuşu, turaç olarak bilinir. Afrika dışında bir
sahaya sahip olan az sayıdaki kuş türlerinden
biridir. Bitki ve böceklerden oluşan geniş
bir yiyecek yelpazesi vardır. Çil keklik
boyutlarındaki erkek, çoğunlukla siyahtır,
dişi çil kuşu, çoğunlukla kahverengidir ama boyun arkası kestane
rengidir. Flüte benzer sesle öter. Eserin “Sıfat-ı Şikâr-ı Îşân” bölümünde
tîhûya rastlanmaktadır. Beni Muhabbet Kabilesi avlanmaya gittiğinde,
çil kuşlarının kertenkeleye dönüştüğü ve kekliklerin de kanatlı birer
akrep gibi olduğu ifade edilmiştir:
Tîhûları sûsmâr olur hep
Dürrâcları perende akrep
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 270-
1. 3. 9. Tûtî/Bebgâ:
Klasik edebiyatta “tûtî” olarak bilinen
papağanın halk edebiyatındaki karşılığı
“dudu”dur. Papağan kuşların evcilleştirmeye
en
müsait
olanıdır.
Taklide
meyilli
hançerelerini kullanarak insan seslerini
tekrarlamaya çalışırlar (Ceylan 2007: 194).
Yiyeceğini tıpkı insan gibi pençesiyle alıp ağzına götürür. Şeker vb. tatlı
şeylere düşkündür. Kafeste ömürleri 50-70 yıl kadardır. Kültürümüzde
papağanın asla su içmediğine, içtiği takdirde öleceğine inanılır (Ceylan
2007: 194). Eskiden papağana konuşma öğretmek için ayna kullanılırdı.
Bir kişi, kuşu büyük bir aynanın önüne koyup ve kendisi aynanın arkasına
geçip konuşmaya başlardı. Aynada kendi aksini gören kuş, bu esi, kendisi
gibi bir kuşun sesi sanarak taklide başlar ve konuşmayı öğrenirdi (Pala
2004: 461). Çekici görüntüsü ve konuşulabildiğine inanılması bütün
doğu şirinde ve kültüründe olduğu gibi Türk şiirinde de sevgilinin ve
şairin kendisinin benzetmeliği olmasını sağlamıştır (Ceylan 2007: 195).
Eserin “Der Çigûnegî-i Ez Muhabbet-i Îşân” (Sevgilerin Keyfiyetinden
Bir Haber) bölümünde Hüsn, şeker dudaklı bir papağana benzetilerek,
sevgili olma sıfatından vazgeçip âşık görevini üstlendiği belirtilmiştir:
Tûtî görünürdi ol şeker-leb
Ma’şûk idi âşıkâne-meşreb
Pek çok kuşun adının zikredildiği “Der Vasf-ı Bahâr” bölümünde
papağan da kendisine yer bulmuştur. İlkbahar bulutunun bahçeyi
rızık hazinesine çevirdiği, tatlı düşkünü papağanların, arılarla birlikte
şekerin üzerinde uçtuğu belirtilmiştir:
Ebr eyledi bâğı tûşe-gencûr
Şekkerde uçardı tûtî zenbûr
SONUÇ
Görüldüğü gibi zengin bir muhayyileye sahip olan Şeyh Galib’in
başyapıtı Hüsn ü Aşk’ta pek çok kuş ismi geçmektedir. Beyitlerin
açıklamalarına dikkat edilirse bu kuşlar, biyolojik özellikleri ile değil
teşbih unsuru olmalarıyla beyitleri süslemektedirler. Bazı kuşlar
renkleriyle, hal ve tavırlarıyla, kimileri beraberinde getirdiği mitolojik
hikâyelerle ve bazıları da çıkardığı ilginç seslerle beyitlere konu
Bildiriler Kitabı
- 271-
olmuştur. Tüm varlığıyla aşkı anlatmaya çalışan, Divan şiirinin en
gözde kuşu olan bülbülün, incelenen çalışmada, en fazla adı geçen kuş
olduğu ve kültürümüzdeki yeriyle uyuştuğu tespit edilmiştir. Bülbül
her yönüyle mesnevide işlenmiş, kahramanların yerine geçmiştir. Anka,
hümâ, hüdhüd ve kaknüs, efsanevi özelliklerini kaybetmeyerek tıpkı
kültürümüzün en önemli parçalarından olan masallardaki halleriyle
eserde kendilerine yer bulmuşlardır. Şahin, kartal, doğan, akbaba
gibi yırtıcı kuşlar gerek avcı olma özellikleriyle gerekse yükseklerde
uçmalarıyla anılmışlardır. Tavus ve sülün gibi kuşlar, güzel görünüşleri,
nazlı yürüyüşleri öne çıkarılarak işlenmişlerdir. Keklik ve çil kuşu,
avlanma söz konusu olduğunda, güvercin ise kültürümüzdeki gibi
haberci özelliğiyle beyitlere girmiştir. Hayvanlar âlemi içinde konuşma
özelliğine sahip tek tür olan papağan, yine bu yönüyle mesnevide
pek çok beyitte yer almıştır. Geceleri uyanık olmaları münasebetiyle
baykuş ve yarasa da eserde adı sıkça geçen kuşlar olmuşlardır. Hüsn
ü Aşk’ta ana hatlarıyla anlatılmaya çalışılan bu kuşlar, yalnızca Divan
şiirinde değil baştanbaşa Türk kültüründe, en eski çağlardan beri var
olan canlılardır. Ayrıntılı bir şekilde incelenmeye muhtaç olan bu konu
üzerinde çalışmalarımız devam edecektir.
KAYNAKÇA
AND, Metin (2007). Minyatürlerle Osmanlı-İslam Mitologyası, İstanbul: YKY.
Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü (1978). “Şeyh Galib”, İstanbul: İnklab
ve Ata Kitabevi.
AYVAZOĞLU, Beşir (2008). Kuğunun Son Şarkısı, İstanbul: Kapı Yayınları.
BATİSLAM, H. Dilek (2002). “Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları HÜMÂ,
ANKA ve SİMURG”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, Sayı l, ss. 185-208.
CEYLAN, Ömür (2007). Kuşlar Dîvânı Osmanlı Şiir Kuşları, İstanbul:
Kapı Yayınları.
DEDE, Esrar (2000). Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye, haz. İlhan Genç,
Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları.
DURKAYA, Hayriyye (2010). Fehîm-i Kadîm Divanı’nda Hayvanlar Üzerine
Bir İnceleme, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3(15): 13-27.
DURU, Necip Fazıl (2000). Mevleviyâne Şiir Güldestesi, İstanbul:
Perşembe Kitapları.
ERTAN, Mehmet Emin (1989). Fuzûlî Divanı’nda Hayvanlar,
- 272-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul.
ESKİGÜN, Kübra (2006). Klasik Türk Şiirinde Efsanevi Kuşlar,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kahramanmaraş: Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
GALİB, Şeyh (2011). Hüsn ü Aşk, haz. Muhammed Nur Doğan, İstanbul:
Yelkenli Yayınevi.
GÖLPINARLI, Abdülbaki (1968). Hüsn ü Aşk, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınları.
HANÇERLİOĞLU, Orhan (1984). İslam İnançları Sözlüğü, İstanbul:
Remzi Kitapevi.
KABAKLI, Ahmet (1987). “Şeyh Galib” Türk Edebiyatı II, İstanbul: Türk
Edebiyat Vakfı Yayınları.
KALKIŞIM, M. Muhsin (2006). “Şeyh Galib”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, c.39, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları.
KOCATÜRK, Vasfi Mahir (1967). “Galip”, Türk Edebiyatı Antolojisi,
Ankara: Edebiyat Yayınevi.
KURNAZ, Cemal (1984). Hayali Bey Divanı’nın Tahlili, Ankara: MEB Yayınları.
KUTLU, Şemsettin (1983). Divan Edebiyatı Antolojisi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
OKÇU, Naci (2011). Şeyh Galib Dîvânı, Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları.
ONAY, Ahmet Talay (1992). Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
PAKALIN, L. Sami (1993). Türk Folklorunda Kuşlar, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.
PALA, İskender (1997). “Kuş Cenneti Şiirimiz”, Tarih ve Medeniyet
Dergisi, Sayı 34, ss. 64-67.
PALA, İskender (2004). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul: Kapı Yayınları.
TEKİN ALPAY, Gönül (2008). “Güneşin Kuşları: Phoenıx ve Anka”,
Journal of Turkish Studies, Sayı 32/1, ss. 425-446.
Türk Dili Ve Edebiyatı Ansiklopedisi (1980), “Şeyh Galib”, İstanbul:
Dergâh Yayınları.
ULUDAĞ, Süleyman (2001). Tasavvufî Terimler Sözlüğü, İstanbul:
Kabalcı Yayınları.
ÜLGEN, Aygün (1994). “Kuş Evleri”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Sayı 7, ss. 55-58.
YÜKSEL, Sedit (1963). Şeyh Galib Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri, Ankara:
İş Bankası Yayınları.
TARİH
Bildiriler Kitabı
- 275-
Enver YALÇIN
Yıldız Teknik Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi ABD Yüksek Lisans Öğrencisi
enveryalcı[email protected]
SEYYİD ABDÜLKADİR’İN (1856-1925) HAYATI, OSMANLI
BÜROKRASİSİNDEKİ ve KÜRT SİYASİ HAREKETİNDEKİ
ÇALIŞMALARI*
ÖZET
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kürt siyasi hareketinin
etkin ailelerinden biri, Hakkari ve civarında ikamet eden Şemdinan ailesidir.
Merkezileşme ve modernleşme adı altında bölgedeki Kürt beylerinin tasfiye
edilmesinden sonra siyasi ve ekonomik olarak güçlenen bu aile, bugünkü
Güneydoğu Anadolu’da ve İran’ın Urmiye Gölü yakınlarında geniş toprakları
denetimi altında bulundurmaktaydı. Şeyh Ubeydullah döneminde, İran’a
karşı 1880’deki isyan hareketinden dolayı ailenin tanınırlığı arttı. Ailenin
önemli şahsiyetlerinden biri de Seyyid Abdülkadir’dir. Kürt aşiretleri
üzerinde büyük bir nüfûza sahip olan Seyyid Abdülkadir, babası Şeyh
Ubeydullah’ın 1880’deki isyanından sonra, hayatının bir kısmını sürgünlerde
geçirdi. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelen Seyyid Abdülkadir,
bu tarihten itibaren Kürt siyasi hareketine liderlik yapanlardan biri oldu. Kürt
cemiyetlerinde ve Osmanlı bürokrasisinde önemli görevler ifa eden Seyyid
Abdülkadir, 1925’te ansızın patlak veren Şeyh Said İsyanı’na destek verdiği
gerekçesiyle Şark İstiklal Mahkemesi kararıyla idam edildi.
Anahtar Kelimeler: Şemdinan Ailesi, Seyyid Abdülkadir, Şeyh Ubeydullah,
Osmanlı Devleti.
GİRİŞ
Kürtler, Ortadoğu’nun eski halklarından biri olup yıllardır aynı
coğrafyada yaşamaktadır. Yaşadıkları coğrafya ile özdeşleşen
Kürtler, tarih boyunca pek çok medeniyetle etkileşimde bulundular.
Kürtlerin Osmanlı Devleti ile ilişkileri Fatih Sultan Mehmet dönemine
dayanmaktadır. Horasan’dan Fırat Irmağı’na kadar toprakları bulunan
* Bu bildirinin hazırlanmasındaki katkılarından dolayı Yıldız Teknik Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ercan Karakoç’a
teşekkürlerimi sunarım.
- 276-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Akkoyunlu Devleti’nin Osmanlı Devleti’ne yenilmesi sonucunda
Osmanlı-Kürt ilişkileri başladı. İlk başlarda sınırlı bir temas şeklinde
olan bu yakınlaşma, Yavuz Sultan Selim döneminde daha kapsamlı
bir boyut kazandı. Osmanlı Devleti ile Kürtlerin yakın ilişki içerisine
girdiği bu dönemde, Safevi Devleti de siyasi birliğini tamamlayarak
batıya doğru yöneldi. Bu durum, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgenin
iki Müslüman devlet arasında odak nokta haline gelmesine neden
oldu. Kürtler, Safevi Devleti’nin merkeziyetçi ve baskıcı politikalarına
karşın kendilerine daha hoşgörülü davranan ve merkeziyetçi bir
politika izlemeyen Osmanlı Devleti’ne yakınlaştı. Bu yakınlaşma ve
ittifak, Yavuz Sultan Selim’in ölümünden sonra da devam etti.
Uzun yıllar boyunca bazı istisnalar dışında, Osmanlı yönetimi ile
Kürtler arasında idari ve siyasi ilişkilerde büyük bir değişiklik ve
çatışma yaşanmadı. Ancak merkezî otoriteyi güçlendirmeye çalışan
Osmanlı Devleti, Kürt beylerinin Yavuz Sultan Selim döneminde
elde ettikleri bazı imtiyazları ellerinden almaya çalıştı. Nitekim on
dokuzuncu yüzyılın başından itibaren, Kürt beylerinin kendi toprakları
üzerindeki kontrolü zayıfladı. Askeri harekatlar sonucunda Kürt
beylerini yenip onları bölgeden tasfiye eden Osmanlı Devleti, onların
yerine bölgeye merkezden yöneticiler atadı. Ancak atanan yöneticiler
yerel olaylara ilişkin Kürt beyleri kadar bilgi sahibi ve tecrübeli
değillerdi. Bu durum, bölgede birçok aşiretin kendi başına buyruk
hareket etmesine ve bunun sonucunda şiddet ve kargaşanın artmasına
neden oldu. Bölgede yaşanan iktidar boşluğu siyasi liderlik iddiasında
bulunan bazı aileler tarafından doldurulmaya başlandı. Bu ailelerden
biri Şemdinan ailesidir. Aile, sahip olduğu dini şecereden dolayı kısa
süre içerisinde bölgede aşiret üstü bir gücün temsilcisi haline geldi. Bu
bildiri, Seyyid Abdülkadir ve mensup olduğu Şemdinan ailesini ele
almaktadır.
NAKŞİBENDİ ŞEMDİNAN AİLESİ
Hakkâri ve civarında ikamet eden Şemdinan ailesi, dönemin önemli
Kürt Nakşibendi ailelerinden biriydi. Kürt beylerinin tasfiyesinden
sonra bölgede siyasi ve ekonomik alanda güçlenen bu ailenin
hem Osmanlı hem de İran topraklarında hakimiyet alanları vardı.
Kökenlerini büyük bir âlim ve mutasavvıf olan Abdülkadir Geylani’ye
(1077-1166) dayandıran bu aile, bölgedeki yerel cemaatlerin dini
Bildiriler Kitabı
- 277-
liderliğini ve Kürt beylerinin akıl hocalığını yapmaktaydı (Özoğlu
2005: 96). Moğolların, Abbasilerin başkenti olan Bağdat’ı yakıp
yıkmasıyla birlikte aile fertleri değişik bölgelere dağıldı. Abdülkadir
Geylani’nin oğullarından Şeyh Abdülaziz, Kadiri öğretisini yaymak
için bugünkü Kuzey Irak bölgesine yerleşti. Ölümünden sonra aile
fertleri bugünkü Türkiye-İran sınırında bulunan Şemdinli bölgesinin
merkezi olan Nehri’ye yerleştiler ve burada Kadirî öğretisini yaymaya
çalıştılar (Erdost 1993: 31-32). Sadate Nehri olarak da bilenen Şemdinan
ailesi, bölgede bulunan diğer pek çok şeyh ailesinden daha saygın ve
etkiliydi. Ailenin kökenini Abdülkadir Geylani’ye dayandırmasının
yanı sıra, aile bireylerinin kendilerini iyi bir şekilde yetiştirmeleri
ve bölgenin farklı yerlerine dağılarak hizmet etmeleri bu durumla
ilintilidir. Nitekim bu aile pek çok şeyh ailesine nazaran coğrafi olarak
da daha geniş bir alanda faaliyet yürütmekteydi ve daha zengindi.
Ailenin ekilebilir toprakları ve hayvanları bulunmaktaydı (Bruinessen
2013: 326-328).
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi ve ekonomik
yönden güçlenen Şemdinan ailesine, bölgedeki yararlı çalışmalarından
dolayı hem Osmanlı padişahları hem de İran şahları tarafından toprak
hediye edildi. Aile, zamanla kendisine bağlı köy sayısını yaklaşık
200’e çıkardı. Şemdinli bölgesinde yer alan toprakların önemli bir
kısmının yanı sıra, Yüksekova’da birkaç köy, İran’ın Rezaiye İline bağlı
Mergever ve Tergever bölgelerinin bir kısmı, bugün Irak’ın kuzeyinde
kalan Bradost Bölgesinde dört köy, İran’da İşno ilçesinde Şeyhan Köyü
ve Irak’ta Revanduz İlçesinin Piresinye Bölgesinde Batas Köyüne
sahipti. Bu bağlamda ailenin bir ayağının Osmanlı Devleti’nde iken
diğer bir ayağının İran’da (Kaçar) kaldığı söylenebilir. Aile, her iki
devlet yönetimiyle iyi ilişkiler kurarak bu nüfuzunu sürdürmeye
çalıştı ve genellikle bu devletleri karşısına almak istemedi. Bölgede
büyük nüfuza sahip olan ailenin Suudi Arabistan’ın Mekke ve Medine
şehirlerinde de bazı tarlaları kendi mülkiyetlerine aldığı bilinmektedir
(Erdost 1993: 289). Şemdinan ailesi Nakşibendi tarikatı intisab edene
kadar bölgede yer alan pek çok aile gibi Kadirî tarikatına bağlıydı.
Mevlana Halid-i Bağdadi’nin (1776-1826) Nakşibendi tarikatını Kürt
coğrafyasında yaymaya başlamasıyla birlikte, bu tarikat bölgede hızlı
şekilde önemli bir taraftar grubu buldu. Bölgenin içinde bulunduğu
siyasi ve sosyal yapının yanı sıra Mevlana Halid’in bölgede sevilmesi,
kendine özgü kişiliği ve Nakşibendiliğin bir örgütlenme tarzı
olarak benimsenmesi, bu tarikatın hızlı bir şekilde yayılmasında
- 278-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
önemli rol oynadı (Bruinessen 2014: 84-87). Nakşibendiliğin bölgede
yayılmasında Seyyid Taha Efendi’nin rolü de büyüktür. Yaşadığı
dönemin önde gelen şahsiyetlerinden biri olarak kabul gören Seyyid
Taha, amcası Seyyid Abdullah vasıtasıyla Mevlana Halid ile tanışmış
ve onun teveccühlerine mazhar olmuştur. Amcasının ölümünden
sonra bölgeye geçen ve amcasının okuttuğu talebeleri yetiştiren
Seyyid Taha, Nehri bölgesinin ilim ve irfan merkezi haline gelmesine
katkı sağladı. Buradan yetişen talebeler, birer mürşit olarak bölgenin
değişik coğrafyalarında Nakşibendi öğretisini yaymaya gayret
gösterdiler. Nakşibendi öğretisinin günümüze ulaşmasında, buradan
yetişen talebelerin payı önemlidir (Tan 2013: 97-100). Seyyid Taha,
Osmanlı-Rus savaşlarında etkin bir rol oynayarak Osmanlı saflarında
talebeleriyle birlikte Rus ordularına karşı savaştı. Seyyid Taha, Kırım
Savaş’ı (1853-1856) öncesinde hem Osmanlı hem de İran sınırları
içerisinde yaşayan Kürtleri savaşa hazırlamak için büyük çaba gösterdi.
Ayrıca Dağıstan’daki Şeyh Şamil ile birlikte Ruslara karşı cihat ilan etti,
ancak savaş başlamadan vefat etti (Averyanov 2010: 31). Ölümünden
sonra ailenin başına önce kardeşi Seyyid Salih, daha sonra ise Şeyh
Ubeydullah geçti. Ailenin ve bölgedeki Nakşibendiliğin başına geçen
Şeyh Ubeydullah, kısa sürede bölgenin en güçlü lideri haline geldi.
NEHRİLİ ŞEYH UBEYDULLAH VE İSYANI
1827’de Hakkâri’nin Şemdinan bölgesinde dünyaya gelen Şeyh
Ubeydullah, Halidiyye kolunun münşi ve banisi Mevlana Halid-i
Bağdadi’nin önemli halifelerinden biri olan Seyyid Taha’nın oğludur.
Babasının yanında iyi bir medrese eğitimi alan Şeyh Ubeydullah,
amcası Seyyid Salih’in ölümünden sonra ailenin başına geçti. Şeyh
Ubeydullah’ın Seyyid Muhammed Sıddık ve Seyyid Abdülkadir
adında iki oğlu vardı (Süreyya 1996: 1641). Şeyh Ubeydullah, Kürt
beylerinin tasfiyesinden sonra, köklü ve geniş sülalesi sayesinde
bölgede her geçen gün dinî otoritesini arttırdı. O, 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı saflarında Kürtlerden oluşturduğu
müfrezelerle savaşa katıldı. Ancak savaş sonrası Osmanlı yönetimi ile
araları bozuldu. Yaklaşık elli bin neferle savaşa katılacağını devlete
duyuran Şeyh Ubeydullah’ın, çok az kişi ile savaşa katılması ve
savaş devam ederken birlikleriyle beraber savaş alanını terk etmesi,
aralarındaki ilişkilerin bozulmasına neden oldu (Mehmed Ârif Bey
2011:658-704). Savaş sonrası Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu
Bildiriler Kitabı
- 279-
durumdan yararlanan Şeyh Ubeydullah, Kürt aşiret liderleri ve şeyhleri
ile görüşerek çıkaracağı olası bir isyan için destek istedi. Nitekim Şeyh
Ubeydullah, Temmuz 1880’de ayaklanmanın nihai planı için Nehri
bölgesinde bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya 5 şeyh, 21 halife, 42
mirza ve 68 beyin katıldığı söylenmektedir (Halfin 1992: 88-89). Batılı
güçlerin bölgede desteklediği ve cesaretlendiği Ermenilerin coğrafya
üzerinde hak iddiaları Kürtleri bir araya getirmede önemli bir rol
oynamaktaydı. Nehri’de yapılan toplantının ana amacı Kürt birliğinin
kurulması ve yol haritasının belirlenmesiydi (Celil 1998: 36-38).
Nehri toplantısında farklı görüşler dile getirildi. Kürt liderlerinin bir
kısmı, yol haritası olarak Ermenilere ve bölgedeki diğer gayrimüslimlere
karşı sert müdahaleleri içeren bir yolun takip edilmesini isterken,
Şeyh Ubeydullah bu görüşe karşı çıkarak bunun ileride Kürtleri zor
durumda bırakacağını düşünmekteydi. O, Kürtlerin Ermenilere karşı
iyi davranmasını istiyordu. “Eğer bu güne dek Bab-ı Âli Kürtleri
her aşamada ve bütün bakımlardan destekliyorsa bunu, Kürtleri
Anadolu’daki Hıristiyan unsurunun karşısına çıkarmak amacıyla
yapmaktadır ve buradaki Ermenilerin tümünün ortadan kaldırılması
halinde Kürtler, Türk hükümeti indinde taşıdıkları önemi tümüyle
yitirmiş olacaklardır.” şeklindeki sözleri bunun en belirgin göstergesidir
(Averyanov 2010: 187-188). Şeyh Ubeydullah önceki Kürt isyanlarından
yola çıkarak gayrimüslimlere karşı herhangi bir müdahalenin Avrupa
devletlerinin Kürtlere karşı olumsuz tutum almalarına neden olacağını
düşünmekteydi. Bu yüzden gayrimüslimlere saldırmayı, Kürtlerin
çıkarları açısından doğru bulmamaktaydı (Altıntop 2011: 280). Nehri
toplantısında Osmanlı ve İran yönetimlerini İslamiyet’i yaşamamak
ve temsil etmemekle suçlayan Şeyh Ubeydullah, bunları Kürtlerin
gelişmelerini engelleyen devletler olarak nitelendirdi. Ona göre Kürtler,
her iki devletten de kurtulmalıydı (Celil 1998: 85-87). Fakat bunu
yaparken dönemin koşulları göz önünde bulundurulmalı ve uygun
zaman değerlendirilmeliydi. İran’ın içinde bulunduğu siyasi, askeri
ve ekonomik kriz, Şeyh Ubeydullah için uygun anı oluşturmaktaydı
(Sarıkçıoğlu 2013: 30-37).
Şeyh Ubeydullah, isyan sürecinde ayaklanmanın daha geniş alana
yayılması için birçok kişi ile görüşmelerde bulundu. Hakkâri bölgesinde
yer alan Nasturilerin sivil lideri Mar Şamun ve Hakkâri-Van bölgesinde
yer alan Ermeni Gregoryen Kilisesi ile görüşmelerde bulundu. Osmanlı
ve İran yönetimlerine karşı ittifak teklif eden Şeyh Ubeydullah, işbirliği
- 280-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
yapmaları halinde bölgedeki Hıristiyan halkın korunacağına dair
güvenceler verdi. Ancak bütün çabalarına rağmen gayrimüslimlerle
istediği ittifakı gerçekleştiremedi (Celil 1998: 65-69). Şeyh Ubeydullah,
ayaklanmanın ilk günlerinde ünlü misyoner ve tanınmış bir doktor olan
Amerikalı Dr. Cochran’a, iki mektup gönderdi. Mektuplarında İran’a
neden saldırıda bulunduğuna dair gerekçelerini açıkladı. Mektuplarda
Kürtlerin Osmanlı ve İran devletleri tarafından bilinçli bir şekilde geri
bırakıldıklarını belirten Şeyh Ubeydullah, bölgede yaşanan bütün
olumsuz durumların Kürtlere atfedildiğinden de yakındı (Jawaideh 2014:
173). Şeyh Ubeydullah, yukarıda dile getirdiği problemleri isyanının
gerekçeleri olarak dile getirse de, çok fazla dillendirmediğiisyanın temel
sebeplerinden biri de 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması ile Ermenileri
verilen bazı ayrıcalıklardı. Antlaşma sonucunda bölgede yaşanan
gelişmeler Ermenileri sevindirirken, Kürtleri endişelendirmekteydi.
Şeyh Ubeydullah, Ermenilere verilen imtiyazlardan büyük rahatsızlık
duymaktaydı ve kaygısını şöyle dile getiriyordu: “Bu duyduğum nedir?
Ermeniler, Van’da bağımsız bir devlet kuracaklarmış, Nesturîler ise İngiliz
bayrağı çekecekler ve kendilerini İngiliz vatandaşı ilan edeceklermiş?
Buna kesinlikle izin vermeyeceğim, kadınları silahlandırmam gerekse
bile.” (Özoğlu 2005: 97-98)
Şeyh Ubeydullah’ın İran’a karşı isyan için hazırladığı ordu üç
müfrezeden oluşmaktaydı. Birinci müfrezenin başında Seyyid
Abdülkadir ve İran sınırında bulunan Mungur aşireti lideri Hamza
Ağa; ikinci müfrezenin başında Şeyh Ubeydullah’ın büyük oğlu
Seyyid Muhammed Sıddık; üçüncü müfrezenin başında ise Şeyh
Ubeydullah’ın önemli halifelerinden biri olan Muhammed Said
Halif komutanlık yaptı (BOA. Y. PRK. ASK. 4/43). Osmanlı yönetimi,
isyan hareketini dikkatli bir şekilde takip etti. Bir taraftan Şeyh
Ubeydullah’a dolaylı destek vererek olayların İran’da kalmasını
amaçlarken bir taraftan da Kürtlerin orada elde edecekleri başarıdan
endişe etmekteydi. Osmanlı Devleti, her türlü sonuca karşı sınır
bölgelerinde önlemlerini aldı. Osmanlı yönetimi önlem olarak şunları
yaptı: Van, Bitlis, Muş ve Erzincan’a on altı tabur, Mamahatun ve
Erzincan’dan büyük çapta yirmi sekiz kale topu Erzurum’a gönderildi.
Dördüncü Kolordu Komutanlığı, Erzincan’dan Erzurum’a taşındı
(BOA. Y. PRK. ASK, 8/32). İsyan kısa sürede geniş bir alana yayıldı.
Kürt isyancılar İran’da birçok bölgeyi denetimleri altına aldı. Ancak
Şeyh Ubeydullah’ın bütün uyarılarına rağmen, denetim altına alınan
bölgelerin isyancılar tarafından tahrip edilmesi, bu ayaklanmaya
Bildiriler Kitabı
- 281-
sempati ile bakan İran’daki Kürt halkın tepkisine yol açtı (Kahraman
2003: 45-46). Maddi ihtiyaçlarını karşılamak için savaşa katılan
birçok Kürt isyancı, savaşın uzaması ve istenilen neticeyi vermemesi
sonucunda bağlı oldukları birliklerden ayrılarak soygun ve talandan
elde ettikleri tedarikle evlerine döndü. Bazı Kürt liderler ise karşı
tarafla anlaşarak askeri birliklerden çekildiler. Batılı güçlerin de
isyana muhalif olmaları sonucunda, Şeyh Ubeydullah ve birlikleri
geri çekilmek zorunda kaldı. İsyandan sonra Batılı güçlerin ve İran’ın
baskısı sonucunda Osmanlı yönetimi, Şeyh Ubeydullah ve yakınlarını
Mekke’ye sürdü (BOA, PRK. BŞK 6/58 (1299. L. 20).
SEYYİD ABDÜLKADİR VE FAALİYETLERİ
Seyyid Abdülkadir, 1856’da Hakkâri’nin Şemdinli bölgesinde doğdu.
Babası yaşadığı dönemde Kürtlere siyasi, askerî ve dinî liderlik yapan
Şeyh Ubeydullah’tır. Annesinin ismi Müfide’dir (Güneş 1997: 149).
Babasının yanında iyi bir medrese eğitimi alan Seyyid Abdülkadir,
Kürtçe ve Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça dillerine hâkimdi
(Özoğlu 2005: 99-102). Seyyid Abdülkadir, 1880 isyanı sonrası
babasıyla birlikte bölgeden sürgün edildi. İsyan sonrası Mekke’ye
sürülen Seyyid Abdülkadir, babasının 1883’teki ölümünden sonra
İstanbul’da tutuldu. Burada II. Abdülhamit’e karşı Jön Türk hareketine
destek verdi. 1896’da II. Abdülhamit’e karşı darbe girişiminden
dolayı bu sefer Medine’ye sürüldü ve II. Meşrutiyet’in ilanına kadar
da burada tutuldu. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelen
Seyyid Abdülkadir, burada bulunan Kürtler tarafından sevinçle
karşılandı. Sahip olduğu dini şecereden dolayı büyük bir itibar gören
Seyyid Abdülkadir, 19 Eylül 1908’de Kürt aydın ve liderleri tarafından
İstanbul’da kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin “ömür
boyu başkanlığına” seçildi. Cemiyet çatısı altında Kürtlerin talep ve
sorunları dile getirildi. Ayrıca Kürt dili, edebiyatı ve tarihi hakkında
çalışmalar yapılarak Kürt milli bilinci uyandırılmaya çalışıldı. Seyyid
Abdülkadir, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra açılan parlamentoda
âyan üyeliğine atandı. 27 Aralık 1908’de II. Abdülhamit tarafından bu
göreve atanan Seyyid Abdülkadir, 1920’lere kadar bu görevi sürdürdü
(BOA, İ.DUİT, 11/1. (1326. Za. 20)
Seyyid Abdülkadir, I. Dünya Savaşı’nın bitimine kısa süre kala, Kürt
aydın ve liderleri tarafından kurulan Kürdistan Teali Cemiyetine
- 282-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
de başkan seçildi. Cemiyet çatısı altında Kürt talepleri dile getirildi.
Cemiyet, Wilson Prensipleri’nden yararlanma yoluna gitti. Bu bağlamda
yabancı devlet temsilcileri ile görüşmelerde bulunuldu. Genellikle
bu görüşmeler yapılırken Kürt heyetinin başında Seyyid Abdülkadir
bulunmaktaydı. Yapılan görüşmelerde Seyyid Abdülkadir, ağırlıklı
olarak Kürtler için Osmanlı hakimiyetinde muhtar bir Kürt devleti talep
etmekteydi. Ancak Kürtlerin içinde bulunduğu parçalı durum ve Batılı
güçlerin Kürt taleplerinden ziyade Ermeni taleplerine odaklanmaları,
istedikleri neticeleri almalarına imkan vermedi. Seyyid Abdülkadir,
yeni Türkiye’nin kuruluşunu yakından takip etti. Yeni yönetimin de
Kürtlere muhtariyet vermeyeceğini öngören Seyyid Abdülkadir, yeni
idarenin yönetim tarzına karşı mücadele etti. Dönemin yöneticileri
de Seyyid Abdülkadir’in dini ve siyasi otoritesinden rahatsızlık
duymaktaydılar. Bingöl ve çevresinde ayaklanan Şeyh Said’in isyandan
hemen önce İstanbul’da bulunan Seyyid Abdülkadir ile temasa
geçmesi, onun Diyarbakır Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmasına
ve idam edilmesine bir gerekçe sağladı. 13-14 Nisan 1925’te İstanbul’da
tutuklanarak oğlu Seyyid Mehmed ve beraberindekilerle birlikte
Diyarbakır Şark İstiklal Mahkemesi’ne çıkartılan Seyyid Abdülkadir,
vatana ihanetten suçlu bulundu ve 27 Mayıs 1925’te Diyarbakır Ulu
Cami önünde idam edildi. İdamından sonra aile bireyleri Türkiye’yi
terk ederek Irak ve İran’a sığındılar (Özoğlu 2005: 101-106).
SONUÇ
On dokuzuncu yüzyılın ortasından yirminci yüzyılın ilk çeyreğine
kadar, Kürt siyasi hareketine yön veren önemli Kürt ailelerinden
biri, Hakkari ve civarında ikamet eden Şemdinan ailesidir. Şemdinan
ailesi Kürt beylerinin tasfiyesinden sonra siyasi ve ekonomik alanda
güçlendi. Bu aile sahip olduğu dini şecereden dolayı başta dindar
Kürtler üzerinde olmak üzere, İstanbul’da yaşayan yoksul ve köylü
göçmen Kürtler ile Kürt esnafı üzerinde önemli bir nüfûza sahipti.
Şeyh Ubeydullah’ın 1883’teki ölümünden sonra ailenin yönetimini
Seyyid Abdülkadir üzerine aldı. Seyyid Abdülkaditr, II. Meşrutiyet’in
ilanından sonra geldiği İstanbul’da hem Kürt cemiyetlerinde hem de
Osmanlı bürokrasisinde önemli vazifeler ifa etti. Seyyid Abdülkadir,
Kürt siyasi ve edebi hayatına mühim roller oynayan Kürt Teavün
ve Terakki Cemiyeti ve Kürdistan Teali Cemiyeti’nde başkanlık
görevlerinde bulundu. O, uzun yıllar Âyan meclis üyeliği yaptı,
Bildiriler Kitabı
- 283-
bunun yanında I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Şura-yı Devlet Reisliği’ne
atanarak kabineye girdi. II. Abdülhamit tarafından Meclis-i Âyan’a
atanması ve Damat Ferit Paşa hükümetinde kabine üyesi olması,
Osmanlı yönetiminin Ermeni plannı ve programlarına karşı onun
Kürtler ve bölge üzerindeki nüfuzundan faydalanma politikası olarak
yorumlanabilir. Uzlaşmacı bir kimliğe sahip olan Seyyid Abdülkadir,
görev yaptığı Kürt derneklerinde Kürt aydın ve liderlerini bir araya
getirdi. Cumhuriyet rejiminin bazı reformlarına karşı çıkan Seyyid
Abdülkadir, 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı ile irtibatlı olduğu
gerekçesiyle idam edildi. İdamından sonra ailenin geri kalanları yurt
dışına kaçtı. Bu bağlamda ailenin Kürt siyasi hareketi üzerindeki
etkinliğinin Seyyid Abdülkadir’in vefatı ile son bulduğu söylenebilir.
KAYNAKÇA
1. Arşiv Vesikaları
BOA. Y. PRK. ASK. 4/43.
BOA, PRK. BŞK 6/58 (1299.L.20).
BOA. Y. PRK. ASK, 8/ 32).
BOA, İ.DUİT, 11/1. (1326.Za.20).
2. İkincil Kaynaklar
ALTINTOP, Ömer (2011). Kürt Aydınları, İstanbul: My Kitap İçerik
Yayınları.
AVERYANOV, P. İ (2010). Osmanlı İran Rus Savaşlarında Kürtler (19.
Yüzyıl), çev. İbrahim Kale, İstanbul: Avesta Yayınları.
BRUINESSEN, Martin Van (2013). Ağa, Şeyh, Devlet, çev. Banu Yalkut
(İstanbul: İletişim Yayınları.
BRUINESSEN, Martin Van (2014). Kürdistan Üzerine Yazılar, çev. Nevzat
Kıraç, Bülent Peker ve Leyla Keskiner, İstanbul: İletişim Yayınları.
Celile Celil (1998). 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, çev. M.
Aras İstanbul: Pêrî Yayınları.
ERDOST, Muzaffer İlhan (1993). Şemdinli Röportajı, Ankara: Onur
Yayınları.
- 284-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
GÜNEŞ,İhsan (1997). Türk Parlamento Tarihi: I. ve II. Meşrutiyet, c. II,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Vakfı Yayınları.
HALFİN (1992). XIX. Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler, İstanbul:
Komal Yayınları.
KAHRAMAN, Ahmet (2003). Kürt İsyanlarında Tebdil ve Tenkil, İstanbul:
Evrensel Basım Yayınları
Mehmed Ârif Bey (2011). Başımıza Gelenler: 93 Harbin’nde Anadolu
Cephesi Ruslarla Savaşın Hatıraları, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul:
İz Yayıncılık.
ÖZOĞLU, Hakan 2005). Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği, çev. N.
Gündoğan ve A. Gündoğan İstanbul: Kitap Yayınevi.
SARIKÇIOĞLU, Melike (2013). “İran Arşivlerine Göre Şeyh Ubeydullah
İsyanı”, Kilis Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 5, ss. 1-37.
SASUNİ, Garo (1992). Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze
Ermeni Kürt İlişkileri, İstanbul: Med Yayınları.
SÜREYYA, Mehmed (1996). Sicill-i Osmanî, Cilt 5, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları.
TAN, Zeki (2013). “Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin Talebelerinden
Seyyid Tâhâ el-Hakkârî”, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı
3, ss. 97-126.
WADIE, Jwaideh (2014). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi: Kökenleri ve Gelişimi,
çev. İsmail Çekem ve Alper Duman, İstanbul: İletişim Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 285-
Eyyüp YILMAZ
Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
TÜRKLERİN İSLAMLAŞMA SÜRECİNDE TÜRK-ARAP
İLİŞKİLERİ
ÖZET
Yeni bir din ve medeniyetin kabulü, bu din ve medeniyeti benimseyen milletlerin
hayatında büyük değişiklikler meydana getiren hâdiselerden biridir. Nitekim
Türklerin de tarih boyunca birçok defa din ve medeniyet değiştirdiklerini görmek
mümkündür. Son olarak Türklerin İslâmlaşması ise tarihî bir dönüm noktası
mahiyetindedir. Konunun önemine binaen Türklerin İslâmlaşma süreci ile ilgili
olarak bugüne kadar birçok çalışma yapılmıştır. Ancak yakın zamana kadar
yapılan çalışmalarda daha çok siyasi olaylara temas edilmiş ve genel anlamda
iki farklı tez ileri sürülmüştür. Bu tezler; “Türklerin Müslüman olmadan önce
de İslâm’a çok yakın dini inançlara sahip oldukları, bu sebeple hiç yabancılık
çekmeden ve direnmeden kolayca uyum sağladıkları” veya “büyük baskılar
ve katliamlar sonucu zorla İslâm’a sokuldukları” şeklindedir. Son yapılan
çalışmalar ise yukarıdaki tezlerin gerçeği tam olarak yansıtmadığı ve İslâmlaşma
sürecinin çok karmaşık siyasî, sosyal-ekonomik ve kültürel birtakım şartlar
dâhilinde cereyan ettiğini ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışmada siyasî olaylardan
ziyade kültürel unsurlar ön planda tutulmuş; Türk ve Arap kültürünün nasıl
karşılaştıkları ve hangi sosyal çerçevede tanıştıklarını belirtilmiş, akabinde bu
kültürlerin İslâmlaşma sürecine etkisi üzerinde durulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Türkler, Türk-Arap İlişkileri, İslâmiyet, Din, Kültür,
Medeniyet.
GİRİŞ
Yeni bir din ve medeniyetin kabulü, bu din ve medeniyeti benimseyen
milletlerin hayatında, inanç, düşünce ve yaşayış bakımından hiç
kuşkusuz büyük değişiklikler meydana getiren hâdiselerden biridir.
Türkler de tarihleri boyunca, çeşitli sebeplerle birkaç defa din ve
medeniyet değiştirdikleri veya bazen aynı devirde birbirinden farklı
din ve medeniyete bağlı oldukları için başka milletlere nazaran farklı
bir tarihî akışa sahip olmuşlardır (Turan 1999: 15-16; Biçer 2007: 12).
- 286-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Türk kültür ve medeniyetine yeni bir ruh veren yahut Türk kültür ve
medeniyet* ırmağını farklı bir mecraya taşıyan en önemli hâdiselerden
biri de hiç şüphesiz Türklerin Müslüman olmalarıdır (Kazıcı 2010:
9). Çalışmamızın önemli bir bölümünü teşkil eden bu tarihsel sürece
geçmeden önce, Türklerin İslam öncesi inanç sistemi üzerinde kısaca
durmakta yarar vardır. Nitekim Türklerin, İslamiyet’ten önceki dinî
inançlarının tesbit edilmesi, İslamlaşma sürecinde yaşanan dinî ve
sosyal mücadelelerin anlaşılmasına ve bu inançlarla İslam inançları
arasındaki benzerliklerin Türklerin İslam’ı kabul edişlerinde etkili
olup olmadığını bilmemiz açısından çok önemlidir.
Tarih boyunca Türklerin çok geniş bir coğrafya üzerinde, farklı kültür
ve medeniyetlerle etkileşim içinde olmaları onların dini hayatlarına
da yansımıştır (Zerrinkub 2009: 15). Dinler tarihinde yaygın olan
metodolojiyi kullanacak olursak, Türk din tarihini geleneksel Türk Dini
ve Evrensel Dinler safhası olarak ikiye ayırmak mümkündür (Roux 2015:
147-152). Geleneksel Türk dininin temel tezahürleri Gök Tanrı, Tabiat
Güçlerine İnanma, Atalar Kültü ve inanç sisteminden ziyade dini-mistiksihri bir otorite tipini temsil eden Kam ve/veya Şaman kültürü olarak
sıralanabilir.* Evrensel Dinler safhasında, kabul ve katılım oranlarında
bölgesel çeşitlilik görülmekle birlikte; Budizm, Zerdüştîlik, Manizm,
Hıristiyanlık ve Musevîlik dinleri karşımıza çıkmaktadır.*
Yukarıda ifade edilen dinler ve inanç sistemleri ile ilgili çalışmalara
bakıldığında* ilk bakışta dikkat çeken hususiyet, Türklerin, muhtelif
*
*
*
*
Kültür ve Medeniyet kavramları ve kavramlar arasındaki farklar ile ilgili bilgi
için bkz.: ŞULUL, Kasım (2015). İbn Haldun’a Göre İslam Medeniyeti, İstanbul:
İnsan Yayınları, ss. 19-25; KAZICI, Ziya (2015). İslam Medeniyeti ve Müesseleri
Tarihi, İstanbul: İSAV, ss. 17-23; BALTACI, Cahid (2014). İslam Medeniyeti Tarihi,
İstanbul: İSAV, ss. 23-32.
Şamanizm ile ilgili geniş bilgi için bkz.: ELIADE, Mircea (1999). Şamanizm, çev. ismet Birkan, Ankara: İmge Kitabevi. Diğer inanışlar için bkz.: SİNOR, Denis (2000).
Erken İç Asya Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları; KÖPRÜLÜ, Fuad (2005). Türk Tarih-i Dinîsi, Ankara: Akçağ Yayınları.
Bu dinler ve inanç yapıları ile ilgili geniş bilgi için bkz.: ROUX, Jean Paul (2002).
Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. Aykut Kazancıgil, İstanbul: Kabalcı Yayınları; İNAN, Abdulkadir (1971). Eski Türk Dini Tarihi, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları; İNAN, Abdulkadir (1972). Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları; ESİN, Emel (1978). İslamiyet Öncesi Türk Kültür Târîhi ve
İslama Giriş, İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası.
Ayrıntılı bilgi için bkz.: TANYU, Hikmet (1978). Türklerin Dini Tarihçesi, İstanbul:
Türk Kültür Yayınları; KAFESOĞLU, İbrahim (1980). Eski Türk Dini, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları; BAYKARA, Tuncer (2001). Türk Kültürüne Bakışlar, Ankara: AKM Başkanlığı Yayınları; GÜNGÖR, Harun ve Ünver GÜNAY (1998). Türk
Din Tarihi, Kayseri: Laçin Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 287-
dinleri benimserken, eski inançlarından yeni dinle çatışmayanları
olduğu gibi, çatışanları ise yeni dinden aldıkları motiflerle besleyerek
muhafaza etmeleridir. Tüm etkilere rağmen Türklerin orijinal dini
yapıları tümüyle yok olmamış; aksine, yeni kabul edilen dinlerde eski
inançların etkisi çeşitli şekillerde kendisini hissettirmiştir (Ocak 2000:
37; Kafesoğlu 2003: 355; Köprülü Ankara 2012: 19; Aydınalp 2010: 47).
Bu nokta-i nazariyeden yola çıkarak ifade edebiliriz ki Türklerin tarihsel
süreç içerisindeki İslam yorumu veya Türk halk İslamı’nın oluşması,
İslam öncesi bazı dini inançlar ile İslamî motiflerin sentezinden
oluşmaktadır. Bu sentezin nasıl oluştuğu yahut Türkiye’de dinî hayatın
arka planını anlamak için bu çalışmada; ilk önce Türkler ile Arapların
ilk kez nasıl karşılaştıkları ve Emevîler Dönemi Türk-Arap çatışmaları
kısaca ele alınacaktır. Akabinde Abbasîler Döneminde bu ilişkilerin
nasıl bir yumuşama ve uzlaşma evresine girdiği bazı örnekler ile ifade
edilecektir. Son olarak da, bu tarihsel süreç içerisinde farklı kültür
ve coğrafyalarda yaşayan Türklerin İslam ile nasıl tanıştıkları yahut
İslam’ın hangi yorumunu benimsedikleri belirtilecektir.
ABBASÎLER DÖNEMİNE KADAR TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİ
Türkler ile Arapların coğrafî açıdan komşu olmamaları nedeniyle İslam
öncesi dönemde doğrudan bir ilişkilerinden bahsedilemez. Ancak bu
durum onların birbirlerini tanımadıkları anlamına gelmemektedir.
Nitekim daha Cahiliye Dönemi’nden itibaren Ebu Süfyan’ın Hicaz
bölgesinden zeytinyağı ve benzeri çeşitli ticari malları alıp Horasan’a
kadar gittiği ve oradan da Araplar’a lazım olan çeşitli ticari mallar
getirdiği bilinmektedir (Çağatay 1957: 139-140). Yine meşhur Arap
atlarının da İpek Yolu vasıtasıyla diğer milletlerin yanı sıra Türkler
arasında da bu tarz ticari münasebetlerle yayıldığı ifade edilmektedir.
(Esin 1985: 18; Aycan 2002: 317). Bu tür ticari ilişkiler sonucu Türkler ile
Araplar birbirini tanımış olmalı ki, Cahiliye Dönemi Arap şiirlerinde
Türkler ile ilgili pasajlar bulunmaktadır. Bu pasajlarda, Türklerin
özellikle askeri yönleri ve kahramanlıklarına vurgu yapılmıştır
(Şeşen 1969: 11-36; Yıldız 2005: 37). Hz. Peygamber’in de Türkler’in
varlığından haberdar olduğu gelen rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Taberî tarihindeki bir rivayette, hendek kazma işini yönetmek üzere
Hz. Peygamber için bir Türk çadırı kurulduğu, Hz. Peygamber’in
Medine’de bir Türk çadırında itikâfa girdiği (Esin 1985: 18) ve
Türklere bir davet mektubu gönderdiği ifade edilmektedir. Ayrıca
- 288-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Hz. Peygamber’e atfedilen ve Türkler’in bazı karakteristik özelliklerini
ifade eden hadisler de bulunmaktadır.*
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hulafa-yı Raşidin Dönemi
dediğimiz Dört Halife Dönemi başlamıştır. Bu dönemde ilk halife olan
Hz. Ebubekir (632-634), İslamiyet’in daha geniş sahalara yayılması
amacıyla Arap Yarımadası dışına seferler düzenlenmiştir. İlk seferler
Sasanî toprakları üzerine yapılmıştır. 633 yılında Halid b. Velid
kumandasındaki Arap orduları (İbnü’l-Esir C: II, 1985: 367-368; İbn
Kesîr C: VII, 1987: 30-31; Zerrinkub 2002: 117) Sasanîler ile mücadele
etmiş, bu mücadeleler esnasında Sasanîlere yardım eden Türklerle de
karşılaşma imkânı bulmuşlardır.* Hz. Ömer dönemine (634-644) kadar
Müslüman-Türk ilişkileri yüzeysel bir nitelik arz etmektedir. Ancak bu
tür münasebetler, Türkler ile Müslümanlar arasında uzun süre devam
edecek ilişkiler sisteminin başlaması açısından önem arz etmektedir. Bu
ilişkiler sistemi, Hz. Ömer döneminden itibaren başlayarak Emeviler
(661-750) döneminin sonu ve Abbasiler döneminin başlangıcına kadar
tarihî bir seyir içerisinde devam etmiştir. Önce Sasanî ordusu içinde
görev yapan Türklerle karşı karşıya gelen Araplar, daha sonra Kafkasya
ve Maveraünnehir’de Türkler ile mücadele etmişlerdir (Su 2011: 94;
Kutlu 2011: 49). İlk dönemlerde cereyan eden karşılıklı ilişkiler sistemi
savaş meydanlarında şekillenmeye başlamış; Türkler, Müslüman
Arapları öncelikle çatışma sahalarında geniş çapta gözlemleme imkânı
bulmuştur. Bu tarz çatışma ortamlarında Türkler nezdinde Müslüman
olmak bir bakıma “Arap olmak” şeklinde anlaşılmıştır (Kurt 2002: 492;
Aydınalp 2010: 157-158).*
Emeviler Dönemi (661-750) Türk-Arap ilişkilerine bakıldığında; Kuteybe
b. Müslim ve Ömer b. Abdulaziz dönemi istisna edilirse karşılıklı pek çok
*
*
*
*
Bu hadisler ile ilgili geniş bilgi için bkz.: ŞEŞEN, Ramazan (1969). “Eski Araplara
Göre Türkler”, Türkiyât Mecmûası, s. 11; İsmail Hami Danişmend (1959). Türk Irkı
Niçin Müslüman Olmuştur?, İstanbul: Okat Yayınları, s. 39.
Bu dönemde Halid b. Velid’in fetihleri için bkz.: HITTI, Ph. K. (2011). Siyasi ve
Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul: İFAV, ss. 209-219; BROCKELMANN,
Carl (1992). İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, Ankara: TTK,
ss. 36-43.
İslamın Araplaştırılması için bkz: TÜRKOĞLU, Orhan (2005). Türk Ulus-Devlet
Kimliği, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s. 98-99.
Ayrıntılı bilgi için bkz.: TANYU, Hikmet (1978). Türklerin Dini Tarihçesi, İstanbul:
Türk Kültür Yayınları; KAFESOĞLU, İbrahim (1980). Eski Türk Dini, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları; BAYKARA, Tuncer (2001). Türk Kültürüne Bakışlar, Ankara: AKM Başkanlığı Yayınları; GÜNGÖR, Harun ve Ünver GÜNAY (1998). Türk
Din Tarihi, Kayseri: Laçin Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 289-
mücadele yaşandığı; İslamlaşma’nın ancak bireysel ve küçük gruplar
şeklinde cereyan etmiş olduğu görülecektir (Yazıcı 2013: 57). Emeviler
Devleti’nin kurucusu Muaviye b. Ebî Süfyan, Hz. Ali taraftarlarıyla
giriştiği siyasî mücadeleyi tamamlayıp ülkenin iç bütünlüğünü
sağladıktan sonra fetih hareketlerini başlatmıştır (Yıldız 2011: 43; Cahen
2008: 43-48). Horasan bölgesinde Merv, Herat, Nişabur, Belh, Soğd, Kiş,
Nesef; Maveraünnehir bölgesinde Buhara, Semerkand, Harezm, Şaş
ve Fergana şehirlerinde Müslüman Araplarla Türkler arasında çeşitli
yoğunlukta sürekli muharebeler yaşanmıştır (Barthold 2008: 9; Barthold
2008: 14). Bu dönemde, Arapların fethettikleri bölgelerdeki halka genel
olarak kötü muamelede bulunduğu nakledilmektedir. Mesela Emeviler
döneminde Horasan valiliğine getirilen Amr b. Haraşi, Araplara
karşı Türgeş hakanını destekleyen Türklere baskı yaparak onların
yurtlarını terk etmelerine sebep olmuş; bölgeyi terk etmelerini de yeterli
görmeyerek Hucend bölgesinde Türkleri kuşatarak yakalayabildiklerini
öldürmüştür (Aydınalp 2010 :158).
Haccâc b. Yusuf’un Irak umumî valiliğine tayin edilmesi (694-714)
ve Kuteybe b. Müslim’in Horasan valiliğine getirilmesi (705-715)
(İbnü’l-Esir C. IV, 1985: 442-443; Barthold 2013: 30), Türklere yönelik
Emevî politikalarında önemli bir strateji değişikliğine neden olduğu
söylenebilir. Kuteybe, Haccâc’ın idarî sahadaki dehâsını kendisinin
stratejik maharetiyle birleştirerek büyük çapta askerî harekâta
girişmiştir. Ayrıca Maveraünnehir’de kurulan siyasi hâkimiyete paralel
bir şekilde, İslam’ın yöre halkı arasında öğrenilmesi ve yaşanması için
de mücadele vermiştir (Kurt 2002: 491). Kuteybe Ârî, Sâmi ve Hindî
dinlerinin merkezi ve buluşma yeri olan Maveraünnehir’de İslamiyet
dışındaki dinlere müsaade etmemiş; kendisine kutsallık atfedilen put
ve benzeri inanç unsurlarını imha etmiştir (Kitapçı 2013: 15-18; Güngör
ve Günay 1998: 263). Buhara’yı fethettiğinde, bölgede öncelikle kendi
içlerinden bir yönetici tayin etmiş ve onunla dostane ilişkiler kurmuştur.
Bu dostane ilişkileri Maveraünnehir bölgesinin diğer ileri gelenleriyle
de sürdürmüş ve bir müddet sonra onların Müslüman olmalarını
sağlamıştır. Buhara’nın fethiyle birlikte Müslüman Araplardan bazıları
Buhara’ya yerleşerek Türk komşularıyla iyi ilişkiler içinde olmuşlardır.
Bu Araplar arasında şüphesiz din bilginleri de mevcuttur. Kuteybe
ibadethane özelliği yanı sıra bir tebliğ ve kültür merkezi özelliği taşıyan
camiler yaptırmış; yaptırılan cami, mescit ve namazgahlar Buhara
şehrinin giderek İslam kimliğine bürünmesini sağlamıştır.
- 290-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Maveraünnehir’de İslam’ın yaygınlaşmasını sağlayan ikinci büyük
adım Ömer b. Abdülaziz’in hilafeti döneminde (717-721) atılmıştır.*
Türklerin Müslüman olmasını bütün çıkarların üzerinde tutan Ömer
b. Abdülaziz’in, Türklerin İslam’ı öğrenip kabul etmeleri için her türlü
imkanı seferber etmiştir. Kendisi 700 tarihinden beri devam eden,
Müslümanlardan da gayrimüslimler gibi cizye alınmasına son vermiş;
sosyal hayata eşitlik ve adalet prensibini yerleştirmeye çalışarak,
İslam kardeşliğini ve dayanışmayı öne çıkarmıştır (Kitapçı 2008: 8;
Kitapçı 2013: 18-19; Kurt 2002: 493). Ömer b. Abdülaziz›in eşitlik ve
adalet içeren politikaları, Türklerin İslamiyet hakkındaki kanaatlerini
müspet manada etkilemiştir (Barthold 2008: 9; Güngör–Günay 1998:
256). Türkler bu dönemde ekonomik kaygılarla kendilerine reva
görülen ikinci sınıf insan muamelesinin ilk defa İslam dininden
kaynaklanmadığını görmüştür. Ömer b. Abdülaziz’in eşitlik anlayışı,
menfaatlerini kaybeden bazı Emevi idarecilerini rahatsız etmiştir.
Bu gruptan kimseler Türklerin vergi vermemek için Müslüman
olduklarını ileri sürerek, samimiyetlerini sınamak için Türklere
sünnet şartının getirilmesini bile savunmuşlardır (Kitapçı 2008: 8). Bu
teklife Abdülaziz’in verdiği cevap gerçekten de manidardır: “Allah
Hz. Muhammed’i sünnetçi değil; davetçi olarak gönderdi.” diyen
Abdülaziz bu öneriyi kesin bir dille reddetmiştir (Güngör ve Günay
1998: 259; Kurt, 2002: 494). Ancak ölümü üzerine kurmuş olduğu
adalet sistemine son verilmiş ve yukarıda kısmen ifade edilen baskıcı
düzene geri dönülmüştür. Bu baskıcı süreç genel hatlarıyla Abbasîlerin
iktidara gelişine kadar devam etmiştir.
ABBASÎLER DÖNEMİ TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİ
İslam tarihi içerisinde Emevîler dönemi, bir fetih ve teşkilatlanma
çağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Türklerin Maveraünnehir
bölgesinde İslamiyet ile karşılaşması da bu gelişmeye bağlı olarak
oluşmuştur. Bununla birlikte, fetihler sonucu oluşan böylesine bir
heterojen sosyal bünyede farklı kültür ve halklar birbirine karıştığından,
hızlı dönüşümlere hâkim veya ayak uydurmak da güçleşmektedir.
Nitekim bu sorun ile karşılaşan, ancak eşit ve sorumluluklara dayalı bir
düzen oluşturamayan Emevî yönetimi, sorunu aşmayı başaramamıştır
(Cahen 2000: 35). Emevîlerin bu ırkçı ve adaletten uzak yönetimine karşı
*
Ömer b. Abdulaziz dönemi genel politikası için bkz.: WELLHAUSEN Julius
(1963). Arap Devleti ve Sukutu, çev. Fikret Işıltan, Ankara: AÜ Basımevi, ss. 126-147.
Bildiriler Kitabı
- 291-
Harici ve Şiî ayaklanmalarının* yanı sıra yeni fethedilen topraklarda
da bazı isyanlar eklenmiştir (Mantran 1981: 105-106). Böylece kısa
sürede Emevîlere karşı bir muhalefet çemberi oluşmuştur. Emevîlere
karşı oluşan muhalefet çemberinden faydalanmak isteyen Abbasîler
propaganda için Horasan bölgesini seçmiştir. Nitekim Horasan’dan
başlayan ve Abbasîlerin iktidara gelişi ile sonuçlanan ihtilalde İranlılar
ve Soğdluların yanı sıra Türkler de yer almıştır (Turan 2014: 137;
Güngör 1998: 259; Yazıcı 2013: 61-62).
Abbasî hanedanının iktidara gelmesiyle İslam devleti bünyesinde
önemli değişikler meydana gelmiştir (Yıldız 2011: 68). İslam
dünyasında iktidarın el değiştirmesi, Türkistan bölgelerinde öteden
beri var olan gerginliğin karşılıklı bir biçimde yumuşamasıyla
sonuçlanmıştır. Abbâsîlerin, kendinden önceki idarenin tam tersine,
Arap olmayan halklarla iyi ilişkiler kurmaları, mevâlînin, özellikle
Türklerin Araplara yaklaşması sonucunu doğurmuştur (Turan 2014:
138). Bu yakınlaşma 751 tarihindeki Talaş savaşında fiilen uygulamaya
koyulmuş ve Çinlilere karşı Türkler ile Araplar aynı saflarda yer
almıştır (Güngör 1998: 265-266; Roux 2002: 40-46). 751 Talas Savaşı
Türk-Arap münasebetleri bakımından bir dönüm noktası olmuştur.
Öyle ki Barthold Talas Savaşı’nın önemini şöyle ifade etmektedir: “Bu
muharebenin Türkistan tarihindeki önemi çok büyüktür. Çünkü İslam
ve Çin medeniyetlerinin hangisinin Türkistan’a hâkim olacağı meselesi
bu suretle halledilmiştir.” (Barthold 1990: 211-212) Gerçekten de öyle
olmuştur. Yarım asırdır devam eden kanlı mücadeleler, bu tarihten
itibaren yerini sulhe ve dostça münasebetlere bırakmıştır. Türk-Arap
savaşlarının bitmesi ve barış ortamının sağlanması Türkler arasında
İslamiyet’in yayılmasını daha da kolaylaştırmıştır (Biçer 2007: 50).
İlk Abbasî halifelerinden Ebu Cafer el-Mansur (754-775) ve el-Mehdi
(775-785) dönemlerinden başlayarak, bu dönemde, Türkler devlet
içinde askeri ve idari makamlara gelmeye başlamıştır. Halife Me’mun
(813-833) ve Mu’tasım (833-844) dönemlerinde Türklerle olan ilişki
ve etkileşim daha da artarak devam etmiştir. El-Me’mun zaten ana
tarafından Meracil isminde Türk bir cariyeden dünyaya gelmiş ve
dayızadeleri olan Türklerle daima iyi ilişkiler içinde olmaya gayret
etmiş ve Türklerin Müslüman olmaları için daha hilafete gelmeden
*
Hâricî ve Şiî isyanları için bkz: WELLHAUSEN, Julius (1996). İslamiyetin İlk
Devrinde Dinî-Siyasî Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara: TTK, s. 1 ve
89; MEZ, Adam (2014). Onuncu Yüzyılda İslam Medeniyeti; İslam’ın Rönesansı, çev.
Salih Şaban, İstanbul: İnsan Yayınları, ss. 79-94.
- 292-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
önce çalışmalara başlamıştır (Kitapçı 2002: 317). Özellikle hükümdar
ailelerini kazanmaya çalışmış; Müslüman olanlara karşı her türlü izzet
ve ikram göstermiştir. El-Me’mun gibi Maride Hatun isminde Türk
bir anadan dünyaya gelen Mu’tasım bu yönde atılan adımları devam
ettirmiştir. Kendisinin hilafete gelmesinde ordudaki Afşin, Eşnaz, Boğa
el-Kebir, Inak et-Türki gibi Türk komutanlarının etkisi büyük olmuştur
(Günay 1988: 266-267). Aynı zamanda bu durum Türklerin ordu ve
siyaset içindeki kuvvet ve etkisinin de bir nişanesidir. Mu’tasım halife
olunca Samarra şehrini kurup hem Türk askerlerini, hem de devletin
merkezini buraya taşımıştır ki, bu tavır da Türklere duyulan güvenin
bir göstergesidir (Durî 1991: 132-133; Aydınalp 2010: 160-161).
Samarra şehrinin kurulması ordu içindeki Türk sayısının ve nüfuzunun
artmasıyla yakından ilgilidir. Türkler Bağdat’ta yerleşik alışkanlıkları,
kendilerine özgü tavırlarıyla yerli asker ve halk arasında huzursuzluk
kaynağı olarak görülmeye başlamış ve halife bir anlamda bu gerilime
son vermek için Samarra şehrini inşa ettirmiştir. Bu şehir içinde Türklerin
pozisyonu da kayda değerdir. Türkler diğer Arap-Acem gruplardan tecrit
edilmiş ve onlarla düşüp kalkmalarına özellikle müsaade edilmemiştir.
Onlar için özel çarşılar ve namazgahlar inşa ettirilmiş; Türk cariyelerle
evlenmeleri sağlanmış; yetişkin hale gelinceye kadar çocuklarının
yabancılarla evlenmemelerine dikkat edilmiş ve yetişkin Türk çocuklarının
birbirleriyle izdivaç yapmaları teşvik edilmiştir. Samarra devri, Türk
hâkimiyetinin zirvede olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkar. Bu
dönemde Türkler sadece askeri sahada değil; siyasi ve idari sahalarda da
önemli görevler üstlenmişlerdir (Günay 1998: 267-268; Aydınalp 2010: 161).
TÜRKLERİN İSLAMLAŞMA SÜRECİ
Türkler, sosyolojik açıdan dinî-toplumsal değişimin temel ilkelerine
bağlı kalarak karşılaşma, birbirini tanıma, uzlaşma ve içselleşme
aşamalarından geçerek başlangıçta Müslümanlarla yavaş ve yüzeysel
ilişki içerisinde olmuştur. İlerleyen süreçte ise siyasî, toplumsal,
iktisadî ve dinî-kültürel hayatlarında köklü bir değişim yaşanmıştır
(Kutlu 2011: 46-47). Bu değişim Türklerin yaşamış olduğu bölgelere
göre de farklılık arz etmekle birlikte uzun bir tarihî seyir içerisinde
gerçekleşmiştir. Nitekim bir kültür değiştirme olayı olan yeni bir dinin
kabulü ve benimsenmesi, birçok şartlara bağlı olup kolay olmayan ve
oldukça uzun süren bir sürecin sonunda gerçekleşebilmektedir (Biçer
Bildiriler Kitabı
- 293-
2007: 41- 42; Akpınar 1994: 53; Günay 2009: 239-241).
Türklerin İslam’a geçişleri ile ilgili genel olarak iki yaygın görüş
vardır. Birinci görüşe göre; Arapların İslam’ı Orta Asya’ya taşımaları
üzerine, Türklerin hiçbir baskıya uğramaksızın büyük kitleler halinde
kendi rızasıyla Müslüman oldukları şeklindedir (Su 2011: 93). Bu
görüşü destekleyecek şekilde, Türklerin Müslüman olmadan önce
de İslam’a çok yakın dini inançlara sahip oldukları, bu sebeple ona
hiç yabancılık çekmeden ve direnmeden kolayca uyum sağladıkları
ifade edilir. İkinci görüş ise; Türklerin, büyük baskılar ve katliamlar
sonucu zorla Müslüman oldukları şeklindedir. Ancak yukarıda genel
hatlarıyla anlatmaya çalıştığımız bu sürece bakıldığında, bu tezlerin
gerçeği tam olarak yansıtmadığı, aksine bu sürecin, çok karmaşık
siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel birtakım şartlar dâhilinde cereyan
ettiği görülmektedir (Ocak 2011: 32). Emevîlerin aksine Abbasîler
döneminde, Türkler ile ilişkilerin dostane bir tarzda yürümesi,
ticarî faaliyetlerin giderek artması ve gezgin dervişlerin faaliyetleri,
Türkistan’da İslam’a olan ilgiyi artırmıştır. Ancak şunu da ifade edelim
ki, Abbasîler ile birlikte hızlı bir İslamlaşma sürecine girmekle birlikte
Mâverâünnehir bölgesinin tamamen Müslüman oluşu Sâmânîler
döneminde olmuştur (Köprülü 2013: 46; Barthold 2013: 46-48).* Bu
dönemden sonra İslamiyet diğer Türk toplulukları arasında hızlı bir
şekilde yayılacaktır.
Türk devletleri arasında İslamiyeti devlet dini olarak kabul eden ilk
devlet, İdil Bulgar Devleti’dir. Müslüman tüccarlar vasıtasıyla İslamiyet
ile tanışan İdil Bulgar Devleti, 921 yılında Abbasî halifesine, kendilerine
İslamiyeti öğretmek için bazı din bilginleri istemiştir (Günay 1998: 313314). Aynı zamanda camiler ve istihkâmlar yapacak ustalar ile birlikte
para göndermesini isteyen bir elçi gelmiştir. Bu durum Bağdat’ta
da büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve bir heyet oluşturularak
Bulgarlara gönderilmiştir. Heyetin içinde danışman ve sekreter olarak
meşhur İbn Fadlan da bulunuyordu.* Elçi heyetinin Bulgar’a varmasıyla
merasim tertip edilerek, İslam dini resmen bir devlet dini olarak kabul
edilmiş oldu. Böylece, Bulgar şehirlerinde halk artık Müslüman olmuş,
buralarda cami ve mescitler inşa edilmiştir (Kara 2006: 25-26; Devlet 1992:
14-316). İdil Bulgarları hanedanının Müslüman olmasıyla birlikte Hazar
*
*
Sâmânîler döneminde İslamlaşma için bkz.: USTA, Aydın (2013). Türklerin İslamlaşma Serüveni, İstanbul: Yeditepe Yayınları.
Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için: ŞEŞEN, Ramazan (2012). İbn Fadlan
Seyahatnamesi, İstanbul: Yeditepe Yayınları.
- 294-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ülkesinde de İslamiyet yayılmıştır (Togan 1981: 58). Nitekim İbn Fadlan’ın
seyahati esnasında, beş bin nüfuslu bir Hazar şehrinin Müslüman olduğu
ve ahşaptan bir mescit inşa ettikleri; Kur’an okumayı ve ibadet etmeyi
onlara bizzat İbn Fadlan’ın öğrettiği belirtilmektedir (Günay 1998: 316).
Zaten İslam dünyası ile Hazarlar arasında yedinci yüzyılın ortalarında
başlayan askeri münasebetler, daha sonraki asırlarda yerini siyasi ve ticari
ilişkilere bırakmış, bu sayede Hazarlar İslamı tanıma imkânı bulmuşlardı.
Daha önce değişik din mensuplarının yaşadığı Hazar ülkesinde, onuncu
yüzyılın ortalarına doğru Müslümanlar hâkim sınıf haline gelmişlerdi.
Bu durum onların ordularına da yansımış, bu asırda Hazarların ordusu,
tamamen Müslümanlardan oluşmuştur (Kara 2006: 26).
Fuat Köprülü, yalnız hükümdarlar açısından değil, aynı zamanda
dayandığı halk kitlesi bakımından da Türk olmak şartıyla, ilk defa ortaya
çıkmış olan ilk İslamî Türk devletinin, Karahanlılar Devleti olduğunu
belirtir. Bu devlette İslamiyet, Satuk Buğra Hakan’ın Müslüman olup,
bütün halkının da kendisini takip etmesiyle birlikte, hâkim bir din
haline gelmiştir. Bu hadise, İslamın Orta Asya’daki en büyük başarısı
olarak kabul edilmektedir (Kara 2006: 26; Arnold 2007: 285-287;
Barthold 2013: 60). Satuk Buğra Han’ın Müslüman olmasıyla, Türkistan
Türkleri arasında İslamiyet’in yayılışı daha da hız kazanmıştır. Çünkü
Karahanlılar Müslüman olmayan ırktaşlarına karşı gaza hareketlerine
girişmiş ve onların da İslamlaşması için mücadeleler vermiştir. 920
tarihinde İdil Bulgarlarıyla başlayan ve 940’lı yıllarda Karahanlılarla
hız kazanan onuncu yüzyılın ikinci yansının başlarından itibaren de
Oğuzlarla yepyeni bir çığır açan Türklerin İslamlaşma süreci hareketi
bunlarla sınırlı kalmamış, Türkler arasında ihtida hareketleri sürekli
olarak devam etmiştir (Turan 2014: 138; Kara 2006: 28).
SONUÇ
Türklerin İslamlaşma süreci bir anda gerçekleşen basit bir hadise
olmayıp, siyasî, iktisadî, kültürel ve toplumsal pek çok yönü olan; uzun
bir süreçte ve geniş bir coğrafyada cereyan eden karmaşık bir hadisedir
(Ocak 2000: 182). Bu uzun tarihsel süreçte ve geniş bir coğrafyada
Türkler, birbiriyle eş zamanlı ve paralel olarak gelişen iki farklı İslam
yorumunu benimsemiştir. Bunlardan biri Sünnî (ortodoks), diğeri gayri
Sünnî (heterodoks) İslam yorumudur. Bu iki İslam yorumundan ilki,
Uygurlar zamanından (yaklaşık sekizinci yüzyıldan) beri yerleşik bir
Bildiriler Kitabı
- 295-
medenî hayatı tanıyan Hârezm, Maveraünnehir ve Fergana bölgesi gibi
birbirine yakın çevrelerde yaşayan Türk toplulukları arasında gelişmeye
başlayan Sünnî İslam’ı simgelemektedir. Başta Buhara olmak üzere,
Semerkant, Merv, Belh gibi büyük şehirler, yerleşik Türkler arasında
oldukça geniş bir taban bulan, Kitab ve Sünnet esasına dayalı, “akıl ve
re’y” i temel alan Hanefîlik ve Matüridîlik mezheplerinin en gelişmiş
merkezleri durumuna gelmişlerdir. Bu bölgede biri hukuk, diğeri inanç
ağırlıklı bu iki mezhebin güdümündeki Sünni İslam, Karahanlılar’dan
itibaren Gazneliler ve Büyük Selçuklular gibi Türk devletlerinin resmî
mezhebi ve yerleşik halkın büyük çapta benimsediği Müslümanlık
anlayışını oluşturmuştur (Ocak 2011: 40-41).
Türkler arasında Sünni İslam yukarıda genel bir perspektif içinde
özetlenmeye çalışıldığı şekilde bir gelişme gösterirken, öte yandan, Arapça
bilmek bir kenara, okuma yazma dahi bilmeyen, hayvan sürülerinin
ardından sürekli yer değiştiren göçebe Türk topluluklarının arasında ise
değişik bir İslam yorumunun geliştiği görülmektedir (Ocak 2011: 48).
Göçebe Türkmenler önce İran, sonra da Türk sûfîler eliyle getirilen tasavvuf
ağırlıklı bir mistik Müslümanlık anlayışını benimsemiş, kısa zamanda
bu Müslümanlık anlayışı geleneksel inanç yapılarını özümseyerek,
Sünnî Müslümanlıktan bazı bakımlardan farklılaşmıştır. Bu göçebe
Türkmenler şehirlilerden farklı olarak medreseden habersiz ve ondan
mahrum bir hayatı yaşamak zorunda kalmışlardır (Eröz 1977: 203) Zira
sürdürdükleri devamlı göçebe halindeki hayatları, bu teması azaltmış ve
bilgiye dayalı Müslümanlığın gereklerini kavramaya ve yerine getirmeye
imkan vermemiştir (Ocak 2014:63). Bazı araştırmacıların Heterodoks
İslam olarak nitelendirdikleri bu gayri Sünnî İslam yorumunun en dikkat
çekici yanı, Türkler arasında İslam’dan önce mevcut olmuş bulunan bazı
dinlerin kalıntılarını İslamî kavramların içinde birleştiren ve yoğuran bir
senkretizm (bağdaştırmacılık) olmasıdır (Ocak 2011: 49).
KAYNAKÇA
Akpınar, Turgut (1994). Türk Tarihinde İslamiyet, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Arnold, Thomas Walker (2007). İslamın Tebliğ Tarihi, İstanbul:
İnkılâb Yayınları.
Aycan, İrfan (2002). “Emevî Dönemi Sonuna Kadar Müslüman
Arapların Türkler ile İlk Münasebetleri”, Türkler, Cilt 4, ed. Hasan
- 296-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Celal Güzel vd., Ankara: Yeni Yürkiye Yayınları.
AYDINALP, Halil (2011). Türkiye’de Dini Hayatın Tarihsel Arka
Planını Okumak-I: İslamiyet Öncesi Türk İnanç Sistemi ve Türklerin
İslamlaşma Süreci, Toplum Bilimleri Dergisi, 4 (8), ss. 145-167.
Baltacı, Cahid (2014). İslam Medeniyeti Tarihi, İstanbul: İSAV.
BARTHOLD, W. (1990) Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, haz. Hakkı
Dursun Yıldız, Ankara: TTK.
Barthold, W. (2008). İlk Müslüman Türkler, çev. M. A. Yalman, T.
Andaç, N. Uğurlu, İstanbul: Örgün Yayınevi.
Barthold, W. (2008). Tarihte Türk Dünyası, çev. M. A. Yalman, T.
Andaç, N. Uğurlu, İstanbul: Örgün Yayınevi.
Barthold, Wilhelm (2013). Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler,
çev. Râgıp Hulusi Özdem, haz. Kâzım Yaşar Kopraman ve İsmail Aka,
Ankara: TTK.
Baykara, Tuncer (2001). Türk Kültürüne Bakışlar, Ankara: AKM
Başkanlığı Yayınları.
Biçer, Bekir (2007). Türklerin İslamlaşma Süreci, Ankara: Akçağ Yayınları.
Brockelmann, Carl (1992). İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi,
çev. Neşet Çağatay, Ankara: TTK.
Cahen, Claude (2000). Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna
Kadar İslamiyet, çev. Esat Mermi Erendor, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Cahen, Claude (2008). Türkler Nasıl Müslüman Oldular, çev. M. A.
Yalman, T. Andaç, N. Uğurlu, İstanbul: Örgün Yayınevi.
Çağatay, Neş’et (1957). İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı,
Ankara: MARS ve S.A.Ş Matbaası.
Danişmend, İsmail Hami (1959). Türk Irkı Niçin Müslüman
Olmuştur?, İstanbul: Okat Yayınları.
Devlet, Nadir (1992). “İslamiyeti Resmen Kabul Eden İlk Türk
Devleti: İdil-Bulgar”, DGBİT, Cilt IX, İstanbul.
Durî, A. Aziz (1984). İlk Dönem İslam Tarihi, çev. Hayrettin Yücesoy,
İstanbul: Endülüs Yayınları.
Eliade, Mircea (1999). Şamanizm, çev. ismet Birkan, Ankara: İmge
Bildiriler Kitabı
- 297-
Kitabevi.
Eröz, Mehmet (1977). Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik, İstanbul: Ötüken
Neşriyat.
Esin, Emel (1978). İslamiyet Öncesi Türk Kültür Târîhi ve İslama Giriş,
İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası.
Esin, Emel (1985). Türk Kültür Tarihi İç Asya’daki Erken Safhalar,
Ankara: Atatürk Kültür Merkezi.
Günay, Ünver ve Harun GÖNGÖR (2009). Başlangıçlarından
Günümüze Türklerin Dinî Tarihi, İstanbul: Rağbet Yayınları.
Güngör, Harun ve Ünver GÜNAY (1998). Türk Din Tarihi, Kayseri:
Laçin Yayınları.
HIttI, Philip K. (2011). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ,
İstanbul: İFAV.
İbn Kesîr (1987). El Bidaye Ve’n-Nihaye, Cilt VII, çev. Mehmet Keskin,
İstanbul: Çağrı Yayınları.
İbnü’l-Esir (1985). El Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, Cilt II, çev. Ahmet
Ağırakça, İstanbul: Bahar Yayınları.
İnan, Abdulkadir (1971). Eski Türk Dini Tarihi, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.
İnan, Abdulkadir (1972). Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara: Türk
Tarih Kurumu Yayınları.
Kafesoğlu, İbrahim (1980). Eski Türk Dini, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.
Kafesoğlu, İbrahim (2003). Türk Millî Kültürü, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Kara, Seyfullah (2006). Selçukluların Dini Serüveni, İstanbul: Şema Yayınları.
Kazıcı, Ziya (2010). İslam Kültürü ve Medeniyeti, İstanbul: Kayıhan
Yayınları.
Kazıcı, Ziya (2015). İslam Medeniyeti ve Müesseleri Tarihi, İstanbul: İSAV.
Kitapçı, Zekeriya (2002). “Türklerin Müslüman Oluşu”, Türkler, Cilt
4, ed. Hasan Celal Güzel vd., Ankara: Yeni Yürkiye Yayınları.
Kitapçı, Zekeriya (2008). Orta Asya’da İslamiyet’in Yayılışı ve Türkler,
Konya: Yedi Kubbe Yayınevi.
- 298-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Kitapçı, Zekeriya (2013). Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, Konya: Yedi
Kubbe Yayınevi.
Köprülü, Fuad (2005). Türk Tarih-i Dinîsi, Ankara: Akçağ Yayınları.
Köprülü, Fuad (2012). Anadolu’da İslamiyet, Ankara: Akçağ Yayınları.
Köprülü, Fuad (2013). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara:
Akçağ Yayınları.
Kurt, Hasan (2002). “Maveraünnehir’e İslamın Girişi”, Türkler, Cilt
4, ed. Hasan Celal Güzel vd., Ankara: Yeni Yürkiye Yayınları.
Kutlu, Sönmez (2011). Türkler ve İslam Tasavvuru, İstanbul: İsam
Yayınları.
Mantran, Robert (1981). İslamın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıllar),
çev. İsmet Kayaoğlu, Ankara: AÜ Basımevi.
Mez, Adam (2014). Onuncu Yüzyılda İslam Medeniyeti, çev. Salih Şaban,
İstanbul: İnsan Yayınları.
Ocak, Ahmet Yaşar (2000). “Ahmed Yesevî ve Türk Müslümanlığı”,
Yesevîlik Bilgisi, haz. Cemâl Kurnaz ve Mustafa Tatçı, Ankara: Millî
Eğitim Bakanlığı.
Ocak, Ahmet Yaşar (2000). Alevî ve Bekteşî İnançlarını İslam Öncesi
Temelleri, İstanbul: İletişim Yayınları.
Ocak, Ahmet Yaşar (2011). Türkler, Türkiye ve İslam, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Ocak, Ahmet Yaşar (2014). Alevîliğin Tarihsel Altyapısı Yahut
Anadolu’da İslam-Türk Hederoksisinin Teşekkülü; Babaîler İsyanı, İstanbul:
Dergah Yayınları.
Özaydın, Abdülkerim (2002). “Türklerin İslamiyeti Kabulü”, Genel
Türk Tarihi, Cilt 2, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, ss. 616-648.
Roux, Jean Paul (2002). Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. Aykut
Kazancıgil, İstanbul: Kabalcı Yayınları.
Roux, Jean Paul (2015). Türklerin Tarihi Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl,
çev. Aykut Kazancıgil-Lale Arslan Özcan, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Sinor, Denis (2000). Erken İç Asya Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.
Su, Süreyya (2011). Hurafeler ve Mitler Halk İslamında Senktetizm,
Bildiriler Kitabı
- 299-
İstanbul: İletişim Yayınları.
Şeşen, Ramazan (1969). “Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyât
Mecmûası, XV, İstanbul.
Şeşen, Ramazan (2012). İbn Fadlan Seyahatnamesi, İstanbul: Yeditepe
Yayınları.
Şulul, Kasım (2015). İbn Haldun’a Göre İslam Medeniyeti, İstanbul:
İnsan Yayınları.
Tanyu, Hikmet (1978). Türklerin Dini Tarihçesi, İstanbul: Türk Kültür
Yayınları.
Togan, A. Zeki Velidî (1981). Umûmî Türk Tarihine Giriş, İstanbul:
Enderun Kitabevi.
Turan, Osman (1999). Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul: Ötüken
Neşriyat.
Turan, Şerafettin (2014). Türk Kültür Tarihi, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Türkoğlu, Orhan (2005). Türk Ulus-Devlet Kimliği, İstanbul: IQ
Kültür Sanat Yayıncılık.
Usta, Aydın (2013). Türklerin İslamlaşma Serüveni, İstanbul:Yeditepe
Yayınları.
Wellhausen, Julius (1963). Arap Devleti ve Sukutu, çev: Fikret
Işıltan, Ankara: AÜ Basımevi.
Wellhausen, Julius (1996). İslamiyetin İlk Devrinde Dinî-Siyasî
Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara: TTK.
Yazıcı, Nesimi (2013). İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Ankara: TDV
Yayınları.
Yıldız, Hakkı Dursun (2011). İslamiyet ve Türkler, İstanbul: İlgi
Kültür Sanat Yayınları.
Zerrinkub, Abdülhüseyin (2002). İslam Şafağı; İslam’ın Ortaya
Çıkışı ve Emevi Devleti Sonuna Kadar Yayılışı, çev. Hasan Almaz, İstanbul:
Anka Yayınları.
Zerrinkub, Abdülhüseyin (2009). Karnâme-i İslam; İslam Medeniyeti
Mucizesi, çev. Abuzer Dişkaya, İstanbul: Ağaç Kitabevi.
KÜLTÜR
ve
İLETİŞİM
Bildiriler Kitabı
- 303-
Alper Elvan POLAT
Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
BİR KÜLTÜR TAŞIYICISI OLARAK İNSAN ve KÜLTÜR
ENDÜSTRİSİ
ÖZET
Seri üretimin kültürü ve sayısız faili aracılığıyla norm haline getirilen
davranış biçimleri bireye yegane doğal, saygıdeğer, mantıklı davranış biçimi
olarak dayatılır. O kendini bundan böyle şey olarak istatistiksel bir öğe,
success (başarı) ya da failure (başarısızlık) olarak tanımlayabilir. Onun ölçütü
öz varlığını korumak, birey tarafından yerine getirilmesi beklenen işlevin
nesnelliğine uyum göstermedeki başarı ya da başarısızlık ve bu işleve atfedilen
davranış kalıplarıdır (Adorno&Horkheimer 2010: 49). Felsefe tarihi boyunca
insanın neliği üzerinde durulmuş, toplumsal yapı içinde ya da bireysel olarak
insanı doğada ayrı bir kategori haline getiren fenomenler sorgulanagelmiştir.
İnsanın neliğini belirlemek için tarihe yöneldiğimizde, insanlık tarihinin
ilk yazılı kaynaklarında insan topluluklarının kendi aralarında yaptığı
antlaşmalar, yazıya geçirdikleri ve toplumsal yaşamı düzenleyen hukuk
kuralları ya da benzeri toplumsal süreç ürünlerinin hakimiyeti görülmektedir.
Bu durum insana ait tanımlamaların, öncelikle insanın sosyal bir varlık olduğu
noktasında birleşmesine zemin hazırlamaktadır.
Sosyal bir varlık olarak insan, içine doğduğu toplulukta o toplumun kültürel
yapısıyla karşılaşmaktadır. Doğacağı kültürü seçme hakkına sahip olmayan
insan, içine doğmuş olduğu kültürün bir ürünü olurken yine bu kültürün
yeni bir taşıyıcısı rolünü de üstlenir. Modern dönemde, kitlelerin sahip
oldukları kültür anlayışı, salt gelenek-görenek bağlamında ve kendi anlamını
içinde taşıyan bir olgu olarak değerlendirilemez. Artık kültür ve endüstri gibi
birbirinden oldukça uzak görünen iki kavramın kitleler üzerinde dinamik bir
yapı kurduğu gerçeği ile karşı karşıyayızdır. Frankfurt Okulu düşünürleri,
tam olarak bu noktada, kültür ürünlerinin, ne sınıf çıkarlarının basit bir
yansıması, ne de bütünden tamamen bağımsız bir alanın ürünleri olmadığı
konusunda hemfikirdiler. Kültür Endüstrisi ya da Kitle Kültürü kavramlarının
oluşturucusu Adorno’ya göre, modern dönemde karşılaştığımız şey kültür
değil, Kültür Endüstrisi’dir ve bu endüstri şeyleşmiş bir sözde kültür üretir.
İnsan, bu endüstrinin içinde artık bireyselliğini yitirmiş ve tektip bir kitlesel
yığın halinde kendisine dikte edilen kültür ögelerinin bir taşıyıcısı olmuştur.
Artık bir kültür taşıyıcısı olan insan, kitle kültürü içinde eriyip gitmekte ve
kültür üretimi sürecinin bir parçası olmaktan gittikçe uzaklaşmaktadır. Bu
- 304-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
bildiride, Frankfurt Okulunun ortaya koyduğu kavramlar bağlamında,
kültürün nasıl değerlendirildiği incelenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kültür, Diyalog, Frankfurt Okulu, Kültür Endüstrisi.
GİRİŞ
Felsefe tarihi boyunca insanın neliği üzerinde durulmuş, toplumsal
yapı içinde ya da bireysel olarak insanı doğada ayrı bir kategori haline
getiren fenomenler sorgulanagelmiştir. İnsanın neliğini belirlemek
için tarihe yöneldiğimizde, insanlık tarihinin ilk yazılı kaynaklarında
insan topluluklarının kendi aralarında yaptığı antlaşmalar, yazıya
geçirdikleri ve toplumsal yaşamı düzenleyen hukuk kuralları ya da
benzeri toplumsal süreç ürünlerinin hâkimiyeti görülmektedir. Bu
durum insana ait tanımlamaların, öncelikle insanın sosyal bir varlık
olduğu noktasında birleşmesine zemin hazırlamaktadır. Sosyal bir
varlık olarak insan, içine doğduğu toplulukta o toplumun kültürel
yapısıyla karşılaşmaktadır. Doğacağı kültürü seçme hakkına sahip
olmayan insan, içine doğmuş olduğu kültürün bir ürünü olurken yine
bu kültürün yeni bir taşıyıcısı rolünü de üstlenir.
Modern dönemde, kitlelerin sahip oldukları kültür anlayışı, salt
gelenek-görenek bağlamında ve kendi anlamını içinde taşıyan bir olgu
olarak değerlendirilemez. Artık, kültür ve endüstri gibi birbirinden
epey uzak görünen iki kavramın kitleler üzerinde dinamik bir yapı
kurduğu gerçeği ile karşı karşıyayızdır. Frankfurt Okulu düşünürleri,
tam olarak bu noktada, kültür ürünlerinin, ne sınıf çıkarlarının basit
bir yansıması, ne de bütünden tamamen bağımsız bir alanın ürünleri
olmadığı konusunda hemfikirdiler. Kültür Endüstrisi ya da Kitle Kültürü
kavramlarının oluşturucusu Horkheimer ve Adorno’ya göre, modern
dönemde karşılaştığımız şey kültür değil, Kültür Endüstrisi’dir ve
bu endüstri şeyleşmiş bir sözde kültür üretir. İnsan, bu endüstrinin
içinde artık bireyselliğini yitirmiş ve tek tip bir kitlesel yığın halinde
kendisine dikte edilen kültür öğelerinin bir taşıyıcısı olmuştur. Artık,
kendisine sunulan kültürün bir taşıyıcısı olan insan, kitle kültürü
içinde eriyip gitmekte ve kültür üretimi sürecinin bir parçası olmaktan
gittikçe uzaklaşmaktadır.
Bildiriler Kitabı
- 305-
KÜLTÜR KAVRAMININ TANIMLANMASI
Kültürün tanımı yapılmak istendiğinde, bu tanıma ait ortak bir anlayışın
belirlenmesinin zor olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 1952’de
Amerikan antropologlarından Alfred Kroeber ve Clyde Kluckhohn
kültürün 162 adet ayrı tanımını yapmıştır (Gudykunst 1997). Ancak
kelime anlamı olarak en kısa şekliyle kültürü, bir topluma ait maddi ve
manevi birikimlerin bütünü olarak ele alabiliriz. On dokuzuncu yüzyıl
İngiliz antropoloğu Edward Tylor tarafından önerilen bir tanımda
kültürün modern tekniksel tanımı sosyal bakımdan kalıplaşmış insan
düşünce ve davranışı olarak verilmiştir (Korkmaz ve Erdoğan 1997:
215). Kültür, günümüzde hemen tüm sosyal bilim alanlarının üzerinde
düşündüğü ve tanımlamalar yaptığı bir kavram haline gelmiştir.
Kültür kavramı köken olarak Latincede ekme, yetiştirme, koruma ve
onur anlamları taşıyan colere kelimesinden gelmektedir. İlk kullanımı
ürünlere veya hayvanlara bakma anlamında olup sonradan düşünceyi
besleme anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Böylece kültür kavramı
uygarlık kavramına bağlanmıştır (Korkmaz ve Erdoğan 1997: 327).
Nitekim ünlü sosyologlardan Gökalp de kültür kavramını anlamı
ekme, biçme olan hars sözcüğü ile karşılamıştır. Kültür, doğanın ya
da Tanrı›nın yarattıklarına ek olarak insanoğlunun yarattıklarıdır.
Her türlü araç, gereç, makine, giyim kuşam, inançlar, değerler,
tutumlar, bir kültürü oluşturan öğelerdir (Kongar 1994: 38). Gramsci,
kültürün, “insanın kendi tarihsel değerini, yaşamdaki işlevini, hak
ve yükümlülüklerini anlamasını mümkün kılan, daha üstün bir
bilincin fethi, insanın kişiliğini kendine tahsis etmesi, manevî benliğin
örgütlenmesi ve disiplin altına alınması” olduğunu yazmaktadır
(Swingewood 1996: 57). Tüm bu tanımlamalardan ortak bir sonuç
olarak kültürün insan tarafından oluşturulan bir yapı olduğunu
çıkarmak mümkün görünmektedir. Doğada insanın kendi zihninde
idealize etmesi haricinde bağımsız bir “kültür” varlığından söz etmek,
şu halde en azından tanımlanışı yönüyle doğru olmayacaktır.
Kültür anlayışı günümüzde yalnızca toplumların sahip olduğu
ritüeller ve inanışlar bağlamında değerlendirilemez. Çünkü kültür
artık özellikle medya araçlarının gösterdiği olağanüstü gelişmelere
paralel olarak etkileyen, etkilenen ve kitleler üzerinde dinamik yapılar
kuran bir olgu haline gelmiştir. Kültür katı bir yapıya değil, dinamik
bir niteliğe sahiptir. Kuşaktan kuşağa aktarılarak varlığını sürdürür.
Bu süreci, bir toplumun kendi kültürünü üyelerine aktarması süreci şeklinde
- 306-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
de tanımlayabiliriz. Bazen sosyalizasyon, bazen de eğitim şeklinde
tanımlanan bu süreç, kültür temelinde ele alındığında, “kültürleme”
süreci olarak da adlandırılabilir. Bu süreç toplumun varlığı açısından
olduğu kadar onun ayrılmaz bir parçası olan kültürün varlığı ve
sürekliliği açısından da hayati bir önem taşır. Yeni kuşak, kendinden
önceki kuşaktan devraldığı toplumsal kültürünü önce korumak ve
yaşatmak, sonra da geliştirip kendinden sonra gelecek kuşaklara
aktarmakla yükümlüdür (Arslan 2006). Ancak kültürün bu canlılığı
zamanla sadece insanın insanla ve insanın doğayla arasındaki ilişki
ile sınırlı kalmayıp; bir kültürün diğer kültürlerle de ilişki içerisine
girmesine zemin hazırlayacaktır. Nitekim 1950’lerden başlayarak artan
bir şekilde kültürlerarası iletişim olgusu da kültürle ilgili çalışmalar
arasına eklenmiştir. Kültürlerarası iletişimde diğer kültürler, kültürel
farklılık ve benzerlikler araştırılmıştır (Korkmaz ve Erdoğan 1997:
327). Böylece kültür kavramı gelişerek popülerliğini artıran bir kavram
haline dönüşmüştür.
BİREYİN KÜLTÜRÜN OLUŞMASI VE TAŞINMASI SÜRECİNDEKİ
ROLÜ
Kültür insanın yaşamının her alanındaki kendisi ve kendisine ait
olanın ifadesidir, çünkü kültür, insanın yaşamını, geçmişten gelen
deneyimleri ve birikimleriyle nasıl ürettiğini anlatır (Özkan 2006: 29).
Uygarlık tarihinde toplumların kültürel algılarının kimi konularda
yaklaşık olarak benzer bir noktada durduğunu, kimi konularda ise
kültürlerin birbirlerinden oldukça uzaklaşmakta olduğunu görebiliriz.
Bu durum bize insanların ait oldukları topluma göre değer yargıları
taşıdığını ve dolayısı ile kültürün yerel kaynaklardan beslendiğini
göstermektedir. En eski ve köklü uygarlıklar uzun yıllara dayanan
mevcudiyetlerini şüphesiz sahip oldukları kültür ile perçinlemişlerdir.
Çünkü kültür birlikteliği ve kültürel uyum kalabalık yığınları ortak
paydalarda toplayarak onları bir toplum statüsüne çıkarabilecek gücü
taşımaktadır. En eski devirlerde kültürlerin ait oldukları toplumların
yaşadığı coğrafyaya, ekonomik etkinliklerinin düzeyine ve çeşidine
göre şekillendiğini görmekteyiz. Günümüzde ise teknolojinin hızla
ilerlemesi ve kitle iletişim araçlarının gelişmesi ile birlikte kültürlerarası
iletişim güçlenmiş ve küreselleşme/küresel kültür kavramları sahneye
çıkmıştır. Küreselleşme kavramı ilk olarak ticaretin uluslararası boyuta
taşınmasını ve ticarette sınırların ortadan kalkmasını karşılamış,
Bildiriler Kitabı
- 307-
zamanla kültürel ve sosyal alanda da bir küreselleşmeden bahsedilir
olmuştur.
İnsanların ekonomik organizasyonlarının kapasitesinin artması
toplumsal bir varlık olan insanın ihtiyacından fazlasını üretip
yine ihtiyacından fazlasını tüketme eğilimine girmesine zemin
hazırlamıştır. Gerek üretim gerekse tüketim için biricik özne olan
insan, günümüz dünyasında bir üretim-tüketim mekanizmasına
dönüşürken; yine insanın toplumsallığından gelen işbölümü, birlik
ve hatta aile kavramlarını bu mekanizmanın gerisine itmiştir. Bu
noktada küreselleşmenin kültürel boyutu, bu süreci hızlandıran
iletişim teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak Batı kültürünün
“küresel kültür” adıyla gelişmekte olan ülke kültürlerini yoğun bir
şekilde etkisi altına almasını; bazı ülkelerde, baskın (dominant) kültür
konumuna geçip ulusal kültürleri aşındırmayı, hatta milli kültürlerin
giderek “yerel kültür” (Tuna 2002: 4) haline gelmesine neden olmuştur.
Çünkü küreselleşme kavramı her ne kadar ilk olarak ticari anlamda
kullanılmaya başlandıysa da artık kültürlerin de küreselleşme sürecine
girdiği gerçeği ile karşı karşıyayızdır. Günümüz küresel sermayedarları
yalnızca mal ve hizmetleri değil; davranış ve düşünüş kalıplarını da
özellikle medya kanalıyla insanlara pazarlamaktadır. Yirminci yüzyılın
ortalarından itibaren iletişim araçlarında yaşanan devasa gelişmeler,
bireyler, toplumlar ve kültürlerarası ilişkileri yoğunlaştırmış; kendi
dışındaki toplum ve kültürlerden habersiz kapalı toplumları açık
topluma dönüştürmüştür. Uydu teknolojisindeki gelişmelerin sınır
ötesi yayıncılığa sağladığı kolaylıklarla, dünyanın en ücra köşesindeki
bir toplumun varlığından, kültüründen artık daha ayrıntılı bir şekilde
haberdar olunmaktadır. Dünyanın ücra köşesindeki toplumlar da,
bu sayede kendi dışındaki toplumların üretim/tüketim, giyim/kuşam
tarzından, kısaca kültürlerinden haberdar olmuşlardır. Bu bakımdan
ülkeler arası haberleşme ağlarının yaygınlaşması, ister istemez bir
başka kültürden etkilenmeyen kültür bırakmamış; kültürlerarası
etkileşime yeni bir ivme kazandırarak dünya ölçeğinde kültürel akışı
hızlandırmıştır (Mahiroğulları 2005: 1279). Hızlanan bu kültürel akış
sayesinde kültürlerarası etkileşimin boyutları yalnızca ticaretle değil
manevi kültür unsurlarıyla da desteklenir hale gelmiştir.
Kültürün oluşum aşamasında ait olduğu toplumun yaşadığı ekonomik
organizasyonlarla ilgili olduğuna daha önce değinilmişti, yine kültürün
dinamik ve kuşaktan kuşağa aktarılan ve aktarılırken değişimlere
- 308-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
uğrayan bir yapıya sahip olduğundan da söz etmiştik. Söz konusu
bu değişimin kültürü taşıyan bireylerle olduğunu düşündüğümüzde
ve küresel sermayenin de bireylere önceden hedeflenmiş davranış,
düşünüş ve tüketim kalıpları dikte ettiğini kabul ederek, insanların
günümüzde kültür taşıyıcısı rollerinin kumanda altına alınmış
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim küreselleşmenin
karşısında olanlar küreselleşmenin ekonomik, toplumsal ve kültürel
alanlarda ulusal bağımsızlığı ortadan kaldıracak bir süreç olarak
engellenmesi gerektiği savında bulunmaktadır (Brown 1999).
Küreselleşme olgusu bir kültür taşıyıcısı olarak insanın esasında kendi
yaratımı olan kültür kavramının kontrolünü kaybederek söz konusu
kültür anlayışı içerisinde esir olmasına sebebiyet vermektedir. Bu
durumun neticesinde birey ve bireysellik de yerini kalıplaşmış kitlesel
yığınlaşmaya bırakmaktadır. Küreselleşme sürecinde, kültürler
değişime zorlanırken, birbiriyle tezat oluşturacak şekilde, önce yerel
farklılıklar ortaya çıkarılıp eski kültürler parçalanarak yeni biçimlere
sokulmakta (Smith 2002: 6) daha sonra insanlar tek bir kültüre; küresel
kültüre yönlendirilmek istenmektedir.
FRANKFURT OKULU VE KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ
Frankfurt Okulu 1923’te Frankfurt’ta Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü
adıyla radikal entelektüeller tarafından kuruldu. Okul 1933’te
Hitler’in egemenliği tümüyle eline geçirmesiyle New York’a taşındı.
1942’ye kadar Columbia Üniversitesi Sosyoloji Bölümüne bağlıydı.
Max Horkheimer 1949’da Enstitüyü Frankfurt’a geri taşıdı. Adorno,
Horkheimer’den sonra, ölünceye kadar (1968) Enstitü’nün başkanlığını
yaptı (Korkmaz ve Erdoğan 1997: 328). Okul, genel olarak Marksist
teorinin o yüzyıldaki pratiklerinin tartışılması üzerine kurulu bir
anlayışa sahipti. Bir fikir olarak Frankfurt Okulunun kuruluş aşaması
tüm Avrupa ve Almanya’da yaşanan karmaşık dönem içerisinde gelecek
üzerine kaygılar taşıyan ve fikir üretmekten başka çıkar yolları olmayan
bir grup entelektüelin, teorik çabalarına dayanmaktaydı. Bu sebeple
Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü, Almanya’da 1920’lerin
başlarında faşizmin yükselen dalgasına karşılık sol radikal çevrelerin
ortaya koydukları akademik kurumlaşma çabalarının bir sonucudur
(Dellaloğlu 2007: 15). O dönemde kimi entelektüeller tarafından
kapitalist sistemin insan onurunu ayaklar altına alarak Birinci Dünya
Savaşı’na sebep olacak kadar ileri gittiği düşünülmekteydi ve tüm bu
Bildiriler Kitabı
- 309-
gelişmeler Avrupa’nın bir yandan bedenen bir yandan da ekonomik
olarak savaş halinde olduğu dönemlere rastlamaktaydı.
Frankfurt Okulu teorisyenlerince, özgürleştirici yönelimi ve aklı
bilinmeyen kavramların baskısı altından kurtararak aydınlatacağı
öne sürülen ‘aydınlanma’ düşüncesi ile başlayan modernleşme ve
sanayileşme süreci, özgürlüğe doğru gelişen bir ilerleme değil, tam
tersine giderek daha karmaşık ve kültürel bir tahakküm sonucunda
özgürlüğün yitimi süreci olarak görülmektedir. Çünkü mitlerden
kurtulma çabasıyla farklı bir anlam kazanan aklın kendisi mitleşerek
yapay bir kabuğa hapsedildiğinde demokrasi sadece bireylerin sözde
çıkarlarının ifadesine dayalı bir düzlem haline gelir ki bu durum
herhangi bir baskı rejimine karşı bir savunma sağlamaz (Küçük 2010:
151). Okulun kurulduğu yıllarda Avrupa’nın ve insanlığın içinde
olduğu durum pek ilerici, demokratik ya da akılcı görünmemekteydi.
Bu durum popüler bir kavram olarak “aydınlanma” kavramının geniş
bir çerçevede sorgulanmasını tabii hale getiren başat unsur olarak
ortaya çıkmıştır. Çünkü aydınlanma kavramı, şüphesiz kültür ve
kültürlenme süreçleri ile bağlantılı olarak kültürel gelişim ve ilerlemeyi
de içermektedir.
Frankfurt Okulu, Horkheimer başkanlığında kültür kavramı ile ilgili
pek çok çalışmaya ev sahipliği yapmış, bu dönemde yapılan çalışmalar
daha sonraki dönemlerde de giderek önemini artırmıştır. Okulun kültür
kavramıyla ilgilenmesinin temel noktası günümüz kapitalist sisteminin
sadece ekonomi ve politika ile açıklanamayacak kadar karmaşık bir
yapı arz ediyor olmasıdır. Özellikle kapitalizmin geç döneminde ortaya
çıkan toplumun temel özelliği olan hegemonya ve ikna süreçlerinin
kültürel boyutu onları bu konu üzerinde yoğunlaşmaya sevk etmiştir.
Okulun kültür kavramı üzerine geliştirdiği eleştirel perspektif
kültürün meta haline dönüştürülmesi ve kültür aracılığıyla her şeyin
standartlaştırılmış olarak tüketilmesidir. Toplumsal yaşamımızın bir
uzantısı olarak kültür bu sebeple araçsallaştırılmış ve meta halinde
sunulmuştur. Yani kültür terimi bu bağlamda yalnızca insanların
ruhsal gelişimleriyle ilgili olmayıp, günlük yaşam pratiklerini de
kapsayan geniş bir ölçekte değerlendirilmelidir (Kejanlıoğlu 2005: 235).
Zira kültür, içinde taşıdığı dinamizmi neticesiyle pratik yaşantılarda
da kendini ve etkisini gösteren bir unsur olarak görülmektedir.
Kültür, modern dönemde artık alınıp satılan, kapitalist toplumun
sınaî bir ürünü haline gelmiştir. Bu noktada Frankfurt Okulu
- 310-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
teorisyenleri kültür eleştirisini “kültür endüstrisi” kavramı üzerinden
ele almışlardır. Kavram ilk olarak Adorno ve Horkheimer’ın 1947
yılında yayımladıkları Aydınlanma’nın Diyalektiği adlı yapıtındaki
“Kültür Endüstrisi, Kitlelerin Aldatılması Olarak Aydınlanma”
başlığı altında incelenmiştir. Adorno ve Horkheimer, aynı zamanda
kültür endüstrisinin işlevini sorgulamışlardır. Kültür endüstrisi ile
kapitalizmin tahakkümünü yaygınlaştırmak ve insanların kültürel
anlatımlarını metaya dönüştürmek için teknolojinin nasıl kullanıldığını
ve aklın nasıl araçsallaştırıldığını gözler önüne sermişlerdir (Mutlu
2005: 227). Araçsallaşan akıl, giderek amaçlar için düşünmekten
uzaklaşan, geniş kitleler içinde bireyi özgür gibi gösterip iradesini
tahakküm altına almayı amaçlayan bir yapıya sahip olmaktadır.
Sanat eserlerinden giyim kuşama, yemek kültüründen eğitim sistemine
kadar standartlaştırılan ve “en yüce kültür” olarak sunulan yapay bir
kültür, insanları ve yaşamları aynileştirme çabasına girmiş ve arka
planda tüm kültürleri standartlaştıran, küreselleşmeyi ekonomik
alandan çıkararak toplumsal ve kültürel alana da sokan ve bireyi geri
plana iten bir noktaya ulaşmıştır. İşte bu sözde kültür, Horkheimer
ve Adorno’ya göre kültürden çok bir endüstri olmaktadır. Bu durum
Aydınlanma’nın Diyalektiği adlı çalışmada şu şekilde dile getirilmiştir:
“Seri üretimin kültürü ve sayısız faili aracılığıyla norm haline
getirilen davranış biçimleri bireye yegâne doğal, saygıdeğer,
mantıklı davranış biçimi olarak dayatılır. O kendini bundan
böyle şey olarak, istatistiksel bir öğe, success [başarı] ya da failure
[başarısızlık] olarak tanımlayabilir. Onun ölçütü öz-varlığını
korumak, birey tarafından yerine getirilmesi beklenen işlevin
nesnelliğine uyum göstermedeki başarı ya da başarısızlık ve bu
işleve atfedilen davranış kalıplarıdır.” (Adorno ve Horkheimer
2010: 49)
Kültür endüstrisinde tüketici, kültür endüstrisinin bizi ikna etmeye
çalıştığı gibi hükmedici ya da özne değil; aksine nesnedir (Adorno
2003: 76-77). Kültür, modern olarak adlandırılan dönemde hiç
olmadığı kadar bütünleşmiş ve birleşmiştir. Burada Tocqueville’in
yüzyıl önce yaptığı çözümleme, geçen zaman içinde tümüyle doğru
olduğunu da kanıtlamıştır. Tiranlık bedeni serbest bırakmakta ve
doğrudan doğruya ruhu hedef almaktadır (Adorno ve Horkheimer
2010: 178). Yüksek kültür, alt kültür kavramları yerine herkesi hedef
alan endüstrileşmiş, meta halindeki kültür, herkes için yani hedef
aldığı “kitle” için uygun birçok şey öngörür ve böylece bu işlemlerden
Bildiriler Kitabı
- 311-
kimse kaç(ın)amaz. Artık A ve B filmleri ya da değişik fiyatlı kitaplarda
yer alan öyküler arasındaki gibi keskin ayrımlar gerçek farklılıkları
yansıtmaktan çok, tüketicilerin sınıflandırılması, örgütlenmesi ve
kayda geçirilmesine hizmet eder. Ayrımlar zihinlere kazınır ve
yaygınlaştırılır (Kızılçelik 2008: 166). Yani bu durumda egemen
hegemonik düşünce, her bireye modern kapitalist sistem içerisinde
bir alternatif sunar. Fakat bu alternatiflik düşünüldüğü gibi bireyin
herhangi bir metayı seçme özgürlüğünü değil, seçme zorunluluğunu
ön plana çıkarır. Düzen artık ya benim gibi düşün ya da öl demez;
aksine benim gibi düşünmemekte özgürsün, yaşamın, malın, mülkün
her şeyin senin olarak kalabilir, fakat o andan itibaren sen aramızda
bir yabancısın der (Adorno ve Horkheimer 2010: 168). Bu bağlamda
modern özne, modernliğin öznesi olduğu için modern değildir;
modernliğin ürettiği özne olduğu için moderndir (Dellaloğlu 2003: 27).
Özneyi yok eden modern süreç, onu sürekli üretim ağı içinde çaresiz bir
esir konumuna getirmiştir aynı zamanda yaşam biçimleri ve gündelik
pratiklerini belirlemeye yönelerek sunulan ile gerçek arasındaki bağı
koparmıştır. Bu bağlamda modern toplum, özgün olan ile taklit olan
arasındaki farkı anlamsızlaştıran bir toplum düzeneği haline gelmiştir
(Dellaloğlu 2007: 122). Bu durumda bireyler kültür taşıma sürecinde
ileriye aktarmakla yükümlü olduğu kültürü kapitalist bir tahakküm
altında küresel kültürlenme süreçleri ile aşındırarak gelecek kuşaklara
aynileşmiş ve standartlaşmış bir kültür kalıbı sunmaya mahkûm
bırakılmıştır.
SONUÇ
Kültür, insanoğlunun var olması ile eşzamanlı olarak ortaya çıkmış,
insanın tüm tarihselliğine etki etmiş ve kendini geleceğe taşımaya
çalışmakta olan, dinamik bir varlıktır. Onlarca medeniyetin hüküm
sürdüğü ve onlarcasının da sürmekte olduğu yeryüzünde kültür her
ne kadar insan yapımı bir olgu olarak karşımıza çıksa da, insanların
maddi ve manevi birikimlerine doğrudan etki edebilen bir yapıya
sahiptir. Bu yönüyle kültürü sadece bir takım değerler bütünü olarak
değil, birey ve toplumların pratik yaşantılarında etkili bir kavram
olarak da görmek gerekmektedir. Kültürün oluşmasının ve gelecek
kuşaklara aktarılmasının biricik öznesi olan insan, hangi coğrafyada
yaşarsa yaşasın tarihi boyunca pek çok önemli süreçten, sıçrayışlardan
geçmiştir. Tüm bu tarihsel süreç içerisinde savaş ortamlarında dahi
- 312-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kültürlerarası iletişimden doğan kültürlenme süreçleri yaşanmıştır.
Günümüz dünyasında gelişen teknoloji ve sanayide yaşanan
devrimlerin ardından tarih boyunca hiç karşılaşmamış kültürler bile
artık gerek ticaret gerek medya kanalıyla küresel bir etkileşim içerisine
girmiştir. Ancak bu etkileşim tüm kültürler açısından aynı düzeyde
etki etme ve etkilenme oranlarını tabii olarak barındıramamaktadır.
Toplumlar nasıl ki mal ve hizmetleri ithal ve ihraç etmekteyse kültürü
de metalaştırarak ithal ve ihraç etme sürecine girmişlerdir. “Kültür
endüstrisi” kavramı, yirminci yüzyıldan tarihin bu dilimine kadar,
yaşanan kültürün metalaşması ve insanın bireyselliğinin yok oluşu
sürecine etkili bir eleştiride bulunmuştur. Bu kavram bir kültür
taşıyıcısı vazifesindeki insanın günümüzdeki kültürel gelişim ve
ilerleyişini iradesi ile değil; farkında olarak ya da olmayarak altında
ezildiği bir tahakkümle yerine getirdiğini göstermektedir.
KAYNAKÇA
ADORNO, Theodor W. (2003). “Kültür Endüstrisini Yeniden
Düşünürken”, çev. Bülent O. Doğan, Cogito, Sayı 36, ss. 76-83, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
ALEMDAR, Korkmaz ve İrfan ERDOĞAN (2005). Öteki Kuram,
Ankara: Erk Yayınları.
ARSLAN, Ali (2006). “Medyanın Birey, Toplum ve Kültür Üzerine
Etkileri”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 1 (1), ss. 1-12.
BROWN, Tony (1999). “Challenging Globalization as Discourse and
Phenomenon”, International Journal of Lifelong Education, 18 (1), pp. 3-17.
DELLALOĞLU, Besim F. (2003). “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”,
Cogito, Sayı 36, ss. 13-36, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
HORKHEIMER, Max (1998). Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak,
İstanbul: Metis Yayınları.
HORKHEIMER, Max & T. W. ADORNO (2010). Aydınlanmanın
Diyalektiği, çev. Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan, İstanbul:
Kabalcı Yayınevi.
KEJANLIOĞLU, D. Beybin (2005). Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Bir
Uğrağı: İletişim ve Medya, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 313-
KIZILÇELİK, Sezgin (2008). Frankfurt Okulu, Ankara: Anı Yayıncılık.
KONGAR, Emre (1994). Kültür Üzerine, İstanbul: Remzi Kitabevi.
KÜÇÜK, Ali Buğra (2010). “Frankfurt Okulu ve Eleştirileri”, Günümüzde
Yeni Siyasal Yaklaşımlar, ed. Hilal Onur İnce, ss. 138-172, Ankara: Doğu
Batı Yayınları.
MAHİROĞULLARI, Adnan (2005). “Küreselleşmenin Kültürel
Değerler Üzerine Etkisi”, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Sayı 50,
ss. 1275-1288.
MUTLU, Erol (2005). Globalleşme, Popüler Kültür ve Medya, Ankara:
Ütopya Yayınevi.
ÖZKAN, Hasan Hüseyin (2006). “Popüler Kültür ve Eğitim”, Kastamonu
Eğitim Dergisi, 14 (1), ss. 29-38.
SMITH, Anthony (2002). Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. Derya
Kömürcü, İstanbul: Everest Yayınları.
SWINGEWOOD, Alan (1996). Kitle Kültürü Efsanesi, çev. Aykut Kansu,
Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
TUNA, Korkut (2003). “Küresel Mi, Yerel Mi: Neler Oluyor Bize?”,
Sosyoloji Dergisi, 3 (6), ss. 1-11.
- 314-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Muhammed YILDIZ
Muş Alparslan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
Ayda KARAKOYUN
Muş Alparslan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
ETNİSİTE VE SİYASAL KÜLTÜR: HANNAH ARENDT ÖRNEĞİ
ÖZET
Etnisite tanım olarak biyolojik (ırkçılığa dayalı) üstünlük manasına gelmektedir.
Etnisite, ırkçılığı aşağılamaya değil, sadece daha estetik ve naif hale getirmeye
çalışır. Antropolojide özel bir ırk anlamı atfedilir. Etnisitenin yalnızca yaşanan
değil, ama aynı zamanda ifade edilen kimlik anlamında da önemli bir etken
haine gelmesi demokrasi kuramının yeniden gözden geçirilmesini zorunlu
hale getirmiştir. Klasik demokraside devlet-yurttaş ilişkisinde birey, salt bir
siyasal özne olarak algılanmış, dolayısıyla ‘’kimliksiz’’ birey anlayışından
hareket edilmiştir. Dolayısıyla Nazilerin de yapmış olduğu ırkçılığa dayalı
biyolojik üstünlük sağlamaktı, bu bakımdan Arendt Yahudi katliamlarını
Nazi Almanyası’nda ulus devletlerin güç kaybedip yıkılmasıyla ırkçı
ideolojilerin yayılmasına dikkat çeker. Bu makalede, Hannah Arendt’in ulusdevlet sürecinin güçlenmesi ve zayıflaması ile klasik diaspora örneklerinden
biri olan Yahudilerin yaşadığı problemler ve sıkıntılar antisemitizmin ortaya
çıkışı üzerine yaptığı vurgular incelenmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Etnisite, Siyasal Kültür, Diaspora, Antisemitizm.
GİRİŞ
On dokuzuncu yüzyılda insan merkezli görüş ile beslenen politikalar,
insan türünün diğer canlılar üzerindeki egemenliğini ilan ederken
çevrenin tahrip edilmesi de endüstriyel üretim olarak kabul edilebilir
görülmüştür. Modern kültür temel olarak insanların doğa üzerinde
belirleyici ve egemen bir role sahip olduğunu gündeme getirmiş ve
bu rol, Batı kültürünün egemen toplumsal paradigması tarafından
desteklenmiştir. Endüstri toplumunda çevre toplum ilişkilerinin
düşünsel ve felsefi temelleri incelendiğinde endüstrileşmenin doğal
kaynakları sınırsızca kullanımı düşüncesi temelleri Aydınlanma
Bildiriler Kitabı
- 315-
düşüncesi ve pozitivizme kadar gider. İlerleme ve büyüme ilkelerine
dayalı olan endüstri toplumu, sosyal teorileri de etkileyerek
toplumların ekolojik unsurlardan bağımsız ve hatta üstün olduğunu
düşündürtmüştür. İnsanı üstün gören batılı dünya görüşü büyüme ve
kalkınma odaklı ve hatta bunun sınırsızlığı üzerine kurulmuştur.
Sorunun kökeni, insanlığın doğayı sömürmesi ve hükmü altına alması
gerektiği anlayışı ve bu anlayışın insanın insan üzerindeki tahakkümü
ve sömürüsünden ortaya çıkmaktadır. İnsanların ilk doğa halinde var
olan ve tüm sınıfsal farklılıkların sadece cinsiyete ve yaşa bağlı olarak
oluştuğunu sınıfsız eşitlikçi bir toplumdan insanların insan üzerindeki
tahakkümünden başlayarak doğaya hâkimiyetleri altına almaları ve
doğayı sınırsızca sömürmesi insanın doğaya tahakkümüyle evirilerek
ilerlemektedir. “Binlerce yıl önce doğadan kopmuş insanlığın parçası
olarak bizim artık toplumsal ve doğal tarihin yarattığı kazanımları koruyan
toplumsallıkla doğallık arasında yeni bir birliğe dönmemiz gerekir.
Böylelikle insanın gerçek tarihinin doğal tarihle nikâhı kıyılmalıdır.”
(Bookchin 2013: 47) Yani insanın gerçek tarihi, doğal tarihle nikâhının
kıyılmasıyla başlar. Bookchin’e göre ilkel denen toplumlar gerçekliği,
bizim yaptığımız gibi, olguları “üstün, aşağı ya da üst, alt” terimlerine
göre sınıflandıran yargılarda bulunmazlar. Bookchin’in de dediği gibi
ilkel toplumlar uzmanlaşmaya göre bölünmeyen toplumlardır. Kadın
kendi işini, erkek kendi işini yapar, toplumun yüklediği bir görev
olmadığı için hiyerarşi yoktur. Buda cinsel iş bölümüne dayanır ve
toplum eşitlikçidir, bu iş bölümü de cinsiyete ve yaşa göre yapılır. Sanayi
toplumunun özelliği olan iş bölümünün uzmanlaşmayı beraberinde
getirdiği gibi bir uzmanlaşma görülmez (Bookchin 2013: 88).
Burjuva toplumunun ortaya çıkışından önce Helenistik rasyonalizm,
kadının statüsünü sanal bir meta olarak onaylamış ve İbrani ahlakı
İbrahim’e İshak’ı öldürme yetkisini vermişti. İster köle ve kadınlar
isterse çocuklar olsun, insanların nesnelere indirgenmesi hayvanlara
ad veren ve onlara hükmeden Nuh’un bu gücünde yansısını bulur.
Böylelikle Batı uygarlığının iki ana akımdan, yani Helenizm ve
Judaizm’den kalkarak erkeğin Prometeci güçleri baskıcı bir rasyonalite
ve hiyerarşik bir ahlak ideolojisi haline gelir (Bookchin 2013: 92).
Bundan ötürü burjuvazinin ortaya çıkmasıyla birlikte kadınlar
erkeklerden geri kalmıştır. Eril tahakkümün Batı kaynaklı olduğunu
dile getirilir. Kadınlar erkeğin ete kemiğe bürünmüş halleridir ve
sadece nesne halindedirler.
- 316-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ANTİSEMİTİZMİN DOĞUŞU VE YAYILIŞI
Antisemitizm, Yahudi karşıtlığı veya Yahudi düşmanlığı; Yahudilik
dinine, ırkına, kültürüne veya milletine karşı duyulan düşmanlıktır.
Nazi ideolojisinin antisemitizm etrafında odaklanmasını ve Nazi
politikasının tutarlılığından en ufak bir sapma göstermeden Yahudilere
zulmetmesini ve nihai olarak onları yok etmeyi amaçlamış olmasını hala
bir rastlantı olarak görülmektedir. Bu nihai felaketin yarattığı dehşet ve
hayatta kalmış olanların yurtsuzluk ve köksüzlükleri nedeniyledir ki
“Yahudi sorunu” savaş sonrasında günlük siyasi yaşamımızın başlıca
konularından biri haline gelmiştir. Bizzat Nazilerin baş keşiflerinden
biri olduğunu iddia ettikleri şey Yahudilerin dünya politikasındaki
rolleri ve ilgi konuları dünyanın her yanındaki Yahudilere zulmetmek,
kamuoyu tarafından kitleleri kazanmak için uydurulmuş bir bahane ya
da ilgi çekici bir demagoji hilesi olarak görülmektedir (Arendt 2014: 19).
Bu anlamda Nazi milliyetçiliği faşist milliyetçiliktir, kendi toprakları
üzerinde tek bir ırk olduğunu savunurlar, amaçları ulusal değildir ve
faşizm ulus devletin gerilemesiyle başlar ve ırkçılığa dönüşür.
Arendt Yahudilerin hedef seçilmelerini, Yahudilerin iktidarsızlığından
güçsüzlüğünden onların modern politikada oynadıkları rolü, bir
supap ve günah keçisi olmaya müsait konumlarına bağlar (Arendt
2014: 24). Bu anlamda modern diktatörlüklerle geçmişin bütün
tiranları arasındaki temel farklılık, terörün artık öncelikle muhalifleri
korkutmanın ve yok etmenin bir aracı değil, tamamen boyun eğmiş
halk kitlelerini yönetmenin daimi aygıtı olarak kullanılmasında
yatmaktadır. Modern terör, bir muhalefetin tahrikine muhtaç değildir
ve kurbanları, zorbanın bakış açısından bile masum kimselerdir.
Yahudilere, düşüncelerine ve eylemlerine bakmaksızın belli ortak
özelliklere sahip bir grup insana karşı tam bir terörün uygulandığı
Nazi Almanya’sında durum bu şekildedir (Arendt 2014: 25).
Yahudilerin ortadan kaldırılması anlamında diktatörlük ve tiranlık,
hiçbir şeyi görmeyen yakıp yıkan insanları işaret eder ve bu eski bir
kavramdır. Şimdi içinde bulunduğumuz zaman diliminde ise bu
modern diktatörlüktür ve anlamı ise yok etmek için değil, korkutmak
ve korku salmak için uygulama yapmaktır. Nazi Almanya’sında Hitler,
Yahudiler için tam da bunu yapmış ve ölüm korkusunu yaymıştır.
Bu anlamda ilk olarak Yahudilerin günah keçisi olarak seçilmesini
Arendt doğal bir nedene bağlamakla birlikte bunun özel bir sebebinin
olmayışını da doğal bir süreç olarak karşılar. Arendt antisemitizmi
Bildiriler Kitabı
- 317-
iki döneme ayırır. İlkinde günah keçisi kavramıyla doğal bir süreç
olduğunu belirtirken ikincisinde ise modern antisemitizme işret eder.
Burada modern antisemitizm artık Yahudilerin siyasi anlamda devlet
kurabilme ihtimallerinden ötürü rasyonelleştirilip suçlanmalarını
meşrulaştırır. Modern antisemitizm, ulus devletin daha genel
gelişim çerçevesi içinde ele alınmalı ve aynı zamanda antisemitizmin
kaynağı Yahudi tarihinin belli veçhelerinde, özellikle son yüzyıllarda
Yahudilerin yerine getirdiği işlevlerde aranmalıdır (Arendt 2014:
33). Bütün olarak antisemitizm unsurunun totaliter egemenlik ve
hareket biçimlerinin inşasındaki işlevi hakkında söylenecek şey ise
bu işlevin tam anlamıyla ancak ulus devletin çözülme sürecinde,
yani emperyalizmin politik gelişmelerin ön plana çıkmaya başladığı
bir zamanda gelişmiş olmasıdır (Arendt 2014: 34). Bu anlamda ulus
devlet sisteminin temel teorisi yok etmek değil, bütün ulusları bir ulus
altında toplamaktır yani asimile etmektir. Böylece modernizm iflas
etmiştir (sağduyuyu ortadan kaldırmıştır).
O halde ulus devletin kurulma sürecinde Yahudilerin işlevlerine
bakıldığında ilk olarak “on yedinci yüzyıl sonlarından başlayarak
devletin ekonomi ve iş yaşamına ilişkin çıkarlarında yeni bir artış
ortaya çıktığını ve devletin daha önce görülmeyen bir borçlanma içine
girdiğini görürüz. Ne var ki Avrupalı halklar arasında hiçbir grup,
ne devlete borç vermeye ne de devlet yatırımlarının geliştirilmesine
etkin bir biçimde katılmaya hazırdı.” (Arendt, 2014: 36) Ulus devlet
kurulma sürecinde Yahudiler belirli bir servete sahiptiler. Ulus içinde
ulus olmadıklarından devlete karşı bir tehdit içermiyorlardı, feodal
düzenin yıkılıp ulus devletin kurulma aşamasında ortaya bir borç
kalıyordu ve devlet, bu borcu Yahudilerden karşıladı. Bu anlamda
Yahudilerin geçmişten bu zamana kadar ki dönemde ayrıcalıklı
oldukları belirtiliyordu. Dolayısıyla “Avrupa Yahudiliğinin kaderini
belirleyen, eşitlik ile biçimsel olarak ayrıcalık şeklinde bahşedilmiş
ayrıcalık arasındaki çelişki ve ikinci çelişki olarak da uluslar sisteminde
ansızın yaşanan çöküştür.” (Arendt, 2014: 52)
Yahudilere üç şekilde nefret duyuluyordu. Bunlardan birincisi,
aristokratların ve burjuvaların ortaya çıkmalarına engel oluşturdukları
içindi. Bunun sebebi Yahudilerin geçmişten gelen servetleriydi ve bu
servetleri onları orta sınıfın bir parçası yapıyordu. Sanayide seyrek olarak
boy gösteriyorlardı, çalışanları işçi değil, beyaz yakalı personellerden
oluşuyordu. Bundan ötürü kapitalizme hiçbir katkıları olmadığından
- 318-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
aristokratların ve burjuvaların gelişimine engel oluşturduklarından
bir nefrete uğramışlardır. İkinci nefret ise Yahudi topluluklarına
devletin güven duymamasından kaynaklanmaktadır. Son olarak
da aristokratların orta sınıfa ait olmalarına engel oluşturdukları için
bütün olarak baktığımızda Yahudilere siyasi ve toplumsal açıdan
nefret duyulmuştur. O yüzden siyasi antisemitizm ayrı bir siyasi yapı
oluşturduğundan dolayı ortaya çıkmıştı, oysa toplumsal ayrımcılığın
doğuş nedeni, Yahudilerin diğer toplumsal gruplarla giderek eşit
duruma gelmeleriydi (Arendt, 2014: 107). Yani siyasi açıdan devlete
karşı ayrı bir sınıf oluşturduğundan, devlet kurmak istemelerinden
ötürü siyasi bir antisemitizm oluşmasına neden olmuştur. Toplumsal
açıdan ise Yahudilere verilen eşitlikçi haklar ve devlet tarafından
verilen ayrıcalıklı haklar toplumda Yahudilere karşı nefrete neden
olmuştur.
EMPERYALİZM VE TOTALİTARİZM
1884 ile 1914 arasındaki otuz yıl, Afrika’nın paylaşılması ve milliyetçi
pan hareketlerinin doğuşuyla sona eren on dokuzuncu yüzyılı, Birinci
Dünya Savaşı ile başlayan yirminci yüzyıldan ayırmaktadır. Bu,
Avrupa’da sükûnete, Asya ve Afrika’daysa soluk kesici gelişmelere
sahne olan emperyalizm dönemidir (Arendt 2014: 9). On dokuzuncu
ve yirminci yüzyıl milliyetçi ideolojilerin doğduğu dönemdir. 1990’dan
sonraki yıllar bu ideolojilerin neden olduğu savaşlar yılıdır, şiddet
yüzyılıdır ve şiddet döneminin ortaya çıktığı zaman emperyalist
dönem olarak adlandırılır. Emperyalist dönemde Avrupa’da meydana
gelen başlıca olay, o zamana dek siyasi hâkimiyet emeli duymadan
ekonomik üstünlük elde etmiş tarihteki ilk sınıf olan burjuvazinin
siyasi kurtuluşuydu. Burjuvazi, ulus devleti yıkmayı başarmış, ama
ancak bir Pirus zaferi elde etmişti; ayaktakımı diğer bütün sınıflar ve
kurumlarla birlikte burjuvaziyi de tasfiye ederek kendi başına siyasi
yaşama uygun olduğunu ve tamamen bu anlamda usta olduğunu
göstermiştir (Arendt 2014: 10-11). Artık bu dönemde ekonomi siyasette
etkindir, bu anlamda Yahudiler hiçbir zaman burjuvalaşmadılar ve bu
dönem artık sermayenin içeride kaldığı dönem değil, sınırları aştığı
dönemdir. Emperyalist dönem tam da burjuvanın temellerinin atıldığı
ve burjuvanın zirveye ulaştığı dönemdir, çünkü burjuvalar küresel
sermayeyi oluşturdular, ekonomik sömürgecilik ilkesi devletin
ideolojisi haline geldi.
Bildiriler Kitabı
- 319-
Siyasetin sürekli ve yüce amacı olarak yayılma, emperyalizmin ana
siyasi fikriydi (Arendt 2014: 14). Arendt’e göre emperyalizm, siyasi,
dini, ekonomik, kültürel boyutta bir yayılma gösterir. Emperyalizm
yeni imparatordur, buna bağlı olmayan bir ülke ise yok olmaya
mahkûmdur. Yayılma uğruna yayılma sloganıyla burjuvazi, kendi
ulusal yönetimlerini, dünya politikası yoluna girmeye ikna etmeye
çalıştı ve bunda kısmen de başarılı oldu ve emperyalizmin, kapitalizmin
son evresi olmaktan çok, burjuvazinin siyasi hâkimiyetinin ilk evresi
olarak görülmesi gerekir (Arendt 2014: 15-35). Antisemitizmde
gördüğümüz üzere ilk zamanlar Yahudiler özel kişilerken ulus
devletin yıkılıp emperyalist dönemin hâkim olduğu sürede ise devlet
karşısında burjuvalar özel kişiler olarak konum değiştirmiştir. Artık
Yahudilerin yerini burjuvalar almıştır ve burjuvalar küresel güç haline
gelmiştir.
Irkçılık düşüncesinin kökleri, on sekizinci yüzyıla uzanır, on
dokuzuncu yüzyılda bütün Batılı ülkelerde aynı anda ortaya çıkmıştır.
Irkçılık, yüzyıl dönümünden itibaren emperyalist politikaların en
güçlü ideolojisi olmuştur. Kendi başlarına, dünya görüşü ya da
ideoloji sıfatıyla bir ırkçılık yaratamayacak ya da bozularak ırkçılığa
dönüşmesi pek mümkün olmayan, ırkla ilgili bütün eski görüşleri
kendinde toplayarak onlara yeniden hayat vermiştir. Afrika’nın
paylaşıldığı günlere kadar, ırk düşüncesi, liberalizmin genel çerçevesi
içerisinde kamuoyunun rızasını kazanmak için ortaya atılan ve
birbirleriyle savaşan çok sayıdaki özgür görüşten biriydi. Bunlardan
birkaçı ancak tam teşekküllü ideolojilere, yani halkın çoğunluğunu
hedef alacak ve ikna edecek kadar ve ortalama bir modern yaşamın
önlerine çıkarttığı çeşitli deneyimler ve durumlar karşısında onlara yol
gösterebilecek kadar kavrayıcı olduklarını ispatlamış tek bir görüşe
dayalı sistemlere dönüşmüşlerdir (Arendt 2014: 70). Bu anlamda
ırkçılık ve ırkçılık düşüncesi birbirinden farklıdırlar ve iki durum
vardır: İlk olarak düşünsel açıdan yapılan ırkçılık, yani bir katliam
yapılmadan önce ideolojik anlamda ortaya çıkan ırkçılık ve ikincisi,
eylemsel açıdan yapılan ırkçılık. Düşünsel ırkçılık, eylemsel ırkçılıktan
önceki aşamadır.
Burada Arendt açısından ırk düşüncesiyle sınıf düşüncesi arasında
modern insanların aklı üzerinde tahakküm kurmak için yapılan
inanılmaz rekabete tanıklık eden bazıları, birinde ulusun diğerindeyse
uluslararası eğilimlerin ifadesini görme, birinin ulusal savaşlar
- 320-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
için zihni bir hazırlık, ötekinin ise bir iç savaş ideolojisi olduğuna
inanma eğiliminde olmuştur. Bu eğilimi mümkün kılan şey ise Birinci
Dünya Savaşı sırasında eski ulusal ve yeni emperyalist çalışmaların
oluşturduğu tuhaf karışımdı (Arendt 2014: 74). Aslında Arendt’e
göre birinde ulusun, diğerinde ise uluslararası eğilimlerin ifadesi
görülür. Önce ırkçılık ideolojisinin olgusal, sonra eylemsel olduğunun
kabul edildiğinin üzerinde durmasının sebebi, bunun ulusçulaşması
ve uluslararasılaşmasıdır. Irkçılık, yani burada milliyetçilik, dil
ve din üstünlüğünü ortaya koyan ideolojik bir yapılanmadır ve
bunun uç halidir. Biz bunu, İtalyan Mussolini’nin politikalarında
ve Nazi milliyetçiğinde görürüz. İdeolojik anlamda ırkçılık söylemi,
milliyetçilikle eşdeğerdir ve bu ulusla alakalıdır ama bu ırkçılık, vahşet
veya katliam anlamında uluslararasıdır ve bunun örneğini de Hitler’de
görebiliriz.
Alman ırk düşüncesi, halkı yabancı tahakkümüne karşı birleştirme
çabası içinde icat edilmiş bir şeydi. Bu düşüncenin Almanya’daki
failleri, kendi sınırları ötesinde bir müttefik arayışına girmediler,
onların istediği, halkta bir ortak köken bilinci yaratmaktı (Arendt
2014: 81). Bu düzeni kurmalarına ve ırk kavramını oluşturmalarına
yardımcı olan kişiler entelektüellerdi. Hitler ırkçılığı anlatmak
zorundaydı, çünkü ırkçılık kötü bir şey olarak biliniyordu, ama Hitler
entelektüelleri kullanarak Alman halkını bir arada tutacak ideolojiyi,
yani Alman ırkçılığını oluşturdu. Burada dikkat edilmesi gereken
başka bir husus da bunun Alman milliyetçiği değil, Alman ırkçılığı
olmasıdır. Çünkü milliyetçilik başka milletlerin yaşamasına olanak
sağlarken ırkçılık başka milletlerin yaşamasına şans vermiyordu.
Hitler entelektüelleri, Almanya’da kamusal alana yönlendirip Alman
ırkçılığını kendi toprağında kabul edilebilir bir hale getirebildi.
Totaliter terör, her türlü örgütlü muhalefet sona erdiğinde ve korkuya
gerek olmadığını anladığında ortaya çıkmaktadır (Arendt 2014: 19).
Totaliter rejimlerde iktidar oyununda önemsenmesi gereken polisten
orduya dönülmesidir. Gizli polisin ordu aygıtı karşısında yükselmesi
sadece totaliter rejimlerin değil, tiranlıkla yönetilen ülkelerin de
alâmetifarikasıdır. Zira tüm dünyayı kendi toprağı olarak görenlerin
içerideki şiddet aygıtını önemseyip fethedilen toprakları ordudan
ziyade polise has yöntemlerle ve polis personelleriyle yönetilmesi
apaçıktır (Arendt 2014: 28). Bu nedenle örnek olarak gösterebileceğimiz
en açık olay Nazi Almanya’sının fethettiği toprakları daha sonra
Bildiriler Kitabı
- 321-
yönetebilmek adına polis gücü olan SS taburlarını kullanmasıdır.
Diğer yandan totaliter rejimlerin ve hayatta oldukları sürece totaliter
liderlerin sonuna kadar kitle desteğine dayandıklarını ve bu destekle
hükmettiklerini unutmamak gerekir (Arendt 2014: 37). Weber’de
olduğu üzere bir rejimin ya da siyasetin meşruluğu genellikle halkın,
yani yurttaşlar topluluğunun verdiği destekle değerlendirilebilir
(Vergin, 2015: 49). Yani liderlerin kendi hâkimiyetlerini sürdürmeleri
halkın desteği olmadan olanaksızdır. Örneğin, Weber’in karizmatik
liderliğinin oluşturduğu vasıflar, hem halkı etkiler hem de halkın, yani
kitlelerin ona desteğiyle kendi meşruluğunu sürdürür. Totaliter liderler
de aynı şekilde liderlik zamanları boyunca, halkın desteğini almak,
bu kitlelerin desteği olmaksızın yıkılıp gideceklerini unutmamak,
kitlelerin heyecanını her zaman aktif hale getirmek ve aynı zamanda
onları kontrol altında tutmakla mükelleftirler.
Liderlik kavramı düşünüldüğünde, cazibenin toplumsal bir fenomen
olduğu açığa çıkar. Toplumda her zaman, bir kimseyi o kimsenin olmak
istediği biçimde sorgusuz sualsiz kabul etme eğilimi vardır, bu nedenle
dahilik taslayan bir üstünlüğün her zaman belli bir inandırıcılık şansı
vardır. Modern toplumda yargıları ayırt etme yetisinden yoksun olma
özelliği bu eğilimi güçlendirmiştir. Hitler, çeşitli görüşler arasında
biçare kararsız kalma durumundan ve her şeyin zırvalık olduğu
inancından en iyi kurtulma yolunun, var olan pek çok görüşten bir
tanesine boyun eğmez bir tutarlılık içinde sarılmak olduğunu keşfetti.
Bu türden fanatizmin tüyler ürperten keyfiliği, toplum için büyük bir
cazibe taşır, çünkü bu fanatizmin ifade edildiği süre boyunca, toplum
düzenli olarak meydana getirdiği görüşler kaosundan kurtulmaktadır
(Arendt 2014: 36). Ayrıca totaliter hareketler, ne Kıta Avrupa’sı ulusdevletlerindeki eski çıkar partileri gibi sınıfları, ne de Anglo-Sakson
ülkelerin partileri gibi kamusal konularla ilgili kanaat ve çıkar
sahibi olan yurttaşları değil, kitleleri hedefleyerek örgütler. Tüm
siyasi gruplar orantılı bir kuvvete dayanırken totaliter hareketler sırf
sayılara dayanır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından antidemokratik,
diktatörlük yanlısı yarı totaliter ya da totaliter hareketlerin derin
dalgası, Avrupa’yı kaplamıştı. Faşist hareketler İtalya’dan başlayarak
hemen hemen merkez ve Doğu Avrupa ülkelerine yayıldı (Arendt
2014: 40).
Totaliter hareketler, totaliter olmayan bir dünyada var olduklarından,
genellikle propaganda saydığımız şeylere başvurmak zorunda
- 322-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kalmaktadırlar. Böylesi bir propaganda, ister içerdeki nüfusun totaliter
olmayan katmanları olsun, ister totaliter olmayan yabancı ülkeler
olsun her zaman bir dış odağa başvurur. Propaganda ile beyin yıkama
arasındaki ilişki genellikle bir yandan hareketlerin büyüklüğüne
bağlıyken bir yandan da dış baskıya bağlıdır. Dışarıdaki dünyanın
totaliter rejimlere uyguladığı baskı büyüdükçe demir perdenin
arkasındakilerin bile tamamen göz ardı edemediği bir baskıyla totaliter
diktatörler propagandayla daha etkin uğraşırlar. Buradaki önemli
nokta, propaganda ihtiyaçlarının her zaman dışarıdaki dünyaya
dikte edildiği ve hareketlerin kendilerinin aslında propaganda yerine
beyin yıkama yaptıklarıdır. Buna karşılık kaçınılmaz olarak terörün
eşlik ettiği beyin yıkama, totaliter hareketlerin gücüyle ya da totaliter
rejimlerin dış müdahalelere karşı korunmasıyla izole edilmesiyle artar.
Propaganda psikolojik savaşın gerçekten en önemli kısmını oluşturur,
ancak terör çok daha fazla bir şeydir. Totaliter rejimler, psikolojik
amaçlarına ulaştıktan sonra bile terörü kullanmayı sürdürürler. Onun
gerçek vahşeti, bütünüyle sindirilmiş bir halk üzerinde etkinliğini
devam ettirmesidir: Terör yönetimi. Toplama kampında olduğu gibi,
mükemmelliğe eriştiğinde propaganda bütünüyle ortadan kalkar,
hatta Nazi Almanya›sında propaganda açıkça yasaklanmıştır (Arendt
2014: 95-98). Yani propaganda totalitarizmin, totaliter olmayan
dünyayla ilgilenebilmesinin tek ve belki de en önemli aracıdır ve terör
de totaliter devlet biçiminin özünün ta kendisidir.
İNSANLIK DURUMU VE DEVRİM ÜZERİNE
Hannah Arendt, her şeyden önce bir başlangıç kuramcısıdır. Bütün
kitapları beklenmeyenin anlatıcısıdır ve bu anlatıya insanın yeni
bir şeye başlama kapasitesine dair düşünceler hakimdir. Arendt,
1958 yılında İnsanlık Durumu kitabını yayımladığı zaman dünyaya
beklenmeyen bir şey sunmuştur. Ona göre yeryüzü, insanlık
durumunun tam da tözünü oluşturur ve bildiğimiz kadarıyla yeryüzü
doğası insanoğluna evrende hiçbir çaba harcamadan ve insan yapısı
bir katkıda bulunmadan içinde hareket edebileceği bir yaşam alanı
sunmak bakımından eşsiz ve biricik alandır. İnsanın kendi eliyle yaptığı
dünya ise insan varlığını bütün sade vahşi ortamdan ayırmaktadır,
ama yaşamın kendisi bu yapay insan elinden çıkma olan dünyanın
dışındadır. Bir süreden beridir yaşamı da yapay hale getirmek, insanı
doğanın çocukları arasına dahil kılan son bağı da koparmak yönünde
Bildiriler Kitabı
- 323-
büyük bilimsel gayretlerde bulunulmaktadır (Arendt 2000: 28-29).
Bilgi ile düşünce yollarını tümden ayıracak olursa kendi yaptığımız
makineler kadar bile değeri olmayan aciz köleler, kendini ne denli
ölümcül olursa olsun teknik olarak mümkün her marifetli zımbırtının
insafına terk etmiş idrak ve düşünce yoksunu yaratıklar haline
gelebiliriz. Ancak bu son ve belirsiz sonuçlar da bir yana, bilimin sebep
olduğu durum, büyük bir siyasi öneme sahiptir. Çünkü insan, siyasi bir
varlıktır ve bunu yapan sözdür. Atom silahlarının geliştirilmesi bunun
en güzel örneğidir. Bu silahları geliştirenler, ilerde hiçbir görüşlerinin
alınamayacağını öngöremediler. Bu doğrultuda, bilimcilerin içinde
yaşadıkları dünyanın sözün gücünü yitirdiği bir dünya olduğunu
söylemek mümkündür.
İnsanlar neyi yapar ya da bilir veya tecrübe ederlerse etsinler,
onlar yalnızca haklarında söz edebildikleri ölçüde bunları anlamlı
kılabilirler (Arendt 2000: 31). İnsanlık durumunun diğer yanı ise ona
karşı başkaldırı, yani emeği dert ve ızdıraptan kurtarma arzusudur.
Bu arzu yeni olmamakla birlikte tarihin ilk zamanlarına kadar
gitmektedir. Emek harcamaktan ve çalışmaktan kurtulma arzusu
yeni bir şey değildir. Bir zamanlar bir avuç insanın en yerleşik ve
sarsılmaz ayrıcalıkları arasında yer alırdı. Burada da bilimsel ilerleme
ile teknik gelişme sanki bütün eski çağların hayalini kurduğu ama
hiçbirinin gerçekleştiremediği bir şeye ulaşmış olmanın saltanatını
sürüyor gibi görünmektedir. Ancak bu yalnızca görünüşte böyledir.
Modern çağ onunla birlikte emeğe, çalışmaya teorik bir anlam getirdi
ve dönüşmesine neden oldu. Bu bakımdan peri masallarında isteğin
gerçekleşmesinde olduğu gibi, bu istekte kendi muhalefetine kendi
yenilgisi pahasına gerçekleşti. Çalışanlar toplumu, tam da emeğin
zincirlerinden kurtulmak üzere olan bir toplumdur ve artık bu toplum,
özgürlüğün uğruna kazanıldığı diğer bütün yüksek ve anlamlı diğer
bütün etkinliklerden habersizdir. İnsanları çalışma yoluyla bir araya
getirdiği için eşitlikçi olan bu toplumda ne sınıf nede insanın öteki
meleklerinin ihyasının kendinde yeni bir başlangıç bulabileceği
ne siyasi ne de tinsel doğadan bir aristokrasi kalmıştır. Emeksiz,
yani geriye yapacak hiçbir şeyi kalmamış bir çalışanlar toplumu
manzarasıyla karşı karşıya kalınmıştır (Arendt 2000: 31-32).
Emek büyümesi, metabolizması ve çöküşüyle yaşam süreci içerisinde
emek yoluyla aynı anda üretilen ve beslenen hayati zorunluluklara
bağlı, insan bedeninin biyolojik yaşam sürecine karşılık gelen bir
- 324-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
etkinliktir. İnsanın emek harcaması, çalışması hayatın kendisidir. İş,
insani var oluşun, türün sürekli yinelenen hayat döngüsüne kakılmamış,
ölümlülüğü bu döngüyle telafi edilemeyen doğa dışı oluşuna karşılık
gelen bir etkinliktir. İş, doğal çevrenin tümünden tamamen farklı yapay
bir şeyler dünyası oluşturur. İnsanın iş durumu dünyasallıktır. Emek
sadece bireysel sürekliliği değil, türün hayatını da garanti etmektedir,
bu anlamda emek insanların hayatlarını var eden onlara yaşama gayesi
ve amacı yükleyen bir olgudur (Arendt 2000: 35-37). İnsanlık durumu,
hayatın insana o şartla verdiği durumlarda daha fazlasını kavrar.
İnsanlar, yeryüzündeki hayatın kendilerine veriliş durumlarına ek
olarak her zaman insani kökenlerine ve değişkenliklerine rağmen doğal
şeylere aynı koşullayıcı güce sahip kendilerine ait ve kendi eserleri
olan koşullar üretirler. İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar, daima koşullu
varlıklardır. Kendi tınısı olan insani dünyaya dahil olmuş ya da insani
bir çabayla bu dünyaya katılmış her ne varsa insanlık durumunun bir
parçası olur (Arendt 2000: 38).
Devrim sözcüğü, köken olarak astronomik bir terimdir ve Kopernik’in
Gök Cisimlerinin Devirleri Dönüşleri Üzerine adlı çalışmasıyla doğa
bilimlerinde önem kazanmıştır. Bu bilimsel kullanımda, Latince olan
esas anlamını, yani yıldızların düzenli ve belirli devir yapan hareketleri
anlamını korumuştu. Bu hareket açıkça yinelenen döngüsel bir hareketi
imgelemektedir. Yeryüzünde insani meselelerde kullanıldığında ise
şuna işaret eder, bilinen birkaç yönetim şekli, ölümlüler arasında
sonsuz tekrar içindedir ve bu da yıldızların göklerde o muhteşem
yörüngelerinde yol almalarını sağlayan aynı karşı konulamaz güçle
mümkündür (Arendt 2012: 53). Devrim sözcüğü ilk kez 1660’ta,
Rump Parlamentosu’nun devrilmesinden hemen sonra ve monarşinin
restorasyonu sırasında kullanılmıştır (Arendt, 2012: 54).
Yeni bir başlangıcın, siyasi olabilme ihtimallerini insanlar, on
sekizinci yüzyıldaki devrimler esnasında fark etmeye başladılar. Bu
noktadan sonra, yeni bir düzenin var edileceği umudu artık yeni
bir kıtanın keşfiyle değil ya da artık bunun bir yazgı olmasından
çıkıp artık kamusal alana doğru yayılmaya başlanmıştır. Artık yeni
başlangıçları yapanlar sadece bir azınlık grubu değil, tüm kamusal
alan artık yeni bir başlangıç için aktif rol oynamaktadır. Devrimlerde
yenilik, başlangıç ve şiddet unsurlarının hepsi, bu günkü devrim
anlayışımızla derinden ilişkilidir (Arendt 2012: 59). Yani bir anda ve
şiddeti de içererek önlenmesi mümkün olmayan bir tepeden aşağıya
Bildiriler Kitabı
- 325-
yuvarlanan ve giderek büyüyen bir kartopu gibi önlenemez bir hal
alır, fakat devrimler kısa süreli bir konsensüse güçlü bir birlikteliğe
dönüştüğü an başarıya ulaşabilir. Yirminci yüzyıl kapitalizm,
emperyalizm, sosyalizm ve komünizm gibi on dokuzuncu yüzyıldan
farklı olarak savaş ve devrim, bu yüzyılın iki temel siyasi meselesini
oluşturmaktadır. Tarihsel olarak savaşlar, bilinen geçmişin en eski
olayları arasında yer alırken devrimler aslında modern çağ öncesine
kadar görülmemiştir (Arendt 2012: 11-12). Diğre yandan devrimler
ve savaşlar, şiddet alanının dışında düşünülemezler (Arendt 2012: 20).
Bunun nedeni ise devrimlerin içinde bir savaş doğurma potansiyeli
ve aynı zamanda savaşların da evirilerek bir devrime dönüşebilme
ihtimali ve her ikisinin de ortak payda olarak şiddet barındırıyor
olmasıdır.
Devrim, yeni bir laik düzen kurmaz, aksine kararlı ve kalıcı bir şekilde
bütün dünyevi düzenin temellerini yerinden oynatır. Modern çağa
ait devrim anlayışı on sekizinci yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan
iki büyük devrim öncesinde bilinmiyordu. Fransız Devrimi’nin
başlangıcından dört yıl sonra, Kralın idamının ve cumhuriyetin ilanının
milat kabul edildiği devrimci bir takvime geçilmesi bile devrimlerin
yepyeni bir dönemi başlatmak niyetinde olduklarının kanıtıdır. O
nedenle özgürlük fikrinin yeni bir başlangıç deneyimi ile örtüşmesi
gerektiği, modern çağdaki tüm devrim anlayışları içim çok önemliydi.
Özellikle Özgür Dünya anlayışına göre, siyasi yapıların oluşumlarını
belirlemenin en üst kriteri, ne kadar adil ya da ulu oldukları değil, ne
kadar özgür olduklarıdır (Arendt 2012: 30-35).
Devrimin ön plana çıkardığı şey, özgür olma deneyimiydi ve bu
deneyim, elbette Batı insanlık tarihi içinde bulunuyordu. Devrimlerden
söz edebilmek için bu yenilik tutkusunun mevcut olması ve yeniliğin
özgürlük fikriyle ilişkilendirebilmesi gerekir. Her askeri darbe ve her iç
savaşı devrim saymak elbette ki bir yanılgıdır. Baskı altında ki insanlar
başkaldırırlar, öyle ki Antik yasanın, nadiren yaşanıyor olmasına rağmen
en çok korkulan köle isyanlarına karşı tedbirlerin oluştuğu söylenebilir.
Zira Antiklere göre iç savaş ve düşmanlar arasında çatışma, her siyasi yapı
için en büyük tehlikeydi. Aristoteles’in yurttaşlar arası ilişkiler için temenni
ettiği dostluk da, bu türden tehlikelere karşı korunmanın en güvenilir yolu
olarak kabul edilmişti. Gücün bir elden diğerine, bir zümreden başka bir
zümreye geçtiği askeri darbeler ve saray devrimleri, darbenin gerçekleştiği
yönetim biçimine bağlı olarak daha az korku vericidirler, çünkü bu
- 326-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
olayların getirdiği değişim, hükümet çevresiyle sınırlıdır ve nüfusun
çoğunluğu için en az huzur kaçıran şeydir. Bütün bu olguların devrimle
olan ortak yanı, şiddetle gerçekleştirilmiş olmalarıdır ve bu, onların çoğu
kez devrimle özdeşleştirilmelerinin de sebebidir. Ama şiddet, devrim
olgusunu tasvir etmeye yeterli değildir, o ancak değişimi tanımlayabilir.
Devrimden bahsedebilmemiz için, değişimin yeni bir başlangıç şeklinde
ortaya çıkması, şiddetin tümüyle farklı bir yönetim biçimini kurmak için
yani yeni bir siyasi yapı oluşturabilmek için kullanılıyor olması, baskıdan
kurtulma girişiminin de en azından özgürlük kurmayı hedeflemiş olması
gerekmektedir (Arendt 2012: 42-43).
İktidardan zor ve kuvvetten farklı olarak şiddet, Engels›in çok
önceleri bahsettiği gibi daima araçlara muhtaçtır. Şiddete dayalı
eylemin gerçek esası, araç-amaç kategorisine dayalıdır (Arendt 2011:
10). Şiddet uluslararası ilişkilerde ne kadar müphem ve kesinlikten
uzak bir aygıt haline geldiyse de iç siyasette saygınlığı ve cazibesi
artmıştır. Özellikle devrim konusunda bu böyleydi (Arendt 2011:
17). Bir ülkenin kurumlara kudret veren, halkın desteğidir. Tüm
siyasi kurumlar, iktidarın dışavurumları ve maddileşmesidir. Halkın
yaşayan iktidarı onları desteklemez olunca bu kurumlar çözülmeye
ve çökmeye mahkûmdurlar (Arendt 2011: 54). Bu anlamda iktidar ve
şiddet birbirinden ayrıdır, çünkü iktidar her zaman sayılara gereksinim
duyar ama şiddet, araçlara dayalı olduğundan, bir yere kadar sayıların
gücü olmadan devam edebilir. Bütünüyle şiddet araçları temelinde
ayakta duran bir hükümet hiçbir zaman var olmamıştır. En başta
gelen egemenlik aracı işkence olan totaliter yönetici bile iktidar için bir
tabana gerek duyacaktır ve kendisini destekleyecek başkaları olmadan
tek bir insan, asla şiddeti başarıyla kullanacak kadar iktidara sahip
değildir (Arendt 2011: 63).
İktidar gerçekten de devletin özüne ilişkindir, ama şiddet değildir.
Şiddet, doğası gereği araçsaldır (Arendt 2011: 64). İktidar meşruluğunu
ve tabanın desteğini sağlamak ve örgütlemek anlamındaki
totaliter yönetim biçimlerinde bile polis güçleri tarafından şiddete
başvurmaktadır. Şiddetin ulus anlamında ve uluslararası anlamda bu
denli etkili bir araç olarak görülmesi ve iktidar anlamında hâkimiyetliğin
gösterildiği savaşlarda da şiddetin kullanılmasındaki sebep hala nihai
bir hakemin ortaya çıkmayışıdır. Tüm bu nedenlerden hareket edecek
olursak devrimlerin ortaya çıkışları ve bunun sonucunda iktidar
savaşında şiddetin araç olarak kullanılması ve kendi meşruluğunu
Bildiriler Kitabı
- 327-
bu şekilde sağlamış olmaları hepsi halkın tabanından yani toplumdan
gelmektedir. İnsanlar değişmez olan şeylere tepki göstermezler.
Örneğin bir doğal afete ya da depreme, insanların hiddetle karşı
çıktıkları ve tepki gösterdikleri sadece sefalete ya da acıya olan tepkileri
değildir. Onların tepkileri ve hiddetleri koşulların değiştirebileceği
bir umut varsa ve eğer bu değişmiyorsa hiddet gelişir devrimlerin ilk
olarak ortaya çıkışları da ebetteki tam olarak bu amaçladır ve bu sadece
birçok nedenden biridir. Aslında toplumlar geçmişten günümüze
kadar Marks’ın da söz ettiği gibi işçi sınıfı halkın büyük bir bölümünü
oluştururken sadece küçük bir azınlık gurubunun yönetiminde
yaşamıştır. Bu iki sınıf arasındaki bariz ayrım, işçilerin yiyecek ekmek
bulamazken yöneten gruba ait birinin faytona binmesi şeklinde belirir.
Bu yüzden insanların bu yönetim şeklini değiştirmek adına yaptıkları
bilinçli birliktelikler, özgür ve daha eşitlikçi bir toplum oluşturma adına
yapılmış girişimlerdir. Böyle girişimlerin başarıya ulaşmaları ancak
Amerika ve Fransız devriminde yaşandığı üzere iktidarın gücünün ve
şiddetinin azaldığı bir dönemde cereyan etmiş olmasındandır. Elbette
ki iktidar gücünü bir tabandan ya da halktan almadığı müddetçe
çökmeye mahkûmdur, fakat totaliter liderlerin bile iktidarlarını polis
tabanından aldığı ve varlığını devam ettirdiği de bir gerçektir. Sonuç
olarak siyasal açıdan iktidar ve şiddetin aynı şey olmadığını söylemek
yeterli değildir. İktidar ve şiddet birbirinin karşıtıdır. Birinin mutlak
hâkimiyetini kurduğu yerde diğeri bulunamaz. Şiddet iktidarın
tehlikeye girdiği anda ortaya çıkar. Ama kendi başına bırakılırsa
iktidarın kayboluşuna yol açmaktadır. (Arendt 2011: 65-70).
ETNİSİTE, DİASPORA, KOLEKTİF HAFIZA VE SİYASAL
KÜLTÜR
Etnisite tanım olarak biyolojik üstünlüğe (ırkçılığa dayalı biyolojik
üstünlük) işaret eder. Etnisite tanımı, ırkçılığı aşağılamak değildir,
sadece bunu daha estetik ve yumuşak bir hale getirir. Antropoloji
açısından özel bir ırk anlamı yükler (Arslan 2001: 207). Etnisitenin
siyasi bir kavram olarak 1953’teki ilk kullanımı, Amerikan sosyolog
David Riesman’a atfedilir, etnik kimlik, özellikle toplumda kaos
zamanlarında birleştirici rol oynar ve öne çıkarılır (Yanık 2013: 230).
Klasik demokraside devlet-yurttaş ilişkisinde birey, salt bir siyasal
özne olarak algılanmış, dolayısıyla kimliksiz birey anlayışından hareket
edilmiştir. Etnisitenin yalnızca yaşanan değil, ama aynı zamanda ifade
- 328-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
edilen kimlik anlamında da önemli bir etken haline gelmesi, demokrasi
kuramının yeniden gözden geçirilmesini zorunlu hale getirdi. Bu
anlamda Schumpeter’in dediği gibi demokrasi halkın yönetimi
anlamına gelmez gelemez. Demokrasi sadece halkın yönetenleri kabul
etmek ya da reddetmek fırsatına sahip olduğu anlamına gelir. Ulus-devletin inşasında, bir etninin hakim hale getirilmesi, bu etniyle
bağlantılı olması hegemonik bir kültürün diğer etniler üzerinde etkili
hale getirilmesi süreçlerini kapsamaktadır. Bu çerçevede milliyetçilik,
düşünce olarak ifade edilebilecek milliyetçilik bir ideolojidir. Bir
ideoloji olarak milliyetçilik, ulusun yanı sıra toplumsal yaşamın
doğal temelidir. Bununla birlikte en iyi doğal siyasal birimler, uluslar
yani ulus-devletler üzerine temellenmektedir. Bir ideoloji olarak
ele alınan milliyetçilik, benzer şekilde grupların kendilerini bir ulus
olarak tanımlamalarında özellikle de bağımsız bir ulusal devlet olarak
adlandırmalarında teşvik edici bir yönü kendi içinde barındırmaktadır
(Yanık 2013: 232). Dikkat edecek olursak feodal düzen yıkılıp yerini
ulus devlete bırakmıştı. Burada Yahudiler, ulus içinde bir ulus
olmadıklarından devlet tarafından bir tehlike olarak görülmemişti.
Yahudiler, sadece devlet eliyle verilmiş ayrıcalıklara sahiplerdi. Ulus
devlet sisteminin temel teorisi ise bütün ulusları bir ulus altında
toplamak, yani onları asimile etmekti. İkinci Dünya Savaşı ile ulus
devletin gücünü kaybetmesi ile ırkçılık doğmuş ve Faşizm ortaya
çıkmıştır. Böylece modernizm iflas etmiştir. Modernizmin iflas etmesi
de modern diktatörlüğün doğması demektir.
Diaspora ise modern dönemin ve ulus-devletin bir kavramıdır
(Arslan 2001: 215). Dolayısıyla diasporanın ulus-devlet dönemindeki
tanımı yayılma, dağılma, genişleme anlamındadır. Diaspora sözcüğü,
yurdundan ayrılan ve onun dışında bir yerlerde bir cemaat oluşturan
halka gönderme yapar. Yahudi ve Ermeni diasporaları bunun klasik
örnekleridir. Ulus-devlet döneminde meydana gelen göçler diaspora
olarak adlandırılır. Modern diaspora kavramı ise misafir işçileri,
mültecileri ve diğer göçmenleri işaret etmektedir. İnsanların ve
ulusların güçlü iletişim ağları tarafından sürekli bir kültürel, politik ve
ekonomik mübadele sürecinde gittikçe homojenleşen/tektipleşen bir
dünyada, küresel bir köyde yaşadığımız söylenmektedirler. Bu küresel
köyde birey, otorite ile ilişkisiyle birlikte ele alındığında, onun sahip
olduğu değerler toplamı, otoriteye yönelik tutumuyla anlamlı olacak
ve bir kimlik edinimi süreci başlayacaktır (Yanık 2013: 227).
Bildiriler Kitabı
- 329-
Çalışmanın bağlamı açısından kolektif hafıza ise grubun ortak
deneyimini ve alanını anlattığı için kolektivite içerir ve topluluğun
geçmişe dair ortak bir imaj paylaşmasını sağlar. Bu anlamda, geçmişi
birlikte yaşamayı değil birlikte hatırlamayı gerektirir (Başaran İnce 2010:
11). Kolektif hafıza, aile ya da ulus gibi farklı çıkar ve motivasyonlara
sahip herhangi bir sosyal grubu birleştiren ortak bir kimliğin keşfidir.
Toplumda farkındalık yaratmak için herhangi bir geçmişin seçilmesi
yeterlidir (Başaran İnce 2010: 12). Yahudilerin yaptığı da buydu.
Ulus devlet döneminde bir ulus olarak varlık göstermeyişleri ve ulus
devletlerin gücünü yitirip Yahudilerin düşman olarak görülmelerinden
sonra Yahudilerin devlet kuma isteği de tam olarak budur. Osmanlı
İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla Türk halkının kendilerini ortak bir
kimlikle yeniden var etmesi, ortak bir bilinçle direnmesi de bununla
ilgili önemli bir örnektir. Çünkü kolektif hafıza, ulus inşası ve ulusal
kimlik için önemli bir temel oluşturur. Kuşaklar arasında zamansal
devamlılık imgesi yaratan bir bağ kurar ve var olan sosyo-politik
düzeni meşrulaştırır. İnşa edilmeye çalışılan kimliğe bir tarihsel töz
verme, bir derinlik kazandırma işlevi görmek ve topluluk üyelerinde
aynı kaderi paylaşma duygusu uyandırmak kolektif hafızanın önemli
işlevlerindendir (Başaran İnce 2010: 12).
Kolektif hafıza grup üyelerine kim olduklarını, nereden gelip nereye
gittiklerini söyleyen öyküler sunar. Bu öyküler, genelde iç grubu
yüceltirken dış grubu ötekileştirir (Başaran İnce 2010: 13). Kitle
iletişiminin her şeyden önce dil aracılığıyla etkin oluşu, hafızanın
kuşaklararası geçişkenliğinin temelidir. Dil, bütün alışkanlıkların bir
sonucu olarak mekansal, zamansal ve sosyal bakımdan burada ve şimdi
olmayan çeşitli nesneleri burada kılmaya muktedirdir (Başaran İnce
2010: 17). Hafıza, izlerde ya da geçmiş yaşanmışlıklarda kaydolunur,
bu sürekli bir kayıt işlemini gerektirir. Kendinde somut bir var oluşu
yoktur ve her zaman anlatıyla bitişiktir. Süreksizdir ve anlatılma
eylemine bağlıdır. Hafıza, geçmişi dil ve anlatı aracılığıyla kendine
demirler. Yazılı bir hale getirilirse tarihsel ve kültürel hafızada yerini
bulmuş olur, kuşaklararasında dolaylı yollardan aktarımı ise sosyal
hafızayı canlandırır. Kitle iletişim araçları aracılığıyla geçmiş hem
öykülenmiş olur hem de belgelenir (Başaran İnce 2010: 17-18).
Toplumun siyasal kültürü sonucu geçmiş temsilleri hegemonik,
özgürleşmiş ya da polemiksel olabilir. Geçmişin tartışılma ve gündeme
gelme biçimlerini bu noktada çoğunlukla medya belirler. Otoriter ve
- 330-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
totaliter rejimlerin baskısı altındaki medya, tek sesli bir toplum ve
gerçekliğin tek yönlü bir yorumunu sunmakla yükümlü kılınır. Bu
noktada iktidarın tanzim ettiği ve dayattığı bir geçmiş algısını medya
sadece yansıtır ve yeniden inşa eder (Başaran İnce 2010: 24). Kimlik
inşası, geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki kurgunun tutarlılığına bağlı
bir anlatıdır. Kimliği bir anlatı olarak kurmak, bu tutarlığı oluşturmayı
vaat eden bir seçme, ayıklama ve ekleme sürecine düşer. Ulusinşa projelerinin geçmiş obsesyonu daha travmatik sonuçlara yol
açabilmekte, hafızanın her türü, farklı oranlarda bastırılmışlığa ve
sansüre maruz kalmaktadır. Kitle iletişimi, çoğu zaman bu sansürü, bir
oto-sansür olarak içselleştirebilmekte, resmi tarih anlatısını hafızanın
ana yapılandırıcısı olarak kitleselleştirmektedir (Başaran İnce, 2010:
25). Kolektif hafıza inşa etme amaçlı projelerin başarısı, özellikle bu
projenin ana temalarının medya aracılığıyla yayılması hedeflendiğinde,
medya türünün etkin kullanımına ve iletilen temanın okuyucu/izleyici/
dinleyici üzerindeki etkilerinin etkin ölçülmesine bağlıdır (Başaran
İnce, 2010: 26). Dolayısıyla kitle iletişim araçları biçim ve içerik
özellikleriyle bireysel ve toplumsal hafızanın niteliğini etkilemekte,
modern kimliğin demirlenmesinde anahtar rol oynamaktadır.
Siyasal kültür, toplumsal değişmeyi, sisteme yönelen desteği,
bireylerin siyasal sistemle ilişki kurma biçimlerini anlamakta, siyasa
yapma ve uygulama yollarını tespit etmekte yararlı sonuç vermiş bir
kavramdır. Siyasal kültür ile ilgili ilk çalışmaların İkinci Dünya Savaşı
öncesinde Batı Avrupa, özellikle de Batı Almanya hakkında olduğu
görülürken İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmiş ülkelerle
ilgili çalışmalara, baçta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist
ülkeler hakkındaki araştırmalar dahil edilmiştir. Yakın zamanda ise
gelişmekte olan ülkelerin hızla değişim, kalkınma ve modernleşme
programları ortaya koymaları, onların siyasal kültüre olan ilgilerin
artmasına neden olmuştur (Sitembölükbaşı 1997: 250). Siyasal kültür,
bir dizi belirli inanç hareketleri olmaktan ziyade eyleme yönelik bir
çerçeveyi ifade eder (Sitembölükbaşı 1997: 252). Bir toplumda belirli
siyasal kültürün bulunduğu ve insanlarında bu kültür dahilinde
hareket ettikleri belirtilmektedir.
İdeoloji, bir ulusun siyasal kültürüne katkıda bulunabilir ve kültürel
bir modele destek verebilir. Dolayısıyla birbiriyle yarışan ideolojiler,
bir ulusun içindeki siyasal alt kültürün oluşumuna, gelişimine ve
güçlenmesine yardım edebilir. Bu anlamda bir ideoloji toplumun
Bildiriler Kitabı
- 331-
kültürüyle çelişki halinde olabilir ve o kültürü değiştirmeye çalışabilir,
böyle bir durumda ise ideolojinin başarı şansı yok denebilecek
kadar azdır (Sitembölükbaşı 1997: 262-263). İdeolojinin başarıya
ulaşabilmesi, içinde bulunduğu kültürden azda olsa destek almasına
bağlıdır. Bu sebeple burjuvaların artık siyaseti belirlediği zamanda,
yani emperyalizmin küresel bir güç haline gelmesiyle kapitalist üretim
tarzının egemen olduğu emperyalizmin aşamasına ulaşmış ülkelerde
kültür artık tek başına siyasetin belirleyicisi olamaz. Peki diyor Arendt
tüm bu şiddet olaylarına ve ideolojilere insanların tahribine neden
kimse tepki vermiyor? Adolf Eichmann›ın Kudüs›te görülen davada,
hâkimin suçlamalarına karşı verdiği yanıtta Führer›in emirlerini yerine
getirdiğini, ne yaptıysa yasalara bağlı bir vatandaş olarak yaptığını dile
getirmiştir (Arendt, 2014: 142). Burada Eichmann yasalara bağlı bir
vatandaşın görevi olarak gördüğü şeyleri yapmış, ayrıca emirlere göre
hareket etmişti. Yasalar çerçevesinde kalmıştı, peki bu kadar vahşeti,
insan aklı kendi görüp yargılayamaz mıydı? İnsanlar bir eylemde
bulunmaya başladığı andan itibaren her insan bir kanun koyucu değil
miydi, insan kendi pratik aklını kullanarak hukukun ilkeleri olabilecek
ve olması gereken ilkeleri kendi bulamayacak mıydı?
Bugün pek çok insan ortak suç veya masumiyet diye bir şey
kalmadığını ve eğer böyle bir şey olsaydı kimsenin suçlu veya
masum sayılamayacağını kabul edecektir. Bu durum elbette
siyasi bir sorumluluk diye bir şey olmadığı anlamına gelmez, zira
siyasi sorumluluk ne ahlak açısından yargılanabilir ne de bir ceza
mahkemesinin karşısına çıkarılabilir. Her hükümet kendinden
önceki hükümetlerin, her ulus da geçmişin fiilleri ve kabahatlerinin
sorumluluğunu üstlenir (Arendt 2014: 302). Bu noktada insanlardaki
akıl tutulmasının cevabını Horkheimer’de bulmak mümkündür.
Horkheimer’e göre akıl tutulması, soyut kişisel çıkar ilkesinin,
resmi liberal ideolojinin bu temel öğesinin düşünsel emperyalizmi,
bu ideolojiyle sanayileşmiş ülkelerin toplumsal koşulları arasında
büyüyen gediğe işaret ediyordu. Bu kopuş bir kez kamuoyunda
kesinleştikten sonra, hiçbir etkin, rasyonel toplumsal birlik ilkesi
kalmaz. Önceleri tapınılan ulusal topluluk düşüncesi, sonunda sadece
terörle ayakta tutulabilir. Bu, liberalizmin bir çırpıda faşizme geçme
eğilimini ve liberalizmin ideolojik ve siyasal temsilcilerinin de kendi
muarızlarıyla uzlaşmaya yakınlığını açıklamaktadır. Yakın dönemin
Avrupa tarihinde örnekleri pek sık bulunabilecek bu eğilimin kaynağı,
ekonomik nedenler bir yana, öznelci kişisel çıkar ilkesi ile sözde bu
- 332-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ilkenin ifade ettiği akıl anlayışı arasındaki iç çelişkide aranmalıdır.
Başlangıçta siyasal düzenin akla dayalı somut ifadelerinin olduğu
düşünülüyordu; adalet, eşitlik mutluluk, mülkiyet düşüncelerinin
hepsinin akla uygun olduğu, akıldan doğduğu ileri sürülüyordu,
sonradan aklın içeriği keyfi olarak bu içeriğin sadece bir bölümüne,
onun ilkelerinin sadece birinin çerçevesine indirgendi, tikel olan
evrensel olanın yerine sahip çıktı. Düşünce alanındaki bu el çabukluğu
ve kuvvet gösterisi, siyaset alanında kaba kuvvet iktidarına zemin
hazırlar. Özerkliği kalmayan akıl bir araç haline gelmiştir. Öznel
aklın pozitivizm tarafından öne çıkarılan biçimselci cephesinde,
nesnel içerikle bağıntısızlığı vurgulanır; pragmatizmin öne çıkardığı
araçsal cephesinde ise kendi dışında belirlenmiş içeriklere teslim
oluşu belirginleşir. Akıl bütünüyle toplumsal sürece boyun eğmiştir.
Aklın araçsal değeri, doğa ve insan üzerinde egemenlik kurulmasında
oynadığı rol, tek ölçüt durumundadır (Horkheimer 2013: 67). Akıl
kavramı ne kadar güçten düşerse ideolojik manipülasyona, hatta
en kaba yalanların yayılmasına o kadar elverişli duruma gelir.
Demokrasinin felsefi temeli bir kez yıkıldıktan sonra, diktatörlüğün
nimetlerinden yararlanmayanlar için rasyonel olarak geçerli bir
önerme haline gelir ve bu önermenin kendi karşıtına dönüşmesinin
önünde teorik bir engel kalmaz (Horkheimer 2013: 70-73).
Biçimselleşmiş akla göre, despotizm, zulüm ve baskı kendi başlarına
kötü değildir, eğer kurucularının kazançlı çıkma olasılığı varsa hiçbir
rasyonel merci diktatörlüğe karşı bir yargıda bulunamaz. Modern
düşüncenin öncüleri iyiyi yasadan türetmiyorlardı, hatta yasaları
çiğnemişlerdi, yaptıkları, yasayı iyi olana bağdaştırmaktı. Tarihsel
rolleri, sözlerini ve eylemlerini eski belgelerin metnine ya da genel
kabul gören doktrinlere uyarlamak değildi, kendileri belge yaratmış
ve kendi doktrinlerinin kabul edilmesini sağlamışlardı. Bugün bu
doktrinlere tapınan ve yeterli bir felsefeden yoksul kalmış olanlar,
bu doktrinleri ya da sadece öznel isteklerin ifadesi olarak ya da
otoritesini kendisine inanan insanların sayısından ve var olduğu
sürenin uzunluğundan alan bir yerleşik düzen olarak görebilirler.
Bugün geleneğe başvurma zorunluluğu bile geleneğin insanlar
üzerinde etkisinin kalmamış olduğunu göstermektedir. Almanya gibi
birçok ulusun, en çok tapınakları ideallerin birer boş balon olduğunu
birdenbire anlamış olmaları boşuna değildir (Horkheimer 2013: 75-76).
Kültür endüstrisinin ideolojisi o kadar güçlüdür ki bilincin yerini
Bildiriler Kitabı
- 333-
uygitsincilik almıştır. Kültür endüstrisinden fışkıran düzen hiçbir
zaman olduğunu iddia ettiği şeyle ya da insanların gerçek çıkarlarıyla
karşı karşıya konmaz. Kültür endüstrisinin uydurmaları ne mutlu bir
hayatın, ne de ahlaki sorumluluğa götüren yeni bir sanatın rehberi
olabilir, onlar ancak büyük çıkar çevreleri tarafından çizilen çizgiden
çıkmamaları için insanlara öğüt vermeye yarayabilir. Kültür endüstrisi,
asıl anlamı ve mantığıyla değil, faydası bakımından gerçeklikteki
konumu ve iddiaları açısından değerlendirilecekse yapacağı etkinin
potansiyelinin iki kat daha fazla olduğu anlaşılacaktır.Ama bu potansiyel
gücün yoğunlaşması sayesinde, çağdaş toplumun güçsüz bireylerinin
mahkûm olduğu tanıtım ve insan zayıflıklarının sömürülmesinde
yatar. Bu bireylerin bilinci daha da geriler. Kültür endüstrisinin
asıl etkisi aydınlanma karşıtlığında kendini göstermektedir ve
doğaüstünde gittikçe artan teknik egemenlik olarak aydınlanma
Horkheimer’a göre, kitleleri aldatma haline gelmekte, bilinci zincire
vurma yöntemine dönüşmektedir. Kendi başlarına bilinçli olarak
yargılayan ve karar veren özerk, bağımsız bireylerin gelişimi önünde
bir engel olarak durmaktadır. Böyle bireyler, güçlenmek ve gelişmek
için olgun insanlara ihtiyaç duyan demokratik toplumun olmazsa
olmaz önkoşuludur. İnsanlar, sırf kitlelere dönüştükleri için hakir
görülüyorsa şunu unutmamak gerekir ki onları kitlelere dönüştürüp
küçük düşürme, devrin üretim güçleri ne kadarına izin veriyorsa o
kadar olgunlaşmalarını sağlamak için özgürleşmelerini engelleme
konusunda kültür endüstrisinin rolü çok büyüktür (Adorno 2003: 1-6).
SONUÇ
Yahudi sorununun, Nazilerin gütmüş olduğu politikalarla Führer’in
Alman halkının küresel bir güç olma çabasıyla bir ilişkisi vardır.
Emperyalizmin etkin olduğu küresel dünyada Alman halkı, kendi
ortak geçmişlerinden ortak bir bilinç oluşturarak Alman ırkının tüm
öteki ırklardan üstün olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bunu
dünyadaki Alman halkını bir araya toplamak, ırk kavramlaştırmasını
meşru hale getirebilmek adına dil ve söylemlerle halk tabanına
yayarak meşrulaştırmışlardır. Böylece Yahudi antisemitizminin
oluşumuna ve tüm dünyada ortak bir düşmanlık yaratılmasına zemin
hazırlanmıştır. Ulus devletin kurulma sürecinde Yahudilerden borç
alınarak onlara ayrıcalıklar tanınması ve daha sonra ulus devletlerin
gücünü yitirmesiyle burjuvaların küresel gücü elinde bulundurmaları
- 334-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ve devletlerin küresel güç haline gelme arzuları beraberinde Yahudi
düşmanlığını getirmiştir. Son olarak tüm bu gelişmelere bakıldığında
temel etkenin ekonomik anlamda üstün olma isteği olduğu görülür.
Bir anlamda artık tüm ilişkileri belirleyen ekonomik güçtür. Nazilerin
de yapmış olduğu ırkçılığa dayalı biyolojik üstünlük sağlamaktır, bu
bakımdan Arendt, Yahudi katliamlarını Nazi Almanya’sında ulus
devletlerin güç kaybedip yıkılmasıyla milliyetçi ideolojilerin yerini
ırkçı ideolojilere bırakmasına bağlamaktadır. Alman ırkının tüm
dünyada üstün olduğunu savunan tek dil tek bayrak tek ulus çatısı
altında saf ırk yaratma amacı taşıyarak bunu Pan Hareketleriyle yani
Kara Kıta emperyalizmiyle yapmış ve yayılma göstermiştir ve bu
yayılmaların altında yatan sömürü arzusudur. Pan hareketlerinin
yayılma biçimleri ise ilk olarak ideolojileri yaymak şeklindedir, daha
sonra silahlara dayanması bunun sonucunda da ırkçılık yapması gelir.
Bu yayılma, deniz aşırı emperyalizmle değil, bulunduğu coğrafya
itibariyle kara kıta emperyalizmiyle yapılan bir yayılmadır. Arendt,
Birinci Dünya Savaşı’nda bu azınlıkları bir arada tutabilecek devletlerin
toprakları üzerinde sömürü antlaşmalarının gerekli görüldüğünden
bahseder. Avrupa devletleri parçalandıktan sonra halkları toplamak
için yeniden barış antlaşmaları gibi kavramlarla devletsiz halkları bir
araya getirdiler. Bunların bazıları devlet kurdu, devlet kuramayanlar
ise azınlıklar olarak kabul edildi ve sonra bunlar o toplumun kölesi
durumuna getirildi. İşte bu antlaşmalar sömürü antlaşmalarından
başka bir şey değildir ve bu ideolojiler hakim sınıfın ideolojilerinin
tabana yayılmasıyla ve yeni bir kültür oluşturulmasıyla gerçekleşmiştir,
bu da toplumun tabanında var olan kültüre dayanarak ve o kültürden
destek alınarak yapılmıştır.
KAYNAKÇA
ADORNO, Theodor W. (2003). “Kültür Endüstrisini Yeniden
Düşünürken”, çev. Bülent O. Doğan, Cogito, Sayı 36, ss. 76-83, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
ARENDT, Hannah (2000). İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener,
İstanbul: İletişim Yayınları.
ARENDT, Hannah (2011). Şiddet Üzerine, çev. B. Peker, İstanbul:
İletişim Yayınları.
ARENDT, Hannah (2012). Devrim Üzerine, çev. Onur Eylül Kara,
Bildiriler Kitabı
- 335-
İstanbul: İletişim Yayınları.
ARENDT, Hannah (2014). Antisemitizm, çev. Bahadır Sina Şener
İstanbul: İletişim Yayınları.
ARENDT, Hannah (2014). Totalitarizm, çev. İsmail Serin, İstanbul:
İletişim Yayınları.
ARENDT, Hannah (2014). Emperyalizm, çev. Bahadır Sina Şener,
İstanbul: İletişim Yayınları.
ARENDT, Hannah (2014). Kötülüğün Sıradanlığı, çev. Özge Çelik,
İstanbul: Metis Yayınları.
ARSLAN, Emre (2001). “Uluslararası Göç ve Yeni Irksallaştırma Biçimleri:
Etnisite, Çokkültürcülük, Diaspora”, Praksis, Sayı 2, ss. 204-247.
BAŞARAN İNCE, G. (2010). “Medya ve Toplumsal Hafıza”, Kültür ve
İletişim, 13 (1), ss. 9-30. BOOKCHIN, Murray (2013). Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev. Abdullah
Yılmaz İstanbul: Sümer Yayıncılık.
HORKHEIMER, Max (1998). Akıl Tutulması, çev. O. Koçak, İstanbul:
Metis Yayınları.
SİTEMBÖLÜKBAŞI, Şaban (1997). “Siyasal Kültür”ün Kavramlaştırılmasında Karşılaşılan Bazı Güçlükler”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı 2 (Güz), ss. 250-263.
VERGİN, Nur (2015). Siyasetin Sosyolojisi. İstanbul: Doğan Kitap.
YANIK, Celalettin (2013). “Etnisite, Kimlik ve Milliyetçilik Kavramlarının
Sosyolojik Analizi”, Kaygı, Sayı 20, ss. 227-232.
- 336-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Özlem ÜNALAN
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Halk Bilimi Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
KÜLTÜRLERARASI ETKİLEŞİMDE HALK BİLİMİNİN ROLÜ
ÖZET
Halk bilimi, doğumdan ölüme kadar insanların yaşamında yer alan maddi ve
manevi bütün kültür öğelerini bilimsel olarak derleyen, araştıran, kültürler
arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları belirleyip ortaya koyan bir bilim
dalıdır. Bir toplumun gelenek ve görenekleri, yaşayış tarzı, doğaya ve evrene
bakışı, inanışları, yazılı ve sözlü kültür ürünleri halk biliminin konusunu
oluşturur. Halk bilimi Türkiye’de yaşayan insanların kültürel değerlerini
ortaya koyduğu gibi Orta Asya’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da ve diğer
bölgelerde yaşayan Türk topluluklarının da kültür yapısını incelemektedir.
Günümüzde kültürlerarası iletişim bir kavram olmaktan çıkıp farklı kültürlere
mensup insanlar arasındaki etkileşimi ve kültürel farklılıkları inceleyen bir
bilim dalı haline gelmiştir. Kültürlerarası etkileşim ile iki ya da daha fazla
kültür karşılıklı birbirlerini etkiler ve yeni bir sentez oluşturur. Çağımızdaki
kitle iletişim araçlarıyla halk biliminin de konusu olan yerel imgeler ve
kültürel değerler kolaylıkla evrensele taşınabilmekte ve bu da kültürlerarası
etkileşimi kuvvetlendirmektedir. Halk bilimi kültürlerarası ilişki bağlamında
yöresellikten ulusallığa ve ulusallıktan da evrenselliğe geçerek insanlığın ortak
değerlerine hizmet etmektedir. Ayrıca halk bilimiyle farklı halk kültürleri
aralarındaki benzerliklerin ve farklılıkların belirlenmesi kültürlerarası
iletişim sorunlarının çözümüne katkı sağlamaktadır. Halk bilimi kültürel
değerlerimizi öğrenmemizi ve tanımamızı sağlamakta kültürlerarası iletişim
ise farklı kültürleri anlamamıza ve algılamamıza yardımcı olmaktadır. Bu
noktada halk bilimi ve kültürlerarası iletişim ortak konulardan beslenmekte
ve birbirlerini tamamlamaktadır.
Bu çalışmada, halk biliminin konu içinde yer alan doğum, ölüm ve evlenme
adetleri, yemek kültürü, giyim kuşam, fıkra ve destan gibi edebi türler, halk
müziği, halk hekimliği ve çeşitli halk inanışları kültürlerarası bağlamda ele
alınacak, farklı kültürler arasında iletişimi sağlamada halk biliminin önemi
ortaya konulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kültür, Kültürlerarası İletişim, Halk Bilimi.
Bildiriler Kitabı
- 337-
Kültür, insanların doğuştan getirmeyip sonradan edindiği, kalıtsal
bir özellik göstermeyen ve içinde yaşanılan sosyal çevrenin etkisiyle
gelişen bir süreçtir (Güvenç 1991: 101). Bir milleti ayakta tutan, geçmiş
ile gelecek arasında köprü kuran etkenlerin başında kültür gelir. Kültür
bir milletin var oluşuyla ortaya çıkar, tarihi süreçte ilerleyerek o milleti
gelecek ile buluşturur (Doğru 2009: IX). İletişim ve kültür birbirlerini
karşılıklı olarak etkiler. Bireyin içinde sosyalleştiği kültür nasıl iletişim
kuracaklarını da belirler. Kültür insana ait olan bir şeydir. Kültürü
birim olarak aldığımızda ve insanları bu birimlere yerleştirdiğimizde
ve de farklı kültürel birimler arası ilişkiye baktığımızda, kültürlerarası
ilişkiyi ve bu ilişkiyi gerçekleştiren kültürlerarası iletişimi görürüz.
Dolayısıyla kültürlerarası iletişim kültürel birimler arası olan
iletişimdir. Kültür yaşayan ve bir şeyler yapan, iletişimde bulunan
bir varlık değildir. Kültürlerarası iletişimi yapan kültürel birimlere ait
olan insanlardır. Kültürlerarası iletişim bu insanlar arasındaki faaliyeti
anlatır (Erdoğan 2002: 12).
Kültürlerarası iletişim genel anlamı ile başka coğrafyalarda ve sınırlarda
yaşayan farklı kültürlere mensup bireyler arasındaki iletişimdir.
Kültürlerarası iletişimin bir bilim dalı olarak gelişmesiyle birlikte
kültürlerarası iletişim kavramı etnik ve ırksal açıdan farklılaşan alt
kültürel grupları da kapsayacak şekilde genişlemiştir. Kültürlerarası
iletişim ile dünyadaki tüm insanlar toplumsal, kültürel, ekonomik,
siyasal birçok alanda birbiriyle yoğun bir etkileşime girer ve bununla
birlikte toplumsal değişme sağlanır. Yani yerel ve ulusal etkileşim
gerçekleşirken toplumlar kendilerini hızlı bir değişimin içinde
bulurlar. Kültürlerarası iletişim ve etkileşim sayesinde kültürler aynı
kalmaz, sürekli yenilenir ve değişir. Bu açıdan kültürlerarası etkileşim
toplumların statikliğini yok eder, onları canlı ve dinamik kılar.
Kültürlerarası iletişimin amacı değişik kültürlere saygı göstermek,
kültürlerarası alanda birliktelik oluşturmak, etnik, dini, dilsel ve kültürel
farklılıkları evrensel değerler çerçevesinde bir araya getirmektir. Bir
toplumun gelenekleri görenekleri, doğum-ölüm vb. inanışları, doğaya
bakışı ve evreni yorumlayışı, yemekleri, mani, türkü, bilmece, destan
gibi sözlü ürünleri, kılık kıyafeti, halk dansları, seyirlik oyunları vb.
birçok inanış ve ritüelleri kültürün birer parçasını oluşturur. Halk bilimi
kültürün bu parçalarını inceler. Halk bilimi, bir ülke ya da belirli bir
bölge halkına ilişkin maddi ve manevi alandaki kültürel ürünleri konu
edinen, bunları kendine özgü yöntemleriyle derleyen, sınıflandıran,
- 338-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
çözümleyen, yorumlayan bir bilimdir (Örnek 1995: 15).
Bu bağlamda halk bilimi, bir etnik grubun veya bir yöre halkının olduğu
kadar çeşitli sosyal grupların geleneklerini, inançlarını, törelerini, sözlü
gelenekten kaynaklanan edebî ürünlerini, el sanatlarını, halk hekimliğini,
mimarisini vb. pek çok kültürel ürününü araştırıp incelemekte ve
bunlarla bağlantılı olarak o topluluğun dinsel, siyasal, sosyolojik,
psikolojik tutum ve davranış biçimlerini ortaya koymaktadır. Halk
bilimi Türkiye’de yaşayan insan topluluklarının kültürel yapısını ortaya
çıkardığı gibi Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve diğer bölgelerdeki
Türk kökenli topluluklarının da kültürel araştırmalarını yapmakta, bu
bölgelerdeki halk kültürlerini inceleyip kültürler arasındaki benzerlik
ve farklılıkları ortaya koymaktadır. Ayrıca bu sayede gerek geçmişte
gerekse günümüzde kültürlerarası iletişim ve etkileşim sorunlarının
aydınlatılmasına yardımcı olmaktadır.
Toplumlar farklı kültürlerle karşılaşmaya başladıkları zamandan
itibaren bir etkileşim içinde olmuştur. Önceleri bu etkileşimin
sağlanmasında savaş, göç, ticaret birer araç vazifesi görmüş, her
toplum karşılaştığı toplumla karşılıklı etkileşim içine girmiştir.
Çeşitli ticaret yolları üzerinde bulunan Anadolu da tarih boyunca
birçok göçlere, savaşlara şahitlik etmiş birçok medeniyete ev
sahipliği yapmıştır. Zamanla oluşan kültürel miras Anadolu’ya
gelen medeniyetlere aktarılmış ve kültürel bir değişim ve etkileşim
yaşanmıştır. Aynı zamanda Türkler Anadolu’yu yurt edininceye
kadar çok farklı kültürlerle karşılaşmış hem onlardan etkilenmiş
hem de onları etkilemiştir. Bugün halılarda, çinilerde, bakır veya
gümüş eşyalar üzerine yapılan motiflerde Türklerin Anadolu’ya
varıncaya dek karşılaştıkları kültürlerin izlerini görmek mümkündür.
Tüccarların, savaş esirlerinin ve göçmenlerin yanı sıra seyyahlar,
bilginler, öğrenciler, askerler, halk şairleri, dervişler, meddahlar halk
kültürünün başka yerlere taşınmasında birer araç vazifesi görmüştür.
Diğer taraftan ülkeler arasındaki siyasi ve ekonomik iş birliği
kültürel manada ülkelerin birbirlerine yakınlaşmalarına, birbirlerinin
kültürlerini tanımalarına neden olur. Kültürel manada dışa açılmak,
başka kültürlerle karşılaşmak halk biliminin önemini ve gerekliliğini
de ortaya koyar. Halk bilimi birçok medeniyeti bünyesinde taşıyan,
doğusuyla batısıyla zengin bir kültüre sahip olan ülkelerde, ülke
içinde varlığını sürdüren farklı kültürlerin dünyaya tanıtılmasında da
önemli bir rol oynar. Halk bilimi, kültürlerarası iletişimi sağlamada
Bildiriler Kitabı
- 339-
X kültürü ile Y kültürü arasında bir köprü vazifesi görür. Diğer bir
açıdan baktığımızda buradaki X kültürü kaynak, Y kültürü hedef, araç
ise halk bilimidir.
Kültürlerarası etkileşim ile halk bilimi arasında sıkı bir ilişki
vardır. Zira her ikisi birbirini karşılıklı etkiler. Özellikle teknoloji,
küreselleşme, sanayileşme sonucunda gelişen kültürlerarası etkileşim,
halk bilimi çalışma alanına giren malzemeleri olumlu veya olumsuz
etkilemektedir. Örneğin televizyon sayesinde insanlar Çin mutfağını
ya da İtalyan mutfağını tanımakta, geleneksel yemeklerin dışına
çıkarak kendi damak tatlarını geliştirmektedir. Aynı zamanda bugün
toplumsal hayattaki değişimler, okuma yazma oranının artması ve
kadının çalışma hayatına katılması, köyden kente göç gibi toplum
hayatındaki gelişmeler ve televizyon, bilgisayar gibi kitle iletişim
araçları Türk mutfak kültüründe değişikliklere sebep olmuştur.
Bugün Avrupa’da yaygın olan kola, hamburger, cips vb. fast food tarzı
yiyeceklerden Türk mutfağı da nasibini almıştır.
Gelişen teknoloji, uluslararası rekabet ve sanayileşme halk biliminin
konusu içinde olan giyim kuşamı da etkilemiştir. Bugün televizyon,
dergi, internet gibi araçlar ile bireyler dünyanın başka bir ucundaki
giyim tarzını ya da modayı takip edip ona göre giyinmektedir. Örneğin
İtalyan çizgisini beğenme, Fransız modasını ölçüt alma ya da Amerikan
markalı ürünleri giyinme gibi ortak giyim tarzı oluşmaktadır. Bugün
internette pek çok alışveriş sitelerinde yabancı ayakkabı veya giysilerin
satışı yapılmaktadır. Bu da kültürlerarası iletişim sonucunda benzer
giyim tarzlarının oluşmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan
günümüzde Amerikan veya diğer batı filmleri televizyonlarda
yayınlanmakta oradaki yaşam tarzı, kadın erkek ilişkisi, aile hayatı,
örf ve adetler Türk aile hayatını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu
da evlilik dışı birlikteliklerin oluşmasına, gençlerin evlenmeden
ebeveynlerinden ayrı bir eve çıkmasına, ataerkil toplum yapısının
bozulmasına sebep olmaktadır.
Bütün bu örneklere baktığımızda kültürlerarası iletişim bir taraftan
birey açısından kültürel çeşitliliği ve zenginliği sağlarken diğer
taraftan kendi kültürünü unutmasına ya da kendi kültürüne bir
yabancılaşmaya sebep olabilir. İşte bu noktada halk bilimi devreye
girer ve bireye kendi öz kültürünü hatırlatır. Topluma âdeta bir kalkan
olur ve toplumun maddi manevi kültürel değerlerini ortaya koyar.
Ayrıca kültürlerarası iletişim ve halk bilimi ilişkisi Türk toplumu
- 340-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
için çok daha önemli bir mevzudur. Zira çeşitli şekillerde ve bilinçli
bir biçimde Türk kimliğini yok etme, kültürel kimlik kodlarımız ile
oynama çabası vardır. Bu amaca karşılık Türk halk bilimi, Türk halk
kültürünü korumaya yönelik çalışmalar yürütmektedir. Kültürlerarası
etkileşimin etkili olduğu halk bilimi konularından birini de farklı
kültürlere ait yemek ve mutfak kültürü olmuştur. Bugün Türkiye
sınırları dışındaki Müslüman toplumlarda Ramazan ve bayram gibi
özel zamanlarda ortak bir yemek kültürü gelişmiştir.
Farklı kültüre mensup bireylerin doğayı ve evreni algılayışları da
farklıdır. Bu farklı algılama farklı adet ve gelenekleri de beraberinde
getirir. Halk bilimi bu farklılıklarla birlikte kültürlerarası etkileşim
sonucunda toplumlar arasında zamanla meydana gelen ortak veya
benzer inanç, adet ve uygulamaları ortaya koyar. Kültürler arasındaki
benzerlik ve farklılıkları ortaya koyarken bireye ait olduğu kültürü
tanıma fırsatı verir. Bugün dünyanın her yerinde renklere bir anlam
yüklenir. Bu anlam halk biliminin çalışma alanlarından olan giyim
kuşam ve buna dair çeşitli ritüellerde de kendini gösterir. Örneğin
beyaz renk Anadolu’da, Türk dünyasında ve Avrupa toplumlarında
saflığın, temizliğin simgesidir. Bugün Türkiye ve Azerbaycan gibi Türk
coğrafyalarında siyah renk yas ve keder ifade ettiği gibi Türkiye’nin
bitişiğindeki Yunanistan’da da aynı ifadeyi alır. Yunanistan’da
cenazeye siyah giysilerle gidilir, hatta kimi Yunan köylerinde
eşlerinin ölümünün ardından kadınların ömür boyu siyah kıyafet
giymeleri yaygındır. Azerbaycan’da giyimin rengi merhumun yakınlık
derecesine göre değişir. Merhumun anası, bacısı, evlatları siyah elbise
giyerler. Ayrıca merhumun yaşı da giyimde önemlidir. Merhum çocuk
ise uzun süre siyah giyilir. Kadınlar erkeklere göre daha uzun süre yas
tutar hatta düğüne gitmez, kına yakmazlar (Doğan 2005: 90-91).
Diğer taraftan farklı kültürlerin bir arada yaşama zorunluluğu bazı
evrensel işaretlerin oluşmasına neden olmuştur. Bu işaretler renkler
üzerinde de etkilidir. Örneğin trafik lambaları bunun en güzel
örneğidir. Zira dünyanın birçok yerinde kırmızı durma işareti olarak
algılanır. Kırlangıç kuşuna dair inanışlar anlatım bakımından farklılık
gösterse de kırlangıç kuşuna yüklenen değer ve kutsallık ortaktır.
Azerbaycan’da kırlangıç mukaddes bir hayvan olarak görülmekte,
evlere yuva kurmalarına izin verilmekte ve bu durum bir baht
açıklığına ya da şansa işaret olarak görülmektedir. Azerbaycan’daki
bu kutsiyet şöyle bir efsaneye dayandırılır:
Bildiriler Kitabı
- 341-
Efsaneye göre yılan ve arı komşudur. Yılan arıya kendi
hayatından şikâyet edip arıdan hangi canlının kanının tatlı
olduğunu bulmasını ister. Onların bu konuşmalarına yuvasını
yapmakta olan kırlangıç şahit olur. Bu arada arı yılanın isteğini
kabul eder ve canlıların kanını yoklar. Arı son olarak yaşlı bir
erkeğin alnına konar. Arı tekrar döndüğünde kırlangıç arının
haber getirdiğini anlar. Arı yılana en tatlı kanın insan kanı
olduğunu söylediği zaman yılan tüm insanları öldürecek ve insan
nesli sona erecektir. Kırlangıç bunu bildiği için arıyı kandırır ve
arıdan dilini çıkarmasını ister, bunun üzerine kırlangıç arının
dilini kökünden koparır. O günden sonra arı konuşamaz ve
vızıldayarak gezer. Yılan durumu öğrenir, kırlangıçtan intikam
almak ister fakat yılan kırlangıcın kuyruğundan sadece bir tüy
koparabilir. Kırlangıcın kuyruğu o zamandan beri çatal kalır.
İnsanlar bu işi duyar ve kırlangıcın yuvasını evlerine taşırlar
(Doğan 2005: 135).
Aynı inanış farklı efsanelerle Hakas ve Kaçinlerde de mevcuttur.
Sagaylar’ın inancına göre de Erlik han yerden ateşi çalar. Kartalın
başkanlığındaki tüm kuşlar bir araya gelerek ateşi araması için
kırlangıcı gönderir. Kırlangıç uzun süre uçtuktan sonra bir kara yurt
görür. Yurdun ortasında bir kömür közermektedir. Ocağın etrafına
ise kocaman bir yılan dolanmıştır. Kırlangıç bacadan girip közü
alır. Yılan ağzını atıp onu tutmak isterken kuyruğundan bir lepek
koparır. Kırlangıcın kuyruğu çatallanır. Kırlangıç gagasında közle
uçar, yılan ise onun ardınca. Kırlangıç ateşi kayaya fırlatır, oradan
kıvılcım kalkar. Yılan geri döner. O zamandan beri kırlangıcın ağzı
kırmızı kalmış ve insanlar ise sert taşları birbirine vurarak ateş elde
etmişlerdir (Doğan 2005: 137).
Muğla yöresinde ise kırlangıçla ilgili şöyle bir efsane anlatılır:
Çok eskiden kırlangıç kuşu çalışkan bir öğrencidir. Günün
birinde okuldan eve giderken taşın dibinde koca bir yılan görür.
Yılan çocuğun üzerine gider. Çocuk yerden bir dal alır. Yılan
yine çocuğun üstüne gider. Bunun üzerine çocuk “Allah’ım
beni bir kuş yap da insanoğlunun evine sığınayım.” diye dua
eder. Çocuğun duası kabul olur. Allah çocuğu kırlangıç kuşu
yapar. Çocuk kırlangıç kuşu olunca yılana “Sen artık beni
yakalayamazsın, çünkü ben insanoğlunun evine sığınırım.” der.
O günden sonra kırlangıç kuşu her bahar, evini insanoğluna
yakın yapar (Önal 2003: 123).
Kırlangıç kuşuna dair bu inanç örneklerinde farklı kültürlere ait
- 342-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
anlatılan bu efsaneler farklı olsa da hepsinde yılan insanlara kötülük
getiren, kırlangıç ise insanlara iyilik yapıp onları kurtaran bir hayvan
olarak görülmüştür. Türk dünyasında kırlangıca dair bu inanışların
temeli Sümerlerin destanı Gılgamış’a ve Nuh Tufanı’na bağlanmaktadır.
Bu da bize farklı coğrafyalarda yaşayan Türkler arasındaki kültürel
bağın çok öncelere dayandığını göstermektedir.
Nahcivan’dan derlenmiş rivayete göre ayı eskiden genç bir erkekmiş.
Babası onu mergiz çekmeye yani tarla sürmeye zorlamış. Oğlan bunu
kabul etmemiş ve babasına karşı gelmiş. Oğlan dağlara, ormanlara
kaçmış. Bu durum Allah’ın hoşuna gitmemiş ve oğlanı ayıya çevirmiş.
Azerbaycan’da anlatılan bir rivayete göre de ayı eskiden bir kızmış.
Onu istemediği birine vermişler. Bunun üzerine o da dağlara kaçmış
ve Allah’ın emri ile ayıya dönüşmüş. Aynı ritüel Tuvalar için de
anlatılmaktadır. Altaylardaki bir inanışa göre de ayı insanla kardeştir.
Başı göklere kadar uzanan bir ev yapar ve artık Allah’la yaşayabilirim
diye düşünür. Bu Kuday’ın hoşuna gitmez ve “hayvanların ve kuşların
başçısı ol, yer altında yaşa, kışın yat, yazın gez diyerek” onu ayıya
dönüştürür (Doğan 2005: 130-132). Gaziantep’te anlatılan bir efsanede
de ayı aşeren bir Kürt gelinidir. Bir gün canı kebap ister, ölen bir katırın
etini kebap edip yerken kayınpederi tarafından görülür. Utancından
hayvan olmayı diler, dileği kabul olur ve ayı olarak dağa çıkar (Köksel
1999: 492). Farklı kültürlere ait bütün bu rivayetlerde ortak olan unsur
ayının önceleri insan olması ve çeşitli günahların ardından ayıya
dönüşmesidir.
Komşu kültürler arasındaki benzerlikler batıl inançlar noktasında da
kendini göstermektedir. Örneğin hamilelik sırasında aş eren bir kadına
belli yiyecekler yasaklanıp bazı yiyecek özellikle yedirilmektedir.
Azerbaycan’da yerikleyen yani aş eren bir kadın tavşan ve tavuk etine,
kelle paçaya, acıya ve turşuya aş ermesi hoş karşılanmaz. Zira bunları
yediğinde çocuğun tavşan gibi dudağı, tavuk gibi rahatsızlığı, kelle
gibi burnunun ilikli, dilinin acı ve sinirli olacağına dair inanışlar vardır
(Doğan 2005: 18). Erzurum’da aş eren kadın keklik eti yerse çocuğun
dilli, balık yerse çocuğun balık ağızlı, paça yerse çocuğun sümüklü ve
tavşan eti yediğinde çocuğun gözleri açık olacağına inanılır (Taş 1994:
191). Tarsus yöresinde gebe kadın yumurta yerse çocuk kel, ciğer yerse
çocuk eksik, kelle yerse çocuk sümüklü olur. Ayrıca aş ererken kadın
ite bakarsa çocuğun it gibi, geyiğe bakarsa çocuğun burnu yirik (yarık)
olacağına inanılır (Tarsus Alan Araştırmaları 1998: 65).
Bildiriler Kitabı
- 343-
Bugün Anadolu’nun birçok yerinde bebeği tuzlama geleneği devam
etmektedir. Eve getirilen bebek yıkanmadan önce vücudu bol tuzla
bulanır ardından banyosu yaptırılır. Buradaki amaç ileriki yaşlarında
çocuk terlediğinde kokmaması içindir. Azerbaycanlılar da bebeğin
göbeğini kestikten sonra çocuğu tuzlarlar veya bol tuzlu suyla yıkarlar.
Azerilerin bebeği tuzlama sebebi doğum zamanı bebeğin bedenine
bulaşmış mikropları temizlemek, gelecekte meydana gelebilecek deri
hastalıklarını ve pişiği önlemektir. Kırgızlar aynı âdeti çocuğun ilerde
sağlam ve sağlıklı olması, Özbekler ise gelecekte çocuğu karasinek,
sivrisinek ısırmaması için yapmaktadır (Doğan 2005: 23). Bu tür
inançlar Türk halkı arasında oldukça yaygın olduğu için onlardan
komşu kültürlere de geçmiş ve bir kültürlerarası etkileşim söz konusu
olmuştur.
Türk kültüründe önemli bir yeri olan Karagöz ve Hacivat, deriden
kesilen ve tasvir adı verilen birtakım şekillerin arkadan ışıklandırılmış
beyaz bir perde üzerine yansıtılmasıyla oluşan bir gölge oyunudur.
Kaynaklara göre de gölge oyunun menşei Orta Asya’ya dayanmaktadır.
Bazı kaynaklarda Çin’de ve sonrasında Moğol Türkleri arasında
oynatıldığına dair bilgiler vardır. Bazı kaynaklara göre ise gölge
sanatı Hint medeniyetinden dünyaya yayılmıştır. MÖ ikinci yüzyılda
Hindistan’da ortaya çıkan gölge oyunu Güneydoğu Asya’da özellikle
Çin, Tayland, Japonya ve Endonezya’da ilgi toplamış, medeniyetlerin
gelenekleri doğrultusunda şekillenmiştir. Sonuç itibari ile Asya
kökenli olan bu oyun Müslüman göçmenler yardımıyla batıya doğru
yayılmıştır. Farklı kültürlerin etkileşimi sayesinde gölge oyunu
büyük bir coğrafyaya dağılmıştır. Bu coğrafyanın parçası olan
Türklerin bölgedeki varlığını ve kavimler halinde batıya göçünü
düşündüğümüzde beslendikleri kültürleri göç ettikleri bölgelere
götürmeleri mümkün olmuştur. Her ne kadar gölge oyununun kökeni
Orta Asya olsa da Karagöz ve Hacivat tamamen Türk karakterlerdir.
Bugün Balkanlar’da, Mısır’da, Çin ve dünyanın birçok yerinde gölge
oyunlarına rastlarız ve bu oyunlardaki kahramanlar Karagöz ve
Hacivat oyunlarındaki karakterlerle benzerlik göstermektedir (Çolak
2006: 545-546).
Halkbilimi malzemelerinden birini de türküler ve halk müziği
oluşturur. İnsanlığa ait ortak duyguları barındıran müzik çok kültürlü
coğrafi alanlarda önemli bir iletişim aracıdır. Müzik tarihsel süreç
içinde birbirleriyle ilişkide bulunmuş olan toplumların, milletlerin ve
- 344-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
etnik unsurların arasında ortak yaşanmışlıkları veya evrensel bir takım
değerleri ortaya koymaktadır. Farklı coğrafyalarda yaşayan insanların
kültür değerleri arasında Nevruz bayramı da bulunmaktadır. Nevruz
Türk toplulukları arasında binlerce yıldan beri bilinen, baharın gelişi
ve tabiatın yeniden canlanmasını ifade eden geleneksel bir kutlamadır.
Nevruz bir bahar bayramıdır ve Nevruz’a benzeyen bu tür bahar
bayramlarını dünyanın muhtelif bölgelerinde ve milletlerinde de
görmekteyiz.
Bugün Nevruz Bayramı, Türkiye, İran, Azerbaycan, Kazakistan,
Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Afganistan, Tacikistan ve
Hindistan’daki Parsiler tarafından kutlanmaktadır. Kars, Ardahan,
Iğdır ve Muş çevrelerinde Nevruz’dan on beş gün önce çeşitli kaplarda
suyun içinde buğday filizlenir (Tural 2006: 186). Iğdır’da semeni adı
verilen bu yeşilliklerin bereket getireceğine inanılır. Semeniden zaman
zaman helvalar hazırlanır (Alım 2009: 243). Türkmenistan’da ise semeni
Nevruz’un en özel yemeğidir. Birkaç aile birleşip büyük bir kazanda
buğday özüne un, su ve şeker ekleyerek semeni yaparlar (Çetin 2009:
68). Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve
Anadolu’da Nevruz hazırlıkları aylar öncesinden başlar, evler temizlenir
ve badanalanır, eski eşyalar atılıp yenileri alınır. Yılın son çarşambası
“Kara Çarşamba veya Ahir Çarşamba” olarak adlandırılır. Salıyı
çarşambaya bağlayan bu gece ateşler yakılır, kadın erkek, genç, yaşlı
herkes üzerinden atlar. Yöreye veya ülkeye ait yemekler pişer, ziyafetler
verilir. Türkmenistan’da Nevruz için, Türkmen çöreği, Türkmen petiri,
külce, yağlı börek, şekşeke ve Türkmen pilavı hazırlanır (Çetin 2009: 68).
Anadolu’da Nevruz boyunca s harfi ile başlayan beş yiyeceğe yer
verilir. Bunlar sumak, sebze, sirke, sıncıd (iğde), semena (buğdaydan
yapılan tatlı)’dır. Ayrıca bereket getirmesi için sofraya mum, Kur’an-ı
Kerim, ayna, balık, elma, un, pirinç, boyanmış yumurta konulur (Tural
2006: 187). Azerbaycan’da Nevruz kutlamalarında Han Bezeme denilen
bir oyun oynanır (Çetin 2009: 68). Iğdır’da ise Kosa isimli orta oyunu
oynanır. Kosa, boynunda çıngırak olan, un ve boyalarla çirkinleştirilip
gülünç hale getirilen bir kişidir. Gelin gibi giydirilen genç ise baharı
temsil eder. Oyun çeşitli maniler eşliğinde oynanır. Oyunun sonunda
kışı, soğuğu, karı ve sıkıntıları temsil eden Kosa ölür. Baharı temsil
eden gelin ise hayatta kalır. Oyun hangi evin önünde oynanmış ise,
ev sahibi tarafından oyuna katılanlar çeşitli hediyelerle ödüllendirilir
(Alım 2009: 235).
Bildiriler Kitabı
- 345-
Türklerin ortak atası olarak kabul ettiğimiz Dede Korkut, Türklerin
Oğuz ve Kıpçak kavimlerine darda kaldıkları vakit yardım eden bir
veli, efsanevi bir şahsiyet ve kopuzun mucididir. Kazak, Karakalpak ve
Türkmenistan sahasında, Azerbaycan ve Anadolu’da onun hakkında
pek çok efsane anlatılmaktadır. Türkiye’de Ahlat’ta ve Bayburt’un Masat
Köyü’nde, Seyhun Irmağı kıyısında ve birçok yerde Dede Korkut’un
makamı bulunmaktadır. Bayburt ve Osmaniye dışında Türkmenistan
Aşkabat’a, Kazakistan Öskemen’e ve Azerbaycan Şirvan’a Korkut
Ata’nın heykeli dikilmiştir. Aynı şekilde Köroğlu Destanı yalnızca
Türkiye’de anlatılmaz. Köroğlu Destanı’nın Batı (Kırım ve Kafkas ötesi
rivayetleri (Gürcü ve Ermeni rivayetleri gibi), Anadolu, Azerbaycan
Balkanlar) ile Doğu / Türkistan (Türkmen, Özbek, Uygur, Kazak,
Tatar, Kırgız, Karakalpak rivayetleri ile Tacik ve Buhara Arapları
arasında dolaşan Arapça ve Tacikçe anlatılan rivayetler) olmak üzere
iki ana rivayeti ve bu rivayetler etrafında teşekkül eden yüzü aşkın kolu
bulunmaktadır. Azerbaycan’da, Ermeniler arasında, Türkmenistan’da,
Özbek ve Karakalpaklar arasında çok sayıda rivayetleri mevcuttur.
Anadolu sahasında ise on beş kolu derlenmiştir (Özkan 1997: 224).
Nasreddin Hoca dünyanın en meşhur fıkra tiplerinden biridir.
Ona bağlı olarak anlatılan fıkralar, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne
kadar Avrasya’da geniş bir alana yayılmıştır. Bunda fıkraların
tür olarak yazılı ve sözlü edebiyattaki yaşama kabiliyetinin
olduğu kadar Nasrettin Hoca fıkralarının türünün en güzel
örnekleri olmasının da rolü vardır. Nasrettin Hoca fıkraları
sadece Türkçe’nin konuşulduğu alanda değil, komşu milletlerin
yanı sıra Latinceden Çince ve Japoncaya, İngilizceden Rusçaya
kadar pek çok dile de çevrilmiştir. Ona dair anlatılan fıkralar
zaman zaman diğer milletlere ait fıkra tipleriyle karıştırılmıştır.
Nasrettin Hoca’nın Bulgar, Makedon, Hırvat, Sırp, Romen
ve Macarlar arasında tanınması Osmanlı Devleti zamanında
olmuştur. Nasrettin Hoca dünya fıkra edebiyatında ünlü
olmuştur. Nasrettin Hoca’nın dünya fıkra edebiyatında bu
kadar ünlü olması ve fıkralarının birçok dile çevrilmesinin
sebebi insanlığın ortak zaaflarını mizah yoluyla eleştirmesidir.
Nasrettin Hoca Sibirya Türkleri, Sarı Uygur dışında Türkçenin
değişik şive ve lehçelerini konuşan Türk boylarının hemen
hepsinde görülür (Yıldırım 1976: 21).
Nasrettin Hoca’nın komşu kavimler ve diğer Türk boyları arasında
yayılması sözlü ve yazılı gelenek aracılığıyla gerçekleşmiştir. Sonuç
itibariyle, gerek kültürlerarası iletişim gerekse halk bilimi bir bilim dalı
- 346-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
olarak kültür öğeleriyle ilişkilidir. Diğer taraftan kültürlerarası etkileşim
neticesinde gelişen toplumlar arasındaki benzerlikler halk biliminin
çalışma alanları içerisinde yer alır. Kültürlerarası iletişim sonucunda
ortaya çıkabilecek olumsuz durumları önlemede halk bilimi önemli bir
rol üstlenir. İki toplum arasında bir araç vazifesi görür.
KAYNAKÇA
ALIM, Mete (2009). “Bir Kültürel Coğrafya Çalışması: Iğdır’da Nevruz”,
Doğu Coğrafya Dergisi, C. 14, S. 22, ss. 231-238, Erzurum.
ÇETİN, Emrah (2009). “Türk Dünyasının Ortak Kültür Mirası: Nevruz”,
The Journal of Academic Social Science Studies 2 (1), ss. 63-71.
ÇOLAK, Gözde (2006). “Gelenekten Beslenen Karagöz”, Folklor/
Edebiyat, C. 12, S. 46, ss. 543-554, Ankara.
DOĞAN, Ahmet (2005). Adetler, İnançlar ve Türkler’in Soy Kütüğü
Meselesi, Ankara: Akçağ Yayınları.
DOĞRU, Mahmut (2009). “Önsöz”, I. Uluslararası Doğu Anadolu Bölgesi
Geleneksel Mutfak Kültürü ve Yemekleri Sempozyumu, Ed. Oktay Belli, ss.
IX-X, İstanbul: Milsan Yayınları.
ERDOĞAN, İrfan (2002). İletişimi Anlamak, Ankara: Erk Yayınevi.
GÜVENÇ, Bozkurt (1991). İnsan ve Kültür, İstanbul: Remzi Yayınevi.
KÖKSEL, Behiye (1999). “Gaziantep Efsanelerinde Şekil Değiştirme
Motifi Üzerine”, III. Uluslararası Çukurova Halk Kültürü Bilgi Şöleni
Bildirileri, ss. 487-496, Adana: Adana Valiliği Yayınları.
ÖNAL, Mehmet Naci (2003). Muğla Efsaneleri, Muğla: Muğla
Üniversitesi Yayınları.
ÖRNEK, Sedat Veyis (1995). Türk Halkbilimi, Ankara: Kültür Bakanlığı
HAGEM Yayınları.
ÖZKAN, İsa (1997).“Köroğlu Destanı’nda Kahraman ve Atının Doğuşu
İle İlgili Motiflerin Tahlili”, Türk Dili, ss. 223-233, Ankara.
TAŞ, Hülya (1996). “Erzurum’da Doğum ve Çocukla İlgili Eski Âdet
ve İnançlar” Türk Halk Kültüründen Derlemeler”, ss. 187-214, Kültür
Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü
Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 347-
Tarsus Alan Araştırmaları (1998). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
TURAL, Sadık (2006). Tarihten Destana Akan Duyarlılık, Ankara: Yüce
Erek Yayınevi.
YILDIRIM, Dursun (1976). Türk Edebiyatında Bektaşi Tipine Bağlı Fıkralar,
Ankara, Kültür Bakanlığı Millî Folklor Araştırma Dairesi Yayınları.
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 348-
Yunus BABACAN
Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Modern Türkiye Tarihi ABD Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
GEÇ OSMANLI DÖNEMİNDE KAVRAMLAR TARİHİ
BAĞLAMINDA GÖKALP’İ YENİDEN DÜŞÜNMEK
ÖZET
Koselleck’in siyasal ve toplumsal dilin semantiği ile işleyişini kavram ile
kavramın tarihi arasında kurulan ilişkiler üzerinden okuma denemesi Geç
Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerine uygulanabilir mi? Bir kavramın
tarihsel oluşumu, yaşadığımız tüm somut tecrübelerin ancak dil tarafından
aktarıldığında birer tecrübeye dönüşmesi ile gerçekleşir ve tarih bu şekilde
mümkün kılınmaktadır. Cumhuriyet’i var eden tarihsel süreçte, dili ve tarihi
analitik olarak birbirinden ayırmak ve aralarındaki ilişkiyi yeniden kurmak
Cumhuriyet’in düşünsel anlamda tasarımcısı Ziya Gökalp’in eklektik, farklı
ve üretken bir girişim olarak modern sosyoloji ilmi ve Batı felsefesi ile İslam
felsefesi arasında kurduğu kavramsal ağın eleştirel bir yeniden okunmasıyla
mümkün olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Ziya Gökalp, Kavramlar Tarihi, Osmanlı Entelektüel
Geleneği.
Tarih, tamamlanmamışlıkta ön alarak vuku bulur, bu nedenle ona uygun
gelecek yorumlar totallikten feragat etmelidir.
Reinhart Koselleck
METİN, BAĞLAM VE FAİL
Osmanlı İmparatorluğu üzerine üretilen geniş literatürün ekseriyetle
içine düşmüş olduğu farklı tarihyazımsal problemlerin çokluğu
özellikle son yıllarda dile getirilmektedir (Abou-El-Haj 2000: 19-35;
Yıldız 2009: 1-14; Khoury 2012: 247-255). Osmanlı araştırmalarının,
muhtelif tartışmalarda belirtilen tarihyazımsal, teorik ve ideolojik
sorunların genel anlamda tarihçilerin, sosyologların, siyaset
bilimcilerin, antropologların ve kapsamlarının sınırları kestirilemeyen
uzmanların Orta Doğu, Uzak Doğu ve Güney Asya çalışmaları
bağlamında ürettikleri bilgi yekûnunun tekdüze bir karşılaştırmalı
Bildiriler Kitabı
- 349-
(tarih/siyaset) yöntem dolayımında üretildiği, analojik hataların
ve tarihsel anakronizmin sıkıntılarının sebep olduğu daha derin
problemlerin varlığını dile getirmek mümkündür (Harootunian
2006: 9-22, 30-72). Karatani’nin belirttiği gibi “tarihteki tekerrür, aynı
olayların tekrarlanmasını ifade etmez, zira tekerrür ancak biçim (yapı)
çerçevesinde mümkündür, olay (içerik) çerçevesinde değil.” (2013:
42) Diğer taraftan Osmanlı çalışmaları alanında üretilen yerli veya
oryantalist metinler belli bir sahihlik ilkesi etrafında ilerleyerek tözcü
bir yaklaşımı devralarak inşa edilmektedir. Bu noktada, Fortna’nın
icra ettiği şekliyle “benzeri başka bağlamlarda bulunması imkansız”
olayların ve süreçlerin özgün çalışmalar yoluyla Osmanlı ve Türkiye
çalışmalarına dair eleştirisi yapılan kategoriye dâhil olmadığını dile
getirmekte yarar vardır (2013: 29). Bahsi edilen problemlerin Osmanlı
entelektüel ve siyasal geleneği içerisinde bağlamlandırılması gereken
hommes de lettres (erbâb-ı kalem) üzerine yapılan çalışmaların birçoğunda
görülmektedir (Mardin 2013: 16). Bu kişilerin en önemlilerinden birisi
de Ziya Gökalp’tir.
Deleuze, Kant Dersleri’nde iyi bir filozofun her şeyden önce kavramlar
ürettiğinden bahsetmiştir (2007: 15). Kavramların izini, salt kavramlar
aleminin eklektik yapısıyla şekillenen bir yerden nasıl okuyabiliriz?
Daha doğru bir ifadeyle Deleuze ve Guattari’nin birlikte yazdıkları
son eseri olan Felsefe Nedir’de ifade ettikleri gibi kavramlar salt felsefi
tartışma için değil, kavramın tarihi zigzaglar çizerek var olur ve belli
bir sıkıntıyı sorunsallaştırmak ve çözümüne pratik anlamda katkı
sağlamak adına meydana getirilirler (2001: 24-29). Her bir kavram ayrı
ayrı imledikleri anlamlarla birlikte ortak olarak dile gelmelerindeki
sebep bir probleme, bugüne ait belli başlı problemlere çare sunmak
için kullanılmaktadır. Bir kavramın veya kavramlar kümesinin
tarihsel yolculuğundan söz edeceğimize göre, Kavramlar Tarihi
meselesinden kısaca söz etmek yararlı olacaktır. Kavramlar tarihinin
(begriffsgeschichte) kurucusu Reinhart Koselleck (1923-2006), yaşamının
uzunca bir kısmını bu terkibe adamıştır. Onun tespit veya formüle
ettiği bazı genel geçer kurallar, kavramlarla veya kavramlar üzerinde
çalışmak zorunda olan araştırmacılara yol gösterici mahiyettedir.
O, kelimelerin tarih içinde değişimini doğal ve gerekli görmektedir
(Koselleck 2013: 14). Bir taraftan dildeki kelimeler, dönüşebilir anlam
çeşitliliğine sahipken diğer taraftan bir konu her defasında bir ve aynı
kavramla açıklanamayacağı için, geçirebileceği değişime uygun olması
gereken birden fazla isimlendirmeyi davet eder (Koselleck 2013: 17-19).
- 350-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Kelime anlamları ile durumların kalıcı biçimde birbirlerine gönderme
yapmaları nadirdir. Kavramlar aynı kalırken gerçekliğin hızla değiştiği
görülmüştür. Hatta bazen kavram, pratik duruma uymayan bir
biçimde değişebilir. Ve yine şaşırtıcı bir biçimde kelimenin tarihiyle,
şeylerin tarihi birbirinden ayrı gelişebilir. Kavramlar ve gerçeklikler,
her ikisi de birbirlerine atıfta bulunan, ancak birbirlerinden ayırt
edilebilir şekilde farklılaşan kendi tarihlerine sahiptir. Her şeyden
önce kavramlar ve gerçeklikler farklı hızlarda değiştikleri için bazen
kavramsallık gerçeğin bazen de gerçeklik kavramsallığın önüne geçer.
Bu nedenle tarih, her zaman dil ile anlatılandan daha az veya daha
çok şey içerir. Koselleck’e göre her kavram, çok sayıda zaman katmanı
barındırır. Koselleck’e göre dil aracılığıyla üretilen kavramın ortaya
çıktığı, geliştiği veya yeniden üretildiği dönem içerisinde anlamın
semantik tarihine dikkat edilmesi gerekir. Toplumsal, siyasal, teolojik
veya hukuksal dönüşümlerin yoğun olduğu zamanlarda/süreçlerde
belli temel kavramlar ortaya çıkar (2013: 25). Kavram tarihinin amacı da
temel kavramlar olarak adlandırılan bu kavramları imleyen kelimelerin
anlamında tarihsel olarak yaşanan dönüşümlerin izini sürmektir. Bu
sebeple Koselleck’e göre temel kavramların, hem senkronik (eşzamanlı)
bir perspektifle incelenmesini, hem de diyakronik (artzamanlı)
boyuttaki anlamsal iç içe geçmeleri dikkate alınmalıdır (2013: 21-22).
O, kavramları ve kavramların dilsel tarihlerini araştırmanın, “tarihi
kavramanın asgari koşulu” olduğunu söylemektedir (2013: 9-10).
Koselleck’in Kavramlar Tarihi yöntemiyle Osmanlı araştırmalarına ve
entelektüel geleneğine yönelmenin son derece önemli açılımlara kapı
aralayacağı söylenebilir. Bu bağlamda, Gökalp’in kavramsal üretimini
ve biyografisini Kavramlar Tarihi yoluyla okumaya çalışmak bu
metnin temel amacıdır.
Bu çalışmanın kapsamını çok genişletmeden, Gökalp’in basit bir
aktarma faaliyetinden ziyade çok farklı izleklerden inşa ettiği kendine
özgü kavramsal şemaların tarihi semantik ve pragmatik anlamda genel
hatları itibariyle değerlendirilecektir. Bu metnin amacı Türkiye’de
Sosyoloji disiplininin kuruluşunda olduğu kadar Türkiye’nin siyasal
ve sosyal tarihine de kurucu misyonu ile damgasını vuran Ziya
Gökalp’in eserlerini incelemektir. Bu eserlerin en önemlilerinden biri
Gökalp’in 1912 ve 1913 yılları arasında Türk Yurdu’nda yayımladığı
bir dizi makalenin 1918 yılında bir araya getirilerek kitaplaştırılması
ile oluşan ve Yeni Mecmua tarafından basılan Türkleşmek, İslamlaşmak,
Muasırlaşmak aslı eseridir (Gökalp 2007: 43).* Gökalp’in diğer metni
Bildiriler Kitabı
- 351-
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkçülüğün iki liderinden biri* olan
Gökalp’in bu alanda bütünlüklü bir inşa çabası içinde olduğu
Türkçülüğün Esasları adlı eseridir. Türkçülüğün Esasları Gökalp’in Türk
Ocaklılara armağan olarak kaleme almıştır ve ilk defa Arap harfleriyle
1923 yılında Ankara Matbuat ve İstihbarat Matbaası tarafında
basılmıştır (Gökalp 2007: 169).* Gökalp’in bu iki temel kitabının
incelenmesinin esas sebebi, bu metinlerin Gökalp’in Cumhuriyet’in
kurucu ideoloğu* olarak yeni bir ulusun kuruluşu yolunda ortaya
koyduğu iki önemli mihenk taşı olmasından kaynaklanmaktadır (İnalcık
2011: 13). Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ile dönemin etkin
olan üç düşünce akımını eleştirerek, kendi özgün Türkçülük terkibini
kurmuştur. 1923 yılında yeni bir devletin ve toplumun inşası yolunda
Türkçülüğün Esasları eserini yayınlamıştır.* Bu eser Gökalp’in tabiri ile
“Nazari Kısım ve Ameli Kısım diye ikiye ayrılmıştır. Nazari Kısım,
Türkçülüğün mahiyetini tetkik edecek; Ameli Kısım, Türkçülüğün
programını tesbit etmeye çalışacaktır.” (Gökalp 2007: 171)
Ziya Gökalp, İkinci Meşrutiyet’in belirli karakteri olan üç karşıt
fikir hareketi arasında ahenk bulmaya çalışan düşünürlerin başında
gelir. Gökalp 1876 yılında Diyarbakır’da doğdu (Beysanoğlu 1976:
17).* Orada ilköğrenimini aldı ve yine bu şehrin idadisinde okudu.
Çalışmalarıyla kendi kendini yetiştirmiştir. Felsefe ve sosyal ilimler
merakı idadi sıralarında başlamıştır. Diyarbakır gazetelerinde
*
*
*
*
*
*
Yazı kapsamında Gökalp’in Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak kitabının 1976
yılında Gökalp’in 100. doğum yılı vesilesiyle Kültür Bakanlığı tarafından başlatılan Gökalp külliyatının ilk kitabı olarak basılan nüsha ve 2007 yılında orijinal baskısından yeniden okunarak hazırlanan Yapı Kredi Yayınlarının Gökalp Kitaplar 1
adlı eser içerisinde basılan metin kullanılmıştır.
Georgeon, Ziya Gökalp ile Yusuf Akçura’yı Türk ulusal hareketinin iki lideri olarak adlandırmaktadır.
Türkçülüğün Esasları için Yapı Kredi Yayınlarının Gökalp Kitaplar 1 adlı eser içerisinde basılan tam metin ve Hilmi Ziya’nın Gökalp makalelerini derlediği kitap
içerisindeki ilgili yazılar kullanılmıştır. 1923’ten 2004’e kadar Türkçülüğün Esasları’nın birçok farklı baskısı yapılmıştır.
Gökalp’in yeni kurulan Cumhuriyet, dönemin önemli aktörleri ve Mustafa Kemal
üzerindeki önemli etkisi onun Cumhuriyet’in kurucu ideoloğu olarak anılmasını
sağlamıştır.
Türkçülüğün Esasları’nı yayınlandığı 1923 yılında Halk Fırkası’nın programı olan
ve ‘Dokuz Umde’ olarak bilinen Doğru Yol adlı broşürü yayınlanmıştır. Doğru Yol
daha sonra Kültür Bakanlığınca 100. Doğum yılı vesilesiyle Yeni Hayat şiirleri ile
birlikte basılmıştır.
Gökalp’in Diyarbakır ile olan ilişkisi sadece doğduğu kent olarak kalmamış, onun
hayatında ve fikri gelişiminde önemli maddi-manevi etkileri olmuştur. 1919’da
Malta’ya sürgün edildiğinde eşi Vecihe Hanım’a Diyarbakır’ı uzunca tasvir eden
duygusal bir mektup yazmıştır.
- 352-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
yayınladığı ilk yazılarında Namık Kemal gibi düşünüyordu. Çeşitli
unsurlardan mürekkep ve Müslümanlıktan kuvvetini alan Osmanlı
milleti, tıpkı bir Amerikan milleti gibi gerçek olabilir, diyordu (Ülken
2007: XII). Babasının ölümünden sonra amcası Hasip Efendi tarafından
yetiştirildi, ondan Arapça ve Farsça öğrendi. İdadi hocalarından Yorgi
Efendi’den Fransızca dersi aldı. Kendisine ilk felsefe merakı ve Batı
düşüncesine yönelim veren bu kişidir (Karakaş 2008: 438). Bu sırada
intihara kalkıştı ve kurşun beyninde kalarak ölümden kurtuldu.
Gökalp, “Bu sıradaki buhranım beni çok zayıf düşürmüştü.” diye
yazmıştır Ülken 2007: XIII). Onun siyasi felsefesine umumiyetle
iyimser diyebiliriz. Zihninin işleyişi mantıkçı ve problemleri akılla
çözebilir bir niteliktedir. İlk bakışta intihar etmesinin kendi rasyonel
yapısıyla ters düştüğü fikri kısmen yüzeyseldir, Gökalp’in intihar
girişimi veya gündelik hayatı bütün hatları ile kendisini çevreleyen
dönemin sıkıntıları, çözüm arayışları, sorgulamaları, fikir akımları
ve pratik tarihi ile onu etkileyen çok daha geniş bir ağa işaret eder.
Gökalp’in intihar girişimi geçici bir tesirle meydana gelmiş de olabilir,
fakat kuvvetle muhtemel beyninde bir buhran haliyle kalan iz sonraki
faaliyetleri üzerinde önemli rol oynamıştır. Ziya yükseköğrenimini
İstanbul’da Baytar Okulu’nda yaptı. Bu öğrenim devresi siyasi ilgileri
yüzünden birkaç kere durakladı. Sorguya çekilip tutuklandı ve
Taşkışla’da hapsedildi. Bir seferinde Diyarbakır’a kaçtı, fakat orada da
polis takibine uğradı. Yakınlarının koruması ile bundan kurtulunca
Baytar Okulu’nu bitirmeye çalıştı. Son sınıfta okuldan kovuldu.
Diyarbakır’a dönerek vilayet idaresinde memurluk yaptı. Burada
askeri rüştiyeye açılan Fransızca dersini okutmak için başvurduysa
da tayin edilmedi. Diyarbakır gazetesinde yazıları çıkıyordu. Bazen
Mehmet Ziya, bazen Ziyaettin ve Ziya adlarıyla şiirler yayınlıyordu.
Bu şiirler aruzlaydı ve kişiliğini kazandığı zamanki şiirleriyle ilgisi
yoktu. Birkaç arkadaşı ile Peyman gazetesini çıkardı. İttihat ve Terakki
ile fiili ilgisi de bu sırada başladı. Abdullah Cevdet’in tedavisi altında
bulunduğu sırada doktor onunla ilgilendi ve onun kanalı ile İbrahim
Temo ve İshak Sükuti ile tanıştı. Bu tedavi olayı, geçirdiği psikolojik
bir kriz dolayısıyla intihara teşebbüs etmesinden sonra olmuştur.
Gökalp, ilk devre yazılarında bir Osmanlı milliyetçisidir (Ülken
2013: 441). Fakat bu sırada kültür alanında kendini genişletmeye
çalışmaktadır ve felsefe, sosyoloji gibi disiplinlere dair yeni okumalar
ile karşılaşmıştır. Yeni açılan bir kütüphane yardımı ile Alfred
Fouillee ve Gabriel Tarde’ı okudu. Tarde, o yıllarda kendisine çok
Bildiriler Kitabı
- 353-
tesir etti. Henüz Durkheim’ı tanımamıştır. Bergson’dan haberi
olmakla birlikte eserlerini okumamıştır, Gustave Le Bon’u bir dönem
okumuştur. Siyasi ve ilmi eğilimi onu Durkheim’a sevk etmiştir.
Peyman gazetesinin sahibi, müdürü ve başlıca yazarı idi. Yazılarında
Ziya’dan başka Vedat, Tevfik Sedat, Mehmet Mehdi gibi takma
adlar kullanıyordu. Halk hikâyelerini okuması şiirlerinin üslup ve
tarzında bir değişiklik yapmıştır (Ülken 2013: 442). İlmi İçtima adlı
yazısında onu Osmanlı ideoloğu olarak görüyoruz. Bu dönemde
Osmanlı milletinin sosyolojik tahlilini yapmaya çalışır. Daha sonra
belirgin bir şekilde yeni bir Türkçülük anlayışının kurucusudur. Daha
sonraları yazılarında Türklük ve Osmanlılık meselesini ele alır. 19111912’de Selanik’te İttihad ve Terakki Mektebi’nde ilm-i içtimai dersleri
vermiştir. 1915’te Darülfünun reformunda Edebiyat Fakültesi’ni tazim
ve bir ilm-i içtima kürsüsü tesis etti (Ülken 2007: XV). 1919’a kadar
bu dersleri okutmuştur. İstanbul’a gelir gelmez Türk Yurdu’nda
yazmaya başlamış ve daha sonra Yeni Mecmua’yı yayınlamıştır. 19191922 arası Malta’da birçok isimle birlikte sürgün edilmiştir. İstiklal
Harbi’nden sonra Birinci Meclis’te mebusluk yapmıştır ve fikren yeni
Cumhuriyet’in kuruluşunda çok etkili bir düşünür olmuştur. 1924
yılında gençliğindeki intihar teşebbüsü ile gelen rahatsızlığı ağırlaşmış
ve neticesinde Ekim ayında 49 yaşında vefat etmiştir.
Gökalp, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte hem sosyolojiyi bir
disiplin olarak kuran asıl figür hem de kurulmakta olan yeni ulus
devletin modelini ortaya koyan kişidir (Toprak 2009: 323-324).
Sosyolojik yöntem ve inceleme usulü bakımından Gökalp’in esin
kaynağı Durkheim’dır. Gökalp, Durkheim’ın sosyolojik yöntemini
sadece ithal etmekle kalmamış aynı zamanda Durkheim sosyolojisinin
genel prensiplerini Türkiye’deki temel toplumsal müesseselere tatbik
etmiştir (Kabakçı 2008: 54). Gökalp’in Durkheim’ı alımlayışı sıradan
bir okuma veya taklitten çok, kendi toplumsal bağlamına kavramları
bir tercüme yöntemiyle özgün bir terkib yapmak gerçekleşmiştir.
Gökalp, II. Meşrutiyet sürecinde Osmanlı’nın fikir ve siyaset alanını
belirleyen üç temel ideolojiyi incelemek veya açıklamak gibi bir amaç
ile Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak eserini meydana getiren
makaleleri kaleme almamıştır. Bu eserin oluşum süreci Gökalp’in
güncel gelişmelerin getirdiği pratik sonuçlar karşısında kendi fikir
dünyasını ve kavramsal ağını oluştururken ürettiği metinlerdir.
Kavramlar tarihi çalışması her zaman sosyal dilin semantiğini
- 354-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ve pratik hayatın gelişmelerini birbirleri ile ilişkisel düşünmeyi
gerektirir. Sadece Gökalp’in değil, dönemin Osmanlı entelektüel
geleneğinin ürettiği metinlerin tarihi ve içeriği her zaman Osmanlı
Devleti’nin kültürel, siyasal, askeri ve iktisadi gelişmeleri ışığında
değerlendirilmelidir. Bahsedilen üç ideoloji-akım özelindeyse
Gökalp’in en önemli katkılarından biri, İslamcılık, Türkçülük ve
Batıcılık düşüncelerini eleştirmesiyle başlayan ve Türkleşmek,
İslamlaşmak, Muasırlaşmak formülü ile sonuçlanan tartışmalardaki
açıyı getirmesindedir. Tartışması, gerçekte, toplumun incelenişi
değil, toplum sorunlarını yansıttığı sayılan ve bu sorunlara farklı
veya benzer çözüm önerileri sunan üç ideolojinin eleştirisidir (Berkes
2008: 422). Gökalp Durkheim’ın sosyolojik yöntemi ve geliştirdiği
normal/patolojik, cemiyet/fert gibi çeşitli kategorileri ve kavramları
üzerinden belli bir düşünsel sistematik içerisinde kendi Türkçülük
anlayışını geliştirmiştir (Gökalp 2007: 46). İlk gençlik zamanlarında
Osmanlıcı olan Gökalp daha sonraları “Toplumu bir arada ne tutar?”,
“Toplumun kollektif kimliği nasıl sağlanır?” gibi Durkheimcı sorulara
kendi inşa ettiği Türkçülük ile cevap vermiştir. Kitabın başlığındaki bu
kavramları doğrudan Hüseyinzade Ali Bey’in geliştirdiği Türkleşmek,
İslâmlaşmak, Avrupalılaşmak sloganından almıştır (Deniz 2006: 47;
Heyd 1950: 149). Gökalp, bu kitapta dönemin iki önemli akımı olan
Panizm ve Osmanlıcılığa karşı Türkçülük ve Batıcılığı vurgulamıştır.
Bu eserin başlangıcı Üç Akım başlığı altında olan bölümdür ve burada
Türkçülük, İslamcılık ve Muasırcılık akımlarının “çağdaşlaşmamodernleşme” düşüncesinin temsilcileri olduğunu söyleyerek bu
akımların Osmanlı düşün hayatındaki temsilcilerini belli dergiler
üzerinden işaret etmiştir. Gökalp bu yazılarında özellikle ilk olarak
ismi daha yaygın bir şekilde bilinen Durkheim’dan evvel, onun
dönemin Fransız Sosyolojisindeki en önemli hasmı Gabriel Tarde’ın
sosyolojisi üzerinden medeniyet ve muasırlaşma tartışması yapıyor.
Tarde’ın milliyet mefkûresi ve uygarlığın gelişimi-yayılışı üzerine
söylediklerinden bahsetmektedir (Gökalp 2007: 45-47).
Bir kavramın üretimi salt analitik olarak teorik düzlemde var olmaz,
kavramın semantiğinin ilişkili olduğu bir sosyal ve pratik alan
vardır. Koselleck’e göre analitik düzlem ile toplumsal düzlem her
zaman birebir aynı olmamaktadır. Gökalp’in de kendi kavramlarını
inşa etme sürecinde analitik düzlemden evvel önemli sonuçlara
sahip olan sosyal ve pragmatik unsurlara sıkı sıkıya bağlı olduğu
Bildiriler Kitabı
- 355-
söylenebilir. Mesela, Osmanlı ve Osmanlıcılığı, Türk kültürü ile bir
zıtlık içerisinde algılayan Gökalp Osmanlı medeniyetinden belli
unsurları reddetmenin Türk kültürüne ve kimliğine olumsuz bir
etkisinin olmayacağını düşünmüştür (Sezer 1988: 230). Uriel Heyd’e
göre Türkçülük; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık akımlarının
milliyetçilik temelinde sentezlenmesidir (1950: 71). Gökalp için bu
terkibin içerisindeki Türk ulusu, Türklüğün hissî ve ahlakî değerlerini
içermektedir. İslam sadece dinî inançlara referans eden ve her bireyin
kendisini bağlarken, Müslümanlığın ümmet temelinde şekillenen
siyasi ve hukuki boyutu dikkatle devre dışı bırakılmıştır. Batılılaşma
taraftarlarının yöntemsiz ve mutlak kurtuluşu aradıkları Avrupa
medeniyeti ile ilişkiyi Gökalp Batı’nın maddi ve bilimsel metotlarını
içeren ve evrensel insanlık birikimine dikkat çeken bir şekilde bu
bileşime dâhil etmiştir. Gökalp’in yaklaşımına göre, sınırları ve
içerikleri belirlenmiş bu üç alan birbirini tamamlamaktadır.
Bir diğer önemli mesela İslam’ın toplumsal, siyasal ve hukuki gösteren
olarak gelecek dönemdeki konumu ne olacağı ile ilgilidir. Fakat
burada ilginç olan husus, İslam üzerine yürütülen tartışmaların sadece
toplumsal pratiklerle ilgili meselelerle sınırlı kalmayarak, belki daha
fazla bir ilgiyle İslam’ın ilmi birikimi ve farklı toplumsal grupları
arasındaki tarihsel tartışmalara yeniden, farklı ve reformist bir dönüşle
tefrikalardan, risalelere, hukuk tanzimlerinden, eğitime kadar birçok
alana yayılan kelam, tefsir, fıkıh ve metafizik üzerine tartışmalar
yaşanmıştır. Farklı dönemlerde bulunmalarına karşın Jön Türklerin
ve Kemalistlerin ortak hedefi, Abdullah Cevdet’ten beri, İslam’ı bir
din olarak ilga etmek değil, İslam’da reformdur. Durum Gökalp için
tamamen aynıdır ve din ile kendine özgü bir ilişki biçimi geliştirmiştir.
Esasen, sekülerleşme alanında ortak bir tasavvura sahip olan Jön
Türkler ve Kemalistlerin ateist bir alternatif geliştirmemelerinin sebebi
burada aranmalıdır (Plaggenborg 2014: 398-399). Gökalp’in Batıcılarla
İslamcılar arasında geliştirdiği bir nevi üçüncü yolun temel hedefi
İslam’ın Türkleştirilmesidir. Gökalp şer’i hukukun ve İslam’ın siyasal,
toplumsal, hukuksal birçok alana müdahil olan yapısının ortadan
kaldırılmasını idealize etmiştir ve kültürel anlamda toplumsalın bir
aradalığını sağlayan maddesi olarak geleneksel ve Türklük merkezli
bir din anlayışının kurgulanmasını teorize etmiştir. Mustafa Kemal’in
entelektüel yol gösterici olarak Gökalp’i belirgin bir şekilde takip
ettiği bilinmektedir fakat Kemalist reformlarda Gökalp’in kendine
has sekülerlik anlayışının ötesine geçerek, daha sert bir sekülerliği
- 356-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
icra etmiştir. Türkiye’de din, devlet ve sekülerlik ilişkisi Gökalp’in
çizgisi izlenmiş olsa daha farklı olabilirdi gibi bir spekülasyon yapmak
mümkündür.
Gökalp Türkçülüğün Esasları’nda Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
kitabında giriştiği eleştiri ve çözüm arayışının ötesine geçip, kendi
ulus-devlet modelini nazari ve ameli olarak tafsilatlı bir biçimde
açıklamıştır. Bu eserin Cumhuriyet’in kuruluş yılı olan 1923’e tesadüf
ederek yayınlanması aslında yeni ulus, yeni hayat, yeni devlet ve
milli mefkûrenin cemiyet üzerinde oluşmasını sağlayacak programlı
bir çabanın tarihsel bir olgunluğa ulaştığının işaretlerini verebilir.
Gökalp bu eserinde, Türkçülük fikri içerisindeki ırkçı kavramları
eleştirmekte, kültürel ve hümanist bir ideal etrafında yeni bir
Türkçülük’ü tanımlamaya çalışmıştır (Tokluoğlu 2013: 124). Gökalp,
kavramsal sistematikleştirme çabalarına Yusuf Akçura’nın ırk, kavim
ve milleti birbirleri yerine kullanmasına müdahale ederek devam
etmiştir. Berkes’e göre, Akçura’nın başlattığı Türkçülük ve Türk
ulusu tartışmalarını, Gökalp ırk, kavim ve millet/ulus kavramlarının
Jön Türkler’den İslamcılara kadar farklı kullanımlarını eleştirerek,
bu kavramlar arası anlam sınırlarını pratik etkilerini gözeterek
yeniden tanzim etmiştir (2008: 437-439). Gökalp, Malta’da sürgün
esnasında verdiği “Türklük Anlayışı Nedir? Ulusal Harsımızı Nasıl
Geliştirmeliyiz?” adlı konferansında Türkçülüğü kavim, ümmet ve
ahali kavramlarından farklı tutarak, Türk kültürü çerçevesinde
tanımlamaktadır. Bu bağlamda, “Türkçülük, Avrupa medeniyeti
içinde bir Türk harsı vücuda getirmektir. Asrın mefkûresi olan ‘ulusdevlet’ ise bizim için Türkçülüğü ifade etmektedir.” demiştir (Karakaş
2008: 463). Kara, Osmanlı geleneğinde, semantik olarak farklılaşan
ümmet, millet, kavim, cins kavramlarına dikkat edilmesi gerektiğini
ifade etmiştir. Geleneksel olarak “Millet din-mezhep ekseninde; kavim
kabile-kan bağı-mahalli kültür; cins ise ırk ekseninde tanımlanan
kavramlardı.” (2003: 15) Millet kavramı ulus devletlerin yükselişi
ile nation anlamında kavm kavramına evrilmiştir, ümmet ise millet
kavramının yerini almıştır. “Akçura’nın ırk olarak ifade ettiği olguyu,
Gökalp millet olarak ifade etmiştir.” (Deniz 2006: 50) Gökalp’in kavim
ve ulus kavramları arasında belirgin bir ayrım ortaya koyamamasının
sebebi, kavramların belli bir bağlamdan diğerine değişken pratik
ihtiyaçlar dolayısıyla farklılaşması ve anlam katmanlarının birbiriyle
kesişmesidir.
Bildiriler Kitabı
- 357-
Gökalp, Millîyet ve Terbiye isimli makalesinde cemiyetleri, aşiretler
ve devletler şeklinde sınıflandırır. Devletlerin dört nev’i olduğunu
belirterek “müttehide (confederation), ümmet (peuple), millet (nation) ve
cemaat (communaute)” şeklinde sınıflandırmaktadır (Gökalp 1981: 57).
Müttehide devlet türleri arasında aşirete yapısına en yakın olanıdır.
Gökalp’in tasnif ettiği devlet türlerinin tamamını kendine özgü bir
harsı mevcuttur. Ümmetin, milletin ve cemaatin harsı birbirlerinden
farklılık arz etmektedir. Gökalp’in Türkçülüğü medeniyet ve
ümmet kavramlarıyla irtibatı kuvvetli olan hars ve ulus kavramları
temelinde şekillenir. Gökalp Hars ve Medeniyet bölümünde ayrıntılı
olarak iki kavram arasındaki ayrımı fakat aynı zamanda birbirlerine
olan bağımlılıklarını göstermektedir (Gökalp 2007: 190-198). Gökalp
kavramların anlam içeriklerini ve kapsamlarını belirlerken sıklıkla
belli analitik ayrımlara başvurduğu söylenebilir. Mesela, hars milli,
medeniyet ise beynelmileldir (Gökalp 1977: 13). Gökalp, Felsefeye
Doğru Musahabe’sinde “kıymetler, iktisadî, muakalevî, bediî, ahlâkî,
dini kıymetler namıyla beş nevidir” diyerek pratik bir inşa sürecine
matuf olarak analitik ayrımlar üretmiştir. Bu cüzlerin hepsi doğal
bir gelişim sürecine sahip olan hars kavramına atfedilir, medeniyet
kavramıysa beynelmilel ortak unsurları ihtiva eder (1982: 28). Hars’ın
toplumsallığı, bulunduğu topluma içkin olması anlamındadır ve
tamamlayıcı karşı kavramı medeniyet ise sunidir ve fertlerin iradesiyle
meydana gelmiştir. Bu bir anlamda toplumun bir arada tutan mefkûre
nedir sorusunun cevabı olan Türkçülüğün doğal ve zorunlu olana
icbar edildiği zeminin kendisidir. Çünkü hars toplumsal ve doğaldır,
fertleri aşan ve onların kendisine dışsal olup şekil veremeyecekleri,
tersine topluma özünü ve şeklini verendir. Diğer tarafta bir karşıtlık
olarak var olmayan, tamamlayıcı unsur olan Batı medeniyetini
yüzeysel anlamda taklit etmek tehlikelidir ve toplumun kendine özgü
Türk harsı bilinmeli ve korunmalıdır. Batı medeniyeti suni (yani insan
iradesi ile üretilen anlamında) bir usul/metodoloji esasına dayanır,
Türk harsı ise temel olan, gayr-i iradi olan ve kendiliğinden nebatatın
hayatı gibi var olandır (1977: 39-40). Güçlü bir millet-devlet olmak
için kendi hars bilincinin kuvvetlenmesi gerekir, medeniyet burada
dışsal kabul edilir, hars bilincine sahip milletlere aşılanan bir bağışıklık
unsurudur (Gökalp 2007: 195-196).
Gökalp Türkçülüğün Esasları’nda eski Türk harsını temel alarak
kendi Türkçülük anlayışını vazeder (Gökalp 2007: 230). Bu eserinde
Türkçülüğü soy kütüğündeki lisani, bedii, ahlaki, hukuki, dini,
- 358-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
iktisadi, siyasi ve felsefi alanlara ayırmış ve geniş bir tarihi ve coğrafi
alan bağlamında Türklerin tarihsel birikimlerinin farklı ilkeleri,
töreleri üzerine eklektik bir temellendirme yaparak asrileştirilmesi
gerektiğini söylediği yeni bir kategorileştirme yapar. Gökalp bunlarla
birlikte bir bütüncül inşa çabası içerisinde olduğundan, HarsMedeniyet, Kavim-Millet-Ulus ve diğer tüm tartışmalarını birbirleri ile
kendi içinde bir tutarlılık oluşturmak amacıyla kaleme almıştır. Milli
Mefkûrecilik ve Tesanütçülük bu tartışmanın içerisinde olduğu gibi
belli bir korporatizm ve mesleki örgütlenmeyi ve aynı zamanda dilin
ne olacağı hususlarını hep birlikte düşünmüştür (Karpat 2009: 328-330;
Toprak 2009: 323-325).
Sonuç olarak söylemek gerekirse Gökalp yoğun düşünsel çabaların
izlerini taşıyan ve kendi içinde bir özgünlükle birlikte, basit bir
taklit veya Durkheim kopyası olmayan teorik ve pratik bir model
geliştirmiştir. Bu çalışmada Kavramlar Tarihi tartışması ile Osmanlı
entelektüel geleneğinin son dönem halkası içerisinde önemli bir isim
olan Gökalp’in daha derin bir kavrayışla araştırılmasına dair belli
sorular sorulmuştur. Fakat bilinçli veya rastgele seçilmiş entelektüel
kişileri ve eserlerini çalışma yolunu aşarak kapsamlı dönem çalışmaları,
entelektüeller ve kavramlar tarihi çalışmaları yaparak daha ileri sorulara
yönelmek birçok açıdan elzemdir. Bu çalışmanın maksatlarından bir
diğeri de Gökalp üzerinden son dönem Osmanlı çalışmalarına ve
entelektüeller tarihi çalışmalarının önemini vurgulamaktır. Son olarak
Gökalp’in kavramsal haritası için Ülken’in belirttiği gibi ve özellikle
Türkçülüğün Esasları’nda ameli kısımda görüleceği gibi tarihsel,
antropolojik ve folklorik bilgilerinde hatalar ve tutarsızlıklar olmakla
birlikte teorik çerçevesinin sağlam ve tutarlı olduğunu söyleyebiliriz
(Ülken 2007: XXVI-XXXI; Gökalp 2007: 259-265).
KAYNAKÇA
ABOU-EL-HAJ, Rifa’at Ali (2000). Modern Devletin Doğası, çev. Oktay
Özel ve Canay Şahin, İstanbul: İmge Kitabevi.
BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı (1964). “Ziya Gökalp”, Sosyoloji
Konferansları Dergisi, 5, ss. 1-7.
BERKES, Niyazi (1976). “Unutulan Adam”, Sosyoloji Konferansları
Dergisi, Ziya Gökalp Özel Sayısı, 14, ss. 194-203.
Bildiriler Kitabı
- 359-
BERKES, Niyazi (2008). Türkiye’de Çağdaşlaşma, haz. Ahmet Kuyaş,
İstanbul: YKY.
BEYSANOĞLU, Şevket (1976). “Ziya Gökalp’te Diyarbakır,
Diyarbakır’da Ziya Gökalp”, Sosyoloji Konferansları Dergisi, Ziya Gökalp
Özel Sayısı, 14, ss. 17-24.
DAVİSON, Andrew (2002). Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, çev.
Tuncay Birkan, İstanbul: İletişim Yayınları.
DELEUZE, Gilles (2007). Kant Üzerine Dört Ders, çev. Ulus Baker,
İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
DELEUZE, Gilles ve Felix GUATTARİ (2001). Felsefe Nedir?, çev.
Turhan Ilgaz, İstanbul: YKY.
DENİZ, Faruk (2006). “İmparatorluktan Ulus Devlete Geçişte Akçura,
Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Arayışları”, DÎVÂN İlmi
Araştırmalar Dergisi, 21 (2), ss. 35-62.
FORTNA, Benjamin C. (2013). Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet
Dönemlerinde Okumayı Öğrenmek, çev. Mehmet Beşikçi, İstanbul: Koç
Üniversitesi Yayınları.
GEORGEON, François (2006). Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930,
çev. Ali Berktay, İstanbul: YKY.
GÖKALP, Ziya (1976). Yeni Hayat ve Doğru Yol, haz. Müjgan Cunbur,
Ankara: Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları.
GÖKALP, Ziya (2007). Kitaplar 1, haz. Şevket Beysanoğlu, Yusuf
Çotuksöken, M. Fahrettin Kırzıoğlu, Mustafa Koç, M. Sabri Koz,
İstanbul: YKY.
GÖKALP, Ziya (1959). Turkish Nationalism and Western Civilization,
Selected Essays of Ziya Gökalp, haz. ve çev. Niyazi Berkes, New York:
Columbia University Press.
GÖKALP, Ziya (1976). Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, haz.
İbrahim Kutluk, Ankara: Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları.
GÖKALP, Ziya (1977). Makaleler III, haz. M. Orhan Durusoy, Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları.
GÖKALP, Ziya (1977). Makaleler IV, haz. Ferit Ragıp Tuncor, Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları.
- 360-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
GÖKALP, Ziya (1981). Makaleler V, haz. Rıza Kardaş, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.
GÖKALP, Ziya (1982). Makaleler VII, haz. M. Abdulhalûk Çay, Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları.
HAROOTUNİAN, Harry (2006). Tarihin Huzursuzluğu, çev. Mehmet
Evren Dinçer, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
HEYD, Uriel (1950). Foundations of Turkish Nationalism: The Life and
Teachings of Ziya Gökalp, London: Lusac and Company Ltd.
İNALCIK, Halil (2011). “Ziya Gökalp: Yüzyıla Damgasını Vuran
Düşünür”, Doğu-Batı Dergisi, ‘Türk Düşünce Serüveni: Akademidekiler’,
12: 11-33.
KABAKÇI, Enes (2008). “Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve Türk
Sosyolojisine Etkisi”, TALİD, Türk Sosyoloji Tarihi, 6 (11), ss. 41-60.
KARA, İsmail (2003). Din İle Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk
Düşüncesinin Meseleleri, İstanbul: Dergah Yayınları.
KARAKAŞ, Mehmet (2008). “Ziya Gökalp’e Yeniden Bakmak: Literatür
ve Yeniden Değerlendirme”, TALİD, Türk Sosyoloji Tarihi, 6 (11), ss.
435-476.
KARPAT, Kemal H. (2009). “Ziya Gökalp’in Korporatifçilik,
Millet-Milliyetçilik ve Çağdaş Medeniyet Kavramları Üzerine
Bazı Düşünceler”, ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, Tanzimat ve
Meşrutiyet’in Birikimi, İstanbul: İletişim Yayınları.
KARATANİ, Kojin (2013). Tarih ve Tekerrür, çev. Erkal Ünal, İstanbul:
Metis Yayınları.
KOSELLECK, Reinhart (2013). Kavramlar Tarihi, çev. Atilla Dirim,
İstanbul: İletişim Yayınları.
MARDİN, Şerif (2013). Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev.
Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan, İstanbul: İletişim
Yayınları.
PLAGGENBORG, Stefan (2014). Tarihe Emretmek, çev. Hulki Demirel,
İstanbul: İletişim Yayınları.
ÜLKEN, Hilmi Ziya (2007). Ziya Gökalp, ed. Hilmi Ziya Ülken, İstanbul:
Türkiye İş Bankası Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 361-
ÜLKEN, Hilmi Ziya (2013). Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul:
Türkiye İş Bankası Yayınları.
SEZER, Baykan (1988). “Ziya Gökalp Üzerine İki Değerlendirme”,
İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Yıllığı, 1: 226-240.
TOKLUOĞLU, Ceylan (2013). “Ziya Gökalp ve Türkçülük”, Ankara
Üniversitesi SBF Dergisi, 68(3): 113-139.
TOPRAK, Zafer (2009). “Osmanlı’da Toplumbilimin Doğuşu”, ed. Tanıl
Bora, Murat Gültekingil, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, İstanbul:
İletişim Yayınları.
YILDIZ, Gültekin (2009). Neferin Adı Yok, İstanbul: Kitabevi.
- 362-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Kenan TAZEFİDAN
Kırıkkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE MEDYA-YÖNETİM İLİŞKİSİ
TÜRKİYE ÖRNEĞİ
ÖZET
Küreselleşmenin tüm dünyayı etkisi altına alması, ülkeler arasında siyasal,
sosyal ve ekonomik ilişkilerin akışına hız kazandırmıştır. Bu süreçte
küreselleşmenin hızına hız katan medyanın önemi göz ardı edilemez. Medya
organlarının topluma hizmet etmeleri nedeniyle kamu yararının ön plana
alınarak yayın anlayışı içerisinde olmaları gerekmektedir. Medya toplumun
gören gözü, düşünen beyni, duyan kulağı olarak nitelendirildiğinden her
zaman toplumun daha iyi bir yaşam standardına ulaşabilmesi doğrultusunda
faaliyet göstermektedir. Küreselleşme sürecinde Türk medyasında da durum
pek farklı değildir. Medya, kamuoyunu temsil etmesi bağlamında bir takım
sorumlulukları da yüklenmek durumundadır. Yönetim ile Medyanın
arasında çok boyutlu ve oldukça karmaşık ilişkinin bulunması, bu anlamda
medya ile yönetim söyleminin medyaya yansıyış biçimi, demokratik kültürün
gelişmesinde etkili olmaktadır. Sermaye ve teknoloji desteğini yanına alan
medya giderek güçlenen konumu ile yönetim üzerinde etkili olabilmektedir.
Özellikle görsel medyanın en etkili medya olduğu da açıkça görülmektedir.
Sermaye ve siyaset eksenindeki küreselleşme sürecine giren Dünya,
Türkiye medyasını da etkisine alarak bu anlamda sermaye medya-yönetim
üçgenindeki yapılanmayı şekillendirmektedir.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Türk Medyası, Türkiye.
1. GİRİŞ
1.1. KÜRESELLEŞME KAVRAMI VE TANIMLANMASI
Herkesin dilinde bir küreselleşmedir gidiyor; bu moda deyim hızla bir
parolaya, sihirli bir sözcüğe, geçmiş ve gelecek tüm gizlerin kapılarını
açacak bir anahtara dönüşüyor. Bazılarına göre küreselleşme onsuz
mutlu olamayacağımız şey, bazılarına göre ise mutsuzluğumuzun
nedeni. Gelgelelim herkesin birleştiği nokta, küreselleşmenin hem geri
dönüşü olmayan hem de hepimizi aynı ölçüde ve aynı şekilde etkileyen
bir süreç; dünyanın, kaçamayacağı kaderi olduğudur. Hepimiz
Bildiriler Kitabı
- 363-
küreselleşiyoruz ve küreselleşiyor olmak tüm küreselleşmişler için üç aşağı
beş yukarı aynı anlama geliyor. Bütün moda sözcükler benzer bir kaderi
paylaşır: Şeffaflaştırdıklarını iddia ettikleri deneyimler ne kadar çok
olursa, sözcüklerin kendisi o kadar bulanıklaşır. Dirsekleriyle itip yerine
geçtikleri ne kadar çok Ortodoks hakikat varsa o ölçüde tartışılmaz
kurallar halini alırlar. Kavramın başlangıçta yakalamaya çalıştığı türden
insani pratikler gözden kaybolur; terimin doğru anlamış göründüğü
şey artık doğrudur, önümüzde duran dünyanın niteliğidir ve terim,
sorgulama muafiyeti ister. Küreselleşme de bu kuralı bozmamıştır. Zaman/
mekân sıkışması terimi, insanlık durumunun parametrelerinde süregiden
çok yönlü dönüşümü özetler, bu sıkışmanın toplumsal nedenlerine ve
sonuçlarına bakıldığında, küreselleşme sürecinin genellikle varsayılan
ortak etkilere sahip olmadığı gün gibi ortaya çıkacaktır. Zaman ve
mekânın kullanımları hem keskin bir şekilde farklılaşmış hem de
farklılaştırılmıştır. Küreselleşme ne kadar birleştirirse o kadar böler,
birleştirirken böler, yerkürenin tek tipliğini teşvik etme nedenleriyle
bölme nedenleri özdeştir. İş, finans, ticaret ve enformasyon akışının
yer küresel boyutlara ulaşıyor olmasının yanı sıra, bir yerelleşme, mekân
sabitleme süreci de işlemektedir. Bunların arasında, birbiriyle yakından
bağlantılı iki süreç, tüm insan nüfusunun varoluş koşulları ile her bir
yerli nüfusun çeşitli kesimlerinin varoluş koşullarını birbirinden kesin
çizgilerle ayırmaktadır (Bauman 2006: 7-8).
Bazıları için küreselleşme olarak görülen şey, başkaları için yerelleşme
anlamına gelmekte; bazıları için yeni bir özgürlüğün işaretini veren şey,
başkalarının üzerine davetsiz ve kötü bir kader gibi çullanmaktadır.
Hareketlilik, gıpta edilen değerler arasında en üst sıralara yükselmekte
ve her zaman eşitsiz dağıtılan kıt bir meta olan hareket özgürlüğü
hızla, geç modern ya da postmodern zamanların temel katmanlaştırıcı
unsuru haline gelmektedir. Hepimiz ister istemez, kendi seçimimizle
ya da başka seçenek olmadığı için hareket halindeyiz. Fiziksel olarak
yerimizde çakılı duruyor olsak bile hareket halindeyiz. Hareketsizlik
sürekli değişen bir dünyada pek de gerçekçi bir seçenek değil.
Bununla birlikte, bu yeni koşulun yarattığı sonuçlar son derece
eşitsiz. Bazılarımız eksiksiz ve gerçek anlamda küresel hale geliyor.
Bazılarımızsa hayat oyununun kurallarını koyanın da, gidişatını
belirleyenin de “küreseller” olduğu bir dünyada hiç de memnuniyet
verici ya da tahammül edilir bir durum olmayan yerelliklerine saplanıp
kaldı (Bauman 2006: 9).
- 364-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Modern kültürün merkezinde küreselleşme, küreselleşmenin
merkezinde de kültürel pratikler yatar. Küreselleşme ve kültür
arasında böylesi bir bağ kurmak aceleyle ortaya atılmış bir idea değildir.
Bu, küreselleşmenin modern kültürel deneyimin tek belirleyicisi
olduğunu ya da kültürün küreselleşmenin iç dinamiğini anlamamıza
tek başına yeterli olacak anahtar kavram olduğunu iddia etmek
değildir. Bu nedenle küreselleşmenin politikası ve ekonomisinin,
kavramsal önceliği olan bir kültürel açıklamaya ihtiyacı olduğu iddiası
olarak da anlaşılmamalıdır. Ancak bu iddia ile anlatılmak istenen,
günümüzde küreselleşmenin işaret ettiği dönüştürücü süreçlerin
kültürel kavramlar aracılığıyla kavranmadığı sürece anlaşılamayacağı;
benzer şekilde, bu dönüşümlerin de kültürel deneyimin temel yapısını
ve modern dünyada kültürün ne olduğuna ilişkin düşüncelerimizi
etkilediğidir. Hem küreselleşme hem de kültür oldukça yaygın ve
anlamları tartışılan kavramlardır (Tomlinson 2004: 11-12).
1. 2. KÜRESELLEŞMENİN BAĞLANTILILIK VE YAKINLIK
İLİŞKİSİ
Her şeyden önce, bağlantılılık kavramı gittikçe artan küresel-mekânsal
yakınlık (proximity) anlamında ele alınabilir. Bu, Marx’ın Grundrisse’te
(1973) “mekânının zaman tarafından yok edilmesi” adını verdiği şeydir.
Burada söz konusu olan uzaklıkları aşmak için harcanan zamanın fiziksel
(örneğin uçakla) ya da temsili (bilgi ve imgelerin elektronik araçlarla
gösterilmesi) olarak büyük ölçüde kısaltılması yoluyla uzaklıkların
da azaldığı duygusudur. Toplumsal ilişkilerin mesafeler boyunca
esnediği düşüncesi (Giddens 1998; Tomlinson 2004: 14), bir başka analiz
düzeyinde bağlantılılık kavramının mekânsal yakınlık kavramıyla iç içe
geçmesine neden olur. Küreselleşme söylemi Marshal McLuhan’ın ünlü
global köyünden, Birleşmiş Milletler’in ortaya çıkmakta olan dünya
siyasi bağlamını tasvir etmek için icat ettiği global mahallemiz kadar
küresel yakınlık ve küçülen dünya metaforları ile doludur.
Küresel modernlik durumunu tanımlaması anlamında yakınlık
kavramının kendi gerçeği vardır. Bu tanımlama genellikle ya
fenomenolojik ya da mecazi anlamdadır. Birincisinde yakınlık kavramı
daha samimi, daha küçülmüş, daha çok gündelik yaşamın bir parçası
olan dünya görünümüne işaret eder. Örneğin hızlı ulaşım araçlarını
kullanmamıza ya da uzaktaki imgeleri en mahrem yerel mekânlarımıza
getirmek için medya teknolojilerinden yararlanmamızda olduğu
gibi. İkincisinde ise, gerçekten uzak mesafeler arasındaki ilişkilerin
Bildiriler Kitabı
- 365-
gittikçe artan dolaysızlığına ve önemine metaforik olarak işaret eder.
Burada yaşamlarımızı etkileyen bağlar (örneğin banka hesaplarımızı
küresel kapitalist pazara bağlayan finansal ağlar ya da hepimizin karşı
karşıya olduğu küresel ısınma gibi ortak küresel çevre sorunları) bizi
birbirimize gerçekten daha yakın temasa getirdikleri zannı yaratabilir.
Bağlantılılık durumu, yakınlık nosyonunun çok önemli bir belirleyicisi
olmakla kalmaz, aynı zamanda küresel yakınlığı (closeness) nasıl
algıladığımızı da etkiler. Kürselleşmiş bir dünyada İspanya’daki
insanlar Meksika’dakilerden hala 8800 kilometre uzakta olmaya devam
eder. Tıpkı XVI. yüzyıldaki İspanyol fatihlerin de Meksikalılardan
geniş, ıssız ve tehlikelerle dolu bir deniz parçasıyla ayrılmış olması
gibi. Bağlantılılık kavramıyla anlatmak istediğim, artık bu uzaklığı
farklı şekillerde yaşadığımızdır (Tomlinson 2004: 15).
Artık bu uzaklık bizim için ya iletişim teknolojisi veya kitle iletişim
araçları yoluyla temsilen, ya da transatlantik uçak yolculuğuyla, yani
kısa bir zaman (ve tabi ki para) harcanması yoluyla fiziksel olarak kolayca
aşılabilir hale gelmektedir. Yani Meksiko City artık Madrid’den 8800
kilometre uzakta değil, on bir saat uçuş uzaklığındadır. Bağlantılılığın
teknik bir biçiminin ortaya çıkardığı özgül yakınlık duygusu üzerine
düşünmenin bir yolu da, hava yolculukları gibi aslında mekânsal
olan bir deneyimin zamansal olana dönüşümünü göz önüne almaktır.
Uçaklar gerçek birer zaman kapsülleridir. Uçağa bindiğimizde uçuş
deneyimimizi havada ultra-yüksek bir hızla hareket etme fikrinden
tamamen uzaklaştırmak için tasarlanmış gibi görünen, bağımsız ve
kendi içinde bir bütün olan zamansal bir sisteme gireriz. Birbirini
izleyen kalkış rutini, gazetelerin, içkilerin, yemeklerin dağıtılması,
duty-free eşyaların satışı ve uçuş sırasında gösterilen filmler bizi
hep kabin içi zamana odaklar. Bu nedenle, fenomenolojik olarak
yolculuğumuz mekândan çok, bu tanıdık zamansal ardışıklık içinden
geçerek gerçekleşmektedir. Londra’dan Madrid’e yolculuk bir öğün
yemek süresi, Madrid’den Meksika’ya yolculuk ise iki öğün yemek, bir
film ve biraz uykuya eşittir. Daha uzak mesafeler için de benzer şekilde
düşünülebilir. Sadece arada sırada pencereden dışarı bakıp belki bir
sahil şeridi gördüğümüzde gerçekte aşmakta olduğumuz muazzam
mesafenin farkına varabiliriz.
Belki de aştığımız mesafenin büyüklüğü aklımıza ne kadar savunmasız
olduğumuzla ilgili rahatsız edici düşünceleri getirdiği için bu
dışsal gerçeğe odaklanmaya cesaret edemiyoruz. Ancak, üzerinden
- 366-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
geçtiğimiz insan yerleşimlerine ilişkin daha somut değinmelere o
kadar ender rastlarız ki, karşılaştığımızda bize tuhaf bile gelebilir:
“Uluslararası bir yolculuk sırasında uçak Suudi Arabistan üzerinden
geçerken, hostes hava sahasından çıkıncaya kadar uçakta alkol
alınmamasının yasaklandığını duyurur. Bu, karanın havayı işgal
etmesidir. Toprak=toplum=millet=kültür=din şeklindeki antropolojik
alan denklemi kısa bir süre için havaya yazılmış olur.” (Auge 1995;
Tomlinson 2004: 14-15). Suudi Arabistan=İslam=alkol=yasa, bu nedenle
hava yolculuğunun getirdiği bağlantılılık, toplumsal-kültürel uzaklığın
aşılması sorununu kesin olarak önümüze koymaktadır (Tomlinson
2004: 17). Küreselleşme dünyayı etkileyen, sosyal, kültürel, ekonomik
ve siyasal boyutların olduğu bir süreci ifade etmektir. Bu süreç,
demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin korunması, çevreye gerekli
duyarlılığın gösterilerek daha saygın bir dünyanın oluşumuna öncülük
etmektedir. Küreselleşme ile birlikte teknolojinin akıl almaz hızlı
değişimi ve gelişimi başlamıştır. Teknolojik gelişmeler özellikle iletişim
toplumların birbiriyle daha kolay ve aktif bir şekilde birbirinden
haberdar olmalarını sağlamıştır (Gürakan 2012: 1). Dünyada
iletişim teknolojilerinin hızlı bir gelişme göstermesi ülkeleri siyasi
ve ekonomik anlamda birbirlerine iyice yakınlaştırmıştır. Öncelikle
teknolojik gelişmeler ışığında ekonomik ve politik gelişmeler, bilgi ve
iletişim ağındaki ilerlemeler, dünyayı adeta ortak bir mekân haline
dönüştürmeye başlamıştır. Bu süreç doğrultusunda sermaye, işgücü,
teknoloji, bilgi alışverişi sınır tanımaz bir hale gelmiştir. Küreselleşme
sürecinde insan hakları, çevrenin korunması, demokrasileşme, hukukun
üstünlüğü, ulaşımdaki gelişmeler, terörizm ve organize suçlarla
mücadelede, tüketici tercihlerindeki gelişmeler ile göç hareketleri, salgın
hastalıklar, uyuşturucu gibi toplumun düzenini bozacak uluslararası
sorunlar karşısında ortak hareket etme zorunluluğu ülkeleri birbirine
yakınlaştırmıştır. (Yeldan 2008; Görakan 2012: 4).
1. 3. KÜRESELLEŞME GERÇEĞİ
Küreselleşmenin dünya insanlığı adına, ortaya koyduğu
çözümlemelere batkımızda karşımıza yukarıda sıraladığımız gerçekler
çıkıyor. Küreselleşme emperyalizmin daha şiddetli bir aşamasıdır.
Üstelik de daha az algılanabilen bir aşaması. O yüzden kapitalizmin
bir önceki halidir. Küreselleşme dev şirketlerin zaferi anlamına
gelir. Küreselleşme, kar peşinde koşan mega-işletmelerin, totaliter
kurumların tiranlığıdır (Alp 2011: 40).
Bildiriler Kitabı
- 367-
1. 4. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE MEDYA VE SAHİPLİK YAPISI
Frankfurt Okulu’nun yarım yüzyıl önce vurguladığı gibi bir endüstriye
dönüşen medya kuruluşları, küreselleşmenin ideolojisini yayan
aygıtlardan birisi haline gelmiştir. Küreselleşme sürecinde medyanın
yeni yapılanması karşısında en çok eleştirilen noktalardan birisi de
medyanın ne söylediği değil, neleri söylemediği veya söyleme biçimidir.
Eleştirel medya çalışmalarında kamuoyunun tarafsız, yeterli ve doğru
bilgilendirilmesi yerine ekonomik, ideolojik ve siyasi olarak güçlerin
elinde olduğu ve güçlülerin bu gücünü pekiştirecek şekilde haber verdiği
ifade edilmektedir. Küreselleşme ile birlikte medyanın sahiplik yapısının
değişmesi, medyaya sermaye sahiplerinin girmesi, basının tekelleşmesi
hatta küresel medyanın ortaya çıkması ile birlikte medyanın çok boyutlu
ama tek sesliliğinin yanında yansızlığı da tartışılmaya başlanmıştır.
Küreselleşme süreci içerisinde yeni iletişim teknolojilerinin bulunması,
tekelleşme, holdingleşme ve neoliberal politikaların sonucunda medya
yapısında da önemli değişiklikler olmuş, bu politikaların ve değişimlerin
etkisiyle küresel ticari medya ortaya çıkmıştır. Yeni iletişim teknolojilerinin
yoğun olarak kullanımı, yatay-dikey-çapraz tekelleşmeler sonucunda
oluşan dev holdingler ve ulusüstü kuruluşlar tarafından yapısal uyum
paketleri vasıtasıyla uygulanan neoliberal politikaların sonucunda küresel
ticari medya ağı 1990’lardan itibaren oluşmaya başlamıştır. İnşaat, ulaşım,
banka gibi sektörlerde büyük sermayeleri olan patronlar medya yoluyla
reklamlarını tanıtımlarını yapmak, hükümetlerle iyi ilişkiler kurmak ve
medya piyasasının kaymağını yemek amacıyla medya sektörüne yatırım
yapmış ve sahiplik yapısının değişmesine neden olmuşlardır. Medyada
oluşan bu yeni sahiplik yapısı, medya içeriklerinin belirlenmesinde de
etkin olmuş, tamamen kar güdüsüyle hareket eden, çok seslilik yerine çok
karlılık sağlamaya çalışan, kapitalist kültürü toplumda etkin hale getiren
bir yapının oluşmasına neden olmuşlardır.
Küresel medyanın bir başka özelliği ise uluslararasılaşmanın piyasaya
hâkim olmasıdır. Küreselleşme süreci ile birlikte medya endüstrilerinde
ürünler artık sadece ulusal pazarlar için değil, uluslararası pazarlar da
göz önünde bulundurularak üretilmektedir. Küresel medyanın önemli
özelliklerinden biri de içeriğini en önemli destekçisi reklam verenlere
göre düzenlenmesidir. Reklam verenlerin isteği doğrultusunda içerikler
belirlenmekte, toplumun çıkarları, kamu yararı gibi kavramlar dikkate
alınmamaktadır. Yapılan haberlerin yapılış ve sunuluş biçimlerine
oldukça dikkat edilmektedir. Medya patronunun çıkarlarına aykırı
- 368-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
olan veya kendisine reklam veren şirketlerin çıkarlarını zedeleyecek
haberler asla medya içeriklerine yansımamaktadır. Böylece ticari
dönüşüm bütün medya sisteminin her ayrıntısına kadar nüfus
etmektedir (Alp 2011: 42-43).
1. 5. KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI VE KÜRESELLEŞME
Mesajların toplumda kitle iletişim araçları vasıtasıyla verilmesi ve
süreklilik arz etmesi, benimsenmesine yardımcı olmaktadır. Amerikan
kültürünün dünya üzerinde etkinlik sağlanmasında televizyonların,
radyoların, gazete ve dergi gibi yayın organlarının önemi büyüktür.
Amerikan kültürünün, dış etkilere oldukça kapalı olarak bilinen
Avrupa ülkelerine girebilmek için kitle iletişim araçlarını seçmesi de
tamamen bilinçli bir tercihi ifade etmektedir. Dünyanın Batılılaşması,
batılı olmayan kültürleri boğmaktadır. Tek bir hâkim kültürün egemen
olduğu dünyanın sadece küçülmekle kalmayıp aynı zamanda da
tehlikeli bir yer haline geldiği vurgulanmaktadır. Gelişmiş ülkelerin
neredeyse tamamı kitle iletişim araçları ve özellikle de televizyon
aracılığıyla kendi kültürlerini, yaşayış biçimlerini, kendi hayat
tarzlarını, sinema filmleri ve benzer kitle iletişim ürünlerini kullanarak
benimsetmeye çalışmışlardır. Hedef kitlenin özelliklerine göre farklı
ürün ve farklı strateji kullanılır. Kültürel emperyalizm aynı zamanda
popüler kültürle de desteklenmektedir. Popüler kültür kültürel
şeylerin teknolojik araçlarla ve geniş iş bölümü etrafında kurulan
kapitalist mal ve üretimi, pazarlaması, dağıtımı ve tüketim biçimlerine
dayanan kültürdür. Bu biçim olmayınca, örneğin teknolojik çoğaltma,
seri üretim TV veya basının desteğinden mahrum bir şekilde, bu
araçlara dayanan böyle bir kültür biçiminin de olması mümkün
değildir. Dolayısıyla kitle iletişim araçları aracılığıyla bir kültür
belirlemekte ve bu kültür popüler olarak kitle iletişim araçlarıyla
yayılmaya çalışılmakta bu da kültürel emperyalizmi destekleyici bir
kültür ticaretine dönüştürmektedir (Alp 2011: 39).
2. KÜRESELLEŞMENİN TEMEL ARACI OLARAK MEDYA
Medya, her çeşit mesajı, farklı sosyo-demografik özelliklere sahip
kitleye, kendi yayın politikasına göre dolayımlayarak ve aracın
özelliklerine göre formatlayarak tek yönlü yayan, kitle iletişim aracıdır.
Medyanın giderek etki alanını genişletmesi ve insan yaşamını hemen
her alanına ve anına nüfus etmesi ile birey/toplum üzerindeki etkisi de
Bildiriler Kitabı
- 369-
artmaktadır. Günümüzde medya, özellikle televizyon, yeniden üreten,
şekillendiren, yöneten, kontrol eden ve hatta yargılayıp, infaz eden
bir iktidar aracına dönüşmüştür. Küreselleşme ve bunun yarattığı
değişim ve dönüşümler, aile yapısına ve ebeveyn çocuk ilişkisine de
yansımıştır. Artan ekonomik ihtiyaçlar, hem annenin hem de babanın
çalışıyor olması, çocukların başıboş kalmasına neden olmaktadır.
Ayrıca aile fertlerinin bir arada olabildiği saatlerde de genellikle
televizyon izlendiğinden aile içi etkileşim giderek zayıflamaktadır. Bu
durum gençlerin toplumsallaşmasına olumsuz etki etmeye ve onların
kendilerini güvensiz ve değersiz hissetmelerine neden olmaktadır.
Bu nedenle kendilerini kanıtlamak ya da özgüven eksikliğini
giderebilmek için şiddet ve uyuşturucu benzeri olumsuz yollara
yönelebilmektedirler. Medya ise bunlara rol model oluşturacak birçok
program ve dizi ile hizmet sunmaktadır (Mora 2008: 78).
2. 1. MEDYANIN İŞLEVLERİ
Daniel Katz, Graeme Burton ve Denis McQuail’e göre, medyanın
beş temel işlevi vardır. Bunlar; bilgilendirme, kültürel devamlılık,
toplumsallaştırma, kamuoyu yaratma, eğlenmedir. Eleştirel görüşe
göre medyanın işlevi, yukarıda verdiğimiz egemen tanımlardan
tamamen farklıdır. Buna göre, medya, ekonomik sistemin ve bilinç
yönetimin satışını yapmaktadır. Küreselleşmenin temel aracı olan
medyanın eleştirel işlevlerine baktığımızda, genel olarak, Pazar
ekonomisi mantığına göre yayın yaptığını ve toplumda yarattığı etkinin,
yönlendirme, kullanma, pasifize etme, aktifleştirme, değiştirme,
parçalama, birleştirme eylemlerine yönelik olduğu görülmektedir.
Kültürel emperyalizm/medya emperyalizmi kuramına göre, gelişmiş
ülkelerin egemen kültür ve değerlerinin medya yardımı ile diğer
ülkelere empoze edildiği, özellikle televizyon programlarının, Üçüncü
Dünya Ülkeleri’nin kültürel değerlerinin tahrip edilerek, Amerikan/
Batılı kültürel değerlerinin egemen kılınması amacıyla kültür
endüstrisi tarafından, bilinçli bir şekilde, seri, tek tip ve yapay olarak
ürettiği ürünlerin, tek yönlü olarak akmasıyla, o ülke vatandaşlarının
kapitalist değer ve amaçlarını benimsemesine ve bu anlamda kendi
değerlerine yabancılaşmasına neden olduğu varsayılmaktadır.
Küreselleşme kapsamında, kapitalist üretim anlayışı çerçevesinde
gelişen çokuluslu şirketler, ürettikleri ürünlerin aracılığı ile tüketimi
pompalamakta, kendi ideolojilerini, yaşam ve eğlence kültürlerini tek
yönlü ve kendi çıkarları doğrultusunda az gelişmiş ve gelişmekte olan
- 370-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ülkelere akıtmaktadır. Haberleşmenin yanında eğlence kültürünün de
bu sektörler tarafından şekillenmesi dünyayı onların penceresinden
görmemize ve kendimize de onların penceresinden bakmamıza neden
olmaktadır (Mora 2008: 78-79).
2. 2. KÜRESELLEŞME VE MEDYA EMPERYALİZMİ
Toplumların ortak kültürel kimlikleri, toplum tanımının belkemiğidir.
Toplumsallaşma, bireyin gurup faaliyetlerine katılması, kendinden
beklenen rolüne uygun davranış ve normlardan haberdar olmasıdır.
Bireyin toplumsallaşmasında en önemli faktör, toplumsal yapının
kendisidir. Toplum, geleneksel bir davranışla toplumsallaşma sürecine
girmiş bireyi uygulana gelen toplumsal kuralların içine çeker. Böylece
birey, öğrenmesi gerekenleri, öğrenme şartları oluşmuş bir ortamda
öğrenme sürecine girer bireyin yoğun olarak medyanın etkisinde olduğu
bir toplumda, en yaygın kabul gören değerlerin belirleyicisi medyadır.
Medyanın denetiminde gelişen kitle kültürü, üretici ve koruyucusu
olan toplumun denetiminden çıkmış ve tamamen ticari amaçlı olarak
kültür endüstrisi tarafından yapay, tek tip ve seri olarak üretilmeye
başlanmıştır. Medyanın temel taşıyıcılığını üstlendiği kitle kültürü
bombardımanı, toplumu ayrıştırıp parçalamakta ve kendi geleneksel
kültürüne yabancılaşmaktadır. Toplumsal çözülme, bireyleri birbirine
bağlayan ortak değerlerin- törelerin, geleneklerin, göreneklerin
çarpıtılması ya da aşırı abartılarak eğlencelik hale getirilmesi-erozyona
uğraması, içinin boşaltılması ile kendini göstermektedir (Mora 2008: 77).
2. 3. MEDYATİK KÜLTÜR VE ETKİLERİ
Aşırı ticarileşme ve kültürel ürünlerin çokuluslu şirketler tarafından
seri, tek tip ve yapay üretimi ile kültürel doku ile uyuşmayan ürünlerin
medyada yer alması, yetişen kuşak ve eğitim düzeyi düşük olan kitlede
toplumsallaşma açısından olumsuz etki yapmaktadır. Medyatik
gerçek, yaşanan gerçeği etkilemekte ve giderek değiştirerek onunla yer
değiştirmektedir. Bu da kültürel yabancılaşmaya, aidiyet duygusunun
zayıflamasına, topluma yabancılaşma ve toplumsal çözülmeye neden
olmaktadır. Eleştirel ekolün kültür emperyalizmi kuramını doğrulayan
kültür endüstrisinin en etkin silahı olan medya, toplumun kültürel
yapısını kendi ihtiyacı ve çıkarı doğrultusunda kendi koşullarında
üreterek, kendi işleyiş mantığına göre pazarlamaktadır. Geniş kitlelere
hitap eden formlar üreterek, bu formlara uygun davranış kalıpları
geliştirmektedir. Bu davranış kalıplarını gündelik yaşamın akışı içinde
Bildiriler Kitabı
- 371-
önümüze konulan hedonist anlayışla üretilmiş “çalış, ye, iç, oyna,
dünya boş, yaşam hoş” türü programlarda görülmektedir (Mora 2008:
77). Liberal/çoğulcu anlayış ve neo-liberalizmin medyada yansıması,
haberin meta olarak algılanmasına neden olmaktadır. Ayrıca
medyanın holding patronlarının eline geçmesi nedeniyle ticari işletme
gibi görülen medya, daha fazla reklam/ilan çekebilmek için reyting/
tirajı yükseltmeye ve izleyici kitlesini artırmaya çalıştığından, kalite
seviyesini düşürerek daha geniş yığınlara hitap etmeyi amaçlamıştır.
Bu nedenle sosyo-demografik açısından toplumun en alt seviyesinde
bulunankitleninbeğenisinegörebiryayıncılıkanlayışıbenimsenmektedir.
Ayrıca medyada, daha ucuza mal edilen kültür endüstrisinin ürettiği
ürünler, özellikle ABD ürünleri yayımlanmaktadır. Bu ürünlerin
yerleşmesine, kültürel yozlaşmaya neden olmaktadır. Bu ürünlerin
Türk kültürü ile örtüşmemesi giderek kavramların içinin boşalmasına,
bayağı zevklerin yerleşmesine, kültürel yozlaşmaya ve yabancılaşmaya
neden olmaktadır. Tecimsel anlayışla yayın yapan liberal/çoğulcu
medya, bir yandan olayları çarpıtarak toplumu sürekli kışkırtmakta,
diğer yandan ise durumu kendisi eleştirmektedir. Bunu dışında dini
ağırlıklı ve muhafazakâr kesime hitap eden kanallarda “Sırlar Dünyası”,
“Kalp Gözü” vb. programlarla toplum pasifize edilmektedir. Ayrıca
tecimsel kanallar, aşırı milliyetçi söylemi kullanan “Kurtlar Vadisi”
benzeri dizilerle toplumu şiddete ve milliyetçilik duygularının tepkisel
dışavurumuna yönlendirmektedir. Bununla birlikte “Avrupa Yakası”
benzeri dizilerle kent kültürü tamamen farklı temsil edilerek, medyatik
kentli tipleri ve söylemi üretmektedir. Ayrıca “Sıla” benzeri dizilerle
Güneydoğu’da geçen, aşiret yaşamı ve töreler, yeniden üretilerek töre
cinayetleri doğallaştırılmaktadır.
Bunun sonucunda gelişen toplumsal olaylara baktığımızda ise
ortaöğretim kurumlarında yaşanan şiddet olayları, şehirlerde yaşanan
kapkaç olayları töre cinayetleri ya da intihar ettirilen kadınlar, kolay
para kazanma yollarının meşru hale gelmesi, bilinçsiz tüketim artışı,
aile yapısının bozulması, gençlerin medyatik kültürle etkileşimi
nedeniyle medyatik toplumsallaşmanın giderek yaygınlaşması
kültürel yabancılaşma, aidiyet bağlarının değerini yitirmesi, ahlak
değerlerini erozyona uğraması benzeri olumsuz etkileri günümüz
Türk toplumunda görülmektedir. Sonuç olarak medyanın gücü ya
da erki elinde bulunduranlardan yana olması, tecimsel/endüstriyel
kurumların denetimine geçişi ve tiraj/reyting kaygısı ile yaptığı
- 372-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
yayınlar, kültürel kimliği olumsuz etkileyerek, ahlaki yozlaşma, şiddet,
pasifize etme, kültürel yabancılaşma ve toplumsal parçalanmaya
yönelik etki yapmakta olduğu söylenebilir (Mora 2008: 81-82).
3. İKTİDAR VE HABER
3. 1. HABER VE HABER SÖYLEMİ
Haber, toplumun bilgi ve ilgisini geliştirecek, dönüştürecek,
gerçekliğin, kurgusal olarak yayımlanacak organizasyonun yapısına,
teknolojisine ve ideolojisine göre yeniden kurgulanmasıdır. Medya
içerik türlerinden biri olan haber, yazım tekniğiyle kapalı bir yapıt
olmasına rağmen, metin olarak çok katmanlı okumaya ve analize
tabii tutulduğunda içerdiği söylemle açık yapıta dönüşmektedir
(Rigel 2000; Mora 2008: 4). Kurgusal metin olan haberlerin diğer
kurgusal metinler gibi bir söylemi bulunmaktadır. Bu söylem içinde,
bir yandan haberin söyleminin içinde yer alan anlatımla olaylar/
gerçekler kurulup canlandırılmaktadır. Diğer yandan ise, haberlerin
söylemi içinde egemen söylemler doğallaşıp, egemen ideoloji yeniden
kurgulanmakta ve haberler anlatıcı tarafından kurgulanmaktadır.
Gazetelerde, başlıklar, flaş/özet girişler, cümleler, spotlar, fotoğraflar,
haberlerde anlatıcının ideolojisini yansıtmaktadır. Haber, iktidar
seçkinlerinin görüşlerini yansıtmanın yanında, aynı zamanda bir
söylem olarak, haber kaynakları, anlatıcı ve hedef kitle arasında
kurulan bir diyalogdur (Tokgöz 2000; Mora 2008: 4).
Bir basın organının habere verdiği önem, o haberin hangi sayfada, ne
kadar yer aldığı ile anlaşılmaktadır. Yazılı basında birinci sayfada, kat
yerinin üstünde verilen haber, yayımlayan organ için önemli bir haber
mesajı taşımaktadır. Haber sağ tarafta ve sürmanşetten verildiyse çok
önemli mesajı içermektedir. Ayrıca habere ayrılan yer ve kullanılan
fotoğraf da haberin içeriğine bakılmadan bize ilk bakışta bu önemli
mesajı vermektedir. Televizyon ve radyo haberlerinde bu durum,
habere, hangi sırada ve ne kadar süre yer verildiği ile anlaşılmaktadır
(Mora 2008: 4).
3. 2. HABERDE SÖYLEM OLUŞUMU
Haberde, ele alınan konuya nereden bakıldığının ipuçları
bulunmaktadır. Bu doğrudan ortaya konulduğu gibi, dolaylı olarak da
haber metninde yer alabilmektedir. Haberlerde bakış açısı, herhangi
Bildiriler Kitabı
- 373-
bir eylem ya da söyleme nereden bakıldığının ortaya konulmasıdır
(Aslan 2004; Mora 2008: 5). Haber ortalama insanın önyargılarını
çoğaltarak, gerçekliği olduğu gibi görmesini engellemekte ve kurulu
düzeni kabullenmeye yönelmektedir. Haberlerde, olaylar, olgular,
söylemler tek tek birbirinden kopuk bir yaşamın görünümleri olarak
yer almaktadır. Böylece haberlerde betimlenen yaşam bütünlük ve
tutarlılık içinde değil, rastgele olaylar, durumlar olarak sunulmaktadır.
İdeolojiler, dil kullanımı yolu ile elde edilmekte ve dil kullanımı yolu ile
aktarılmaktadır. İdeolojik fikirlerin birçoğu ya aileden, arkadaşlardan
başlayarak diğer grup üyelerinden ya da dinleyerek, okuyarak ve
izleyerek öğrenilmektedir. Böylece ideolojiler, söylemler yolu ile ifade
edilmekte ve toplumda yeniden üretilmektedir (Mora 2008: 5).
Medya halkın sesi, gözü, kulağı mıdır? Yoksa toplumdaki güçlü ve
baskın grupların sesini duyuran deyim yerinde ise onların borusunu
çalan, bu güçlerin eli-kolu olarak faaliyet gösteren güdümlü araçlar
mıdır? Halkın sesini siyasi elitlere ve karar verme sürecini kontrol
altında bulunduran güçlere duyurma işlevini mi yerine getirir? Yoksa
toplumdaki etkin güçlerin vazgeçilmez ve çok güçlü silahları olarak,
toplumun sosyal-ekonomik problemlerini manipüle edip, geniş halk
kitlelerinin ilgi, dikkat ve enerjilerini başka alanlara kanalize etme
görevlerini mi icra ederler? Kuşkusuz bütün bu ve böylesi türden
sorulara farklı insanlar, farklı cevaplar vereceklerdir. Fakat şurası
çok açık bir gerçekliktir ki, medya çok önemli bir toplumsal güçtür.
Toplumsal yapı içinde güç, servet ve prestij elde etmenin son derece
etkin silahlarını bünyesinde barındırır. Yine aynı şekilde, medya
bireylerin siyasi tutum ve davranışlarını, özellikle de oy verirken siyasi
tercihlerini çok ciddi boyutlarda etkileyebilecek bir güce sahiptir.
Bu konuda önemli araştırmalara imza atmış bir araştırmacı olan
Rivers (1982), Amerika medyasını “ikinci hükümet” (second
government) olarak nitelendirir. Haber medyası, yalnızca bireylerin
siyasi yönelimlerini etkilemekle kalmaz aynı zamanda, siyasi karar
verme mekanizması, siyasi liderler ve hükümet üzerinde de çok etkin
bir baskı gücü oluşturur. Rivers’ın da vurguladığı gibi, hükümet
politikaları şekillendirilirken, diğer bazı toplumsal güçler gibi medya
da, yönlendirici ve şekillendirici bir güç olarak önemli roller oynar.
Ülkemizde 1980’li ve 1990’lı yıllarda yaşanan siyasi ve toplumsal
olaylar hatırlandığında bu konu çok daha anlaşılır bir hal alacaktır
(Arslan 1999: 3).
- 374-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
3. 3. MEDYA VE SİYASET
Rivers, özellikle Amerikan toplumuna yönelik olarak yaptığı
çalışmalar sonucunda ulaştığı bulguları, çok çarpıcı bir şekilde şöyle
özetler: “Amerika’da (yalnızca bir tane değil) ikinci bir hükümet
daha vardır. Bu hükümet (öylesi bir güce sahiptir ki), hem birincisini
dengeleyip denetleme, hem de birincisi ile halk arasındaki ilişkileri
kontrol etme gücü ve yetkisine sahiptir. Birincisi, herkesin bildiği
resmi, siyasi hükümettir. ‘Öteki hükümet’ olarak adlandırabileceğimiz
ikinci hükümet ise ulusal haber kanallarını elinde bulunduran
medyadır.” Günümüz dünyasında, medyanın bu denli güçlü olması
ve politika alanında oynadığı böylesi çok önemli roller nedeniyle,
politikacılar ve siyasi partiler medya ile olan ilişkilerine büyük bir
önem ve öncelik atfederler. Bu konu ile bağlantılı olarak, medya elitleri
de, çağdaş toplumlardaki en önemli elit guruplarından bir tanesini
oluştururlar. Günümüz demokratik toplumlarında medya ve medya
elitleri, genellikle “dördüncü kuvvet” olarak adlandırılırlar. Dördüncü
kuvvetin gücü bazı durumlarda, siyasi elitlerin gücünün boyutlarına
kadar ulaşır, hatta bazen onların bazılarını aşar bile (Arslan 1999: 4).
Medya elitleri ile siyasi elitler arasındaki ilişki, karşılıklılık esasına
dayanır. Medya ile onun siyasi ve toplumsal çevresi arasındaki ilişkileri
etkin bir şekilde ortaya koyar. Medya ile siyaset arasında kurulu olan
“al gülüm, ver gülüm” ilişkisi, özellikle iktidardaki siyasi elitler ile
medya arasındaki ilişkilerde daha bir kolaylıkla gözlemlenebilir. En
basit olarak medya, bir siyasi partiye o partinin basın-yayın organı gibi
hizmet edebilir. O partinin sesinin kamuoyuna duyurarak, sıklıkla
destek verdikleri siyasi grubun belirli konulardaki temel görüş ve
fikirlerine, partinin ideolojisi ve politikalarına uygun doğrultuda
yayınlar yaparak, o parti lehine kamuoyu yaratmak yolunda önemli
hizmetler yerine getirebilirler. Yine aynı tür hedefler doğrultusunda
medya, destekledikleri partinin rakibi siyasi partiye ya da partilere
saldırarak, onların aleyhinde yayın yapıp karşıt fikirleri destekleyerek
de yine yandaş oldukları partinin kamuoyundaki popülaritesini ve
oy potansiyelini arttırma amacına yönelik hizmetler yerine getirebilir.
Görülüyor ki, siyasi elitler yeri geldiğinde dünyanın en saygın
medya kuruluşlarına bile müdahale edebilmekte, onların neyi-nasıl
yayınlayacaklarına ya da yayınlamayacaklarına karar verebilmektedir
(Arslan 1999: 5-6).
Bildiriler Kitabı
- 375-
4. TÜRKİYE’DE MEDYA- İKTİDAR İLİŞKİLERİ
Türkiye’de medya uzun yıllarda iktidarın baskısı ve medya patronlarını
iktidarla kurduğu patronaj ilişkileri kıskacında faaliyet göstermektedir.
Medyanın hiçbir dönem özgür ve rekabetçi piyasa koşullarında var
olmadığı bilinse de son yıllarda iktidarın tek partinin hatta tek bir
liderin elinde toplanması basının üzerindeki baskıyı hiç olmadığı kadar
artmıştır. Devletin ekonomik alandaki büyüklüğü medya patronlarına
karşı kullanacağı araçların da etkili olmasına neden olmakta, hükümeti
destekleyen patronlar ihalelerle ödüllendirilirken, muhalif olanlar da
vergi yoluyla cezalandırılmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın ve hükümet
üyelerinin gazetecilere açmış olduğu ve son yıllarda rekor düzeylere ulaşan hakaret davaları da özellikle ekonomik yönden güçsüz olan muhalif
basını sindirmeye yönelik olduğu izlenimini yaratmaktadır. Var olan bu
iklimden en çok etkilenen hem iktidar hem de medya patronları karşısında
güçsüz durumda olan ve politik kutuplaşmanın neticesinde aralarındaki
dayanışmanın kırıldığı gazetecilik mesleğidir (Sözeri 2015: 7).
4. 1. TARİHSEL ARKA PLAN
Türkiye’de basın sonradan gelişimiyle birlikte medya, başından beri
toplumun elitleri denilebilecek bir kesimi tarafından kurulmuş ve
yönetilmiştir. İlk gazetelerin ortaya çıktığı dönemde yurt dışında
eğitim almış yazarlar yoluyla gazeteler toplumu modern değerlere
ayak uydurmaya ikna etme görevini üstlenmişler, bunu yayın hayatına
başlarken de ifade etmişler. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte ise
gazetecilere uygulamaya konan yeni reformları toluma benimsetme
görevi verilmiştir. “Ankara basını” olarak adlandırılan bazıları hem
reformları hem de yeni kurulan hükümeti gönülden desteklemiş, eleştirel
tutumu nedeniyle “İstanbul basını” zaman zaman cezalandırılmış,
gazeteciler İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış, kimi zaman sürgüne
gönderilmiştir. Gazeteciliğin 1925 Takrir-i Sükün Kanunu ve 1936 Basın
Birliği Kanunu gibi yasal düzenlemelerle tamamıyla kontrol altına
alındığı bu süreçte hükümeti destekleyenler kimi zaman milletvekilliği
ile ödüllendirilmiş, sürgüne yollanan muhaliflerse aç kalmamaları
için çeşitli memuriyetlere atanmışlardır. Frey’e göre 1920-1957 yılları
arasında çoğunluğu gazete sahipleri ve yazarların oluşturduğu 75
gazeteci milletvekilliği yapmıştır. (Gürkan 1998; Sözeri 2015: 8).
Medya iktidar ilişkilerindeki mesafe sorunu çok partili yaşamla birlikte
devam etmiş, hatta basına özgürlük sözü veren Demokrat Parti kısa
- 376-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
sürede bu sözünden caymış, kendine yakın basın sahiplerini beslerken
muhalif gazetelere siyasi ve ekonomik baskılar uygulamıştır. 1960’ta Milli
Birlik Hükümeti tarafından yayınlanan bir bildiride DP’yi destekleyen
gazetelerin nasıl kayırıldığı, örtülü ödenekten hangi gazetecilere para
aktarıldığı açıklanırken, muhalif basına resmi ilan ve kâğıt kesintilerinin
haricinde özel ilanların da kesilmesi için İçişleri Bakanlığı’na telefonlar
açıldığı ifade edilmektedir (Topuz 2003; Sözeri 2015: 8).
4.2. POLİTİK - EKONOMİK BASKILAR ALTINDA EZİLEN
GAZETECİLİK VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Türkiye’de gazeteciler hem yukarıda tasviri yapılan medya piyasası
içinde medya patronlarına karşı hem de yasal düzenlemeler,
açılan davalar yoluyla baskısını arttıran hükümete karşı mücadele
etmektedir. Bağımsız İletişim Ağı tarafından düzenli olarak yayınlanan
Medya Gözlem Raporlarına göre son üç yılda hapisteki gazetecilerin
sayısından bir azalma yaşansa da (2012’de 68, 2013’de 59, 2014’de 22)
2015 yılında 22 gazeteci ve 10 dağıtımcısı hapse girmiştir (Sözeri 2015:
22). 2013 yılında, 106 gazeteci, yazar ve medya çalışanının işine son
verildiği, 37’sinin de istifaya zorlandığı tespit edilmiştir (Önderoğlu
2015; Sözeri 2015: 22). Türkiye, basın özgürlüğünde son yıllarda geriye
giden bir görünüm sergilemektedir. Sınır Tanımayan Gazeteciler
Örgütü’nün Basın Özgürlüğü Sıralaması’nda 180 ülke içerisinde
Türkiye 149. sırada yer almaktadır ve temel özgürlükler bakımından
“yarı özgür” ülke statüsündedir (Önderoğlu 2015; Sözeri 2015: 24).
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bu çalışmanın konusu küreselleşme sürecinde medyanın nasıl bir
yapı kazandığına ve bu yapının Türk Medyası’na neler kattığına ve
bu süreçte medya-yönetim ilişkisine odaklanmaktadır. Toplumun
ve bireylerin davranışlarıyla yönetim ve medya arasındaki ilişkilerin
incelenmesine yönelik bir araştırmanın ürünüdür. Bu anlamda bu
çalışmadaki temel gaye Küreselleşme sürecinde küresel medyanın Türk
Medyası ile olan ilişkilerinin öncelikli olarak incelendiği araştırmada;
medyanın yönetim ile olan ilişkisinde medyanın mı yönetimi yoksa
yönetimin mi medyayı etkilediği konusu üzerinde durulmaktadır.
Küreselleşme; ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda bazı ortak
değerlerin yerel ve ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılması
olarak tanımlanmaktadır.
Bildiriler Kitabı
- 377-
Bu tanımdan yola çıkılarak dünyanın ortak bir mekân haline dönüştüğü
savunulmaktadır. Küreselleşme sürecinin başaktörü olan medya bu
sürecin hız kazanmasında etkili olmuştur. Teknolojik gelişmelerle
sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişte sürecin etkisi gözler
önüne serilmektedir. Medya teknolojik gelişmelerin nimetlerinden
faydalanmakta ve bu faydayı etkin ve verimli bir biçimde hayata
geçirmektedir. Toplumlar ve bireyler yakın çevreleri dışında olup biten
olayları kitle iletişim araçları aracılığıyla takip edebilmektedir. Eskiden
belli bir mekânda meydana gelen bir olay o bölgeyi ilgilendirirken
küreselleşme ile birlikte olaylar dünya ölçeğinde yayılmaktadır.
Toplumların ilerlemesine bağlı olarak bilgi ve haberlerin yayılmasına
olanak sağlayan araçların etki alanlarının genişlemesi medyanın
insan hayatında ne kadar önem taşıdığını bir kez daha gözler önüne
sermektedir.
Medya; toplumu bilgilendiren, olaylardan haberdar olunmasını
sağlayan, eğiten, eğlendiren, kültürlerin aktarılmasını, mal ve
hizmetlerin tanıtılmasında reklam aracı olan, tartışmalı kamusal
sorunlar hakkında bireyleri kamuoyu oluşturmasına katkı sağlayan,
yönetimi halk adına denetleyen bir kurumdur. Özellikle politikekonomik baskılar altında ezilen gazetecilik ve gazetecilerin
görevlerini yaparken sık sık saldırıya uğraması çok acı bir durum;
son günlerde Ahmet Hakan’a yapılan saldırı v.b buna benzer
örnekleri görmek mümkündür. Habere ulaşma ve haber verme
hakkının korunması devletin en önemli görevlerinden biridir ve
Anayasa’nın 28. Maddesi’nde düzenlenmiştir. Bu nedenle devletin
ve kolluk kuvvetlerinin gazetecinin görevini yapmasını sağlayacak
önlemleri alması gerekir. Bu anlamda medyanın da görevini yaparken
bir takım sorumlulukların bilincinde olması gerekir, “objektiflik”
bunların en başında gelir diye düşünüyorum. Ayrıca medya bir takım
güçlerin menfaatlerine aracı olmamalıdır. Kendi menfaatleri uğruna
doğruluktan sapmamalıdır. Sonuç olarak “Küreselleşme Sürecinde
Medya-Yönetim İlişkisi” adlı bu araştırma kapsamında, küreselleşme
sürecinde medyanın yönetim ile olan ilişkisinin Türkiye’de nasıl bir
etkisi olduğu konusunda bazı sonuçlar ortaya koymuş bulunmaktayız.
- 378-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
KAYNAKÇA
ALP, Hakan (2011). Küreselleşme Sürecinde Medyadaki Dezenformasyon
ve Irak İşgali Örneği, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul:
İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
ARSLAN, Ali (1999). “Medya-Politika Üzerine Sosyolojik Bir
Değerlendirme”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, ISSN: 1303-5135,
www.insanbilimleri.com, Erişim Tarihi: 12.08.2015.
BAUMAN, Zygmunt (2006). Küreselleşme, çev. Abdullah Yılmaz,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
GÜRAKAN, Ayfer (2012). Küreselleşme Sürecinde Medya-Yönetim
İlişkisi: Türkiye Örneği, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Isparta:
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
MORA, Necla (2008). Medya Çalışmaları Medya Pedagojisi ve Küresel
İletişim, İstanbul: Alt Kitap Yayınevi, www.altkitap.com, Erişim Tarihi:
12.08.2015.
SÖZERİ, Ceren (2015). Türkiye’de Medya-İktidar İlişkileri: Sorun ve
Öneriler, İstanbul: İstanbul Enstitüsü Yayınları.
TOMLINSON, John (2004). Küreselleşme ve Kültür, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Bildiriler Kitabı
- 379-
Sümeyye ER
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi
[email protected]
MAHREMİYET ALGISINDA KIRILMA VE İNTERNET:
SOSYAL MEDYA ÖRNEĞİ
ÖZET
Bu bildiride, postmodernizm ve küreselleşme ile Türkiye’deki mahremiyet
algısındaki kırılmanın sebepleri ortaya konmaya çalışılacaktır. Sosyal medya
hesapları üzerinden örneklendirilerek algı değişiminin teorisi gösteri toplumu
ve tüketim toplumu çerçevesinde incelenecektir. Verilen somut örnekler ile
mahremiyet algısındaki kırılma semptomlarının modernizm ile başladığı öne
sürülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Modernizm, Sosyal Medya, Mahremiyet, Gösteri
Toplumu, Tüketim, Gösterge.
GİRİŞ
Ele aldığımız problem, gelenekten kopuş ve modernleşme ile başlayan
değişimden kaynaklanmaktadır. Genel bir anlatım ile modernleşme
sonucunda toplumun kitle haline gelmesi konusundaki çalışmamız,
gösterge ve tüketim toplumu üzerinden oluşturulmuştur. Bunlara açıklık
getirdiğimizde mahremiyet algısındaki kırılmanın nedenleri ve sonuçları
daha iyi anlaşılacaktır. Genelden özele giderek kombine ettiğimiz
araştırmamızda, ilk olarak modernleşmenin temel parametreleri üzerinden
modernizmin neliği ortaya konmuştur. Daha sonra, modernizmin özgür ve
bireyci yaklaşımının temel çelişkilerinden olan gözetim ve bunu kamufle
etmek için öne sürülen gösteri toplumu ele alınmaktadır. Göstergelerle
alakalı olarak tüketim toplumu başlığı altında, tüketimin ihtiyaçlardan
kopması ve bununla ilişkili tüketim ve gösteri üzerinden elde edilen
toplumsal hiyerarşi ele alınmaktadır. Buradan sonra asıl başlığımızın
anlaşılacağı kanısı ile mahremiyet konusu ve sosyal medya üzerinden
örnekler ile analizleri yapılmaktadır. Konumuzun başlığı altında yer alan
alt başlıklar, belli bir anlam çerçevesi içerisinde okuyucuya sunulmuştur.
Zira bahsettiğimiz algının kırılmasının ana sebepleri, ele aldığımız bu alt
başlıklarda yer almaktadır.
- 380-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
MODERNİZMİN İSTEKLERİ
Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan Batılılaşma hareketleri bugün
geldiğimiz modern toplumun ilk tohumlarını reformlar ile atmıştır
(Lewis 2013: 104). Modernizm içerisinde sekülerleşme, küreselleşme
(Esgin 2008: 453), evrim (Aydın 2009: 71), ilerleme (Aydın 2009: 77),
yenileşme (Aydın 2009: 83), bireycilik (Aydın 2009: 91) gibi birçok
ideolojinin birleşiminden oluşan parametreleri taşıdığı görülmektedir.
Bunlardan ilerleme, bireycilik, yenileşme ve küreselleşme kavramları
konumuz ile doğrudan ilişkilendirilmektedir. Çünkü genelde
dijitalleşme, özelde ise sosyal medya ile oluşan ortak kültür, gelenekten
sıyrılma, tüm toplumların tek bir noktada buluşması ve ortak kültür
yaşaması küreselleşmenin bir sonucudur. Diğer bir kavram olan
ilerleme ise her şeyin iyiye gitmesi anlamındadır (Aydın 2009: 77).
Bireycilik ise “Mum dibine ışık vermez.” sözünü evirmekte ve artık her
mumun kendi dibine ışık vermesini söylemektedir. Fakat modernizm,
dışarıdan bakıldığında kolektif bir kültür ve beraberlik yaratmış
imajı verir. Çünkü küreselleşme tüm bireylerin ortak bir kültürde
birleşmesini sağlayarak adeta büyük bir cemaat imajı çizmiştir. İçeriden
bakıldığında ise bireyselleşmenin maksimum düzeyde olduğu dikkat
çekmektedir. Modernizmin hümanizm ile ilişkisinden doğmuş olan bu
bireycilik anlayışı, toplumda tamamen çıkar ilişkilerini doğurmuştur.
Dijital dünya ise bireyselleşmeyi destekleyen unsurların başında yer
almaktadır. Yenileşme, “Her yeni şey, iyidir. Toplumların asıl sorunu
da yenileşip yenileşememektir.” anlayışını taşımaktadır (Aydın 2009:
83). Bu yüzden modern toplumlarda sürekli bir değişim görmekteyiz.
Sürekli değişim ve yenileşme anlayışı, bireycilik ile birlikte bazı
algıların kırılmasına sebebiyet vermektedir. Gelenek görünürde
sabit, pasif ve durağandır. Oysa modernizm, aktif ve dinamik olmayı
savunmaktadır. Tüm evrenin ortak bir noktada buluşması ve sürekli
ilerleyip yenileşebilmek için yerel kültür ve değerlerden arınıp
ortak bir kültür ve değerler silsilesi oluşturması gerekmektedir.
Dolayısıyla yerel değerlerden olan mahremiyet gibi algıların kırılması
öngörülmektedir.
MODERNİZMİN İÇ ÇELİŞKİSİ: GÖZETİM-GÖSTERGE İLİŞKİSİ
Gözetim, modernliğin temel kurumsal boyutları arasında yer
almaktadır (Esgin 2008: 439). Foucault’ya göre, modern iktidar,
büyük bir gözaltıdır (Esgin 2008: 441). Çünkü suçlular hapishaneye,
hastalar hastaneye, deliler tımarhaneye, çocuklar okula, erişkinler işe
Bildiriler Kitabı
- 381-
giderek disiplin ve gözetim altında tutulmaktadır. Gören ile görünen
arasındaki hiyerarşi bozulduğunda görenin denetleme gücü zayıflar
(Barbarasoğlu 2014: 12). Dolayısıyla bu, görünenin kendisini gösterdiği
kadar da gözetim ve denetim altına alınabileceği anlamını taşımaktadır.
Gören ile görünen arasındaki hiyerarşi konumuz itibariyle önem
taşımaktadır. Görenin bilinmemesi, kendini gizlemesi, denetim altına
alınamamasına sebep olmaktadır. Öte taraftan bugün insanların sosyal
medya aracılığıyla kişisel bilgilerini paylaşması, kamusal alan ile özel
alan arasındaki ayrımın ortadan kalkması bireylerin gözetim altına
alınmasını kolaylaştırmaktadır. Zira bir kişinin paylaşımlarına bakarak
onun entelektüel düzeyi, ideolojik görüşleri ve reel hayatındaki
konumunu görmek mümkün hale gelmiştir. Aynı zamanda kişisel
bilgilerini paylaştığı okul, iş, akraba, bulunduğu şehir vs. gibi bilgileri
ise ona ulaşabilirliği artırmakla birlikte sanal ortama gerçeklik imajı
vermektedir.
Gösterge ise toplumsal bir durumu ifade etmektedir. Hatta kitlenin
içinde bulunduğu kara bir delik (Baudrillard 2013: 12) metaforu
yerinde bir benzetme olacaktır. Gösterge; imgenin, şeylerin önüne
geçmiş olması anlamı taşımaktadır. Daha açık ifade edecek olursak
satın alınan ürünlerin işlevinden çok etiket ve işaret değeri üzerinden
göstergelerle alıcıya mesaj iletilmektedir. Yani kullanım değerine
karşı, gösterge değeri önem kazanmıştır (Baudrillard 2013: 43). Burada
bahsedilmekte olan gösteri, görünüşün örgütlenmesi ile hakikati
bastırarak doğru ile yanlış arasındaki sınırı ortadan kaldırmaktadır
(Debord 2014: 157). Sosyal medyada gösterge üzerinden verilen algının
cinsiyetler üzerinde dağılımından söz edecek olursak kadınların
ön planda olduğunu söylemek mümkün olmaktadır. Özel alanın
demokratikleştirilmesi (Giddens 2014: 179) ile toplumda kadın-erkek aynı
noktaya gelmektedir. Kadının olduğu yerden bir adım atmış olması için
kendisini daha çok göstererek yeni yerini belli etmesi gerekmektedir.
Tabii ki bu, kadının sosyal medyada baskın olma sebeplerinden yalnızca
bizim yorumumuz olanıdır. Cinsiyet ayrımı yapmaksızın bu durumu
kapitalizm ile ilişkili olarak tüketim toplumuna bağlamak mümkün
olmaktadır. Gösteri toplumu, nihayetinde tüketimi beslemektedir.
Gerçek dünyanın basit imajlara dönüştüğü yerde, basit imajlar
gerçeklik kazanmaya başlarlar (Debord 2014: 39). Birey, ne kadar çok
seyrederse o kadar az yaşar. Bununla birlikte kendisini egemen ihtiyaç
imajlarında bulmayı ne kadar kabul ederse kendi var oluş ve arzularına
- 382-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
da o kadar uzaklaşır (Debord 2014: 44). Sürekli devinim halinde olan
göstergelerin en çok önümüze çıktığı alan olan sosyal medya, öznenin
kendisini kaybederek kendini gerçekleştirdiği, kendi hakikatini ortaya
koymak için başkası haline geldiği ortamdır (Debord 2014: 125). Gösteri
toplumu ile küresel köyün yaratacağı özgürlük ve kültürel farklardan
çıkan sorunların kökten çözümü görünürde mest etmiş olsa da bunun
akıl dışılığa yol açtığı fark edilmiştir (Debord 2014: 192). Kaldı ki, küresel
köy yaratma çabası, yumuşak katliam gibi görünmektedir. Hitler’in
yaptığı bir kültürü katletmekken, modernizmin yaptığı da farklı bir
durumu simgelememektedir. Buradaki tek fark, toplumların bunu
pozitif değer olarak kabul edip modernleşmeye ve küreselleşmeye
çalışmaları olmaktadır.
GÖSTERİNİN ASIL YÜZÜ: TÜKETİM TOPLUMU
Paranın öteki yüzü olan gösteri toplumu (Debord 2014: 53), aynı
zamanda tüketim toplumu anlamına da gelmektedir. Tüketim
toplumunda, gösterinin görünür kıldığı hem var hem de yok olan
dünya, aslında meta dünyası kavramını bize vermektedir (Debord 2014:
47). Çünkü gösteri, metalar üzerinden hiyerarşik düzenin belirlendiği,
toplumsalı şekillendiren afyon savaşı haline gelmiştir (Debord 2014: 51).
Gösterge, hem birleşik hem bölünmüştür. O, birliğini kopma üzerine
kurmaktadır (Debord 2014: 57). Çünkü kolektif bir imaj verirken aslında
marjinalleşme ve farklılaşma gibi iç amaçlar, bunun yanında moda ve
tüketimin sirkülasyonu gibi dışsal dayatmalar taşımaktadır. Burada
bahsettiğimiz dışsal dayatma, tüketicinin hissettiği mahrumiyetinin
şartlandırılmasından kaynaklanır (Debord 2014: 157). Baudrillard tüketim
toplumunun çözümlemesini şöyle yapmaktadır: Asla kendinde (kullanım
değeri içinde) nesne tüketilmez; gerek sizi ideal gönderge olarak kendi
grubunuzla ilişkilendirerek, gerekse de üst bir statü grubuna göndergeyle
sizi grubunuzdan ayırarak ayırt eden göstergeler olarak nesneler (en geniş
anlamda) her zaman güdümlenir (Baudrillard 2013: 62).
Tüketim toplumu, referanslardan oluşmaktadır. Baudrillard,
tamamen nesnelerin kullanım değerinden farklı anlamlara gelmesini
kastetmektedir. Kullanılan nesneler hem belli bir gruba aidiyeti
simgelerken hem de ayrışmak istenen kültür/toplum/kitleden
farklılaşmayı sağlamaktadır. Özünde farklılaşma başka bir aidiyeti
doğurmaktadır. Buradaki farklılaşma arzusu ise tüketimin sınırsız
yapısını açıklayıcı nitelik taşımaktadır (Baudrillard 2013: 63). Alt
kültürden kopmak isteyen birey, yüksek kültürün kullandığı
Bildiriler Kitabı
- 383-
markadaki ürünleri kullanarak asıl bulunduğu yerde farklılaşırken
yüksek kültüre aidiyeti sağlanmaktadır. Fakat bu durumda yüksek
kültürdeki bireylerin, hiyerarşik olarak aşağıda olanların onlara
benzemeye başlamasından rahatsız olarak farklılaşma arzusu
içine girmektedir. Bu ise tüketimin zeminini hazırlayan üretimleri
sağlamaktadır. Dolayısıyla üretim ve tüketimin sirkülâsyonu bu
şekilde oluşmaktadır. Tüketim, beden üzerinden hareket etmektedir.
Eskiden ruh, bir fikir iken tüketim toplumunda beden bu işlevi
görmektedir (Baudrillard 2013: 159). Beden üzerinden “Düşlediğiniz
beden, kendi bedeninizdir.” (Baudrillard 2013: 234) veya “To be or not
to be myself. (kendim olmak ya da olmamak)” (Baudrillard 2013: 93)
şeklindeki mesajlar, kitle iletişim araçları ile kolektif bellekte yerini
almıştır. Fiziksel ve cinsel özgürleşme biçimi altında bedenin yeniden
keşfi (Baudrillard 2013: 149) ile bedeni ilgilendiren perhiz, moda, kişisel
bakım ürünleri, estetik kaygılar ve zarifliğin şekilleri belirlenmiştir.
Bunların hepsi ise bize tüketim toplumunun beden üzerinden hareket
ettiğini göstermektedir.
Tüketimin göstergelerle ilişkisi tamamen kapitalist toplumun hiyerarşi
tarzı olmaktadır. Dolayısıyla nesnelerin kullanım değerinden ziyade,
işaret/gösterge değerleri önem kazanmaktadır (Baudrillard 2013: 43).
Kullanılan markalar yahut kitschler (Baudrillard 2013: 124) bireyi,
toplumda bir hiyerarşik düzen içerisine yerleştirmektedir. Tüketim
toplumunun bu raddeye gelmesi ise kitle iletişim araçları sayesinde
sağlanmaktadır. Bu sayede üretim ve tüketim arasındaki devinim
hızlanmaktadır. Baudrillard, bu durumu “Medium is message.”
yani “Araç iletidir.” şeklinde tanımlamaktadır (Baudrillard 2013:
141). Bu durumda, kullanılan araçlar asıl görünen işlevinden ziyade
başka nesnelere referansta bulunmaktadır. Hâlihazırda instagramda
paylaşılan bir fotoğraf, yalnızca bir sosyalleşme anısı niteliği
taşımamaktadır. Fotoğraf karesine giren nesneler, mekân, marka gibi
tüm ayrıntılar takipçiler için başka nesnelere referans sağlamaktadır.
Referans nesneler ile sağlanan simgesel bütünleşme, işlevsel
bütünleşmenin yerine geçmiştir (Baudrillard 2013a: 61).
Baudrillard’ın kavramı olan simülasyon, gerçek ile sahte ve gerçek ile
düşsel arasındaki farkı yok etmeye çalışmaktadır (Baudrillard 2011: 15).
İmge ve şey arasındaki kopuşu ifade etmektedir. İmgelerin, şeylerin
yerine geçerek hipergerçeklik oluşturması anlamı taşımaktadır.
Gösterge ve tüketim toplumu ile bağlantılı olan bu kuram, markaların,
- 384-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
etiketlerin konuşması anlamına gelmektedir. İhtiyaca yönelik alınan
nesnelerden ziyade, ismiyle anlam kazanan/kazandıran nesneler öne
çıkmaktadır. Çok ucuza alınabilecek bir saat veya Rolex marka saat
ile de zaman öğrenebilirken bunlar arasında tercihimizi etkileyen
referanslar bulunmaktadır. Burada tercihlerimizi belirleyen gösteri/
tüketim toplumudur. Küreselleşme ile oluşan kültür, yerel kültürden
büyük olduğundan, bu kültürlerdeki mahremiyet gibi algıların
kırılması olağan görülmektedir.
MAHREMİYET VE GÖSTERGELERİN MEKANI: SOSYAL MEDYA
Arapçada tabu, mukaddes, kutsal ve yasak anlamlarındaki haram
kelimesinden gelen (Mutçalı 1995: 163) Türkçedeki gizlilik,
mahremiyetine girmek; bir kimsenin özel hayatını öğrenecek kadar
ona yakın olmak anlamı taşımaktadır (TDK 2011: 1607). Giddens ise
mahremiyeti, kamusal alandaki demokrasiyle tümüyle uyumlu bir
şekilde kişiler arası alanın toptan demokratikleştirilmesi şeklinde
tanımlamaktadır (Giddens 2014: 9). Diğer bir tanımında ise mahremiyeti,
pratik eylem planları tanımlayan bir ayrıcalıklar ve sorumluluklar
kümesi olarak anlatmaktadır (Giddens 2014: 185). Pratik bir tanımda
bulunmak gerekirse mahremiyeti kale metaforu ile açıklamak
mümkündür. Kaleyi dışarıdan herkes görebilmekte fakat kalenin
ardına içeriden izin olmaksızın kimse girememektedir. Aynı şekilde her
bir bireyin, mahremiyet kaygısıyla oluşturduğu kalesi bulunmaktadır.
Ruh, beden, aile ve fikirler etrafında şekillenmekte olan bu algımız,
mahremiyet anlayışımızın sınırlarını belirlemektedir. Aynı değere
sahip toplumun oluşup kültürel değerler olarak varlık kazanması ise
geleneğin içerisinde yer almasını sağlamaktadır. Fakat artan coğrafi
hareketlilik, kitle iletişim araçları ve birçok başka etken, toplumsal
hayatta modernliğe uzun zamandır direnen -veya uyum sağlayangelenek öğelerinin otoritelerini zayıflatmışlardır. Düşünümsel olarak
sürekli bilgi edinilmesi sadece kuralsızlık yaratmamaktadır; hem
kişisel hem de küresel eylem bağlamlarına yayılan değişimler için de
temel bir itki oluşturmaktadır (Giddens 2014: 35-36). Modernleşmenin
getirdiği bireyselleşme ile mahremiyetin geniş halkaları arasında yer
alan aile algısında kırılma sağlanmıştır. Özel ve kamusal alan arasındaki
ayrımın kalkması ve özel alanın demokratikleşmesi (Giddens 2014:
179) ile öz kimlik problemleri ortaya çıkmaktadır. Mahremiyetin daha
dar ve içeri halkaları arasında yer alan beden ise öz kimliğin görünür
bir taşıyıcısı durumunda ve giderek artan bir şekilde bireyin verdiği
Bildiriler Kitabı
- 385-
kararlarla bütünleşmektedir (Giddens 2014: 38). Tüketim toplumunda
da değindiğimiz bedenin meta haline gelmesi ve onun üzerinden
üretimi şekillendirmesi söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla beden, öz
kimliğin mesajları ile bütünleşmektedir. Aidiyetler beden üzerinden
kitschler veya diğer nesneler aracılığıyla alıcıya birer mesaj (medium is
message) olarak sunulmaktadır.
Öz kimliğin mesajlarını iletme açısından sosyal medya üzerinden
örnekler verebiliriz. Fotoğraf paylaşma ağı olan instagramda, estetik
sunumları ile yemekler, şu sıralar favori olan retro mekanlar veya selfieler
(özçekim) bulunmaktadır. Fakat bunlar, sadece paylaşılan yemek,
mekan, özçekim veya arkadaş fotoğrafları değillerdir. Misal verecek
olursak paylaşılan fotoğraf mekan çekmek için olsa da o karenin içerisine
apple telefon, Gucci saatte girmektedir. Bu fotoğrafı gören kişi ise hem
fotoğrafı paylaşan kişinin kimliğine ilişkin bilgi sahibi olmaktadır. Hem
de fotoğrafta paylaşılan markaların ürünlerine referans sağlamaktadır.
Tüketim kültürünü bırakıp mahremiyete geri dönecek olursak sosyal
medya üzerinden paylaşılan fotoğraflarda, yatak odası, pijamalı
fotoğraflar, yeni uykudan uyanılmış haldeki fotoğraflar, düğün-nişan
fotoğrafları veya kişilerin cinsiyetine vurgu yaptığı fotoğrafların hepsi
gelenekte mahrem olarak algılanmaktadır. Fakat bu mahremin modern ile
dansı (Göle 2011: 66) olmakla birlikte mahremin, modernleşme içerisinde
yok olması anlamına da gelmektedir.
Her iletişimin bir mahremiyet ihlali olduğu düşünüldüğünde
hayatın her parçasının anlatılma ve paylaşılma isteği, ihlalin sınırlarını
muğlâklaştırmaktadır (Çamdereli vd. 2015: 282). Facebook, twitter,
instagram gibi sosyal ağlarda gün içerisinde yapılan her bir paylaşım
kişilere dair veriler sunarken aynı zamanda dijital cemaat yaratmaktadır
(Çamdereli vd. 2015: 282). Bu sayede hem bireyselleşme hem de
bir cemaate ait olma duyguları bir arada yer almaktadır. Oluşan bu
cemaatin, kültür çerçevesinde değil de farklı değerler etrafında oluşması
mahremiyet algısındaki değişimlere sebep olmaktadır. Sosyal medyada
mahremiyeti, Fischer ve Hubner’in altını çizdiği mahremiyetin üç ana
özelliğini göz önünde bulundurarak inceleyebiliriz: Bunlar, mekânsal
mahremiyet, bilgi mahremiyeti ve kişi mahremiyetidir (Korkmaz 2013:
117). Foursquare ve instagramda kişilerin evlerini, okullarını, gittikleri
cafeleri, restaurantları paylaşmaları mekânsal mahremiyetlerini
yitirmeleri anlamını taşımaktadır. Facebook ve twitter gibi ağlarda
ise eğitim durumu, medeni durum, sevdiği filmler, sevdiği şarkılar,
- 386-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
gittiği şehirler/ülkeler gibi veriler ise bilgi mahremiyetindeki kırılmaya
sebep olmaktadır. Bu ağlarda paylaşılan fikirlere yönelik tutumlar ise
kişi mahremiyetinin de yitirilmesine sebep olmaktadır. Sonuç olarak
mahremiyete yönelik bir algı tamamen ortadan kalkmaya başlamıştır.
Oluşan yeni mahremiyet algısında, estetik durmayan şeyler mahrem
olarak algılanmaktadır. Fakat buradaki estetiği belirleyen unsur,
nesnenin sanatsal olması değil, ucuz göstergelere sahip olmaması
üzerinden şekillenmektedir.
SONUÇ
Buraya kadar genel bir meseleden özele doğru perspektifimizi
daraltmaktayız. Başlangıçta incelediğimiz gösterge ve tüketim
toplumu, sonunda mahremiyet algısının kırılmasına sebep olmuştur.
Tüketim kültürünün bedeni meta haline getirmesi ile kadınların,
baskılanan bedenlerini tanıması ve ifşa etmeleri de mahremiyet
algısının kırılmasını gündeme getirmiştir. Tüketicinin taklit ihtiyacı
(Debord 2014: 157) bireylerde hem cemaat nostaljisine sebep olmakta
hem de farklılaşma ve kişileştirici unsurlar olarak görülmektedir. Bu
durum, dışarıdan modernleşme ve gösterge/tüketim toplumu olarak
açıklanırken içsel-psikolojik olarak bireyde krizlere yol açmıştır.
Cemaat/cemiyetten kopan birey -bireyselleşme bunu gerektirmiştirkendisini tanımlayacak ve anlatacak toplumsala erişemediğinden
sosyal ağlar üzerinden kendisine yeni bir kimlik inşa edebilmektedir.
Bireyin, marjinalleşerek kendi kültüründen kopması, o bölgede
marjinal olarak algılanırken küresel anlamda ortak bir kültüre hizmet
ederek marjinallikten çıkmaktadır. Bu ise tutum ve tavrı destekleyici
bir durum olduğundan, algının kırılmasını normalleştirmektedir.
Kişinin içinde bulunduğu kişisel anlamsızlık hali, onun çeşitli şekillerde
hayatını anlamlandırmaya çalışmasına sebep olmaktadır (Esgin 2008:
465). Bugün sosyal ağlar üzerinden gördüklerimizde bundan farksız
değildir. Bu durum kişinin, göstergeler ile kendisini anlamlandırmaya
çalışması, toplumsalda kendine yer araması olarak tanımlanabilmektedir.
Bu durumda mahremiyet gibi kişisel bazda kısıtlayıcı unsurlar bireyin
kendisini tanımlamakta önüne engel olarak çıkmaktadır. Dolayısıyla
bunları yok saymakta ve dahi sanal cemaatinin böyle kaygıları da
bulunmadığından değerlerini unuttuğunu da unutmaktadır. Bugün
dünyanın küçük bir köy haline gelmesi ile oluşan tek tip kültür ile yerel
Bildiriler Kitabı
- 387-
kültürler arasındaki zıtlıklar için, büyük balık-küçük balık benzetmesini
yapmak mümkün olmaktadır. Büyük balığın, küçük balığı yemesi gibi
oluşan tek tip kültürde yerel kültürleri silmektedir. Bunun en bariz
örnekleri arasında mahremiyet algımızdaki kırılma görülmektedir.
KAYNAKÇA
AYDIN, Mustafa (2009). Moderniteye Dışarıdan Bakmak, İstanbul: Açılım
Yayınları.
BARBARASOĞLU, Fatma (2014). Şov ve Mahrem, İstanbul: Profil Yayınları.
BAUDRILLARD, Jean (2011). Simülakrlar ve Simülasyon, çev.:Oğuz
Adanır, Ankara: Doğubatı Yayınları.
BAUDRILLARD, Jean (2013). Tüketim Toplumu, çev. Hazal Deliceçaylı ve
Ferda Keskin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
BAUDRILLARD, Jean (2013a). Sessiz Yığınların Gölgesinde, çev. Oğuz
Adanır, Ankara: Doğubatı Yayınları.
ÇAMDERELİ, Mete (ed.) (2015). “Tıklama Kültürü ve Din”, Dijitalleşen
Din, İstanbul: Köprü Yayınları.
DEBORD, Guy (2014). Gösteri Toplumu, çev. Ayşen Ekmekçi ve Okşan
Taşkent, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
ESGİN, Ali (2008). Anthony Giddens Sosyolojisi, Ankara: Anı Yayınları.
GIDDENS, Anthony (2014). Mahremiyetin Dönüşümü, çev. İdris Şahin,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
GÖLE, Nilüfer (2011). Mahremin Göçü (Ayşe Çavdar, Söy.), İstanbul:
Hayykitap.
KORKMAZ, İlhan (2013). “Facebook ve Mahremiyet: Görmek ve
Gözetle(n)mek”, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 5, ss. 107-122.
LEWIS, Bernard (2013). Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Boğaç Babür
Turna, Ankara: Arkadaş Yayınları.
MUTÇALI, Serdar (1995). Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul: Dağarcık
Yayınları.
Türk Dil Kurumu (2011). “Mahremiyet”, haz. Şükrü Haluk Akalın,
Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
- 388-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
Can KILIÇ
Gümüşhane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Lisans Öğrencisi
can.kılı[email protected]
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE KÜLTÜR VE SOSYAL MEDYA
ÖZET
Günümüzde bilgi, dünya görüşü ve ürün alışverişi hızla ilerlemektedir.
Bu alışveriş karşısında kültürlerin kayıtsız kalması mümkün değildir. Bu
etkileşimle beraber milletlerin kültürlerinde çeşitli değişmeler olmuş ve
nitekim bazı birliktelikler de ortaya çıkmıştır. Sayısı günden güne artan sosyal
medya araçlarının ve kullanıcılarının şüphesiz bu etkileşimde payı büyüktür.
Tek taraflı bilgi paylaşımından, çift taraflı ve eş zamanlı bilgi alışverişine
ulaşılmasını sağlayan sosyal medya, hemen hemen her yaş kesiminden
kullanıcılarının da bulunmasıyla bu ilerlemede önemli bir etkendir. Bu
nedenle sosyal medyanın ve kültürün küreselleşme sürecindeki rolünün iyi
anlaşılması gerekmektedir
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Kültür, Sosyal Medya.
GİRİŞ
İngilizcede globalization kelimesinin Türkçe karşılığı olan küreselleşme
terimi her ne kadar yeni bir kavram olsa da geçmişi tarih öncesi
devirlere dayanan bir süreçtir. İlk başta sınır ötesi ticaretin hız
kazanmasıyla ekonomik boyutlu bir kavram olarak doğmuştur. Daha
sonra yeni boyutlar kazanmış; siyasal, sosyal ve kültürel yapıları da
etkilemeye başlamıştır. Bu süreç, insanların keşifleri ve birbirleriyle
olan iletişimiyle gelişmiş ve halen devam etmektedir. Bu nedenle
de küreselleşme sürecinin üzerinde durmak gerekir. Günümüzde
iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle dünyanın bir ucundan öbür ucuna
bağlantı kurmak anlık ve düşük maliyetli bir hale gelmiştir. Bu kolaylık,
küreselleşmenin dünyanın küçük bir köy haline geldiğini savunanları haklı
göstermektedir. Kültürel küreselleşmenin gelişimi ise şüphesiz iletişim
araçlarının değişmesi ve yeni iletişim teknolojilerinin kullanılmasıyla
gelişmiştir. Bu etkileşimle birlikte karşılıklı olarak toplumlar arasında
ürün, dünya görüşü ve kültür alışverişi olmuştur. Bu alışveriş sonunda
toplumların arasında benzerliklerin, yani birlikteliklerin yaşanması
Bildiriler Kitabı
- 389-
kültür emperyalizmine de yol açmış, dünyayı tek tip kültüre götürmüş ve
sonuçta politik bakımdan en güçlünün kültürünün, yani günümüzde
fiilen ABD’nin kültürel hegemonyasının yerleşmesini de sağlamıştır.
Küreselleşme sürecinde ortaya çıkan yeni iletişim araçlarından biri
de World Wide Web, yani internettir. Sosyal ağlar bu alanda varlığını
göstererek yayılmıştır. Sosyal ağların ortaya çıkması; katılımcı bir çağı,
ifade özgürlüğünü, duygu ve düşüncelerin paylaşıldığı ortamları ve
bilginin yayılım hızını beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla sosyal medya
küreselleşme süreciyle yakından ilgilidir. Bu çalışma, küreselleşme ile
ortaya çıkan kültürel değişim alanlarını ve sosyal medyanın iletişimdeki
gelişimini anlamak amacıyla hazırlanmıştır.
1. KÜRESELLEŞME VE KÜRESELLEŞMENİN TARİHİ GEÇMİŞİ
Küreselleşme, hem dünyanın küçülmesine hem de dünyadaki bilincin
bir bütün olarak yoğunlaşmasına işaret etmektedir. Bu açıdan terim,
belirsizlik içerse de son yıllardaki faaliyetleriyle bize neliği konusunda
fikir vermektedir. Son yıllarda görüldüğü üzere insanlar ve toplumlar
gittikçe üst üste binen hatta ülkelerin sınırlarını bile aşan faaliyetlere
girmişlerdir. Seyahat, iletişim, ticaret, spor müsabakaları, meslekler ve
hatta popüler müzik artık tek bir ülkenin sınırlarını içine sığmamıştır.
Buna benzer birçok etkileşim, uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Bu
nedenle de küreselleşmenin insan ve toplumlar arasındaki ilişkileri daha
çok zenginleştirdiği söylenebilir. Dünyanın birçok yerinden insanların
birbirleriyle etkileşime geçmesiyle mal, hizmet ve fikir alışverişinde
bulunulmuş ve bunların deneyimlerinden yararlanılmıştır. Bütün bu
yaşananlar insanların ulusal düzeydeki düşünce ve ilişki biçimlerinden,
uluslararası ölçekte yeni bir ilişki ve düşünme biçimlerine geçtiklerini
göstermektedir. Buna göre küreselleşme, dünya ölçeğinde ekonomik,
siyasal ve kültürel bütünleşme, fikirlerin, görüşlerin, pratiklerin
teknolojilerin küresel düzeyde kullanılması, sermaye dolaşımının
evrenselleşmesi, ulus-devlet sınırlarını aşan yeni ilişki ve etkileşim
biçimlerinin ortaya çıkması, mekanların yakınlaşması, dünyanın
küçülmesi, sınırsız rekabet, serbest dolaşım, pazarın dünya ölçeğinde
büyümesi ve ulusal sınırların dışına çıkması, kısaca dünyanın tek
pazar haline gelmesidir (Balay 2004: 62-63).
Küreselleşme, ulusal hükümetlerin ekonomik rollerini azaltmış,
küresel rekabetin ülkelerden çok uluslararası şirketler arasında
- 390-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
olmasına yol açan bir süreci hızlandırmıştır. Artık küresel rekabet,
İngiltere ile Almanya, Japonya ile ABD veya ABD ile Avrupa arasında
olmaktan çok, Fuji ile Kodak, Boeing ile Airbus, Compaq ve Toshiba
arasında olmaktadır. Bu süreç aynı zamanda iş dünyası ile ulus
devletler arasında giderek artan bir amaç çakışmasının varlığını
da haber vermektedir. Uluslararası şirketlerin en ucuz emeği, en
düşük vergileri ve en az çevre koruma yasalarını talep etmeleri daha
şimdiden bu sürecin yoğun bir çıkar ve amaç çatışması doğuracağını
göstermektedir. Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, teknolojik gelişmeler,
ekonomik ve ideolojik etkenler küreselleşmenin ana etkenleri arasında
sayılabilir. Bilişim teknolojilerinin ucuzlaması ve yaygınlaşması
bilgi akışını hızlandırmış, zaman, mekan ve mesafe algılamalarını
değiştirmiş, kültürleşme sürecine ivme kazandırarak küresel değerlerin
oluşmasına zemin hazırlamıştır. Halen devam eden bu süreç, yeryüzü
toplumlarının tümünü ilgilendirdiği için üzerinde durulması gereken
bir olgudur (Balay 2004: 63).
2. KÜRESELLEŞMENİN TARİHİ GEÇMİŞİ
Sıradan bir insana küreselleşmenin aslında ne olduğunu sorduğumuzda
alacağımız yanıt muhtemelen kişisel bilgisayarlar, internet, cep telefonları,
teleteks, faks makineleri, fotoğraf makineleri, televizyonlar, uydular, jet
uçaklarıgibiyeniteknolojileringüçlendirdiğisiyasalveekonomikkarşılıklı
bağımlılıkların gelişen biçimlerine bir göndermeyi içerecektir. Fakat
küreselleşmenin çağdaş biçimlerinin varlığı konusunda, teknolojinin
yalnızca kısmi bir yanıt sağladığını göreceğiz. Bununla birlikte bu yeni
buluşların, küresel karşılıklı toplumsal bağlantıların ve mübadelelerin
ortaya çıkması, çoğalması, kapsamının genişlemesi ve yoğunlaşmasında
oynadıkları rolü inkar etmek saçma olacaktır. Özellikle internet, önemli
bir rol oynamaktadır. Bu teknolojilerin çoğu otuz yıldan kısa bir süredir
kullanıldığından, küreselleşmenin aslında yeni bir olgu olduğunu öne
süren yorumcuların görüşlerine katılmak mantıklı görünmektedir.
Ama aynı zamanda, önceki bölümde yaptığımız küreselleşme tanımı,
bu olgunun dinamik niteliğini vurgulamaktadır. Dünya ölçeğindeki
karşılıklı bağımlılıklardaki artışın ve küresel bağlantılardaki gelişmenin
daha iyi fark edilmesi süreci, tarihsel kökenleri derinde ve yavaş işleyen
süreçlerdir. Örneğin diz üstü bilgisayarları ve jet uçakları geliştiren
mühendisler buhar makinesi, telgraf, pikap, telefon gibi elektrikli aletleri
bulan ilk buluşçuların izleyicileridir. Bu ürünler de varlıklarını teleskop,
Bildiriler Kitabı
- 391-
pusula, rüzgar değirmeni, barut, matbaa gibi daha önceki buluşlara
borçludurlar. Tarihteki gelişmeleri tam olarak izlemek istersek çok daha
gerilere kağıdın üretimi, yazının bulunması, tekerleğin keşfi, yabani
bitkilerin ekilip biçilmesi, hayvanların evcilleştirilmesi ve dilin ortaya
çıkması ve son olarak göç etmek gibi çok önemli teknolojik ve toplumsal
başarılara kadar ulaşırız (Steger 2013: 37-38).
Bu yüzden küreselleşmenin yeni bir olgu olup olmadığı sorusu,
çoğu kişinin bu moda sözcükle ilişkilendirdiği son teknolojilere ve
toplumsal düzenlemelere yol açan nedensellik zincirini nereye kadar
uzatmak istediğimize bağlıdır. Bazı araştırmacılar küreselleşmenin
çağdaş özelliklerini ortaya koyabilmek için, küreselleşmenin tarihsel
kapsamını bilinçli bir şekilde, sanayi ötesi dönemin son kırk yılı ile
sınırlandırmıştır. Başkaları ise bu zaman dilimini, on dokuzuncu
yüzyılın çığır açıcı gelişmelerini içerecek şekilde genişletmek
eğilimindedirler. Bazıları da küreselleşmenin, aslında yaklaşık
beş yüz yıl önce modernitenin ve kapitalist dünya sisteminin
ortaya çıkmasıyla başlayan karmaşık süreçlerin devamı ve uzantısı
olduğunu öne sürmektedir. Bazı araştırmacılar da küreselleşmeyi
on yıllarla ve yüzyıllarla ölçülen zaman dilimleriyle sınırlandırmayı
reddetmektedirler. Bunun yerine bu süreçlerin binlerce yıldır gelişmekte
olduğunu ifade etmektedir. Aşağıda özetlenen kısa kronoloji zorunlu
olarak parçalı ve genel olmakla birlikte küreselleşmenin insanlık kadar
eski olduğuna ilişkin akla yatkın bir görüşü ortaya koymaktadır. Bu
kısa tarihsel tablo coğrafi kapsamdaki bir genişlemenin yanı sıra,
toplumsal mübadelelerin hızındaki önemli ivmelerle ayrılan beş
ayrı tarihsel dönemi tanımlamaktadır. Beklenmeyen sürprizler, sert
değişiklikler, ani kesintiler ve çarpıcı geriye dönüşlerle dolu olan
küreselleşme tarihi, dünyanın belli başlı tüm bölgelerini ve kültürlerini
kapsamaktadır (Steger 2013: 38-40).
2. 1. TARİH ÖNCESİ DÖNEM (MÖ 10000-MÖ 3500)
Küreselleşmenin bu erken döneminde dünya üzerine dağıtılmış olan
binlerce avcı ve toplayıcı grubu arasındaki ilişki coğrafi olarak sınırlıydı
ve çoğu kez rastlantıya bağlıydı. Bu geçici toplumsal etkileşim tarzı
10.000 yıl kadar önce insanların kendi yiyeceklerini üretmeye başlamaları
şeklindeki önemli bir adımla birlikte çarpıcı biçimde değişti. Kıtalar
arasındaki bölge ve toplam nüfus büyüklükleri farklılıkların yanı sıra,
- 392-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
evcilleştirmeye uygun bitki ve hayvanların doğal mevcudiyeti gibi bazı
faktörlerin de bir sonucu olarak yalnızca çok geniş Avrasya toprakları
ya da bunların yakınında yer alan bazı bölgeler, bu gelişen tarım
yerleşimleri için en uygun yer durumundaydı. Bu bölgeler Verimli Hilal,
Kuzey-Orta Çin, Kuzey Afrika, Kuzeybatı Hindistan’da yer alıyordu.
Zamanla bu ilk çiftçilerin ve hayvan yetiştiricilerinin elde ettikleri
yiyecek fazlaları nüfus artışlarına, kalıcı köylerin kurulmasına ve tahkim
edilmiş kasabaların inşa edilmesine yol açtı. Fakat genellikle tarih öncesi
dönemindeki küreselleşme büyük ölçüde sınırlı düzeydeydi. Mevcut
coğrafi ve toplumsal engelleri aşma yeteneğine sahip ileri teknolojiler
genellikle mevcut değildi; bu yüzden bu uzun mesafelerdeki karşılıklı
kalıcı etkileşimler hiç meydana gelmedi. Tarımın, dinin, bürokrasinin ve
savaşın merkezi olarak yönetilmesi, ancak bu dönemin sonuna doğru,
dünyanın birçok bölgesinde sayıları giderek artan toplulukları içeren
toplumsal mübadele tarzlarının temel araçları olarak tedrici biçimde
ortaya çıktı (Steger 2013: 40-43).
2. 2. MODERN ÖNCESİ DÖNEM (MÖ 3500-MS 1500)
Mezopotamya, Mısır ve Orta Çin’de MÖ 3500 ile 2000 yılları arasında
yazının bulunması, yaklaşık olarak MÖ 3000’de Güneybatı Asya’da
tekerleğin keşfi ile çakışmaktadır. Tarih öncesi dönemin sonuna işaret
eden bu olağanüstü buluşlar, küreselleşmeyi yeni bir düzeye taşıyarak
teknolojik ve toplumsal yükselişler anlamına gelmektedir. Avrasya kıta
ekseninin doğu-batı yönünde elverişli olması nedeniyle -bu durum aynı
enlemler boyunca yiyecek üretimi için uygun bitki ve hayvanların hızla
yayılmasını kolaylaştıran bir coğrafi özellikti- bu yeni teknolojilerin
kıtanın uzak bölgelerine yayılması sadece birkaç yüzyıl içinde
gerçekleşti. Bu buluşların küreselleşme süreçlerinin güçlenmesinde
önemi ortadır. Tekerlek, diğer şeylerin yanı sıra, insanların ve malların
daha hızlı daha verimli şekilde taşınmasına imkan veren, hayvanlarla
çekilen arabalar ve kalıcı yollar gibi çok önemli altyapı buluşlarını
teşvik etmiştir. Yazının bulunması, düşünce ve buluşların yayılmasına
ek olarak, karmaşık toplumsal faaliyetlerin koordinasyonunu da büyük
ölçüde kolaylaştırmış ve böylece büyük devletlerin ortaya çıkmasına
yardımcı olmuştur. Bu dönemde meydana gelen oldukça büyük karasal
oluşumlardan sadece Güney Amerika’daki And uygarlıkları, tekerleğin
ve yazının olanakları olmaksızın güçlü İnka İmparatorluğu haline
gelmiştir (Steger 2013: 43-50).
Bildiriler Kitabı
- 393-
2. 3. ERKEN MODERN DÖNEM (1500-1750)
Erken Modern deyimi, Aydınlanma ve Rönesans arasındaki dönemi
ifade etmektedir. Bu iki yüzyıl boyunca, Avrupa ve onun toplumsal
uygulamaları küreselleşmenin temel katalizörü olmuştur. Yaklaşık olarak
MS 1000 yılından önce teknolojiye ve uygarlığın diğer başarılarına çok az
katkıda bulunmuş olan Alplerin kuzeyindeki Avrupalılar, İslamiyet’in
ve Çin’in kültürel çevresinden kaynaklanan teknolojik buluşların
yayılmasından büyük ölçüde faydalanmışlardır. Elbette Avrupa’da
metropol merkezlerin ve bunlarla ilişkili tüccar sınıfların ortaya çıkması,
erken modern dönemde küreselleşme eğilimlerinin güçlenmesinde
etkili olan bir başka faktörü ortaya koymaktadır. Yeni gelişen bireycilik
ve sınırsız maddi birikim değerlerini temsil eden Avrupalı ekonomik
girişimciler, araştırmacıların daha sonraları kapitalist dünya sistemi
olarak adlandırdıkları sistemin temellerini attılar.
İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere monarşileri, bu
kapitalistlerin yabancı ticaret ortaklarına göre çok daha fazla yarar
sağlamalarına yol açan yeni dünyaların keşfi ve yeni bölgelerarası
pazarların oluşturulmasına önemli miktarda kaynak sağladı. 1600’lerin
başlarında, denizaşırı yerlerde karlı ticaret noktaları oluşturmak
amacıyla Hollanda ve İngiliz Doğu Hindistan şirketleri gibi ulusal
anonim şirketler kuruldu. Elbette Avrupa’daki din savaşları da HintAvrupa kökenli insanların yerlerinden olmasında ve başka yerlere göç
etmede rol oynadı. Bundan başka uzun süren bu silahlı çatışmaların
bir sonucu olarak askeri ittifaklar ve siyasi düzenlemeler sürekli olarak
değişikliğe uğradı ve Batılı devlet sisteminin evriminden, 1648’de
toplumsal yaşamı bünyesinde barındıran modern, bağımsız, sınırları
belli olan ulusal devlet ortaya çıktı (Steger 2013: 50-52).
2. 4. MODERN DÖNEM (1750-1970)
Dünya ticaretinin hacmi 1850 ile 1914 yılları arasında çok arttı. Sterline
dayalı altın standardının İngiliz poundu ve Hollanda guldeni gibi
belli başlı ulusal paraların dünya üzerindeki dolaşımını mümkün
hale getirmesiyle birlikte sermaye ve mallar, çokuluslu bankaların
faaliyetlerinin güdümünde, sınırların ötesine görece serbest bir şekilde
aktı. Kendi bağımsız kaynaklarına sahip olmak isteyen birçok Avrupa
ulus-devleti, küresel güneyin büyük bölümünü doğrudan sömürge
altına soktu. I. Dünya Savaşı’nın arifesinde, mal ticaretinin sanayileşmiş
- 394-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
ülkelerin gayri safi milli gelirine oranı % 12’ye yaklaşmıştı ve bu
düzeye bir daha ancak 1970’lerde ulaşılacaktı. Küresel fiyatlandırma
sistemleri tahıllar, pamuk ve çeşitli metaller gibi önemli malların
ticaretini kolaylaştırdı. Coca-Cola içecekleri, Singer dikiş makineleri,
Remington daktiloları gibi markalı ambalajlanmış ürünler ilk kez
ortaya çıktı. Uluslararası reklam ajansları, bu şirketlerin küresel ölçekte
tanınırlığını arttırmak için ilk geniş ölçekli sınır ötesi ticari promosyon
kampanyalarını gerçekleştirdiler.
Avrupa burjuvazisinin ortaya çıkışı ve bununla ilişkili olarak
küresel karşılıklı bağlantıların yoğunlaşması, bilim ve teknolojide on
dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan patlama olmaksızın gerçekleşemezdi.
Bu yeni sanayi düzenlerinin sürmesi, elektrik ve petrol gibi yeni enerji
kaynaklarını gerektiriyordu. Bu enerji kaynaklarının çok denetimsiz
bir şekilde kullanılması, bazı bölgelerin tamamının zehirlenmesinin
yanı sıra, sayısız hayvan ve bitki türlerinin yok edilmesine yol açtı.
Fakat demiryolları, gemicilik ve yirminci yüzyılın kıtalararası hava
ulaştırmacılığı, bir yandan ulaştırma maliyetlerini düşürürken diğer
yandan gerçek bir küresel altyapının oluşturulmasının önündeki
coğrafi engelleri ortadan kaldırmayı başardı. Ulaşımdaki bu buluşları
iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler tamamladı. 1866’dan sonra
telgrafın bulunması ve Atlantik ötesine ulaşılması, iki yarım küre
arasında bilginin anında değişimini mümkün hale getirdi. Bundan
başka telgrafın bulunması, telefon ve kablosuz radyo iletişimi için
sahneyi hazırladı ve yeni iletişim şirketlerini ortaya çıkardı. Son olarak
kitlesel olarak dağıtılan gazete ve dergilerin filmlerin ve televizyonun
ortaya çıkması, dünyanın hızla küçüldüğü yönünde bir bilincin
giderek yükselmesine neden oldu. Tabii bu maddenin altına artan
nüfus ve beraberinde getirdiği sorunu, aşırı milliyetçilik ve onunla
beraber gelen II. Dünya Savaşını ekleyebiliriz (Steger 2013: 52-58).
2. 5. ÇAĞDAŞ DÖNEM (1970’TEN GÜNÜMÜZE)
Bu geniş konunun ideolojik, kültürel ve siyasi bir alanı vardır.
Buraya girmeyeceğiz. Sadece kültürel unsurlara değineceğiz. Çağdaş
küreselleşme iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey midir? Bu önemli sorulara
verebilecek muhtemel cevapları ele alacağız. Bunu yaparken, bu
küreselleşme süreçlerini yöneten dinamiğin aslında binlerce yıl önce
başladığını akılda tutarak küreselleşme deyiminin kullanımını çağdaş
Bildiriler Kitabı
- 395-
dönemle sınırlandıracağız. Küreselleşme tek bir süreç değil aynı anda
ve çeşitli düzeylerde düzensiz olarak ve çeşitli boyutlarda gerçekleşen
bir süreçler dizisidir. Bu karşılıklı etkilerden oluşan karmaşık bir
resimli duvar örtüsüne benzetebiliriz (Steger 2013: 58-59).
3. KÜRESELLEŞMENİN KÜLTÜREL BOYUTU
Kültürel küreselleşme, dünya üzerindeki kültürel akışların artmasını
ve yayılmasını ifade eder. Bunun sonucunda ortaya çıkacak aşırı
genelleştirme sonucundan kaçınmak için toplumsal yaşamın çeşitli
yönleri arasında analitik ayrım yapılması gerekir. Kültürel olandan
bahsettiğimizde anlamın simgesel olarak inşası, ifade edilmesi ve
yayılması konusuyla ilgileneceğiz. Dil, müzik ve görüntülerin simgesel
ifadelerin başlıca biçimlerini oluşturduğu göz önüne alındığında,
bunlar kültür alanında önemli bir yere sahiptir. Son yıllardaki
kültürel karşılıklı ilişkiler ve bağımlılıklar ağındaki hızlı gelişme
üzerine, bazı yorumcular, çağdaş küreselleşmenin temelinde kültürel
uygulamaların olduğunu ileri sürmüştür. Kültürel küreselleşme,
uygarlığa ilişkin mübadelelerdeki yaygınlaşma modernlikten çok
daha eskilere dayanmaktadır (Steger 2013: 99-100).
Yine de çağdaş dönemde kültürel aktarımın hacmi ve kapsamı önceki
dönemlerdekini çok aşmıştır. İnternet ve diğer yeni teknolojilerin
sağladığı olanaklar sayesinde, bireycilik, tüketicilik ve çeşitli dini
ifade tarzları, daha önce görülmemiş bir serbestlikle ve yaygınlıkla
dünyayı dolaşmaktadır. Görüntüler ve düşünceler bir yerden diğerine
daha kolay ve hızlı bir şekilde gönderilebilir hale geldikçe insanların
gündelik yaşamlarını derinden etkilemektedir. Günümüzde kültürel
uygulamalar çoğu kez kent ve ulus gibi sabit yenilikleri aşmakta ve
sonunda egemen küresel temalarla etkileşim yoluyla yeni anlamlar
kazandırmaktadır. Biz kültürel küreselleşmeyle ilgili 4 başlık üzerine
yoğunlaşacağız (Steger 2013: 100).
3. 1. KÜRESEL KÜLTÜR: BENZERLİK Mİ FARKLILIK MI?
Küreselleşme dünya üzerindeki insanları birbirine mi benzetiyor
yoksa farklılaştırıyor mu? Kötümser hiper-küreselci olarak
adlandırabileceğimiz bir grup yorumcu, birinci görüşü savunmaktadır.
Bunlar, dünyada mevcut kültürlerin çeşitliliğini yansıtan bir kültürel
- 396-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
gökkuşağına doğru yöneldiğimizi öne sürmektedirler. Tersine altında
New York, Hollywood, Londra ve Milan’da yerleşik bir Batı kültür
sanayisinin imzası olan giderek türdeşleşen bir popüler kültürün ortaya
çıkışına tanıklık etmekteyiz. Bu yorumcular yorumlarına kanıt olarak
Amazon yerlilerinin Nike marka spor ayakkabı giymelerini, Filistinli
gençlerin Ramallah’ın merkezinde Chicago Bulls tişörtleri giymelerini
göstermektedirler. Anglo-Amerikan değerlerinin ve tüketim mallarının
yayılması dünyanın Amerikanlaşması olarak gören bu kültürel
türdeşlik tezi savunucuları, Batı normlarının ve yaşam tarzlarının daha
savunmasız kültürleri bastırdığını ileri sürmektedir. Bazı ülkelerin
kültürel emperyalizmin bu güçlerine karşı çıkma yönünde bazı ciddi
girişimleri -örneğin, İran’da uydu antenlerinin yasaklanması (farklı
ülkelerin uydu yayınlarını izleyememe), Fransızların film ve televizyon
ithalatına gümrük vergileri ve kotalar koyması- söz konusu olmakla
birlikte Amerikan popüler kültürünün yayılması önü alınmaz bir
gelişme gibi görünmektedir (Steger 2013: 101).
Fakat benzerliğe ilişkin bu belirtiler küresel Kuzey’in egemen
ülkelerinde de görülmektedir. Amerikalı sosyolog G. Ritzer, fast
food restoranı ilkesinin dünyanın geri kalanının yanı sıra, Amerikan
toplumunun da giderek daha büyük kesimine egemen olmasına yol
açan çok sayıda sosyo-kültürel süreci anlatmak için Mc Donaldlaşma
deyimini ortaya koymuştur. Bu ilkeler ilk bakışta insanların ihtiyacını
karşılama çabası olarak akılcı görünmektedir. Ancak sizi gülümserken
görmekten hoşlandığını öne süren bu yaklaşımın arka planı
incelendiğinde bazı ciddi sorunlar belirlenebilir. Bunlardan birini
ele alırsak genellikle besleyici değeri düşük ve özellikle yağ içerikleri
yüksek olan fast food gıdalar ile kalp hastalıkları, diyabet, kanser ve
çocuklarda obezite gibi ciddi sağlık sorunlarının artması arasında
bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Bundan başka akılcı, hızlı hizmet
işletmelerinin kişisel olmaktan uzak ve rutin faaliyetleri, aslında
kültürel çeşitliliğin ifade biçimlerini bastırmaktadır. Dünyanın Mc
Donaldlaşması, insanın yaratıcılığını törpüleyen ve toplumsal ilişkileri
insancıl olmaktan uzaklaştıran tekdüze standartların zorla kabul
ettirilmesi anlamına gelmektedir (Steger 2013: 102).
Amerikalı siyasal kuramcı Benjamin Barber bu konuya ilişkin
kitabında Mc Dünya olarak adlandırdığı dünyanın çeşitlilik gösteren
topluluklarını hızlı bir şekilde yavan bir tekdüze piyasaya dönüştüren
ruhsuz bir tüketici kapitalizmine karşı uyarmaktadır. Barber’e göre Mc
Bildiriler Kitabı
- 397-
Dünya, yüzeysel Amerikan popüler kültürünün 1950’lerde ve 1960’larda
bir araya getirilmiş olan ve yayılmacı ticari çıkarlarca yönlendirilen
bir ürünüdür. Müzik, video, tiyatro, kitaplar ve eğlence parklarının
tamamı ortak logolar, reklam sloganları, starlar, şarkılar, markalar ve
reklam müzikleri çerçevesinde ortak zevkler yaratan Amerikan imaj
ihracat ürünü olarak üretilmiştir. İyimser hiper-küreselciler, kültürel
küreselleşmenin benzerlikleri arttırdığı konusunda kötümserlerle aynı
görüştedirler, fakat onlar bu sonucu iyi bir şey olarak görmektedirler.
Örneğin Amerikalı toplumsal kuramcı Francis Fukuyama, dünyanın
Amerikanlaşmasını demokrasinin ve serbest piyasanın yayılmasıyla
bir tutarak Anglo-Amerikan değerlerinin ve yaşam tarzlarının
yaygınlaşmasını kesin bir memnuniyetle karşılamaktadır. Fakat
iyimser hiper-küreselciler, küreselleşmenin bir yazgı olduğunu
söyleyen Amerikalı şovenistlere benzememektedir. Bu görüşün bazı
temsilcileri kendilerini interneti, türdeşleşmiş bir tekno-kültürün
habercisi olarak yücelten sadık kozmopolitler olarak görmektedir.
Bazıları ise kültürel tüketici kapitalizminin değerlerini kabul eden sert
piyasa taraftarlarıdır (Steger 2013: 102-105).
Dünyadaki güçlü türdeşleşme eğilimlerinin mevcudiyetini kabul
etmek başka şeydir, gezegenimizdeki mevcut kültürel çeşitliliğin yok
olmasının mukadderat olduğunu öne sürmek çok farklı bir şeydir.
Aslında bazı etkili yorumcular, küreselleşmeyi yeni kültürel ifade
biçimleriyle ilişkilendiren aykırı değerlendirmeler yapmışlardır.
Örneğin sosyolog Roland Robertson, küresel kültür akışlarının
genellikle yerel kültürel faaliyetleri yeniden canlandırdığını öne
sürmektedir. Bu nedenle yerel farklılıklar ve belli bir yere doğru
yönelişler, Batı’nın benzerliğe zorlayan tüketici güçleri tarafından
tümüyle ortadan kaldırılmakta, tersine benzersiz kültürel alanlar
yaratmada hala önemli rol oynamaktadır. Aslında hiper-küreselcilerin
ve kuşkucuların görüşleri birbiriyle çok da uyuşmaz değildir.
Kültürel sınırların ötesindeki çağdaş yaşam ve eylem deneyimleri,
hem geleneksel düşüncelerin yok olması hem de yeni simgesel
ifade biçimlerinin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Yeniden
biçimlendirilen aidiyet duygusu, yurtsuzluk duygusuyla sorunlu bir
biçimde bir arada var olmaktadır. Kültürel küreselleşme insanların
bilinçlerinde önemli bir kaymanın meydana gelmesine katkıda
bulunmuştur. Aslında modernitenin eski yapılarının yerini, giderek
daha istikrarsız bir kimlik ve bilgi duygusunun tanımladığı yeni bir
postmodern çevrenin aldığı görülmektedir (Steger 2013: 105-107).
- 398-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
3. 2. MEDYANIN ROLÜ
Günümüzde küresel kültürel akışlar, büyük ölçüde mesajlarını
iletmek için güçlü iletişim teknolojilerine bel bağlayan küresel medya
imparatorlukları tarafından oluşturulmakta ve yönlendirilmektedir.
Küresel kültür gerçekliğini aynı formüle göre üretilmiş TV şovları
ve akıldan yoksun reklamlarla dolduran bu şirketler, dünya
üzerindeki insanların kimliklerini ve arzularını giderek daha fazla
biçimlendirmektedir. Son yirmi yılda çok büyük ÜÖŞ (Ulus Ötesi
Şirketler)’lerden oluşan bir grup şirket, küresel eğlence, haber,
televizyon ve film piyasasına hakim olmaya başlamıştır. 2000 yılında
on medya devi -AT&T, Sony, AOL/Time Warner vs.- dünyadaki
iletişim sektörünün elde ettiği 250-275 milyar dolarlık yıllık gelirin üçte
ikisini aşan bölümünden fazlasını elde etmiştir. Daha 15 yıl öncesine
kadar Benjamin Barber’in doğru bir biçimde bilgi eğlence sektörü olarak
adlandırdığı sektördeki dev şirketlerden hiçbiri, bugünkü biçimiyle
bir medya şirketi durumunda değildi. 2001 yılında, bu şirketlerin
hemen hemen tamamı dünyadaki en büyük 300 finans olmayan şirket
arasında yer almaktadır. Bugün birçok medya sektörü analisti, küresel
ticari-medya piyasasının ortaya çıkışını, yirminci yüzyılın başlarında
petrol ve otomotiv sanayilerindekine benzer bir küresel oligopolün
ortaya çıkışına benzediğini kabul etmektedir. Daha önceki on yıllarda
kültürel alana önemli yenilikler getiren küçük, bağımsız plak şirketleri,
radyo istasyonları, sinemalar, gazeteler ve kitap yayıncıları vb. medya
devleri ile rekabet edemez hale geldikçe bu nispeten küçük işletmelerin
soyları neredeyse tükenme durumuna gelmiştir.
Ulus ötesi medya kuruluşları tarafından yayılan değerler, yalnızca
popüler kültürün tartışılmaz egemenliğini güvence altına almakla
kalmamakta, aynı zamanda toplumsal gerçekliğin depolitizasyonuna
ve toplumsal bağların zayıflamasına da yol açmaktadır. Son 20 yılın
en göz kamaştıran gelişmelerinden biri TV’deki haber yayınlarının
ve eğitim programlarının içi boş eğlence şovlarına dönüşmesidir.
Haber programlarının karlılığının eğlence programlarının karlılığının
yarısından daha az olduğunu dikkate alan medya şirketleri,
gazetecilikteki haber yazma işi ile işletme karlarının birbirinden
ayrılması şeklindeki övünülecek uygulamayı giderek göz ardı
ederek daha yüksek karlar elde etmeye yönelmektedir. Haber ve
eğlence şirketleri arasındaki ortaklıklar ve ittifaklar hızla genel kural
haline gelmekte ve basın yöneticilerinin gazetecileri, gazetenin
Bildiriler Kitabı
- 399-
işletme faaliyetleri ile işbirliği yapmaya zorlanması giderek daha da
yaygınlaşmaktadır. Bu yüzden gazeteciliğin mesleki bağımsızlığına
yönelik sürekli bir saldırı, kültürel küreselleşmenin de bir parçasıdır
(Steger 2013: 113-114).
3. 3. DİLLERİN KÜRESELLEŞMESİ
Küreselleşmenin yarattığı kültürel değişimleri doğrudan ölçmenin ve
değerlendirmenin bir yolu da dil kullanımında ortaya çıkan küresel
değişikliklerin incelenmesidir. Dillerin küreselleşmesi, bazı dilleri
konuşan kişiler azaldığı için önemlerini kaybeder ve hatta ortadan
kalkarken, bazı dillerin uluslararası iletişimde giderek daha fazla
kullanıldığı bir süreç olarak görülebilir. Havai Üniversitesi Küresel
Araştırma Merkezi’ndeki dillerin küreselleşmesini etkileyen beş temel
değişkeni şöyle belirlemiştir:
Dil Sayısı: Dünyanın değişik yerlerindeki dillerin sayısındaki azalma,
kültürel güçlerdeki türdeşleşmenin arttığına işaret etmektedir.
İnsan Hareketleri: İnsanlar göç ettiklerinde ve seyahat ettiklerinde
dillerini de beraberlerinde taşımaktadırlar. Göç eğilimleri dillerin
yayılmasını etkilemektedir.
Yabancı Dil Öğrenimi ve Turizm: Yabancı dil öğrenimi ve turizm, dillerin
ulusal ve kültürel sınırların ötesine yayılmasını kolaylaştırmaktadır.
İnternet Dilleri: İnternet, anında iletişim ve bilgiye hızla ulaşmanın
küresel bir aracı haline gelmiştir. İnternetteki dil kullanımı, uluslararası
iletişimdeki egemenliğin ve dil türlerinin analizinde önemli bir
faktördür.
Uluslararası Bilimsel Yayınlar: Uluslararası bilimsel yayınlar küresel
entelektüel söylemin dillerini içermekte ve bu yüzden bilginin dünya
üzerinde üretim, yeniden üretim ve dolaşımında yer alan entelektüel
toplulukları ciddi biçimde etkilemektedir.
Genel bir görüş birliğine varamayan bu alanın uzmanları, birbirinden
farklı bazı hipotezler geliştirmişlerdir. Bu hipotezlerden biri dünya
üzerindeki az sayıdaki dilin (özellikle İngilizce, Çince, İspanyolca,
Fransızca vs.) küresel önemindeki artış ile diğer dillerin sayısındaki
azalış arasında belirgin bir ilişki olduğunu öne sürmektedir. Diğer
bir hipotez ise dilin küreselleşmesinin, bizden sonrakilerin sadece
- 400-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
birkaç dili kullanmak zorunda kalacakları anlamına gelmediğini
ileri sürmektedir. Bir başkası ise Anglo-Amerikan kültür sanayinin
İngilizceyi yirmi birinci yüzyılın küresel uluslararası ortak dili haline
getirme gücünü vurgulamaktadır. İngilizcenin öneminin artmasının,
on altıncı yüzyılın sonralarında İngiliz sömürgeciliğinin ortaya
çıkmasına kadar giden uzun bir geçmişi bulunmaktadır. O sıralarda
İngilizceyi ana dil olarak sadece 7 milyon civarında insan kullanıyordu.
1990’larda İngilizceyi ana dili olarak kullanan kişi sayısı 350 milyona
ve ikinci dil olarak kullanansa 400 milyona yükselmiştir. Günümüzde
internette yer alan içeriğin % 80’i İngilizcedir. Yabancı öğrencilerin çoğu
Anglo-Amerikan ülkelerindeki eğitim kurumlarında bulunmaktadır.
Bununla birlikte dünyada konuşulan dil sayısı 1500 yılında yaklaşık
14.500 iken 2000’de 7000’in altına inmiştir. Bazı dil bilimciler bu azalış
hızını dikkate aldığında yirmi birinci yüzyılın sonuna gelindiğinde şu
anda mevcut dillerin % 50-90’ının ortadan kalkmış olacağını tahmin
etmektedir (Steger 2013: 114-118).
3. 4. KÜLTÜREL DEĞERLER VE ÇEVRENİN NİTELİKSİZLEŞMESİ
İnsanların çevrelerini nasıl gördükleri, büyük ölçüde kültürel çevrelerine
bağlıdır. Örneğin, Taoizm, Budizm ile bütün varlıklarda evrenin bir ruh
taşıdığı inancına dayalı çeşitli dinleri barındıran kültürler, tüm canlıların
arasındaki karşılıklı bağımlılığı vurgular. Bu bakış açışı, insan arzuları
ile ekolojik ihtiyaçlar arasında hassas bir dengeyi gerektirir. Doğa, insan
arzularını karşılamada araç olarak kullanılabilecek bir kaynak biçiminde
ele alınır. Bu insan merkezci paradigmanın en aşırı biçimi, tüketiciliğin
egemen değerlerinde ve inançlarında dile gelir. ABD egemenliğindeki
kültür sanayi, küresel izleyicileri yaşamın anlamının ve temel değerinin
sınırsız maddi servet birikimi olduğuna ikna etmeye çalışır. Fakat yirmi
birinci yüzyıla girilirken bu gezegenin herhangi bir yerindeki insanların
soludukları hava, bağımlı oldukları iklim, yedikleri gıdalar ve içtikleri su
aracılığıyla birbirlerinden ayrılamaz bir biçimde bağlı oldukları gerçeği
göz ardı etmek giderek imkansız hale gelmiştir. Bu karşılıklı bağımlılığa
ilişkin kesin bilgilere rağmen gezegenimizin ekosistemleri insanın,
israfçı yaşam tarzlarını sürdürmek amacıyla yürüttüğü sürekli bir
saldırıyla karşı karşıyadır. Kabul edelim ki dünyanın bugün karşılaştığı
önemli ekolojik tehlikelerinin bazıları, eski çağlarda bile uygarlıklara
zarar veren sorunların bir benzeridir. Ancak sanayi devrimi başlayana
kadar çevresel niteliksizleşme göreli olarak yerel boyuttaydı ve binlerce
Bildiriler Kitabı
- 401-
yıl süresince gerçekleşmişti. Son birkaç on yıldır dünyadaki çevrenin
niteliksizleşmesinin boyutu, hızı ve derinliği daha önce görülmemiş
düzeylere ulaşmıştır.
En önemli sorunların ikisi küresel kuzeydeki denetimsiz nüfus artışı
ve israfçı tüketim tarzıyla ilişkilidir. Nüfus, hızla artmış ve insan sayısı
6 milyarı geçmiştir. Bu artışın yarısı son 30 yılda olmuştur. İnsanlar
bugün (bazı kemirgenler ayrı tutulursa) dünyadaki en fazla memelileri
oluşturmaktadır. Gıda, kereste ve elyafa olan talepteki artış gezegenin
ekosistemlerine ağır baskı oluşturmuştur. Bugün dünya yüzeyinin
geniş alanları, özellikle kurak ve yarı kurak bölgeler biyolojik olarak
üretimden çıkmıştır. İnsanların çevre üzerindeki küresel etkisi nüfusun
büyüklüğü kadar kişi başına düşen tüketimin de bir fonksiyonuydu.
ABD dünya nüfusunun % 6’sını oluşturur ama doğal kaynakların
% 30-40’ını tüketir. Bölgesel aşırı tüketim, denetlenmeyen nüfus
artışıyla birlikte gezegenimizin sağlığı açısından önemli bir sorun
yaratmaktadır. Küresel ısınma gibi insan kaynaklı iklim değişiklikleri
çağdaş çevre sorunlarının hem şiddetinde hem de boyutundaki kesin
değişikliğin bir göstergesidir. Karbondioksit, metan, azot gibi gazların
çevreye salınan miktarındaki hızlı artış, dünyanın ısıyı saklama
yeteneğini büyük ölçüde arttırmıştır. Ortaya çıkan sera etkisi yüksek
sıcaklığın kaynağını oluşturur.
Küresel ortalama sıcaklık 1880’de 13,5 C iken 2000’de 14,4 C’ye ulaşmıştır.
Küresel sıcaklığın artmasıyla kutuplardaki buz dağları kısmen erimiştir.
Bu da 2100 yılında küresel deniz seviyesinin 90 cm kadar yükselmesine
neden olabilir. Böyle bir yükseliş dünyadaki birçok kıyı bölgesini
tehdit edecektir. Belki de çağdaş dönemde çevresel niteliksizleşmenin
küreselleşmesiyle ilgili en belalı sorun, dünya üzerindeki biyolojik
çeşitliliğin azalmasıdır. 1998’de bir grup ABD’li bilim insanı biyolojik
çeşitlilikteki azalmayı küresel ısınmadan ve sınır ötesi kirlilikten daha
ciddi bir çevre sorunu olarak görmektedir. Bugün her on biyologdan
yedi tanesi, gezegenin 4-5 milyarlık tarihindeki en hızlı kitlesel canlı
türü yok oluşu ile karşı karşıya olduğumuza inanmaktadır. Son
OECD raporlarına göre dünyadaki tarım alanlarının üçte ikisi bir
ölçüde niteliksiz ve üçte biri de büyük ölçüde niteliksiz alanlar olarak
sınıflandırılmaktadır. Dünyanın sulak alanlarının yarısı yok edilmiş
durumdadır ve temiz su ekosistemlerindeki biyolojik çeşitlilik ciddi
bir tehdit altındadır. 1900 yılından beri dünya üzerindeki tarımsal
ürünlerdeki ve beslenen hayvanlardaki genetik çeşitliliğin üçte ikisi yok
- 402-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
edilmiştir. Bazı uzmanlar bu yüzyılın sonuna gelindiğinde tüm bitki ve
hayvan türlerinin % 50’sinin ortadan kalkacağından korkmaktadır ve
yok olacak bu türlerin büyük bölümü küresel güneyde bulunmaktadır.
Birtakım çevre sözleşmeleri ve anlaşmaları imzalanmıştır. Bu bir bakıma
umut niteliğindedir. Fakat ABD ve Çin gibi bazı devletler bu temel
sözleşmeleri imzalamamıştır (Steger 2013: 118-126).
4. TÜRKİYE’DE KÜRESELLEŞME VE İLETİŞİM
Küreselleşme ile ilgili olarak en çok sözü edilen ve pratikte yüz yüze
gelinen bir olgu, iletişimde sağlanan muazzam teknik gelişmeler
sayesinde dünyanın adeta küçük bir küresel köy haline gelmesidir. Gelişen
turizm bir yana, televizyon, faks, telefon, cep telefonu derken şimdilerde
gitgide yayılan internet olanağı, insanlar arasında bilinen tarihte
bugüne dek hiç görülmemiş derecede yaygın ve karşılıklı (interaktif)
olabilen bir iletişim sağladı. Bu, coğrafyanın insanlar arasında ilk kez
küresel çapta ve bu yoğunlukta bir karşılıklı iletişim bütünleşmesi
yaşaması ve enformasyonu, bilgiyi küresel bir menüden seçmenin
muazzam zenginliğine ulaşma olanağıdır. Dahası coğrafya ile ekonomi
arasında daha önce hiç yaşanmamış bir iletişim köprüsü, bir interaktif
elektronik köprü kurulmasıdır. Gelişmiş bir bilgisayar ve gelişmiş bir
modem sayesinde insanın dünyanın neresinde olursa olsun herhangi
bir başka noktadaki bir başka insanla ekonomik veya başka içerikli
bir interaktif ilişki içine girebilmesidir. Böyle bir gelişme başlı başına
ilerici, hatta devrimci bir gelişmedir. Bu da küreselleşme dediğimiz
çok yanlı olgunun kopmaz yanlarından biridir. İnsanlık adına bunun
sağlayacağı (ve daha şimdiden sağladığı) olumlu sonuçları görmemek
ve küreselleşmeye bin bir dereden su getirerek karşı çıkmak, kulp
takmak üstelik bunu da kimi çevrelerde görüldüğü üzere, ilericilik adına
yapmak, ancak üretimden ve dünyadan kopuk küçük burjuvazinin kendi
dogmatik inanışlarına, dar ufkuna saplanıp kalmasıyla kısacası insana
“Bu kadar dar kafalılık ancak tahsille olur.” dedirtecek bir yanılgıyla
açıklanabilir. Küreselleşmeyi, Türkiye bağlamında somut örneklerle
sergilediğimiz bu bölümde, iletişim alanında küreselleşmenin ne
şekilde gerçekleştiğine ilişkin -ve yine tarihi, coğrafyayı ortak bir potada
bilinçle erittiği için bize çekici gelen- bir somut örnek vermek istiyoruz.
İlk örneğimizi Zeynep Göğüş’ten ödünç alacağız. “Dünya bu kadar
küçülebilir mi? Altında Türkçe konuşulan tüm yıldızlar ve bulutlar,
üzerinde Türk olan tüm ovalar ve dağlar, kıyısında Türk yaşayan tüm
Bildiriler Kitabı
- 403-
nehirler ve denizler bilgisayarıma sığabilir mi? Cevabım, evet, her gün
elektronik posta adresime gelen Turkistan Newsletter sayesinde... 1997
Mayıs ayından bu yana İngilizce yayımlanan bu haber bülteninde
Türkistan’la kastedilen, herhangi bir coğrafi bölge değil, genelde Türk
dilli halkların yaşadığı topraklardır. Siyasi sınırlara ya da Orta Asya’ya
özel bir referans yok. Kırgızlar ya da Özbekler kadar Anadolu ve
Rumeli Türkleri, Moldavya’daki Gagavuzlar, Sibirya’daki Tuvalar ve
Finlandiya Türk Tatarları hakkında da dünya basınında çıkan en son
haberleri, üniversitelerde yapılan araştırmaları bulabilirsiniz Turkistan
Newsletter’da.” (Güvenç 1998: 296)
5. TÜRKİYE’DE KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜREL ETKİLEŞİM
Küreselleşmenin en dikkat çeken yanlarından biri de kültür
emperyalizmine yol açtığı, dünyayı tek tip kültüre götürdüğü ve sonuçta
en güçlünün kültürünün, yani günümüzde fiilen ABD’nin kültürel
hegemonyasının yerleşmesini sağladığı tartışmalarını doğuran
kültürel etkileşim yanıdır. Bir kere dışarıdan alınan, dışarıdan gelen
ve o arada Batı’dan, ABD’den gelen her kültürel unsur zararlıdır gibi
bir gerekçe ancak gericilerin ve ırkçıların savunabileceği ve onlara
yakışan bir bakıştır. Küreselleşmenin tek yanlı, yani açıkçası Batı’dan
Doğu’ya/Kuzey’den Güney’e/Güçlüden Zayıfa doğru bir etkileme/
kültürel biçimlendirme, hatta tek biçimlendirme (uniformisation)
olduğu iddiası salt Türkiye bağlamında bile çok belirgin olarak
görüldüğü üzere söz konusu değildir. Türkiye’nin Atatürkçü çizgide
Batılılaşması bunun en güzel kanıtıdır. Öte yandan Türkiye’nin kültür
ithal ettiği kadar kültür ihraç ettiği de bir gerçektir. Her şeye anahtar
deliği kadar dar bir açıdan tek yanlı bakanlar, sadece Türkiye’deki
Coca Cola/Hamburger/fast food kültürü dedikleri şeyi görüyorlar ve
bunu da küreselleşmenin olumsuz etkilerinden/sonuçlarından biri
olarak değerlendiriyorlar. Ama aynı Türkiye’nin başta Avrupa olmak
üzere dışarıya döner kültürü, yani kendi fast food (ayaküstü atıştırma)
tarzını ihraç ettiğini ve bunun öbüründen hiç de geri kalır bir yanı
olmadığını görmüyorlar, anlamıyorlar (Güvenç 1998: 297-298).
Kültürel etkileşim ilişkisi ve yerelliğin aşılması, ulusallığın korunması,
evrenselliğe uzanılması gibi konular, bu çerçevede kültür emperyalizmi
olgusu vb. sorunlar burada daha fazla üzerinde duramayacağımız çapta
önemlidir. Bunun yerine, şimdi bütün bu değindiğimiz konuları da içine
- 404-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
alan bir çerçevede Dr. Sinan Bayraktaroğlu’nun Milliyet gazetesinden
Nilüfer Kuyaş’ın sorularını yanıtlarken söylediklerinden uzun alıntılar
yapacağız. Böylece küreselleşmenin kültürel etkileşim boyutuna Türkiye
bağlamında, üstelik eğitim gibi genelde göz ardı edilen ama çok önemli
bir bazda ışık tutmuş olacağız. Gazetede verilen bilgiye göre, 1997
Eylülünde, İngiltere’de Avrupa’daki ilk Uluslararası Türk lisesini ve
onunla bağlantılı olarak Cambridge Universitesi’nde Türk İncelemeleri
Vakfı’nı kuran Sinan Bayraktaroğlu, söyleşi sırasında Kuyaş’ın
“Küreselleşme ille de tek yanlı değil.” saptamasına yankı/yanıt olarak
şunları söylüyor: “Kesinlikle değil. Bu tamamen bir alışveriş meselesi.
Yunanlıların Hellenik okulları var. Örnekler sayısız. Bizde bu vizyon
eksikti maalesef. Türkiye’nin dünyaya açılması, küreselleşmeye ayak
uydurması sadece ithalat ve ihracatla değil, sadece teknoloji transferiyle
değil, eğitim ve kültürle de olmalı. Türkiye’nin en çok ihtiyacı olan
şey uluslararası bilince sahip insandır. Cumhuriyet ilkelerine, Atatürk
ilkelerine bağlı, çağdaş düşünceli ve uluslararası bilince sahip insan
potansiyeline ihtiyacımız var.” (Güvenç 1998: 298).
Bayraktaroğlu, bu kafadaki Türk insan gücünün Batı’da da yetiştirilmesini
sağlamak üzere dışarıda Türk okullarının açılması gerektiğini şöyle
savunuyor: “Avrupa bünyesinde eğitim veren Türk liselerinin ve Türk
üniversitelerinin bulunması lazım, Türkiye’nin dünyaya açılabilmesi
için orada kurumsallaşacaksınız. Eskiden Batı’ya açılan pencere
denilirdi, artık pencere falan değil, Batı’da evimiz olması lazım. Bugün
Berlin ‘de 54 tane cami var, bir tane Türk okulu yok. Avrupa ‘da bir tane
Türk okulu yok, ama Japon okulu var. Kendisini dünyaya açmak için
bunu kuruyor.” Bayraktaroğlu şöyle devam ediyor: “Ben hiçbir zaman
kendi kültürümden kopmadan, kendi dengemi çok iyi tanıyarak bilinçli
bir şekilde Avrupa kültürüyle sentezden söz ediyorum. Nedir bugün
çağdaş olmanın tanımı? Çağdaş olabilmek için önce kendi benliğini
ve kültürünü çok iyi tanıyacaksın, ama onu uluslararası bir yapı içine
oturtmasını da bileceksin (...) Avrupa kültürü dediğimiz şey henüz yok.
Yaratılmakta olan bir şey, çünkü Gemanik kültürle Hispanik kültür
çok farklı. Ama Roma Antlaşması’nın ilk maddesi Avrupa’da değişik
kültüre sahip ülkeler yan yana gelerek büyük bir Avrupa kültürü
yaratmak için katkıda bulunacak diyor. Türkiye’nin Avrupa kültürüne
yapacağı çok önemli bir katkı var, çünkü Türkiye ilk defa modern bir
İslam kültürünü de Avrupa ‘ya getiriyor. Bu eşi olmayan bir katkı (...)
Biz şimdilik öğrencilerimizi sonradan en iyi üniversitelere yerleştirmek
istiyoruz, onlara Cambridge gibi bir yerde olmanın bütün görgü ve bilgi
Bildiriler Kitabı
- 405-
avantajlarını vermek istiyoruz. Dünyaca ünlü bir bilim ve kültür merkezi,
dünyanın dört bir yanından değerli bilim insanları geliyor. Öğretim iki
dilde birden olacak, hem Türkçe hem İngilizce. Bu sistem Türkiye’de salt
İngilizce ya da Fransızcanın tek öğrenim dili olarak kullanıldığı kimi
üniversite ve fakültelerden çok daha uygun, çok daha ulusal ama hiç de
daha az global değil. Olayın püf noktası da orada zaten!”
Öte yandan Türkiye›nin kültürel planda küreselleşmeden korkması
için bir neden de yok. Çünkü kendini yerelliğe hapsetmediği dünyaya
açıldığı sürece ve ulusal değerlerini yetkinlikle kullanabildiği oranda
evrenselliği de yakalaması zaten haliyle olacak bir olgudur. Nitekim
bunu kültür alanında edebiyattan resme, modadan müziğe çok geniş
bir yelpazede evrensel düzeyde başarılı olarak ama aynı zamanda
ulusallıklarını da koruyarak yapan pek çok örnek sanatçımız var.
Bunları tek tek saymak istemiyoruz. Bunun yerine toplumun
geleneksel beğenisini dönüştürmenin en zor olduğu sanat alanı olarak
kabul edilen müzikten ve yine yaşamın içinden çok taze bir örnekle
bu bölümü kapatmak istiyoruz. Bu kez örnek olayımız Almanya’da
geçiyor. Modern Dans Topluluğu (MDT) adını taşıyan bir Türk dans
topluluğunun yurtdışında sahnelediği bir gösteriyi Bülent Berkman
anlatıyor:
“Galiba Avrupa’ya girmenin yolunu bulduk. Daha kısa bir süre önce
Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin klasik bale grubunun Senfonilerle
Dans adlı gösteriyle Almanları nasıl mest ettiğinden söz etmiştik. 9-13
Temmuz tarihlerinde ise bu kez Modern Dans Topluluğu, Alman
seyircinin önüne çıktı. Ama ne çıkış! Bonn ve Bielefeld kentlerinde
düzenlenen Hoşgörü ve Dans Festivali’nde iki gösteri sunan MDT’nin
özellikle Bielefeld temsili muhteşem oldu. Oysa bir sürü olumsuzluk üst
üste gelmişti. Kimse gelmeyecek korkusu, dansçıların motivasyonunu
olumsuz etkilemişti. Ama tüm korkular, salon dolmaya başladığında
sona erdi. Bielefeld, Türklerin yoğun olduğu Alman kentlerinden biri.
Hatta Belediye Başkanı bile Türk, Mehmet Kılıçgedik. Buna karşın tek
tük Türk seyirciye karşılık, 500’ü aşkın Alman, MDT’nin temsilini izledi.
Bonn’da, Lyon Dans Bienali’nde sahneleyecekleri Beyhan Murphy’nin
Post’unu sunan MDT, Bielefeld için karma bir repertuvar hazırlamıştı.
Önce Binnaz Dorkip Aydan’ın koreografisini yaptığı Hars’ı oynadılar.
Ardından Post’dan dramatik öğeleri ağır basan iki bölüm: HaremlikSelamlık ve Dumanlı Dağlar. Sonra yeni kuşak koreograflardan Bürge
Öztürk’ün Fildişi adlı yapıtı sergilendi. Meredith Monk’un müziği
- 406-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
üzerine oluşturulan bu yapıtta Bürge Öztürk ve Alpaslan Karaduman
dans ettiler. Muhteşem final: Beyhan Murphy’nin koreografisini
hazırladığı Rondo ala Turca ile oldu. Mozart’ın müziği üzerine kurulan
bu ironik yapıt, Almanların büyük ilgisini çekti. Dakikalarca dinmeyen
alkışlara yanıt verebilmek için topluluk bu yapıtın bazı bölümlerini
yeniden oynamak zorunda kaldı.” Gerek yapıtlar, gerekse sanatçılar
olarak ulusallık ile evrenselliği birleştirmenin bir başarı öyküsü değil
mi bu? Bunun gibi daha pek çok örnek verebileceğimizi bilince ve
doğru yönde ilerledikçe küreselleşmeden kültürel planda da çekinmek
için neden kalıyor mu? (Güvenç 1998: 299-300)
6. SOSYAL MEDYANIN GENEL TANIMI
Sosyal ağ, bir grup insan ve bu insanlar arasındaki ilişkiler bütününü
temsil ediyor. Wasserman ve Faust’un 1994’de tanımladığı kavram,
facebook ve türevlerinden bir hayli eski, yani sosyal ağ kavramı
hayatımıza facebookdan çok daha önce dahil olmuştur. Peki o zaman,
biz zaten sosyal bir ağın içinde yaşıyorsak günümüzün sosyal ağlarında
bize çekici gelen, onu sosyal ve ticari ilişkiler noktasında farklılaştıran
nedir? İlişkilerin gerçekleşebilmesi için zaman ve mekan bağlantısının
kurulması gerekir. Oysa günümüzün sosyal ağları zamandan ve
mekandan bağımsızdır. Üst komşuyla iletişimin devam edebilmesi için
komşuluk ilişkisinin varlığına ihtiyaç yoktur. Kuşkusuz insan ilişkileri
bir kez kurulduktan sonra kolay kolay yok olmaz. Üst komşu taşınsa
bile onu yıllar sonra tekrar gördüğümüzde onunla hangi boyutta bir
iletişim kurduğumuzu hemen hatırlarız. Anılar zihinde canlanıverir.
Burada ilişkinin boyutu (gücü) önemlidir. Kimileriyle çok daha güçlü
ilişkiler kurarız. İlişkinin gücünü belirleyen faktörler birlikte geçirilen
zaman, paylaşılan şeyler ve duygu yoğunluğudur. Her insanın farklı
güç derecelerinde ilişkileri vardır. Bu ilişkiler güçlü olandan zayıf
olana doğru sıralanabildiği gibi aynı zamanda sürekli güven testine
tabi tutulurlar. İnsanoğlu, ilişkilerinin aynı güç derecesinde olup
olmadığını kontrol etme eğilimindedir. Diğer yandan bir üyenin
sosyal paylaşım siteleri üzerinde kurduğu ilişkilerin diğer kullanıcılar
tarafından görülebilmesi bu sitelerin bir diğer önemli özelliğidir.
Site üyelerinin arkadaş listeleri diğer üye profillerine linkler içerir
ve bu arkadaş listelerini görüntüleyen kişilerin bu profilleri ziyaret
ederek arkadaşlarının ilişki ağlarını takip edebilmelerini sağlar. Bazı
istisnaları olsa da birçok sosyal paylaşım sitesinde üyelerin arkadaş
Bildiriler Kitabı
- 407-
listeleri tüm site kullanıcıları tarafından görülebilir durumdadır.
Örneğin, facebook, linkedln gibi siteler üyelerine, arkadaş ya da
ilişkide bulundukları kişiler listesinin diğer kullanıcılar tarafından
görülebilmesini engelleme seçeneği sunmaktadır (Kara 2013).
7. SOSYAL AĞLARIN KONUMLAMASI VE SINIFLANDIRILMASI
Sosyal ağları konumlandırmak istediğimizde, kurulmuş olan
sosyal ağdaki üyelik şekli, üyelerine verdiği hizmetler, eklentiler ve
markanın duruşu önemli rol oynar. Aynı alanda hizmet veren ya da
üyelerini buluşturan iki farklı projenin hizmet şekilleri değiştiği anda
internet ortamındaki ve son kullanıcı gözündeki konumlandırması da
değişebilir. Sosyal ağların sınıflandırmasına baktığımızda ise çok daha
kesin çizgilerle bir ayrım söz konusudur. Bu ayrımı şu anki örneklerle
5 ayrı kategoride inceleyebiliriz, ancak facebook örneğinde olduğu
gibi, Harvard Üniversitesi öğrencilerini bir araya getirmek için kurulan
sosyal ağ amacının yanında, kullanıcının kullanımıyla şekillenerek
birkaç farklı kategoride yer alan farklı örnekler de bulunmaktadır. Bu
örneklerin sosyal ağlardaki üyelerin kullanım şekillerinin değişiklik
göstermesiyle çoğaldığını görebiliriz (Büyükşener 2009: 20).
8. SOSYAL AĞLAR VE SOSYAL MEDYADA KURUMSAL İLETİŞİM
Ortada bir medya platformu olunca bu platform için iletişim
yöntemlerinin gelişmesi de kaçınılmaz oluyor. Geleneksel medyada
olduğu gibi, sosyal medyada da öncüler reklam alanından çıktı. Reklam
ajansları dijital platformlar için yeni yapılanmalara gittiler. Hatta sadece
dijital platformlara yönelik reklam ve pazarlama çalışmaları yapan
dijital ajanslar kuruldu. Tüm bunların sonucu olarak da sosyal medyada
etkileşimli reklam, advergame denilen reklam temelli oyunlar ve daha
pek çok uygulama hayata geçti. Fakat kurumlar, sosyal medyadaki
reklam bütçelerini her geçen bütçe dönemi arttırırken sosyal medyada
kurumlarının iletişimini yapmaya pek önem vermediler. Günümüzde
sosyal medyada iletişim kurmak denildiğinde kurumlar tarafından
akla gelen yöntemler, sosyal ağlarda kurum kimliğini oluşturup
kullanıcıları takip etmek ve kendini takip ettirecek yöntemler bulmak
ya da viral pazarlama yapmak şeklinde sıralanıyor. Oysa sosyal ağlar
ve sosyal medya tümleşiği sunduğu imkanlar kadar riskleri de olan
bir platformdur. İletişimin bugün olduğu gibi sosyal ağlarda aktif
- 408-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
kişilerin yönlendirmesiyle değil, hem iletişim konusunda hem de
sosyal ağlarda deneyimli ekipler tarafından yönetilmesi gerekiyor
(Büyükşener 2009: 22).
Sosyal ağlarda yapılan iletişim, mutlaka kurumun iletişim stratejileri
ile paralel bir şekilde uzun dönemli olarak planlanmalıdır. Planlama
öncesinde ise mutlaka geçmişe yönelik bir araştırma yapılarak kurumun
veya markanın sosyal ağlarda nerede durduğu belirlenmelidir. Bu
araştırma ve kurumun iletişim hedefleri doğrultusunda bir sosyal
ağlar ve sosyal medya iletişim planı hazırlanmalıdır. Bir diğer konu
ise kurumun veya markanın sosyal medya platformlarında kurumsal
kimliklerinin oluşturulmasıdır. Eğer sosyal medyada var olmak
istiyorsanız bunu ancak o platformlarda aktif yer alarak yapabilirsiniz.
Hatta bazı durumlarda sadece kurumsal hesaplar değil, tüketici ile
doğrudan iletişim kuracak kurum/marka temsilcilerinin kimliklerinin
oluşturulması gerekiyor. Sosyal medya platformları kullanıcıları
birbirleri ile her konuyu konuştukları ve paylaştıkları ortamlardır. Bu
nedenle sosyal medya platformları mutlaka iyi takip edilmelidir. Bu
konuda profesyonel hizmet veren firmalar, ülkemizde de kurulmaya
başladı. Sosyal medyada diyalogları takip etmek, kurumlara o
sohbete müdahale ederek olumlu bir durumu daha da parlatmaya,
olumsuz durumu ise olumlu hale getirmeye olanak tanıyor. Sosyal
medyada unutulmaması gereken şeylerden biri de bu sosyal ağların
yönlendirmeye açık olmasıdır. Eğer iletişim stratejinizle uyumlu
projeleri hayata geçirebilirseniz sosyal ağlarda gündem haline
gelmeniz mümkündür. Sosyal ağlarda deneyimi olmayan bir kurumun
yukarıda sayılan tüm bu çalışmaları kendi bünyesinde yapması tabii ki
mümkün değil. Bu nedenle kurumların sosyal medyadaki iletişimlerini
planlarken iletişime kurumsal bir çerçeveden bakabilen, sosyal medyayı
olduğu kadar kurumsal iletişimi de bilen ve bu alanda deneyimi olan
firmalarla çalışmaları gerekiyor (Büyükşener 2009: 22-23).
SONUÇ
Küreselleşme sürecinde kültürlerarası etkileşimin karşılıklı ve olağan
bir şekilde gerçekleşmesi kültürel yapıyı bozmaz. Fakat belli bir
kültürün diğer kültürü etkisi altına alması durumunda gerekli önlemler
alınmaz ve savunmaya geçilmezse kültürel çatışma kaçınılmaz olur.
Sosyal medya ise zaman ve mekandan bağımsız, anlık bağlantı
Bildiriler Kitabı
- 409-
kurmayı sağlayan yeni iletişim teknolojilerinin bir ürünüdür. Sonuç
olarak küreselleşme sürecindeki yeni iletişim araçlarının gelişmesi
ve buna sosyal medyanın da dahil olması kültürlerarası etkileşimi
kaçınılmaz hale getirmektedir.
KAYNAKÇA
BALAY, Refik (2004). ‘’Küreselleşme, Bilgi Toplumu ve Eğitim”, Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Ankara Üniversitesi, Cilt
6, Sayı 2.
BÜYÜKŞENER, Ercüment (2009). “Türkiye’de Sosyal Ağların Yeri
ve Sosyal Medyaya Bakış”, Türkiye’de İnternet Konferansı Bildirileri,
İstanbul.
GÜVENÇ, Nazım (1998) Kürselleşme ve Türkiye, İstanbul: BDS Yayınları.
KARA, Tolga (2013). Sosyal Medya Endüstrisi, İstanbul: Beta Basım.
STEGER, Manfred (2013). Küreselleşme, çev. Abdullah Ersoy, Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları.
- 410-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
SONUÇ BİLDİRGESİ
Toplumsal kutuplaşmaların aramıza duvar ördüğü, adeta birbirimizi
duyamaz hale geldiğimiz bir ortam ve zamanda “Kültürlerarası
İletişim”in konuşulmasının yeni iletişim kanallarının açılmasına katkı
sağlayacağını umut ediyoruz. Farklı kültürlerin tarihsel olarak ne tür
ortaklıkları olduğunu, bugün birbirlerini ne düzeyde etkilediklerini,
kültür olgusunun durağan bir yapısının olmadığını, süreç içinde ne
tür değişimler geçirdiğini ve tekrar tekrar nasıl yeniden oluştuğunu
görünür kılmamız gerektiğini dikkatlerinize sunuyoruz. Artık
birbirini ötekileştiren, diğerini önyargılı bir şekilde olduğundan farklı
gösteren, kültürü bir sömürü aracı olarak kullanan zihinsel anlayışın
kültürlerarası iletişime zarar verdiği görülmüştür. Bu minval üzere
15-16 Ekim 2015 tarihlerinde gerçekleşen dokuz oturumda sunulan
pek çok farklı bildiri ile “Kültürlerarası İletişim”in ne kadar kapsamlı
bir alan olduğu ortaya çıkmıştır. Buna ilişkin olarak şunları söylemek
mümkün görünmektedir:
1. Farklı coğrafyalarda karşımıza çıkan kültürlenme biçimlerinin nasıl
şekillendiği, toplumda kadının yeri, işçi hareketlerinin iktisadi
ve siyasi boyutunun yanında kültürel bir boyutunun da olduğu
karşımıza çıkmaktadır.
2. Milliyetçilik olgusunun ülkemizdeki farklı tezahürleri, göç
olaylarının kültürel yansımaları ve insanların yeme-içme
biçimlerinin kültürel iletişimdeki yerinin önemli bir araştırma alanı
olduğunun farkına varılmıştır.
3. Dinin, kültürün oluşumunun temeli hüviyetinde olduğu ve
geriye dönüp bakmak isteyen toplumlar tarafından, yaşanılan
hadiseleri açıklamak için bir başvuru mercii şeklinde kabul edildiği
görülmüştür.
4. Romanın kültürlerarası iletişimde nasıl bir işlev üstlendiği
ele alınmış, yazarların kendi kültürlerine ilişkin kavrayışları
karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir.
5. Çeviri faaliyetlerinin farklı kültürleri kaynaştıran önemli etkilerinin
olduğu gündeme getirilmiş ve eğitimin, kişinin kültürünü nasıl
biçimlendirdiği tartışmaya açılmıştır.
Bildiriler Kitabı
- 411-
6. Kültür kavramının tanımlanmasında birtakım zorluklarla
karşılaşıldığı, kültür endüstrisinin toplumlar üzerinde negatif
etkilere sahip olduğu ve kültürel gelişimde halkbilimin önemli bir
görev üstlendiği ifade edilmiştir.
7. Klasik Türk Edebiyatı’nın önemli şahsiyetlerinin çalışmaları
ekseninde kültürümüzün kökenleri ele alınmıştır.
8. Geçmişten günümüze kadar gelen süreçte bürokratik faaliyetlerin
kültür üzerindeki etkileri farklı perspektifler bağlamında
tartışılmıştır.
9. Son olarak yaşadığımız yüzyılda önemli bir işlev üstlenen sosyal
medyanın kültür üzerindeki değiştirici ve dönüştürücü etkileri
değerlendirilmiştir.
Fatih UYAR
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Süreyya DOĞAN
Yunus BABACAN
Kırıkkale Üniversitesi
Boğaziçi Üniversitesi
Sümeyye ER
Samih YIKILGAN
İstanbul Üniversitesi
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu
- 412-
YAZARLAR İNDEKSİ
AKAT, Yazgül
ÖZMEN, Önder
BABACAN, Yunus
PAŞAOĞLU, Mehmet Talha
BİNGÖL, Duygu
PINAR, Şahsenem
BOZAN, Merve
POLAT, Alper Elvan
BUGAN, Funda
SİPAHİOĞLU, A. Yakup
DOĞAN, Süreyya
TAŞKIN, Dilara
ER, Sümeyye
TAZEFİDAN, Kenan
GENÇOSMANOĞLU, Alperen
UYAR, Fatih
GÜNAYDIN, İhsan
ÜNALAN, İbrahim
HASAR, Gizem Büşra
ÜNALAN, Özlem
KALKIŞIM, M. Muhsin
VATANDAŞ, Celalettin
KARAKOYUN, Ayda
YALÇIN, Enver
KILIÇ, Can
YIKILGAN, Samih
KÖSE ÜNAL, Aslı
YILDIZ, Mehmed Ali
KÜÇÜKMEHMETOĞLU, Ömer
YILDIZ, Muhammed
MAHİTAPOĞLU, Mahmut Yusuf
YILMAZ, Eyyüp
Bildiriler Kitabı
- 413-
- 414-
Kültürlerarası İletişim Öğrenci Sempozyumu

Benzer belgeler