T RK S YAS TAR H NDE CHP

Transkript

T RK S YAS TAR H NDE CHP
{ }
Ekmek kavgasında ter,
Özgürlük savaşında kan,
ve Kabil’de, Felluce’de, Telafer’de , Kerkük’te
bombalarla yitenlere gözyaşı dökenler için...
Yüreği Gazze’de Alman hibesi tankların altında
çocuklarla birlikte ezilenler için...
Karanlığı aydınlığa çıkarma uğruna vurulup düşenler için...
Aksoy için…
Mumcu için…
Üçok için…
Kışlalı için…
Hablemitoğlu için…
Ulus için…
İnsan ve insanlık için...
Künye - İçindekiler
Söyleşiler | Makaleler | Okuyan İnsan
1
2
4
18
13
59
24
47
36
65
Künye
SAYI 5/6
Yerel Süreli Yayın 2 Ayda Bir Yayınlanır
ISBN 1308-3783
Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni(Sorumlu)
Ersan BARKIN
Görsel Yönetmen
Ersinhan Ersin
Yazı işleri Müdürü
Anıl Tanburoğlu
Mali İşler Sorumlusu
Abdullah Cerit
Tasarım
Yayın Danışmanları
Yayın Kurulu
Yönetim Yeri
Temsilciler
Grafik Uygulama
Ersinhan Ersin
Berk Şentürk
İllüstrasyon
Meriç Canatan
Seçkin Avcı
Ömer Atagenç
Okay Bensoy
Batu Kartal
Tunç Özdemir
Murat Tezcan
Ceren Gül
Cumali Özden Akpınar
Egemen Volkan Bülbül
Emiray Çıngıl
Ersinhan Ersin
Murat Karadaş
Onur Sazak
Ömer Atagenç
Ömer Ünal
Seçkin Avcı
Sertaç Çankaya
Taylan Solgun
Tuğba G. Ateş
Şener Akyol
Süleyman Utku Çelik
Pınar Saka
Erdinç Yakasız
İlkay Halıcıoğlu
Yasin Koca
Dilara Zorlu
Ayşe Mıdık
Bayındır Sk. 25/11 Kızılay/ANKARA
www.nasildergisi.org
ADANA
Hasan GÜRKAN|0544 843 11 62
İlker BAHÇECİ|0532 205 14 32
ADIYAMAN
Ersin ÖZCAN |0506 862 31 61
ANKARA
Osman Burak CAN|0505 361 83 36
Dilara ZORLU (Gazi Üniversitesi)
Ali DABLAN|05397627973 (Atılım Üniversitesi)
Sinan ÖZÇELİK|05557213975 (Hacettepe Üni.)
Hasan KEÇE|05355005128 (Ankara Üniversitesi)
ANTALYA
Yaman Çağrı DORYAN|05062870220
BALIKESİR
Özgün LEBE|05445387067
BURDUR
Korcan BARKIN|0505 589 90 01
BURSA
Yusuf ÇAVUŞ|0544 765 70 58
Halil GÜLER|0537 858 88 99
ÇANAKKALE
Erhan YILMAZ|0544 244 87 31
ESKİŞEHİR
Özgür ERBAY|0506 606 81 00
DENİZLİ
Atakan YÜKSEL|0506 218 08 50
GAZİANTEP
Gürsel BOZKURT |0506 270 49 85
GİRESUN
Ali Özsoy |0506 238 55 56
HATAY
Volkan BAŞTÜRK|0506 314 29 58
İSTANBUL
Erdinç YAKASIZ|0506 238 55 56
Hatice KÖSE|0535 362 34 34 (Aydın Üniversitesi)
İZMİR
Adnan Özdemir | 05323975935
KAHRAMANMARAŞ
İBRAHİM EREN YEKE|0506 736 30 27
KKTC
OZAN ERTUĞRUL|0533 831 19 23
MALATYA
KENAN GEDEK|0545 510 43 50
MERSİN
BURAK KAAN BOZ|0506 270 33 24
SAKARYA
Eray KURTOĞLU|0506 595 78 50
SAMSUN
ANIL ÖZPAK|0537 734 82 50
SİVAS
Barış YILDIZ|0536 881 04 09
ŞANLIURFA
ALTAN BAŞKAN| 0543 772 90 54
ZONGULDAK
Berkay ÜNLÜ|0506 313 50 46
Basım Yeri
Sözkesen Matbaası
MAS - SİT MAT SİT 1.C N 159
Ostim/Ankara
Basım Tarihi
19 Mayıs 2010
Editor
Editör
Cumhuriyet Halk Partisi’ne ilişkin ilgili/ilgisiz hemen herkesin söyleyecek sözü vardır da, konu sorumluluk üstlenmeye geldiğinde kimi nedenlerle
çevrenizde çok insan bulamazsınız. Bazısına göre,
CHP’nin muhalefetle kadim dostluğunun bir tek
nedeni vardır: Baykal.
Bazısı ise, CHP’nin toplumla kucaklaşma
eksikliğinin nedenlerini partinin kuruluş sürecinde
ararlar. İnönü’nün bıyıklarına kadar dolanır dillerine de, asıl dertleri M.Kemal’le olmasına karşın, bir
tek O’na sövemezler şöyle doya doya.
NASIL, yola çıktığı günden bu yana tek bir şeyi
dert edindi: Ezberlememek, ezberlerini unutmak,
ezberleri bozmak. CHP söz konusu olduğunda da
başka bir tavır ortaya koymamız beklenemezdi.
Öyle ya, bizim çevremizde yaygın görüştür: CHP’nin
kapıları Ecevit’ten bu yana Kemalistlere kapalıdır.
Sosyal demokrasiye evrildiği süreçte parti, kimilerinin milli görüş gömleğini çıkardığı gibi Kemalizm
urbasından sıyrılmıştır. Öyleyse, bir tek şey düşer
bizlere: Küsmek.
Bu görüş doğru kabul edilse dahi, Kemalistlerin
kurucu ayağı oldukları parti hakkında seçmen
konumundan tek adım öteye atamamasına yol
açan duvarlar bir cephesinden yıkılmalıdır artık. Bu
soyut konumdan kurtulup, CHP’ye, Cumhuriyet’in
geleceğine dair söz söylemeye, üretmeye,
ürettiğini paylaşmaya başlamalıdır Kemalistler. Bu
hem bir tarihsel sorumluluktur Önder’e karşı. Hem
de CHP’nin geleceği için, halkla bütünleşmesi,
tarihsel iz düşümle yarına seslenebilmesi yolunda
önemli bir katkıdır da.
Başka da yol yoktur aslında. Aklının ardında,
demokratik mücadelenin mümkün olmadığına,
“göbeğini
kaşıyan
adam”a
ulaşmanın
olanaksızlığına inanıp, iktidara gelmenin her
yolunu mübah görüp, arka arkaya yükselen Silivri “dalga”ları karşısında “Zekeriya Abi”ye selam
çakan “çakma demokratlar” gibi değil, sahiden
başka yol olmadığını, yol gibi görünen yapaylıkların
geçici rahatlamalar yaratıp, ardından mücadeleyi büsbütün içinden çıkılmaz hale getirdiğini
düşündüğümüzden dolayı demokratik mücadeleye
inanıyoruz, yalnızca.
Halka ve yalnızca halka güvendiğimiz için, halkla
aynı dili konuştuğumuzu, aynı lokmayı yiyip, aynı
sudan içtiğimizi gördüğümüz, söyleyecek çok
sözümüz, dinleyecek çok öğüdümüz olduğunu
bildiğimiz için demokratik mücadeleye inanıyoruz.
Bunun için ne ardımıza bir “ağabey” alma gibi bir
derdimiz, ne de başkasından medet umduğumuz
var.
Bunun için önce demokratik mücadelenin temel
noktasından başlıyoruz üretmeye, CHP’den.
CHP’nin kurulduğu savaş dönemlerinden başladık
irdelemeye, Anadolu ve Rumeli Müdafaai
Hukuk’tan. Partinin, devletin kuruluş sürecindeki
ve devrimler üzerindeki anlamını sorgulamaya,
tek partili dönemi, yaslandığı toplumsal kesimler,
çok partili hayata geçiş süreciyle birlikte yaşanan
dönüşümleri algılamaya çalıştık.
CHP’nin “sol”a evrilmesi gerçekten Kemalizm’den
bir kopuşun başlangıcı mıdır, yoksa Kemalizmin
özüne, M.Kemal’e yolculuğun ilk adımı mı? Bu
sürecin doğrudan tanığı olan aydınlarla kafa yorduk tarihi çözümleyebilmek için.
Zira, ülkenin bugününe ilişkin bir deney alanı
SAYI 5/6
sayılabilecek 1960-1980 süreci, CHP ve Kemalizmin bugününe dair de benzer bir işlev üstlenmeye
aday. “Bugün, tarihte saklı” gibi basit bir tarihsici yaklaşım kolaylığına düştüğümüz için değil,
bu ülkede her nedense tarihin tekerrür alışkanlığı
gözümüzü parmakladığı için o dönemi alabildiğine
deştik.
Ardından 12 Eylül balyozu indi başımıza tüm ulusumuzla birlikte. Sonrasında ne ülkeyi tanımak
mümkün oldu, ne de CHP’yi. Darmadağın bir
sol, süreç içinde toparlanma belirtisi göstermiş
görünse de, türlü yeni hastalıklarla yol almaya
koyuldu parti. Birleşmeler, dağılmalar, hizipler ve
adı hiziplerle anılanlar çıktı karşımıza.
Parti içi iktidar tatmininin gözleri kör edişi, siyasal
iktidarı hedeflemenin imkansız bir aşka dönüştüğü
gerçeklik vurdu yüzümüze. Gidenler, “Hikmet
abiler”, “Altan abiler”. Sonra dönenler. Her şey
sil baştan. Başımız da dönmedi değil bu süreci
izlerken.
Ülkemizin yazgısı CHP’nin yazgısıdır aslında. Öyle
ya, nasıl her değişen siyasal iktidar, yeni bir devlet
siyaseti getirir beraberinde ki bir devlet politikası
sahibi olamayız bu yüzden. Her yeni gün öncekini yanlışlar, sürdürülebilir bir çizgi bulabilmek
neredeyse olanaksızdır dünden bugüne.
Ya CHP? Anlık refleks çözümlerin mehter
adımlarıyla ilerlemeye yol açması yanında, bir parti
politikası çizemediği için kişilerle malul bir kurum
haline dönüştürmüş partiyi. Aynı zamanda onların
hayal güçlerinin kısırlığından kurtulamamasına,
ufuk çizgilerinin güdüklüğünde boğulmalarına yol
açmış birçok kimsenin. Bir gün çarşaf giyen parti,
sonraki gün “sol”u Rick Martin melodilerinde, bir
Editör
ertesi gün Şeyh Edibali’de aramış. Dün Irak’a asker
gönderenlere karşı şahin kesilen parti, ertesi gün
kapıları ABD’lilere açanlara TBMM kapılarını açmış.
Hangisi sahi peki?
Parti lideri, sivrilen her ucu budama maharetiyle
çevresinde tek adam bırakmamış, kendi dışında
çözümsüzlüğü bir yazgıymış gibi zihinlere kazımış.
Kendilerine parti önderlerinin sunduğu olanakların
herhangi birini “genç”lere vermek bir yana, her
adımlarında önlerine setler çekilmesine göz
yummuş. Tutulur bir yanı yok aslında.
Bu gerçeklikten ve mücadelenin zorluğundan haberdar olmamamıza karşın, hariçten söz söylemek
yerine sorumluluk üstlenmek üzere attığımız
bir adımdır elinizdeki eser. CHP’nin bugününe
ve yarınına dair, dünü okuyarak, bugünü okumaya çalışarak seslenmeye çabaladığımız
düşüncelerimizdir.
“Nasıl”ın her satırı, Kemalistleri, hem hızla akan
siyasal süreçten, hem de CHP’den soyutlayan,
seçmenliğinden tek adım ötesine geçememesine
yol açan yapay yazgıdan kurtuluştur. Aynı zamanda genç zihinlerimizle, belki bazen coşkuyla
ama kararlı biçimde siyasal tarihe verdiğimiz bir
armağandır da. Bu sesin karşılık bulacağından,
bir genç nesli CHP özelinde tutarlı, ayağı yere
basan, inançlı ve inatçı bir siyasal mücadeleye
yönelteceğinden eminiz.
Zira, artık salt “kadro”nun iktidar yaratacağını ummak beyhudedir. Toplumsal ayaklarını ihmal ederek, siyasal gerçekliğe göz kapayarak, siyasal mücadeleyi öcüleştirerek, salt kadroya sırtını dayamak,
bir süre sonra bürokrasinin oligarşik cenderesine
sokar sizi. Daha kötü olan, ülkenin sizin sırtınızda
yükseldiğini ve gezegenin sizin varlığınızdan ibaret
olduğunu düşünürsünüz. Bugüne dair, M.Kemal
adına yapılanlar bundan farklı olsaydı, toplumla
aramıza bu ölçüde onulmaz duvarlar yerleşebilir
miydi?
Artık tercih zamanı: Ya, bütün sorumluluğu
“göbeğini kaşıyana” yükleyip, mesut bireysel
dünyamızda yol almaya devam edeceğiz. Ya,
bizi kucaklayabileceği kadar yükseleceğiz halka,
yalnızca halka. Bizim, ikinci yola yöneldiğimizi söylemeye hacet yok sanırız.
Başyazı | M.Kemal Atatürk
M.Kemal Atatürk
6
Başyazı
C. H. P.
4 üncü Büyük Kurultayında
Genel Başkan Kamâl Atatürk’ün Söylevi
Kurultayın sayın üyeleri;
Karşılarında bulunmakla haz duyduğum delege arkadaşlarımı selamlarken; yüce ulusumuzu saygı
ile anarım. (Alkışlar)
Bu anda, bundan önceki Kurultayları ve Partimizi doğuran ilk Sivas Kurultayını-ki, dış ve iç
düşmanların süngüleri altında kurulmuştur - hatırlamak, geçen on altı yılın bütün hadiselerini
göz önüne getirmeği kolaylaştırır.
Uçurum kenarında yıkık bir ülke... türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... yıllarca süren savaş..,
ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanılan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet (sürekli
alkışlar) ve bunları başarmak için arasız, devrimler... işte, Türk genel devriminin bir kısa diyemi...
Bayanlar, Baylar;
Partimizin her kurultayı, denebilirki, bir dönüm başında toplanmıştır. 1927 Kurulayı, doğuda
kopan azıyı yenerek Cumuriyetin sarsılmaz temelde olduğunun anlaşılmasına; 1931 Kurultayı
güvenlik ve sükûnun kesin olarak kurulmasına rasgelir. Bu kurultayımız ise, geniş ölçüde gelişim
devri içinde bulunduğumuz günlerde toplanmış oluyor,
Kurultayın, yeniden alacağı ilerleme ve yükselme tedbirlerile vatanın yüksek yönetimini erdemli
ellerinde tutan Partimizin, şerefli tarihini zenginleştireceğine şüphe yoktur.
Geçen Kurultaydan bugüne kadar, kültürel ve sosyal alanda başardığımız işler, Türkiye Cumuriyetinin ulusal çehresini, kesin çizgilerile, ortaya çıkarmıştır. Yeni harfleri, ulusal tarihi, öz dili, ar,
ilimsel müzik ve teknik kurumları ile, kadını erkeği her hakta eşit, modern Türk sosyetesi bu son
yılların eseridir. ( Sürekli alkışlar)
Türk ulusu ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi, uluslar arasında tanılır. Türk ulusuna doğunsal rengini veren bu devrimlerden her biri, çok geniş tarihsel devirlerin öğünebileceği büyük işlerden sayılsa yeridir. ( Sürekli
alkışlar) Bütün bu işler, Partimizin programını, özenle göz önünde tutarak başarılabilmiştir.
Tüzel, sağlık, sosyal, finans, ekonomi ve bayındırlık işlerimizde, hiç durmadan aldığımız yeni tedbirlerin eyi ve yerinde olduğuna kani bulunuyoruz.
Akdenizi Karadenize demirle bağladık. Anadoluda özel şirketler elindeki bütün yolları satın aldık;
İstanbul ve İzmirde liman ve rıhtım işleri devlet eline geçti; Diyarbekir kapısındayız. Antalyaya,
Erzuruma, kömür yurduna durmadan gidiyoruz. (Sürekli alkışlar)
Devlet Demiryolları kurumu, bugün, kendi malımız olan beş yüz milyon liralık bir işi çevirmektedir.
Sayın arkadaşlar;
Geçen dört yılın başlıca işlevi ekonomi alanında olmuştur. Bir çok ülkeler, acunsal buhran
karşısında sarsılmış ve umutsuzluğa düşmüşken biz, bu kapsal felaket önünde cuda irkilmedik. ( Alkışlar ) Yurdun ekonomisini yeni bir düzene yönetlemiş bulunuyoruz. Arsıulusal tecimi
denkleştirerek, iç pazarı harekete getirerek kendimizi korumağı başardık. Asıl önde tuttuğumuz
iş, geniş bir endüstri programını gerçekleştirmeğe başlamak olmuştur (alkışlar). Bu program,
tamamile gerçekleştiği gün, şüphesiz yurddaşın geçimi hissolunacak derecede genişleyecektir.
SAYI 5/6
Başyazı
Tarım ve endüstri hareketlerimiz biribirini kollayan
tedbirlerle yapılmaktadır.
Maden ürünlerimiz, son zamanlarda özel bir gelişim
gösterdi. Umudumuz o dur ki gelecek kurultay
maden işlerile beraber deniz ekonomisinde bu gün
almakta olduğumuz tedbirlerin verimli sonuçlarını
dermiş olarak, toplanacaktır. ( Alkışlar)
Görüyorsunuz ki arkadaşlar; yepyeni bir güdümlü
ekonomi düzeni kurmakla uğraşıyoruz. Partimizin
ekonomik anlayışı bu yöndeki programımızın, yurdun ihtiyaçlarını karşılıyacak ve onu az zamanda
gelişmiye ve genişliğe erdirecek en eyi program
olduğunu gösterecektir. Yeni öğütleriniz ve direktiflerinizle, yeniden ilerleme ve yükselme tedbirlerimizi kolaylaştıracağınıza şüphe yoktur.
Bayanlar, Baylar;
Cumhuriyetin dış siyasada özenle güttüğü
amaç arsıulusal barışı korumak ve güven içinde
yaşamaktır. Komşularımızla dostluk ve eyi geçinme
yolunda her gün biraz daha ilerlemekteyiz.
Sovyetlerle dostluğumuz, her zamanki gibi,
sağlamdır ( Sürekli alkışlar) ve içtemdir. Kara günlerimizden kalan bu dostluk bağını, Türk ulusu
unutulmaz değerli bir hatıra bilir. (Sürekli Alkışlar
) İki memleket arasında her yönden değetler,
sıklaşmakta ve genişlemektedir. Sovyetler,
Cümuriyetimizin onuncu yılında, yüksek delegelerile, şenliklerimizde hazır bulundular.
Devletlerimiz, hükûmetlerile ve uluslarile, her
fırsatta birbirlerine nasıl inandıklarını ve ne kadar
güvendiklerini bütün dünyaya göstermektedirler.
(Alkışlar). Son günlerde boğazlar mes’elesini
ortaya koyduğumuz zaman, Sovyetlerin bizim
tezimizdeki doğruluğu ve haklılığı bildirmiş
olmaları, Türk ulusunda yeniden derin dostluk
duyguları uyandırmıştır. (Sürekli alkışlar).
Türk - Sovyet dostluğu arsıulusal barış için şimdiye
kadar yalnız hayır ve fayda getirmiştir. Bundan sonra da yalnız hayırlı ve faydalı olacaktır. (Alkışlar)
Arkadaşlar,
Geçen dört yıl içinde bir önemli hadise de Balkan Paktıdır, Dört devlet; kendi güvenleri
için ve Balkanların, karışma ve karıştırma konusu olmaktan çıkması için içten bir kanaatle
birbirlerine bağlanmışlardır. (Alkışlar) Balkanlı
bağlaşıklarımızla gittikçe artan bir beraberlik ve
dayanışma siyasası güdüyoruz.
Yükenlerimizin gereklerini, kesin bir bayrılıkla
gözetiyoruz.
Asıl dikkate değen, Balkan Paktının, daha bir
yıl içinde, arsıulusal barış için büyük bir etke
Olduğunun anlaşılmasıdır. (Alkışlar) Balkan Paktı,
gittikçe, Avrupa barışının başlıca temel taşlarından
biri olmak yerindedir. (Alkışlar)
Geçen dört yılın şerefli hadiselerinden biri olmak üzere, Iran Şahınşahının, sayın konuğumuz
olduğunu kıvançla hatırlatırım. (Alkışlar) Bu
şahsi tanışmadan iki memleketin kazandığı faydalar pek geniş olmuştur. İki kardeş ulusun arasını
açacak hiçbir mesele kalmadığı ilan edilmiş ve
birbirinin bahtiyarlığından kuvvetli olmalarından
başka dilekleri bulunmadığı anlaşılmıştır. (Sürekli
alkışlar)
Afgan devletinin uluslar sosyetesine girişini selamlamakla bahtiyar olduk. (Alkışlar) Bu kardeş
ulus ile dostluk bağlarımız mutlu bir surette ilerlemektedir. (Alkışlar)
Yakın komşularımızla ve uzak devletlerle olan ilgilerimiz, genel olarak, nomal ve dostçadır. ( Alkışlar
) Arsıulusal ilgilerin gerektirdiği bütün değetleri ve
konuşmaları kıvançla kolaylaştıryoruz.
Türkiye Cumuriyeti arsıulusal ailenin, ancak
faydalı, çalışkan ve iyi geçimli bir unsuru olmak
amacındadır. (Sürekli alkışlar) Uluslar sosyetesinde ciddi barış ve elbirliği isteğile çalışıyoruz.
Uluslar sosyetesinin, arsıulusal güveni arttıracak,
geçmişten kalma hastalıkları iyileştirecek, insani
sonuçlara varabilmesi başlıca dileklerimizdendir.
(Alkışlar)
Arkadaşlar:
Arsıulusal durum nazik bir buhran geçirmektedir. Eski ve büyük anlaşmazlık, son çatışmalarla
heyecanlı bir noktaya gelmiştir. Bugünkü yüksek
insanlığın, ulusları birbirine yaklaştırma çarelerini
bularak, genel güvensizliği ortadan kaldırılmasını
nummak isteriz,
Bununla beraber bütün dünya gidişini göz önünde
tutarak dikkatli, hazırlıklı, uyanık bulunmak lüzumuna kaniiz. (Alkışlar) Gene bu kanaatladır ki,
dostluklarımıza bağlı ve bütün ilgilerimizde eyicil
bir sıyasa ile elimizden geldiği kadar genel barışı
kurmak istiyoruz. (Alkışlar)
Bayanlar; Baylar;
Size biraz da partimizin son yıllardaki öz hayat
ve kınavından bahsedeyim. Geçen kurultayın
parti örgütlerine vermiş olduğu çalışma yöneti
çok faydalı ve verimli olmuştur. Parti üyeleri,
prensiplerimizi anlatmakta, yaymakta ve bütün
yurttaşların sevgilerini, güvenlerini kazanmakta,
kendilerinden beklendiği gibi hareket etmişlerdir.
Parti seçimlerinin canlı ve özenli bir tarzda oluşu,
siyasal hayatımızda önemli bir ilerleyiştir.
Partimizin, Halkevlerile bütün yurddaşlara kucağını
açması vatanda sosyal ve kültürel bir devrim yaptı.
Sevgili arkadaşlar;
Cumuriyet Halk Partisinin esas düşünce ve dileği,
vatandaşları her türlü ayrılıktan korumak, onları,
kendileri ve büyük Türk ulusu için faydalı kılmaktır.
(Okay sesleri, alkışlar)
Programımızda, iş bölümlerinin her birinde bulunan, yurddaşların özel ve genel asığları ve
genlikleri, ayrasız, göz önünde tutulmuştur. Bu
hakikatın bütün yurddaşlarca, yalın olarak, bilinmesi çok önemlidir. Bunu yurddaşlara anlatmak ve
bu suretle onların sevgilerini ve güvenlerini kazanmak, parti üyelerinin kutsal ödevidir. (Alkışlar)
Türk ulusu kendisine hizmet edenleri, sürel bir
surette, değerlemiş ve onlara ünvermiştir.
Son saylav seçiminde Partimizin ulusun güvenini
kazanması bize, çalışmamızda yeniden büyük şevk
ve kuvvet vermiştir. (Alkışlar)
Ulusa hizmet yolunda bütün varlığımızla çalışmak,
parti üyelerinin bozulmaz andıdır.
(Ayakta sürekli alkışlar)
Darvin’in Anımsattıkları
{
8
}
illüstrasyon:meriç canatan
SAYI 5/6
Siyaset
Çağdaş dünya, kuramını farklı alanlarda yeniden anlamlandırmaya çabalarken
200. doğum yıldönümünü sözde Bilimsel
ve Teknik Araştırmalar Kurumu’nun sansür eylemi ile kutladığımız Darwin ve ortaya
koyduğu kuramsal çerçeve ile biçimlenen
evrim bilgisini dillendirmek, Avrupa ülkeleri
içinde halkı evrim düşüncesine en çekimser
yakşalan (1) Türkiye’de ne yazık ki bilimsel
üretim kadar siyasal bir mücadele gerektiriyor. Azgelişmişliğin çelişkisi olarak karşımıza
çıkan bu durumda evrim düşüncesi, lise
kitaplarında ‘yaradılış’ın çekimser alternatifi olarak iki satırlık geçiştirmelerin ötesine
geçemeden yoğun karşı propagandanın etkisi
ile halkın bilincine ulaşamadan eriyip gidiyor. Yaşanan durumda halka evrim bilgisini
aktaracak alternatif kanalları ve popüler dili
üretmeyen laik kültür sermayesinin payını da
unutmamak gerekir.
Darwin’in
anımsattıkları
{
}
Olgu Çalışkan
Birçoğu, önünde sonunda bir biyoloji kuramı
olan evrim teorisinin getireceği olası somut
toplumsal getirileri konusunda kuşkucu olabilir. Bu anlamda evrim konusundaki düşüncel
mücadeleyi bir ‘küçük brujuva’ çabası olarak
görenler de olabilir. Nitekim ilk bakışta, temel
biyolojik evrim bilgisinin ne düzeyde bir
toplumsal bilinç yaratacağı soru işareti olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada, bilgi ve
bilinç arasındaki ilişki önem kazanmaktadır.
Temel aldığı algı ve bilgiye bağlı olarak
kendinin farkında olma yetisi olarak
tanımlayabileceğimiz bilinç, evrim kuramı
söz konusu olduğunda son derece geçerli ve
anlamlıdır. Nitekim, evrim kuramında alternatif açıklamasını bulan biyolojik varlık (oluşum,
kalıtım ve dönüşüm), felsefik düzeyde insanın
Darvin’in Anımsattıkları
10
toplumsal varlık nedeni ve biçimini sorgulatacak ve anlamlandıracak etkiye sahiptir. Evrim
düşüncesine bu noktadan yaklaştığımızda,
kuramın malum çevrelerce neden bu denli
‘tehlikeli’ görüldüğü ve geniş halk kitlelerine
ulaşmasının binlerce yeşil Amerikan doları
pahasına engellendiği daha iyi anlaşılabilir.
Evrim kuramının ortaya koyduğu bilginin
bilince dönüşmesi sürecinde esas olan
(tüm bilim felsefesine temel olan) maddeci
düşünce, bugün hala yaşanan sömürü ve
savaş mekanizmalarının arkasındaki ‘kutsal’ motivasyonları tehdit eden ‘tehlikeli’
bir işleve sahiptir. Yaşamı süresince dinsel
düşünce karşıtı bir söylemsellikten özenle
kaçınmış olmasına karşın, Bay Darwin’in
ve ortaya koyduğu kuramın, varlığın özcü
amaçsallığını ve mutlaklığını esas alan her
türlü kurumsal din düşüncesini karşısına
aldığı bir gerçek. Çünkü, evrimin büyük resminde varlık biçimine yönelik özcü, durağan
ve amaçsal hiçbir mekanizmaya yer yoktur.
Bu çokça bilinen saptama sonrasında, evrim
kuramının dinsel düşünce ile karşıtlık durumunu yazımızın kapsamı dışında tutarak
konuyu bir başka noktaya taşımak niyetindeyim: Biyolojik ve toplumsal evrim ilişkisi ve
bu bağlamda bireyin sahip olduğu değişen (ya
da değişim zorunluluğundaki) toplum algısı
(bilinci).
Toplumsal geleceğe yönelik söz konusu algısal
değişim gerekliliği içinde bulunduğumuz
egemen
karamsarlık
ortamından
kaynaklanmaktadır. En basit biçimiyle, “ne
olacak bu memleketin/dünyanın hali? çıkış
noktası kalmadı..” ile ifadesini bulan birey
ölçeğindeki siyasal ruh hali, ‘tarihin sonu ve
kapitalizmin mutlak zaferi’ tezleri ile toplum
ölçeğinde beslenmekte ve geleceğe yönelik inisiyatif almaya eğilimli kitlelerı yolun
başından pasifleştirmektedir. Politik rengi
her ne olursa olsun, toplumsal mücadele
ereği olan her hareket öncelikle bu egemen
psikolojiyi alt etmek durumundadır ki, yeni
bir siyasal/toplumsal eylem istenci tetiklenebilsin. İşte bu noktada insanın biyolojik ve
insanlığın toplumsal/kültürel evrim bilgisi,
etkili bir araçsallığa sahiptir. Nitekim, evrimin
bugüne dek sahip olduğumuz ve geliştirmeyi
sürdürdüğümüz bilgisi, içinde bulunduğumuz
ve ‘gerici’ yapılanmaların belirleyici olduğu
dönemin insan evriminin çok kısa bir kesitini
temsil ettiği ve mutlak olamayacağı bilincini
de beraberinde getirmektedir. Bilinen ilk insan türünün doğu Afrika’da ortaya çıktığı tarih
altı ila sekiz milyon yıl önceye dayanmaktadır.
Modern insan bundan 40.000 yıl önce ortaya
çıktı. Organize dinlerin ortaya çıkışı bundan
11.000 yıl önce iken, devlet olgusu yalnızca
3.000 yaşındadır. Kapitalizm ise bu kocaman
bütün içerisinde son 500 yılı kapsayacak kadar genceciktir. Marx’ın ‘yanlış bilinç’ olarak
tanımladığı modern ideolojiler döneminde
egemen olan en büyük yanılsama, modern
toplumun içinde bulunduğu sancılı evrime
yönelik yoğun vurgu ve (her ne kadar Marksizm güçlü bir tarihselci perspektif sunsa da)
uzun insanlık evrimini göz ardı eden miyopik
bakıştır.
Bu noktada, kullandığımız terminolojiye dikkat etmemiz gerekir. Evrimsel ya da devrimsel, toplumsal dönüşümle ilgili olarak çokça
kullandığımız ‘ileri’ ve ‘geri’ kavramları, biy-
olojik evrim söz konusu olduğunda anlamlı
kategoriler değildir. ‘İlerleme’, geldiği noktada bir dönüşümün önceki durum anından
daha iyi bir koşula sahip olduğu öngörüsüne
dayanır ki, doğadaki herhangi bir evrimsel
dönüşüm organizma için her zaman iyileşmeyi
ifade eden bir noktaya doğru gidiş anlamına
gelmeyebilir. Evrimde asıl olan çeşitliliği
artıran dönüşümdür ve bu dönüşümün
yönü (amacı) yoktur. Organizmanın kalıtsal
yapısında ortaya çıkan rastlantısal değişim,
çevre koşulları ile uyumu derecesinde baskın
karakter kazanır ve kendini yeniden üretir.
Olası uyumsuzluk durumu ise ortaya çıkan
yeni canlılık formunun doğal seçilim süreci
ile ortadan kalmasını öncüller. Bu çerçevede
baskın eğilim, basitten karmaşığa doğru yol
alan uzun erimli dönüşüm sürecidir.
İçinde bulunduğu doğal sistemden bütünüyle bağımsızlaştırmayacağımız toplumsal
sistemler benzer bir karaktere sahiptir ve
ana unsur basitten karmaşığa doğru evrilen,
doğrusal olmayan, ilişkisel dönüşüm sürecidir. Toplumsal dönüşümler genel insanlık
yararı açısından her zaman olumlu bir evreye
geçişi temsil etmemektedirler. Uzun erimde
helezonik (dönemsel gerilemeli) bir ilerleme
şemasına karşılık gelen bu dönüşümde bir
önceki dönüşüm anından bir sonrakini farklı
kılan temel unsur artan karmaşıklık düzeyidir
(2). Yeni teknolojik altyapı, değişen değerler
sistemi, dönüşen sınıfsal yapı ve beraberinde gelen yeni örgütlenme biçimleri, insan, meta ve bilgi akışını kolaylaştırarak
toplumsal organizmayı (yerkürenin belirli
coğrafyalarında öncelikli ve kendi içinde
eşitliksiz biçimde olsa da) karmaşıklaştırarak
SAYI 5/6
Siyaset
geliştirir. Artan karmaşıklık dereceleri ile ortaya çıkan yeni koşullarda temel karmaşıklık
etkenleri; üretim, tüketim ve yönetim sistemlerinde sürece dahil olan aktör, veri tabanı ve
kanalının nitelik ve niceliğindeki artıştır.
hip olmalarıdır. Kültürel ve sosyo-ekonomik
çeşitlilikleri budayan ve toplumsal bünyeyi
homojenleştirici şekilde basitleştiren her tür
ideoloji evrimin doğası ile çelişir.
İnsan
toplumlarında
organizmanın
bütünlüğünü ve sürekliliğini sağlayan tüm
üst ve altyapı kurumları (hukuk, mülkiyet
düzeni, sınıfsal yapı, başat üretim / tüketim
ve hareket biçimleri vb.), toplumun genetik
kodlarını oluşturur. Teknolojik altyapı, doğal
çevre ya da insan coğrafyasında gerçekleşen
köklü değişimler birikimsel olarak toplumun
genetik kodlarında mutasyona neden olur.
Toplumsal evrimi sürekli kılan da (planlamaya tabi olmayan) bu üst (makro) unsurlar ve
toplumun genetik yapısındaki üretici dinamizmdir. Genetik kodlarda zaman içinde ortaya çıkan yeni çeşitlenmeler (varyasyonlar)
organizma içi genetik sapmalara neden olur.
Doğal canlı evriminin de motoru olan çeşitlilik,
toplumsal evrim açısından kilit bir işleve sahiptir. İstikrar adına kendi iç çeşitliliğini
baskılayan, örgütsel karmaşıklık düzeyi düşen
toplumların yaşama başarımları düşüktür.
Artan karmaşıklık ve çeşitlilik, değişen çevre
koşullarına karşı dinamik bir uyum refleksini
sağlar ve toplumsal biçimlenmenin farklı gen
dizilimleri ile (yeni örgütlenme ve toplumsal
ağ formları) evrilmesini kolaylaştırır. Bu noktada toplumda tektipleşmelerin önünü açan
her türlü ideolojinin çeşitlilik esaslı bu sürecin önünü tıkayan ‘yapay’ unsurlar olduğu
saptaması yerinde olsa gerek (3). Bu nedenle,
‘geri’ bir konuma sahip siyaset kurgularının
genel özelliği toplumsal çeşitliliği ortadan
kaldıran baskıcı (hegamonik) niteliğe sa-
Dönüşüme direnç noktalarının ortaya
çıktığı darboğaz dönemlerinde ise toplumsal devrimler devreye girerek evrim sürecinde belli sıçrama aralıklarını oluşturur (4).
Bu bağlamda, ‘ileri’ ve ‘geri’ olarak ortaya
koyduğumuz değer temelli (normatif) kategoriler, bizim toplumsal dönüşüm dinamiklerini
içinde bulunduğumuz evrim koşulları çerçevesinde tanımlamakta kullandığımız ‘yapay’
(İng. artificial) kavramlardır. Bununla birlikte;
yapay olmalarına karşın gerçekdışı ya da bütünüyle bilinmezci bir göreceliğe açık değildir.
Dönüşüm, mutasyona uğra(tıl)mış topluma
yeni (uyum) adaptasyon yetileri kazandırdığı
oranda ilerleyicidir. Negatif hayatta kalma
(survival) yetilerini ortaya çıkardığı oranda
da çekiniktir ve elenme eğilimi taşır. Kalıtımın
toplum düzeyindeki taşıyıcısı olan kültürel
genetik kod; dil, eğitim ve geleneksel seramoniler (ritüel) aracığıyla aktarılırken,
aktarım yeni çevre koşullarına (sosyolojik ya
da teknolojik) uyum sağlayamadığı koşulda
etkisini yitirir ve süreç içinde silinip gider
(bkz: avcı ve köleci toplumlar ya da belki de
yakın dönemde tarih olacak modern sanayi
toplumları).
Her toplum kurgusu (ütopik ya da mühendislik), sahip olduğu ideolojik ‘ilericilik’ iddiası
ile kendi toplumsal meşruiyet düzlemini
sağlama arayışındadır. Muhafazakar siyaset
kuramları dahil, tüm toplumsal düşüncelerin
temel motivasyonu gelecektir ve sonsal (ni-
hai) vurgusu ‘ileri’dir. Bu görece ileri(ci)lik
söylemleri içinde tolumsal evrim açısından
‘uyumlu’, ‘başarılı’ ve dolayısıyla ‘ileri’ olanı
tanımlamaki, güç olmasına karşın olanaksız
değildir. Gittikçe karmaşıklaşan toplumsal örgütlenme koşullarına daha karmaşık
gelecek kurguları ile yanıt veremeyen siyaset seçenekleri ise evrimsel açıdan ‘uyumsuz’
olmaları nedeniyle ideolojik olarak ‘geri’ bir
pozisyona sahiptir ve elenir.
Bu bağlamda karşımıza çıkan olası soru
şudur: Madem ki, toplumsal evrim sürecinde başarısız kodlara sahip dönüşümler
kaçınılmaz olarak devre dışı kalmaya mahkum;
insanın siyasal aktör olarak mücadele çabası
ve kaygısı neden? Neden (yönü değil ama)
yönelimi belli olan bir süreçte pasif izleyici
olmak yerine çoğu zaman kanlı hesaplaşmalar
pahasına toplumsal mücadeleler devam ediyor? Bu soruların yanıtı yine evrimle gelen
insan iradesinde saklı. Soyunu sağlıklı devam
ettirecek varlık koşullarını en iyileştirmek
için doğayı ve yarattığı toplumsal sistemi
denetleme gereği duyan insanın geleceğine
yönelik geliştirdiği istenç, onu diğer canlı
türlerinden farklılaştırır. İnsanı toplumsal
mücadeleye yönlendiren unsur ise onun evrimsel zamanı sınırlı algılayış yetisidir. Her
ne kadar evrim uzun erimde daha gelişmiş ve
görece iyileştirilmiş yaşam formları oluştursa
da, toplumlar algılayabildiği kısa zaman
aralıklarında ortaya çıkan negatif sapmaların
iyileştirilmesi için mücadeleyi kaçınılmaz
görürler. Bu ise evrim algısı açısından geri
bir durum değildirir; tam tersine insanın
varlık nedenine anlam kazandıran doğal bir
dürtüdür ve onu diğer canlı türlerinden on-
Darvin’in Anımsattıkları
tolojik olarak özgünleştirir.
12
Farklı toplumsal gruplar (sınıflar, uluslar,
kimlikler vb.) arasındaki nesnel çelişkiler bu
istenci dönem dönem toplumsal çatışmaya
götürür ki; bu çatışma, yeni üretim ve paylaşım
koşullarının yaratıcısı olduğundan toplumsal
evrimin de motoru niteliğindedir. Teknolojik gelişim ve toplumsal mücadele ile evrilen
yeni sosyal kodlar, yeni bir türün taşıyıcısıdır.
Yeni türün sürekliliği, onun evrimdeki kısa
vadeli değişime (5) karşı geliştirdiği uyum
yetisi (kapasitesi) ile doğru orantılıdır. Bu
yetiyi eylemselleştiren kurum planlamadır.
Planlama kurumunun ortaya çıkması, toplumsal evrimi insanlık tarihi içersinde kısacık bir
kesit olan uzun erimdeki denetleme istencidir. Planlamayı yaşama geçiren dinamik
ise tasarım ve uzgörüdür (vizyon). 2 milyon
yıldır alet kullanan, dolayısıyla tasarlayan,
10 bin yıldır toprağı işleyen ve tarımsal üretimini denetleyen, dolayısıyla planlayan insan,
bugün geldiği noktada hızla karmaşıklaşan
toplumsal ilişkiler ağını verimli ve etkin yönlendirebilen planlama yetisi oranında evrimsel dinamizme sahip, doğa ile uyumlu, sorun
çözen, başarılı bir varlık koşuluna sahiptir.
Jeolojik zamanla modern insan türünün
zamanı arasındaki görkemli fark bir yana,
insanlığın biyolojik evrim süreci ile modern
insanın kültürel evrim süreci arasındaki zamansal fark, insanın yeryüzü üzerindeki tarihsel varlığını anlamsızlaştıracak kadar etkileyicidir. Bu gerçek, ‘plancı’ biliş düzeyine
geldiğinden bu yana geleceğini denetim alma
özgüvenini kazanmış ‘ben’i edilgin (pasifist)
bir hiççiliğe (nihilizme) itmek yerine, toplumsal gerçekliğin evrimsel doğasını keşfetmek
için bir fırsat olmalıdır. Nitekim evrimin
genel karakteri, toplumsal organizmanın
doğasına yönelik ipucu sağladığı gibi içinde
bulunduğumuz insanlık durumunun ne kadar
olumsuz olursa olsun değişim zorunluluğu
içinde olduğunu bize anımsatır. Bu bilinç, ‘anı’
mutlaklaştırıp, yozlaşma dönemini aşılmaz
olarak gören karamsal siyaset psikolojisini
alt etmemizi sağlayacak potansiyel bir işleve
sahiptir. Unutulmamalıdır ki evrimle gelinen
noktada, insan doğasına ve onun bilişsel
düzeyi ile çelişen hiçbir birey ve toplum kurgusu sürdürülebilir değildir ve söz konusu
toplumsal seçilime takılmak durumundadır.
Yerküre ve canlı türlerinden edindiğimiz evrim
bilgisi ile insan toplumsallığı arasında kurmaya çalıştığımız analojik ilişki birçok kimseye
geçmiş yüzyılda düşülen bilgibilimsel (episte-
molojik) hatayı anımsatabilir. Doğal sistemler ile toplumsal sistem arasındaki doğrudan
benzeştirim, belirsizliğin egemen olduğu
toplumsal olguları mutlak doğa yasaları
arayışıyla açıklamaya çalışan belirlenimci
(determinist) bakış açısının önünü açmıştır.
Bugün aynı epistemolojik hataya düşmemek
için biyolojik evrim kuramını toplumsal olana birebir uyarlamak yerine bütünde doğal
ekolojinin bir air alt sistemi olduğunu kabul
ettiğimiz insan toplumlarının genel işleyiş
ve dönüşüm karakterini evrim kuramına referansla saptamak gerekir. Bu çerçeve, bize
‘büyük resmi’ sunacak bir etkiye sahip.
Geçmişten bugüne bir varoluş perspektifi sunan evrim kuramı, gelecek planlaması ve onun
genel kuramı açısından da somut ipuçları
vermektedir. Kuramda, organizmik değişim
önceden kestirilmesi olanaklı olmayan bir
olgudur. Rastlantısaldır ve benzer koşullar
içinde yeniden tekrarlanamaz (yinelenemezlik ilkesi). Bununla birlikte, kısa dönemli kestirilemezlik, uzun erimli bir belirsizlik koşulu
yaratsa da bu, mutlak bir bilinemezcillik durumu oluşturmaz. Ne kendini sürekli aynı formda yenileyen ve sadece değişmez yasalardan
oluşan bir sistemden ne de bütünüyle yapısız
(strüktürü/iskeleti olmayan) bir varlık duru-
Yararlanılan kaynaklar:
•
Devillers, C., Tintant, H., 2009 Evrim Kurami Üzerine Sorular, çeviren: İsmail Yerguz), İletişim Yayınları, İstanbul •
Evans, D., Selina, H., 2001 Introducing: Evolution, Icon Books Ltd: London
•
Gamlin, L., 1999 Evrim, (çeviren: Aksu Bora), Tübitak Yayınları, Ankara
•
Lockwood, C., 2008 The Human History: Where we come from and how we evolved, Natural History Museum, London
•
Miller, J., Van Loon, B., 2006 Introducing: Darwin, Icon Books Ltd: London
Dipnotlar:
1.
2.
3.
4.
5.
6.
Bilimsel kuşkuculuktan değil, cehaletten kaynaklanan bir çekimserlik hali.
Böylece, tolumbilimlerinde her dönüşümü kategorik biçimde ilerleme olarak algılayan (günümüzdeki küreselleşmeci) bakış açısının yanlışlığı, yine evrimin genel karakterinden kaynaklanır.
Totaliter ve oligarşik rejimlerin insan doğası ve toplumsal evrime olan karşıtlıkları buradan kaynaklanmaktadır. Basit toplumsal moleküllerden (sistem dokusu) karöaşık olanları yaratmak için gereksinim duyulan enerji girdisi toplumsal devrimlerdedir (bkz. Neolitik devrim, sanayi devrimi, bilişim devrimi).
Evrimsel zamanda ‘uzun vade’ tanımı birey ve toplumlar açısından deneyimlenemediğinden anlamsızdır.
Örneğin, fiziksel planlama konusunda değişen kentsel tasarım yaklaşımı olarak kentin ve onun mekansal kompozisyonunun tüm yönleri ile tasarlanmasi yerine onu oluşturan tasarım ilkeleri ve ölçümsel değişkenleri (metrik parametre) ışığında temel yapısal elemanların (yol örüntüsü, yapı düzeni ya da mülkiyet deseni) ve aralarındaki soyut ilişkisel kurallarının (genetik kodunun) saptanması. SAYI 5/6
Siyaset
mizi gerektirmez. Bununla birlikte, üstölçek
(makro) toplumsal evrim çerçevesinde insan
iradesini etkinleştirebilecek bir dizi planlama ve tasarım yöntemini zorunlu kılar.
Buna göre, madem ki makro evrim sürecinde
tüm unsurları ile tanımlı bir gelecek kestirimine (ekonomik, sosyal ya da makansal)
olanak yok, planlamanın görevi mutlak ve
ideal olanı tanımlayıp onu gerçekleştirme
çabası yerine, erişilmesi istenen son ürünün
temel
değişkenlerini
(parametrelerini)
tanımlayıp onu ortaya koyacak süreci denetlemek, güdülemektir (İng. steering). Burada
kritik olan nokta yukarıda da belirttiğimiz
üzere başlangıç koşullarını denetleyen ana
unsurları karmaşık bütün içinden seçip, bunlar
arasındaki ilişkileri belirleyen kuralları doğru
yönlendirmektir (6). Bu çerçevede planlama,
örgütçü ve yaratıcı (İng. generative) bir karaktere sahiptir.
mundan söz edilebilir. Doğanın ‘yaratıcılığı’na
yer veren gri bir bağlamı betimler evrim.
İzlenecek kesin bir yol haritasının yerini
düzeneği belli bir olasılıksal süreç tanımı alır.
Evrim sürecini tanımlayan/sınırlandıran ana
unsur, başlangıç koşulu ve moleküler yapının
ilişkisinden doğan dönüşüm kurallarıdır. Bunu
toplumsal evrime çevirdiğimizde ise geleceğin
mutlak kestirilemeyeceği ilkesi, belirsizlik ve
olasılıksallığı temel alan; dolayısıyla kendi
içinde yaratıcı esneklikler içeren bir planlama
yaklaşımını gerekli kılmaktadır. Bu anlamda
da, toplumsal düzeyde evrim analojisi, planlama düşüncesini kategorik olarak red etme-
Tüm bunlar ışığında, evrim kuramının insan
ve onun toplumsal varlığındaki karşılığı konusunda dikkate alınması gereken nokta,
insanın çevrenin belirleyici koşullarından kendini özgürleştirme eğilimidir. Alet yapımından
barınak inşasına, kentleri kurmaktan uzay
keşfine devam eden süreçte evrimin edilgen
değil, etken bir aktörü olarak yer almasıdır.
Öyle ki, bugün gelinen noktada, genom
haritasının çıkarılmasının ötesinde genleri
kontrol edebilme yetisi, insan evrimi ve onun
toplumsal yansımasını başka bir çerçevede
değerlendirmeyi gerekli hale getirmektedir.
Bu yeni çerçevede doğal ayıklamanın etkisi
diğer canlı türlerine göre sınırlıdır. Ancak bu
sınırın küresel ölçekte aşılması durumunda
insan türü açısından kritik, hatta ölümcül
bir evreye girilmiş olunacaktır. Bu nedenle,
toplumsal evrim içerisinde ‘çözüm’ bekleyen temel çelişki, insan-insan arasındaki
çelişkiden insan-doğa arasındaki çelişkiye
doğru hızla evrilmektedir (ilkinin ikincisini öncüllediğini unutmadan). Türün varlığı
açısından belirleyici olan çelişki de büyük bir
olasılıkla bu olacaktır.
Türkiyede Derin Devlet Değişimi :(F)Ergenekon
14
{
Egemen Volkan Bülbül
Türkiye’de Derin Devlet Değişimi :
}
SAYI 5/6
Siyaset
(“Henüz yargı süreci devam etmekte olan ve Ergenekon Davası olarak bilinen dava hakkındaki düşüncelerimizi
aktaracak olduğumuz bu yazıda hukuka olan saygımız ve kanunlara uyma gayretimiz sebebiyle yargı sürecine müdahalede bulunmamak amacıyla gizli bir bilgi aktarımı yapılmayıp detaylara girilmeden genel bir değerlendirme
sunulacaktır.”)
Türkiyede Derin Devlet Değişimi :(F)Ergenekon
16
Bundan 12 yıl önce, 7 Ocak 1997’de televizyonda bir belgesel yayınlanmıştı. “40 dakika” adlı bu belgeseli hazırlayanlar gazeteci yazar Can Dündar ve Celal Kazdağlı idi.
Programın konusu ise Ergenekon’du! Evet,
tam 12 yıl önce Ergenekon! 28 Şubat sürecine
gitmekte olan, şeriat taraftarı eylemlerin sık
rastlandığı, aynı zamanda Susurluk olayının
yankılarının sürdüğü bir dönemde Türkiye’de
yayınlanan bu belgeselde anlatılanlar sanırım
kimsenin dikkatini çekmedi. Ya da bir kenara
not edilip beklemeye alınmıştı. Kim bilir! 12
Eylül askeri darbesi öncesi yaşanan kanlı
olayları ve siyasi suikastları inceleyen belgeselde en fazla ilgi çeken demeç yazar ve Em.
Deniz Binbaşı Erol Mütercimler’e ait. Mütercimler şu bilgileri aktarıyor: “Em. Tümg.
Memduh Ünlütürk bana dedi ki: Benim de
üyesi bulunduğum Ergenekon, Türkiye’de
Genelkurmay’ın da hükümetin de bürokrasinin de herkesin üstünde bir örgüttür.” (1)
Belgeselin devamında da dile getirdiği ve daha
sonra bir internet sitesinde de yayımlanan
yazısında Mütercimler şunları söylüyor: “12
Mart 1971’in -askeri darbenin (muhtıranın)kudretli paşalarından Em. Tümg. Memduh
Ünlütürk bana; ‘Ergenekon yasayla falan
kurulmuş değil. 27 Mayıs darbesinden sonra
CIA, Pentagon tarafından kurdurulmuş. Bunun içindeki insanlar vatana ihanet olsun
diye hizmet etmez. ‘Biz vatanı kurtarıyoruz’
düşüncesiyle örgütün içinde yer almışlardır.’
dedi. Özellikle, ABD’de kontrgerilla eğitimi
almış olan, bu kurslardan geçmiş olan generallerin bir bölümü yeri geldiğinde bu örgüt
içinde yer alır. Ben daha başka insanlardan
Ergenekon’u araştırdığımda şunu gördüm;
içinde subaylar, emniyetçiler, profesörler,
gazeteciler, iş adamları, sıradan insanlar var.
Bugün çeteler dediğimiz bu küçük birimler var
ya işte bu birimler Ergenekon’un içinde birer
bölüm, birer parça. Adını saydığımız kişiler
(12 Eylül öncesi siyasi suikastlar düzenleyen
kişiler ) de bu Ergenekon dediğimiz üst örgüt
tarafından kullanılan tetikçiler.” (2)
Tüm bunları 1997’de dile getiren Mütercimler
bugün hala devam eden ve basın tarafından
adı “Ergenekon Soruşturması” olarak kabul
edilen soruşturma kapsamında 1 Temmuz
2008 tarihinde gözaltına alındı ve sorgusu
tamamlandıktan sonra serbest bırakıldı.
Mütercimler’in bahsettiği Em. Tümg. Memduh Ünlütürk ise 7 Nisan 1991’de İstanbul’da
(evinde) kimliği belirsiz kişiler tarafından
öldürüldü. Adı geçen belgesel görüntülerine
de Mütercimler gözaltına alınmadan birkaç ay
önce internette tesadüfen rastladım ve izleme
imkânı buldum.
Belgesel görüntülerinden ve Mütercimler’in
demecinden de anlaşılacağı üzere aslında
olay 90’lı yıllarda açıkça kamuoyu bilgisine
sunulmuş. Ortada ne Tuncay Güney var ne de
Ümraniye’de ele geçirilen el bombaları! Ergenekon örgütlenmesi diye adlandırılan bu
olayın kamuoyuna bu kadar açık bir şekilde
yansıyıp da göz ardı edilmesi şaşırtıcı!
Adı geçen iki yazarın araştırdığı ve
Mütercimler’in de ifade ettiği Ergenekon
Örgütlenmesi ile bugün davası devam eden Ergenekon Örgütü aynı mı diye düşündüğümüzde
arada çok büyük farklılıklar görülüyor. ABD ve
CIA tarafından kurulduğu söylenen (bazı bilgilere göre bu örgütün kurulması aşamasında
İngiliz İstihbarat Örgütü MI6’nın da parmağı
var) Ergenekon Örgütü hukuki bir müdahale
ile ortaya çıkarılmak ve ortadan kaldırılmak
isteniyorsa doğru kişilere ve birimlere doğru
hamleler yapılmalıdır. Ancak şimdiye kadar
yaşananlar gösteriyor ki ortada büyük bir
çelişki var. Çünkü devlet gerçekten temizlik
yapma, kendi içinde örgütlenen çetelerden
kurtulma niyetinde olduğu izlenimi vermiyor. Ayrıca bu konuda Can Dündar’ın tespiti de bir hayli ilgi çekici. Dündar: “Soğuk
Savaş döneminde Amerikalılar, Komünizm’in
yayılmasını önlemek için çeşitli Avrupa ülkelerinde, NATO bünyesinde, CIA desteğiyle
paramiliter örgütler kurmuşlardı. “Gladio”
adı taşıyan bu örgütlenmenin kadroları,
savaş sonrası işsiz kalan faşistlerle mafyaya
bulaşmış güvenlikçilerden kurulmuştu. “Artakalanlar” denilen bu Nazi artıkları, şimdi
solculara karşı tetikçilik yapacak, faili meçhul
cinayetler, bombalı sabotajlar düzenleyerek
halkın Komünizm’e düşman olmasını, rejime
bağlanmasını sağlayacaklardı. Bu faaliyet,
Avrupa’da Komünizm’in en güçlü olduğu
İtalya’da başladı ve 40 yıl sonra yine İtalya’da
ortaya çıkarıldı. Nasıl?
Cesur bir savcının, jandarmaların ölümüne
yol açan patlayıcıları, İtalyan Gizli Servisi’nin
depolarında bulmasıyla. Gerisi çorap söküğü
gibi geldi. Avrupa, “Gladio”yu ortaya çıkarıp
temizledi. Bir tek Türkiye dışında!” (3) diyor.
Ancak bu tespitlerin aksini savunan aydınlar
da yok değil. Nilgün Cerrahoğlu’nun bu
yönde yapmış olduğu araştırmalar sonucunda ortaya attığı iddialar olaya farklı bir
pencereden bakmamızı sağlıyor. Cerrahoğlu:
“NATO (1949)’dan epey önce temelleri bizzat CIA’nın kuruluşu (1947) ile atılan
“Gladio”nun, varlığının ortaya çıkabilmesi
SAYI 5/6
için, bağımsız yargının çabalarını çok aşan
bir şeyin olması, Doğu Bloku’nun düşmesi
gerekti… Kontrgerilla örgütlenmesi “Gladio”; Soğuk Savaş başlangıcında kurulmuştu
ve Soğuk Savaş bitimiyle sona erdi. “Savcılar
İtalya’da Gladio’yu çökertti!” falan… bunlar
hikaye. Beş jandarmanın yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan bir terör eylemini o yıllarda
soruşturmakta olan genç savcı Felice Casson; söz konusu eylemin failinin ifşaatları
sayesinde, “kontrgerilla”dan haberdar olan
ilk savcı oldu. Ama Casson’un da olayın gerçek çapı ve boyutlarını keşfetmesi; dönemin
Başbakanı Andreotti’nin kendisine askeri istihbarat raporlarını bizzat açmasıyla mümkün
olabildi. Takvimlerin gösterdiği yıl 1990’dı.
Andreotti başka bir deyişle raporları savcıya
“Doğu Bloku” yıkılmış olduğu için açıyor.
Ardından, “Gladio”nun varlığını İtalyan
Parlamentosu’na açıklıyor. Bunun üzerine
skandal yalnız İtalya’da değil; yağ halkaları
gibi dağıldığı Avrupa’nın tüm NATO ülkelerinde şok etkisi yaratıyor… (NATO’da bulunan) İttifak ülkeleri “Gladio”larının tamamını
kapsayan skandalı ilk elden yalanlıyor.
Ardından ilk şaşkınlıkla yapılan yalanlamanın
yalanlaması yapılıyor. Bunu takiben de; herkesin Noel tatiline girdiği “90 yılının 23 Aralık
günü, olay sessiz sedasız “devlet sırrı” şalına
sarılıyor…” (4) diyor. Cerrahoğlu ayrıca
İtalya’nın tanınmış askeri strateji uzmanı
Stefano Silvestri’nin bu yöndeki görüşüne
yer veriyor: “Stefano Silvestri’ye göre: ‘Gladio
İtalya’da sizdeki gibi asla mahkemelik olmadı.
Meşru “Gladio” operasyonları yani Gladio’nun
meşru kısmı İtalyan Hükümeti tarafından
“devlet sırrı” kapsamına alındı. Gayrimeşru
“Gladio” faaliyetleri ise sisler altında kaldı.”
(5)
Siyaset
Bu iki farklı bakış ve tespit bize; bu olayın
görüldüğü gibi bir olay olmadığını çok açık
bir şekilde gösteriyor. Bu bilgiler ışığında
Türkiye’nin yakın geçmişini de dikkate alarak
yaşananları yorumlayalım. Daha önce de
belirttiğimiz belgeselin yayınlandığı tarihten
kısa bir süre önce meydana gelen bir kaza
sonucu bir skandal ortaya çıktı. Adı Susurluk
olan bu skandalın aydınlatılmasını, devletin
çetelerden temizlenmesini isteyen ve siyasetin hukuka uygun yapılması gerektiğini savunarak yargıyı göreve çağıran kişilerin bir bölümü bugünkü davada sanık, bu düşüncesini
yaptığı eylemlerle ortaya koyan halk kesimi
ise darbeci ve çeteci konumuna düşürüldü. O
dönemde yaşananları dikkate almayıp “Bunlar
fasa fiso!” diye geçiştiren zihniyet ise bugün
bu davanın savcısı konumunda. İlginç bir
değişim bu aslında! Kurulmaya çalışılan Yeni
Dünya Düzeni için uygulanan operasyonlar bizlere nelerin nasıl “gösterilebileceğini” açıkça
anlatıyor.
2001 yılına gelindiğinde Tuncay Güney isimli
şahsın -uzmanlara göre kendisinde kişilik
bozukluğu olduğu söylenen kişinin- evinde
yapılan aramada “Ergenekon Lobi Örgütlenmesi” isimli “GİZLİ” ibareli bir belge ele
geçirildi. İstanbul 29 Ekim 1999 tarihli metin 24 sayfadan oluşuyordu. İçinde de “Ergenekon: Analiz, Yeniden Yapılanma, Yönetim
ve Geliştirme Projesi” yer alıyordu. (6)
Peki, bu şahsın evinde niçin arama yapılıyor?
Bir dönem Samanyolu televizyonunda (STV)
çalıştığı, kendisini Fetullah Gülen’in özel kalem müdürü olarak tanıttığı ve Kâğıthane’de
yaşadığı söylenen bu kişinin polis tarafından
aranmasının ve gözaltına alınmasının aslında
Ergenekon diye anılan soruşturma ile bir ilgisi
yok. Otomobil hırsızlığı ve İstanbul Kilyos’ta
bir arazi yolsuzluğu vb. birkaç suçtan dolayı
gözaltına alınıyor kendisi. Daha sonra da mahkeme tarafından bu suçlardan dolayı serbest
bırakıldığını söylüyor. Ancak İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlar Şubesi’nde
yapılan sorgusunda Türkiye’nin yaklaşık
yarım asırlık tarihinde ne olup ne bitti, devletin üst kademelerinde neler yaşandı hepsini
ayrıntısına kadar anlatıyor bu şahıs. Bu bilgilere sahip olmasını da kendisinin bir dönem
Em. Tümg. Veli Küçük’ün (davası devam eden
Ergenekon Örgütü’nün yöneticisi olduğu iddia ediliyor) yanında çalışmasına bağlıyor.
Güney, ele geçirdiğini iddia ettiği bu belgeleri
o dönem gazeteci olarak çalıştığı Akşam gazetesi Yayın Yönetmeni Behiç Kılıç’a kendisinin
götürdüğünü ancak Kılıç tarafından elindeki
belgelerin ciddiye alınmadığını söylüyor.
O dönemin Akşam gazetesinin patronu ise
tanıdık bir aile grubu: ILICAK Ailesi!
Anlattıklarıyla bir ilgisi olmayan bir suçtan
aranan kişi 6 saat boyunca neden bunları
anlatır? Bilinmiyor. Ancak üzerinde durulmayan bir konu var ortada. 2001 yılına ait olduğu
söylenen sorgu kaydının 4. kasetinde yaklaşık
45 dakikalık bölümün kayıttan silindiğini,
mahkemeye verilen kayıtta bu bölümün
bulunmadığını ve bütün ifadeyi işkence
altında verdiğini söyledi aynı şahıs. (Bu bilgiyi de TRT’de yayınlanan röportajda dile getirdi.) Kayıttan silindiği söylenen bölümde
ise “Emniyette ve MİT’te örgütlenen (F) Tipi
Cemaat Yapılanması” ve şu anda hayatta olmayan bir siyasi parti lideri ile ilgili bazı bilg-
Türkiyede Derin Devlet Değişimi :(F)Ergenekon
18
ilerin olduğunu söylüyor. Bu bölüm kayıttan
neden çıkarıldı? Bilinmiyor.
1997’de,1999’da ve 2001 yıllarında bu konu
ile ilgili yaşanan gelişmeler sebebiyle neden
harekete geçilmediğini araştırdığımızda
dönemin yetkililerinin genel olarak aynı ifadeleri kullandığını gördük: “İddialar soyut!”
“Elimizde yeterli bilgi yoktu, ama yapıyı izlemeye almıştık.” (7)
Ancak 2007 yılının haziran ayına geldiğimizde
İstanbul - Ümraniye’de bir gecekonduda
27 adet el bombası bulundu. Zaman zaman
düzenlenen çete operasyonlarından biri
gibi görünen bu olay hakkında, ülkede genel seçim süreci yaşanırken yani 9 Temmuz
2007’de, gözlerden kaçan ama çok ilginç bir
açıklama yapıldı. Dönemin Dışişleri Bakanı
aynı zamanda Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül: “Ümraniye soruşturmasını iyi takip
edin, bu olay çok büyüyecek.” (8) dedi ve bu
açıklamanın ardından davanın ilk tutuklaması
yapıldı. Bu açıklama olayın hukuki değil, siyasi olduğunu açıkça ortaya koyuyor aslında.
Çünkü henüz ortada ele geçirilen bombalar haricinde hiçbir şey yokken yetki alanı
içerisinde olmayan bir konu hakkında bir
bakan yoğun gündem içerisinde nasıl oluyor
da bu olayın çok büyüyeceğini bildiren bir
açıklama yapabiliyor? Görülüyor ki iktidar
daha ilk günden bu davada bir taraftır. Ancak devletin değil, hukukun değil, milletin
değil, başkalarının yani planı uygulayanların
tarafındadır. Her şey çok uzaklardan(!)
programlanmış gibi. Elbette bu iddiayı ortaya
atarken bazı olaylar hakkında bilgi vermekte fayda var. ABD’nin genellikle Ortadoğu
ve ülkemiz hakkında hazırladığı planlar veya
raporlar konusunda kamuoyu yaratmak gibi
uygulamalarına çok kez şahit olduk. Bazen
bilgiler gizli veya haberli olarak kamuoyuna
yansıtılabiliyor. Böylece bu bilgiler konusunda aydınlar veya bazı yetkili kişiler çeşitli iddialarda bulunabiliyor. Bunlara birkaç örnek:
Üst kademede bulunan ABD yetkilileri ile bazı
think-tank kuruluşlarınca yapılan “Türk ordusu hizadan çıktı!” tespitlerinden bir süre
sonra Ergenekon diye adlandırılan operasyonun başlaması ve ABD’nin TSK içindeki yapıyı
kendine göre yorumlayarak Gladio örgütlenmesini Emniyet’e kaydırma kararı alması savı.
Diğer bir örnek ise; 2 Ekim 2006 tarihinde
ABD Başkanı Bush ile Başbakan Erdoğan’ın
yapmış olduğu görüşmede Türkiye’deki ABD
karşıtlığı konusu görüşülmüş ve bir gün sonra ABD Büyükelçisi Ross Wilson bu konuda
basın toplantısı yapmıştır. Wilson toplantıda:
“Duyulan ve görülen bu siyasi gürültü içinde
ordu (TSK) mensuplarının da aralarında
bulunduğu bir dizi şahsiyetin katıldığı siyasi
faaliyetler dikkatimi çekmeye devam ediyor.”
demiştir. Operasyonun kendi personeliyle
yakın ilişkisi bulunan TSK’nin gözlem altında
tutulduğu ve hedeflerden biri olduğu buradan
anlaşılmaktadır.
Türkiye gündeminin vazgeçilmez konusu olan
dava ile ilgili olarak 1 Temmuz 2008’de bu
davanın şimdiye kadarki en önemli gelişmesi
yaşandı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir
kuvvet komutanı (orgeneral) “terörle mücadele” kapsamında “terör örgütü üyesi olma”
suçundan gözaltına alındı. Gözaltına alınan
Em. Org. Şener Eruygur (Jandarma Eski Genel
Komutanı) ve Em. Org. Hurşit Tolon (Ege Ordu
Eski Komutanı) daha sonra tutuklanınca ve ilerleyen tarihlerde de MGK Eski Genel Sekreteri
Em. Org. Tuncer Kılınç ve Em. Org. Kemal Yavuz,
Em. Tümg. Erdal Şenel gibi üst düzey paşalar
gözaltına alınınca Ergenekon Operasyonu’nun
TSK’yi yıpratma amacı taşıdığı düşüncesi
iyice hakim olmaya başladı kamuoyunda.
Gözaltına alınan birçok emekli askerin ABD
ve AKP karşıtı kimliklere sahip olmaları davaya ayrı bir anlam kazandırmıştı artık. Bu
noktada ilginç bir gelişme yaşandı. Em. Org.
Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı
döneminde tutuklanan Hurşit Tolon ve Şener
Eruygur’un maruz kaldığı uygulamalara karşı
TSK tarafından yeterince sahiplenilmediği
düşünülüyordu. Ancak ağustos ayında Genelkurmay Başkanlığı görevini devralan Org.
İlker Başbuğ kısa süre içerisinde Kocaeli’de
tutuklu bulunan bu iki paşayı “TSK adına” ziyaret etmesi amacıyla bir korgenerali görevlendirdi. Bu ziyaret Genelkurmay Başkanlığı
internet sitesinde duyuruldu ve ziyaretin TSK
adına yapıldığı önemle vurgulandı. Bu durum TSK’de Ergenekon davasına olan bakış
açısında bir değişiklik oluştuğunu da ortaya
koydu. Bugüne kadar sadece davanın seyri konusunda yapılanlara karşı usul uyarısı yapan
Genelkurmay, askeri darbe konusunda “TSK
bünyesinde demokrasiye, demokratik rejime
ve hukuk devletine bağlı ve saygılı olmayan
hiç kimse barınamaz!” (9) diyerek mevcut
darbe tartışmalarına bakışını da gösterdi. Genel anlamda dava hakkında net bir görüşün
belirtilmemesinin sebebi de TSK’nin; hukukun
zarar görmemesi ve davanın adil bir şekilde
seyri açısından kanunlara uyma gayreti konusunda gösterdiği titizlik olabilir.
Yaşanan bu önemli olayların ardından
geçtiğimiz aylarda Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz
ve Erdal Şenel gibi emekli paşaların gözaltına
alınmasından hemen sonra Genelkurmay
Başkanı Org. İlker Başbuğ ile Başbakan Recep
SAYI 5/6
Siyaset
Tayyip Erdoğan arasında acil ve içeriği tam
olarak açıklanmayan bir görüşme gerçekleşti.
Bu görüşmeden birkaç gün sonra da bu üç paşa
serbest bırakıldı. Kimisi tutuksuz yargılanan
kimisi tedavi amacıyla GATA’ya sevk edilen
paşaları düşündüğümüzde şu anda tutuklu
bulunan emekli yüksek rütbeli asker bulunmamakta diyebiliriz.
dış politikasında iki büyük başarısızlık
sergilemiş olması ilginç bir rastlantı! (NATO
Genel Sekreterliği konusunda yaşanan kriz,
Ermenistan İlişkileri dolayısıyla Azerbaycan
ile yaşanan gerginlik.)
Bu döneme kadar yaşananları detaylara girmeden genel hatlarıyla aktarmaya çalıştık.
Davanın cevaplanması zor sorular içerisinde
boğulması yorum yapmayı zorlaştırsa da
davanın odak noktası yapılmaya çalışılan Kemalistlerin bu aşamada bir adım öteyi görmesi,
davayı iyi ve doğru bir şekilde tahlil etmesi ve
yolunu ona göre çizmesi gerekir. Bu bağlamda
davanın ve şimdiye kadar yaşananların ortaya
çıkardığı fotoğrafı dikkatlice okumak gerekir.
Davanın temel dayanaklarından
birisi olan “58. ve 59. hükümete yönelik darbe
girişimi” iddiası kesinlikle kabul edilebilecek
bir durum değildir. 21.yy Türkiyesi çağdaş
demokrasinin ve cumhuriyetimizin gelişimine
yönelik müdahaleleri reddetmelidir. Yakın zamanda bir asırı devirecek olan cumhuriyetimiz
mevcut durumdaki tehlikeleri ancak demokratik yollarla ber-taraf edebilir ve bu şekilde
daha da güçlenir. Yaklaşık son 30 yıldır devrimin ruhuna aykırı zihniyet mensubu kişiler
tarafından yönetilen ülkemizde girişilecek
bir anti-demokratik müdahale, karşı devrim
sürecini ve yandaşlarını güçlendirmektedir
ve güçlendirecektir de. Unutmamak gerekir ki
ağaçlar budandıkça daha gür çıkar. Tarihimiz
bu örneklerle doludur.
Emekli paşaların bir kısmının GATA’ya sevk
edilmesi ve bir kısmının tutuksuz yargılanmak
üzere serbest bırakılması ABD’de yaşayan
bir cemaat liderinin dikkatini çekmiş ve kendisi üzüntü duymuş olmalı ki: ‘’Bu işte bir
GATA-kulli var. Ergenekon beklediğimiz gibi
olmadı.’’ (10) deme gereği duydu.
Ne bekleniyordu?
Bu dava bu cemaati neden ilgilendiriyor?
Bu soruların cevabı aslında davanın içinde
saklı.
2009 yılının Ağustos ayına gelindiğinde
yaklaşık 100 duruşması yapılan Ergenekon
davasının 2. iddianamesi de açıklandı ve
yargılama süreci başladı. Aynı günlerde ise
3. iddianame hazırlandı ve mahkemeye teslim edildi. Bu dava kapsamında şu ana kadar
yapılan bütün gözaltı operasyonları Türkiye
gündeminde AKP’nin zor durumda kaldığı,
gizlice uygulamaya çalıştığı bazı politikaların
olduğu dönemlerde yapıldı. Son olarak 12.
dalga diye anılan aşamada Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği yöneticileri ve 3’ü eski olmak üzere 5 rektör gözaltına alınıp bu kişilerin
4’ü tutuklandı. Sağlık sorunları sebebiyle de
3’ü tahliye edildi. 12. dalga diye bilinen bu
operasyonun yapıldığı dönemde Türkiye’nin
Her ne kadar da yasalardan kaynaklanan
uyumsuzluk ve boşluklar sebebiyle varlığı
meşru gibi görünen ama eylemleri ve söylemleriyle anayasaya, devrime ve kanunlara
aykırı olduğu ispatlanan partiler tarafından
yönetilsek de bu durumdan ancak demokratik
yöntemlerle kurtulabiliriz. Aksi halde yapılan
her müdahale bağımsız bir şekilde örgütlenmeye çalışan ve gücünü sadece Anadolu’dan
alan genç Kemalistlerin önünü kesmektedir. Onlar bu düzenin yeni aktörleri, yeni
kuklaları olmayacaktır. Kafalarında bu düzeni
değiştirme ve hakça bir düzen kurma fikri
vardır. Bunun yolu da yapılan devrimin ruhuna bağlı kalarak demokrasinin gerekleriyle
birlikte hareket etmekten geçmektedir.
Ülkemiz bugün, sivil darbecilerin, askeri
darbe yapmayı planladığı söylenen kişileri
yargıladığı bir süreçten geçmektedir. İki
planın mağduru da milletimiz yani bizler oluyoruz. Devrimi ve cumhuriyeti askeri darbe
ile korumayı amaçladıkları söylenen kişiler
bugün karşı devrimci, sivil darbeci yöneticiler
tarafından “Ergenekon Örgütü” üyesi olma
sebebiyle sorguya çekiliyor. Bu durumdan demokrasimiz de cumhuriyetimiz de hukukumuz
da siyasetimiz de zararlı çıkacaktır. Çünkü
TSK’nin darbe geleneğinden uzaklaştırılması
adı altında kendi iç dinamiklerinden
arındırılıp halkın gözünde önemsizleştirilerek
güçsüz kılınması amaçlanmaktadır. TSK’nin,
21.yy’nin çağdaş ve demokratik Türkiye devletinin ordusu olması temel amaçtır ancak
bugün yapılanlar bu amaç adı altında TSK’yi
bir işgal operasyonudur. Nitekim demokratik gibi gösterilen hamleler anti-demokrat
oluşumlar ve yönetimler tarafından yapılmaya
çalışılmaktadır.
Ergenekon davası yıllarca sürse de ülkemiz ve
milletimiz lehine sonuçlanma ihtimali düşük
bir davadır. Çünkü Türkiye’nin temiz eller
operasyonu gibi gösterilen bu dava kirli eller
tarafından yürütülmektedir ve hukuku değil,
siyaseti rehber almaktadır. Bugüne kadar
Türkiyede Derin Devlet Değişimi :(F)Ergenekon
yaşananlar bu davanın, iktidar muhaliflerini
sindirme ve baskı rejimi kurma politikalarının
bir ürünü olduğunu gösteriyor.
20
Kabul gören bir gerçek var ki Türkiye’de
gayri resmi güç odakları vardır. Bunlar da
ülke yararına değil (dolaylı olarak) aleyhine
hizmet etmektedir. Memduh Ünlütürk’ün de
dile getirdiği üzere ABD ve bazı müttefikleri
tarafından yönlendirilen yapılanmalar kontrol altında tutulup vatana hizmet ediyor
görüntüsü veriliyor. Toplumun büyük bir kısmı
da gelişen olayların ve bu tür yapılanmaların
ayrıntılarını bilmeden bunu “derin devlet”
diye tarif edip hukuka değil kendi kanunlarına
göre işleyen bu yapıya çok da karşı çıkmıyor.
Çünkü devletin bu organa ihtiyacı olduğu
düşünülüyor. Hâlbuki demokratik bir hukuk
devletinde derin devlet yapısına yer yoktur.
Çağdaş demokrasiler bu tür yapılanmaları kabul edemez.
Ülkede birçok askeri müdahalenin (kimilerine göre 1960 askeri müdahalesi de dahil
olmak üzere), faili meçhul cinayetlerin ve
ayaklanmaların da adı geçen örgütlenme
tarafından tezgahlandığı iddia ediliyor. Bu iddia doğru da olabilir! Çünkü ülkenin istikrarsız
bir yapıya sürüklenmesi ve toplumun sürekli
tedirgin bir şekilde yaşaması o ülkeyi hep dış
yardıma muhtaç kılar. Emperyalist ülkeler de
her an bu yardımı(!) yapmaya hazır bir şekilde
beklemektedir. ABD tarafından kontrol edilen güç odakları da bu tür eylemleri kendi
gerekçeleriyle gerçekleştirip küçük amaçlar
peşinden koşarken öte yandan büyük bir oyunun parçası olmuşlardır ve olmaya da devam
ediyorlar. Aslında ortaya çıkarılması gereken
ama bir türlü çıkarılması bazıları tarafından
istenmeyen yapılanma ABD’nin soğuk savaş
döneminde NATO ülkelerinde kurduğu Gladio
yapılanmasıdır. Kimilerine göre; Avrupa’da
bazı ülkeler bu Gladio yapılanmasını çökertti
veya etkinliğini ortadan kaldırdı. Ancak her
ne olursa olsun, Türkiye’ye biçilen görev
henüz tamamlanmamış olacak ki ortaya çıkan
bu tabloda Gladio örgütünü ve dolayısıyla
hukuk dışı faaliyet gösteren yapılanmaları
çökertecek bir gelişmeden söz etmek mümkün değil. Türkiye’yi istikrarsız bir ortama
sürükleyen, bir dönem başbakanlara suikastlar düzenleyen, darbelere ortam hazırlayan,
darbeler yapan, gazetecilerimizi öldüren, dış
politikalarımızın yönlendirilmesini etkileyen
yapılanma budur. Yani Türkiye’nin derin devleti bir Gladio parçasıdır.
Bugün Türkiye’de yapılan Ergenekon Operasyonu da bir “derin devlet değişimidir.” Bu
operasyon üst kademede ABD tarafından
yürütülmektedir. Gladio bu ülkeden sökülüp
atılmıyor, sadece ekip değiştiriliyor. Çünkü
dünyanın değişen yapısı birçok ülkedeki ABD
işbirlikçisi, tetikçisi veya genel olarak taşeronu
olan ekiplerin de değiştirilmesi gereğini ortaya çıkardı. ABD için artık bir komünizm tehlikesi olmadığından Türkiye’de bir dönem el
altından destekleyip yönettiği aşırı milliyetçi,
anti-komünist, ülkücü yapılanmalara da ihti-
KAYNAKLAR
(1) 40 Dakika adlı belgesel / Dündar C. , Kazdağlı C.
(2) 40 Dakika adlı belgesel / Dündar C. , Kazdağlı C.
(3) Dündar.C, Ergenekon, Milliyet Gazetesi, 28 Ocak 2008
(4) Cerrahoğlu N. Ergenekon’a İtalya Kılavuzu (VI), Cumhuriyet Gazetesi, 30 Nisan 2009
(5) Cerrahoğlu N. Ergenekon’a İtalya Kılavuzu (VI), Cumhuriyet Gazetesi, 30 Nisan 2009
(6) Tempo Dergisi, Ergenekon Rehberi Eki, Syf:5
(7) Tempo Dergisi, Ergenekon Rehberi Eki, Syf:4
(8) Aydınlık Dergisi, Sayı:1096, Syf: 8
(9) Cumhuriyet Gazetesi, Syf:6, 30 Nisan 2009
(10) Övür M.,Sabah Gazetesi, 6 Mart 2009
(11) Bila H., CHP(1919-2009), Doğan Kitap, Syf:17
yaç yok. Yeni plan; Ortadoğu, Kuzey Afrika ve
Kafkasya’yı kontrol altında tutma ve politikalarda yenilemeye gitme planı olduğundan
artık yeni bir ekibe ihtiyaç vardır. Bu planın
Türkiye’deki uygulayıcısı ise ‘’F Cemaati’’ ve
dolaylı olarak siyasi iktidardır. Namuslu ve
adil Türk yargısı ise bu duruma alet edilmektedir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi değişmekte
olan derin devlet yapısı ABD tarafından
“F Cemaatine” teslim edilmektedir. Yani
yıllardır emniyette, MİT’te ve bir nebze
TSK’de oluşturulan bu cemaatçi yapılanmanın
Türkiye’nin Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ne uygun yeni derin devleti olması planlanıyor.
İşte bugünkü iktidar da bu aşamada devreye
girmektedir. Artık siyasi amaç taşıdığı ortaya
çıkan bu dava ile TSK’de, emniyette, medyada,
üniversitelerde, iş dünyasında ve sivil toplum
örgütlerinde yani her yerde kendisine muhalif
olan kişileri bu davaya dahil edip baskı altına
almayı hatta ortadan kaldırmayı hedefliyor.
Toplumun her kesiminden kendisine muhalif
olan kişileri ilgili veya ilgisiz olarak bir araya
toplayıp yasa dışı uygulamalarla özel ve tüzel
kişilikleri zedeleyici politikalarla bu kişileri
toplum gözünde karalamaya ve sindirmeye
çalışmaktadır.
Bu aşamada ortaya çıkan sonuç, Ergenekon
davasında yargılanan bütün sanıkların suçsuz olduğu değildir. Bize göre hiç kimse şu
aşamada ne suçludur ne de suçsuzdur. Hukuka güvenmeliyiz, kararı beklemeliyiz. Daha
SAYI 5/6
Siyaset
önce de dile getirdiğimiz gibi uzun bir zaman
sürecek olan bu dava her ne kadar hukuka uygun olarak devam etmese de ve çıkacak olan
sonucun hukuki bir sonuç olacağından kuşku
duysak da yargı makamını etkileyecek bir
davranıştan kaçınmalıyız. Savunmamız gereken tek fikir; hukukun gereklerinin yerine getirilmesidir. Tek isteğimiz yargının bağımsız
bir şekilde baskı altında ve yönlendirmelere
maruz kalmadan kanunları uygulamasıdır. Hukuk bir gün herkese lazım olacaktır. Sürmekte
olan bir davada taraf olmak ve davanın adil bir
şekilde seyrine müdahalede bulunmak hukuk
anlayışımızı ve demokrasi anlayışımızı zedeler. Bu amaçla hiç kimse ne savunulmalıdır ne
de suçlanmalıdır.
bakmalıyız bu fotoğraflara. Kendimizi çemberin içinde tuttuğumuz sürece daralan çemberde yok olup gideriz.
Mustafa Kemal’in milli mücadele döneminde
Yunus Nadi’ye söylediği şu sözler aklımızdan
bir an olsun çıkmasın: “Zamanımızda her
şeyin meşru ve kanuna uygun olması gerekir. Girişilecek her hareketin halkın kararına
dayanması ve halkın isteğini belirtmesi
şarttır.” (11)
Bugün görülmesi gereken tablo; Tam
Bağımsız Türkiye idealini gerçekleştirmek için
önümüzde duran veya önümüze çıkacak olan
engelleri ancak bağımsız bir yargı, bağımsız
bir ordu, bağımsız bir meclis ve bağımsız
bir iktidar aracılığıyla ortaya koyabilecek
oluşumuzdur. Buna inanarak yaşanan bütün
olayları günlük siyasi çekişmelerin penceresinden yorumlamaktan kaçınıp kişisellikten
uzak tutmalıyız. İktidara veya genel olarak
bu düzene muhalif olan her kişi hayalini
kurduğumuz “Tam Bağımsız Türkiye” idealine
giden yolda demokrasiye, cumhuriyete ve
ilkelere bizimle aynı hassasiyeti göstermiyor
olabilir. Bu, dikkat edilmesi gereken bir husustur. Unutmamak gerekir ki Kemalist gençlik bu Anadolu topraklarının üzerine serpilmiş
esaret örtüsünü kaldıracak ve insanlarımızın
hür ve adil bir düzende yaşamasını sağlayacak
olan bir ekiptir, bir gruptur, bir kadrodur.
Hata yapma lüksümüz yoktur. Ufkun ilerisini görmeye çalışarak çemberlerin dışından
Halk için en iyisini devlet için en iyisini sadece
ve sadece özgür beyinler ortaya koyacaktır!
Türk Devriminin Yapısal Temelleri (I) | Felsefi temelleri
TÜRK DEVRİMİNİN YAPISAL
TEMELLERİ-1
22
{
“FELSEFİ TEMELLERİ”
Hasan Gürkan
{
}
illüstrasyon:meriç canatan
}
SAYI 5/6
Tarih
20. Yüzyıla büyük damgasını vurmuş, tarihin
seyrini değiştirmiş ve çağcıllarının aksine
dünyaya bambaşka bir yol sunmuş olan Türk
devriminin düşünsel ve pratik yönünü iyi irdelememiz gerekir. Dergimizin bu sayısında ilk
olarak “Türk devriminin felsefi temelleri”ni
ve daha sonraki sayısında ise “uygulamadaki
temelleri”ni mümkün olduğunca ortaya koymaya çalışacağım.
dogmalarla düşünen-yönetilen bir toplum
değil, bilimi ve aklı temel alan bir toplum ve
kurumsal yapı yaratma işlemiydi.
Artık bilginin kaynağını dogmalar ya da ilahi
altyapılar sağlamıyor, bilimsel akıl ve gerçeklikler sağlıyordu. 20. Yüzyılın başlarında
gerçekleştirdiğimiz devrim işte bu doğrultuda
yön buluyordu.
Dünyada her insan davranışının bir ötesinde
dimağda oluşan düşünce safhası mevcuttur. Gerek fert hayatında gerekse toplum
hayatında zuhur eden(ortaya çıkan) his,
hareket, davranış ve olayların temelinde
hep bu düşünce safhası yer almıştır. İnsanı
diğer canlılardan ayıran özelliklerden birisi
de devamlı olarak fikir veya düşünce üretmesidir. Bu soyut zenginlik diğer canlılarda
yoktur. Düşüncenin değeri, büyüklüğü insan
hayatında doğurduğu müspet sonucuyla ortaya çıkar. İnsanlara istikamet kazandıran
büyük kültür değişmelerinin oluşumunda,
büyük tarihi olayların ortaya çıkışında etkili olan fikirlerin sahiplerine fikir adamı,
düşünür veya filozof denir. Fikrin etki gücü
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunda
da görülmüştür. Osmanlı Devleti yıkıldıktan
sonra, yapılan Kurtuluş Savaşı ve kurulan
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yıllar boyu
Atatürk’ün belleğinde doğup gelişen düşünce
projesinin ürünüdür. (1)
Türk devrimini de bu bağlamda değerlendirmek
gerekir. Türk devrimi, her alanda büyük bir
epistemolojik kopmaydı. Yani, Türk toplumunun düşünsel mekanizmasının değişmesi,
1933 yılında Almanya’dan ayrılan ve Türkiye’ye
davet edilen bir öğretim üyesi olan Prof. Dr.
Ernist Hirsch’in de bahsettiği “La Turquie Kemaliste” adlı dergide belirtildiği gibi “Türkiye
Cumhuriyeti’nin hedefi, teokratik bir devlet
olmaktan çıkarak, bunun ilerisinde demokrasi
olmaktır, dolayısıyla Türk devrimi, mevcut
çağdaş tüm büyük hareketlerin içerisinde en
ileri olanıdır.” (2)
Türk devrimi Ortaçağ zihniyetini tüm
unsurlarıyla birlikte ortadan kaldırmak
düşüncesindedir. Bunun için bireyin “kul”
düşüncesi terk edilip düşünen, araştıransorgulayan ve eleştirebilen bir “yurttaş” bilinci yerleştirilmeye çalışılmıştır. Çünkü amaç
uygar dünyanın özelliklerini tüm gerekleriyle
birlikte yerine getirmek ve “çağdaş uygarlıklar
düzeyinin üzerine çıkmak”tır.
17. Yüzyılın önemli düşünürlerinden Descartes da eleştirip sorgulayabilmenin önemini
şu cümlelerle ortaya koymuştur:
Elbette insanın kendini yönlendirebilmesi için
gözlerini ya da diğer organlarını kullanması
kuşkusuz gözü kapalı olarak başkalarının
ardından sürüklenmesinden çok daha iyidir.
Ancak kapalı gözlerle kendini yönlendirme
ve yönetmeye çalışmaktansa, gözü açık
başkalarının ardından gitmek iyi olacaktır.(3)
Peki ya insan (ya da toplum) kendi gözünü
ve diğer duyu organlarını başkalarının kontrolüne vermişse? Oysaki Descartes yukarıdaki
ifadelerinden hemen önce çok daha önemli
ifadelerde bulunup hedefi ne kadar büyük tutuyor.
Descartes, bir ulusun bireyleri felsefeyle ne
denli içli dışlı olursa o ulusun o denli uygar ve
ince ruhlu olacağını, böylece bir devlette var
olabilecek en büyük nimetin o devlette gerçek
filozofların bulunması olacağını söylüyor.*
Ancak, ülkemizi göz önüne alıp “aydın” ya
da “entelektüel” olmanın ölçütünün; bir
ulusun kutsal değerleri sayılan, atalarına,
bayrağına, vatanına, ordusuna sövmek
olduğu ve bunların birer erdem sayıldığı
düşünüldüğünde durumun ne kadar trajik bir
halde olduğunu belirtmiş oluruz.
Bir de bu çevrelerin dillerinden düşürmediği
bir kavram var ki bunun gerçekten açıklanmaya
ihtiyacı var. Çünkü bu çevreler sözde bilimsel
dil kullanarak, bilimsel kavramları siyasal ideolojilerini meşrulaştırma ya da ideolojilerinin
nesnel ve rasyonel temelleri ve gerçekliği
olduğu varmışçasına bunları bir araç olarak
kullanma eğilimindedirler. Böyle davranmakla; bilimi ve bilim felsefesini, kendi ideolojilerinin güdümüne sokmaya çalışmaktan başka
bir şey yapmamış olurlar. Oysaki felsefenin
ve bilimin, ideolojilerin güdümüne girmesinden söz etmek büyük bir cehalet örneğinden
başka bir şey olamaz. Çünkü, felsefe ve bilim
Türk Devriminin Yapısal Temelleri (I) | Felsefi temelleri
24
ideolojilere ancak yol gösterebilir, rehberlik
edebilir; onların güdümüne giremez.
İşte bu çevrelerin kullandığı ya da bazı zamanlar arkasına sığınmak zorunda kaldığı ”paradigma” kavramı bilim felsefesinde ve bilim
dünyasında önemli bir yere sahiptir. Thomas
Khun, paradigma kavramını bilim adamları
topluluğunun bilimsel konular karşısındaki
yaklaşımları olarak ifade etmektedir.
Bilimsel gelişmeleri belirleyen, yöneten,
rotasını çizen işte bu paradigmalardır.
Bilimsel devrimler gibi siyasal devrimleri
de ortaya çıkaran dönemin mevcut siyasal
paradigmalarıdır. Ne de olsa gerek siyasal
gerekse de sosyolojik olayları o dönemin
koşulları itibariyle incelemek gerekir.
Siyasi devrimleri başlatan etken, var olan
kurumların, bir ölçüde zaten kendi eserleri
olan ortamın sorunları karşısında giderek
yetersiz kaldıklarının artan ölçüde hissedilir
hale gelmesidir ve bu çoğunlukla siyasanın
bir kesimine kısıtlı kalan bir bilinçtir. Bilimsel devrimler de buna çok benzer bir şekilde
yani, eldeki paradigmanın araştırmayı zaten kendisinin odaklanmış olduğu bir doğa
parçasını incelemek için gerekli işlevi artık
yapmadığının artan ölçüde hissedilmesiyle başlar ve bu teşhis, gene, bilimsel
camianın belli bir kesimine sınırlı kalır. Gerek siyasi gerek bilimsel gelişmede devrimin
önkoşulu, düzenin bunalıma varan ölçüde
işlerliğini yitirdiğini haber veren belirtilerin
algılanmasıdır.(4)
Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinde
aktardığı şu bilgi Khun’un bahsettiği siyasal
devrimleri başlatan etkeni göstermesi, Mustafa Kemal önderliğinde Türk devriminin çıkış
noktasını anlatması ve Gençliğe Hitabe’de de
anlatılan içinde bulunulan o dönemki durumun imkân ve şeraitini göstermesi bakımından
önemlidir:
“19’uncu asırda en büyük savaşımız 1877-78
Türkiye-Rusya harbi olmuştu. Ruslar İstanbul
kapılarına kadar gelmişlerdi. Mustafa Kemal henüz doğmamıştı. Fakat Manastır asker lisesinde o yıkıcı bozgunun sebeplerini
öğrenmeye büyük önem vermiş idi. Manastır
çevresinde Sırp ve Bulgar çeteleri dağa
çıkmakta, Türk köylerini basmakta idiler. Mustafa Kemal’in içine ilk defa bu lisede vatan
kaygısı çöktü.”(5)
Atatürk’ün
önderliğinde
Türkiye’de
çağdaşlaşma atılımlarının gerçekleştirildiği
dönemde, Avrupa’nın birçok ülkesinde tarihin en koyu diktatörlükleri hüküm sürüyordu. Atatürk, Marksist-Leninist diktaya heves
etmediği gibi, Mussolini faşizminin ve Hitler
Nazizmi’nin cazibesine de kapılmamıştır;
bu ideolojilerin temelden yanlış olduğunu
görmüştür.
Hasan Rıza Soyak’ın “Atatürk’ten Hâtıralar”
adlı eserinde anlattığına göre, CHP Genel
Sekreteri Recep Peker, İtalya ve Almanya’yı
inceledikten sonra, bu ülkelerdeki gibiüniformalı gençlik teşkilâtı dahil-to taliter
bir tek parti düzeni kurulmasını öngören bir
parti tüzüğü ve programı taslağı hazırlamıştı.
Atatürk bu düşünceleri derhal reddetmiş ve şu
tepkiyi göstermişti: “Bu ne sakat düşüncedir,
bu nasıl zihniyettir? Görülüyor ki varmak
istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar
tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değildir.
(6)
Atatürk böyle bir dönemde yani Batılı devletler silahlanma yarışı ve faşist düşünceler
içerisindeyken barış temelli politikalarıyla,
hem içeride hem dışarıda dönemin büyük
bir paradigmasını yıkmış ve kendi dünya
görüşünün ve Türk devriminin temellerini
ortaya koymuştur. Özgünlüğü kendi kendine
benzemesinden gelen bu devrimin pratik ve
pragmatik yönünü şöyle örneklendirebiliriz:
-
Teorinin pratiğe uyarlanması ve
bunu yaparken odağında insan olması ve
toplumla birlikte eyleme dökmesi. Buna
verilebilecek en iyi örneklerden biri, Ulusal
Kurtuluş Savaşı’nı milletin azim ve kararına
dayanarak Büyük Millet Meclisi ile yürütmesidir.
Harf devriminde de yurdu karış karış gezerek
yurttaşlarla iç içe yeni harfleri ve bunların
önemini anlatması bir diğer örnek olarak verilebilir.
Türk devriminin mihenk taşlarından biri
de işte bu Harf devrimini gerçekleştirmesi
olmuştur. M. Kemal’in harf devrimi için “ya üç
ayda olur ya olmaz” gibi büyük bir kararlılıkla
gerçekleştirdiği bu konu devrimin temel
noktalarından birini temsil eder. Çünkü,
“… Latin alfabesini öğrenip eskisini unutmak
suretiyle geçmiş unutulabilecek ve yalnız yeni
Latin harfli Türkçe’de ifade edilen fikirlere
açık yeni bir kuşak yetiştirilecekti.” (7)
SAYI 5/6
Tarih
Bu kuşak da devrimleri, Atatürk’ün “bütün
ümidim” dediği, devingen bir yapıya sahip
Türk gençliğiyle geleceğe taşıyacaktı.
Osmanlı’yı koruma çabası arka planda farklı
hareketlere, düşüncelere ve topluluklara karşı
olumsuz çağrışımları da örgütlüyordu. Mustafa Kemal tarafından başlatılan devrim, bu
korumacılık düşüncesinden değil, yepyeni bir
toplum ve ülke tasarımı düşüncesiyle hareket
etmekteydi. (9)
Türk devriminin felsefesini yansıtan en
önemli göstergelerinden birisi de Atatürk’ün
“Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.”(8) sözünde yatmaktadır.
Türk devrimi, odağında insan olan ve
insanlığın yüce erdemlerini içerisinde
barındıran hümanist bir yaklaşımla olguları
değerlendirmektedir. 1. Dönem Adalet
Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un Cumhuriyet
Savcılarına söylediği şu sözler, gerçeği gözler
önüne sermektedir:
“ Cumhuriyet Savcıları! Meriç kıyılarında çalışan
Türk köylüsünün kaybolan sapanından tutunuz da, bu yurtta yaşayanların uğrayacakları en
ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının
ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından siz sorumlusunuz.”
Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı
Devletinin bir devamı olduğunu ifade edenlerin, modern Türkiye Cumhuriyetini temsil eden
bu sözle Osmanlı’yla varsayılan bağı, yapısal
ya da içeriksel karşıtlık bu denli ortadayken
nasıl açıklayabilirler?
Osmanlı’nın
son
döneminde
siyasal hareketlerin en belirgin özelliği
korumacılık olmuştur. Toprak birliği ve
Bunun için, “sürekli değişim” ilkesi
esas alınmıştır. Çünkü Yunanlı filozof
Herakleitos’un da dediği gibi evrende her
şey bir akış ve değişim içerisindedir. “İnsan
aynı suya iki kez giremez.” sözü evrende ve
doğadaki değişimin gerçekçi bir tasvirini
yapmaktadır.
Türk devrimi de gerek düşünsel gerekse de eylemsel anlamda korumacı değil ilerlemeci bir
forma sahipti. Nitekim Atatürk’ün; “Tutuculuk
mu? Asla! Sürekli değişim zorunluluğunda
olan evrende bir şeyi korumak nasıl mümkün olur? Konservatörler(muhafazakarlar),
o adamlar ki nehrin suyunu ellerinde tutmak
isterler. Onların parmaklarında bir parça
çamurdan başka şey kalmaz. Tutucu değilim.
Çünkü eskimiş ve kırılmış bir alemi muhafaza
edemem.”(10) sözleri bunu göstermektedir.
bir özellik kazandıran düşünce de kendisine bir hedef çizmesidir. “Kemalist erek”
diyebileceğimiz bu hedefler bütününün
yöntemini belirleyen de yine rasyonel akıl
olacaktır. Ortaçağ zihniyetine karşı çıkan ve
yıkan, bunu yaparken de “kararlılık” ilkesinden asla taviz vermeyen Mustafa Kemal’in
“sürekli devrimcilik” anlayışı Türk devriminin
1938 sonrası gerilemeye ve karşı devrime izin
veren bugünkü köhnemiş yapıyı ve bunun tüm
unsurlarını tarihin karanlık sayfalarına gömmeyi başaracaktır.
Ve şunu açıkça görmekteyiz ki;
Atatürk’ün çağdaşı olan bütün ideolojiler
çağdışı kaldı, liderlerinin heykelleri dahi
yıkıldı.(11) Temelleri büyük bir düşünsel
zenginliğe dayanan Türk devrimi ise; yarım
asrı geçen uluslar arası destekli karşı devrim
çalışmalarına ve uygulamalarına rağmen her
alanda geçerliliğini ortaya koymakta, çağın
gereklerine uygun olarak kendisini yenilemekte ve geleceğe taşımaktadır. Türk devrimi, 21.
Yüzyılda da, oluşan yeni ortam ve koşullarda
Türkiye Cumhuriyetinin itici ve biçimlendirici
gücü olacaktır. Bunu görebilmek için devrimin
özüne bakmak yeterli olacaktır.
Atatürk’ün bu sözleri Yunanlı filozof
Herakleitos’a güzel bir atıf olarak da kabul
edilebilir.
Türk devrimine tüm varoluşuyla birlikte
KAYNAKÇA:
1)
2)
3)
4)
5)
6)
7)
8)
9)
10)
11)
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi, syf. 202, cilt 2, Ankara,2008
Hirsch, Ernst. Anılarım, Syf. 292, Tübitak, Ankara, 2005
Descartes, Rene. Felsefenin İlkeleri, syf. 33, Say Yayınları, İstanbul,2004
Khun, Thomas. Bilimsel Devrimlerin Yapısı, syf. 156, Alan Yayınları, 2003
Atay, Falih Rıfkı. Çankaya, syf. 23, Pozitif Yayınları, İstanbul
Feyzioğlu, Turhan. Türk Milli Mücadelesinin ve Atatürkçülüğün Temel İlkelerinden Biri Olarak Millet Egemenliği, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, sayı. 3, cilt.1
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, a.g.e syf. 114
İmer,Cihat. Atatürk’ten Seçme Sözler, syf. 57, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993
Fisunoğlu, Mahir. Cumhuriyet Döneminde Anadolu Aydınlanması, Kemalist Öğreti Dergisi, syf.6, sayı 12
Atatürk, Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi, syf. 601, Ankara, 2002
Can, Aydın. Atatürk, Çağdaşlaşma ve İkinci Cumhuriyetçiler, Kemalist Öğreti Dergisi, syf. 14, sayı. 10
Hangi Bağımsızlık ? Kosova Cumhuriyeti
20
26
Bölüm I
Erdem EREN
Fotoğraflar
Nafis Lokvica
SAYI 5/6
Siyaset
21
Uçak iniş için alçalmaya başlıyor.
Gözüm geniş tarlalar ile mavi gökyüzünü
tarıyor. Kuş bakışı görüntü, sanki Trakya’nın
sarılı, yeşilli coğrafyasından geçtiğim hissini uyandırıyor bende.
Evimden çok uzaklarda olan ama tarihimin
eşiğindeki
topraklardayım.
Yolculuğum, Balkanların kanayan yarası
ve yeni bağımsızlığını kazanmış Kosova Cumhuriyeti’ne. Bağımsızlığının ilk
yılını henüz doldurmuş olan Kosova, 20.
yüzyılın son insanlık dramını yaşamış ve
artık bağımsız bir ülke olarak 21. yüzyıla
merhaba diyordu. 2008 yılının Şubat
ayında televizyonlar, ellerinde Amerikan bayrakları ve kulaklarda yankılanan
Avrupa Birliği Marşı 9. Senfoni ile
bağımsızlıklarını kutlayan Kosovalıları
gösteriyordu. Peki, bunun adı gerçekten bağımsızlık mıydı? Yüreğimdeki
karışık duygulara rağmen, içimde her
yeni doğan bebeğe, her gün yeniden
doğan güneşe duyduğum heyecana
benzer taze bir umut vardı.
Uçak,
Uluslar
arası
Priştina
Havalimanına
iniyor.
Karşımda
gösterişsiz ve küçük bir taşra
havalimanı binası… Girişte biz
yolcuları, her birinin kolunda
bağlı olduğu ülkenin bayrağı olan
Avrupa Birliği polisleri karşılıyor.
Havalimanı binasının duvarlarında
cep telefonu operatörü ve renkli banka reklamları göze çarpıyor.
Çıkışta ise, eski mo-del Mercedes
Hangi Bağımsızlık ? Kosova Cumhuriyeti
marka taksiler, sıra sıra dizilmiş, şehir merkezine gidecek yolcularını bekliyor.
28
Şehir içi ulaşım yetersiz olduğu için taksiler
burada büyük işlev görüyor. Arnavut taksici
ile yaptığım pazarlık pek fayda etmiyor. Arnavut inadı dedikleri şey doğru olsa gerek.
Havalimanından Priştina şehir merkezine
kadar taksinin camından gördüklerim bile
beni şaşırtmaya yetiyor. Gidiş geliş tek yolda
ilerlerken sıvasız evler ve evlerin kapılarına
asılmış Arnavutluk ve Amerikan bayrakları
dikkatimi çekiyor. Hemen hemen her evde
Amerikan bayrağı dalgalanıyor. Ardından
savaşla birlikte faaliyeti durmuş; savaştan
sonra ise özelleştirilme kapsamında satılmış
fabrikaları görüyorum. İstisnasız hepsi atıl
durumda; yıkılmayı bekliyor. Taksi şoförü
Türk olduğumu öğrenince “İbo” diyor gülerek ve torpido gözünden çıkardığı İbrahim
Tatlıses albümünü koyuyor CD çalara.
Yollarda Avrupa Birliği fonları ile
gerçekleştirilen genişletme çalışmaları,
Amerikan bayrakları ile süslenmiş evler,
terk edilmiş fabrikalar ve kulağımda İbrahim
Tatlıses’ten “Tutunamadım tutunamadım” ezgisi... Kosovalıların hayata tutunma savaşı ise,
doksanların sonunda yaşadıkları savaştan çok
daha zor olacağa benziyor.
Başkent Priştina’daki ilk durağım Kosova Radyosu. Evlerde asılı duran Amerikan bayraklarına
gözüm alışsa da, bir kamu kurumu olan radyo
binasının önünde direğe asılmış Amerikan ve
Avrupa Birliği bayrağını görünce şaşırmaktan
kendimi alamıyorum. Burada beni, Kosova
Radyosunda yayıncı olan Zümrüt Süleyman karşılıyor. Kendisine bayrak meselesini
sorduğumda, yüzünde kabullenmişliğin verdiği
bir ifade ile “Kosova’ya ABD’den ve AB’den
çok büyük destek var,” cevabını alıyorum.
Radyo binasını gezerken yayınların yapıldığı
bir stüdyoya giriyoruz. İçeride Bill Clinton
ve George Bush’un posterleri asılı. Ben sormadan cevap veriyor Zümrüt Hanım: “ Burada, Kosova’da, insanlar Amerika’ya büyük
hayranlık besliyor; bunlar da bunu bir göstergesi.” Amerikan hayranlığına sokağa çıkınca
çok daha çarpıcı şekilde tanık oluyorum.
Bill Clinton Caddesi, Bill Clinton Mermercisi, savaş sonrası açılan ışıltılı mağazalar ve
sıra sıra dizilmiş kafelerden gelen Amerikan
müzikleri... Sohbetimize bir kafede oturarak
devam ediyoruz. Önümüzden akan trafikte,
eski model otomobillerin yanından son model
lüks araçlar hızla geçiyor. Zümrüt Süleyman
bu çarpıklığı savaş sonrası düzene bağlıyor:
“Savaş sonrası, savaş zenginleri ortaya çıktı;
silah, uyuşturucu ve kadın ticareti Kosova’da
yeni zengin sınıfı yarattı,” diyor. Pırıltılı
hayatların yanında, daha sonra Kosova’nın
her yerinde duyacağım ortak sorunu dile getiriyor: “İşsizlik.” Tito dönemindeki güçlü
ekonomik düzeni yaşayanların, sosyalist rejimi aradıklarını öğreniyorum. Konuştuğum
Kosovalı gençlerin ise Tito döneminden
habersiz oldukları anlaşılıyor. Onlara göre
tek umut Amerika. Kurtarıcı olarak gördükleri
Amerika’nın, gelecekte de onlara yardım
edeceğini düşünüyorlar.
SAYI 5/6
Siyaset
%90’ından fazlası Arnavut olan Kosova’da
geriye kalan nüfusu Türkler, Sırplar, Boşnaklar
ve Çingeneler oluşturuyor. Onlardan sadece
biri olan Urfalı Mustafa Usta’nın lokantasında
akşam yemeğini yiyorum. 10 yıldır Priştina’da
yaşayan Mustafa Usta, Arnavutları nankörlükle
suçluyor. Türk askerinin çabalarını görmezden
gelip, Amerikan askerilerini kahramanları
olarak görmeleri Mustafa Usta’yı kızdırıyor.
bildiğim kazlar, meğerse Şar Dağları’ndan
kalkarmış. “Türkünün gerçek sözleri böyledir,”
diyor Nafis Bey kendinden emin bir şekilde.
Kosova’nın siyasi başkenti Priştina’dan, kültür
başkentine, Şar Dağları’nın eteklerine kurulu
Prizren’e geçiyorum.
Osmanlı’nın Balkan coğrafyasındaki önemli kalelerinden biri olan Prizren’de her
şeye rağmen ayakta kalan Türk kimliğinin
varlığını hissetmek duygulandırıyor beni.
Türk kimliğinin yanı sıra, diğer etnik ve dini
dokuları bir arada görmek Prizren’i daha da
zengin kılıyor. Bu zengin kokuyu kentin kalbi
sayılan Şadırvan’a gelince daha iyi tadıyorum.
Karşımda Sinan Paşa Camii, sağ tarafımda
Ortodoks Kilisesi ve biraz daha ileride Katolik kilisesi... Farklı değerlerin buluşması;
Prizren’in kaldırım taşlı yollarına, asırlık
çınar ağaçlarına ve meydanda bulunan tarihi
çeşmenin suyundaki lezzete yansıyor.
Şadırvan’da
Nafis
Bey
ile
buluşuyoruz. Nafis Bey, fotoğrafçı ve kameraman. Prizren’de yayın yapan özel bir
kanalda çalışıyor ve ayrıca TRT adına da
kameramanlık yapıyor; ancak Nafis Bey’i asıl
önemli kılan özelliği; Tito Yugoslavyası’nı,
Tito sonrası kargaşayı, savaş dönemini, NATO
askerî varlığını ve en son olarak Kosova’nın
bağımsızlık sürecini yaşamış olması. Bir
insanın sadece deneyimli olması kendisi adına
yeterli olabilir; deneyimlerini başkalarına
aktarabilmesi ise büyük bir erdemdir. Nafis
Bey ise erdemli sıfatını hak eden değerli bir
gazeteci, değerli bir dost... Beni zaman za-
Gece, kaldığım otele döndüğümde,
Türk resepsiyonist Ayla İsmail ile sohbet
ediyoruz. Özel AAB Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde okuyan Ayla, NATO askeri
varlığını herkes gibi kanıksayanlardan. Bu
durumu belki de en iyi özetleyen cümlesi şu
oluyor: “Onlar gitse, Arnavutlar ile Sırplar
birbirini yer.”
Kosova’da yaşayanların tüm olup
bitenleri doğal karşılayan tavırlarına karşılık,
dışarıdan gelen bir kişinin Kosova çelişkisini
görmemesi imkânsız. Bu çelişki, başkent
Priştina’dan Kosova’nın diğer şehirlerine
gidildiğinde çok daha açık bir şekilde göze
çarpıyor.
PRİZREN“Şar Dağı’ndan kalkan kazlar, al topuklu beyaz kızlar...”
Kendimi bildim bileli Maya Dağ’dan kalktığını
man utandıracak düzeydeki misafirperverliği,
büyük kent koşuşturmasında mahkûm
olduğumuz mekanik hayatlarımıza birer ders
niteliğindeydi. Kendisine, fazla yük olduğumu
belirten ifadeler kullandığımda beni şu cümleyle susturmuştu: “Bizim buralarda misafir,
ev sahibinin buzağıdır.” Ben artık Nafis Bey’in
buzağıydım ve Prizren gezim bu ön koşulla
başlamıştı.
Prizren’in tam ortasından Akdere
geçiyor. İki yakayı birbirine bağlayan Taş
köprü, savaş sırasında etnik ayrımın simgesi olmuş. Köprünün bir tarafında Ortodoks
Sırplar, diğer yanında Müslüman Arnavutlar
yaşıyormuş. Osmanlı döneminde yapılan Taş
köprü; daha sonra Yugoslavya’yı yaşamış,
Sırp zulmüne tanıklık etmiş, komşunun
komşuyu öldürdüğünü seyretmiş sessiz ve
çaresizce. Kardeşi Mostar gibi sulara gömülmese de, tanıklığın verdiği yorgunluk
taşlarına yansımış Taşköprü’nün. Şimdide
üzerinden NATO’ya bağlı KFOR askerleri geçiyor. Altından berrak Akdere akarken, yine
sessizliğini koruyarak düşünüyor bilinmez
geleceğini. Dostoyevski’nin unutulmaz eseri Suç ve Ceza’da, Raskolnikov’un vicdani
hesaplaşmasını yaptığı Nikolovski Köprüsü
gibi inadına ayakta Taşköprü ve bir gün kendi üzerinde insanoğlunun yapacağı vicdani
hesaplaşmayı bekliyor.
1.
BÖLÜMÜN SONU
30
SAYI 5/6
Söyleşi | İlhan Tekeli
32
“Geleceğin projesinde
ortaklık kuramayanlar, tarihin
yorumundan kendilerine
kimlik üretmeye çalışıyor...”
{
Prof. Dr. İlhan Tekeli
Söyleşi:
Ersan Barkın- Murat Tezcan - Okay Bensoy
“Nasıl” Ankara
}
SAYI 5/6
Söyleşi
“Bugün, geçmişin yorumlanmasındaki farklılıklara dayanarak siyasi fraksiyonlar üretmenin hiçbir
anlamı yok. Geleceğin projesi için öncelikle insanlar arasında müştereklikler bulmak lazım.
Solcular olarak yap(a)madığımız bu...
Geleceğin projesinde müştereklik kuramayan, ondan sonra da tarihin yorumundan kendine kimlik
üretmeye çalışanlar, parçalanmaya mahkûmlar...
Tarihin içine gömüldükçe sorunlara çözüm getiremeyiz.
Benim derdim, yeni projelerden beslenerek, bu uğurda yeni insan ve toplum ilişkileri geliştirerek
yüzde 50-60 oy alacak bir partinin arka planını çizmektir.”
Nasıl: Bugün Türkiye’de solun yaşadığı
açmazın kökleri çok geçmişe mi dayanır,
yoksa
1970’lerden
sonra
dünyadaki
dönüşüm sırasında Türkiye solunun alternatif üretememesini bir milat sayabilir miyiz?
İlhan Tekeli: Bu konuyla ilgili olarak Erdal Bey’in
(İnönü) ölüm yıldönümünde sosyal demokrasinin
hal-i pürmelalini anlatan bir konuşmamda (31
Ekim 2008), kendisini “altıok”tan kurtaramayan bir
sosyal demokrasinin başarısız olduğunu/olacağını
söylemiştim. SODEP Genel Başkanlığı döneminde
sosyal demokrasiyi “altıok”tan kurtarmayı sadece
Erdal Bey becermişti. Sonra bu “altıok-sosyal demokrasi” ilişkisi CHP’nin yeniden açılmasıyla tekrar
kuruldu. Tamam, bu “altıok-sosyal demokrasi”
ilişkisi bizi güzel-şanlı bir tarih tartışmasına
götürür ama biz bugün yaratıcı olmadıkça bu tarih
tartışmasının bize bir faydası dokunmaz... Esas
olan, ne CHP’nin tarihi, ne de bugünkü tavrı ve
geleceğidir; esas olan, bizim sistemden kaynaklanan ya da kaynaklanmayan, sol içi ya da dışı her
türlü engele karşın kendi yaratıcılığımızı ortaya
koymamızdır.
Nasıl: Bugünü sosyal demokrasi bağlamında
tartışmaya başlarken, “Altıok”un, Kemalist
ilkelerin bugün nasıl savunulduğuna, en çok
eleştiri alannoktalarından biri olarak demokrasi (parti içi ve Türkiye siyaseti üzerine)
vurgusuna değinirsek...
İlhan Tekeli: “İlkeler”, toplumun gelişim ve yönelim çizgisini kabaca çizer. Ama, 10-20 seneliğine
çizer. İlanihaye çizemez, hiçbir ilke ömür boyu
dondurulamaz. Dünya değişirken “devletçilik”
ilkesini Mümtaz Soysal ve arkadaşlarının partisinin (Bağımsız Cumhuriyet Partisi) programı
gibi her şeyi yeniden devletleştirmek üzerinden düşünemezsiniz. İlkelerin dondurulması ve
tarihe/güncele rağmen düşünülmesi üzerinden
siyaset yapılamaz. Bunu en iyi bilen adam Mustafa Kemal’di. Yakup Kadri (Karaosmanoğlu),
Mustafa Kemal’e Kadro dergisi aracılığıyla Kemalizmi doktrinleştirmeyi önerdiğinde Mustafa Kemal
öneriye kesin biçimde karşı çıkıyor, “ilke”lerin
değişimlere engel olmasını istemiyor. İdeolojinin
başkalarının elinde kötüye kullanılacağını çok iyi
biliyor ve Kadroculara da izin vermiyor. Kadro,
bunun üzerine rejimin temel siyasi tercihlerini ve
ekonomi politikalarını eleştirmeden yayın yapa-
cak bir dergi olarak çıkıyor. Bu açıdan, Kadro’nun
ilk sayısındaki giriş yazısı çok manidardır. Orada
biz ideolojiyi şöyle formüle edeceğiz, falan demiyorlar. Kadro ve Kadrocular haddini gayet iyi
biliyor. Yazılar bu sınırlar hesaplanarak yazılıyor.
Kadrocular, özellikle yürüyen devrimi halka anlatma fikriyle ortaya çıkıyor. Yani o dergi etrafında
bağımsız bir iddia taşımak ya da rejimin ideolojisini doktrinleştirmek gibi bir iddianın taşınmasının
olanaksız olduğunu biliyorlar. Mustafa Kemal
tüm bu doktrinleştirme çabalarından uzak duruyor. “Doktrinleşme”yi özellikle kendisinin adına
başkalarının yapmasını istemiyor. Ancak Kadro’yu
ve Kadrocuları birbirinden ayrı düşünmekte de
fayda var. Derginin tarihi ayrıdır, Kadrocuların
birbirinden farklı tarihi kişilikleri ayrı bir inceleme
konusudur. Biz bunu Selim İlkin’le “Kadrocuları ve
Kadro’yu Anlamak: Bir Cumhuriyet Öyküsü” (Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2003) adlı çalışmada denedik. Kadro, işlevini tamamladığına inanıldığında
kapatılır, fakat Kadrocular hiçbir zaman hapse
atılmaz, devlet kadrolarından uzaklaştırılmaz.
Rejim, ileriye gittiğini düşündüğünde Kadro’yu
kapatır ama kimi yazarını Basın-Yayın’ın başına getirir, kimini diplomat olarak görevlendirir. Yani rejim, son döneminde Kadro’ya karşıdır ama Kadroc-
Söyleşi | İlhan Tekeli
ularla yoluna devam etmiştir. Onları rejimin dışına
koymamakta ısrar eder.
34
Kadro’nun dışında bir diğer örnek, 1933 Üniversite
Reformu’dur. Reformun öncülerinden Reşit Galip,
İstanbul Üniversitesi İnkılap Tarihi Kürsüsü’nün
kontrolünü elinde tutmak istiyor. Bu amaçla,
İstanbul Üniversitesi’nin 1 Numaralı kararı ile Reşit
Galip’e kürsünün başında ders vermesi “teklif ediliyor”. Mustafa Kemal, olayları yakından takip
ediyor ve biliyor ki, kürsü aracılığıyla bu düşünce
üniversiteyi irşat edecek, üniversite de İnkılap
Tarihi dersleri üzerinden belli bir doktrini takip
etmeye yöneltilecek. Hikmet Bayur kanalıyla Reşit
Galip’i Yalova’ya çağırıyor. Reşit Galip’e üniversitede ne yapacağını sorduğunda “İnkılap tarihi derslerini vermeyi bana teklif ettiler” yanıtını alıyor.
Bunun üzerine Reşit Galip’e “Sen, o dersi vermeye
kadir değilsin. İstifa et!” diyor ve bir hafta sonra
görevden ayrılmasını sağlıyor. Yani ideolojiyle
oynanmasına asla müsaade etmiyor Mustafa Kemal. İdeolojinin bırakın dondurulmasına karşı
çıkmayı, her an açık ve esnek tutulması hedefini
güderek yaratıcılık kanallarının beslenmesini istiyor. Yaratıcı insanlar ilkelerle davranamaz, onlara
teslim olamaz..! Onlar, ilkeleri yıkmak için oradalar...
Nasıl: Ama referans aldığı ilkeler de olmazsa
olmazı…
İlhan Tekeli: Evet, çok büyük “amaç”larınız olabilir. Eşitlik, özgürlük, insana saygı gibi “değer”leri
de çıkış noktası olarak sayabilirsiniz ama bu
saydıklarım hiçbir “ilke” için “araç” olmayacak kadar önemlidir... Kalkıp da bu “ilke”leri ve
“değer”leri araçsallaştırırsanız, bir süre sonra
geçerlilik/güncellik sorunu yaşarsınız. Mesela
“devletçilik” böyle bir “ilke”dir; dönemin şartları
gereği kullanırsınız ama 20-30 yıl sonra da uygulamaya devam etmek isterseniz, kendi ideolojinizi
kendi “ilke”lerinizle dondurmuş olursunuz...
Nasıl: Kemalizmde yaşanan krizin bir nedeni de
“ilke”lerin üzerine yeni bir şey
konulamaması, Kemalistlerin tarihe yaslanarak,
üretim sürecinden tamamen uzaklaşması mıdır?
İlhan Tekeli: Tabii ki. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın
3. Kurultayı’nda bu “altı ilke” kabul edildi. İlkeler
tam da 1929 Ekonomik Buhranı ve Serbest Fırka
deneyiminin üstüne denk geliyor, tesadüf değil...
Serbest Fırka’nın kurdurulması sürecinde Mustafa Kemal’in ve İsmet Paşa’nın (İnönü) görüşleri
farklı. Mustafa Kemal, özellikle partideki yolsuzluk iddialarının ortaya çıkarılması için parti
içinde bir grup oluşturulmasından, fakat ayrı bir
parti kurulmamasından yana. İsmet Paşa ise, parti
içinde bir fraksiyonun oluşturulmasının zamanla
parti içi çekişmeler yaratarak partiye nifak tohumu
ekebileceğini, bu yüzden Halk Fırkası dışında bir
parti kur(dur)ularak öncelikle partililerin yolsuzluk yapmasının engellenmesini öneriyor. Bunu bir
yerde toplantıda anlattığım vakit, Erdal Bey (İnönü)
bana hak vermiş ve babasından dinlediği kadarıyla,
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunun
temelinde “yolsuzluk denetimi”nin yattığını teyit
etmişti. Ayrıca, yine Erdal İnönü’nün onayladığı
gibi, ilk yıllarda İnönü’nün çok partili demokrasiyi getirmekten kastı, hak ve özgürlüklerden ziyade parti içi yolsuzlukları denetim altına alma
problemidir. Ancak, Serbest Cumhuriyet Fırkası
1930’da kurulunca rejimin ileri gelenleri anlıyor ki,
ekonomik krizin de etkisiyle, sorun sadece parti içi
bir yolsuzlukla geçiştirilemez. Halk Fırkası’na olan
inanç azalmıştır. Yeni fırka halktan ilgi görünce,
Halk Fırkası ve devlet, desteklerinin aşındığına
inanmaya başlıyorlar. Cumhuriyet yöneticileri,
halkla ilişkilerinde ciddi sorunlar olduğunu Serbest
Fırka deneyimi sırasında fark ediyorlar. Bu ideolojik kriz, aynı zamanda bir meşruiyet sorunu ve
Türkiye açısından dünya ekonomik krizinden daha
fazla önem taşıyor. İşte Mustafa Kemal, o ünlü 90
günlük seyahatini Serbest Fırka’nın halkta yarattığı
olumlu hava sonrasında gerçekleştiriyor. Seyahat
sırasında Mustafa Kemal birçok yeni siyasetçiyi de
tanıma fırsatı buluyor. Bunlar arasında Adnan Bey
(Menderes), Reşit Galip de var.
Bence bu 90 günlük seyahat, esas ilkelerin
oluşmasının nedenidir. Seyahatte Ahmet Hamdi
(Başar) Paşa Mustafa Kemal’e eşlik ediyor, esas
raporu ise Recep Bey (Peker) kaleme alıyor. İlkeleri
Mustafa Kemal’in değil de Recep Peker’in kaleme
alması önemlidir. Peker’in partiyi ve devrimleri
doktrine, örgüt hiyerarşisine, ilkelere bağlama
gayreti var, Atatürk ise buna sürekli karşı duruyor. Peker’in parti anlayışı da Atatürk’ün kabul edebileceği bir parti anlayışı değil. Recep
Peker’in İtalya gezisi sonrasında, 1936’da partinin
yapısını devletle bütünleştirmek gibi bir önerisi
de var. Partiyle bürokrasinin üst üste gelmesi,
partinin bürokrasiyi resmen yönetmesi anlamına
gelen faşizan şema önerisini Atatürk reddediyor.
Atatürk’ün ideolojinin dondurulmaması ve kendisi
dışında başka bir yönetici hizbe izin vermeyerek
sergilediği pragmatizm o kadar görmezden gelinebilecek bir şey değil...
Nasıl: Atatürk’ün Peker’e karşı çıkışını ilkelerin
dondurulması üzerinden konuşabilir miyiz?
İlhan Tekeli: İlke, bir “cadı kazanı” kaynatmak
için kaynak/gerekçe olmaya başlarsa, bu felaket
alâmetidir. İlkenin partiyle bütünleşmesi ve devletin o ilkelere dayanarak toplumdaki her türlü
esnekliği kaldıracak adımlar atması ise bir felaketin ta kendisidir, artık o toplumda yaşanamaz.
İlerleyen süreçte de o parti, toplumun geniş kesimlerine seslenemeyeceği için oy alamaz. Tabii
ki bir şeyi çok iyi anlamak lazım; 1. ve 2. Dünya
Savaşı arası dünyayı, o dünyanın taraf ülkelerini,
paylaşımları ve gidişatı iyi okumalıyız. Bir tarafta
SAYI 5/6
Söyleşi
İtalya, Almanya var, diğer tarafta İspanya, Macaristan... Bunların hepsi monarşiyle yönetiliyor,
daha sonra diktatörlüklere kayıyorlar... Bu atmosferde Atatürk’ün Peker’e ve özelde faşizme,
genelde de diktatörlüklere karşı tavır alması çok
kıymetlidir. Dönemi itibariyle Atatürk Türkiyesi’nin
öteki örneklere kapılması da çok kolaydı ve ihtimal
dâhilindeydi.
sonra bir gerçekle karşılaşıyoruz: Biz bugünkü
yargılarımızla kalkıp onların demokratlığını sorguluyoruz, şartları pek hesap etmiyoruz... Bugünden
bunu sorgulamak çok kolay, ama onların pozisyonundan hareketle değerlendirdiğin zaman soru
şöyle şekilleniyor:
Nasıl: Bu tavırda demokrasinin nüvelerini
görmek mümkün mü..?
İlhan Tekeli: Atatürk baskıcı bir rejimi hakikaten
pek istemiyor. Necdet Uğur’un bana anlattığı,
onun da Hasan Esat Işık’tan dinlediği - ikisi de
rahmetli oldu- bir bilgiyi paylaşayım: İsmet İnönü,
hayatının son yıllarında katarakt ameliyatı olmak
için Fransa’ya gitti. Cumhurbaşkanı de Gaulle,
İnönü’ye müthiş bir ilgi gösterdi, İnönü devlet
başkanı gibi karşılandı. Tedavisi süresince Türk
Sefareti’nde kaldı, Hasan Esat Işık da o zaman sefirdi...
Hasan Esat Işık’ın anlattığına göre, İnönü ile mülakat yapmak üzere bir televizyoncu sefarethaneye
geliyor. Fransa, İnönü’yü bu ziyaretinde el
üstünde tuttuğu için, mülakatı yapan gazeteci
de çok kibar davranıyor ve incitici bir şey sormak
istemiyor. İltifat da içeren sözcüklerle İnönü’ye
“Atatürk’ten sonra diktatörlük yaptınız ama sizin
diktatörlüğünüz daha ılımlıydı...” diyor. İnönü
bunun üzerine muhabire “sen hiç diktatörlükte
yaşadın mı? Diktatörlüğün ılımlısı olmaz” diyor.
Şimdi bu anılar çok ilginç şeyler. Bizim bugünkü
şematik tarih anlatımımız içinde bu renklere yer
kalmıyor maalesef...
Nasıl: Çok bilinen bir anı da değil...
İlhan Tekeli: Değil tabii ki... Ama bu gibi anılardan
Geç aydınlanan bir ülkede erken aydınlananların
sorunu nedir? Diğerleri de aydınlansın diye susarak beklemek midir, yoksa demokratik mi değil
mi olduğuna bakmadan iktidarı bir şekilde ele
geçirerek o dönüşümü hızlandıracak adımlar atmak
mıdır? “Demokrasi” kriteri açısından test etmeye
başladığın zaman bu soruya “evet” diyemezsin.
“Hayır” demek lazım, ama biliyoruz ki bu “hayır”,
kararını verme pozisyonundaki siyasetçiler için bu,
sorumluklardan kaçan bir cevap oluyor. O yüzden
bu şartları yaşarken karar verenler için cevap “evet”
olmuştur.
Ne var ki, aynı karar vericileri 1946’dan sonrasında
ele aldığımızda, şöyle bir soru karşımızda beliriyor: “Halka rağmen halk için” devrim yaptığını
varsayan insanların çok partili seçimlerden sonra
yaşadıkları dram nedir? Modernizmi bu topluma
“halka rağmen halk için” getirmek istiyorsun. Eğer
yaptığın doğruysa halk seni anlayacak ve modernitenin nihai testinde, yani seçimlerde sana oy verecek. Bu modernleşme hareketinin sonunda seçim
yapıp seçimi kazanabilmen lazım. Öyleyse şu soru
daha fazla önem kazanıyor: 1945-46’da Türkiye’nin
demokrasiye geçmesini Amerika’daki San Francisco
Konferansı, Soğuk Savaş’ta kutuplaşmalar gibi
konjonktürel etkenlerle mi açıklamalı, yoksa geç
aydınlanan ülkenin erken aydınlananlarının nihai
testi olarak mı görmeli? Şimdi, burada bir nihai test
var...
Nasıl: Dış etkenler mi, yoksa kendi iradeleriyle
mi sorunu…
İlhan Tekeli: Evet, kendi iradeleriyle mi, yoksa ithal
bir demokrasi mi..? Aslında kendi içlerinde onu getirmek için nedenleri var. Cumhuriyetin ilk dönemindeki yönetici kişilerin bence en önemli farklılığı,
kendilerini test etmeleridir (self reflexive)... Bu,
modernite denen düşünce biçiminin uygulanması
demektir.
Nasıl: Modernleşmesini tamamlayamamış, devrimleri oturmamış bir ülkede İsmet İnönü’nün
çok partili hayata geçilmesine dair “bireysel”
kararının karşı- devrimcilere ortam hazırladığını
savunan yazarlar da var. Bu yazarlar, demokrasiye daha ileri bir tarihte geçilseydi, bugün ülkenin bu konumda olmayacağını düşünüyorlar.
Bu açıdan İnönü’yü kusurlu buluyorlar. Geç
aydınlanan bir ülkenin erken aydınlananlarının
tutumlarını düşündüğümüzde
b
u
tartışmayı o günün şartları üzerinden nasıl
okuyabiliriz?
İlhan Tekeli: Einstein bir muhalifi için “çok biliyor, az anlıyor” diyor, bu tartışma da ona benziyor. Karşı-devrim tartışmasını doğru bulmuyorum.
Bakın, İnönü’nün Amerika’da okuyan oğlu Erdal
Bey’e (İnönü) 1950 seçimleri sürecinde yazdığı
bir mektup var. Anladığım kadarıyla, seçimi
kaybedeceğini tahmin ediyor ve “en büyük zaferim
bu yenilgimdir” diyor. Mevhibe (İnönü) Hanım’a
da, “yarın Kızılay’a otobüsle inebilecek misin?”
diye soruyor. Yani çok partili sistemin kurulmasını
önemli bir başarı sayıyor, yenilgiyi de böyle kabulleniyor. “Karşı-devrimdi, değildi” tartışmaları tarih
bilip bilmemekle ilgili bir şey... Tarih akıp giden bir
olgu ve onu sosyal mühendislik projeleri üstünden
analiz etmemek gerekir. Birisi böyle müdahale ediyor, öteki öyle tepki veriyor, karşılıklı olarak ilerliyor... Siz 30 yıl bir proje uygulayacaksınız ve ona
tepki olmayacak ha, böyle bir şey mümkün mü!
Nasıl: Biraz da tarihsel olayları kişiler üzerinden
yorumlamakla ilgili bir şey olabilir... M e s e l a
Söyleşi | İlhan Tekeli
çok partili yaşama geçişi İsmet Paşa’nın “takdir
yetkisi” olarak
yorumlayan veya “Atatürk
öldü, biz bittik” gibi düşünen bir bakış açısı...
36
İlhan Tekeli: Hayır, öyle bir problem değil. O
dediğiniz tartışma şuradan çıkıyor: Karşı-devrim
tartışmasını yapanların zihinlerinde başlangıçta
bir “doğru model” var. O “doğru model”, tek parti
rejimi ve ezelden ebede kadar uygulanmalı. Böyle
bir şey tarihsellik içinde mümkün değil.
Mesele, modernleşmenin tarihselliğini ellerinden
alan bir yaklaşımla ilgili... Hâlbuki modernleşme
tarih içinde kendi tarihselliğini yeniden kuruyor. Avrupa’nın Atlantik kıyılarında tarihsel
bir modernleşme oluyor. Bu modernleşme kendi
alanıyla sınırlı kalmayıp bütün dünyayı dönüştürme
iddiasını taşıyor. Ekonomiye bakışı kapitalizm,
sanayi devrimi, mülkiyet temelli; bilgiye, sanata ve
hukuka bakışı diğer tarihsel dönemlerden farklılık
taşıyor ve bu değerlerini evrensellik üzerinden zamanla tüm dünyaya götürüyor. Ulus-devleti ve bireyi yaratıyor. Dönüştürmeye başlayınca, yaşanan
deneyim soyutlanarak bir modernite projesi haline
getirilerek tarihselliği ortadan kaldırılıyor. Bu
modernite projesi diğer toplumları dönüştürüp
şekillendiren bir kalıp olarak beliriyor. Bir anlamda her zaman için geçerli, zamandan “bağımsız”,
etkilenmeyen ve sabit ilerleyen bir modernite
projesi varmış gibi düşünülüyor. Karşı-devrim vb.
tartışmalar da onun üstünden yaratılıyor.
Bu modernite projesi, diyelim ki Türkiye’de uygulanmaya başlandığında, toplumun tarihsel yönden kendine özgü bir gelişimi hesaba katılıyor,
ancak bu aydınlar ve yöneticiler o modernleştirme
sırasında toplumu sanki tarih dışına çıkartarak
o toplum için ideal bir model ortaya koyuyorlar
ve bu modeli “sosyal mühendislik projesi” olarak
uygulamaya başlıyorlar. Buradaki problem,benim
sermaye birikim sürecimin diğer modern ülke
örneklerinden farklılık içermesi... Benim bireyleri-
min eğitimleri, birikimleri, kapasiteleri mühendislik projesinin beni de benzetmeye çalıştığı ideal ülkelerinkinden farklı... O zaman ne oluyor; projeniz
uygulanamıyor ve emr-i vâkilerle başka bir yönden
gelişiyor. Bunun en iyi örneğini Türkiye’nin (ideal)
modernite projesinin bir parçası olarak 1930’larda
kabul ettiği imar yasalarında görüyorum. 1945’ten
sonra şehirlerde bir gecekondu kuşağı baş gösteriyor, çünkü o yasaları burada uygulamak yine
modernite yüzünden mümkün değil... Yasaları
Batı’dan almışım, şehirde yaşamanın kurallarını
koymuşum. Göç 1945’ten sonra başlayınca Köylü
Ahmet yorganını sırtına alıp şehre gelecek. Şehirde
yaşayabilmesi için modernitenin yasayla ona
verdiği şey ne, ondan istediği şeyler ne? Kardeşim,
sen bir arsa al. Belediyeden de imar hakkını öğren,
proje yaptır. Binanı yaptırdıktan sonra da bir
oturma izni alırsan şehirde yaşayabilirsin. Adama
şehirde yaşamasının yasal olanağının kurallarını
devlet olarak baştan koyuyorum ve bu gibi bürokratik işlemleri yerine getirmesini ondan talep ediyorum. Bunu göç eden insanlardan talep etmek mümkün mü? Bu hakka, hukuka, nereye sığar! (İlhan
Tekeli’nin kentsel yerleşimin gelişmesiyle büyüyen
altyapı yatırımlarını ve arsa spekülasyonlarını sermaye birikim süreçleri temelinde tartıştığı Türkiye
örneği için bkz. “Kentsel Arsa, Altyapı ve Kentsel
Hizmetler”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009)
Ben insanlarıma onların hayat gerçekleriyle uyumlu
bir hukuk düzeni sunmuyorum, onları kendime uydurmaya çalışıyorum. O zaman ne oluyor; emr-i vâki
halinde ara çözümler üreten, modernite karşısında
kendi pratiğini ve hukukunu yaratan, gecekondularda yaşayan bir kuşak ortaya çıkıyor. O zaman da
tarihselliğini elinden aldığımız, dondurduğumuz
modernite projesi fiiliyatta kendisini başka bir
yönde tarihsel olarak yeniden üretiyor. Karşıdevrim tartışmaları ve CHP içindeki görüşler bu
problemlerin kavranamamasıyla ilgilidir (İlhan
Tekeli’nin göç olgusunun mekân-bilgi toplumusermaye ile ilişkilerine değindiği çalışması için bkz.
“Göç ve Ötesi”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008).
Nasıl: Öyleyse, modernite krizinin altyapısını
ve sağ iktidarların seçim zaferlerini, bir bakıma,
Mustafa Kemal adına siyaset sahnesinde
bulunanların insan odaklı toplum anlayışındaki
“eksikliğin” hazırladığını söyleyebilir miyiz?
“Halka rağmen halkçılık” anlayışının bir kez
daha geri tepmesi ile mi karşı karşıyayız?
İlhan Tekeli: Benim buradaki problemim Kemalizm ile hesaplaşmak değil. Ben, gelecekte
bu problemi nasıl çözeceğimi düşünüyorum. Bu
söyleyeceğimin anlamlı olması için size başka bir
şey anlatayım: Bundan bir süre önce Toplam Kalite
Derneği “Türkiye’nin başarısı nedir?” konu başlıklı
bir konuşma yapmamı istedi. Nasıl bir şey yapayım,
diye düşündüm. Cumhuriyet’in başından beri
rakamları alt alta koyarsan her alanda nicel olarak
artış var. Böyle bir analizden bir şey çıkmazdı...
Ama niteliksel olarak ne değişiyor, diye baktım ve
sorumu şöyle belirledim: “Türkiye’nin niteliksel
olarak ne başarısı var?”
Cumhuriyet tarihindeki başarılara baktığımızda,
birisi kentleşme sürecimizdir... Az önce
bahsettiğim gecekondulaşmanın bu başarıya ters
düşmediğini savunuyorum. Avrupa bu kentleşmeyi
iki asırda yaşadı. Sanayi toplumu için epey sermaye
birikimi de yaptı. Kaç tane ihtilal geçirdi! Bizde
ise kentleşme ben ilkokul son sınıftayken başladı.
Ben ölmeden muhtemelen bitecek. İşte, sadece bir
adamın hayatı içinde yaşadık tüm bunları... Büyük
ihtilallerin yön vermediği bir kentleşme sürdürdük.
Düşük sermaye birikimiyle ilerledik. Peki, bu başarı
mıdır? Evet, başarıdır. Bu başarıda pay kimin;
yöneticilerin mi, yoksa itimat etmediği o halkın
mı? Halkın... Çünkü düşük sermaye birikimi altında
bu kadar hızlı bir kentleşme yaşanırken konut
sorununu çözemeyen, şehirde yaşamı ucuzlatamayan bir idare olduğu halde sermayeyi sanayiye
yeterince yatıramasam da iş üretebilmişim. Öy-
SAYI 5/6
Söyleşi
leyse, başarı halkındır... Örnekler çoğaltılabilir,
mesela Türkiye dış müteahhitlikte dünyada
üçüncü sırada. Bu insanların birçoğunu Cumhuriyet okutmuş olabilir, ama 1974’ten sonra devlete
rağmen dünyaya açılarak bu işi başardılar. Şimdi
verileri yan yana koyduğunuz zaman görüyorsunuz
ki, Türkiye bugün dünya sıralamasında belli yerlere
gelebilmişse bu, halkın devletin kurallarını biraz
es geçerek yaptığı işlerle sağlanmıştır. Siyasetçiler
halkın bu başarı tablosuna güvenmiyorlar, kendi
“başarı”larını öne çıkarma ve kendi üstünlüklerine
gerekçe yaratma gayreti içindeler...
demokrasi, liberalizmle Sovyet sistemi arasında
bir konum seçiyordu. Sovyet sistemi çökünce
sosyal demokratlar yeni bir ideolojik çerçeve
geliştiremedi. Liberalizm yönüne savrulanları
da oldu. Sovyet sistemi ya da ciddi Marksist sol,
liberalizme sürekli eleştiri getiriyordu. Şimdi sosyal demokrasi eleştiride bulunamıyor, çünkü o
baskıyı oturtacağı manevra alanı kayboldu. Sosyal demokrasinin liberalizmin işgal edemeyeceği
bir ideolojik pozisyonu şimdi üretmesi lazım.
Bu üretim, eğer gerçekten istersen gayet kolay,
çünkü liberalizmin birbirinden bağımsız hareket
eden ve faydasını ençoklaştırmaya çalışan atomistik bireyler varsayımının topluma uymadığını
çağdaş şartlarda ortaya koyabilirsin. Neo-klasik
ekonominin faydacı bireyi toplum içinde yaşayan
bir varlık olarak görmeme eğilimini o faydacı
alanından çıkarıp toplumla ilişki içinde bir birey
haline getirdiğin zaman, bütün ekonomik sistemi
eleştiren özgürlükçü, demokratik, eşitlikçi bir
konumu yaratabilirsin. Avrupa’da yüzlerce adam
bunun teorisini rahatlıkla kurabilir, ama Avrupa
sosyal demokrasisi yapmıyor bu işi...
Ne kadar eleştirsek de tarihsel akışımız içinde bir
sürü iş becererek bu noktaya gelmişiz. Ortadoğu’da
bize benzeyen böyle bir örnek yok. Bu başarıda
Cumhuriyet’in kurucusu olarak Mustafa Kemal’in
elbette payı var. Ama bu aşamada donarsak,
hiçbir şey yapamayız. Akıp gelen tarihsel verileri
biraz önce saydığım biçimde analiz edip, bugün
yaşananlara siyasi yönden müdahale etmeliyiz.
Asıl sorun budur. Siyasetçinin sorusu, akıp gelen
bu başarıya neresinden müdahale ederek onu
değiştirip geliştirebileceğini düşünmek olmalıdır.
Nasıl: Neden?
Nasıl Bir Yeni Toplum ve Yeni Siyaset?
Nasıl: Türkiye’de belli bir sol kesimin varlık nedeni de Kemalizm ile hesaplaşmak ya da yüzleşmek
üzerinden gelişiyor. Bütünlüklü bir projesi olmayan fakat gündemden
uzaklaşmak, kendini unutturmak istemeyen bazı sol çevrelerin
modernleşmeden algıladıkları, ilk etapta Kemalizme ve onun uygulamalarına yüklenmek...
Solun derdi yoksulluk, sömürü, emek ve haklar
Kemalmücadelesi olması gerekirken,
izm eleştirisiyle yetinilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
İlhan Tekeli: Sosyal demokrasinin temel problemi Avrupa’da da, bizde de bu bahsettiğiniz
başlıklardır. Tarihsel olarak Soğuk Savaş’ta sosyal
İlhan Tekeli: Beceremiyor, yahut işte “güçler
dengesi”ne teslim oluyor. Şimdi, bugün siz “tek yol
devrim!” derseniz ve etrafınıza insan toplarsanız,
teorik zemininiz sınıf dinamiğine dayandığı için
Marksizminiz geçerlidir, buna hiçbir itirazım yok.
Ancak bugün “tek yol devrim!” diyerek çözüm
üretemediğini görüyorsan, bu teoriye göre sol
politikalar gerçekleştiremezsin. Öyleyse, başka bir
teori gerekiyor ve o teori bireylerin küçük küçük
değişikliklerinin birikip toplumda büyük değişiklik
yaratabileceğini gösteren bir arkaplana dayanıyor.
Böyle bir kuramın örneğini Anthony Giddens’ın
çalışmalarında bulabilirsiniz. Bu da tek değildir,
başkaları da olabilir...
Nasıl: “Üçüncü Yol” teorisi..? Bu teori nasıl bir
toplum açılımı getirebilir?
İlhan Tekeli: Üçüncü Yol’daki laflar çok önemli
değil. Onun arkasında aslında dikkatimizi çekecek “Yapılandırıcı Teori” (Structuration Theory)
diye bir şey var. Bu, küçük küçük değişmelere
ve bireyin özgürleşmesine toplumsal düzeyde
odaklanarak her alanda yeni bir toplum modeli
öngörüyor. Marksist teori, evrensel düzeyde, belli
üretim biçimlerinin ve ilişkilerinin birbirini az çok
takip eden aşamalar sonucunda komünist topluma
ulaşılacağını varsayıyordu. İnsanlık, bu teoride
nereye “gideceğini” biliyordu ve bilimsel bilgiyi
bilimsel sosyalizm teorisi doğrultusunda komünist
topluma ulaşmak için kullanıyordu. Bu, toplumdaki her bireyin bu yolu gerçekleştirecek şekilde
davranması demektir. Buna “şeyleşme” (reification) denir ve birey “şeyleşme”ye teslim olarak
gelecekteki bir üretim biçimine, toplum yapısına
ulaşmak için kendisini bugünden o davaya adar,
vakfeder... Kalkınma iktisadı da Batı’da aynı şeyi
yapmıştır. Bugün bireyin “şeyleşme”sine dayanmayan ve özgür yaratıcılığını önemseyen bir teoriye ihtiyaç var. İşte, “Yapılandırıcı Teori” (Structuration Theory) bunu veriyor. Hâlbuki geçmişteki
sosyal bilim disiplini bir yapı kurarak bireyi bunun etrafında koşullandırıp ona “görev”ler veriyordu. Birey, kendisine biçilen rolü uygulayan bir
kuklaydı. Bugün özgürlük, eşitlik dediğiniz zaman
bu kavramları derinlikli tartışamıyorsanız ve sizden
önce ortaya konmuş kuramları reddetmek veya kabul etmek için yeterli analiz yapamıyorsanız, siz de
siyasette kukla olursunuz, bir şey söyleyemezsiniz,
sadece size biçilen görevi yerine getirip kenara
çekilirsiniz. Biz şu dakikada bu sorunu yaşıyoruz.
Bu sadece bazı okumuş insanların derinlikli
tartışmasını beklediğimiz bir sorun değildir, herkesi ilgilendirir. O yüzden hiç olmazsa kulakların açık
olmasında ve yüzlerin yeniliklere dönülmesinde
fayda var. Bu anlamda 1930’larda ne olduğunun
ya da olmadığının kavgasının verilmesine, buradan
eleştiri türetilmesine hiç gerek yok!
Söyleşi | İlhan Tekeli
38
Nasıl: Modernite bir yönüyle “birey yaratma”
projesi... Türkiye deneyiminde
bahsettiğiniz İmar Kanunu’ndaki devletin
tavrını düşündüğümüzde, aslında bizde birey biraz da kendisini yaratmış olmuyor mu? Devletin
gündelik yaşamını düzenleyemediğini gördüğü
yerde kendi düzenini kurmuyor mu? (particilik,
hemşehrilik, cemaat, örgüt, enformel sektör ve
devletin kalıba sokamadığı çalışma ilişkileri,
‘yasadışı’ yapılaşma vb.)
İlhan Tekeli: Tabii ki, modernleşme tarihsel bir
süreçse birey onun içinde yaratılıyor. Kapitalizm, piyasa mekanizması ve insan hakları gibi
değerlerle birey de kendisini yaratıyor. Ama bizde “birey ne kadar yaratılmıştır, demokrasi projemiz buna ne kadar olanak vermiştir?” Bugünü
düşündüğümüzde ise, “ ‘aktif yurttaş’ doğdu mu,
doğmadı mı?” soruları asıl üzerinde durulması gereken başlıklardır...
Nasıl: “Yapılandırıcı Teori” önermesi üzerinden
bu tartışmayı sürdürürsek; bu teorininy e n i
toplum idealindeki “aktif yurttaşlar” için bazı
öngörülerinden bahsettiniz. “ Ş e y l e ş m e ”
karşısında “özgürleşme” ve “özgür yaratıcılık”;
pasif ve oy atmak üzerinden işleyen bir “biçimsel
demokrasi” yerine “katılımcı demokrasi” nasıl
gerçekleşecek? Özgürleşme sorununu katılımcı
demokrasiyle aşmayı öneren bir sol siyaset,
bugün Türkiye’de değer görür mü? Mevcut siyasi
oluşumlar bunu başarabilmek adına nasıl bir
yol izleyebilir?
İlhan Tekeli: Bu konuyla ilgili dört makalemin
yer aldığı bir kitapta (Onurlu İnsan Yaşamı İçin
Demokrasi, TÜSES Yayınları) yeni siyaset algımı
anlatmıştım. Burada partiden tutun eğitim
sistemine kadar toplumun her alanında yeni bir
“Yapılandırıcılık”tan bahsettim, temel teorilere
değindim. Bu önerilerden birincisi şu:
1.Partiyi bir “program partisi” değil, “süreç partisi”
olarak düşünelim. “Program partisi”nde birtakım
adamlar “doğru”ya karar veriyorlar ve seçmen o
“doğru”ya göre hareket ediyor, seçenek olmadığı
için onu beğeniyor ya da beğenmiyor, oy veriyor
ya da vermiyor. Burada katılımcılığa yer yok...
Hâlbuki siyasi parti “süreç partisi”ne dönüşürse
program, sürecin ardından belirecektir. “Süreç
partisi”nde program bir başlangıç değil, partililerin tartışmalarıyla alınan kararların sonucudur.
Öncelikle, bu çıkış noktasındaki farklılığı ortaya
koymalıyız. Ben yeni bir parti, yeni bir siyaset
yapılanması öneriyorsam ve bunun katılımcı bazda olmasını istiyorsam ne yapmam gerekiyor?
İnsanlara cazip gelen, kendi sorunlarına sahip
çıkabilecekleri süreçler tasarlayabilmeliyim...
O süreçler zamanla bir siyasi parti oluşturmalı,
merkeze sürecin kendisi oturmalı ve sorunların asıl
sahiplerinin seslerini taşıyan bir parti programı
partiyi nitelendirebilmeli. Programa değil, sürece
yapılan vurgu çok önemli...
2.Programa değil, sürece yapılan vurguyla paralel
olarak “bilen parti değil, öğrenen parti” anlayışının
ağırlık kazanması... “Öğrenen” terimi “kitaptan
öğrenen” gibi bir şey değil. Bunu bir firma üzerinden açıklarsak, “öğrenen firma” dediğimiz kavram, üretim sürecinde işletmenin o ürünle ilgili
kendisine ait ileride kullanabileceği gizil bilgisini
depolaması, işin nasıl yapılacağına dair bir raporlama tekniği çıkartmasıdır. Bu raporlamada, üretim sürecinde karşılaşılan sıkıntılar, bunun yeni
tekniklerle nasıl aşılabileceği ve geri-dönüşler
(hedef kitle memnuniyeti ve ürüne, markaya güven)
hesaplanır. Üretim sırasında sadece ürünün ortaya çıkmasına odaklanmayıp onun yan çıktılarına
da bakmak ve ilerleyen dönemlerde bu tecrübeyi
kullanmak için bilgi depolamak sadece o firmaya
özgü bir olaydır. Gizil bilgi (tacit knowledge) bunu
çağrıştırır ve işin yapımına ilişkin uzmanlık bilgisi
(know-how) de bunu tamamlar. Firmanın uzun
vadede yarışabilirliğini, rekabetini sağlayan da
bu bilgidir. Kitabi bir bilgiden değil, denemeler
sonucunda edinilen, biriktirilen ve ilgili kanallarla
paylaşılan, tartışmaya açık, hedef kitleden geridönüşleri alınan bir bilgi rejiminden bahsediyoruz.
“Öğrenen parti” kavramına dönersek, bu tür bir
parti iki ürün yaratacaktır: Birincisi siyasetini
yaparken, tıpkı firmadaki gibi, aslında yan bir ürün
ürütecek. O ürün, “güven” unsurudur. Bugün Türk
siyasetinin esas sorunu güven yoksunluğudur. Bütün anketlerde en az güvenilenler siyasetçilerdir.
“Halkımız demokrasi istiyor ama en az güvendiği
kesim olan siyasetçilerle bunu nasıl yapacak?” diye
bir sorunla karşı karşıyayız.
Nasıl: Bir yandan da en çok güvendiği kurum
“ordu”...
İlhan Tekeli: Evet, ama orduyu da yönetimde
istemiyor. Orduya güveniyor, “yerinde dursun”
diyor. Şimdi o zaman şu soru anlamlıdır: Siyaset insan için ne zaman anlam taşır, insan neden
siyaset yapar? Rüşvet almak için mi, yoksa iktidara
gelip başkalarının tepesine tünemek için mi yapar?
Aslında siyasetin anlamlı olabilmesi “iç dinamik”
yaratabilmesi ile ilgilidir. Ben bir sorunun çözümü
için daha önce denenmeyen bir şeyi üretebiliyorsam ve bir anlamda o konuyla ilgili kişilerle beraber
farkındalık yaratıp bir çözüm modeli sunabiliyorsam, siyaset o zaman anlam taşır, hayatın ayrılmaz
bir parçası haline gelir. Bunu becerebilmemiz
lazım...
Aslında günümüzdeki bazı örnekler bize bu açıdan
yol gösteriyor. Daha hiçbir siyasi parti ortaya
çıkmadan, Anadolu’da yüzlerce yerde küçük gruplar, oradaki bir yerel soruna sahip çıkan örgütlenmeler bulunmaktadır. Bu gruplar söz konusu
sorunları beraber çözerek birliktelik yaratıyorlar.
Sağladıkları başarı, birlikteliklerine anlam katıyor.
SAYI 5/6
Bunun örneklerini verebiliriz; mesela Denizli’nin
Buldan ilçesinde partiler-üstü kalmış öyle bir grubu biliyorum. Zamanında içeride de yatmış soldan
gelen iki genç o hareketi başlatmış, ardından yerel
esnafı bünyelerine katmışlar... Çevre sorunlarına
sahip
çıkmışlar,
kentteki
restorasyonları
elbirliğiyle yapıyorlar, iş üretiyorlar, turizmi
canlandırıyorlar. Birçok parti de o gençlere saygı
duyuyor ve yerel yönetimlerde adaylık teklif ediyor.
Ne var ki gençler, partilerin yerel yönetimlerdeki
adaylık tekliflerini reddediyorlar. Çünkü onlar şu
halleriyle zaten partiler-üstü kalmayı başardıkları
için gerçek anlamda iktidardalar... Yani yeni parti,
kurulmadan önce, kendisine iktidar yolunu açacak
yerel işbirliklerini geliştirecek, yerel projelere katkı
koyarak zamanla bu süreci değerlendirip potansiyel
seçmenini dinleyerek iktidar olmak için partisini ve
programını belirleyecektir. Öyle seçim sonrasında
iktidar falan beklenmez! Kurulduğu an, iktidar olan
bir parti yaratılmalıdır. Bu da partinin programını
oluşturmadan önce süreci iyi değerlendirmesine
ve geri dönüşleri, güven unsurunu sağlam biçimde
oturtmasına bağlıdır. Bunun yolu da bir partinin
sivil toplum kurumu gibi hareket etmesinden,
yerel düzeyde insanların yaşamlarına yönelik kalıcı
çözümler getirebilmesinden, ağları örgütleyebilmesinden, daha sonra da aldığı geri-dönüşleri depolayarak bilgi’sini iyi bir siyasi parti programına
dönüştürebilmesinden geçer. Siyaset, benim
yerelde yaşadığım problemin üstünden kurulduğu
sürece gündelik hayatıma girer. Katılımcılık da bu
yüzden yerelden başlar.
Söyleşi
çatışma argümanları saçma sapan bir biçimde
yerele aynen yansıtılmıştır. Yerelle pek ilgisi olmayan sorunlar, yerel gündemin de ana maddesi
gibi sunulmuştur. Parti genel merkezlerinin siyaset
yapma biçimi, yerel teşkilatlarını yerel siyaseti yapmaktan uzaklaştırmaktadır.
Nasıl: Katılımcı demokrasiyi yerelden emellendiriyorsunuz. Bu yeni bir siyasete çağrı niteliği
taşıyor. Peki yerelin bu kadar öne çıkartılması
Türkiye’de daha çok merkezi organların denetiminde işleyen temsili demokrasinin tahtını
sarmaz mı? İkisinin birbirini besleyebileceği
yanlar var mıdır, yoksa uzun vadede yerel-
merkez arasında doğacak bir temsil krizinden ve
büyük siyaset krizinden söz edebilir miyiz?
Nasıl: Bugün, merkez organlarının denetimi/sultası altındaki yerel siyasetin bu
katılımcılığa izin vereceğini düşünüyor musunuz?
İlhan Tekeli: Katılımcı demokrasi daha çok küçük
gruplar üzerinden işliyor. Bu küçük grup demokrasileri bazı sorunlara sahip, ama bunlar ayrı
bir tartışmanın konusu... Katılımcılık, özünde temsili demokrasi krizi çerçevesinde değerlendiriliyor.
Ne var ki katılımcı demokrasi, temsili demokrasiyi
ortadan kaldıramıyor, çünkü egemen konuma
ulaşırsa genel sistemin sürdürülebilirliğini garanti
edemiyor. Katılımcı demokrasinin yerel ayaklardaki uzmanlığı, genel demokratik sistemin yükünü
taşımaktan uzak. O zaman hem demokrasimizin
kalitesini yükseltmek, hem temsili demokrasiyi
nitelikli hale getirmek hem de katılımcı demokrasiyi canlı tutmak için tümünü birlikte desteklemek
zorundayız. Temsili ve katılımcı demokrasinin bir
arada yaşamasının koşullarını yaratmalıyız. Bugün
“demokrasi kuramı”, bu konuda zafiyet taşıyor
ve yerel katılımcılık içeren temsil sorunu, henüz
çözemediği bir problem olarak önünde duruyor.
Sorunun çözümüne dair önerilerim de var ama
şimdi yeri değil. O epey teorik bir mesele...
İlhan Tekeli: Dünyadaki örnekleri çok net bilmiyorum ama Türkiye’de merkez, yereli işgal etmiştir.
Bu işgalde medyanın da payı vardır; merkezdeki
Nasıl: Katılımcı demokrasiyi önceleyen yerel
gruplar birleşerek ulusal siyasete açılmak isterlerse, mevcut temsili demokratik sistem
bunu nasıl karşılar?
İlhan Tekeli: Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bu küçük
gruplar bir seçim arifesinde birleşerek temsili demokraside söz sahibi olmak isteyebilirler. Zaten
bu gruplar temsili demokrasi alanını tamamen
mevcut partilere terk edip, yerel bir hareketle
sınırlı kalırlarsa kendi amaçları olan katılımcılığı
sınırlandırmış olurlar, halkalarını büyütemez,
gerçek hedefine ulaşamazlar. Onun için, yerel
örgütlenmeler birleşerek, partileşerek seçime
girmeli, katılımcı demokrasiyi temsili sistem
içine yerleştirebilmelidir. Ama bu gruplar seçime
nasıl girecekler? Şimdi düşününüz ki, Türkiye’nin
problemlerini bilen, farklı yörelerinden gelen
7.000-7.500 kadar grup, bazı yerel sorunları önceden çözerek bu işe atılıyor. Az önce bahsettiğim
süreci değerlendirip geri-dönüşleri iyi okumuş ve
güven unsurunu oturtmuş bir büyük “G”rubun ortaya çıkaracağı program, süreç partisi olmaya tam
anlamıyla uygundur. Parti kurulduktan sonra değil,
hareket başlamadan önce yaptığı işler sayesinde
yerelden desteğini toplamış bir oluşum başarı getirebilir. Başarı paydasında buluşan bir kadroyla ve
yerelde efsaneleşmiş kişilerle seçime giren böyle
bir sistem, müthiş güç yaratabilir. Problem çözerek
gelen, ortaklıkları olan, geleceğe bakarak bir şey
üretmeyi bilen ve hünerini tepişmek olarak sunmayan bir yerel hareket, demokrasimize çok şey
katabilir.
Katılımcı sürecini kaybetmeyerek temsili demokraside söz sahibi olma iddiası, tam da dış ülkelerden
gelecek “nasihat”lara karşı bir hamledir. Sizin
insanınıza hizmet götürmüş ve onların sorunlarını
bilen, onları gerçek anlamda temsil eden bir
oluşum, dışarıdan gelecek yönlendirmelere
kapalılığını katılımcı demokrasiyi işler tutmasına
borçludur. Böyle bir hareket, bahsettiğim yüzlerce yıl önceki Anadolu’nun yerel dayanışma
örneklerine de benzediği için, tarihsel nitelik
taşır. Kendi tarihsel dinamiğini temsili demokrasi
1 | Bu ilçede bir grup, kimi zaman doğal varlıkları korumak, kimi zaman da esnafın üretim sorunlarını tartışmak ve çözüm üretmek için toplanıp projeler hazırlıyorlar (Nasıl).
Söyleşi | İlhan Tekeli
40
içinde ilerletir. Bu özelliği, Türkiye siyasetinde
başlı başına bir değer barındıracaktır. Böyle bir
oluşum başlar mı bilemem, ama ben bunun üzerine
kafa yoruyorum. Yerelin bakış açısının katılımcılık
özelliğini takip ederek temsili demokratik sisteme
taşınmasının merkeze de güç katacağını, onun
kapalı damarlarını açabileceğini düşünüyorum.
Esas olan, 1930’ların “ilke”lerini bugün yinelemek
ya da o güne inip Kemalizmi eleştirerek kendimize
tarihsel kimlikler oluşturmak değildir; bugünkü
yeni siyaset’in ve toplum’un dayanacağı noktaları
tartışmaktır.
örgütlenmeler ve parti içinde bunlar nasıl ortaya
çıkacak? Türkiye’nin tarihsel realitesi içinde fark
edeceğimiz ve tartışıp çözümler üreteceğimiz yerel güçler, ülkenin pozisyonunu ortaya koyabilir.
Üreteceğiniz işe göre pozisyonunuzu saptamakta
fayda var, yoksa baştan sol ya da sağ diye işe
başlamanın, “ilke”lerinizi çözümü ortaya koymadan önce açıklamanın, insanlarınıza da buna
uyacakları “görevler” biçmenin bir anlamı yok.
Örneğin, CHP’nin kendisine bugün “sol” demesinden hareket ederseniz, çok alâkasız sonuçlara
ulaşırsınız. Özgürlük, eşitlik, demokrasi gibi konularla CHP’yi ilişkilendiremezsiniz... Benim size
anlattığım şeyler, bir demokrasi deneyiminden ve
ideolojik tasarımdan çok, “zihniyet devrimi”dir.
Nasıl: Anadolu’dan verdiğiniz örnekleri
düşündüğümüzde, önerdikleriniz aslında
yepyeni bir demokrasi anlayışı da değil. Zamanla
odaklı özünü yitiren ve insan-toplum
olmaktan uzaklaşarak merkezileşen, insana
kurallarını
rağmen işleyen, kendi
yurttaşına dayatan, ondan sürekli “görev”lerini
yerine getirmesini bekleyen
“demokrasi”yi
özüne döndürmek isteği...
Nasıl: 1970’lerde CHP oyunu yükselttiği vakit
böyle bir yerel demokrasi deneyimine,yerelden
destek alan anlayışa yaklaşılmış mıydı?
İlhan Tekeli: Tabii ki, özetle “katılımcı demokrasi”
ile “temsili demokrasi”nin birlikteliğini hesaba katan bir ele alış benimkisi... Aslında bunun ideolojik
çerçevesini çizmek de istemiyorum, çünkü ideolojik çerçeveyi çizme meselesi, bahsettiğim program
odaklı-süreç odaklı parti arasındaki ayrıma benziyor. Toplumun bugünkü karmaşıklığı içinde siz
kalkıp da çerçevesi net bir ideolojik açılıma gidemezsiniz. Toplumun yapısı, sizin doğrusal (lineer)
bir hatta maddeleyeceğiniz ideolojik çerçeveye
sığmayacak kadar karmaşıktır. Önceden saptanmış
kuralları, “ilke”leri anlatan ideolojik çerçeveler,
bugün Türkiye’nin koşullarına göre pozisyon seçmenize müsait değil.
Nasıl: Türkiye İşçi Partisi (TİP) etkisi de vardı…
Nasıl: Kafa karışıklığı da zaten herhalde buradan
kök salıyor..?
İlhan Tekeli: Evet, ama demin önerdiğim yerel
İlhan Tekeli: Hayır, bence 1970’ler meselesini Türkiye yanlış yorumluyor. Ecevit dönemi bir başarı
dönemi değildir. Temsili demokrasiye inanan bir
partinin başarısı neyle ölçülür? “Aldığı oyla” derseniz yetersiz kalırsınız. Oyu alma biçimleri ve
iç örgütlenmesiyle ilgili bir problemdir bu. CHP
1970’lerde geleneksel çizgisinden biraz uzaklaştı,
döneme hâkim olan ama içeriği tam belli olmayan
sol söylemi de kullandı.
İlhan Tekeli: Tabii, ama bir partinin uzun vadede başarılı olabilmesi için temelde kendi içinde
düzgün işleyen bir kariyer sistemi şarttır. Bir kişinin
partide bir yerlere gelebilmesi için başarılarının
teste tabi tutulup güvenilirliğinin teslim edildiği,
ona uzmanlaşma haritasının çıkartıldığı bir yol
sunulmalıdır. Hâlbuki 1970’lerde anlık koalisyonlara, her seçimdeki çalkalanmalara dayalı bir
parti içi iktidar elde etme yarışı yaşandı. Oy alma
uğruna partinin içi yozlaştırıldı. Herkes oy kom-
pleksine girdiği için partinin nereye savrulduğu
görmezden gelindi. Fraksiyonların parçaladığı bir
“sistem” oluştu ve partide çalışanlar kalıcı görevde
bulunamadılar... Süreklilik kurulamadığı ve kariyer
planlaması yapılmadığı için de zamanla başarısız
bulundular. Parti tahrip edilince önce Ecevit ayrıldı
ve CHP parti modelinin de dışında bir “aile kurumu” kurdu. Deniz (Baykal) de diğer fraksiyonları
eleyerek, Ecevit kadar olmasa bile, CHP’yi kendi
kliğine bağlı bir partiye indirgedi. Şimdiki CHP’de
de hiçbir şekilde kariyer planlaması yok. Tepedeki
bir-iki adamın ağzından çıkana bağlı olarak yer
değiştirmeler, sıçramalar, oynamalar var... Böyle
bir partiye “güven”ilemez. Kısa vadede sonuç
alamayacağını bildiğin fakat uzun vadeli yatırımını
yapacağın bir gizil bilgin olmazsa, partiye yönelik
geri-bildirimleri dikkate almazsan, parti içi kariyer
sistemini oturtamazsan, parti zamanla oy kaygısına
yenik düşer ve belli kişilerin partisi haline gelir.
Nasıl: O dönemleri yaşamış ve Ecevit çevresini de
olarak,
yakından tanımış bir akademisyen
1970’lerdeki gidişata yönelik neler yaptınız?
Ecevit ve ekibinin yerel demokrasiye bakışı
nasıldı? Önce Ortanın Solu’nda, sonra Bu Düzen
Değişmelidir’de ve Ak Günlere adlı kitaplarında
Ecevit’in eleştirdiği ve önerdiği modellerde yerel
demokrasinin yeri neredeydi?
İlhan Tekeli: CHP’deki süreci eleştirmiş ve Ecevit’i
uyarmıştım. Halk sektörü ve Köy-Kent için de kitap
yazmıştım. Bakın, bu yerel demokrasi projesi, sosyal demokratların Ecevit’e rağmen geliştirdiği
bir projedir. 1973 seçimlerini İstanbul’da Ahmet
İsvan, Ankara’da Vedat Dalokay, İzmit’te Erol Köse
gibi CHP adayları kazandı. Büyük kentlerde sosyal
demokratlar iktidara geldi. Ne var ki, adayların
seçim sürecinde bir yerel yönetim programı yoktu,
genel merkezin programında onlara yönelik bir
şey bulunmuyordu. Ama göreve gelince, belediyelerin gelirleri bugünküne oranla düşük olmasına
karşın, epey atağa kalktılar ve farklı uygulama-
SAYI 5/6
Söyleşi
lara imza attılar. Sonuçta 1977 seçimlerine yeni
bir “sosyal demokrat belediyecilik” programıyla
girildi. O programın formülasyonunda ben ve Selahattin Yıldırım çok etkili olduk. O zaman ben üniversiteden atılmıştım, belediyelere danışmanlık
yapıyordum. Demokrasi-yerel yönetim ilişkisi
Türkiye’de o dönemde kuruldu.
parti” yaklaşımına o dönemde çok uzaktık. Son 30
yılda görüşlerim gelişti. Konu bu adla aramızda
tartışılmıyordu ama program yerel demokrasiye
dönüktü. Döneme baktığımızda, yerel yönetimlerin
halka şu söylemi sattığını görüyoruz: “Biz merkezi
iktidardan para alırız, size harcarız. Belediyenin bu
nedenle merkezi iktidarla iyi ilişkiler geliştirmesi
lazım.” Yani partilerin yerel söylemleri merkeze
karşı bir demokrasi talebi içermiyordu. İlk defa
1977 seçimleri sırasındaki hareketlenmelerle
merkezin karşısında sözü olduğunu savunan bir
yerel yönetim anlayışı ortaya çıktı. Vedat (Dalokay) Bey bu sebeple açlık grevine kalkıştı. Türkiye
Belediyeler Birliği’nin kurulması, süreci olumlu etkiledi. Marmara ve Boğazları Belediyeleri Birliği kuruldu. Birliklerin kuruluşunda çevrenin korunması
önemli bir ortak paydayı oluşturdu. Türkiye Belediyeler Birliği, başlangıcında merkezi hükümete karşı
partiler-üstü bir siyasi odak olarak ortaya çıktı. Bu
hareket 12 Eylül’de askerler gelince durdu. Sonra
bu harekete Özal sahip çıktı, devamında da AKP
destekledi. CHP ise genel olarak yerelleşmeye karşı
çıktı (ayrıntılı bilgi için bkz. İlhan Tekeli, “Cumhuriyetin Belediyecilik Öyküsü: 1923–1990”, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2009).
Nasıl: Ecevit o zaman bu çalışmalara nasıl
bakıyordu?
İlhan Tekeli: Bir anekdot anlatayım: Özetle, Vedat Dalokay’ın, Erol Köse’nin, Ahmet İsvan’ın
ikinci kez aday olamayışında Ecevit’in katkısı
yüksek olmuştur. 1977 seçimlerine girerken
Ecevit beni birgün toplantıya davet etti. Genel
yönetim kurulu üyeleri de toplantıdaydı. Partiler
bu seçim dönemiyle birlikte ilk defa kendi parti
programlarının dışında bir yerel yönetim programı
çıkartmaya heves ettiler. Ben de bu programın
nasıl olabileceğini toplantıda anlatıyordum. Ecevit
de anlattıklarımı kendi diline çevirerek bir ses kayıt
cihazına kaydediyordu. (Daha önceki günler de Erol
Köse, Selahattin Yıldırım ve benim hazırladığımız
“Yeni Belediyecilik” diye adlandırılan bir program taslağı ve Vedat Dalokay’ın danışma kurulunun hazırladığı “Toplumcu Belediyecilik” konulu
çalışmalar yayımlanmıştı.) Konuşulanlar içeride
daktilo edildi, geldi. Ecevit de bana “program iyi
oldu, değil mi?” diye sordu. Ben de “bu program
çok iyi oldu ama sizin partinize uymaz” karşılığını
verdim. Nedenini sorup çok bozulduğunu ima etti.
“Bu programı geliştiren bütün belediye başkanları
artık adayınız değil. Hepsi elendi, onun için bu program size uymaz” diye yanıtladım.
Nasıl: Bahsettiğiniz “bilen değil, öğrenen
parti” anlayışıyla uyumlu bir program
mıydı? Ecevit’in CHP’si bu anlayışa mı uyum
sağlayamazdı?
İlhan Tekeli: O kadar değildi, çünkü biz de “öğrenen
Nasıl: CHP’nin yerel yönetimler ve kamu yönetimi reformlarına karşı çıkışını nasıl y o r u m luyorsunuz?
İlhan Tekeli: Gayet yanlıştı. Biraz önce belirttiğim
gibi, yerel yönetimler için attığı adımları düşününce
CHP’nin sosyal demokrat kanadının kendi tarihi ile
yarattığını
düşünüyorum.
tutarsızlık 1977’de kendi dönemine göre ilerici bir adım
atan parti, yerelleşme adına diktiği tohumun filizlerini bugün kendisi budadı. Felaket bir şey... Bu
büyüklükteki bir ülke, böylesine bir merkeziyetçilikle yönetilebilir mi!
Nasıl: 1970 öncesinde bu tartışma yapılamazdı
herhalde, çünkü böyle bir yerel talep de yoktu...
İlhan Tekeli: Evet, yoktu. Zaten merkezi iktidarla
yerel iktidar ayrımı da tam ortaya çıkmamıştı.
İlginç olan, CHP’yi eleştiren Demokrat Parti’nin
yerel yönetimlere hiçbir demokratikleşme getirmemesidir. Demokrat Parti esasında hiçbir alanda
demokratikleşme yaşatmamıştır… 1950–60 dönemi, Türkiye’nin fikir hareketleri bakımından en
karanlık olduğu dönemdir. Onun için, yazılarımda
hiçbir zaman o dönem için “demokratik rejim” ifadesini kullanmıyorum. Bu döneme “çok partili rejim” demek daha uygundur. “Demokratik” terimini
kullanmak için özgür fikir hareketi lazım...
Demokratlar iktidardayken lisede öğrenciydim.
Ortalıkta bir “komünizm” lafı dolanıyordu. “Ulan bu
komünizm nedir? Bir kitap bulayım da öğreneyim”
diye İzmir’de bütün çarşıyı aradım, tek bir kitap
buldum; adı “Sosyalizm Nedir?”, yazarı da antikomünist Peyami Safa...
Nasıl: İlginç, bir de muhtemelen Necip Fazıl’ın
(Kısakürek) sosyalizm risaleleri vardır...
İlhan Tekeli: Yani, tamamen karanlık dönem…
Yerel yönetimlerde, örneğin İstanbul ve Ankara’da
vali ve belediye reisi aynı kişi olmaya devam ediyordu. Özetle, benim samimi kanaatim, Türkiye’de
bu partilerarası yarışma dolayısıyla demokrasi tarihimiz doğru dürüst yazılamamaktadır.
Nasıl: Özal’ın yerelleşmeye bakışına da kısaca
değindiniz ve konuyu neredeyse 1990’lara
kadar getirdiniz. Tam da o dönemde Deniz
adında
Baykal ve İsmail Cem’in “Yeni Sol”
bir kitabı çıkıyor (Cem Yayınları, 1990). “Üçüncü
Yol” tartışmalarının
Türkiye pratiğine ait
nüveleri kitapta görmek mümkün. Bir tür arayış
çalışması... Baykal ve Cem orada yazdıklarını
ya da gehayata geçirebilselerdi, CHP’de Türkiye’de sosyal demokrasi,
nel olarak
bireyleşme ve yerelleşme süreçlerini gerçekten oturtabilir miydi? Yoksa bu kitap da anlık
Söyleşi | İlhan Tekeli
siyasetin popülist bir malzemesi miydi?
İlhan Tekeli: Benim buna cevap vermemin bir âlemi
yok. Sizin tarihe bakıp bunun cevabını bulmanız
lazım, değil mi?
42
Nasıl: Yerelleşmede katılımcılığa ve temsili deb eslemmokrasiyle katılımcılığın birbirini
esine özgün önerilerle yaklaştınız. Parti örgütlenmesinde program merkezli ve buyurgan bir
hiyerarşiye değil, sürece ve birlikte öğrenmeye
vurgu yaptınız. Parti içinde karşılıklı güvene,
seçmen geri-dönüşlerine ve kariyer planlaması
unsurlarının önemine değindiniz. Sizce,
Türkiye’de bu yeni siyaset denemesini ortaya
koyacak bir potansiyel var mı?
İlhan Tekeli: Türkiye’nin potansiyelinden çok
ümitliyim. Geçmişteki kabuklarla değil, yeni
anlayışlarla ve çok kısa, anlık sonuçlar almaya
dönük olmayan, sabreden gruplara ihtiyacımız
var. Bir iki seçimde düşük oy almayı göze alarak
bir hareket çıkarılabilirse, bence Türkiye başarılı
sonuçlara gebe... Sorun, ilk kıvılcımın doğru
yakılmasındadır. Bu başarılabilirse, etrafında hızla
kümelenmeler olacaktır.
Nasıl:Böyle bir harekette aktif rol alır mısınız?
İlhan Tekeli: Siyaset yapmak başka, ben o mizaçta bir insan değilim. İnsanlarla ilişki kurmak
ve seçmene konuşmak bana uygun düşmez. Ben
yazıyorum, çiziyorum, okuyorum, başka bir kanaldan gidiyorum. Yazmayı bırakıp siyaseti de ben
yapayım diye bir iddiam yok, ama işte görüyorsunuz ki bu konuları düşünüyorum. İyi kötü kendime göre, mevcut perspektiflerle uyuşmayan
düşünceler üretiyorum. Bunların da Türkiye’ye
yarar getireceğini sanıyorum.
Nasıl: Türk insanına çok güveniyorsunuz. Tari-
hsel örnekler vererek yurttaşların bu ülkede
çoğu zaman devlete “rağmen” yaşamlarını
kurduğunu ve kendi bireyleşme, modernleşme
süreçlerini yarattıklarını savunuyorsunuz. Peki,
yeni siyaset önerinizi Türkiye’de yaratabilecek
ve bunu destekleyebilecek bir siyasal, t o p l u m sal kültür olduğuna da inanıyor musunuz?
İlhan Tekeli: Kültür durağan değil, dinamik bir sürecin ürünü... Değişimi yeni siyaset önerine de uygularsan, birlikte öğrenmeyi gerçekten savunursan
yeni siyaset kültürünü birlikte oluşturabilirsin.
Bir anımı paylaşayım: Erdal İnönü
SODEP’i
kuracağı sırada benden parti programını yazmamı
istedi. Programda sosyal demokrasiye dair bakış
açıları da yer alıyordu. Partiyi kuracağınız zaman,
siyasete girmemiş ama kendi alanında başarı
edinmiş bazı isimlerin de sizinle çalışmasını istiyorsunuz. Bu isimlerden bazıları arkada durmak istiyor, bazıları ise çok istekli ve geçmiş politikaların
aynen yeniden ortaya konmasına taraftar. Böyle
olunca yeni bir parti kurmanın anlamı kalmıyor.
Bu kişilerden birçoğu aynı saplantıları 70 yaşında
da taşıyor ve siyasette aynı yoldan yürünmesini savunuyor. Hâlbuki değişimi tarihin içinde kavramak
lazım. O yüzden bence bizim yaş grubuna falan hiç
dinamik olan 30–40 yaş
bakmayın,
grubuna yüzünüzü dönün. Bu grup birçok açıdan
geçmiştekilerden daha iyi yetişmiş ve daha az
saplantısı var. Bazı kişisel ve siyasal saplantılarını
aşmış, genç bir grubun başını çekeceği hareketin
önünün açık olacağını düşünüyorum.
Nasıl: Solun bir bölümü, seçim yenilgilerini
vatandaşın
geri
kalmışlığına,
cahilliğine, gecekondu kültürüne, partiyi
“anlayamama”sına, aldatılmışlığına, yanlış
tercihte bulunmasına, patates-un çuvallarına
oyunu satmasına bağladı. Topluma kendisini
anlatma eksikliğini tartışmadı. Gerçekleri ve
ürettiğiniz işleri bu topluma ulaştırmanın bir
yolu yok mu?
İlhan Tekeli: O işleri ve gerçekleri, bahsettiğiniz insanlarla birlikte üretmenize mani olan bir güç mü
var? Onlarla üretirsen onlara anlatmak durumunda
kalmazsın... Şimdi ben, laboratuvarda siyaset aşısı
üretip, şablon kurallar saptayıp, programlar koyup
sonra onu vatandaşa aşılayamam. Hep birlikte
yerelde üretip partiyi ve programı bu süreçten sonra kurmalıyız. Planlama teorilerine de baktığınız
zaman “karşılıklı öğrenme” diye bir problem
var (İlhan Tekeli’nin “planlama” kuramlarında
yaşanan değişimleri tartıştığı çalışması için
bkz. “Akılcı Planlamadan, Bir Demokrasi Projesi
Olarak Planlamaya”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
Aralık 2009). 1920’lerde ise “plancılık” deyince,
şehir planlaması yapan adam Tanrı gibi kabul ediliyor, her dediği doğru sayılıyor ve herkesin onun
kurallarına uyması bekleniyordu. Planlar, onu
yapan kişilerin ismiyle anılıyordu (Ankara şehir
planına plancısının adıyla “Jansen Planı” denmesi
gibi). Bugün ise böyle bir plan olamaz. Plan artık
elitist, dışarıdan birinin yönlendirdiği biçimde
işleyemez. Ancak çok teknik hususlarda, hesap gerektiren ayrıntılarda -kanalizasyon hattı vb.- buna
başvurulabilir, o kadar… (İlhan Tekeli’nin modernitenin temel bileşenlerini “kentsel planlama” ve
“siyaset” bağlamında tartıştığı iki çalışması için
bkz. “Modernite Aşılırken Kent Planlaması”, İmge
Kitabevi Yayınları, 2001; “Modernite Aşılırken Siyaset, İmge Kitabevi Yayınları, 1999) (Ayrıca bkz.,
Tekeli’nin bir diğer uzmanlık alanını oluşturan
“bölgesel eşitsizlik ve bölgesel planlama” konulu
40 yıllık araştırmalarının toplandığı “Türkiye’de
Bölgesel Eşitsizlik ve Bölgesel Planlama Yazıları”,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008).
Bugün temel olan, “karşılıklı öğrenme” sürecidir.
Yaşadığın alandaki insanları etkileyecek bir problemi ele alırken sadece kendi “doğru”larınla hareket
edilemeyeceğini görüyorsun. Sorun çıkınca da
“anlaşılamamak”tan yakınıyorsun. Hâlbuki bunu
karşılıklı konuşarak baştan çözsen, insanların
SAYI 5/6
Söyleşi
sürece katılımını açık tutsan ne olur! Bu aynı zamanda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 48.
maddesinde de geçen “onurlu yaşam” hakkıyla
ilgili bir hükümdür ve insanların demokratik
yaşama aktif katılımıyla onurlu yaşam hakkı
birlikte düşünülmelidir. Bu madde, özetle “adamı
adam yerine koyacaksın” der ve insanın biyolojik
yaşamının ötesinde aktifliğini de çağrıştırır (“Onurlu yaşam hakkı”nı tartıştığı çalışması için bkz,
İlhan Tekeli, “Kültür Politikaları ve İnsan Hakları
Bağlamında Doğal ve Tarihi Çevreyi Korumak”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009). Belki diğerlerinden
daha fazla okumuş olabilirsin, ama bu niteliğin,
diğer adamın hayatına etki eden bir konuda ondan daha fazla konuşmanı sağlamaz. “Karşılıklı
öğrenme” denen süreç, bu konuşma üstünlüğünü
elitlerin elinden aldı.
kitabı yazmak öyle herkesin becerebileceği bir iş
değildir. Modernite üzerine bugün ben bir şeyler
yazarken belli bir yazın (literatür) oturmuş, ondan yararlanıyorum. Atatürk’ün ise böyle bir
referansı yok, döneminde modernite teorisi henüz
yazılmamış. Ancak o tarihlerde yazdığı metin,
bugünkü modernite teorisine uyuyor, bu dahiyane
bir tavır... Kurtuluş Savaşı tarihini iyi bildiğim
için bu yazdıklarının tesadüf olmadığını, ileri
görüşlülüğünü ve dünyayı iyi okuduğunu söyleyebiliyorum. Atatürk’ü hakikaten seviyor ve dahi
düzeyinde görüyorum (dönemin ayrıntılı analizi
için şu üç ciltlik çalışmaya bkz., İlhan Tekeli ve Selim İlkin, “Cumhuriyetin Harcı”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003).
Nasıl: Geç aydınlanan ülkenin
aydınlananlarının rolü sona mı eriyor?
erken
İlhan Tekeli: Evet, o dönem geçti.
Nasıl: Bu “karşılıklı öğrenme” sürecinde gençlerin konumu nedir? Bildiğimiz kadarıyla
sizin ilköğretim ders kitaplarında da bu
yeni öğrenim sürecine yönelik
kapsamlı bir paketiniz var. Çalışmanız, özellikle tarih derslerinin ayrımcılıktan, yabancı
düşmanlığından, galip-mağlup ilişkilerinden,
mağduriyetten, benmerkezciliktenve savaş
meydanı anlatılarından uzaklaştırılmasına
dönük... Bu, “zihniyet devrimi” dediğiniz projenizi tamamlayan bir ayak mı? Cumhuriyet’in
ilk yıllarındaki modernleştirme temelli ders
kitaplarıyla karşılaştırdığınızda bu önerinin
değerini nerede aramak gerekir?
İlhan Tekeli: Evet onu tamamlıyor. Atatürk ilk
dönem yazılan ders kitaplarından sonra oturup
kendisi “Medeni Bilgiler Elkitabı”nı yazıyor. Bu
kitap aslında çok modern bir anlatıma sahiptir. O
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı gibi başlangıçta
olanaksız görünen bir başarıyı gerçekleştirebilmesi
yüksek öngörü kapasitesiyle ilişkilidir. Mustafa
Kemal’in karşısındaki propaganda çok ikna edicidir: “Biz bunlarla savaştık kaybettik, yanımızda
olup bize silah veren Almanya da şimdi yok, nasıl
kazanacağız?” diyorlardı. Bu savaşa girebilmek,
savaşın kazanılabileceğini 3-4 yıl önceden görebilmeyi gerektiriyordu. Yalnız önceden görmek
yeterli değildi, bunu eşrafa ikna edici bir şekilde
anlatarak, onları inandırmak da gerekiyordu. Cephede süvariye 30 lira, piyadeye 15 lira ödenecektir.
Bunu ödeyecek olan eşraftır. Eşrafın parayı ödemesi için başarılı olunacağı konusunda ikna edilmesi
gerekmektedir. Mustafa Kemal, Erzurum’a gittiği
ilk günlerde, yerel eşrafla yaptığı toplantıda sonuna kadar kurtuluş savaşını devam ettireceklerini
bir öngörü olarak anlatarak eşrafı ikna etmiştir.
Başarının temelinde bu öngörü vardır.
Atatürk’ün durumu bu iken, biz bugün başka bir
dramla karşı karşıyayız... Bugün bazıları, Atatürk’ü
kendilerinin anlayabildikleri kadarına hapsederek,
oradan iktidar oluşturmak istiyorlar. Düştükleri durumun farkında değiller. Hadlerini bilmeden, onu
tam kavramanın çok zor olduğunu düşünmeden
buna cesaret ediyorlar! Ben kaç senedir Atatürk
üzerine araştırma yapıyorum, onu kavradım mı,
kavramadım mı emin değilim... Sonuçta şu kurgu
soruya geliyoruz: Şimdi Atatürk’ü kaldırıp bugünkü
dünyada ne yapılacağını ona sorsak, durumu
tartması için de ona biraz süre versek, sonuçta
ne düşünür? “1930’larda ilkelerimiz vardı, önce
onlara bakalım” mı der? Salt “Atatürkçüyüz” diye
iktidar talep edenler, işte “ilkelere bakardı” diyenlerdir, komik değil mi..?
Bu kurgum üzerinden konuya yaklaşırsak;
“karşılıklı öğrenme” sürecini izleyerek mevcut tarih
ders kitapları için getirdiğim öneri “Birlikte Yazılan
ve Öğrenilen Bir Tarihe Doğru” (Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2007) adıyla kitaplaştırıldı. Bu çalışmada
“doğru”yu saptayıp öğrenciye vererek onu
edilgenleştirecek otorite “tarihçi” ve “öğretmen”
eleştiriliyor. Öğrenciye tartışmasız “doğru”yu
söyleyecek ve onu ezberlemesini bekleyecek bir
eğitim sistemi zararlıdır, çünkü öğrenciye fikrini
sormaz, katılımını engeller. Böyle tarih olmaz!
Tarihçinin otorite olarak elbette söz’ü vardır ama
onun “doğru” tarih dediği şeyin kerameti kendinden menkûl.
Şimdi “yapılandırıcı eğitim” diye bir eğitim var.
Türkiye “davranışsalcı eğitim”den “yapılandırıcı
eğitim”e geçiyor (bkz. İlhan Tekeli, “Eğitim Üzerine
Düşünmek, TÜBA Yayınları, 2004). Bu iş AKP döneminde başladı. Yapılandırıcı eğitim; hoca merkezli değil, öğrenci merkezli bir eğitimi öngörüyor.
Hoca, ders kitaplarından, harita ve istatistiklerden
farklı görüşleri aktarır, tarihi olayları mizansen
yoluyla öğrencilerin tartışmasına açar. Öğrencilere
sorular sorar, çalışmalar yaptırır. Sonra tüm sınıf
bu tartışmalarla bir sonuca varır. Varılan sonuç,
yani yaratılan tarih o sınıfa ve çocuklara özgüdür.
Birlikte yazılmış ve öğrenilmiştir (Okullarda verilen
tarih bilinci üzerine eleştirel bir çalışması için bkz.
İlhan Tekeli, “Tarih Bilinci ve Gençlik”, Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, 2007).
2 | 12 Eylül döneminde ise belediye başkanlarının da görevlerine son veriliyor, görevlerini o bölgenin darbe yönetimince atanan valileri yerine getiriyordu (Nasıl).
Söyleşi | İlhan Tekeli
44
Nasıl: Yine yerel bir süreçten bahsediyorsunuz
sanki... İş üretirken yerel demokrasiden
ve birlikte hareket etmekten, tarih öğrenirken
ise tarihi olayları birlikte düşünüp
tartışmaktan, sadece o sınıfa ait bir yorum geve siyastirmekten yararlanan yeni toplum et modelini aşağıdan kuruyorsunuz... Daha önce
tartıştığımız yeni siyasal kültürün temeli de yeni
tarih öğrenimi yoluyla okulda “küçük yaş”tan
atılıyor herhalde...
İlhan Tekeli: Evet, çoklu (plüralist) bir tarihle
karşı karşıyayız artık. Hiç kimse nesnel bir tarih
yazamaz. Herkesin yazdığı tarih yazanına bağlıdır.
Mesela ilkin 1970’lerde devletçilik uygulamaları
hakkında yazdıklarımızda biraz bunun bilincindeydik. Çalışmamızda o zamana kadar yayımlanmamış
bilgileri topladık, bir senaryoya yerleştirdik. Bu
senaryo, mümkün olduğu kadar nesnel biçimde ve
eldeki maksimum bilgiyle kuruldu. Sergilediğimiz
bu belgelerin tarih olmadığını söyledik. Bu kısım
belgeye dayalıydı, o yüzden kitabın adı “Türkiye
Belgesel İktisat Tarihi” idi. Kurgunun tamamı bittikten sonra, belgeleri takip eden kendi tarih yorumumuzu yaptık. İnsanlara böylece “ben senin farklı
şeyler düşünmen için bu malzemeyi topladım. Bu
malzeme hakkında ben şöyle düşünüyorum, sen
alternatif şeyler düşünebilirsin” dedik (bkz. İlhan
Tekeli ve Selim İlkin, “1929 Buhranında Türkiye’nin
İktisadi Politika Arayışları”, c. 1 ve “Uygulamaya
Geçerken Türkiye’de Devletçiliğin Oluşumu”, c.
2, Türkiye Belgesel İktisat Tarihi, Bilge Kültür
Yayınları, 2009).
Bunun bir ara aşaması ise “Kadrocuları ve Kadro’yu
Anlamak: Bir Cumhuriyet Öyküsü” (İlhan Tekeli
ve Selim İlkin, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003)
kitabında mevcut. O kitabın 5 tane sonucu var
ve ayrı bir bölümde 100 sayfa kadar bu sonuçları
tartışıyoruz. Bu kitap da tarih yazıcılığında yeni
bir adım... İnsanlara belgeleri aktarıp herkese
yorumun açık olduğu bir alan bırakıyorsun, kendi
yorumunu da ayrıca yazıyorsun. Bizim o kitapta
tarihçi olarak avantajımız, Kadrocuların birçoğuyla
ölmeden önce görüşüp fikirlerini ve belgelerini
toplamaktı, yorum konusundaki ayrıcalığımız
bununla sınırlıydı. Herkesin yorumuna açık bir
tarihi belge arşivi sunarak yazdık o kitabı, “otorite” gibi “doğru”ları önceden belirlemedik. Böyle
bir anlayış, tarihin herkesin yorumuna açık, güzel
ve yaratıcı bir faaliyet olduğunu hatırlatıyor. Biz
belgeleri toplayıp yorumumuzla beraber okura
sunuyoruz. Okur da “aktif” olarak bu tarih yorumuna istediği yerden katılabiliyor ya da onu
değiştirebiliyor.
Nasıl: Vakit ayırıp bu söyleşiyi kabul ettiğiniz
için teşekkür ederiz.
İlhan Tekeli: Ben de teşekkür ederim.
Kahraman Maraş Katliamı
“23 Aralık günü, Menemen’de kanlı gericiler
tarafından boğazlanarak şehit edilen Teğmen
Kubilay’ın kırk sekizinci ölüm yıldönümünü
yaşıyorduk. Kubilay’ın başını kesen Derviş
Mehmet, inanın Kahramanmaraş katillerinin
yanında zemzemle yıkanmış kadar temiz kalır.
Olay öylesine korkunç, öylesine alçakça ve
öylesine namussuzca planlanmış ve sahneye
konmuştur...
Bunun adına ‘anarşi’ de denmez, ‘sağ-sol
çatışması’ da... Bu ‘Alevi-Sünni’ düşmanlığı
ile de açıklanmaz. Bu, planlı ve örgütlü bir
saldırıdır. Çevre illerden Kahramanmaraş’a
getirtilen katil çetelerine belli adresler
gösterilmiş, noktası ve virgülüne kadar hesaplanan bir plan yürürlüğe konmuştur.”
Uğur Mumcu
(Cumhuriyet, 25 Aralık 1978)
Söyleşi | Hakkı Uyar
46
“CHP,
Ülkeyi Kurtaran
Hareketin,
Devleti Dönüştürme
Tasarımıdır.”
{
Yrd.Doç.Dr. Hakkı Uyar
Söyleşi: Adnan Özdemir - “Nasıl” İzmir
}
SAYI 5/6
Söyleşi
•NASIL: Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetinden, Cumhuriyet Halk Fırkasına, partinin
devletin biçimlenmesindeki rolü nedir?
noktalar. Örneğin Amasya Genelgesi açısından
bakarsak, Amasya Genelgesi kurtuluşun yolunu
gösterdiği gibi durumun tespitini de yapıyor başta.
Diyor ki, “Ülkenin bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı
tehlikededir.” Sadece durum tespiti yapmakla
da kalmıyor: “İstanbul Hükümeti üzerine düşen
görevi yerine getirmemektedir.” diyor. “Millet
kendi başının çaresine bakacaktır.” şeklinde çözüm
yolunu da gösteriyor. Bu milletin kendi başının
çaresine bakması meselesi, Reddi İlhak Cemiyeti
ve Müdafaai Hukuk Cemiyetleri temelinde ortaya
çıkıyor. Mustafa Kemal’in yaptığı Reddi İlhak
Cemiyetlerini, Müdafaai Hukuk Cemiyetlerini ve
yerel kongrelerin hepsini toplayıp başına geçmek ve
Sivas’ta Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti olarak üst yapıda bunların hepsini birleştirmek.
Sivas’ta bunların birleşmesi hiç de kolay olmamış.
CHP Sivas Kongresini kendisinin birinci kongresi
olarak kabul eder, 1927’de yapılan aslında asıl ilk
kongresini de ikinci kongresi kabul eder. Atatürk’ün
büyük nutkunu okuduğu yerdir de aslında 1927’deki
CHP kurultayı. Dolayısıyla CHP geleneği de ülkedeki diğer siyasal hareketler gibi ülkeyi kurtarma
temelinden yola çıkan ve bu cemiyet temelinden de
partiye dönüşen bir hareket.
•H.UYAR: Türkiye’deki siyasi partilerin ortaya çıkışı,
Batıdaki siyasi partilerin ortaya çıkışından ayrılıyor.
Bizdeki siyasal partiler genel olarak baktığımızda,
İttihat ve Terakki için de geçerli, CHP için de geçerli,
hep cemiyet temelinden geliyorlar. Daha doğrusu
illegal, yer altı cemiyeti temelinden geliyorlar.
Çünkü onların temel misyonu “kurtuluşçuluk”.
Yani ülkeyi kurtarma gibi bir dertleri var. Bu açıdan
bakarsak kuruluş felsefesi olarak Batıdaki siyasi
partilerden tüm yönleriyle ayrılıyor. Batıdakiler legaliteden geliyorlar. Parlamento içinden çıkmışlar.
Mesela İngiltere’deki İşçi Partisi ve Muhafazakar
Parti’nin ortaya çıkışına bakacak olursanız temeli
18. yüzyıla gider.
Batıdaki siyasal partilere kaynaklık teşkil eden bir
sınıfsal temel, CHP de dahil olmak üzere, bizde
yoktur. Batıda siyasi partilerin ortaya çıkışına
bakarsanız bir sınıfın temsilcisi olarak ortaya
çıkmışlardır. Emekçi kesimlerin, aristokrasinin ya da
burjuvazinin temsilcisi olarak ortaya çıkmışlardır.
Ama bizdeki siyasal partilerin temelde şöyle bir
özellikleri var: Bir, ülkeyi kurtarmak istiyorlar; iki,
dayandıkları temel nokta da daha çok bürokrasi.
Yani asker-sivil bürokrasisi. Aydınlara dayanan bir
temeli var. İttihat ve Terakki’nin ortaya çıkışı da bu
temele dayanıyor. CHP’nin ortaya çıkışı da aşağı
yukarı bu temele dayanıyor.
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ne
bakacak olursak, ülkenin Birinci Dünya Savaşı
sonunda işgale uğramasıyla beraber tabloya
baktığımızda İttihat ve Terakki’nin lider kadrosunun ülkeyi terk etmesi, Mondros’un imzalanmak
zorunda kalınması, bunun neticesinde devletin
çöküş tehlikesiyle iyice yüz yüze gelmesi, Şark
meselesi vesaire. Ama Mondros ve arkasından
Sevr bu çöküş tehlikesinin iyice yüz yüze gelindiği
İlginç olan şey Kurtuluş Savaşı boyunca bu
Müdafaai Hukuk Cemiyeti, mecliste birinci grup
olarak varlığını gösterecek ve bu cemiyete dayalı
olarak ikinci grup da ortaya çıkacak. Birinci grup
Kemalist bir hareketi teşkil edecek cumhuriyet
dönemi boyunca. Köktenci-devrimci bir hareket ve
inkılabın kanunu mevcut kanunların üzerindedir
fikri temel felsefesi olmuştur. İkinci grup bu açıdan
daha farklı. Muhafazakar bir yaklaşım içerisinde ve
bu açıdan da tamamıyla ayrılıyor. 9 Eylül 1923’te
CHP kurulduğunda ilginç iki nokta var: Bir tanesi
Müdafaai Hukuk Cemiyetlerinin ülke genelindeki
tüm örgütlerin tabelalarını indirip Halk Fırkası
tabelası asması. Yani Cemiyetin Fırkaya dönüşmesi
söz konusu. Bir başka önemli şey, partinin kuruluş
yıldönümü olarak seçilen tarih: 9 Eylül 1923.
İzmir’in kurtuluşunun birinci yıl dönümüne denk
getiriliyor. Bilinçli bir tercih söz konusu. Ülkeyi
kurtaran hareket, ülke tekrar çöküş tehlikesiyle karşı karşıya kalmasın diye modernleşmeçağdaşlaşma temelli ulus inşası amaçlı bir devrime
kaynaklık teşkil edecek. Ülkeyi biz kurtardık, biz
dönüştüreceğiz.
•NASIL: 1930’ların eleştirisi yapılırken CHP’nin
devlete egemen olduğu, muhalefete söz hakkı
tanımadığı yönündeki hususlar yoğunluk
kazanıyor. Bunun gerekçesi CHP’nin kendisini
devleti kuran parti olarak görmesi olabilir mi?
Süreç “partinin devleti” şeklinde mi yoksa “devletin partisi” şeklinde mi değerlendirilebilir?
•Türkiye’de özelikle “entelektüel” çevrelerde
CHP’ye yönelik faşizan yakıştırmasını doğru
bulmadığımı ve bilgilerinin de çoğunlukla ezbere
dayandığını söylemek isterim. Geçtiğimiz aylarda
Başbakan da CHP İl Başkanlarının vali olduğuna
ilişkin benzer şeyler söyledi. Halbuki yanlıştır. CHP
İl Başkanları hiçbir zaman vali olmadı. Ama valiler,
il başkanı oldu. Bunlar çok ayrı şeyler. Bakın mesela
İtalya’da Mussolini döneminde, Almanya’da Hitler
döneminde partilerin devlete hakim olması söz
konusudur. Bizde aksine devlet partiye hakim. Yani
parti devleti kontrol etmemiş. Dolayısıyla faşizan
bir parti yok ortada. İçişleri Bakanı CHP Genel
Sekreteri olmuş, valiler il başkanı olmuş.
Ne farkı var? Eğer CHP İl Başkanları, vali olsaydı
partinin devleti kontrol ettiğini söylerdiniz. Ama
valiler il başkanı oluyorsa, İçişleri Bakanı CHP
Genel Sekreteri oluyorsa devlet partiyi kontrol
ediyor demektir. Dolayısıyla ortada faşizan bir parti
yok. Bunun dışında yine söylenmesi gerek birkaç
şey daha var. Mesela Türkiye’nin İtalya’dan aldığı
Ceza Kanunu. “İtalya’dan alınan Ceza Kanunu,
Mussolini zamanında alındı. Dolayısıyla da faşist
ceza kanununu aldık.” diye bir yakıştırma var.
Halbuki tamamıyla yanlış. Eğer bilerek söylüyor-
Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesidir. 2000 yılı Afet İnan Tarih Araştırma Ödülü sahibi olan Hakkı Uyar, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Türk Modernleşmesi, Türk Siyasal Tarihi, Ermeni Sorunu üzerinde araştırmalar sürdürmekte ve Cumhuriyet Halk Partisi tarihine ilişkin çok sayıda
makalesi bulunmaktadır.
Söyleşi | Hakkı Uyar
48
larsa da yalan. Çünkü alınan kanun 1889 tarihli
İtalyan Ceza Kanunu ve bu kanun dönemin çağdaş
ceza kanunlarından bir tanesi. Mussolini iktidara
geldikten sonra bu ceza kanununu kaldırıyor zaten.
Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da
bunu anlatır. Yani dolayısıyla Mussolini’nin faşist
ceza kanununu bizim almamız gibi bir durum söz
konusu değil.
Tek parti döneminin faşizan olduğuna yönelik göndermelere ilişkin şunu söylemek gerek: Türkiye’deki
tek parti dönemi boyunca hiçbir zaman kendisini
Nazi partisine ya da faşist partiye ya da Avrupa’daki
diğer faşizan partilere yakın hissetmedi. Kendisini
Avrupa’daki radikal, ilerici, çağdaş, demokrat partilere yakın hissetti. Tek parti dönemi, 1925-1945
arasındaki dönem Birinci Dünya Savaşı ile İkinci
Dünya Savaşı arasındaki dönemdir. Ünlü İngiliz
tarihçi Eric Hobsbawm, bu dönemi “felaket çağı”
olarak tanımlıyor. Bu dönem tüm dünyada sağ ya da
sol fark etmeksizin totaliter ideolojilerin, diktatörlüklerin egemen olduğu bir dönem. Demokrasilerin
de o zaman için çağ dışı olduğu bir dönem. Bunun
tipik örneklerini Hobsbawn rakamlarla veriyor.
1927’de Dünya’daki bağımsız devlet sayısı 64,
bunların 29’u demokratik. 1942’de Dünya’daki devlet sayısı 61’e inmiş, 3 devlet azalmış ve demokratik
devlet sayısı da 29’dan 12’ye inmiş. Dünyada bu
dönem demokrasilerin gerilediği; diktatörlüklerin,
faşizan, otoriter, totaliter ideolojilerin yükseldiği
bir dönem.
Oysa, Türkiye bu dönemde iki kere çok partili
rejim denemesi yaptı. 1925’te Terakkiperver Fırka
denemesi, 1930’da Serbest Fırka denemesi. Bunları
Türkiye’ye yaptıran hiçbir dış güç yok. Türkiye’nin
iç dinamikleriyle ortaya çıkan denemeler. Bu iki
denemenin dönem koşulları yüzünden yürümemesi
nedeniyle Türkiye parlamento içerisinde çok
partili rejimi başaramayınca bu kez parlamento
içerisinde başka bir takım arayışlara yöneldi. Mesela
1931-1939 arasında “müstakil milletvekilliği” gibi.
1939-1946 arasında “müstakil grup” denemelerine
girişti. Bunlara bugün dönüp bakarsanız çok da
demokratik gelmeyebilir. Ama o dönemde arayış
olarak, parlamentoda iktidarı eleştirebilecek muhalefet güçlerini barındırabilir olması açısından da
son derece anlamlıdır. Öyle ki tek partili dönemde
parlamento sürekli açıktı ve bütün kanunlar, bütün
kararlar parlamentodan geçti. Cumhurbaşkanı 4
yılda bir parlamento tarafında yeniden seçildi.
Atatürk ömür boyu cumhurbaşkanı seçilmedi hiçbir
zaman. Dolayısıyla bu dönemde Türkiye Avrupa
ortalamasının üzerinde bir demokratik yapıya
sahipti.
•NASIL: Peki, yazılarınızda CHP’nin devleti
kurmuş olmanın verdiği güçle 1950’lere kadar
kitlelerle yeterince ilgilenmediği söylüyorsunuz.
Bu bakımdan 1950 öncesi dönemin demokrasiyle yorumlandığında nasıl bir durumu ortaya
çıkardığını düşünüyorsunuz?
•CHP devleti kuran bir parti, devrimci bir parti
aynı zamanda. Devrimi yapıyorsanız halkla biraz
sorun da yaşıyorsunuz. Mümkün değil sorun
yaşamamanız. Halkçılık söylemi olan, hatta adında
halk olan bir parti olmanıza karşın, tek parti
dönemi boyunca devrimleri gerçekleştirirken,
cumhuriyeti ilan ederken, saltanatı hilafeti
kaldırırken halka sorsanız, referandum yapsanız
ne çıkardı? Dolayısıyla bunların çoğu “halka
rağmen” yapılmak zorundaydı. Bu kaçınılmazdı.
Ayrıca benim şöyle bir tezim var: CHP tek parti
dönemi boyunca meşruiyetini iki temele dayandırdı.
Birisi Müdafaai Hukuk temelinden gelme. Yani
ülkeyi kurtarmış olmanın verdiği prestij. İkincisi
de sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle. Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı toplumsal yapıya
bakarsanız, çok da parlak bir toplumsal yapı ile
karşılaşmazsınız. %80-90 kırsal bir nüfus vardır ve
işçilerin, ticaretle uğraşanların, sanayi sektöründe
çalışanların, serbest meslek sahibi olanların oranı
1927 nüfus sayımında %7’yi geçmez. Yani modern
meslek gruplarının %7’yi geçmediği, %90’dan
fazlasının geleneksel ilişkilerle yürüdüğü bir toplum
modeli devralıyorsunuz. Bu toplumu değiştirmek ve
dönüştürmek zorundasınız.
Bu toplumsal yapıda halkı değiştirmek ve
dönüştürmenin iki boyutu var. 1930’a kadar olan
dönem geleneksel toplum kurumlarının tamamıyla
tasfiye edildiği bir dönemdir. Saltanatın, medreselerin, hilafetin, aşar vergisinin, dinsel hukukun
ortadan kaldırıldığı bir dönemdir. Ama 1930’dan
sonra rejimin halk tarafından benimsenmesi için
iki şeye ağırlık verildiğini görüyoruz. Birisi eğitim,
diğeri de ekonomi. Eğitim ki, bunun iki ayağı var.
Birisi yetişkinlerin eğitimi. Yaygın eğitim dediğimiz
halkevlerinin devreye girişi. İkincisi de köye
öğretmen gönderme meselesi. Köy eğitmenliği ve
teşkilatı köy enstitülerinin devreye girişi. Bakacak
olursanız çok hızlı bir şekilde eğitim sorununu
çözme gibi bir dertleri var. Birincisi, halkı eğitirsek
ve cumhuriyetin ne olduğunu anlatırsak rejimi
benimser. İkinci de şu, dünya ekonomik krizinin
yaşandığı bir dönemdir 1929 sonrası. Buna rağmen
Türkiye ekonomik anlamda da hızla kalkınma
ve büyüme derdinde. Halk ekonomik refahtan,
kalkınmadan pay alırsa cumhuriyetin değerini
anlar, cumhuriyeti de benimser, sahip çıkar.
1950’ye kadar geçen süreçte bu iki ayağın sıklıkla
kullanıldığını söylemek lazım.
27 yıllık bir tek parti iktidarı var. 27 yılın sonunda
CHP 1950 seçimlerini kaybetti. CHP 1950’de iktidarı
devrederken kabul ettiği seçim sistemiyle ilgili bir
iki şey söylemek lazım. Bir çok insan CHP 1950’de
ağır bir yenilgiye uğradı diye düşünür. Aslında
bana göre CHP ağır bir yenilgiye uğramadı. Çünkü,
CHP’nin aldığı oy %39, Demokrat Parti’nin aldığı
oy %52’dir. CHP bu %39’luk oyu 20 yıllık iktidardan
sonra aldı. 1939-1945 yılları arasında süren 2.
Dünya Savaşı’ndan sonra aldı. Bu savaş döneminde halkın çoğu büyük bir sefalet çekti. Varlık
vergisi, köylüden alınan ağır toprak vergileri. Ama
SAYI 5/6
Söyleşi
kaçınılmazdı. Ülke nüfusu 19 milyon, yaklaşık 1,5
milyon kişiyi askere almışsınız. Yokluklar, karaborsa, fiyat artışları. Ve buna rağmen CHP 1950’de
%39 oy aldı. Bugün CHP’nin alamadığı bir oy.
CHP’nin tarihinde aldığı en yüksek oy %41,4 ile
1977 seçimleridir. O dönemdekiyle arada iki buçuk
puanlık bir fark var.
sistemiyle ilgilidir. 1950 seçimleri öncesi, çoğunluk
Sistemine tek itiraz eden parti Millet Partisi oldu.
O da küçük bir parti olduğu için parlamentoda
temsil edilemeyiz diye itiraz etmişti. O dönemi
düşünün soğuk savaş yeni başlamış. Türkiye iç ve
dış tehditlerle uğraşıyor, NATO’ya gireceğim diye
uğraşıyor, Sovyet tehdidi var… CHP iktidarının
temel derdi şu: Parlamentoda acaba güçlü hükümet
çıkarabilir miyiz, çıkaramaz mıyız? Güçlü bir
hükümet çıksın, koalisyonlar ve sair yapılar ortaya
çıkmasın. Dolayısıyla güçlü bir yürütme ortaya
çıksın düşüncesinin getirdiği nokta odur.
1950 seçimlerinde CHP’nin yaptığı en önemli şey 27
yıllık tek parti iktidarına kendi eliyle son vermesidir.
Bu, Dünyada görülmüş bir uygulama değildir. Tek
partili rejimde barışçı yollarla iktidarı muhalefete
devrediyor. Ama 1950’de CHP’nin yaptığı bir hata
var. O da seçim sistemiyle ilgili. Evet, 1950’deki
seçim dürüst bir seçimdi. Gizli oy, açık tasnif, yargı
güvencesi, Yüksek Seçim Kurulu’nun kurulması.
Ama hata, “çoğunluk sistemi”ydi. “Nisbî temsil”
sistemini kabul etmeyip, çoğunluk sistemini kabul
etmesiydi.* Eğer 1950’de CHP çoğunluk sistemini
değil de Nisbî temsil sistemini uygulamış olsaydı
parlamentoda 270-280 civarında milletvekili
Demokrat Parti’nin, 200 civarında milletvekili de
CHP’nin olacaktı. Oysa, çoğunluk sistemi şöyle
bir tablo getirdi: Demokrat Parti %52 oy aldı ama
parlamentoda %84’e sahipti. CHP %39 aldı ama
parlamentoda sadece %14 çoğunluğa sahipti.
Dolayısıyla parlamentoda müthiş bir dengesizlik
ortaya çıktı ve 1950-60 arasındaki dönem boyunca
da bu devam etti. Demokrat Parti’nin parlamentoda ezici çoğunluğu vardı. Yoksa seçimlerdeki
ezici üstünlüğü değil. Eğer parlamentoda ezici
çoğunluğu olmasaydı, Türkiye belki 27 Mayıs’a
giden süreci bile yaşamayabilirdi. Belki de çok farklı
bir demokrasi geleneğimiz olurdu.
•NASIL: Demokrat Parti iktidarını, CHP’nin ülke
yönetimine ilişkin politikasından kaynaklanan
bir durum olarak değil, seçim sistemine ilişkin
bir stratejik hata olarak nitelendirmek mümkün
müdür?
•Evet, kesinlikle. Stratejik bir hatadır. Seçim
•NASIL: Uluslararası oluşumlara baktığımızda
CHP’nin Avrupa Federasyonu idealinin ilk ayağı
sayılabilecek Radikal Demokratlar Kongresi’ne
temsilci gönderdiğini görüyoruz. Ancak bugün
CHP’ye yöneltilen en temel eleştiriler Avrupa
Birliği’ne yeterince yakın olmadığı noktasında
yoğunlaşıyor. Bu bakımdan CHP mi kurucu
kimliğinden uzaklaşıyor, yoksa Avrupa Birliği mi?
Avrupa’da 1924 yılında Birinci Dünya Savaşı
sonrasında yükselen bir faşizm var. Avrupa’daki
bu radikal partiler, ortanın solunda ya da sosyal demokrat eğilimli ilerici partiler bir araya
geliyorlar ve öncülüğü de Fransız Radikal Partisi yapıyor. Türkiye’yi de davet ediyorlar. İlginç
olan şey, Avrupa’nın ilerici partileriyle CHP’nin
işbirliğini görüyoruz tek parti dönemi boyunca.
Benim Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde CHP
belgeleri arasında rastladığım bilgiler 1927’den
1935 yılına kadar CHP’nin bunların toplantılarına
katılmış olduğu.(*) CHP ideolojik olarak kendini
bunlara daha yakın hissediyor. Tabi CHP’nin lider
kadrosunun Avrupa’daki faşizan partilere değil de
bu ilerici çağdaş partilere yakın olması son derece
anlamlı. CHP’ye tek parti dönemi için faşizan göndermesinde bulunanlara da iyi bir cevap aslında.
Şimdi gelelim bu birliğe. Bu birlikteki partiler o
dönemde Avrupa’nın büyük partileri değiller ama
Avrupa ile ilgili vizyonları var. Avrupa’nın birleşmesi
gerektiğinin, gümrük birliğinin, siyasal birlik,
ekonomik birlik, serbest dolaşım gibi bir takım
hakları da tartışıyorlar. Silahsızlanma, Avrupa’da
barışın sağlanması gibi fikirleri tartışıyorlar. Mesela
1933’de Sofya’da yakında yapılan bir toplantı var.
CHP ona da katılıyor. Bu birlik İkinci Dünya Savaşı
sürecine giderken ve Fransa’da da kaotik bir süreç
olduğu için pek iyi gitmiyor.
CHP’nin kurucu değerlerinden uzaklaşma çekincesiyle Avrupa Birliği’nden uzaklaşmak gibi bir
eğiliminin olduğunu düşünmüyorum. CHP bugün
AB’ye karşı değil ki. Hatta AKP’nin 2004’te çıkardığı
reform yasalarında iktidarın yanında tavır sergiledi.
Ama son yıllarda yaşanan süreç bambaşka bir süreç.
CHP şu anki tezi itibariyle Avrupa Birliği’ne üye
olmaktan yana. Ama söylediği şey şu: Üye olacaksak
onurumuzla üye olalım. Öbür taraftan AB’nin
Türkiye ile ilgili sorunları var. AB Türkiye’yi üye
olarak almak istiyor mu? AB tarihine bakarsanız,
50 yıldır üyelik takvimi süren bir başka ülke yok.
Üye olmadan gümrük birliğine giren bir başka
ülke yok. Bir tek sorun yaşayan İngiltere var. İki
kere reddedilmiş. De Gaulle veto etmiş 1961 ve
1967’de. 1972’de De Gaulle’nin ölümünden sonra
İngiltere AB’ye üye olabiliyor. Ama bu tabi çok kısa
bir süreç. Dolayısıyla CHP’nin AB süreciyle ilgili
bir samimiyetsizliğinin olduğunu düşünmüyorum.
Ama AB’nin Türkiye’nin üyeliği ile ilgili bir
samimiyetsizliği var.
•NASIL: Parti tarihinde yaşanan kırılmalara göz
atmamız gerekirse, CHP’nin 27 Mayıs öncesinde
ve sonrasında seslendiği toplumsal kesimler
farklı mıdır?
•Ben CHP tarihini üç döneme ayırıyorum. Birincisi
tek parti dönemi, ikincisi 1950-1980 arasındaki
dönem, sonuncusu da 1980 sonrası.
Tek parti dönemi boyunca CHP’nin temel tezi şuydu:
Bir ulusu inşa ediyordu ve inşa edilen ulus sınıfsız
Söyleşi | Hakkı Uyar
50
imtiyazsız kitleydi. Bundan dolayı da kendisini
ulusal bir parti olarak görüyordu CHP. Tüm toplumsal kesimleri temsil ettiği iddiasındaydı. Ancak
2. Dünya Savaşının yaşanması, 1950’li yıllarda
yükselen burjuvazi Türkiye’nin sınıfsal yapısını da
değiştirdi. İlginç olan şey şu; 1950 seçimlerinden
önce Demokrat Parti işçiye grev hakkını savunuyordu. CHP de karşı çıkıyordu. Demokrat Parti
iktidara geldi ama işçiye grev hakkını tanımadı.
CHP 1950’li yılların ortasından itibaren işçinin
grev hakkını savunmaya başladı. 1959’da CHP İlk
Hedefler Beyannamesini yayınladı. Burada nisbî
temsil sistemini, kuvvetler ayrılığını, iki meclisli
yapıyı, Anayasa Mahkemesi’ni savunuyordu.
Dolayısıyla 27 Mayıs’ın getirdiği çoğu şeyi 1959’da
CHP savunmaya başlamıştı bile. Bu tarihten itibaren
de söylemine sosyal ve ekonomik özgürlükler de
girmeye başladı. CHP’nin 1961-1965 arasındaki
koalisyon hükümetleri dönemindeki uygulamaları,
Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanlığı ve bu dönemde
çalışanlara sendikal hakların sağlanması, CHP’nin
emekçi kesimlerden yana yavaş yavaş kaymaya
başladığını da gösteriyor aslında. 1965’te İsmet
Paşa “CHP ortanın solundadır.” dediğinde aslında
CHP’nin oraya doğru gittiğini bize net bir şekilde
gösteriyor. Bu tabi Türkiye’nin değişen sınıfsal
yapısıyla ilgili. Sanayi burjuvazisinin yükselmesi,
emekçi sınıfların artması ve tabi bir taraftan da
1961 Anayasası’nın özgürlükler ortamında dünyada
ve Türkiye’de yükselen sol, TİP’in varlığı, TİP’in CHP
için bir tehdit unsuru olmaya başlaması ve CHP’nin
genç tabanını çekeceği endişesini CHP’yi kendini
ortanın solunda tanımlamasına iten unsurlar olarak
saymak gerekir.
•NASIL: Öyleyse, “Ortanın Solu”nu, Türkiye İşçi
Partisi ve Yön Hareketi’nin 1961 Anayasası ile
hareketlenen kitleleri arkasına alma gerçeğine
karşı yaratılmış yapay bir konumlanma çabası
olarak mı, yoksa Kemalizm’in halkçı özünün bir
ürünü olarak mı değerlendirmek gerekir?
•Ben, “Ortanın Solu”nun Kemalizm’le çatıştığını
hiçbir zaman düşünmem. “Ortanın Solu” hareketi
1965’te başlayan ama geçmişi içinde pek çok
önemli ismin olduğu ama bunların Ecevit’i hareketin temsilcisi olarak ön plana çıkardığı bir süreç.
Yani Ecevit “Ortanın Solu”hareketinin liderliğine
gökten inmedi. O, bir grubun temsilcisi olarak
ortaya çıktı. 1965’te İsmet Paşa CHP’nin “Ortanın
Solu”nda olduğunu ifade ettiğinde, bu o dönemde
tepki de yarattı. Örneğin Adalet Partisi’nin başına
geçen Süleyman Demirel “Ortanın Solu, Moskova
Yolu” diye cevap verdi. Ama CHP için söylem şuydu.
“Ortanın Solu”, tersine aşırı sola giden yolu kesen
şeydi. “Ortanın Solu”, bugünkü terminolojiyle,
sosyal demokrat bir söylemi ifade ediyordu. Bunu
içinde “Toprak işleyenin, su kullananın” söylemini
akabinde göreceğiz. Ya da petrolün millileştirilmesi
, toprak reformunu ve benzeri söylemleri göreceğiz.
Dolayısıyla bu söylemin, Kemalizm ile çatıştığını
düşünmüyorum.
1961-1965 dönemi Türkiye’de darbe tartışmalarıyla
geçti. CHP bu dönemde ortanın solunda kendini
tanımlarken her koşulda demokrasiden yana tavır
aldı. Bunun dışında darbe ve cunta hareketlerine
karşı oldu. Ezilenlerden emekçilerden yana tavır
sergiledi. Mesela ordu içindeki darbe girişimlerini
kesen ve önleyen, Talat Aydemir’i önleyen İsmet
İnönü’dür, bir konum sergiledi. Yine bu sürece
bakacak olursak eğer CHP içerisinde “Ortanın
Solu” hareketi ayrışmaları da beraberinde getirdi.
Bir grup için “Ortanın Solu” sadece bir söylemdi.
Sadece oy almak için yapılan bir söylemdi. Ama bir
grup da bunun içeriğini doldurmak istiyordu. Turan
Feyzioğlu grubu, Muammer Erten grubu gibi. Bu
grupların bir kısmı da CHP’den yavaş yavaş koptular.
Bu kopma aslında Ecevit’in 1966’da Genel Sekreter
olmasıyla başladı, 1972’de Genel Başkan olmasına
kadar da devam etti.
•NASIL: “Ortanın Solu” fikri CHP’de ayrışmalara
sebep oldu. “Ortanın Solu” fikrinin CHP’deki
eşraf-feodalizm-bürokrasi koalisyonunu da
bozduğu söylenebilir mi?
•Şu anlamda doğru: Tek parti dönemi boyunca da
eşraf ve bürokrat birlikteliğini tek parti dönemince görmek mümkün. Mesela ikinci seçmenlerde.
Kaçınılmaz bir şeydi bu aslında. Merkezi yönetim,
bürokratik yönetim, aydınlar ve sair taşrada kiminle
işbirliği yapacak? Kaçınılmaz olarak eşrafla iş birliği
yapıyor. Ama bunun getirdiği bazı sorunlar da var.
Mesela Turan Güneş bunu Türk demokrasisinin
analizinde anlatır. Bu ittifak 1960’lı yıllarda ciddi
bir şekilde bozulmaya başladı. Aslında 1945’te
“Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” ile başladı.
Demokrat Parti’yi kuran lider kadro, Adnan Menderes, Celal Bayar, Emin Sazak, Refik Koraltan,
Fuat Köprülü’nün kopuşu bu kanun dolayısıyladır.
1945’te eşraf topluca kopup gitmedi ama 1965’ten
sonra CHP emekçi kesimlerden yana tavır sergiledi.
•NASIL: Bülent Ecevit’in 1973-1977 seçim
başarılarının altında sadece 1999 seçimlerindekine benzer biçimde dönemsel koşulların etkisi
mi vardır, yoksa partinin emekçilere evrilmesine
dayanan bir ideolojik yenilenme mi söz konusudur?
•1973 ve 1977’yi tesadüf olarak görmemek lazım.
1973 ve 1977, daha evveliyatının mesela ortanın
solunun ısrarlı bir şekilde savunulmasının sonucudur. Ama CHP nasıl 1950’de seçim sistemin kurbanı
olduysa 1973 ve 1977’de seçim sisteminin kurbanı
oldu bana göre. Eğer o zamanki seçim sistemi
bugünkü seçim sistemi olsaydı, CHP 73’te de 77’de
de tek başına iktidardı. Hatırlayın AKP’nin 2002’de
%33-34 ile iktidara gelmesi, CHP de 73’te o kadar
oy aldı, tek başına iktidara gelebilirdi. Ama seçim
kanunlarının çok önemli belirleyici etkileri oluyor.
CHP’yi 1973’te liderliğe taşıyan birkaç unsur var:
Bir tanesi 12 Mart. 12 Mart’ın olması ve dolayısıyla
Ecevit-İnönü çatışması. 12 Mart müdahalesinde
SAYI 5/6
Söyleşi
bulunup Demirel hükümetini istifa ettiren askerler,
CHP’den Nihat Erim hükümetinin kurulması sürecinde hükümete destek istediler. İsmet Paşa buna
onay verdi. Ama Ecevit karşı çıktı. “12 Mart bize
karşı yapılmıştır ve destek olmamak gerekir.” dedi.
12 Mart’ın o dönemde sağ bir darbe olduğunun
anlaşılması, Ecevit’e biraz avantaj sağladı. Ecevit
darbeye tavır alan lider pozisyonuna yükseldi ve
Genel Sekreterlikten de İsmet İnönü ile çatıştığı
için istifa etti.
başarılı seçim afişlerinden bir tanesidir.
Ecevit’in İsmet Paşa karşısında şanslı olmasının
da iki nedeni var: Bir tanesi “ortanın solu” gibi bir
fikrin liderliğine soyunmuş olması. Bir başkası da
tabi İsmet Paşa’nın yaşlılığı. Bülent Ecevit, 1972’de
İsmet Paşa ile karşı karşıya kaldığı kurultayda şunu
söylüyor: “Siz özgür bireyler mi olacaksınız, yoksa
kapıkulları mı olacaksınız?” Bugün Türkiye’deki
siyasal etiğe bakacak olursanız, partideki delegeler özgür bireyler midir, yoksa genel başkanların
kapıkulları mıdır? Orada, o delege yapısı Ecevit’i
Genel Başkanlığa taşıdı. Yoksa çatışmanın sadece
kişisel olduğu tezi doğrulanamaz. Tam tersine
çatışmanın ideolojik temelli olduğu ortaya çıkıyor.
1973’ten itibaren CHP’nin oylarında artış görülüyor ve Parti köylüden de oy almaya başlıyor.
Köylü, Adalet Partisi’nin seçmen tabanıdır aslında.
1977’ye giden süreçte de, tarihsel bir yanılgı olarak
CHP-MSP koalisyonun ortaya çıkması ve Kıbrıs Barış
Harekatı’nın yapılmış olması. Bu, Ecevit’e önemli
bir karizma sağlamıştır. Bu imaj 1977’de CHP’yi ve
Ecevit’i %41,4’lere taşıdı. Salt çoğunluk 226 ama
bu başarıya rağmen 213’te kaldı. 1977 yılı için
Ecevit’in yayınlanan bir kitabı vardır. “Umut Yılı”
diye. Mavi kapaklı, üzerinde güvercin resimleri
olan. Müthiş bir dinamizm vardı 77 seçimlerinde
gerçekten. Mesela 1950 seçimlerinin afişleri tarihimizde en önemli afişlerden bir tanesidir. Demokrat
Parti’nin “Artık Yeter, Söz Milletin” sloganı. 1977
seçimlerinde de CHP’nin çok muazzam bir afişi var.
“Silah gidecek, barış gelecek” Bence Türkiye’nin en
•NASIL: 1978 Ara Seçimlerini nasıl
değerlendirmemiz gerekecek öyleyse?
•1978’te Adalet Partisi’nden yapılan transferlerle
1978 yılının ocak ayında kurulan hükümet, sakat
bir hükümetti. Transferlerle kurulmuş olması, salt
çoğunluğun kıl payı sağlanmış olması, ekonomik
sorunların had safhada olması gibi nedenlerle.
Ekonomik kriz var, dışarıdan petrol ithal edemiyorsunuz, döviz darlığınız var ve de terör. Bu
sorunlarla başa çıkamadı Ecevit hükümeti. 1978
yılının ekim ayındaki ara seçimlerinde CHP ağır bir
yenilgi yaşadı. Ve oyları da %30’a geriledi. Yani
12 Eylül’den önce CHP oy bakımından gerilemişti.
12 Eylül’ün olması bunun üzerine tuz biber ekti.
Bu hükümetin başarısız olduğunu söylemek lazım.
Ama haksızlık da etmemek lazım, hangi hükümet
başarılıydı? Demirel hükümeti de başarılı değildi. Ve
o hükümet aylarca cumhurbaşkanı seçemedi.
•NASIL: Tüm bu bahsettiğiniz, CHP’nin bugüne
kadar uzanan süreçteki dönem dönem başarısı
ya da başarısızlığı, CHP’nin bir politika sorunu olarak parti içi demokrasi noktasında mı
yoksa geleceğe ilişkin kurgulama noktasında mı
yoğunlaşıyor?
•Tabi CHP’de değil sadece sorun. 12 Eylül Türkiye
siyasetinin üzerinden buldozer gibi geçti ve tüm
siyaseti paramparça etti. Bu parçalanmışlık
Türkiye’deki merkez sağı ve merkez solu olumsuz
yönde etkiledi. Bir başkası, Türkiye siyasetinin
zihniyet dünyası değişti. 1950’den 12 Eylül’e
kadar baktığımızda, partilerin halkla ilişkilerini
sağlayan çeşitli kanallar vardır. Bunlardan bir tanesi
partilerin ocak ve bucak örgütleridir. Bu örgütlerle
halkın nabzı tutulurdu. 1960’ta 27 Mayıs darbesini
yapanlar, Demokrat Parti-CHP arasındaki vatan
cephesi uygulamalarından da çok rahatsız olarak
bu ocak ve bucak örgütlerini kapattılar. Ama 1961
Anayasası’nda partilerin, sendikalarla sivil toplum
örgütleriyle ilişkileri mümkündü. Halkın nabzı
tutulabiliyordu.
Ülkemizde ilk Siyasi Partiler Kanunu 1965’tedir.
Bizdeki siyasi partiler 1965’e kadar 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu’na göre kurulmuştur. Bu, cemiyetparti ilişkisi açısından ilginç bir şey. Anayasa, Seçim
Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu. Bunları bir arada
değerlendirmek lazım. Demokrasiyi şekillendiren
bunlar. 1961 Anayasası hakları ve özgürlükleri
genişletirken, 1982 anayasası tersini yaptı. 1983
tarihli Siyasi Partiler Kanunu ile 1965 tarihli Siyasi
Partiler Kanunu’na bakarsanız çok farklıdır. 1965
tarihli Siyasi Partiler Kanunu parti içi demokrasi
zorunlu kılarken ve liderlerin partilerini diktatörce
kontrol etmelerini engellerken, 1983 tarihli kanun
tam da buna fırsat sağlamıştır.
Tabi şunu da görmek lazım. Türk halkı hala geleneksel bir toplum. Türk halkı hala lidere oy verir. Yani
Türkiye solu Ecevit’ten sonra karizmatik bir lider
yaratamadı. Ama Türkiye sağı karizmatik liderler
yaratabildi. Mesela Menderes, Demirel, Özal, Tayyip
Erdoğan. Sağdaki liderler halkla ilişkiler açısından
aidiyet bağını daha kolay kurabildiler. Mesela Menderes toprak ağası kökenliydi ama yine de köylüden
oy kurabildi. Bugün için, Türkiye’nin büyük
bölümü gecekondu, Tayyip Erdoğan Kasımpaşa’dan
gecekondudan çıkan biri, dolayısıyla aidiyet bağı
kurabildi. Nedenlerden bir tanesi bu. Karizmatik
lider meselesi. Türkiye solu bunu yaratamadı. Bir
başkası da tabi, dünyada soldaki genel gerileme
Türkiye solunu da geriletti. Ayrıca ülke sorunlarına
Türkiye solu çözüm üretemedi. Yani CHP’nin
1979’da başarısızlığının temel nedenlerinden bir
tanesi de o.
•NASIL: Özellikle son yıllarda yoğunluk
kazandığı üzere sol partilerin sağa kayması, sol
seçmenin de sağ partilere oy vermeye yönelmesi
partilerin sistemli bir program değişimi midir,
Söyleşi | Hakkı Uyar
yoksa bir sistemin çöküşü müdür?
52
•Ben CHP’nin bugün için ciddi bir sisteminin
olduğunu düşünmüyorum. Oy vermede gelir
grupları çok etkileyici. İzmir’de şöyle bir tablo
görmek mümkün: İzmir’in üst gelir gruplarının
oturduğu semtler. Mesela; Mavişehir, Göztepe,
Güzelyalı, Alsancak. Buralarda 2002’den 2009’a
kadar CHP oyları %50 ile %80 arasında oldu ve her
geçen gün oyları da üst gelir gruplarında artıyor.
Mavişehir’de 2009 yerel seçimlerinde CHP’nin aldığı
oy %75,6. Ama eğitim seviyesi, refah seviyesi,
kentte oturma süresi düştükçe oylar da düşüyor.
Orta gelir gruplarına gittikçe oylar düşüyor. Bu çok
ilginç bir şey.
•NASIL: Bu durum dünyada da mı böyledir? Sol
partiler “zenginlerden” oy alıyor adeta, ancak
sağ partiler için tam tersi oluyor. Bu bize özgü bir
tezat mıdır?
•Öncelikle gecekondu bölgelerine bakalım.
Gecekondu bölgelerini ikiye ayırmak lazım. Birisi
1950 sonrası kurulan “eski gecekondu bölgesi” diye
tanımlayabileceğimiz bölgeler. İkincisi de 1980
sonrasında kurulan “yeni kuşak gecekonduları”.
İzmir açısından baktığımızda, 1950 sonrasında
kurulanlarda köyden kente göç biraz daha isteğe
bağlı. Amaç, çocuklarına daha iyi bir eğitim imkanı
sağlamak, refah seviyesini yükseltmek, iyi bir iş
bulabilmek ve bu bölgelerin bir bölümü de Balkanlardan gelen göçmenlerin oturduğu bölgeler.
Buralarda CHP’nin AKP ile başa baş gittiğini hatta
2009’da fark attığını görebiliyorsunuz. Ancak Kürt
ağırlıklı seçmenin yaşadığı 1980 sonrası gecekondu
bölgelerinde, CHP neredeyse yok. Mesela tipik
örneği Kadifekale’dir. İzmir’in en tipik gecekondu
bölgesidir. 2007’de CHP’nin oyu burada %7 idi.
CHP’nin gecekondu bölgelerinde, alt gelir
gruplarında olmayıp, üst gelir gruplarında
olması, evet bir tezattır. Ama bu CHP’nin ideolo-
jik kimliğiyle ilgili olan bir şey. CHP’nin ideolojik
kimliği dediğiniz zaman bunun iki ayağı var: Birisi
sosyal demokrasi, bir diğeri de Kemalizm. CHP, üst
gelir gruplarında sosyal demokrat olduğu için oy
almıyor. CHP’nin üst gelir gruplarında oy almasının
nedeni AKP karşıtı bir cephede cumhuriyetin
değerlerine sahip çıkan seçmen kitlesinin CHP’ye oy
vermesidir. Yani CHP bugün aldığı oyları, Kemalist kimliğiyle alıyor. Eğer AKP olmasa, solda ya da
sağda rejim açısından tehdit olarak algılanmayacak
alternatif partiler ortaya çıkarsa, CHP’nin oylarında
ciddi bir azalma da meydana gelir.
•NASIL: CHP’nin demokratik olmayan yollarla
iktidarı aradığı eleştirileri de son dönem toz
duman arasında sıklıkla dile getiriliyor. Siz ne
dersiniz?
•NASIL: CHP içinde bir ideolojik bütünlüğün
olmadığı da eleştiri konularından biri. Özellikle
taban ile yönetim arasında.
1971’den itibaren darbelerle CHP’nin hiçbir ilişkisi
kalmadı. Aslında daha evveliyatında da kesikti bu.
Talat Aydemir darbe girişimleri de İsmet İnönü’nün
Başbakanlığı döneminde engellenmişti. 27 Mayıs’ın
da CHP’nin işine yaramadığı kanaatindeyim.
CHP’nin 1957 seçimlerinde aldığı oya bakın, 1961
seçimlerinde aldığı oya bakın. Darbenin sorumlusu
olarak görüldüğü için 5-6 puan oy kaybetmiş.
Dolayısıyla 27 Mayıs olmasaydı ve 1961’deki
seçimleri Demokrat Parti dürüst yapsaydı, çünkü
dürüst yapmadığı konusunda yoğun endişelerim
olduğunu söyleyebilirim, belki CHP tek başına iktidara gelecekti. Dolayısıyla darbelerle CHP arasında
ilişki kurmanın bir anlamı yok. Ne 12 Mart’la
CHP’nin ilişkisi var, ne 12 Eylül ile. 12 Eylül CHP’nin
üzerinden geçmedi mi? Dolayısıyla böyle bir ilişki
kurulursa haksızlık olur, bir tarihçi olarak da doğru
bulmadığımı belirtmek isterim.
•CHP’nin eskiden beri tartıştığı bir şey bu. 1970’li
yıllarda CHP’nin ortanın solu hareketinin ideolojik tanımlaması yapılırken sosyal demokrasi mi,
demokratik sol mu meselesi tartışıldı. Ecevit’in
1980 sonrasında buna ilişkin açıklama yaparken,
“Biz kendimizi Marksizim ile bağlamamak için sosyal
demokrasi demedik, demokratik sol dedik” dediğini
bir çok kez okudum ve kendisinden de dinledim. Ancak 1970’li yıllarda olayları yaşayan diğer CHP’liler
de aksini söylüyorlar. Sosyal demokrasiyi ideolojik
bakımdan sığ olarak gördükleri için; demokratik sol,
sola daha açık olduğu için demokratik sol dedik diyenler de var. Dolayısıyla bu işin içerisinden çıkmak
o kadar kolay değil. Ancak CHP’de şöyle bir problem
var: CHP’nin genç kadroları, Kemalizm demeyi
tercih ediyorlar, sosyal demokrasi kelimesinden
de çok haz etmiyorlar. Avrupa Birliği’nden de çok
haz etmiyorlar. Ama CHP gibi bir kitle partisinde
parti örgütünün farklı ideolojik yelpazesinin olması
iyi bir şey. Farklı fikirlerin tartışılması da iyi bir
şey. Çatışmalar ve gruplaşmalar daha çok kişiler
etrafında oluyor. Bunlar olmasa, parti örgütünde
fikirler tartışılsa çok daha iyi olacak ama ben bunu
yine de fikir zenginliği olarak görüyorum.
•CHP cumhuriyeti kuran, aynı zamanda demokrasiyi de gerçekleştirmek için yoğun çaba harcayan
parti. Dolayısıyla Türkiye bugün yaşadığı sorunlardan çıkacaksa, burada CHP’ye çok önemli rol
düşüyor. CHP’nin iktidar alternatifi olabilmesi
lazım. Türkiye’nin değişmesi ve dönüşmesi buna
bağlıdır.
(*) e.n. Çoğunluk Sistemi, seçimlerde en çok oy alan partinin, o seçim çevresindeki bütün milletvekillerini çıkarmaya hak kazandığı, bu yönüyle de temsil bakımından adaletsiz sonuçlara
yol açmaktayken, Nisbi Temsil Sistemi çoğunluk partisi dışındaki partilerin de kuvvetleri oranında üye çıkarmalarını sağlayarak daha adil sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. 1950-1960 yılları
arasında Türkiye’de yapılan seçimlerde çoğunluk sistemi uygulanmaktayken, 1961 Anayasası’ndan bu yana nisbi temsilin çeşitli biçimleri uygulanmaktadır.
(*) e.n. Hakkı Uyar, “CHP’nin Avrupa’nın Radikal ve Demokrat Partileri ile İlişkileri (1926-1935)” adlı makalesine ve çalışmalarının bazılarına http://kisi.deu.edu.tr/hakki.uyar adlı
adresten ulaşılabilir.
“Devletimizin temelindeki ilk harç, bağımsızlık
bilincidir. Bu bilinç nasıl yok edilmiş? İşte bunun yanıtlarını veriyor Emin Değer. Bu gerçekler sadece geçmiş olayları değil, ileride
yaşayacağımız CIA damgalı oyunları da sergilemektedir.”
Uğur Mumcu
“Emin Değer’i CIA, Kontrgerilla ve Türkiye adlı kitabından hatırlayacaksınız. Yeni
eseri Oltadaki Balık Türkiye, bir bataklığa
saplanışın öyküsü. Büyük bir ilgiyle, ama yine
de hüzünle okuyorsunuz. Çünkü Emin Değer,
o hengâmede aymazlıkları, yer yer ihanetleri
de sergiliyor. ‘Bu kadarı da olmaz’ diyorsunuz;
olmuş ama!”
Server Tanilli
“Türkiye nasıl ‘oltadaki’ oluyor? Bu ne biçim
benzetmedir?.. Benzetme, kitabın yazarı Emin
Değer’in değil, bütün dünyanın adını bildiği bir
Amerikalı’nın, Nelson A. Rockefeller’ın... ABD
Başkanı Eisenhower’a yazdığı bir mektupta
Rockefeller, bu benzetmeye başvuruyor...
Bilinçsizliğin kör güdüsünde benliğini dış
güdüme teslim etmiş bir toplum düzeyindeyiz. İnanmayan, Oltadaki Balık Türkiye’yi oku
sun.”
İlhan Selçuk
Kilit Yayınları, 536 sayfa, 17 TL
Hilmi Uran
54
Halk’a Cumhur’u Sevdirmek:
Kâh İdareci, Kâh Siyasetçi
Hilmi Uran
{
Okay Bensoy
}
SAYI 5/6
Söyleşi
Giriş
Bu yazıda 1908 Mülkiye mezunu, devlet kademelerinde sırasıyla; vilayet maiyet memurluğu, kaymakamlık, mülkiye müfettişliği, mutasarrıflık (sancağın en
yetkili amiri), valilik, milletvekilliği, Nafıa (Bayındırlık), Adliye (Adalet) ve Dahiliye (İçişleri) Bakanlıkları görevlerinde bulunmuş; parti bünyesinde ise il
başkanlığı, umumi müfettişlik, parti genel sekreterliği, genel başkan vekilliğini yürütmüş Bodrum doğumlu Hilmi Uran’ın (1886-1957) gözünden CHP tarihini
irdelemeye çalışacağım. Yazı için temel kaynak, Uran’ın 1950’de siyasetten çekildikten sonra zamanının önemli bölümünü yazmaya ayırdığı “Hâtıralarım”
adlı anıları ve devamındaki temel belgeler olacak. Satır aralarında kitabın 1959’daki ilk baskısıyla Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nca 2008’de yapılan
“Meşrutiyet, Tek Parti,
Çok Parti Hatıralarım” adlı ikinci baskısının karşılaştırmasını da içerecek bu çalışma, partidevlet bağlantılarına dönemler halinde ışık tutmayı deneyecek. Bu
sayede, Uran’ın yukarıda belirtilen idari ve siyasi görevlerinin, söz konusu tek parti devrinde, aslında sanıldığı kadar birbirlerinden ayrı sınıflandırılamayacağı
belirtilecek. Yazı, içeriden bir okuma yapma gayretiyle, Hilmi Uran’ın yayınladığı belgeler yoluyla, çok partili demokrasiye geçiş sancılarına da kulak dayayacak.
Nasıl, S. 4, Eylül – Ekim 2009.
Hilmi Uran: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir İdareci
Uran, anılarına Mülkiye’nin İstanbul’da yer aldığı
dönemde okulun ve İstanbul’un genel durumu
hakkındaki tespitleriyle başlıyor, 1904-1908
arasını bir tür okul içi deneyim süreci olarak
görüyor. Bu masumane anlatı, hayat şartlarının
zorluklarını ifade eden sayfalarıyla kimi zaman
toplumsal bir içerik taşısa da, esasında okulun
temel kuralları ve İstanbul’un eğlence hayatına
dair bir özetten ötesini bize vermiyor.
Uran’ın anılarını, idari ve siyasi bir kişiliğin CHP
üzerindeki tespitleri üzerinden okumak için,
okul sonrasında başladığı görevlere bakabiliriz.
Zira, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan idari
sorunların, genç bir idarecinin gözüyle anlatıldığı
durumlar, cumhuriyetin yaşayacağı sorunlara da
öncülük ediyor. Yeni memurlara staj niteliğindeki
maiyet memurluğu için yazışma kaleminde (mektubi), geçici idare komisyonlarında görev alan
Uran, burada üç sene boyunca resmi yazışma usullerini tatbik eder, çalışkanlığıyla göz doldurur.
Bu çalışkanlığı, kendisine kıskanılarak iş verilmesine de neden olur. Bazı mesai arkadaşları, hızla
ilerlemesine mani olmak istercesine, yazması
için basit evrakları ayırır, ilerlemesine şüpheyle
yaklaşırlar. Uran, bürokrasinin yaratıcılık istemeyen, rutin işler kısmıyla sınırlandırılmaya çalışılır.
Bir yandan da görev yaptığı her birim, tarihi
dönemeçleri okumasına yardımcı olur. İlk görev
yeri olan İzmir, 2. Meşrutiyet’in ilanı sırasında
eşkıyalık faaliyetlerinin sıkça görüldüğü, Ödemiş
havalisine yönelik kanuni tedbirlerin alındığı yerdir.
İç karışıklıklardan faydalanarak Bosna-Hersek’i
ilhak eden Avusturya’ya karşı, bu ülkeden alınan
feslerin topluca atılıp yerlerine kalpak, serpuş
giyme mecburiyetinin getirildiği dönem de
(Avusturya Boykotajı) İzmir’de görevli olduğu
yıllara rastlar (Hâtıralarım, s. 25-31). Diğer maiyet memuru arkadaşlarıyla (Şükrü Saracoğlu gibi)
Hizmet gazetesini devralarak iş çıkışları burada
Meşrutiyet’e ve ülke yönetimine dair haberler
hazırlamaya da başlarlar (s.40). Uran’ın tespitlerine göre halk, Meşrutiyet’in ilanıyla beraber, eski
devrin hileci ve rüşvetçi memurlarının üzerine gidilmesini özellikle istemektedir. Bu doğrultuda,
İttihat ve Terakki’nin ilk işlerinden birisi, Mebusan Meclisi’nin 30 Haziran 1909 tarihinde kabul
ettiği Tensikat Kanunu’nu uygulamak oluyor.
Kanun, merkezde ve vilayetlerde çalışan hâkimlerin, memurların sicilleriyle birlikte her tür hâl ve
hareketlerinin tetkik edilmesini, buna göre kadro
dışı bırakılıp bırakılmayacaklarına karar verilmesini ayrıntılarıyla düzenliyor. “Kötü hali” tespit
edilerek işten ayrılmalarına hükmedilen memurlara tazminat da ödenmiyor. Sadece liyakatsiz
bulunarak ayrılmaları istenen memurlara tazminat ödeniyor. Bu kanunun uygulamaları sırasında
oluşturulan komisyonlardan çıkacak kararları
bekleyen memur ve hâkimlerin tedirgin bir halde
işlerine gittiklerini, “tensik” işi bitene dek memlekette ciddi huzursuzluk yaşandığını, komisyon
kâtibi olarak görevlendirilen Uran, anılarında
aktarıyor (s. 40-42). İzmir başta olmak üzere,
Manisa, Aydın, Denizli, Muğla sancaklarında
görevli vilayet memurlarının hal tercümeleri
(dosyaları) Uran’ın görevli olduğu komisyona
yağmaya başlıyor. İşin ağırlığı altında ezilmekten korkan ekip, iş bitince yoğunluktan değil,
tasfiye edilen ve istihdam edilmemek üzere memuriyetten çıkarılanların kısa zaman sonra başka
yerlerde yeniden memur olmaları üzerine emeklerinin heba olmasından dert yanıyor (s. 43).
Bir türlü kurumsallığını oturtamayan ve kişilere,
hükümetlere, anlık kararlara bağlanan Türkiye
Hilmi Uran
bürokrasisinin Osmanlı’daki uzantıları üzerine
önemli bir anekdot...
56
Maiyet memurluğunda karşılaştığı önemli
hadiselerden birisi de eşkıyalık konusunda alınan
tedbirler... Eşkıyalar, özellikle Ödemiş’te halkın
desteğini kazanıyor ve haksız zenginleştiğine
inanılan insanları dağa kaldırarak, halkın adalet
makamı olarak, eprimiş devlet otoritesinin yerine geçiyorlar. Bu, İttihat ve Terakki’nin 1908
sonrasında dikmek istediği kılıfın dışında bir çizgi
ve çıkarılan kanun da Ödemiş’te bir divan-ı harp
kurularak yargılamalara başlanmasını içeriyor.
Uran ise burada kâtiplik yapıyor ve halkın eşkıyaya
yaklaşımını, devlete bakışını deneyimleme fırsatı
buluyor. Oradan aktardığına göre halk, bu sempatisini sadece eşkıyaya yardımla sınırlı tutmuyor, evlatlarının ileride birer eşkıya olmasını da
istiyor. Efelik, bir gurur simgesi olarak ahalide
hüküm sürerken, Uran’ın genç yaşında hukuksal
ve kurumsal düzenlemelerle bu eğilimin üstesinden gelinebileceğine, halk nazarında efeliğin
bir ideal olmaktan çıkarılabileceğine dair umudu
var. Bu umut, cumhuriyet devrimlerindeki düzenlemelerle hayata geçiyor (s. 45). Uran, cumhuriyet inkılaplarının ne derece önem taşıdığını
anılarında Osmanlı ve İttihatçıları eleştirerek
pekiştiriyor. Gerçi devrimlerin efelik ve eşkıyalık
konusunda ne derece başarılı olduğu tartışmalı,
ancak Uran’ın ilerleyen bölümlerde, idarecilik
anılarını birbirine
bağlarken sorunların çözümünde referans noktası
olarak cumhuriyet devrimlerini işaret etmesi,
cumhuriyetin kısa sürede tüm aksaklıkların üzerine gittiğini söylemesi de bu devri, 1950’ye kadar
bir tür “altın çağ” olarak adlandırmasıyla eşdeğer
gibi gözüküyor. Uran’ın okulda edindiği bilgiyle
bürokraside karşılaştıkları arasında yaşadığı ilk
şok, vilayet yazışma kalemine gelen bir evrakla ilgili. Bergama Kaymakamı’nın bir ecnebinin evinin
aranmasına yönelik izin isteyen yazısını okul
bilgisi çerçevesinde değerlendirerek mevzuatı
yorumlar Uran. Bir yandan da kendini gösterme
gayretiyle amirine kısa bir yazı döşenir, mevzuatla beraber adli kapitülasyonları hatırlatarak
bu ecnebinin evine rahatlıkla girilemeyeceğini
“arz eder”. Heyecanla yazısına tebrikli bir geri
dönüş beklerken, muavinin yukarıdan aşağıya
çizilmiş halde elyazısını kendisine gönderdiğini
görür. Altında mealen şunlar yazar: “Geçerlilikte
bulunan kanunlar ve nizamlar dairesinde icabını
icra ederek neticeden bilgi veriniz!...“ Uran’ın
idari işleyişe yönelik ilk katkı denemesi hüsranla
sonuçlanır, mevzuatı yorumladığına inandığı okul
bilgisi, kısa ve matbu bir emirle çöker. Uran’a
göre, muavinin düştüğü not, son dönem Osmanlı
idaresine dair bir yaklaşımı imler: “Bu, suya
sabuna dokunmaksızın sorumluluğu tamamıyla
karşıdakine bırakmanın formüle edilmiş güzel
bir yolu idi.” (s. 37) Menemen Kaymakamlığı’na
1911’de atanan Uran, çevreyi tanıma turlarına
çıkar. Evindeki aşçısına bir sohbet sırasında
bakır tepsinin neden kırmızı olduğunu sorar.
Birçoğumuz “ee, ne ilginçliği var bu sorunun,
neden bu yazıda lüzumsuz bir anekdot olarak
işleniyor?” gibi bir suali düşünebilir. Ancak Uran,
okul ve hayat arasında kurduğu bağlantıyı
ecnebinin evinin aranması hadisesine benzer bir
şekilde burada da devreye sokuyor (s. 48-49): “...
aşçı şaşırmıştı, gözlerimin içine bakarak, çekingen bir tavırla, ‘Henüz kalaylanmamıştır, efendim’ dedi. Fakat işin aslı, evimde bakır kapları
hep beyaz görmeye alışık olduğum için, bakırın
aslında kırmızı olup da kalaylandığında ağardığını
düşünememiş olmamdan ibaretti. Halbuki
Menemen’e, mektepte kimya okumuş ve bakırın
her türlü vasıflarından imtihan vermiş bir adam
olarak gitmiştim. Hayatta ilk mesuliyetli vazifeye
başladığım anda bu, benim için hayatın da ayrı bir
mektep olduğu ve hatta asıl mektebin bu olduğu
hakkında acı bir tecrübe olmuştu.”
Menemen’de idari olduğu kadar hayati tecrübe de
edinen Uran, anılarında
ayrıntılara
daldıkça,
yönetici
adaylarına
uyarılarda bulunmayı da ihmal etmiyor, zamanın
çekirge salgınına, orman yangınına karşı verdikleri mücadeleyi safhalarıyla anlatıyor (s.
52-54). Çekirge saldırısı deyip geçmeyin, bunun bölgeye verdiği zararın yanında, bazı kimseler için geçim kapısı olduğunu da belirtelim.
Şöyle ki; Menemen ve civarında başlayan çekirge
salgınına sığırcık kuşlarıyla önlem almak isteyenler, Ankara’nın Çamlıdere ilçesinden sığırcık besleyenleri buraya davet ediyorlar. Çekirgenin baş
düşmanı
olan sığırcık, onlarla besleniyor ve bölgeyi
çekirge istilasından kurtarıyor. Ancak sığırcıklar
Menemen’e göç yoluyla değil, inanışa göre,
Ankara Çamlıdere’deki şifalı suları hükümet
İzniyle şişelere doldurup buralara gelen
kişilerin çekirge yuvalarına bırakmasından
sonra “teşrif ediyorlar”. Hükümetin iznini alan
bu kişiler, “sığırcık şifacılığı”nı zamanla bir
geçim kapısına dönüştürüyorlar. Ancak Hilmi
Uran bu işe göreve geldikten sonra müsaade etmiyor. 1914’te Menemen’den Çeşme
Kaymakamlığı’na atandığında 1. Dünya Savaşı
patlak veriyor. Osmanlı’da temelde devleti kurtarma üzerinden yürüyen tartışmalarda Uran
daha çok “Osmanlıcılık” ideolojisini eleştiriyor...
Mebusan Meclisi’nin kozmopolit yapısının
başlarda Meşrutiyet’e dair olumlu görüşlerden
beslendiğini, ancak bu meclis yapısının
imparatorluğu zamanla çöküşe götürdüğünü savunuyor. Ülkeyi “kalkındırma ve kuvvetlendirme”
vasıtası olarak başlatılan hareketin, Osmanlıcılığı
oluşturan bütün
unsurların zamanla büyük bir milliyet ve kendini beğenmişlik sevdası peşinde birbirlerinin
gırtlağına sarılmasının da zeminini kurduğuna
inanıyor (s. 57).
Osmanlı’dan devralınacak etnik ve ekonomik
yapı ile nüfusun mesleki eğitimi için Uran’ın
İzmir-Çeşme’deki kaymakamlığına da bakılabilir.
SAYI 5/6
Söyleşi
Uran’ın İzmir macerası, İstanbul’da yetişmiş
idareci adayı için önemli bir deneyim niteliğinde,
zira burada tam da Rum göçünün yaşandığı günlerde görevine başlıyor. Nüfusun büyük bölümünü oluşturan Rumların, Osmanlı’nın kendilerine zarar vereceği haberlerinin -Uran’a göre
dedikoduyayılması üzerine, Balkan Savaşlarının
hemen ertesinde Yunan adalarına yerleşme
istekleri, beraberinde ciddi bir demografik
dağılmayı, zanaat açısından tükenmeyi, işi bilen
adamların kaybını getiriyor. Öyle ki, 45000 nüfuslu Çeşme’nin 40000’i (hepsi Rum) göç kararı
aldığında, yerleşik düzen birden sarsılıyor (s.
72). Rumeli’nin yüksek ve sert iklimlerinden
gelen yeni muhacirler ise deniz iklimine yabancı
ve örneğin, anasonu hayatında ilk kez görüp tarlada hayvanlarına yedirmeye kalkanlar var (s. 6568). Göç sırasındaki nakil işlemlerinin yönetim
kabiliyetine ihtiyaç duyması bir yana, gidenlerin
yaratacağı boşluğu doldurmak ve yeni gelenlerle
göçenler arasında yağmadan kaynaklanabilecek
sürtüşmelerin yaşanmasına olanak tanımamak
da genç bir idarecinin ilginç deneyimler yaşaması
anlamına geliyor. Çeşme, Menemen’e nazaran
ayrıntılandırılmış bir teşkilata sahip. İlçede iki bucak ve dört liman reisi var. Çoğunluk Rumlarda ve
genelde Alaçatı, Ağrilya, Aşağı Çiftlik, Reisdere,
Köste civarında yoğunlaşmışlar. Türklerle (yani
Müslümanlar) pek irtibatları yok, pazarda daha
çok Rumların işleri satışa çıkıyor, temel zanaatler
ellerinde. Uran, göç öncesinde bir demografik
keşif yaparken iktisadi-sosyal unsurlara değiniyor
ve sürekli olarak Rumların Türkleri iktisadi baskı
altında tuttuklarını, kendilerini imparatorluk
içinde azınlık gibi göstermelerine karşın Çeşme
civarında asıl gücün ellerinde bulunduğunu belirtiyor. Türkler Rumca da konuşurken, Rumların
Türkçe öğrenmemekte ısrar etmelerini, Türklerle
ticaret dışında komşuluk ilişkisi kurmamalarını
not ediyor. Türklere ise övgüler yağdırıyor, mazlum olsalar da “milliyetlerini Rum kalabalığı
içinde taassupla koruyan, her tehlikeye karşı
uyanık, nefsine güvenen ve cesur insanlar”
olduklarının altı çiziliyor (s. 61).
İmparatorluğun çoğunluk-azınlık terazisi burada Müslümanlar aleyhine bozulmuş vaziyette... Ayrıca, Rumların önemli bölümü çiftlik
sahiplerine müracaat ederek kiralama usulüyle
bağ kuruyorlar, İzmir’e tarımsal ürün akıtıyorlar,
ancak buralardan vakti geldiğinde ayrılmıyorlar.
“İlçeyi istila eden, geçimsiz” Rum cemaatinin bu
davranışları sürekli dava konusu oluyor ve süreç
uzadıkça çiftlik sahipleri mallarının üstüne “soğuk
su içmek”
zorunda kalıyorlar (s. 63).
bölge insanına bir de âşar vergisinin uygulanması,
halkta ciddi tepkiye neden oluyor, zira vergi,
ürünün yüzde 12.5’ine denk düşüyor. Bu haksız
durumu İstanbul’a bildiren Uran, hükümetten
olumlu
cevap alsa da, Kars’taki ordu komutanına verginin kaldırılmasını kabul ettiremiyor, çünkü ordu
komutanı, hükümetten kendilerine hiçbir maddi
destek gelmemesi sonucu ordu ihtiyaçlarının
sadece bu âşar vergisi yoluyla karşılandığını belirtiyor (s. 89). Merkezden çıkan iznin uygulamaya
geçirilememesine ve Osmanlı mali sisteminin çökmesine dair ilginç bir örnek...
Uran, Çeşme Kaymakamlığı’ndan mülkiye
müfettişliğine yükseltiliyor. 1918-20 arasındaki
görevi sırasında birçok memleket geziyor, tecrübesini masa başında edinmemenin bir avantaj
olduğunu iddia ediyor. Ne var ki, müfettişliğin
olumsuz taraflarının da kişiyi fazla kitabi
konuşmaya sevk etmesi, icraattan çok eleştiriye
ve hata aramaya yönlendirmesi, kurulu bir düzen
yerine sürekli göçebe hayata zorlaması ve en sonunda
idari mesuliyet almaktansa dosyadan dosyaya
koşturması olduğunu ekliyor. Uran, idari bir önlem olarak, müfettişlerin idarede zamanla başka
birimlerde istihdam edilmelerinde yarar görüyor,
bir kişinin sürekli teftişle görevlendirilmesinin
kendisini körelteceğini ve devletin de onun
yaratıcılığından istifade edemeyeceğini savunuyor (s. 115). Batum ve Kars’ta görev alıyor. Rusların
ve Ermenilerin terk ettiği bir Kars’la karşılaşıyor;
şehir, hercümerç içinde (s.85). Kars, Ardahan
ve Batum’da gerçekleşecek plebisit için hazırlık
yapıyor. İdari görevlerini yürütürken bölgenin
sorunları hakkında da tespitler yapıyor. Ulaşım
şartlarının zorluğundan, ilkel tarım yöntemlerinden dem vuruyor. Rusların işgali altında olduğu
dönemde Kars ahalisi, âşar vergisinden muaf tutulur, sadece arazi vergisiyle yükümlendirilirken;
plebisit sonrasında Türklerin yönetimine geçen
Uran, mülkiye müfettişliği boyunca sürdürdüğü
tetkiklerde makineleşmeye verdiği önemi şöyle
dile getiriyor: “Birçok iptidailiğimiz gibi, kağnı
için de bir gün tarihe karışmış olmak mukadderdir ve bu kendiliğinden olacak, her köylü avlusunda bu defa da, oklarına dayanmış olarak dört
tekerlekli arabalar yatacaktır. Elverir ki, biz köy
yollarımızı bir an
önce yapalım ve köylerimizi umumi şoselere
ve yollarına bağlayalım.” (s. 85) 1950’lerde
anılarını yazarken kullandığı bu ifadeler, erken
dönem cumhuriyet idaresinin 1929 Krizi’nde
dahi mümkün olduğunca aksatmamaya çalıştığı
(örnekler için bkz. s. 206-20) projelerinin devamı
niteliğindeki bir diğer ulaşım ve sanayileşme
hamlesini çağrıştırıyor: Marshall Yardımları ile
birlikte ülkenin tarım ülkesi olarak kodlanarak
çiftçiye krediyle traktör verilmesi, ulaşım ağının
ve kentleşmenin özendirilmesi, şehre ürün
akışıyla uyumlu yol ağının döşenmesi ve bunların
elbette sorgulanmayacak devlet otoritesiyle ve
devlet eliyle köylüye lütfedilmesi.
Hilmi Uran Kars’tayken, Sultan Reşat’ın vefatı
üzerine tahta Vahdettin geçer ve Mondros Mütarekesi imzalanır. Uran, mütarekeyi o şartlar
altında kaçınılmaz görür ve Mustafa Kemal’in
Milli Mücadele’yi sonradan başlatacak olmasını
Hilmi Uran
58
Türklerin tarihi akışını değiştirecek bir olay biçiminde yorumlar. Kars’tan sonraki duraklar; Erzurum, Trabzon ve Giresun’dur. Giresun’da kaymakam emriyle tutuklanır. Sonradan öğrendiğine
göre, Çeşme’deki Rum Göçü (Muhacereti)
sırasında görev almasından dolayı İstanbul
tarafından tevkifine karar verilmiştir. Buna anlam
veremeyerek İstanbul üzerinden Çeşme’ye ifade
vermeye giden Uran, hiç ummadığı bir gerçekle
karşılaşır. Uran’ın birlikte
görev yaptığı amiri Vali Rahmi Bey’le İzmir’de
geçinemeyen zamanın kadısı Cevat Bey, sonradan cübbe değiştirip İzmir Cumhuriyet Savcısı
olunca, Rahmi Bey’e güttüğü kişisel husumetini,
onun döneminde cereyan eden göç olayının
soruşturulmasına bağlamak ister.
Doğal olarak, göçte görevli olan dönemin kamu
görevlilerinin dinlenmesine kadar işi uzatır.
Olayın kişisel husumet olarak gözükmesinin yanı
sıra, Balkan Savaşları ertesindeki Rum Göçü ile,
bundan sonra başlayan 1. Dünya Savaşı’ndaki
Osmanlı topraklarında imzalanan göç kararlarının
topluca birleştirilmesi hukuksal ve idari bir skandal olarak yorumlanır Hilmi Uran cephesinde.
Düşününüz, dünyanın gözü Ermeni Tehciri
nedeniyle sizin üzerinde ve konuyu özellikle gündeme taşıyan müttefikler... Siz, bu göç kararlarını
birlikte ele almak ve kamu görevlilerini tutuklamak suretiyle tam da Ermenilerin ve müttefiklerin
ekmeğine yağ sürüyorsunuz! (s. 113) Kişisel
sürtüşmeler, devletin dışa karşı iddialarını da
dayanaksız kılmakta...
Gelişmeler sırasında İstanbul’da Mebusan Meclisi
son toplantısını yapıyor, işgalle birlikte feshediliyor. İşgalin dolaylı etkisi, Kurtuluş Savaşı’nın
başka bir merkezde ilerlemekten başka yolu
olmadığını kanıtlaması ve işgal karşıtı yerel-ulusal güçleri
birleştirecek ilk adımı farkında olmadan atması...
TBMM’nin kuruluş sürecine dair temel metinleri
anı kitabında bulmak da mümkün (s. 120-24).
Uran, bir süre görev almadan yaşadığı Milas’ta,
kendi deyimiyle, “halkla ilk defa resmiyet dışında
bu kadar yakından temas” kurmuş ve “cemiyetimizin husus bünyesini ve o bünyede hadiselerin
işleyiş tarzını layıkıyla öğrenmiş”tir (s. 127). Bir
idarecinin toplum analizleri, toplumu devlete
yaklaştırma ve halk’a otoriteyi sevdirme çabaları
açısından bu giriş cümleleri kayda değer. Zira,
Uran’ın gözlemlediği kadarıyla, Osmanlı ve cumhuriyet dönemi yöneticisi, icabında halktan mevkiine dayanarak şahsı için hürmet bekliyor, fakat
saygısızlık sandığı ufak bir hareket karşısında
duyduğu gücenmeyi vazifesinin ifa tarzına kadar yansıtabiliyor. Uran, özellikle küçük yerlerde
yöneticilerin bu tavrının halkın devlet
algısında ciddi hasarlar oluşturduğuna inanıyor.
Halkın bu idarecileri memnun etmek, işlerinin
ters gitmemesi için ellerinden geleni yapmak
gibi bir “mecburiyeti” doğuyor. İdarecinin mi,
yoksa vatandaşın mı hizmet sunan olduğu ayrımı
silikleşiyor, belki de tersine işliyor. Üstelik,
idari kayıtlar altında yürütülen, kontrollü bir ticaretin yerel görevliler tarafından suiistimale
uğratılabileceğinin de altı çiziliyor. Devletin her
türlü girişimi takibe alması, denetlemesi, vergiye
bağlaması vatandaşta devleti sevmekten ziyade
ondan çekinme duygusunu hâkim kılıyor. Uran’ın
tüm derdi de bu “çekinme” duygusunu bir devlet
ve otorite sevgisine dönüştürmek, cumhurperver
bir halk yaratmak. Bu doğrultuda, hem Kurtuluş
Savaşı yıllarında hem de Şeyh Sait İsyanı’nda
(Uran buna “Şark İsyanı” da diyor) görev yapan, olağanüstü bir mahkeme niteliği taşıyan ve
kararlarına itiraz yolu kapalı İstiklâl Mahkemelerinin kuruluş-yargılama usullerine, bunlardaki
adalet mekanizmalarının
(karar-onay-infaz) işleyişine değinmekten uzak
duruyor, daha çok teşkilatlanışlarını aktarıyor.
Ayrıca Uran, bu tip mahkemelerin olağan dönem adli mahkemelerinden ayrı esaslarla
konumlandırılmalarını olumluyor. Devletin geçici
ihtilal mahkemelerini
kurmasının, halkın adalete güvenini tesis etmek
suretiyle, fayda sağladığını düşünüyor. İstiklâl
Mahkemelerinin karar alma usullerinin halk
nazarındaki değerinden çok, bu mahkemelerin adli
mahkemelerin işleyişinden ayrı yapılandırılması,
sonra olağan döneme geçildiğinde halkın adalet
mekanizmasının işleyişine güveni artırmış Uran’a
göre. Çünkü idare, olağan dönemle olağanüstü
dönem yargılama usullerini kesin biçimde
ayrıştırarak,
halkın adalet mekanizmasına güvenini tazelemiş
(s. 182). Uran, halk-devlet ilişkilerini genç
idarecilik dönemlerinden siyasetin değişik kademelerine kadar “otoriteye karşı gelmeyen, onu
benimsemiş halk” - “vatandaşını sıkboğaz etmeyen, halkın kazancını yüksek vergilerle pula çevirmeyen, girişimciliğinin önünü açan âdil devlet”
denkleminden okumaya gayret ediyor. “Otorite”yi
gerek Osmanlı gerekse cumhuriyet devirlerinde
bu kadar sorgulamadan, sadece onun aksak yönlerinde rötuşlar yapılarak ve dürüst idareciler eliyle düzeltilebilecek bir değer olarak tanımlaması,
onun bürokratlık deneyiminin ilerideki siyasetçi
kimliğine egemen olmasıyla ilişkilendirilebilir.
Bürokrat Hilmi Uran, siyasete de devletmerkezlilik
üzerinden eğiliyor, devleti ve partiyi veri
alıyor, kurumu önceliyor, halk’a ilk elde devleti
(cumhur’u) sevdirip, aksak yönleri yine devlet eliyle çözdürmeye çalışıyor. Otorite dışı bir açılıma
geçit vermemeye gayret gösteriyor, devletin özellikle 1930’larda aşırılaştığı anları “makul” bir
eleştiriye tabi tutuyor, bu bahse “İdare-Siyaset
İç İçe: ‘Aranan Adam’ Hilmi Uran” başlığında
değineceğiz. Osmanlı deneyimindeki yüksek
vergiler, ayak basılmayan coğrafyalardan biat
beklenmesi, cumhuriyet açısından ders alınacak
noktalar olarak bu anılarda karşımıza çıkıyor.
Antalya Mutasarrıflığı’na atandığında Afyon ve
Sakarya Muharebeleri için yapılan hazırlıklara
katılıyor. 26-31 Ağustos 1922 Afyon Zaferi’nden
SAYI 5/6
Söyleşi
sonra yaşanan Rum göçüne tanıklık ediyor. Burada Rumların eşyalarını almalarına müsaade
edilirken altın götürmemeleri için özel önlemler
alındığını, fakat Rumların hileyle yine de altın
kaçırdıklarını ekliyor. Bu muhacirleri “Rum Kilisesi ve Yunan Megalo İdea’sının kurbanları” olarak
görüyor (s. 145). Görevini sürdürürken yapılan
TBMM seçimlerine halk tarafından habersizce
aday gösteriliyor, Mustafa Kemal’e durumdan
haberdar olmadığını bildiren bir mektup yazıyor,
bu bilgilendirici tavrı olumlu karşılanıyor, ancak
nihai aday listesinde adı
geçmiyor. Mebus seçilemese de, Uran’ın tespiti o
yönde ki, Mustafa Kemal’e diğer adaylar dururken
kendisinin seçilmesini uygun görmediği yönündeki telkini takdirle karşılanıyor, ummadığı halde
Adana’ya vali atanmasını sağlıyor (s. 148).
kabine ve meclisten işittikleri, Mustafa Kemal’in
Ankara’daki gücünü kanıtlıyor. Dönemin Başvekili
Fethi Okyar’ın isyanı hafife aldığını düşünen Mustafa Kemal, vekiller heyetiyle buluşarak isyanla
ilgili acil tedbirler alınması gerektiğini belirtip
görüş topluyor. Ancak vekillerin çoğu Fethi
Okyar’la hemfikir. Bunun üzerine Mustafa Kemal,
işi gruba götürüyor. Fethi Okyar, grupta kendisiyle karşı karşıya gelmek istemediğini, gerekirse
kabineyi dağıtabileceğini söylüyor ama Mustafa
Kemal, grubun desteğini alarak Fethi Okyar’ı
azınlıkta bırakıp başvekillikten bu yolla çekilmesinden taraf.
Konu meclis grubuna gittiğinde, Mustafa Kemal
tavrını biraz da hiddet ve asabiyetle ortaya seriyor. Bunun üzerine vekiller, karşı çıkacakları
varsa da, Mustafa Kemal’den yana oluyor, isyanı
bastıran ve devamındaki siyasal çehreyi çizen,
Mustafa Kemal’in politikası oluyor (s.170).
Ağustos 1923’te, 37 yaşında Adana Valisi olur
Hilmi Uran. Bakanlığın yeni düzenlemesine göre,
bütün livaların vilayet sayıldığı bir yapılanmaya
gidilmektedir ancak Adana ve Edirne bu yeni
yapıya dahil edilmemiştir. Şehirde su ve elektrik
tesisatı yok, birkaç zengin ailenin kullandığı lokomobil adlı buharla çalışan tarım aleti dışında
ziraatte makineleşme yaygınlaşmamış. Özellikle
pamuk toplama aylarında şehrin nüfusu ve etnik çeşidi artıyor. Bunlardan özellikle Nusayriler
üzerinde duruyor Uran ve meclisteki temsillerine
kadar konuyu ayrıntılandırıyor. Bu grubun geleneklerini sürdürüp içine kapalı yaşamasını, dilini
sürdürmesini Osmanlı’nın zaafı olarak görüyor,
kendilerine gerçek ilginin ilk defa cumhuriyet
döneminde gösterildiğini savunuyor. Uran’a
göre, Nusayrileri toplumla kaynaştıran, onlara
Türk oldukları hakikatini ve gururunu yaşatan,
aslında Eti Türklerine
mensup olduklarını tarihi bir hakikat olarak
açıklayan ve milliyet ayrılığına son veren, Atatürk
olmuştur (s. 162, vurgu bana ait). Cumhuriyet
tarihinin kırılma noktalarından biri sayılabilecek
Şeyh Sait İsyanı’nda Adana’da bulunan Uran’ın
İdare-Siyaset İç İçe: “Aranan Adam” Hilmi Uran
Kısa süreliğine Ankara’da özel sektöre kayan
Uran, daha sonra Saffet Arıkan’ın partinin Adana
Müfettişliği teklifine sıcak bakarak resmen siyasete giriyor. Dönemin Türkiyesi, CHF teftiş teşkilatı
tarafından dokuz mıntıkaya ayrılarak yönetiliyordu (s. 188).* Adana’daki görevi sırasında
müfettişlikle mebusluğu -Serbest Cumhuriyet
Fırkası (SCF)- birlikte yürütüyor, teftiş bölgesindeki gözlemlerini paylaşıyor. SCF’nin Mustafa Kemal’in yakınlarına kurdurulmasının, partinin
Mustafa Kemal için bir emniyet, hatta icabında
kaldırılabilme tedbiri içerdiğini düşünüyor (s.
193). Uran’ın SCF’nin örgütlenme politikalarını
eleştirirken onları acelecilikle eleştirmesi de
bir tür parti-devlet kontrol mekanizması örneği
olarak görülebilir. Şöyle ki; Uran, SCF’nin taşrada
yeterince örgütlenmeden belediye seçimlerine katılma telaşını yersiz bulur ve hareketin
içeriği belli olmadan kâğıt üstünde “muhalif”
diye belirmesinin sakıncalarına değinir. Aceleci
adımlar, partiyi halk içinde bulunan “büyük bir
hoşnutsuzlar zümresinin temsilcisi mevkii”ne
sokmuş ve halk tabakalarının ruhuna sinmemiş
körpe inkılap hamlelerini de tehlikeye atmıştır (s.
194). Uran, adını koymasa da, SCF’nin devletCHF güdümünde ve çizilen şemalar dahilinde bir
muvazene siyaseti gütmesinden yana. Öyle ki, bu
aceleciliğin hem örgüt yapısının oturmaması hem
de kolaylıkla inkılap karşıtı hareketlerin odağına
çekilmesi nedeniyle SCF’nin ömrünü kısalttığını
da düşünmekte. Yani, Mustafa Kemal’in ikazına
kulak asmayan, “pek de uysal kalmayacağı
anlaşılan, idare edilir durumdan hemen
çıkacağı müşahedesini veren ve hoşlanmadığı
inkılaplardan kurtulma ümidini halkta sezdiren”
(s. 199), üstüne üstlük beklenmedik oy alan muhalefet, bir nevi ‘erken öten horoz’un akıbetine
uğrayacaktı, diyor Uran... Adana mebusluğu
sırası proje, ödenek yetersizliği yüzünden rafa
kaldırılıyor ya da bakanlıkların kendi ödeneklerini
artırmak amacıyla birbirleriyle çekişmeleri, devlet içi uyumu bozuyor. Öyle ki, her yetkili, biraz
fazla ödenek koparabilmenin ince hesaplarını
güdüyor. Uran da Maliye Bakanı Abdülhalik
Renda’nın ameliyat olmak için yurtdışına çıktığı
bir dönemde -asli görevi (Bayındırlık Bakanlığı)
uhdesinde olmak kaydıyla- makama vekalet ediyor ve o arada bir imzayla Bayındırlık’a ödeneği
salıyor. Bu sayede hem izin veren olarak Maliye
Bakanlığı’nın hem de izni alan olarak Bayındırlık
Bakanlığı’nın nimetlerinden faydalanabiliyor (s.
226). Bayındırlık anılarını okudukça, 1920’lerin
Ankara imar planlarını, şehrin öngörülen nüfusunu ve buna uygun yerleşimleri, su(lama) ve
kanalizasyon altyapısının tarihçesini de öğrenmiş
oluyoruz (ayrıntılı bilgi için bkz. Toplumsal Tarih,
Temmuz 2009, S. 187; Bilâl N. Şimşir, Ankara...
Ankara..., Bilgi Y., 2006; (der.) Tansı Şenyapılı,
‘Cumhuriyet’in ‘Ankarası’, ODTÜ Y., 2005; Orçun
İmga, Tek Partili Dönemde
Ankara: Siyaset ve Yerel Demokrasi, Dipnot Y.,
2006).
Hilmi Uran
60
Rahatsızlığı nedeniyle yurtdışında tedavi görmek
üzere bakanlıktan ayrılan Uran’ın mebusluğu
sürer, yurda döndükten sonra, Mayıs 1935’te kendisine partinin İstanbul İl Başkanlığı görevi teklif edilir. Recep Peker’in parti genel sekreterliği
döneminde bir yıl kadar görevini sürdürür.
Haziran 1936’da yapılan değişiklikle valiler,
aynı zamanda il başkanlıklarını yürütmeye yetkili kılınınca, bu görevden ayrılır. Düzenleme,
basit bir yetki birleştirmesi değildir, cumhuriyet
tarihinde daha sonra parti-devlet yakınlaşması
ve hatta otoriter yönetimin içeriği üzerine derin tartışmaların da can damarını oluşturacaktır
(konu hakkındaki temel görüşler için bkz. Cemil
Koçak, “CHP-Devlet Kaynaşması Üzerine Belgeler
(1936)”, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, içinde,
İletişim Y., 2009, s. 109-29).
Düzenlemenin içeriğini Atatürk, bir İstanbul gezisinde, Uran’a şöyle izah eder: “Partiyle hükümetin bundan böyle bir elden idare edilmesine karar
verildi. Genel sekreterlik vazifesi, Dahiliye vekiline ve vilayetlerdeki parti reislikleri vazifesi de
mahalli valilere devredilecek.” Bu durumda Uran,
yayımlanacak beyannamenin ardından vazifesini
İstanbul Valisi’ne bırakacaktır (beyanname için
bkz. s. 247-48). Uran, bu tavrı bir aşırılık sayıyor ve
otoriteyi ‘makul’ bir eleştiriye tabi tutarak, alınan
kararın partinin bağımsızlığını tamamen ortadan
kaldırdığını düşünüyor. Devamında, “hükümetin,
kendi partisinin varlığına bile tahammül edemeyerek daha dar bir rejime yöneldiğini” savunuyor.
SCF’nin kapatılma örneğiyle karşılaştırdığında,
partinin daha otoriter bir yöne savrulduğunu şu
sözlerle sabitliyor:
“-Beyannamenin
önemi-...1930
senesinde,
memleket idaresinde çeşitli partiler rejimiyle
bir denetleme sistemi tesisi tecrübe edilmişken,
(hükümetin) kendi partisinin denetlemesine
bile tahammülsüzlük göstermekte oluşu ve bu
tahammülsüzlüğü de ‘memleketin siyasi ve içtimai hayatında güdülen yüksek maksatların tahakkuku’ ve ‘Partinin inkişafının hızlandırılması’
gibi aslı olmadığı belli olan hedeflerle saklamaya çalışmasıydı“ (s. 249). Recep Peker’in genel
sekreterliğe veda konuşmasında “her işde en
doğru ve en iyiyi yapan büyük şefimiz Atatürk’ün
ve Kemalizmin eserinin en sadık hizmetkârı olarak
kalacağını” beyan etmesini de samimi bir konuşma
saymadığını ekler (s.248).
9 ay kadar mebusluk dışında görev üstlenmeyen Uran, meclis reis vekillerinde Abdülhalik
Renda’nın vefatı üzerine 233 oyla Mart 1937’de
bu makama oturur ve parti yöneticiliğinden meclis
yöneticiliğine ‘atlar’. Sene sonuna doğru İnönü,
uzun bi soğukluğun ardından, Atatürk tarafından
başvekillikten azledilir ve Celal Bayar Kabinesi
göreve başlar.
Bu
kararda
İnönü-Atatürk
çekişmesinin,
İnönü’nün son dönemlerde beliren kibirle karışık
özgüveninin ve özellikle Nyon Konferansı’nda
ve Hatay Meselesi’nde Türkiye’nin alacağı tavır
ile İstanbul’daki Bomonti Bira Fabrikası’na dair
anlaşmazlıklarının payı olduğu iddia edilse de
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Y., 2004, s.
539-42; Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor,
Dünya Kitap, 2004, s. 43-44; Süleyman Yeşilyurt,
Atatürk-İnönü Kavgası, Hiv Y., 2000, s. 49-54),
karar sayesinde ekonomik ve sosyo-kültürel
açılımlar konusunda Celal Bayar’ın görüşlerinin
uygulamaya geçirilmesine de olanak tanındığı
bilinir. *
Atatürk’ün ölümünün ardından kurulan Celal
Bayar Kabinesi’ne adliye vekili olarak atanır.
İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçilmiştir, lâkin bu
mevki, parti genel başkanlığını kendiliğinden
getirmemektedir. Kurultay İnönü’yü seçene kadar, aynı zamanda başvekil olan Celal Bayar genel başkanlığa vekâlet eder. Refik Saydam’ın
kurultayın başındaki nizamname teklifi, “ebedi başkan” olarak Atatürk’ü, “değişmez genel başkan” olarak İnönü’yü işaret etmekte ve
bu “değişmezliğin” istisnalarını; vefat, vazife
yapamayacak bir hastalığın sabit olması, istifa olarak maddelemektedir (Nizamname teklifi
için, bkz. s. 285). “Şef” sisteminin miladı olan
bu dönüşüm, en az 1936’daki “vali-il başkanı”
düzenlemesindeki parti-devlet özdeşliği kadar
partiyi demokrasi dersinden sınıfta bırakacaktır.
Parti meclis grubu çalışmalarına da değinen
Uran, kapalı oturumlarda konuşulan konuların
ardından, tavırları konusunda eleştirilen bir
mebusun sadece uyarılmakla yetinilmesini kâfi
görmüyor, her oturumdan sonra ilgili mebus
için güvenoyuna gidilmemesinin bir yaptırım
eksikliği olduğunu savunuyor. Grup başkan
vekilliği süresince (1939-1943) grup müzakerelerinin kapalı yapılmasını da doğru buluyor ve
bu konuda partiye yöneltilen eleştirileri haksız
görüyor, çünkü ona göre parti, bu toplantıları açık
1925’teki Şeyh Sait İsyanı’na dair önlemler alındıktan sonra hükümet, özellikle Doğu’ya yönelik güvenlik politikalarını artırmıştı. Bu tutum, isyanların önüne yine de geçemedi. 1930’larda “çete savaşları”
artarak sürdü. Hükümet, Kürtlerin yaşadığı bölgeler için genel müfettişlik oluşturarak başına İbrahim Tali Öngören’i getirdi. İsmet Paşa Hükümeti, 1930’da Ağrı taraflarında bir harekât başlattı ve isyancıların
İran’dan destek almalarının önüne geçti. Ne var ki, Dersim, Kürt ayaklanmalarının çekirdeği olmaya devam etti. Hükümet, erken cumhuriyet döneminde farklı “açılımlar”la bölgede ıslahat yapmaya çalıştıysa
da, kalıcı bir düzenleme getiremedi. Bu politikalarda ekonomik ve sosyo-kültürel kalkınma hedeflendiyse de maksat, ulus-devlet içinde Kürtlerin yeni “milli kimlik” içinde eritilmesi ve Türk kimliğiyle
düşünmelerinin temel fikri ve iktisadi altyapısının sağlanmasıydı. Örneğin; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile J.Genel Komutanı Kâzım Orbay’ın tespitleri; devletin tedbirleri altında, Dersim’deki aşiret sisteminin
yıkılması ve Dersim’deki güçlerin silahlarını bırakmaları yönündeydi. Bu “ıslahat planı”nın özü; “hükümetin normal ilayetler gibi Dersim’e de nüfuz etmesi, mıntıka halkını ticaret, ziraat ve sanat yoluna sevketmesi ve halkın hükümetin emirlerini yerine getirmeye kabiliyetli hale getirilmesi”ydi (akt. Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi: 1839-1950, İmge Kitabevi Yayınları, 4. Baskı, 2008, s. 370-73).
14 Haziran 1934’te kabul edilen bir yasayla, ülke dört mıntıkaya ayrıldı. Mıntıka ayrımında; a) Türk kültürüne mensup nüfusun yoğun olduğu bölgeler, b) Türk kültürü içinde asimile edilebilecek yerler, c)
Türk kültürüne mensup muhacirlerin serbestçe yerleşebileceği yerler; ç) sıhhi, maddi, kültürel, siyasi, askeri, inzibati, sebeplerle boşaltılması şart, açıkça iskân ve ikâmetin yasak olduğu yerler ayrımına dikkat
edilmişti. “ç)” maddesi Dersim’e yönelikti ve yasanın 10. maddesinde aşiretlerin hükmi şahsiyetleri kaldırılıyor, tüm gayrimenkulleri devlet eline geçiyordu (Türkiye’nin Demokrasi..., s. 372).
SAYI 5/6
Söyleşi
yapsaydı, bazı mebuslar dışarıya karşı şirin gözükmek adına samimiyetlerini ve şiddetli eleştirilerini
saklayabilirlerdi.
içeriyordu. Vergiyi ödeyemeyenlerin Aşkale’ye
çalışma kampına gönderilmeleri, Uran’a göre
kanunun uygulanması sırasındaki merhametsizlik
ve adaletsizlikleri gösteriyordu. Üstelik kanunun
öngördüğü 400 milyonluk gelirin 100 milyonu
henüz toplanamamıştı. Uran, burada siyasal
tartışmayı daha çok meclis içine yönlendirmek
ve sorumluluğu tümüyle partiye yüklemek niyetinde. Kanunu gerekçe göstererek ne Başvekil
Saracoğlu’na ne de Maliye Vekili Fuat Ağralı’ya
yükleniyor. Bunun yerine, o dönem mecliste görev
yapan ve kanunun geçmesine müsaade eden tüm
mebuslara, yani partiye topu atıyor (s. 316). Bir
“yüzleşme” olarak Varlık Vergisi’nin içeriği ve
uygulamalarına değinmek, gerçekten önemli bir
siyasi sorumluluk örneği gibi gözükse de, Uran’ın
anılarında daha önce gördüğümüz üzere, bunun
siyasal sonuçlarını yine kurumsal mekanizmalara
yüklemesi, sorun varsa bunu kurumları düzelterek aşmaya çabalaması, halka dönük bir açıklama
yerine devletin içini değiştirerek halk’a cumhur’u
(devlet’i) sevdirmeyi denemesi ve toplumsal içerik
taşıyan ideolojik bir tartışmadan özenle kaçınması
üzerinde durmalıyız. Sorumlu meclis, hükümet
ya da tek tek kişiler olabilir de olmayabilir de...
Uran da bir günah keçisi bulmak derdinde değil,
ancak partinin bu kanunla su yüzüne çıkan ve
gayrimüslümlere yöneldiği belli olan “sermayeyi
Türkleştirme” gayretlerini neden halının altına itiyoruz? Türk-Yunan Mübadelesi’ni, ‘29 Krizi sonrası
devletleştirme hamlelerinin bir bölümünü, Varlık
Vergisi’ni, 6-7 Eylül Olaylarını Türkleştirme siyasetinin parçaları üzerinden okumak daha dürüstçe
bir hesaplaşma olmaz mı? Bunca toplumsal
Meclis grubundaki eleştirilerin dışında, gerçek bir
muhalefet kuruluncaya kadar meclisin kendi içinden çıkardığı bir de Müstakil Grup’a rastlıyoruz.
Ali Rânâ Gürtan başkanlığında çalışan ekip, parti
grubu müzakerelerinde söz alamaz, dinlemekle
yetinebilirdi. Müstakil Grup’a üye olan mebus,
kabineye giremezdi. Kendisinden ciddi muhalefet
beklenen ve bir anlamda gerçek muhalefet partisinin prototipi olması tasarlanan bu “suni” grup,
mecliste bekleneni veremiyor, yeterince muhalif
olamıyor (s. 291).
1939’da başlayan 2. Dünya Savaşı’na İnönü’nün
kararlı dış politika hamleleriyle girmemekte direnen Türkiye’ye Uran’ın penceresinden
bakıldığında, parti içi tartışmalar daha netleşiyor.
Uran, bu dönemde hükümetin meclise karşı kendini her zamankinden sorumlu hissettiğini,
açıklamalar için sürekli bir araya gelindiğini ve parti içi muhalif isimlerin de hükümeti yıpratmayan
sorular yönelttiğini hatırlatıyor (bkz. Kâzım Karabekir, Ankara’da Savaş Rüzgârları: 2. Cihan Harbi
CHP Grup Tartışmaları, Emre Y., 1995). Devamında
savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılara değiniyor
ve sözü Varlık Vergisi’ne bağlıyor. Servet ve kazançlar için kesin bir ölçü kabul etmeyen kanun,
mükelleften alınacak vergiyi takdir yetkisine
bağlamıştı. Vergi yerelde toplanmaya başlandıkça
bu takdir yetkisi sorumluların elinde suiistimale
uğratılabiliyor ve takdir, vergi tarhıyla orantısızlık
ayrışmaya neden olan bir siyasi kararın tahlilini,
siyasetin iç kurumlarında (parti-örgüt-meclishükümet vs.) yapmaya devam ettikçe, sorunun
toplumu ilgilendiren yanına kulağımızı tıkamış
olmuyor muyuz? Bu, Osmanlı’nın son dönemindeki devlet’i kurtarma düşüncesinin farklı bir
tarihsellikte yeniden belirmesi değil mi? Devleti
değiştirmeye-dönüştürmeye yeltenen mekanizma, halk’ın bu değişime paralel olarak devlet’ine
yeniden saygı duyacağı, otoriteyi kabul edeceği
otomatizmine nereden sahip oluyor? İşte belki de
Uran’ın serzenişini yansıtan bir noktaya geliyoruz. Uran, yasal düzenlemeler Türk vatandaşlığının
çerçevesini çizmiş olsa da 1950’ler Türkiyesi’nde
“henüz Türk dilinin, kültürünün, âdet ve anane erinin yurt sathında umumi bir hal alamadığı”ndan
dem vurur. “Birçok köyün hiç Türkçe bilmediğini,
bilenlerin dekonuşamadığını, birtakım köylerde
ise Türk olmadıklarını açık açık ve pervasızca
söyleyenlerin olduğunu” vurgular (s. 346): “Sorun, dışarıya karşı güçlü olabilmekse, milli davalar içinde ele alınacak ilk dava, iç bünyede şuurlu
bir milliyet birliğinin yaratılmasıdır ve (...) bu
bir eğitim ve telkin davasıdır” (s. 347). Savaş
sonrasına dönersek; parti içi değişimlerde önemli
bir halkayı Recep Peker’ in dahiliye vekilliğinden
alınmasının oluşturduğu söylenebilir. Peker’in
valileri bile kimi zaman huzuruna kabul etmeyen,
yerel gelişmeleri dinlemeyen ve yalnızlaşan tavrı
İnönü’nün tepkisini çekiyor. Mayıs 1943’te Suat
Hayri Ürgüplü ile Hilmi Uran arasındaki yeni dahiliye vekili tercihini partinin ve bürokrasinin
değişik kademelerinde bulunmuş, siyaseten partide münakaşaya bulaşmamış, iş bilen ve “aranan
*İnönü’nün, Bayar’la kıyaslandığında, devlet işletmeciliğine yakın durduğu biliniyordu. Ayrıca, Bayar’ın ve İnönü’nün Doğu-Güneydoğu açılımları farklar içeriyordu. Bayar, 10 Aralık 1936’da Başvekâlet’e arz
ettiği “Şark Raporu”nda, bölge üzerindeki kapsamlı analizlerini iktisadi ölçütlere de dayandırmakta ve bölgenin kalkınmasında devletin güvenlik kadar sosyo-kültürel ve ekonomik yatırımlara da -özelde tarım
ve hayvancılık teknikleri- öncelik vermesi gerektiği sonucuna ulaşmaktaydı (bkz. Celal Bayar, Şark Raporu, Kaynak Y., 2006). İnönü’de ise durum daha çok güvenlik temelli bir asimilasyon politikası üzerinden
temellendiriliyordu (Raporun taranmış metni için bkz. Saygı Öztürk, İsmet Paşa’nın Kürt Raporu, Doğan Kitap, 2007, s. 87-128). Ne var ki, bu iki duruş arasındaki farkı abartmaya lüzum yok. Zira, Dersim’deki
isyanın bastırılması sırasındaki Başvekil İsmet İnönü, kısa süre sonra görevini 1 Kasım 1937’de Celal Bayar’a bırakır ve Bayar, Atatürk’le beraber Doğu gezisine çıkarak Dersim liderlerinin asıldığı 15 Kasım’da
Diyar-ı Bekir’e varır. Şehrin adı o gün Diyarbakır olarak değiştirilir. İki gün sonra da Elaziz’e uğranarak adı Elazığ yapılır (Türkiye’nin Demokrasi..., s. 375). Öyleyse, Naşit Hakkı Uluğ’un 1939’da yazdığı Medeniyete Açılıyor (Kaynak Y., 2007) kitabında yer alan, Kürtlerin Türk olduğu ve bu toprakların tarih boyu “Türk yatağı” diye geçtiği tespitlerini, arkeolojik ve filolojik çıkarsamalarla dolu bir milliyetçi anakronik
okuma üzerinden yeniden tartışmakta fayda var, ancak yazımın konusu böylesi bir tartışmaya müsait değil, anılara bağlı kalacağım. Hilmi Uran’ın anılarında Celal Bayar’ın başvekilliğinin ilk aylarında yaşanan
bu isyan olaylarından bahsedilmiyor, kabinenin teşkili tartışmaları önemseniyor. Anılar, bu dönemde siyasal-toplumsal sürece değil, parti içi gelişmelere odaklanıyor (s. 254-57).
Hilmi Uran
adam” Hilmi Uran’dan yana kullanıyor İnönü.
62
Uran, yeni yoğun görevini yadırgamıyor. Bakanlık,
diğer bakanlıklara nazaran oturmuş bir yapıda ve
Uran’dan pek de yeni bir atılım beklemiyor (s. 322).
Yine bakanlığı döneminde Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu meclisten geçiyor. Kanun; arazisi olmayan veya yetmeyen çiftçileri veya çiftçilik yapmak isteyenleri geçimlerini sağlayacak ve iş kuvvetlerini değerlendirecek ölçüde araziye sahip
kılarak onları üretim araçlarıyla donatmak ve bu
sayede yurt topraklarını sürekli işler halde tutmak amaçlarını güdüyordu. Bunun gerçekleşmesi
için; devlet veya köy, kasaba ve şehir elinde bulunup da amme hizmetlerinde kullanılmayan arazinin, sahibi bulunmayan arazinin ve kurutulan
bataklıklarla doldurulan göllerden hâsıl arazinin
ve nihayet istimlâk edilebilecek sahipli arazinin
talep edenlere dağıtılmasına izin veriyordu (s.
349). Şeklen iyi hazırlanmış gözükse de Uran,
kanunun büyük arazi sahiplerinin mülklerine
zarar geleceği korkusunu dilden dile yayacak
kadar çarpıtılarak sunulduğunu, bunun da huzursuzluk yarattığını bildirir. Halbuki, ülkede
sahipli araziye dokunmadan da kamu toprakları
topraksız vatandaşlara verilebilirdi, diyor Uran.
Üstelik toprağını işlemeyen arazi sahiplerinin
topraklarının devletçe istimlâk edilebileceğine
dair hükümler yerine, kanuna toprağı işletme
tekniklerine ilişkin farklı
maddelerin konulması durumunda yine büyük
toprak sahiplerinin buna karşı çıkmayabileceğini
savunuyor. Görüldüğü üzere Uran, zümrelersınıflararası tartışma ve olası çatışmaların yerine, kamu topraklarının topraksızlara açılmasının
sorunu çözeceği kanaatinde. Yani, asıl sorunun
toprak mülkiyetindeki karmaşada olduğunu savunuyor ve her kesimin çıkarına olabilecek bir
düzenlemeyi yine devlet organları ve yasal mevzuat eliyle aşabileceğimizi düşünüyor. Uran,
bürokratik ve yasal mevzuatın değişiminin memlekette adil bir toprak bölüşümünü sağlayacağını
ve böylece yeni kazanç alanları açılacağını savunarak, birkaç örneğini yukarıda sergilediğimiz
devlet’in içini değiştirmenin ve yasal mevzuatta
tadilata gitmenin topluma yarar sağlayacağına,
bunun da toplumda
karşılık bulacağına, halk’ın cumhur’u seveceğine
meylediyor. Peki, gerçekten de yasal düzenlemelerde büyük toprak sahipleri ürkütülmeseydi, kamu
toprakları işlemeleri için topraksızlara ayrılsaydı
sorun çözülür ve CHP de daha sonra DP’nin
suçlamalarında kullanacağı bu toprak reformu
argümanını kendi lehine çevirebilir miydi? Çağlar
Keyder ve Şevket Pamuk aynı görüşte değiller
(“1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Üzerine
Tezler”, Yapıt, S. 8, Aralık-Ocak 1985, s. 52-63).
Kanunun meclis tartışmalarında söz alan Menderes, “Toprak kıtlığı mı var ki toprak dağıtmaya
kalkıyorlar!” diye eleştiride bulunur. Gerçekten
de istense, fazla zorlanmadan kamu toprakları
yeniden üretime açılabilirdi, çünkü savaş
kısıtlamaları nedeniyle üretimde düşme kaydeden
toprakların tekrar üretime açılabilmesi, mülkiyet
değişimine değil, tarlayı sürecek insan ve öküz
sayısına bakıyordu.
Üretim, köylünün topraksızlığı nedeniyle sınırlı
değildi, yoksul köylünün tarlayı sürecek hayvanı
yoktu. Üstelik Uran’ın dediği üzere, kamu
toprakları topraksızlara tahsis edilerek de ekim
yapılabilirdi. Ancak Uran’ın da bahsetmediği asıl
soru(n) şu: Açılmaya hazır bu kadar kamu toprağı
varken, köylü neden kendi ürününü ekip satmak
yerine gidip de üç beş kuruşa ağaya çalışıyor?
Çünkü köylünün tarlayı sürecek hayvanı, sabanı
yok. Olay, üretim araçlarına sahiplik meselesinde
tıkanıyor. Toprak olsa da tarlayı sürecek araç yok!
Hilmi Uran, büyük toprak sahiplerini ürkütmekle
eleştirdiği ve ülke gerçeklerini bilmediklerini iddia ederek suçladığı mebuslardan çok da farklı
konumda değil aslında. Evet, Uran büyük toprak
sahiplerinin topraklarını herhangi bir nedenle istimlâk etmek yerine kamu topraklarının
kullanılabileceğine işaret ediyor, ama asıl sorunun hâlâ toprak mülkiyetiyle ilişkili olduğu
noktasında yanılıyor. Köylünün kamu toprağını
edinince üretimini artıracağına ve ne ağanın ne
de köylünün CHP’ye karşı çıkacağına inanıyor.
Keyder ve Pamuk’un belirttiği üzere, ağanın
toprağında çalışan köylünün derdi, toprağın
ağanın elinde
tekelleşmesi değildi.
Eserin 1959 tarihli baskısı Bu koşullarda gerekli
olan, toprak reformu değil, öküz reformuydu,
çünkü yoksul köylünün tarlaya gereken hayvanı
alacak parası yoktu. Topraksızlık yoksulluktan kaynaklanıyordu; yoksulluk topraksızlıktan
değil! (Keyder ve Pamuk, s. 61; ayrıca bkz.
Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim Y., 2006, (s. 117-149) Öküz reformu
yapılamadığından, kanun da sonuçsuz kaldı ve
1945’te toprak dağıtımı açısından her kesim
memnun edilmiş olsaydı bile, “öküz ağalığı” devam ettiği için ortakçılık, yarıcılık da devam edecekti. İronik bir şekilde, bu öküz sorununu kısmen
aşacak
ve kalkınmacılıkta simge olarak kullanacak kişiler
de, Topraklandırma Kanunu’na karşı çıkan ve sonradan Demokrat Parti’yi (DP) kuran Menderes ve
ekibidir. Marshall Yardımlarının girişiyle birlikte
ilk traktörler de Anadolu’ya dağılacak ve büyük
toprak
sahipliğinde azalmalar görülecektir.
DP’nin kuruluşunun temeli sayılabilecek Dörtlü
Takrir, Uran’a göre taktik bir içerik taşıyordu:
“Önerge sahipleri, mensup oldukları partide ileri
sürdükleri yenileşmeyi istemekten ziyade, aslında
CHP’den ayrılmayı kararlaştırmışlardı ve önergedeki istekleri de bahaneydi” (Takrir’in metni için
bkz. s. 359-61). Parti kurulduğunda ise serbest
seçimi,
dinin siyasete alet edilmeyeceğini, özel girişime
SAYI 5/6
Söyleşi
yönelik düzenlemeler getirileceğini garanti ediyordu. Aynı dönemde hükümet belediye, il özel
idaresi, mebus seçimi ve cemiyet kanunlarında
değişikliğe giderek demokratik bir hava estirmeye çalıştı. Tek dereceli seçim ve “gizli oy-açık
sayım” usulüne geçilerek Batı demokrasilerine
“yolunuzdan gidiyoruz” mesajı verildi. Uran,
tüm bu adımlarda parti içi muhalefetin takrir
belgesini yayınlamasının ve devamındaki halk
cereyanlarının payı olmadığı düşüncesinde.
Ona göre, CHP’nin bu değişiklikleri istemesi
demokratikleşme adımlarına zemin hazırladı, herhangi bir iç veya dış faktörün demokrasiye geçişte
etkisi olmadı (s. 364).
bırakarak, seçimleri ne pahasına olursa olsun
kazanmak hırsıyla ne kadar çirkin metotlarla
çalıştığını ve iddialarında da ne kadar haksız
olduğunu (meclisteki konuşmamda) etraflıca tasvir ettim.” (s. 367) Uran için hedef, çok partili demokraside bir
serbest seçim ortamının oluşturulması ve bunun
sürekli hale gelmesi. Bu nedenle, olaya rejim ve
inkılap meselesi penceresinden bakıyor. Olay, bir
tür “mevzuat demokrasisi”, biçimsellik ön planda
ve işi bilen kurucu partiyle onun hükümetinin
üstesinden gelerek inşa edebileceği bir “seçim”
ortamı... Devletin “karar verdiği” çok partili demokrasi deneyimine geçilecek ve muhalefet de
buna bir rejim sorunu çerçevesinde yaklaşacak.
Sonuç Yerine Tarık Buğra, Kurtuluş Savaşı’nı
anlattığı Küçük Ağa’nın ardından, bu defa çok
partili hayat tecrübesinin ilk yıllarını işlediği
Dönemeçte (Ötüken Y., 1980, s. 303-4) romanının
sonunu şöyle getiriyor:
Gerçekleşen ilk seçimler de bu demokrasi hedefiyle
orantılı olarak “hukuka uygun” gerçekleştirildi.
Uran, “hileli seçim” olarak siyasi tarihe geçen
‘46 seçimlerinin öncesi ve sonrasını masaya
yatırırken,
hükümetin iyi niyetini referans alıyor. Kanundaki
boşlukların, hükümetin seçimi erken tarihe alarak
muhalefeti hazırlıksız yakalamasının, seçim
sırasındaki eksik oy sayım iddialarının onun için
pek değeri yok. DP’nin kopardığı ‘yaygara’nın
hükümet tarafından sükûnetle karşılanmasını
daha çok vitrine taşıyor. Yeni meclisteki DP
mebuslarının seçime dair itirazlarını da söz
alarak savuşturduğunu belirtiyor: “DP’nin, rejimi ve inkılaplarımızın esas ilkelerini bir tarafa
“Temizlik nedir? Nasıl ve hangi ölçülere göre,
hangi yöntemlerle olur? Yöneticilerin ve aklı
erenlerin, bilenlerin bu konuda da bir görevi yok
mudur?
Şehir Kulübü’ne... Türkiye aydınlarına... yani
aydın sayılmaları gereken okumuş yazmışlarına
bu açıdan bakmayınca, (Doktor Şerif’in) onları
suçlamaya hakkı kalabilir miydi? Ve bu açıdan
bakınca, ortaya bir ‘asıl suçlu’, yani asıl sorumlu
Kaynakça
Atay, Falih Rıfkı , Çankaya, Pozitif Y., Ankara, 2004.
Bayar, Celal, Şark Raporu, Kaynak Y., İstanbul, 2006.
Buğra, Tarık, Dönemeçte, Ötüken Y., Ankara, 1980.
Çavdar, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi: 1839-1950, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 4. Baskı, 2008.
İmga, Orçun, Tek Partili Dönemde Ankara: Siyaset ve Yerel Demokrasi, Dipnot Y., Ankara, 2006.
İpekçi, Abdi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Dünya Kitap, İstanbul, 2004.
Karabekir, Kâzım, Ankara’da Savaş Rüzgârları: 2. Cihan Harbi CHP Grup Tartışmaları, Emre Y.,Ankara,1995.
Karaömerlioğlu, Asım, Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim Y., İstanbul, 2006.
Keyder, Çağlar ve Pamuk, Şevket, “1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Üzerine Tezler”, Yapıt, S. 8, Aralık-Ocak 1985, s. 52-63.
Koçak, Cemil, “CHP-Devlet Kaynaşması Üzerine Belgeler (1936)”, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, içinde, İletişim Y., İstanbul, 2009.
Öztürk, Saygı, İsmet Paşa’nın Kürt Raporu, Doğan Kitap, İstanbul, 2007.
Şenyapılı, Tansı (der.), ‘Cumhuriyet’in ‘Ankarası’, ODTÜ Y., Ankara, 2005.
Şimşir, N. Bilâl, Ankara... Ankara..., Bilgi Y., Ankara, 2. Baskı, 2006.
Toplumsal Tarih, Temmuz 2009, S. 187 (“Başkenti Tasarlamak” Sayısı).
Uluğ, Naşit Hakkı,Tunceli Medeniyete Açılıyor, Kaynak Y., İstanbul, 2007.
Uran, Hilmi, Hâtıralarım, Ankara, 1959; Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım, Türkiye İş Bankası KültürYayınları, İstanbul, 2008.
Yeşilyurt, Süleyman, Atatürk-İnönü Kavgası, Hiv Y., Ankara, 2000.
veya sorumlular meselesi çıkmaz mıydı? Bu noktaya gelince canı iyiden iyiye sıkılıyor, çünkü
işe politika denilen şey karışıyordu. Politika da,
bugünkü durumda, Türkiye için ‘düzen’ meselesinden başka bir şey değildi:
Bir yadan Milli Şef ve ona yamananlar; yani otoriter düzen... Öte yanda da, gönül çelen sloganları
ile demokrasi; halk’ı yönetime katan hürriyetler
düzeni! Kapılarımızın önünü temizlemek ve temiz
tutmak idrakini, asıl önemlisi de yeteneğini hangisi sağlayacaktı? Hatta düpedüz, namuslu ve
yurtsever, Devlet çıkarlarını hesaba katarak yapacak ve
bunun insan gibi yaşamamız için şart olduğunu
anlatacak, kabul ettirecek olanı hangisiydi, hangi
yoldu?
Denenmiş olanın -Şefliğin- çekilen eziyetleri,
görülen aksaklıkları yığınları -halk’ı- cezbeye
getirmiş görünüyordu. Bu gerilimin içinde
de, gelecek olanın -halk’a kapılarını açanın- muhasebesini, olabileceklerin, olabilirlerin ölçülüp
biçilmesini umursayan yoktu...
İki tarafta da!”
Söyleşi | İsmet İnönü
İsmet İnönü :
64
CHP Ortanın Solundadır
*
Abdi İpekçi
29 Temmuz 1965 tarihli Milliyet gazetesinde
yayınlanmış olan bu söyleşi , “Ortanın Solu”
kavramının siyasal tarihimizde ilk kez Genel
Başkan İsmet İnönü tarafından dile getirlidiği
söyleşidir.
{
}
illüstrasyon:meriç canatan
SAYI 5/6
Söyleşi
İNÖNÜ’NÜN UYARMASI:
“Birinci Demirkırat Partisi dinsizlik isnadından
senelerce faydalandı. İkinci Demirkırat Partisi
buna bir de komünistliği eklemeye çalışıyor. Böyle
tahriklerin cevapları ve elbette tepkileri olacak,
bunların neticeleri bu sefer de tecrübe hayatımıza
kaydolunacaktır.”
“KALKINMA
MUHAFAZAKÂR
TEDBİRLE
GERÇEKLEŞMEZ.”
“Normal tedbirler dışında çalışma zarureti duyulunca, alınan tedbirler ortanın solunda sıfat taşır.”
(Genel Yönetmenimiz ABDİ İPEKÇİ’nin, CHP lideri
ile yaptığı konuşma) İnönü “ortanın solundayız”
demiş ve ortalık karışmıştı. Türlü yorumlara uğrayan,
çeşitli propagandalara vesile olan bu iki kelime ile
CHP Genel Başkanı ne demek istemişti? Herkesin
kendi mizacına ve amacına göre cevaplandırdığı
bu sorunun karşılığını bizzat İnönü’nün ağzından
almak gerçeği aydınlatacak, duyulan tereddütleri giderecek, yapılan dedikoduların daha iyi
değerlendirilmesini sağlayacaktır.
Onunla Maltepe’de, oğlunun evinde yaptığımız
uzun görüşmenin başında her şeyden önce bu
meselenin üzerinde durmayı uygun buldum. İnönü
o gün Burhan Felek’in “Seksen yaşında bir delikanlı”
deyimini doğrulayan bir havada idi. Dinlenmiş,
dinçleşmişti.
ORTANIN SOLU
“Evet” dedi. “Siyasi mücadelemizi ideolojik mücadele haline getirmek isteyen seçim ortamı içinde
‘ortanın solu’ sözü yeni bir vesile oldu.”
Sonra bu konuda en isabetli yorumun, bir süre
önce Ulus Gazetesi’nde yayınlanan Nihat Erim’in
makalesinde yapıldığını anlattı ve şunları söyledi:
“Prof. Erim, Mr. Roosevelt’in büyük bir ekonomik
buhrandan sonra Amerika’da ‘New Deal’ adıyla tatbik ettiği, yeni düzen diyebileceğimiz sistem üzerine
‘Ben ortanın solundayım’ dediğini söylemiştir. Ben
de böyle bir söz söylendiğini hatırlarım. Benim
sözüm hem Halk Partisi’nin siyasi bünyesinden gelir,
hem de Amerika şartlarına bazı yönlerden benzer.
Amerika’ya benzerlik şurada:
Büyük bir ekonomik buhrandan sonra Amerika çok
güç bir düzelme devrine girdi. Şimdi biz de büyük
bir ekonomik ihtiyaç karşısında, çetin bir kalkınma
çabası içindeyiz. Bu kalkınmayı zor tedbirlerle
başarabileceğimiz kanısındayız. Çok fedakârlık yapmak lâzımdır. Muhafazakâr tedbirlerle bunları
başaramayız. Normal tedbirler dışında çalışma zarureti duyulunca alınan tedbirler, ortanın solunda sıfat
taşır. Kalkınma plânı, mâli reform, toprak reformu,
petrol davası ve bunun gibi tedbirler fevkalâde
zamanların gerektirdiği çabalardır.
Şimdi bu benim söylediğim tedbirlere karşı
bulunanların itirazlarını biliyorum. Bu söylediğim
tedbirleri tatbik etmekte bütün partiler
mutabıktırlar. ‘Bunların fevkalâdelik neresindedir?’
diyeceklerdir.
Bunun kısaca cevabı şu:
Bütün muarızlarımız benimle mutabık olduklarını
söylerler. Sözleri dudaklarındadır. Gerçekte hiçbirini
kabul etmediklerini ilân ettikleri zamanlar kadar
birbirimizden ayrıyız.
Bir misal vereyim:
Ben daha 1930’larda mütevazı ölçüde kalkınma
plânı tatbikine başladım. 1950’de gelen birinci
Demirkırat Partisi, plânlı kalkınmayı komünist metodu olarak ilân etti ve plân tertibi devlet hayatına
Anayasa ile girdi, dört seneden beri uğraşmamızla
bütün millete mal oldu. Bir araya gelip amelî ve tat-
Söyleşi | İsmet İnönü
66
bikî sahaya girdiğimiz zaman görüyorum ki, plânı
savunan CHP ile diğer partiler arasında 1950’den
evvelki kadar fark vardır.
Plân fikrini komünist usulü sayanlar için, bizim
iddiamız elbette sol bir iddiadır. Bugün plânlı
kalkınmanın özel sektöre düşmanlık olduğunu
düşünebilecek insan bulunur mu? Ama daha dün
bütün siyasi partiler o düşüncede idiler. Karma ekonomi sıfatıyla herkese bugünkü hali kabul ettirdik.
CHP, bünyesi itibarıyla devletçi bir partidir ve
bu sıfatla elbette ortanın solunda bir ekonomik
anlayıştadır. 1923’teki harap memlekette devletçilik nasıl tek ve eşi, yardımcısı olmayan bir kalkınma
çaresi idiyse, bugün de ekonomik hayatımızın temel
bir unsurudur.
Daha Avrupalı manâda aksiyonları piyasada işleyen
bir tek anonim şirket yoktur. Bütün teşebbüsler
ya şahısların, ya ailelerin, ya bankalarındır. Henüz
birikmiş sermaye yoktur. Birikmiş olduğu kadar ya
tefecilikte kazanır, ya aile içinde bir teşebbüse girebilir. Demek ki büyük teşebbüsler hâlâ devletçiliğe
dayanmaktadır. Hatta yabancı sermaye ile kurulan büyük özel teşebbüsler bile hazine yardımı ile
vücutlanabilmektedirler. Son senelerin en büyük
özel teşebbüsü olan Ereğli Demir Çelik Fabrikası,
ancak hazinenin hesap dışı denecek kadar geniş
yardımlarıyla meydana gelebilmiştir.
Bana devletçiliğin, ortanın solunda olmanın, özel
teşebbüsü engellediğinden bahsetmeye kimin cesareti olabilir?”
-Deniyor ki, CHP’nin içinde türlü kanâat sahibi vardır
ve bunların bir kısmı “ortanın solunda” görüşleri
benimsememektedirler. Ne dersiniz?
“CHP’nin içinde türlü kanâat sahibi insanların
bulunması, dünyanın her yerinde partilerin başında
olan bir olaydır. Yeni alışan bizim gibi demokratik
memleketlerde bu misaller daha tabii sayılmalıdır.
Önemli olan, temel olan bir partinin sevk-ü-idaresidir. Halk Partisi’nin sevk-ü-idaresi, içeriden ve
dışarıdan gelen bütün akıntılara karşı doğru yolu,
ileri hedefi bulur ve yürütür bir kudrettir.”
AŞIRI SOL
-Halk Partisi’nin aşırı sol akımları koruduğu iddiasına
cevabınız nedir?
“İktidarımız zamanında aşırı sol akımlara müsamaha ettiğimizden şikayet edilmiştir. Biz iktidara geldiğimiz zaman Büyük Meclis’in açılıp
açılmayacağının şüpheli olduğu bir devri ele aldık.
İktidarımız zamanında iki silahlı ayaklanma geçirdik.
Ancak ikincisinde Sıkı Yönetim ilân ettik. Bu ortamı
normal hale getirmek için hem aşırı hareketlere hakim olmaya kudretli ve güvenli olmak lâzımdı, hem
de kesin lüzum olmadan şiddete gitmemeyi lüzumlu
görüyorduk. İki ihtiyacı mükemmel bir surette temin
edebildik. Tedbirlerde biraz mübalağa mizacı, bizi
ucu bucağı bulunmaz karanlık bir devreye götürebilirdi. Düşünmeli ki işsizler ve muhtaç işçiler Millet
Meclisi’ne kadar yürüyüş yapıyorlardı. Her hafta bir
caddede büyük mitingler, hem ekonomik feryatlar,
hem rejim tehlikeleri bağırıyorlardı. Bütün bunlar
sükûnetle geçmiş olmak şöyle dursun, işçi hayatında
sosyal adalet tedbirleri hiçbir devre nasip olamayan bir başarı ile alınabilmiştir. Rejimi kökleştirip
yerleştiren ve bugünkü seçimleri mümkün kılan bir
idareye bu kadar insafsızlıkla hüküm verilmesi nadir
görülmüştür.”
-Türkiye İşçi Partisi ile ilgili olarak ortaya atılan şüphe
ve iddialar hakkında ne düşünüyorsunuz? Halk
Partisi’nin bu partiyi koruması hususunda yapılan
teklifleri uygun karşılıyor musunuz?
“Devletin kanunları içinde kurulmuş, devletin
kanunları ve mahkemeleri teminatı içinde çalışan,
her memlekette emsali bilinen bir parti üzerinde hiçbir şüphe beslenmesini haklı görmüyorum.
Doğmuş bir partidir, vazifesini kendi anlayışına göre
ifa etmeye çalışıyor. İşçi Partisi hiçbir taraftan himayeye muhtaç olmayan bir ortam içindedir. Bütün
başarıları kendisinindir, bütün hareketlerinden kendisi sorumlu olacaktır.”
BİRİNCİ, İKİNCİ DEMİRKIRAT
-Cumhuriyet Halk Partisi’nin aşırı sol, hatta komünist olduğuna dair yapılan propagandalar, sizce
seçim sonuçları üzerinde ne derece etkili olacak?
“İthamlar klâsiktir. Dinsizlik ve şimdi komünistlik
isnatlarıyla, özel teşebbüse karşı olmak, başka bir
deyimle devletçi olmak konularıdır. Dinsizlik ithamı
eski bir usuldür. Milletin sağduyusu bunu yenmiştir.
Komünistlik ithamı sayın Devlet Başkanı’ndan
kuvvet ve himaye edilmek derecesine kadar
ümitlenmiştir. Fakat bunun da kötü maksatlara kâfi
geleceğini sanmıyorum. Bunların hepsi kurallar dışı
tahriklerdir.
Birinci Demirkırat Partisi, dinsizlik ithamı ile senelerce faydalandı. İkinci Demirkırat Partisi bir de komünistlik ekleyerek faydalanmaya çalıştı ve çalışacak
görünüyor. Hâdiselerin gelişmesini sükûnetle takip
edeceğiz.
Böyle tahriklerin elbet cevapları ve tepkileri
olacaktır. Hem bu tahrikleri yapıp, hem de kardeşçe
geçinmek nasihatlerinden bahsetmek, tahrikçilerin
fayda umdukları ayrı bir taktiktir ki, neticeleri bu sefer de tecrübe hayatımıza kaydolunacaktır.
Bunlar bir uyarmadan ibarettir. Bu uyarmalar geçmişte fayda vermedi, şimdi fayda verip
vermeyeceğini zaman gösterecek.”
YİNE ve YENİ
KEMALİZM...
Cumhuriyetimiz eskimiyor,
yaşananlar karşısında aksine önem kazanarak ulusumuza ve coğrafyamıza yön göstermeye devam ediyor...
Küresel emperyalizmin temsilcisi siyasal dinci “Yeni Ortaçağ” özlemcilerine, truva atı gibi
hareket eden neoliberal işbirlikçi çevrelere
karşı verilecek mücadelede Kemalizm yeni
görevler üstleniyor...
Prof. Dr. Anıl Çeçen diyor ki:
“Kemalizm, 20. yüzyılda, ülkemizi bağımsız,
ulusal ve üniter yapısıyla ayakta tutmayı
başardı. 21. yüzyılda ise, bu sefer Avrasya
bölgesinin yeniden yapılanmasında Türk
ve İslam dünyası ile Avrasya ülkelerine yön
gösterecek, ‘Kemalist Avrasyacılık’ öne
çıkacaktır.”
Güncel Kemalizm, Anıl Çeçen’in 40 yıla yayılan
akademik birikimini bugünün gerçekleriyle
buluşturuyor...
Kilit Yayınları, 537 sayfa, 25 TL
Ortada Kuyu var, Soldan Geç
68
“ORTADA KUYU VAR, SOLDAN GEÇ”
{
Muhalefetle Tanışma
Sürecinde CHP’nin
Kimlik Değişimi ve
“Ortanın Solu”
Ersan Barkın
}
SAYI 5/6
Siyaset
Sıklıkla yinelenir, 1961 Anayasası’nın getirdiği bireysel hak ve özgürlükler yanında ülkenin hemen her yerini hatırı sayılır biçimde saran örgütsel karşı koyuşların,
Türkiye İşçi Partisi mecrasında toplanmaya başlamasına, CHP’nin DP seçmeninden umudu kesmesi sonucu eklenince CHP “sol” tabana göz kırpmaya başlamıştır ki,
“Ortanın Solu” fikri bu çabaların ürünüdür.
Bu görüşün iki yönüyle varolan durumu yeterince anlatamadığı fikrindeyiz. Öncelikle bu yaklaşım Ortanın Solu düşüncesinin bir teorik çalışmanın partinin yetkili
organlarınca değerlendirildiği, kamuoyu nabzı tutulduktan sonra da ortaya atıldığı fikrini uyandırmaktadır ki, bu değerlendirme “kavramın” ortaya çıkış sürecini
gereğinden fazla önemsemek anlamına gelmektedir, yanlıştır.
İkincisi, 1950 seçimleri sonucu CHP koalisyonunun bozulması (1), burjuvazinin ve toprak sahiplerinin DP çizgisinde temsil bulması, partiyi düşük gelir gruplarına,
emeğiyle yaşamını sürdürenlere yöneltmiştir. Henüz 1960 askeri müdahalesi gerçekleşmeden 1950’lerin ikinci yarısında yoğunlaşan çalışmalar 1959 İlk Hedefler
Beyannamesi ile uç vermiştir. CHP’nin dönemin koşullarına bakılınca göreli biçimde hak ve özgürlükler cephesinde konumlanma çabasını görmezden gelmek,
partinin sola evrilmesini yalnızca Ortanın Solu söylemiyle sınırlandırmak, bu süreci CHP’nin sol seçmen nezninde yer kapma çabası olarak değerlendirmek, sürece
gereğinden fazla “faydacı” bir anlam yüklemek ve içeriğini hafifletmek anlamına gelir ki, bu da yanlıştır.
Aşağıda ayrıntılandırmaya çalışacağımız üzere, 1950 seçimlerinde CHP’nin iktidardan hiç ummadığı bir zamanda/biçimde düşmesi, 1950 seçimlerini takip eden
süreçte de benzer biçimde yaşan seçim yenilgileri partiyi bir arayış içine sokmuştur. Bu arayış, 1950 öncesi devrimin en önemli kurumları konusunda dahi partinin
toprak sahipleri başta olmak üzere çeşitli kesimlere yönelik tavizleri değerlendirildiğinde, hiç küçümsenmeyecek ve partiyi önceki döneme göre koşar adım sola
yaklaştırır bir nitelik taşımaktadır. Bu boyutuyla, CHP’nin ayrıntılı bir “yeni-devlet” yapılanması kurguladığı söylenebilir. Ancak sanırız ki, 2.Dünya Savaşı’nın sona
ermesiyle birlikte Amerikan etkisi altına giren ve soğuk savaş sürecinde Sovyet karşıtı tutuma bürünen bir toplumsal/siyasal iklimde, bu durumun oluşmasına
önemli ölçüde katkı yapan bir siyasal partinin kendini solda tanımlamayı düşünmesi, dahası buna ayrıntılı bir çalışma sonucunda karar vermesi mümkün olmasa
gerektir. Bunun gerçekleşebilmesi ancak “bir delinin kuyuya taş atması, kırk akıllının çıkaramaması” benzeri bir ilk adımla olabilirdi ki, öyle de oldu.
1950’ler:
DP Faşizminin Ayak Sesleri
1950 genel seçimleri sürecinde ve iktidarın DP’ye
devri sonrası, Demokrat Parti’nin çevresinde,
bugünlerde benzer misyonun temsilcisi olan iktidar
partisinin ardındaki desteği aratmayacak biçimde,
aydın yığınının oluştuğunu görmekteyiz. CHP
yönetimini baskıcı ve otokrat olarak değerlendiren
aydınlar, DP vaadlerini ve ilk uygulamalarını “tek
parti” iktidarından demokrasiye geçiş olarak
değerlendirmişler ve süreci desteklemişlerdi.
Ancak bu “canım-cicim” dönemi uzun sürmemiş,
iktidarın ilk yıllarında yarattığı göreli refah ortadan
kalkan DP, toplumsal refahın azalmasına paralel
olarak ardındaki desteğin çözülmesiyle, mevcuda sahip çıkabilmek için “hükmeden” tavrına bürünmüştür.
Toplumsal desteği yitirmeye başlayan hemen her
iktidarın yaptığı üzere (2) , sağa sola saldıran Menderes yönetimi çok geçmeden ardındaki aydın desteğini
de yitirmiştir. Bu dönem gazetelerin kapatıldığı,
gazetecilerin hapsedildiği “mahkemeler ve sıkıntılar”
dönemidir. Bir askeri ayaklanma ve kargaşa tezgahlamakla suçlanan muhalefetin ve basının faaliyetlerinin
incelenmesi için ‘Tahkikat Komisyonu’ nun (3)
oluşturulması, muhalefet partilerinin kapatılmasını
gerektirecek ‘yeni tarz bir demokrasi’ tehdidi, milli
birliğin sağlanması ve yıkıcı faaliyetlere karşı durmak için ‘Vatan Cephesi’nin kurulması bu dönemin
diğer ürünleridir (4). Bütün bunlara karşı direnişin
merkezini üniversiteler oluşturmuş, bilim adamları
demokratik mücadelenin önderleri konumuna
gelmişlerdir. Ülkenin kaosa sürüklendiği bu sürecin
sonu 27 Mayıs 1960’dır.
Yine bu dönem laikliğe karşı faaliyetlerin yoğunlaştığı
bir dönemdir. Bunlara karşı DP’nin tavrı ise dağı taşı
Atatürk büstleriyle donatmak, Atatürk’e sövmeyi Türk
Ceza Kanunu’nda özel bir suç haline getirmek benzeri tedbirlerdir. Bu tavrın samimiliğini değerledirme
hakkımız bulunmayabilir ancak Kemalizmin ‘faşizan’
niteliği savlarına bu süreçte gerçekleştirilen yasal
düzenlemeleri dayanak edenler, sürecin M.Kemal ile
yakın-uzak hiçbir ilgisinin olmadığı görebilmelidirler.
CHP’yi arayışa iten sürecin anahtarları bu dönemde
gizlidir. Bu kez baskıya karşı özgürlüklerin ve demokrasinin temsilciliğine soyunma sırası CHP’dedir.
Hatta, CHP iktidarı döneminde seçimleri demokratik bulmayan DP’nin “seçimleri boykot” başta olmak
üzere gerçekleştirdiği “sivil itaatsizlik” çağrılarının
benzerlerini artık CHP üstlenmeye başlamıştır: “Replikler” aynıdır ama “roller” değişmiştir.
1959 İlk Hedefler Beyannamesi de partinin bu
dönemdeki arayış çabalarının son noktasıdır ki
yalnızca bir yıl sonra ordunun komuta kademesini
alt üst eder biçimde yönetime el koyması sonucu
anayasa hazırlamakla görevlendirilen komisyonun
ortaya çıkardığı metin, aşağı yukarı İlk Hedefler
Beyannamesi’nin bir kopyasıdır.
1| Koalisyon ifadesi ile, olağan koşullarda ekonomik çıkarları birbirinden tamamen farklı olan, bu nedenle de işleyen demokrasilerde farklı siyasal yapıların içinde yer alması gereken toplumsal sınıfların CHP içinde oluşturduğu yapı kastedilmektedir.
2| Bu süreç değerlendirildiğinde ülkemizde bugün gündemi oluşturan yargılamaların, yargılama boyutunu aşarak, bir toplumsal kesim üzerinde yarattığı topyekun baskının gerekçeleri daha kolay açıklanabilmektedir.
3| Tahkikat Komisyonu çıkarılan yeni yasa ile, “savcıların, sivil ve askeri yargıçların bütün yetkileri ile gazeteleri toplama, basımevlerini kapatma hakkına sahip kılınıyor, her türlü evrak, belge ve eşyaya el koyabiliyor, komisyon kararlarına karşı
gelenlere ve tahkikatla ilgili olayları açıklayanlara hapis cezası verebiliyordu. Dahası, komisyonunun kararlarına herhangi bir itiraz yolu öngörülmüyordu. bkz. ÇAVDAR, T., Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, s.76, İmge Kitabevi, 2008
4| AHMAD, F., Demokrasi Sürecinde Türkiye, s.95-99, 132, Hil Yayın, 2007
Ortada Kuyu var, Soldan Geç
İlk Hedefler Beyannamesi
70
CHP’nin 14.Kurultayı tarafından kabul edilen İlk
Hedefler Beyannamesi’nin amacı “Demokratik
inkişafımızı durduran, gerileten, bütün antidemokratik kanunlar, usuller,zihniyet ve tatbikat
kaldırılacaktır. Anayasamız, modern demokrasi ve
cemiyet anlayışına uygun, halk egemenliği, hukuk
devleti, sosyal adalet ve emniyet esaslarına dayanan bir devlet nizamına göre değiştirilecektir.”
biçiminde açıklanıyordu (5).
Muhalefette 9.yılını dolduran CHP, kendi iç
değerlendirmesi ve parti içindeki kadroların yenilenmesinin etkisiyle, devlet düzeni için köklü
sayılabilecek değişim önerileriyle ortaya çıkıyor
ve değişimi “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Millet
Meclisi’nde gereken çoğunluğa kavuştuğunda, ilk
teşrii devrede” (6) gerçekleştirmeyi taahhüt ediyordu.
İlk Hedefler Beyannamesi,
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Düşünce ve söz hürriyetinin, ilim ve sanat hürriyetinin,din ve vicdan hürriyetinin, şahıs ve mesken masuniyetinin, toplanma ve dernek kurma hürriyetinin, çalışma ve iktisadi teşebbüs hürriyetinin, sendika ve mesleki teşekküller kurma hakkının, grev hakkının ve medeni alemin kabul ettiği bütün hak ve hürriyetlerin ve hukuk devleti prensiplerinin vatandaşlara sağlanacağını,
Anayasa Mahkemesi teşkil edilmek suretiyle Anayasa’da yer alan hakların kanunlarla daraltılmasının ve iptal edilmesinin önleneceğini,
Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığının sağlanacağını,
İkinci bir meclisin kurulacağını,
Yargı bağımsızlığının ve hakimlik teminatının sağlanabilmesi amacıyla Yüksek Hakimlik Şurası kurulacağını,
Yargının, idarenin baskısından kurtulacağını, bu yolla egemenlik hakkını kullanan kuvvetlerin birbirlerine müdahalelerinin önleneceğini,
Serbest seçimlerin sağlanabilmesi için nisbi temsil sistemine geçileceğini,
Yasama organının yürütmeyi hakkıyla denetleyebilmesi için bilgi edinme yollarının gerçek kim
liklerine kazandırılacağını,
Kamu hizmeti gören görevlilerin, vazifesiyle hareketlerinin murakebesi için ispat hakkı ve mal beyanı tedbirlerinin alınacağını öngörmüştür (7).
Temel hak ve özgürlüklere, sosyal devlet anlayışına ve hukuk devleti idealine yapılan vurgu ile 1961
Anayasası arasındaki paralellik çok şaşırtıcı değildir. Zira, bu durum sürecin doğal sonucudur. Ancak TBMM’yi
fiili olarak denetleyecek ve “akil adamlar”dan oluşacak ikinci meclisin kurulması, Anayasa Mahkemesi’nin
ve Yüksek Hakimler Şurası’nın kurulması, ispat hakkı gibi önerilerin tümünün 1961 Anayasası’nda da yer
almış olması benzer biçimde olağan karşılanmamıştır.
Aradaki benzerliği eleştiri konusu yapan kimi yazarlar, metinler arası paralelliğin askeri müdahalenin
ardında CHP olduğunun açık göstergesi olduğunu ifade etmişlerdir.
Paralellik konularının, sürecin doğal sonucu olan başlıkları aşması, İlk Hedefler Beyannamesi’nin karakteristik sayılabilecek önerilerinin Anayasa Komisyonu tarafından aynen Anayasa’ya dahil edilmesi, bu
eleştirilerin haksız olmadığını gösterebilir. Ancak Kurucu Meclisin sivil kanadından DP taraftarlarının
soyutlanması, Anayasa Komisyonu üyesi olan bilim adamlarının hemen hepsinin CHP geleneğine yakın
olması ve DP’nin üniversitelere yönelik baskılarından nasiplenmiş kişilerden oluşması (8) bu paralelliğin
doğal ve şaşılamayak nedenleridir.
Bunun yanında İlk Hedefler Beyannamesi’nde yer alan konu başlıklarının da önemli kısmı CHP’nin 1953
5| Ulus, 15 Ocak 1959
6| CHP XIV. Kurultayı İlk Hedefler Beyannamesi, s.3, Kutulmuş Matbaası, 1960
7| CHP XIV.Kurultayı…., a.g.e., s.5-7
8| MBK ve TSK Başkumandanlığı’nın yeni bir anayasa ön tasarısı hazırlamaları için İstanbul Hukuk Fakültesi’nden görevlendirdiği yedi öğretim üyesi, S.S.Onar, N.Şensoy, H.V.Velidedeoğlu, H.N.Kubalı, R.Sarıca, T.Z.Tunaya ve İ.Giritli’den oluşmuş
ve kurula Ankara Hukuk Fakültesi’nden İ.Arsel, B.Savcı ve M.Aksoy katılmıştır.(bkz.TANÖR, B., Türk-Osmanlı Anayasal Gelişmeleri, s.371, Yapı Kredi Yayınları, 1999) Örneğin bu bilim adamlarından Hüseyin Naili Kubalı, DP çoğunluğunun 27 Aralık
1957’de Anayasada yaptığı değişiklikleri kınamış, Kubalı’nın tavrı Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından, bugünü hatırlatır biçimde, günlük politikaya bulaşmak biçiminde ve Üniversite Kanunu’nun ihlali olarak değerlendirilmiş, durumdan vazife
çıkaran İstanbul Üniversitesi Senatosu 1 Şubat 1958’de Kubalı’yı açığa almıştır.(bkz. AHMAD, F., a.g.e., s.90)
SAYI 5/6
Siyaset
yılında toplanan X.Kurultayı’nın sonuç bildirisinde
ve o tarihten itibaren partinin programında yer
almıştır (9). Dolayısıyla, bu başlıklar 10 yıla yakın
zamandır kamuoyunda tartışılan ve ülkede yaşanan
demokrasi karşıtı uygulamaların önüne geçebilecek alanlar olarak benimsenmiştir. Bu yüzden
paralellikleri, askeri müdahalenin ardında CHP’nin
yer aldığının göstergesi olarak algılamanın haklı
bir yaklaşım olmadığı kanısındayız. Kaldı ki, 1960
askeri müdahalesine giden süreç, DP’nin hızla
kan kaybettiği ve yapılacak ilk seçimlerde CHP
iktidarının gerçekleşeceğinin yaygın bir görüş
halini aldığı bir dönemdir. Dönemi değerlendiren
araştırmacıların yanında başta İnönü olmak üzere
parti yöneticilerinin sahip olduğunu bildiğimiz bu
görüş, CHP’nin bir askeri müdahaleye destek vermesini engeller niteliktedir (10).
göz atmamız gerekir.
yorumlanmasına neden olmuştur (15).
1961 Anayasası, devleti “kutsal” sayacak olan
1982 Anayasası’nın aksine, insan ve bireyi yüce
bir dğer saymakta, bunların ve toplumun hak ve
özgürlüklerinin uzlaştırılıp geliştirilmesini ana
hedef saymaktadır. Dolayısıyla 27 Mayıs askeri müdahalesinin ürünü olan 1961 Anayasası’nın tarihsel misyonu devlet otoritesini pekiştirmek değil,
özgürlük ve demokrasiyi kurumsallaştırmaktır (11).
1961 Anayasası’nın “Genel Esaslar” ve “Temel
Hakların Niteliği ve Korunması” başlıkları altında
ortaya koyduğu “özgürleştirme” anlayışı, dönemin Fransız(IV. ve V. Cumhuriyet) Anayasaları ile
Federal Alman Temel Yasası’ndan daha olgun (12)
birnitelik taşımaktadır. Bu durum daha sonraları
“aşırı özgürlük ortamı” biçiminde tanımlanacaktır.
Öyleki, 1961 Anayasası’nın “partilerin serbestçe
kurulabilmesini, kurulmanın hukuksal yönden
herhangi bir izne ve tescil yükümlülüğüne bağlı
olmamasını”(m.56), aynı biçimde önceden izin
alma zorunluluğu olmaksızın kurulabilen derneklerin ‘kamu düzeni ve genel ahlakı korumak’dışında
hiçbir nedenle sınırlandırılamayacağını,(m.29)
(13) üniversitelerin bilimsel, iktisadi ve özerkliğe
sahip olduğunu (14) , işçilerin sendika kurma
ve grev hakkına, memurların ise sendika kurma
hakkına(m.46,119)sahip olduğunu açık biçimde
temel hak ve özgürlükler içinde sayarak, yer verdiği
diğer ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde toplumsal örgütlenmenin önünü önemli biçimde açmıştır.
Bu gerçeklik 1961 Anayasası’nın modern Türkiye
tarihinde ilk defa ‘pleblerin’, ‘aşağıdakilerin’ bizzat kullanmaya çalıştığı ilk anayasa biçiminde
Bu özgürlük ortamı, yasal iyileştirmeler boyutunu
aşarak, eylemli biçimde kullanılmaya başlandığında
ülke iyiden iyiye bir kıpırdanma sürecine girmiştir.
Bunun doğal sonucudur ki, çalışanların ve
sanayileşmenin artmasıyla kapitalizm ekonomik
baskısını artırmış, bu durum özellikle sınıf bilincine sahip olmaya başlayan işçilerin siyasal mücadele içinde yer bulmaya başlamasını sağlamıştır.
İşçilerin ekonomik ve siyasal haklarını korumak ve
geliştirebilmek için yeni örgütlenmelerin ortaya
çıkması da benzer gerekçelerin sonucudur.
Buna karşın,askeri müdahale ile birlikte süreç tersine dönmüş, müdahalenin kendisini hedeflediği
ve CHP gölgesinde gerçekleştirildiği düşündürülen
DP seçmeni, müdahaleyi izleyen ilk genel seçim
olan 15 Ekim 1961 seçimlerinde DP’nin ardılı olan
Adalet Partisi’ni kararlı biçimde desteklerken,
1965 seçimlerinde ise iktidara getirmiştir.
Yükselen “Sol”un Karargahları:
TİP ve Yön Hareketi
Kanımızca Ortanın Solu fikrinin ötesinde partinin
yaşadığı düşünsel değişimi ve bu yolla yelpazenin
solunda konumlanma süreci değerlendirildikten
sonra, bu sürecin tek nedeni olarak görmek olanaklı
olmasa da Türk solunda yaşanan hareketlenmeye
1961 yılının başlarında sessiz sedasız kurulan ve
neredeyse tüm kurucuları sendikacı olan Türkiye
İşçi Partisi de bu amaçla ortaya çıkmıştır. Kuruluş
sürecinde tamamen işçilerin kurduğu ve yönettiği
bir yapı görünümü vermeye özen gösteren (16),
1964’te kabul edilen programında kendini “tarihimizde doğrudan doğruya emekçi halkın kurduğu ilk
parti” biçiminde tanımlayan TİP, M.Ali Aybar’ın 1
Şubat 1962’de Genel Başkanlığa getirilmesi (17) ve
parti yönetiminin “işçi egemen” yapıdan sıyrılması
sonucu (18) Marksist aydınların da partiye dahil
olmalarıyla görmezden gelinemeyecek bir siyasal
güce ulaşmıştır. Aybar’dan önce parti tüzüğünde
yer alan amacın(m.2) ve uygulamanın, “işçi sınıfı
partisi olmaktan çok, sağda örneklerine rastlanan
bir yığın partisi özelliliğine sahip olduğunu” ifade
eden Tevfik Çavdar, ancak Aybar’ın Genel Başkan
oluşuyla birlikte TİP’in işçi sınıfı öncülüğünü üstlenen gerçek bir sosyalist parti olduğunu ifade etmektedir (19). 1965 genel seçimlerinde 52 seçim
9 | AHMAD, F., a.g.e., s.143
10 | Bu tarihsel kesit, ülkemizin son 15 yılda benzer biçimde yaşadığı baskıcı dönemlerin sonunda yaklaşan seçimler öncesi ordu yöneticilerinin durumdan vazife çıkararak yayınladıkları, daha sonra da münferit tepkiler olduklarını itiraf ettikleri
muhtıra(cık)ları ve toplum nezninde yarattığı aksi tepkileri akla getirmeden edemiyor.
11 | TANÖR, B.,a.g.e., s.378
12 | TANÖR, B.,a.g.e., s.382
13| TANİLLİ, S., Devlet ve Demokrasi, s.217,218, Çağdaş Yayınları, 1985
14| Anayasa’nın 120/4.maddesinde yer alan “üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, Üniversite dışındaki makamlarca, her ne surette olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar.” hükmü üniversitelerin idari özerkliğini güvence
altına almıştır. Bkz. TANİLLİ, S., a.g.e., s.404
15| AYDINOĞLU, E., Türk Solu-Eleştirel Bir Tarih Denemesi, s.30, Belge Yayınları, 1992
16| ÇAVDAR, T., a.g.e., s.135
17| BİRGİT, O., Evvel Zaman İçinde, s.384, Doğan Kitap, 2005
18| TİP Tüzüğü’nün 53.maddesi,”Partinin organlarında görevli bulunanların yarısının kendisi üretim araçlarına sahip olmadığı için emek gücünü üretim aracı sahiplerine satarak
yaşayanlar veya işçi sendikaları yönetim organlarında görevli bulunan üyeler arasından seçilmiş olması gözetilir.” hükmüyle yönetim organlarında %50 işçi kotası uygulamıştır.
19| ÇAVDAR, T., a.g.e., s.136-138
Ortada Kuyu var, Soldan Geç
çevresinde seçime gire TİP’in %3’lük oy oranı ve 15
milletvekili ile TBMM’ye girmesi bu sürecin sonucudur (20).
72
Hareketlenmenin toplandığı tek mecra TİP
değildir. Aynı zamanda 20 Aralık 1961 tarihinde
Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal,
Cemal Reşit Eyüboğlu, İlhan Selçuk’un yanyana
gelerek kurdukları Yön Dergisi, ilk sayısında kamuoyuna duyurduğu 164 imzalı bildirinin (21) durum tespiti konusundaki yerindeliği ve süreç içinde
ortaya koyduğu kurtuluş reçetesinin keskinliğinin
yarattığı dalgayla, bir dergi tanımlamasını çoktan
aşarak bir siyasal hareket halini almıştır. Bunun
yanında Yön, herbiri ayrı bir grup içinde dağınık
bulunanları aynı dergi etrafında toplayacak bir
işlev de yüklenmiştir. Yön ile TİP, öncü sınıfının
niteliği ve çok partisiyasi yaşama ilişkin görüşleri
bakımından sol içinde farklı iki cepheyi temsil
etmişlerdir (22) (23) , Bu durum Yön’ü, koşullara
tepki gösteren ancak TİP kimliğinin temsil
edemediği, daha çok CHP tabanına yakın bir kesimin temsilcisi haline getirmiştir. Öyle ki, 27 Mayıs
sonrasında da siyasal sürecin bir karşı-devrimci
niteliğe sahip olduğunu ve bu gidişin önüne parlamenter demokrasi yoluyla geçilemeyeceğini savunan tüm hareketlerin ve bu arada Türk Silahlı
Kuvvetleri mensuplarının az ya da çok mutlaka
Avcıoğlu çevresiyle ilişkisi olmuştur (24).
CHP’nin söyleminin sola evrilmesinde en az bizim
açıklamaya çalıştığımız nedenler kadar önemli bir
etken de bu koşullardır elbette. Ancak partinin kendini Ortanın Solunda tanımladığı süreç, açıklamaya
çalıştığımız süreç hiç yaşanmamış biçimde,
İnönü’nün ağzından çıkan bir cümle ile başlamıştır.
Yazının başlangıcında “Ortanın Solu”nun, CHP’nin
TİP ve Yön’ün hareketlendirdiği siyasal iklim içinde
bir yer kapma çabası değerlendirmesine karşı çıkma
nedenimiz de budur.
İnönü, “Ortanın Solundayız”
“Deyiveriyor”
Bu süreç devam ederken, sürecin doğrudan
planlanmış bir sonucu olmayan biçimde, 25 Temmuz 1965 tarihinde (25) CHP’nin Beşiktaş İlçe
Teşkilatı’nda (26) yapılan bir söyleşide partili
bir gencin “Batıda reform taraftarı olan partilere
ortanın solunda derler, CHP ortanın solunda
mıdır?” sorusuna, İnönü’nün “evet deyivermesi”
(27) CHP’yi “Ortanın Solu”ndaki mücadenin içine
atmıştır.
Kavramın vesikalanmasının ise ilk kez, Abdi
İpekçi’nin İsmet İnönü ile yaptığı ve 29 Temmuz 1965 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan
söyleşi olduğu hemen bütün yayınlarda dile getirilir (28) (29). Ancak kavramın daha önce İnönü’ye
atfen başka yayınlarda da yer aldığınu gösteren
birkaç örnek vardır.
1 Mayıs 1965 tarihli Ulus
Gazetesi, CHP’nin seçim hazırlıklarına başladığını,
Parti Meclisi’nde İnönü’nün, “Ortanın Solundayız,
bunu kimseye bırakmayacağız.”dediğini yazmıştır.
Aynı biçimde İnönü ile söyleşisinden iki gün önce
Milliyet Gazetesi’nde yer alan “CHP ve Ortanın
Solu” başlıklı makalesinde Abdi İpekçi, Genel
Başkan İnönü’nün ifadelerini “…yelpaze içinde
herkes yerine almakta, kimin ne olduğu, nerede
olduğu anlaşılmaktadır. Partilerimiz bu suretle iktisadi ve sosyal görüşler bakımından batıda yapılan
tasniflere uygun bir düzene girmektedirler.”
şeklinde değerlendirmiş, “iki kelimelik” kavramın
kullanılması sonucu ortaya çıkan tepkileri “CHP’ye
karşı yeni bir istismar vesilesi” olarak tanımlamış ve
İnönü’nün “Ortanın Solundayız” demekle “CHP’nin
kırk yıllık program ve politikasını ifade etmekten
başka birşey yapmadığını” dile getirmiştir (30).
CHP, “Ortanın Solu”nda
Kaynıyor
Ortanın Soluna karşı parti içinde ortaya çıkan
muhalefet, ülkenin çok geri ve muhafazakar
olduğunu, böyle bir radikal çıkışı benimsemeye
hazır olmadığını ileri sürüyordu (31). Bunlara göre
Ortanın Solu politikası ancak bir siyasal strateji
olduğu sürece kabul edilebilirdi (32). Bu durum
öyle bir hal almıştı ki CHP’nin daha popüler başka
sloganlarla iktidara gelmesini, iktidara geldikten
sonra Ortanın Solu politikasını uygulamasını önermeye kadar vardı (33).
CHP milletvekili olan ve ileride açıklayacağımız
“8’ler” içinde yer alacak olan Tahsin Banguoğlu,
Ortanın Solu politikasını yalnız solculukla
suçlamıyordu. Aynı zamanda kendini Kemalist
olarak tanımlayan ve İnönücü olmayı reddetiğini
belirten Banguoğlu, yeni politikanın Kemalizme karşı olduğunu, Ortanın Solu politikasının
Atatürk’le alakası olmayan üstü örtük bir sosyalizm
olduğunu ifade ediyordu (34).
20| TİP’in %3’lük oy oranı almış olmasına karşın, TBMM’ye girebilmesi 1965 seçimlerinde uygulanan ve partilerin artık oylarını da değerlendiren “Milli Bakiye” adı verilen seçim sistemin
den kaynaklanmıştır ki, bu sistem bir sonraki seçimde uygulamadan kaldırılmıştır.
21| ÖZDEMİR, H., Kalkınmada Bir Strateji Arayışı: Yön Hareketi, s.51, s.341(imzacı listesi), ayrıca ATILGAN, G., Yön-Devrim Hareketi, TÜSTAV Yayınları, 2002,
22| Yön ile TİP arasındaki çatışma Yön çevresinin örgütlediği ve Türk-İş’in de içinde bulunduğu “ÇalışanlarPartisi” adıyla yeni bir işçi partisinin kurulmasında da görülebilmektedir. Yön hareketinin çalışmaları, dergi çevresinde örgütlenen Çalışanlar
Partisi yanında, Devlet Planlama Teşkilatı’ndan ayrılan plancıların başında olduğu Sosyalist Kültür Derneği ve yayınevi ile tam bir siyasal hareket görünümündedir.
23| KARA, M.,A., Yön’ün Devrimi, Devrim’in Yön’ü, s.81, Cumhuriyet Kitapları, 2008
24| Özellikle 12 Mart 1971 darbesi öncesinde var olan hareketlenmelerin düşünsel ekseninin oluşmasında Avcıoğlu’nun Yön Dergisi’nin işlevini tamamladığı fikriyle kurduğu Devrim Dergisi’nin önemli etkisi olduğu düşünülmektedir. Bkz. 12 Mart
Muhtıra Sürecinde Devrim Dergisi’nin Rolü, Neslihan Erkan, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul, 2008
25| TURGAN, A., CHP Tarihine Bir Bakış: 1961 Anayasası Döneminde CHP, SDD Dergisi, sayı:15, s.86; a.k., ESMER, G., T., Türk Siyasal Yaşamında Ortanın Solu, s.59, YAR Müdafaai Hukuk Yayınları
26| İNÖNÜ, İ., Defterler, 2.cilt, s. 909, Yapı Kredi Yayınları, 2001
27| SAVAŞ, A., Türkiye’de Ortanın Solu Hareketi: Cumhuriyet Halk Partisi’nde Yeni Kimlik Arayışı(1965-1976), yayınlanmamış yüksek lisans tezi, s. 66, 2000
28| AHMAD, F., a.g.e., s.314
29| BİLA, H., CHP: 1919-2009, s. 184, Doğan Kitap, 2009
30| İPEKÇİ, A., “CHP ve Ortanın Solu”, Milliyet, 27 Temmuz 1965, s.1
31| AHMAD, F., a.g.e., s318
32| ÇAVDAR, T., a.g.e., s.153
33| ECEVİT, B., Ortanın Solu, s. 56-63, Tekin Yayınevi, 1973
34| Cumhuriyet, 23 Aralık 1966
SAYI 5/6
Siyaset
8’lerin Ortanın Soluna karşı yürüttüğü savaşın
ana ekseni Kemalizm tartışmaları üzerinde
şekillenecekti. Öyle ki yine 8’lerden olan İstanbul
Milletvekili ve Parti Meclisi Üyesi Coşkun Kırca da
Yeni Gazete’de yer alan “CHP Sosyalist Bir Parti
Midir?” başlıklı yazılarında Sosyalizmin ve Kemalizmin ana ilkelerini ortaya koymaya çalıştıktan sonra
“CHP’yi sosyalist sanmanın, sosyalizmin şu veya bu
çeşidinin hüviyetine büründürmeye, sosyalist ya da
sosyal demokrat adı verilen partilere benzetmeye
yeltenmenin yahut CHP’nin sadece adının sosyalist olmadığını, yoksa hüviyetinin sosyalist olduğu
yolunda bilgisizce imalar savurmanın, Atatürk’ün
öğretisine aykırı bir tutum” (35) olduğunu ifade
etmiştir.
Adalet Partisi de Bastırıyor:
“Ortanın Solu, Moskova Yolu”
Bu karşıt fikirler yoğunlaşacak ve CHP’nin
IV.Olağanüstü Kongresi’nde yaşanan çarpışmadan
sonra da partiden istifalara neden olacaktır.
İstifa boyutuna ulaşmasa da, partinin en etkili kişilerinden biri olan Nihat Erim ise bu süreci
daha tarafsız değerlendirme özeni içindedir. Erim,
CHP’nin yeni yönelimini ABD’de “refah devleti”
anlayışının öncülü olan ve kalkınma planı, mali reform, toprak reformu, petrol davası gibi alanlarda
fevkalade tedbirler içeren “New Deal” anlayışına
benzetmektedir (36). Kendilerini “ortanın
ortacıları” ya da “ortanın göbekçileri” biçiminde ifade eden bu kesimin Ortanın Solu ile karşı
karşıya gelmesi Ecevit’in Konya’da gerçekleşen
gerici ayaklanmayı sert bir dille eleştirmiş olmasına
karşın, 6.Filo’yu protesto edenlere ses çıkarmamış
olması yüzündendir (37).
İnönü’nün partisinin siyasal konumunu Ortanın
Solunda belirlemesi, aynı günlerde iktidar partisinin de kendi konumuyla ilgili değerlendirmeler
yapması sonucunu doğurmuştur. Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Süleyman Demirel partisi için ,”AP, ne sağdadır, ne
soldadır.” ifadesini kullanmıştır (38). Bu söylem
kendi partisine yönelik bir geçiştirme biçiminde
değerlendirebilir ancak AP’nin CHP’nin sol kimliğini
istismar edeceğini gösteren örnekler kısa süre sonra ortaya çıkmıştır. Bunlardan birinde Ordu’da soya
fabrikası açan Demirel, aşırı sola karşı olduklarını
söylemiştir (39).
Çok geçmeyecektir ki, iktidardaki Adalet Partisi de,
benzer biçimde politize edilen kamuoyunu parti içi
muhalefetin dürttüğü sopayla dürtmesin:”Ortanın
Solu, Moskova Yolu”.” Amaç, Moskova” sözcüğüyle
koşullu bir anti-komünist tepki yaratmaktır ki bulunan tekerlemeyi Bülent Ecevit, ‘Demokrat’ın, ‘kır at’
ile simgeleştirildiği bir ülkede olağan karşılamıştır
(40).
“Ortanın Solu, Moskova Yolu” sloganı özellikle DP-AP çizgisinin eline, yıllardır komünizm
öcüsüyle zapt ettiği topluma karşı kullanacağı yeni
bir korkuluk vermiştir. Solda yer almanın vatan
hainliği olduğu, Türkiye’yi Sovyetler’in uydusu
haline getireceği hatta aileleri bozacağı, ahlakı
çökerteceği biçiminde sürdürülen tavır CHP’yi
Ortanın Solu’nu Anadolu’da savunmak konusunda çok zor durumda bırakmıştır. Kavramlar öyle
birbirine girmiştir ki, Ortanın Solunda olmak, solun
ortasında olmak nitelemeleri birbirine girmiştir.
Feroz Ahmad buna benzer zorlamaların, “Alice
Harikalar Diyarında”çizgi filmini anımsattığını ifade etmektedir.
Komünizm düşmanlığı kullanılarak oluşturulan
bu tekerlemenin üzerine süreç içinde daha fazla gidilecek, AP Genel Başkanı bu nedenle
bir yurt gezileri planlayacaktı. Komünizmle
Mücadele Dernekleri’nin (41) aynı amaç için
etraflı çalışma yürüttüğü bu dönem Demirel’in
bastırdığı, İnönü-Ecevit ikilisinin “tövbe haşa”
komünist olmadıklarını kanıtlamaya çalıştıkları
bir dönemdir. Bu çaba, CHP’lilerin bulduğu karşı
sloganda da kendini göstermektedir: “Ortanın
Solu, Muhammed’in Yolu” Aynı cepheden yeni
saldırıların başlaması da gecikmeyecektir. CHP
Milletvekili Necip Mirkelamoğlu CHP’nin “toplumu Ortanın Solu maskesi altında, sosyalizmden
başlayarak anarşizme kadar açılan dogmatik, fanatik ve doktriner aşırı solun tuzağına düşürmek
isteyen çevrelerin, cephelerin ve güçlerin kontrolüne gir(diğini)” ifade etmektedir (42). Bugünlerde protest-ilahiyatçı kimliğiyle tanınan Zekeriya
Beyaz da “Orta Yoldan Sapma” başlıklı yazısında,
Ortanın Solunun CHP’nin Türkiye için bir komünizm
tehlikesi yaratması olduğunu dile getirmektedir
(43). Eski Hatay Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen
ise durumu “Atatürk partisine yazık olmuştur. Bir
avuç solcu, Halk Partisi’ni Ortanın Solu sözüyle sola
götürmektedirler. Partinin büyük çoğunluğu ise
partinin ‘ortanın ortasında’ olduğu iddia etmekle,
varlığını ve Atatürk’e yakışır hüviyetini korumak istiyor” (44) biçiminde değerlendirmiştir. Bu kerva-
35| 4,7 ve 8 Nisan 1967 tarihlerinde Yeni Gazete’de yayınlanan yazılar daha sonra kitap haline getirilmiştir. KIRCA, C., CHP Sosyalist Bir Parti Midir?, s.27, Balkanoğlu Matbaası, 1967
36| ESMER, G., T., a.g.e., s.33
37| SAVAŞ, A., a.g.e.,s.
38| Ulus
39| Milliyet
40| ECEVİT, B., a.g.e., s. 11-13
41| 1969’da Adalet Partisi’nden milletvekili seçilen İlhan Darendelioğlu’nun başkanlığını yürüttüğü Komünizmle Mücade Dernekleri ve çalışmalarını oturttukları “Atatürk” ögesi başka bir yazının konusunu oluşturacaktır.
42| a.k. BEYAZ, Z., CHP Sosyalist mi, Komünist mi?, s.70, Sancak Yayınları, 1980
43| Beyaz, Z., a.g.e., s.78
44| Tayfur Sökmen, “CHP Ortadadır. Ortanın Solu Moskova Yoludur” Milli Kütüphane 1967 AD 541
Ortada Kuyu var, Soldan Geç
74
na, “Bülent Ecevit sosyalisttir. Ecevit’in fikirlerinin
ilim lisanındaki adı sosyalizmdir. Ecevit sosyalizmi
CHP’nin doğuş sebeplerine, programına, halihazır
resmi siyasetine uymamaktadır ve 61 Anayasası’nın
temellerine yönelmiş, demokratik görünüşlü bir
tehlikedir” ifadeleriyle Hilmi Perek de katılmıştır
(45).
yola çeşitli biçimlerde olumlu ama daha fazla da
olumsuz eleştiriler yöneltmiştir. Bu eleştirilerin
kaynağı, kimi zaman Ecevit’in şahsı, kimi zaman da
CHP’nin tarihi ve sola kapalı hatta solu ezen ideolojisi olmuştur.
Ortanın Solundan Daha Solda
Olanlar da Ortanın Solundan
Memnun Değil
Aynı zamanda “sol” da CHP’nin tutturduğu yeni
Sosyalist Dergisi Ortanın Solunu, “CHP içindeki
finans-kapitalist azınlığa karşı, küçükburjuva
ve hürburjuva hoşnutsuzluğundan kaynak almış
devletçi kapıkulu zümrelerin isyan bayrağı”
olarak nitelendirmiş (46) ve olumlamıştır. Buna
karşılık Hikmet Kıvılcımlı Halk Partisi’nin bizzat kendi eliyle yarattığı siyasal ve ekonomik
koşullara karşı çıkışının “güzelsanat”tan başka
şekilde değerlendirilemeyeceğini, güzel sanatla
halk kurtuluşu olamayacağını ifade etmiş (47)
, yönelişi “Ortanın Solundaki sosyal adalet kar
helvası, ‘karma ekonomi’ kara sevdası, ‘sandıktan
çıkma’ demokrasi lafazanlıkları, o iki kere iki dört
ederce kesin çözüm yolunu sis perdesiyle görünmez kılıyor. Perde ardında, tefeci-bezirganı ‘aracı’
maskesi ile süsleyip çağdaş Türkiye toplumu için
ebedileştiriyor.” biçiminde değerlendirmiştir (48).
Bu süreçte sosyalist öğrenciler de Ortanın Soluna
45| Hilmi Perek, Ecevit Tipi Ortanın Solu, Sosyalizmdir.”, s.41, Balkanoğlu Matbaacılık, Milli Kütüphane 1994 AD 4179
46| Sosyalist, 04.02.1967
48| KIVILCIMLI, H., a.g.e., s.13
49| S.B.F. Fikir Kulübü Açıklar: Ortanın Solu, Milli Kütüphane No: 320.956, 329.2
50| AVCIOĞLU, D.,
karşı olumlu/olumsuz tepkiler vermişlerdir. Ortanın
Solunun sosyalist gençlik üzerinde yarattığı
ayrışma, üniversitelerdeki Öğrenci Derneği seçimlerine kadar etkilerini göstermiştir. Örneğin Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Öğrenci
Derneği seçimlerinde Sosyal Demokrasi Kulübü’nde
“Ortanın Solu” grubu adına başkan adayı olan Uluç
Gürkan,Ortanın Solu’na karşı olan Fikir Kulübü’nün
adayına karşı başkanlığı kazanmıştır.
Sosyalistlerin Ortanın Solu kavramına uzak
durmalarının temel nedeni, CHP’yi ve Ecevit’i
“yeterince” solda görmemiş olmalarıdır. SBF
Fikir Kulübü’nün az önce aktardığımız süreçte
yayımlamış olduğu bültende Ecevit, Çalışma
Bakanlığı döneminde özellikle “İzmir/Çiğli’deki
füze üssü ile Türkiye’nin birçok yerinde NATO’ya ait
tesisleri inşa etmekte olan Morrison şirketindeki
Türk işçilerin” çalışma şartları konusundaki tavrı
nedeniyle “İkinci Morrison” olarak tanımlanmıştır.
Aynı yayında, bu dönemden beş yıl sonra Ecevit’in
öncülüğünde ortaya çıkan Ortanın Solu politikası,
“İcazetli Sol” olarak değerlendirilmiştir (49).
SAYI 5/6
Siyaset
Ortanın Solu hakkında neredeyse hiçbir
değerledirme yapmasa da Türk siyasetinde yükselen Ecevit’in solculuğu için Doğan Avcıoğlu ise “O
bir kuruklu yıldızdır. Ecevit, solculuğu bilmeden,
pusulasız solculuk yarışına çıkmış ve Türkiye gerçeklerinden habersiz ve tutarsız konumdadır. (…)
Ecevit solculuğunun en zayıf ve tutarsız yanı, tutucu
güçler koalisyonuna açık ve kesin cephe almaktan
kaçınmasıdır. Ecevit devamlı Mecnun’un Leylası’na
yakarışı gibi metafizik bir kavram haline getirdiği
halk için ‘ey sevgili halk’ türküleri söylemekte,
fakat halk düşmanlığıyla pek az uğraşmaktadır.”
ifadelerini kullanmıştır (50).
yönelişe ilişkin tavrı için asıl belirleyici olan 1965
genel seçimleridir. Zira, parti 1960’lara doğru yükselen toplumsal desteği, 27 Mayıs askeri müdahalesine karşı muhalefetin kampanyanın en azından
kendi tabanında karşılık bulması sonucu kaybetmeye başlamıştır. Her ne kadar 1961 milletvekili ve
senato seçimlerinin her ikisinden de CHP birinci
parti olarak çıkmışsa da, DP’nin ardılı olan Adalet
Partisi’nin aldığı oyların CHP’den birkaç puan farkla %30’ları bulması, 1961 Anayasası’nın referandumunda “hayır” oylarının %40’lara yaklaşması
1965 seçimlerinde, AP’nin oyunun %50’yi aşması
karşısında CHP’nin yaşadığı hezimetin sürpriz
olarak değerlendirilmesini engellemektedir.
Cami Avlusuna Bırakılan
Kundakta Bir Bebek:
Ortanın Solu
Partinin yeni yönelişine ilişkin parti içindeki muhaliflerin tavrını yukarıda kısmen açıklamaya
çalıştık. Ancak gerek onların karşı duruşlarının
keskinliği, gerekse Genel Başkan İnönü’nün
Buna rağmen, Genel Başkan tarafından açık
biçimde partinin solda tanımlanması karşısında
ilk zamanlar tepkilerini çok yüksek sesle ifade etmeyen parti eliti başta olmak üzere, neredeyse 15
yıldır “Moskova sopasıyla” terbiye edilen çevreler,
1965 seçimlerindeki başarızılığın ardındaki nedenlerinin neler olduğunu düşünmek yerine, kurbanı
yanı başlarında bulmuşlardır: Ortanın Solu.
Ancak, İnönü’nün ilk darbede boyun eğmesi ve
Ortanın Solu’ndan vazgeçmesinin seçmen neznindeki güvenirliğini ve parti örgütü üzerindeki
hakimiyetini ciddi biçimde zedeleyeceği sorgu
götürmez bir gerçektir. Buna karşın, geçen zaman
sonra tarihin akışını bilen bizler için İnönü’nün
Ortanın Solu’na ve parti içinde bu politikanın
bayraktarlığını üstlenen Ecevit ekibine yönelik
süreç içinde verdiği desteğin çok kararlı bir nitelik
taşımadığı ortadadır.
Yeni politikayı kamuoyuyla ilk paylaşan, Ortanın
Solu’nu “Varlıklı bir insan yaşamından yoksun olan
vatandaşın ihtiyaçlarıyla uğraşmaya, devlet anayasayla söz vermiştir. Bizim devletimiz bu niteliğiyle
Ortanın Solundadır.” (51) ve “Kırk yıldır devletçiyiz derken aynı şeyi söylüyoruz. Bunun için ortanın
solundayız dedim. Aslında laikiz dediğimiz günden beri, Ortanın Solundayız. Halkçıysan ortanın
solunda olursun.” (52) , sözlerinde görüldüğü
biçimde sahiplenen İnönü, 1965 seçimlerinde
kısmen sürdürdüğü tavrı,seçim sonrasında kararlı
biçimde sürdürmüş, ancak toplumda varolduğunu
bildiği kominizm karabasanı yüzünden,kavramın
51| BİLA,H., a.g.e., s.184
52| a.k. ÇAVDAR, T., a.g.e., s.154
53| Ulus Gazetesi, 25.12.1965
54| AHMAD, F., a.g.e., s. 316
55| AHMAD, F., a.g.e., s.321
56| KAÇMAZOĞLU, İ., 27 Mayıs’tan 12 Mart’a Türkiye’de Siyasal Fikir Hareketleri, s.164, Birey Yayıncılık, 1995
57| BİLA, H., a.g.e., s.191
58| BİLA, H., a.g.e., s.191
59| 8‘ler Turhan Feyzioğlu’nun dışında Orhan Öztrak, Ferit Melen, Fehmi Alparslan, Sürayya Koç, Turhan Şahin, Coşkun Kırca ve Emin Paksüt’ten oluşmuştur. Turhan Güneş bu süreçte Ecevit’in yanında yer alırken, Kemal Satır ve Nihat Erim Ortanın
soluna destek verir görünmüşler ancak daha renksiz kalmışlardır.
Ortada Kuyu var, Soldan Geç
76
sosyalizmle arasındaki çizgiyi keskin biçimde çizmeye özen göstermiştir. İnönü’ye göre, Ortanın solunun gerekçesi ülkenin sola kaymasının önlenmesidir ve “ortanın çok soluna da, ortanın çok sağına
da bir duvardır.” (53) Bu tavrın, toplumsal tepkileri
yumuşatmak için olsa gerek Ecevit tarafından da
paylaşıldığını ifade etmemiz gerekir.
1966 kısmi senato seçimlerinde de partinin AP’nin
çok gerisinde kalması, Ortanın Solu kavramının
fiilen terk edilmesine yol açacaktır. Bu süreçte,
Ortanın Solu cami avlusuna bırakılan bir bebekten
az hallicedir. Bebeği sahiplenen, hatta nüfusuna
alan, partideki “kurt”politikacılara karşı, siyaset
basamaklarını henüz tırmanmaya başlamış genç
biridir: Bülent Ecevit. Bu babacanlığı Ecevit’i çok
uzun sayılamacayacak bir süre sonra “karaoğlan”
haline getirip bağırlara bastıracak, sırasıyla Genel Sekreterlik, Genel Başkanlık ve Başbakanlık
kapılarını kendisine açacaktır.
Düğüm Çözülüyor,
Ecevit Yükseliyor
Bu dönemde Bülent Ecevit istatistiklerle, Adalet
Partisi’nin de oy kaybettiğini, seçim başarızılığının
kullanılan sloganlarla çok az ilgisinin olduğunu
kanıtlamaya ve parti içinde ortaya çıkan düğümün
çözüleceği 1966 Genel Kurul’una kadar Anadolu’yu
köşe bucak gezip Ortanın Solu’nu anlatmaya
çalışmıştır.
Ortanın Solu fikrinin ne anlama geldiği üzerine
kafa yorulduğu ve köklü tartışmalara neden olan
süreç asıl şimdi başlayacaktır. Zira, seçimden
sonra artık geriye dönüşün olmadığı bir döneme
girilmişti. CHP’nin iktidarı devrettiği dönemden
beri yaşanan en ağır seçim yenilgisinin ardından
Ortanın Solu kavramı gözden düştü ve partiyi iç
anlaşmazlıklarla bölünmüş bir durumla başbaşa
bıraktı (54). Feroz Ahmad bu süreçte CHP’nin durumunu, her iki durumda da statükocu güçlerin yükselen reform dalgasını kırmak için seferber olması
nedeniyle, 20 yıl önce Toprak Reformu tasarısının
Meclis’ten geçtikten sonraki duruma benzetiyor. Zira, ilk anlaşmazlık DP’nin kurulmasına yol
açarken, ikinci anlaşmazlık ise Turhan Feyzioğlu ve
7 arkadaşının(8’ler) yönettiği 76 kişilik sağ kanat
grubunun parti içinde oluşturduğu muhalif tavrın,
8’ler içindeki Tahsin Banguoğlu’nun partiden
ihracı, kalan 7 kişinin ise istifası sonucu Güven
Partisi’ni kurulmasıyla sonuçlandı (55).
Kılıçlar Çekiliyor
Ortanın Solunun neden olduğu tartışmalar 1966
yılındaki CHP’nin 18.Olağan Genel Kurulu’nda yice
sertleşmiş, kongre “Ortanın Solu”nda bulunanlar
ile “Ortanın Sağı”nda bulunanların çekişmesine
sahne olmuştur (56). Kongrenin divan başkanlığını
Ortanın Solu gurubunda yer alan Muammer Aksoy kazanır (57). Kurultayın sonucu Ortanın Solu
gurubunun zaferini göstermektedir: Ecevit Genel Sekreter olmuş ve ekibi geniş biçimde Parti
Meclisi’nde yer almıştır. Kurultay sonuç bildirisinde
yer alan, “CHP, halkçılık ilkemizin gereği olarak,
büyük halk kitlelerinin yanında onların yararına
çalışan, onların sömürülmesine karşı çıkan Ortanın
Solunda bir partidir.
Kurultay, yukarda belirtilen kayıtlarla, CHP’nin
Ortanın Solunda bir parti olduğu bilincinin ve bunun söylenmesinin de önemli ve ileri bir anlam
taşıdığını tespit eder.”
ifadeleri de kazanan tarafın kim olduğu göstermeye yeterlidir. Ancak bildiride yer alan ““CHP,
sosyalist bir parti değildir ve olmayacaktır” cümlesi mücadelenin henüz sona ermediğini ortaya
60| “8’lerden Davacıyız”, CHP Gençlik Kolları Merkez Yönetim Kurulu Yayını, s.3, Ulusal Basımevi, Milli Kütüphane No: 1967 AD 3320
61| a.g.y., s.15
62| a.g.y., s.14
63| BİLA, H., a.g.e., s.195
64| Tercüman, 22.03.1971
65| ÇELİK, S., U., CHP Penceresinden Türk Siyasi Tarihine Bakış: 1970-1980, Nasıl Dergisi, sayı 5, s.
66| AKYOL, Ş., Darbeli Demokrasi Döneminde Sol Şeritte Yaşanan Kırılmalar Ve CHP, Nasıl Dergisi sayı 5, s.
67| ECEVİT, B., a.g.e., s.23-26
68| EMRE, Y., The Genesıs Of The Left Of Center In Turkey: 1965-1967, s.iv, yayımlanmamış yükseklisans tezi, 2007
koymaktadır (58). Bu mücadele sonraki kurultaya kadar sürmüş ve “CHP sosyalist değildir.”
ifadesinin Parti Meclisi Bildirisi’nde yer alması
tartışmaları sonucunda Turhan Feyzioğlu ve 7
arkadaşı görünüşte İnönü’ye ama aslında Ecevit’e
karşı kılıçlarını çekmişlerdir (59). Bu süreç partinin AP’ye muhalefeti neredeyse tamamen bırakıp,
kendi iç hesaplaşmalarıyla geçmiştir. Bir yandan
Ecevit tüm Türkiye’de Ortanın Solunu anlatmak
için gezerken, diğer yanda Feyzioğlu, İnönü-Ecevit
ikilisine karşı karşı-propogandayı tüm örgüt düzeyinde yürütmüştür.
Bu süreç aynı zamanda iki gurubun “bildiriler
savaşı”na sahne olmuştur. 8’lerin Ecevit aleyhine
yayınladığı bildirilere karşı, Ecevit daha çok ülke
gündemine ilişkin çalışmalar yürütüyor, 8’lere Ecevit adına yanıt vermek de, Genel Sekreterlerinin
yanında saf tutan Gençlik Kollarına düşüyordu.
Gençlik Kolları’nın “8’lerden Davacıyız” başlıklı
bildirisinde Feyzioğlu grubu “(…) ikinci bir parti
gibi (…) partiyi kamuoyu nezninde haksız suçlamalarla yıpratmak, başsız ve otoritesiz bir kuruluş
haline getirmek yolunda her biçim gayreti yürütmekle” suçlanıyordu (60). Gençlik Kolları’na
göre 8’ler, “Partiyi kuruluşundan beri takip ettiği
ileri hedeflerinden yoksun kılıp, bir muhafazakar parti haline getirmek istemektedirler.” (61)
ve toplum üzerinde yaratmaya çalıştıkları izlenimse “kendileri(nin) Kemalist Halk Partili, Genel Başkan(ın) ise Sosyalist Halk Partili” (62)
olduğudur.
Bu bakımdan 1967 yılından toplanan 4.Olağanüstü
Genel Kurul, partinin yetkili organlarının
yayınladığı bildirilerde verilmiş kararların
uygulanması ve kurultayın onayına sunulmasıdır
(63). İnönü’nün çabalarına ve ihraç etmeme
kararına rağmen Turhan Feyzioğlu ile birlikte 17
kişilik grup partiden istifa etmişlerdir. Bu istifa-
SAYI 5/6
Siyaset
lar kısa sürede artmış, TBMM’de ve Cumhuriyet
Senatosu’nda CHP’nin sandalye sayısında önemli
sayılabilecek bir azalma meydana gelmiştir. İstifa
edenler birkaç hafta içinde Turhan Feyzioğlu’nun
Genel Başkanlığı’nda Güven Partisi’ni kurmuşlar,
suların durulduğunun sanıldığı dönemlerde
benzer nedenlerle bu kez Kemal Satır grubunun
CHP’den istifa ederek kurduğu Cumhuriyetçi Parti
ile birleşerek Cumhuriyetçi Güven Partisi adını
almışlardır. Demokrat Parti dönemini anarken
saygıyla anamadığımız Vatan Cephesi döneminin
bir benzeri 1973 seçimlerinin ardından yaşanan
hükümet krizleri döneminde “serbest demokratik rejim, milliyetçilik, komünizme düşmanlık,
aşırı solun faaliyetlerine muhalefet” gibi amaçlarla, Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin katılımı ve
Feyzioğlu’nun ideologluğunda oluşan “Milliyetçi
Cephe” sürecidir.
düşünmektedir (64). Bu farklılık Ecevit’in Genel
Sekreterlik görevinden istifasıyla sonuçlanacaktır.
İnönü’ye karşı “saygı”sını sürekli ifade etse de
bu ayrılık kılıçları bu kez birbirlerine çekmelerine yol açacak, 1972 yılında yapılan 5.Olağanüstü
Kongre’de yaşanan “düello” Ecevit’in zaferiyle
sonuçlanacak, mücadeleyi “Ya ben, ya o” şekline
sürükleyen İnönü, 7 Mayıs 1972 tarihinde Genel
Başkanlık’tan, 4 Kasım 1972 tarihinde ise partiden ve milletvekilliğinde istifa edecekti (65).
Bu kırılmalar, Ortanın Solunun kendisini yaratan
İnönü’nün frankeştaynı haline geldiğini göstermektedir ve “Milli Şef” döneminden Ecevit’in 12 Eylül
darbesi sonrasında CHP’den istifa etmesine kadar
sürecek olan (66) “Karaoğlan” dönemine geçişin
anahtarıdır.
CHP içindeki mücadele sert geçmiştir ancak bu
kavganın partinin toparlanması ve zindeliği
açısından katkı sağladığı düşünülebilir. Yalnızca
partinin özellikle M.Kemal sonrasında içine girdiği
tutuculaşma sürecini dağıtması değil, aynı zamanda tartışmaların Genel Merkez düzeyini aşarak
yerel örgütlere yansıması bir örgütsel işlevliliğin
tohumlarını atmıştır. Aynı zamanda parti içinde
bir lider olarak ortaya çıkması, dahası bu liderliği
bir mücadele sonunda elde etmesi Ecevit’in siyasal geleceğini biçimlendiren temel olgudur.
Partinin istifalar sonrası yaşadığı göreli dinginlik
dönemi CHP’yi artık fiilen İnönü-Ecevit koalisyonu
haline getirmiştir ki bu yanyanalığın çok uzun
sürmeyeceği 12 Mart darbesine İnönü’nün aldığı
tavırla ortaya çıkacaktır.
İnönü’nün, 12 Mart 1971’de gerçekleşen darbe
sonrası CHP’den istifa eden Nihat Erim’in
Başbakanlığında kurulan hükümete Bakan vermesi ve desteklenmesi Ecevit tarafından tepkiyle karşılanacaktır. Zira Ecevit, “12 Mart darbesinin AP’ye değil, Ortanın soluna karşı olduğu”
69| ECEVİT, B., a.g.e., s.13
70| ECEVİT, B., a.g.e., s.17
71| ECEVİT, B., a.g.e., s.19
72| ECEVİT, B., a.g.e., s.19
73| ECEVİT, B., a.g.e., s.36
74| ECEVİT, B., a.g.e., s.43
Ortanın Solu: Bir Yol Haritası
mı, Yalnızca Bir Arabesk Ezgi
mi?
1965’te ilk kez zikredilen, 1974’te tüzüğe, 1976’da
da parti programına girerek partinin “resmi ideolojisi” haline gelen Ortanın Solu kavramın düşünsel
temelleri üzerinde araştırma yapan hemen herkesin ilk göz attığı çalışma Bülent Ecevit’in “Ortanın
Solu” adlı kitabıdır. Bunun yanında yine Ecevit’in
yükseliş dönemi diye tanımlanabilecek yıllarda
yayımlanan “Bu Düzen Değişmelidir” ve “Atatürk
Devrimi” adlı kitapları da sürecin ana ilkelerini
belirlemiştir.
Ancak her üç kitap da bir kuram/teori kitabından
daha fazla Türkiye siyasetine dair bir değerlendirme
ve yol haritasını içeren “siyasal izlence” kitabı
olarak değerlendirilebilir. Bizzat Bülent Ecevit’in
Ortanın Solu kitabının 1966’daki ilk baskısına
yazdığı önsözdeki ifadeleri de bu yargımızı desteklemektedir:
“Bu, bir bilim eseri değildir. Bu, bir insanlık
anlayışının ve o insanlık anlayışına dayanan bir siyasal davranışın açıklanması ve gerekçesidir.”
Gerek Ecevit’in kitabı, gerekse aynı dönem CHP
örgütleri tarafından yayınlanan kitapçıklarda
Ortanın Solu; hümanizm, halkçılık, sosyal adaletçilik, sosyal güvenlikçilik, ilericilik, devrimcilik, reformculuk, devletçilik, plancılık, özgürlükçülük ve
sosyal demokratlıkla tanımlanmaya çalışılmıştır
(67). Bu yönüyle CHP’nin Ecevit’le birlikte “altıok”
ve “ortanın solu”nun birlikte oluşturduğu bir siyasal görünüm arz ettiği düşüncesinde doğruluk payı
vardır. Aynı zamanda aksi görüşler olsa da (68),
Ecevit’in fikirlerinin İskandinav ülkelerindeki özellikle de İsveç’teki sol programın izlerini taşıdığını
söylenebilir ki, bu durum Ortanın Solunun sosyal
demokrasi ile ilişkisinin irdelenmesi bakımından
önemlidir.
Ecevit, kamuoyu üzerinde kavramın “komünizm”le
ilişkisi üzerinde yoğunlaşan karşı propogandayı
kırmak için olsa gerek karmaşık bir teorik
değerlendirmenin içinde boğulmak yerine, Ortanın
Solunda yer alan insanı tarif etmeye çalışmıştır.
Bu eğilim yazara hem “elle dokunulan” bir anlatım
sağlamış, hem de kısa süre içinde kaleme alınan
görüşlerin teorik açmazların/tutarsızlıkların içine
girmesini önlemiştir.
Ecevit’e göre, Ortanın Solundaki insan, bireysel
yaşamı için kaygı duymanın ötesinde toplumsal
adaletsizlikler karşısında tepkisini gösterebilen
bir insandır. Yazar bu anlatım içinde özellikle
ekonomik dengesizliklerden en fazla nasiplenen
toplumsal kesimleri satırlarının kahramanı haline
getirmiştir: Kimi zaman “omuzunda boyundan
büyük bir sandıkla ev ev dolaşan bir ayakkabı
Ortada Kuyu var, Soldan Geç
boyacısı çocuk”, kimi zaman “yeryüzünde ekecek
veya yetecek toprağı olmadığı için, yerin yüzlerce
metre altında, varlıklı kişilerin bir öğün yemekte verdikleri bahşiş kadar parayla çalışan maden
işçileri”(69).
78
Bülent Ecevit yukarıda kısmen ifade etmeye
çalıştığımız gibi esasa girmeden önce, seçim
sonuçları yüzünden kendi üzerinde yoğunlaşan
tepkiyi ötelemeye, 1965 seçim başarısızlıklarının
Ortanın Solu kavramıyla ilgisi olmadığı göstermeye
çalışmıştır.
Ecevit’e göre Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı
seçimlerde beliren tepki, “(…) bu partinin, halkı
veya devleti sömürmeye alışmış bazı çevreleri tedirgin edici reformlara ve sosyal adalet tedbirlerine girişmiş olmasından kaynaklanıyordu.” “Toprak reformu yapacağını açıkça söyleyerek büyük
topraklıları ürküten, vergi reformlarına girişerek
kolaylıkla vergi kaçırmaya veya hiç vergi ödememeye alışmış olan bazı bol gelirlilerin canını
sıkan, işçiye bütün demokratik hakları tanıyarak
işçi sömürmeyi bir hak sayanların huzurunu bozan, ulusal yararımızı ve onurumuzu koruyucu
bazı dış politika değişikliklerine başlayarak bir
takım büyük devletleri gocunduran, ulusal petrol
davasını benimseyerek devletler üstü dev petrol
ortaklıklarını gücendiren bir parti” diyordu Ecevit,
“ortanın solundayım değil de ortanın sağındayım
demiş bulunsaydı da sonuç gene de başka türlü
olamazdı.” (70)
Bu yargı, seçim sonuçlarını toplumsal tepkinin bir
ürünü olmaktan ziyade, CHP’nin olası başarısının
kendi çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen “güç”lerin
kamuoyunu yönlendirerek ortaya çıkardığı bir
yapay kurgu olduğu fikrinin izlerini taşımaktadır.
Bu saptama sözü edilen “güç”lerin ülkemiz ve
benzer romantik eğilimlerle sürüklenebilen seçmenlerin bulunduğu ülkelerde seçim sonuçlarını
“çıkar”ları etrafında şekillendirmekteki maharetini bilenler için bir “paranoya” sayılamaz. An75| ECEVİT, B., a.g.e., s.36, 85
76| ECEVİT, B., a.g.e., s.111
77| ECEVİT, B., a.g.e., s.111-112
78| ECEVİT, B., a.g.e., s.121-150
cak, yitirdiği iktidarı on yıl geri alamayıp da askeri
müdahalenin ”hükümet etme ” yetkisi verdiği bir
partinin, takip eden her genel seçimde, toplumun
kendi karşısında artarak yığılması gerçeğini hiç
bir özeleştiri yapma gereği duymadan, dışarıdaki
“güç”lere bağlaması sağlıklı bir ruhsal duygunun
tezahürü sayılamasa gerektir.
Yaşanan seçim sonuçlarının yalnızca Ortanın Solu
politikasını sahiplenmesi nedeniyle Ecevit üzerine
yıkılmasının haksızlığı karşısında, Ecevit’in yaptığı
seçim değerlendirmesi derin bir sahiplenmişliğin
ve duygusallığın, CHP iktidarlarına yönelik
“ezilen”in/“yoksul”un yanında değerlendirmesi
ise derin bir “kadir bilirliğin” etkisindeki “kuzguna yavrusu şahin gelir” duygusunun izlerini
taşımaktadır.
Ecevit, 1965 seçimleri öncesinde “(…) partinin
kendisi, nerede olduğunu açıkça söylemezse herkes onu kendi açısından değerlendirmeye devam ederdi ve halk gözünde CHP imajı büsbütün
bulanıklaşırdı.” (71) ifadeleriyle partinin siyasal
konum belirleme çabasını, yarattığı/yaratacağı
sonuç ne olursa olsun olumlamıştır. Yukarıda
İnönü’nün tavrından söz ederken izlerini vermeye
çalıştığımız gibi Ecevit için sağda bulunanların,
sağda olmayan her partiyi ‘aşırı solcu’ diye
tanımlaması karşısında, CHP kendi siyasal konumunu belirlemezse, “aşırı sol damgasının haksız
olarak, gerçeğe aykırı olarak, üstünde kalabilirdi.”
(72)
Bülent Ecevit, partinin siyasal düşünüşünü anlatmadan önce, siyasal yelpazenin dilimlerini
aktarmaya çalışmış, yelpazeyi aşırı sağ, ortanın
sağı, orta veya merkez, ortanın solu ve aşırı
soldan oluşturmuştur. Yazara göre Türkiye,
kuzeyden(Rusya ve Rusya’yı izleyen Doğu Avrupa
ülkeleri), güneyden( Mısır ve Suriye gibi bazı Arap
ülkeleri), uzak doğudan(Komünist Çin) ve batıdan
gelen sol basınç altındadır (73). Bu basınçlar
değerlendirildiğinde Ortanın Solunu, aşırı sol
akımlardan ayıran başlıca unsur, Batılı anlamda
demokratik oluşudur. Çünkü Ortanın Solu, aşırı
soldan farklı olarak teşebbüs özgürlüğüne, mülkiyet ve miras haklarına demokrasiyi yaşatabilmenin
gereği olarak yer verir. Bunun sonucu olarak
da ‘servet diktası’na karşı olduğu kadar ‘devlet
diktatörlüğü’ne ve ‘işçi diktatörlüğü’ne de karşıdır.
(74)
Aşırı sol ile arasındaki ayrımı net biçimde çizme
uğraşından sonra, yazar kitabın yazıldığı sırada
yaşandığını bildiğimiz parti içindeki kavgada, Genel Başkan İnönü’nün kendi yanında olduğunu,
Ortanın Solu konusundaki sözlerine sık sık atıf
yaparak ortaya koymaya çalışmıştır. Ecevit’in bir
başka çabası da, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, parti
içi muhalefetin ana malzemesi olan “Ortanın Solu,
Kemalizme karşıdır.” yargısını çürütmektir. Bu
amaçla Ecevit, Türk devriminin de sol bir hareket
olduğu fikrini temellendirmeye çalışmıştır. (75)
Yaşanan süreç içinde, kendine yönelik tehditlerden
arındıktan sonra Ecevit’in yapmaya çalıştığı
Ortanın Solu düşüncesinin içeriği doldurmaktır.
Ecevit, fikrinin ana iskeletini “özgürlük” bahsine
oturtmaya çalışmıştır. Ecevit’e göre “Ortanın Solunda bir insanlık anlayışına uygun özgürlük, ancak
bazı siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel koşullar
bir arada yerine getirilerek gerçekleştirilmiş olur.”
(76) Bunun için de birbirini tamamlar biçimde gerekli koşullar; ulusal bağımsızlık, ulus yönetiminin
eşit oy hakkıyla ve serbest seçimlerle beliren halk
iradesine ve halk egemenliğine dayanması, insan
düşüncesinin her türlü siyasal, sosyal,ekonomik
veya kültürel baskı ve engellerden kurtarılması
yoluyla insan iradesinin serbest biçimde oluşması,
bu iradeyi zedelememek için devlet dahil hiçbir
örgütte insanları ezebilecek, düşünce özgürlüğünü
ve irade serbestliğini engelleyebilecek kadar güç
toplanmaması” (77) dır.
Bu amaçla Ortanın Solundaki CHP’nin hedeflediği
siyasal/toplumsal koşullara uygun biçimde;
SAYI 5/6
Siyaset
•
Herkes özgür olmalıdır. Herkesin düşünce
ve kişiliğini geliştirmesi, yapıcı ve yaratıcı gücünü
insanlık ve toplum yararına değerlendirmesi, siyasal, sosyal ve ekonomik baskılardan ve imkan
eşitsizliklerinden kurtarılmalıdır.
•
Her insanın emeği, insanlığa ve topluma
yararlılığı ile ve kendisine yüklediği maddi veya
manevi yükle orantılı olarak değerlendirilmelidir.
Herkes kendi yetenek ve bilgisinin insanlığın ve
toplumun yararına kullanmayı ödev sayacak bir
anlayışla yetiştirilmelidir.
•
Herkes insanca yaşayabilmelidir. Gelir dağılımında veya insan yaşantıları arasında,
insan onurunu incitecek veya sınıf ayrılığı bilincini yaratacak, imkan eşitliği sağlanmasını
güçleştirecek dengesizlik ve adaletsizlikler giderilip, önlenmelidir. Bunları sağlayacak sosyal adalet
ve sosyal güvenlik tedbirleri, imkan oranında, ekonomik gelişmeyi de hızlandırıcı nitelikte olmalıdır.
lerin geçiş döneminde, alışılmış geçim imkanları
veya edinilmiş güvenceleri sarsılabilecek olanların
durumları devletçe gözetilmelidir.
•
Savunma siyaseti, bağımsızlık ve
güvenliğimizi herşeyin üstünde tutmalı; dünya ve
bölge barışına hizmeti kendi güvenliğimizin de
gereği sayan bir ulusal dış siyasete dayanmalı, ekonomik ve kültürel gelişmemize yardımcı olmalıdır.
•
Dış siyasetimiz, Türkiye’nin yararını,
bütün insanlığın barış ve özgürlük içinde yükselmesinde ve mutluluğunda gören bir insanlık
ülküsüne dayanmalıdır. Dünyada ulusal onur ve
bağımsızlığımızın korunması, Türk toplumunda
insanlık onurunu ve kişi özgürlüğünü koruyabilmenin temel kuralı sayılmalıdır.
•
Ulusal benliğimiz ve kültürümüz,
Türk toplumunda insan kişiliğinin, düşünce ve
yaratıcılığının en ileri ölçüde gelişebilmesini ve
insanlığın yücelmesine Türk ulusunun katkıda bulunabilmesini sağlayıcı yönde güçlendirilmelidir.
(78)
•
İnsan insanı, zümre zümreyi, kişiler ve
yabancılar ülkeyi sömürememelidir.
Devlet yönetiminde, toplum düzeninde
•
ve ekonomisinde halkın yetkileri mümkün olan en
geniş ölçüye varmalı; halkçı bir devlet yönetimi,
halkçı bir adalet, halkçı bir toplum düzeni ve halkçı
bir ekonomi kurulmalıdır.
•
Ekonomik gelişme, devletin de servetin de ezici güç kazanmasını ve toplumun sınıf
duvarlarıyla bölünmesini önleyici yöntemlerle,
kamu yararına ve sosyal adalete uygun yönde
hızlandırılmalıdır.
Ortanın Solunda bir insanlık anlayışına
•
uygun toplum düzenine erişilmesi, reform ve devrimcilikle çabuklaştırılmalıdır. Ancak bu reform ve
devrimler demokratik rejim içinde ve halkın rıza
ve desteğiyle yapılmalıdır. Bu reform ve devrim-
Ecevit’in yukarıda alıntıladığımız amaçları, dönemi
için cesur sayılabilecek önerilerle donatılmamış
olsa, okuduklarımızın salt “arabesk” bir öz
içerdiğini düşünmemiz haksız sayılmaz. Ancak
Ecevit bu amaçları bir siyasal manifesto niteliği
taşımaya yatacak biçimde ayrıntılı biçimde
içeriklendirmiştir: “Petrol ve stratejik madenler
ileenerji kaynaklarının kesin olarak devlet eliyle
işletilmesi”, “yerli yatırımla yapılabilecek işlerde
yabancı yatırıma yer verilmemesi”, “devlet dairelerinde halk denetiminin gerçekleştirilmesi”,
”din adamlığının bir meslek haline gelmesinin
reddedilmesi”, “devlet diktatörlüğünü ve servet diktatörlüğünü önleyecek bir tampon bölge
meydana getirilmesi amacıyla halk sektörünün
oluşturulması”, “Silahlı Kuvvetlerimizin tam hakimiyet ve denetimi altında olmayan askeri üs
veya tesislerin bulundurulmaması”, “Türk kültür
rönasansının gerçekleştirilmesi”
Kemalizme Karşı Bir Meydan Okuma mı?
Ortanın Solunun düşünsel altyapısını oluşturmak
için ortaya konan çalışmaları ve buna karşı gerek parti içinde, gerekse parti dışında ortaya
çıkan tepkileri değerlendirmeye çalıştık. Her ne
kadar bir bilimsel nitelik atfedilemese dahi, bilim
insanlarının ve araştırmacıların hem ortaya çıkış
dönemi, hem de içeriğine dair Ortanın Soluna
yönelik eleştirilerini incelemeye çalışalım.
1965 genel seçimleri öncesinde seçime girecek siyasal partileri inceleyen Prof.Dr. Tarık Zafer Tunaya,
siyasal hayata egemen olan “CHP’nin hakimiyetinin
1945-1960 arası dönemde DP’nin muhalefetiyle
hayli sarsıldığını ve zayıfladığını”, bu durumun
ise “CHP’yi daimi bir arayış ve zamanın şartlarına
uyma çabası içine soktuğunu” ifade etmektedir. Tunaya’ya göre bu arayış CHP’nin programını
tamamlayan üç basılı eserde somutlaşmaktadır:
XIV.Kurultay tarafından yayımlanan İlk Hedefler
Beyannamesi, XV.Kurultayın yayımladığı “Temel
Hedefler Beyannamesi” ve XVII.Kurultay tarafından
yayımlanan “İleri Türkiye Ülküsü” Beyannamesi. Bu beyannamelerin tümünün ortak özelliği,
“Türkiye’yi sağ ve sol diktatörlüklerin uçurumundan korumak, Türk toplumunda sınıf mücadelelerini önlemek, sosyal adalet ve güvenliği ıslahatçı
79| TUNAYA, T., Z., “CHP Zamana Uymaya Çalışıyor”, 12.09.1965, Milliyet, s.5
80| Bu süreçte DP’nin amacının çekişmenin ana eksenini, CHP’nin solculuğuna oturtmak istediğini ifade etmeye çalışmıştık. Bu fikre uygun biçimde DP’nin Genel Başkan Yardımcısı (Adnan Menderes’in avukatı)Talat Asal, İzmir’de düzenlediği
basın toplantısında “Türkiye için ortanın solu ile solun ortası arasında bir fark bulunmadığını”, memlekette Marks’ın, Lenin’in ve benzerlerinin kafası ile düşünenler vardır. Gidişte dönüşüm ve değişim yapacaklarını söylüyorlar. Dönüşüm, Marks’ın
Kapital’indeki tabirdir.” ifadelerini kullanmıştır. Bkz. Milliyet, 10.09.1965, s.1
81| TUNAYA, T., Z., “CHP Soldadır, Fakat Sosyalist Değildir” 13.09.1965, Milliyet, s.5
82| KIŞLALI, A., T., “Yeni CHP”, Cumhuriyet, 11.10.1998
83| FİŞEK, K., Hürriyet, 16.11.1999
84| KİLİ, S., 1960–1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1976,s. 168–169
85| FEDAYİ, C., “CHP’nin Sosyal Demokratlaşması Sürecinde Kemalizm Tartışmaları: 1961–1980”,
Liberal Düşünce, sayı 36, Güz 2004, s.96, a.k. Gülsüm, 116
86| MANHEİM, a.k. MARDİN, Ş., Türk Modernleşmesi…
87| SAVAŞ, A., a.g.e., s.134
88| SAVAŞ, A., a.g.e., s.61
89| Aycan Savaş’ın çalışmasındaki Kemalizm değerlendirmeleri sayfalarca Şeref Aykut’un “Kamalizm” adlı kitabına atıf yaparak ilerlemiş, eleştirileri neredeyse başka hiçbir çalışmaya dayandırılmamıştır.
Ortada Kuyu var, Soldan Geç
80
bir gidişle adım adım sağlamaktır. Bu amaçla
CHP’nin kendine biçtiği köy kalkınması ve toprak
reforumunu, devletçiliği ve karma ekonomiyi, laiklik ve milliyetçiliği, dünya barışı hedefinin egemen
olduğu dış politika anlayışı” (79) nı temel alan
düşüncenin CHP’yi partiler yelpazesinin solunda
konumlandırmaktadır ki bu siyasetin adı Ortanın
Soludur. Tunaya, bu konumun hiçbir şekilde “solun
ortası” (80) biçiminde değerlendirilemeyeceğini,
zira CHP’nin “kapitalizmi reddeden ve sınıf mücadelesinin varlığını sosyal bir olay olarak kabul
eden sosyalizmle“ bir ilgisinin olmadığı ifade
etmiştir (81).
Bir başka önemli tartışma da Ortanın Solu’nun,
partinin kurucu kimliğiyle ilişkisine yöneliktir. Bu
tartışma içindeki bazı yazarlar, Ortanın Solu’nun
“Kemalizmi tarihsel çizgisine ve sürekli devrimci
özüne uygun olarak 1970’li yılların koşullarına
taşıma”(82) çabası olduğunu ifade ederken,
bazıları da Ortanın Soluyla başlayan süreci
“CHP’nin devlet partisindan sosyal demokrat partiye evriminde bir ara aşama”(83) biçiminde
değerlendirmişlerdir. Her iki düşüncenin de kendi
içinde tutarlı gerekçeleri olduğunu söylemeliyiz.
Konu hakkında kendi vargımızı ifade etmeden
önce farklı uçlarda yer alan bu iki savı incelemeye
çalışalım.
Ortanın Solu, 1960’lı yıllara kadar kendini devletin
sahibi olarak gören CHP’nin “devleti kuran parti”
görüntüsünden, “devletin bekçisi” görevinden kurtulma ve giderek toplumun belli kesimlerinin veya
sınıflarının çıkarını temsil eden bir siyasal parti
olma çabasını göstermektedir. Ecevit de bu yargıyı
desteklemektedir ki evrilmeyi “kitle partisi olmaktan kurtulup, Türk halkının yoksul kesimlerinin
partisi haline gelip, onları sömürücülerden kurtarmak” biçiminde açıklamıştır.
Kili’ye göre de Ortanın Soluyla amaçlanan “Türk
modernleşmesinin, hızlı ve radikal tedbirlerle
gerçekleştirilmesi” ve “Kemalist düşüncenin özünde
90| Anılçeçen, güncel kemalizm, 332
bulunan devrimcilik ilkesinin doğrultusunda (…)
Türkiye’nin sorunlarına çağdaş çözümler üretmek”
tir (84). İnönü de Ortanın Solunun, Kemalizm’den
bir sapma olarak değerlendirilmesine karşı
çıkmıştır. İnönü’ye göre de,”Ortanın Solu Kemalist ilkelerin farklı bir dille yeniden dile getirilmesidir.” (85) Bu anlamda her ne kadar Ortanın Solu,
mevcut toplumun/devlet yapısının değişmesini
talep eden bir hareket olsa da “Kemalizmi yeniden
kurma ve gerçek özünü yakalama çabası”(86) nı
göz ardı etmek olanaklı değildir. Bu özelliğidir ki,
başlangıçta “günü kurtarmak” için ortaya atıldığı
savlanan ve bir ideolojik belirlemeden daha fazla
partinin siyasal yelpazedeki yerini belirleme çabası
olarak değerlendirilebilecek bir hareketi, “büyük
oranda ideolojik bir harekete dönüştürmüştür.”
Diğer bir açıdan ise Ortanın Solu her ne kadar “Bu
düzen değişmelidir” derken, eleştirilerinin odağına
M.Kemal dönemini almamışsa da, ortaya koyduğu
tarifin ve “kitle partisinden sınıf partisine geçiş”
söyleminin Atatürk devrimleri mitosunu yıkma
çabalarının izlerini taşıdığını savlayan görüşler
e rastlamak da olanaklıdır (87). Bu görüşün sahiplerine göre, aydın-halk ikiliği etrafında oluşan
Türk siyasetinde “demokratik halk devrimi”nden
söz etmenin, “halkı devletin hizmetinde değil, devleti halkın hizmetinde gören anlayışın”, “Tek parti
döneminde Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal alt
yapısının büyük ölçüde değiştirilmediği, biçimsel
bir devrimcilik, halka tepeden bakan bir halkçılık
niteliği taşıdığı” sözleri, açık biçimde ifade etmese de Kemalist döneme ve kendi partisine köklü
eleştiriler yöneltmektedir. Bu bakımdan Ortanın
Solu istemese de Kemalizmle bir hesaplaşma içine
girmiştir (88).
Bu değerlendirmelerin kendi içinde de bir Kemalizm eleştirisi taşıdığını söyleyebiliriz. Bunda bir
sakınca gördüğümüz için değil ancak son dönemlerde Kemalizme dönük eleştirilerin birçoğunun
önce kendi Kemalizmlerini yarattıklarını, sonra
da bizzat oluşturdukları ucube yapıyı alabildiğine
hırpalama uğraşı içinde olduklarını düşünüyoruz.
Hatta çoğu zaman M.Kemal dönemiyle yakın-uzak
ilgisi olmayan ancak kendilerini “Atatürkçülük”le
meşrulaştırmaya çalışan askeri, siyasal ya da
bürokratik yönetimlerin eylemlerinin vebalini dahi
Kemalizm’in sırtına yüklüyorlar ki bu eleştirilerin
bilimsel/tutarlı bir görünüm arz ettiğini söylememiz olanaklı değildir.
Örneğin Aycan Savaş’ın çalışmasında Ortanın
Solu’nun Kemalizmle ilişkisi sorgulanmadan,
Kemalizmin temel demokratik kurumlara ilişkin
içeriği, “sınıf” görüşü, yoğun devlet baskısındaki
“laikçi” tutumu değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Ancak bu denli önemli bir değerlendirme M.Kemal
döneminde yayımlanan neredeyse tek bir kitaba
dayandırıldığında (89) akademik bir çalışmanın
ciddiyetini karşılayamaz duruma düşmektedir.
Zira, M.Kemal döneminde, “Kemalizmin kuramsal
çerçevesini“ oluşturmak için “durumdan vazife
çıkaran” çevrelerce yürütülen birçok çalışma vardır.
Ancak bu çalışmaların çoğu, M.Kemal yaşarken
yazılmış olmalarından dolayı, “saygıda kusur etmemek” için abartılı ifadeler içermekte, çoğu zaman M.Kemal’i “ululaştırma” çabası içinde sisteme
yönelik, dönemin Avrupa örneklerinde gözlenen
bir “ulu devlet” görüntüsü ortaya çıkarmaktadır.
İnsani sınırlar içinde saygıyla karşılanabilecek ancak süreç içinde belirleyici bir görev yüklenmeyen
böylesi değerlendirmeleri, döneme ilişkin kendi
eleştirilerinin ana ekseni haline getirmek doğru
sonuçlar çıkaramasa gerektir.
Kemalizm, “Sol”da mı?
Kanımızca, Kemalizmin, kuruluş döneminde
izlenen süreç ve benimsenen siyasal doğrultu
değerlendirildiğinde
yelpazenin
sağında
değerlendirilmesi olanaklı değildir. Bunun
yanında Kemalizmin solda konumlandırılması
da aynı biçimde zorlama bir yorum olarak
değerlendirilebilir. Bunun ana nedeninin,
bağımsızlık savaşı sonrasında ayakta kalabilmenin,
SAYI 5/6
Siyaset
dünya dengeleri bağlamında nisbeten “faydacı”
sayılabilecek bir konum belirlemeyi gerektirmesi
olduğu söylenebilir. Ülkenin ekonomik kalkınması
konusunda seçilecek yolun da benzer biçimde
yalnızca “devlet” ya da “serbest girişim” merkezli bir tercihe olanak vermediği de, bu bakımdan
Kemalizmin ilk bakışta antikapitalist bir nitelik taşımadığı da ortadadır. Aynı biçimde, “ulus
inşası” döneminde, bu tarasıma zarar verebilecek olan “sınıf” temelli siyasal analizleri reddetmesi de benzer bir çabanın göstergesidir ki
sürecin bize göre yadırganacak bir yanı yoktur.
Ancak tarihsel “kesit”lerin değil, sürecin tümünün
değerlendirilmesi Kemalizmin ortaya koyduğu sosyo-ekonomik yapının özünde “sol” izler bulunduğu
sonucuna ulaşmamızı sağlayabilir.
maya çalıştıkları budur: Kemalizmin sola evrilmesi ve yeni koşullara uyarlanarak 1960’lara çözüm
arayan bir ideolojik iklime büründürülmesi.
Demokrat Parti’nin iktidarıyla birlikte “parti
içi/devlet içi koalisyonun” bozulması Kemalizmin ideolojik tutarlılık konusunda daha serbest
hareket etmesini sağlamıştır. Bunun yanında
2.Dünya Savaşı sonrasında özellikle Sovyetler
hinterlandındaki ülkelere yönelik artan Amerikan
baskısının kendisine yönelik muhalefeti beraberinde oluşturması Türkiye’de “sol” bir direnişin ilk
adımlarını atmıştır. 1950’lerle birlikte, “Amerikan Barışı”nın sağlanmasında görev üstlenen
ülkelerdeki “milli” hareketlerin içeriksizleştirip
“hizaya getirilmesi”nin ardından ülkede iki ayrı
Atatürk anlayışı ortaya çıkmıştır. Kemalizmin sağ
ve sol yorumu biçiminde tanımlanabilecek bu iki
anlayış gerek CHP içinde, gerekse Türk siyasetinde
ve bürokrasisinde mücadele içine girmişlerdir.
Bu mücadelenin içinde “sol” kanadı temsil edenlerin, Kemalizmi ideolojik eksenlerinin merkezine koyanların çekirdeği, Cumhuriyet’le yetişen
ilk kuşaklardır. Bu durum, Kemalizmin kuruluş
yıllarında tanımlanamayacak ölçüde sola evrilmesinin temel nedenidir. 1957 seçimleri öncesinde CHP’de kurulan Araştırma Büroları’nda
değerlendirilen gençlerin, sosyalist Yön Hareketi
ile sosyalist Aybar TİP’i ile ve Ortanın Solu ile yap-
Bu bakımdan Ortanın Solu hareketini Kemalizmden uzaklaşma (90) biçiminde değerlendirmek
bir yana Ecevit’in iradesi dışında olsa dahi, kendi
boyutlarını aşarak yükselen aydın hareketinin
içeriğinin Kemalizme yönelmesinde etkili olduğu
düşüncesindeyiz. Zira, Türkiye’nin kendi koşullarına
uyarlanmış sosyal demokrasi ilkelerinin Kemalist gövdeye aşılanması çabasınının “koynumda
yılan beslemişim” biçiminde değerlendirilmesini,
ardına aldığı toplumsal destek ve ortaya koyduğu
ürünlerle birlikte ele alındığında haklı saymamız
mümkün değildir. Aksine, M.Kemal’siz CHP’nin
süreç içinde tutuculaştığı, iktidar uğruna devrimden tavizlere yöneldiği, ticaret burjuvazisinin,
toprak sahiplerinin ve bürokrasinin devlet üzerindeki egemenliğinin tahammül edilemez boyutlara ulaştığı, bu durumun toplum üzerinde önemli
bir ekonomik baskı yarattığı, dahası yaşananların
CHP ve İnönü ile özdeşleştirildiği bir dönemde,
M.Kemal’in partisini 20 yılı aşkın zamandan sonra
yeniden iktidara ulaştıran bir yenilenme, Kemalizmden uzaklaşma değil aksine Kemalist özün ortaya çıkarılması biçiminde değerlendirilebilir.
Yakın siyasal tarihimizde bizi bu birkaç yıllık bir
kesiti ele almaya iten neden, bir siyasal partinin
ve liderinin durağanlaştığı hatta tutuculaştığı,
uzun erimli ideolojik çözümlerinin yerine günü
kurtarmaya yetecek, “sabun köpüğü” konumlanma
çabalarının arttığı dönemlerde cesaretle ortaya
çıkan ve tasarladığı gelecek ülküsüne kararlılıkla
yol alan bir hareketin, toplumsal desteğin ve ideolojik yenilenmenin oluşmasında ne ölçüde etkili
olabildiğini gözlemlemeye çalışmaktı.
Bir siyasal hareketin başarılı olup olmadığını
yalnızca seçimlerde elde ettiği sonuçlara göre
belirlemek doğru bir değerlendirme yapmayı engeller. Bu bakımdan 1965’ten sonra birkaç seçim
üstüste yaşanan hayal kırıklıkları, bir hareketin
başarısızlığını ortaya koyamayacağı gibi 1973 ve
1977 seçimlerindeki, bugüne kadar hala tekrarlanamayan, zaferler de aynı biçimde hareketin
başarısını tek başına açıklayamaz. Bu bakımdan
Ortanın Solu hareketini zaman zaman bir tarihsel
referans biçimininde yorumlamamızın ardındaki en
zayıf neden 1970’lerden sonraki genel seçimlerde
CHP’nin elde ettiği başarılardır.
Bir siyasal sistemi, nostaljik atıfların yöneldiği
tarihsel gurur dönemi olmaktan kurtarıp, içeriğini
ortaya çıkaran, yeniden ete kemiğe büründüren,
toplumla birlikte yaşayan hale getiren bir döneme CHP’nin içindeki genç adamlar eliyle ve
ısrarla,kararlılıkla,
anlamalarını
bekleyerek
değil, anlatmaya çabalayarak ayak uydurabilme
çabalarının ürünü saydığımız içindir Ortanın Solu
hareketi bizim için bir tarihsel referanstır.
Yeniden başarabilmek için…
Ortanın Soluna Eleştirel Bir Bakış
82
“ORTANIN SOLU”NA
ELEŞTİREL BİR
BAKIŞ”
*
Ortanın solu bir
budama hareketidir,
büyük çınarı yaşatmak
için budayacağız.
{
*Yaşar Abdal, Cumhuriyet Halk Partisi 18. Kurultayı
Batu Kartal
}
SAYI 5/6
Siyaset
Cumhuriyet tarihi ile özdeş olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihinde önemli bir dönüm noktası, 1965 yılında adeta bir “oldu bitti” ile ortaya atılan ortanın solu
karamıdır. İlk başta hemen belirtilmelidir ki bu kavram, sonraları demokratik sol ve sonra da sosyal demokrasi diye adlandırılmış ve Cumhuriyeti kuran partinin yani
CHP’nin yol haritasını belirlemiştir. Bu bakımdan bu kadar büyük etki göstermiş bir tabirin nasıl ortaya çıktığı ise ilginç bir konudur. Genellikle parti politikalarını,
büyük ve tarihte sayıca oldukça fazla olan “Kurultaylar”ında almaya alışmış CHP’de, bu tabir ilk kez genel başkan tarafından bir gazete röportajında kullanılmıştır.
Bu kavram parti içinden ve dışından yoğun olarak eleştiri almıştır. Çünkü bu kavramla ne anlatılmak istendiği ilk zamanlar bırakın halka, parti örgütüne ve yöneticilerine bile anlatılmamıştır.
Bu ortanın solu kavramının ne olduğunu anlatma görevini Bülent Ecevit üstlenmiş, gerek yazıları ile gerekse köy köy gezip konuşmaları ile halka bu kavramı anlatmaya çalışmıştır. Daha sonra ise başını yine Bülent Ecevit’in çektiği “ortanın solu” ekibi, parti üst yönetim kademelerine oldukça hızlı tırmanmış ve belli bir süre
sonra partiyi istedikleri doğrultuda yönetmişlerdir. Peki acaba bu kavramın birdenbire ortaya atılmasının nedenleri nedir?
Her şeyden önce siyasi tarihte partiler açısından önemli bir aşama olan politika değişikliği yapıldığında ortaya şu soru çıkmaktadır ya da çıkmalıdır: Durup dururken
hatasız işleyen ya da eksikleri olmayan bir politika değiştirilmeyeceği için, bu yeni ortanın solu politikasının ortaya çıkmasının nedeni olan önceki politikaların
eksiklikleri nelerdir? Bu soru şu şekilde de sorulabilir: kendisini ortanın solunda olarak atfeden CHP, daha önceden siyasi yelpazenin ne tarafında yer almaktadır?
Ayrıca CHP’nin ortanın solu politikası ile anlatmak istediği aslında bir düzen değişikliği politikasıdır. Bu politika da 1969’da “İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan
Yetki İstiyoruz” başlığı altında açıklamıştır. Peki devamlı olarak ve haklı bir biçimde Cumhuriyeti kuran parti olmakla övünen bir partinin yani bu düzeni kurmuş olan
bir partinin insanca bir düzen istemesi biraz çelişkili görünmemekte midir?
Bu sorulara CHP içindeki ortanın solu hareketinin
lideri olarak söyleyebileceğimiz Bülent Ecevit’in
Ortanın Solu adlı kitapta –ki bu kitap ortanın solu
düşüncesini geniş kitlelere anlatabilmek amacıyla
yazılmıştır- cevap aradığımızda, bu sorulara
çelişkili cevaplar verildiğini görürüz. Örnek olarak
Ecevit, kitabın bir yerinde CHP’nin zaten önceden
de sol bir parti olduğunu söylerken, başka bir yerde
ise CHP’nin son yıllarda sol bir parti olma özelliği
gösterdiğini belirtmektedir.
Sorduğumuz sorulara bir cevap vermek gerekirse;
CHP, (günümüzün moda tabiri ile) ortanın solu
açılımını yapmadan önce de sol bir partidir. CHP,
hiçbir zaman ortada olmamıştır. Yani ortanın solu
açılımı adeta malumun ilanından başka bir şey
değildir. CHP, ortanın solundadır türünden bir
açıklama insanlarda önceden CHP’nin eskiden ya
sağda ya ortada ya da aşırı solda olduğu izlenimini doğurmaktadır. Oysa CHP, kuruluşundan
itibaren ilerlemeci ve devrimci bir parti olmuş ve
gericilik ile muhafazakarlığın karşısında, sürekli
devrimi ve çağdaşlık yolunda ilerleme gibi sol
değerleri benimsemiş bir parti olmuştur. Daha
somut olarak Ecevit’in ortanın solu ile ilgili en
önemli projelerinden olan toprak reformu, işçilerin
haklarının savunulması ve halk sektörü gibi konularda CHP’nin uzun yıllardır süren çalışmaları
ve projeleri olmuştur. Özellikle CHP’nin 14.
Kurultayında açıklanan İlk Hedefler Beyannamesi
ile ortanın solu hareketinin ön plana çıkardığı ifade
ve basın özgürlüğü, radyo ve üniversite özerkliği,
Cumhurbaşkanının tarafsızlığı, Anayasa Mahkemesinin kurulması, yolsuzlukların önlenmesi ve
ispat hakkı, işçiye grev-toplu sözleşme, memura
mesleksel örgüt ve sendika kurma hakları gibi ilkeler açıklanmıştı. Yani CHP, ortanın solu kavramı ile
ideolojik açıdan bir değişim gerçekleştirmemiştir.
Peki o zaman bu kavram neden ortaya atılmıştır?
Tarihte her şeyden önce bir kavramın ya da felsefenin ya da düşüncenin ortaya çıkmasında, o zamanki tarihi, siyasi, ekonomik ve toplumsal değerlere
ve olaylara bakmak gerekir. Daha da özele indirgersek bir kavramın ya da felsefenin hangi toplumda
ortaya çıktığı bile o toplumun yapısı hakkında bize
bilgi verir. Siyasi ve felsefi düşüncelerin geliştiği
toplumlar kendilerine has özellikler gösterirler.
Örneğin savaşın içinde, hürriyetini kazanamamış
bir ülkede doğmuş olan İtalyan filozofu Niccolo Machiavelli, felsefesini savaş ve siyaset felsefesi üzerinde yoğunlaştırırken, doğduğu deniz ticaretinde
ön plana çıkmış ülkesinde savaş görmemiş filozof
Hugo Gratius, felsefesini denizler hukuku, doğal
hukuk alanında şekillendirmiştir.
Aynı şekilde nasyonal sosyalizm, yıllardır
aşağılanmış ve ezilmiş Alman milletinde ortaya
çıkarken, pragmatizm ise ekonomik bağımsızlığın
ön plana çıktığı Amerika’da ortaya çıkmıştır. İşte
Ortanın Soluna Eleştirel Bir Bakış
84
ortanın solu kavramı da Türkiye’ye özgü bir kavram
olup, ortaya atılışında belli toplumsal ve konjonktürel etmenler vardır. Ortanın solu düşüncesinin
ortaya atılmasındaki en büyük etmenlerden biri
kuşkusuz 1961 anayasasının sağladığı özgürlükçü
fikirlerin, düşüncelerin rüzgarıdır.
Ortanın solu kavramının ortaya atıldığı tarihlerde
dünyada sol rüzgarların etkisini arttırdığını ve özellikle işçi sınıfının etkinliğinin artması, ekonomik
düzendeki dengesizliklerin rahatsız edici boyutlara
gelmesi ve çalışanlara sendikal hakların verilmesi
ile dünyada sol akımların geniş kitlelere kolayca
ulaştığını ve bu kitleler tarafından benimsendiğini
görürüz. Sol akımlar doğal olarak Türkiye’yi de
etkilemiş ve özellikle Türkiye İşçi Partisi ile ön
plana çıkan siyasi tartışmalar CHP tabanında da
büyük yankı uyandırmıştır. Görüldüğü üzere İsmet
Paşa’nın ortanın solu kavramını bu kadar çabuk
ortaya atmasında bu aşırı sol akımların güçlenmesinin önünü kesmek ve parti tabanından aşırı sola
bir kayış veya kopma yaşanmasını engelleme gibi
pragmatist bir fikir açıkça kendisini göstermektedir.
Ayrıca partinin yerinin nerede hangi yelpazede
olduğu kamuoyunda tam olarak bilinemediği için
bu kavram kullanılmıştır denilmektedir. Gerçekten
de o tarihlerde sol akımlar CHP’yi devletin ve doğal
olarak otoritenin partisi olarak eleştirmekte, diğer
sağ partiler ise CHP’yi aşırı sol partilerle birlik olup
anarşi ortamını desteklemek ve toplumun milli ve
dini değerlerini hiçe saymakla suçlamaktadırlar.
İşte tüm bu suçlamalardan ve eleştirilerden kurtulmak için bu kavramın ortaya atıldığı pekala
söylenebilir.
Buradan çıkan bir başka sonuç da ortanın solu
kavramının CHP’nin ideolojik değişikliğini yansıtan
bir görüş olmadığı, aksine CHP’nin diğer partilere
göre nerede durduğunun açıklanması için ortaya
atılan bir görüş olduğudur. Bu açıdan bakıldığında
ortanın solu kavramının iki açıdan yararı olduğu
görülür. Birincisi parti örgütlerine serpilmiş olan
ölü toprağını ve bezginliği ortadan kaldırması,
ikincisi ise parti içindeki ideolojik farklılıkların su
yüzüne çıkarak zamanla partiden tasfiye olmaları.
Burada özellikle parti içindeki ideolojik farklılıkların
su yüzüne çıkarak tartışılmaya başlanmasının
yol açtığı sonuçlara bakacak olursak; kendilerini ortanın ortacıları, sağ Kemalistler gibi tabirlerle ifade eden sağ eğilimli grupların partiden
ayrıldıklarını görürüz. Bu kavram ortaya atılmadan
önce parti içine böyle bir keskin ayrışmanın
olmaması, bu kavramın önemini bir kez daha göstermektedir. Burada bu keskin ayrışmanın zararlı
olduğu, bölünmenin güç kaybettireceği iddiaları
gündeme gelebilir. Yalnız özellikle günümüzde
önemi kat be kat artan ideolojik farklılıkların artık
öneminin kalmadığı, sağ ve sol ayrımının geçersiz
olduğu kandırmacasının en temel argümanlarından
birinin, keskin sağ ve sol kutuplar ve ayrışmalar
yerine önemli olanın uyum ve düzenin sürdürülmesi olduğu unutulmamalıdır.
Neo-liberal düşüncelerin uzantısı olarak insanları
apolitik olarak yetiştirme, gençlere tüketilecek
bir yığın ürün sunarak, politik bilincin oluşmasına
fırsat vermeme gibi eğilimler ne yazık ki ülkemizi ve
dünyanın bir kesimini etkisi altına almıştır. Bu eylemlerin amacı, bırakın geçmişi kendi zamanından
haberi olmayan apolitik gençler yetiştirmek ve
böylelikle sömürülmeye karşı sesi çıkmayan bir
toplum arzulamaktır. Neo-liberal politikalar,
açıkça ifade etmeseler de siyasetin insan ürünü
bir şey olduğunu ve dolayısıyla insanlar için ilgilenilmeyecek, uğraşılmayacak bir eylem olduğunu
insanlara kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Günümüzde ipini sermiş ununu elemiş bir neoliberale göre siyaset, insanların boş vakitlerini
değerlendirmek için yaptıkları bir eylem, bir
uğraşıdır ve bu manasıyla bir hobiden farksızdır.
Özellikle siyasetteki ideolojik farklılıklar, vazgeçil-
mez kutsal kapitalizmin yanında hiçbir değeri
olmayan boş şeylerdir. Bu görüşler özellikle
1990’lardan sonra Sovyet dünyasının yıkılması ile
ortaya çıkmıştır.
Siyasetteki ideolojik farklılıkların en önemlisi sağ ve
sol ideolojiler arasındaki farklılıklardır. Sağ ve sol
ideolojiler temelde eşitsizliklere bakış açılarında,
geleneklere bağlı oluşlarında, ilerlemeyi savunup
savunmama konularında keskin ve net farklılıklar
gösterirler. İşte neo-liberal düşünürlerden bazıları
bu farklılıkların olmadığını, olsa bile en azından
bu kadar sert ve keskin olmadıklarını söylemektedirler. Yani temel olanın aslında, insanın genelde
özgürlüğünü özelde ise ekonomik özgürlüğünü
sağlaması olduğunu belirten bu akıma göre
bunu sağlayan politikalar önemlidir, yani sağ
ve sol farklılıkların bir önemi yoktur. Böyle bir
yaklaşımının adı aslında işi sulandırmaktan başka
bir şey değildir. Yani, asıl olanın insanın kendi
ekonomik özgürlüğünü düşünmesinin olduğunu
insanlara benimsetmeye çalışarak sağ ve sol
politikaların aslında aynı şey olduklarına insanları
inandırmaya çalışmaktır. Bu büyük bir yanlıştır ve
aslında siyasetin gereksiz bir şey olduğunu insanlara benimsetmeye çalışan insanların amacı orta
yolu çıkış noktası olarak göstererek, iktidardaki
güçlerini arttırmak istemeleridir.
Siyasetin gereksiz olduğunu, siyasetteki sağ ve
sol kutuplaşmasının yanlış olduğunu veya siyasetle ilgilenmediğini, siyaset yapmadığını söylemek, olsa olsa kötü bir siyaset olabilir. Sağ ve
sol farklılıkların artık geçerli olmadığını savunan
görüşler, bu kutupların yerine orta yolu benimsemektedirler. Sözlüklerde herkes tarafından kabul
edilebilir davranış olarak tanımlanan orta yol,
aslında insanları politik bilinçten uzak tutmak
isteyenlerin, insanlara kabul ettirmeye çalıştıkları
ve ne yazık ki de büyük oranda başarılı oldukları
bir siyasettir. Özellikle ülkemizde ideoloji ve parti
değiştirmenin ne kadar kolay olduğu göz önüne
SAYI 5/6
Siyaset
alındığında bu başarılı olma oranının hayli arttığı
görülebilmektedir.
yana gelmesi bir paradoksa götüren iki kelime
olan) sağ Kemalistleri ve sağ düşünceye meyilli
kişileri partiden uzaklaştırdığı için başarılı olmuş
bir kavramdır. CHP kurultaylarında dağıtılan “CHP
ortadadır” broşürlerini yazan zihniyetler, ortanın
solu kavramının ortaya çıkışından sonra partiden uzaklaşmıştır. Sonuç olarak “Ortanın Solu”
kavramı partinin hiçbir organında tartışılmadan
genel başkan tarafından bir slogan olarak söylenip,
bundan sonra da hem parti içinde hem parti
dışında oldukça tartışılıp, partinin bölünmesine
neden olmasına rağmen, en azından parti içindeki
orta yolcuları ayıklaması ve CHP ile halk kitleleri
arasındaki iletişimi sağlamayı başarması açısından
başarılı olmuş bir kavramdır. Ortanın solu
düşüncesinin CHP içindeki kısa vadedeki en önemli
özelliği CHP’nin, artık eskisi gibi her eğilimi, her
çıkar kümesini içinde barındıran, barındırabilen bir
siyasal kuruluş olmaktan çıkarmasıdır.
Ortanın yolu düşüncesinin felsefede, “ilke olarak
çevresinde kabul görmüş ve egemen durumda olan
düşünce tarzlarına uyan kimsenin davranışlarına
verilen ad” anlamına gelen konformizm kavramı ile
benzerlik gösterdiği söylenebilir. Günümüzde lükse
ve rahata düşkün olma gibi yanlış anlamları olan
konformizmin siyasetteki yansıması orta yolculuktur. Çünkü kendi fikirlerinin önemi olmadan, genel
kabul gören fikirlerin ardından gitmek ancak orta
yolculuk ile mümkün olabilir. Hem konformizm de
hem de orta yolculukta birey düşünceleri arka plana itilir ve çoğunluğun düşüncelerinin peşinden gidilir. Dünya tarihi de çoğunluğun yanılabileceğinin
örnekleri ile doludur.
Her iki kavramın da ortak özelliklerinden biri
eleştirel düşünceden yoksun oluşlarıdır. Her iki
akım da mecburen eleştirel düşünceyi geri plana atmak durumundadır. Çünkü insanlar şayet eleştirel
düşünmeyi kendilerine bir ilke olarak benimserlerse o insanlar çoğunluğun görüşlerinden çoğu
kez farklı düşünürler ve bu yüzden de çoğunluğun
görüşlerinin peşinden sorgusuz sualsiz gidemezler. Eleştirel düşünen bir insan genellikle orta
yolda değil de daha uç noktalarda bulunur.
Orta yolu fikrini özümsemiş insan çevresinde hangi
görüş kabul görüyorsa onu benimser. Ortaya bu
genel kabule aykırı düşüncelerin atılmasından
rahatsızlık duyarlar. Böylelikle bu görüşlerin belirlenmesi süreçlerine yani karar aşamalarına
katılmayı, fikir ileri sürmeyi düşünmezler. Bu anlamda siyasette orta yolculuk bireyi pasifliğe iten
ve dolayısıyla da siyasete karışmayı, düşünmeyi,
akıl yürütmeyi engelleyen bir yapıdadır. İşte
ortanın solu kavramının ortaya atılması da bu
yönden yani Cumhuriyeti kuran partinin orta
yolu benimsemiş bir parti olmadığını net olarak
ortaya koyması açısından ve parti içindeki (yan
Sonuçta ortanın solu kavramı ile Cumhuriyet Halk Partisinde ilk kez solcular ve sağcılar
ayrımı yapılmıştır. Herkesin kendi tarafını seçme
zorunluluğu kendini göstermiştir. Bu görüşü de
Ecevit söyle ortaya koymuştur: “CHP, bazı konularda kendisinden açık ve kesin davranışlar beklenen
bir dönemeç noktasındadır. Biz alınyazısı devrimcilik olan bir partiyiz.”
12 Mart’tan 12 Eylül’e
86
{
12Mart’tan
12Eylül’e
Süleyman Utku Çelik
}
1960’lı yıllarda tüm dünyada görülmeye başlayan gençlik hareketleri, Türkiye’de de etkili olmaktaydı. Özellikle
1961 Anayasası’nın topluma kazandırdığı siyasal, sosyal
ve ekonomik haklar, ülkemizde de özgürlükçü bir yapının
oluşmasını sağlamıştı. Böylece toplumun değişik kesimleri örgütlenmiş ve hükümetten çeşitli taleplerde bulunmaya başlamışlardı. Ancak 50’li yıllarda ağır baskı altında
tutulmuş olan sol, elde ettiği bu haklarla hızlı bir gelişme
göstermiş ve dernekleşme, partileşme gibi girişimlerle
benimsedikleri düşünceleri savunma ve yayma fırsatı
bulmuştu. Sol düşüncenin kendisini bu kadar rahat ifade
etmesinden sonra “ülkücü” olarak adlandırılan sağ kesimin de buna seyirci kalmayacağı belliydi. İşte bu andan
itibaren iki grup çeşitli nedenlerle sürekli tartışmış; bu
tartışma ortamı çatışmaları ve kavgaları da beraberinde
getirmişti. Özellikle üniversite öğrencilerini ve işçileri
içine alan bu çatışma ortamı daha sonra tüm ülkeye hakim olmuş ve ülkede kimsenin önleyemediği bir anarşi
ortamı oluşmuştu. Gittikçe kızışan bu ortamda, hükümet
şiddeti önlemeye yönelik değil de; şiddetin kaynağı
olarak gördüğü, sol görüşe karşı bir tutum takınınca; bu
durum, sol kesimin şiddet karşısında güvenlik güçlerine
duyduğu güveni azaltmıştı. Böylece iki grup arasında
şiddete dönüşen kavga, her iki grubun da kendilerini
savunmak için silahlanma yoluna gitmesine yol açacaktı.
1969’da Adalet Partisi’nin (AP) tek başına iktidara gelmesinin ardından artan şiddet olayları öncelikle üniversiteleri etkilemiş; daha sonra da büyüyerek tüm ülkeye
yayılmıştı. Silahlı çatışmalara kadar giden bu ortam ülke
yönetimini de büyük bir çıkmaza sokmaya başlamıştı.
Oluşan iktidarsızlık ve bunun doğal sonucu olarak
gelişen hayat pahalılığı ve işsizlik karşısında, halkın
yaşama koşulları da giderek kötüleşmekte ve yanlış ekonomik kararlarla enflasyon, pahalılık ve işsizlik adeta
körüklenmekteydi.
Ülke yine yönetilemez olmuş ve herkeste uykusuz geceler başlamıştı. Çünkü darbe kapıya dayanmış; herkes
sıkıntı ve heyecan içinde müdahalenin geleceği günü ve
getireceklerini bekler olmuştu.
9 Mart 1971 Devrim (Yön)
Hareketi
1961 yılında yayımlanmaya başlayan “Yön dergisi”,
Doğan Avcıoğlu öncülüğünde hazırlanıyordu. Kurucuları
arasında Mümtaz Soysal, Cemal Reşit Eyüboğlu gibi
aydınlar da vardı. İlk sayısında 1041 aydının imzaladığı
ve Yön Manifestosu olarak da bilinen “Yeni Devletçilik”
bildirgesi ile yayıma başlayan bu dergi, 1930’lu yıllarda
çıkan Kadro dergisinin başlattığı gibi aydın bir hareketti
ve sol partilere yakın duruyordu. Avcıoğlu, Yön’den sonra Ekim 1969’da “Devrim dergisi”ni çıkarmaya başladı.
Çünkü artık “Yön” belliydi sıra “Devrim”e gelmişti.
Başyazarlığını Avcıoğlu’nun yaptığı Devrim dergisi
etrafında toplanan grubun içinde Milli Birlik Komitesi
(MBK) (1) liderlerinden Emekli Korg. Cemal Madanoğlu
da vardı. “Milli Demokratik Devrim”i savunan bu grup
siyasi partilerin demokrasi anlayışının bir oyalamaca
olduğunu ileri sürerek, “ulusçu-devrimci yöntem” olarak
ifade edilen ilkeler doğrultusunda BAAS modelini (2)
esas alan sol bir rejim öngörüyorlardı.
1960 senesinin sonlarında artan siyasal ve sosyal huzursuzluk, 27 Mayıs müdahalesinin hedefe varmadığı
düşüncesiyle ordu içinde ve sivil kesimde alternatif
çözüm yolları üretilmesine yol açmıştı. 1971 senesinin
başında ordu içinde kurulan bir çalışma grubu devrim
planı, devrim sonrası yönetim şekli ve devrim anayasası
hazırlamaya başladı. Fikir önderliğini Doğan Avcıoğlu,
askeri liderliğini de Cemal Madanoğlu yapıyordu.
Planlara göre devrim sonrasında bir devrim konseyi
kurulacaktı. Bu darbe başarıya ulaşsaydı tesbit edilen
konseyde kimler yoktu ki? Faruk Gürler Paşa Devlet
Başkanı olacak sonra yerini Mihri Belli’ye devredecekti.
Başbakan Org. Muhsin Batur, Başbakan Yardımcısı Tümg.
Celil Gürkan, Genelkurmay Başkanı ise Korg. Atıf Erçıkan
olacaktı. Devrim Konseyi Genel Sekreterliği’ne ise Tuğg.
Aydın Kirişoğlu getirileceki. Nusret Fişek Sağlık Bakanı,
Altan Öymen Basın Yayın Bakanı hatta Uğur Mumcu da
Gençlik Bakanı olacaktı. Tek parti ve devletçilik temelli,
askeri, sosyalist özellikleri olduğu söylenebilecek bir
rejime geçilecekti. Planı hazırlayanlar ise yeni rejimin
sadece ve sadece Atatürkçü olduğunu söylüyorlardı (3).
Nitekim bu teşebbüs, içlerinde Mahir Kaynak’ın da
bulunduğu Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensuplarının
durumu Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve 1.
Ordu Komutanı Faik Türün’e haber vermesiyle engellendi. Tağmaç, orgeneral rütbesindekiler hariç, “Milli
Demokratik Devrimi”ne adı karışan diğer bütün subayları
resen emekliye sevk ederken; Türün de tüm Devrim
yazarlarını Ziverbey Köşkü’nde MİT vasıtasıyla sorguya
çekti. Bu sorgularda Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk
Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un da
9 Mart hareketine önce destek verdikleri, fakat sonra istihbarat bilgileri Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a
ulaşınca desteklerini geri çektikleri ortaya çıktı.
12 Mart...
Ve beklenen oldu. 7 ay önce:
“Türkiye’de bir dikta tehlikesi vardır ve bu ancak ordudan
gelebilir. Bu, örneğin Yunanistan’daki gibi, yabancıların
oyunu olur. Demokratik rejimde bile çok güçlü olan ekonomik çevreler, askeri diktada, daha da güçlenirler. Bir
askeri müdahale mümkün gözükmektedir. Fakat bu,
ancak egemen zümrelerin yararına olur.” diyen Bülent
Ecevit’in dediği çıktı ve ordu yumuşak bir hamle ile hükümeti uyardı.
Muhtıra, 1971 yılında 12 Mart günü saat 13.00’da TRT
radyolarından okunarak ilan edildi:
“1. Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş
ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş,
Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine
ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın
öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup,
Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine
düşürülmüştür.
2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı
Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu
üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü
bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek, mev-
1| 27 Mayıs 1960 günü gerçekleştirilen askeri müdahalede Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) adına ülke yönetimine el koyan bu komite, 5 general, 8 albay, 7 yarbay, 10 binbaşı ve 8 yüzbaşı olmak üzere 38 kişiden oluşmaktadır. Bu müdahale, askeri
hiyerarşi dışında ve daha çok genç subayların öncülüğünde yapılmıştır.
2| Birlik, özgürlük ve sosyalizm çerçevesinde, Arap ulusunun tek bir sosyalist devlette birleşmesini hedefleyen radikal siyasi bir harekettir. Birçok ülkedeki siyasi harekete de model oluşturmuştur.
3| Erol Maraşlı, Balans Ayarları: Cumhuriyet Döneminde Askeri Muhtıralar, İstanbul: Metropol Yayınları, 2008.
12 Mart’tan 12 Eylül’e
88
cut anarşik durumu giderecek Anayasa’nın öngördüğü
reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap
kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde,
Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş
olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak
görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya
üzerine almaya kararlıdır.
Bilgilerinize…”
“Sağ”ı “Sol”u belli olmayan bu müdahaleye ertesi günkü
gazetelerde Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), DevGenç ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun
(DİSK) da aralarında bulunduğu birçok kişi ve kuruluştan
destek geldiği yazıyordu. Ama bilmiyorlardı ki, 1961
Anayasası ile ülkeye büyük bir özgürlük ve tartışma
ortamı gelmesi sonucu kendilerini ifade ortamı bulan
aydınlar, sendikalar ve çeşitli örgütler için kısacası tüm
sol için, toplumsal uyanış için bir balyozdu bu.
Muhtıranın ardından AP lideri Süleyman Demirel’in
başında bulunduğu hükümet istifa etti. İsmet İnönü’nün,
seçimle iktidarı belirleyelim önerilerine rağmen; 19 Mart
günü istifa ettirilerek “tarafsızlaştırılan” Nihat Erim, asker tarafından yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmişti.
4| Cumhuriyet, 16 Aralık 1962.
Erim’in kurduğu bu hükümet, CHP’deki tüm dengelerin
bir anda değişmesine neden olacaktı…
21 Mart günü toplanan CHP grubundaki tek konu Erim
Hükümeti’ne katılıp katılmamaktı. Daha 9 yıl önce, “Nihat, müşkül anında ülkeyi terk edecek karakterdedir.”
(4) diyen İnönü, hükümete katılmak ve desteklemek
gerektiğini savunurken, Genel Sekreter Ecevit ise halk
iradesi dışında yollarla iktidara gelen bir hükümete
karşı çıkıyor ve böyle bir karar alınırsa istifa edeceğini
söylüyordu. Ecevit yönetiminde yapılan merkez yönetim kurulu toplantısında hükümete katılmama ve güven
oylamasında CHP’li milletvekillerini serbest bırakma
kararı alınmasına rağmen İnönü’nün hükümete destek
için gruptan bağlayıcı karar istemesi bardağı taşıran son
damla oldu. İnönü’nün bu tavrı üzerine verdiği sözü tutan Ecevit, İnönü’ye istifa mektubunu hemen gönderdi:
“Sayın İsmet İnönü
CHP Genel Başkanı
Sayın Genel Başkanım,
Demokratik rejim için ve CHP için çok
hayati saydığım bir konuda görüş
ayrılığına düşmüş bulunuyoruz. Bu kadar önemli bir konuda sizin görüşünüze
katılmadan genel sekreterlik görevini
yürütmeye hakkım olamazdı. Onun için
CHP Genel Sekreterliği’nden ayrılıyorum.
Bugüne kadar, eşsiz önderliğinizle
bana yol gösterdiniz, değeri biçilmez
desteğinizle bana güç kattınız. Size
sonsuz şükran ve minnet duygularımı
yaşadıkça içimde taşıyacağım.
Yürekten saygılarımı sunarım.”
Bu gelişme ile toplanan CHP ortak grubunda, “Aksi halde
kumandanlar idareye el koyacaklarını söylüyorlar...” diyen İnönü’nün istediği oldu ve Erim Hükümeti’ne bakan
verilmesi konusundaki önerge kabul edildi. Ama ret oy
verenler de azımsanmayacak kadar fazlaydı. İnönü grupta üstünlüğü sağlamıştı; ama parti meclisinde Ecevit’in
üstünlüğü devam etmekteydi ve Ecevit’in yerine seçilen
yeni Genel Sekreter Şeref Bakşık da tam bir Ecevitçi’ydi.
Erim Hükümeti’nin kuruluşu ve Ecevit’in istifasından
sonraki günlerde yapılan CHP il ve ilçe kongrelerinin
çoğunu Ecevitçiler kazanmıştı. Bu kongrelerde yapılan
açıklamalar hep Ecevit ve merkez yönetim kurulunun
arkasında olunduğu yönündeydi. Halk desteğini de
arkasına almış görülen Ecevit’in bundan sonra sırtı yere
SAYI 5/6
Siyaset
gelmeyecekti. Ecevit’in arkasındaki bu büyük desteği
gören İnönü’nün ise, bu sonuçlara hamlesi hazırdı:
Tüzük kurallarına uygun olarak önleyemeyeceğini bildiği
bu hareketi tüzük dışına çıkarak yapmayı amaçlıyordu.
Ecevitçi il yönetim kurullarının feshini ve partilerin kadın
ve gençlik kollarının oy hakkını kaldıran yasa değişikliği
tasarısını desteklemek tek yoldu. İnönü’nün bu tavrı
karşısında yeni genel sekreter Bakşık da istifa etti. Yerine
ise ondan daha dişli bir başka Ecevitçi Kamil Kırıkoğlu
geçti.
süreliğine tek yumruk yaparken; Deniz Gezmiş, Yusuf
Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam günlerinin yaklaşması da
İnönü ile Ecevit’i biraz da olsa yakınlaştırmıştı. İdamların
önlenmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak isteyen İnönü, gruptan ret cevabı alınca Ecevit’e “Yanımda
olacaksın, bu meseleyi birlikte çözeceğiz, aramızdaki
bütün anlaşmazlık ve dargınlıkları kaldırıyorum.” diyerek Ecevitçilerin çoğunlukta olduğu parti meclisinden
medet ummuş ve parti meclisinin ikna edilmesiyle de
idamların önlenmesi için Anayasa Mahkemesi’ne CHP
olarak başvurulmuştu. Ancak bu, geçici bir ittifak gibi
görünüyordu ve CHP içindeki bu ılıman ortam pek de
uzun sürmeyecekti…
O güne kadar il ve ilçe kongrelerini her türlü engellemeye
karşın birer birer kazanan Ecevitçiler giderek güçlenmekteydi. Eğer haziran ayındaki kurultay beklenecek
olursa, Ecevitçiler partiyi kesin ve tartışmasız ele geçirecekti. Bu gelişmeler sonucu, parti içi tüm karşı çıkışlara
rağmen yanına Kemal Satır’ı alan İnönü, 5. Olağanüstü
Kurultay’ın çağrısını yaptı ve 5 Mayıs 1972’yi işaret
ederek olağanüstü kurultayın, 20. Kurultay delegeleriyle toplanacağını ilan etti. “Kurultayı tüzüğe göre
toplayacağım. Kurultay’ı kimlerin yöneteceğini de tek tek
kendim belirleyeceğim. Amacınızı seziyorum. Ecevit’in
elinde oyuncak haline geldiniz. Size güvenim olmadığını
daha önce söylemiştim. Bu kurultay’da çıkacağım,
eski yeni bütün şikayetlerimi anlatacağım. Siz genel
başkanınıza karşısınız. Bu meseleyi burada kapanmış
Artık İnönü-Ecevit düellosu kaçınılmaz olmuştu.
İnönü, “Bugünkü ihtilaf (çatışma) İnönü-Ecevit ihtilafı
halindedir. Her yerde İnönü’nün mesele olmadığı,
İnönü’nün başımızda bulunduğu sözleriyle propaganda
yapılmaktadır. Ve bu propagandada ciddi bir tutum
görülmektedir... İnönü’ye saygı perdesi oyunların üzerine düşürülmüştür. Ecevit’in ihtilafı İnönü’yledir.” ve
“Bu perdenin kaldırılması ve oyunun örtüsüz oynanması
zamanı gelmiştir.” diyerek kurultayı işaret ediyordu.
İnönü’nün bu çağrısına Ecevit, “Perdeyi Kaldırıyorum”
(5) diyerek cevap vermiş ve hazırlıklarına başlamıştı.
Ancak bu sırada Ankara Sıkıyönetim Savcısı Baki Tuğ’un,
DEV-GENÇ iddianamesinde CHP’yi ağır bir dille suçlaması,
partiye soruşturma açılması için girişim başlatması ve
iddianamede, “solun üçüncü sızma yolu da CHP’nin
araladığı ortanın solu kapısıdır.” denilmesi partiyi bir
5| Bülent Ecevit, Perdeyi Kaldırıyorum, Ankara: Ajans-Türk Matbaacılık Sanayii, 1972.
sayıyorum dediğim zaman her şeyi bitti zannettiniz.
Neler yaptığınızı teker teker kurultayda söyleceğim.
Yumuşak olmaya çalıştım ama size anlatamadım.” diyen
İnönü de perdelerini kaldırmıştı ve artık oyunun örtüsüz
oynanacağı hesaplaşma günü gelip çatmıştı...
5. Olağanüstü Kurultay (5 Mayıs
1972):
5 Mayıs 1972 günündeki kurultay her zamanki bayram
havasından yoksundu. Birkaç gün önceki Mahir Çayan ve
arkadaşlarının öldürüldüğü Kızıldere baskını, Sofya’ya
kaçırılan THY uçağı ve Jandarma Genel Komutanı’nın
bir suikast sonucu yaralanması sonucu ordu teyakkuza
geçmiş, sıkıyönetim ilan edilmişti. Bir yandan da Deniz,
Yusuf ve Hüseyin’in sabaha karşı idam edildiği haberi
gelince herkes şaşkına dönmüştü. Ülkedeki bu gerilim,
salondaki delegeleri etkilemiş ve bunun üzerine eklenen
İnönü-Ecevit düellosu salonu gerginleştirmişti. Ortam bu
gerginlikte iken, İnönü’nün kalp krizi geçirdiği haberleri
salona bomba gibi düştü. Kurultay bir gün ertelenmişti...
“İnönü elden gidiyor” havasını besleyen bu son vuruş,
ertesi günü İnönü’nün doktor ve hemşireler arasında kurultay salonuna girmesiyle son buldu. Düello başlamıştı:
İnönü’nün “Kurultayın toplanmasına neden olan
anlaşmazlık, hem benim hem de Bülent’in birlikte görev
12 Mart’tan 12 Eylül’e
90
almalarıyla çözülemez.” sözlerine; Ecevit, parti içindeki
anlaşmazlıkların hep denge hesaplarıyla geçiştirildiğini
söyleyerek ve İnönü’yü denge politikası izlemekle
suçlayarak karşılık verirken “Aslında sorun, CHP’yi eski
yörüngesine veya yeni yörüngesine oturtma sorununun
ötesindedir. Hatta sorun ‘ya ben, ya Bülent’ sorununun
da ötesindedir. Tekrar söylüyorum, asıl öncelikle ölçülmesi gereken şudur: CHP’de buyruk mu işleyecek, hukuk mu işleyecektir? Buna karar vereceğiz... Daha açık
söylüyorum, vereceğiniz karar şudur: Demokratik bir
partinin kanunlara saygılı özgür üyeleri mi olacağız,
yoksa kapıkulları mı olacağız. Karar sizindir.” diyerek
de partinin bir şef partisi, partililerin de emir kulu
gibi olamayacağını şiddetle savunacaktı. “Kurultayın
vereceği kararı sükunetle bekleyeceğim; ancak parti meclisi ve merkez yönetim kurulu mutlaka değişmelidir, aksi
hatalı olur.” diyerek Ecevitçiler aleyhine bir girişimde
daha bulunan İnönü’nün son kozlarıydı bu sözler.
5. Olağanüstü Kurultay’da İnönü’nün son tehditleri de
sonuç vermeyecekti. Parti meclisi, 507’ye karşı 709 oyla
kurultaydan güvenoyu alacak yani İnönü’nün bundan
11 yıl önceki gibi “ya o, ya ben...” diyerek çektiği reste
delegeler, bu sefer “o” diyerek yanıt verecek ve tercihleri, Bülent Ecevit’ten yana olacaktı.
İnönü’ye istifa yolu görünmüştü. İstifa mektubu son derece soğuk ve kısaydı:
“CHP Merkez Yönetim Kurulu Başkanlığı’na,
CHP Beşinci Olağanüstü Kurultayı’nın 7 Mayıs 1972
toplantısında verdiği karar sonucu olarak, CHP Genel
Başkanlığından çekildim.
Tüzüğün 28. maddesinin gerektirdiği işlemin kurulunuzca yapılması için saygılarımla arz ederim.”
Bu mektup, 33 yıllık uzun bir tarihin kısa bitiş cümleleriydi ve 33 yıl, 4 ay, 11 gün süren İnönü döneminin sona
erdiğini, yeni bir dönemin, Ecevit döneminin başladığını
ilan ediyordu.
Şef Partisi’nden Halk Partisi’ne...
Türkiye, 27 Mayıs’ın getirdiği yeni siyasal ortamda,
solun en uç görüşleri olan sosyalizm ve Marksizm
ile tanışırken, ülkeyi kuran ve ülkenin en eski partisi olan CHP, buna duyarsız kalmamıştı. Dünyadaki
sol hareketlenmelere ayak uydurmak için kendini
yeniden tanımlamaya çalışmış ve buradan da yeni bir
düzen kurmak ve yeni bir Türkiye yaratmak çabasıyla,
karşıt olduğu uç görüşleri ve belki de önyargılı halk
kitlelerini karşısına alarak bunu kitleselleştirmeyi
hedeflemişti. İsmet İnönü’nün bir gazeteciye “CHP
ortanın solundadır.” deyivermesiyle başlayan
bu serüven, Ecevit ve çevresindekilerin, belki de
diğerlerinden farklı bir şekilde, korkusuzca bu sürece dahil olmalarıyla büyük bir dalga halinde partiye hakim olmuştu. Ecevit’in öncülüğünde gençleşen
ve yenilenen parti, bu süreci meydanlarda “Toprak
İşleyenin, Su Kullananın”, “Hakça Düzen” ve “Bu
Düzen Değişmelidir” şeklinde anlatırken Ecevit’in
kendisi ise, bizzat yazdığı kitaplarla (Ortanın Solu,
1966; Bu Düzen Değişmelidir, 1968; Atatürk ve
Devrimcilik, 1970) yönlendirmeye çalışmıştı. İşte
Ecevit’in bu çıkışları ve sorumluluk alışları ona büyük
bir destek, güç ve saygınlık kazandıracak, onu halkın
“Karaoğlan”ı “Halkçı Ecevit” yapacaktı. İnönü’nün
açtığı yoldan hiç düşünmeden ama kendi doğrularını
da yanına alarak ilerleyen Ecevit, kendisine
patentlediği “demokratik sol”u sosyal demokrasiden
Marksizm’e değil, Anadolu Kurtuluş Hareketi’ne
dayandırarak farklılaştırırken; partiyi de o düzlemde
yeniden inşa edecek ve özlenen iktidarı belki de son
defa CHP’ye getirecekti.
İnönü’nün istifası sonrası, 14 Mayıs 1972 tarihinde Genel Başkanlık Seçimi Özel Kurultayı yapıldı ve delegelerin
oylarının büyük bir bölümünü alan Ecevit, Atatürk ve
İnönü’den sonra CHP’nin üçüncü genel başkanı oldu.
CHP’nin yeni Genel Başkanı Ecevit, “Bir devrimci yol ilk
kez halkın bilincinde biçimleniyor; bir yeni dünya ilk kez
halkın ve halkla bütünleşen bir örgütün düşüncesinde
oluşuyor; kendi gücünü, kendi egemenliğini, kendi
özlediği dünyayı görüyor, halkımız CHP’nin izlediği
yolda...” derken yeni bir dönemin başladığını ilan ediyordu. Ve ertesi günkü gazete manşetleri CHP’deki bu
yeni dönemi şu başlıkla duyuruyordu: “Şef Partisi’nden
Halk Partisi’ne...”
Ecevit’in genel başkan seçilmesinden sonra İnönü
yandaşları bir bir istifa ederken, bir kısım İnönücüler ise
İnönü’nün tekrar atağa geçeceği ümidiyle beklemedeydi. Haziran ayı sonundaki 21. Kurultay yaklaşırken
herkesin aklında tek soru vardı: “İnönü yeniden genel
6| Kemal Satır’la birlikte hareket ederek CHP’den ayrılan 58 milletvekili ve senatörden oluşan grup, daha sonra 4 Eylül 1972’de Cumhuriyetçi Parti’yi (CP) kurmuş ve partinin genel başkanlığına Kemal Satır getirilmiştir. Bu parti, daha sonra Turhan
Feyzioğlu’nun kurduğu Güven Partisi ile birleşerek, Cumhuriyetçi Güven Partisi olarak 1973 seçimlerine girmiştir.
SAYI 5/6
Siyaset
ülmesinde elbette önderlik görevleri vardır. Bu görev
halka rağmen halk için devrim yapmaya kalkışarak değil,
halktan hiçbir zaman kopmadan, devrimi halkla birlikte
oluşturarak yerine getirilebilir. Devrimcilikleri bu halkçı
anlayışa dayanmayanlar, bugünün CHP’sine yabancı kalan bürokratik devrimcilerdir.”
başkanlığa adaylığını koyacak mı?”
30 Haziran 1972 günü toplanan CHP 21. Kurultayı, partide yaşanan iktidar değişikliğinin yol açtığı gelişmelerin
noktalanacağı kurultaydı. Çünkü herkesin aklındaki
soru da bu kurultayla cevap bulacaktı. Kurultayın ikinci gününde konuşma sırası gelen İnönü, “Yeni genel
başkana başarılı olması için elbirliğiyle yardım etmemiz
gerekir... Genel başkan bir güven havası yaratmak için
bütün nitelikleri taşımaktadır.” derken bazı partililerin
de son umutlarını söndürüyordu. Bu, İnönü’nün bir CHP
kurultayındaki son konuşmalarıydı.
21. Kurultay’daki bir başka konu ise tüzük
değişiklikleriydi. Bu değişikliklerle bir yandan parti meclisinin yetkileri arttırılırken bir yandan da partinin yeni
politikaları daha net bir şekilde ortaya konuluyordu.
Kurultayın son günü 1085 delegeden 1032’sinin oyunu
alarak yeniden genel başkan seçilen Ecevit ise partinin
yeni yönelimini yayımlanan bildiri ile şöyle özetliyordu:
“Devrimin halka değil, halkın dışında ve üstünde ilerici
aydın kadrolara dayanarak yürütüleceğine inananlar bizimle beraber olamazlar. Aydınların devrimin yürüt14 Ekim 1973 Milletvekili Genel Seçimleri (8)
Parti
Genel Başkan
Cumhuriyet Halk Partisi
Bülent Ecevit
Adalet Partisi
Süleyman Demirel Demokratik Parti
Ferruh Bozbeyli
Milli Selamet Partisi
Necmettin Erbakan
Cumhuriyetçi Güven Partisi
Turhan Feyzioğlu
Milliyetçi Hareket Partisi
Alparslan Türkeş
Türkiye Birlik Partisi
Mustafa Timisi
Millet Partisi
Cemal Tural
Bağımsızlar
7| Bülent Ecevit, Ak Günlere, Ankara: Ajans-Türk Matbaacılık Sanayii, 1973.
8| http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/secimler.genel_secimler
Bu kurultayla birlikte parti politikalarının daha net ortaya konulması yeni istifaları da beraberinde getirdi.
İlçe başkanları, il başkanları ve senatör vekiller derken
sondan bir önceki halka da koptu. 28 Temmuz günü
partinin güçlü isimlerinden Kemal Satır partiden istifa
etti (6). Daha sonra, bu istifaların son halkasını İnönü
tamamlayacaktı.
12 Mart sonrası kurulan I. Erim Hükümeti, 11 bakanın
istifası, II. Erim Hükümeti ise Erim’in sağlık sorunları
nedeniyle sona ermişti. Bunun üzerine hükümeti kurma
görevi, önce Suat Hayri Ürgüplü’ye sonra da Ürgüplü’nün
hazırladığı hükümet listesi 12 Mart muhtırasına uygun
olmadığı gerekçesiyle Ferit Melen’e verilmişti.
Genel başkan seçildikten sonra, 12 Mart ara rejim hükümetinden çekilme kararı alan Ecevit, Melen Hükümeti’ne
5 bakan vererek destek oldu. Ancak Ecevit’in karşı
çıktığı “3 Yıllık Kalkınma Planı”na CHP’li bakanların
oy vermesi üzerine, parti yönetim kurulu ve parti
tabanından hükümetten çekilme yönünde şiddetli ve
ısrarlı baskılar doğmaya başladı. Ecevit, 4 Kasım’da
“Yeraltı kaynaklarının yabancı sömürüsüne açılması,
ulusal ekonominin dış etmenlere karşı korunamaması,
hükümetin CHP’nin görüşlerine itibar etmemesi ve
seçimlerin zamanında yapılması” gerekçeleriyle CHP’nin
hükümetten çekildiğini açıkladı. Tüm bu gelişmeler üzerAldığı Oy
3.570.583
3.197.897
1.275.502
1.265.771
564.343
362.208
121.759
62.377
303.218
Aldığı Oy Oranı Milletvekili Sayısı
% 33,30
185
% 29,82
149
% 11,89
45
% 11,80
48
% 5,26
13
% 3,38
3
% 1,14
1
% 0,58
0
% 2,83
6
ine beklenen halka da koptu. 5 Kasım günü, bir zamanlar
“Ölünceye kadar CHP’li kalacağım.” diyen İsmet İnönü,
CHP’den istifa etti. İnönü’nün istifa gerekçesi ise kısa
ama çok netti:
“CHP Genel Başkanlığı’na,
12 Mart şartlarının nazik mahiyetini ciddiyetle muhafaza ettiği bir zamanda, parti politikasının memleket için
sakıncalı gördüğüm şekil ve istikamette değiştirilmesi
sebebiyle CHP’den ayrılmış olduğumu bilgilerinize
saygılarımla sunarım.”
Bu mektupla, CHP ile İnönü’nün yolları, tam 49 yıl 1
ay 24 gün sonra ayrılmıştı. 6 ay önce zaten bitmiş olan
bir dönem noktalanmış, CHP’de Milli Şef dönemi kesin
olarak kapanmıştı. CHP ve ülke yönetimindeki hemen
her üst düzey görevi yapmış olan ve bir yandan ülke
inşa ederken bir yandan da onu yönetecek kadroları
yetiştiren CHP’nin kurulmasına öncülük eden “İkinci
Adam”, “denge adamı”, “Milli Şef” artık yarım yüzyıl
sonra o sahnelerden inmişti. Bir dönem kapanmış başka
bir dönem başlamıştı.
İnönü’süz CHP...
Bu gidiş, diğer gidişlerin de habercisiydi. Olağanüstü
kurultaydan İnönü’nün istifasına kadar neredeyse 50’yi
aşan bir kısmı senatör, bir kısmı milletvekili olan birçok isim CHP’den istifa etmişti. Tüm bu fikir ayrılıkları
ve istifalardan sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri,
CHP’de yeni bir dönemecin işaretlerini veriyordu.
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görev süresi 28 Mart
1973’te sona eriyor ve yeni cumhurbaşkanının bu
tarihten 15 gün önce seçilmiş olması gerekiyordu. Me-
12 Mart’tan 12 Eylül’e
92
cliste hiçbir parti kendi adayını seçtirebilecek yeterli
milletvekiline sahip olmadığından ortalıkta Org. Faruk
Gürler’in ismi dolaşmaktaydı. 27 Mayıs’tan sonraki
cumhurbaşkanlarının hep asker olması, “genelkurmay
başkanları cumhurbaşkanı olur” inancının yerleşmesine
yol açmıştı ve üstelik 12 Mart’ın etkisinin sürdüğü günlerde genelkurmay başkanının cumhurbaşkanı olmasına
karşı çıkmak da cesaret işiydi. Ancak hem AP, hem de CHP
asker cumhurbaşkanı geleneğinin yerleşmesine karşı
çıktılar. Bunun sonucunda CHP’deki görüş ayrılıkları
bir kez daha su yüzüne çıktı. Bir grup CHP’li Gürler’in
desteklenmesini ve böylece ordu ile CHP arasındaki
buzların eritilmesini isterken; Ecevit başkanlığındaki
CHP grubu ise cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmama
kararı almıştı. Ancak CHP Genel Sekreteri Kamil Kırıkoğlu
ve 32 CHP’li milletvekilinin Gürler’e oy vermesiyle patlak
veren görüş ayrılığı, cumhurbaşkanlığına 6 Nisan 1973
tarihinde Fahri Korutürk’ün seçilmesiyle son buldu. Böylece, CHP’de yine bir yol ayrımına gelinmişti. Bu ayrım,
merkez yönetim kurulu ile genel sekreterin istifasıyla son
buldu ve istifalar sonrasında genel sekreterliğe Orhan
Eyüboğlu seçildi.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP ve AP’nin, tüm
dış baskılara rağmen, birlikte göstermiş oldukları
direnç, 12 Mart döneminden çıkışın ve olağan rejime
dönüşün en önemli dönüm noktasını oluşturmuştu.
Yeni cumhurbaşkanının göreve başlamasından sonra
Melen görevden çekilmiş ve hükümeti kurmakla kontenjan senatörü Naim Talu görevlendirilmişti. Bu geçiş
sürecinde Talu’nun başkanlığında kurulan AP, CGP ve
bağımsızlardan oluşan koalisyonunun görevi ise seçimlere kadar ülkeyi idare etmek ve seçimler sonrasında
hükümeti devretmekti.
12 Mart süreci ülke kadar CHP’yi de etkilemiş ve CHP,
o günlerden sonra büyük bir değişime uğramıştır.
İşte bu değişim, partinin neredeyse tüm kademelerine yansımış; genel başkandan genel sekretere, parti
meclisinden il başkanlarına kadar parti yenilenmiş,
gençleşmiş ve dinamizm kazanmıştır. 1973 seçimleri yaklaşırken, son iki seçimde beklediğini alamayan
“ortanın solu” dümenine bu sefer “Karaoğlan”, “Halkçı
Ecevit geçmiş, “Toprak İşleyenin, Su Kullananın” ve “Bu
Düzen Değişmelidir” sloganlarının yerini ise yeni bir
düzen değişikliği programını savunan, Ecevit’in bizzat
kendi daktilosundan çıkmış olan “Ak Günlere” (7) adlı
seçim bildirgesi almıştı. Ülkenin sağa kaydırıldığı, halkın
siyasetten soğutularak ağırlığının azaltıldığı, sosyal devletin yıpratıldığı ve özgürlükçü demokrasinin gereklerinden uzaklaşıldığı tesbitlerinden yola çıkan CHP seçim
bildirgesi “Ne ezilen ne ezen; insanca, hakça bir düzen”
sloganına dayanıyordu. CHP, bu sefer her zamankinden
farklı olarak çeşitli demokratik sol forumlarla ve Ecevit’in
başyazarlığını yaptığı “Özgür İnsan dergisi”yle de tam bir
fikir fırtınası içinde muazzam bir fikri altyapı ile seçimlere
giriyordu.
Resim 9. Cumhuriyet, 16 Ekim 1973.
1965 yılında İnönü’nün başlattığı “Ortanın Solu”
hareketini “Demokratik Sol”a dönüştüren ve yığınlara
benimseten Bülent Ecevit, bu seçimlerle birlikte özlenen
zaferi CHP’ye kazandırarak partiyi birinciliğe taşımıştı.
CHP, bir önceki seçime göre oylarını yüzde 6’ya yakın
artırmış, kırsal alanda gerilemesine rağmen kentlerde
adeta oy patlaması yaşamıştı. Böylece, ara rejimlerle
geçen bunalımlı döneme de nokta konmuş oluyordu.
Ecevit, en büyük rakibi Demirel’den daha fazla oy
alarak bir sol partinin, demokratik seçim ortamında, ilk
kez birinci parti olarak çıkmasını sağlasa da; mecliste
hükümeti tek başına kurmak için gerekli çoğunluğu
sağlayamamıştı. Seçimlerden sonra hükümetin kurulabilmesi için 3 ay geçmesine rağmen bir sonuç
alınamıyordu. Çünkü sağ görüşlü partilerin hiçbiri CHP
ile ortak hükümet kurarak diğer sağ partilere malzeme
olmak istemezken, aynı partiler kendi içlerinde de
anlaşamıyorlardı. AP lideri Demirel’e muhalefet ederek
partiden kopanların kurduğu Demokratik Parti (DP),
Demirel’in başkanlığındaki hükümete girmek iste-
9| TCK’nin 141. ve 142. maddesi siyasi, hukuki, iktisadi ya da sosyal düzeni yıkmak isteyen örgütlerin kurulması ile ilgiliyken; 163. maddesi ise, laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal, iktisadi, siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini
esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet kurmayı yasaklamaktadır.
SAYI 5/6
Siyaset
bu gelişmeler yaşanırken; Kıbrıs’ta Rum Darbesi patlak verdi. Darbe nedeniyle Ada’da yaşayan Türkler’in
güvenliği tehlikeye girince ve diplamatik görüşmeler
de sonuçsuz kalınca Ecevit’in başında olduğu hükümet,
yapılan anlaşmaların verdiği hakkı kullanarak, askeri
müdahale kararı aldı. TSK, 20 Temmuz 1974 sabahı
Kıbrıs Barış Harekatı’nı başlatarak Kıbrıs’taki Türkler’in
haklarını kurtardı. Bu olay zaten halkla ilişkisi çok iyi olan
Başbakan Bülent Ecevit’in halk üzerindeki sempatisini ve
saygınlığını oldukça arttırdı ve onu “Kıbrıs Fatihi” yaptı.
mezken; AP ise, Demirel dışında bir AP’linin başbakan
olmasına yanaşmıyordu.
Sen “Sol”, Ben “Selamet”: CHP-MSP Koalisyonu...
Nihayet 26 Ocak 1974 günü CHP ile MSP, Bülent Ecevit’in
başkanlığında bir hükümet kurmayı başarıyordu. Ancak
devleti kuran ve laikliği titizlikle yerleştiren CHP, sırf
demokrasiyi yaşatmak adına, bu koalisyon ile birlikte
Türkiye’de ilk kez islamcı bir partinin koalisyon ortağı
olmasına ve meşruluk kazanmasına önayak oluyordu.
Kim diyebilirdi ki CHP, günün birinde MSP gibi İslamı ön
planda tutan bir parti ile iktidar ortaklığı yapacak ve ülkeyi yönetmeye çalışacaktı.
Oluşturulan CHP-MSP ortak hükümeti, önceleri her iki
parti açısından da kazançlı başlamış olsa da pek uzun
ömürlü olamamıştır. Özellikle MSP, ortaklık kurarken
gösterdiği esnekliği hükümette gösterememiş, gereksiz ve anlamsız çekişmelerle siyasetin karşılıklı ödünlere dayandığını unutmuştu. TCK’nin 163. maddesinin
kaldırılması için ısrar eden MSP’li vekiller, 141. ve
142. maddelerin değiştirilmesine yanaşmazken, ortak
hazırlanan genel af tasarısını da yine bazı MSP’li vekiller
öteki sağ partilerle birlikte oy kullanarak engellemeye
çalışıyordu. (9)
Koalisyon hükümetini oluşturan CHP ve MSP arasında
10| Cumhuriyet, 7 Ocak 1976.
Ancak dış politikada kazanılan başarılara rağmen
MSP’nin hükümet içindeki çatışma politikasını sürdürmesi karşısında Ecevit, 18 Eylül 1974’te hükümetten
istifa etti. Belki de Kıbrıs çıkarmasının kendisine ve
partisine kazandırdığı saygınlığı oya dönüştürmeyi amaçlayan Ecevit, artan sorunların yalnızca erken seçimle
çözülebileceğini savunmaya başlamıştı. Ancak Ecevit’in
bu isteği gerçekleşmedi ve Cumhurbaşkanı Korutürk,
Ecevit’in yerine başbakanlığa kontenjan senatörü Ord.
Prof. Dr. Sadi Irmak’ı atadı. Teknokrat ve bürokratlardan
oluşan, partiler üstü görünümlü bu hükümet bakanlar kurulundan güvenoyu alamadı ancak yerine başka
bir hükümet kurulamadığından aylarca görev yapmak
zorunda kaldı. Bu uzunca süre, aylar süren hükümet
krizinden sonra sağ partilere kendilerini toparlama ve
hükümet oluşturma imkanı sağladı. Böylece 31 Mart
1975 tarihinde Süleyman Demirel’in liderliğinde APMSP-MHP-CGP partileri ve bağımsızlardan oluşan I. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti kuruldu; birkaç gün sonra
da meclisten güvenoyu alarak görevine başladı.
Ortanın Solundan Demokratik
Sola...
Siyasi arenada bunlar yaşanırken, CHP’de ise 28 Haziran 1974’te yapılan Tüzük Kurultayı ile 1970’lerde ortaya atılan “demokratik sol” söylemi doğrultusunda parti
tüzüğünde değişikliğe gidildi ve 1974 Tüzüğü’nün amaçlar bölümüne “demokratik sol” ilkesinin benimsendiği
eklendi. Daha sonra, “Marksizmden kaynaklanmadığı
için, sosyal demokrasi yerine demokratik sol deyimini
kullandığını” söyleyecek olan Ecevit’e göre demokratik
sol akım, Türkiye’de ülkenin nesnel koşullarına dayanan, dogmacılık ve özenticiliğe kapılmayan yerli bir sol
düşünce akımı geliştirilmesi ihtiyacından doğmuştu.
14 Aralık 1974’te yapılacak olan 22. Kurultay yaklaşırken
koalisyonda yaşanan sorunlar nedeniyle hükümetin
bozulması, parti içinde yeni tartışmalara yol açtı. Bu
tartışmalara bir de “demokratik sol” ve “ortanın solu”
kavramı üzerinden yapılan tartışmalar eklenince kurultaya gidilirken çeşitli gruplaşmaların olması kaçınılmaz
olmuştu. Ancak beklenenin aksine kurultayda ideolojik
konular üzerinde önemli tartışmalar olmadı. Bu ortam
Ecevit’e tekrar demokratik solu ve partinin yeni çizgisini anlatma fırsatı yarattı. Ecevit, “Demokratik solculuk,
tepeden inme değil, temelden yükselme solculuktur.
Halka rağmen solculuk değil, halk solculuğudur. Bizim
solculuğumuzun sınırını halk çizer ve çizecektir.” derken;
yayımlanan kurultay bildirisi de artık CHP’nin demokratik sol bir parti olduğunu belirtiyordu. Kurultay sonucu
oluşan parti meclisi Orhan Eyüboğlu’nu yeniden genel
sekreterliğe seçti. Yardımcılıklarına ise Deniz Baykal ile
Mustafa Üstündağ getirildi.
22. Kurultay’daki beklenmeyen sükunet ortamı, yine
beklenmedik bir zamanda yerini çatışma ortamına
bıraktı. Bu sefer sadece “demokratik sol” değil; Ecevit
de eleştiriliyordu. Eleştiri konuları ise kurulan koalisyonun uzun süreli olamaması, hükümette durulduğu sürece benimsenen yönetim anlayışının etkisiz olması
ve tabiki hala halk ile tam anlamıyla kucaklaşamamış
olmaktı. Aynı zamanda idareye gelindikten sonra onu
koruyamamış olmanın halk üzerinde ne etki yapacağı da
kestirilemiyordu.
CHP’de durum böyle iken iktidardaki MC Hükümeti’nin
tek ortak noktası ise “sol”a karşı besledikleri karşıt
duygulardı. Adlarındaki “milliyetçilik” ise kesinlikle
bir ortak nokta değildi. Daha sonra belki de bu yüzden
birliktelikleri sarsılacak ve sadece bir parti bundan
yarar görecekti. O da, tabanını bölen sağ partileri kendi
bünyesinde toplayarak hükümeti kuran AP’ydi.
12 Mart’tan 12 Eylül’e
94
1975 yılının ortalarına gelindiğinde I. Milliyetçi Cephe
(MC) Hükümeti idaresindeki ülke, bunalım içerisine
girmiş ve daha kısa bir süre önce gerçekleşen Kıbrıs
Harekatı’nın doğurduğu coşku ile halkla siyasetçiler arasında yumuşayan ilişkiler, hızla sertleşmeye
başlamıştı. Aynı zamanda ekonomik bunalım da doruğa
ulaşmış, sağ-sol çatışması yeniden yaşanmaya başlamış
ve siyasi cinayetlere her gün bir yenisi eklenir olmuştu.
Bu şartlar altında yapılan 12 Ekim 1975 ara seçimlerinde
kazanan partiler, oylarını arttıran AP ve CHP olurken,
kaybedenler ise oylarını AP’ye kaptıran sağ kesimdeki
partilerdi.
Ara seçimler her ne kadar CHP için kazançlı geçmiş olsa
da parti içi çatışmalar, nedeni ve amacı iyice silikleşmiş
bir şekilde ama büyük bir hızla sürmekteydi. Çatışmanın
bu seferki sebepleri ise ülkedeki ekonomik buhran ve
anarşi ortamının oluşmasına CHP’nin sessiz kalması ve
mecliste cılız bir muhalefet yapmaktan öteye gidememesiydi. Oysa CHP o dönemde meclisteki sandalye sayısı
ve aldığı halk desteği ile tüm bu sorunların üstesinden
gelebilecek güçteydi. CHP’deki bu sessiz sedasız muhalefet görünümünü Uğur Mumcu, o günlerde Cumhuriyet
gazetesinde yazdığı köşesinde CHP’ye yüklenerek şöyle
anlatıyordu:
“Sokakları, genç insanların kanlarıyla sulanan bir ülkede
iktidar ölçüsünde olmasa bile muhalefet de sorumludur.
Muhalefet, birkaç bildiri yayımlamak ve bir iki komisyon
kurmaktan öteye, ciddi girişimlerde bulunmamıştır, ne
yazık ki. CHP, bu gibi işleri biraz ağırdan almaktadır.
Oysa Millet Meclisi’nde 190 sandalyeli CHP, bu gibi
koşullarda cephe iktidarını hallaç pamuğu gibi atacak
güce sahiptir. Şimdi sormak isterim, kaç CHP milletve-
kili ya da senatöründe öldürülen gençlerle ilgili dosya
bulunmaktadır? ...CHP, üzerindeki ölü toprağı silkmeli ve cephe sorumlularından kanlı mezar taşlarının
hesabını sormalıdır. Ve bu hesap yeni suçlar işlenmeden
sorulmalıdır. CHP nerdesin? Nerdesin CHP?...” (10)
CHP’de uzun süredir “sessiz ve derinden” yürütülen
çekişme, başlarını Deniz Baykal’ın çektiği 5 yönetim
kurulu üyesinin 8 Mart 1976 günü görevlerinden istifa
etmesi ile su yüzüne çıktı. Merkez yönetim kurulundaki
gruplaşmaların bir ürünü olan bu istifalar ideolojik
çatışmalardan değil de yönetim anlayışı ve güncel olaylar karşısındaki taktiksel farklılıklardan kaynaklanıyordu.
Bu gruplaşmaların başını 5’lerde Deniz Baykal çekerken;
karşı grupta ise Orhan Eyüboğlu ve Ali Topuz ikilisi çekiyordu. Bu çatışma karşısında bağımsız kalmayı tercih
eden Ecevit’in de uzlaştıramadığı bu grupların ayrılığı
ile merkez yönetim kurulu tekrar seçildi. Genel sekreter,
Eyüboğlu olurken üyeleri ise Eyüboğlu yandaşlarıydı.
23. Kurultay yaklaşırken, bu gruplaşmaları farklı nedenlerle başka gruplaşmalar da izlemiş; bunun sonucunda
olay, delege kazanma mücadelesine dönmüştü. Parti
içindeki ortamın kurultay yaklaştıkça sertleşmesi Genel
Başkan Ecevit’i ciddi ciddi kaygılandırmaya başlamıştı.
“Yurtta herkes CHP’de neyin kavgasının yapıldığını
bilmek istiyor, ancak anlayamıyor... Ülkede zorbalığa
karşı mücadele eden CHP kendi içinde böyle zorbalıklara
göz yumamaz... Benim tahammülüm geniştir. Parti içi
konularda fazla tahammüllüyüm diye zaman zaman
eleştirilmişimdir. Fakat bu sırada, CHP’nin yıpratılmasına,
rejimin tahammülü yoktur, halkın tahammülü yoktur.”
diyerek oluşan hizipleri eleştiren Ecevit, bu durumu en-
gellemek için tüzük değişikliğine gidileceğini söylemişti.
23. Kurultay (27 Kasım 1976):
1974 yılındaki tüzük kurultayı ile başlayan parti içi
tartışmalara, bir de ülke sorunlarına partinin sessiz
kalışı eklenince; 23. Kurultay’a gidilirken tartışmalar hat
safhadaydı. “5’ler” ile başlayan parti içi gruplaşmalara
başka gruplar da eklenmiş ve kurultay süresince protestolar, kümeleşmeler, tartışmalar ve kulis faaliyetleri
eksik olmamıştı.
Ecevit, kurultay konuşmasında, bütün partililerden
CHP’ye yönelik güveni ve umutları sarsıcı davranış sergilemekten kaçınmalarını isterken, “Kim demokratik
solcudur, kim değildir. Herkes çıkıp burada söylemelidir
ve bu tartışma seçimlere kadar burada bitmelidir.” diyordu. Ayrıca ülke içi ekonomik durumun ciddiyetine ve
oluşan kargaşa ortamına da değinerek MC Hükümeti’ne
yükleniyor ve “Halk, CHP’yi iktidara getirmeye kararlıdır,
gelmezsek bizim kabahatimizdir.” diyerek de parti içi
çatışmalara rağmen CHP’nin hala çok güçlü olduğunu
vurguluyordu.
Kurultayın son günlerine gelinirken tüzük değişikliği
ile parti meclisi ve merkez yönetim kurulu kaldırıldı;
yerine 21 kişiden oluşan “Genel Yönetim Kurulu” getirildi. Parti programında “Altı Ok” ile simgelenen
ilkelerin yanına, demokratik sol politikanın dayandığı
altı kural olan Özgürlük, Eşitlik, Dayanışma, Emeğin
üstünlüğü, Gelişmenin bütünlüğü ve Halkın kendini
yönetmesi ilkeleri eklendi. Ayrıca kurultayda, “Sosyalist
Enternasyonel”e (11) katılım kararı da alındı.
5 Haziran 1977 Milletvekili Genel Seçimleri (12)
Parti
Genel Başkan
Aldığı Oy
Aldığı Oy Oranı Milletvekili Sayısı
Cumhuriyet Halk Partisi
Bülent Ecevit
6.136.171 % 41,38
213
Adalet Partisi
Süleyman Demirel 5.468.202 % 36,88
189
Milli Selamet Partisi Necmettin Erbakan 1.269.918 % 8,56
24
Milliyetçi Hareket Partisi Alparslan Türkeş 951.544
% 6,52
16
Cumhuriyetçi Güven Partisi
Turhan Feyzioğlu
277.713
% 1,87
3
Demokratik Parti
Ferruh Bozbeyli
274.484
% 1,85
1
Türkiye Birlik Partisi
Mustafa Timisi
58.540
% 0,39
0
Türkiye İşçi Partisi
Behice Boran
20.565
% 0,14
0
Bağımsızlar
370.035
% 2,50
4
11| Sosyalist Enternasyonal, sosyal demokrat, demokrat sosyalist ve işçi sınıfı partilerinin ortak olduğu ülkelerarası bir organizasyondur. Partiler üstü bir örgüt olan Sosyalist Enternasyonal, Birleşmiş Milletler ile işbirliği yapmakta ve uluslararası
düzeyde pek çok örgüt ve sendikayla ortak çalışmalar yürütmektedir.
12| http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/secimler.genel_secimler
SAYI 5/6
Kurultayın son günündeki seçimlerde Ecevit, 1324 oy ile
yeniden genel başkan seçilirken, genel yönetim kurulu
seçimini ise, genel merkez ekibi, Baykal ekibine karşı
57 oy farkla kazandı. Seçilen yeni genel yönetim kurulu,
Orhan Eyüboğlu’nu tekrar genel sekreterliğe getirdi.
“Halk, Düzeni Değiştirme Kararını Verdi. Dursam Beni
Aşar...”
MC Hükümeti’nin ülke yönetimine geçmesiyle birlikte
Türkiye’de planlı saldırı ve cinayetlerin birbirini izlediği,
baskı, korku, terör ve anarşinin egemen olduğu bir
dönem başlamıştı. Artan saldırılar öğrencilerden
işçilere, köylülere, memurlara, esnafa yayılırken devlet
dairelerinin, üniversitelerin, liselerin, fabrikaların ve
sokakların ele geçirilmesi açıktan açığa sürdürülmüş;
“faili meçhul” cinayetler, işgaller, boykotlar, banka
soygunları, kapatılan okullar, rüşvet ve kayırma günlük
yaşamdaki olası şeyler haline gelmişti. Ve bu dönemde
saldırılar üniversite hocalarına, adalet görevlilerine,
milletvekillerine de yönelmiş, doçentler, profesörler,
savcılar, avukatlar, doktorlar saldırılardan nasiplerini
almaya başlamışlardı. Hatta bu saldırıların hedefine CHP
Genel Başkanı Ecevit bile girmişti.
1977 yılı ortalarına gelindiğinde, ülkeyi anarşi ortamına
sürükleyen bu çatışmalar ve MC Hükümeti’nin kendi
içerisinde meydana gelen anlaşmazlıklar seçimlerin
öne alınmasını sağladı. Ancak CHP dışındaki tüm partileri kapsayarak oluşturulan MC Hükümeti’nin başarısız
yönetiminden dolayı herkes Ecevit’i “dökülen kanları
durduracak” tek lider olarak görüyordu. Türkiye, bir sol
partinin belki de bir daha göremeyeceği, kalabalıktaki
mitinglere tanık olmaya başlamış, meydanlar “Halkçı
Ecevit” sloganlarıyla inler olmuştu. Ve Ecevit, o mitinglerdeki kalabalıklar arasında adeta devleşmişti.
“Halk, düzeni değiştirme kararını verdi. Dursam
beni aşar...” diyordu Ecevit, kendisine suikast
düzenleneceğini bilerek gittiği Taksim mitinginde.
1977 seçimleri sonucunda CHP, tarihinin en yüksek
oyunu alarak birinci parti olmuştu; ancak bu sonuçlar, 213 milletvekili ve 28 senatör kazanmış olan
Siyaset
CHP’ye tek başına hükümet kuracak sayısal çoğunluğu
sağlamıyordu. Çünkü CHP’nin hükümet kurmak için 13
milletvekiline daha ihtiyacı vardı. Buna rağmen 14 Haziran 1977’de hükümeti kurma görevini alan Ecevit, 21
Haziran 1977 günü azınlık hükümetini kurdu. Hükümet
3 Temmuz günü yapılan güvenoylamasında yeterli oyu
alamayınca Ecevit istifa etti. Hükümeti kurma görevini
alan AP Genel Başkanı Demirel, 21 Temmuz günü APMSP-MHP’den oluşan II. Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni
kurdu.
II. MC dönemi başlarken, ülkede seçimler öncesine göre
pek de değişen bir şey yok gibiydi. Ülke, seçimler öncesinde yaşadığı sıkıntılı günlerden daha da kötüsünü
yaşıyordu. Ekonomi öyle bir hal almıştı ki; en basit
ihtiyaç maddeleri bile karaborsaya düşmüş, zamlar, devalüasyonlar birbirini izlemeye başlamıştı. Ülkede anarşi
ve terör artarak sürmekteyken toplumsal kutuplaşma
can almaya devam ediyordu. Bu şartlar altında gidilen
11 Aralık 1977 yerel seçimlerinde 67 ildeki belediye
başkanlıklarının 42’sini kazanan CHP’ye karşılık AP, ancak 15 başkanlık elde etmişti. Yerel seçimlere “Kalkınan
Köy, Sağlıklı Kent, Halkçı Hükümet, Hayırlı Devlet”
sloganıyla hazırlanan CHP, oylarını da bir önceki seçime
göre arttırmıştı. Böylece belki de halk, bir kez daha ülkeyi CHP’nin yönetmesini istemiş ve MC hükümetine
gerekli desteği vermediğini göstermişti. Bu mağlubiyet,
MC Hükümeti’ni iç çatışmaya sürükleyecek, AP’li bazı
vekillerin partilerinden ayrılıp CHP ile anlaşmasıyla
da hükümet daha da sarsılacaktı. Hükümetteki bu istifalardan sonra meclisteki çoğunluğunu yitiren MC
Hükümeti’ne bir darbe de CHP’den gelen gensoru önergesi vurdu. 31 Aralık’ta yapılan oylamada 218 güvenoyuna karşı 228 güvensizlik oyu alan II. MC Hükümeti ilkinin
aksine daha 6. ayını doldurmadan düşürüldü. Bu, cumhuriyet tarihinde gensoru ile uzaklaştırılan ilk hükümetti. (13)
5 Ocak 1978’de hükümeti kurma görevi Ecevit’e verildi.
O dönemde hükümeti kurmak “ateşten gömleği giymek”
demekti. Ecevit de bunu biliyordu; hiç düşünmeden bu
gömleği giydi ve CGP, DP ve bağımsızların desteğini
alarak 17 Ocak 1978’de hükümeti kurdu. Bu hükümette
başbakan yardımcısı olarak görev alan Orhan
Eyüboğlu’nun yerine ise CHP Genel Sekreterliği’ne Mustafa Üstündağ seçildi.
Seçimler sonrası halktan aldığı destekle hükümeti tekrar
kuran CHP artık sorunları çözmeye hazır bir çehreye
bürünmüştü. Ama hükümetin önünde çözüm bekleyen
pek çok sorun vardı. Halk, şiddet eylemlerine karşı önlem
alınmasını, can ve mal güvenliğinin sağlanmasını istiyordu. Ülke belki de en karanlık günlerini yaşamaktaydı:
-
İÜ’den çıkan kalabalık bir solcu öğrenci
grubunun üzerine bomba atıldı; 7 öğrenci öldü, 31’i ağır
olmak üzere 100’den fazla kişi yaralandı (16 Mart 1978).
-
Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu
ve üç yakını, postayla gönderilen bombalı paketin
patlaması sonucu öldü. Olaydan sonra 700 işyeri tahrip
edildi. CHP il merkezi yakıldı (17 Nisan 1978).
Kahramanmaraş’ta kitle katliamı yaşandı.
-
Sağcı grupların tahrikleri sonucu başlayan çatışmalarda
100’den fazla kişi öldü ve yüzlerce kişi yaralandı. Bunun
üzerine bazı illerde sıkıyönetim ilan edildi (22–26 Aralık
1978).
-
Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni Abdi
İpekçi bir suikast sonucu öldürüldü (1 Şubat 1979).
Mart ayında iğneden ipliğe hemen her
-
maddeye büyük oranda zam yapıldı. TÜSİAD Ecevit Hükümeti’nin çekilmesi için gazete ilanları vermeye
başladı.
Bu arada CHP, sessiz sedasız bir kurultay daha
geçirdi. 24. Kurultay için bilgisayarda üye yazımının
yetiştirilememesi nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nden
alınan uyarı üzerine, 24. Kurultayı ertelemek için, 4
Kasım 1978 tarihinde 7. Olağanüstü Kurultay toplandı
ve bu kurultayda 24. Kurultay 1979 Mayıs’ına ertelendi.
Ülkede sorunlar yaşanmaya devam ederken CHP’de de
bir önceki kurultayın rövanşını almak isteyen bir grup,
çatışma ve hesaplaşma için bileniyordu. Ayrıca yaklaşan
kurultay öncesi parti meclisinin yeniden kurulması temel
konulardan biri olmuştu. Ecevit, bu görüşe “...Parti meclisinin kurulması geriye dönüş niteliği taşımaktadır.”
diyerek karşı çıkarken Ali Topuz ve Deniz Baykal’ın başını
çektiği muhalif gruba göreyse, “Nasıl genel yönetim
kurulu 1950 öncesine gidiş sayılmazsa, parti meclisinin
kurulması da geriye gidiş sayılmaz.” idi. Ecevit son
13| Türk siyasi tarihine “Güneş Motel Olayı” olarak geçen bu operasyonla Ecevit, İstanbul’daki Güneş Moteli’nde görüştüğü AP’li bazı vekiller ile yeni kurulacak hükümette bakanlık almaları karşılığında, CHP’nin Demirel hükümeti aleyhinde vereceği
gensoruyu desteklemeleri konusunda anlaşmış ve bu olaylar sonucunda II. MC Hükümeti düşürülmüştü.
12 Mart’tan 12 Eylül’e
olarak, “Parti meclisi, parti içinde sağ-sol kanatların
olması yüzünden birleştirici bir rol oynamak için vardı.
Şimdiyse, demokratik sol çizgi dışında kimse yok, bu
nedenle konması gereksiz.” dese de yeterli imza ile bu
tüzük değişikliği kurultay gündemine alınmıştı.
96
24. Kurultay (24 Mayıs 1979):
Kurultaya daha birkaç yıl önce kaldırılan parti meclisinin tekrar oluşturulması tartışmalarıyla gidildi. Ecevit bu konunun daha sonraki bir kurultayda tartışılması
gerektiğini ve öyle olursa kendisinin de destekleyeceğini
söylemesine rağmen; Ecevit’in önerisi dikkate alınmadı
ve tüzük değişikliği önerisi oylamaya sunuldu. Sonuç
tam da Ecevit’in istediği gibiydi: 571’e karşı 769 red.
Genel yönetim kurulu seçimleri yaklaşırken Ecevit’in
seçimlere “tek liste” halinde gidilmesi önerisine muhalifler her ne kadar karşı çıksalar da, aralarında çıkan
anlaşmazlıklar sonucu seçimlere tek liste halinde gidildi. Parti içi muhalefetin dağınıklığı karşısında Ecevit,
düşündüğü listeyi kurultayın oylarına rahatlıkla sundu.
Böylece genel merkez ekibinin hazırladığı listeyle yeni
genel yönetim kurulu seçilirken Mustafa Üstündağ da
yeniden genel sekreterliğe getirildi. Kurultayın son
gününde konuşan Ecevit ise yeni rotayı çiziyordu:
“İktidar olma uğraşı derken, yalnızca 1981 seçimlerinde
CHP’nin Millet Meclisi’nde tek başına salt çoğunluğu
sağlamasını belirtiyor değilim. Bu anlamda, yani siyasal
anlamda iktidar olmanın yanı sıra, toplumsal anlamda
iktidar olmak da, özellikle bir demokratik sol parti için
yaşamsal önem taşır. Önümüzdeki ilk hedeflerden birisi
de, bu yıl Ekim ayında yapılacak olan Cumhuriyet Senatosu ve milletvekili ara seçimlerini kazanmaktır...” ama
Ecevit bilmiyordu ki bu kurultay, konuşmasını yaptığı
son olağan CHP kurultayıydı.
24. Kurultay, Ecevit’in muhalifleri alt etmesiyle
sonuçlanmıştı; ancak, ülke içindeki sorunlar ve parti
içi hesaplaşmalara hükümetteki bağımsız bakanların
hükümet aleyhine olan bildirisi de eklenince CHP yönetimi ve onun çoğunluğunu oluşturduğu hükümet iş yapamaz olmuştu. Bu durum, hem halk desteğini arkasına
alarak iktidara gelen CHP’yi sarsıyor hem de sorunlarına
çözüm bulunamayan halkın iktidara sırt çevirmesine yol
açıyordu. Ülkedeki “iktidar boşluğu” ise her geçen gün
büyüyordu. “1981’de kesin iktidar olacağız” diyen Ecevit
de bu gerçeği biliyordu.
AP’den istifa eden 11 bağımsız üyenin de bakan olarak
yer aldığı “yamalı bohça”ya benzeyen bu hükümet, 1978
yılının başından beri iktidardaydı ama ülkedeki “iktidar
boşluğu” da o günlerden beri devam etmekteydi. Süreç
böyle ilerlerken, ülkeye hakim olan anarşi CHP hükümetinin itibarını yitirmesine yol açıyor ve ülkenin önde
gelen iş adamlarının hükümet karşıtı başlattığı kampanyalar hükümeti zor duruma düşürüyordu. CHP ve lideri
için “sıkıntılı günler” yaklaşmıştı artık.
1979 sonbaharında yapılan ara seçimlerde CHP’nin oy
kaybederek, AP’nin 33 senatörüne karşılık sadece 12
senatör çıkarabilmesi ve açık bulunan 55 milletvekilinin tümünü AP’ye kaptırması CHP için tam bir hüsrandı.
Aynı zamanda CHP’nin oy oranı da neredeyse yarı yarıya
düşmüştü.
Bu sonuçlar, Ecevit için büyük bir yenilgiydi ve yeniden
toparlanmak için hükümetten istifa şarttı. Zaten o da
bunu yaptı; 2 gün sonra istifasını cumhurbaşkanına sundu. “Ateşten gömlek” Ecevit’i yakmıştı; o gömleği giyme
sırası, 1 ay içinde azınlık hükümetini kurarak başa geçen
AP lideri Demirel’e gelmişti. Bu süreç belki de çok talihsizceydi ama Demirel’in başında bulunduğu hükümeti
ikinci, ülkeyi ise üçüncü defa ordu müdahalesi ile karşı
karşıya getirecekti…
Ara seçimlerdeki oy kaybı, CHP’yi iktidardan, Ecevit’i de
başbakanlıktan ederken CHP içindeki çatışmaları da alevlendirdi. Seçimlerin hesabı 4 Kasım 1979’da toplanan 8.
Olağanüstü Kurultay’da sorulacaktı. Ancak hiç kimse bunun CHP’nin son kurultayı olduğunun farkında değildi.
Kurultaya gidilirken oluşan gruplaşmalar da zaten parti
içinde var olan çatışmayı gözler önüne seriyordu. Bir
yanda “Genel merkezciler”, “Topuzcular”, “Baykalcılar”
ve “Sol muhalifler” varken karşılarında ise tek başına
Bülent Ecevit vardı. Gruplar, acımasızca eleştirdikleri
Ecevit’in genel başkanlığında hemfikirdi; ancak asıl
çekişme parti yönetimi için yaşanıyordu. Ecevit’in bu
çekişmeye izin vermeye niyeti yoktu. Son kozunu da
oynadı:
“Bir yanda katı hizipçiliği hak olarak gören liste, bir yanda da katı hizipçiliği reddeden bir anlayış bulunmaktadır.
Ben katı hizipçiliği reddeden bir ekiple görev yapabilirim. Eğer kurultay bana bu olanağı verirse genel başkan
olarak görevimi sürdürürüm. Şayet kurultay bu olanağı
vermezse, görevimi genel başkan olmadan da partimde
sürdürebilirim.”
Kendi listesini destekleyen Ecevit, İnönü’nün de yaptığı
gibi, kısaca, yine “ya ben, ya onlar” diyordu. Kurultay ise
Ecevit’siz CHP’yi göze alamamıştı...
10 Yıllık Gelenek Sürüyor:
Adım Adım 12 Eylül’e
CHP’de bunlar olurken 1980 yılı “Tariş olayları” (14) ve
ekonomik önlemler içeren “24 Ocak Kararları”(15) ile
başladı. Türk toplumu için acı bir reçete niteliği taşıyan
ve ekonomide liberalleşmeyi öngören bu ekonomik
programın, Ecevit’in de açıkça belirttiği gibi, demokrasi
koşullarında yürütülmesi mümkün değildi. 1970’li
yılların iç savaş ortamı bu dönemde de açıkça aynı ortama dönüşmüştü ve terör, genç-yaşlı, siyasi-sivil, aydın,
yazar, sağcı-solcu demeden can almayı sürdürüyordu.
“Bir sizden, bir bizden” yarışı akıl almaz hızla sürüyor;
cinayetler, boykotlar ve ekonomik zorluklarla dolu günler birbirini izliyordu. Mayıs ayındaki Çorum olaylarında
48 kişinin hayatını kaybetmesi akıllara tek soruyu getirir
olmuştu: “Bu insanlar gerçekten sadece kendi kinleriyle
mi sarılmışlardı silahlarına? Yoksa ülkeyi zora sokmak
isteyenlerin bir kışkırtması mı vardı?” Öyle ki, 1980
yılında meydana gelen 10.000 terör olayında yaklaşık
2 bin insan ölmüştü. MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün
Sazak ve eski CHP önderlerinden Nihat Erim de teröre
hedef olanlar arasındaydı.
Bu arada 6 Nisan 1980’de Cumhurbaşkanı Fahri
Korutürk’ün görev süresi bitmişti. Meclis, bir türlü yeni
cumhurbaşkanını seçemiyordu. Turlar birbirini izliyor ancak sonuç alınamıyordu. Bunca karışıklık içinde
ülke bir de başsız bırakılmış, Türkiye uçurumun kıyısına
gelmişti...
11| Tariş, 80’li yıllara girilirken sol görüşlü işçilerin çoğunlukta olduğu bir işletme görünümündeydi. Demirel liderliğindeki iktidarların başa geçmesiyle devlet kurumlarını, kamu işletmelerini kendi görüşlerindeki insanlarla doldurma politikasından
Tariş de nasibini almış ve Tariş’te çalışan sol görüşlü işçiler çıkarılarak yerlerine sağcılar yerleştirilmek istenmişti. Bu politika, işçiler arasındaki çatışmayı körüklemiş ve Tariş’te çeşitli zamanlarda olaylar çıkmasına, birçok işçinin yaralanmasına ve
birçoğunun da gözaltına alınmasına yol açmıştı.
12 | IMF imzası taşıyan ve Demirel Hükümeti tarafından Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’a hazırlatılan bu kararlarla, karma ekonomik modelden serbest piyasa ekonomisine geçilmiş yani üretim ekonomisi yerini tüketim ekonomisine bırakmıştı.
Alınan kararlar ise ancak muhalefetsiz hükümetlerce uygulanabilecek cinstendi.
SAYI 5/6
Siyaset
sabır taşırıcı bir maçtır. Bu maçı izlemekten usananlar
artık zaman zaman kendi tuttukları takımlara bile kızar
olmuşlardır.
Zaten durumdan rahatsız olan asker, 27 Aralık 1979
günü “Silahlı kuvvetlerin görüşü” başlıklı, ülkedeki
durumu değerlendiren mektubu Cumhurbaşkanı Fahri
Korutürk’e sunmuştu. Ülkedeki iç karışıklıkla ilgili olan
bu uyarı mektubu “...siyasi partilerimizin bir an önce,
milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın
ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya
gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri
müştereken almalarını...” diyordu ama ne Ecevit ne de
Demirel bu mektubu üzerine almamıştı. Bu sesler, belki
de, uzaktan hoş gelen seslerdi. Eylül ayına yaklaşırken
darbenin ayak sesleri artık daha sert duyulur olacaktı...
Ecevit 12 Eylül’den bir hafta önce 6 Eylül 1980 günü
Petrol-İş Sendikası’nın kongresinde işçilere şöyle sesleniyordu; sanki olacakların farkındaymışçasına:
“Türkiye’de sanki bir maç oynanıyor bu maçta sahada
siyasal partiler ve siyaset adamları vardır. Toplumun
büyük kesimi ise, tribünlerde seyirci durumundadır. Sahada oynanan kavgalı, döğüşlü, tatsız, tuzsuz, sıkıcı ve
Toplum tribünde seyirci, partiler de sahada oyuncu durumunda olursa, yalnızca partilerle politikacılar soyunup
sahaya çıkar, halk da tribünlerde seyirci gibi kalırsa,
demokrasi gerçeklik kazanamaz. Demokrasinin böyle
sanıldığı, böyle uygulandığı bir ülkede siyaset giderek
çirkin ve anlamsız bir oyuna dönüşür; tıpkı Türkiye’de
olduğu gibi. Sonuç vermeyen kavgalı gürültülü bir
çekişmeye dönüşür; yine tıpkı bizde olduğu gibi. Sonunda korkarım ki, biri çıkar, düdüğü çalar; ‘Oyun bitti, herkes evine’ der ve bir anlamsız oyuna dönüşen demokrasi
de böylece sona erer...”
12 Eylül...
Tarihler 12 Eylül’ü gösterdiğinde “düdük çalınmış ve
demokrasi oyunu sona ermişti...” Gece 02.00 sularında
tanklar Çankaya’ya tırmanırken; Demirel iktidarda, Ecevit ise ana muhalefetteydi. 12 Mart’tan sonra “ateşten
gömleği” bir Ecevit, bir Demirel giymişti; o gömlek en son
Demirel’in üzerinde kalmıştı ama 12 Eylül günü her ikisi
de yanıyordu: Ülke daha uyanmadan onlar uyandırılmış
ve aynı saatlerde evlerinden alınarak Hamzakoy’un
yolunu tutmuşlardı. Düdükle birlikte evlerine çekilen
halk ise Karaoğlan Ecevit’i, Baba Süleyman’ı, Mücahit
Erbakan’ı ve Başbuğ Türkeş’i yalnız bırakmıştı. Onları
sadece Ecevit’in Rahşan’ı ve Demirel’in Nazmiye’si yanlız
bırakmamıştı. Gecenin o saatlerinde iki evde de aynı olay-
lar yaşanıyordu: Eşi Rahşan’a dönen Ecevit, “Rahşan,
valizi hazırla, birazdan gidiyoruz.” derken; Demirel’in
“Sen burada kal.” isteğine eşi Nazmiye Hanım, “Hayır,
kalmam. Ben de gelirim.” diyordu. Zira bu gibi hallerde
ne olacağını önceden kestirmek mümkün değildi...
Türkiye’de 27 Mayıs’la birlikte başlayan “10 yılda bir
müdahale geleneği”, 27 Mayıs’ın rövanşı alınacak
şekilde, 12 Mart 1971’de 3 gencin idamıyla sürerken;
gerici ve baskıcı 12 Eylül ile de devamı geliyordu.
Artık bu geleneğe alışan halk daha 80 Darbesi’nden
hemen sonra 1990’lı yıllarda kimin önderliğinde “bir
gece ansızın” gelineceğini ve kimin götürüleceğini
düşünür olmuştu. Oysaki Türk demokrasisinin 27
Mayıs ve 12 Mart’ı atlatıp yeniden yola koyulması çok
zaman almıştı. Buna rağmen dinmeyen fırtınalardan
kimse ders çıkarmamış, karşılıklı hesaplaşmalar
sürmüştü. Sonunda 12 Eylül günü yine kapı çalındı. O
gün gelen konuklar her şeyi değiştirdiler. Bu günden
sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, eskisi gibi
yaşanmayacaktı...
Söyleşi | Orhan Birgit
98
SAYI 5/6
Söyleşi
CHP’nin
Kara Kutusu
{
Orhan Birgit
Söyleşi: Erdinç Yakasız “NASIL” - İstanbul
}
Kars’ta doğan Orhan Birgit, bir
kamu görevlisinin oğlu olarak çeşitli illerde
öğrenim gördü. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni
bitirdi. 1945 yılında başladığı gazeteciliğin
yanı sıra, avukatlık da yaptı. Çok partili hayatın
başladığı 1946’da kendisini CHP üyesi olarak
buldu. 6-7 Eylül Olayları’nda “Kıbrıs Türk’tür
Cemiyeti” üyesi olarak tutuklanıp idam cezası
istemiyle yargılandı ve aklandı. Ünlü Tahkikat Komisyonu’nda “İstanbul İhtilal Komitesi Sekreteri” olduğu savıyla, bir ay boyunca
sorgulandı.
CHP’nin çeşitli kademelerinde çalıştı. 1965’te
İstanbul Milletvekili seçildi. Ecevit’le birlikte,
partinin sola açılma girişiminde sorumluluk
üstlendi. CHP’de Meclis Grubu Yönetim Kurulu
üyeliği ve sözcülüğü yaptı. Ecevit’in kurduğu ilk
hükûmette Turizm Tanıtma Bakanı ve hükûmet
sözcüsü oldu. 12 Eylül müdahalesinden sonra
yeniden gazeteciliğe başlayan Birgit, “Dünya”
gazetesi yayın yönetmenliği, “Hürriyet” gazetesi danışmanlığı yaptı. “Yeni Günaydın”
gazetesinde önce köşe yazısı yazdı ve daha
sonra gazetenin genel yönetmenliğini ve
başyazarlığını üstlendi. Hürriyet Vakfı ve Aydın
Doğan Vakfı Yürütme Kurulu Başkanlıkları da
yapan Birgit, Eskişehir Anadolu, İstanbul ve
Galatasaray üniversiteleri iletişim fakültelerinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Kendisine
Anadolu Üniversitesi Senatosu’nca Onursal
Doktorluk payesi verildi. 1991 yılında DSP
İstanbul 5.Bölge Milletvekili adayı oldu. Orhan
Birgit, “Cumhuriyet” gazetesinde köşe yazısı
yazmakta ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Medya İletişim Sistemleri üzerine ders vermiştir.
Söyleşi | Orhan Birgit
•NASIL: Çok partili yaşama geçilmesinin
ardından Demokrat Parti’yi (DP) iktidara
götüren etkenler nelerdir?
100
O.BİRGİT: Birinci etken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin
(CHP) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olarak,
tek parti halinde 1921’den 1950’ye kadar iktidarda
kalması, o dönem içerisinde ATATÜRK’ün sonsuzluğa
göçmesi, daha sonra yerine İsmet İNÖNÜ’nün gelişi
ve II. Dünya Savaşı gibi bütün dünyayı kökünden
etkileyen büyük bir olayın Türkiye’nin de dört bir
yanını sarmasıdır.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı yapıldıktan sonra ATATÜRK
ve arkadaşları tarafından başlatılan devrimin elbette birtakım hoşnutsuzları oldu. Bu hoşnutsuzlar,
karşıdevrim içeriğinde çeşitli girişimlerde bulundu.
Ama onlar Takrir-i Sükûn Yasası’ndan başlayarak
birçok şeye karşı çıktılar. ATATÜRK’ün Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF), Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası (TCF) denemelerinin arka arkaya gelmesi, bir
tepki oluştuğuna dair ilk ipuçlarıdır. İzmir Suikastı,
Menemen Olayı’nın sebep ve sonuçları Türkiye’nin
her tarafına yayılan bir sessiz kültürel felaketti...
•NASIL: Acaba şunu söyleyebilir miyiz;
aslında halkın kızdığı ATATÜRK veya halkın
CHP’si değil de yaşanılan sürecin getirdiği
olumsuz koşulların bir günah keçisine
aktarılması mıdır?
O.BİRGİT: Ama sonuçta CHP halkın partisi olamadı,
olabildiği kadar oldu belki de... Tek parti örgütlenmesinde illerde valileri il başkanı yapan, iki dereceli seçimle milletvekili adaylarını da Ankara’dan
saptayıp kendi istediği yönetimi kendi belirleyen
bir yapı vardı. İsmet İNÖNÜ daha sonra değişikliğe
gitmiş; diyelim ki Konya ilinde yeni üç tane yönetim kurulu seçilecekse yine bir tanesini merkez
aday göstermiş, iki tanesi için de ikişer isim vermiş.
Ama yine burada bir karşı hareket, bir muhalefet
yok. Yavaş yavaş işte radyo gelmiş, II. Dünya Savaşı
sonrasında nasyonal sosyalizm ezilmiş, Marksizmin etkileri henüz Türkiye’ye girmemiş, ama Batı
dünyasının da etkisiyle Türkiye açmış kapılarını.
Bu şekilde 14 Mayıs 1950’ye geliniyor ve CHP çok
istekli bir şekilde seçim yasasını hazırlıyor, “açık oygizli sayım” ilkesiyle yapılan 46 seçiminin ardından
DP’nin de ısrarıyla “gizli oy-açık sayım” ilkesine
geçiliyor. 1950, bugünkü ölçütlerden hareketle,
seçim kurulunun egemen olduğu, onun kontrolünde, kurulun olabildiğince tarafsız kalmasına
özen gösterildiği bir yapı... Ben 14 mayıs tarihlerinde Ulus gazetesinin İstanbul temsilcisiyim çok gencim, demek ki 22–23 yaşlarındayım. Seçim gezisinde
İNÖNÜ’yü karşılamaya gidiyoruz. “Milli Şef”, “Ulu
Reis”, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Değişmez Genel
Başkanı” gibi üç kimliği birlikte taşıyor. Bulunduğu
yerlere CHP Genel Başkanvekili, valiler, kaymakamlar, il temsilcileri de geliyor ve onlara mütemadiyen öğütler veriyor: “Siz benim partimin görevlileri
değilsiniz, halkın iradesinin, isteklerinin sandığa
kavgasız, gürültüsüz yansımasını sağlayacaksınız”
diyor.
•NASIL: 1950–1960 tahakküm dönemine
karşın, 1965 seçimlerinde toplumun %50’sinden fazlasının DP’nin devamı olan Adalet
Partisi’ne yönelmesinin anlamı nedir? O
süreçte parti içinde bir özeleştiri yapıldı mı?
•O.BİRGİT: 27 Mayıs 1960’ta İNÖNÜ’ye basının
yönelttiği bir soru vardır: “CHP iktidarın neresindedir?” İNÖNÜ şöyle yanıtlar: “İçinde değiliz
ama dışında da değiliz.” İçinde değiliz, çünkü biz
hazırlamadık; dışında değiliz, çünkü Tahkikat Komisyonu evresinin böyle götürülemeyeceğini biliyorduk. Buna bir tepki gösterilmesini istiyorduk. Bu
tepki de Silahlı Kuvvetler’den geldi. Ondan sonra
müdahale isteği gerçekleşti. Biz böyle bir şeyin
düzenleyicisi değiliz ama bunu da durdurmak için
göğsümüzü siper etmiyoruz. “27 Mayıs olmalı mıydı,
olmamalı mıydı?” ayrı tartışma konusudur, ama 27
Mayıs’ın hemen devamında ayrışmalar yaşanmıştır.
Askerlerin bir bölümü kalıcı olmak amacı ile gelmiştir,
en azından iktidarı uzun bir evre sonucunda halka
teslim edecektir. Onun için, getirmek istediği özgürlükleri göreceli olarak vermesi doğaldır. Kendisine
yönelik girişimlere yer vermemesi lazımdır. Bu
Alparslan TÜRKEŞ ve arkadaşlarının temsil ettiği
görüştü. Sonraları 14’ler denilmiştir. Öbür görüşte
olanlar, iktidarı darbe ile devretmek isteyenler,
Devlet Başkanı Gürsel ve diğer arkadaşları CHP’nin
bu konudaki fikirlerine olumlu bakmaktadırlar.
Ama amacını aşan bir yargılama düzenine,
birtakım hukukdışılıklara “evet” demişlerdir.
Olağanüstü mahkeme kurulmuştur, bu mahkemenin bağımsızlığı söz konusu değildir, elbette
tartışılmaktadır. Ama Yüksek Adalet Divanı Başkanı
rahmetli Saim BAŞOL “sizi buraya getiren kuvvet böyle istemiştir” diyerek sanıkların bazılarının
yaptığı itirazları, soruları yanıtlamıştır. Mahkemenin
yargıçları da neredeyse o mahkemelerin sanıkları
gibi özgürlüklerinden vazgeçirilmiş ve Yassıada’nın
yanındaki Heybeliada’da kampa alınmışlardır. Bu
kamp askeriyenin gözetimindedir. Böyle bir süreç
içerisinde yersiz davalar açılmaya başlanmıştır.
Tıpkı bugün Ergenekon Davası için gelen tepkiler o
gün de Yassıada duruşması için geçerliydi. Birtakım
mafya bozuntuları, birtakım sergüzeştçilerin bu
kavramların arkasında toplandığı bir hava varsa
onların yargılanması gerekirken; oraya birtakım
bilimadamları, Atatürkçü aydınlar, sivil toplumun
temsilcileri karıştırılmış, haklarında güçlü kuşkular
bulunduğu varsayımıyla tutuklanmışlardır. Orada
yaşamı tehlikeye girenler, yaşamı sona erenler var...
İşin ilginç tarafı, CHP’nin bir kanadının o dönemde
Silahlı Kuvvetler’le kalıcı bir ittifaka gitmeyi ister
hale gelmesidir. İşte nasılsa TÜRKEŞ ve ekibi de tasfiye edildi ve geride kalanlar gerçekten demokrasiyi
isteyenlerdi... İşte biz biraz da bunların desteğiyle
karşıdevrimi biraz daha sindirip temizlemesi için,
bireye ve topluma bir nebze olsun gerçekten özgürlükler getirmesi için, biraz daha bizim görüşlerimizi
yerleştirmesi için 27 Mayıs Anayasası’nı destekledik.
Diğer tarafta, CHP-ordu işbirliğiyle yönetimde
parti ağırlığının artacağını düşünen ve TÜRKEŞ
grubuna ılımlı yaklaşan rahmetli Kemal SATIR ve
arkadaşları vardı. Onlar, seçime gidilirken, Milli
Birlik Komitesi’nden tasfiye edilen TÜRKEŞ’le beraber bazı arkadaşları da (14’ler) CHP’ye girmek için
SAYI 5/6
Söyleşi
desteklemişler, adaylıklarını en azından hoşgörü
ile karşılamışlardır. Bunlar, içlerindeki o taze
sergüzeşt heveslerini CHP içerisinde sivil elbiseler
giyerek uygulayacaklarını düşünmüşler, ancak sivil
eğitimden geçmiş değillerdir. Bir asker de olsanız
sonuçta sivil yaşama katılabilir, siyasi partide görev
alabilirsiniz ama nihayetinde bir geçiş dönemi
yaşarsınız. Bunlar öyle değil, aniden gelmişlerdir.
Nedense, partinin seçmenlerinin bir bölümü onları
çok hoşgörü ile karşılamışlardır, onlara “kurtarıcı”
gözü ile bakmışlardır, bu askerlerin bizi DP tehlikesinden kurtardığını düşünmüşlerdir. Ortanın
Solu hareketinin parti içerisinde iktidara gelmesiyle
bu dönem sona ermiştir.
yeni önderler boy göstermiştir. Fabian Sosyalizmi’ni
İngiltere’de uygulayıp onu Türkiye’de de yaymak
için 17. Kurultay’da ilk adımlar atılmıştır. CHP zaten
daha önceden de sol bir parti olmaya yönelik, en
azından reyin bir hak olduğunu ifade eden şeyleri
programına almıştır. 18. Kurultay’da “Temel Haklar
Bildirgesi” hazırlanarak bu arkadaşların isteğiyle
bir adım atılırken, birden ortaya Ulus gazetesinin
köşe yazarı Bülent ECEVİT çıkmıştır. Bülent ECEVİT’in
geçmişinde kendisine İNÖNÜ Hükümeti döneminde Çalışma Bakanlığı verildi. Zaten yazılarıyla
Ulus gazetesinde tanınan tam bir fikir adamıydı.
Bülent ECEVİT, 65 seçimlerine yaklaşırken Ortanın
Solu’ndan yana olduğunu ve yaklaşımın içinin
doldurulması gerektiğini göstermiştir. Zonguldak’a
maden işçileri egemen olduğu bir dönemde Ankara
milletvekilliğinden Zonguldak milletvekilliğine parti
tarafından kaydırılmıştır.
•NASIL: Ortanın Solu fikri bu özeleştirinin sonucu olarak değerlendirilebilir mi?
•O.BİRGİT: Hayır. Özeleştirinin sonucu değildir.
CHP Beşiktaş’taki parti genel meclisi toplantısında
İsmet İNÖNÜ tarafından CHP ortanın solundadır
sözleriyle temelini atmıştır. Bu söz orada sessiz bir
destekle karşılanmıştır ki, kimse İNÖNÜ’nün tam
olarak ne demek istediğini büyüteç altına almamıştır
o anda, ama Türkiye’de sol rüzgarları esmektedir,
sosyalizm 1961 Anayasası’yla kapıları açık olarak ülkeye girmiştir. Düşünceden eyleme geçecek şekilde
sendikalarıyla, siyasi partileriyle sadece Türkiye İşçi
Partisi değil, başka birtakım küçük partiler de var.
Ama onlar kalıcı olamamıştır. Fakat Mehmet Ali AYBAR ve Behice BORAN gibi aydınların öncülüğündeki
TİP, beklediğinin üstünde bir destek görmüştür.
Yaşar KEMAL milletvekili adayıdır, Çetin ALTAN parti
içerisindedir. Parti içerisinde ses getiren adamlar
var, sendikacılar var, fikir babası, eylem babası gibi.
Tabii ki bu gelişmeler CHP’de etkilerini göstermiştir.
İlk aşamada CHP’nin sol bir parti olmasını isteyenler garipsenmiş, bu iddia Turhan FEYZİOĞLU, Emin
PAKSÜT, Coşkun KIRCA gibi insanlarca çok büyük
bir ihanet olarak gösterilmiştir. Devamında Türkiye 27 Mayıs 1960’a giderken, bir bölümü Hürriyet
Partisi’nden gelerek, bir bölümü üniversite kürsülerini terk ederek yahut terk ettirilerek büyük bir
siyasal hareketlilik başlamıştır. Partinin içinde de
•NASIL: Tam da bu noktaya gelmişken, yine
Ortanın Solu fikri acaba 1961 Anayasası ile
hareketlenen kitlelerin Türkiye İşçi Partisi
karşısında partiye çekilme çabası mıdır?
•O.BİRGİT: Şimdi, onu çağrıştıran görüşü biraz
önceki satırlarımın içerisinde zannediyorum ki
açıklamaya çalıştım. Belki tam söylemedim ama
evet, İNÖNÜ, CHP’nin TİP karşısında bir hayli kan
ve ter kaybedeceğinin bilincine varmıştır, o doğru.
Ama o seçimlerde CHP, başarılı olamamıştır.
Başarılı olamayışının nedeni de “CHP-Ordu” işbirliği
görüntüsünün vatandaşlarca hoş karşılanmaması,
tereddüt uyandırmasıdır. Yani yeniden totaliter bir
döneme mi girilecek? Durum ne olacak? Üç politikacı
idam edilmiş, kalanların bir bölümünün cezaları devletin cumhurbaşkanlığını yapmış kişiden başlayarak
müebbet hapse çevrilmiş... Kayseri’ye kapatılmışlar.
Şimdi bu koşullar altında Milli Birlik Komitesi’nin
(MBK) etkisiyle sivil parlamento Tedbirler Kanunu’nu
çıkartıyor... MBK ile sivil siyasetçiler arasında yetki
devri ve bundan sonraki süreçte yönetimin gerçekte
kimin elinde olacağı tartışmaları sürüyor. Silahlı
Kuvvetler Birliği (SKB), işte bu dönemde, görünüşte
MBK’nın aldığı kararları, çıkaracağı yasaları destekl-
emek amacıyla kurulmuş gibi görünse de, “yasal bir
güç ile yasal olmayan bir gücün birlikteliği olamaz.”
önermesine tam anlamıyla uyuyordu. Çünkü bu
grup, MBK’ya önce destek verebilirdi, fakat komitenin kendi görüşleriyle bağdaşmayan icraatlarıyla
karşılaşınca ihtilaf başlayacaktı ve kaosa neden
olacaktı. MBK’nın aksine SBK, hiyerarşi esasına göre
örgütlenmişti. Ana fikri, “seçimle iktidara gelecek
siyasi kuvvetin, ihtilal ve inkılap’a ve bunu yapanlara
karşı intikamcı bir hüviyet taşıyamayacağı, TSK’nın
da böyle bir kuvvete iktidarı terk edemeyeceği”
yönündeydi. Başında Kurmay Albay Talat
AYDEMİR bulunuyordu. Yassıada’daki infazların
durdurulmasını isteyen dönemin devlet başkanı
GÜRSEL’i dinlemiyorlar, rahmetli İNÖNÜ’nün “devrik
başbakanı asmayın!” itirazlarına sırt çeviriyorlar ve
devlet başkanının Yassıada’ya gidecek talimatlarını
engellemek için de iletişimi kesiyorlar. Dolayısıyla
o çağrıyı almadan da infazları gerçekleştiriyorlar.
Tam seçimler oluyor, seçimlerden sonuçlar alınıyor,
askerler bize Ankara’daki seçim sonuçlarının
son derece düş kırıklığı yarattığını, parlamentonun açılması halinde devrimin karşıdevrim altında
sıfırlanacağını söylüyor komutan ve Ankara’daki
arkadaşların yetkilisi ve tam sözcüsü olarak parlamentonun açılmaması için yapılacaklar için basının
kendilerine destek çıkmalarını istiyor. Aslında tam
bir karşı ihtilal yapılacaktı. CHP ikinci parti kalmış,
Adalet Partisi (AP) birinci parti olmuş, bir de Yeni
Türkiye Partisi (YTP) meclise girmiş. CHP ile YTP’nin
toplamı bile AP’yi geçemiyor. Yanımdaki gazeteci
arkadaşımın, “Kalk haydi, gidiyoruz, burada dinleyecek bir şey yok” demesi ile birlikte askeri gözetim altında bulunan Harbiye’deki İstanbul Radyo
Evi’nden ayrıldık. O zamanlar arabamız yok, otobüsle Cağaloğlu’na geçtik. Hemen gazetelerimize,
dergilerimize koşuşturduk ve olayı aydınlatacak,
bu tertibi bozacak yazılarımızı yazmaya koyulduk.
Herkes susuyor, biz kalkıyoruz ve toplantı o halde
kalıyor... Yazılarımızı baskıya verecekken haber
aldık ki, o darbe girişimi sessiz sedasız bitirilmiş...
Bu gerçeğe rağmen uslanmadım. Şimdi belki de
yazılarım karşısında birtakım işbilirler, “Ya, bu
Söyleşi | Orhan Birgit
102
adam da Adalet ve Kalkınma Partisi ile bu kadar
uğraşıyor, kaç yaşında ama uslanmadı, yoksa bu da
mı ihtilal cuntasıyla falan içli dışlı?..” diye sorabilirler. Ben, her şeye rağmen demokrasi ve özgürlük
için uğraşmaktayım. Dönemin iktidar partisine
karşı da bu nedenle tavır koymuşumdur. Tahkikat
Komisyonu’na gitmişim, içeri girmiş, birçok defa
ifade vermişim, 17–18 Nisan’dan 19 Mayıs’a kadar
gözetim altında tutulmuşumdur. Dönemin devlet
başkanı beni Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çağırtmış,
içeri odada dinlemiş, tehdit etmiştir… Böyle bir
yaşamım var ve yaşadıklarımın hiçbirinden de
pişman değilim. Benim arkamda bırakacaklarım; demokrasi, halk iradesi ve vatandaşlık bilincidir.
•NASIL: Ecevit’in, sizin de sonrasında kurulan hükümetlerde bakan olarak görev
aldığınız, 1973–1977 seçim başarılarının
ardında salt 1999 seçimlerindekine benzer
dönemsel koşulların etkisi mi vardır, yoksa
partinin emekçilere yaslanan bir ideolojik yenilenme mi vardır?
•O.BİRGİT: Elbette ikincisi... Bülent ECEVİT,
Türkiye’de gelmiş geçmiş inançlı politikacıların bir
numarasıdır. Bülent Bey’den çok önce politikaya
atıldım. 1946 seçimlerine girerken, ben öğrenci
olarak askeri kamptaydım (o dönemde gençlere
yaz aylarında askeri talim yaptırılıyordu). Cumartesi ya da pazar günüydü, sivil elbiseyle bu bölgeden
geçiyordum. Demokrat Parti’nin (DP) haşarı bir
şoförler derneği başkanı, çıkmış İNÖNÜ’ye “sağır,
dinsiz!”diye verip veriştiriyordu. Etrafındaki DP
taraftarı İETT işçileri de bu adamı alkışlıyorlar, bazı
otobüs şoförleri dahil etraftaki insanlar da sinmiş,
manzarayı seyrediyordu... “Yalan söylüyorsun!”
dedim, herkes döndü, bir anda bana baktı. O anda
fırladım bir şeyin üzerine, edindiğim Halkevleri
kültürüyle ben de başladım konuşmaya... Ellerinde levyelerle üzerime geldiler, linç edilmem
5–10 saniye içerisinde olabilirdi. Sonradan sivil
polis olduklarını öğrendiğim 4–5 kişi birden
üstüme kapandı, beni koruma çemberi içine aldılar,
izdihamı dağıttılar. Kalabalık dağılınca polisler beni
Feriköy Karakolu’na götürdüler. O arada telefonlar
susmuyor, içeri giren çıkanın haddi hesabı yok...
Bir yandan da sakinleşmem için bana gazoz veriyorlar. Sersemlediğim için olayın etkisiyle ses de
çıkartamıyorum. “Seni CHP İstanbul İl Başkanı istiyor, ona götürmemiz lazım” dediler. Cağaloğlu’ndaki
il merkezi binasına gittik.
CHP İstanbul İl Başkanı’nı görmek, huzuruna çıkmak
o dönemde ne kelime! Orada il başkanı yerine protokol işlerinden sorumlu Nuri BOSUT beni karşıladı,
“Bu adam kıtlığında partiyi destekleyen genç insan siz misiniz?”diye sordu. “Evet” dedim. “Sizi
karşıdaki Halkevi binasında Tarık Zafer Bey (TUNAYA) bekliyor, polis arkadaşlar yardımcı olsunlar”
dedi. Aynı polislerle oraya gittik, polisler ayrıldılar.
Tarık Bey, Hukuk Fakültesi’nden hocam Hüseyin Nail
KUBALI’nın asistanıydı. Kendisini tanırdım, o da
benim adımı okuldan duymuş, fakat derslere fazla
devam etmediğim için ilk görüşte anımsayamamıştı.
Gayet güleryüzle karşılandım, sohbet ilerleyip de
beni tanıyınca maden keşfetmiş gibi oldu. Orada
üyeliğim ile ilgili konuştuk ve 1946’da kendimi partide buldum. Yaşayan en eski Halk Partili benim, şu
an partiye kaydım yok, yollarım ayrıldı, ama o dönemin bütün onurunu, partinin ilkelerini hâlâ içimde
taşıyorum.
Ancak CHP aradığım parti olmaktan uzaklaştı,
nedeni ise son aymazlık... Sosyal demokrat bir
parti, işçiyi ilgilendiren yasalarda seyirci kalamaz.
Başbakan, haklı olarak, muhalefeti eleştirirken
“Aklınız neredeydi!” diye suçluyor. Deniz BAYKAL ve
ekibi, yasa tartışmaları meclise varmadan hem örgüt
içinde hem de kamuoyuyla konuları paylaşabilirler.
Son gün ise parlamentoda tepkilerini koyabilirler.
Oysa CHP bu yolu denemiyor, çalışma hayatıyla ilgili
iki yasa birden 26 Haziran tarihinde meclisten geçiyor. Kolay mı!
•NASIL: Talat AYDEMİR’in darbe girişimleri ve
12 Mart 1971 müdahalesi...
Her ikisine karşı CHP’nin tavır farklılığı
gösterdiği bir tarihsel gerçektir. Bu durumun
nedeni Aydemir döneminde iktidarda olmak,
12 Mart döneminde muhalefette olmak mıdır?
Bu davranış farklılığının nedeni nedir?
•O.BİRGİT: CHP içinde küçük bir azınlık AYDEMİR’e
sadık davrandı. Başta önemli bakanlar - Dışişleri
Bakanı Selim SARPER ve Devlet Bakanı Avni DOĞAN
dışında- İNÖNÜ ile beraber hareket ettiler. AYDEMİR
ve ekibinin darbe girişimi CHP için iyi bir demokrasi
sınavı oldu. AYDEMİR, Harp Okulu Komutanı olarak,
önce 22 Şubat 1962’de harekete geçti, başarısızlıkla
sonuçlanan girişiminden sonra ordudan istifa etmesi şartıyla affedildi. Başbakan İNÖNÜ, ağırlığını
kullanarak olayı fazla büyümeden halletmek istiyordu. AYDEMİR, emekliye ayrıldığı halde her gün
evinde oturarak ajitasyon yapmaya devam ediyordu.
Çok ilginçtir, KİM adlı gazetemiz hariç hepsinde iki
sayfa AYDEMİR’e yönelik olumlu bir şeyler hazırlayan
arkadaşlar vardı, gazetelerinin sekretaryalarında
her birinin masasının başında AYDEMİR’in fotoğrafı
bulunurdu. Ha bugün, ha yarın derken başarılı bir
darbe olacak da, bunlar da nasipleneceklerdi...
Askeri müdahaleden sonra yönetimi ele geçirmek
isteyen emekli subaylar oldu. Ben bu gelişmeleri Evvel Zaman İçinde (Doğan Kitap, 2005) adlı kitabımda
detaylı biçimde anlattım. 21 Mayıs 1962 gecesi Ankara bir darbe girişimine tanıklık etti. Çalışma Bakanı
rahmetli ECEVİT, Ulus’un Genel Yayın Müdürü Seyfettin TURHAN ve aynı gazetenin muhabirlerinden
Aydın NİSARİ ile bir darbe teşebbüsünü haber alarak
aynı arabayla Bahçelievler’den TBMM’ye geldik. Yollarda askeri birlikler, araçlar ve yer yer tanklar vardı.
TBMM-İçişleri Bakanlığı arasında kurulan kontrol
barikatında sivil elbiselerinin üstüne silah şarjörü
ve kayışı takmış, elleri stenli emekli sivil subaylarla
manevra kıyafeti giymiş Harp Okulu öğrencileri kimlik
kontrolü yapıyorlardı. Emekli komutanlar, çocukları
komuta ediyordu... Gazeteci olduğumuzu söyleyerek
KİM’in Ankara bürosunun bulunduğu Bulvar Palas istikametinde ilerlemek istediğimizi söyledik. ECEVİT,
arabamız uzaklaştıktan sonra, bir ara çalışma bakanı
olduğunu söyleyecekken kendini tutup sustuğunu
söyledi. Sonradan öğrendiğimize göre, kimlik
SAYI 5/6
Söyleşi
kontrolü yapan emekli subaylardan birisi Seyfettin TURHAN’ın arkadaşıymış ve ECEVİT’i tanımasına
rağmen, “arkadaşlıktan ötürü” bize geçme izni
vermiş. Aksi halde ECEVİT’i üsleri olan Harp Okulu’na
götürebilirlerdi. Büroya vardığımızda ortaklardan
Ali İhsan GÖĞÜŞ oradaydı. Ecevit, ihtilalciler telefon bağlantısını kestiği için Pembe Köşk’te oturan
Başbakan İNÖNÜ’ye ulaşamıyordu. Son çare olarak,
ECEVİT, GÖĞÜŞ, TURHAN ve ben gece karanlığında
yürüyerek Çankaya’ya çıktık. İNÖNÜ’nün konutu o
gece tam filme konu olacak biçimde korunuyordu.
Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’ndan gönderilmiş
silahsız, ellerinde sopa ve cop bulunan erler köşkün
etrafını çevrelemişti. Askerlerin çoğunun alayın
mutfak hizmetlileri olduğu söyleniyordu. Alayın
bütün birlikleri, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün
korunması için mevzilendirilince Başbakan
İNÖNÜ’yü bu erler “koruma”ya çalışıyordu. O günlerde rejimin güvencesi olan biri, bu kadar basit önlemlerle mi korunmalıydı? Demek ki Genelkurmay’la
bir eşgüdüm sağlanamamıştı. Yukarıda uçaklar
olmasaydı, İNÖNÜ’nün azmi ve soğukkanlılığı
olmasaydı, İNÖNÜ, Silahlı Kuvvetler’in büyük kesimini kendi alanı içerisinde dağıtmadan tutmasaydı,
27 Mayıs’ın ertesindeki darbe girişimleri başarıya
ulaşabilirdi, maazallah (Ayrıntılı bilgi için bkz. Evvel
Zaman İçinde, s. 363-366).
herkese artık yeni bir dönemin başladığını ve Silahlı
Kuvvetler’in de talimatlarını hükümetten alacağını
göstermek istedim.”
CHP iktidarı bu vb. Olaylarda büyük sınav verdi.
Mesela İNÖNÜ, başbakan olduğu gün kendisini
kutlamaya gelen dönemin Genelkurmay Başkanı,
daha sonraki Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’ı kapıya
kadar geçirir, SUNAY tam aracına bineceği esnada
arkasından “Orgeneral!” diye seslenir. SUNAY,
“Buyurun Sayın Başbakanım” der, asker selamı verir.
İNÖNÜ, eliyle işaret ederek “Gelin” der ve SUNAY’ın
kulağına eğilerek kısık sesle çok kısa bir şey söyler. SUNAY, “Emredersiniz Sayın Başbakanım” der,
topuğunu vurarak döner ve arabaya yönelir. Gazeteciler dağılırken başbakan, Ulus muhabiri Hüseyin
EZER’i çağırır ve koluna girerek ona SUNAY’ı neden
tekrar çağırdığını sorar. EZER, “Hayır paşam, nasıl
bileyim!” karşılığını verir. İNÖNÜ, EZER’e şöyle diyor: “Bak Hüseyin, Başbakanlık kapısında duran
Sonraki dönemlerde Celal BAYAR, onun döneminde yargılandığını ve askere karşı tutumunu
beğenmediğini söyleyerek İsmet Paşa’yı tukaka ilan
etti. CHP’nin askerle arasına mesafe koyma çabası,
partiyi “27 Mayıs=CHP+ORDU” sözlerinden arındıran
gelişmeler oldu. ECEVİT ise bunları çok iyi kullanarak partide Ortanın Solu söylevine içerik getirdi.
Kadrolarını oluştururken sendikalarla işbirliği yaptı.
Biz sendika ve konfederasyon kongrelerini izlerdik.
Erzurum’da Türk-İş Kongresi’ne katıldık, kongrede
Seyfettin DEMİRSOY’un kazanması için birleştik,
çünkü o işçilerle, fabrikalarla, esnafla direkt
çalışıyordu. Değişmez bir yaklaşımı vardı: Eğer biz
halkın emeğinin değerlenmesi için çalışırsak, esnafa
da para kazandırırız. Böylece piyasa işler, işçinin
cebine girecek zam, esnafa yansır, esnafa yansırsa
sanayi hareketlenir. O dönemde Turhan FEYZİOĞLU,
arkadaşları ile beraber, bunu farklı yorumladı ve
müthiş bir McCarthyism yaptı. Bülent ECEVİT’i Marksist, diktatör ilan etmeler, sindirmeye çalışmalar...
Bu çalışmalar, sadece iktidar hırsının dışa vurulmayan tarafıydı ve aslında FEYZİOĞLU’nun partinin
başına geçme cesareti yoktu. Bülent ECEVİT, içten
bir tavırla, “gel başımızda sen ol, ben olmak istemiyorum” dedi, özveriyle arkada kalmak istedi. ECEVİT
iyi ki başımıza geçmiş. Partiyi başarılara götürdü,
demokratik sol anlayışını getirdi.
•NASIL: İnönü-Ecevit ayrışmasının nedeni 12
Mart müdahalesi karşısında İnönü’nün duruşu
mu, bunun dışında başka bir neden mi? 12
Mart yaşanmasaydı süreç farklı olur muydu?
•O.BİRGİT: Tabii ki farklı olurdu. 12 Mart bir kere
1961 Anayasası’nın belini büktü. Aydınlar sindirildi, bir karabasan çöktü, “balyoz hareketleri” falan
derken, artık elden çıkmıştı bazı şeyler. Yani orada
o dönemin genç kuşağından Denizleri, halkı yer
yer tepkiye getiren hareketleri ortaya koyuyorlardı.
Gerçi Deniz ve arkadaşları adam öldürmediler ama
o maceranın nerede başlayıp, nerede duracağını,
olayların aslında kontrolleri altında olmadığı da
daha sonra çıktı ortaya. Amerikan gizli örgütü de
çok uzaktan onları etki altına aldı sanırım. ODTÜ’ye
gelen Amerikan Büyükelçisi Commer’in aracının
yakılmasına yönelik olarak o istihbaratı edindim. CIA
yaktı o arabayı. Daha sonra Deniz ile konuştuğum
zaman da bana kızdı, haklıydı gerçi, kızabilir ama
Enternasyonal Marşı’nı bugün söylemekle o gün
söylemek farklı şeyler, dönem bambaşka... En küçük
şeyde güvenlik güçleri adamın ağzına yapışıyorlar,
Bayrağı da sarmışlar, bir süre Türk Bayrağı olarak
taşımışlar, sonra üzerindeki ayı da çıkartmışlar.
Sonra bu bayrak, taşıyacak olan çocuğa verilince
çocuğun elinde sadece kızıl bir bayrak olarak açılıyor.
Bu gençler giriyorlar muhafazakâr bir köye... Köyde
ilk izlenim, onların İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş
yabancı çocuklar olduğu yönünde. “Onuncu Yıl
Marşı” filan değil, çok daha gür sesle, lirik, belki
koral bir marş söyleniyor. “Neyin nesi bu Moskof’un
marşı?” diyecek, öyle ya sade vatandaş... Komünist
Partisi, Enternasyonal Marşı falan ne bilecek gidilen köydekiler! Ses çıkartmıyor kimse. Jandarma
geliyor, Ankara’ya marşlarla ilgili raporlar iletiliyor.
Plana göre Ankara’daki bir yere kadar çekecekler bu
gençleri, ondan sonra Anıtkabir’e girmeden tepelerine binecekler. CHP Gençlik Kolları da bu yürüyüşe
katılıyor o zaman... Çocuklara “en azından 5-10
metre arkadan yürüyün” dedim... Yani yürüyüş iyi
niyet amacını aşıyor. Başkaldırı çok kutsal bir şeydir.
Her şeye insan baş eğmez, “olmaz!” der, neden
olmayacağını yüksek sesle söyler, çevresini toplar,
sessiz bir siper oluşturur, bir şeyler yapar... Örgütleniyorsunuz, örgütleniyoruz...
Ama tepki araç yakmaya vardığında iş değişiyor. Ne
var ki ilginç bir şey var: Rahmetli Muğla Milletvekilimiz Seyfi Bey’in damadı araç yakılmadan 5 dakika
önce kayınbabasına COMMER’in arabası yakılmış
diye telefon açıyor. Ona da bir Amerikalı arkadaşı
söylüyor. Daha ortada araba yakılması falan yok, beş
dakika sonra yangın başlıyor...
•NASIL: CHP’de Ecevit’le siyasal akışı değiştiren
Söyleşi | Orhan Birgit
toplumsal desteğe, Ecevit’in 12 Mart karşısında
tutarlılıkla durmasının ne ölçüde katkısı vardır?
104
•O.BİRGİT: Büyük katkısı var. 12 Mart muhtırası
CHP’yi böldü. Rahmetli İNÖNÜ’ye askerin 12 Mart
muhtırasını verdiğini söylediğim zaman, “bana genel sekreteri bulun” dedi. “Genel sekreter Adana’ya
gidiyor” dedik, o zamanlar cep telefonu yok tabii.
“Ama meclise girip ben muhtıraya karşı çıkacağım”
dedi. Düşünebiliyor musun? TBMM Başkanı normal
birleşimi açacak, meclis toplanıyor zaten. TSK’nın
bir momerandumu mu, muhtırası mı diyecek?... Bir
soğuk duş...
İNÖNÜ’nün bana söylediği şey şuydu: “Mecliste
önce söz alacağım, çıkacağım kürsüye, ‘TBMM’yi bu
çağrıyı dinlememeye davet ediyorum, biz halkın iradesi ile seçildik, görevimizin başındayız’ diyeceğim.
Tüm dünya televizyonları yayınlarını durduracak.”
Darbeye böyle karşı durulur.
Darbe olmuş, aradan onlarca sene geçmiş, vay!
“Kahrolsun darbeciler!” bunları 90 yaşında mahkemeye verelim. Neredeydi aklın, cesaretin? İNÖNÜ,
“ben karşı çıkacağım” dedi ama biz biraz bekleme
taraftarıydık. O sırada Metin TOKER devreye giriyor,
İstanbul’dan Vehbi Bey (KOÇ) kendisine telkinde
bulunuyor. Konuşmalarıyla birdenbire İsmet Paşa’yı
tereddüde sevk ettiler.
•NASIL: Askeri müdahaleler karşısında
ECEVİT duruşunun gerekçesi ve anlamı nedir?
•O.BİRGİT: O koşullar altında sol bir partinin hiçbir
şekilde çalışamayacağını belirtti. Biz aynı sözleri 12
Eylül’de başa gelen idareye söyledik. Halkçı Parti,
daha sonra Sosyal Demokrat Parti’yi kurarak da tutumumuzu gösterdik.
•NASIL: Bu duruşun ECEVİT öncesinde ve
sonrasında sıklıkla oluşamamasının nedenleri nelerdir?
•O.BİRGİT: ECEVİT sonuna kadar direndi. Dışarıda
gazetecilere verdiği demeçler, Ankara’da cezaevine
giriyor çıkıyor, yazıyor, mahkeme oluyor, kendisinden başka kimse yok, izleyici sıraları bomboş...
Nerede halk? DİSK davasında sanıklar ve yakınları
dışında işçiler ortada yok... Herkes sinmiş. Halkın
da siyasi iradeyi demokrasi için örgütlenerek,
haksızlıkların karşısında çelik gibi durması ve
hoşnut olmadığı iktidarı o örgütlü gücü ile yıkması
çok kolay. Mahallelerde, gençlik kollarında, kadın
kollarında örgütlenirsin... Üniversitelerde, fabrikalarda kendi yaşıtlarıyla ilgilenirler, yanlarına çekerler, kadınlar ev ev dolaşırlar... Ben seçim aralarında
partiler tarafından düzenlenen mitinglerin insanları
toplumsal açıdan deşarj ettiğine inanarak mitingleri
tehlikeli görüyorum. Onun yerine bütün gücünüzü
örgütlenmeye versek, örgütlensek daha kalıcı işler
yaparız. Bu güç, AKP’yi siler süpürür.
•NASIL: 27 Nisan “e-muhtırası” sonrasında
CHP
yönetiminin
benzer
bir
duruş
gösterememesinin seçim sonuçları üzerinde
doğrudan bir etkisi olabilir mi?
•O.BİRGİT: Maalesef var, Çünkü mevcut iktidar
kendisini mazlum göstererek büyük başarı kazandı.
O günün koşulları altında herkes, Türkiye’de bir
cumhurbaşkanında aradığı ölçütleri yüksek sesle
dile getiriyordu. Silahlı Kuvvetler’in kendi gelenekleri içerisinde birdenbire “sen bu işe karışma”
denecek durumun olması çok zor, ordu da belli bir
evreden geçiyordu. Mustafa Kemal ATATÜRK’ü, İsmet
İNÖNÜ’yü, Cemal GÜRSEL’i, Cevdet SUNAY’ı, Fahri
KORUTÜRK Paşa’yı cumhurbaşkanlığına kendi
bünyesinden yetiştirerek getirmiş. Düşünebiliyor
musun, bir de ortada İç Hizmet Yasası var, kimse ona
dokunmak istemiyor. Öte tarafta Silahlı Kuvvetler’in
görevini sadece güvenlikle sınırlandırıyorlar. Öyle
mi, yoksa cumhuriyeti bütün esasları ile her yerde
mi koruyor Silahlı Kuvvetler? Bunu da tartışmaya
açsınlar.
•NASIL: Türkiye’de sol hareketin 50 yıldır
ECEVİT dışında başbakan çıkaramamasının
nedenleri nedir?
•O.BİRGİT: Şimdi hep başa dönüyoruz, hep aynı
şeyleri konuşuyoruz. Bülent Bey 18. Kurultay’da
büyük bir çoğunluğun beklemediği bir başarı
kazandı. O büyük çoğunluk CHP içerisinde var, halkta var, medyada var. Kimse öyle birdenbire CHP’nin
başına geçip kurulu düzeni değiştirebileceği
düşüncesinde değil. En azından İsmet Paşa, “sen
genel sekreter yardımcısı ol” diyebilecek kadar yakın
görüyor ECEVİT’i. İkinci evrede, hiç değilse parti meclisinde çoğunluk genelde eski ağabeylerle devam
etme düşüncesinde ancak Bülent ECEVİT, “hayır, genel sekreter ben olacağım, ama deneyimli olanların
bir bölümünü parti meclisinde muhafaza edeceğim”
deyip gene çoğunluğu kendi arkadaşlarına veriyor.
İsmet Paşa, ECEVİT’e soruyor: “Yahu sen nasıl başarı
kazandın?” ECEVİT diyor ki; “ben gittiğim yerde
parti lokallerinden önce, halk ile temasa geçerim. Kahvehanelerde toplantı düzenlerim, orada
söylediğim sözlerin etkisi vatandaşlarda, en azından
CHP seçmenlerine yakın insanlarda görüldü. Onlar da bulundukları ilçelerdeki parti örgütlerinde
‘yahu bu adamı partinin başına getirirseniz oyumuz
size!’ dediler.” O zamanki CHP’yi düşünün; toprak
ağaları, kent burjuvaları, kasaba eşrafından oluşan
kadroların direnci yavaş yavaş çözüldü. Alışmışlar
şehir kulüplerinde ziyafetlere falan, Bülent Bey
şehir kulüplerine girmezdi. Örgütten davetlere bir
tek şartla katılabileceğini söylüyordu; tartışmalar
kapalı kapılar arkasında olmasın. Çünkü millet
şöyle düşünüyor: “Biz şehrin girişinden itibaren bu
adamlarla birlikteyiz, onları karşılayıp ağırlıyoruz
ama iş toplantıya gelince kapılar bize kapanıyor,
kalabalığın niteliği değişiyor.” İçeride yiyelim, içelim, şerefe kadeh kaldıralım, onlar dışarıda beklesin!
İçeride ne yapıyorlar, ne zaman çıkacaklar, bilinmez.
Ama lokantaya giderseniz, lokanta herkese açıktır,
hatta lokanta ile herkesin girebileceği şekilde bir
anlaşma yaparsanız, gelenler de yemeğini yer, sizi
dinleyip, sorunlarını dile getirir. Bu beklenmedik bir
etki yaratır. Diğer türlü “şehir kulüplerinde ne var?
Ankara’dan bir bey gelmiş, orada oturmuş tıkınıyor”
diyen de olabilir, affedersiniz.
SAYI 5/6
Söyleşi
•NASIL: Bu bir yazgı mıdır, bu akışı tersine
çevirmenin yolu nedir?
mak. Ön seçimleri son derece demokratikleştirmek
lazım. Hatta sadece partililerin değil, partiye oy
vermesi muhtemel kişilerin de katılmasını sağlamak
gerek.
•O.BİRGİT: Benim söylediklerimi bir yol haritasına
çevirin, eğer inanıyorsanız. Örnek alacaksınız, önce
parti içi demokrasi, sonra ülkede demokrasiyi bu
örneklere uyarlayın. Parti içerisinde tek adamın
seçtiği kadrolar oluşmayacak. 1965 yılında milletvekili oldum, Bülent Bey’i daha evvelden tanıyordum.
Birbirimize ismimizle hitap edebilecek kadar
yakın arkadaşlığımız, gazetecilik birlikteliğimizi
destekleyecek bir geçmişimiz vardı. Sonuna kadar da
onu bırakmadım, onunla beraber partiden ayrıldım.
1969’da meclis yaz tatiline giriyor, Ekim ayında
genel seçim yapılacak, seçim takvimi belli, parti
içerisinde en etkili yöneticilerden biriyim, zaten İstanbul milletvekiliyim ve İsmet Paşa’nın özel
iletişimini de ben kuruyorum. Rapor veriyorum, gelen mektuplarını getiriyorum... Belli bir saatte kendisinden seçim çalışmalarım için izin istiyordum. O
da bana “Merak etme, ben seni destekleyeceğim” diyordu. Ne güzel, paşa desteklesin aday ol! İstanbul
sekiz milletvekili veriyor ben dokuzuncuyum,
CHP’nin kesin sekizi var, dokuza doğru da gidiyoruz,
ben dokuzuncu sıradan aday oldum, seçilemedim.
İsmet İNÖNÜ seçimlerden sonra “vah vah vah, çok
üzüldüm, ama hiç merak etme bir iki sonraki Senato
seçimlerinde elinden tutup aday yapacağım seni!”
diyor. Seneye kim öle kim kala! Yine Allah rahmet eylesin merkez yönetim kurulu üyesi ağabeyimiz “yarın
genel merkez adaylarını saptamak için toplanacağız,
seni Ankara’ya ikinci sıraya oturtacağız” dedi. Özetle, “bu seçimde genel merkezde Orhan BİRGİT olmazsa çok zorlanırız” dedi. Merkezde günlük işleri
programları falan ben ayarlıyorum. Aynı merkez
yönetim kuruluna üç arkadaş daha seçildi: Muğla
Milletvekili Seyfi Sadi PENCAP, Kırşehir Milletvekili Selahattin ALPASLANOĞLU ve Hasan ÜNLÜ...
En yakın arkadaşları dışarıda bırakarak bu seçime
gidiyoruz ama ben yapamam bunu. Ankara’dan gelecek adaylar böyle şey yapamaz, seçmenin sesinin
yansıması lazım. Bir sıradan 30 kişiyi seçmek vardır,
bir de karma yöntemle 30 kişiyi seçmek vardır yap-
Genel başkan konuşma kürsüsüne gelirken parti
grup başkanı da ayağa kalkıyor! Kâtip üyeler ayağa
kalkıyor, genel başkan hepsinin ellerini sıkıyor,
oturuyorlar... Öbür tarafta herkes cami cemaati
gibi oturmuş, nihayetinde o da milletvekili, sen de
milletvekilisin... Bir tek farkı var; bir toplumda kırk
hanibal varsa bir tanesi komutan! Herkes yerini bilecek, o senin temsilcin, empoze etmeyecek, duyuru
yapacak, danışacak, herkesin fikri alınacak, belirli
bir fikir ve gündem oluşturulacak. Bugünkü muhalefetin eksikliği işte bu. Muhalefetin içindeyken de iktidar zaten kendisi, partide tek adam haline geliyor.
Koyuver gitsin, sen aksini yap, yandaşını topla!
Ana muhalefet partisi rejim ve sosyal demokrasi
açısından büyük bir ivmeyle aşağıya kayıyor.
Söyleşi | Mümtaz Soysal
106
“FETHULLAH GÜLEN’İN
CUMHURİYETE VERDİĞİ
10 YILLIK SÜRE SONA
ERMEK ÜZERE.”
{
Prof.Dr. Mümtaz Soysal
Söyleşi: Ersan Barkın - “NASIL” Ankara
Çözümleyen: İlkay Halıcıoğlu
}
SAYI 5/6
Söyleşi
1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’te yer alan Soysal, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı sırasında yayınlanan “Anayasa’ya Giriş”
kitabında “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle Mamak Cezaevi’nde 14,5 ay özgürlüğünden yoksun bırakıldı. Türk siyasal tarihinde önemli yer tutan Yön
Dergisi’ni Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarıyla birlikte yayınlayan Mümtaz Hoca, 1991 seçimlerinde SHP listelerinden TBMM’ye girdi. CHP sürecinin ve kısa süreliğine
yürüttüğü Dışişleri Bakanlığı’nın ardından siyasal yaşamını DSP saflarında sürdürdü. Soysal’ın günümüz kuşaklarına örnek yönlerinden birisi “vuruşarak çekilmek”
biçiminde ifade edilebilecek tavrıydı ki hem CHP’den, hem de DSP’den ayrılış süreci bu şekildedir. Soysal halen Bağımsız Cumhuriyet Partisi Genel Başkanı olarak
siyasal çalışmalarını sürdürmektedir.
•NASIL: Askeri müdahaleler karşısında aydın
sorumluluğu nedir? Türk siyasal tarihinde bu
ne ölçüde karşılığını bulmuştur?
•M.SOYSAL: Aydın sorumluluğu bu müdahalelere gerek göstermeyecek politikanın
izlenmesidir. Bu politika izlenmedikçe askeri
müdahale olasılığı her zaman olacaktır. Cumhuriyetin kuruluşunda Kurtuluş Savaşının
büyük rolü oldu. Dolayısıyla asker de Cumhuriyete kendi çocuğu gibi sahip çıkmaktadır.
O evlat tehlikeye düştüğü zaman tedirgin
olması, en azından tedirginliğini belirtmesi
gerekir. Sistemimizde bunun ifade edilmesi için kurumlar da eksik değil. Sonuçta
Milli Güvenlik Kurulu başta olmak üzere 1961
Anayasası yapılırken biz böyle kurumların
bulunmasına gerek duyduk. Çünkü askeri
müdahalenin, darbeye dönüşmemesi için bu
çeşit uyarıların, bu çeşit düşünce ifadelerinin
olması gerekir. Dolayısıyla “Asker bu işe ne
karışıyor” sözü yanlıştır.
Her toplumda, her toplum kesiminin değişik
biçimlerde yürütülen politikalara müdahale
hakkı vardır, ağırlığını koyma hakkı vardır.
İşçilerin vardır, memurların vardır, derneklerin vardır, iktidarda olmayan diğer partilerin de vardır. Eğer çoğulcu bir toplumdan
bahsediyorsak bu çeşit ağırlıkların konması
da bunun gereğidir. Bu bakımdan ben bunda
olağanüstü bir şey görmüyorum. Asker de
özellikle laiklik tehlikeye düşüyorsa müdahale etmek hakkını kendinde gören toplumun
parçasıdır. Buna normal bakıyorum, bunda
anormal bir şey de görmüyorum. TÜSİAD
müdahale ediyor da ya da TÜRKİŞ müdahale
edemiyor da çok mu iyi oluyor. Onların da müdahale etmesi, kendi tarzlarında ağırlıklarını
koyması gerekmektedir.
da demokrasi dışı bir özellik olarak görenler zannediyorum kendilerinin ağırlığının
daha ağır basmasını isteyenlerdir. Ona da
müsaade etmemek Cumhuriyeti kurmuş olan
kuruluşlardan en başta olan ordunun hakkıdır.
Askerin Milli Güvenlik Kurulu gibi bir gerçeği
var. Aslında onun zayıflatılması Türkiye’de
bu gibi müdahalelerin daha da çoğalmasına
yol açabilir. Örneğin, seyrek toplanması, bir
takım dengeler aranması, sanki nihai yargı
organıymış gibi sizden bu kadar bizden bu
kadar diyerek sayısal bir hesaplamaya girilmesi saçmadır. Orası toplumun önemli bir kesiminin, hem de toplumca en saygın gösterilen kesimin kendi görüşlerini ifade etmesi
için kurulmuştur. Yararlı bir kuruluştur. Bunu
•NASIL: 12 Mart 1971 muhtırasından söz
ediyoruz.
•Peki 1971 müdahalesine kadar olan
süreçte örneğin İsmet İnönü’nün iktidar
olduğu dönemde Talat Aydemir hareketine
karşı koyup, 1971 muhtırasında muhalefetteyken muhtıraya destek vermesi bir
yaklaşım farklılığını mı gösterir yoksa iki
muhtıranın nitelik farklılığını mı gösterir?
•1971’de hangi muhtıradan bahsediyorsun?
•12 Mart 1971 muhtıradan çok bir darbe
niteliğindeydi. Biraz görüntüyü muhafaza
edip, parlamentoyu muhafaza edip hükümeti
düşüren bir darbeydi. İsmet Paşa kendinden
bir ismi Başbakan olarak verdi. Orada siyasal
bir çaresizlik var aslında, özünde darbe fikri
olan bir muhtırayı eğri bir sınır içinde tutabilmenin çaresi olarak düşünmüştür. Ama
Söyleşi | Mümtaz Soysal
108
ondan sonrasında zannediyorum gereken
ağırlığını koymakta güçlük çekti. Oysa Nihat
Erim vasıtasıyla bunu yapmayı düşünmüştü.
Oysa kişi seçimi yanlıştı. Nihat Erim’i seçmesi
yanlıştı. Çünkü Nihat Erim tek partili dönemde
bile Müstakil Grubun* üyesi olmasına ve kendisinden bu bakımdan bir görev beklenmesine
karşılık hem 1961 anayasasına lüks diyen bir
kişiydi hem de daha öncesinde de bazı sözleri
dolayısıyla karikatüristlerin Hürriyet Heykeline peştamaldan bir örtü koymasına yol
açan bir başbakandı. Dolayısıyla Başbakanlık
görevini İsmet İnönü’nün istediğinden farklı
bir şekilde gördü ve kendisi de mesela “Balyoz
harekatı”nın hazırlanmasında, bazı anayasa
kurucularının göz altına alınmasında büyük
rolü oldu.(*) Çünkü, bilinmez ama 1 Mayıstaki
gözaltına alınmalardan, Balyoz Harekatından
önce biz Hukuk Fakültesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’den dokuz kişilik bir heyet
oluşturmuş ve “Anayasa değişikliği istediğiniz
tarzda olmaması gereken bir şeydir. Bu kadar
ileriye giden bir anayasa değişikliği yanlış
olur.” demiştik. Bundan memnun olmadılar ve
Balyoz Harekatında biraz da o niyetle, Bülent
Nuri Esen gibi hocalar da dahil hepimizi göz
altına aldılar.
•NASIL: Peki 12 Mart darbesine Ecevit’in
karşı koyuşunun fikri temelleri nedir? Zira,
İsmet İnönü’nün Nihat Erim hükümetine
destek vermesi ve Ecevit’in tavrı partide
ayrışmanın da ön adımları.
•Aslında zaten başlamış olan bir hareket
var. Artık İsmet Paşa’nın kenara çekilmesini
isteyen ve “Ortanın Solu” hareketinin daha
kesin bir biçimde etki sahibi olmasını istey-
en bir hareket var. Dolayısıyla Ecevit biraz
arkasındaki “Mülkiye Cuntası” denen grupla
buna önayak oldu. Çünkü o cunta da adı cunta
olmakla birlikte pek de cuntalardan beklenen
radikalizme sahip değildi. Daha çok Turan
Güneş’in etkisindeydi.
•NASIL: Ecevit için de bir araç mı oldu 12
Mart süreci?
•Ecevit, olduğundan biraz daha sağa çekilmiş
oldu.
•NASIL: Oysa birçok kişi Ecevit çevresinin
partiyi sola çekmesinin başlangıcı olarak
nitelendiriyor bunu.
•Doğru değil. “Mülkiye cuntası”nı, başlangıcı
itibariyle ve genel felsefesi itibariyle pek de
öyle sol bir hareket olarak görüyorum. Çünkü
Turan Güneş, Demokrat Parti milletvekili
olarak geldi ve cuntanın düşünce liderliğine
soyundu ve temel fikri de şuydu: Cumhuriyet
Halk Partisi Kemalist düşünceyle, devrimci
yönüyle ancak bu kadar oy alabilir. Daha
fazla oy alabilmesi için ise biraz Demokrat
Parti gibi toplumun başka kesimlerine girmesi, onlardan yararlanması ve en azından
milli mücadelede az çok Mustafa Kemal’le
birlikte olmuş olan kesimi tekrar kazanması
gerekir demişti. Bu politikalar sanıldığı kadar
devrimci politikalar olmadı. Ecevit, İnönü ile
girdiği mücadelede bu düşüncelere alet olmuş
oldu. Nitekim sonlarına doğru kendi temel
düşüncelerini ortaya koydu. Mesela Fethullah Gülen okullarına sıcak bakılması, solda
birleşmeye yanaşmaması, Rahşan affı gibi.
•NASIL: Bülent Ecevit, 1960’lardan itibaren Türk siyasetine dahi oluyor. Aynı
dönemde soldaki aydınlar içinde sizin
de kurucusu olduğunuz Yön Hareketi ile
ilişki kurmayan neredeyse yoktu. Ecevit’in
hiçbir biçimde Yön Hareketi ile kendisini
ilişkilendirmemesi bir rastlantı mıdır?
•Kendisi istemiyordu, hoşlanmıyordu. Bizim
böyle bir hareket başlatmamız ve biraz klasik Atatürkçülükle, Marksist devrimci çözümler aramaya başlamamız biraz 3. dünyacılık
olarak görülüyordu. O bakımdan Ecevit, “Bu
yapılacaksa zaten biz yapıyoruz.” diyordu.
Ben eskiden beri tanıdığım için kendisini
yolda karşılaştık. Biz hareketi biraz daha sola
çekmek biraz daha devrimci bir hareket yaratmak istiyorduk. Ondan pek memnun kalmadı.
•NASIL: Ecevit siyasetin kucağına bırakılan
bir aktör müydü sizce? Çünkü Ecevit’in siyasal yaşama atılımı, bir mücadelenin sonucunda gerçekleşmiş değil.
•Sanıyorum biraz yetiştirilme tarzı. Biraz
kolej etkisi, Amerikan etkisi.
•NASIL: Peki sizin yollarınızın tekrar
Ecevit’le birleşmesi nasıl gerçekleşti?
Çünkü, Ecevit kendi seçim çevresi olan
Zonguldak’ta aday gösterdi sizi.
•“Veliaht” gibi değil mi?! Oysa, Zonguldak’a
gittiğimiz de gördüm ki ortada örgüt dahi
kalmamış, her şeyi yeniden kurduk.
•NASIL: Sonra sizin SHP-CHP birleşmesi
sonrası Genel Başkanlık konusunda adınız
SAYI 5/6
Söyleşi
yoğun biçimde geçti.
•NASIL: Peki bir karşı koyuş mümkün mü?
•Birleşme
olsun
istiyordum.
Belki
sonrasında ismim kurultayda Baykal’a karşı
düşünülmüştü. Ben ölçtüm, tarttım. Şu
kanaate vardım ki delege tabanı Baykal’ın
elinde. Karayalçın vardı, gözümün tutmadığı
bir kişiydi. Sonuç itibariyle çekilmeyi daha
uygun gördüm. Başkalarının yenilgi diye tabir
edeceği durumu uygun görmedim.
•
Karşı koyuş için büyük çaba gerekiyor. Yargı ve emniyet ele geçirildikten sonra
polisin, ordu müdahalesine karşı büyütülmesi ve buna uygun biçimde eğitilmesi
öngörülmüştü. Bunları gerçekleştirdikten
sonra şimdi ordunun saygınlığını zedelemek için uğraşıyorlar. Dolaysıyla Tahranvari,
İranvari bir tablo yaratıldığında askerin etkisiz kalmasını sağlamaya yönelik ciddi bir
tutum var. Sezdiğim bu. O bakımdan öyle bir
tehlike yakın görünüyor.
•NASIL:
Biz
sizlerin
1960’larda
yazdıklarınıza baktığımız zaman da
koşulların bugünkünden çok farklı
olmadığını görüyoruz. Şöyle ki yine Cumhuriyetin gerçekten tarihin en zorlu bir
dönemecinde olduğu iddiası var. Bu gün de
benzer bir yaklaşım içindeyiz. Ama bugün,
o dönem durumu aynı ifadelerle anlatan
insanların çok daha ciddi kaygı duyduğunu
görüyoruz. Gerçekten Cumhuriyet tarihi
bu gün yaşanana benzer bir süreçle karşı
karşıya kalmadı mı?
•Bence bu ölçüde kritik bir dönemeçte hiç
kalmadı. Çünkü çok mesafe aldı karşı devrim
diyebileceğimiz hareket. Neredeyse kendine verdiği sürenin sonuna yaklaşmak
üzere. Fethullah Gülen, 2000 yılında “10
yılımız var.” diyordu. Bunu “acele etmeyin”
anlamında söylemişti. Tepki çekmeyecek
sızmalar yapılmasını ve en başta emniyeti,
sonra yargıyı temel hedef olarak göstermişti.
Bu hedefler büyük ölçüde gerçekleştirilmiş
gözüküyor. Onun için son adımlarını atmak
bakımından belki de elverişli bir an bekliyor
olabilirler. Bu bakımdan ben ciddi bir tehlike
görüyorum.
(*) e.n. Balyoz Harekâtı:
•NASIL: Ama bu ifadelerin kullanıldığı önceki dönemlerden farklı olarak bu tehlikeye
karşı koyma güdüsüne sahip düşüncelerin
de daha az örgütlü, çok daha zayıf olduğunu
görüyoruz.
•O düşünceye sahip olanların çoğu zaten
etkisiz halde. Böyle bir teknolojik terör estirildi. Yani her yaptığınız şey duyulur, bilinir.
Dolayısıyla insanlar çok kolay suçlanabilir diyerek bir sindirme oldu. Görünürde bu da ister
istemez asker ile ilgiliydi. O bakımdan daha
önceki dönemlerde çok aktif bir biçimde buna
karşı koyan hatta bazen eylemciliğe kayan
hareketler vardı. Şimdi onlar da yok.
•NASIL: Bu tepkiyi ortaya koymanın başka
yolu yok mu? Yoksa bu bir yazgı mı?
•Anayasal düzenin vermiş olduğu olanakları
sonuna kadar kullanarak, bezmemek. Bütün
bu hava insanları bezdirmek, artık bir şey
değişmez, bu gidiş çevrilemez düşüncesini
oluşturdu. Tehlikeli olan bu. Yine toplumda
bütün bunları önleyebilecek güçlerin olması
gerekir. Üniversiteler var, gençler var, işçi
hareketleri var. Bunlar sindirildiği için tek
dayanılacak nokta ordunun en azından
kaşlarını çatması, sesini yükseltmesi,
uyarıda bulunması oluyor. Bunu da mümkün olduğunca anayasal düzeni bozmadan
yapması gerekiyor. Oysa aksine, ortada bir
çekingenlik var.
Söyleşi | Dr. Ali Nejat Ölçer
110
DÜN ve
BUGÜN CHP
{
Dr. Ali Nejat Ölçen
Söyleşi: Ersan Barkın - “NASIL” Ankara
Çözümleyen: Şahin Atakan Bayır
}
SAYI 5/6
Söyleşi
Ölçen, 1973 Seçimlerinde Bülent Ecevit’in önerisiyle kontenjandan İstanbul milletvekili seçilmiş, 4.(XV) ve 5.(XVI)
Dönem İstanbul milletvekili ve aynı zamanda CHP Grup
Başkanvekili olarak görev yapmıştır. Türk siyasal tarihinde halkın doğrudan girişimci olarak bulunduğu “Halk
Sektörü” olarak bilinen kavramın yaratıcısıdır. “Ecevit
Çemberinde Politika-Politika Çemberinde Ecevit”, “Kemalizmin Ekonomisi”, “İslâmda Karanlığın Başlangıcı ve Türk
İslam Sentezi” yayınlanmış kitaplarından birkaçıdır.
Söyleşi | Dr. Ali Nejat Ölçer
•NASIL: Cumhuriyet Halk Partisi’nin devletin kuruluşundaki ve devrimlerin biçimlendirilmesindeki rolü nedir?
112
•Ali Nejat Ölçen: Cumhuriyetimizin yazılı
tarihi, CHP’nin arşividir. Örneğin,1923’de
Cumhuriyetin açıklanmasını izleyen günlerde, Mustafa Kemal, siyasal partilerden
birinin iktidarıyla ülkenin yönetilmesini amaç
edinmişti. Demokrasi ülkeye ancak böyle
yerleşebilirdi. Bu düşünceye kendisi öncülük
ederek “Halk Fırkası” nı kurdu. Nasıl, hangi
koşullarda kuruldu, Halk Fırkası’nın yönetimi nasıl oluştu, hangi üyeler hangi görüş ve
düşüncede idiler, bugün bu soruların yanıtını
bilmekten yoksunuz. Çünkü, 12 Eylül 1980 ile
birlikte CHP’nin arşivine el konuldu, hiç kimse
o tarihsel arşivin nerede olduğunu bilmiyor. Umudumuz SEKA’ya gitmemiş olması ve
günün birinde CHP’ye geri dönmesidir.
Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştürülen
Halk Fırkası Mustafa Kemal’in öncülüğünde
yeni devletin sekular nitelikte olmasını
amaçlamıştı. O nedenle, 1927’deki kongresinde cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik ve de laiklik ilkesi kabul edildi.
Laiklik ilkesinin kamusal yönetim tarafından
özümsenebilmesi için, devletin sekular nitelikte olması gerekiyordu. Sekular devlet, ne
dinden yana, ne de dine karşıdır. Din dışıdır,
kararlarını nesnel ilişkilerden alır. Dogmalar
üstüdür. Yurttaşların hangi dinsel inançta
olduğuna karışma yetkisine sahip değildir.
Halife olan padişah ile şeyhülislam kıskacı
arasında yüzyıllar boyu, Anadolu insanı, her
tür haktan yoksun, yaşamaya tutsak edilmişti.
Eğer, Anadolu aydınlanacaksa, yaşayanlar,
niçin yaşadığını ve hangi haklara nasıl sahip olacağını bilmeli, devlet, onun inanç
ve kanılarına karışma hakkını kendisinde
görmemeliydi. Gerçekleştirilen tüm devrimlerin yaratıcısı “sekular devlet” kavramıydı,
bu kavramın sahipliğini de Mustafa Kemal’in
Cumhuriyet Halk Fırkası üstlenmişti. Özetle: Saltanat yerine Cumhuriyet, kul yerine
yurttaş, dogmalar yerine bilim.
Bu üç boyutlu devrimlerin tümü “evrim” içinde
gerçekleşmiştir ve evrim içinde devrim’in, tarihte bir benzeri de yoktur.
•NASIL: Mustafa Kemal sonrasındaki CHP’nin
bu rolü karşılayabildiğini düşünüyor musunuz? Mustafa Kemal’in CHP’si ile İnönü’nün
CHP’si arasındaki temel farklılıklar nelerdir?
•Cumhuriyetimizi var eden koşulların tümü,
Mustafa Kemal Atatürk-İsmet İnönü sentezinin ürünüdür. İnönü, hiçbir zaman, Mustafa Kemal olamamıştır. Fakat, O’nun kurduğu
devlete sahip çıkmasını bilmiş, İkinci Dünya
Savaşı’na girmemenin diplomatik başarısını
sağlayabilmiştir. Ne var ki, İnönü’nün CHP’si,
bir Mustafa Kemal’den yoksun olduğu için,
Marshall planıyla ABD’nin başlangıçtaki güler
yüzlü emperyalizmine Türkiye’nin kapılarının
açılmasındaki sakıncayı sezemedi. CHP’yi bu
kararıyla eleştirirken bir dış koşulu da gözden
uzak tutmamak gerekir: Stalin döneminde,
Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan’ı kendi
coğrafyasına dahil etmeye ilişkin açık ve
kapalı talepleri karşısında devlet politikası
kendisini Kuzey’den gelmesi olası tehlikeye
göre hazırlamayı ilke kabul etmişti. “Sovyet
Bloku”nun 1990’lı yıllarda dağılmasına değin
bu politika sürdü. Böylesi kurgulanan dış
politika, Dünya barışının bekçisi ve koruyucusu izlenimini uyandıran ve Batı’yı Nazizm’in
çizmesinden kurtaran ABD’nin tek seçenek
olması koşulunu ortaya çıkarmıştı.
1945’de Missury zırhlısının İstanbul’a gelişiyle
başlayan ABD hayranlığı, Mustafa Kemal’in
Cumhuriyetini kendisine bağımlı duruma
getireceği, İnönü dahil, o dönemin hiçbir siyaset adamının zihninde kuşku yaratmamıştı.
Sorunuzun yanıtı olarak Mustafa Kemal’in
“tam bağımsızlık” ilkesinin İnönü dönemi ve
sonrasında da CHP’si tarafından yeterince
korunamadığını söyleyebilirim.
Önemli bir fark da şudur:
Mustafa Kemal Atatürk’ün ekonomik gelişme
modeli, planlı sanayileşme yöntemine
dayanır. 1936 Sanayi Planı’nda ele alınan
yatırım konularının hemen hiçbirisi, ne İnönü
ve ne de onu izleyen Celal Bayar döneminde
ele alınmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün
Sovyet Rusya’dan sağladığı tarım uzmanları
tarafından “Türkiye’nin Zirai Bünyesi” konulu
yaklaşık 700 sayfayı aşan araştırma, ülkemizde “Alkoloid” tesislerinin kurulmasını
öngörüyordu ve 1936 İkinci Sanayi Planı’nda
verimlilik hesapları ile birlikte yer almıştı,
fakat Mustafa Kemal sonrası CHP, böylesi bir
projeye sahip çıkmadı. Et-Balık Kombineleri
yapımı ve hatta sentetik benzin projesi, yunus balıklarının teknik yöntemlerle korunarak
SAYI 5/6
Söyleşi
balık yağı dışsatımında değerlendirilmesi
projesi de aynı yazgıyı paylaştı, göz ardı
edildi. İkinci Dünya Savaşı koşullarında
kaynak yetersizliğinin buna neden olduğu
düşüncesini geçerli bulmak olanaklı değildir,
çünkü 1945 sonrası örneğin Marshall Planı bu
amaca yöneltilebilirdi.
syal ilişkilerde “jandarma devleti” nin rolü
birbirine karıştırılmaktaydı. 1950-60 dönemi,
Demokrat Parti’nin CHP’yi siyasal yaşamdan
silme savaşımını verdiği yıllar olarak nitelenmelidir. Yalnız CHP’nin değil, aslında Cumhuriyet karşıtlığının da siyasada boy gösterdiği
dönemdir 1950-60 arası. CHP’nin mallarına
el konulması, Halkevlerinin kapatılması, Köy
Enstitülerinin Ortaöğrenime bağlanarak “kara
tahta” eğitimine dönüştürülmesi “uygulama
içinde öğrenim, öğrenin içinde uygulama”
sisteminin yok edilişi, gibi. Çok partili siyasal
yaşamın DP tarafından benimsenmediğinin
sayısız örnekleri yaşanmış ve erkler ayrılığı ilkesi ters yüz edilmiştir. CHP bu dönem boyunca kendini koruma savaşımı vermek zorunda
kaldı, o yüzden, değişim çizgisinde bir ilkesel
gelişim olmadı. İlk köklü değişim, 1965 seçimlerine girilirken İnönü’nün “ortanın solu”
sloganıyla ortaya çıkmasıydı. Bu slogan’ın
Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) karşı bir panzer
etkisi yapmasının amaç alındığı düşünülebilir.
Çünkü, “Ortanın Solu”nun ne olduğu, neleri
ve hangi ilkeleri içermesi gerektiği konusu
1973 seçimlerine kadar CHP’nin yönetim
kadrosunu fazla ilgilendirmedi. Kanımızca o
kadro yeterince eskimişti.
İnönü döneminde parti içinde “Müstakil
Grup”un oluşturulması çok önemli bir adım idi
ve tek partili sistem içinde “muhalefet kanadı”
oluşturulmuştu. “Müstakil Grubun” 1942
yılında hazırladığı iktisadi raporu bugünün
Devlet Planlama Teşkilatı’nın 1000’in
üzerindeki kadrosuyla hazırlayabileceğini
sanmıyorum.
İnönü de kendine yeterli ekonomi politikasını
uygulamış 1948 yılında hazırlanan kalkınma
planı ne yazık ki, daha sonraki Demokrat Parti
iktidarı tarafından yok sayılmıştır. Bugün
DPT’nin yok sayılması gibi.
•NASIL:1965 seçimlerinden önce ortaya
konmaya başlanan ve devam eden, yaklaşık
10 yıllık süreçte CHP için temel siyasal eksen
haline getirilen “Ortanın Solu” anlayışı,
partinin kurucu kimliğinden uzaklaşmanın
aracı mıdır, yoksa tersine Kemalizm’in
yarattığı bir sürecin ürünü müdür?
•1950 seçimlerinde CHP’nin yenilgisi, onu
izleyen 29 Haziran 1950 Kurultayı’nda, “devletçilik” ilkesinden kopuşu da birlikte getirdi.
Seçim kaybının nedenlerinden birinin “devletçilik” olduğu savı o kongrede tartışılmış,
ilkenin ılımlı biçimi söz konusu olmuştu.
Oysa ekonomide devletin etkin rolü ile so-
“Ortanın Solu”,
CHP’yi ne kimliğinden
uzaklaştırmış, ne de Kemalizm’in güne
uyarlaması olabilmişti. O tarihte İnönü bile
kendisinin ileri sürdüğü bu iki sözcüğün bir
arada ne anlama geldiğini açıklamış değildi.
Genel Sekreter seçilen Bülent Ecevit’in “Su
içenin-tarla biçenin” benzeri sözlerini de
üzerinde düşünülmesi gereken konu olarak
benimseyen olmadı. Zaten benimsenmesi de
olanaksızdı, çünkü, ideolojiler literatüründe
böyle bir sloganı ne kullanan ne de işiten
olmuştu.
Eğer o sözün gerçekleşebilir sistem içinde yeri
olabilseydi, 1960’lı yıllarda Temsilciler Meclisi
üyesi ve aynı zamanda, CHP’nin danışmanı
olan Doğan Avcıoğlu, yayımladığı Yön dergisinde konuyu ele alabilir ve bizler Devlet
Planlama Teşkilatı’nda irdelemeye gereksinim
duyardık.
Zaten Ecevit de konuşmalarının hiç birinde
“ortanın solu” deyimini romantizmin dışına
çıkaramamış (bu konuda yayımladığı kitap da
dahil) nesnel boyutlarını ortaya koymamıştı.
•NASIL:Ecevit’in 1971 darbesine karşı
tutumunun, kendi ardında yoğunlaşan
toplumsal destek üzerinde doğrudan bir
etkisi oldu mu? Bu anlamda 28 Şubat ve
27 Nisan sonrası yapılan genel seçimlerde
yaşanan başarısızlıkların askerin demokrasiye müdahalelerine doğrudan ya da dolaylı
biçimde verilen desteğe bağlanabilir mi?
•1971 askeri müdahalesi, Demirel desteğinde
sağ ve gerici örgütlenmeye karşıymış görünümü altında, sol örgütlenmeyi yok etmeyi
amaçlamıştı. Bugünün Ergenekon operasyonuna benzer tutuklamalar birbirini izledi.
Ecevit’in CHP Genel Sekreteri olarak 1971’e
yüreklice karşı çıkışı O’nu umut durumuna
çıkardı ve İnönü’nün yerine Genel Başkan
olmasının yolunu açtı.
12 Eylül 1980 askeri darbe, sol eğilimi
ve CHP’nin Kemalist dokusunu ortadan
kaldıran, bugünün AKP’sini yaratan sonuçları
Söyleşi | Dr. Ali Nejat Ölçer
114
getirmiştir. Özellikle 1983 yılında Turgut
Özal’ın Başbakan Yardımcısı daha sonra
Başbakan oluşu, kardeşi Yusuf Bozkurt
Özal’ın Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı
olarak atanması, 1983 yılında Milli Kültür
Raporunun Türk-İslam Sentezi ekseninde
hazırlanması, din temeline dayalı eğitim ve
yönetim biçiminin alt yapısını oluşturmuştu.
Bu rapor, yönerge olarak kamusal yönetimin
her kademesine tebliğ edilmiş, Cumhuriyetle üstü kapalı hesaplaşmanın açık ve cepheden hesaplaşmaya dönüşmesinin yöntemini
amaçlanmıştı. Bugünün AKP’si o projenin
ürünüdür.
28 Şubat ve 27 Nisan ve PKK, aslında Cumhuriyete meydan okumanın provalarıdır. Gelecekte, Türk-Kürt-İslam Sentezi’nde odaklanan
“Federatif İslam Cumhuriyeti” ile burun buruna gelirsek kimse şaşırmamalıdır. Ergenekon
Operasyonları bu sisteme karşı çıkması olası
dinamikleri yok etmenin aracıdır. Avrupa
Birliği ve ABD’nin ülkemizdeki insanlık ve hukuk dışı uygulamalara seyirci kalmaları başka
nasıl açıklanabilir?
CHP, ne denli etkin olmaya uğraşırsa uğraşsın,
başarı sağlayamayacağı açıktı. Çünkü 12 Eylül
1980 sonrasının Türkiyesi’nden ancak bugünlere ulaşılmıştır. Bugünlerin temel özelliği,
paradan para kazandırmayı amaçlayan ekonomisi, şirketleşen devlet ve (devleşen değil,
birbirini ve devleti de satın alan) devletleşen
şirketler ve yazgısına boyun eğen, umarsız,
tepkisiz, miskinleşen toplum.
Kanımca bugünün sorunu, Türkiye’miz için,
artık ideolojik farklılıkların ötesinde Mus-
tafa Kemal’in Çankayası’na, Mustafa Kemal’in
ulusuna ve Mustafa Kemal’in devletine sahip çıkma sorunudur, ne sol ne de sağ sorunu değildir. “28 Şubat”ın Sincan’ı, 2010
sonrasının Türkiye’si olabilir. AKP rejimine
muhalif partiler ve CHP bunun ayırtında mıdır,
bilemiyorum.
•NASIL:Ecevit’in bu süreçte üstlendiği
rol ve 1973 ile 1977 seçim başarılarının
ardında, “Halk Sektörü”nü temel alan ve
“sosyal adalet”, “sosyal güvenlik” ,”emek”
gibi değerleri içeren “ortanın solu” anlayışı
mı vardır, yoksa tamamen dönemim
koşullarının yarattığı bir sürecin ürünü
müdür?
•Toplumda ya da siyasal arenada, CHP’nin
1973 ve 1977 seçimlerinde başarı kazanmasını,
ne “halk sektörü”, ne “sosyal adalet”, “sosyal
güvenlik” ve de “emek” gibi değerlerin etkili
olduğunu (o dönemi ayrıntılarıyla yaşamış bir
kişi olarak) düşünmüyorum. “Akgünlere”
bildirgesini İstanbul’da ne İl Başkanı Aytekin
Kotil, ne de Genel Sekreter Orhan Eyüpoğlu
okumuş değillerdi. Hiç birimiz seçim alanında
Halk Sektöründen, Öz yönetimden ya da sosyal
adaletten söz etmedik. Bunları konu alsaydık,
belki de dinleyici bulamazdık. Akgünlere Bildirgesinin sonuna Bülent Ecevit’in
yerleştirdiği bir tümce kitleleri coşturuyordu:
“Ne Ezen, ne ezilen, hakça bir düzen”.
İsmet İnönü gibi birini yıkıp Genel Başkan
kimdir merakıyla kitleler, meydanları dolduruyordu. Onun 1971 askeri muhtırasına Genel Sekreter olarak yüreklice karşı çıkması,
gençleşme gereksinimi duyan CHP’nin
umutlarını İnönü’den alıp, Ecevit’e aktarmıştı.
CHP, yeniden diriliyor gibiydi.
CHP’yi devinime geçiren ve kitleleri peşinden
sürükleyen, ne ideoloji ve ne de ilkelerdi,
sadece ve sadece “umut” denilen gizemdi.
Türkiye’nin buna gereksinimi vardı. Menderes-Demirel ikileminden bezmişti. Ecevit, “Karaoğlan” olarak yeni bir umuttu. Bu
umudun iktidara gelmesi gerekiyordu. Türkiye buna karar vermişti. Tıpkı DP’yi iktidara
taşıdığı 1950 gibi. O dönemin sloganı Selçuk
Milar’ın “Artık Yeter” diyen “el”i, 1973’de de
Ecevit’in “ne ezen, ne ezilen hakça bir düzen”
sloganı. Özetle, 1950, Türkiye’nin İnönü’den
kopuşunu, 1973’de İnönü’nün, CHP’den
kopuşunu getirdi. 12 Eylül 1980’nin, CHP’den
Ecevit’in kopuşunu getirdiği gibi.
•NASIL:1992’de yeniden kurulması sonrası
CHP’nin siyasal düzlemde konumlandığı yer
bakımından düşünceleriniz nelerdir?
•Genel Başkan Deniz Baykal hangi
konumdaysa, CHP, siyaset düzleminde o
konumdadır. Bu konum ise sıtabil yani belirgin değildir. Nasıl bir ekonomi politikası
izlenmesi gerektiği, monetarizmin nasıl reel
ekonomiye dönüştürüleceği, geri ödenmesi
olanaksızlaşan dış borç yükünden kurtulmak
için nasıl bir büyüme stratejisi izleneceği,
hangi ekonomik sektörün önceliği olması
gerektiği, teknoloji tercihinde, istihdam
açığı yaratmayacak biçimde, ne tür bir karar
alınacağı, istihdamdaki tıkanıklığın ve artan
işsizliğin hangi araçlarla nasıl çözüleceği,
sağlık ve eğitim sektörlerinde eşitliğin nasıl
sağlanacağı, sosyal politikalarda devletin
SAYI 5/6
Söyleşi
işlevinin nasıl düzenleneceği ve de AKP ile
başlayan, ülkenin bağımsızlığını zedeleyen, özelleştirilen temel sektörlerde devlet
etkinliğinin yeniden nasıl yaratılacağı, adaletsiz gelir dağılımının nasıl giderileceği, din
temeline dayalı eğitim çizgisinin bilimin gerçek yol gösterici çizgisine nasıl çekileceği, sosyal hukuk devleti koşullarının yeniden nasıl
yaratılacağı, sorunlarında CHP’nin kapsamlı
bir program hazırlığı var mıdır bilemiyorum.
anlaşmazlığa düşmemiz doğaldı. Çünkü, o
ilke vicdan ve inanç özgürlüğü ve de devletin her dine aynı yakınlıkta olması biçiminde
tanımlanmıştı. Oysa vicdanın özgürlüğe gereksinimi yoktur eğer gerçekten vicdan ise.
İnanç için de özgürlük tanımının kısıtlanışı
söz konusudur. Çünkü inanılan ögede zaten
özgürlük yoktur. Aslında önemli olan “inanmama ve farklı inanma” özgürlüğüdür. Bunu
da CHP güvence altına almalıdır. Ayrıca devlet bütün dinlere aynı yakınlıkta değil, aynı
uzaklıkta olmalıdır. 1992’lerin CHP’si benim
yönetiminde yer alacağım CHP olmaktan
çıkmıştı. Yıllar var ki, ne CHP beni arıyor ne
de ben, onların ne düşündüğünü merak ediyorum. Bugüne kadar hiçbir kurultayına çağrı da
almış değilim.
İki ayda bir yayımladığım ve ücretsiz dağıttığım
“Türkiye Sorunları” kitap dizisinin(1) Mayıs
1999’un 29.sayısında “CHP’i Yeniden Kazanmak” başlığı altındaki yazımda, sorunu “İlkesizlik” ve “öğreti eksikliği” olara
nitelemiştim.(2) Bir siyasal partinin, kendisini var eden koşulları, programında ve o programa özünü katan öğretisinde ve o öğretiyi
topluma benimsetecek ilkelerinde betimlemesinin gerektiğini yazmıştım. CHP için aynı
kanıyı sürdürüyorum. Neden, o yazıda da
değindiğim gibi, “İkinci kuruluş dönemi
sonrasında (1992) sosyal demokrasi ya da
demokratik sol kavramlara yeterince açıklık
getirilmemiş, hatta daha önce sağlanan
açıklık bile korunamamıştır” eleştirisiyle sorunu özetlemeye çalışmıştım. Örneğin, sosyal
piyasa ekonomisinden söz edilmiş, hiç kimse
ne olduğunu öğrenememişti. Niçin söz edildi,
neden unutuldu? Bu konuyu ayrıntılarıyla ele
almak, söyleşi sınırlarını aşacağı için, belki
ayrı bir yazı olarak ele alınabilir.
1992 yılında CHP’nin Parti Meclisine üye
seçilmiştim.
Program
Komisyonu’nun
başkanlığını genç yaşta yaşamını yitiren
İsmail Cem üstlenmişti. Laiklik konusunda
•NASIL:Anadolu Solu, Yeni Sol, Çarşaf
Açılımı gibi söylemler dikkate alındığında
bir siyasal partinin bir ideolojik yaklaşım
ötesinde, dönemsel koşullara karşı konum
belirlemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
•Bu deyimlerin hiç birinin bilimsellikle ve
ideoloji alanında değeri yoktur hatta ciddiye alınması da olanak dışıdır. Aslında ben
“sol” deyimini de argo olarak niteliyor ve
kullanıyorum. 1985 yılında anımsadığım
kadarıyla İngiliz İşçi Partisi Sekreteri’nin
bir makalesinde şu düşünceye rastlamıştım:
“Marksizmin demokrasiye, demokrasinin
marksizme gereksinimi var.” Sosyal Demokrasinin en özlü tanımı budur ve bugünün
CHP’si, 1973’deki Demokratik Sol öğretisini
güncelleştirmelidir. Yalnız Türkiye’nin değil,
küreselleşen ekonomiye ve monetarizm
adındaki reel ekonomi karşıtlığına ancak de-
mokratik sol öğretiyle çözüm bulunabilir ve
CHP bu öğretiye öncülük edecek potansiyele
sahiptir, tüm sorun yönetimin bu potansiyele
sahip çıkması sorunudur.
•NASIL:21.Yüzyılın beraberinde getirdiği
ekonomik, toplumsal ve uluslararası
koşullar göz önüne alındığında CHP’nin/solun başarısının koşulu, kurucu kimliğinden
uzaklaşmakta mıdır?
•21. yüzyılın getirdiği sorunların başında,
2009’da başlayan küresel ekonomik kriz
yer almakta. Bu krizi yaratan nedenler,
(örneğin sanal para) bu krizin çözümü için
kullanılmaktadır. Asıl sorun, üretimden kaçan
paranın paraya aşık olduğu monetarizmdedir.
Tüm dünya reel ekonomiye dönmeli ve 1970’li
yıllarda Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)
‘nun Komisyon Başkanı Sicco Manshold’un ileri sürdüğü gibi gelişmiş ülkelerin sıfır büyüme
hızı modelini, Prof.Dr.Erdinç Tokgöz’ün 1972
yılında İktisat Dergisinin 98.sayısındaki yorumuna uygun bir yörüngede izlenmelidir. Bu
yörünge küreselleşen krizin köklü çözümünü
sağlayabilir. CHP’nin bu alanda nasıl bir öneri
geliştirdiğini bilemiyorum.
•NASIL:Kemalizmin, çağı bakımından
üstüne düşen görevi yerine getirdiği, ancak Kemalizm’de ısrar etmenin 1930’lara
dönmek anlamında geldiği yaklaşımına
dair düşünceleriniz nelerdir? Kemalizm’in
yeniçağa ayak uydurabilmesi mümkün
müdür?
•Kemalizm, gelişmekte olan mazlum ülkelerin, emperyalizme karşı savunma aracıdır.
Söyleşi | Dr. Ali Nejat Ölçer
Kemalizm, geri bırakılmış ülkelerin de özgür
olabileceklerinin, kendine yeterli ekonomiyi
yaratabileceklerinin,
bilimde, teknikte,
kültürde ve sanatta,
gelişmiş ülkelerle
yarışabileceklerinin öğretisidir.
116
Kemalizm, ulus devlet sisteminin öteki adıdır.
Sekular ve ulusalcı devlet, kararlarını ulusun
uzun erimli çıkarlarını korumak amacıyla alır.
Önlemlerini buna göre saptar. Ulus devlet,
ulusalcıdır. Ulusu sadece kitle olarak görmez, onun bireylerden oluştuğunu ve bireyleri de korumak, geliştirmek, eğitmek için
kurumlaşır. Kurumlaşmayı ulusun içinde,
ulusla birlikte gerçekleştirir. Ulusalcı ulus
devletin hukuku, sosyal sınıfların hukukudur.
Sosyal sınıflar egemenliğine karşıdır. Öyleyse,
Kemalizm iç barışı korur ve barışçıldır, karma
ekonomiden yanadır, öylelikle toplumsal
yarar ile kazanç arasındaki sentezi yaratmayı
amaçlar.
Kemalizmin doğuş yıllarındaki en belirgin
niteliğini 1930 İktisat Programı’nda görüyoruz. O programda, ekonomi ile hukuk arasında
nesnelliğin var olması gereği öngörülmüştür.
Madde 5 ve 64’ü inceleyenler göreceklerdir
ki, “en yararlı yasaların ve en iyi yargıçların
iktisadi girişimlerin koruyucusu ve özendiricisi “ olmasını karar altına almıştır. Devletin
görevlileri de, yukarıdan buyruk ya da görev
almadan, kendileri halkın gereksinmelerini
sezecek ve ona göre görev üstlenecektir. Bu iki madde, bir arada düşünülünce,
Kemalizm’de “Adalet sadece mülkün temeli”
değil, aynı zaman da “mülk de (yani devlet de)
adaletin temeli”dir. İşte Kemalizm budur. Bu
nitelikteki öğretiye yalnız Türkiye’nin değil,
21.yüzyılın da gereksinimi var.
Kemalizm 1930’lara dönmek değildir. Sosyalizmin de Karl Marks’ın 1850’lerine dönmek olmaması gibi. Fakat ne yazık ki, İslam
dünyası, bu dini, 622 yılına dönmek biçiminde
uygulamaya çalıştığı içindir ki, bilimde, sanatta, teknolojide ve insan ilişkilerinde çağın
gerisinde kalmaktadır. Bunun Anadolu insanın
yazgısını etkilemesine, Kemalizm engel olmaya çalıştı. Kendisinin toplumsallaşması bir
başka deyimle kitleselleşmesine yol açacak
kurumları yapılandırdı: Türk Dil Kurumu, Türk
Tarik Kurumu, Halkevleri ve Halk Odaları, Köy
Enstitüleri. Bu kurumlar, Kemalist devrimlerin
kültürünü yarattığı için, gerici yığınların açık
ve kapalı saldırılarına karşı hala diriliğini koruyor.
Kemalizmin çağa ayak uydurması olanaklı
mıdır, diye soruyorsunuz. Tersine, çağ, Kemalizme ayak uydurmalıdır.
•NASIL:Var olan parti yapılanması göz önüne
alındığında, CHP’nin toplumsal desteğe sahip olamamasının sorumluluğunu halkta
mı, partide mi aramak gerekir?
•CHP’nin toplumsal desteğe yeterince sahip
olamaması yanılgısını, sadece partiye değil,
aynı zamanda halka ilişkin yanılgı olarak da
kabul etmek gerekir. 12 Eylül 1980 askeri
Editör notu:
darbesi, bugünün daha çıkarcı ve yazgıcı
halk yığınlarını ortaya çıkarmıştır. Tanık
olduğum bir gerçek şudur. CHP üyelerinden
kim varoşlara giderse, “ne getirdin“ sorusuyla
karşılaşmaktadır. AKP ahlak dışı çok yanlış
bir alışkanlığı “sosyal yardım” adı altında
yürürlüğe koymuştur. DPT’de hazırlanan “Milli
Kültür Raporu”n da “Din haritası hazırlanması”
görevinin devlete verilmesini koşul görmüştü.
Eğer böylesi görev yerine getirilmiş ve din
haritası hazırlanmış ise, AKP, kimlere bulgur,
fasulye, kömür verileceğini biliyor demektir.
Bu, Cumhuriyetin, demokrasinin, insan onurunun ve ahlakın yozlaştırılması değil de nedir?
CHP’nin parti yapılanmasında yanılgılar
olmadığını düşündüğüm sanılmamalı. Ne var
ki, kendi ilke ve programına uygun davranmayan parti yapısı bugünün sonucu değildir.
Böylesi bir sonuçta, Ecevit’in 1977 seçimleriyle birlikte göze aldığı yanlışlıkların payı da
var. Örneğin:
“Halk Sektörü” ilk kez 1970 yılında
tarafımdan ortaya atılmıştı. Hacettepe Ekonomi bölümünde çalıştığım zaman, Ecevit’in
kontenjanından TBMM’ye üye olduğumda
bu sektörü bana kurduracağı vaadine
güvenmiştim. Dr. Alev Coşkun, özyönetimin uygulayıcısı olacaktı. Vedat Dalokay’ın,
kentleri iç göçe karşı korumak amacıyla “Uydu
Kentler” projesi ele alınacaktı. Bu satırları
yazan kişi (Ali Nejat Ölçen) “Halk Sektörü” ile
“Köykentler”in bir bütün olduğu kanısındaydı.
(1) “Türkiye Sorunları” kitap dizisini, T.B.M.M’nin eski parlamenterlere uyguladığı ek ödemeyi Anayasa Mahkemesi’nin yürürlükten kaldırmasına rağmen, ödemenin çeşitli yöntemlerle ve hatta genişletilerek sürdürülmesine karşı, uygulamayı haksız
bulan Ali Nejat Ölçen, TBMM’nin sağladığı bu ödemeyle yayınlamakta ve okurlarına ücretsiz olarak sunmaktadır.
(2) e.n. Dr.Ali Nejat Ölçen’in “CHP’yi Yeniden Kazanmak” isimli makalesine http://www.olcen.net/index.php?id=242&action=printMakale adresinden ulaşılabilir.
SAYI 5/6
Söyleşi
Sonradan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı
olan Cahit Kayra ile Akgünlere Bildirgesini
hazırlarken, Genel Başkan Ecevit, “Tüm sosyal
güvenlik kurumlarının, Emekli Sandığı, SSK ve
BAĞKUR’un bir çatı altında toplanması ilkesini” beğeniyle karşılamıştı. Bu ilkelerin hiç biri
Ecevit’in Başbakan olduğu hiçbir dönemde
söz konusu olmadı ve adı bile anılmadı.
gereken kişinin Deniz Baykal olması gerekir. Genel Başkanlığının sürüp gitmesini
tüzüğün bu koşuluyla sağlaması, örgüte ve
de kendisine güvenmezliğin ürünü olarak
yorumlanabilir. Bu koşul CHP’nim eskimesi,
etkisizleşmesi sonucunu getirmekte.
Soru nedeniyle bu ayrıntılara girerken üzüntü
duyduğumu belirtmeliyim.
Tüm bu aksak yapılanmaya karşın, o günlerin
CHP’si bugünlerin CHP’sinden daha fazla halka yakındı. Umut olmayı yitirme aşamasına
henüz adım atılmamıştı.
•NASIL:Önümüzdeki
süreçte,
CHP
geleneğinin
toplumla
buluşabilmesi,
başarılı olması için üstlenmesi gereken rol
ne olmalıdır?
•CHP’nin geleneğinde, seçimi yitirmesi
bahasına topluma çağdaş davranışları aşılama
ve toplumu çağdaş kavramlara alıştırma
türünde bir işlevi üstlendiğini görürüz.
Sy. Şeref Bakşık’ın “CHP İle Bir Ömür” adlı
yapıtında (s.21) İnönü’nün, bunu çok anlamlı
şu sözüyle özetlediğine tanık oluyoruz: “En
büyük yenilgim, en büyük zaferimdir”.
Bugünün CHP’si önce kendi içinde demokrasiyi yeniden oluşturmak zorundadır. Genel Başkan adayı olabilmeyi delegelerin
yüzde 20’sininin imzasına (hem de divanda)
bağlayan koşul, demokrasiye olanak eşitliğine
aykırı olduğu kadar, Genel Başkanlık tekelini
de yaratmaktadır, bundan rahatsızlık duyması
CHP, sekular devletin laiklik ilkesini amacından
saptırma, gerici yığınlara ödün verme biçiminde algılama lüksüne sahip olmamalı. Kara
çarşaflı kadına CHP’nin rozetini takarak onu
partiye üye yapmak, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetiyle bağdaşamaz. CHP’nin böylesi
oportunizme gereksinimi olmamalıdır.
CHP’nin ekonomik siyaseti belirginleşmeli,
temel üretim tesislerinin özelleştirme adı
altında blok satışla, elden çıkarmaya karşı
tutumunu belirlemek zorundadır. Ülkenin
siyasal, ekonomik ve etnik kuşatma altına
sürüklenmesine karşı nasıl karşı çıkacağını
belirlemelidir.
AKP iktidarını eleştirmekle yetinmek, CHP’ye
siyasal iktidarın kapılarını açamaz. Eğer
amaç, iktidar olmak ise, topluma ülkenin
darboğazdan çıkışının ilkelerini açıklamak
zorundadır. Yönetici kadronun “parti içi iktidar” ile yetinmesi süreci terk edilmelidir.
Şimdilerde yeni siyasal oluşum özlemlerinin kaynağında sadece AKP’nin yanlışları
değil, fakat, aynı zamanda CHP’nin ülke
sorunlarına yabancılaşmasının da payı olduğu
yadsınamaz.
CHP gençleşmeli ve genç kadrolar, CHP
içinde Türkiye’yi tartışma olanaklarına
kavuşturulmalıdır. 1973 ve 1977 seçimler-
indeki başarı, aslında gençlerin başarısıydı.
Kadın Kolları ve Gençlik Kolları, CHP’nin
yüreği ve beyni idi. Bugün CHP bu yürekten ve
beyinden yoksun düşmüştür.
CHP’yi kendi içine kapalı olmaktan
kurtulması, CHP’nin yönetim burjuvazisinden
kurtulmasıyla olanaklıdır. CHP’nin 1970’li
yıllarının öğretisinin güncelleşmesine ve
bünyesindeki gençlerin tüzel kişiliklerini
kazanmasına ülkemizin gereksinimi var.
Türkçe Ezan Uygulamasının Yasal Süreci
118
{
}
Hüsnü Merdanoğlu
TÜRKÇE EZAN UYGULAMASININ
YASAL SÜRECİ
{
}
illüstrasyon:meriç canatan
SAYI 5/6
Siyaset
Türk Ceza Kanununda 1950 yılında yapılan düzenlemeyle; “Arapça ezan ve kamet” okuyanların cezalandırılacağı hükmü yürürlükten kaldırılmış, Türkçe ezan
okunması yasaklanmamıştır.
Günlük yaşamımızda “ezan indiği şekli ile okunmalıdır” görüşünde olanlara rastlanmaktadır. Oysa ezan, indirilen bir sure ya da ayet olmadığı
gibi Kur’an bile “indirilmiş” değildir. Din bilimcilerine göre Arap dili de kutsal değildir. “Çünkü Tanrı peygamberine bir dil ile hitap etmez.”
Tanrı, buyruklarını, yasaklarını ve öğütlerini peygamberin kalbine doğurur (vahi eder).(1)
Cumhuriyet döneminde Türkçe ezan uygulanması Atatürk sağ iken başlamış, yasal düzenleme 1941 yılında yapılmıştır. 1950 yılında yapılan
ayrı bir yasal düzenleme ile geriye dönüş gerçekleşmiştir.
Türkçe Ezan Uygulamasının Yasal Süreci
Türkçe ezan konusunun yasal süreci, ilgili
yasa metinleri kaynak gösterilerek aşağıda
incelenecektir.
Ancak önce
değineceğim.
120
“ezan”ın
ne
olduğuna
Türk Dil Kurumunun sözlüğünde ezan; namaz
vaktini bildirmek için müezzinin yüksek sesle
yaptığı çağrı olarak tanımlanıyor.
Yani ezan bir çağrı (davet) şeklidir ve ezan
metnine, Kuran’ı Kerimin bölümlerinden olan
surelerde ve sureleri oluşturan hiçbir ayette
rastlanmamaktadır. İslamiyet’in ilk yıllarında
saat, radyo ve diğer çağrı ve uyarı araçları
olmadığından duyurma ya da çağrı, sesli
olarak yapılmıştır. O dönemde doğal olarak
namaz vakitlerinin Müslümanlara duyurarak,
birlikte namaz kılınması da ezan okunarak
gerçekleştirilmiştir. Hitap edilen toplum (yani
camiye çağrılan cemaat) Arap olduklarından
ve Arapça konuşup, Arapça anladıklarından
dolayı, doğaldır ki çağrı şeklide Arapça
olmuştur.*
Uygulamaya koyduğu her ilke ve devrimi önce
bilim süzgecinden geçirerek ve halka benimseterek yaşama yansıtan, her uygulaması everensel nitelikte olan devlet kurucu Atatürk,
Türkçe ezan okunmasının din yönünden bir
sakıncasının olup olmadığını tartıştırdıktan
sonra ilk Türkçe azanı 1932’de okutmuştur.
Hafız Burhan, Sadettin Kaynak, Hafız Nuri
gibi hafızlarının bulunduğu bir komisyon da
Aralık 1931 tarihinden itibaren konu üzerinde
çalışmış, ezanın Türkçe çevirileri yapılmış,
okunacak metin ile ses uyumu (ahenk)
saptanmıştır.
Çalışmalar sonucunda
benimsenmiştir;
“Tanrı uludur;
aşağıdaki
metin
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı’dan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha (huzura erme)
Namaz uykudan hayırlıdır.”
Konuya resmiyet kazandırmak için Diyanet
İşleri Başkanlığı 18 Temmuz 1932 tarihinde
636 sayılı bildiri (genelge) ile bu metni bütün
camilere göndermiştir.(2)
Cumhuriyet dönemimizde Kur’an’ın Türkçe
tercümesi(3) ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Yerebatan Camii’nde ilk
Türkçe ezan da, 30 Ocak 1932 tarihinde Fatih
Camii’nde okunmuştur. 3 Şubat 1932 tarihine
denk gelen Kadir Gecesi’nde de, Ayasofya
Camii’nde Türkçe Kuran, Tanrının büyüklüğünü
dile getiren (tekbir) ve namazdan önce okunan iç ezan (kamet) okunmuştur.
Türkçe ezan okutulması ile ilgili yasal sürece
gelince; Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Şubat
1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe
okumalarını buna uymayanların kesin şekilde
cezalandırılacağı bildirilmiş,(4) ancak bu
bildiri bir yasa hükmüne dayanmamıştır.
Türkçe ezan uygulamasına yönelik yasa ile ilk
düzenleme, 1941 yılında 765 sayılı Türk Ceza
Kanunu’nun 526 ncı maddesinde yapılarak
uygulamaya konulmuştur.
Mart 1926 tarihinde yürürlüğe giren ve Kemalist Türkiye’nin temel yasalarından olan
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza
Kanununun(5); yetkililerin vereceği emre
uymayanların cezalandırılacağını düzenleyen
526 ncı maddesine 1936 yılında, 11/6/1936
tarih ve 3038 sayılı Kanun(6) ile yapılan
değişiklik sonucunda;
“Şapka iktisası hakkındaki 671 numaralı
kanunla Türk harflerinin kabul ve tatbiki
hakkındaki 1353 numaralı kanunun koyduğu
memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif
hareket edenler üç aya kadar hafif hapis veya
on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezasiyle cezalandırılırlar.” hükmünü içeren ikinci
fıkra eklenmiştir. Böylece; devrim kanunları
ile ilgili yaptırım hükme bağlanmış, ancak
ezan konusuna değinilmemiştir.
1941 yılında 2/6/1941 tarihli ve 4055 sayılı
Kanun(7) ile yapılan değişiklik soncunda,
söz konusu maddenin ikinci (son) fıkrası
aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:
“Şapka iktisası hakkında 671 sayılı kanunla
Türk harflerinin kabul ve tatbikına dair 1353
sayılı kanunun koyduğu memnuiyet veya
mecburiyetlere muhalif hareket edenler veya
arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar
hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar
hafif para cezasiyle cezalandırılırlar.”
1950 Mayısında iktidara gelen Demokrat Parti,
aynı yılın Haziran ayında 16/6/1950 tarihli ve
5665 sayılı Kanunu(8) yürürlüğe koymuştur.
765 sayılı Kanunun sadece 526 ncı maddesini
düzenlemek için yürürlüğe konulan bu Kanun
ile 526 ncı maddenin ikinci fıkrası aşağıdaki
şekilde değiştirilmiştir:
“Şapka iktisası hakkında 671 sayılı kanunla
Türk harflerinin kabul ve tatbikına dair 1353
sayılı kanunun koyduğu memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif hareket edenler 3 aya kadar hafif hapis veya 30 liradan 600 liraya kadar hafif para cezasiyle cezalandırılır.”
Görüldüğü üzere; 5665 sayılı Kanun, doğrudan
doğruya 526 ncı maddeye 1941 yılında
konulan “arapça ezan ve kamet okuyanlar”
ibarelerinin yasa metninden çıkarılması için
yürürlüğe konulmuş böylece; Arapça ezan
okuyanların cezalandırılacağı hükmü yürürlükten kaldırılmakla birlikte, Türkçe ezan
SAYI 5/6
Siyaset
okunması da yasaklanmamıştır. Bundan sonra da bu konuda başka bir yasal düzenleme
yapılmamıştır.*
(9) yanıtı üzerine, Celal Bayar’ın ruhu
huzur bulmuş olacak ki yasa değişikliği
gerçekleşmiştir.
Türkçe ezan okunması ve yeniden Arapça’ya
dönülmesini halk nasıl karşılamıştır? Siyasilerin tutumu ne olmuştur? Konu, Türkiye Büyük
Millet Meclisinde görüşülürken, Cumhuriyet
Halk Partisi grubunun tutumu ne olmuştur?
Sorularının yanıtına gelince:
5665 sayılı Yasa Tasarısının TBMM’de
görüşülmesine geçilirken, CHP sıralarında
bir kargaşa yaşanmış, oturumu yöneten Hulusi Demirelli, CHP adına söz alan Trabzon
Milletvekili Cemal Reşit Eyüboğlu’nun aleyhte
konuşacağını açıklamasına CHP’liler itiraz
etmişler ve CHP sıralarından ‘‘Belli değil,
hakkında konuşacak’’ sesleri duyulmuş böylece; Kemalist Büyük Türk Devrimi’nin yıpratma
sürecinin başlangıç noktalarından birisi olan
Türkçe ezan konusunda CHP’nin ödün vereceği
ve verdiği belli olmuştur.
Çok partili yaşamın ilk başbakanı ve eski
CHP’li Adnan Menderes, 4 Haziran 1950’de
verdiği bir demeçte ‘‘Arapça’’ yerine ‘‘din
dili’’ tanımını kullanarak, Arapça ezan
uygulamasına dönüleceğinin ipucunu vermekle, sanki din dili de varmış gibi, bu konuda
yeterli bilgisi olmayan halk çoğunluğuna şirin
görünme yolunu yeğlemiştir.
Atatürk dönemini yaşamış, bu dönemde
bakanlık ve Başbakanlık yapmış olan çok partili yaşamın ilk Cumhurbaşkanı Celal Bayar
başkanlığında toplanan DP hükümeti, Arapça
ezan yasağının kaldırılması tartışılırken Celal
Bayar;
“Arkadaşlar, kararımızla Atatürk’ün ruhu
muazzep olmaz mı (acı çekip incinmez mi)?”
diye sormuş, dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanı Nihat Reşat Belger’in;
“Büyük zaferimiz üzerine Atatürk’ün ruhu
o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim!”
Kürsüye gelen Eyüboğlu, ‘‘Bu memlekette milli devlet ve milli şuur politikası Cumhuriyetle
kurulmuş ve CHP bu politikayı takip etmiştir’’
diye başlamış ve Türkçe ezan konusunda:
“ .. ezan meselesi de bir dil ve milli şuur
meselesi telakki edilmiştir. Milli devlet
politikası, mümkün olan her yerde Türkçe’nin
kullanılmasını emreder. Türk vatanında ibadete çağırmanın da öz dilimizle olmasını bu
bakımdan daima tercih ettik.
Türkçe ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politika münakaşası açmaya taraftar
değiliz. Milli şuurun bu konuyu kendiliğinden
halledeceğine güvenerek, Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına
aleyhtar olmayacağız.’’(10) Açıklamasında
bulunarak, teslimiyetçi bir tutum izlemiştir.
Konu ile ilgili olarak halkın tepkisine gelince;
1932’de Ezanın Türkçe okunması ile ilgili karar radyolardan ilân edilince halk,
Türkiye’nin dört bir yanında sevinçten sokaklara dökülmüş, Tüm gözler minarelere
çevrilmiş ve ilk ezan sesini beklemeye
başlamış, Türkçe ezanı duyan halk sevinçten
çılgına dönmüştür.(11)
Aynı halk, 1950’de ezanın yeniden Arapça’ya
dönüştürüldüğünde; Türkiye’nin dört bir
yanında, cami sayısınca bir sevinç yumağı,
insan sayısınca mutluluktan ağlayan bir yürek
oluşturmuşlar(12), ”kendini öz vatanında hissedenler olmuştur.”
Aynı nesil halkın (18 yıllık bir süreçte yeni
bir nesil yetişmeyeceğine göre nesil aynı) bu
denli çelişkili davranmasını, ulusallaşma ve
aydınlanma sürecinin tamamlanamadığının
bir sonucu olduğunu vurguladıktan sonra belirtmek isterim ki; din bir inanç sistemidir ve
inanç sahipleri inandıkları dinin gereği olan
ibadeti yerine getirirler. İbadet toplumsal
bir kurumdur. Ezan ise topluma namaz vaktini bildiren bir çağrı yöntemidir. Doğaldır ki,
toplum hangi dili konuşuyor ise ibadet dili ve
ibadete çağrı dili o dilde olmalıdır. Ancak din,
hiçbir zaman, kişisel ya da siyasi çıkar aracı
olmamalıdır.
Neşat Çağatay, İslam Tarihi, Ankara, 1993, s.6.
(2) http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/440_Turkce_Ezanin_Oykusu.php
(3) “Cumhuriyet dönemimizde” diyorum çünkü Türkler Müslümanlıkla ilk kez tanıştıklarında Türkçe ibadet edip Türkçe Kur’an okumuşlar, doğal olarak çağrılarını da Türkçe yaptıkları gibi Osmanlı döneminde bile bir dönem ibadete Türkçe çağrı
yapılmıştır.
(4) http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk%C3%A7e_Ezan
(5) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 13/3/1626-320.
765 sayılı Kanun, Avrupa Birliğine uyum sürecinde yürürlükten kaldırılarak, yerine 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunun yürürlüğe konulmuştur. Böylece; Mahmut Esat Bozkurt’un 765 sayılı Kanunun gerekçesine yazdığı aşağıdaki
satırlar da arşivlik olmuş ve oradan, yüksek voltlu aydınlanma aracı gibi anlamak isteyenleri aydınlatmayı sürdürmektedir:
Kanunları dine dayanan devletler kısa bir süre sonra memleketin ve milletin isteklerini karşılayamaz olurlar. Çünkü dinler, değişmez hüküm ifade ederler. Yaşam süreklidir. İhtiyaçlar hızla değişir; din kanunları mutlaka ilerleyen yaşam karşısında
şekilden ve ölü kemiklerden öte bir değer, bir anlam taşımazlar. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinler sadece bir vicdani işi olarak kalması (gerekir) …. (Özgün metnine uygun aktaran; Çetin Yetkin, İktidara Karşı Türk Direniş
ve Devrimleri, Başlangıçtan Atatürk’e- Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayını, Antalya, 2007, . 2. Cilt, s.885.)
(6) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 23/6/1936-3337. (Yasa metinleri için bakınız; Yürürlükteki Bazı Kanunların Mülga Hükümleri Külliyatı, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, 1998, Cilt:1, s.53,58,89.)
(7) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 26/6/1941-4827.
(8) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 17/6/1950-7535.
(9) http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/440_Turkce_Ezanin_Oykusu.php
(10) http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2000/06/17/215558.asp
(11) http://www.milligorusportal.com/showthread.php?t=14996
(12) http://www.milligorusportal.com/showthread.php?t=14996)
Darbeli Demokrasi Döneminde Sol Şeritte Yaşanan Kırılmalar ve CHP
12 Eylül 1980 Cuma sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri ülke
yövnetimine el koydu. Bildiri kısa ve netti. Amacı “..ülke bütünlüğünü
korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve
kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis
etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan
kaldırmaktı.” Şimdi Türk demokrasisini 1150 gün yönetimde kalacak
olan komutanlar ve onların sıkıyönetimi koruyacaktı. Artık demokrasi
uğruna;
-
Çocuklara milli örf ve adetlere ters düşen isimler koyulamayacak,
-
Bazı gazeteler kapanacak,
-
YÖK kurulacak; ardı ardına üniversiteler açılarak, Evren fahri doktor unvanı alacak,
-
İlkokul, ortaokul ve liselere zorunlu din dersleri koyulacak,
-
Türk Dil ve Türk Tarih kurumları kapatılacak,
-
30 bin kişi Avrupa ülkelerine sığınma talebinde bulunacak ve 300 bin
denfazlakişiyedesakıncalıolduklarıgerekçesiylepasaportverilmeyecekti.
122
{
DARBELİ DEMOKRASİ
DÖNEMİNDE SOL ŞERİTTE
YAŞANAN
KIRILMALAR VE CHP
Şener Akyol
Bir de siyasi sakıncalılar vardı. Onlar ise 1 ay gözetim altında tutulacak,
82 Anayasası geçici 4. maddesiyle de siyasi faaliyetleri yasaklanan 723
kişi arasında onlar da yerlerini alacaktı.
CHP KAPANIYOR
}
Türkiye artık bambaşka bir ülke haline gelmişti. Öyle ki Ecevit
Gelibolu’dan çıkışından 1 ay sonra; arkadaşlarına, bu askeri müdahaleye karşı, 12 Mart’ta gösterdiği çıkışı yapmayacağını ve 12 Mart’taki gibi
istifa etmeyeceğini söylüyordu; fakat 29 Ekim‘de Milli Güvenlik Konseyi
Genel Sekreterliği’nden yayınlanan bildirinin ertesi günü, CHP Genel
Başkanlığı’ndan istifa ettiğinin açıklamasını şöyle yapıyordu: “..zorunlu
olacağı anlaşılan bu ayrılışı şimdi gerçekleştirmekte yarar gördüm.”
Nitekim yaklaşık 1 yıl sonra,16 Ekim 1981 tarihi, Ecevit’in erken ayrılış
nedenini anlatır gibiydi: Askerin yeşili bir demokrasi, başsız bir CHP
ve son olarak da siyasi partilerin kapatıldığı bir Türkiye. Diğer partiler
gibi CHP de kapatılmıştı ve halkın kurtuluş örgütü olan, demokrasinin
öncüsü, cumhuriyetten eski, ulu önderin partisi 62 yıllık dev çınar tarihe
karışmıştı.
SAYI 5/6
Siyaset
tik Sol Parti’nin Genel Başkanlığını eşi Rahşan
Ecevit’ten devralacaktı. Artık Ecevit, herkesten çok
savunduğu, 8,5 yıl Genel başkanlığını yaptığı, ulu
önderin partisine “Misyonunu tamamlamıştır” diyecek ve yeni partisiyle CHP’ye karşı en büyük muhalefeti de yapacağı günler yaklaşacaktı.
83 GENEL-84 YEREL SEÇİMLERİ
“MİSYONUNU
TAMAMLAMIŞTIR”
İlk ve tek tepki Bülent Ecevit’ten geldi. Hemen
bir açıklama hazırladı; fakat ne TRT’de ne de
yazılı basında yer buldu. Partililere çağrı yaptı:
“CHP’ye sahip çıkın.” 1983 ilkbaharında partilerin
kurulmasına izin verileceği duyurulduğunda ve bir
yıl sonra da seçimlerin yapılacağı açıklandığında,
Ecevit’in yanıtsız kalan çağrısı kendi yönetim kuruluyla arasını açacak ve CHP’nin yerine yeni bir parti
için gelen teklife “hayır” diyecekti. Açıklaması ise
durumu özetler nitelikteydi: “Bu ortamda sosyal
demokrat bir parti kurulamaz. Partilerin meslek
örgütleriyle, sendikalarla ilişkisi yasaklanmıştır.
Böyle bir parti bürolarda değil, kırlarda ve fabrikalarda, tabanda kurulmalıdır. Yaygın bir toplumsal
örgütlenme çalışması yapılmalıdır. Sosyal demokrat parti bu çalışmaların bir ürünü olarak ortaya
çıkacaktır. Bu çok uzun zaman alabilir. Bunu görmeye bizim ömrümüz bile yetmeyebilir” diyordu.
Fakat bu sözlerinden 4 yıl sonra (6 Eylül 1987’de)
referandumla siyasi yasağı kalkacak; 1 hafta sonra
da, 14 Kasım 1985’te kurulmuş olan Demokra-
83 seçimleri geldiğinde seçmenin önüne 3 seçenek
çıkarılmıştı(!): Özal’ın ANAP’ı, Turgut Sunalp’ın
MDP’si, ve Necdet Calp’in Halkçı Partisi. DYP, RP
ve Erdal İnönü’nün kurduğu SODEP veto kurbanı
olacak ve seçimlere katılamayacak, yıllar sonra ise
bu duruma Kenan Evren “Seçime sokmamak için
parti kurmalarını sürekli veto ettik.” diyecekti.
“Vetolu demokrasi”nin ilk adımını ANAP %45 ile
kazanmıştı. HP %30 ile ikinci, MDP ise %23 ile
üçüncü parti oldu.
25 MART 1984
Oy oranı (%) Parti Aldığı oy Oy oranı (%)
ANAP 7,263,493 41,3
SODEP 4,119,365 23,4
DYP 2,349,068 13,3
HP 1,545,593 8,3
MDP 1,252,459 7,1
RP 837,043 4,8
Büyükşehir Belediye Başkanlıkları
45.15 30.46 23.27 1.12 Şehir Başkan Parti
Ankara Mehmet Altınsoy ANAP
İstanbul Bedrettin Dalan ANAP
İzmir Burhan Özfatura ANAP
6 KASIM 1983
Parti Aldığı oy Milletvekili sayısı
ANAP 7,833,148 HP 5,285,804 MDP 4,036,970 Bağımsız 195,588 eğilimi” çıkıyordu.
211
117
71
-
Seçim sonrası dönemde CHP’nin eski kadroları
veto kurbanı SODEP’in bünyesine katılarak yerel
seçimler için güçlü bir sol yaratmaya başlamıştı.
Nitekim 1 yıl çok şeyi değiştirdi. Veto kurbanı partiler, katılamadıkları genel seçimin acısını, 84 yerel
seçimlerinde HP ve MDP’den çıkardı. SODEP ikinci,
DYP ise üçüncü parti oldu. Halk sandıktan ANAP’ı
%41 ile yine birinci parti çıkartırken, Sosyal Demokrat kesim açısından ise sandıktan “birleşme
SOLDA BİRLEŞME
Oyları %8’e düşen HP ilk adımı attı ve İnönü’nün
SODEP’ ine birleşme çağrısında bulundu.
2 Kasım 1985’te HP’nin adını SHP olarak
değiştirmesi ve 1 gün sonra SODEP’ in kendisini
feshederek SHP’ye katılma kararı almasıyla sol
Darbeli Demokrasi Döneminde Sol Şeritte Yaşanan Kırılmalar ve CHP
daha da güçlendi.86 Mayısına kadar Genel başkan
Aydın Güven Gürkan olurken, SHP 2.Olağanüstü
kurultayında parti dümeni artık 7 buçuk yıllığına
Erdal İnönü’ye veriliyordu.
1986 ARA SEÇİMLERİ
124
28 Eylül 1986 günü geldiğinde sol ikinci sınavına
hazırdı. 10 ilde yapılan ara seçimlerde SHP’ nin
oyları %22,8’ e ulaşırken, iktidar partisi ANAP %32
ye gerilemiş, 1 yıl önce kurulmuş olan Rahşan Ecevit’ in DSP’si ise %8,5’ta kalmıştı. SHP Genel Başkanı
İnönü ve DYP Genel Başkanı H.Cindoruk meclise
girerken, DSP Genel Başkanı Rahşan Ecevit ise meclis dışı kalmıştı. Seçim sonrası solda birleşme oldu
derken SHP’ye katılan HP çok geçmeden tekrar
kuruluyor (27 Aralık 1986), 3 gün sonra da Rahşan
Ecevit’in DSP’sine katılıyordu.
ESKİ KURTLAR GERİ DÖNÜYOR
Sıkıyönetimin koyduğu siyaset yasakları 84 yerel ve
86 ara seçimlerinde işlemez bir hale girmişti. Artık
Ecevit’in, Demirel’in, Erbakan ve Türkeş’in sahne
alma zamanı gelmişti.
Referandum yapıldı ve kılpayı (%50,23) sandıktan
geri dönüşe “evet” çıktı. Böylelikle liderler eski partilerine dönüş yapmış, Ecevit ise beyaz güvercinin
yeni lideri olarak, 29 Kasım 1987 genel seçimlerine
hazırlanmaya başlamıştı.
1987 GENEL SEÇİMLERİ
Özal, referanduma gitmişti gitmesine ve sonuç
“evet” çıkmıştı; fakat %49,77 lik hayır oylarının
kendisini yeniden tek başına iktidar yapacağını
düşünüyordu. Sandıklar açılmadan hemen
erken seçim kararı aldı. Ne SHP ne DYP seçime
hazırdı ve seçimi boykot etmeyi düşünüyorlardı.
Uzlaşamadılar. Bu şartlarda 87 seçimlerine gidildi
ve SHP seçime hazır olmamasına rağmen artık ana
muhalefet partisiydi. Fakat 87 seçimlerinde DSP
umduğunu bulamamıştı. Barajı aşamayan Ecevit
çifti 7 Mart 1988 DSP 1.Olağan Kongresinde politikadan çekildiklerini açıklayacaklar; 10 ay sonra,
Ocak 89’ Olağanüstü Kongresinde ise partinin
liderliğini tekrar alacaklardı.
29 KASIM 1987
Aldığı oy Oy oranı (%) Parti kili sayısı
36,31 ANAP 8.704.335 5.931.000 24,74 SHP 4.587.062 19,14 DYP 2.044.576 8,53 DSP RP 1.717.425 7,16 MÇP 701.538 2,93 Milletve292
99
59
-
ADIM ADIM
İnönü 87’de %24,8 ile dört partiyi geçmişti; ama
şimdi anamuhalefet liderinin parti içindeki ilk
sınavından geçmesi gerekiyordu. Genel Sekreter
Fikri Sağlar, görevden alınan İçel örgütünün iadesi üzerine istifa etmeye kalkınca, Genel Başkan
İnönü çok sinirlendi ve siyasetten çekildiğini
ilan etti. İnönü güçlükle vazgeçirildi. Fakat ok
yaydan çıktığında; yasakların kalkmasıyla aktif
siyasete dönen ve 12 Eylül öncesi CHP’nin en etkin isimlerinden olan Deniz Baykal SHP’de yükselmeye başlayacak, İnönü-Baykal çekişmesinin
ilk tohumları 25 Haziran 1988 günü toplanan
2.Kurultay’da atılacaktı. Bu kurultayda İnönü tekrar
Genel Başkanlığa seçilirken, Baykal’ın parti meclisi listesi SHP yönetimine damga vuracak, sonuç
Baykal’ın listesinin zaferiyle sonuçlanacaktı.1 yıl
sonraki 89 yerel seçimleri ise sıkıyönetimden bu
yana adım adım yükselen solun gövde gösterisine
şahitlik yapacaktı.
1989 YEREL SEÇİMLERİ
ANAP %45 aldığı 83 genel seçimlerinden bu yana
git gide düşüşteydi. 87’de de SHP büyük bir sıçrayış
yapmış anamuhalefete geçerek soluğunu ANAP’ın
ensesinde hissettirmeye başlamıştı. Şimdi bir
sıçrayış daha meclisteki çoğunluğa sahip ANAP’ı
yerel yönetimlerde azınlık bırakacaktı. Nitekim
öyle de oldu; ANAP 59 il belediye başkanlığından
57’sini kaybederken, İnönü-Baykal yönetimindeki
SHP; İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Gaziantep,
Kayseri gibi 6 büyükşehir belediye başkanlığını,
ayrıca 39 il, 283 ilçe ve 327 beldede belediye
başkanlıklarını kazanmıştı. ANAP ülkede azınlık
kalmıştı; fakat meclisteki çoğunluk Özal’ı; görevi 9
Kasım 1989’ da cumhurbaşkanlığı süresi dolan 12
Eylül’ün lideri Evren’in koltuğuna taşıyacaktı.
26 MART 1989
Parti Aldığı oy Oy oranı (%) kili sayısı
ANAP 8.704.335 36,31 Milletve292
SAYI 5/6
SHP DYP DSP RP MÇP Siyaset
5.931.000 4.587.062 2.044.576 1.717.425 701.538 24,74 19,14 8,53 7,16 2,93 99
59
-
Büyükşehir Belediye Başkanlıkları
Şehir Başkan Parti
Ankara Murat Karayalçın SHP
İstanbul Nurettin Sözen SHP
İzmir Yüksel Çakmur SHP
HEP KURULUYOR
Ülkede ANAP hala iktidardı ve artık SHP’nin gözü
orada, yani iktidardaydı. Fakat solun bu güçlü durumu çok geçmeden yerini iç çatışmalara bıraktı.
SHP, Paris’te toplanan bir Kürt konferansına
davet edilmişti. MYK bu daveti geri çevirmesine
rağmen, bazı SHP milletvekillerinin konferansa
katılması onları ihraca sürükledi. Kürt kökenlilerin ihracından sonra başlayan kargaşa ile SHP,
5.Olağanüstü Kurultay’ın kapısını çaldı ve 27 Ocak
1990’ da toplanan kurultayda Baykal yeniden Genel Sekreterliğe seçildi. İhraç olanlar ve ihraçları
protestocular çok geçmeden 7 Haziran’da HEP
(Halkın Emek Partisi) ‘i kurdular. Artık HEP, SHP’ ye
karşı muhalefete koyulacak, Doğu ve Güneydoğu
tabanını SHP’den koparmak için, deyim yerindeyse, elinden geleni ardına koymayacaktı.
İNÖNÜ- BAYKAL
ÇEKİŞMESİ BAŞLIYOR
SHP içindeki bu durum Baykal’ı güçlendiriyordu
ve O, Genel Sekreterlikten Genel Başkanlığa yük-
selmek istiyordu. Daha sonra Meydan Larousse’da
geçecek “Baykal Hizipçiliği” terimi 29 Eylül 1990
SHP 6.Olağanüstü Kurultayında, O’nu başkanlığa
taşımaya yetmedi. İnönü 504, Baykal 405 oy
alırken, Baykal’dan boşalan Genel Sekreterliğe Hikmet Çetin getirildi. Bu Baykal’ın İnönü karşısında
alacağı üç yenilgiden ilkiydi. İkincisi ise 27 Temmuz 1991 günü toplanan, kavgalı dövüşlü SHP 3.
Kurultayında 534 İnönü’ye karşı, 451
oy ile oldu.
1991 GENEL SEÇİMLERİ
Erdal İnönü, önce HEP’lilerin ayrılması, sonra
da Baykal’ın parti içindeki ayrılıkçı durumunu
kurtarabilmek adına 91’ genel seçimlerinde
HEP’ten gelen ittifak çağrısına kayıtsız kalamadı.
Güneydoğu oylarını da garantiye alacaktı; fakat
durum düşündüğünün aksine SHP’yi ANAP’ın bile
altına 3.sıraya atacaktı. (ANAP %24, SHP %20, RP
%16.) Ecevit’in DSP’si “ulusçuluk” tezini işlemeye
başladığı bu seçimlerde barajı kılpayı aşacak %10,8
ile 7 milletvekili çıkaracaktı. Demirel ise 12 Eylül’den
11 yıl sonra yeniden Başbakanlığa oturacak ve
Özal’ın Cumhurbaşkanlığına baştan itibaren karşı
çıkan Demirel- İnönü yakınlaşması DYP-SHP koalisyonuyla İnönü’yü başbakan yardımcısı yapacaktı.
80’ öncesinin CHP’si, sağın en büyük partisi AP’ye
kök söktürürken 90’ların SHP’si Demirel’in peşine
takılmış sürüklenmeye başlayacaktı.
20 EKİM 1991
Parti kili sayısı
DYP ANAP SHP RP Aldığı oy Oy oranı (%) Milletve-
6,600,644 5,862,363 5,066,546 4,121,292 178
115
88
62
27.0 24,0 20,8 16,9 DSP 2,624,310 10,8 7
SON YENİLGİ
Baykal her fırsatı değerlendirmeye çalışıyordu
ve sol sağın peşinde sürüklenirken 7.Olağanüstü
Kurultayda (25 Ocak 1992) yumruklar, tekmeler ve sandalyeler yine İnönü’de karar kılıyor,
516’lık İnönü 486’lık Baykal’a üçüncü yenilgisini yaşatıyordu. Bu yarışı izleyen Ecevit ise şöyle
söylüyordu: “SHP tükenmiştir. Bu gidişle barajı
bile aşamaz.”
CHP GERİ DÖNÜYOR
Ecevit’e göre SHP tükeniyordu; fakat o tükenen
SHP önemli bir adım attı ve 12 Eylül’ün kapattığı
partilerin açılmasını olanak sağlayan yasayı 92’
Haziran’ında meclisten geçirmeyi başardı. Bu, 12
Eylül ile tüm malvarlığına el koyulup, hazineye
aktarılan ve belgeleri kağıt fabrikasında yakılan
CHP mirasının tekrar toparlanıp, yarım kalan
yerden yoluna devam etmesi demekti.
VE BAYKAL…
Eski partililer hemen kolları sıvadı. Erdal İnönü
ve Ecevit’in kapısı çalındı, “CHP’yi sadece solun
değil eskisi gibi Türkiye’nin çatısı yapalım” denildi. Başlangıçta ikisi de “hayır” dememişti.
Görüşmeler 25. Kurultaya yaklaştıkça daha da
sıklaştı ve sonraları iki lider de Atatürk’ün partisine yaklaşmayacak, kurultay geldiğinde de
elde 2 aday kalacaktı: kuruluş çalışmalarında ön
Darbeli Demokrasi Döneminde Sol Şeritte Yaşanan Kırılmalar ve CHP
126
plana çıkan Erol Tuncer ve 6 aylık süre için çift
partili kalma hakkı bulunan SHP’li Deniz Baykal.
9 Eylül 1992 sadece partinin kuruluş yıldönümüne
değil Baykal’ın da partiye dönüşüne, hatta Genel Başkanlığa yükselmesine sahne olacaktı.
Artık CHP’nin, Atatürk’ten sonra İnönü, Ecevit ve
3. başkanı Baykal olacak ve şimdi aynı anneden
doğan üç ayrı soyisim 3 ayrı koldan halka ulaşmaya
çalışacaktı.
1993: ACI KAYIPLAR
92’, CHP’nin tekrar demokratik hayata katılmasıyla
kapanırken, 93’te Uğur Mumcu ve Madımak
Katliamları 34 aydını aramızdan ayıracaktı.
Katliamlar sonrası gözler başbakan yardımcısı
Erdal İnönü’yü ararken; O, Özal’ın ani ölümü
ile devletin zirvesinde değişiklikleri izleyecek;
hatta Demirel’i destekleyerek O’na Çankaya’nın
kapılarını açacaktı. Bu vurdumduymazlık partide
iç çekişmeleri doğuracak ve İnönü yeni kurultayda
aday olmayacaktı. SHP, 1 yıl sonraki yerel seçimlere
ise Çiller’in DYP’ sine karşı Karayalçın ile sandıktan
çıkmaya çalışacaktı.
SOL’uk’SUZ 94’ SEÇİMLERİ
Karayalçın yönetimindeki SHP, 94 yerel seçimlerine İstanbul’da Zülfü Livaneli, Ankara’da Korel
Göymen ile girerken; CHP İstanbul’da Ertuğrul
Günay’ı Ankara’ya ise Ali Dinçer’i aday göstermişti.
Fakat sonuç ne CHP’nin ne de SHP’ nin umduğu
gibi olacaktı. Sağın iki partisi DYP ve ANAP %27
ve %24’erlik oylarla 1.ve 2. olurken, Refah Partisi
R.Tayyib Erdoğan ile İstanbul’u, Melih Gökçek ile
de Ankara’yı alıp götürecekti. Ve artık Türkiye’de
Refah fırtınası esmeye başlayacaktı.
26 MART 1994
Parti Aldığı oy Oy oranı (%) kili sayısı
DYP 6,600,644 27.0 ANAP 5,862,363 24,0 5,066,546 20,8 SHP 4,121,292 16,9 RP 2,624,310 10,8 DSP Büyükşehir Belediye Başkanlıkları
Şehir Başkan Parti
Ankara Melih Gökçek RP
İstanbul R.Tayyip Erdoğan RP
İzmir Burhan Özfatura DYP
Milletve178
115
88
62
7
BİRLEŞMEYE DOĞRU
94’ seçimlerinde sol adeta silinmişti ve solda genel seçimlere kadar birleşme olmazsa oyların yine
bölüneceğinin ilk sinyalleri verilmişti. Bunu gören
iki parti SHP ve CHP kolları sıvadı ve 6 Kasım 1994
günü birleşmenin ilk adımlarını atacak olan protokolü imzaladı. Kamuoyuna açıklanan protokol şu
ilkeleri ön plana çıkarıyordu:
“Bireyin özgürlüğü, toplum yararı, emeğin
üstünlüğü, eşitlik ve dayanışma içinde
gelişme, farklı kültür ve kimliklerin koruması ve
geliştirilmesi, Kürt sorununun ülke bütünlüğü ve
oğulcu demokrasi içinde çözülmesi.”
FİYASKONUN ADI:
BÜTÜNLEŞME KURULTAYI
Bütünleşme kurultayı 28 Ocak 1995’te
toplanacaktı ve yine sorun en yüksek koltuğa kimin
oturacağıydı. İnönü’yü istenler de vardı, Ecevit’i
isteyenler de. Fakat yarış Karayalçın ile Baykal
arasında olacak; birleşmenin CHP çatısında, kendi
Genel Başkanlığında olmasını isteyen Karayalçın,
Baykal’ın kabul etmemesi üzerine büyük bir sürpriz yapacaktı. Halk canlı yayında televizyonları
başında kurultaya katırken SHP yoktu ve seçim
yenilgilerine alışmış sol bu kez, çocukları bile güldürecek bir fiyaskoya imza atıyordu.
YENİ FORMÜL: “ÇETİN”
yahut “HİKMET ABİ”
Birleşme sürecinin kesilmemesi, bütünleşme fiyaskosuyla tam bir zıtlık oluşturuyordu. Gazeteler
alaycı bir şekilde bütünleşmenin ancak ahrette
olacağını çizerken; 2 bilinmeyenli denklem 26.Kurultayda (18 Şubat 1995) Hikmet Çetin formülüyle çözüldü.12 Eylül rejiminin en zor günlerinde
binbir güçlükle kurulup siyasete giren SHP tarihe
karışırken, 8 ay sürecek yeni formül Çiller- Çetin
koalisyonuyla devam ediyordu. Bu dönemin büyük
sürprizi ise parti başkanlığı tekliflerini sürekli reddeden İnönü’nün, kendisine yapılan Dış İşleri
Bakanlığı teklifine onay vermesiydi.
BÜYÜKLERDEN MİRAS
CHP’de artık liderlik kavgalarının sonunun
geleceğini sananlar çok geçmeden yanıldı. Parti
içi çatışmalar büyüklerden mirastı ve CHP’nin
27. Kurultayı 9 Eylül 1995 günü toplanmıştı.
Bütünleşme kurultayında büyük fiyaskoya neden
olan Karayalçın, bu kez Baykal’ın karşısındaydı.
Seçimler yapıldı, 681 oy ile Karayalçın’ı ikiye kat-
SAYI 5/6
Siyaset
RP DYP ANAP DSP CHP MHP HADEP 6,012,450 5,396,009 5,527,288 4,118,025 3,011,076 2,301,343 1,171,623 21,4 19,2 19,6 14,6 10,7 8,2 4,2 158
135
132
76
49
-
“NUR” TOPU GİBİ BİR
KOALİSYON: “REFAHYOL”
layan ve 3 listenin çarpıştığı Parti Meclisi seçimlerinde de başarıya ulaşan Baykal, CHP’nin dümenini yıllar sonra, tek başına eline almıştı. Şimdi
akıllardaki tek soru, 72 yıllık CHP’nin ‘95 seçimlerinde sıralamanın neresinde yer alacağıydı.
SOL REFAHA KAVUŞUYOR
Seçimler yaklaşırken huzur buldu sanılan CHP’de
ayrılıklar başlıyor, genel yönelim DSP’ye doğru oluyordu. Dış politikada, ülkemizin Gümrük Birliğine
alınması halka bir marifetmiş gibi yansıtılıyor, Çiller
de Baykal da bunun kendi başarısı olduğunu ileri
sürerek oy toplamaya çalışıyordu. 24 Aralık günü
geldiğinde ise artık Türkiye keskin bir dönemece
giriyordu. Yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara’yı
alıp götüren RP, asıl tokadı ‘95 seçimlerinde vuruyordu. CHP barajı kılpayı aşarken solun toplam milletvekili sayısı sağdakilere yaklaşamıyordu.
24 ARALIK 1995
Parti Aldığı oy Oy oranı (%) kili sayısı
Milletve-
Seçim sonuçları solda beklenen kavgayı getirmekte gecikmedi. CHP’nin SHP kökenlilerle, Ecevit’in
ise “Çile Çiçekleri” ile arası açılmıştı. Fakat soldaki
bu kriz ülkedeki krizin yanında SOL’da SIFIR kalacak, ülkede Erbakan rüzgârının “kanlı mı kansız
mı?” olacağı tartışılmaya başlanacaktı. 6 Mart 96’
da ülke yönetimini alan Yılmaz-Çiller koalisyonu
sadece 3 ay sonra, yerini REFAHYOL’ a bırakacak
ve Erbakan’ın 30 yıllık Başbakanlık rüyası şimdi
gerçekleşmiş olacaktı.
O YIL ŞUBAT, 28 ÇEKİYORDU
Yerel yönetimlerden sonra genel yönetimde
de direksiyonu ele alan Erbakan, ülkeyi hangi
yoldan muasır medeniyetler düzeyine çıkaracaktı?
İslamcılığı radikal bir yoldan mı izleyecek, yoksa
merkez sağın ılımlı bir partisi olmayı mı seçecekti?
İlk yolun kapalı olduğunu, 4 Şubat 97’ günü Sincan
sokaklarından geçen tanklar gösterdi. Demokrasiye “ince ayar” yapılmış, ordu yönetime el koymaktan son anda vazgeçmişti. Karadayı “Bu defa
silahsız kuvvetler halletsin” diyerek 28 Şubat 1997
MGK’sında, muhtıra gibi bir bildirin altına imza günü
düzenlemişti.
HAVADA İKMAL
Bildirinin altında Erbakan’ın da imzası vardı. Fakat
Erbakan iktidara, 28 Şubat kararlarından daha fazla
sahip çıktı. Durum kışlada hoş karşılanmıyordu. Üstelik RP’liler, yöntemin kanlı olacağını söyleyerek ipleri
daha da germeye başlamıştı. Ama artık generaller
de konuşuyordu ve REFAHYOL’un yakıtı tükenirken
olası en güzel formül “Havada yakıt ikmali” gibi
gözüküyordu. Fakat “kule” havadaki bu ikmale izin
vermeyecek, REFAHYOLU devirmek için Cindoruk’un
başını çektiği bir grup DYP’den ayrılarak, Demokratik
Türkiye Partisi (DTP)’ni kuracaktı. Çiller ise eski Genel
Başkanı Demirel’in, Mesut Yılmaz’ı Başbakan olarak
atamasını ve 16 Ocak 1998’de RP’nin kapatılmasını
evindeki televizyonundan izleyecekti.
DSP HÜKÜMETTE -CHP ERKEN
SEÇİM PEŞİNDE
Darbeli Demokrasi Döneminde Sol Şeritte Yaşanan Kırılmalar ve CHP
128
Hükümet kurmakla görevlendirilen ANAP, DSP ve
DTP’yi yanına alarak, dışarıdan da CHP’nin desteğini
SAĞlayarak 12 Temmuz 1997 günü meclisten
güvenoyunu aldı. Şimdi Refahyol yerine ANASOLD iktidardı ve yeni iktidarın ilk görevi 28 Şubat
kararlarını uygulamaktı.(!) Fakat çok geçmemişti
ki Yılmaz ile komutanların arası Ankara’nın o soğuk
günlerini aratmadı. Ordunun irticai faaliyetleri
izlediği haberleri üzerine “Ben böyle bir görev vermedim” diyen Başbakana, 28 Şubat’ı hatırlatan bir
de 20 Mart duyurusu yollandı. Bu duyuru zaten binbir güçlükle kurulmuş olan koalisyonu zayıflatacak
ve fırsattan yararlanan Baykal’ın erken seçim
baskılarına karşı hükümeti, 99 yerel ve genel seçimlerini bir arada yapmaya zorlayacaktı.
SAYIN MARTİN SOLA IŞIK
TUTUYOR
Ülkede hava şartları böyleyken, DSP 7. Kurultayında
bayram havası vardı. Yeniden Genel Başkan seçilen
Ecevit, Baykal’a çatıyor: ”Hükümet düşerse sorumlu
olur” diyordu. Baykal ise 28. Kurultay’a 6 okun ilk
üçünü hatırlatan, Ricky Martin’in Un, Dos, Tres
parçası eşliğinde alkışlarla giriyor, Başbakanlık istiyordu. Salonu süsleyen pankartlarda değişim mesajı
verilirken, CHP yeni seçimlere tam anlamıyla “bomba” gibi hazırlanıyordu. Fakat bu değişim seçmenin
hoşuna gitmeyecek, seçimler sonrası en anlamlı öz
eleştiri Parti Meclisi üyesi Hasan Fehmi Güneş’ten
gelecekti:
“CHP’lilerin özlediği, beklediği, CHP’nin gerçekten
kendisidir. Gerçek CHP’yi seçmene, CHP ’lilere sunmak yeterlidir. Özlenen, istenen odur. Onun devrimci kimliğinde, örgütsel yapısında, yenileşmeyi bütün
boyutları ile gerçekleştirecek, açılımları sağlamaya
elverişli bir çizgi vardır. Bu yeni sol, yeni CHP, bir
özentiden ibarettir. 1995 seçimlerinde CHP’ ye oy
verenler, Atatürk’ün partisi olan CHP’ye, gerçek CHP
özlemine oy verdi. Bir grup da ”yeni CHP” sözünden
ürkerek oy vermedi. CHP’ nin adını değiştirmek, kimsenin haddi değildir, hakkı da değildir.”
ANASOL-D ÇÖKÜYOR
CHP, ılık ılık değişim rüzgarlarıyla oyalanırken;
ülke bir anda güneyden gelen soğuk “savaş
rüzgarlarının” etkisine girmişti. 20 yıldır terörü
destekleyen Suriye’ye karşı sabırlar tükenmiş, ülkesinde barındırdığı Öcalan’ın teslimi için sınıra
yığınak yapılarak, müdahale edilmesine ramak
kalmıştı. İşte tam bu sırada CHP beklenmedik bir
iş yaptı ve hükümeti düşürdü. Baykal erken seçim
kararı aldırdığında eleştirildiği gibi, hükümeti
düşürerek partiye oy kaybettirmekle de suçlanacak;
fakat sonucun öylesine kötü olacağını kimse tahmin edemeyecekti. Anasol-D kendi içinde oyuncu
değişikliği yapacak; Ecevit, ANAP ile DYP’nin de
desteklerini alarak hükümetin başına geçecekti.
Şimdi mecliste 4. parti olan, Ecevit’in %14’ lük DSP’si
seçime hükümetin tepesinde hazırlanacaktı.
Parti kili sayısı
DSP MHP FP ANAP DYP CHP HADEP Aldığı oy Oy oranı (%) Milletve-
6,919,670 5,606,583 4,805,381 4,122,929 3,745,417 2,716,094 1,482,196 136
129
111
86
85
-
22,2 18,0 15,4 13,2 12,01 8,71 4,75 Bu tablo Türkiye’de bir devrin batışıydı. CHP, tarihinde ilk kez barajı geçememiş ve kurucusu olduğu
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girememişti. Bir
başka ilginç nokta ise rejim savunucusu CHP gibi,
rejimle kavgalı FP de önemli ölçüde oy kaybetmişti.
Seçimin bir galibi MHP olurken, diğer galip DSP’nin
Ecevit’i, 18 yıl boyunca mücadele ettiği CHP’yi
barajın altına iterek Mecliste solun tek temsilcisi
olmuştu. Ve 20 yıl sonra Ecevit yine Başbakandı. CHP,
18 Nisan’da sarsılırken, Marmara ve yüreklerimiz 17
Ağustos’ da, ekonomi ise kriz dalgasında CHP’nin
peşinden yerle bir olacaktı.
99’ ÜLKEDE ÇOK ŞEYİ
DEĞİŞTİRİYOR
ANKARA’NIN TAŞI,
GÖZLERİMİN YAŞI
Baykal’ın baskısıyla bir yıl önce kararlaştırılan
sandıklara, seçmen hem yerel hem de genel seçimler için gidiyor, 20.yüzyılın son seçimlerinde CHP’ye
bir ilki yaşatıyordu. DSP ise kamuoyunda olumlu
izler bırakmayı başarıyor, Kenya dönüşü hanesine
bir puan daha yazdırıyordu. Sonuç Türkiye’de bir
dönüm noktasını daha gösteriyordu.
Halk canlı canlı gömülen “önderin ulu mirasını” yaşlı
gözlerle izliyordu. Seçim yenilgisi CHP’yi derinden
sarsarken, Baykal 22 Nisan günü görevinden istifa
ediyor, CHP sonu belli olmayan bir ilginç yolda ilerlemeye başlıyordu. Artık CHP’de her kafadan bir
ses çıkmaya başlıyor, “Sorun genel başkanlık sorunu değildir. Siyaset yapma anlayışı, örgüt yapısı,
toplumsal tabanla olan ilişkiler gibi söylemleri
yeniden tanımlama” gibi sözler söylense de 10’dan
18 NİSAN 1999
SAYI 5/6
Siyaset
fazla Genel Başkan adayı öne sürülüyordu. CHP
bunlarla boğuşurken; Ecevit, 12 Eylül öncesi husumetleri bir kenara bırakıp MHP ve ANAP’ı alıyor, DSPMHP-ANAP koalisyonunu kuruyordu.
ise tekrar yapılmak üzere 26 Haziran’a ertelendi.
Ve şimdi, Parti Meclisi, MYK’sı ve Genel Sekreter ile
yardımcıları olmayan bir Genel Başkan Altan Öymen
asıl ‘YENİ’likti.
5 ADAY
9. Olağanüstü Kurultay’a gidilirken 6 ok yine Genel Başkanlık sorununda düğümleniyordu. Adaylar azaltılmaya çalışılıyor ve tek aday konusunda
girişimler sürüyorken, Baykal bir sürpriz yaparak Genel Başkanlığa yeniden aday olabileceğini söylüyordu. Fakat muhaliflerin Baykal’ın değil kendisine, resmine bile tahammülü yoktu ve aday olmayan Baykal
kurultaya da gelmiyordu. Sayıları 5’e düşen adaylar,
22 Mayıs günü sandığa giriyor, nefesler tutulmuş
6.Genel Başkanın hangisi olacağı bekleniyordu: Altan Öymen, Hasan Fehmi Güneş, Murat Karayalçın,
Hurşit Güneş ve Ertuğrul Günay.
‘YENİ’LİKLER VE ‘YENİLİK’LER
Genel Başkan ancak 3.turda en fazla oy alan adayın
belirlenmesiyle seçilecekti: Öymen artık Genel
Başkandı. Sonuçların açıklanmasından sonra
başlayan kavga kurultayların zaten vazgeçilmeziydi; fakat Öymen konuşurken kürsüye pet şişelerin
atılması CHP tarihinde bir yenilikler zincirinin
başlangıcıydı. Bir de şu geldi başa ki sormayın: “Genel Başkan Altan Öymen’in listesi” diye tanıtılan Parti Meclisi listesinden 23 kişi seçilmişti ve Öymen “bu
benim listem değil” diyordu. Seçilenlerden bazıları
istifa etti, geri kalan Parti Meclisi üyelerinin seçimi
KURULTAY’ A BAYKAL GELMİŞ,
BİR GARİP BAYRAM HAVASI
“Bu çıkan adaylar CHP’ nin tümünü kavrayacak, kucaklayacak düzeyde değildir.” Bu sözler
9. Olağanüstü Kurultay öncesi Baykal’ına aitti ve
Baykal, fikrinin değişmediğini çok geçmeden çıktığı
yurt gezilerinde gösteriyordu. Bu gezilerde Baykal’a
gösterilen ilgi, bazı il- ilçe yönetimlerinin O’ nu Genel
Başkan gibi ağırlaması ve üstüne üstlük MYK’ daki
istifalar sonrası ibrenin yönünün Baykal’a doğru
değişmesi, 8,7 lik başarıya (!) bir teşekkür niteliği
taşıyordu ve bu teşekkürler O’nu 1,5 yıldır uzak
kaldığı koltuğuna adım adım yaklaştırıyordu. Yeni
bir olağanüstü kurultay kaçınılmazdı ve şimdi, bir
yıl öncesinde resimlerine bile tahammül edilemeyen Baykal, baraj altından güç gösterisi yapıyordu.
11. Olağanüstü Kurultay ( 30 Eylül 2000 ) ; Baykal,
Öymen, Güneş, Sirmen arasındaki yarışı 3. Turda
Baykal’ın ve O’nun parti meclisinin kazandığını ilan
ediyordu.
Söyleşi | Uluç Gürkan
130
“SOL BUGÜN, SÜRECİN
YARATTIĞI SAĞLAŞMA,
DOLAYISIYLA DA BİR
SIĞLAŞMA SÜRECİNİ
YAŞIYOR.”
{
Uluç Gürkan
Söyleşi: Ersan Barkın - “NASIL” Ankara
Çözümleyen: Şahin Atakan Bayır
}
SAYI 5/6
Söyleşi
1945 Urfa doğumlu Uluç Gürkan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenciliği sırasında
Ortanın Solu grubu lideri olarak Öğrenci Derneği
Başkanlığı yapmıştır. Üniversite öğrenimi sırasında
Doğan Avcıoğlu’nun Genel Yayın Yönetmeni olduğu
Devrim Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini
sürdürmüştür. Avcıoğlu, Gürkan’ın bu süreçteki
varlığını “sağ kolum” biçminde değerlendirmiştir.
Güneş Gazatesi Genel Yayın Yönetmenliği, Sabah
Gazetesi Ankara Temsilciliği gibi çok sayıda yayın
kuruluşunda yazar ve yöneticilik görevlerini yürüten Gürkan, bu süre içinde çok sayıda ödüle layık
görülmüştür.
19.,20.,21.dönem Ankara Milletvekili olan Uluç Gürkan, bu süre içinde TBMM Başkanvekilliği, Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkan Yardımcılığı,
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ve Batı Avrupa Birliği Asamblesi Türk Grupları Başkanlığı, Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Başkan Yardımcılığı
ve Türk Grubu Başkanlığı görevlerini sürdürmüştür.
Uluç Gürkan, halen ODTÜ ve Atılım Üniversitesi’nde
öğretim görevlisi olarak dersler vermektedir.
Söyleşi | Uluç Gürkan
•NASIL: Türkiye’deki “sol”un siyasal konumu ve politik alanda var olan konumu neler
düşünüyorsunuz?
132
•ULUÇ GÜRKAN: “Sol”un son derece dağınık
ve kendini nasıl tarif edeceği konusunda
büyük belirsizlikler yasayan bir durumda
olduığunu söyleyebiliriz. Solu sol yapan
değerlerden, bizi birbirimizle birleştiren
yapılardan çok söz etmiyorlar son zamanlarda. Türkiye’de sol, 1990’lı yıllarda yaşanan
neoliberal rüzgârın etkisiyle kendini Avrupa
solunu takip eder biçimde yeni sol biçiminde
tanımlanan gelişmelerle bütünleştirmiştir.
Sol bugün, bu sürecin yarattığı sağa açılma,
sağlaşma dolayısıyla da bir sığlaşma surecini yaşıyor aslında. Bunu aşmak gereklidir.
Çünkü dünyada da solun sağ ile bütünleşerek,
sağlaşarak bir ivme kazanamadığı ortaya çıktı.
Sol bu noktada zemin kaybetti , yani sağın alternatifi olabilmek için sağlaşmanın çıkar bir
yol olmadığı ortaya çıktı.
Nitekim son yaşadığımız ekonomik kriz de
solun yeniden klasik biçimde yalnızca emeğin
üstünlüğü söyleminin ötesinde insana odaklı
bir yaklaşımı benimsemesi gerektiğini ortaya
koydu. Türkiye’de bu nedenle merkez soldaki sosyal demokrat ya da demokratik sol
yapılanmaların kendini yeniden insan odaklı
olarak tarif edebilmesi gerekiyor.
Solun bir adim ilerisi, daha sol, sosyalist düşünce ile bütünleştirilen yapılara
bakınca, burada da tam bir kargaşayı görüyorum. Tıpkı sosyal demokrat-demokratik sol
yapılanmanın yasadığı sıkıntının, neoliberalizmin boyunduruğu altında sağlaşma
sığlaşma tehlikesinin bu kesimde de yer yer
yaşandığını gözleyebiliyorum. Örneğin Murat Karayalçın’ın ayrılmasından sonra SHP’de
yaşanan ve SHP’nin içinde de bir tartışma konusu olan solu, kapitalizmin vicdani biçimi olmakla sınırlayan yaklaşım bunun bir göstergesi. Ötesinde bu kesimde solun bir bölümünde
ulusal olmayı reddeden bir radikalleşme
eğilimine girildiği gözleniyor. Bu kesimler
büyük ölçekte Türkiye düşmanlığını sol olarak
pazarlamak, Türkiye düşmanlığını solun bir
ilkesiymiş gibi ortaya koymak noktasındalar.
Yani bu da o yapılanmaların sol adını kullanmakla birlikte sol olma özelliğini yitirdiklerini
ortaya koyuyor.
Bazı kesimlerde hem ulusal olma hem sol olma
konusunda arayışlar var. Bu durum ÖDP içinde
bir çatışma noktası ortaya koyuyor. TKP içinde
de bu yönde bir eğilim var. Solu Türkiye’ye ülkesi ve ulusuyla barışık olmak noktasına getiren
bu çizgiler gelecek için umut vaat ediyor. Aynı
şekilde benim de kendimi içinde hissettiğim
demokratik sol - sosyal demokrat harekette de
bu ulusal yani Türkiye’nin solu olma yanısıra
solun insanı esas alan değerlerini yeniden sahiplenmesi bakımından yeniden yapılanmaya
gidilmesi gerektiği ciddi biçimde uzlaşılmış
bir konu olarak görülüyor. Kaldı ki, solun bin
dokuz yüz yetmişli yıllarda olduğu gibi geniş
kitlelerde bir umut haline gelebilmesinin tek
yolu da bu.
•NASIL: Kendini solda tanımlayan ve solun
vitrininde yer alanların, Türkiye’de solu,
salt bir cumhuriyetle, ulusal devletle
hesaplaşma olarak algıladıklarını görüyoruz. Bunu yaparken de sizin sosyal de-
mokrat ya da demokratik solun temsilcisi
diye tanımladığınız siyasal partileri aksine
sağlaşmak ve faşizan bir eğilime sürüklenmekle suçluyorlar. Bunu ne ölçüde haklı buluyorsunuz?
•Bu çok yeni bir sapma değil, aksine kökleri
çok eskiye dayanan bir sapma. Ama günümüzde çok ses buldu medyada. Cumhuriyetle, Türkiye’nin laik demokratik cumhuriyet
yapısıyla hesaplaşmak konusunda da hem yurt
içinde hem yurt dışında sırtını dayayabileceği
ittifaklar buldu, onun için de sesi daha gür
çıktı.
Öncelikle solun kendine sunu sorması lazım:
Ben kimin için solum? Bu arkadaşların cevap
vermesi gereken ilk soru biz Türkiye için, Türk
halkı için soluz diyip diyemedikleri. Kendi ülkesine ve ulusuna düşman bir siyasi hareket
olmaz. Bu sağda da olamaz solda da olamaz.
Bu açıdan solun edebiyatını yapmak, solun
propagandasını yapmak kolaydır. Ama eğer siz
kendi halkınıza, kendi ülkenize düşmansanız
kendi ülkenizde kendi halkınızda etnik temelde bir hesaplaşmaya sol adına soyunmuşsanız,
edebiyat ve propagandayı bırakmalısınız. O
zaman kendi halkı ve ülkesiyle barışık olmayan bir yapının solun adını dahi ağzına almaya
hakkı yoktur.
•NASIL:Peki, Türkiye koşullarında bugün
bir sol partinin taşıması kaçınması gereken
temel nitelikler nelerdir?
•Kendini solda tanımlayan bir parti, iki temel
nitelik etrafında yapılanmalı. Öncelikle, Kemalist köklerini mutlaka sahiplenmeli. Ne-
SAYI 5/6
Söyleşi
dir Kemalist köklerini sahiplenmek? İslam
coğrafyasında demokratik bir yapılanmayı
realize eden bir değişikliktir, bir dönüşümdür.
Yani 1923 laik demokratik cumhuriyet
yapılanması. Türkiye’de de sol her şeyden
önce mücadelesini hem Türkiye’de hem bütün İslam coğrafyasında gerçekleştirdiğimiz
1923 laik demokratik cumhuriyet devrimi
ile bütünleştirmeli. Örneğin, ikinci cumhuriyetçilerin çağrısında cumhuriyetçilere
lütfeder biçimde deniliyor ki, “Kemalizmle
mücadelemiz yok, ama onun içi demokrasi
açışından boş olan yapısını dolduracağız”.
Burada bir kelime oyunu yada bir bellek
yanılması var.
Etnik ve dini cemaat temelinde tanınması
öngörülen topluluk hakları, siyasal haklarla
Türkiye’yi federatif bir yapılanmaya, parçalanmaya doğru itmenin kılıfı, manzarası haline
dönüşüyor. Solun bu yanılgılardan kurtulması
için her şeyden önce Kemalist kökleriyle
barışması gerekiyor.
Doğumuzda
ya
da
güneyimizde,
bulunduğumuz coğrafyada biz belirli ülkelerle çevriliyiz. Tarihimiz, kültürümüz
benzeşiyor, inancımız aynı ama aralarında bir
tek Türkiye’de işleyen demokrasi var, kadın
yaşamın her yanında yurttaş olarak var. Bu
bir tesadüf değil elbette. Bu bizi Atatürk’e,
Kemalist Devrime ve onun demokratik cumhuriyet yapısına götürüyor.
Laiklik temeline oturmadan demokrasiyi işletebilmenin mümkün olmadığı artık
tartışılmayacak derecede açık. Bu noktada,
“Cumhuriyet demokratik içerikten yoksun
şimdi biz onun için demokratikleştireceğiz”
iddiasıyla ortaya çıkmanın aslında demokrasi
kılıfı altında Türkiye’nin demokratik cumhuriyet yapılanmasının laiklik temelinde realize
ettiği Lozan’ın tam aksine Türkiye’yi etnik ve
dini cemaat temelinde bölmeyi öngören Sevr
ile değiştirmeye yönelik bir açılım olduğu
açık.
•NASIL:Bu da bir başka tartışma aslında.
Gerek solu temsil ettiği kaygısında olanlar,
gerekse Kamlistler bakımında. Kemalizm,
solda mıdır? Sizin yaklaşımınızdan Kemalizmin solda konumlandırdığınızı anlıyorum.
Yanılıyor muyum?
•“Değişim-Dönüşüm” anlamında, Ahmet
Taner Kışlalı’nın vurguladığı gibi Kemalizm’in
sola açılan büyük bir pencere olduğunu, solda
bir hareket olduğunu, bir dönüşüm olduğu
düşünüyorum. Ama her Kemalist mutlaka solcu olmalı gibi bir savım yok. Buna karşılık her
solcunun mutlaka Kemalist olması gerekitğini
düşünüyorum, çünkü Türkiye’deki Kemalist
devrimi reddederek, solu hayal etmek, sosyal demokrasiyi - demokratik solu, yahut sosyalizmi düşünebilmek mümkün değil. Bunun
için solun Kemalist köklerini sahiplenmesi
lazım. Merkez sağın da Kemalist köklerini sahiplenmesi lazım. Bu ortak değer. Demokratik Türkiye’yi var eden değer. Bulunduğumuz
coğrafyada bizi çöl diktatörlüklerinden ayıran
temel değer. Yani Kemalizm soldur, bu bir
denklemdir demiyorum ama solun Kemalizm
ile bir kavgası varsa bunun yanlış olduğunu
görmesi ve hemen barışması gerekir.
Sol, günümüzde bir yeni yapılanmanın,
hem sosyal hem de ekonomik boyutla, or-
taya konulmasını gerektirir. Hiç kuskusuz
sol artık eskisi gibi, “emeğin üstünlüğü”
edebiyatıyla yürümeyecektir.Ggenel olarak
insan odaklı bir temele oturması gerekir.
Bu çerçevede solun önünde Türkiye için çok
ciddi ödevler ve fikirler vardır. Türkiye’nin
1950’li ve 60’lı yıllarda attığı emeğin örgütlenmesi, insanların örgütlenebilmesi, sendikal haklarına kavuşabilmesi, iş güvencesi gibi
bütün bu yasal düzenlemeler 12 Eylül askeri
müdahalesi sonrasında ortadan kaldırılmıştır.
Bugün sendikal örgütlülük 1970’li yılların ikinci yarısında ulaştığımız düzeyin onda biriyle
kıyaslanabilir bir noktadadır. Solun, emeğinin
karşılığını alabileceği, sendikal hakları, iş
güvencesiyle, işsizlik sigortasıyla bir program
içinde insan odaklı yeni bir programla ortaya
çıkması gerek. Bu da ikinci eksendir.
•NASIL:Türkiye’de toplumun ciddi bir
şekilde yoksullaştığını ve bu süreçte sadaka kültürünü yaratan siyasal erki
toplumla, bu yollakurduğu bağın bir türlü
koparılamadığını görüyoruz. Oysa yoksul kitlelerin sol ile çok ciddi bir iletişim
kurması gerekirken, bugünkü durumda
Türkiye’de iktidar alternatifi olan solun yoksullarla arasında hiç bir bağın olmamasını
nasıl değerlendirirsiniz?
•1980’den bu yana, solun insan için elde
ettiği kazanımlar bir bir geri attı. Bunun bir
tanesi, biraz önce konuştuğumuz sendikal
haklar ve iş güvencesiydi. 12 Eylül askeri müdahalesi sonrası çalışma yasasında yapılan
değişiklikler tümüyle, solun Türk insanına
sağladığı bu kazanımları çöpe attı. O günden
bu yana sol bu kazanımları yeniden elde et-
Söyleşi | Uluç Gürkan
134
mek için hiç bir düzeyde hiç bir mücadele vermedi. Bu mücadeleyi vermezseniz insanlara
kendinizi kabul ettirmezseniz. Bir tek 1999–
2002 döneminde “İşsizlik Sigortası” diye bir
şey çıktı. Bu başlangıçtı, ilk adımdı. Bunun
kapsamının geliştirilmesi konusunda solun
hiç bir mücadelesi yok. İnsanların kafasında
sol iktidara geldiği zaman en azından; “Ben
iş güvencesine sahip olacağım, ben sendikal
haklarıma yeniden kavuşacağım, dilediğim
sendikada sendikal görevimi yaptığım zaman işimi kaybetmeyeceğim,işsiz kalırsam
işsizlik sigortam çoluğuma çocuğuma mahcup
olmamı engelleyecek.” güvencesini hissedebilmesi gerekir.
1980 öncesi solun iktidarı yakaladığı dönemlerde ne vardı? Çalışma yasalarında yapılan
grev, toplu sözleşme sendikal hareketlerle
ilgili yasal zemin vardı. İçi doldurulmuş
programıyla sloganlar vardı: “Toprak İşleyenin,
Su Kullananın”, “Hakça Düzen”, “Bu Düzen
Değişecek”. Değişen düzeni insan kafasında
canlandırabiliyordu ve bu değişecek düzende
kendisinin ne gibi bir yarar sağlayacağını
somut olarak algılayabiliyordu. Şimdi ortada
böyle bir mücadele yok. O zaman insan, Kaf
dağının ardındaki hayale yakınlaşmak yerine
bugün için kendi sorunlarına, işsizseniz naylon torba ile yaklaşan sadaka kültürüne elbette esir olur.
Alternatifini koyabiliyor musunuz? Parlementoda ve parlemento dışında bu konuda gerekli
mucadeleyi verebiliyor musunuz ve bu mucadeleniz geniş kitleler tarafından algılanıyor
mu? Bunun algılanmasını sağlarsanız, solun
geleneksel tabanı, yani yoksullarla, işcilerle,
köylülerle buluşmasının önündeki engel
kalkar. Maalesef engeli bu konularda hiç bir
sey yapmadığı için sol kendi kendine koyuyor.
•NASIL:Türkiye’de iktidar alternatifi olabilcek sol partilerin bu anlamda yeterli
olabildiğini düşüyor musunuz?
•Maalesef. Bugunkü secim sistemi olsaydı sol
ne zaman büyük bir iktidar olacaktı? 1970’li
yillarda. 70’li yıllarda solun “Ak gunlere”
programı, , “Ortanın solu” çizgisiyle “Sol iktidar olduğunda, benim yasamim daha iyiye
gidecek dedirtecek.” umudu iceriyordu.
Umut lafla doğurulamaz. İşciysen iş güvencen nasıl sağlanacak? İşsiz kalmışsam kriz
ortamında iş güvencem sağlanacak mi?
İşsizlik sigortam nasıl olacak? Yeni bir iş bulana kadar o güvence kaybettiğim işimdeki bordrolu ücretimle devam edecek mi? Yeni bir iş
bulmak için İş Kurumu gerçekten bana çeşitli
iş imkanlari gösterebilecek mi? Bunlarin mücadelesini solun vermesi lazim.
•NASIL:Eger bu mucadeleyi verirse iktidarın
sol için bir hayal olmadığını ya da muhalefetin bir yazgı olmadığını düşünebilir miyiz?
•Tabii. Olayin sihri, büyüsü bu noktada.
İktidar isteyen sol bunu yapar. Yasamini
iyileştirmeyi hedeflediği insanlara bu yaşamı
nasıl iyileştireceğinin somut çözümlerini
gosterir. İnsanlar eğer şu inanca sahip olurlarsa: “Bunlar iktidara gelirse bugün muhalefetteyken yapmak isteyip de engellendikleri
işleri yaparak benim yaşamımı bir adım ileri
taşıyacaklar.” O zaman bakın solun yöneti-
mi elde edebilmesinin önünde hiçbir engel
kalmayacaktır.
•NASIL:Bugün bir kadroyla beraber bir sol
partiyi yönetme şansınız olsa, ivedilikle
yapmak isteyecekleriniz neler olurdu?
Sadece toplumla ortak dil oluşturmak konusunda değil aynı zamanda örgutlenme ve
parti içi demokrasi bağlamında bir sol partinin nasıl bir yol izlemesi gerekir bugun?
•Tumuyle mevcut Siyasi Partiler Yasası’na
karşı bir yol izlenmesi gerekir. Mevcut Siyasi
Partiler Yasası maalesef 12 Eylul askeri müdahelesinin en ağir mirasıdır. Tipik bir askeri
hiyerarşi içinde hazırlanmış bir yasadır. Genel Baskan ve Genel Merkezin herşeye hakim olduğu bir düzen öngörmektedir. Siyasi
partilerde Genel Başkanlar kendi partileri
için adeta ömür boyu seçilen Genel Kurmay
Başkanı yetkisinde ve etkisindedir. Bunun
değişmesi lazım. Siyasi Partiler Yasası, Morrice
Duverger’in de belirttiği gibi adeta “seçilmiş
krallar” yaratıyor. Bir kralın seçildikten sonra yerinden gidebilmesi de ilahi bir takdire
bağlı. Bu yapının değişmesi lazım ve bunun
değişmesi için bu Siyasi Partiler Yasası’nın
Genel Başkanlık ve Genel Merkez sultasının
verdiği imkanları kullanmak yerine, tam aksine işi demokratikleştirmeye döndürecek bir
duzeni ortaya koymak lazım. Örneğin, şu an
solda da sağda da hiç bir partide olmayan üyelik güvencesi sağlanmak zorundadır. Bunun
yanında, asağıdan yukarıya doğru demokratik
kongreler düzeni ile bir yeniden yapilanma.
Milletvekili ve yerel seçimlerdeki adayları
belirlerken delege ağalıgına yol açmadan,
parti üyelerinin gerçek kayıtlarına dayalı,
SAYI 5/6
Söyleşi
bindirilmiş kıtalar gibi değil de, gerçek parti
üyelerinin kayıtlarına dayanarak yapılacak
ön seçimler. Bu yapılanmayı sol bir parti
olduğunu savlayan tüm partilerin mutlaka
yaşama geçirmesi lazım. Bu olmazsa olmaz
koşul.
•NASIL:Solun sığlaşması ve sağlaşması
sürecine son dönemde gösterilebilecek çok
örnek var. Örneğin çarşaflıdan oy almam
gerekiyorsa çarsaf takar giderim, metalciden oy almam gerekiyorsa metalci işareti
yaparım gibi bir tavır. Bu süreç aynı zamanda solu ideolojisizleştirmenin, solun
duşunsel ayaklarını ortadan kaldırmanın da
bir yolu galiba. Yalnızca günlük sorunlara
tepki vererek görev savmak, uzun erimli
bir tasarıma sahipolmamak. Bu durumu
da sıkıntı kaynakları arasında görüyor musunuz?
Kendi içinde demokrat olmayan bir parti Türkiye için de demokrasiyi savunamaz, toplumu
dolayısıyla solu hiç savunamaz. Öncelikle
siyasi partilerin kendileri içinde bu duzenlemeyi yapmaları lazım. Bunu tüzüğüyle realize
edecek bir yapıya sahip olması ve siyasetin
bireysel egoların tatmin merkezi olmaktan
çıkarılması sağlamaklazım.
•NASIL:Toplumsal ilişkiler bakımından?
•Daha önce söylediklerime ek olarak, demokratik kitle örgütleriyle yakın bağlar kurulabilmeli, bunun ötesinde meslek kuruluşları
ve sendikalarla çok ciddi sağlam bağlar kurulabilmeli. Bu bağları kurmanın yolu da
biraz önce söylediğim, o kısıtlanmış emek
örgütlülüğünün kapılarını açabilmek, aynı
şekildeüniversite gençliği ile ilişki kurabilmek
gereklidir. 1960’li 1970’li yıllar Türkiye pratiği
de bunu bize göstermiştir. Ama 12 Eylül ile
birlikte üniversite gençliğinin örgütlülüğü
de kısıtlanmıştır. Üniversite gençliği de baskı
ve cendere altına alınmıştır. Bu cendereyi
çözme mücadelesini verebileceğinizi ortaya
koymanız gerekiyor. Toplumsal ilişkileri de bu
sekilde örmeniz gerekiyor. Siyasi partileri bir
merdiven olarak düşünün. Merdivenin bastığı
taban Türkiye’dir, toplumdur ama dayandığı
duvar sizin o toplumsal demokratik kitle örgutleriyle kurduğunuz bağlardır.
•Mutlaka. Anlık sorunlara anlık çözümler
de getirmiyorsunuz çünkü, yalnızca anlık
teslimiyet gösteriyorsunuz. Artık sol bir
Türkiye vizyonunu ortaya koymalı. Bu Türkiye vizyonunda çarşafa yer var mı? İran’da,
Suudi Arabistan’da tartışılan, Sudan’da pantalon giyen kadınların kırbaçlamaya meydan
okuduğu bir ortamda, solun çarşafa boyun
eğmesi düşünülemez, düşünülmemeli. Bu
anlık çözüm adına, anlık teslimiyetler sizin
Türkiye vizyonunuzda var mı? Bunun ötesinde
dünya vizyonunuzda var mı? Solun Kemalist
kökleriyle buluşması gerekir derken bir dünya
iddiasını da bu Kemaliit kökleriyle birlikte
ortaya atması gerekir. O da nedir? 1789
Fransız Devrimi’nin demokratik cumhuriyet
yapılanmasının, hristiyan dünyası için anlamı
neyse; 1923 Kemalist demokratik cumhuriyet devriminin islam coğrafyası için anlamı
odur. Uygarlıklar barışında, uygarlıklar arası
öngörülen çatışmanın aşılabilmesi, dine atfedilen uygarlık sözcüğü temelindeki barışın realize edilebilmesinin yolu budur. Amerika’nin
silah gücünü kullanarak, -Türkiye’nin Kuzey
Irak için gündeme getirilmeye çalışıldığı
gibi yardımcı olarak devreye girmesinin- bu
coğrafyaya demokrasi, ya da istikrar getirmesi söz konusu değildir. İslam coğrafyasında
demokrasinin yolu Amerika’nın tankı, tüfeği
değildir. Aksine işleyen bir demokrasiyi
Türkiye’de mümkün ve bu coğrafyada tek
örnek olarak ortaya koyan 1923 laik demokratik cumhuriyet devriminin özumsenmesi ve
benimsenmesidir.
Sol bu dünya vizyonunu da ortaya koyabilmeli,
sadece Türkiye için değil, Türkiye’nin dünyaya
bir barış modelini armağan edeceğini ortaya
koyabilmelidir.
CHP ve Anadolu Solu
136
{
CHP
ve
ANADOLU SOLU
Hüseyin Kara
}
SAYI 5/6
Siyaset
“Küreselleşme” adıyla da tanımlanan siyasi
yapılanma sürecinde artık rejimin tartışılır
hale geldiği ülkemizde Kemalist hareketle
ilgili yapılması gereken tartışmalar ne
yazık ki gündeme bile getirilmemektedir. Böylece, kronikleşen sayısız toplumsal sorun, adeta çöküşün hızlanmasına
katkı unsuru olması amacıyla bir köşede
bekletilmektedir. İnsanımız için kişisel
kaygılar yaşamsal önceliklerin başında yer
almaya başlamıştır. İstikrarlı bir ülkede bir
yılda meydana gelebilecek sosyal ve siyasal
olayları birkaç gün içinde yaşamak zorunda bırakıldığı için şaşkınlıktan şaşkınlığa
düşen, başta işsizlik, türlü ekonomik sorunlarla, gelecek kaygısıyla yılgınlık ve bezginlik içinde var olma savaşımı veren insanımız
böylesine temel sorunları toplumsal düzeyde tartışmaya açabilecek moral güçten
yoksun görünmektedir. İşin tuhafı ise bu
konuyu tartışabilecek yetkin bir güce ve
donanıma sahip siyasal kadroların o bilinçten uzaklaşmış olmaları ve üstlerine düşen
görevleri yapmamasıdır.
Halkımız her ne kadar kişisel sorunlarıyla
boğuşsa da, toplumda Kemalist hareketin
özü ve içeriğiyle ilgili bir arayış söz konusudur. Bu arayış ve beklentiler doğrultusunda
üretilecek politikalarla CHP’nin yine halkın
partisi olması istenmektedir.
Türkiye’de sosyoekonomik açıdan büyük
çalkantıların yaşandığı 20. yüzyılın son on
yılından bu yana, gerek doğru politika üretme, gerekse üretilen politikanın doğal sonucu olarak toplumun sempatisini kazanma,
bunun da seçimlerde seçmenin tercihini
etkilemesi açısından değerlendirilmesi
halinde CHP’nin başarısızlıklarında büyük
inişler görülmekte, başarılarında ise aynı
ölçüde çıkışlar görülmektedir. Bu durum
izlenen politikaların yansıması sonucu
partide yönetim anlayışının biçimlenmesinin yol açtığı yapısal sorunlardan
kaynaklandığı yorumunu güçlendirmektedir.(1) Bu sorunların en başında ise
halktan kopuk bir siyaset anlayışına gidilmesidir.
CHP, 1970’lerde yeni sosyal gruplara
siyaseti açmanın, onları siyasal mekanizmalara entegre etmenin, yeni yaratılan
kaynaklardan onların da pay almasının
etkin mücadele alanıydı. CHP, 1970’lerde
demokratik sisteme yeni sosyal grupları,
yeni ideolojileri kazandırmıştır. 1980’lerde bu hareketin devamını sürükleyenlerin
aynı açılımcılığı gösterdiğini söylemek zordur.(2)
CHP, Türkiye’nin iç dinamiklerinin ürettiği
sorunlara, ilkesel ve pragmatik zemine
dayanan, kalıcı çözümler üretememekte,
dolayısıyla halkı kucaklayan birer kitle partisine dönüşememektedir.(3)
Nitekim eski genel başkan Bülent Ecevit de
benzer düşünceler içindeydi ve CHP için bir
burjuva partisi yakıştırmasını yapıyordu.
(4)
Deniz Baykal’ın 12.12.2001 tarihinde
NTV’ye verdiği demeçte ise partisini şu
CHP ve Anadolu Solu
şekilde değerlendiriyordu:
138
vasiyeti asmasına kimse bir şey diyemezdi.
Duvarları süsleyen bir vasiyet partide bu
“Özellikle CHP devletin partisi gibi görünüykadar tartışma yaratmazdı. Ama Baykal’ın
ordu. Bu noktada tam bir kararlılıkla olayın
Edebali döneminde Anadolu’da yaşanan
üzerine yürümeye gayret ettim. Bizim
aydınlanmayı günümüze taşıması, buinancımıza göre sosyal demokrasi ve CHP,
nunla da kalmayıp yeni CHP parametreldevletin topluma yönelik taleplerini topluma
erini “önce insan” başlığıyla ele alması
tebliğ eden devletin bir aracı kuruluşu değildir.
fırtınaların kopmasına neden oldu. (6)
Sosyal demokrasi tam aksine halkın, toplumun
devlete yönelik özlemlerini istemlerini saCHP, bu yeni açılım için “ Anadolu Solu
hiplenip organize eden ve iktidara taşıyan bir
kökleri Anadolu hümanizmasına dayanlayışın temsilcisidir. Sosyal demokrasi bir
anan, M. Kemal ile can bulan, devrsivil toplum harekettir. İnsanın bütün yönlerine
imcilik ilkesinin değişmez değişim ve
aynı içtenlikle sahip çıkmak gerekir”
gelişim anlayışında Kemalizm ile sosyal demokrasinin insan odağında nasıl
Deniz Baykal bu demecinin öncesinde kamuoyubütünleştiğini ortaya koyan bir siyaset
na verdiği mesajda ise Kuran’dan alıntılara yer
açılımıdır.” diyordu.
veriyordu:
Anadolu Solu açılımına tepkiler
“Emaneti ehil olana ver! Ehil olmak yaşla ilgili
yağmaya başlamıştı. Tepkilerin
değildir.” diyordu.
odağında yatan ana etken ise partinin sağa kayması ile ilgiliydi.
2001 Mart’ında Hikmet Bila’nın MAG Dergisi’nde
Baykal tepkiler gelmeye başlarken
yer alan yazısındaki saptaması dikkat çekiciydi.
öncelikle yeni oluşuma göre
Bila, 30 Eylül 2000 kurultayında yeniden CHP geparti içinde taban oluşturma
nel başkanlığına seçilen Deniz Baykal’ın ağzından
çabası içindeydi. Bazı il ve ilçe
çıkan iki sözcüğün kimsenin dikkatini çekmediğini
başkanlıklarını fes edip yerine yebelirtiyordu. Bila’nın sözünü ettiği iki sözcük o gün
nilerini ataması ise parti içinde
kürsüye gelen Baykal’ın yeni dönemde yapacaklarını
tasfiye tartışmalarını gündeme
anlattıktan sonra, teşekkür konuşmasını da şöyle
taşıdı. Bunun üzerine eski genel
bitirmiş olmasıydı: “Allah utandırmasın.” (5)
başkanlar Murat Karayalçın, Cezmi Kartay, Hikmet Çetin, Altan
Yapılan bu açıklamalar yeni bir açılımın izlerini
Öymen ve Erdal İnönü CHP’deki
taşımaktaydı ve sonrasında “Anadolu Solu” söylemi
kaygı verici gelişmeler üzerine
ortaya çıktı. CHP’nin bu söylemi Deniz Baykal’ın Şeyh
Genel Başkan Deniz Baykal’a
Edebali’nin vasiyetini çalışma bürosunun duvarına
bir mektup yazdı. Bu mektup
asmasıyla gün yüzüne çıktı. Duvara asma ve bunun
Baykal’a bir ültimatomdu. Angün yüzüne çıkması kamuoyuna bir ilandı. Baykal’ın
cak karar Baykal tarafından
ciddiye bile alınmadı. Sonuç olarak, ne yeni
politikanın uygulanması için gerekli uzlaşı
ortamı ne de muhaliflerin Baykal’ı devirmek
için kurultay öncesi koalisyonun durumu
belirginlik taşımıyordu.
Bunlar yaşanırken Baykal’a ve yeni
açılımına karşı yapılan tepkiler artıyordu.
Parti içindeki muhalefetin isyanı 11
Şubat 2001 günü eyleme dönüşüyordu.
Mehmet Moğoltay, Gürbüz Çapan, Berhan Şimşek, Kemal Nebioğlu ve Mehmet Bölük’ün içinde bulunduğu 500
kişilik bir grup, İstanbul İl Başkanlığı
önünde gösteri yaptı. CHP’nin önemli
isimlerinden Ercan Karakaş, “Gösteri
son derece demokratik.”, Fikri Sağlar
“Gösteriyi yapanlara hak veriyorum.” demişti.
Fikri Sağlar, Baykal yönetimindeki CHP’ye yönelik önemli
eleştirilerde bulunuyordu:
“Anadolu Solu Deniz Bey’in
yeni ve garip imajlarından biri.
Trakyalı arkadaşlar şimdi “Biz
neredeyiz?” diye soruyor. Bu
halkı aldatmaktan başka bir
şey değil. Deniz Bey, partiyi sol olmaktan, Kemalist
ilkelere sahip çıkmaktan
vazgeçiriyor. Atatürk’ün laiklik, milliyetçilik ilkesi yok
edilmeye çalışılıyor. ANAP,
DSP, RP nasıl oy almışsa
o şekilde oy almaya
çalışılıyor. CHP, 1998
kurultayında ilkelerin-
SAYI 5/6
den vazgeçti. Atatürk’ün partisi olmaktan
vazgeçti. Bu nedenle de seçimde halkımız
tarafından terslendi. Deniz Baykal’la parti
korkunç şekilde kaynamaya başladı. Toplum
yeni bir oluşum bekler hale geldi. CHP’de
tartışma bitti artık. Çünkü toplum CHP’den
bir çözüm beklemiyor. Bu toplumsal
beklentiler de yanıt bulacaktır. CHP kendi programından çok uzaklaştı, başka bir
parti haline geldi. Halk yeniden bir CHP
kuracaktır herhalde.” (7)
Baykal’a göre CHP’nin yeni Anadolu
Solu anlayışı Türkiye’deki ezberleri
bozmuştu. Baykal, eleştirilere şöyle
cevap veriyordu:
“… ezberler bozuldu, bizim
dünyamızdan oraya böyle açılımlar
yapılmasını tuhaf karşıladılar.
Edebali, Mevlana, Yunus Emre gibi
bütün 13. yüzyılın Türkiye’nin,
Anadolu’nun aydınlanma çağının
o büyük isimlerine bizim derin
bir saygı duyduğumuzun, onları
çok önemsediğimizin, bugün
içinde değer taşıdığının ifade
edilmesi, bizim bir sürü insanı
2ne oluyor2 diye tedirgin etti.
Aslında bu Türkiye’deki bir
hastalığın yansıması idi. Bu
sağlıklı bir manzara değildir.
Dünyanın hiçbir yerinde de
böyle bir şey yoktur.”
Siyaset
Baykal açıklamalarını daha da sertleştirerek
devam ediyor:
“ Aslında böyle bir tartışmanın başlamasını bir
türlü anlamıyorum. Sanal bir tartışma yapay
bir tartışma bu. Bu tartışmanın muhatabını da
göremiyorum. Belli çevrelerde bir tedirginliğin
ortaya çıktığı anlaşılıyor. Buna şaşıran bazı
insanlar var olduğunu görüyorum. Ama bu
şaşkınlığa ben şaşırıyorum, bunda şaşılacak
ne var. Yani Türkçenin çok nefis kullanıldığı,
çok değerli öğütler içeren, gerçekten her
yöneticinin kulağına küpe olması gereken
çok hoş sözler, çok hoş değerlendirmeler.
Bu değerlendirmelerin bir Genel Başkan’ın,
bir yöneticinin odasında asılı durması, onun
hiç olmazsa nasıl bir yönetim anlayışını
önemsediğini ortaya koyması değerlidir.
Bu açıdan bunda şaşılacak hiçbir şey görmüyorum. Fakat garip bir şekilde günlerdir,
Türkiye’de bu konu ele alınıyor, konuşuluyor.
Belki şuna şaşırıyorlar: İsminin başında
Şeyh olan birisinin öğütlerini acaba Sosyal Demokrat, laik bir siyasi partinin Genel
Başkanı odasına nasıl asar, diye bazı çevreler
şaşırıyorlar. Asıl buna şaşmak lazım; çünkü
herkes çok iyi bilmelidir ki, 13.yüzyıl şeyhi, o
dönemin âlim, fazıl, ahlaklı, önemli insanıdır.
Yani günümüzün düşünürleri, günümüzün
önde gelen devlet adamları gibi…” (8)
Tartışmalar sürüp giderken CHP 2002 seçimlerini geri bıraktı. O dönemki koşullar CHP’yi
Kaynakça
Dip notlar:
1. UMARUSMAN, İsmet, Sosyal Demokrat Hareket ve CHP Üzerine Düşünceler, Karahan Kitabevi, Adana, 2006.
2. AYATA, Ayşa Güneş, CHP ( Örgüt İdeolojisi ), Gündoğan Yayınları ( çev. Belkıs Tarhan- Nüvit Tarhan ), Ankara, 1992.
3. KAVUKÇUOĞLU, Deniz, Sosyal Demokraside Temel Eğilimler, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1998.
4. Bila, Hikmet, CHP ( 1919 – 1999 ), Doğan Kitap, İstanbul, 1999.
5. UYSAL, Tamer, CHP ve Sol, http://www.yeniyol.org
6. ÇALMUK, Fehmi, Aydınların Gözüyle CHP ve Anadolu Solu, Kim Yayınları, 2002.
7. 14 Şubat 2001, Hürriyet
8. HAKAN, Ahmet, Deniz Baykal, CHP ve Anadolu Solu, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2001.
tek muhalefet partisi konumuna getirmişti ancak halkın ve emekçilerin somut sorunlarına
yönelik olmayan politikaların ne halka ne de
kendine sol adını veren partilere ve kendini sol
olarak tanımlayanlara bir faydası olmayacağı
kısa zamanda da görülecekti. Anadolu Solu ise
tartışmalarından öteye geçememiş bir politika olarak tarihteki yerini almaya başlamıştı.
CHP, Mustafa Kemal’den sonra girdiği sürecin
ve genel olarak burjuva solun içine düştüğü
çelişkilerin arasında 2000’li yıllara giriyordu.
Oysa solun çelişkilerinden kurtulması için
sol seçmene seslenecek, halktan ve emekten
yana çözüm anlayışı üretmek gerekmektedir.
Muhalefet partisinin ana görevi iktidar
partisinin ülke ve toplum çıkarına ters
uygulamalarını engellemek, bu konuda
halkı bilinçlendirmenin yanı sıra, toplumsal
sorunların çözümü ve halkın beklentilerine
parti felsefesi doğrultusunda çözüm üretecek
program ve politikalar geliştirmek olmalıdır.
Bunun yanında bir diğer görev ise iktidar için
gerekli hazırlığı yapmak, kadroları yetiştirmek
gibi başlıklarda çalışma yaparak halka iktidara
hazır olduğu mesajını vermelidir.
CHP Afişleri
140
SAYI 5/6
Afiş
Sosyalist Enternasyonel ve CHP
140
Sosyalist Enter*
nasyonal
ve
CHP
Dilara Zorlu
SAYI 5/6
Siyaset
21
21. Yüzyıla ulaşan insanoğlu bilim ve teknolojideki gelişmelerini yalnızca kendisinin ilerlemesine duyduğu özlem ve bu idealizme değil, kuşkusuz
güç tutkusu ve iktidar hırsına da borçludur.
Tarihin çizgisinde sıfır noktasından günümüze gelindikçe, insanın bireyselliğinin yüceltildiği ve değişen teknolojiyle birlikte yeni mesleklerin ortaya çıkmaya başladığı görülür. Ancak söz konusu ‘yönetim’ ise; insanın kendisiyle yaşıt politik hırsları, bir ‘kabile reisi’, gücünü göklerden alan bir
‘tanrı kral’ veya ‘parlamenter demokrasinin bir yıldızı’ da olsanız konumunuzu korumanız için iyi niyetli olmayı çoğu zaman yeterli görmeyecektir.
‘Siyasetçi’ olmayı bir meslek olarak nitelemek kavramsal açıdan doğru olmasa da Türkiye siyasi tarihinde bunu bir meslek olarak benimsemiş ve her
fırsatı değerlendirmeye çalışmış birçok siyasetçi görülür.
İşte siyasi arenada çeşitli amaçlarla çokça tartışılan Sosyalist Enternasyonal, Türkiye gündemine 1976’da Ecevit genel başkanlığındaki CHP’nin
girişiyle düşer. O dönemde Adalet Partisi CHP’nin Türkiye’yi Sovyet tarzı bir sisteme götürmeye çalıştığını ve komünist olduğunu iddia etse de; ‘65
yılında işçi partisinin 14 milletvekilini de meclise sokan sol dalga kendisini ortanın solunda ifade eden ve ‘demokratik sol’ söylemiyle dünyadaki
gelişmeleri farklı bir biçimde yorumlayan CHP’yi ’77 seçimlerinde %41.2 oyla birinci parti yapacaktır.1976’dan bu yana E. İnönü ve D. Baykal’ın
başkan yardımcılığı görevlerine de seçildiği Sosyalist Enternasyonal, çeşitli dönemlerde Türkiye gündemini meşgul eder.En son geçtiğimiz Haziran ayında (06.2009) Alman Sosyal Demokrat Parti lideri Steinmeier’ın, CHP’nin Avrupa Birliği üyeliği, 301. madde ve sınır ötesi harekatla ilgili
tutumlarını anlayamadığını belirtmesi ve bir izleme komisyonu oluşturduğunu açıklaması ile yeniden gündeme gelir. Peki nedir Sosyalist Enternasyonal?
Tarihçe:
Uluslarası Emekçiler Birliği’nin kurulduğu (International Working Men’s Association) 1864 ile II.Dünya Savaşı arasında ortaya çıkan ve önceleri
çeşitli ülkelerdeki işçi hareketlerinin,daha sonraki dönemlerde de sosyalist ve komünist partilerin birliğini sağlama amacına yönelik olarak etkinlik
gösteren örgütlerce benimsenen ad ‘Enternasyonal’dir.
Uluslararası Emekçiler Birliği I.Enternasyonal olarak kabul edilmiş, onu 1889’da II.Enternasyonal, 1919’da III.Enternasyonal ,1923’te İşçi ve Sosyalist Enternasyonali, son olarak da 1938’de IV.Enternasyonal izlemiştir. II.Dünya Savaşı sonrasında kurulan Sosyalist Enternasyonal, 19. yüzyılın
sonlarıyla 20. yüzyılın ilk yarısında işçi hareketlerini yönlendiren bu geleneğin dışında tutulur.[1]
I.Enternasyonal:
‘Bir hayalet Avrupa’ya musallat oldu, komünizm hayaleti.Yönetici sınıfları titreten…Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok…
Tüm ülkelerin çalışanları birleşiniz.’(Marx-Engels,Komünist Manifesto)
28 Eylül 1864 yılında dönemin güçlü İngiliz ve Fransız sendika önderleri ve çeşitli işçi partilerinin Londra’da düzenlediği bir kitle toplantısı sonunda
Uluslararası Emekçiler Birliği- I. Enternasyonal Karl Marx’ın başkanlığında kuruldu.
Kongre her yıl değişik bir kentte toplanıyor ve üyelikler diğer enternasyonallerden farklı olarak bireye dayanıyordu. Kuruluş aşamasından başlayarak
çeşitli sosyalist düşünce akımları arasındaki çatışmalara sahne oldu. Ancak merkeziyetçi sosyalizmi savunan Marx ile 1868’deki Barış ve Özgürlük Kongresinde ‘Komünizm’den tiksiniyorum,çünkü özgürlüğün inkarıdır. Ve ben de, içinde özgürlüğün yer almadığı insani bir şey olabileceğini
Sosyalist Enternasyonel ve CHP
düşünemem.’ diyen Bakunin arasındaki mücadele 1876’da I. Enternasyonalin dağılmasıyla sonuçlandı. Bakuninciler, 73 yılında oluşturdukları ayrı
bir Enternasyonalin kongrelerini 77’ye kadar sürdürseler de başarılı olamadılar.
I.Enternasyonal’in Fransa, Avusturya, Almanya ve İspanya’da yasadışı ilan edilmesine rağmen; 1868’de Fransa, Belçika ve İsviçre’deki grev
dalgasını desteklemesi ve örgütlediğinin söylenmesi onun çok güçlü bir birlik olarak tanınmasını sağladı.
144
II.Enternasyonal:
I.Dünya Savaşı öncesi 25 yılda, işçi hareketinin politika, mücadele ve ideolojisinde oldukça etkili olan II. Enternasyonal, 1889’da Paris’te kuruldu.
Üyelik, ulusal parti ve sendikalar düzeyindeydi.
1912’de 9 milyon seçmenle Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD., Kanada ve Japonya’nın da Sosyalist Partilerini temsil ediyordu.I. Enternasyonal kadar merkezi bir örgüt olmamakla birlikte, I. Enternasyonal’de sıkça yaşanmış düşünsel çatışmalar burada da devam etti. Parlamenter demokrasiyi
savunan II.Enternasyonal, 1896 Londra Kongresi’nde anarşistleri saflarından attı; sınıf mücadelesi ve devrimin kaçınılmazlığında ısrar etti. Gündemindeki bir numaralı madde savaşın engellenmesiydi. Ardından tam silahsızlanmanın sağlanması ve gizli diplomasiye son verilmesi gelecekti.
I.Dünya Savaşı’ndaki Sırp ve Rus Sosyalistler dışında bütün partiler kendi hükümetlerini destekleyince; Sosyalist Enternasyonal savaş karşıtı ilkelerin çiğnendiği söylenerek gruplara ayrıldı : savaşa karşı çıkan Enternasyonalci grup ve sosyalizmin amaçları açısından çok daha zararlı gördükleri
düşmana karşı kendi hükümetlerini destekleyen sağ grup.
Savaş halindeki ülkelerin Sosyalist partilerinin toplumsal devrim için savaşın yarattığı bunalımı kullanabileceğini söyleyen Lenin; Enternasyonalci
grubun sol kanadının başını çekti ve 1919’da III. Enternasyonal’in kurulmasını sağladı.
Tamamen savaş karşıtı ve II.Enternasyonal’in sol ve sağ kanatlarını birleştirmeye çalışmış merkez grubu, III.Enternasyonal’e katılmadı; 1921’de
Viyana’da Sosyalist Partiler Uluslararası Çalışma Birliği’ni (Viyana Birliği) kurdu. Kuruluş tüzüğünde amaçlarını ; işçilerin kapitalizmin ekonomik
egemenliğinden kurtuluşu ve Sosyalist Cumhuriyetin kurulması olarak açıkladılar.
Sağ kanadı oluşturan ve savaşı kazanmış ülkelerin Sosyalist önderleri, 1920’de Sosyalist Enternasyonal’i yeniden canlandırmak için Cenevre’de bir
kongre düzenledilerse de başarıya ulaşamadılar ve 1923’te Viyana Birliği’yle birleşerek İşçi ve Sosyalist Enternasyonali adını aldılar. Özgürlük ve
barışa yönelik en büyük tehdidin faşizm olduğunu savundular.Hitler iktidarından sonra Ortak Güvenlik İlkesini desteklediler.
III.Enternasyonal:
“İkinci Enternasyonal, 19. yüzyılın son üçte birlik döneminde ve 21. yüzyılın başlarında en acımasız kapitalist kölelikle ve en hızlı kapitalist
ilerleyişle geçen uzun ve ‘barışçıl’ dönem boyunca proleter kitlelerin ilk örgütlenmesindeki yararlı hazırlık çalışmasının kendi payına düşen kısmını
yerine getirdi. Kapitalist Hükümetlere karşı siyasal iktidarı ele geçirmek üzere bir iç savaş için ve sosyalizmin zaferi için proleter güçleri organize
etme görevi Üçüncü Enternasyonal’e düşüyor.” (V.İ. Lenin, Sotsial Demokrat, 1 Kasım 1914)
‘Komintern’ olarak da bilinen 3. Enternasyonal, hem milliyetçiliğe hem de pasifizme karşı çıkan Lenin önderliğinde, Bolşevik İktidarı’nın
SAYI 5/6
Siyaset
21
Moskova’sında 1919’da kuruldu.
Yönetim yapısı Sovyetler Birliği Komünist Partisine benzeyen ve Sovyet etkisinin çok yoğun
hissedildiği Komintern’de alınan kararlar tüm üye partileri bağlıyordu.
III.Enternasyonal, dönem dönem merkezci görüşlere olan muhalefetini yumuşatsa da genel olarak
ılımlı sosyalistleri işçi sınıfının baş düşmanı olarak benimsedi. Zamanla Stalin’in egemenliği altına
giren ve Sovyet çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayan örgütte, Alman Komünistlerin
Sosyal Demokratlara karşı Nazilerle işbirliği yapması ; faşizme göz yumulduğu gerekçesiyle muhalefeti arttırdı ve 1933’te Troçki IV. Enternasyonal’in kurulması çağrısında bulundu.
1935’te Komintern’in son kongresinde, Almanya’ya karşı ittifak kurulabilecek ülkelerin yardımını
sağlamak amacıyla politika değiştirilerek başlıca hedefin faşizmin yenilgisi olduğu açıklandı.
Komünistlerin faşizme karşı ılımlı sosyalist ve liberal gruplarla ‘halk cepheleri’ oluşturmaları
öngörüldüyse de Stalin’in 1939’da Hitler’le imzaladığı antlaşma gereği Halk Cephesi programı
sona erdi. Halk Cephesi’nin başına gelen Komintern’in de başına gelecek ve Almanya’yla başlayan
savaş sırasında müttefiklerinin komünist bozgunculuk korkusunu yatıştırmak için Stalin 1943’te
örgütü resmen feshedecekti.
IV.Enternasyonal:
Kuruluş konferansı 3.Eylül.1938’de Fransa’nın Perigny kentinde yapılan IV. Enternasyonal Troçki
ve yandaşlarının 1920’den bu yana Komintern’in Stalinistleştirilmesine ve Sovyet Rusya’daki
yozlaşmış bürokrasiye karşı muhalefetiyle kurulmuştur.
2.Dünya Savaşı sırasında yer altına çekilmek zorunda kalan Troçkist hareket; Stalin’in aksine
devrimin tek ülkede değil dünya genelinde olması gerektiğini vurguladı. Yeraltında kaldığı sürede
Amerikan Sosyalist İşçi Partisinin önderliğinde örgütlenmesini sürdürse de; kitle desteğinin
büyük bir kısmını kaybetti.
1951’den itibaren yeni kurulan Sosyalist Devletler ve Sovyet Rusya hakkındaki
görüş farklılıkları IV. Enternasyonalde
günümüze kadar birçok bölünmeye yol açtı.
Günümüzde Birleşik Sekreterlik(Bir Sek),
Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası
Komitesi(DEUK), Uluslararası İşçi BirliğiDördüncü Enternasyonal(UİB-DE), Dördüncü
Enternasyonal’in Yeniden Kuruluşu Koordina
syonu(CRFI),Uluslararası Marksist Akım(IMT)
ve Uluslarası Sosyalist Akım (ISTENDENCY)
gibi 30 sektle bir hareket olarak varlığını
sürdürmektedir.
Sosyalist Enternasyonal:
‘Sosyalistler,özgürlük içinde bulunan yeni
bir topluma, demokratik araçlarla ulaşma
amacı gütmektedirler.Hürriyetsiz bir sosyalizm olmaz.Sosyalizm, ancak demokrasiyle
gerçekleşebilir; demokrasi de ancak sosyalizmle tam olarak gerçekleşebilir.
Sosyalistler faşist ve komünist diktatörlük idareleri altında kendi özgürlükleri
için savaşan uluslarla dayanışma halinde
olduklarını ilan ederler.’ (Frankfurt BildirisiSiyasal Demokrasi Bölümü, 1951)
Her kıtadan 170 partiye mensup 650 delegeye sahip olan ve merkezi Londra’da bulunan
örgütün tüzüğüne göre; üyelik partiler düzeyinde yapılır ; kararlar oy birliğiyle alınır. Örgüt
Sosyalist Enternasyonel ve CHP
içindeki partilerin üye sayısı ne
olursan olsun 1 oyu vardır ve
kongre her üç ya da dört yılda bir
değişik kentlerde toplanır.
146
Sosyalist Enternasyonal, Kuruluş
Bildirgesi’nde (1951 Frankfurt
Bildirgesi) belirttiği üzere sosyalizme yaklaşımında demokrasi
ve insan haklarına öncelik verir.
Kurulduğu dönemde S.S.C.B ’ye
karşı NATO’yu desteklemiştir.
Uluslararası gözetim altında
genel
silahsızlanmanın
gerçekleştirilmesini
istemiş,
Arap İsrail Anlaşmazlığının her
iki tarafın hakları gözetilerek
kalıcı bir çözüme ulaşmasını
savunmuş ve zamanında ‘İsrail
Devletinin varolma hakkını’
desteklediğini
açıklamıştır.
Uluslararası sorunların çözümünde Birleşmiş Milletlerin
rolünü çok önemseyen örgüt,
1990’dan sonra üye sayısını ikiye
katlamıştır.
Her iki yılda bir toplanan konsey Sosyalist Enternasyonal’in
güncel siyasal konulardaki tutumunu saptar ve üyelik aidatlarını
belirler. 2008 yılı bütçesi 1.15
milyon sterlin olarak açıklanan
ve 37 başkan yardımcısı bulunan
örgütte E. İnönü ve D. Baykal
da bu görevde bulunmuştur.
Avrupa’nın birliğine de çok önem
veren ve birçok uluslararası
kuruluşla işbirliği yapan Sosyal-
ist Enternasyonal’ de başkanlık
görevini, Willy Brandt (Almanya, 1971 Nobel Ödülü sahibi), Pierre Marroy (Bir önceki
Fransa Başbakanı) ve Antonio
Guterres’in (Bir önceki Portekiz
Başbakanı) ardından,
2005
yılında seçilen PASOK lideri
George A. Papandreu sürdürmektedir.
Sosyalist Enternasyonal ve CHP :
1976-2009
‘Aslında biz laikiz dediğimiz
günden beri ortanın solundayız.
Halkçıysan ortanın solunda olursun.’ (İsmet İnönü)
1965 yılında İsmet İnönü’nün
sözleri CHP için sosyal demokrasi
ile birlikte anılacağı yepyeni
bir dönem başladığı anlamına
geliyordu. Muhalefet partilerinin ‘Ortanın solu, Moskova
yolu’ gibi sloganlarla eleştirdiği
eğilim, parti içindeki muhalefeti de körükleyecek, seçimlerde alınan başarısızlıklarla
birlikte şiddetli tartışmalara ve
istifalara yol açacaktı. ‘Ortanın
solu’ anlayışını en başından beri
savunan Bülent Ecevit; ‘Halkçı
Ecevit’ sloganlarıyla 1972’de
genel başkan seçildi. 1974
kurultayında parti tüzüğünün
amaçla ilgili ikinci maddesine demokratik sol ilkesi resmen katıldı
ve ‘Demokratik sol CHP’ 1976’da madde ve sınır ötesi harekatla
Sosyalist Enternasyonal’e üye ilgili ulusalcı tutumunu sosyalist olmadığı gerekçesiyle Sooldu.
syalist Enternasyonal’e şikayet
1976
sürecinde
CHP’nin etmesi ve Deniz Baykal’ın başkan
yeni politikası ve
Sosyalist yardımcısı olduğu halde konEnternasyonal’e üyeliğiyle ilgili greye gitmemesi kamuoyunda
iki kutuplu bir düşünce ortamı bir hayli tartışılmış ve bu konuvardı. Gerek halk desteğini daki eğilimleri ortaya çıkarmıştı.
kaybetmek istemeyen Adalet
Enternasyonal’in
Partisi, gerekse Ecevit’i anti- Sosyalist
kemalistlikle suçlayan parti kapitalist devletler tarafından
içindeki bazı muhalif sesler ül- sosyalistleri oyalamak için
bir
hareket
kenin komünizme götürülmeye oluşturulmuş
çalışıldığını iddia etmişti. Ecevit, olduğunu savunan birinci görüş;
Marksizmden kaynaklanmadığı Afganistan ve Irak’a giren İngiliz
için sosyal demokrasi yerine İşçi Partisi, Yugoslavya’yı işgal
demokratik sol dediklerini ve eden Fransa Sosyalist Parbunu bilimsel soldan ayıran en tisi ve Alman Sosyal Demokrat
önemli noktanın köylüye yer Partisi’ni bünyesinde barındıran
verilmesi olduğunu belirtmesine bu ‘emperyalist örgütte’ Kerağmen; partiden kopmalara malist CHP’nin bulunmaması
engel olamayacaktı. Ancak 1975 gerektiğini vurguladı.
yılında işlenmeye başlayan faili
Sosyalist
meçhul cinayetlerin yarattığı CHP’nin
huzursuzluk ortamında, bunların Enternasyonal’e üye olan diğer
hesabının sorulacağı sloganıyla partiler gibi işçi hareketinin
giren ve sol söylemleriyle halkın içinden gelmediğini söyleyen
desteğini arttıran CHP 1977 bir görüşle; 301. madde ve
sınır ötesi harekatla ilgili tuseçimlerinde birinci parti oldu.
tumun sosyalist olmadığını
Günümüzde
Sosyalist söyleyen diğer bir görüş, SoEnternasyonal’le ilgili görüşleri syalist Enternasyonal’in niyeti
iki kutupta toplamak mümkün konusunda benzer düşünmese
CHP’nin ‘sol’ bir parti
değil. 2008 yılında Atina’da de
O
düzenlenecek kongre öncesi olmadığında birleşmişti.
Baskın Oran ve AKP milletvekili dönemde AKP’den bazı isimler
Haluk Özdalga’nın, CHP’nin 301. tarafından Sosyalist Enternasyo-
SAYI 5/6
Siyaset
nal içinde de benzer şüpheler olduğu ve CHP’nin örgütten atılması gerektiği belirtildi. Bunun
üzerine Sosyalist Enternasyonal’de AKP’nin CHP, Kürt lobisinin ise Türkiye karşıtı propaganda yaptığı iddia edildi. Deniz Baykal’ın başkan yardımcılığına yeniden aday gösterilmemesi ve
2007 yılındaki kongrede, PKK’yı kucaklayan KYB’nin katılımı nedeniyle gerginlik yaşadığı Celal
Talabani’nin başkan yardımcısı olarak seçilmesi adeta bu iddiayı destekledi. Nitekim Alman SDP
lideri Steinmeier bir yıl sonra CHP’nin Avrupa taraftarı olmamasını, iç reform süreci ve ceza
yasasıyla ilgili tavrını anlamakta zorlandıkları için bir izleme grubu oluşturduklarını açıklayacaktı.
CHP’nin zamanında Kemal Derviş ve Bayram Meral gibi politikacıları bünyesine katması, Baykal’ın
2007 yılındaki gerginliğe rağmen Talabani’yle görüşmesi ve seçim öncesi yapılan çarşaf açılımı
gibi örneklerle kuruluş ideolojisinden saptığını söyleyen bir grup al birini vur ötekine misali Sosyalist Enternasyonal’in de sosyalist işlevini yerine getirmediğini söyledi. Zira sermaye ve emek
arasındaki uzlaşmaya dayalı siyasal programlar, bu uzlaşmanın sona erdiği küreselleşme süreci
ile yeni liberalizme payanda olmuşlardı.Bu açıdan İngiliz İşçi Partisinin ‘yeni solu’,Alman Sosyal
Demokrat Partisinin ‘yeni ortası’ yeni liberalizmin Sosyalist Enternasyonal Partilerine kazanılması
olarak yorumlanabilir.Sosyalist enternasyonal bu haliyle bir etik değerler manzumesi içinde reformcu özünü kaybetmiş bir örgütlenme olarak görülebilir.Bu anlamda toplantıya katılmayan CHP
ile toplantıya katılan diğer sosyal demokrat partiler arasındaki mesafenin çok fazla olmadığı da
düşünülebilir.[2]
Sonuç olarak, CHP ve Sosyalist Enternasyonal hakkındaki görüşler incelediğinde adeta Türkiye
Cumhuriyeti Siyasi Tarihi’nin bir özetiyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.1864’ten beri birçok
düşünsel çatışmaya sahne olmuş Sosyalist Enternasyonal’in tarihi incelendiğinde ise şu gerçekle
bir daha yüzleşiyoruz; eğer siyaset bir toplumda çatışma halinde olan çıkarların uzlaştırılması
faaliyetiyse; çıkarlar değişen koşullarla birlikte değişecek ama birileri de Antik Çağ’dan beri süregelen alışkanlıkla hep daha iyi bir toplum için mücadale verecektir.
Kaynakça
1-Ana Britannica 8. ve 19. cilt - Ana Yayıncılık
2-Günlü Ramazan,Sosyalist Enternasyonal ve Cumhuriyet Halk Partisi,Finans politik & ekonomik yorumlar dergisi 522.sayı
3- Aksoy Muammer, Sosyalist Enternasyonal ve CHP,Tekin Yayınevi 1977(2. baskı)
4-Bila Hikmet, CHP 1919-2009, Doğan Kitap 2008 (4.Baskı)
5-Tanilli Server,Yüzyılların Gerçeği ve Mirası cilt 5:19.YY.İlerlemelerin Çelişmeleri,Adam Yayınları 2004 (6. baskı)
6-Davies Norman,Avrupa Tarihi,İmge Kitabevi Yayınları 2006
7-www.socialistinternational.org
Söyleşi | Algan Hacaloğlu
148
“Asimilasyondan değil,
sivil toplumun benimsediği
bir entegrasyondan
yanayız...”
{
Algan Hacaloğlu
Söyleşi: Murat Tezcan-Tunç Özdemir
Düzenleyen: Ali Kayahan-Okay Bensoy
}
SAYI 5/6
Söyleşi
Algan Hacaloğlu, 10 Nisan 1940’ta Rize Fındıklı’da
doğdu. İnşaat yüksek mühendisi, planlamacı ve
ekonomisttir. Robert Kolej’i ve Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi.
Yüksek lisansını inşaat mühendisliği alanında ABD
Carnegie-Mellon Üniversitesi’nde, işletme ekonomisi alanında da Pittsburgh Üniversitesi’nde
tamamladı. DPT’de İktisadi Planlama Uzmanı, Daire
Başkanı, Müsteşarlık Müşaviri ve Yüksek Planlama
Kurulu Üyesi olarak görev yaptı. Ortadoğu ve Kuzey
Afrika ülkelerinde özel sektörde “Yurtdışı İşler Genel
Koordinatörü” olarak çalıştı. SHP’nin kurucu üyesi
oldu. Türk Tarih Kurumu ile Türkiye Sosyal Ekonomik
ve Siyasal Araştırmalar Vakfı (TÜSES) kurucu üyeliklerinde bulundu. 19, 20, 22. Dönem’de İstanbul
Milletvekili’ydi. 50. Hükümet’te Devlet Bakanlığı
yaptı. 20 ve 22. Dönem’de AGİT Parlamentosu, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Üyesi oldu.
23. Dönem’de aynı göreve yeniden seçildi. Halen
CHP İstanbul Milletvekili ve partinin Genel Sekreter
Yardımcılığı görevini yürütüyor.
Söyleşi | Algan Hacaloğlu
150
Türkiye’nin, üzerinde en çok tartışılan, en çok
fikir üretilen ama tarihin hiçbir döneminde
bir türlü çözülemeyen düğümü; kimilerine
göre “Güneydoğu Sorunu”, kimilerine göre
“Terör”, kimilerine göre ise “Kürt Sorunu”...
Sorunun nedenlerine ve çözümüne ilişkin bu
kadar derinlemesine analiz sonucunda gelinen
nokta, ağdalı sözlerle ve acılı gözyaşlarıyla
uğurlanan hareketsiz bedenlerin cenaze törenleri... Bulunduğumuz noktadan sıyrıldığımızı,
ileri adımlar attığımızı düşündüğümüz her dönem, başlangıç noktasına dönüp yeni(den)
“açılımları” tartışıyoruz. Bu “açılım”, bazen
askerin sınır ötesine “açıl”masını, bazen siyasilerin halka içini “aç”masını, bazen de hapishane
kapılarının “açıl”masını simgeliyor. “Açılım”
nereye olursa olsun insanlarda hep umuda
yelken “aç”manın imgesini kuruyor. Çünkü telafisi olmayan tek şeyin, ölümün kendisi olduğunu
hayat’tan tecrübe eden kitleler, akan kanın
önüne geçilmesini bekliyor. İşte bu çabanın
bir yenisi ile daha karşı karşıyayız. Hükümetin
yetkili ağızlarının ifadeleriyle “büyük siyasi risk
alınarak girişilen açılım”, derin ve karmaşık olan
sorunun çözümüne ne kadar katkı sunacak, hep
birlikte bekleyerek göreceğiz... AKP’nin, zamanlama ve nedenler konusunda birçok sorunun
sorulmasını beraberinde getiren bu çabasının
karşısında, iktidar seçeneği olduğunu her
fırsatta vurgulayan “sol”’un en büyük partisinin
düşüncelerini öğrenmek istedik.
CHP’nin düşüncelerini öğrenmek için söyleşi davetinde bulunduğumuz, SHP Genel Başkanı iken
DTP ile yapılan seçim birlikteliğinin tarihi bir
misyon olduğunu ileri süren Murat Karayalçın,
bu konuda görüşmek istemediğini belirterek
teklifimizi reddetti. Bu çetrefilli konunun, yeni
genel başkanlık başdanışmanlığı koltuğunu
zedeleyebileceğini
düşünerek
kendisini
anlayışla karşıladık.
İkinci durağımız ise, CHP Genel Başkan
Yardımcılığı sırasında Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nin kurultay delegelerinin her zaman
desteğini ve teveccühünü toplayan, Deniz Baykal
ile yapılan pazarlık görüşmelerinde masaya
koyduğunun bilinmesini saklamayan çiçeği burnunda “muhalif” Eşref Erdem’di. Sayın Erdem,
yaz aylarındaki yoğunluğunu(!) ileri sürerek
teklifimizi reddetti. Soluğu CHP Genel Sekreter
Yardımcısı Algan Hacaloğlu’nun yanında aldık.
CHP’nin düşüncelerini yetkili ve yetkin bir
politikacıdan sonunda öğrenebilecektik. Belki de akla gelen ilk soru “böylesi bir konuyu
alışıldığı üzere Güneydoğulu bir milletvekili veya
o bölgeden bir parti yöneticisi ile değil de neden
Algan Hacaloğlu’yla konuşmak istediğimiz...”
Sorunun cevabı açık: “Türkiye’nin partisi” olduğu
iddiasında bulunan CHP’nin o bölgeden seçilmiş
bir milletvekili yok... Ayrıca, bölgenin CHP’li
yöneticilerinin -daha önceki konuşmalarından
öğrenebildiğimiz kadarıyla- soruna ilişkin tatmin edici cevapları bulunmuyor.
Peki, neden Algan Hacaloğlu? Algan Hacaloğlu
sadece CHP’nin değil, 1980’lerden itibaren
siyasetin sol yelpazesinde lokomotif olmuş tüm
partilerin kurucuları arasında yer almış deneyimli bir politikacı... Seçim bölgesi ve tüm yaşamı
İstanbul olmasına karşın bölgenin sorunlarına
kayıtsız kalmamış, hem eylemsel hem de entelektüel boyutta sorunun çözümüne yönelik
desteğini sunmaktan geri durmamıştır. Şu anda
CHP’nin konuya ilişkin yol haritasını oluşturan
1989 SHP Raporu’nun, CHP Tunceli Raporu’nun,
1999 yılında yayımlanmış iki CHP raporunun
birkaç önemli paydaşından biri...
Kendi ifadesiyle “sorunun çözümüne yönelik yan yana toplantı yaptığı birçok isim ya
dağda, ya Avrupa’da ya da mecliste” olan Algan
Hacaloğlu’nun, CHP’nin Kürt Sorunu’na bakış
açısını öğrenebileceğimiz en yetkin birkaç isimden biri olduğunu düşünüyoruz...
NASIL: 1980’lerin ikinci yarısı ve 90’ların
başı çok geniş halk kitlelerine umut olmuş
SHP geleneğinden geliyorsunuz ve şu anda
CHP’de üst düzey siyaset yapmaktasınız...
Birikimleriniz ve partinizin şu anki çizgisi ışığında Türkiye’nin kanayan yarasını
“Güneydoğu Sorunu” mu, “Kürt Sorunu” mu
ya da daha farklı bir adla mı tanımlarsınız?
Algan Hacaloğlu (A.H.): Ülkemizde 15
milyonu aşkın Kürt kökenli yurttaşımız
yaşamaktadır. Bunların yaklaşık üçte biri Doğu
ve Güneydoğu Anadolu’da; üçte biri de -seçim
bölgem olan- İstanbul’da yaşamakta. Gerçekten ülkemizin güneydoğusunda yaşayan
yurttaşlarımızın, devletimizin kuruluşundan
bu yana geçen 86 yıla karşın entegrasyonu
tam olarak sağlanamamıştır. Aksine, bölgede
bir yabancılaşma süreci yaşanmaktadır. Öte
yandan, ülkemizin diğer bölgelerindeki Kürt
kökenli yurttaşlarımız, topluma giderek
adapte olmuşlardır. O nedenle, olayın bütününe bakıldığında, “Kürt Sorunu” dediğimiz
zaman; bunu bölgesel bir sorun mu, yoksa
belli bir etnik kökendekilerin bir bölümünün
sorunu olarak mı algılamamız gerekiyor diye
düşünmemiz lazım... Bence isim önemli
değil, her ikisi de geçerli olabilir.
SAYI 5/6
Söyleşi
“Kürt Sorunu” dediğimiz zaman -“Etnik
Duyarlılıklara Demokratik Çözüm” olarak
tanımladığımız 1994 programında yer
alan anlayışta- temelinde ülkemizde bulunan her etnik kökenden insanın anadilini,
kimliğini, etnik bağlarını, kültürünü, geleneklerini vs. özgürce benimseyip, geliştirip
sahiplenebileceği bir demokratik anlayışa
vurgu vardır. Genel anlamda Türkiye’de yirmiden fazla anadil konuşulmakta, farklı insan kümeleri yaşamaktadır. O nedenle Anadolu büyük, zengin bir mozaiktir. Bunun
içinde büyük bir kitleyi oluşturan Kürt kökenli
yurttaşlarımızın durumları, diğer kümeler
gibi, demokratik bir anlayışla ele alınmalıdır.
Kürt kökenli insanlarımızın geneli Güneydoğu
Anadolu’da yaşadıkları ve bölgenin kendine
has sosyoekonomik sorunları olduğu için,
zaman zaman “Güneydoğu Sorunu” olarak
tanımlanan soruna “Kürt Sorunu” dendiği
zaman, kimlik sorunlarına yönelik konular
ön plana çıkar. İkisi bir bütünün parçalarıdır
aslında... Birini ihmal edip, diğerini hedef
alarak çözüm sağlayamazsınız. Olayın bir
de üçüncü boyutu, dış faktörü var ki, ayrıca
değinirim...
Bizim “etnik duyarlılıklara demokratik çözüm”
konusunda kırmızı çizgilerimiz şunlardır:
1.
Herkes
Türkiye
Cumhuriyeti
yurttaşıdır ve herkes anayasanın eşit yurttaşı
sayılır.
2.
Herkes hukuk önünde iç ve
uluslararası hukukun sağladığı bireysel haklar temelinde eşit yurttaştır. Burada CHP
olarak biz etnik kimliğe veya kültürel kimliğe
yönelik duyarlılığın çerçevesini, diğer siyasi
görüşlerden farklı olarak, bireysel kültürel
haklar temeline oturtuyoruz ve “kolektif haklar” olarak görmüyoruz. Bunun nedeni de,
Türkiye’nin genelini ilgilendiren sorunlarına
bir ulus-devlet mantığı içinde yaklaşmamızdır.
Ulus-devlet; bu alandaki bireysel hakları,
talepleri dışlayıcı, kültürel haklara karşı
olan bir anlayış değildir. Aksine, Türkiye’nin
kendi özel koşullarında, AB ülkelerinden çok
farklı olarak, belki biraz Fransa’ya benzer
yapıda oluşturduğumuz bir cumhuriyet var.
Oluşturduğumuz bu anlayışın temeli, yirmiden
fazla farklı dili konuşan topluluklardan bir ortak ulus yaratabilme başarımız ve kaynaşmaya
gösterdiğimiz özende yatar. O nedenle, son
günlerde “Bask Modeli” yönündeki talepler
bize hiç sıcak gelmiyor. Bütün yurttaşlarımızın
kendilerini nasıl hissediyorlarsa kimliklerini
sahiplenebilmeleri ve bunu yaparken cemaat
veya ayrıştırıcı nitelikte bir etnik temelde olmadan gerçekleştirmelerini istiyoruz. Ama
hangi kökenden olursa olsun, insanların her
türlü kimliğe ve kültürel hakka yönelik taleplerine saygıyla yaklaşıyoruz.
NASIL: Bask Modeli’nden kastınız, DTP’nin
son döneme yansıyan önerileri mi?
A.H.: Ben, başkasının ne yaptığıyla ne de
söylediği sözlerle ilgileniyorum. Biz bu sürece,
1989 yılında, SHP’de Erdal İnönü’ nün genel
başkan, Deniz Baykal’ın ise genel sekreter
olduğu dönemde bir raporla başladık. Daha
sonra da İsmail Cem ile birlikte Van’da MYK
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un konuyla ilgili açıklaması:
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir devrimdir. Devrimin amacı ise bir ulus- devletin yaratılmasıdır. Bu düşünceden hareket ederek ATATÜRK,
Türk milletini şu şekilde tanımlamıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir.” Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdir?
Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi buradaki “halk” ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada -ki burası Türkiye’dir- yaşayan halkın bütününü, yani
hiçbir dini ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir. Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye
halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete Türk milleti deneceği, ATATÜRK’ün
“Türk milleti” tanımında açıkça yer almaktadır. ATATÜRK’ün veciz söyleminde Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşatılması, ülkü birliğini
temsil etmekte olup, bu görev Türk milletine verilmiştir. Bu tanımda da görüleceği gibi, “Türk milleti” tanımlamasındaki “Türk” sözcüğü, bir sıfat
olarak değil, değişik unsurların hepsine verilen ortak bir isim olarak kullanılmıştır.
Söyleşi | Algan Hacaloğlu
152
Bildirisi hazırlamıştık. Devam eden yıllarda
çeşitli etkinlikler, izlenimler sonucunda
Tunceli Raporu’nu çıkartmıştık. 1999 yılında
hazırladığımız iki rapor daha var. Bu raporlar
birbirini esasında besler niteliktedir ve herbiri
partimizin kurumsal görüşüdür. Partinin ortak
görüşü olmasına rağmen, doğal olarak, herbirinin bazı eksikleri ve fazlaları olabilir. Bütün
bu süreç ilk önce bizi 1994 programına taşıdı.
1994 programında; bu konuda neyin olup
neyin olamayacağını, kısacası bakış açımızı
belirttik. “Etnik Duyarlılıklara Demokratik
Çözüm” bence devrim niteliğinde önemli bir
belgeydi. Oradaki yapıyı, bakış açımızı 2009
programında daha da netleştirdik...
Raporu’nda “Türkiyelilik” ifadesi yok, ama
yine de “Türklük” kavramından çok “Türk
Vatandaşlığı” ön plana çıkarılıyor, etnik
duyarlılıklara vurgu yapılıyor...
A.H.: Biz, sözcüklerle uğraşmak istemiyoruz,
kelimelerin arkasına gizlenerek bir yere gidemeyiz. Ben genelkurmay başkanının bu konudaki konuşmasını da öyle çok yeni vizyonlar
açan bir şey olarak görmedim. Hatta biraz da
kafa karışıklığının yansıması gibi geldi bize...
latmak istiyor?
A.H.: “Türkiyelilik“ gibi yeni tanımlar gereksiz tartışmalar açacaktır. Ayrışmaya daha
çok meylettirecek, özendirecek açılımlar
günümüzün konusu olmamalıdır. “Ben
Kürtüm” ya da “Ermeniyim” diyen için de
geçerli bu... Ama Kürt vatandaşlarımız
için özel bir durum var. Yirmi beş yıldır bir
çatışma durumu var, buradaki sorunu ayrı
bir önemle ve terör boyutuyla da konuşur
uz.
A.H.: Hayır, hepsi birbirini desteklemektedir, çelişmez aksine birbirlerini
netleştirmektedirler. Ama geldiğimiz noktada
2009 programında, bakışımızı Türkiye’nin
bugünkü gerçekleri ve dünya konjonktürünü,
AB ile ilişkilerimiz çerçevesinde gelişen söylemleri ve halkın taleplerini dikkate alarak
oluşturduk. Deniz Baykal’ın bir lafı vardır:
“Kimlik, şereftir.” Bu söz -bilimsel bir
deyişle- bireysel ve kültürel haklara toplumun, devletin, genel anlamda da kurumların
saygı duyması ve iç mevzuatın buna göre
şekillenmesi olarak değerlendirilebilir. Bizim
bakış açımız tam bu doğrultudadır.
Önemli olan, gerçekten samimi olarak bu
konuyu nasıl teşhis ettiğimiz ve neyi hedef
aldığımızdır. Biz, ayrılıkçılığın kökleşmesini
kesinlikle istemiyoruz ve ulus-devlet bizim için
bu yüzden önemli... Ulus-devlet içinde sadece
Kürt kökenliler yok. Büyük bir grup olan
Kürtler içinde bile farklılıklar var. Ama biz herkesi insan olarak tanımlayıp insanı, kişiliğini
şekillendiren, kendi tercihi olmayan, kendi
özgür iradesi içinde belirlemediği kimliğine
saygı gösterilmesini istiyoruz. Bu bağlamda
bazı hakları olduğunu düşünüyoruz. Bunu
pratiğe indirgediğimiz zaman, vatandaşlık
boyutunda herkesin eşit kabul edildiği “Ne
Mutlu Türküm Diyene” anlayışının benimsenmesini önemsiyoruz. Burada bizim temel kabulümüz şu; Atatürk’ün tanımladığı “Türküm”
ifadesi, cumhuriyetin kuruluşunda farklı etnik
kökenden, farklı dil ve inançtan olan kişilerin
tümünü kucaklar ve onlara bir üst kimlik
verme ihtiyacını hisseder. Yoksa tabiî ki bu
kimliği “Türkmen” olarak tanımlamıyoruz ve
öyle değerlendirmiyoruz.
Bireysel-kültürel
haklar
deyince
anımsayacaksınız... 1989 raporunda bu
haklara yönelik o güne dek “dokunulmaz”
diye tanımlanan alanlarda ilk kez tespitler
yapılmıştır. “Herkes Kürtçesini öğrenmeli,
konuşabilmeli, yazabilmeli” diyorduk. Fakat
biz, devletin -1989 raporunda bu kadar net
çizilmemiştir- taraf olmasını istemiyoruz.
Devletin ırkı, dini yoktur. Örneğin her toplumun kendi dilinde TV yayını yapması, gazete
çıkarması bir haktır. Ama devlet RTÜK kontrolünde devlet televizyonunda Kürtçe yayın
yapıyorsa biz “o senin görevin değil” diyoruz.
Özel sektörde herkes yapabilir, devlet bunlar
için teşvik de, destek de verebilir. Ama birileri
için “ben senin dilinden yayın yapıyorum”
demek, devletin görevi değildir. Aynı
şekilde devlet, anadillerin kaybolmamasını,
geliştirilebilmelisini de sağlamalıdır. Bunun
için de her grup kendi ihtiyacını belirleyip,
ona göre sivil toplum yapılanmaları içinde
devletten destek talep etmelidir.
NASIL: Bu noktada “Türkiyelilik” meselesini nereye oturtuyorsunuz? ‘89 SHP
NASIL: “Türkiyelilik” kavramı, “Ne Mutlu
Türküm Diyene” ifadesiyle aynı şeyi mi an-
NASIL: Yani 1989 raporunda “anadilde
eğitim hakkı” derken bireysel öğrenebilme
NASIL: Öyleyse, bakış açınızı ‘94
programından sonraya dayandırıyorsunuz,
yani 1989 SHP Raporu’nu bu sürecin dışında
tutuyorsunuz, öyle mi?
SAYI 5/6
hakkını savunuyor, ama devletin bu noktada herhangi bir görev almaması gerektiğini
mi söylüyorsunuz?
A.H.: Evet, bizim buradaki duruşumuz çok
nettir. Devletin yayın konusunda RTÜK denetimi ve yasaları vardır; ama daha ötesinde
herhangi bir görevi yoktur.
NASIL: Hükümetin “TRT 6” açılımını da
farklı ve doğru bulmuyorsunuz...
A.H.: Farklı bulmuyorum, hatta yanlış buluyorum. Bunu devletin hegemonik tavrının
ve asimilasyona yönelik bir arayışının göstergesi olarak görüyoruz. Biz asimilasyondan
değil, sivil toplumun benimsediği bir entegrasyondan yanayız. Devlet buna maddi destek
verebilir, ortam yaratabilir. Yani MİT’in denetiminde, MİT’in hazırlattığı programlarla
Kürtçe yayın, göstermelik bir uygulamadır.
Eğitim konusunda da “eğitim birliği” ilkesi
çok önemli. Federatif değil, üniter yapıda
bir ülkeyiz. Bunlar bizim kırmızı çizgilerimizdir. Ulus-devlet terminolojisi içinde
eğitimini yabancı dilde almak isteyenler olabilir, fakat devletin resmi dili Türkçe’dir. Bunu
tartışmıyoruz! Çünkü bu tartışmanın nerelere
gideceğini çok iyi biliyoruz. İkinci bir resmi dilin kabul edilmesi tamamen ayrışma nedenidir. Enstitü konusunda şahsi kanaatim, nasıl
Aleviliğin gelişmesi için “enstitü olmalı” diyorsak, bu konuda da aynısı yapılabilir...
NASIL: Enstitüyü devlet mi kuracak; öyle
olursa, söylediklerinize göre, TRT 6’dan ne
farkı olacak?
Söyleşi
A.H.: Üniversite özerkliği konusunda Ruhban
Okulu’nun da üniversite içinde olabileceğini
düşünüyoruz. Bu daha bilimsel temele
oturacağından, dilin gelişimi için enstitü kurulabilir. Hiçbir şekilde normal resmi eğitimi
ikame edemez, resmi eğitim Türkçedir.
Kürtçeyi geliştirmenin çerçevesi olarak enstitüyü düşünebiliriz.
NASIL: 1989 raporunu sahipleniyor ve
CHP’nin bugünkü açılımlarını o rapora
bağlıyorsunuz... Bu önerileri özellikle
bölge halkına yeteri kadar aktarabildiğinizi
düşünüyor musunuz? CHP, sorunun çözümüne yönelik çok ileri adımları zamanında
önermesine karşın, 1991 seçimlerinden
beri sürekli azalan bir ivmeyle bölgede
neden oy kaybediyor? Sıkıntıyı aslen nerede
görüyorsunuz?
A.H.: Sorunuzu yanıtlamadan önce bu politikalara birkaç bir şey ekleyeyim. Devletin resmi
dil dışında ikinci bir dili ve ırkı olamayacağını
düşünüyoruz. Üniter ve ulus-devlet özelliklerini kırmızı çizgilerimiz olarak algılıyoruz.
Ama her şeyin temelini TC Anayasası’nda
belirtilen “eşitlik” ilkesinde görüyoruz. Bizce, vatandaşlık hakkını elde etmiş herkes
eşittir ve bununla birlikte bireysel haklara
önemsiyoruz. “Kimlik, şereftir!” diyoruz.
Bu bağlamda olayın diğer iki ayağını, yani
sosyal ve ekonomik boyutunu da unutmamak gerektiğini savunuyoruz. Bu iki unsur,
ayrıştırıcı şiddet hareketlerinin besleyicileri
konumundadır. Bir diğer faktör de son sekiz
yılda Kuzey Irak’ta şekillenen yapıdır...
NASIL: O halde “Terör Sorunu” ile “Kürt
Sorunu” arasında ciddi bir bağlantı
kurulduğunu kabul ediyorsunuz.
A.H.: Tabiatıyla, ama devlet kimseyi potansiyel suçlu olarak kesinlikle görmemeli. Eğer
MİT Müsteşarı “Biz her kesimle görüşerek
süreci yakından izliyoruz” diyorsa, Türkiye
Cumhuriyeti’nin en üst istihbarat örgütü olaya
bu şekilde giriyorsa bunlar arasında birtakım
etkileşimler var demektir. Terör, şiddet hiçbir
şekilde kabul edilecek bir faaliyet değildir.
Terör eylemleri yoluyla, tanımladığımız sorunun çözümüne yönelik bir adım atılamaz.
Irak’a ABD müdahalesi çok olumsuz sonuçlar yaratmıştır. Bizim açımızdan, bölgedeki
istikrarsızlık yaygın bir şekilde artmıştır, ancak Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin
varlığı ülkemiz için bir tehdit unsuru olamaz.
Orada yaşayan insanların özgür iradeleriyle
oluşturduğu bir yapılanma, fiziki anlamda da
hedef tahtamızda değildir.
NASIL: “Aslında o bölgede kurulacak bir
Kürt devleti ülkemiz için kabul edilebilir bir
müttefik, bir dost ülke olabilir. Irak’ın toprak bütünlüğü bizim için bir kırmızı çizgi
değildir” mi diyorsunuz?
A.H.: Her ülke bölgesinde istikrarı, güvenliği
önemser. Türkiye sıradan bir ülke değil,
dünyanın en önemli silahlı kuvvetlerinden
birine sahip ve bu bölgede laik, demokratik
cumhuriyet yapısı içinde bütün sorunlarına
rağmen güçlü bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Çevre ülkelerdeki dışsal etkilerle,
istikrarsızlıklar yaratılması hoşumuza gitmez, ama buna doğrudan taraf olmamalıyız.
Söyleşi | Algan Hacaloğlu
Duruşumuzla caydırıcılığımızı sağlamalıyız.
Dış siyasette çevre siyasal olayları yönlendirebilme gücüne sahip olmalıyız.
154
NASIL: Söylediklerinizden “Kuzey Irak’taki
bir Kürt devleti bize risk oluşturmaz. Biz
vatandaşlarımıza güveniriz” anlamı çıkar
mı?
A.H.: Hayır, öyleyse size yukarıda kısaca
andığım “dış faktör”den ne anladığımızı
açıklayayım... Bugünlerde söylenen bazı
şeyler var; yok Barzani Türkiye’ye katılırmış
falan, geçin onları... Biz Atatürk’ün Misak-ı
Milli bütünlüğü içindeki Türkiye’den bahsediyoruz. Devlet adamları, aydınlar, siyasetçiler
olarak bunun sorumluluğunu taşıyoruz. Bunu
derken, eğer Kuzey Irak’taki hakim irade
terörün kendi topraklarında sürmesine göz
yumuyor, ABD bunu ikili bir politika olarak
örtülü biçimde destekliyor ve hareket olarak
sürmesine göz yumuyorsa bu işin içinden
sıyrılamaz. Sonuçta Irak kendi iradesiyle
kendi yönetim şeklini belirler. Kuzey Irak’ta
oluşacak irade Birleşmiş Milletler ilkeleri
çerçevesinde gelişip bir noktaya varırsa ve
bu siyaset dengeleri içinde kabul edilebilir
bir sonuçsa bundan rahatsız olmayız. Bu bir
özgüven kaynağıdır. Dolayısıyla, terörü hiçbir
şekilde bu bağlamda birleştirmiyoruz. Terörle
mücadele edilmesi gerekir, dış istihbarat
zaafı vardır, MİT kesinlikle dışarıdan empoze
edilmek istenen modellere taraftır. Bugün
Güneydoğu’da sorun artık PKK değildir. PKK,
ABD açısından misyonunu tamamlamıştır,
fakat örneğin İran’da hâlâ bir işlevi vardır.
NASIL: PKK’nın ABD kontrolü altında
hareket ettiğini mi söylüyorsunuz?
A.H.: ABD onu kullandı; PKK da onu
kullandığını düşündü. Peki ABD, PKK yerine
neyi ikame ediyor? Güneydoğu’daki model
daha geniş bir alanda üniter devletten ayrı
olarak, İslam dünyası içinde, yeni diyaloglar zemininde gelişecek ve gelişiyor. Önce
insanları geniş coğrafyada ortak değerlere
daha bağlı tutabilmek amaçlanıyor. Burada
hareketin temelinde Fethullah Gülen var.
Bu hareket, Hizbullah’ı kontrol edip şekil
değiştirmeye zorluyor ve bir yan faktör olarak
el altında tutuyor.
NASIL: Peki o zaman bu genel yapı
Başbakan’ın “Kürt Sorunu” tanımıyla
çelişmez mi?
A.H.:Başbakan
olayın
aslını
öğrenemediğinden münferit bir tanımlama
yapıyor... Mağduriyetler devam etmektedir.
Boşaltılmış köylere ilişkin bir araştırma önergem ve raporum vardı. 3428 köy ve mezraya
sonra ne olduğunu hiçbirimiz izleyemedik...
Daha yeni on beş tane soru önergesi verdim,
onların uzantıları doğrultusunda... AKP
iktidarı bölgeye ve çözüme tüm boyutlarıyla
zarar vermiştir. Gerçekten bölgenin, devletin
yatırımlarıyla sosyal ve ekonomik alanlarda
pozitif ayrımcılığa ihtiyacı vardır. Terörle mücadele nedeniyle ortaya çıkan mağduriyetler
çok ciddidir. İktidarın diğer zarar verdiği alan
ise, genel itibariyle, ılımlı İslam felsefesine
yönelik dışarıdan gelen dayatmalara karşı,
bölgede bu düşüncenin etkinliğini artırmasına
duruşuyla katkı sağlamasıdır.
Sizin sorunuza geleceğim; CHP’nin oy oranı
bölgede neden düşük? Ben bölge insanı
tarafından bilinen biriyim... Bakanlık döneminde fiilen yaptığım çalışmalar o bölgede
hâlâ bilinmemi sağlıyor. Bu konuya ilgi duyan
aydınlarla dirsek temasındaydım. Yanımda
oturan kişiler şimdi ya dağda, ya Avrupa
trafiğinin başında ya da Ahmet (Türk), Sırrı
(Sakık) falan... Meclisteki partiyi (DTP’yi
kastediyor) sorgulamak istemiyorum. Kendi
duruşlarını sergilemelidirler. O bölgeden
birçok insan batıya; Adana, Mersin, Antalya, Muğla, Aydın, İzmir, Trakya’ya göç etti.
Bu bölgelerde partim, Kürtlerin oyunu aldı.
O bölgede özgürlükleri daraltılmış bir ortamdan çıkabilenler daha bilinçli olarak
iradesini ortaya koyuyorlar. Başka partiler
için tahlil yapmayacağım ama şunu görüyorum: Entegrasyon bizim dünya bakışımız
açısından seçime olumlu yansıyor. Bölgede
ise aksine, yabancılaşma ve bunun sonucunda terör olayları yaşanıyor. 1995’te yanımda
OHAL Bölge Valisi ve Korgeneral olmasına
karşın “Dağda ölenler bizim çocuklarımız!”
dedim. Bu bölgenin çocukları da, askerler de bütün Türkiye’nin çocukları; yani bizim
çocuklarımız... O zamanki düşüncem bugün
de geçerli... Dağa çıkanlar da bölge insanı...
CHP’nin duruşu yoğun bir şekilde, PKK’ya tam
karşıtlık sergiliyor ve DTP’nin duruşuyla tabiî
ki örtüşmüyor. CHP’nin duruşu, o bölgede
etkinleşen siyasi irade tarafından kendi erkine yönelmiş bir tehdit olarak görülüyor.
NASIL: O zaman neden bölge insanını ikna
edemiyorsunuz? Eksikliği fikirde değil de
daha çok yöntemde mi görüyorsunuz?
SAYI 5/6
Söyleşi
A.H.: Kesinlikle, öyle görüyorum. Partinin
fikri düzlemdeki eksikliğinden ziyade bölgeye az gitmek gibi bir sorunu var. Bölgeyle
kaynaşmamız lazım. Dolayısıyla bizim bölgede
daha çok olmamız, onlara düşüncelerimizi,
politikalarımızı daha çok aktarmamız lazım.
Siyasette hareket alanları genişlemeli, ama
bu baskıyla olmaz. Sonra biz, sanıldığının
tersine, askerden de oy almıyoruz. Gidin inceleyin, askerlerin yoğun olduğu bölgelerden
CHP’ye oy çıkmadı. Ama bundan sonra batıdan
güç alarak oraya daha güçlü gideceğiz...
Bölgede sürekli çalışacağız -yaz sıcağında
çok da kolay değil- ama, yoğun bir şekilde
bulunacağız. Ne var ki, bu sadece bizim işimiz
değil, arkadaşlar. CHP olarak bölgede az oy
almış olabiliriz. Ancak bizim politikalarımız
çok oy alınsın diye değil, Türkiye’nin gerçek
ihtiyacının bu olduğu düşünülerek ortaya
konmuş politikalardır. Türkiye kötü bir yönetim altında ve çok ciddi zaman kaybediyoruz.
Ben, AB’nin bu bölgeye yönelik ilgisini de hiç
yadırgamıyorum. İnsan hakları sınırötesi bir
duyarlılıktır, evet; ama bu konuyu kendimiz
çözmeliyiz.
NASIL: “Yöntemsel eksiklik de var” diyorsunuz. Bölge örgütünüzdeki yöneticiler ve
gösterdiğiniz milletvekili adayları seçilememelerine rağmen partinizde üst düzey
yöneticilik yapıyorlar. Bunun gerekçesini
nasıl açıklıyorsunuz? Buradan kendinizi
yenileyemediğiniz anlamı çıkar mı?
A.H.: O konuda çok yorum yapmak istemiyorum. Ekim 2009’da kurultay var, örgütü
bölgenin
taze
insanlarıyla
yenileme
düşüncesindeyiz.
NASIL: 22 Temmuz seçimlerinden sonra bir
özeleştiri yapılarak, az oy alınan bölgelere
daha çok ilgi gösterilmesi ve genel başkan
ziyaretleri vs. düşünüldü. Ama son yerel
seçimlerdeki il genel meclisi oy oranlarına
göre çok farklı bir sonuç çıkmadı. Şimdi yeni
reçeteniz örgütlere yönelik mi olacak?
A.H.: Şu anda bölgede kazandığımız az sayıda
belediyeyi sahipleniyoruz. Şanlıurfa’da tarım
kurultayı, Diyarbakır’da ise toplantı yaptık.
Söyleşi | Gürsel Tekin
156
CHP İstanbul İl Başkanı
Gürsel TEKİN:
“Çarşaflarını değil gündemlerini sahiplendik”
Söyleşi: Tunç Özdemir - “NASIL” - Ankara
Düzenleyen: İlkay Halıcıoğlu
SAYI 5/6
Söyleşi
12 Eylül öncesi CHP Gençlik Kollarında başlayan siyasal yaşamı, askeri dönem sonrası SODEP’te devam etti. SODEP’in kapanmasının ardından çalışmalarını SHP
çatısı altında sürdürdü. 1989 seçimlerinde Kadıköy Belediyesi Meclis üyeliğine seçildi. 1994 seçimlerinden sonra da bu görevini sürdürdü. 1994-1997 yılları arasında
Kadıköy Belediyesi Encümen Başkanlığı, 1997 yılında da Kadıköy Belediyesi Başkan Yardımcılığı görevlerini üstlenen Tekin, 1999 ve 2004 yerel seçimlerinden sonra da
görevlerine devam etti. 2004 yılında aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyeliğini de üstlenen Gürsel Tekin, CHP’nin baraj altında kaldığı dönemde İl
Başkan Yardımcısı olarak başladığı İstanbul örgütündeki görevini, halen İl Başkanı olarak sürdürmektedir. Kamuoyu Gürsel Tekin’i, partinin son yerel seçimler öncesindeki
çalışmaları ve “Çarşaf Açılımı” diye anılan süreçle tanıdı.
Söyleşi | Gürsel Tekin
158
•NASIL:
Yerel
seçimlerde
CHP’nin
İstanbul’daki çalışmaları, hem kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olan, hem de
partinin ülke düzeyinde sağladığı desteği
aşan bir görünüme sahipti. Siz bu süreci
nasıl değerlendiriyorsunuz?
•Gürsel TEKİN: Bu çalışmayı sadece “29 Mart”a
sığdırmak haksızlık olur. 2007 yılının eylül
ayında yeni bir anlayış başladı İstanbul’da ve
partimizde. Üzülerek ifade etmek istiyorum,
bu süreçten önce ilçelerimiz çok aktif değildi.
Ben il başkanı olduğumda birçok ilçenin yönetim kurullarını değiştirdik. Tabi bu süreçte
tepkiler de oldu. Kimi uygulamalarımıza antidemokratik dedi, kimi değiştiremezsin dedi,
direnç gösterenler oldu. Biz bir çalışma anlayışı
göstermiştik. O çalışma anlayışına ayak uyduran arkadaşlarımızla yolumuza devam ettik.
Uyduramayan arkadaşlarımızdan da aflarını
diledik. Gerek yeni örgüt yapılanmamız, gerek
gençlik kollarımız aktifleşti. İlçelerimiz çok
aktif hale geldi.
Parti genelinde zamanın çoğunun örgüt içi
mücadeleye ayrıldığı ortada. Biz İstanbul’da
bunun tam tersini yaptık. İstanbul’u tüketen değil, üreten bir örgüt haline getirdik.
İnsanlar tatildeyken, 163 tane bilim adamı
çalıştırarak İstanbul’un temel sorunlarıyla ilgili üç tane sempozyum yaptık. Depremle ilgili, suyla ilgili, trafikle ulaşımla ilgili çok ciddi
sempozyumlar oldu. İstanbul halkıyla bunları
paylaştık. Örgütlerimizin hepsini sürekli
denetledik. Bizim en büyük eksiklerimizden
birisi de bu denetim mekanizmasının
olmaması. Denetim mekanizmasının olmadığı
yerde başarı da olmaz. Biz İstanbul’da gücü-
müzün yettiği kadarıyla bunu yapmaya
çalıştık.
29 Mart’ta seçim olacağını herkes biliyordu.
1 yıl önce bütün ilçe başkanlarını, kadın
kollarının kurullarını, gençlik kollarının
kurullarını topladık, seçim startı verdik. “Daha
çok erken” dediler. “Hayır efendim. Geç bile
kaldık” dedim.
Onun yanında çok önemsediğim bir proje
var: “Cumhuriyet Halk Evleri Projesi”. Cumhuriyet Halk Evleri projesinde 1000 tane
kadın çalışıyor, gönüllü olarak. Burada
huzurlarınızda bütün arkadaşlarıma teşekkür
etmek istiyorum. Gecelerini gündüzlerine
kattılar çok ciddi çalışmalar yaptılar. Halen
de çalışmalar devam ediyor. Yarın da İzmir
Selçuk’ta yeni bir halk evi açılıyor. Ülkemizin
dört bir yanına Cumhuriyet Halk Evi projemizi
yaymak istiyoruz.
İkincisi, 15 yıllık bir belediyeci olarak
İstanbul’da AKP’nin belediyelerinin ne kadar başarısız olduğunu biliyordum. Onları
toplumla dilimizin döndüğü kadar paylaşmaya
çalıştık. Ama ne yazık ki sivil toplum örgütleri çok güçlü değil İstanbul’da. Adları çok
büyük olsa da hak arama dönemlerinde ya da
direnç gösterme dönemlerinde üzülerek ifade
edebilirim ki hemen hemen odaların sayısı
3’er 5’er kişiydi. Sendikalar yine çok zayıf.
Sendikalarla bağlarımızı çok kısa içerisinde
kurduk. Sivil toplum örgütleriyle bağlarımızı
kurmaya çalıştık. Seçim startını başlattık.
Türkiye’de örneği var mı bilmiyorum, 29 Mart
seçim çalışmalarını sadece insan unsuruyla
götürmüşüz. Karşımızda iktidarın bütün
olanaklarını kullanan, 100 milyon dolara
yakın bir harcama yapan AKP vardı. Bunun
yanında MHP 10 milyon, DSP 8,5 milyon lira
para harcadı. Biz sadece 3,5 milyon lira ile
kampanyayı götürdük. Bizim kampanyamızın
ana damarı örgütlerimizdi. Örgütlerimiz canla
başla çalıştılar. Niye kavga yok? Kavganın
olmadığı yerde başarı olur.
•NASIL:Parti içi kavga bittiği zaman başarı
gelir diyebilir miyiz?
•Kesinlikle. Bu kadar emin konuşuyorum.
Birincisi CHP’de siyaset yapan insanlar bir
ekonomik beklenti içinde siyaset yapmıyor.
Yani partide öyle arkadaşlar tanırım ki başka
bir partiye gittiğinde rahatlıkla bakan olabilecek potansiyelleri var. Ama çizgisinden
hiç taviz vermeden yıllardır CHP’de siyaset
yapıyorlar. Çünkü bir ideolojik beklentisi var,
ekonomik beklentisi yok. Ama CHP’nin en
büyük eksiklerinden bir tanesi sevgi ve saygı.
Bunu derhal oluşturmadığımız sürece başarılı
olma şansımız yok. İstanbul’daki başarının en
büyük sebebi budur. Geldiğimde bunun çok
ciddi sıkıntısını çektim. Kimse kimseyi sevmiyor, herkes herkesle mücadele ediyor. Böyle
bir particilik anlayışı olmaz. Bunun ivedilikle
çözülmesi gerekir. İstanbul’da bu tamamen
bitti mi? Hayır. Ama Anadolu’ya gittiğimizde
İstanbul bir başka şehir. İstanbul’da bir örgüt
var, bir çalışma anlayışı var, bir yerleşik düzen
var. Yani partinin en büyük eksiklerinden biri
bu. Bunu da inşallah en kısa sürede gideririz.
•NASIL:Bu mücadeleyi yaparken Genel Merkezde Genel Başkanın arkanızda
olduğunu biliyoruz, çeşitli odaklardan
SAYI 5/6
Söyleşi
direnç gördünüz mü? Gördüyseniz nasıl
aştınız?
örnekliyorlar. Bu güne kadar yapılmayan,
Kılıçdaroğlunun imgesi dışında başarıyı
sağlayan neydi?
•Hayır. Hiçbir dirençle karşılaşmadım. Niye
karşılaşmadım? Çünkü Genel Başkan bütün
projelerin arkasındaydı. Eğer İstanbul’da
bizim bir başarımız varsa hangi projeyi
götürdüysem Genel Başkanımızın bize güvenmesinin bunaçok önemli katkısı vardır. Zaten
bu tür projelerde partinin başarısı üst kademe,
orta kademe, alt kademe, eğer bir bütünlük
sağlayamazsa orada başarılı olmazsınız. Onun
için bir dirençle karşılaşmadım.
•NASIL: Seçim sonuçlarını değerlendirdiğimizde yeteri kadar varoşlara ulaştığınızı
düşünüyor musunuz?
•Yeteri kadar ulaşamadık.
•NASIL:Bir aşama kaydettiğiniz ortada ama
değil mi?
•Yeteri kadar ulaşamadık. Neden ulaşamadık,
onu da söyleyeyim. Direndim. Yani bir
özeleştiri olacak ama eksikliklerimizi de yüksek sesle söylemek gerekir. Biz muhalefet
partisiyiz, adaylarımızı 6 ay önce açıklayalım,
diye çok mücadele ettim ama olmadı.
•NASIL:Adaylar erken açıklansa
başarılı olunabilir miydi?
daha
•Kesinlikle seçimi alırdık. Bu kadar iddialı
konuşuyorum.
•NASIL:İstanbul’da sağlanan başarının
nedenleri üzerinde tartışanların birçoğu
“çarşaf açılımı” ile somutlaşan süreci
•Medyanın bunu sadece “çarşaf açılımı”na
oturtması çok üzücü. Biz, gelir gelmez solda ne kadar dışarıda kalmış arkadaşımız
varsa, onların hepsini partiye kattık. Siyasetin dışında kalmış olan sanatçıları da aynı
biçimde sürece dahil ettik. Kapı kapı dolaştık.
Bütün sendikalarla çok iyi ilişkiler kurduk. Biz
bu açılımları onlarla başlattık. Merkez sağın
çöküşüyle 11 tane Belediye Başkanını transfer ettik. Onları da partimize aldık. DSP’den
MHP’ye, ANAP’a kadar bir çok kişiyi partimize
kattık.
Bu çarşaf işi en son. Oraya gelince. ‘89
seçimlerinde varoşlardaki en yüksek oyu biz
aldık. Yani bu gün AKP’nin çok güçlü olduğu
o bölgelerde biz ‘90’lı yıllarda %70-75 oy
almıştık. Ne oldu da biz % 5’lere düştük. Kendimizde bir eksik aramayacak mıyız? Eksik
bizde, gitmemişiz, sorunlarını dinlememişiz.
İnsan çarşaflı olunca bu zamdan zulümden
etkilenmiyor mu? O da insan. Biz gittik, onlara anlattık. Dedik bu iktidar kanımızı emiyor. Siz kendinizi anlatabilirseniz. Hele sosyal
demokratların rahatlıkla toplumun her kesimine ulaşma gibi bir görevi vardır. Kim olursa
olsun, şuydu buydu diye ayırt etme hakkımız
olamaz. Bu çalışmalarımızdan dolayı Cumhuriyet Halk Evleri projemizden dolayı insanların
biz partiye katılmak istiyoruz diye talepleri
oldu. Şimdi ne diyeceksin, “Siz çarşaflısınız,
sizin yaşam tarzınız bizden farklı, sizi partiye
alamayız mı” diyeceğiz? Tam tersine sayın
Genel Başkanım geldi, onurla rozetlerini
taktı. Kaldı ki, yarın kim gelirse gelsin, “Ben
CHP’nin ilkelerini önemsedim, kabul ediyorum, bu partiye katılmak istiyorum” diyen
herkese kapımız açık. İster AKP’li olsun ister
TKP’li olsun, yeterki ilkelerimizi benimsesin.
•NASIL:“Çarşaflarını değil gündemlerini sahiplendik” diyorsunuz yani?
•Akfırat diye bir belde var. 22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin çok güçlü olduğu ve biraz da
muhafazakar kesimin çoğunlukta olduğu bir
bölge. 22 Temmuz’da AKP % 96 oy almış. 29
Mart’ta biz orada % 38 oy aldık. Niçin? En az
on defa gittim, dirençle gittim. Niçin oy vermesin? Benim gibi düşünüyor, sefalet içinde
yaşıyor. Yaşam koşullarımız aynı olmayabilir.
Ama o da benim gibi sömürülüyor. Bunları
anlattık. Bana orada Karadenizli bir amca çok
ilginç bir hikaye anlattı. Dedi ki: “Gazeteler
yazıyor, CHP Karadeniz de açılım yaptı diye.
Ne açılımı yaptınız? Açılımı AKP yaptı.” “Nasıl
yaptı” dedim. “Parayı bulan avradını açtı. Biz
bunlarla 30 yıl beraber yaşadık. Benim avrat
hala çarşafta, çünkü biz parayı bulamadık.”
Bu kesim yoksulluktan, sefaletten bıkmış
durumda. Sonuçta onlar da insan. Onların
inaçlarının sırtına binerek oylarını aldılar.
Çalıp çırpıp yaşam biçimleri değiştikçe onlar
da nefret ediyor.
•NASIL:O zaman temel çarpışmamız sömürülenle sömüren arasında diyeceğiz.
•Önce insan, biz insan odaklı bir partiyiz.
Bugün yaşananlar ise inanç sömürüsü veya
ekonomik sömürü temelli.
Söyleşi | Gürsel Tekin
•NASIL:Sömürülene ulaşmak gerek, değil
mi?
160
•Aynen öyle. Şu anda İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nin işçileri grevde. Halbuki
sendikaları sağcı, İslamcı bir sendika. Ama bir
yere kadar. Sömürüldüğün zaman, hakların
gasp edildiği zaman isyan ediyorsun. Gittik
kendilerine destek verdik. Bunların sendikası
başka anlayışıyla geçiştirebilirdik. Bizi de gayet güzel karşıladılar. Bir tanesi dedi ki; “Biz
Nurettin Sözen döneminde çok kızdık. Tayyip
Erdoğan’a oy verdik. Hepimiz yanılmışız. Biz
farklı da düşünsek, bizim sorunlarımızı sol bir
iktidar çözer.” Bu noktaya gelmiş yani.
Türkiye’deki sorunları çözebilecek bir iktidarın
mutlaka sosyal demokrat bir iktidar olması
lazım. Dinsizin de, dincisinin de, Ermenisinin
de, Kürdünün de, Alevisinin de sorunlarını
çözecek sosyal demokrat bir iktidardır. Herkesin CHP’den beklentisi bu. Biz bu beklenti
doğrultusunda örgütlenmek zorundayız.
kendi ilkelerimizden vazgeçmiş değiliz. Ama
bizim tartışma konumuz o değil. Bizim partimizin programı açık, tüzüğü açık, ilkelerimiz
açık, hangisinden vazgeçmişiz. Onlar öyle
görmek istiyorlar. Görsünler fark etmez.
•NASIL:Bu açıdan İstanbul, Türkiye’ye
örnek olabilir mi? Yani İstanbul’un sosyal
yapısı Türkiye’yi yansıtıyor mu?
•İstanbul’un sosyal yapısı Türkiye’nin sosyal
yapısıdır. İstanbul’a baktığınızda Mardin’i
görürsünüz, Çorum’u görürüsünüz, Ardahan’ı
görürsünüz.
•NASIL:İstanbul’daki Mardinliler CHP’ye oy
verdi mi?
•İstanbul’daki seçmen kesiminin önemli
çoğunluğu bize oy verdi.
•NASIL:Ama
Mardin’deki
Mardinliler
CHP’ye oy vermedi değil mi? Bunu nasıl
açıklarsınız?
•NASIL:Seçim sonrası Taha Akyol’un
yazılarıyla başlayıp sıklıkla dillendirilir olan fikir, Gürsel Tekin’in
başarısnını Kemalizm’den uzaklaşmasıyla
gerçekleştiğini savlamakta. Sonuçları,
CHP’nin Post-Kemalist bir kimlik belirlemesi gereğini ortaya koyduğunu, bunun
partide bir kimlik değişimi zorunlu hale
getirdiğini ifade ediyorlar. Siz başarınızın
arkasında bir kimlik değişimi görüntüsünün
etkiliolduğunu düşünüyor musunuz?
•Arkadaşlarım kızıyorlar bana, buradan bir
şey söylemek istemiyorum. Genel Merkez
yönetimdekiler “İstanbul’da konuşanlar gelsin bir de güneydoğuda konuşsunlar.” demiş.
Tabi ki güneydoğuda siyaset yapmak buradaki
kadar kolay değil. Niçin ben Diyarbakır’da yokum, niçin Mardin’de yokum, niçin Ardahan’da
yokum. CHP’nin onlara ters gelen hiçbir şeyi
yok. CHP 15 kişinin kurduğu bir parti değildir.
Bir kurul partisidir. O yüzden Türkiye’deki bütün sorunları çözebilecek tek partidir.
•CHP’de bir kimlik değişimi söz konusu değil
ki. CHP kendi ilkelerinden mi vazgeçti ki? Biz
CHP barajın altında kaldığında da herkes umu-
du CHP’ye bağlamıştı. Öbür partiler mevsimlik partiler çünkü. Bu gün var yarın yok. CHP,
ben olsam da olmasam da yarın var olacak.
Bu yüzden CHP, Türkiye coğrafyasının dört
bir yanında örgütlenmek zorunda. CHP’nin
tarihine bakın, pırıl pırıl. M. Kemal Atatürk,
İsmet İnönü, Bülent Ecevit, Deniz Baykal.
Bembeyaz, bir sayfa tek bir leke bulamazsın.
Bu kadar temiz bir parti var elimizde. Ben bu
partiyi savunamayacaksam, bu eksik benim,
sokaktaki vatandaşın değil. Onun için biz
kendimizi ifade etmek zorundayız. Tabi ki
özeleştiri yapacağız. Ben Deniz Baykal’ın nesini anlatamayacağım? Tayyip’in anlatıldığı
yerde ben Deniz Baykal’ı anlatamıyorsam,
bu ayıp benim. Dürüstlüğünden hiç kimsenin
şüphesi var mı, devlet adamlığından kimsenin
şüphesi var mı, tecrübesinden hiç kimsenin
şüphesi var mı, duruşundan, siyasetinden
hiç kimsenin şüphesi var mı? Niçin sevilmez?
Ben anlatamamışım. Benim anlatmak gibi bir
zorunluluğum var. Birileri Türkiye’yi soyanları
anlatıyorlarsa, buna karşın ben elimdeki pırıl
pırıl adamı anlatamıyorsam, bu örgütten
kaynaklanmıyor.
•NASIL:İstanbul
modelini
Türkiye’ye
uygulamanınız mümkün mü? Sizin bu konuda atacağınız somut adımlar olacak mı?
•İstanbul’da yaptıklarımızı sürekli olarak Genel Başkanımıza, Genel Sekreterimize sürekli
anlatıyoruz. Anlatmak görevim. Kızabilirler,
eksik bulabilirler, yanlış bulabilirler. O başka
bir şey. İl Başkanlığı’na geldiğimde bütün
medya kuruluşlarına gittim, Vakit hariç. CHP
nin burada var olduğunu hatırlattım. Gidilmeyecek ne kadar yer varsa gittim anlattım.
SAYI 5/6
Söyleşi
Anadolu’da bunu göremedim. Önemli bir ilimizin Sanayi Odası Başkanı’yla görüştüm.
Daha CHP İl Başkanını görmediğini söyledi.
Üzüyor bunlar beni. İl Başkanı Sanayi Odasına,
diğer odalara, kuruluşlara partisini anlatacak,
politikaları anlatacak.
dünyası, örgütleri İstanbul’dan besleniyor.
İstanbul’un kaybedilmemesi için 10 bakan
gece gündüz burada çalıştı. İş adamları, milletvekilleri, tarikatlar. İstanbul’daki camilerin
hepsi AKP için çalıştı. Ey Diyanet İşleri Başkanı.
Elimizde bildiriler var hepsini açıkladım.
Sadece ben açıklamadım. Saadet Partisi adayı
Mehmet Bekaroğlu da açıkladı. Bütün camilerde bildiriler dağıtıldı. Sayın Kılıçdaroğlu,
sayın Mehmet Bekaroğlu aleyhine bildiriler
dağıtıldı. Bu bildirilerde Kılıçdaroğlu Ermeni
oldu, Kürt oldu, Alevi oldu, PKK’lı oldu, neler
oldu neler. Mehmet Bekaroğlu’nun eski solcu
olduğu kominist olduğu duyuruldu. Camiler
insanların ortak alanlarıdır. Bu güne kadar
bekliyorum, Diyanet İşleri Başkanı bunlar için
hangi işlemi yaptı doğrusu bilmiyorum. Takip
edeceğiz. AKP’nin örgütü yoktu, dağılmıştı.
Ama doğal örgütleri tarikatlar, camiler ve en
büyükleri de medya. Bir gazete ve televizyon
ben ve Kılıçdaroğlu için memleketlerimize
ekip gönderdi, acaba ne bulabiliriz diye.
Köyüme kadar gittiler. Bu kadar da ahlaksızca
davrandılar.
•NASIL:Hem yerel de hem ulusal çapta bir
kadro değişimine ihtiyaç var mı?
•Bir anlayış değişimine ihtiyaç var. Anlayışı
değiştirmeyip kadroyu değiştirirsek ne işe
yarar? Bizim her seçim döneminde kendimizi
sorgulamamız lazım. Seçim bizim için sınav.
Kimse seçmene kızmasın, hatayı kendimizde
arayacağız.
•NASIL:Bir öngörüde bulunursak İstanbul’u
ne zaman CHP alır?
•Yarın seçim olsun, CHP İstanbul’u alır.
2009 sonu veya 2010’da seçim olacak. CHP’yi
İstanbul’da birinci parti yapmazsam kendimi
başarısız sayarım.
•NASIL:Bu seçimde neden CHP İstanbul’u
alamadı, seçimlerde herhangi bir hukuka
aykırı durum var mıydı?
•Elimizde bir sürü bilgi var, somut belgeler var, tamamını yargıya götürdük. Çok
ciddi bir şekilde seçim yolsuzluğu var. Biraz önce de söyledim eksikliklerimiz var. Bir
tanesi adaylarımızı geç açıkladık. İkincisi
çok büyük olanaklarımız yoktu. Üçüncüsü
AKP için İstanbul çok önemliydi. Neden
önemli? Başbakan ve 11 tane bakanın
önemli yatırımları var. Başbakanın yandaş
medyasının beslendiği yer İstanbul. İş
Diğer bir durum seçim sistemi. Bu kadar ilkel
bir seçim sistemi olabilir mi? Yüksek Seçim
Kurulu sınıfta kaldı. Güncelleme yapamadı.
Devletin yapamadığı güncellemeyi CHP yaptı.
9.400.000 seçmen için güncelleme sistemi
yaptık. Hala da o sistem duruyor. Okullar,
sakatların ve yaşlıların oy kullanabilmesi için
uygun değildi. Oy pusulaları Karadeniz pidesi
gibiydi. Seçime giren girmeyen partiler vardı.
Niye koyuyorsun seçime girmeyen partiyi?
Sanki inatla, sanki bilerek hazırlanmıştı. Seçmen katlaya katlaya küçücük bir zarfa koyuyor. 1.200.000 tane oyu iptal etti. Böyle bir şey
olabilir mi? Bu ilkellikten vazgeçilmesi lazım.
Derhal bu seçim sistemi değişmeli. Elektrikler
kesildi gece yarısı. 48 saat sonra sonuçları
aldık. Niye sistem çöktü, niye elektrikler kesildi? Başbakan suçu Seçim Kuruluna atıyor.
Elektrik İdaresi sanki Yüksek Seçim Kurulu’na
bağlı. Okulun önüne gidiyoruz. Polis bizi
içeri almıyor. Devletin bütün olanaklarını
kendilerine kullandılar. Ama bunları onlara
zehir edeceğiz. Her şeyin hırsızlığı olur da,
insanların oy hakkı en kutsal hakkı onu çalmak kadar aşağılıkça bir şey olabilir mi? Ama
maalesef bunu da yaptılar.
•NASIL:O zaman 2010 da İstanbul CHP nin.
•Kesin. Ben sabah 8’deb gece 1’e kadar
geziyorum. Gitmediğim düğün, dernek, sendika yok. Hepsine gidiyorum. Bizim kendimizi anlatma gibi bir zorunluluğumuz var.
Benim buradan bütün İl Başkanlarına çağrım
var. Emeklerine saygım var, kolay değil. Ama
lütfen her yere gitsinler, kendilerini, partilerini, politikalarını anlatsınlar. Ellerinde
Cumhuriyet altını gibi bir CHP var. Defosu yok,
kirlenmemiş.
•NASIL:Sırada bir kurultay var. İstanbul ile
alakalı veya alakasız başka bir göreve geçme
gibi bir düşünceniz var mı, yoksa konuşmak
için erken mi?
•Şimdiye kadar kendi siyasal geleceğimle
ilgili hiç planım olmadı. Gençlik kollarında
başladım. İl Başkanlığına geldim. Partim bana
ne görev verirse yaparım. Önemli olan şudur.
Ben burada birlik ve beraberlik sağladım. CHP,
örgütlerinde birlik ve beraberliği sağlarsa iktidar olması için hiçbir engel yoktur. Yeter ki
onu becersin.
CHP Tüzüğü ile ilgili bir inceleme
162
CHP Tüzüğü
ile İlgili
Bir
İnceleme
{
A. Tayyar Selçuk
}
SAYI 5/6
Siyaset
CHP Tüzüğü ile ilgili bir inceleme,
Özellikle 23.24ekim 2003 tarihli kurultayda yapılan ve aynı kurultayda uygulanmaya başlayan tüzük değişikliğinden sonra CHP tüzüğünün bir kısım hükümlerinin
aynı tüzüğün başlangıç maddelerinde vurgulanan demokrasi ve hukuk ilkelerine aykırı olduğu hususu yoğun bir biçimde gündeme gelmiştir.
Takip eden günlerde CHP kurultay delegelerinin önemli bir bölümü tüzük taslağı hazırlayarak kurultayın tüzük değişikliği yapmak üzere olağanüstü toplantıya
çağrılmasını yeterli çoğunlukla istemişlerdir.CHP Genel Merkezi çeşitli bahanelerle çağrıyı yapmamış ve konu Yargıtay C.Başsavcılığına intikal etmiş Başsavcılık da
olağanüstü toplantı koşullarının oluştuğunu saptayarak partiyi uyarmasına rağmen çağrı yapılmaması üzerine konuyu Anayasa Mahkemesine intikal ettirmiş ve
Anayasa Mahkemesi 205/4 Sayılı kararı ile CHP ‘sine yasal koşullar oluşmuşken tüzük Kurultayı yapmaması nedeni ile ihtar vermiştir.
İhtar sonrasında yapılan ilk Kurultayın gündemine olağanüstü toplantı isteyenlerin taleplerini karşılamayacak bir biçimde tüzük ile ilgili görüşme
konmuş ve parti ihtarı bu şekilde geçiştirmiştir.
Ancak her kurultay öncesi ve partinin demokrasi ile Hukuka aykırı uygulamalarıyla tüzük konusu sürekli gündeme gelmekte ve her yapılan değişiklikle
tüzük demokrasi ve hukuk ilkelerinden uzaklaştığı gözlenmektedir.Bu nedenle bu inceleme yapılarak ilgililere sunulmaktadır.
Tüzüğün ilgili maddelerini incelediğimizde ;
Madde 2Cumhuriyet Halk Partisi ;programındaki anlamlarıyla
Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik,
Halkçılık,
Devletçilik,
Laiklik,
Devrimcilik,
İlkelerine bağlı ve evrensel Sosyal Demokrasinin
Özgürlük,
Eşitlik,
Dayanışma,
Barış,
Emeğin yüceliği,Hukukun üstünlüğü,
Dengeli kalkınma
Gönenç(Refah)
Doğanın ve çevrenin korunması
Çoğulcu ve katılımcı demokrasi değerlerine ve insan haklarına dayanan,gücünü
halktan alan, çağdaş demokratik sol bir siyasal kuruluştur.
Kısaltılmış adı “CHP” olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin yukarıda yazılı ilkelerini
ifade eden ve biçimi,ölçüleri, niteliği yönetmelikle belirlenen “ALTI OK “lu özel
bir simge ve kırmızı zemin üzerine beyaz “ALTI OK”lu bayrağı vardır.
Madde 3...Cumhuriyet Halk Partisi’nin amacı;
Ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü,ulusal birliği ekonomik ve siyasal
bağımsızlığı,yurtta ve dünyada barış koruyup ; güçlendirmek,
Yaygın,hızlı ve dengeli kalkınmayı, insanca ve hakça gelişmeyi ve toplumsal
dayanışmayı sağlamak,
Halkın mutluluğunu, gönencini (refahını),özgürlüğünü ve yönetime katılma
olanağını arttırmak,
İnsan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan çağdaş,katılımcı ve çoğulcu
demokrasinin yerleşip kökleşmesine katkıda bulunmak...
Ülkeyi ve toplumu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak üzere demokrasi
kuralları içinde,laik düşünce doğrultusunda toplum ve devlet düzeniyle,kamu
çalışmalarını etkilemek ,yönetmek ve denetlemektir...”
İlkelerinin bulunduğu görülmesine rağmen tüzüğün diğer maddelerinde
bu ilkelere aykırı ve partililerin eşitliğini , katılımcılığını engelleyebilecek
Hukuka ve Demokrasi ilkelerine aykırı hükümlerin varlığı görülmektedir.
Diğer yandan yapılan uygulamalar da çoğunlukla belirtilen bu ilkelerle uyum
sağlamamaktadır.
Madde 12- Merkez yönetim kurulu kararı ile üyelik
Bu madde de; parti yararı açısından gerekli görülen kişilerin doğrudan asıl
üyeliğe yazılması amaçlanmış olmasına rağmen maddenin yanlış kullanımı ile
ilgili açık bir yaptırım da olmaması nedeni ile,ilçe ve il kongreleri ile Kurultayın
yapısının değiştirilmesi amacı ile kullanıldığı ve uygulama da madde de verilen
yetkilerin gerektiği gibi ve amacına uygun olarak kullanılamadığı görülmektedir.Madde yeniden düzenlenerek yararlı olabilecek kişiler tanımlanmalı ve
aykırı kullanım yaptırıma da bağlanmalıdır.
Madde 41- “Bilim,yönetim ve kültür platformu”
41.madde de Bilim Yönetim ve Kültür platformunun kuruluş amacı ile uygulamaya yönelik temel ilkeler gösterilmemiş ve bu konular “kuruluşları,amaçla
rı,görevleri,çalışma yöntemleri,genel merkezle ilişkileri ve denetimleri yönetmeliklerle düzenlenir” şeklinde tüzükte yer alan hükümle Platformun işleyişi
tümü ile hazırlanacak yönetmeliklere bırakılmıştır.Ancak yıllardır söz konusu
yönetmeliğin hazırlanıp yürürlüğe girmesinin sağlanmadığı da bir gerçektir.
CHP Tüzüğü ile ilgili bir inceleme
164
Kurultaya çağrı ve gündemle ilgili 55. madde de bu platformdan genel başkanca
önerilecek 18 kişi arasından 12 sinin parti meclisi üyesi olarak seçileceği hükmü
vardır.Ancak Kurultaylarda yapılan uygulamaya bakıldığında bu kontenjanın
keyfi olarak kullanıldığı , Bilim Yönetim ve Kültürle ilgisi olmayan kişilerin bu
maddeye dayanılarak parti meclisine seçilmelerinin sağlandığı görülmektedir.
Yönetmelik çıkarılmadığına ve bu platform da görev alacakların niteliklerinin
ne olacağı kim veya hangi kurul tarafından ne şekilde ve ne süre için seçileceği,
görevlerinin ne olduğu ve işleyişi belirlenmediğine göre tüm Kurultaylar da
delege iradesi ile kurultayların hukusal geçerliliği de sakatlanmaktadır.
Diğer yandan tüzükte partinin iştiraklerinin yönetimine katılımını düzenleyen
hüküm bulunmaması ve iştiraklerde hangi nitelikteki kişilerin görev alması
gerektiğinin ve seçimin hangi kurulca belirlenmesi gerektiğinin tüzükte
belirtilmemiş olması çok önemli bir eksikliktir.
Madde 48- Kongrelerle ilgili ortak hükümler ;
Blok listenin kural olarak kabulü ve çarşaf listenin istisna olması şeklinde 24
Ekim 2003 günü yapılan kurultayda tüzük değişiklik yapıldığı görülmektedir.
Maddenin düzenlenme şekli ve içeriği çarşaf liste usulünün uygulanmasının
neredeyse imkansız hale getirildiğini göstermektedir.Bu durumda mutlak
surette farklı listelerle bir çatışmanın kurultaylarda yaşandığı partililerin fırsat
eşitliği içinde göreve talip olamadığı ve parti içi demokrasi ile barışın ortadan
kalktığı görülmektedir.
Kurultaylarda gündeme ekleme yapılabilmesi ve ya gündemdeki sıranın
değiştirilebilmesi için % 10 delegenin önerisi ve % 51 delegenin kabulü gerekmektedir. Bu durum da uygulamayı imkansız ya da sadece çoğunluğun isteğine
bağlı kılmaktadır.
Madde 49- Olağanüstü kongreler
Madde hükmü incelendiğinde özetle ;”kongre üyelerinin 1/5 nin 15 günlük süre
içerisinde ve noterden onaylı olağanüstü kongre çağrısı yapmaları halinde kongrenin olağanüstü toplantıya çağrılacağı hükme bağlanmıştır.”
Kurultay Delegelerinin 81 ili temsil ettiği ve 81 ilde bulunduğu dikkate
alındığında ; Bu madde de yer alan 15 günlük süre ve noter onayı azınlığın
kongreyi olağanüstü toplantıya çağırmasını aşırı derecede zorlaştırmak
için konduğu 2005 yılındaki ve takip eden yıllardaki uygulamalarda açıkça
görülmüştür. Madde gerekleri yerine getirilmiş olmasına rağmen partinin
çeşitli bahanelerle kurultayı toplamaması nedeniyle konu Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığına ve Anayasa Mahkemesine intikal ettirilmek zorunda kalınmıştır.
Sonuçta Anayasa Mahkemesi istek sahiplerince maddedeki şartların yerine
getirildiğini tespit ederek partiye ihtar vermiştir.Bu durum maddenin istismara
açık bir şekilde düzenlendiğini ve uygulandığını göstermektedir.
Madde 54-Kurultaya çağrı ve gündem
Gündeme 1/5 üyenin talebi ile yeni konular eklenebilmesi kurultayın kararına
bağlı kılınmakla azınlığın isteklerinin görüşülebilmesi yine olanaksız hale
getirilmiştir.
Madde 55-Genel Başkan Adaylığı ;
24 Ekim 2003 tarihli kurultayda getirilen hükümle genel başkanlığa aday olmak için;”..üye tam sayısının en az % 20 sinin yazılı önerisi gerekir.Bu öneri ,
huzurda başkanlık divanının görevlendireceği üye ve ya üyelerin gözetiminde
imzalanır.Bir delege, adaylardan sadece biri için imza verir..”hükmü getirilmiş
ve kurultayda karara bağlandıktan hemen sonra uygulanmıştır.Bu hüküm
incelendiğinde;
Dürüstlük kuralına aykırılık (MK.Md.2).Dürüstlük kuralı, kısaca bir kişinin
hakkını kullanırken “hakkın amacına uygun davranması” gereğini gösterir.
Dolayısıyla,bir kişi, hakkını gereğinden daha kapsamlı, başkalarına zarar verecek biçimde kullanırsa artık dürüstlük kuralından söz edilemez.Hakkın kötüye
kullanılması söz konusu olur.
Parti genel başkanlığına aday olabilmek için belli sayıda delegenin imzasını
almış olma kuralının kuşkusuz demokratik ilkelere aykırı olduğunu söylemek
mümkün değildir.Sınırlayıcı nitelikteki bu hükümden beklenen amaç ,ciddiyetsiz başvuruların önünü kesmek, böylece delegelerin ve büyük kongrenin boş
yere zamanını almamaktır.Ancak sınırlamanın sınırını da iyi tespit etmek gerekir.
Adaylık için 60 delegenin imzasının alınması koşulu yukarıda belirtilen amacın
gerçekleştirilmesi için makul bir sınırlamadır.Ancak bunun bir anda 2 katından
daha çok bir orana , yani 260 delegenin imzası şartına bağlanması (%5 den %20
ye çıkartılması )dürüstlük ilkesine aykırılıktır.Genel merkez yönetiminin hakkını
kötüye kullanması niteliğindedir.Çünkü “ciddiyetsiz adayların ortaya çıkıp zaman çalmasını önleme”amacı pekala parti tüzüğündeki ilk düzenleme ile de
gerçekleştirilebiliyordu.Burada genel merkezin,diğer olası adaylıkları önleyerek tek adayla daha da gerçekçi olarak mevcut Genel Başkanla Genel Başkanlık
yarışına girmeyi amaçladığı görülmektedir.
Mevcut tüzük değişikliği aynı zamanda Anayasanın 69/1. Ve SPK nın 4.
SAYI 5/6
Siyaset
md.lerine ve parti tüzüğünün 2. ve 3. maddelerinde belirlenen ilkelere aykırılık
oluşturmaktadır.(Anayasa md.69/1 uyarınca siyasi partilerin faaliyetleri,parti içi
düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkesinin en başta gelen koşullarından
biri çoğulculuk ilkesidir.Bir rejimin demokratik sayılabilmesi için birden dazla
siyasal partinin serbestçe kurulabilmesi ve seçimlere katılabilmesi olmazsa olmaz şartlardan biridir.Yani demokrasi çoğulculuk da yarışma esasına dayanır.
Bu,Anayasa ve SPK tarafından “demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru” olarak
görülen siyasal partiler için de haydi haydi göz önünde bulundurulması gereken
bir kuraldır.Zaten bu da hem Anayasa hem de SPK ‘ da açık bir biçimde hükme
bağlanmıştır.(SPK md 93- Siyasi partilerin parti içi çalışmaları, parti yönetimi,
denetimi ; parti organları için yapılacak seçimler ile parti genel başkanlığınca ,
genel merkez organlarınca ve parti gruplarınca alınan kararları ve yapılan eylem
ve işlemleri parti tüzüğüne,parti üyeleri arasındaki eşitlik ilkesine ve demokrasi
esaslarına aykırı olamaz.) Ayrıca uluslar arası alanda da kabul edilen bir ilkedir.
Bu konuda fikir verebilecek kaynak “Avrupa Düzeyindeki Partilerin Anayasal
Konumu Hakkında TSATSOS Raporu” ve bunu benimseyen 10 Aralık 1996 tarihli
Avrupa Parlamentosu Kararıdır.Söz konusu raporda siyasal partilerin,
“Programlarıyla ve pratik etkinlikleriyle AT Sözleşmesinde güvence altına alınmış
bulunan demokrasiye, insan haklarına ve hukuk devletinin temel anayasal ilkelerine saygı göstermesi”
“Parti tüzüğüne, siyasi irade oluşumunda demokrasinin temel ilkelerine saygı
göstermesi”
“Parti tüzüğünü, siyasi irade oluşumunun demokrasinin temel ilkelerine uygun
olarak gerçekleştirilmesine ve her bir birlik yurttaşının dilediği zaman siyasal iradesini açıklayabilmesine imkan sağlayacak biçimde düzenlemesi”
“Avrupa siyasal partilerinin iç yapılarının, anayasasının kendilerine yüklediği
ödevlere uygun olması “( raporun tam metni için bkz.EUGRT 30 april 1997 s. 7882)
Dolayısıyla, söz konusu tüzük değişikliği ve ardından yaşananlar uluslar arası
norm ve ölçülere de aykırılık oluşturmakta ve her zaman mevcut başkana aşırı
avantaj sağlamakta eşitlik ilkesine , demokrasi ve hukuk kurallarına açıkça
aykırılık oluşturmaktadır.
Diğer yandan tüzük değişikliği kesinleşmeden aynı genel kurulda uygulanması
da Hukuka aykırıdır.
Seçim süreci içinde kuralların değişmeyeceği de Anayasa hükmüdür.(md.66/
son)
Bu madde nedeniyle son Kurultayda mevcut genel Başkan dışında diğer adaylar
delege sayısının %20 si oranında imza temin edememiş ve Genel Başkan adayı
olamamıştır.Bu nedenle Genel Başkan adayı olarak delegelere hitap etmek ve
görüş ve önerilerini anlatma fırsatı da bulamamışlardır.
Bu durum açıkça Hukukun üstünlüğü, çoğulculuk ve katılımcı Demokrasi ilkelerine aykırıdır.
Madde 58 Merkez yoklaması;
Merkez yoklaması; aday tespitindeki seçeneklerden biri olması ve asıl seçeneğin
ön seçim ve ya aday yoklaması olmasına rağmen sürekli olarak ve parti üyelerinin
iradelerini yansıtmayan bir yöntem olarak kullanılmaktadır.Uygulamada bu yöntemin genel başkan ve çevresindeki birkaç kişinin isteklerini yansıttığı, parti meclisi üyelerinin kendilerinin de aday olmaları nedeni ile merkez yoklaması yönteminde etkin olamadıkları ve halk ve partili iradesinin yansımaması bir yana parti
meclisi iradesinin de aday tespitine yansımadığı görülmektedir.
Değişim ve yenilenme yanında sıradan üyenin hakları da sosyal demokrasinin
temel ilkeleri arasındadır.Ancak meclis grubuna ve yerel meclislere seçilen
kişilere bakılınca değişimin ve yenilenmenin gerçekleşmediği , genç ve değişik
nitelikteki halk kitlelerinin (kadınlar.engelliler, gençler,meslek grupları , sivil
toplum örgütleri vb.)temsilinin ve yönetime katılımının sağlanmadığı görülmektedir.
Madde 70-Parti Suçları
Tüzükte Parti suçları tüm unsurları ile ve açık bir şekilde tanımlanmamıştır.Disiplin suçları da ceza hukukunun temel ilkesi olan “Kanunsuz Suç ve Ceza olmaz” ilkesi gereğince önceden tüm unsurları ve yaptırımları ile belirlenmek zorundadır.
Diğer yandan disipline sevk işlemlerinde de bir standardın olmadığı ve üyeler
arasında ayrım yapılabildiği ,objektif davranılmadığı gözlenmektedir.
Bu yönden de parti tüzüğü yetersiz, yasalara ve hukukun evrensel ilkelerine
aykırıdır.Tüzük bu konularda da yeterli hale getirilmeli ve disiplin işlemleri objektif kriterlere göre yürütülmeli aksine davranış yaptırıma bağlanmalıdır.
Madde 71- Disiplin cezaları içerisinde yer alan kınama cezası ; madde de “ yazılı
olarak kusur bildirmektir.” Şeklinde tanımlanmış olmasına rağmen aynı madde
de “..Kınama cezası alanlar 1 yıl süre ile parti organlarına seçilemezler, seçilmiş
iseler görevlerinden alınırlar..”şeklinde ayrıca yaptırıma bağlanmıştır.Bu durumda kınamanın anlamı kusur bildirmekten öteye geçmekte ve seçilme hakkını
ortadan kaldırmaktadır.Parti bu hükmü farklı görüşte olduğunu düşündüğü
CHP Tüzüğü ile ilgili bir inceleme
kişileri engellemek için kullanmaktadır.
166
SPK ‘nın 57. maddesinde Kınamanın sayılmamış olması sadece kusur bildirme
anlamında olmasındandır.Nitekim Anayasanın 36. maddesinde hak arama hürriyeti herkes için tanınmış olmasına rağmen yine Anayasanın 129.maddesinde
kınama cezasının yargı denetimi dışında bırakılmış olması bu cezanın sadece
kusur bildirme niteliğinde olması nedeniyledir.Bu durumda tüzükte yer alan
kınama cezasının seçilmeye engel olması durumu Anayasaya da açıkça aykırı
bulunmaktadır.
Diğer yandan SPK ‘nın 57. maddesinde uyarma ve kınama cezaları için dava
açılamayacağına dair bir hüküm bulunmamasına rağmen Yargıtay’ın bu konularda dava açılamayacağına dair kararı, diğer bir kısım siyasi partilerle ilgili
kararları gibi hem Yasaya, hem Anayasanın 36.maddesine ve hem de AİHS ‘de
düzenlenen etkin başvuru hakkına aykırıdır.
PROGRAMIN VE TÜZÜĞÜN ONAYLANMASI VE
DEĞİŞTİRİLMESİ
Madde 84 -Madde de herhangi bir karar nisabı yer almamaktadır.Tüzel kişilerle
ilgili diğer tüm düzenlemelerde ise özellikle tüzük değişikliği için 2/3 ve ya 3 /4
gibi karar nisapları yer almaktadır.Bunun nedeni tüzüğün rast gele ve keyfi bir
biçimde değiştirilmesinin önlenmesi ve kişisel hesaplara alet olmasının engellenmesi düşüncesidir.
Nitekim Anayasa değişikliği de Anayasamızda 3/5 çoğunluğa bağlanmıştır.Parti
tüzüğü de partinin Anayasasıdır,bu nedenle tüzüğün değiştirilmesi için özel
karar nisabı düzenlenerek tüzükte yer almalıdır.Mevcut durumda adi çoğunlukla
ve keyfi olarak tüzük değişiklikleri gerçekleştirilmektedir.
Madde 85- Gerekli yönetmelikler 3 ayda hazırlanır denmesine rağmen bir kısım
yönetmelikler örneğin bilim kültür platformu yönetmeliği yıllarca ve halen
hazırlanmamıştır.
Partinin 21 Aralık 2008 tarihinde yapılan 14.olağanüstü kurultayında yapılan
tüzük değişikliği ile ;
Madde 39- Merkez Yönetim Kurulu “Genel Başkan, Genel Başkan Yardımcıları ve
Genel Sekreterden oluşur.
Genel Başkan Merkez Yönetim Kurulu’nun başkanıdır.Genel Başkan Yardımcıları
ve Genel Sekreter PM üyeleri arasından Genel Başkan tarafından seçilir.
Genel Başkanın yokluğunda, belirlediği Genel Başkan Yardımcısı Merkez Yönetim Kurulu’na başkanlık eder.
TBMM Grup Başkan Vekilleri MYK toplantılarına katılırlar, görüş ve önerilerde
bulunurlar,oy kullanamazlar.
Merkez Yönetim üyeleri, Genel Başkan tarafından değiştirilebileceği gibi, Parti
Meclisi (PM) üyelerinin üçte birinin yazılı önerisi ve üye tam sayısının üçte ikisinin güvensizlik oyuyla görevden uzaklaştırabilir.(Genel başkan’ın parti meclisinden daha etkili ve yetkili olduğu görülmektedir.)
İstifa eden, değiştirilen veya düşürülen üye yerine Genel Başkan tarafından
yeni üye seçilir.
Genel Başkan MYK ‘nın çalışma usul ve esaslarını bir yönerge ile belirler .
...Genel Başkanın önerisi ve PM’ nin kararı ile yeni görev konuları ve alanları
belirlenir.Belirlenen bu yeni görev konuları ve alanları için Genel Başkan, PM
üyeleri arasından yeni Genel Başkan yardımcıları seçer.
Genel Başkan MYK üyeleri arasında ek görevlendirme yapabilir.”hükümleri son
Kurultayda tüzüğe konmuştur.
Bu hükümlere göre Kurultayca kabul edilen tüzükte PM si ve Genel Başkan
tarafından değişiklikler yapılabileceği ve Genel Başkanın istediği gibi görevlendirilmelerde bulunabileceği hükme bağlanmış olmaktadır.Bu hükümler hem
parti içindeki hiyerarşik yapıya ve hem de hukukun temel ilkelerine tamamen
aykırıdır .
Anayasa madde 69’da “..Siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri
ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur..”Hükmü ile SPK ‘nın 16.maddesinde yer alan “.. Diğer merkez organlarının seçim usul ve esasları parti
tüzüğünde belirtilir..” hükümleri Merkez Yönetim Kurulu için de bir atamadan
değil seçimden bahsetmektedir.
Bir parti organının tüm üyelerinin Genel Başkanca atanması ve görevden
alınabilmesi yukarıda belirttiğimiz hükümlere aykırı olduğu gibi bu organın
objektif ve demokrasi esaslarına uygun çalışabilmesi ortamını ve olasılığını da
ortadan kaldırmaktadır.
Diğer yandan Anayasamız Başkanlık sistemini kabul etmemiştir.CHP ‘ de Par-
SAYI 5/6
Siyaset
lementer sistemi savunarak Başkanlık sistemine karşı çıkmakta ve Başkanlık
sistemi ile Ülkede diktatörlüğe neden olunabileceğini, başkanlık sisteminin
çağdışı bir yaklaşım olduğunu ,başkanlık sisteminin demokratik düzeni ortadan
kaldıracağını ve ülkemizin başkanlık sistemi için hazır olmadığını ileri sürmektedir.Dışa karşı savunulanla içerideki uygulamanın birbirine uymaması kitlelerde
tereddüt uyandırıcıdır.
Demokrasilerde Başkanlık sistemi de uygulanabilir, başkanın yetkileri
artırılabilir. Ancak başkanlık sisteminde başkanın yetkilerinin ve uygulamalarının
denetleneceği ve dengeleneceği mekanizmaların ve sistemlerin bulunması gerekir. Tüzükte böyle bir mekanizma yoktur.
Kaldı ki başkanın aşırı egemen olduğu bir ortamda ve ülkemizdeki üyelik kültüründe parti içinde bu mekanizmaların oluşturulması ve gerektiği gibi çalışması
da olanaklı görünmemektedir.Nitekim bu tüzük değişikliklerine parti içinde
yer alan değerli akademisyenler,hukukçular,hariciyeciler ve diğer kesimlerden
önemli bir tepki gelmemiştir.
Madde bu haliyle partide; parti içi demokrasinin yeterince olmadığını göstermektedir.Tüzüğün ve parti meclisinin verdiği görev ve yetkiler içinde kararlar alan
ve uygulamalar yapan bir kurul olan merkez yönetim kurulu ile ilgili bu hüküm
Anayasa ve SPK Hükümleri ile partinin tüzüğünün 2. ve 3. maddelerinde belirtilen temel ilkelere de aykırıdır.
Partinin ilçe ve il kurullarında da benzer düzenleme yapılmıştır.
Diğer yandan madde 87 de yer alan yürürlük ve yürütme başlıklı hükümde ;
Tüzüğü bu düzenlemelerden de geriye düşmüştür.
21.12.2008 Tarihli kurultayda yapılan değişiklikler Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının uyarısı ile parti meclisi tarafından uygulamaya sokulamamıştır.
Yapılacak ilk kurultayda 21.12.2008 tarihli kurultayda yapılan tüzük
değişikliklerinin yürürlüğe girmesi ile parti daha kişiselleşecek ve toplumsal akıl
ile demokratiklikten biraz daha uzaklaşacaktır.
Bu Tüzükle Partinin; Sosyal ve Demokrat olduğunu, hukuka saygılı olduğunu iddia etmesi ve halkı inandırması olanaklı değildir.Bu tüzük hükümleri: Cumhuriyetin kurucusu olan ve Devrimlerin yapılmasında görev üstlenen bir parti için
uygun ve olumlu görünmemektedir.
Yukarıda belirttiğimiz hükümler dışında da tüzükte düzenlenmesi gereken hususlar bulunmaktadır.Ancak bu incelemenin konusu Hukuka aykırı tüzük maddeleri olduğundan bu incelenmede diğer konulara girilmemiştir.
Bu şekliyle CHP Tüzüğünün “.. insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan çağdaş, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin yerleşip kökleşmesine ortam
sağladığını ve partisinin yönetimine katılamayan üyelerin ülkenin yönetimine katılabileceğini ..” düşünmek olanaklı bulunmamaktadır.Nitekim parti
yönetiminde ve temsilinde görev alan kişilerin genellikle değişmedikleri, parti
organlarında ve temsilinde gençlerin yeterince yer alamadıkları görülmektedir.
Ülke nüfusunun çoğunluğunun gençlerden oluştuğu dikkate alındığında gençlerin yer alamadığı ve önemsenmediği bir siyasi partinin başarılı olamayacağı
açıktır.
F fıkrası
“21.12.2008 günü Kurultayda yapılan düzenlemeler parti meclisinin
belirleyeceği tarihte yürürlüğe girer..”şeklindedir.
Tüzük değişikliğine Siyasi partinin en üst karar organı olan Kurultay karar
vermiştir.Yürütme ve yürürlüğe Kurultay yerine parti meclisinin karar vermesi
hiyerarşik yönden ve kurulların yetkileri yönünden hem bir çelişki ve hem de
hukuka aykırılık oluşturmaktadır.Daha yetkili kurulun kararına daha az yetkili
kurulca yürürlük kazandırılması ya da kazandırılmaması bir anlamda üst kurulun
alt kurulca vesayet altına alınması gibi bir anlam ortaya çıkartmaktadır.
Parti, Anayasanın ve Siyasi Partiler Yasasının Siyasi Partilerle ilgili hükümlerinin
yetersiz olduğunu iddia ve ifade etmektedir.Ancak son değişikliklerle Parti
Diğer yandan değişim ve yenileşme genç ve gerçekten yeni olmakla doğrudan
ilişkilidir.Partinin son dönemlerdeki değişmeyen ve erkek egemen yaşlı yapısı
ile değişim ve yenilenmeden bahsetmesi de anlamsızdır.
Bütün bu nedenlerle tüzüğün tümünün yeniden ve objektif bir bakışla
değerlendirilmesi ve gerekli düzeltmelerin yapılması hem hukuka uygunluk ve
demokrasi ilkeleri yönünden ve hem de halkın ve özellikle gençlerin katılımı
yönünden önemli yararlar sağlayacaktır.
Söyleşi Anıl Çeçen
168
{
“ATATÜRK’ÜN
PARTİSİNDEKİ
İNİSİYATİF KEMALİZM
OLMALIDIR.”
Prof.Dr. Anıl ÇEÇEN:
Söyleşi: Ersan Barkın - “NASIL” Ankara
Çözümleyen: Yasin Koca
}
SAYI 5/6
Söyleşi
Anıl Çeçen, 12 Mart dönemi
İdari Reform Komisyonu’nda
merkezi idare sekreterliği
yaptı. Üniversite öğrenciliği
dönemlerinden bu yana
Ulus, Barış ve Halkçı gazetelerinde yazılar yazdı. 1972
yılından kapanıncaya dek
Halkevleri’nde
1989’da
Atatürkçü
Düşünce
Derneği’nin
kuruluşunda
görev aldı ve ilk Genel
Sekreterliği’ni yaptı. Türkiye için yeni bir sol dalganın
nasıl oluşabileceğini anlatan “Ulusal Sol” dışında
son kitabı “Güncel Kemalizm”, “Türkiye’nin B Planı”,
“Türkiye ve Avrasya” gibi
onlarca kitabı bulunan Prof.
Dr.Çeçen, halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku Ana Bilim
Dalı Başkanlığı görevini
yürütmektedir.
Söyleşi Anıl Çeçen
•NASIL: Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
likle din devleti, manda yönetimi, işbirlikçi,
sömürgeci yapılanma isteyenler, etnik yapıya
bölgesel federasyon isteyenler, Sovyet kontrolünde sosyalist devlet isteyenler cemiyetmeclis hükümeti-parti istememektedir.
Anıl Çeçen: Anadolu’da eski bir devletin iç çekişme ve savaş nedeniyle ortadan
kalkmasının sonrasında devlet boşluğu ortaya
çıkmıştır. Son Osmanlı Meclisi’nin ilan ettiği
milli sınırlar çerçevesinde yaşayan devletsiz
kalmış halk topluluğu emperyal devletlerin
ordularına karşı direnip bir bağımsızlık savaşı
vermiştir. Bu halk topluluğu, o süre içerisinde
kendi içinde örgütlenerek önce Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetleri’ni kurmuş daha sonra kongreler sayesinde toparlanmıştır. Devleti kuran
partinin ise bu sürecin (önce cemiyetler olarak
oluşmuş , sonra tek bir örgüte dönüşmüş ve
partileşme sürecine girmiş) bir sonucu olarak
ve bir anlamda devletleşmeye başladığını
görüyoruz. Partinin devletleşme süreci devlet boşluğundan kaynaklanmaktadır. Meclisin açılmasıyla beraber devletin kurulması
gerçekleşmiştir. Devletin partileşmesi süreci
aynı zamanda demokrasiye gidişin göstergelerini içinde barındırmaktadır.
Kendi devlet modelini devreye sokmak için
çaba sarfeden bu alt kimlikli, başka amaç
ve hedefleri olan, farklı devlet modellerini
savunan kesimlerin o dönemi kasıtlı olarak
yargıladıklarını ve tarihsel gerçeği bugünün
kuşaklarından kaçırmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Hukuk’tan Cumhuriyet Halk Fırkası’na
geçen süreci değerlendirdiğimizde partinin devlet biçimlenmesindeki rolünü nasıl
değerlendirirsiniz?
170
Özellikle 1930’ların eleştirisini yapanlar
devletin valisinin bile CHP İl Başkanı sıfatını
taşıdığını belirtmektedirler. Buradan da partinin ve devletin faşizan eğilim gösterdiğini
söylemektedirler. Bu noktada devlet mi partiyi yoksa parti mi devleti yönetmektedir?
Bugünün koşullarında, sanki normal demokrasi varmış gibi o dönemi ele alıp
yargılamak yanlıştır, saptırmadır. Kurulan
devlet modeline karşı çıkan kesimler, özel-
1930’larda Avrupa’nın totaliter sistemlere
kayması sürecinde CHP’nin de Mustafa Kemal
Atatürk’e rağmen benzer bir evrilme tehlikesi
ile karşı karşıya kaldığını görüyoruz. Recep
Peker etkisinin CHP’deki yansımasını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Genel Sekreterliğe gelmesini sağlaması da
önem taşımaktadır. 2.Dünya Savaşı sonrası
koşullarında devlet bir demokratik açılıma
girerken yani cumhuriyet devleti demokrasiye geçerken bütünüyle dağılmamak üzere,
devleti kuran partinin toparlanması ve
partinin toparlanmasıyla beraber partinin
kurduğu devletin de ayakta kalabilmesi
noktasında Recep Peker, o dönemde partinin
içinden gelen bir inisiyatif olan komünist rejim ve faşist rejimler arasında kalan Türkiye
koşullarında bir arayışa girmiş ve geleceği
oluşturmaya çalışmıştır. Recep Peker’in
bugünün koşullarında liberal bakış açısıyla ele
alındığında partiyi Atatürk sonrası toparlayıp
geleceğe dönük kurumlaştırmak ve o devleti
kuran partiyi esas alarak devlet modelinin
geleceğe dönük ayakta tutmak üzere yaptığı
çalışmaların faşistlikle değerlendirilmesinin
haksızlık olduğu kanısındayım.
Recep Peker’e bu günlerde çok ciddi saldırı
yapılmaktadır.Recep Peker’in partinin başına
geçişi 2.Dünya Savaşı’ndan sonraya rastlar. Recep Peker, Atatürk sonrası partiyi
kurumlaştırmayı istemektedir. Bence Recep
Peker olayını bugün liberal kesimin saldırıları
doğrultusunda Hitler, Mussolini benzeri bir
rejim getirme arayışı çerçevesinde ele almak
mümkün değildir. O dönemin koşullarında,
2.Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye’nin yeni
bir yol ve yön arayışına girdiği bir süreçte hemen üstümüzde Sovyetler Birliği olduğunu
düşünerek; o dönemde Sovyetlerin ülkeyi
içeriden ele geçirme planları olduğunu
düşünerek ele almak daha doğru olacaktır.
Atatürk sonrası dönemde, İsmet Paşa’nın demokrasiye geçiş aşamasında Recep Peker’in
Recep Peker liberal değildir, Kemalizmin geleceğe dönük kurumlaşması için
çalışmaktadır. O günün koşullarında komünist bloğa karşı Kemalizmi bir alternatife
dönüştürmek istemekte bu nedenle inkilap
tarihi üzerine çalışmaktadır. Recep Peker’in
bu çalışmasına karşı çıkan bir ekip çıkmıştır.
CHP’de daha sonra Nihat Erim’ler, Kemal
Satır’lar partinin yönetimine gelmişlerdir.
Onlar ise daha çok 2. Dünya Savaşı sonrasında
İngiltere-ABD etkisiyle Atlantik inisiyatifine dönük bir Anglo-Sakson demokrasisi
arayışına girmişler, Amerika’nın üstünlüğünü
kabul edip, batıya bağımlı bir Türkiye
istemişlerdir. Bugünkü neoliberaller nasıl ki
küresel sermayenin güdümündeki Türkiye’yi
bize demokrasi diye sunmaya çalışıyorlarsa
SAYI 5/6
Söyleşi
o dönemde Recep Peker’in bu iyi niyetli
arayışına o dönemin Yayla’cıları açıkça tavır
koymuşlar, kendilerini özgürlükçü, hürriyetçi
ilan etmişler, demokratik açılım içerisinde
Recep Peker’e tavır koymuşlardır ki CHP
içerisinde başlayan bu çekişme, daha sonra
partiden kopmaya, DP’nin oluşumuna neden
olmuştur. Çünkü CHP içerisinde bir tarafta
partiyi kurumlaştırmak ve merkezi otoriteyle
geleceğe dönük yapılandırma çabası varken,
bir tarafta da 2.Dünya Savaşı sonrasında demokrasi hayranlığı çerçevesinde bir Atlantik
inisiyatifiyle, özgürlükçü bakış açısıyla liberal
yaklaşımların gelişmeye başladığını görüyoruz ki Peker sonrasında bu, parti içerisinde
etkili olamamış ve DP’nin kuruluşuna giden
yolu açmıştır.
düzenden demokratik bir yapıya geçmek üzere
feodal ağaların elinden köylüler kurtarılmak
istenmiş, demokrasinin tabanı feodalitenin
ötesinde oluşturulmaya çalışılırken toprak
reformu hedeflenmiştir. Toprak reformunun
yanında, çiftçiye toprak dağıtımı yasasının
gündeme gelmesiyle beraber mecliste Emin
Sazak kendisini bir toprak ağası olarak ortaya
koymuş ama bir Kuvayi Milliyeci olduğunu
ifade etmiş ve devleti kuran partinin Kuvayi Milliyecilerin içinde bulunduğu toprak
ağalarını hedef alamayacağını, eğer alırsa
işin kopabileceğini söylemiştir ki bu konuşma
mecliste bir dönüm noktasıdır. Bu çerçevede Türkiye’de gerçek anlamda demokrasiye
geçerken toprak ağalarının köylüye toprak
dağıtımı kanununa karşı çıkmasıyla ikinci partinin yolunun açıldığını ve toprak ağalarının
öncülüğünde DP’nin kurulduğunu görüyoruz.
Ama toprak ağalarının öncülüğünde de demokrasi olamayacağını Türk halkı on yıl sonra
görmüştür.
•NASIL: DP kuruluş süreci CHP’deki eşrafbürokrasi-feodalizm koalisyonun bozulması
olarak değerlendirilebilir mi?
Değerlendirilebilir çünkü Kemalist devrimin
eksik kalan tek yanı toprak devrimidir. Atatürk
toprak devrimini kendi yaşam süreci içerisinde
gerçekleştirmek istemesine rağmen, beraber
bürokrasi ve belirli bir kadro yapılanması
oluşturabilmek amacıyla eşrafı karşısına
alamamıştır. Eşrafla beraber hareket eden
toprak ağalarının hassasiyeti o dönemde dikkate alınarak bir toprak reformu konusunda
da ısrar edilememiştir. Ama savaş sonrasında
demokrasiye geçilirken özellikle doğu ve
güneydoğudaki feodalitenin problem olması,
feodal beylerin dış emperyal güçler tarafından
cumhuriyet devletine karşı isyana yönlendirilmesi noktasında feodaliteyi doğudan
ve güneydoğudan uzaklaştırmak ve feodal
Bu silsilede olması gereken toprak ağalarının
egemenliğinde bulunan DP’nin değil de
CHP’nin toplumsal destek bulmasıdır. Fakat
CHP’nin karşısında oluşturulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ile birlikte tüm partilerin ilginç
bir biçimde ciddi bir toplumsal destek aldığını
görüyoruz. Bunun arkasında ne olabilir?
Bu gücü karşı güçlerden almışlardır. Daha
eskiye gidersek Cumhuriyet ilanı aşamasında
Mustafa Kemal’in beraberce yola çıktığı
arkadaşlarıyla ters düştüğünü görüyoruz.
Örneğin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası.
Cumhuriyet karşıtı güçler Kuvayi Milliye’de
yer almışlar buna karşılık eski imparatorluk-
padişahlık arayışı içerisinde olmuşlardır ama
tarih tekerrür etmez. O noktada Atatürk yola
devam etmiştir. Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası kurulur kurulmaz etkili olmuş ama daha
sonra rejim için tehdit ve tehlike olduğunu
ve Atatürk’le karşı karşıya gelme durumu
ortaya çıkınca kapanmıştır. Burada mesele
büyütülmemiştir çünkü o partinin kurucuları
da Kuvayi Milliyecidirler. Daha sonra 1930’lu
yılların başında Atatürk, batı tipi bir demokrasiyi çift partili aşamada zorlamak istediği bir
durumda Fethi Okyar’ın başkanlığında Serbest
Cumhuriyet Fırkası kurulmasını desteklemiş
ama çok kısa zaman içinde cumhuriyet ve devlet karşıtı güçlerin hızla emperyalist güçlerin
istihbarat örgütlerinin kontrolünde ülkedeki muhafazakar kesimleri ayaklandırmaya
ve kendisine karşı isyana yönlendirdiğini
görmüştür fakat maalesef 2.Dünya Savaşı
öncesinin gerginlik ortamında Türkiye’de
soğuk savaş döneminin koşullarında, 2 kutuplu dünyada; Türkiye’de Atatürk’ün iyi niyetli
girişimleriyle demokrasiye geçilememiştir.
•NASIL: Uluslararası destek tamam ama aynı
zamanda DP’nin parlamento çoğunluğunu
elde edecek gücü elde etmesinin de sadece
bir uluslar arası baskıya yada desteğe
bağlayabilir miyiz yoksa İnönü CHP’sinin de
bu konuda yapması gereken bir özeleştiri
var mıdır?
Vardır tabi ki. İnönü belli bir noktada asker
kişiliğiyle Atatürk sonrası devletin birliğini
ve bütünlüğünü temsil etmiştir. Atatürk
sonrasında partiyi toparlamaya çalışmıştır.
Kendisini “Milli Şef” ilan etmesi belki doğru
olmamıştır ama o dönemin koşullarında bir
Söyleşi Anıl Çeçen
172
tarafta Stalin, bir tarafta Mussolini, bir tarafta
Hitler olduğu içindir ki onlara karşı güç kazanmak üzere kendisini daha güçlü bir lider göstermek üzere “Milli Şef”liğe yönelmiştir. Yine
bir süre tek parti yönetimiyle yalnız devam
edebilirdi fakat 1946’da ABD’nin Ortadoğu’ya
gelişi, daha sonrada 1948’de İsrail’in
kurulmasıyla beraber Ortadoğu’da İngiliz hakimiyetinden Amerikan hakimiyetine, oradan
da İsrail merkezli siyonist oluşum sürecinin
başladığını görüyoruz ki DP tam bu aşamada
iktidara gelmiştir. Türkiye’de batı tipi bir demokrasiyi Amerika-İsrail ikilisi Ortadoğu’da
kendi çıkarları açısından kullanmak istedikleri
içindir ki böyle bir oluşumu hızlandırmışlardır.
Recep Peker olgusunu o dönemin koşulları
içerisinde değerlendirmek ve Recep Peker’i
anlamak için de o dönemin koşullarında iktidar partisinin genel sekreteri olduğunu ve kurucu kadro içerisinde yer aldığını düşünerek
Recep Peker’in hareketlerini, girişimlerini ve
yazdıklarını değerlendirmek gerekir. Bugün
normal demokratik koşullar içerisinde Recep
Peker’in otoriteye yönelik yaklaşımı göze
batıyor olabilir. Bu çerçevede liberal kanat
ciddi boyutlarda Recep Peker’i faşistlikle
suçlamaktadır ama Recep Peker ağzına
hiçbir zaman faşizm sözünü almamış, aksine
Kemalizm kavramı üstüne ısrarla durmuş,
1930’lu yılların Tekin Alp gibi Kemalizm üzerine çalışan yazar ve araştırmacılarının ortaya
koydukları Kemalizm birikimine sahip çıkarak
bu teorik bilgiyi, birikimi siyasi programa
dönüştürmek istemiştir. Bu çerçevede faşist
rejimlerle komünist rejimler arasında sıkışıp
kalmış olan Türkiye gerçeğinin o dönemde,
2.Dünya Savaşı sürecinde, normal demokrasiye açılım çerçevesinde Recep Peker’in
yaklaşımını geleceğe dönük, kurucu iradeyi,
kurucu partiyi kurumlaştırma çabası olarak
ele almak gerekir. Bu çerçevede Recep Peker o
dönemin koşullarında yerine oturtulabilir ama
bugünün koşullarında, gelişmiş bir demokrasi
içerisinde Recep Peker’i gündeme getirerek
faşistlikle suçlamanın Türk kamuoyunda Kemalizmi gözden düşürme çabası ve Mustafa
Kemal’e açıktan yapılamayan eleştirilerin Recep Peker aracılığıyla yapılma çabası içinde
olduğunu görüyorum ki neoliberallerin ve
islamcı-şeriatçi kesimin bu tür yaklaşımlarının
gerçekçi olmadığını ve iyi niyetten yoksun
olduğunu burada vurgulamak isterim.
Az önce DP’nin yarattığı meclis çoğunluğunun
oluşmasında en azından İnönü CHP’sinin
bir özeleştiri yapıp yapmaması konusunda bir yanıt vermiştiniz. CHP’nin 27 Mayıs
sonrasında, özellikle 1961 anayasasının
oluşturduğu bu özgürlükçü havanın TİP ve
Yön Hareketi’ni ciddi bir şekilde beslemesi
karşısında yeni bir söylemle ortaya çıktığını
görüyoruz: “Ortanın solu”. Bu fikir, TİP ve
Yön’ün yükselişine karşı bir yapay konumlanma çabası mıdır yoksa Kemalist halkçılığın özü
müdür?
“Ortanın Solu” kavramını 27 Mayıs sonrası
koşullarda değerlendirmek gerekir. 27 Mayıs
sonrası koşullarda birkaç önemli gelişme
vardır. Birincisi Ankara Antlaşması ile
Türkiye’nin AB süreci başlamıştır. Bu noktada
savaş sonrası Avrupa’da faşizm dışlanırken liberal rüzgarlar ağır basmış ve 1930’lu yıllardan
gelen bir ideolojik birikim olan Kemalizmin
AB süreci içerisinde ikinci plana itilmesi gibi
bir süreç başlamıştır. 27 Mayıs’ın özgürlükçü
bir anayasa getirmesi ve 27 Mayıs anayasası
çerçevesinde sol ve sosyalist düşünceye açık
bir sürecin başladığını dikkate alırsak, o
dönemde TİP’in kurulması ve kurulur kurulmaz
hemen bir grupla mecliste temsil edilmesi
önemli olmuş ve TİP’in bu girişimi kitleleri
yakından etkilemiş ve bu süreçte kitleler belirli bir kayma noktasına doğru sürüklenirken
CHP, geçmişten gelen tabanını kaybetme riski
ile karşı karşıya kalmıştır. Bu noktada geleneksel Atatürkçü söylemin yeterli olmadığı ve
27 mayıs sonrası 1960larda, 20.yüzyılın ikinci
yarısında yeni bir söylemin gerekli olduğu bu
aşamada, Türkiye İşçi Partisi’nin giderek yükselen bir trend gösterdiği bu noktada, tabanın
sendikalar aracılığıyla Türkiye İşçi Partisi’ne
kayması sürecinde CHP, kendisini Kemalist ve
Atatürkçü bir parti olmanın ötesinde, TİP’in bu
etkili gelişimini dengelemek üzere kendisini
solda ilan etmiş ama o solun yerini de “Ortanın
Solu” olarak belirlemiştir. “Ortanın Solu”
hareketi, TİP’in tamamen tabanı sarsması çerçevesinde , CHP’nin kendini korumak üzere
aldığı bir karar-reflekstir. Ama “Ortanın Solu”
hareketi kısa zamanda TİP’le işçi tabanının
çalışan kesimlerinin, halk tabanının sosyalist
bir çizgiye kaymasına karşı, Sovyetler Birliği
inisiyatifine karşı sosyal demokrasi arayışına
dönüşmüştür. Avrupa üzerinden Avrupa
inisiyatifi, Türkiye’nin Ankara Antlaşması ile
başlayan macerasında “Ortanın Solu” hareketi aslında Sovyetler Birliği’nin düşüncesindeki
TİP’e karşı doğmasına rağmen, daha sonra
Avrupa’nın öne geçtiği ve Avrupa tipi bir sosyal
demokrasinin hızla gündeme geldiği bir süreç
içerisinde “Ortanın Solu”nun ömrü fazla uzun
olmamıştır. “Ortanın Solu” 1965’te başlamış
ve 70’li yılların başları itibariyle de bu kavram
geride kalmış ve yavaş yavaş sosyal demokrasi
SAYI 5/6
Söyleşi
kavramı tartışılmaya başlanmıştır. 70’li yıllar
sosyal demokrasi kavramının tartışılmaya
başlandığı ilk yıllardır. Sosyal demokrasi
tartışılmadan önce halkçı-devrimci gençlik
örgütlenmesi başlamıştı. Ama “Ortanın Solu”
hareketi daha sonra AB sürecine yönelik sosyal demokrasiye dönüştüğü noktada CHP’yi
destekleyen gençlik kitleleri sosyal demokrasi
dernekleri federasyonunda bir araya geldiler.
bir hareket olarak yeniden ele alınmıştır. Yön
hareketinin, o dönemde Türkiye’nin yönünü
belirlemeye kalkışırken, Kemalist birikimle sol
ve sosyalist açılımı bütünleştirmeye, ülkenin
birlik ve bütünlüğünün her türlü etnik ayrımın
ötesinde sol bir yaklaşımla ele almaya ve bu
noktada emperyalizme karşı Türkiye’de Ulusal
Kurtuluş Savaşı’ndan gelen toplumsal-kamucu birikime sahip çıkmaya çalışan bir yaklaşım
geliştirdiğini görüyoruz. Bu çerçevede 1960’lı
yıllar; hem TİP, hem Yön Dergisi hareketiyle
giderek bir düşünce tartışmasına yöneldiği
süreç içerisinde, CHP’nin bu tartışmaların biraz gerisinde kaldığını; zaman zaman bunlara
cevap olarak bazı girişimlerde bulunduğunu
görüyoruz ki 1970’li yılların başlarında Sayın
Bülent Ecevit’in o dönemde “Ortanın Solu”
hareketinin temsilcisi olarak partiye genel
sekreter olarak geldikten sonra; sosyal demokrasi arayışlarına öncülük ettiğini; 1960’lı
yılların ikinci yarısında Sosyal Demokrasi
Dernekleri Federasyonu (SDDF) aracılığıyla
sosyal demokrasi üzerine dergiler çıkarıldığını
biliyorum. 1970’li yıllara gelindiğinde Ecevit
işi örgütleme noktasında daha bağımsız bir
ekol oldu. Burada bir anlamda Londra’daki
Bernard Shaw ve arkadaşlarının öncülüğünde
geliştirdikleri Fabian Society denen Fabian
Hareketi benzeri bir hareketi 70’li yılların
başlarında Ecevit öncülüğünde Ankara’da CHP
destekli örgütlendi. Bunun içerisinde Deniz
Baykal ve ben de vardım. Sayın Baykal’ın o
dönemde “Özgür İnsan” dergisinde çıkan
yazıları vardır. “Özgür İnsan” hareketi bir
aydın entellektüel hareket olarak başladı
ama daha sonra Ecevit’in önderliğindeki CHP,
1970’li yılların ortalarında iktidara gelince
Milli Selamet Partisi Başkanı Necmettin Er-
•NASIL: Ortanın solu hareketini CHP için ide-
olojik yenilenme olarak tanımlayanlar var.
CHP, o dönem koşullarında ortanın solunda
ama “Ortanın Solu” Kemalizmin neresinde?
O dönem koşullarında CHP, demokrasiye
doğru açılırken belli bir noktada demokrasiçağdaşlık-Avrupa tartışmaları ve 27 Mayıs
anayasasıyla gelen sol ve sosyalist tartışmalar
çerçevesinde Türkiye’de bir kafa karışıklığı
yaratıldı. O nedenle 60’lı yılların ikinci yarısı
itibariyle TİP’in kurulmasından sonra, o partiye uzak duran, Sovyet inisiyatifine uzak
duran bir grup aydının, Doğan Avcıoğlu ile
beraber “Yön” dergisini çıkarmaya başladığını
görüyoruz. Yön dergisine baktığımız zaman, bu dergi kafa karışıklığının aşılması
için Türkiye’nin yeni yerinin belirlenmesi
noktasında Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda çıkan
çizgi olan Kemalizme sahip çıkmıştır, Kemalist birikimden hareket etmiştir ama Kemalizmin sol versiyonunu,sol çizgide anlaşılmasını
gündeme getirmiştir. Doğan Avcıoğlu ve
Yön ekolü, bir tarafta TİP’in kurulması, bir
tarafta “Ortanın Solu”nun başlaması sürecinde, Türkiye’de bir anlamda sol-Kemalist
bir yaklaşım ortaya çıkarmıştır. Kemalizmsosyalizm tartışmaları içerisinde ulusal sol
bakan ile Ecevit koalisyon kurdu. Koalisyon
1974’te Kıbrıs Barış Harekatı’na kilitlenince
sayın Ecevit “Özgür İnsan” dergisiyle ilgilenemedi. Bu hareket de Türkiye’de devam edemedi. “Özgür İnsan”, Türkiye’de CHP’nin Kemalizmden sosyal demokrasiye dönüşümünde
önemli bir dönüm noktasıdır. Bu günün
CHP’sini anlamak isteyenlerin “Özgür İnsan”
dergisinin koleksiyonlarına bakması gerekir.
Sorunuzun cevabına gelince Ortanın solu,
Kemalizm, sosyal demokrasi kavramları
çerçevesinde ele alındığında, bu değişik
kavramların, o dönemin koşullarında yaşanan
bir sürecin içerisinde değişen siyasi gündeme
dayalı olarak öne çıktıklarını görüyoruz. Bir
dönem “Ortanın Solu”yla başlayan tartışmalar
hızla sosyal demokrasiye kaymıştır ama Sayın
Ecevit’in özellikle Almanya ve Fransa’ya mesafeli duran tavrı nedeniyle ileride AB sürecinde Ecevit’in bunlardan uzak durması, daha
çok İskandinav adresini esas alması, Norveç
ve İsveç’le ortak hareket eden solu ve sosyalizmi araması Ecevit’in bu olayı Avrupa dışına
taşımaya çalıştığını gösteriyor. 70’lerden
sonraki yıllarda CHP’nin sosyal demokrasi
hareketinin giderek Türkiye’de etkin olmaya başlaması noktasında CHP’nin bir tüzük
kurultayına gittiğini, tüzüğünü değiştirdiğini
ve orada sosyal demokrasi kavramını değil de
Ecevit’in önerdiği “demokratik sol” kavramını
aldığını görüyoruz ki bu da ayrı bir süreçtir.
Burada Sayın Ecevit ciddi bir Avrupa karşıtlığı
içinde olduğunu, Avrupa’daki sosyal demokrasiyle bütünleşmek istemediğini ama TİP usulü
bir Sovyet sosyalizmine de mesafeli durarak
Atlantik güçlerinin Ortadoğu projesinde Kemalizmi devre dışı bırakacak yeni bir kavramı
gündeme getirmiştir. 12 Eylül döneminde,
Söyleşi Anıl Çeçen
174
CHP kapatıldıktan sonra sayın Ecevit de daha
parti kapatılmadan partiyi terk etmiş, CHP’nin
tarihi görevini bitirdiğini söylemiş, Kemalizmi
böylece tarihteki yerine oturtmaya çalışmıştır.
Kemalizmin bittiğini söyleyen Ecevit, daha
sonraki politikasında yoluna devam ederken
de kurduğu partinin adına “demokratik sol”
diyerek ne olduğu belli olmayan içi boş bir
kavramı, kendisinin şartlara-koşullara göre
değişen fırsatçı politikasına alet etmek üzere
demokratik sol kavramını partisinin adı olarak
belirlemiştir.
•NASIL: Türkiye’de CHP’nin yeniden ikti-
dar olanağı olmadığı gibi bir fikre kapılan
herkesin 73-77 seçim başarılarından ilham
aldığını görüyoruz. 73-77 başarılarının
ardında uzun dönemli bir siyasal politika
mı vardır yoksa dönemin konjonktürünün
bu başarının arkasında etkili mi olduğunu
düşünüyorsunuz?
Ben 73-77 seçimlerinde, o dönemde Atlantik ve Sovyet inisiyatifini arasında sıkışan bir
Türkiye olduğu düşüncesindeyim. Almanya,
İngiltere, Fransa gibi eski emperyalist güçler
Ortadoğu’yla yakından ilgileniyorlar ama giderek ABD’nin öne çıktığı ve ABD üstünden
İsrail’in bölgede etkin olduğu bir süreç var.
Bu noktada Ecevit’in Avrupa’ya uzak dururken
dolaylı olarak İsrail’e yakın durduğunu vurgulamak isterim. ABD burada Ecevit ile İsrail
arasında köprü olmuştur. Ecevit’in kurduğu
DSP’nin de adının “Demokratik Sosyalist
Parti” olması gerekirdi. “Sosyal demokrasi”
kavramı sadece Avrupa’da ortaya çıkmıştır.
Zengin ülkelerde bir sapmadır. Bu çerçevede
baktığımız zaman sosyal demokrasi bir Avru-
pa ideolojisidir. Türkiye Avrupa’nın dışındadır
ama Türkiye, batı ile ilişkilerinde Avrupa’ya
yakın duruyormuş gibi bir tavır aldığında Atlantik ötesinden Amerikan inisiyatifine girmekte, bu da Türkiye’yi Ortadoğu’da İsrail merkezli bir yapılanmaya sürüklemektedir ki Ecevit
bu sürecin kilit adamı olmuştur. 73-77 seçimlerinde Ecevit’in yükselişini artan Amerikanİsrail etkisinde görüyorum. O dönemde
Sovyetler Birliği de DİSK’i destekleyerek
15-16 Haziran olaylarıyla beraber DİSK’i öne
çıkarmış ve DİSK’in öncülüğünde Sovyetler
Birliği Türkiye’de Ulusal Demokratik Cephe’yi
(UDC) ilan etmiştir. Böylece sendikalar üzerinden Türkiye’de demokratik kitle örgütleri
ciddi boyutlarda batı baskısını dengelemiştir.
Sovyetler Türkiye’de siyaseti zorlamıştır. İşte
bu dönemde Amerika-İsrail ikilisi Türkiye’de
Ecevit’i destekleyerek 73-77de iktidara gelmesini sağlamıştır. Sayın Ecevit iktidara gelir
gelmez Rusya’ya, AB’ye mesafeli davranmış
ama sürekli İskandinav ülkeleriyle yakınlık
kurarak batı kamuoyunu İskandinav tipi bir
sol arayışı içerisinde olduğuna ikna etmiş ama
dolaylı olarak da Ortadoğu’daki gelişmelerle,
özellikle Irak’la, Kıbrıs’la, Balkanlar ve
Kafkasya’yla çok yakın ilgilendiğini görüyoruz.
Ecevit üniversite mezunu değildi. Lise mezunu
bir gazeteciydi. Uluslar arası ilişkileri çok iyi
bilirdi. ABD ve İngiltere’de basın ateşesi iken
özel kurslardan geçmiştir. Atlantik güçleri
tarafından yetiştirilmişti. İngiltere ve Amerikan desteğiyle yetiştirilen Ecevit’in 73-77
yıllarında başbakan olmasıyla Türkiye’nin
geleceğe dönük yönlenmesi Sovyetler’den
uzaklaşan, Avrupa’ya da mesafeli duran ama
ABD-İsrail ikilisinin yönlendirmesiyle de
Türkiye’nin Ortadoğu’da Sovyetler sonrası
dönemde kullanılabileceği bir yöne doğru
çekilmek istenmiştir ki “demokratik sol”
kavramı o noktada Ecevit’in tamamen esnek bir
şekilde kendi politikalarını geliştirebileceği
bir kavram olarak öne çıkmıştır. Daha sonra da
parti tüzüğüne girmiştir ama 12 Eylül’ün bir
NATO harekatı olarak geldiği noktada hepsini
silip süpürmüş, zaten ABD’nin NATO üzerinden
Türkiye’ye girmesiyle beraber Atatürk döneminden gelen bütün yapılanmaları, bütün siyasi
yapıları tasfiye ettiğini görüyoruz ki 12 Eylül
olduğunda bütün dernekler ve vakıflar gibi
bütün partiler de kapatılmıştı. Ondan sonra
da IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla Türkiye tamamen ABD güdümünde bir Ortadoğu
sömürge yapılanmasına sürüklenmiş, Saddam Hüseyin’in Humeyni’ye karşı kullanıldığı
bir dönemde İran-Irak Savaşıyla, 12 Eylül dönemiyle kontrol altına alınmış, Özal
ordu- asker desteğiyle iş başına gelmiş ve
Türkiye’nin sömürgeleşmesine giden yolu
dışa açılma görüntüsüyle gündeme getirmiş
ve Türkiye küreselleşmeye Özal politikalarıyla
hazırlanmıştır.
•NASIL: Baykal CHP’sine kadar bir SHP
süreci var. SHP süreci dendiğinde de özellikle liberal çevreler tarafından örnek
olarak gösterilmesinin gerekçesi 1989
Kürt Raporu ve onun getirdiği süreç. Bununla birlikte bugün DTP’de kümelenen
kitlelerin SHP’de kümelenmesi gibi bir durumla da karşı karşıyayız. Bu süreci nasıl
değerlendiriyorsunuz?
12 Eylül sonrasında eski partilere izin ver-
SAYI 5/6
Söyleşi
ilmedi çünkü eski saflaşma istenmiyordu.
Türk politikası 80’lere geldiğinde 4 partili
bir yapıya oturuyor: İslamcılar, Milliyetçiler,
merkez sağ-milli burjuvazi Adalet partisi
ve devleti kuran “Ortanın Solu” partisi. Bu
dörtlü yapılanma içinde Amerika Türkiye’yi
dönüştüremezdi. O yüzden bütün partileri
kapattılar. Türkiye’yi dönüştürmek üzere,
siyasetle oyun oynamak üzere, Amerika önce
Özal’ı, sonra Ecevit’i tekrar sürdü. Ecevit eski
dönemde ortaya çıkmış bir liderdi ama Ecevit
eskiyi temsil etmiyordu çünkü esnek ve kaypak bir politika içerisindeydi.
Tam bu noktada şunu sormak istiyorum. Sizce
Ecevit’in 12 Eylül sonrası Türk siysal hayatının
yeniden şekillenmesindeki rolü nedir?
Ecevit Atatürk’ün partisine genel başkanlık
yapmış bir kişiydi ama Kemalizme hiçbir zaman sahip çıkmadı. “Bu düzen değişmeli”
dedi, sonra “Atatürk ve Devrimcilik” diye bir
kitap yazdı. Atatürk’ün “devrimcilik” ilkesini
“deviricilik” anlayıp Kemalizmi ve Atatürk’ü
tasfiye etme yolunu açtı. Yani Atatürk’ün
altıokunda sadece devrimciliği ele alıp Kemalizmi tasfiye etmek için kullandı ki yıllar
sonra bunlar çok net olarak görülüyor. Sayın
Ecevit’le 90’lı yılların ilk yarısında zaman zaman görüşen bir bilim adamı olarak bunları çok
iyi biliyorum, kendisiyle defalarca görüştüm,
saatlerce tartıştım ama anlaşamadım. Bu
süreç içerisinde Ecevit geçmişten gelen
bir liderdi ama geçmişi temsil etmiyordu,
geçmişin tasfiyesi için devredeydi. 12 Eylül’ün
bütün partileri kapattığı noktada da hemen kendi yeni siyasi partisini oluşturmaya
çalıştı ki 12 Eylül sonrasında yeniden normal
koşullara geçilirken biz Atatürkçüler partisiz kaldığımız için 80li yılların ortalarından
itibaren bugün Türkiye’nin en büyük örgütü
olan ADD’nin kuruluş çalışmalarını başlattık.
Biz o çalışmaları yaparken Ecevit bize tamamen kapalıydı. Atatürk’ün partisinin son genel başkanı, Atatürkçülerle ipleri koparmıştı
çünkü Atlantik inisiyatifinin soğuk savaş
ve Sovyet sonrası yani küreselleşme döneminde Ortadoğu’ya yönelen politikalarıyla
uğraşıyordu. BOP’un Türkiye’deki öncülerinden birisi olarak Ecevit’i kabul edebiliriz yani
Sovyet-Avrupa inisiyatifine uzak kalan ama
Atlantik inisiyatifiyle beraber hareket ederek ortadoğununun yeniden şekillenmesine
yönelen bir süreçte Ecevit’in etkin bir misyon üstlendiğini görüyoruz. Bütün eski
politikacıların tasfiye olduğu bir noktada Ecevit daha sonra farklı bir parti kurarak iktidara
yine Atlantik rüzgarlarından faydalanarak
gelmesini bilmiştir.
•NASIL: Peki SHP ve Kürt Raporu için ne
düşünüyorsunuz?
Böyle bir süreç içerisinde SHP bir ara modeldir çünkü bir boşluk dolmuştur. Normal demokratik rejime geçildiği süreçte önce eski
CHP ekolü SODEP ismiyle Erdal İnönü’yle
parti kurmuşlardır. Fakat SODEP’in seçimlere
girmesine izin verilmemiş ama bürokrasinin
oluşturduğu bir parti SHP olarak meclise
girmiştir. Sonra SHP meclisteyken SODEPle
birleşmiş, Aydın Güven Gürkan’ın önderliğinde
SHP olgusu gündeme gelmiştir. SHP deyince arkasında hem eski CHP ekolü, hem de
bürokratik 12 Eylül’ün uzantısı Halkçı Parti’yi
görmek lazımdır. SHP aslında yeni bir siyasi
oluşumdu, 2 parti birleşmesinden ortaya çıktı
fakat birleşmesiyle beraber farklı bir çizgide
ortaya çıktı. Eski CHP’de cumhuriyetçi çizgide
birleşmiş 3 ayrı taban vardı: Aleviler, Kürtler
ve aydınlar olmak üzere. SHP’de ise Aleviler,
Kürtler yine vardı ama aydınlar dağılmıştı.
Maalesef o dönemin konjonktüründe SHP
fazlasıyla belediyeleri kazandığı için 91 seçiminde, kazanılan belediyeler üzerinden bir
müteahhitler ekolü oluştu. Daha sonra bu
ekol, Murat Karayalçın’ın önderliğinde, Erdal
İnönü sonrasında partinin başına geldi.
Belediyeden ihale almaya alışan bu ekol;
partiyi hem bitirdi, hem de belediyeler elden çıkınca ciddi şekilde problem çıkardı.
Böylesine bir süreç içerisinde, 90lı yılların ilk
yarısında, Türkiye küreselleşme döneminin
koşullarına doğru zorlanırken, ortadoğudaki
yeni yapılanma terörle Türkiye’ye dayatıldı.
Türkiye’de 1980 itibariyle başlayan bölücü
terör, hem Irak, hem Güneydoğu’da etkili olunca Türkiye bu sorunun çözülmesi için arayış
içerisine girdiğinde Kürt kimliğini kabul eden
SHP’deki Kürtçü ekol-Kürt asıllılar demiyorum ama eski CHPdeki Kürtler Kürt asıllı Türk
vatandaşları olarak vardı, SHPdeki Kürtler ise
Kürtçü Kürtler olarak ortaya çıktılar- Kürtçülük yaparak güneydoğuda ayrı bir yapılanmayı
gündeme getirmek istediler. Bu da maalesef
o dönemin koşullarında Fikri Sağlar, Ercan
Karakaş gibi, Murat Karayalçın, Aydın Güven
Gürkan gibi Türk kimliğine uzak duran, kendini sol ama liberal çizgide gösteren ve batıdan
esen liberal rüzgarlara açık olan politikacıların
önderliğinde SHP ne yazık ki Türkiye’nin ulusal
ve üniter yapısından vazgeçen, Ortadoğu’da
ABD ve İsrail’in zorladığı, yeni bölgesel
yapılanmanın önünü açacak bir Kürt planını
SHP raporu olarak gündeme getirdi. O zamandan beri de Kürt sorunu giderek tırmanmakta
Söyleşi Anıl Çeçen
178
ve Türkiye’yi zorlamaktadır. SHP çözüm
üreteceğine, sorunun daha da büyümesine,
Türkiye’nin ulusal ve üniter yapısı içerisinde
sorunun çözümünü sağlayacağına, aksine
bundan uzaklaşılmasına; Kürt kimliğinin
tanınarak bölgesel bir federasyonun önünün
açılmasına neden olduğu içindir ki Türkiye’nin
ulusal birlik ve bütünlüğüne zarar veren bir
parti olmuştur ve o nedenle kısa zamanda
tasfiye edilmiş ve daha sonra da cumhuriyetin yetiştirdiği en büyük işadamı olan Koç’un
yardımıyla CHP yeniden kurulmuştur.
•NASIL: Baykal CHP’si Türkiye’de hangi siyasal çizgiyi temsil ediyor?
Şu aşamada Atatürk’ün partisinin başında
30 yıldır partinin önünü kapatan, Kemalizmi marke eden bir yapıdadır. Baykal aynı
bir Amerikalı basketbolcu gibi adam adama
markaj yaparak Atatürkçüleri partinin dışına
itmiş, kendine bağlı bir hizip oluşturmuş, bu
hizipi de Atatürk’ün partisini İş Bankası’nın
imkanlarından faydalanarak partiyi şu
aşamada kendi partisine dönüştürmüştür.
Bugünkü CHP maalesef tüzük olarak Atatürk’ün
partisidir çünkü Atatürk’ün mirasına sahip
olan partidir. O mirasa dayanarak Atatürk’ün
bankasını yönetmektedir ama Atatürk’ün par-
tisinin tamamen dışındadır. Sayın Baykal’ın
siyasal katılım üzerine tezi olmasına rağmen
bugün CHP’ye siyasal katılımı engellemektedir. Sayın Baykal, sahip olduğu siyasal bilgiyi ve kültürü, partiye katılımı artırmak için
değil, partiye katılımı sınırlamak, partinin iktidara gelmesini önlemek, Kemalizmi iktidarın
dışında tutmak, Kemalist partiyi muhalefette
tutarak geleceğe dönük tasfiye etmek hatta
bir dönemde de meclis dışında bırakmak misyonunu yerine getirmiştir ama yerine daha
büyük bir parti kurulamadığı içindir ki Sayın
Baykal bugün o görevi sonuna kadar sürdürmeye kararlı görünmektedir. Baykal’la beraber Atatürk’ün partisindeki inisiyatif artık
Kemalist inisiyatif değil Atlantik inisiyatifidir.
O da emperyalizmin dünyaya egemen olmak
istediği noktada dünyanın jeopolitik merkezi
olan Türkiye’yi kendi kontrolü altında tutmak ve bu coğrafyada, özellikle İslam-ArapAvrasya coğrafyasında Atlantik inisiyatifinin
dışındaki politik oluşumlara izin vermemek
gibi bir misyonu üstlenmektedir. Baykal misyonunu ben şu an Atatürk’ün partisinin
başında Kemalizmi marke ederken Avrasya’nın
geleceğe dönük yeniden yapılanmasında
Avrupa-Rusya-Çin-Türk-Arap-İslam merkezli yapılanmalarını değil, sürekli olarak muhalefette kalarak Atlantik inisiyatifini öne
geçiren bir misyonu yürüttüğünü söyleyebilirim. Bu sözlerim yanlış anlaşılmasın çünkü
bu işleri 40 yıldır inceliyorum ve sürekli
dışlanıyorum, Türkiye’nin yeniden Kemalist
köküne dönebilmesi noktasında Atatürk’ün
partisinin de doğuş çizgisi olan Kemalist
çizgiye dönüşte bugünkü durumun bu şekilde
değerlendirilmesinde ulusal yarar olduğunu
söylemek isterim.
•NASIL: Yeni sol, Anadolu solu daha sonra
belli bir süreç ulusalcılığa yakın bir CHP,
son olarak da çarşaf açılımı. Bütün bunların
CHP’ye seçmen desteği yada toplumsal
destek sağlamadığı ortada. CHP geleneği
için iktidar olma noktasında önerdiğiniz bir
metod var mıdır?
Sayın Baykal bu kadar uzun süre partinin
başında kaldığı için, belli bir noktada hiçbir
şey yapmadan duramaz çünkü parti yine
büyük bir parti ve ciddi bir aydın kamuoyuna
sahip. Bu kadar okumuş aydını bir cahiller ordusu gibi yönetmek mümkün değil o nedenle
beklentileri karşılamak üzere Sayın Baykal’ın
çıkışlar yaptığını görüyoruz. Sayın İsmail
Cem’le birlikte Türkiye’de siyonist yapılanmayı
tatmin etmek üzere bir yeni sol açılımı yaptı.
Daha sonra Baykal, Enis Tütüncü ile beraber
bir Anadolu solu gündeme getirdi. Enis Tütüncü bu konuda bir kitap yazdı. Ama maalesef Baykal’ın esnek politikaları altında kaldığı
içindir ki Anadolu soluna gerçek bir çizgi
veremedi. Ulusal çizgide sıkışınca milliyetçile-
SOSYAL DEMOKRASİ DERNEKLERİ FEDERASYONU
1965-1971 döneminde gençlik hareketleri içinde kutuplaşmanın giderek yükselmesi ve bunun sonucu olarak da bir yanda FKF/DEV-GENÇ, bir diğer yanda da Ülkü Ocakları Birliği (ÜOB)’nin giderek keskinleşen ayrımına karşı CHP’li gençler daha ılımlı
bir şekilde üniversitelerde yeni bir güç olarak Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu’nda örgütlenmeye başlamışlardır.
FABIAN SOCIETY-FABIAN HAREKETİ
Sosyalist bir hareket olan Fabian hareketi tamamen İngilizlere özgü bir nitelik taşımaktadır. Sosyalist olmasına rağmen Marx’tan herhangi bir şekilde etkilenmemiş bu ekol sonuç olarak diğer tüm sosyalist hareketler ile aynı noktaya ulaşma fikrinde
olsa dahi izlenecek yol bağlamında diğer hareketlerden farklı bir özellik gösterir. Buna göre sosyalizme ihtilal veya savaş yolu ile değil barışçıl yollardan gidilmelidir. Yavaş yavaş uygulanacak devletçi bir model o ülkeyi sosyalizme taşıyacaktır. Sosyalist bir parti kurulması zorunlu değildir. Varolan siysal aktörlerin herhangi birisinin içine sızarak da hedefe ulaşılabilir. Bu hareketin adı “demokratik sosyalizm” olarak da zikredilmektedir. Bu hareket aynı zamanda Çin Devrimi’nden bir kaç gün önce
Mao’nun Londra seyahati sırasında görüştüğü iddia edilen İngiliz sosyalistleri iddiasının da muhattabıdır.
SAYI 5/6
Söyleşi
Siyaset
rin sahip çıktığı Şeyh Edebali’ye, Mevlana’ya,
bazen de Hacı Bektaş Veli’ye sığınıyor. Baykal
Atatürk’ten kaçtığı için kendisine sığınacak
dam altı arıyor. Sayın Baykal’ın bu tavrının
aynı Ecevit gibi tamamen esnek bir tavır
olduğunu görüyoruz.
Bu çerçevede Atatürk’ün partisinin serüvenini
özetleyebiliriz. Sayın Baykal’ın eğer ülkesine
hizmet etmek istiyorsa bir an önce Atatürk’ün
partisinin başından ayrılması gerekir. Çünkü
daha fazla Atlantik rüzgarları etkisi altında
partinin başında kalması Türkiye’nin demokratik süreç içerisinde ulusal bir alternatif üretmesini engellemektedir ama Baykal bildiğini
okumakta ve yoluna devam etmektedir. Burada Atatürkçü tabanın ve Türkiye’deki aydın
kamuoyunun, ulusal bilincin bu durumları
ele alarak, seçim sırasında bu tabloyu
değerlendirerek, Türkiye’nin bu darboğazdan
çıkabilmesi için, seçim yoluyla iktidardaki
partiyi değiştirebilmesi için, bir demokratik
alternatifin ulusal çıkarlar doğrultusunda ortaya çıkmasını sağlamak üzere Baykal sonrası
CHP’yi şimdiden tartışması gerekir ve böyle
bir oluşuma şimdiden katkı sağlamak üzere
harekete geçmesi ve seferberlik ilan etmesi
gerekir.
Atlantik inisiyatifi bugün tamamen Türkiye
Cumhuriyeti ile karşı karşıyadır. Son zamanlarda Atlantik inisiyatifinin Türkiye’de
ulusu, milleti ortadan kaldırmak için cemaati
kullandığını, İsrail merkezli Ortadoğu için
etnik kimliklerin hortlatılarak bir federasyonun zorlandığını görüyoruz. Böyle bir noktada ulusal, üniter ve çağdaş cumhuriyeti
kuran Türkiye’deki Kemalist devlet modelinin
tasfiyesi hedeflendiği içindir ki, Atatürk’ün
partisinin mutlaka muhalefette kalması gerekir. Sayın Baykal’da bu ebedi ve ezeli muhalefet misyonunu kamuoyundan gizlemek
üzere zaman zaman çıkışlar yapmaktadır ama
hiçbirisi tutarlı değildir. Çünkü İsmail Cem’le
yazdığı yeni sola bakarsanız bunun Enis
Tütüncü’nün yaklaşımı olan Anadolu soluyla
hiç bağdaşmadığını görürsünüz. Yeni solda
ulusalcılık yoktur, Anadolu solunda yerellik vardır. Sayın Baykal Atlantik inisiyatifinin
istemediği ulus kavramına uzak durmaktadır.
Atatürkçülük bence günümüz koşullarında
ulusal bir sol anlayıştır. Ecevit’te Baykal’da
ulusal soldan kaçmıştır. Ecevit kendisine
ne idüğü belirsiz demokratik sol kavramını
koyup onun içinde hareket serbestliği alanını
örgütlemiştir. Baykal ise Hacı Bektaş’tan
Mevlana’ya, Edebali’ye kendisine yeni
şemsiyeler aramaktadır ama gördüğünüz gibi
kalıcı bir alternatif sistem oluşturamamıştır.
Umarım önümüzdeki dönemde Türk Halkı, Kuvayi Milliye’den, ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan
gelen mücadele gücüyle bu darboğazı aşar
ve bugün Türkiye’deki siyasi alternatifsizliğin
aşılması noktasında Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin kuruluş çizgisinde var olan kurucu
iradenin temsilcisi olan Atatürk’ün yoluna,
ilkelerine ve anlayışına döner ve Kemalizmin
güncel yorumuyla ortaya konacak bir ulusal
programla ülkenin belirlediği ulusal alternatifin ortaya çıkmasını sağlar.
Gelecekte Nasıl Bir CHP
178
{
Gelecekte
nasıl bir
CHP ?
Seçkin Avcı
}
SAYI 5/6
Siyaset
“Gelecekte Nasıl bir CHP?”
Dergimizin 5. sayısı ile azim ve kararlılıkla sesimizi duyurmanın, kimsesizlerin sesi olmanın, fikirlerimizi sizlerle birlikte ortak düşünce tartışmalarının
içerisinde yoğurmanın, sınırlı özgürlüğün verdiği dikkat ve özenle bağımsız yayın organımızın devamlılığını sağlamanın mutluluğu içerisindeyim. Bu
sayımızda siz değerli okurlarımızla birlikte konu merkezli tartışmaya yönelerek, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan günümüze var olan siyasi hareket Cumhuriyet Halk Partisi’ni tartışacağız. Bu kapsamda sizlerle daha önceki 4 sayımızda yazı dizisi olarak sürdürdüğüm “Nasıl Olmalı?” tartışmasına ara vererek,
yeni firkirler üretme isteğimin merkezine CHP’yi alıp “Gelecekte Nasıl bir CHP?” olmalı önerilerimi paylaşacağım. Bu öneriler onlarca köşe yazısında kaleme
alınan makalelerin ya da partinin içerisinde çaba harcayan siyasal katılımcıların fikirlerinin dışında, hiçbir şekilde tekrar içermeyen, yeni bir ses ve soluk
yaratma arzusunda olan bir gencin fikirleridir.
Gelecekle ilgili bir düşünce alışverişi yapılacaksa bugünün üzerinden gitmek yerine mevcut şartlarda “işe yaramayan” fikirler üretmenin “yeni ürün” ortaya
koymak açısından önemli olduğunu düşünmekteyim. Bu anlamda tarihteki bilimsel ilerlemelerin ortak yönünün “üretildiği ya da ortaya konduğu dönemin
anlayışının ötesinde”, “alışılmışın dışında” ve “kısa sürede fayda sağlamaması”olduğu görülmektedir. Dolayısıyla siyaset biliminde de toplumsal projelerin
A) Yeni Siyasal Söylem Önerisi:
Gündemin üzerinden giderek ya da gündemin esiri olarak hareket etmek
bir siyasi parti için gelecek perspektifi çizmenin önünde ciddi bir engeldir. Dönemin anlayışının ötesinde olmak aslında 5 duyu organı ile farkedilemeyeni tahmin edebilmek tamlaması ile eşdeğerdir. Dolayısıyla amaç
bulunduğumuz noktadan fikir üretmek olmamalıdır.Geleceği yakalamak
ancak “gelecekten” siyaset yürütmekle gerçekleşebilir. Dünyanın gelişmiş
toplumlarında bir şekilde işleyen temel sistemler mevcuttur. Bu sistemlerin
bildiğimiz üzere ürettikleri kavramlar bulunmakta, başlıcaları arasında en
sık ağızlarda telafuz edileni ise kuşkusuz “demokrasi”. Türkiye uzun yıllardır
“demokrasi” tartışmalarını sürdürmekte ve birey merkezli demokratik
bir sistem kurmaya çabalamaktadır. Bu noktada ilk önerim Cumhuriyet
Halk Partisi’nin demokrasi söylemlerine son vermesidir. “Nereden çıktı bu
şimdi?” ya da “Sanki demokrasi söylemi varmı ki?” diyenler olduğunu tahmin ederek gerekçesini açıklamaya ve yeni dünya söylemlerini kısaca özetlemeye çalışacağım. Neden demokrasi demeyi terketmeli? Çünkü gelişmiş
ülkelerde bir süredir toplumsal hayatı şekillendiren düşünürler arasında
“demokrasi sonrası” dönem ya da “post-demokrasi” dönemi tartışılmakta,
bu yeni siyasal sistemin kendi ülkelerinde nasıl kurulabileceği irdelenmektedir. Aydınlara göre gelişmiş toplumlar, temeli antik helen kent
şehirlerine kadar dayanan birey merkezli “demokrasi” çağını tamamlayıp
“post-demokrasi” çağına geçiş içerisindeler. Bir başka deyişle son 20 yılda
yaşanan inanılmaz teknolojik ilerlemeler ve iletişim devrimi, toplum ve
birey tanımlarını alt üst etmekte, zaman ve mekan yok olmaya başladığı
için “demokratik yaşam alanlarının sınırları” artık çizilememektedir. Bu
durum bir yandan merkezileşme bir yandan da bireyin yerelleşmesi hızını
arttırarak klasik kent toplumunun artık kendi kentinde değil dünya kentinde yaşadığı izlenimini doğurmaktadır. Gelişmiş toplumlar ve düşünürleri,
şu anda mevcut teknolojik ilerlemenin sürmesi durumunda ideal “demokrasi” sisteminin kendi toplumlarında çökmeye mecbur kalacağını
öngörmekte ve artık “demokrasi” taleplerinin yersizleştiğini küresel forumlarda detaylandırmaktadırlar. Bu anlayışa göre “post-demokrasi” ye
geçilebilmesi için dünya toplumlarının klasik “demokrasi” ye ulaşması
gerekmektedir. Şöyle ki bu gelişmiş toplumlar “demokrasi” yi kendi ülkelerinde tesis ettikleri dönemlerde de, gelişmekte olan ve diğer 3. dünya
toplumlarına “parlementer cumhuriyetçiliği” önermekteydiler. Yani meclis
kurmak ve seçimlerle iş başına gelmek o dönemler için çözümün anahtarı
olarak sunulmuştu. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti’de parlementer sisteme geçmenin devrin toplumsal projesinin kilometre taşı olduğunu Mustafa Kemal önderliğinde görerek hareket etmiş ve millet meclisi sayesinde
meşruiyetini sağlamıştı. Aslında o dönemde dünya toplumları parlementer
sisteme birer birer geçerken, gelişmiş toplumlar birey merkezli “demokratik” sisteme geçisi tamamladılar. Böylece hem “demokrasi” yeni bir ideal
olarak hayata geçmiş hem de diğer toplumlara göre gelecekten gelen bir
Gelecekte Nasıl Bir CHP
178
anlayış meydana getirilmiş oldu. Şu anda dikkat ettiğiniz gibi gelişmiş ülkelerin diğer dünya toplumlarına önerdiği yegana söylem nedir: “Demokrasiyi Hakim Kılmak”. Oysa kendi toplumunda demokrasi sonrası evre olarak
tanımlanan “post-demokrasi” irdelenmektedir. “Demokrasi” idealinde
özgürlükler bir başkasının haklarının ve yaşam alanlarının taciz edildiği
noktada sona ermekte, sınırlar bu şekilde çizilmektedir. Ancak hızla yayılan
internet ve iletişim teknolojileri ile birlikte “birey” in kontrol edilemez ve
öngörülemez özgürlüklere doğru yöneldiği, ekonomik piyasaları sanal ortamda gelecek vadeli sanal kağıtlar üreten ve “özgür birey” olan uzmanların
sınırsız likiditelere yaratarak ekonomileri iflasın eşiğine getirdiği, her bireyin her yerden iletişim kurabilmesi ile merkezi kaybolmaya başladığı
görülmektedir. Kısaca tarif ettiğim bu durum sonuçta “demokrasi” idealini
tehdit etmekte, düzeni kuran yaşam şeklinin kendi içerisinde yıkılmasına
neden olabilmektedir. Bildiğimiz gibi 2000’li yılların başında ilk sinyallerini
veren ekonomik kriz ve kapitalist sistemin kendini yenilemesi döneminin
sonunda tarihi şirketler iflas etmiş, birçoğu devlet kontrolüne geçmiş, bu
durum günümüzde canlı bir şekilde yaşanmaya devam etmektedir. Bu dönem aynı düşünürler tarafından demokrasi sonrası döneme geçiş sinyali
olarakta ifade edilmektedir. Post-demokrasi farklı tanımlar içersede devlet
ile bireyin egemenlik konusunda ortak mutabakatını kapsamaktadır. En
önemli göstergesi kriz anlarında “demokrasi” askıya alındı yorumları ise,
aslında devletin bir dönem aralıksız süren “bireyin kulu olma” ve “birey
için devlet vardır” kurgusunun son dönemine girdiğidir. İşte bu noktada
CHP’nin gelecek perspektifinde ve parti programında revizyona gidilerek
“Post-Demokrasi” söyleminin tartışmaya açılması, bu fikrin altyapıları ile ilgili küresel tartışmaların takip edilmesi ve Türkiye’nin gelişmiş toplumların
kuracağı yeni “demokrasi sonrası dönemin” içerisinde yer almasının uygun olacağının toplum nezdinde yaygınlaştırılmasını arzulamaktayım.
Dünyayı takip etmeden ve var olan günü yaşayarak geleceğin değişimlerinin
yakalanamayacağı açıktır. O nedenle bu açıklamanın başlığını “ Dönemin
anlayışının ötesinde olmak” olarak ifade edebiliriz. Tabi bu anlayışın tesis edilmesi içinde CHP içerisinde de hissedilir zaman ve kadrolara ihtiyaç
olduğu da bir gerçektir. Dikkat ettiğiniz üzere partinin mevcut durumundan ya da bahsettiğim fikirlerin uygulanıp uygulanmaması olasılığından hiç
söz etmedim. Çünkü bunun bir nesil değişimi olduğunun farkındayım. Bu
değişimi yapabilecek olanların ise devri algılayan ya da bu yazıyı okurken
yeni fikir heyacanını arzulayan sizlerden oluştuğuna da inancım sonsuzdur.
B) Yeni Siyasal Teşkilatlanma Önerisi:
Yüzyılın teknolojik değişimlerinin bu toplumun içinde yer alan ve çözüm
üretmeyi amaçlayan partilerinde içerisinde gerçekleşmesi kaçınılmaz bir
hal almaktadır. Sağlanan teknolojik altyapı imkanlarının en üst düzeyde
kullanılacağı ve aşağıda detaylandıracak olduğum “CHPnet” yazılım ve
teşkilatlanma projesi hayata geçirilerek aynı siyasal söylemdeki yenilik
ile entegre edilmesi sayesinde çağın ötesinin yakından takip edildiği bir
anlayış hakim kılınabilecektir.
•
Öncelikle parti üyelerinin tüm bilgileri elden geçirilerek güncellenmeli ve partinin gerçek aktif üye sayısı netleştirilerek, tüm veriler hizmet
satın alma yoluyla kurulacak “CHPnet” isimli yazılım programına yüklenmelidir.
•
Bu verilerde üyelerin hangi konularda uzmanlıkları olduğu, yaş
ve meslek bilgileri vb. temel seçmen profilleri yer almalı, bu sayede veriler üzerinden beslenerek gün ve gün nabız yoklamaları gibi birçok çalışma
temellendirilebilmelidir.
•
Aynı şekilde “CHPnet” yazılımının online çalışacağı gelişmiş internet sitesi hazırlanmalı ve bu siteden her aktif üyeye şifreler verilerek partinin herhangi bir politikası, gündem siyaseti ya da hangi konulara ağırlık
vermesi gibi birçok başlıkta aktif üyelerinden doğrudan internet aracılığı
ile parti içi referandumlar yaparak bunları siyasetinde beslenme kaynağı
olarak kullanmalıdır.
Ayrıca il, ilçe, belde parti yöneticileri ve teşkilat ile video konfer•
ans sistemini kullanarak sık sık sohbetler ve toplantılar gerçekleştirilerek
CHPnet üzerinden sanal teşkilat profilleri oluşturulmalıdır.
•
Kurumsal bir cep telefonu operatörü ile anlaşma yapılarak 3G
teknolojisi aracılığı ile tüm aktif üyelere “CHPnet” hesapları açılmalı ve bu
sistem üzerinden her üyenin özgürce düşüncelerini, dileklerini, beklentilerini yazılı olarak parti yönetimine doğrudan ulaştırabilecekleri “CHP 21.
Yüzyılda” sloganı ile çağın şartlarına uyan ve genç nesile seslenen bir parti
profili meydana getirilmelidir.
SAYI 5/6
Siyaset
•
Oluşturulacak bir “CHPnet Çözüm Merkezi” isimli çağrı merkezi
şeklinde çalışan, doğrudan tek bir telefon numarası ile ulaşılabilen, her
vatandaşın bir sıkıntısı olduğunda dile getirebileceği, ciddi yolsuzluk
ihbarlarının iletilebileceği ve bu merkez aracılığı ile elde edilen tüm verilerin
işlenerek Meclis’e soru önergesi olarak sunulacağı bir sistem kurulmalıdır. Bu
yasa teklifi,soru önergesi vb. çalışmaların sonuçlarının ya da durumlarının
yazılı bilgilendirme halinde sıkıntısını belirten ilgili vatandaşımızın adresine posta aracılığı ile parti genel başkanı imzalı gönderilip, vatandaşımızın
taleplerinin takip edildiği ya da iktidar partisinin önergenin tartışılmasını
dahi kabul etmediği vb. gibi yazışmalar gerçekleştirilmelidir. Bu sayede
vatandaşlar ile partinin arasındaki bağlar güçlendirilecek, aynı zamanda
çözüm için çabalayan taraf olduğu halk nezdinde belgelenmiş olacaktır.
•
“CHPnet” aracılığı ile her yeni üyenin kayıtları sağlıklı tutulmuş
olmalı,üyelerden sunulan hizmetin devamlılığı ve sağlıklı bir parti
teşkilatlanması amacıyla maddi desteklerde alınarak, bu üyelerin CHPnet
Kullanıcı hesapları aktif halde tutulmalıdır.
•
“CHPnet Gezici İnternet” otobüsleri meydaan getirilerek 365 gün
propaganda ilkesi yerleştirilmeli, bu otobüsler ülkenin her karış toprağını
gezmeli, bulunduğu yörenin sorunlarını iredeleyen ve çözümler sunan bir
ilkeyle hareket etmelidir. Örneğin Mersin Anamur ilçesine gidip merkezi sorunlar hakkında panel yapmak yerine “Muz” üreticilerinin temel sorunları bu
mobil araçların ilçede kalacağı süre boyunca canlı video gösterileri ile çözüm
önerileri sunulmalıdır.
•
Kurulacak bu teknolojik sistem sayesinde partinin kendi
kabuğundan çıkarak kitlelere açılımı sağlanacak, “24 saat Çözüm ve Hizmet”
sloganı yaygınlaşacak, ülke sorunlarına geniş ve çağı takip ederek çözümler sunulabilecektir. Bugün artık merkezden üretilen siyasetin her bedene uymadığı, hızlı iletişim sayesinde en ufak bir genellemenin yanlış
anlaşılabildiği bir dönemde yerel sorunlarında partinin farkında olduğu,
meclise hemen taşındığı, sorunu olan vatandaşın evine gelen parti genel
başkanı imzalı bir mektup ile sorun ve sıkıntısının takipçisi olunacağı belirtilebilecek ve üstelik tüm bu CHPnet sistemi ile ciddi gider tasarruflarıda
sağlanabilecektir. Nitekim tüm bu sistem sayesinde üye veritabanı aktif işleyebileceği gibi, partinin yürüttüğü siyasetin CHPnet üzerinde aktif
kullanıcı hesapları olan üyeler sayesinde tepki ya da beklentileri de ölçül-
ebilecektir.
C) Yeni Siyasal Kadro Önerisi:
Partinin şu anda bulunduğu mevcut kadro ve çalışmaları ile ilgili olarak siyasal yaşam içerisinde tartışmalar, köşe yazıları, kurultaylar vb. birçok gelişme
meydana gelmiştir. Bu konularda tekrara girmeyerek kadro yenilenmesi
ihtiyacını daha önceki maddelerde belirttiğim nesil değişimine bağlayarak
yorumlamayı tercih etmekteyim. Kısa anlamda da olsa dile getirdiğim küresel değişim sürecinde yeni yüzyılın Genç Kemaller’i olarak bizlerin dünyaya
daha farklı gözlüklerle baktığı, önceki dönemlere göre dünyadaki gelişim ve
yenilikleri çok daha yakından takip etmeye çabaladığı bir gerçektir. 18-24
yaş arası 17 milyon kişinin yaşadığı, her yıl eğitim öğretim sezonunun 15 milyon genç ile başladığı bir ülkede ve son dönemdeki inanılmaz değişim dikkate alındığında mevcut kadroların her anlamda yenilenmesi artık bir zaruriyet haline gelmiştir. Dolayısıyla CHP yöneticilerinde bu yönde adım atarak
yeni yüzyılın Genç Kemaller’ine bayrağı teslim etmeleri, değişim butonuna
basmaları, yenilikçi fikirlerin önünü açmalarının vakti ve zamanı gelmiştir,
geçmektedir. Gelecekte nasıl bir parti olunacağının anahtarı bence budur. Bu bir tercih meselesidir. Ya değişim ve gençleşmenin önü açılarak
ciddi adımlar atılacak, ya da değişim isteği zamanla kendi yolunu çizmeye
koyulacaktır, tabiatın ve varlığın doğası gereği.
Sonuç
Kısa ve net önerilerin özetlerini içeren nasıl olmalı tartışmamızın sonucu
olarak her zaman olduğu gibi yeni fikirlere açık ve gelişimi arzulayan bir
ivmede çalışmalarımıza devam edeceğiz. Bu yazı aracılığı ile kısmende olsa
ülkenin kurucu partisinin gelecek perspektifinde yeni fikirler üretmeye
çabaladım. Hep birlikte bu fikirlerin hayata geçireceğimiz günlerin gelmesi
umuduyla aklımız hür yolumuz bir olsun.
Dış Politikada CHP’nin 90 Yılı ve 2023’e Doğru Gelecek Vizyonu
182
DIŞ POLİTİKADA
CHP’NİN 90 YILI
VE
2023’E DOĞRU
GELECEK VİZYONU
{
Ömer Atagenç
}
SAYI 5/6
Siyaset
21
GİRİŞ
Bu çalışma Cumhuriyet Halk Partisi’nin dış politika tarihinin kronolojik bir incelemesinden öte dönemsel olarak CHP’nin dış politika mantığını
hangi doğrultuda, hangi kriterleri temel alarak kurduğunu açıklamak amacı taşımaktadır. Bu nedenle tarihsel süreçten biraz daha bağımsız olayları
neden-sonuç ilişkisi ile açıklamaya çalışan, CHP’nin tek başına ya da koalisyon ortağı olduğu hükümetlerdeki söylemleri ve eylemleri baz alınarak bir
analiz yapılmaya çalışılacaktır. Çalışmanın son bölümünde yapılan bu analizler doğrultusunda 2023 Türkiyesi’nde “Nasıl bir CHP olmalı?” sorusunun yanıtı
aranmaya çalışılacaktır. Ya da siyasal düşünce sistemlerinin hayal gücünden beslenmesi kadar doğal bir kanun olmasa gerek. Sizlerle geleceğin siyasetini
geriden takip eden bir ülkenin vatandaşı olarak dünyanın gelişmiş uluslarının şu anda neler tartıştığına kısa bir ses verecek ve ardından kimilerince “hayal”
diye ya da “davulun sesi uzaktan hoş gelir” şeklinde vecizeler ile adlandırılabilecek olan “Gelecekte Nasıl bir CHP?” önerilerimi sunmaya çalışacağım
ATATÜRK DÖNEMİ
4 Eylül 1919’da Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin altyapısını oluşturan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluşu ve ardından Milli
Mücadele Dönemi’nde gerçekleştirilen tüm tasarruflar Cumhuriyet Halk
Partisi’nin dış politkasını belirleyen sürecin başlangıcı olarak karşımızda
durmaktadır. Mustafa Kemal’in önderliğinde gerçekleşen halk devrimi, zafere ulaşmasının ardından CHP’nin kuruluşunda da ağırlığını hissettirmiş,
dış politika prensiplerinin ortaya çıkışında etkili olmuştur. Bu sebeple
CHP’nin dış politika tarihini 4 Eylül 1919’dan başlatmak daha yerinde
olacaktır. “Tam bağımsızlık” ve “milletin egemenliği” ilkelerinden hareketle verilen mücadele ardından kazanılan zafer yalnızca Türkiye için değil
Türkiye ile aynı kaderi paylaşan tüm dünya halkları için önemli bir dönüm
noktasını teşkil etmektedir.
Büyük bir imparatorluğun küllerinden bir ulus-devlet meydana gelmiş ve
bu devlet öncekinin aksine “Yurtta sulh, cihanda sulh” söylemleri ile yola
çıkarak devletlerin bağımsız ve güven içinde bir arada yaşamalarının ne
denli önemli olduğu gerçeğini dünya kamuoyuna ilan etmiştir. Bu dönem
Avrupa’nın içine düştüğü ekonomik buhran sebebiyle çareyi faşizmde
aradığı, devletlerini yeniden tarihsel mirasları dolayısıyla “imparatorluk”
yapmaya çalışan diktatörlerin olduğu , diğer yandan ise sömürü düzen-
lerinin tesis ettiği ülkelerdeki çıkarlarını her şekilde kontrol altına almaya çalışan askeri yüzü gizlenmiş ekonomik diktatörlüklerin olduğu bir
dönemdir. Yine aynı dönem Asya ve Afrika halklarının bu düzen içinde
giderek daha da sömürgeleştiği, aidiyetlerini ve bağımsızlıklarını kaybederek birçoğunun kendini emperyal bir üst-kimliğe pazarladığı da
bir dönemdir. Böyle bir dönemde bir devlet ortaya çıkıyor ve ezilen milletlerin özgürleşmesinden, barış ve güven dolu bir dünyadan bahsetmeye başlıyor. Bu devlet doğal olarak dünya halklarının önünde önemli
bir örnek teşkil etmiştir. Endonezya’dan İran’a, Tunus’tan Afganistan’a
kadar bir çok ülke Türkiye’deki atılımın farkına varmış, Hindistan ve diğer
birçok ülke Kurtuluş Savaşı süresince Türkiye’ye önemli maddi katkılarda
bulunmuşlardır. Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkması ile
birlikte bölgede öncelikle barış ve güvenlik ortamının tesis edildiğini görmemiz mümkün olacaktır. Özellikle de bugünkü Avrasya coğrafyasına bakacak olursak İngiltere ve Rusya arasında ciddi bir paylaşımın yaşandığını
söylememiz mümkündür. Petrol kaynaklarına giden yollar üzerindeki
egemenliğin ikili anlaşmalarla ile sağlandığı, bölge ülkelerinin özellikle de
Arap dünyasının sınırlarının kalemlerle çizildiği bu dönemde Mağrip’ten
Endonezya’ya kadar birçok Kemalist parti veya Kemalist gençlik örgütlenmesinin varolduğunu da görmemiz mümkündür. Ülkelerin tam bağımsız
ve demokratik bir yapıya kavuşma özlemi, batılı değerleri kendi içsel dinamiklerine göre sindirmeye çalışması başta İngiltere olmak üzere diğer tüm
emperyal unsurları rahatsız etmiş, kendi üretimleri olmayan bir demokra-
Dış Politikada CHP’nin 90 Yılı ve 2023’e Doğru Gelecek Vizyonu
184
sinin (!) varlığını reddetmişlerdir. 2009 itibariyle Irak, İran, Afganistan,
Pakistan ve Bangladeş’i de içine alan eski Hindistan ve Mağrip ülkelerinde
o dönemdeki atılımların başarıya kavuştuğunu şöyle bir hayal edebilirseniz,
Ortadoğu’da Saadabad Paktı’nın, Avrupa’da Balkan Paktı’nın halen işlevsel
olduğunu düşünürseniz emperyalist mücadelenin bugün dahi halen tüm
şiddeti ile sürdüğü bu coğrafyalarda nasıl bir görünüm olabileceğini de kestirmeniz hiç zor olmayacaktır. Dünyanın bugünkü en önemli kriz bölgelerinin geleceğini 1920’lerde tahlil edebilmiş bir Türkiye bugün, ertesi
günün dış politik kurgusunu yapmaktan aciz bir haldedir. Bunun sebepleri
ileriki bölümlerde CHP’nin dış politikadaki evrimi irdelenmeye çalışılırken
daha net bir biçimde ortaya konacaktır.
İNÖNÜ DÖNEMİ
Bu dönem genel itibariyle Atatürk döneminde kurulmuş olan “denge”nin
Batı lehine bozulduğu bir dönemdir. Dünyanın ikinci kez savaşın eşiğine
geldiği bir dönemde İngiliz-Fransız ve Sovyetler Birliği’nin dolaylı olarak
taraf olduğu bir yapı varken buna karşılık Almanya ve İtalya ile sonradan
bu yapıya dahil olan Japonya’nın oluşturduğu Berlin-Roma-Tokyo Mihveri bulunmaktaydı. Soğuk savaşın temel aktörlerinden ABD ise batı
ittifakında yer alıyor gibi görünmesine rağmen ve savaşı tıpkı ilkinde
olduğu gibi geriden takip ediyor zannedilmesine rağmen Henry Ford’un
öncülüğünde Hitler’e önemli ölçüde petrol ve motorlu araç desteği
vermiş ve Almanya’nın Kafkaslara ve Rusya’nın içlerine kadar ilerlemesi
sağlanmıştır. Savaş başlamadan önce İnönü önce İngiliz-Fransız ittifakı
ile bir anlaşma imzalamış ardından 1941 yılına kadar Almanlara krom satarak karşı cepheye de desteğini esirgememiştir. Görüldüğü gibi İnönü’nün
“denge” anlayışı Atatürk’ün “denge” anlayışından önemli farklılıklar arzetmektedir. Batı ittifakına ekonomik destek sözü ile dahil olan Türkiye bu
kapsamda tek kuruş elde edememiş savaş boyunca kendi kaynakları ile bu
krizin aşılmasını beklemiştir. Daha traji-komik olan durum ise Sovyet tehdidine karşı Sovyetlerin dolaylı olarak destek olduğu İngiliz-Fransız ittifakına
girmiş olmasıdır. İnönü döneminin neredeyse tamamı “Sovyet tehdidi”
söylemleri ile geçmiş birkaç ufak kriz dışında hiçbir tehdit algılamayan Türkiye, bu sürecin sonunda aslolan Amerikan tehdidi ile yüzyüze gelmiştir.
Bu süreçte kırılma noktası 12 Temmuz 1947’dir. İnönü’nün bu tarihten
itibaren 1955 yılına kadar çok sayıda anlaşma imzaladığı görülecektir.
Bunların başlangıcı da hiç şüphesiz 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’yı
kendine göre şekillendirmek isteyen ABD Başkanı Truman’ın kendi adıyla
anılan doktrini kapsamında gerçekleştirilen Marshall yardımlarıdır. CHP,
o dönemde yalnızca Sovyetlerden Türkiye’ye dönük bir tehdit algılaması
içinde bulunduğu için, aynı zamanda vaadedilen ekonomik yardımların
gelmemesi sebebiyle kendi kaynakları ile savaştan çıkmasına rağmen
ABD’nin savaş sonrası dünyayı yeniden şekillendirme projesine doğrudan
ve kayıtsız bir biçimde destek vermiştir. Bu dönemde imzalanan anlaşmalar
büyük oranda askeri nitelikli anlaşmalardır. Bugün ulusal savunma sanayinin oluşturulması konusunda yaşanan problemler, nerede ve hangi boyutlarda olduğu tam olarak bilinmeyen Amerikan üsleri, astarı yüzünden pahalı
askeri teçhizat vb. bir çok problemin temelinde aynı zamanda çok partili
döneme geçme sancıları yaşayan bir CHP hükümetinin olduğu görülecektir.
CHP’nin bu dönemdeki son hediyesi hala tartışmaya kapalı bir resmi ideoloji
kültü olan NATO üyeliğidir.
İnönü döneminin dış politikasına da yansıyan bir başka konu ise bu
dönemde alevlenen “Dış Türkler” tartışmalarıdır. Almanya’nın Osmanlı’nın
son dönemlerinden itibaren Türk siyasi hayatına doğrudan etki ettiğini
söylemek mümkündür. İslam birliği temelinde İslam’ın siyasallaşarak
Türkiye öncülüğünde Yeni-Osmanlı projelerinin ortaya atılmasında 2.
Wilhelm’in rolü oldukça büyüktür. Atatürk döneminde bu etkileşim hemen hemen bütünüyle ortadan kaldırılmış olmasına rağmen İnönü döneminde, İslamcılıktan dönemin kıta Avrupa karakteristiği olan faşizme
evrildiği görülecek, gerek iç gerek dış siyasette Mustafa Kemal’in yönetim
anlayışının kavranamaması probleminden doğan boşluk geçici bir süre de
olsa faşizme meyille doldurulmaya çalışılacaktır. Bu süreç aynı zamanda
yine müthiş bir Alman etkisi ile Sovyetler Birliği sınırlarında yaşayan Türk
kökenli halkların “esaretten özgürlüğe” taşınması noktasında şekillenecek,
Sovyetlerle ilişkilerde yaşanması istenen gerginliğe hız kazandırılacaktır.
Birçok kitap ve süreli yayın peşpeşe basılacak ve Anadolu “ırk” ve “ırkçılık”
kavramları ile yakından tanışma fırsatı bulacaktır. Faşizmin dolaylı yollardan kurumsallaşmaya başladığı bu dönem Almanların zayıflaması ile birlikte yön değiştirecek Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş’in içinde bulunduğu 3
Mayıs 1944 tutuklamaları kendini gösterecektir. Daha sonra İnönü ibreyi
tamamen ABD lehine çevirecek, ancak bir kez palazlanan ırkçılık-Turancılık
sonraki dönemlerde ABD sermayesi ile işbirliği içinde daha İslami bir form
kazanacaktır.
SAYI 5/6
Siyaset
Görüldüğü gibi bu dönem CHP’nin Türkiye’nin geleceği noktasında aldığı
hayati kararlar dönemidir. Bu dönem aynı zamanda Mustafa Kemal’in “bölgemerkezli”, “barışçıl” ve “dengeli” dış politikasının terkedildiği dönemdir.
Mustafa Kemal’in ardından devleti O’nun gibi yönetebilmek adına Kurtuluş
Savaşı’ndan miras kalan dış politika ilkeleri doğrultusunda Türkiye’ye bir
vizyon çizebilmek adına ne denli aksi yönde tasarrufların gerçekleştirildiği
görülmelidir. Bugün gelinen noktada yaşanan dış politika sorunlarının
önemli bir kısmının bu dönemin mirası olduğu da gözlerden kaçmamalıdır.
60-80 SÜRECİ
27 Mayıs’ın ardından 12 Eylül’e kadar geçen bu süreç CHP adına yeniden
İnönü’nün iş başına geldiği ve Ecevit’in siyaset sahnesinde yıldızının
parladığı dönemdir. Bu dönem aynı zamanda Türkiye için çok partili döneme
geçişin ardından başka bir yöne doğru sürüklendiği bir dönemin de adıdır.
27 Mayıs “özgürlük” ve “demokrasi” söylemleri ile şekillenen Türkiye solunun diline “devrim” kelimesi ile eklenmiştir. Diğer yandan anti-emperyalist
ve bağımsızlıkçı bir Türkiye özleminin yeniden yükselişini ifade eden bir sembol görüntüsünü korumakla birlikte yeni yönetimin Türkiye’ye ilk seslenişi
“NATO’ya ve ikili anlaşmalara sadakat” temeli üzerine kuruludur. İnönü
döneminin dış politikadaki tüm tasarrufları 27 Mayıs ile birlikte daha da
sağlamlaşarak Mustafa Kemal referans alınarak üretilen “resmi ideoloji”nin
de dış politik temelleri bu şekilde atılmış olmakta, halk Mustafa Kemal’in
yeniden iktidar olduğuna ve “ilerici” bir darbe ile birlikte Atatürk’ün en
yakın(!) arkadaşının Türkiye’yi yeniden aydınlığa kavuşturacağına inanmakta ve yeniden “devrim” beklemektedir. Bu süreç ise 1961 ve 1965 seçimleri
arasında İnönü’yü üç değişik sallantılı hükümet ile başbaşa bırakacaktır:
•
•
•
8. İnönü Hükümeti (CHP-AP) 20 Kasım 1961-25 Haziran 1962
9. İnönü Hükümeti (CHP-YTP) 25 Haziran 1962-25 Aralık 1963
10. İnönü Hükümeti (CHP) 25 Aralık 1963-20 Şubat 1965
İnönü, 1961 seçimlerinin ardından dört yıl sürecek başbakanlığı dönemine
tıpkı 27 Mayıs’ı gerçekleştiren ekip gibi NATO’ya ve Batılı müttefiklerine
sadık bir yönetim garantisi vererek başlamıştır.
1961 yılı aynı zamanda dünya için çok tehlikeli bir döneme doğru gelindiği
de bir dönemdir. Özellikle iki süper gücün nükleer anlamda önemli mesafe
kaydetmeleri ve nükleer güce sahip ülkelerin birbirlerini tehdit eder duruma getirmeleri dünyayı “dehşet dengesi” adı verilen süreç ile karşı karşıya
bırakmıştır. Bu sürecin en somut örneği ise 1962 Küba Krizi’dir. SSCB,
1962 ilkbaharından itibaren Küba’ya orta menzilli füzeler yerleştirmeye
başlamıştır. Bu füzelerin benzerleri olan Jüpiter füzelerini de ABD daha
öncesinde Türkiye’ye yerleştirmiştir. ABD Küba’yı abluka altına almış ve
füzelerin ateşleme sistemlerini taşıyan Sovyet gemilerine bu ülkeye girişi
yasaklamıştır. ABD ve Sovyetler’in Küba karasularındaki restleşmeleri aynı
zamanda dünyayı nükleer bir savaş tehdidi ile başbaşa bırakmıştır. İki ülke
arasında yaşanan gerginlik Küba’daki Sovyet ve Türkiye’deki Amerikan füzelerinin kaldırılması ile son bulmuştur. İşte bu noktadan sonra karşılaşılan ilk
krizde ABD’nin kendisini Sovyetlere karşı savunmasız bıraktığını düşünen
Türkiye, ABD ile ilişkilerin sorgulanmaya başladığı bir döneme girmiştir. Türkiye o tarihten itibaren çok yönlü bir dış politika izlenmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Yavaş yavaş gerilen Türkiye-ABD ilişkilerine Kıbrıs davasında yeni bir boyutun eklendiğini de görmekteyiz. 1963 yılının yılbaşı kutlamaları tarihe
“Kanlı Noel” adıyla geçmiştir. Kıbrıs’ta 1950’li yıllardan beri giderek artan
terör olayları 1963 Aralık’ında iyice hız kazanmış ve Kıbrıs 1964 yılına bir
gece yarısı katliamı ile girmiştir. Rum lideri Makarios 1959-1960 Zürih ve
Londra Anlaşmaları’nı 1 Ocak 1964 itibariyle tek taraflı olarak feshettiğini
açıklamıştır. Türkiye ise terör olayları ile dürtülerek zorla hatırladığı
Kıbrıs’taki soydaşlarının yaşadığı bu olaya tepki göstermiş ve adaya askeri
müdahalede bulunmak üzere hazırlıklara başlamıştır. Yaşanan bu olaylar karşısında yalnız kalan Türkiye, Mart 1964’te Makarios’a bir mektup
göndermiş ve soydaşlarının can ve mal güvenliği tehlike altında olduğu
sürece adaya müdahale edeceğini belirtmiştir. ABD gelişen bu olaylar
karşısında sessizliğini sürdürmeye devam etmiştir. Ancak, TBMM’nin 16
Mart’ta verdiği tezkerenin ardından Türk Ordusu’nun 3 kez adaya müdahale
girişimi ABD’nin sessizliğini bozmuştur. ABD Başkanı Johnson İnönü’ye tarihi bir mektup yollayarak NATO silahlarının izinsiz ve kapsamdışı kullanımını
Türkiye’ye yasakladığını aksi takdirde Türkiye’nin doğabilecek sonuçlara
katlanması gerektiğinden bahsetmiştir. Türkiye yalnızlığını hissetmiş fakat
hala kendi güvenliğini tesis ettiğini düşündüğü ve doğabilecek her türlü
güvenlik probleminde yanında hissetmek istediği NATO’nun Türkiye’ye ne
Dış Politikada CHP’nin 90 Yılı ve 2023’e Doğru Gelecek Vizyonu
186
kazandırıdığını ve NATO’nun kimin güvenliğini koruduğunu sorgulamaktan
özellikle kaçınmıştır. İnönü’nün bu konuya tek cevabı hiç bir zaman altını
dolduramadığı ve gerçekleşmesi için hiç birşey yapmadığı “Yeni bir dünya
kurulur, Türkiye’de orada yerini alır” sözüdür. Bu halen Türkiye solunu zaman zaman heyecanlandıran ve Türk dış politikasının dik duruşunu temsil
eden bir çıkış olarak gözükse dahi ardından gelen sürecin bu sözün hayata
geçirilmesine olanak tanımadığını görmek mümkün olacaktır. İnönü’nün
çok taraflılık noktasında ürettiği çözüm AET’ye üyeliktir ve Türkiye’ye AET’ye
tam üye olabilmek için başvuruda bulunmuş ve bugün yine tartışılması
her nedense yasak olan bir başka resmi ideoloji kültü “AB ile ilişkiler”in
temellerini atmıştır. Gerçekte bir Amerikan projesi olan AB’nin süreç içinde
Kıta Avrupası’nın bağımsız kimlik kazanma mücadelesine tanık olduğunu
görmek mümkündür. ABD’den bağımsız yeni bir “Avrupa” yaratma fikrinin
o dönemde dengeleyici bir güç olarak görülmesi her ne kadar mantıklı
karşılansa bile “denge” adına kurulan bu tarz ilişkilerin gelinen noktadaki
sonuçları göz önünde bulundurulduğu zaman içerğinin ne kadar yanlış
doldurulduğunu söylememiz gerekecektir. Bir ülke ile ya da herhangi bir
uluslararası aktör ile ilişki kurulurken “kayıtsız,şartsız” gibi fiili bir durum
ile ilişki kuruluyor ise ve Mustafa Kemal’in sadece Türkiye’ye değil dönemin
ezilen tüm halklarına miras bıraktığı ilkeler görmezden geliniyorsa buna
“denge” denilemez. Bu sadece yuları birinden alıp diğerine vermek anlamına
gelir ki bugün Türkiye’de dış politika analizleri yapmaya çalışan bazı muhalif “sonradan Kemalistler”in dahi alternatif olarak ortaya sundukları projelerin bunlardan hiçbir farkı olmadığı da görülecektir. Türk dış politikasının
“kimliksizliği” bir hastalık gibi ülkenin bugüne kadarki tüm siyasi sürecine
işte bu hamlelerle yayılmaya başlamış, Türkiye yaklaşık 60 yıldır kendine
ait, Ankara-merkezli bir dış politika yürütmekten aciz hale gelmiş, tıpkı Milli
Mücadele döneminde olduğu gibi dış politika tercihleri Atatürk hariç “Yular kimin elinde olsun?”dan öteye gidememiştir. Bugün “ulusalcılar” dahil
hiçbir siyasi aktör yuları Ankara’ya layık görememektedir. Yuların Ankara’da
olması güden-güdülen ikilemine son verecek ve bölgesel barış ve güvenlik
ortamında eşitlik, içişlerine saygı ve toprak bütünlüğü bağlamında yeniden
Kemalist dış politikaya dönüşü ifade edecektir.
Bu dönemde aynı zamanda Ortadoğu ülkeleri ve Bağlantısızlar Hareketi ile
ilişkiler kurulmaya çalışıldığı da görülecektir. Hatta Ortadoğu ülkeleri ile
kurulan ilişkiler o dönemde Türkiye’de solun yükseliş dönemi ile eşzamanlı
olduğu için solun içinde Ortadoğu ülkelerine dönük ciddi bir sempati
oluşmaya başlamış ve İslam-Sosyalizm etkileşimi yoğunlaşarak Türkiye’deki
bir çok sol aydını etkisi altına almaya başlamıştır. İslamiyetin “devrimci”
yönü daha sık vurgulanarak Suriye ve Irak’ta hayat bulan BAAS tipi sosyalizm düşüncesi Türkiye’de ciddi şekilde taraftar bulmuş “Ordu-Millet elele”
söylemleriyle Kemalizme daha yakın duran Yön dergisi etrafında toplanan Avcıoğlu ekolü BAAS’çılıkla itham edilmeye başlanmıştır. CHP’nin bu
dönemde sol hareket içerisinde ne kadar etkin olduğu tartışmalı bir konudur. 68 hareketinin filizlendiği bu ortamda CHP yine çok etkin görünse dahi
eylemlerinin devamını getiremediği için yani Atlantik ekseninden kendisini
kurtaramadığı ve dış politika karar alma mekanizmalarını Ankara’ya dönük
kuramadığı için sol içinde yeterli ölçüde etkin olamamış TİP vb. bir çok
siyasi parti ve sivil toplum örgütü sol için bir alternatif olagelmiştir. Aynı
şekilde Bağlantısızlar Hareketi ile kurulmaya çalışılan ilişkilerde de aynı
başarısızlıktan söz etmek mümkündür. İki kutuplu dünyaya karşı bağımsız
ve özgür yaşamak isteyen ülkelerin oluşturduğu Bağlantısızlar Hareketi ilk
toplantısını Hindistan,Mısır ve Yugoslavya’nın öncülüğünde gerçekleştirmiş
ve birçok üçüncü dünya ülkesini özellikle de Asya ve Afrika halklarını biraraya getirerek “yeni” bir dünya için mücadeleye başlamışlardır. Bu hareket
Türkiye’ye her zaman mesafeli olmuş ve NATO üyesi olan bir ülke ile ilişki
kurmaktan özellikle kaçınmışlardır. Bu durum Kıbrıs meselesinde kendisini göstermiş Makarios’un harekete yakın oluşu Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu’nda Kıbrıs ile ilgili görüşmelerde kendilerine avantaj sağlamıştır.
60’ların ilk yarısı görüldüğü üzre İnönü’nün her ne kadar dış politikada yeni
bir arayış içine girse de zemini aynı kaldığı için yani Batılı müttefiklerine
sadakatini devam ettirdiği için dişe dokunur bir değişim görülmemiştir.
İnönü önceki dönemde NATO’yu, bu dönemde de şimdiki AB’yi “resmi ideloloji” kültü haline getirerek Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin (!) oluşmasını
sağlamıştır. CHP iktidarı Atatürk’ün dış politika ilkelerini tartışmaya değil
Türk halkıyla paylaşmaya kapatmıştır. 60’larda Kemalist dış politkayı
algılayabilen bir üniversite gençliğinin ve bir aydın zümresinin olduğunu
söylemek mümkün iken, ekonomik bağımsızlığa ve yer altı kaynaklarının
millileştirilmesine vurgu yapan sivil toplumun yükselişini görmemize
rağmen CHP’nin gözünü ve kulağını kapattığı bu çabalar provakasyon
ve dezenformasyon ile köreltilmiş, Türkiye’nin aydınlık sesleri giderek
cılızlaşmaya başlamıştır.
Ecevit döneminin, İnönü döneminin ardından umutları yeniden artıran
SAYI 5/6
Siyaset
bir profil çizdiği söylemek mümkündür. Batı ile ilişkilerdeki İnönü dönemi
ılımlılığı Ecevit döneminde daha sert ve kararlı bir görünüm sergilemiş,
Kıbrıs, Haşhaş, NATO’ya üyelik ve petrolün millileştirilmesi konuları bu
dönemde çözüme daha yakın bir hal almış her ne kadar istenilen sonuca
ulaşılamasa ve Atlantik ekseninden hiçbir şekilde vazgeçilmese dahi bu
konların tartışmaya açılması,bir takım somut adımlar atılması, ve halkın
kafasında uyandırılan soru işaretleri Türk dış politikasına kaybettiği kimliği
kazandırma noktasında önem taşımıştır. Ecevit dönemi 1974-1979 arası üç
ayrı hükümetten oluşmaktadır:
•1. Bülent Ecevit Hükümeti (CHP-MSP) 26 Ocak 1974-17 Kasım 1974
•2. Bülent Ecevit Hükümeti (CHP) 21 Haziran 1977-21 Temmuz 1977
•3. Bülent Ecevit Hükümeti (CHP-CGP-DemP) 5 Ocak 1978-12 Kasım 1979.
Ecevit döneminin dış politika sınavı Haşhaş meselesi ile başlamıştır. ABD o
dönemde ülkesine gelen uyuşturucunun %80’inin Türkiye’den geldiğini iddia etmiş ve bir an önce haşhaş ekiminin durdurulmasını istemiştir. Dönemin
Başbakanı Demirel buna karşı çıkmış, oy aldığı bölgelerin geçim kaynağı olan
haşhaşın ekiminin yasaklanmasına direnmiştir. 12 Mart’ın ardından yeni
Başbakan Nihat Erim ilişkilerde daha ılımlı bir tavır sergilemiş hükümetinin
ABD desteği olmaksızın varolamayacağını düşündüğü için ikili görüşmelerle
haşhaş ekiminin yasaklanmasına ön ayak olmuştur. 73 seçimlerinden sonra iktidara gelen Ecevit hükümetinin bu konudaki tavrı çok net olmuş ve 1
Temmuz 1974 tarihinde haşhaş ekimi yasağı kaldırılmıştır. ABD Kongresi bu
karara karşılık Türkiye’ye yapılan yardımların durdurulmasını kararlaştırmış
ardından Türkiye’ye toptan ambargo uygulanması isteği kabul edilmiştir. Bu
olay henüz sıcaklığını korurken Kıbrıs’ta gelişen olaylar ve Nikos Sampson
darbesi, bardağı taşıran son damla olmuş ve Türkiye 20 Temmuz günü adaya
askeri müdahalede bulunmuştur. ABD, Türkiye’ye yönelik ambargo kararını
uygulamaya koymuş ve gerekçe olarak Haşhaş meselesini değil Türkiye’nin
Kıbrıs’a yönelik askeri müdahalesini gerekçe gösterniştir.
ABD ile gerilen ilişkiler Ecevit önderliğindeki CHP’nin İnönü dönemine benzer bir şekilde Avrupa’ya daha yakın durmasına sebep olmuştur. İnönü,
Johnson mektubundan sonra AET’ye üyelik başvurusu yaparken Ecevit,
“Ortanın Solu”nu daha da Avrupa-merkezli yorumlayarak “demokratik sol”
kavramını siyasi literatüre kazandırmış, Avrupalı sosyalistlerle ilişkileri
geliştirerek 1976 yılında CHP’yi Sosyalist Enternasyonal’e üye yapmıştır.
Bu yakınlaşma esasında ABD’den bağımsız karar alabilme ve alternatifler
yaratabilme gibi görünse dahi CHP’nin “Kemalizm”i resmen terkedip siyasal
doğrultusunun köklerini dışarda arayan, Avrupa solunu Türkiye’de temsil
eden bir parti görüntüsü vermesini sağlamıştır.
3. Ecevit dönemi Türkiye’de 68’in cılız fakat aslında en önemli söylemlerinden birisi olan “petrolün millileştirilmesi” meselesinin gündemde olduğu bir
dönemdir. Ülkenin giderek daha da kaotik bir ortama dönüştüğü bu yıllarda
sürdürülen bu tartışma Türkiye’nin bir iç problemi olarak değil aynı zamanda
önemli bir dış politika meselesi şeklinde de düşünülmelidir. 1973-74 petrol
krizi ve ardından yaşanan gelişmeler dünyanın gündemini önemli ölçüde
değiştirmiş ve enerji kaynaklarına sahip olma yarışında petrolü üreten ülkeler de 1960 yılında kurulan Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) vasıtasıyla
kaynaklarını sömüren ülkelere geçici de olsa bir direniş göstermiştir. Önemli
petrol kaynaklarına sahip olan üçüncü dünya ülkeleri bağlamında 1951 İran
krizinden itibaren gelişen süreç bu ülkeler için deyim yerindeyse ölüm-kalım
meselesi haline gelmiş, “enerji” üretici ülkelerin emperyalist ülkelere karşı
bağımsızlık bayrağı olmuştur. Aynı şekilde Türkiye’nin de ekonomik anlamda içinde bulunduğu durumdan kurtulması gerekmekteydi. Zira, 1974 krizi
sonrası gelen Amerikan ambargosu ülke ekonomisini ciddi şekilde sarsmıştır.
70’lerin ikinci yarısı Türkiye için yağ,şeker, tüp ve ekmek kuyruklarını ifade etmekteydi. Enerji meselesi ise tüm dünyanın ekonomik kalkınma
hamlelerinin en önemli öğesi haline gelmekteydi. Bu durum Türkiye’yi de
yakından ilgilendirmiş ve yalnızca petrolün değil tüm yeraltı kaynaklarının
çıkarılması ve işletilmesi hakkının Türkiye’de olması gerektiğinden bahsedilmeye başlanmıştır. Bu konuda tek yanlı bağımlılıktan kurtulmaktan ziyade
bağımlılık noktalarını artırma yoluna giden hükümetler Türkiye’nin içine
düştüğü darboğazdan kurtarma noktasında başarısız olmuşlardır. 1965
yılında Muammer Aksoy’un “Türkiye’nin Petrol Faciası ve Çıkar Yol” kitabında
bu konuyu çok net bir biçimde tartışmaya açmasının ardından enerji meselesinin hükümetler bağlamında somut olarak gündeme gelmesi 3. Ecevit
döneminde gerçekleşebilmiştir. 1978 yılında Başbakan Bülent Ecevit, Enerji
ve Tabii Kaynaklar Bakanı Deniz Baykal, Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı ve
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Muammer Aksoy’un öncülüğü ile Enerji
ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nda 2172 sayılı “Devletçe İşletilecek Madenler
Hakkında Kanun” ile ilgili yasa tasarısı hazırlanmış ve 3 Ekim 1978 tarihinde
Meclisin onayına sunulmuştur. Bu çaba başarısızlıkla sonuçlanmış, anarşi ve
terör ortamında giderek gücünü yitiren Türkiye bağımlılıklarından kurtula-
Dış Politikada CHP’nin 90 Yılı ve 2023’e Doğru Gelecek Vizyonu
bilmek adına girişilen bu eylemi kendi elleriyle itmiştir. 2023’E DOĞRU TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA “NASIL”
BİR CHP?
188
İçinde bulunduğumuz 2009 yılı uluslararası siyaset bağlamında krizlerle
dolu bir dönemi ifade etmektedir. ABD, küresel hegemonyasını pekiştirmek
için başkanlık seçimleri sonrasında doğrultusunu Avraysa coğrafyasına
kaydırmış, Ortadoğu’da içine düştüğü bunalımdan kurtulabilmek için bölge
ülkelerinin yardımına ihtiyaç duymuştur. Yeniden Afganistan’a rotasını çeviren ABD, hem kendi askerlerini hem de NATO denetiminde oluşturduğu
uluslararası gücü kriz bölgelerine yönlendirmiş, küresel rekabetin yoğun
olarak yaşandığı enerji zengini Orta Asya ve Güneybatı Asya’da hakimiyetini
sağlamaya çalışmaktadır. Bir taraftan da bölgenin iki önemli gücü Rusya ve
Çin’i renkli devrimlerde kullandığı yöntemlerle uluslararası kamuoyunda
rencide etmeye çalışmaktadır. İnsan hakları ihlalleri ve anti-demokratik
uygulamalara karşı “demokrasi” bayrağını eline alan ABD özellikle de bu iki
ülkeyi yumuşak karnından vurabilmek için de birçok yol denemektedir. 90
sonrası süreçte çok sık karşımıza çıkan bu tarz gelişmeler 2009 yılı itibariyle
tüm hızıyla devam etmektedir.
Bununla birlikte ABD, Afganistan-Pakistan-Hindistan hattının gündemini
sıcak tutmakta değişen dengeler bağlamında bu ülkeleri kendi kontrolü
altına alabilmek için kimi zaman hükümetler ile diyalog kurarken kimi zaman da hükümet karşıtı unsurları destekleyerek hükümetleri sıkıştırmaya
çalışmakta, terör saldırıları dahil bir çok yolun kullanılmasına davetiye
çıkarmaktadır. Bu kriz bölgelerinde arabulucu olarak Türkiye’yi seçen ABD,
Türkiye’nin “tarihsel” birikimini gözönünde bulundurarak İslam dünyasına
rehberlik hatta liderlik edebilecek “laik” ve “modern” aynı zamanda NATO
üyesi unsur olarak Türkiye’yi dünyaya lanse etmektedir. Türkiye ise daha
öncesinde de dünyanın kriz bölgelerindeki problemlerin ABD lehine çevrilebilmesi için dış politkada attığı birçok adıma bir yenisini daha eklemekte bunun adına da “pro-aktif” dış politika adını vermektedir. “Pro-aktif”
dış politka yalın anlamda bakıldığı zaman elbette ki bölgesinin önemli bir
gücü olan Türkiye’nin anlayış olarak takip etmesi gerek bir doğrultudur.
Ancak, 2002 sonrası gelişen ortamda pro-aktif dış politka pro-Amerikan bir
görünüm sergilemekte, aynı zamanda ona İslami bir kimlik kazandırılarak
Türkiye “tarihsel kodlarına” döndürülmek istenmektedir. Bunun adı da hepimizin yakından bildiği “Yeni-Osmanlı Projesi”dir. 90 sonrası Fuller ve Lesser gibi önemli Amerikalı uzmanların bölgeye dönük en önemli tespitleri, her
bölgenin bir lideri olduğu ancak Türk-İslam dünyasında bir lider boşluğu
olduğu yönündedir. Bu boşluğun bir an önce doldurulması gerektiği, liderlik için en kuvvetli adayın ise Türkiye olduğundan bahsedilmektedir.
Bu ve buna benzer birçok kitap, rapor ve çeşitli yayınlarda dile getirilen “jeopolitik boşluk”, Türkiye’nin 90 sonrası yeniden Turan rüyaları
gördüğü süreçte “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” adı verilen ve dünya enerji kaynaklarının çok büyük bir kısmını elinde bulunduran Mağrip’ten
başlayarak Çin’e kadar uzanan coğrafyada hem Afrika, hem Ortadoğu hem
de Hazar Havzası enerji kaynaklarına sahip olan bölgeye verilen addır. Enerji kaynakları üzerinden yaşanan mücadelenin giderek arttığı bir ortamda bu
bölgenin kontrolünü sağlamak büyük devletlerin temel dış politika amacı
haline gelimiştir. Batıdan doğuya ya da doğudan batıya bu bölgeye giden
yolların tam ortasında bulunan ve iki kritik boğaza sahip Türkiye’nin rolü
daha da önem kazanmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu potansiyelini kendisi için kullanabildiği en önemli dönem Atatürk dönemi olarak karşımızda
durmaktadır. Ancak Atatürk sonrası dönem, Batıya endeskli, NATO’ya üye,
60’larda dalgalı, 70’lerde yeniden doğru bir rotaya oturmaya çalışan ancak
80 sonrası süreçte 2002 sonrası sürecin tohumlarının atıldığı “pro-aktif”,
Yeni-Osmanlıcı ve doğuya dönük gibi görünüp Atlantik’in yanında asıl
kimliğinden ve kişiliğinden kopuk bir dönemler bütünü görüntüsü vermektedir. Bağımsız, çıkarları ve hedefleri olan, kriz bölgelerinde krizleri
tırmandırmadan, önce bölgesel sonra da küresel barışa hizmet eden kendi
kimliğine olduğu kadar gelişmekte olan sömürülen tüm halkların kimliğine
hassasiyet ile yaklaşan bir dış politikayı Mustafa Kemal’in önderliğinde
bu memleketin temellerine oturtan CHP’nin 2009 itibariyle rolü oldukça
önemlidir. Buraya kadar verilmeye çalışılan genel dış politika çerçevesi
ve Türkiye’nin konumu, CHP’nin nasıl bir yapı ile karşı karşıya kaldığını
ve bu problemlerin nasıl çözülmesi gerektiğini gösterbilmek açısından
belirtilmiştir.
Şimdi asıl ortaya konması gereken şey CHP’nin tarihsel birikimini de
göz önünde bulundurarak 2023’lerin Türkiye’sinde iktidar hedefi olan
bir CHP’den biz Kemalistlerin dış politikadaki beklentisinin ne yönde
olduğudur.
SAYI 5/6
Siyaset
Herşeyden önce dış politika, bir devletin tıpkı diğer tüm karar alma
noktalarında olduğu gibi bir ilkeler bütünün içermektedir. Her ne kadar bize
öğretilen tüm dış politika pratikleri tamamen “pragmatist” ve “dönemsel”
gibi gözükse dahi aslında her dış politik hamle bunu uygulayan hükümetlerin
benimsediği ilkeler doğrultusunda şekillenmektedir. Unutulmamalıdır ki dış
politika alanında karar alıcı mekanizmada her ne kadar karmaşık bir görünüm
sergilense de son noktada söz sahibi yine hükümettir ve her hükümet siyasi
parti/partilerden ve siyasi partilerin üzerinde kurulduğu ideolojik alt yapıdan
beslenmektedir. En azından kendi karar alma mekanizmalarını doğru tespit
edebilmiş devletlerde sistemin bu şekilde işlediği söylenebilir. Bağımsız
bir dış politika izleyebilmenin temel dinamikleri öncelikle bu sistemi oturtabilmekten geçmektedir. Devletlerin dış politikalarında zikzak çiziyor
görüntüsünün altında bütünleşik bir hedefi kestirmek gerekmektedir. Aksi
takdirde devletler, sürekli yön değiştiren ve günün koşullarına göre hareket
eden ilkesiz bir görünüm sergilemekten öte bir anlam ifade etmeyeceklerdir.
Halbuki tüm bu kafa karışıklıkların arkasında satır araları doğru okunabildiği
takdirde amaç-sonuç ilişkisinin gelişen olaylar karşısında o kadar da esnek
olmadığı görülecektir. Ancak, İran’da Musaddık-Pehlevi, Rusya’da YeltsinPutin, Mısır’da Nasır-Sedat ve ülkemizde Atatürk-İnönü gibi sistemlerin
temellerinde farkılılıklar olan iktidarların doğal olarak dış politikalarında da
farkılıklar görüldüğünü de söylememiz gerekmektedir. Türk dış politikasının
temel sorun alanlarından başlamak üzere CHP’nin olası yeniden iktidar sürecinde “Nasıl” bir dış politika izlemesinin gerektiği bu çalışmanın ana konusu
olduğu için meseleler ile ilgili çok fazla detaya girilmeden genel prensipler doğrultusunda birtakım çözümlemelere ve CHP’den beklentilere ışık
tutulacaktır.
Herşeyden önce Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafyanın jeopolitik öneminin ne denli artış eğilimi gösterdiğini belirtmemize gerek
bulunmamaktadır. Kriz coğrafyalarının tam ortasında kalan Türkiye bir takım
gerekçelerle yalnızca sınırlarını paylaştığı ülkeler ile ve bir de Avrupa Birliği
ile dış politika vizyonunu çembere almıştır. İnsanımızın “Türkiye’nin dış
politikası” dendiği zaman aklına gelen şey büyük oranda Kuzey Irak, Kıbrıs,
Ermenistan ve Yunanistan’dan ibarettir. Türk Dünyası ve Ortadoğu-Afrika
açılımları bu bağlamda değerlendirilmeyecektir. Bu sıkışıklık bir adım daha
öteye gidilebilmesini ve dünyada gelişen olaylara daha geniş bir pencereden
bakılmasını engellemekte, dış politika ile ilgili halkın ulaştığı bilgiler genelde Türkiye ağırlıklı olduğu için, halk bütün dünyanın işi gücü bırakıp yalnızca
Türkiye ile uğraştığını zannetmektedir. Bu ise varolan korkuları daha da
artırmakta çözüm üretebilme noktasında insanımızı çaresizliğe sevk etmektedir. CHP, tam da bu noktada Türkiye’nin dış politika vizyonunu daha da
genişletebilmeli, bu konudaki sınırlanmışlığı ortadan kaldırmalıdır.
Tabi bu durum insanlar üzerinde doğrudan hakimiyet alanının genişletilmesi
gibi bir niyetle sonlanacak etkisi yaratmamalıdır. Bu sadece dış politikada
yaşanan sorunların aslında daha da gerisinde ne olduğunu bulabilmek
adına şarttır. Çünkü, “Büyük Türkiye” söylemleri bugün Türkiye’nin “tarihsel kodlarına dönüşü” şeklinde yansıtılmakta “Yeni-Osmanlıcı” dış politika
arayışlarını “alternatif” olarak lanse edilmesini sağlamaktadır. Güçlü bir
Türkiye elbet de talep edilebilmelidir fakat insanımızın bu konuda hissettiği
boşluk Mustafa Kemal’in kurduğu “ulus-devlete” karşı yeniden “imparatorluk” söylemleri ile doldurulmamalıdır. Türk Dünyası, Ortadoğu-Afrika
açılımlar hiç şüphesiz dünyadaki dengelerin sağlanabilmesi ve çok seçenekli
politikalar yaratılabilmesi anlamında önemlidir. Ancak, ABD’nin giremediği
enerji sahalarına cemaat okulları ile girmeye çalışan ve ABD’nin günahlarını
temizlemeye çalışarak ABD’nin kendisine biçtiği “liderlik rolü” ile sömürge
yollarını açmaya çalışan Türkiye için bu hamleler “açılım” veya “alternatif”
olarak nitelendirilemez.
Yukarıda da bahsedildiği üzre “enerji” dünyanın gündemine giderek daha
da sağlam oturmakta birçok kültürel-siyasi üstyapılı problemlerin esas
altyapısını oluşturmaktadır. Türkiye’nin komşuları ile ilişkilerinde de siyasi
problemlerin arkasında “enerji” meselelerinin olduğu görülmelidir. Kafkaslar, İran, Irak ve hatta Kıbrıs enerjinin üretici ülkelerden tüketici büyük
güçlere ulaşımı noktasında kilit noktalarda bulunmakta, Türkiye, komşuları
ile “suni” problemler yaşarken asıl kazanım noktalarında “by-pass” edilmektedir. Türkiye’nin hiç bir zaman enerji meselesi ile uğraşılması talep edilmemiş
“petrol millileştirmesi”, “madenlerin devlet tarafından işletilmesi”, “nükleer
santral”, “yenilenebilir enerji” vb. birçok konu adeta “yasaklı” ilan edilerek
Türkiye, sınır ve toprak güvenliği problemleri ile oyanlanmaktadır. Türkiye
bu bağlamda bütün sınırları ile uğraşırken Karadeniz’i hiç düşünmemiştir.
Halbuki Karadeniz, ABD’nin donanmalarını sokarak Hazar havzasına
ulaşmaya çalıştığı ve bir “NATO Gölü” halien getirilmeye çalışılan , Rusya’nın
Batı’nın Kafkasları kullanarak talep ettiği enerji yollarına alternatif yollar yaratarak Avrupa’yı kendine daha da bağlı hale getirdiği oldukça sıcak
bir bölgedir. Ayrıca ABD-Orta Asya, ABD-Çin, Çin-Japonya, Çin-Hindistan,
Dış Politikada CHP’nin 90 Yılı ve 2023’e Doğru Gelecek Vizyonu
190
Çin-Orta Asya, Rusya-Orta Asya, Rusya-Çin gibi küresel anlamda rekabetin
büyük hamlelerinin ana temaları “enerji” ile ilgidir. Sınır sorunları, etnikdini problemler, tarihsel anlaşmazlık alanları vb. birçok sıkıntının halen var
olması sorunun muhattabı ülke ile sorunu dillendiren ülkeler bağlamında
bu konuda bir rekabetin olduğu izlenimini uyandırmalıdır. Çeçenistan ve
Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşanan sorunların halen sıcak olması ve dönem
dönem ısıtılmasının temel gerekçesi budur. İleride buna benzer daha birçok
problemin de çıkması beklenmektedir. Tüm bu gerekçelerden dolayı CHP,
dış politika karar alma mekanizmalarını işleme sokarken tüm bu gerçekleri
gözden kaçırmamalı, özellikle de komşular ile ilişkilerde yalnızca halkın
beklentisini karşılamak ve onların sinirini yatıştırmak için kullanılan popülist söylemlerden uzak durarak, bir siyasi parti olmanın yanında aynı zamanda bir think-tank gibi Türkiye’nin bu konudaki kamu kuruluşları, düşünce
kuruluşları, üniversiteler, meslek odaları vb. tüm imkanları ile koordineli
bir şekilde “Enerji Çalışma Grubunu” bir alt grup olmaktan çıkartıp partinin
temel çalışma birimlerinden biri haline getirilmelidir. CHP bu konuda örnek
olabilmeli, hem dünyayı daha doğru algılayabilmek hem de Türkiye’nin
iç ve dış politikasını daha sağlıklı belirleyebilmek, ekonomik anlamda
kalkınmasını sağlayabilmek adına kendi öncülüğünde “ulusal” bir inisiyatif
meydana getirmelidir. Enerjinin Türkiye’nin gündeminde olduğu 3. Ecevit
döneminin Enerji Bakanı sayın Deniz Baykal bu konuda inisiyatifi üzerine
almalıdır.
Yine aynı konu ile bağlantılı olarak “Yeni-Osmanlıcı” anlayışın “Kürt Açılımı”
ile girişi yapıldığı bu dönemde “kimlik”, “federasyon”, “üniter yapıyı koruma” , “tarihsel haklar” vb. birçok kavramın sulandırılıp Gine Körfezi’nden
Çin’e kadar uzanan enerji kaynaklarına sahip ülkeleri ABD’ye pazarlamak
ve yeni bölgesel güçlerin oluşmasını engellemek adına bu ülkelerle Türkiye arasında yapay bir “maneviyat” yaratılmaktan kaçılmalıdır. Özellikle
Türk Dünyası ile ilişkiler bağlamında bu maneviyatın daha çok öne çıktığı
görülse de kültürel ve tarihsel bağlantıların saklı kalarak Türkiye’nin bölgesel anlamda etkin ve söz sahibi olabilmesinin yolu kendi inisiyatifiyle
BTC,NABUCCO vb. haricinde enerji güvenliğini sağlayabilmesinden ve
“geçiş yolları” üzerinde gibi pasif ve aciz bir tanımı terkederek “terminal”
olmasından geçmektedir. Türkiye üzerinden geçilen bir köprü olmamalı, bu
zayıflık belirtisini kalıcı enerji politikaları ile üzerinden atmalıdır. Aynı durum Ortadoğu ve Afrika için de geçerlidir.
“Türk” ve “Türklük” kavramları kültürel temelinden ve sahip olduğumuz
vatandaşık üst-kimliğinden çıkartılmakta, tıpkı Kürtçülük ve İslamcılık gibi
siyasallaştırarak hem bir ayrımcılık malzemesi haline getirilmekte hem de
dik duran bir ülke özlemi çeken bu halkın yeniden “imparatorluk” özlemlerini ve yapay emperyalist güdülerini kaşımakta ve Türkiye’nin bölgede barışı
ve güvenliği tesis eden ve komşularının toprak bütünlüğüne saygı duyan bir
devlet olduğunu unutmaktadır. Kökü dışarda olan bu faaliyetler tarihsel
birikim bahane edilerek meşrulaştırılmaya çalışılmakta siyaset sahesinde
“düşman kardeşler”in ikisinin de özlemleri ve istekleri karşılandığı için
“Yeni-Osmanlı”nın farklı uçlarından tutmaktadırlar. Bu noktadan hareketle CHP, sloganlara, tahriklere kapılmamalı, tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi
herşeyi hesap ederek soğukkanlı bir şekilde ABD’nin değil Mustafa Kemal’in
kurduğu “Büyük Türkiye”nin önünü açacak projeler üretmelidir.
Atatürk sonrası iktidarlarında “resmi idelolojinin” iki dış politika kültü
NATO ve AB’ye üyelik konuları saklandığı yerden çıkarılmalı ve Türkiye’ye
kazandırdıkları ve kaybettirdikleri ortaya konulmalıdır. Ordusu ve ekonomisi bu yollarla ipotek altına alınan Türkiye’nin “demokrasi” özlemi ile
neyin altına imza attığı sorgulanmadan değil CHP’nin, Türkiye’de hiçbir siysal aktörün dış politika üretmesi mümkün değildir. Aynı şekilde CHP, “sol
kimliğini” Avrupalı meslektaşlarında aramaktan vazgeçmeli, kendi içsel
dinamiklerindeki reçeteyi görmezden gelmemelidir. Sosyalist Enternayonal üyeliği CHP’ye sol bir kimlik kazandırmaktan öte Batı’nın sermaye ile
bütünleşmiş , tüm reflekslerinden arınmış yeni tip emekçilerini temsil ettiği
için CHP’yi düzenin bir parçası haline getirmektedir. Avrupa ile ilişkiler
AB’ye üyelik sarmalından çıkarılmalı, AB’ye biraz daha dışardan bakılarak
AB’nin yaşadığı entegrasyon problemleri de gözönünde bulundurulmalıdır.
AB’ye üyelik ve AB ülkeleri ile ilişkiler iki ayrı başlık altında ele alınmalı,
ikinci tercihin üye olmadan da kurulacak ilişkilerle Türkiye’ye birçok şey
kazandırabileceği de tartışmaya açılmalıdır. CHP, yalnızca AB’ye üyelik konusunda değil Türk dış politikasındaki tüm “suni” gündemlerden Türkiye’yi
arındırmalıdır.
CHP geleceği kurarken Mustafa Kemal’den miras dış politika ilkelerini, savunmak adına Batılı müttefiklerinin lehinde yorumlamaktan vazgeçmelidir. Ne Batılılaşma AB’ye üyelikten ne de ulusal güvenlik NATO’ya üyelikten
geçmektedir. Bunu Mustafa Kemal adına savunmak, Kemalizme yönelik ideolojik saldırılara haksız ve yanlış malzemeler hazırlamak anlamına gelir ki
SAYI 5/6
Siyaset
21
bu konular bugün itibariyle de ciddi şekilde Kemalizme karşı bir silah olarak
kullanılmaktadır.
2023’lere doğru dünyada barışı ve güvenlik ortamını tesis edebilecek,
rekabeti dayanışmaya dönüştürecek, tıpkı ülke içinde olduğu gibi dünyada
da bir arada yaşamanın örneğini oluşturabilecek, dış politika önceliklerini
değiştirecek, sorun alanlarını daha da somutlaştırarak çözüme bağıtlarından
kurtularak ulaşabilecek, “insan hakları” ve “demokrasi”yi ithal değil ihraç
edebilecek bir CHP arayışı içindeyiz. Herhangi bir yöne sırtını dönmeden,
popülizmden uzak, sürekli önüne farklı modeller konan değil model olabilecek nitelikte bir dış politika takip edilmesini bekliyor, tüm bu şifrelerin ve
Türkiye’nin gerçek anlamda hamle yapabilmesinin Mustafa Kemal’in “bölge
merkezli dış politika” anlayışında saklı olduğunu düşünüyoruz.
Kaynakça
AKŞİN, Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, TTK Basımevi, Ankara, 1991
ARAS, Tevfik Rüştü, Gazete Yazıları 1946-1947, (yay. haz.) Melih Tınal, Büke Yayınları, İstanbul, 2004
ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Alkım Yayınevi,İstanbul, 2002
ATABAY, Mithat, II. Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Milliyetçilik Akımları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005
AVCIOĞLU, Doğan, Devrim ve Demokrasi Üzerine, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1980
AVCIOĞLU, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 4, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1978
AYDOĞAN, Metin, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye , Birinci Cilt, Umay Yayınları, İzmir, 2004
BIYIKLI, Mustafa (ed.), Türk Dış Politikası Cumhuriyet Dönemi, Cilt 1-2, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2008
ÇAKMAK, Haydar (ed.), Türk Dış Politikası 1919-2008, Platin Yayınları, Ankara, 2008
DEĞER, Emin, Oltadaki Balık Türkiye, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2007
DERİNGİL, Selim, Denge Oyunu: İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003
EKİNCİ, Necdet, Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2004
GEVGİLİLİ, Ali, Yükseliş ve Düşüş, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1987
GÖNLÜBOL, Mehmet, Olaylarla Türk Dış Politikası, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996
HALE, William, Türk Dış Politikası 1774-2000, (çev.) Petek Demir, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2003
HASGÜLER, Mehmet, Kıbrıs’ta Taksim ve Enosis Politikalarının Sonu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000
KARAKOÇ, Ercan, Atatürk’ün Dış Türkler Politikası , IQ Kültür Sanat Yayıncılık,İstanbul, 2004
ORAN, Baskın (ed.), Türk Dış Politikası : Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1-2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003
ÖZAKINCI, Cengiz, İblis’in Kıblesi, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2007
ÖZAKINCI, Cengiz, Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Otopsi Yayınları , İstanbul,2007
SARAY, Mehmet, Atatürk ve Türk Dünyası, TTK Basımevi, Ankara,1995
ŞİMŞİR, Bilal, Doğunun Kahramanı Atatürk , Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999
TUNÇKANAT, Haydar, İkili Anlaşmaların İç Yüzü, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007
TURAN, Şerafettin, İsmet İnönü : Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003
TÜLEYLİOĞLU, Orhan, Neden Öldürüldüler? : Dipsiz Kuyu, Um:ag Vakfı Yayınları, Ankara, 2008
TÜRKDOĞAN, Berna (yay. haz.), Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, ATAM Yayınları, Ankara, 2000
TÜZÜN, Süleyman, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de Dış Türkler Tartışmaları, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2005
YETKİN, Çetin, Karşıdevrim, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2004
YETKİN, Çetin, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk Yayınları, İstanbul, 2006
Söyleşi | Bedri Baykam
192
Ben CHP’den yanlış yönetildiği için ayrılanlardan biri olamam.
Çünkü ben o evin bir parçasıyım.”
{
Bedri Baykam
Söyleşi:
Tunç Özdemir -Ersan Barkın - “NASIL” Ankara
Çözümleyen: Pınar Saka
İllustrasyon : Meriç Canatan
}
SAYI 5/6
Söyleşi
Bedri Baykam 1957 yılında Ankara’da CHP milletvekili Dr. Suphi Baykam ve Yüksek Mimar Mühendis
Mutahhar Baykam’ın ikinci çocuğu olarak doğdu. İki
yaşında resim yapmaya başladı. Altı yaşında Ankara,
Bern ve Cenevre’de ilk eserlerini sergiledi. Harika
çocuk olarak tanımlandığı 1960’lı yıllarda Avrupa ve
Amerika’nın birçok sanat merkezinde sürekli olarak
sergiler açtı, büyük ilgi gördü. İstanbul Fransız
Lisesi’ne devam eden Bedri Baykam 1975 yılında
Paris’e taşındı. Sorbonne Üniversitesi’nde işletme ve
ekonomi tahsili yapan Baykam, bu fakülteden master
aldı. Paris’te aynı süreç içinde L’Actorat isimli özel
okulda aktörlük tahsili de yaptı.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Atatürkçü
Düşünce Derneği’nin aktif üyelerinden olan sanatçı,
aynı zamanda UNESCO’ya bağlı Uluslararası Plastik
Sanatlar Dernegi’nin de kurucularından ve halen
bu örgütün Türkiye ulusal komitesi başkanı. Sosyal demokrat üç partinin birleşmesini sağlamak
amacıyla kurulan Taban Operasyonu hareketini,
çesitli demokratik kitle örgütleri başkanları ile beraber örgütleyen ve yönlendiren Baykam, 1995 yılı
CHP kurultayında, CHP Parti Meclisi Üyeliğine seçildi ve bu göreve üç sene boyunca devam etti. 2003
yılında CHP kurultayında Parti’nin Genel Başkan
adaylarından olan ve “Yurtsever Hareket”in kurucusu
ve yönlendiricilerinden olan Bedri Baykam, yıllardır
ülkemizde siyaset sahnesinin ortasında yer alan
aydınlardan biri.
Söyleşi | Bedri Baykam
194
NASIL: Parti içi iktidar ya da muhalefet
kavramı ile ilgili bir giriş yapmak gerekirse
İktidar, teknik anlamda siyasi partiyi yöneten organlar bütünü olarak kabul edilebilir. İdeal bir parti yönetimi; katılımcıları
ön plana çıkaran, toplumun gereksinimlerini kavrayıp buna çözümler üretebilen
bir parti içi iktidardır. Bunu bir temel çıkış
noktası olarak kabul edersek, Cumhuriyet
Halk Partisi’nin kuruluş ve gelişim süresindeki parti içi iktidarını, bu doğrultuda parti
yöneticilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
BEDRİ BAYKAM: Sorduğunuz soruyu daha
içerikli yanıtlamak
için dolambaçlı bir
yol izleyeceğim. Önce kendi hayatımdan
başlarsak; CHP’nin Demokrat Parti faşizmine
karşı en yoğun şekilde savaştığı yıl olan
1957’de doğdum. Babam o zaman CHP’nin
57 seçiminde seçilen en genç milletvekili.
İnönü’nün yetiştirdiği birisi ve en önemli sağ
koluydu. O zamanlar siyaset daha gençti, yani
30’lu yaşlardaki milletvekilleri 70 yaşındaki
İnönü’nün en önemli silahları idi. İnönü,
gençliğin önemini bugünkü CHP yönetiminden çok daha iyi bilmiş ve kavramış, beyni genç
bir insandı. Ben o partinin içinde doğdum.
Hatta İlk çocukluk hatıralarım bile o partinin
bütün tartışmaları, faşizme karşı direnci, 27
Mayıs Devrimi’ndeki rolü üzerine kurulu. 3
yaşında olmama rağmen, 27 Mayıs gününü
çok iyi hatırlıyorum. Daha sonra “ortanın
solu” akımı ve 1965 seçimleri, o zaman 8
yaşındaydım. Ortanın solu süreci ile birlikte
27 Mayıs sonrası, 61 anayasası ve yaşanan
her şeyi içinden biliyorum. Çünkü ortanın
solu kavramı, tartışmaları, felsefesi bizim
evde üretildi. Adını İnönü’nün koyduğu bir
felsefeydi. Yurt çapında ana propagandasını
babamın yaptığı 65 seçimlerindeki çıkışın
adıdır. Fakat 65 seçimlerinde ortanın solu
ciddi bir mağlubiyete uğrayınca, fatura tabii ki İnönü’ye değil babam Suphi Baykam’a
çıktı. Çünkü İnönü Atatürk’le eşdeğer tutuluyordu. Babama “Senin bu ortanın solu fikri
bak bizi nereye sürükledi” dendi. Bu fatura
Ecevit’e de çıkmadı. Çünkü o yıllarda babam
parti içi genç kesimde en çok ağırlığı olan
siyasetçiydi ve CHP gençlik ve kadın kollarını
kuran isimdi. 27 Mayıs olaylarında üniversitelerdeki ilişkileriyle gençliği sokağa fiilen
döken isimdi. Zaten Demokrat Parti yöneticileri de bunu bildiği için tahkikat komisyonun o yıllarda hakkında en çok soruşturma
yaptığı isim babam olmuştu. Demokrat
Parti’nin kapalı kapılar ardında, CHP’yi
kapatıp, CHP’nin birkaç siyasetçisini idam ettikten sonra, birkaç göstermelik küçük parti
ile birlikte (aslında tek parti ile) yola devam
etme senaryosunda babam ana hedeflerden
biriydi. Çünkü bütün soruşturmalarda herkesi
çağırıp, “ Suphi Baykam’ı nerden tanıyorsun?
“ , “ Suphi Baykam ne yaptı, ne sordu, nereye gitti, ne zaman neyi söyledi? “ , bunun
araştırması yapılıyordu. İşte ortanın solu
olayının başladığı, onun etrafında CHP ile
gençleşme hareketi, 63’ler hareketi, bütün
bunların önderliğini yapan Suphi Baykam’ın
evinde yetiştim. Şunu gördüm ki o zaman parti yöneticilerini şimdikilerinden ayıran unsur
çıkarcı değil halkçı siyaset izlemeleridir.
•NASIL:
O zamanki parti yöneticilerinin
halkla
dirsek
teması
içinde
bulunduğunu, tüm siyasi kulvarını örneğin
Atatürkçülüğü’de halkla bütünleşmeyle
birlikte değerlendirmesi noktasında sizin
de temel görüşlerinizin belirginleştiğini
söyleyebiliriz herhalde, değil mi?
Tabiki o dönemde yaşananlarla birlikte
Atatürkçülüğü; Gerekçelerini öğrenerek,
kadın erkek eşitliğinin önemini ve mantığını,
eğitimin önemini görerek, herkesin sağlık
ve tedavi imkânına kavuşması gereğini anlayarak, sosyal adalette halkın yarısı aç yarısı
tokken, tok halkın rahat edemeyeceğini
bilerek ve iliklerime geçirerek; yani mantık,
tarih ve siyaset felsefesini fiilen gerekçeleri
ile beraber içinden anlayan birisi olarak benimsedim. Dine saygı nedir, siyasete dini sokup
dincilik yapmak ve Atatürk’e karşı olmak nedir, ben bütün bunları 8 yaşında bitirmiştim.
Yani özümsemiştim.
Herkes Türkiye’de Atatürkçü olur, hele o
dönemde; ama ben bütün bunların mücadelesinin verildiği bir evde doğduğum için,
kulağımda hep gerekçe ve mantıklarıyla bunlar vardı. Onun için şanslı bir çocuğum. Daha
sonra 68 kuşağı ile ilgili yaptığım röportajlarda kimi 68 kuşağı gencin tutucu muhafazakâr
evlerde büyüdüğünü, buna karşı kendi sol, sosyalist, sosyal demokrat, Kemalist görüşlerini
geliştirirken, aile çevresindeki bu tutucu
muhafazakâr yaşam bölgesini dirençleriyle
kırıp, o şekilde bu doğrulara erişme savaşı
verdiklerini gördüm, onlara hayran oldum.
Neden, çünkü bir insanın babası gericiyse,
oturduğu şehir gericiyse, ailesinin oy verdiği
parti demokrat parti geleneğinden geliyorsa,
o çocuğun doğruları bulması daha zor. Daha
kendi inisiyatifini ve araştırmacılığını kullanıp,
aile çevresine karşı çıkabilme gücü göstermesi
lazım. Ben bu açıdan şanslı bir çocuktum. Bu
SAYI 5/6
Söyleşi
savaşları vermeden bana doğruları sunan bir
ortamda büyüdüm. Benim; böyle büyümeyip,
bu zorlukları kendileri aşarak doğruları bulan insanlara da ayrıca bir hayranlığım var bu
yüzden. Çünkü ben doğruların ortasında bu
kavramlarla büyüme şansına eriştim. Sonuçta
bu politika kazanının içinde büyüdüm.
CHP’yi yanlış yönetenler varsa bu onların suçudur. CHP’nin suçu değildir. CHP; Atatürk felsefesinin, Atatürk devrimlerinin, o geleneğin
o geçmişin yuvasıdır. Ben kendimi o yuvanın
haklı ve düzgün parçası olarak görüyorum.
Neden Bedri Baykam ödünsüz sorusu
geldiğinde; o kazanın içinde büyüme ve bebekken içine düşme cevabı verilebilir. Çünkü
tüm bu yaşadıklarınız sizin hücrenize ekleniyor, o yüzden. Ergenekon olayında halkı korkutmak için en büyük çıkışları ve saldırıları vs.
bu meşhur tenkit yaptığı zaman, aman ortaya
fazla çıkmayalım, fazla sert yazmayalım, fazla görünmeyelim, diye kimi insanlar, susma
yok olma yolunu seçerken, ben o anda 3 kere
daha sert ve yüksek sesle bu savaşı vermem
gerektiğini biliyorum bu genetik yapı yüzünden. Yani Ergenekon olayı ortaya çıktığından
beri, yazılarım üç kat daha sertleşti, bu konulara yoğunlaşmam, haftada bir kere yazmama
rağmen iki misli arttı. Yani bütün bunların
geçmişinde hem o genetik yapı var hem
tutarlılık var.
•NASIL: Peki, bu değerlendirmeleriniz
ışığında CHP’nin son dönemdeki içsel durumu ve yönelişini nasıl değerlendiriyorsunuz?
CHP yanlış yönetildiği zaman, ben CHP’den her
yılda bir ayrılanlardan biri olamam, çünkü ben
o evin bir parçasıyım. Türkiye’yi de bugün kurtarabilecek tek siyasi yapının CHP olduğunu
biliyorum. Dolayısıyla CHP bana yapabileceği
herhangi bir haksızlıkla beni ne siyasetten
soğutabilir, ne de CHP’den soğutabilir. Çünkü
CHP’yi yanlış yöneten varsa, bu onun kişisel
yanlışıdır, kişisel ayıbıdır, kişisel sorunudur.
Zaten tarih önünde bunlara yanıt veremez, halk önünde de buna yanıt veremez.
Benim bütün siyasi duruşum ve mücadelem
çeşitli şu ya da bu sorundan kaçmamak üzerine , yaptığım her şeyin az önce verdiğim
örneklerde olduğu gibi, faturasız olmasına
ilişkin bir bakış açısıyla kurulu. Şimdi, herkesin kabul edeceği doğrulardan bahsettiniz
soru sorarken. Şu anda bu herkesin kabul
edeceği dediğiniz şeyleri, görüyoruz ki CHP
delegelerinin dörtte üçü kabul etmiyor. Yani
CHP delegelerinin dörtte üçü için şu anda,
anlaşılıyor ki, gençleri siyasete sokmak,
kadınları siyasete sokmak , CHP’ye parti içi demokrasiyi getirip her yörenin kendi adaylarını
belediye başkanı ilan edip seçmesi, dolayısıyla
partinin patlama yapması, çağdaş bir işleyiş
çarkına erişmesi gibi hedefler, kendilerinin il
genel meclisi üyeliği sıfatı alabilme ihtimalleri
karşısında sıfır değer taşıyor. Buna yönelik
yereldeki partililer “bak doğru davranmazsan
seni aday yapmam” tehditleri karşısında hemen ‘rica ederim estağfurullah’ deyip yanlış
felsefeye oy veriyorlar. Şimdi bunun böyle
olması benim CHP’den ayrılmam için bir
neden değil, bu mücadeleyi vermem için bir
neden. Çünkü tekrar söylüyorum, bugünün
siyasi yapısında, her gün sürekli yeni parti
kurarak bir yere varılacağını sanan insanlar,
hiçbir yere varamayacaktır. Bir de maalesef,
Türkiye’de demokratik kitle örgütlerinin, sanki fiili siyaset yokmuş, bir partiye destek vermek ya da bir partiye girmek ayıpmış gibi bir
bakış açısı söz konusu. Bu doğrultuda CHP’yi
boş ver, bunlara yukardan bak, küçümse
aşağıla, eleştir, neden işe yaramadığını anlat, şeklinde bir takım safsatalarının olduğu
ve maalesef gençlerimizin de bunlardan
etkilendiği görülmektedir.
•NASIL: Saydığınız bu olumsuz tablonun
2003 yılında sizi Genel Başkanlık için aday
konuma sürüklediğini söyleyebilir miyiz?
Elbette. Ben 2003 yılında CHP genel başkan
adaylığı savaşını verdiğimde, Sayın Baykal
bana genel başkanlık dışında uğruna mücadele edebileceğim zaten başka hiçbir koltuk
bırakmamıştı. Ancak Sayın Baykal’ın onca
meclisi arasında, koltukları doldururken, bir
takım kurarken, şu konularda iyi olan, işte
halkın sevdiği, tutarlı, mantıklı insanları,
partinin gücü içine katmak, böylece halk
ile bir sinerji yaratmak ve kendi kazanını bu
şekilde güven tazelemekle doldurmak gibi
bir alışkanlığı yok. Yani Baykal’ın hedefleri
arasında bunu sayamıyoruz. Bunu yalnız onun
hakkında söylemiyorum; Vural Savaş hakkında
söyleyebilirim, Süheyl Batum hakkında
söyleyebilirim, Mümtaz Soysal hakkında
söyleyebilirim; yani Baykal’ın meziyetleri
arasında bu yok. Niye yok bilmiyorum. Bu iyi
bir şey mi, hayır. Bu kötü bir şey mi, bu kesinlikle kötü bir şey. Yani toplumun aydınlarını,
akademisyenlerini, yargı insanlarını, güvenilen
profesörlerini,
araştırmacılarını,
sanatçılarını, CHP havuzuna katmak bir keyif
olmalıdır. Ve o insanların da göğüslerini gere
Söyleşi | Bedri Baykam
gere ben CHP’liyim diye dolaşmaları, partiye
güç veren bir unsur olmalıdır. Ama CHP bunu
kullanmamakta kararlı. Bunda bir mantık var
mı, yok. Soruyorum size kullanıyor mu böyle
bir şeyi CHP? Kullanmıyor.
196
Şimdi ben 2003’te CHP’de demokratik devrim
diye bir çıkış yaptım. Ama dikkat edin bütün
bu konuşmalarda yalnız iyilik ve güzellikle
bir eleştiri yapmakla yetinmeyeceğiz, ben
suçu sizlere kadar taşıyacağım. 2003’te ben
bu çıkışı yaptığımda,bu tam zamanında bir
çıkıştı. Neden? Diyelim ki, ben 2003’te genel
başkan olsaydım, ben ve temsil ettiğim felsefi görüş olsaydı, 2007 seçimlerini CHP’nin
kazanacağını biliyordum. Bu bir matematik.
Programa bağlıyız, kitabımda da makalemde
de okudunuz. Şimdi irdeleyebilirsiniz. Ben
bugün bundan sorumlu değilim. Ben bugün
girersem 2011 seçiminde, ben yine CHP’yi
%45-47 ile iktidar yaparım, bunu net görüyorum. Öte yandan bunu kanıtlamam için, tabi
ki o sıfata ulaşmam ve bunların uygulanması
gerekiyor.
Aksi takdirde bu teorik bir iddia olarak kalır.
Şimdi ileriye atıf yaparak, ben bugün diyorum
ki, bu CHP bugünkü gidişatında bahsettiğim;
gençlere açılım, kadınlara açılım, parti içi
demokraside her yörenin kendisini seçmeye
açılım, o akıllı çipli kart olayıyla kendi demokratik dijital devrimini tamamlama süreci
ve demokratik kitle örgütlerine açılım ve
genişletilmiş halk meclisleriyle bütün rotanın
saptanması gibi oluşumlar sağlam temele
oturtulduktan sonra o pop star yarışmalarında
helak olup, televizyon köşelerinde biz
başarıya ulaşacağız diye bekleyen gençler,
ben belediye başkanı olacağım CHP’den diye
CHP’nin kapısına dikilecekler ve aman bana oy
ver diye sütçüsünü, bakkalını vs. zorla CHP’ye
üye yapacaklardır. Bu senaryoda hiçbir açık
yok. Ben bu senaryoyu başarıya çıkarırım,
%47 ile de birinci parti yaparım. Ben bunu net
görüyorum.
•NASIL: Peki bu senaryo neden uygulanmadı
ya da uygulanmıyor?
Bu senaryo uygulanmıyor. Ben bu senaryoyu
2011 seçiminde uygulayabilmek için, 2010
kurultayında da geleni yaparım. Şimdi ben
burada topu demokratik kitle örgütlerine
atıyorum. Bu Atatürkçü ve Sosyal Demokrat
dergileri çıkaran gençlere, sizlere atıyorum.
Sendikalara atıyorum. Dışarıdan eleştiren ve
Facebook’ta deşarj olan halka atıyorum. Burada size önerilen bir program var. Bu programın
başarıya ulaşmasındaki bir mantık hatası
var mı yok mu irdeleyebilirsiniz. Ama siz bu
proje için çalışıyor musunuz? Çalışmıyorsanız
B planınız nedir? Yani bu gidişatla yine aynı
CHP’yle, aynı sistemle, aynı Baykal’la %1.5
daha oyunu arttırıp, %25.8’e çıkıp, ben çok
başarılı oldum gördüğünüz gibi her seçim
oyum artıyor deyip, ülkeyi 2017’ye kadar
AKP’ye mi teslim edeceksiniz. CHP demokrat
olsun diye ortaya bir laf söylemek yetmiyor. B
planınız var mı?
Genel soruyorum, O Türk toplumunun CHP’den
memnun olmayıp, ülkenin ideal bir sol parti,
sosyal demokrasiye girmesini isteyenler için.
B planınız yeni bir parti kurmaksa mesela, yeni
parti kurarak bunun olmayacağını bugüne kadar BCP’de gördük, başka bir sektör olsa bile,
başka bir bölge olsa bile, ÖDP’de gördük,
YDP’de gördük. Ama bütün bu zorlukları da
biliyoruz. Şimdi onun için, siz artık bugünden ileri bakarak siyasette hamleleri ön görmeye mecbursunuz. 2011 seçimleri için ben
bu CHP gemisi ile bu okyanusu geçeceksem,
2010 kurultayı için ve demokratik devrim
için ben bugün ne yapıyorum? Ve ben bugün
bu demokratik devrim projesi için bir şey
yapmıyorsam, benim planım nedir? Yani
facebook’ta veya makaleler e içimi dökmek
dışında, benim bir stratejim var mıdır? Planım
var mıdır? Planım yoksa, sırf yakınmakla ve
hay Allah bu ülke battı demekle, iştigal ediyorsam, bu yetersiz kalır.
Facebook’ta deşarj olan belli bir kitleye, kendine göre bir şeyler yapmaya çalışan bir genç
kitleye, sendikalara, sivil toplum örgütlerine
vs. faturayı kestiniz. Peki bu faturadan CHP’nin
şu an ki mevcut yapısına ne çıkar? Ya da biraz
daha özele inersek, parti içi iktidar yetersiz
kalıyor iken, Baykal ile problemi olan ya da
belki bu fikir ile bir problemi olan bir insanlar
grubu bir parti içi muhalefet var. Acaba neyi
eksik yapıyor ya da üzerine düşeni yapıyor mu,
yapamıyor mu? Yani biraz daha parti özeline
indirirsek bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Parti içi muhalefet diyoruz, şimdi bakın
CHP’nin bugünkü yapısında, ben 35 yıldır
oturduğum Ortaköy Mecidiye Mahallesi’nden
mahalle delegesi olamam. Çünkü mahalle
delegesi, il delegesi, kurultay delegeleri
daha önceden belirlenmiştir . Seçimlerde
ne objektiflik ne de gerçek listeler vardır.
Her şey genel merkezin istediği yörüngede
ve rotada bitirilir, bu böyledir. Bu böyle ka-
SAYI 5/6
Söyleşi
bul edilmiştir. Bu acı bir durumdur. CHP’de
muhalefetin fizik olarak var olması için bir
yarışma hakkının olması gerekir. Yani efendim
Baykal bütün yarışları kazanıyor 100 metrede,
bunu durduracak yok mu? Bunu durduracak
birinin olması için o tabancanın patladığı saat
sabah 9’daki yarışa birilerinin katılması lazım.
Ona da ayakkabı, koşulacak bir kulvar verilmiş
olması lazım. Ona da bir katılma hakkı verilmiş
olması lazım.
buruz. Başka bir alternatif yok. Utanıyorum
ki 2003 kurultayında, beni durdurmak için
yapılan tüzük değişikliği, bugün CHP’yi herhalde dünyanın en faşist sosyal demokrat partisi haline getirdi.
Bütün bunları olmadığı yerde biz diyoruz
ki; bak yine koştular Baykal kazandı, çok
başarılı! İyi de, koştular da şimdi sen, beni
gece uyutmamışsan, ayakkabımı saklamışsan,
katılım sporcu lisansımı gizlemişsen, beni 3
gün aç bırakmışsan, sonrada beni tribünde
destekleyecek insanların stadyuma girmesini
yasaklamışsan, benim de zaten kapıda üstüm
aranırken içeri geç girdiysem, sen koşunun
ellinci metresindeyken ben ancak koşuya
geldiysem, sonra bana artık niye iyi kötü muhalefet yaptın deme hakkınız kalmıyor. Sistem
bugün CHP’de bir muhalefetin var olup işini
yapmasına mani.
•NASIL: Peki parti içinde meydana gelen bu
sıkıntılar NASIL aşılır?
Bu ancak kitlesellikle düzeltilir. Yani CHP’ye
küsmeyen, CHP’nin tek potansiyel yapı
olduğunu bilen ve CHP’yi bu yönde etkilemek
isteyen insanlarla olur. Yani CHP’ye topluca
gireceğimiz bir yapıyla, herkesin CHP’de
bu demokrasiyi yaşama geçirmek ve artık
demokratik bir partimiz olsun diye kapıları
zorlayıp içeri girip İnsanları partiye üye
yaparak düzeltilecek. Bunu denemeye mec-
Aday olmaz olaydım da, CHP bu ayıbı
yaşamasaydı diyorum. Şimdi Sayın Baykal o
güne kadar Ertuğrul Günay’la da, Erol Tuncer’le
de, Hasan Fehmi Güneş’le de, herkesle de rahat rahat başkanlık yarışı vermişti ve bunları
rahatça kazanmıştı. O kurultayda ben ilk defa
farklı bir şey denedim. Adına zürafa taktiği
diyordum, o kitapta. Neden? Çünkü, satrançta at nasıl hamle yapar, kale nasıl hamle
yapar, fil nasıl hamle yapar bilirsiniz. Ama
zürafa nasıl hamle yapar bilmezsiniz, çünkü
zürafanın nereye gittiğini, kaç taş atladığını,
ne olduğunu bilmezsiniz. Satrançta öyle bir
şey yoktur. Şimdi ben hariç bütün CHP genel başkan adayları son 2 günde, aralarında
toplantılar yapıp, bu saydığım isimlerden birini öne sürdü ve CHP genel başkanı adaylığına
Hasan Fehmi Güneş’i sundu. Bir başka grup da
Günay’ı sundu. Bu olay hep böyle oldu.
Ben 3 ay önce CHP genel başkalığına
adayım, kampanya yapacağım, Türkiye’yi
gezeceğim, projem budur dedim. Dolayısıyla
bu alışmadıkları bir şeydi. Birden projesini medeni bir şekilde anlatan, yurdu gezen
halkla temas eden bir yapı çıktı karşılarına.
Unutmayın bu yapıyı benden sonra Mustafa
Sarıgül ve Haluk Koç kullandı. Bütün o sistemi
mantığıyla ortaya çıkaran ve bunu yaşama
geçiren teorisiyle ve fiili atağıyla bu yeniliği
ortaya koyan benim, bu değişmez. Öncelikle
genel merkez buna doğal olarak küçümsey-
erek baktı. Fakat benim ortaya çıkışımdaki
mantık ve demokratik kitle örgütü ilgisi ortaya çıkınca da benim çıkışımdan 3 gün sonra
Baykal, 1 ay öne çekti kurultayı. Dolayısıyla
benim bu 3 aylık kampanya sürecimi 2 aya indirdi birden.
Buna rağmen ben o 2 ayda 41 ilde konuşma
yaptım. Ve bu 41 ilden en az 25-30’unda
büyük ilgiyle, büyük sevgiyle karşılandım.
Şu anlattığım program oradaki gençleri de
insanları da ihya etti. Beni dinleyenlerin en
az yarısı teorik olarak Baykalcıydı. Hiç kimse,
Bedri Baykam bu projen amma da uçuk,
amma da deli dolu, nerden %45 alıyorsun,
abartma, bu ne saçma proje diyemedi. Yani
anlattığım projenin mantığını ve tutarlılığını
onlar da bir şekilde teslim ettiler. Hiçbir
eleştiri yapamadılar. Dolayısıyla, benim artan
imzalarım;bana olan sürekli artan ilgi o anki
CHP yönetimini panik etti. Nasıl durduracağız
bunu dediler, 3 gün kala bulabildikleri tek
formül; bir tüzük darbesi yapıp, beni yarış dışı
bırakmaktı. Şimdi tüzük darbesi yapıp yarış
dışı bırakmak için CHP’nin tüzüğünü, en az
demokratik bir tüzükle yer değiştirebilirsiniz.
Ama o kurultayda bu değişikliği yapıp yalnız
benim değil kamuoyunun %90’ının faşist diye
tanımladığı bir tüzüğe CHP’yi geçirirseniz o
zaman bile bunu ancak bir daha ki kurultayda
uygulayabilirsiniz. Çünkü o kurultayın kampanya süreci bitmiş, il kongreleri bitmiş, ilçe
kongreleri bitmiş, genel başkan kampanya
süreci bitmiş, siz bir saat kala bunu değiştirip
genel başkanın bütün yarışma haklarını ve
mantığını ve zamanını yok sayıp, elinden
alıp, maç bittikten sonra boş kaleye 5 tane
penaltı çektirebiliri misiniz? Yapılan buydu.
Söyleşi | Bedri Baykam
198
Yapılan tarihin gördüğü en büyük hukuk infiallerinden biriydi. Böyle bir şey olabilir
mi? kendini bundan sonra korumak için o
faşist tüzüğü geçirsen bile ancak bir daha ki
kurultayda bunu uygulayabilirsin. O kurultayda uygulayamazsın. Ömür boyu da benim
unutmayacağım bir seçimdi. O kurultaydan
önce yaptığım son basın toplantısında da
aynen bu kelimelerle söyledim. Bu tüzük
değişikliğine karşı çıkmayan, destek veren
veya oy vermemek için salondan kaçan her
kimse yarın bu ülkede, bu partide demokrasi mücadelesi veremez, bu lekeyle siyaset hayatına devam edemez. Onun için daha
sonra Sarıgül gitmiş diyor ki; ya bu parti çok
anti demokratik bana şu haksızlık yapıldı bu
haksızlık yapıldı v.s.
İyi de kendisi o tüzük kurultayında Baykal’ı
destekledi. Bu tüzük değişikliklerini destekledi, şimdi artık bu konuda yakınma hakkı
kalmadı. Maalesef kalmadı. O, olsa olsa
pişmanlık yasasından yararlanmak için bir
köşede bekleyebilirdi, ben ne yapmışım diye.
Siyaset işte burada, biraz önce bahsettiğim
anlattığım o; gri alanlar ve tutarlılıkta. O anda
aday ben değil de mesela Livaneli olsa böyle
bir programda, ben de o anda kurultayda parti
meclisine seçilebilmek için Livaneli aleyhinde
oy versem, o lekeyle ben de yaşayamam. Ben
de o faturanın altına girmiş olurum. Yine burada da bir sütunum olsun diye, Türk Solu’nda
yazmaya devam etsem, o lekeyle yaşayacağım
gibi. Tutarlılık dediğim budur siyasette.
•NASIL: Sizi şuan biraz daha ileriye yönelik
değerlendirirsek; siz o zaman bu anti demokrasinin uygulanmasına karşı durdunuz
ve belki de şimdi ki muhalif odakların
önemli bir kısmı bu duruma karşı durmadı
diye söyleyebiliriz herhalde değil mi,
desteklediler mi?
Bakın normalde “birçok kişiye de uçuk
geleceğini de biliyorum, kanıtlayamam ama
tırnak içinde kanıtlamaya bile çalışacağım”
ben bu seçimi kazanmıştım. Baykal büyük
siyasi tecrübesi ile benim o kurultayı
kazandığımı gördü. O yüzden bu tüzük darbesini son anda devreye soktu. Yoksa çok rahat
tek koluyla yarım saatte bir saatlik kurultay
konuşmasında havadaki kuşları güvercinleri
yakalayarak 5 rakibini kolayca alt etmeye
alışmış bir Baykal vardı karşımızda. Bu zürafa
taktiğinin gelişmesi ile Baykal o kurultayı
kaybetmişti. Bunu gördü ve çıkarabildikleri
tek formül bu oldu. Ya işte olur olmaz, yaptık
oldu. Gitsin Marco Paşa’ya. İşte gittik mahkemelerde uğraştık. Ne işe yarar, devran döndü.
Buldukları taktik buydu.
Neden kazanırdım diyorum? Çünkü Benim
hedefim 7 milyon oy almak değildi. Ben
Sarıgül gibi belediye imkânları vs. kullanıp
milyonlarca lira harcayıp otobüslerle kampanyalar yapamazdım. Ben kendi gücümle halka
gittim. Ben 81 ili gezecektim 41’ini gezmeye
vakit buldum, diğerlerine de bana sansür
uygulayan medyadan ulaşmaya çalıştım. Artı
mail ile ulaşmaya çalıştım. Ama en azından
halk bunun bağımsız bir gerçek demokratik
mücadele olduğunu anladı. Ben dediğim gibi
oy istemiyorum onlardan. Ben 650 delege oyu
istiyorum. Benim hedefim: CHP’nin 1280 delegesinden, 650’sinin ya da 643’ünün oyunu
almak. Dolayısıyla ben delegelere gittim;
delegelere ve esas örgüte gittim. Her ildeki
CHP üyelerine gittim,. Ben onlardan gücümü
almak istedim. Yani benim hedefim medyayı
ikna edip, medyadan bir takım çıkarlar elde
etmek değildi.
Medya bana hep sansür yapmıştır. Medya ister istemez biraz Amerikalıdır. Medya hep
güçlüden yanadır. Onlarla bir çıkar ilişkisi
vardır. Dolayısıyla ben halka gittim. Bu proje
o kadar başarılı oldu ki daha sonra günler ilerledikçe ve bu ilgi arttıkça ve %5 imza
lazımdı, ben %10 imza götürdüm o gün kurultaya. %10 imza götürdüğüm zaman esasında
imza sayısından çok daha fazlası zaten muhalefette vardı. Bakın orada tüzük değişiklik
oylaması yapıldı. Bu tüzük değişiklik oylaması
önce açık, el kaldırılarak yapıldı. El kaldırılarak
yapılan oylamada Baykal ve ekibinin o tüzüğü
değiştirme önerisi reddedildi. Elle yapılan salon oylamasında Kurultayı yönetmek üzere
oraya koydukları, özür dileyerek söylüyorum.
CHP tarihine bir leke getirmiş olan kuklanın
neler yaptığını görmek lazımdı.. Bir düşünün
el kaldırıyor insanlar, ‘efendim anlayamadım
burada tam anlaşılmadı’ diyor. ‘Aradaki farkı
göremedik’ diyor, lütfen diyor bir karar aldık
şuanda, “açık oylamayla sırayla bütün delegelere soracağız, herkes yüksek sesle söyleyecek
ve öyle ölçeceğiz, biz bunu göremedik” diyor.
Şimdi onun kadar taraf bir kurultay başkanı
eller kaldırıldığında, eşit gibi olsa, önergenin
kabulü oylandı öyle saydık derdi ve geçirirdi.
Aslında
%10 farkla falan zaten tüzük
değişikliğini reddedenler kazanmıştı. Bunu
kabul edemediği için kalktı 1300 kişiye sırayla
soracağız dedi. Bunun gerekçesi zaten o anda
kaybettiğiydi. O anda o tüzük oylamasında
SAYI 5/6
Söyleşi
hayır deme cesareti olanlar tabi ki Baykal’a oy
vermeyeceklerdi. O gün benim hazırladığım
o kitapta olan konuşma, çok güçlü bir
konuşmaydı. Halka, topluma, kurultaylarda,
kongrelerde, meydanlarda; o konuşmayı benim yapış tarzımla, o kurultayda kimi insanların
bana fizik olarak saldırması veya linç etmesini
de göze almıştım. Korkum yoktu ve sonuçta
ben diyorum ki, ben bu konuşmayı yapacağım,
saldırı olursa saldırı olur ki yoksa da ben
buradan genel başkan olarak çıkacağım,
ben bunu biliyordum. O konuşmayı ben
yaptıktan sonra Baykal’a oy vermeye kararlı
birçok insanın da fikrini değiştirebileceğimi
düşünüyordum. Yani o tüzük değişikliğine bile
o anda evet diyen Baykalcılar arasından bile
birçok kişiyi ben o konuşmayla zaten bu tarafa
çekecektim. Gözlerini açacaktım, bunu çok iyi
biliyordum. Ama ben o konuşmayı yapmadan
önce o oylama Baykal’ın aleyhine çıkmıştı.
Dolayısıyla 2003 kurultayını esasında ben
kazandım. Bunu çok iyi biliyorum. Bu ancak, bu adamı yarıştırmayalım, kulvarını yok
edelim, ört bas edelim ve durduralım dediler. Şimdi sonuç ne oldu, aradan 6 yıl geçti.
Ben hala aynı yerdeyim, aynı CHP’deyim aynı
felsefeyi savunuyorum.
Olay yine bir AKP CHP çatışmasına kilitlenmiş.
2003 yılında ön gördüğümüz yeni siyasi parti
kurarak burada bir yere varılmaz teorisi halen
yaşıyor. Yine o konuda da haklı çıkmışım ve
önünüzde ben yine diyorum ki, bu CHP hala
%45 alır ve birinci parti olur.
•NASIL: Son olarak günümüzde CHP’nin
siyasi duruşunu nasıl buluyorsunuz? Bu
duruşun partiyi birtakım çıkmazlardan
kurtarabileceğini söyleyebilir miyiz?
Bu duruş halkın gözünde CHP’nin Türkiye’de
hala bu demokratik savaşı yobazlığa karşı
verdiğini ve yine CHP’ye muhtaç olduğunu
gösteriyor. Aynen ön gördüğümüz gibi başka
bir mucize parti çıkıp Türkiye’yi sürüklememiş.
O noktada bugün bunu söylediğim zaman,
2003 yılından bu yana derenin altından onca
su akmış, ben aynı inancı taşıyorum, partiye
kırılmamışım, bu arada partiyi desteklemekten
vazgeçmemişim, partiye küsmemişim, neden?
Çünkü, benim için partinin idealleri önemli.
Mesela, Baykal 5 adet grup toplantısında
üst üste çok doğru şeyler söylediğinde onu
alkışlayan yazılar yazmışım, çünkü benim
için olay kişisel bir olay değil. CHP’nin ve o
düşüncenin iktidar olması önemli, yoksa konu
Ali’yi kötüle de sen parla, bunlar komik şeyler.
Tabi ki mühim olan partinin felsefesini savunmak. Onun için CHP’nin de bugüne
kadar izlediği yönetim dışında Baykal gerek salı konuşmalarında, gerek demeçlerinde yaptığı konuşmaların %90’ının altına
imzamı atabileceğim konuşmalar yapmıştır.
Yani Baykal’ın CHP felsefesini sindirmiş
olması, tecrübesi ve CHP’yi ve ideallerini
savunması, savunuş biçimi %85-90 benim
gözümde doğrudur. Yaptığı birçok konuşmayı
alkışlamışımdır, heyecanlanmışımdır. Ama
Baykal CHP’yi ve o görüşleri iktidar yapacak
atılımı, ısrarla yapmamakta direniyor. Yani o
zaman ben sırf doğruları söyleyen bir Baykal
olacaksa, ya Baykal köşe yazarı olsun, doğruları
oradan söylesin, ya da onursal başkanı olsun.
Mesela ben tekrar adaylığımı ilan edersem,
Sayın Baykal’a da onursal başkanlık teklif
edeceğim. Bu bir taktik değil, gerçekten buna
ihtiyaç gördüğüm ve duyduğum için onursal
başkanlık teklif edeceğim. Baykal’ın yine CHP
Genel Merkezi’nde yeri olsun, forsu olsun,
yani ben o milli maçı hem Tanju Çolak hem
Aykut Kocaman hem de Türk yaptığım Jardel
ile oynayabileceksem, niye kullanmayayım
bu şeyleri? Ama yeter ki top dağılımında herkese top gitsin ve o oyun demokratik olarak
oynansın. Sonuçta kimseye pas vermeden
yalnız tek başına beslenmek isteyip bir takımın
oyununu engelleyip, galibiyeti engelliyorsa
bu demokratlık olmaz. Dolayısıyla olayı bir dahaki CHP kurultayında bir Baykal ve karşıtlığı
noktasına taşımak yerine halkın baskısıyla, kitle örgütlerinin baskısıyla, sizlerin baskısıyla,
olayı Baykal onursal başkan olsun noktasına
götürebiliriz. CHP’nin bu ‘Demokratik Devrim
Projesi’’ni yaşama geçiren bir başkanı olsun.
Bunu sağlayabilmemiz lazım. Baykal da artık
‘tamam ben doğruları savunuyorum, bu partini bu güne kadar bu şekilde yörüngesini iyi
korudum, tarihinde çok önemli bir yer uzun
bir süre çok önemli bir yerim oldu, şimdi onursal başkan olarak görevime devam etmek
istiyorum’ diye olaya baksın diyorum. Çünkü
kamuoyu önünde bu çatışmayı yaparak hele
bugünkü partinin tüm nefes alma kapılarının
kapalı olduğu bir yapıda parti içi muhalefet
çok bir şey başaramaz.
Söyleşi | Umut Oran
200
{
“TÜRKİYE’NİN HALKÇI
VE ÖZGÜRLÜKÇÜ
ÖZÜNE DÖNEN BİR
CHP’YE
İHTİYACI VAR”
Umut ORAN
Söyleşi: Ersan Barkın - “NASIL” Ankara
Çözümleyen: Yasin Koca
}
SAYI 5/6
•NASIL: Siz bir iş adamısınız. Sizi bir siyasal çalışmanın içine iten nedenler nelerdir?
•UMUT ORAN: Yaklaşık 21 yıl önce iş hayatına
reel sektörde asgari ücretle çalışmaya
başlayarak atıldım. İşveren olarak faaliyet gösterdiğim son 17 yılda da Türkiye’de
yatırım yapmanın, istihdam yaratmanın,
üreterek ihracat yapmanın zorluklarını
bire bir yaşama imkanına sahip oldum. Bu
sürecin son 15 yılında da yurtiçinde çeşitli
sivil toplum kuruluşlarında görev aldım.
Bu dönemde iş-aş yaratarak sosyal barışı
sağlamak, bölgeler arasında ekonomik, sosyal ve kültürel dengesizlikleri gidermek, özellikle kalkınma ve göç konularında çalışmalar
yaptım. Bu süreçte yurtdışında da Türkiye’yi
resmi delegasyonların içerisinde temsil ettim. Bütün bu dönem boyunca siyasetin
hep sivil tarafında bulundum. Proje üretme,
uygulama süreçlerinde yer almama rağmen
siyasette resmi bir görevim olmaması nedeniyle karar verici mercide yer alamadım. Oysa
kalıcı bir değişim gerçekleştirebilmek için siyasetin içinde yer almak gerektiğini gördüm.
Eğer doğru kararlar verilmezse yaptığınız
çalışmalar boşa gidiyor. İşte bu nedenlerle
ben de aktif siyasetin içinde yer almaya karar
verdim ve 2008 yılının başından itibaren CHP
içerisinde siyaset yapmaktayım.
Diğer bir husus Türkiye’nin sorunlarının
çözümü için yeni bir siyaset anlayışına ihtiyaç olduğuna inanmamdır. Çünkü ülkenin
sorunları da siyaset kurumunda düğümlenmiş
durumda. Bu doğrultuda kutsala ve değerlere
değil akla ve bilime dayanan, tasfiyeyi değil
katılımcılığı teşvik eden, kavgadan değil demokratik katılımcılıktan güç alan, sorunlar
yerine çözüme odaklanan bir siyaset anlayışını
savunuyorum.
Söyleşi
Aktif siyasete girmemin diğer bir nedeni de
AKP’yi demokrasi ve laik Cumhuriyetin temel
değerleri adına bir tehdit olarak algılamamdır.
Bütün bu olgular bana siyaset yapma
sorumluluğu ve zorunluluğu yüklemiştir.
•NASIL:Kişisel politik duruşunuzu, siyasal yelpazenin herhangi bir yerinde
tanımlayabiliyor musunuz?
•Benim siyasal olarak temel referans noktamı
Atatürk’ün bizlere bıraktığı en büyük miras olan Cumhuriyet’in temel değerleri
oluşturmaktadır. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin
laik demokratik sistemine inanan ve bu
doğrultuda sistemin temel ayakları olan
eğitim, sağlık, hukuk ve güvenlik gibi
fonksiyonların daha da iyileştirilmesi için
çalışan bir vatandaş olarak yapıcı siyasete
inanıyor, bu doğrultuda söz sahibi olmak istiyorum.
Yine eşitlik ve özgürlüğün temelinde olduğu
sosyal adalet anlayışı ve toplumun bütün kesimlerini kavrayacak fırsat eşitliğine ihtiyacımız
olduğunu düşünüyorum. Bugün ülkemizde
ihtiyaç duyulan siyasi yapının, emek-sermaye dayanışmasına dayalı yeni bir kalkınma
programının ve bunun yaratacağı refahın adil
ve eşit paylaşımını desteklemesi gerektiğine
inanıyorum. Bu doğrultuda da devletin düzenleyici ve denetleyici olduğu çağdaş bir sosyal
demokrat anlayışı savunuyorum.
•NASIL:Peki, CHP’nin siyasal kimliğini ulusal ve uluslararası siyasal yelpazede nereye
koyuyorsunuz?
•CHP, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve ülkemizde aydınlanmanın yolunu açan öncü
bir siyasal hareket olmuştur. 90 yıllık bir
geçmişe sahip olan CHP bir halk hareketi
ve kitle partisidir. CHP tarihi, Türkiye tarihinin eksenidir. Türk siyasal yaşamı bu eksen
etrafında şekillenmiştir. CHP doksan yıl
boyunca ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel
dönüşümlerin partisi olmuştur. Emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını CHP vermiştir.
Modernleşme devrimlerinin, Cumhuriyet’in,
demokrasinin, sosyal demokrasinin altında
hep CHP’nin imzası vardır. CHP’nin altındaki
imza Mustafa Kemal Atatürk’e aittir. Bu nitelikleriyle CHP, bütün dünyada ayrı bir
yer tutmaktadır. CHP bugün de Türkiye
Cumhuriyeti’nin Anayasası’nda belirtilen
“toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk
milliyetçiliğine bağlı demokrat, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olmasının en büyük
güvencesi olmaya devam etmektedir.
•NASIL:Sizin CHP Genel Başkan adaylığınızı,
“3. Yol”un ya da Kemal Derviş’in ülkemiz siyasetine soktuğu şekliyle sosyal-liberal sentezin temsilciliği biçiminde değerlendiren
çevreler oldu? Bu değerlendirmeler
hakkında düşünceleriniz nelerdir?
•Öncelikle
her
türlü
yorum
ve
değerlendirmelere açık bir insan olduğumu
belirtmek isterim. Ancak samimi olarak bu
yönde herhangi bir değerlendirmeye muhatap kalmadığımı belirtmeliyim. Ben ortak
akla dayanan yeni bir siyaset anlayışının ve
kültürünün şekillendirdiği çağdaş sosyal demokrat görüşü temsil ediyorum.
•NASIL:Türkiye için sizi
kaygılandıran durum nedir?
en
fazla
•Bugün Türkiye’de halkın gündeminden ve
Söyleşi | Umut Oran
202
önceliklerinden farklı olan bir siyaset anlayışı
bulunmaktadır. Bir yandan çözüm yerine
çözümsüzlük üretiyor; demokrasinin adil ve
etkin çalışmasına engel oluyor. Bu siyaset
yapma biçimi Türkiye’nin önünü tıkayan bir
tıkaç konumundadır. Bu siyaset tıkacının en
önemli destek noktaları mevcut haliyle Siyasal Partiler ve Seçim Yasalarıdır. Bu problemli
siyaset sisteminin değişmesi ve yenilenmesi
gerekmektedir. Yine beni kaygılandıran ikinci
nokta Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve bölgeler arası farklılıkları, terör, eğitim, sağlık, hukuk ve güvenlik gibi Türkiye’nin bütün temel
meselelerinde yanlış yönetiliyor olmasıdır.
Çünkü AKP’nin farklı bir ajandası, bir siyaset
anlayışı bulunmaktadır. Bu anlayış bir yandan çözüm yerine sorun üretirken demokrasinin de çalışmamasına neden olmaktadır.
Sorun ekonomik gelişmeyi sadece belirli
kesimin zenginleşmesi olarak anlayan bu
siyaset yaklaşımı, ekonominin çarklarını da
işlemez hale getirmiştir. Bugün gelinen noktada ekonomimizde, her üç sanayi tesisinden
biri kapanmış, her dört gencimizden birisi
işşiz kalmıştır. Geleceğimizin umudu olarak
nitelendirdiğimiz gençlerimiz işşizlik nedeniyle yaşama umutlarını kaybetmişlerdir.
Öte yandan, son yıllarda başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet’in temel kurumları ve
değerlerinin yıpratılmaya çalışılıyor olması
da ekonomik olumsuzluklar kadar beni
kaygılandıran bir durumdur.
•NASIL:Türkiye için AKP’nin temsil ettiği
siyasal kimlik ile CHP’nin siyasal kimliğinin
farklılıkları nelerdir?
•Cumhuriyet Halk Partisi ilk kurulduğu günden bu yanan çağdaşlığın, kalkınmanın,
aydınlanmanın ve gelişmenin ülkemizdeki
en önemli temsilcisi olmuştur. CHP bugün de
siyasal kimlik ve çizgi olarak bu noktadadır.
Ben bu bağlamda CHP’yi Türkiye için bir fırsat
olarak görüyorum.
Öte yandan adaletin ve kalkınmanın temsilcisi
oldukları iddiası ile iktidara gelen AKP bugün
adaletsizliğin ve kalkınmasızlığın kaynağı
haline gelmiştir. AKP modernleşmeyi kendini
destekleyen kesimlerin zenginleşmesi olarak
algılamaktadır. Özgürleşmeyi önemsiyor gibi
gözüken bu sembolik siyasi birliktelik aslında
birçok alanda yasakçılığı desteklemektedir.
Bu doğrultuda AKP’yi zaman zaman özgürlükleri kısıtlayan, Cumhuriyet ilkeleri ile
çelişen uygulamalar içerisinde olan ve aynı
zamanda Anayasa mahkemesi tarafından
“laikliğe aykırı fiillerin odağı” olmaktan da
suçlu bulunmuştur. İşte bütün bu nedenlerle
AKP Türkiye için bir tehdittir.
•NASIL:Sizin siyasal çalışmalarınızı CHP’de
sürdürmenizin nedenleri nelerdir?
•Öncelikle CHP’nin geçmişine saygı duyuyorum. CHP, yakın Türkiye siyasi tarihinin baş aktörü ve Cumhuriyetin kurucusu konumundadır.
İkincisi CHP’nin lider kadrosuna da büyük
saygı duyuyorum. 90 yıllık tarihinde CHP’nin
6 genel başkanı olmuştur. Bütün bu başkanlar
son derece saygın liderler olmuşlardır.
Üçüncü olarak CHP’yi bugünkü karanlık ortamdan aydınlığa geçişte bir fırsat olarak
görüyorum.
Dördüncü olarak CHP’nin parti örgütünü
önemsiyorum. Bugün bir takım müdaheleler ve imkansızlıklar söz konusu olmasına
rağmen, partisine çok bağlı, ülke çıkarlarını
her şeyin üstünde gören bir örgüt yapısı
bulunmaktadır. Uzun yıllar sivil toplum örgütlerinde çalıştığım ve bu nedenle örgütçülükten geldiğim için CHP’nin temel taşı olan
örgüt yapısının entelektüel bilgi birikimi ve
ülke sorunlarına karşı duyarlılığı bakımından
Türkiye ortalamasının üzerinde olduğunu
görüyorum ve bunu çok önemsiyorum.
Beşinci olarak CHP’nin Türkiye’de çok büyük
bir tabanda potansiyeli olduğunu biliyorum.
Bu büyük kitle aysbergin altında kalan dev
kütleye benzemektedir. CHP doğru politikalar
uygularsa o uyuyan güç harekete geçecek CHP
gerçek bir kitle partisi haline gelecektir. Bütün bu olguları alt alta sıraladığımda CHP’nin
Türkiye’de yeniden iktidar olabileceğini
düşünüyorum.
Kişisel açıdan bakıldığında kendimi CHP’nin
bir parçası olarak hissediyorum. CHP örgütünden ve tabandan aldığım destek ve motivasyonla da yeniden iktidar olma yönünde
parti içerinde değişim ve dönüşüm sürecinde
aktif olarak yer ve rol almak istiyorum.
•NASIL:CHP için muhalefet görevinin bir
yazgı haline gelmesinin nedenleri nelerdir? CHP Genel Başkanlığına gelirseniz
bu yazgının kırılması için tasarımınız ne
olacak?
•Öncelikle ben bu durumun bir yazgı olduğuna
inanmıyorum.
Türkiye’deki
gelişmeleri
dünyadan ayrı olarak değerlendirmek yanlış
olacaktır. Yaklaşık son çeyrek yüzyıldır dünyada hakim olan neo-liberal politikalar dünyada
ve ülkemizde sol ve sosyal demokrat siyasal
hareketlerin etkili olmasının önünde engel
teşkil etmiştir.
SAYI 5/6
Bugün gelinen noktada, küresel krize neden
olan bu neo-liberal politikaların iflas ettikleri
ortaya çıkmıştır. Değişen dünya içinde yolunu
arayan Türkiye çok ciddi riskler altındadır. Bu
riskler karşımıza ekonomik kriz, toplumsal
ayrışma ve kutuplaşma, siyasal istikrarsızlık
olarak çıkmaktadır. Laik, demokrat ve çağdaş
Türkiye Cumhuriyeti’nin iyi yönetilmesi gelecekte yaşamsal önemdedir.
AKP iktidarından beslenen siyasal islamda,
buna tepki olarak gelişen ırkçı ve içe kapanmacı
arayışlarda; bir çözüm sunamadıkları gibi,
mevcut krizi ağırlaştırmaktadırlar.
Bu krizden ve çıkmazdan, ancak, siyasi
merkezi demokratikleştirerek çıkabiliriz. CHP
si bu misyonu üstlenebilecek yegane siyasi
partidir.
CHP ülkemizin karşı karşıya bulunduğu tüm
sorunları giderecek, beklenen yenileşme
atılımını gerçekleştirecek, toplumu esenliğe
çıkaracak, insanların güven ve mutluluğunu
sağlayacak gerici ve ırkçı başkaldırılışın
önünü kesecek, siyaseti ve yaşamı tüm kirliliklerinden arındıracak tek partidir. Çünkü
CHP, kökleri ve temel ideolojisiyle özgürlükçü
ve sosyal demokrat bir partidir.
CHP, Türkiye’yi; tüm kesimlerin refah seviyesini yükselterek, insani ekonomik kalkınmayı
gerçekleştirerek, yoksulluğa ve işsizliğe
karşı mücadele ederek, bölgesel ekonomik
kalkınma farklarını ortadan kaldırarak,
toplumsal birlikteliği güçlü bir ülke yapmayı
amaçlamaktadır. Bu amaç, CHP’nin özüdür.
Ancak bu amaca ulaşmak için CHP’nin mutlaka yeniden iktidar olması gerekmektedir.
CHP’nin yeniden iktidar olabilmesi içinde,
Söyleşi
yeni bir yönetim anlayışı ve siyaset kültürüne
ihtiyacı vardır.
CHP öncelikle halkın sesine kulak veren ve
sorunlarına çözümler üreten bir yapıya sahip
olmalıdır. CHP özüne dönerek değişmelidir.
Halkın yeni bir iktidar talebi olan, Türkiye’nin
acil olarak sosyal demokrat, halkçı ve özgürlükçü özüne dönen bir CHP’ye ihtiyaç vardır.
Bunun içinde parti içi demokrasi anlayışında
ve katılımcılık yolunda
cesur adımlar
atılmalıdır. Ayrıca tüm Cumhuriyet değerlerini
barındıran sosyal demokrasinin evrensel
ilke ve değerlerine sahip çıkılmasına ihtiyaç
vardır.
Bu iki adım CHP’ye iktidar yolunu açacak
bir yol haritası sunmaktadır. Aynı zamanda
bunları yaparsa CHP iç barışı sağlayacak ve
kendi ile bütünleşerek büyüyecektir.
Parti içi demokrasiyi gerçekleştirme yolunda
yapılması gereken temel adımlar örgütsel
değişimin demokrasiyi hedeflemesidir.
Tüzük ve program kurultayı düzenlenerek,
tüzüğümüzün yenilenerek, parti içinde demokrasi, örgüte tam yetki, üyelere güven,
ortak akılla karar alma süreçlerinin önü
açılmalıdır. CHP özel ilişkilerin değil,
kuralların geçerli olduğu bir parti haline gelmelidir.
Ön seçim ilkesi temel kabul edilmelidir, tüm
CHP üyelerinin seçme ve seçilme hakları
güvence altına alınmalıdır.
Parti içi çoğulculuk güvence altına alınmalıdır.
Hiç kimse düşünceleri dolayısıyla partiden
dışlanmamalıdır. Çoğulculuk bizim parti
olarak yenilenme, değişim, sorun çözme
yeteneğimizin garantisi olmalıdır.
Üye tabanı genişletilmeli, özellikle kadınlar
ve gençler teşvik edilmelidir.
CHP milli mücadele ruhunu muhafaza ederek, evrensel sosyal demokrasi vizyonuyla
Türkiye’nin temel meselelerine eğilmelidir.
Halkın gündemi ve öncelikleri dikkate
alınmalıdır. Bu gündeme göre hem reaktif,
hem proaktif proje ve çözüm üreten, gündem yaratan bir yapıya sahip olunmalıdır. Bu
çerçevede CHP siyasetine derinlik ve farklılık
yaratacağını düşündüğüm 7 temel alan
şunlardır :
İdeolojik değişim = Hedef iktidar
Sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve
1-
toplumsal refah: daha çok üretim, daha adil
bölüşüm.
Toplumsal barış ve demokratikleşme:
2-
hak, özgürlük ve sorumluluklarda tam etkinlik
Laiklik ve çağdaşlaşma: inançlara
3-
müdahale etmeden siyasal islamla mücadele
Örgütlü toplum ve sosyal politikalar:
4-
demokrasi ve sosyal adalet için daha örgütlü
bir yaşam.
Devletin yeniden yapılanması : şeffaf
5-
kamu yönetimi ve katılımcı yerel yönetim
Barışçıl, aktif ve saygın dış politika ;
6-
insan odaklı bölgesel ve dünya barışını amaçlayan ve Türkiye’yi güçlü bir aktör konumuna
taşıma.
Çevre koruma ve küresel ısınma :
7-
üretim ile çevre koruması birbirleriyle çelişen
değil, birbirlerini tamamlayan fonksiyonlar
haline getirmek.
Söyleşi | Ayhan Yalçınkaya
204
{
“Öncelikli
hedef; toplumu
dönüştürmektir.”
Ayhan YALÇINKAYA
}
Belki sorun yeterince inanmamaktan kaynaklanmaktadır. Yaptığınız iş siyasetse
eğer ona delice inanmadan verdiğiniz mücadele sadece yerel yönetimlerde parlamentoda bir sandalye kapma yarışına dönüşecektir. Eğer delice inanmışsanız
kavganıza mesele bir yere seçilmek değil kendi iddialarının kendi ideolojinin
toplumda yaşayabilmesini sağlamak için olacaktır. Bu noktada sizin nerede
olduğunuz değil düşüncenizin nerede olduğu önemli olacaktır.
Toplumu yok sayarak siyaset yapmak mümkün müdür? Toplumun nasıl yaşadığını
önceliklerinin nasıl değiştiğini anlamadan ve hatta merak etmeden yapılan siyaset başarılı ya da kalıcı olabilir mi?
Bir siyasi partinin başarısı onun iktidar olup olmaması ile doğrudan ilgili değildir.
Öyle partiler vardır ki hiç iktidar olmadan kendi ideolojilerini toplumda kabul
etmişlerdir. DTP hiç iktidar olamadı diye ona başarısız demek mümkün müdür?
Türkiye genel affı tartışan bir ülke haline geldiyse bu DTP mücadelesinin sonucu
değil midir?
Önemli olan iktidar olmak değil öncelikli hedefi toplumu dönüştürme noktasına
getirmektir. AKP gerçeği sadece emperyalizmin katkısı veya karizmatik önderlik
söylem gücü vs ile açıklanamaz. AKP bir konjonktür sonucu iktidar olmuş ve iktidarda kalıcı hale gelmiş bir parti değildir. AKP özellikle 12 Eylül sonrasında ivme
kazanan toplumsal dönüşümün bir sonucudur. 12 Eylülden bu güne isimleri
farklı ideolojileri benzer partiler tarafından yönetilen toplum tarikat ve vakıfların
da hızlı ve etkin çalışmalarıyla bir dönüşüme uğramıştır. 99 yılında bir konjonktürle iktidara gelen DSP, eğer toplumsal dönüşüm sola doğru olsaydı ertesi
seçimlerde yenilmezdi.
Siyasal islamı bir oy malzemesi olarak kullanan tüm partiler bugünün iktidarını
hazırlamışlardır. Eğer toplumda bir felsefeyle ilgili propaganda yaparsanız o
propaganda sadece felsefenin gerçek sahibine katkı yapar. Örneğin CHP’nin
çarşaf açılımı sadece siyasal islamın partisi AKP’ye katkı sağlar. Bu açılımı başta
Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm AKP’lilerin alkışlaması tesadüf değildir. Kaldı ki
seçim sonuçları da muhafazakar kentlerde CHP’nin oyunun artmak şöyle dursun
düştüğünü göstermektedir.
Bir solcunun temel hedefi toplumu daha eşit daha çağdaş daha özgür bir toplum
haline getirmektir. Bu nedenle siyasi mücadele kısa süreli olamaz. Bir toplumu
dönüştürmeye yönelik mücadele birkaç on yıllık mücadeledir. İktidar bu müc-
adeleye bağlı olarak gelişirse kalıcı olacaktır.
Öncelikle solun kitle partisi olan CHP siyaset yapma anlayışını konjonktürel iktidar yakalama noktasından toplumu dönüştürme noktasına çekmelidir. Bu noktadan hareket edilirse partinin örgütlenme ve propaganda modelinin kökten
değiştirilmesi gerektiği görülecektir. Programın ve tüzüğün yeniden ve derinlemesine ele alınması gerekmektedir. Bunlar ciddiyetle ele alındığında toplumla
birlikte iktidar yolunun nasıl açılacağını görmek mümkün olacaktır.
Örgütlenme:
Örgütlenmeyi daha çok CHP’li yaratma yanlışlığından çıkarmalıyız. Mesele daha
çok partili yaratmak değil daha çok özgür insan yaratmak olmalıdır. Daha özgür
insanlar siyasal tercihlerini zaten o özgürlükleri savunan partiye verecektir. Yani
insanların ortak sınıfsal çıkarlar çerçevesinde örgütlenmelerini teşvik etmek ve
bununla ilgili çalışmalar yapmak insanları özgürleştirecektir. Örgütlü toplum
teslim olmayan toplumdur özgürdür. CHP’nin iktidar olmasıyla DİSK’in üye sayısı
arasında bir doğru orantı olduğunu görmek gerekir. DİSK’in güçsüz olması sol
partilerin güçsüz olmasının sonucu ve aynı zamanda nedeni değil midir? Örgütlenmenin ana mantığı toplumu örgütlü hale getirmektir.
Örgütlenme sadece parti örgütlerinden ibaret değildir. Dernekler, vakıflar,
sendikalar, meslek odaları vs örgütlenmenin önemli unsurlarıdır. Bu alanlarda
etkin olmalı, bu alanların güçlenmesine katkı koymalıyız. Devrimci bir örgütlenme metodu oluşmalıdır. Dışarıda verilen mücadelede karşı tarafın kullandığı
enstrümanların gücünü kırmak onları eleştirmekle yetinerek olmaz. Alternatif
örgütlenmeler sürekli yaratılmalıdır.
Kongreler parti örgütünün tali çalışmaları haline gelmelidir. Kongreleri düşmana
karşı kazanılmış bir meydan savaşı olmaktan çıkarmak zorunludur. Birbirini sevmeyen insanların oluşturduğu bir örgüt çalışamaz. Başarıların sadece parti içi
sayılarla ve parti içi dengelerle ölçülmesi bu durumun ana kaynağıdır. Bir örgütün başarılı olup olmaması toplumla arasındaki güven ilişkisinden çok üst kurul
delegelerinin sadakatiyle ölçülmektedir.Bu örgütleri örgüt olmaktan çıkarıp
delege kontrol elemanları haline getirmektedir. Hızla terk edilmesi gereken bu
anlayış partinin ana örgütlenme modeli olan sandık çevre sorumlularıyla örgütlenme şansını da yok etmektedir. Oysa bir sandık çevre sorumlusu seçmenle bir
Söyleşi | Ayhan Yalçınkaya
206
akraba kadar yakın ilişki kurarsa toplumdan kopmamak mümkün olur. Aksi halde toplumun gündemi ile partinin gündemi bir türlü birleşemez.
Genel Merkez örgütlerle sık ve verimli toplantılarla bir araya gelmelidir. Parti
gençlik ve kadın kolları işini ciddiye almalıdır. Parti uzun bir zamandır bir tercih olarak belki de bu yan kolların güçlü olmasıyla pek ilgilenmemiştir. Güçlü
bir gençlik kolu gelecek ,güçlü bir kadın kolu evlere girebilmek anlamını taşır.
Propaganda:
Son birkaç seçimde parti propagandayı olumsuz mesajlarla taşıdı. Yani
ne yapmayacağını halka anlattı. Ezdirmeyeceğini, soydurmayacağını ve
böldürmeyeceğini anlatarak girdi seçimlere. Ne yapmayacağımızdan çok ne
yapacağımızı anlatmak halka daha sıcak gelecektir. Korkutarak yapılan propaganda başarısız olmaya mahkumdur. Korku değil umut iktidar olur. Ne
yapacağımızın doğru anlatılması gerekir.
Propagandanın merkezi olarak sadece TV ekranlarını seçmek propaganda
gücünü zayıflatmaktadır. Propaganda mutlaka halkla yüzyüze yapılmalıdır.
Örgütler Milletvekilleri parti yöneticileri yüz yüze propagandanın ana
uygulayıcısı olmalıdır.
Örgütlerin yaptıkları eylemler günü kurtaran eylemler olmaktan çıkmalıdır.
Yapılan her eylem bir sosyal fayda amacını gütmelidir. Kızılay meydanında oturma eylemi yapan sendika üyelerine uzaktan destek mesajı vermek yerine onlarla
oturmayı ortak eylemlilik geliştirmeyi sağlamak gerekir. Ankara Demetevlerde
Büyükşehir belediyesinin hatası sonucu oluşan su baskınını sadece zarar gören
esnafın önünde yapılan basın açıklamaları veya mecliste verilen soru önergeleriyle geçiştirmek yerine örgüt elinde kovasıyla o insanlara yardımcı olmalıdır. Her
eylemde bir sosyal fayda olmalıdır.
Program ve Tüzük:
Sabanı dikkate almadan tarım devrimini ve onun getirdiği toplumsal düzeni anlamak nasıl mümkün değilse, buharın üretimde kullanılmasını dikkate almadan
sanayi devrimini ve onun yarattığı toplumsal düzeni anlamak nasıl mümkün
değilse, yeni bin yılın devrimi mikroçipi dikkate almadan bugünün yeni toplumunu anlamak ta mümkün değildir. Eski toplumsal düzeni ön kabul yaparak ortaya çıkan sol duruşlar geçerliliğini yitirmektedir. Yeni bir sınıfsal duruş mutlaka
sol içinde tartışılmak durumundadır. Parti programı bu ana eksen üzerinde belki
1 yıl boyunca yapılacak uzun tartışmalar ve katılımcılık metoduyla yenilenmelidir. Köklü bir tartışmaya ihtiyaç vardır.
Tüzük üyelik haklarını garantiye alırken üyelik sorumluluklarını da açık ve detaylı
belirten bir anayasa haline getirilmelidir. Parti Gençlik ve Kadın kollarının üyelik
ve doğal delegelik hakkı gibi pozitif ayrımcılık tüzüke konulmalıdır. Seçme ve
seçilme hakkının önündeki engeller kaldırılmalı, tüzüğün örgütü önemsizleştiren
maddeleri örgüt lehine yeniden düzenlenmelidir. Önseçim , çarşaf liste , adaylık
yeter sayısı gibi maddeler örgüt isteği doğrultusunda yenilenmelidir. Tüzük
katılımcılığı esas alan bir temelde yeniden yapılandırılmalıdır. Üyelikler internette kullanılacak bir ağ program ile tüm üyeler tarafından görülebilecek bir
hale getirilmelidir.
Son tahlilde;
Bugün mücadele edilmesi gereken AKP iktidarı değil AKP toplumuna dönüşme
tehlikesidir. Devlet olanakları, belediyeler, vakıf ve derneklerle, güçlü sermaye
altyapısıyla AKP lümpen bir toplum yaratma çabasını sürdürmektedir. Türkiye’de
cemaat yurtlarının sayısının ışık evleri hariç 1924 ‘ü bulması bununla mücadele
etmek için sadece söylemin kınama mesajlarının yeterli olmadığını göstermektedir. Karşı devrim sürecinin yaşandığına inanıyorsak çözüm devrimci eylem
sürecidir. Yaratılmak istenen düzenin tarikat yurtlarıyla, yeşil sermayesiyle,
belediyeleri ile, devlet olanakları ile mücadele ancak devrimci eylem süreciyle
mümkün olur. Bu da şikayet etmek yerine alternatifler oluşturmaktır.
Yurt yapmak, burs olanakları yaratmak, çağdaş iş hayatını desteklemek, kendi
belediyelerimizin çağdaş örgütlenmelere destek vermesini sağlamak , dernek
kurmak, vakıflar kurmak gibi somut atılımlara ihtiyaç vardır.
Bunun için uygun bir kadro mutlaka ilçe örgütlerlinden başlayarak parti içinde
görev almalıdır.
Ulus Devlet
Ulus Devlet : Türkiye Cumhuriyeti , özellikle medya odaklı tartışmalarda tanımların
birbirine karıştırıldığı bir ortamda, “ulus devlet”, “ulusal devlet”, “üniter devlet”, “cumhuriyet” ve “demokrasi” kavramlarının tarihi,
hukuki, sosyolojik gelişimini Türkiye’den ve
dünyadan örneklerle inceliyor.
Hukuki dayanaklarını Türkiye Cumhuriyeti’nin
temel kurucu antlaşmalarından; siyasi, sosyal ve kültürel dayanağını ise ulusçu düşünceyi
savunarak ulus devletimizi kuran Kemalizmden alan Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti’nin
bugün karşılaştığı sorunların yerel-küresel
nedenlerini ve çözüm yollarını Prof. Dr. Anıl
Çeçen’in kırk yılı aşan birikimiyle hazırladığı
bu kitapta bulacaksınız.
Kilit Yayınları, 502 sayfa, 20 TL
Okuyan İnsan
Türkiye solunda özellikle 1970’lerle
birlikte adından söz ettiren, siyaset
kurumunda nezaketin, ağırbaşlılığın,
akademik bilgiyle pratik siyasetin
birbirini
destekleyebileceğinin,
örgütün her şeyin başı sonu olduğu
bilincinin, ulusal ve uluslararası
düzeydeki çatışmaların arasından
yüzünü gösteren barışın üzerine titremek gerektiğinin ve belki de en
önemlisi köklerini kaybetmeden,
“değişmeden sürekli yenilenme”nin
(s.172) önemli savunucularındandı
İsmail Cem.
208
{
Bir “Vitrin Adam”
Olarak İsmail Cem:
Önemsenmeyen Örgüt
Bilgisi
Okay Bensoy
}
Ben Böyle Veda Etmeliyim... : “İsmail Cem Kitabı”
Söyleşi: Can Dündar
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, 297 s.
Zengin ve İstanbul kökenli bir ailenin
Robert Kolej eğitimi almış, 16 yaşında
dil öğrenimi ve hayat tecrübesi için
Amerika’ya ayak basmış, kültür-sanat
faaliyetleri ile küçük yaşta tanışmış
seçkinlerinden birisiydi... Lozan’da
aldığı hukuk eğitimi sırasında Türkiye ile bağlarını koparmamış, siyasi
gelişmelere sürekli kulak kabartmış
fakat pratik siyasete ilk dönemler
biraz mesafeli durarak eğitimini ön
planda tutmuş bir gazeteci ve hukukçu adayıydı o... İsmail Cem (İpekçi),
“iyi ve şanslı (eu)” doğmuş olmanın
getirdiği avantajlardan yararlanmayı
bilse de, toplumdaki eşitsizliklere burun kıvıran, böyle gelmiş böyle gider
tavrını takınan zengin çocuklarından
olmadığını, gününü gün edip orada
burada tozmaktan çok toplumsal sorunlarla ilgilenmeyi vazife edindiğini
çocukluk
döneminin
önemli
olaylarından biri olarak not düşüyor
bu “nehir söyleşi” kitabına...
Onun için, zengin doğmuş olmak,
belirli bir üst çevreye “ait olmak”,
eşitsizliklere gözlerini kapamak
anlamına gelmiyordu; tam tersine
zenginlik, okuyup büyüdüğü muhitin nasıl zenginleştiğine, toplumsal
farklılıkların nasıl azaltılabileceğine
dair bir “içeriden” okuma imkânını
sağlıyordu. Robert’te yatılı okurken,
16’sında Amerika’da zengin bir ailenin yanında yaşarken (s.30), Lozan’da
üniversiteyi bitirirken (s.58), 40’ında
Fransa’da yüksek lisans yaparken
(s.154), TRT’de işçi-memur ve köylüye
haklarını nasıl arayacaklarına dair
haber programları hazırlarken
(s.125) aklında hep aynı soru vardı:
Toplumu saran eşitsizlikler nelerdir ve
bunlar adına yürütülecek siyaset ne
olmalıdır? Özel mülkiyete bakış nasıl
olmalıdır? Zengin olmak, tüm dünyada düşünülecek olursa, insanlık için
bir şeyler yapmaya engel midir? Bir
zengin ya da seçkin, toplum için neler
üretebilir, kişisel birikimi toplumsal
süreçlere ne katkı koyabilir? Ortaya
konacak örgüt(çülük) planı tüm bu
soru işaretlerini ortadan kaldırabilir
mi?
Can Dündar’ın uzun bir döneme
yayılan ve İsmail Cem’in hastalığı
nedeniyle kimi zaman kesintilere uğrayan söyleşisi, Cem’in
vefatından sonra yayımlanabildi
(Ocak 2008). Çocuklarının ve eşinin
SAYI 5/6
Kültür&Sanat
de tamamlanmasına katkı koydukları, belge/bilgi,
fotoğraf ve tanıklıklarla destekledikleri kitap, kısa
sürede oldukça fazla okura ulaştı. Kişisel anı ve siyasi
tanıklıklarla bezeli söyleşi, Türkiye’de gerek siyasal,
gerekse bürokratik süreçlerin nasıl işlediğini merak
eden okurlara önemli detaylar sunuyor. Hayatı
zevkli hale getirmeye çalışan bir adamın tutkularını,
ilgi alanlarını konu edinen son bölüm bir yana,
Türkiye’de elit bir aileden gelip de küçük yaştan itibaren sosyal sorumluluk hissi taşıyan, gazeteciliğe,
yazarlığa, siyasetçiliğe, bürokratlığa sırf bu dert
üstünden soyunan bir insanın yaşamöyküsünü okumak ilginç olsa gerek...
parti”miz”in göğsünü kabartan ama tekere çomak
sokmasına, partideki siyasi rantlara dokunmasına
müsaade edilmeyen güleryüzlü, nazik bir hariciyeci... Akademik bilgisini işletmeye hazırlanacağı,
yeni örgüt yapılanmalarına dair öneriler sunacağı
anda bir yurtdışı göreviyle ‘onurlandırılan’ bir bakan,
bürokrat, milletvekili... Başarıları makam/mevkilerle
taçlandırılan, işbilirlik anlamında partiye lazım olan
ama bir yandan da “uzakta dursun, bizim olsun” kadar genel merkez katına yaklaştırılan bir “başvuru
kaynağı”...
Daha ilginci ise, sosyal sorunların çözümünde
örgütçülüğü fazlasıyla önemseyen İsmail Cem’in,
parti içi demokrasi esasları üzerinde yazıp çizerken
görüşlerinin arka plana itilmesi, bunun yerine
uluslararası tecrübelerinin devlet ve üyesi olduğu
partiler (CHP-SHP-SODEP-DSP-YTP) katında “vitrin” vazifesi olarak değerlendirilmesi... Yer aldığı
tüm siyasi oluşumlarda partiye örgütçülük alanında
hizmet vermek isteyen Cem, “dış gösteriş”e değer
veren kurumlarca ülkeyi uluslararası alanda temsil etmeye itiliyor... Örgüt, kendi içine kapanmayı,
demokratikleşmeye tercih ediyor, İsmail Cem’in olası
önerilerini dinlemek yerine onu sınırlandırılmış,
kuralları önceden saptanmış bir statüde çalışmaya
zorluyor. Bunun adı kimi zaman TRT Genel
Müdürlüğü, kimi zamansa konseylerde konuşturulan
ve bir ayağı dışarıda olan milletvekilliği, kültür ya da
dışişleri bakanlığı oluyor... Cem, sanki üye olduğu
partilerin, oluşumların yüzakı, akil adamı ama partiyi
örgütün yönetmesine karşı olan ya da tedrici yaklaşan
merkez kadrolarının sürekli dışarıda tutmaya özen
gösterdiği için dışişleri ile “oyaladığı” bir “vitrin
adam”... “İç-işler”den el etek çektirilen bir “dış-işler”
bakanı... Aldığı “harici” görevleri başarıyla yürüten,
Parti içi fikir iletme kanallarının kâğıt üstünde
açık olmasına karşın, bunu uygulayabilecek
mekanizmaların ve kişilerin mümkün olduğunca
işe karıştırılmamasına yine İsmail Cem’in Ecevit’le
ilişkilerini örnek verebiliriz... Aşağıdaki “kol
uzaklığı ve yakınlığı” saptaması, Ecevitlerin ileride
yaşayacakları yalnızlaşmayı özetlemekle kalmıyor,
Türkiye’deki parti içi demokrasinin haritasını
sunuyor, İsmail Cem’in yazımıza başlık olan “vitrin
adamlığı”nı tasvir ediyor sanki:
“DSP yönetimi, katkıya tamamen kapalı bir ortam
değildi. (...)Sadece bu katkıyı koyacakların belirlenmesi, Ecevit ailesine ait bir imtiyazdı, bir haktı. Orada
olacakları onlar belirliyordu. Meclis grubunu kimler yönetecek, kimler milletvekili adayı, il başkanı
olacak? Demokratik bir süreç değildi bu, hatta bir
danışma süreci oluyor muydu, onu da bilmiyorum. Kararları onlar doğrudan veriyordu. Aslına
bakarsanız öteki partilerde de pek fark göremezsiniz. (...) Ecevit beni hep belli bir mesafede, aynı
anda hem kol uzaklığında hem de kol yakınlığında
tutmuştur. Hiçbir zaman beni kırmamıştır. Çok
yakınına da almamıştır. Benim en iddialı olduğum
konuda, ‘İsmail Cem, biz bu partiyi nasıl nasıl daha
fazla geliştiririz, nasıl daha iyi örgütleniriz, parti içi
eğitime ne gibi ivmeler katabiliriz?’ diye sormamıştır.
Böyle bir yakınlığı hiçbir zaman göstermediği gibi,
beni hiçbir zaman da uzağa itmemiştir.” (s.196-197)
Abdi İpekçi, söyleşinin “Gençlik Yılları” bölümünde aktarıldığı haliyle (s.70), gazeteci İsmail
Cem’i şöyle tanımlıyormuş: “Yumuşak malzeme
içine sarılmış inat...” Yani istediğini eninde sonunda alır, ama karşısındakine asıl hedefini belli
etmeden, ona karşı nezaketini kaybetmeden, onu
kırmadan, yıpratmadan... Gençlik yıllarındaki bu
değerlendirme, siyasete atıldığı CHP saflarından
başlayarak SHP-SODEP-tekrar CHP-DSP ve
YTP bünyesinde yaşananları düşününce iyice
doğrulanıyor. Üyesi olduğu siyasi partiler, belki de
Abdi İpekçi’nin tanımladığı gazeteci İsmail Cem’i
sadece diplomaside, yani daha steril haliyle görmek
istediler... Maazallah, aynı meziyet okları bu defa
örgüte yön vermeyi aklına koysaydı, bütün ipler
birkaç sene içinde İsmail Cem’in eline geçebilirdi... Partiler, anlaşılan Abdi İpekçi’nin referansını
zamanında iyi etüt etmişler, “yumuşak malzeme”ye
kanmamışlar ki, İsmail Cem ömrü boyunca istediği
gibi bir demokratik parti yönetimini oluşturamadı.
Ve bir yazarın belki de tükenme ânı, anılarını deştikçe
kaleminin hayat karşısında büküldüğünü bir yandan
vakurca kabullenirken, diğer yandan serzenişini dillendirmesi: Yazdık, yazdık da n’oldu! (s.172, 182)
Demokratik sol ya da onun aynı şey dediği demokratik sosyalizm üzerine gençliğinden beri araştırmalar
yapan, farklı bilgi düzeylerine birçok kitapla hitap
eden, temelde Avrupa tipi (Kıta Avrupası ve özellikle Fransa) solu referans alan ama Doğu ve Anadolu
kaynaklarını da inceleyen İsmail Cem, 1980’lerin sonunda Türkiye’de sosyal demokrasiye örgüt bazında
yön verebilecek çalışması (Deniz Baykal ile birlikte)
Yeni Sol’un da uygulanamamış olmasına aynı cevabı
veriyor:
Yazdık, yazdık da n’oldu!
...sayın genel sekreterim
212
“ … sayın genel
sekreterim”
CHP’de Genel Sekreterlik
Kavramı ve
Genel Sekreterler
{
Tunç Özdemir
}
SAYI 5/6
Siyaset
Türk Dil kurumu Güncel Türkçe Sözlük
21
a. Bazı kamu kuruluşlarında, siyasi partilerde veya büyük özel kuruluşlarda yönetim işlerini
yürüten görevli, genel yazman, umumi kâtip.
“Genel Sekreterlik” kavramı, bir söz öbeği olarak
sözlüklerde yukarıdaki kadar basit tanımlanırken, siyasi yaşamımızda ve özellikle Cumhuriyet Halk Partisi
içinde son derece etkin, üzerinde çokça tartışılan ve
ciddi çekişmelerle elde edilen bir makam olarak ortaya
çıkmaktadır.
“Devleti Kuran Parti”, CHP’nin gerek bu özelliği gerekse, siyasi mücadele süreci içinde zamanla bir “sol”
parti kimliğine bürünmesi, parti yönetim organları
içinde “Genel Sekreterlik” makamını öne çıkarmıştır.
Daha basit bir ifadeyle, CHP’deki genel sekreterlik,
Atatürk dönemi dışarıda tutulursa, Genel Başkanlık’
dan sonraki en etkin makamdır. Parti içinde bir tür “ikinci adam”lıktır.
Birçok siyasi partide olduğu gibi, CHP’de de partinin
örgüt yapısından sorumlu makamdır genel sekreterlik.
Örgütlerin çalışma esasları, birbiriyle sağlayacakları
eşgüdüm ve de daha da önemlisi etkin bir parti
yapısının oluşturulması genel sekreterliğin görevidir.
Cumhuriyet Halk Partisinin genel sekreterlerine
baktığımızda karşımıza ilginç bir tablo çıkmaktadır.
CHP’nin genel sekreterleri arasında Memduh Şevket
Esendal gibi ünlü bir edebiyatçıdan, Recep Peker, Refik
SaydamgibiAtatürkdönemininbaşbakanlarına,Kasım
Gülek gibi bir dönem Türk siyasetinde sembol olabilmiş
kişilere kadar çok çeşitli isimler bulunmaktadır. Daha
sonradan parti genel başkanlığına seçilebilmiş Bülent Ecevit ve Deniz Baykal (Baykal’ın genel sekreter-
lik yaptığı SHP, 12 Eylül sonrasında kapatılan
CHP’nin siyasi mirasçısı olarak CHP geleneği içinde
değerlendirilmelidir.) da dikkat çeken genel sekreterlik figürleri olarak öne çıkarmaktadır. Diğer yandan
aynı makamda, bir siyasi cesaret örneği göstererek bir
seçim önce CHP’ye oy vermediğini ifade eden Tarhan
Erdem ile, sonradan CHP geleneğine tam zıt bir partiden milletvekili ve bakan olan Ertuğrul Günay gibi siyasetçiler de oturmuştur. Bu önemli koltuk şimdilerde,
bazı söz ve demeçleriyle kamuoyu gündemine gelen,
kendi deyimiyle “çekirdekten siyasetçi” Önder Sav’a
aittir. Sonuç olarak, gerek CHP’nin iç işleyişinde gerekse Türkiye’nin siyasi yaşamında CHP genel sekreterleri her dönem önemli roller oynamışlardır.
GENEL SEKRETERLİĞİN ÖNEM KAZANMASI
Parti yönetim kademelerinin belirlendiği CHP
kurultaylarına baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti’nin
temellerinin atıldığı Sivas Kongresi, aynı zamanda
CHP’nin de ilk kongresi olarak kabul edilmektedir.
Mustafa Kemal’in Büyük Nutkunu okuduğu ve partinin değişmez genel başkanı olarak belirlendiği ikinci
kurultay ise 1927 yılında yapılmıştır. 1931 yılındaki 3.
kurultayda Saffet Arıkan’ın yerine genel sekreterliğe
getirilen Recep Peker bu görevde 1936 yılına kadar
kalmıştır. Burada dikkat çeken nokta, özellikle Serbest
Fırka olayından sonra CHP’ye saldırıların artmasının
ardından daha mücadeleci bir politika izlemek isteyen
CHP’nin, genel sekreter olarak sert bir “mücadele
adamı” olarak tanınan Recep Peker’i seçmesidir.
Partinin adının “Cumhuriyet Halk Fırkası”ndan “Cumhuriyet Halk Partisi”ne dönüştürüldüğü 4. kurultay,
aynı zamanda Mustafa Kemal’in katıldığı son kurultay
olmuştur. Bu kurultayda Genel Başkan, Genel Başkan
vekili ve Genel Sekreterden oluşan Genel Başkanlık
divanının partiyi ilgilendiren bütün işlerde karar alması
karara bağlanmıştır. Önceleri Mustafa Kemal ve İsmet
İnönü gibi iki ağır isimden sonra gelen genel sekreterlik Mustafa Kemal’in vefatından sonra partinin ikinci
adamlığı konumuna yükselmiştir. Diğer bir ifadeyle,
İsmet İnönü gibi tarihi bir şahsın bulunduğu genel
başkan vekilliği makamı, İsmet Paşa’nın genel başkan
olması ile konumunu genel sekreterliğe bırakmıştır.
1936 yılında ise İsmet Paşa tarafından İçişleri Bakanı
ile CHP genel sekreterinin aynı kişi olmasını öngören
bir genelge yayınlanmıştır. Böylelikle parti-devlet
birlikteliğinin sağlanması ile partinin içişlerinden sorumlu olan kişi, ülkenin de içişlerinden sorumlu kişi
haline gelmiştir. 1938’deki 1. Olağanüstü Kurultayda
da Refik Saydam İçişleri Bakanı ve Genel Sekreter
olarak belirlenmiştir. Refik Saydam daha sonra
Başbakan olunca yerine genel sekreterliğe Fikri Tüzel
getirilmiştir.
1939’da partinin 5. Kurultayında, genel sekreterin
içişleri bakanı olma zorunluluğu kaldırılmıştır. Tüzük
değişikliği ile genel sekreterin bakanlar kurulu üyeliği
sağlanmış, başkan vekili ise hükümet dışı bırakılmıştır.
...sayın genel sekreterim
214
1943’teki 6. Kurultayda, “genel sekreterin parti hükümetine üye olarak girmesini” öngören parti tüzüğünün
29. Maddesi, “bugüne kadar uygulanmadığı” gerekçesiyle kaldırılmış, genel sekreter olarak Memduh Şevket
Esendal belirlenmiştir. Daha sonra Esendal sağlık
nedeniyle görevinden ayrılmış ve Nafi Atuf Kansu,
İsmet Paşa tarafından genel sekreter olarak atanmıştır.
Kansu da yerini 1947’de Hilmi Uran’a bırakmıştır.
1947 yılındaki 7. Kurultay, partinin daha demokratik
bir yapıya kavuşması açısından önemlidir. 19 gün süren
bu kurultayda, Genel Başkanlık Divanı kaldırılarak yerine kurultayca seçilen 40 üyeli “Parti Divanı” getirilmiş
ve genel sekreterin bu organ tarafından seçilmesi
karara bağlanmıştır. Bu kararın ardından Parti Divanı,
genel sekreterliğe Tevfik Fikret Sılay’ı getirmiştir.
İNÖNÜ’YE RAĞMEN GÜLEK DÖNEMİ
1950’deki 8. Kurultay’da parti tüzüğünde önemli değişiklikler yapılmış, Genel başkan vekilliği
kaldırılmıştır. İnönü’nün önerisiyle, genel sekreterin
kurultayca seçilmesi, Parti Divanı üyesi sayısının
40’dan 30’a indirilmesi benimsenmiştir. Böylelikle
genel sekreterlik için ilk kez parti tabanına dayanan
demokratik bir seçim yapılmış ve bu ilk genel sekreterlik yarışına 7 aday katılmıştır. Genel başkanlık seçiminde 488 oydan 487’sini alan İsmet Paşa, genel
sekreterlik seçiminde Nihat Erim’i desteklemesine
rağmen ilk turda yeterli çoğunluğu elde edemeyen
Erim adaylıktan çekilmiştir. Seçimi 2. Turda 485 oydan 224’ünü alan Kasım Gülek kazanmıştır. Kasım
Gülek’in bu seçim sırasında Kurultay salonunu baştan
başa dolaşarak, delegelerin elini tek tek sıkıp kart
dağıtması, o dönemde “Amerikan tipi adaylık” olarak
değerlendirilmekle birlikte, diğer adaylara karşısında
Gülek’i öne çıkarmıştır.
İnönü’ye rağmen seçim kazanan Kasım Gülek, her ne
kadar yaşamının son yıllarında cemaat lideri Fethullah
Gülen ile kurduğu yakın ilişki ile CHP kitlesinin tepkisini
çekmiş olsa da, 1950ler boyunca CHP’nin simge ismi
olarak öne çıkmış, etkin muhalefeti ile dikkat çekmiştir.
Gülek’in Demokrat Partililer ile atışmaları kulaktan
kulağa anlatılan bir çok hikayeye konu olmuştur.
9. Kurultay’da da genel sekreter seçilen Kasım Gülek,
1953’de partinin 10. kurultayında İnönü ile mücadele
etmek zorunda kalmış ve İnönü’nün genel sekreterin
kurultay yerine yürütme kurulu tarafından seçilmesi
isteğine karşı kurultay kürsüsünde söylediği “örgüte
verilmiş bir hakkı geri almak güçtür” sözüyle delegelerden destek görmüştür. Sonuçta İnönü’nün isteği
kabul görmemiş ve 809 delegeden 709’unun oyu ile
Gülek yeniden genel sekreter seçilmiştir.
Partideki ikinci adamlığı gitgide belli olan Gülek, 1954
yılındaki 11. kurultayda da bu yerini sağlamlaştırmıştır.
Kurultay başında oluşturulan Islahat Komisyonu, genel sekreterin kurultay tarafından değil de, kurultayda
belirlenen merkez kurul tarafından seçilmesini kabul
etmiştir. Bu karara şiddetle karşı çıkan Kasım Gülek,
uzun bir konuşma yapmıştır. Tüzük komisyonu, Islahat komisyonunun bu kararını reddetmiş ve genel
sekreterin seçeceği iki genel sekreter yardımcısının
Merkez Yürütme Kurulunda yer almasını karara
bağlamıştır. Bu karar ile genel sekreterin önemi ve
konumu güçlendirilmiştir, genel sekretere önemli
yetkiler verilmiştir. Parti meclisinin gerektiğinde genel
sekreteri azledebilme yetkisi de kaldırılmıştır.
Kasım Gülek’in kesin üstünlüğü ile sonuçlanan 11.
Kurultaydan sonra 12. Kurultayda da Gülek, genel
sekreterliğe tekrar seçilmiştir. Ancak bu sefer Parti
Meclisine Kasım Gülek’in muhalifleri de seçilebilmiştir.
1959’daki 14. Kurultayda Kasım Gülek tekrar genel
sekreter seçilmesine rağmen, Gülek’in listesi Parti Meclisinde kaybetmiş ve Parti Meclisinin üçte iki çoğunluk
ile genel sekreteri değiştirebilmesine karar verilmiştir.
Parti meclisinin kendisini düşüreceğini anlayan Kasım
Gülek, 27 Eylül 1959’da Genel Sekreterlik görevinden
istifa etmiş ve yerine parti meclisince İsmail Rüştü Aksal getirilmiştir. 15. Kurultay:1961 yılında toplanmış
ve Kurultaya damgasını İsmet İnönü ile Kasım Gülek
arasında ciddi bir çekişme vurmuştur. Gergin geçen
kurultayda, İnönü, yaptığı konuşmada delegeleri “ya
o ya ben” seçeneği ile karşı karşıya bırakınca Gülek,
ağır bir yenilgiye uğramıştır. Delegeler İnönü’nün bu
konuşmasından sonra Gülek ve ekibini partiden tasfiye etmişlerdir. İsmail Rüştü Aksal 957 oy ile genel
sekreter olmuş, Parti meclisine Gülek yanlılarından
kimse girememiştir. Burada önemli olan nokta 1309
oydan 1164’ünü alarak yeniden genel başkan seçilen
İsmet İnönü’nün otoritesinin sarsılmasıdır. Milli Şef,
örgüte karşı ya o ya ben diyerek rest çekme gereğini
duymuş, delegelere sözünü geçirmesine rağmen, otoritesi sarsılmıştır.
15. Kurultayın bir diğer önemli kararı da genel sekreterin kurultayca değil, Parti Meclisi tarafından seçilmesini
kabul etmesidir. 16. Kurultayın ardında Parti Meclisi
Kemal Satır’ı genel sekreterliğe seçmiştir.
ORTANIN SOLU VE ECEVİT TARZI GENEL SEKRETERLİK
“Ortanın Solu” akımının etkili olduğu 18. Kurultayda
seçilen 38 kişilik Parti Meclisinde ortanın solu ekibinin
lideri Bülent Ecevit 31 oy ile genel sekreterliğe seçildi.
Aynı şekilde 1968 yılındaki 19.kurultayda parti meclisi
seçimleri için en yüksek oyu alan Ecevit, Parti Meclisi
tarafından bir kere daha yanı göreve getirildi. Kendi
dönemi için yeni nesil bir siyasetçi sayılan Bülent Ecevit, Aksal veya Satır gibi İnönü’nün gerisinde kalmaya
özen gösteren bir genel sekreterlik yerine, seleflerine göre daha etkin ve vitrinde bir genel sekreter
SAYI 5/6
Siyaset
21
portresi çiziyordu. Özellikle CHP’nin “sol” kimliğe
bürünmesi sürecinde tavrını daha başında açıkça ortaya koymuştu. Giderek adından daha çok söz ettiren
bu genç ve “sol”cu siyasetçi, genel sekreterlik konumunu da kullanarak, bir lider alternatifi olarak dikkat
çekmekteydi. Zaten Ecevit’in genel sekreterliğinden
sonra, CHP geleneği içinde “Ecevit gibi genel sekreter”
ifadesi kullanılır olmuştu. Bu sözler, gerektiğinde genel
başkanın çizgisine ters düşmeyi göze alabilen, dinamik, genel başkanın gölgesinde kalmayan bir figürü
temsil etmekteydi. Ecevit öncesinden Kasım Gülek’in
bu çizgiye bir noktada yaklaştığı da düşünülmekteydi.
Yıllar sonra CHP geleneğinin devamı olan SHP içinde
de genel sekreter Deniz Baykal da “Ecevit tarzı” genel
sekreterliğe soyunacak, ancak Ecevit’ten farklı olarak,
lider adaylığında oğul İnönü karşısında üç kez yenilgiye
uğrayacaktı.
12 Mart Muhtırasına karşı duruşta İnönü ile fikir
ayrılığına düşen Ecevit, genel sekreterlikten istifa edince yerine Ecevit yanlısı Şeref Bakışık geldi. Bakışık’ın,
Ecevitçilerin kazandığı İstanbul ve Ankara parti kongrelerinin İnönü tarafından iptal edilmesine tepki
olarak genel sekreterlikten ayrılmasıyla, yerine yine
Ecevit yanlısı Kamil Kırıkoğlu geldi. Ecevit yanlılarının
güçlü olduğu o dönemin Parti Meclisi’nin seçeceği genel sekreterin farklı bir kanattan olması zaten beklenmiyordu.
İnönü, Ecevit’in etkin olduğu bu Parti Meclisi’nin
değişmesini istemekteydi. Mayıs 1972’deki 5.
Olağanüstü Kurultay’da tekrar “Ya o ya ben” diyen
İnönü, bu sözüne rağmen Parti Meclisi’nin güvenoyu
alması ile genel başkanlıktan ayrıldı. CHP’nin üçüncü
genel başkanı Bülent Ecevit oldu. Kırıkoğlu Ecevit ekibinin genel sekreteri olarak kalmaya devam etti.
SAHNEYE ÇIKIŞI
Kamil Kırıkoğlu, Faruk Gürler’in cumhurbaşkanlığına
adaylığı sürecinde ve seçim seçimleri ile süreci ile ilgili grup kararına aykırı hareket ettiği için “bürokratik
devrimcilik” ile suçlanıp 1975 yılında istifa etmiştir.
Yerine daha ılımlı kişiliği ile tanınan Orhan Eyüboğlu
seçilmiştir. 22. kurultayda tekrar genel sekreter seçilen
Orhan Eyüboğlu’nun yardımcıları ise Mustafa Üstündağ
ile sonradan yıldızı parlayacak olan Deniz Baykal
olmuştur.
Burada göze çarpan bir nokta da CHP’de Genel Başkanın
Genel Sekreterlik makamına hakim olma çabasıdır. Zira
eskiden İnönü’ye karşı çıkan Ecevit de aynı İnönü gibi
Genel Sekreteri Genel Başkanın seçme ilkesini kurultaydan geçirmek istemiş fakat başarılı olamamıştır.
Ecevit, kuşkusuz kendi sürecini de hatırlayarak, etkin
kullanıldığında CHP Genel Sekreterliği’nin parti içinde
önemli bir güce ulaşabileceğini ve hatta bu koltuğun
zaman içinde sahibini bir lider alternatifi olarak öne
çıkarabileceğini bilmekteydi.
Deniz Baykal’ın ilk defa ciddi olarak genel sekreterlik
adaylığı 1976 yılındaki 23. Kurultayda olmuştur. Genel Sekreterlik için Turan Güneş ve Orhan Eyüboğlu ile
yarışan Baykal, seçimi kazanamamış ve genel başkan
destekli Eyüboğlu genel sekreter seçilmiştir. 1973
yılından itibaren beş yıl süre ile genel sekreterlik yapan Eyüboğlu, hükümette yer alanların parti yönetiminden ayrılmaları kararı ile yerini, Baykal ile birlikte
genel sekreter yardımcılığı görevini sürdüren Mustafa
Üstündağ’a bırakmıştır. Üstündağ, 24. Kurultay ve
8. Olağanüstü Kurultayda da Genel Sekreter olarak
seçilmiştir.
ECEVİT’İN GENEL SEKRETERLERİ VE 12 EYLÜL’ÜN ARDINDAN
BAYKAL’IN
12 Eylül zulmünden sonra siyasi yasakların sonucunda
1983 yılında kurulan Halkçı Parti adını 1985 yılında
1. Kurultayında Sosyal Demokrat Halkçı Parti adını
aldı. Genel Sekreterlik açısından SHP 3. Olağanüstü
Kurultayı önemli bir adım oldu ve tüzük ve program
değişiklikleri ile genel sekreterlik makamı güçlendirilerek genel başkan yardımcılıkları kaldırıldı.
1988 yılındaki 2. Kurultayda ise Parti Meclisi için yarışan
Baykal, İnönü ve sol kanat arasında zafer Baykal’ın
ekibinin odu ve Parti Meclisinde çoğunluğu ele geçiren
Baykal genel sekreter seçildi. Daha sonra ise Baykal’ın
İnönü’ye karşı art arda yenilgileri ile sonuçlanan kurultaylarda genel sekreter olarak Hikmet Çetin seçildi.
Çetin’in sonrasında ise Cevdet Selvi genel sekreter oldu.
CHP’nin açılması ile Erol Tuncer’in 452 oyuna karşılık
679 oy alan Deniz Baykal Genel Başkanlığa seçildi. Genel sekreter ise Ertuğrul Günay oldu. Günay daha sonra
CHP’nin SHP ile değil DSP ile birleşmesini savundu ve
istediği olmayınca istifa ederek DSP’ye geçti. SHP ile
birleşmeden sonra genel başkan olan Hikmet Çetin’in,
genel sekreter olarak Hasan Fehmi Güneş’i istemesine
rağmen Adnan Keskin tekrar genel sekreterliğe seçildi.
Adnan Keskin daha sonra Baykal’ın genel başkanlığı
sırasında 1995 ve 1998 yıllarında iki defa daha aynı
göreve seçilecekti.
CHP BARAJ ALTINDA
1999’daki genel seçimde partinin baraj altında kalıp
meclise girememesi üzerine Deniz Baykal’a karşı büyüyen muhalefet ve git gide sertleşen tepkiler, Baykal’ın
ve ekibinin çekilmesine neden oldu. Ardı ardına gelen
açıklamalar ve gençlik kollarının parti önü eylemlerinin
ardından Baykal istifa kararı aldı. Baykal ekibiyle birlikte genel sekreter Adnan Keskin de istifa etti.
Parti yönetiminin istifasının ardından gerçekleştirilen
...sayın genel sekreterim
216
1999 haziranındaki 10. Olağanüstü Kurultay’da Genel Başkan olan Altan Öymen’nin “çok sesli” olarak
nitelediği bir Parti Meclisi oluştu. Ve Olağanüstü kurultay sonrasında Parti Meclisi Tarhan Erdem’i genel
sekreterliğe seçti. Öymen’in genel başkanlığı olaylı
bir seçimin ardından gelmişti. CHP’nin yeni genel
başkanının teşekkür konuşması sırasında kürsüye
su şişelerinin fırlatılması, baraj altındaki partide
suların kolay durulmayacağının işaretiydi. Kulislerde
Öymen’in Hasan Fehmi Güneş karşısında seçilmesini
sağlayan şeyin Baykal ekibinin son andaki desteği
olduğu konuşuluyordu. Çoğu partili, Baykal’ın tepkilerin yatışmasından sonra geri dönmeyi umduğunu
düşünmekteydi. Bu durum Öymen ve ekibinin etkin
bir yönetim sergilemesini engelleyecek bir ortam
oluşturacaktı.
Bu dönemde Tarhan Erdem’in “naif” olarak
değerlendirilebilecek kişiliğiyle önceki dönemlerden
kalan örgüt içinde gereken düzeni sağlamakta eksik
kalacağı konuşulmaktaydı. Nitekim öyle de oldu. Öymen yönetimi, iyiden iyiye karışışmış ve şaibeli olduğu
öne sürülen üyelik yapısını sıfırlayacağını ve yenden
yapılandıracağını açıkladığında, verilen büyük tepki ve
çıkan kargaşa Tarhan Erdem’in göğüsleyebileceğinden
fazlaydı. Parti meclisi içinde Baykalcı görünen
çoğunluğun etkisi, bir kısım örgütlerin aynı
doğrultudaki tutumlarıyla sıkışan Öymen, olağanüstü
kurultay ile sorunu çözmeyi kendine daha yakın bir ekiple yola devam etmeyi düşünmekteydi. Bu kurultayda
Öymen’in rakibi, partililerin pek de şaşırmadığı gibi,
Deniz Baykal olacaktı.
“SON GENEL SEKRETER “ ve
PARTİ İÇİ GÜÇ MÜCADELESİ
30 Eylül 2000’deki 11 Olağanüstü Kurultay’da Baykal’ın
Altan Öymen ve Hasan Fehmi Güneş’e karşı üçüncü turda kazandığı genel başkanlık seçiminden sonra, parti
meclisi de Baykal’ın kesin üstünlüğü ile belirlendi. Aynı
Parti Meclisi Önder Sav’ı genel sekreter seçti. 80 öncesi
Ecevit hükümetlerinin bakanlarından olan Önder
Sav, 12 Eylül’ün ardından avukatlık olan mesleğine
geri dönmüş ve Ankara Barosu ile Barolar Birliği
başkanlıklarında bulunmuştu. Siyasete gençlik kolları
ile başlayan Sav’ın Baykal ile yakın siyasi birlikteliği
1973 seçimlerinin sonrasına dayanmaktaydı. Ecevit’in
genel başkanlığı sırasında Önder Sav, Baykal ekibinin
etkin ismi olarak
bilinmekteydi.
Önder Sav’ın genel sekreterliği, fikri duruşu açısından
bir kısım partililerce beğenilmekle birlikte, örgütlerin
oluşum ve seçimleri sırasındaki uygulama ve çalışma
tarzıyla da eleştirilmiştir. Baykal’ı genel başkan olarak
alternatifsiz gören çevreler, parti içindeki bir kısım
uygulamaların faturasını tamamen Önder Sav’a kesme
eğiliminde olmuşlardır.
Önder Sav’ın 2000 yılından beri, Deniz Baykal’ın ikinci dönemindeki genel başkanlığı ile paralel olarak
sürdürdüğü genel sekreterliği, Baykal ekibi içinde de
dönem dönem tartışma konusu yapılmıştır. Bir yandan
Baykal artık neredeyse rakipsiz görülmeye başlanırken,
diğer yandan aynı ekipten görünen Önder Sav ile Eşref
Erdem’in örgüt içi çekişmesi parti ve kamuoyu gündeminde kendine yer edinmiştir.
Genel Başkan, söz konusu mücadelede mümkün
olduğunca denge politikası izlemeye çalışmıştır.
Baykal ekibi içindeki eski Genel Sayman Mahmut Yıldız,
eski Genel Sekreter Yardımcısı Sinan Yerlikaya, eski
MYK üyeleri Fuat Çay, Şerif Ertuğrul ve Zekeriya Akıncı
bu çekişmede Erdem’in yanında yer almışlardır. 22
Temmuz seçimlerinin ardından başlayan kongre süreci
sırasında parti yönetimi görevlerinden istifa eden
Erdem’in ardından, geride kalan destekçilerinin Önder
Sav’ın direnmesiyle parti meclisi listesine alınmaması,
“Son Genel Sekreter”in parti içindeki hakimiyetini
pekiştirmiş görünmektedir. Son yerel seçim süreci
sırasında parti yönetim görevlerinden istifa etmek
zorunda kalan ve Baykal’a yakınlığı bilinen eski Genel
Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen ile mevcut Genel Başkan Yardımcısı Yılmaz Ateş ile Genel Sekreter
Yardımcısı Mesut Değer’in de Sav ile dönem dönem ters
düştükleri bilinmektedir.
Önder Sav’ın parti içinde diğer kanatlara göre daha
ulusalcı-Kemalist görüşü temsil ettiğine yönelik bir
inanış mevcuttur. Kamuoyu önünde çok fazla kürsü
almadığından Sav’ın fazla bilinmeyen bu ideolojik
yönelimi, Kemal Derviş ve bazı çalışma arkadaşlarına
parti üst yönetimlerinde yer verilmesi süreci sırasında
kendisini göstermiştir. Derviş’in Genel Başkan
Yardımcılığı’na devam etmemesi veya ettirilmemesi,
bir görüşe göre, Genel Sekreter Sav’ın, “3. yolcu” Derviş
ekibinin partiyi ulusalcı çizgiden kaydıracağından
edişe etmesine bağlanmaktadır. Diğer bir görüş ise
Sav’ın parti içi etkinliğini kaybetme endişesi ile Derviş
ve çalışma arkadaşlarını örgüt nezdinde yıprattığını iddia etmektedir.
“Son Genel Sekreter”in ülke kamuoyu gündeminde
fazlaca yer aldığı konular ise, hiç kuşkusuz malum
“dinlenme” ve “peygambere hakaret” haberleridir.
Önder Sav 2008 Haziranında, kendisi ile Bolu Valisi
arasında geçen ve Vakit Gazetesi’nde “Sanki CHP Valisi” başlığıyla yayımlanan konuşmaların ardından,
odasının dinlendiğini iddia etmiştir. Vakit Gazetesi
ise konuşmanın Sav’ın kendisini cep telefonundan
arayan muhabirle görüştükten sonra telefonu hata ile
kapamadığını ve görüşmenin bu yolla kaydedildiğini
söylemektedir. Sonradan bildirilen telefon kayıtları
Sav ile ilgili muhabiri arasında oldukça uzun bir telefon
görüşmesinin varlığını kanıtlamış görünmektedir.
Önder Sav’ın kamuoyu gündeminde uzun süre yer
ettiği bir başka olay ise “Hz. Muhammed’e hakaret”
SAYI 5/6
Siyaset
iddiasıdır. Sav 2008 Mayısında, partinin Elmadağ
örgütünü ziyareti sırasında yaşlı bir partilinin hacca
gitme isteğini dile getirmesi karşısında, “Boş ver, Araplara para kaptırma. Bakarsın Muhammed seni geri
göndermez” diye konuşmuş ve İslamcı basın başta olmak üzere bir kısım çevrelerden tepki görmüştür.
çok olayda olumlu veya olumsuz öne çıkmasının başlıca
nedenidir.
Parti içi gelişmelerin son on yılını içerden takip edenler, Önder Sav’ın etkinliğinin ana dayanağını Ankara Çankaya İlçe örgütündeki belirleyiciliği olarak
görmektedirler. Her dönem Çankaya ve ardından Ankara Kongreleri’ni kazanan Önder Sav ekibi. buradan
yola çıkıp, örgütlerin genelini yönlendirecek ulusal
çapta etkinliğe kavuşmaktadır. Çankaya CHP örgütü
içinde, önceki ilçe belediye başkanları ile Sav arasında
yaşanan sert kongre mücadeleleri alışır hale gelmiştir.
Çankaya’nın yeni Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın,
Sav’ın ilçedeki hakimiyetine karşı tehdit oluşturup
oluşturmayacağı henüz yanıtlanmamış bir sorudur.
Önder Sav, parti içi toplantılarda, siyasete CHP Gençlik Kolları çatısı altında başladığını sıklıkla belirtir.
Bizzat kendi ifadesiyle, Sav’ın partililik bilincinin çok
genç yaşlarda şekillenmesinde dönemin tanınmış
siyasetçisi Turhan Feyzioğlu’nun payı büyüktür.
Feyzioğlu ile çıkılan bir parti gezisi nedeniyle, Ankara Hukuk Fakültesi’nde yapılacak sınavına girmeyip
okulunu uzatan öğrenci Önder Sav’ın, genç yaşında
Feyzioğlu’nun isteğiyle miting konuşması yapması hikayesi, bir çok partili genç için ilham kaynağı olmuştur.
Aynı Feyzioğlu, sonradan CHP’nin sola kaymasına ağır
şekilde muhalefet ederek partiden ayrılmış, sol karşıtı
fikirleriyle merkez sağda yer alan Cumhuriyetçi Güven
Partisi’ni kurmuştur.
Önder Sav hiç kuşkusuz takdir edilen ve bir o kadar da
eleştirilen bir siyasetçidir. Ancak oturmakta olduğu
koltuğun parti yapısı içindeki büyük önemi, Sav’ın bir-
CHP, 2009 yılında yaptığı ve oldukça tartışılan
tüzük değişikliği ile yazımızın konusu olan “Gene
Sekreterlik” makamının etkinliğini azaltma, yetki ve
sorumluluklarını temel birkaç görevle sınırlama yoluna
gitmiştir. Henüz yürürlüğe konmayan ve de ne zaman
uygulanacağı bilinmeyen bu değişikliğe karşı “Son
Genel Sekreter” Önder Sav, kamuoyu gündeminde yer
alan herhangi bir itirazda bulunmamıştır.
*
“Son Genel Sekreter” in Türk Siyasi tarihine geçecek
son siyasi manevrası hiç kuşkusuz, Genel Başkan
Baykal’ın istifasının ardından Genel Başkanlık için Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemesidir. Baykal’ın malum
“kaset olayı”ndan sonra istifasının ardından bir çok
genel merkez yöneticisinin aksine, Baykal’a dön çağrısı
yapmayan Sav, bir görüşe göre muhaliflerini ezebilmek
için 50 yıllık dava arkadaşını yarı yolda bırakmaktan
kaçınmamış, diğer bir görüşe gore ise, kişisel siyasi
hesapları bir kenara bırakarak CHP’nin geleceğini
dostluğunun önüne koyma erdemini göstermiştir.
Kanımızca Sav’ın Kılıçdaroğlu’na olan bu desteği Türk
siyasetine “yeni”leşme ve değişim için gösterilmiş
kararlı bir duruş olarak geçecektir. CHP’nin ve ülkenin
geleceğine doğru, “dürüst halk adamı” ile kolkola
atılmış bu adımın, en az 70’lerin “Halkçı” adamı kadar
derin bir etki bırakması Türk aydınlanmacılarının ortak
umududur.
Son bir açıklama
Yazımızda kullandığımız “Genel Sekreterlik” kavramı,
iki “yalın” sözcüğün birleşmesinden çok, cumhuriyet
kurup devlet inşaa eden bir siyasi yapılanmanın bu
niteliğiyle sol kimliğini harmanlamasıyla doğurduğu
bir siyasi makamın adıdır. Bu makamı parti içi
yazışmalarla sınırlayan yeni parti tüzüğünün yürürlüğe
girmesi halinde, Recep Peker’in, Kasım Gülek’in, Bülent Ecevit’in, Mustafa Üstündağ’ın, Deniz Baykal’ın ve
Önder Sav’ın şahıslarında saygın bir siyasi sıfat olarak
ortaya çıkmış olan “Genel Sekreterlik” kavramı tarihe
karışacaktır.
Sayın Sav için kullanılan “Son Genel Sekreter” sıfatının
bu anlamda değerlendirlmesi gerekmektedir.
Neyin ve Kimin Krizi ?
218
{
Neyin
ve
Kimin krizi ?
Egemen M. Bekri
}
SAYI 5/6
İnsanlık, birkaç on yıldır, ekonomi (aslında iktisat) hakkında fikir yürütme yollarını “krizsiz” aşamaz hale gelirken, iktisat bilimi “gerçekleşmiş, süre giden ve
olası” krizlerin “neden, sonuç ve niteliklerini” tartışan bir bilim dalına dönüşmüştür. Bu, otuz yıllık bir olgunun son halkası olsa gerek, yani şu meşhur petrol
krizlerini takip eden dönemin dünya iktisadiyatını getirdiği son aşama diyelim…
Ve siyasi mülahazaların getirdiği fikri ayrışmalardan azade soralım: İktisatçılık
yaparken, içinde “kriz” sözcüğünün geçmediği bir konuşma duymayalı ya da bir
yazı (bu satırlar dâhil) okumayalı ne kadar zaman oldu?
Siyasi mülahazalardan hariç derken şunu kastediyoruz: Mevcut iktisadi düzeni
beğenelim ya da beğenmeyelim, herhangi bir iktisadi olgudan bahsederken aklımıza “kriz” düşmeden cümle kurmamız mümkün mü?
Krizlerin iktisadı…
Televizyonda (ya da radyoda) bir ekonomi programı ya da büyük gazetelerden
birinde (hatta artık genel ağda (1) ) önemli bir ekonomi yazarının sıradan bir
makalesini düşünelim… Diğer bir deyişle son yıllarda dünya ve Türkiye ekonomisi üzerine neler tartışılıyor, onu bir hatırlayalım ya da dilerseniz anahtar sözcüklerden yola çıkalım ve “iktisat” denilince zihnimizde oluşan kavramları film
şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirelim: Kriz, enflasyon, sermaye hareketleri,
borsa (hisse senedi), döviz kuru, faiz (indirimi ya da artırımı) bankacılık kesiminin bilânçoları, işsizlik, bütçe açığı, fazlası… Bu kavramların yanında bunları
“güzellikle vurgulayan” birtakım sıfatların mevcudiyetini hatırlayalım: Şeffaflık,
serbestlik, bağımsızlık, hesap verilebilirlik, siyasetsizlik…
Mevcut halde, iktisada, özellikle güncel ekonomiye, ilişkin bir çözümleme yaparken bu kavramların en az birini ya da birkaçını kullanmamak pek de olası görünmüyor demek mümkün o halde...
Kriz ve krizle bağlantılı bu kavramların bu kadar önemli gelmesinin nedenini bulmak ve iktisat tartışmalarının bu daireye sıkışıp kalmasının mantığını anlamak
için “Bu kriz neyin ve kimin krizi?” diye sormayı üzerine vazife edinenlerin buradaki sözcüsü de biz olalım.
Türkler ve dünyalılar olarak; nerede yavaşladık, nerede hızlandık, nerede çarptık?
Öncelikle, küçüklü büyüklü krizlerin yaşandığı 1997–98 yılları sonrasındaki on
yıllık dönemde dünya ve Türkiye ekonomilerinin yaşadığı krizlerin neredeyse eşzamanlı olduğu hususunu vurgulayarak krizin kaynağına inmeye çalışalım.
2001 krizinin ardından Türkiye ekonomisinin ciddi bir büyüme yoluna girdiği
ve yakın tarihimizin en buhranlı döneminin ardından 2007 yılına kadar geçen
süreçte ortalama % 7 büyüdüğümüz ve bu oranın son otuz yılın ortalama büyümesinin üzerinde olduğu bir gerçek. Kriz sonrası uygulamaya konan “Güçlü
Ekonomiye Geçiş” programının ardından gelen erken seçimin yarattığı tek parti
iktidarının sağladığı istikrar bu başarının önemli nedenleri olarak sayılmaktadır. Bu iki olgunun önemini küçümsemek pek de olası değil. “İstikrar ve yapısal
uyum”, günümüz ekonomik yapılanmasında, gerekliliğinin tartışılmasının caiz
olmadığı iki kavram. Diğer yandan bu üstün başarının “istihdam yaratmayan”
büyüme olarak eleştirildiği de bir vakıa. Hakikaten bu ortalama üstü büyümenin
gerçekleştiği dönem aynı zamanda işsizliğin giderek arttığı bir döneme tekabül
ediyor. Bu olgu, dünya ekonomisinin de aşağı yukarı aynı dönemde ciddi bir büyüme geçirmesi ile birlikte değerlendirildiğinde daha kolay anlaşılabilir, çünkü
söz konusu dönemde büyük dünya ülkelerinin, özellikle de ABD’nin uyguladığı
politikaların bize etkisi çok ciddi boyutlarda olmuştur.
2000’li yılların başında dünyanın güçlü ekonomileri yavaşlama belirtileri göstermeye başlamıştı. Bu yavaşlamanın önüne geçmek isteyen Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Avrupa ve Japonya merkez bankaları faiz politikalarını gevşetmeye
başladılar (2). Bu faiz indirimleri, reel faiz oranlarının bu ülkelere göre, birçok
nedenle daha yüksek olduğu bizim gibi ülkelere yoğun bir sermaye akışına yol
açmıştı. Buna dayalı büyüme, bizim açımızdan “istihdam değil ama borç yaratan” bir büyüme olarak tezahür etmiş, bunun döviz kuruna etkisiyle ihracat ve
üretim yapımızın niteliği nedeniyle ondan daha fazla bir ithalat artışı sonucunda
yüksek bir cari açık oranına ulaşılmıştır. Neticede, süreç dış finansman ihtiyacını
daha da fazla artırarak bir kısır döngüye yol açmıştır. Bu, krizin daha çok bizim
gibi ülkelerle ilgili olan kısmıdır.
Büyük ekonomilere döndüğümüzde, faiz indirimleri bankaları özellikle tüketici
kredileri verme konusunda cesaretlendirirken, özellikle ABD finans kesimi bu
kredilerin yapısından ciddi şekilde etkilenmiştir. Nitekim türev ürünlerden (3)
çıktığı çok kez tekrarlanan bu krizin merkez üssü, bu tip ürünlerin oldukça yay-
1| İnternet
2| Yılmaz, Durmuş (Ankara, 27.12.2008) “Küresel Mali Kriz ve Türkiye Ekonomisine Etkileri, Nasıl Başladı, Hangi Aşamadayız?”, “Küresel Bunalım ve Türkiye Ekonomisi” konulu çalıştayda yaptığı konuşma.
3| Getirisi başka bir kıymetin getirisine bağlanmış, diğer bir deyişle başka bir kıymetin getirisinden türetilmiş mali araçlardır. (http://borsa.terimleri.com/Turev_Urunler.html)
Neyin ve Kimin Krizi ?
gın kullanıldığı ABD ekonomisi olmuştur. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurulu’nun (BDDK) finans sektörünün, “banka odaklı” yapıdan “piyasa odaklı”
yapıya dönüştüğü şeklinde önemli ve ilginç tespiti (4), güncel anlatımdan işin
özüne ulaşmada bu açıdan önemli bir köprü olabilir.
220
Temel iktisat anlatımında; bankacılık (ya da finans) kesimi, elinde fon (tasarruf)
fazlası olanlarla, fon ihtiyacı olan kesimlere aracılık eden, piyasa şartlarında
birbirlerini bulmaları zor olan bu iki kesimi buluşturan kurumlar olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla bankacılık kesimi, temel makro iktisadi denklik gereği,
tasarrufların yatırımlara eşitlenmesini sağlar. Bankalar dışında bu işlevi gören
kurumların çeşitlenmesi ve bu kurumların “görülemeyen hataları” nedeniyle
krizin dünyaya yayıldığı genel kabul gören bir olgudur. Kriz sürecinin ayrıntısına girmek yazının konusu dışında kalmaktadır, ancak türev ürünlerin krizin
çıkışında başat rol oynaması gözardı edilemeyecek bir gerçektir. Türev ürünlerin
yaygınlaşmasının nedeni anlaşıldığında krizin “neyin” krizi olduğu konusu daha
doğru algılanabilir. Farklı bir ifadeyle, işin özü “ekonomi” denilen kavramın kazandığı manada aranmalıdır aslında.
İktisadın kârlılık güdüsü ve “geçinme aklından” kopuş…
Üretim, tüketim, ticaret, kazanç, çalışma, istihdam gibi kavramların günümüz
ekonomik ortamında ne kadar anlamlı ya da ağırlıkta olduğu hususunda akıl
yürüttüğümüzde, hâkim olan mantığın “kârlılık” üzerine inşa edildiğini algılamak güç olmasa gerek. “Kâr” güdüsü, en temel anlamıyla “geçinmenin” önüne
geçtiğinde “kâr”ın kaynağının ne olduğunun pek de önemi kalmıyor, o halde
“geçinmenin” unsuru olan kavramlar, en başta saydığımız “hâkim güncel iktisat” tartışmalarında ilk akla gelen kavramlarca arkaya atılmış ve hatta dışlanmış
oluyor. Netice itibariyle bu anlayışın 1990’larla birlikte “kâr=üretim” algılayışını
ekonominin dışına itmek anlamında, zirveye ulaştığı görülmektedir.
1970’lerden itibaren Keynesgil iktisadın gündemden düşmeye başladığı ve
1971’den itibaren insan topluluklarının bütün tarih boyunca para birimlerinin
değerlerinin herhangi bir mala (altın, gümüş vs.) bağlanmadığı bir dönemin
(5) ardından “finans kapitalin” dünyanın kârlılığa elverişli herhangi bir bölgesine serbestçe girebildiği ve oradan çıkabildiği yapılanmanın temeli kurulmuştur.
2008’de kopan krizin “denetimsizlik, başıbozukluk, şeffaf olmayan yapılanma
vs.” gibi etkenlere bağlandığı birçok iktisatçı tarafından genel kabul gören bir
söylemken, bu olumsuzlukların gündemde olmasının aslında örtülü olarak “kâr
4|
5|
6|
7|
güdülü ekonomik yapının tam da gerektirdiği şey” olduğu göz ardı edilmemelidir. Diğer bir deyişle, aslında bu kötü yapılanma çok da “arzu edilmeyen” bir
durum değildir. Finans kapitalin ilgi gösterdiği ülkeler incelendiğinde, yapıları
ve iktisadi politikaları çok da fazla benzerlik arz etmeyen ülkelerden müteşekkil bir “oyun alanı”nın varlığı görülecektir (6). En yalın haliyle, “kuralsızlık”
bir bakıma finans kapitalin kâr yaratma imkânlarını büyüten ve “samimiyetle”
istenmiyor görünse de bir anlamda işine gelen bir olgudur. Varlığı “üretken ve
istihdam yaratan” iktisadi faaliyetlerin birkaç kat büyüklüğüne ulaşan bu yapılanma, tıkandığı noktalarda başka bir iştah göstermiş ve yeni birtakım alanlar
(türev ürünler) açılmasını gerekli kılmıştır. Çeşitlenen bu ürünler arasındaki hareketler, devletin elindeki mevcut denetim ve gözetim mekanizmalarının yeterli
olamadığı durumlarda geniş kesimleri ilgilendiren “kifayetsiz birimlere verilen
krediler, bozulan bilânçolar, şişen emtia fiyatları vs.” yoluyla kırılganlığı artırmış
ve kriz patlak vermiş, düzen bozulmuştur.
Sonuç olarak…
Bilhassa 1990’lar sonrasında, gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan krizlerde,
bu ülkeler “iktisadi akla” uygun davranmadıkları için eleştirilirken, son krizde
yaşananlar, bahse konu söylemin bu ülkelere haksızlık edildiği şeklinde bir
önermeye dayanak teşkil edebilir. Görüldüğü üzere kriz, gelişmiş piyasa ekonomilerinden, hem de bunların en gelişmişinden, kaynaklanan bir krizdir ve bunun günahı ile vebali varsa bu, gelişmekte olan ülkelerin değildir.
“İktisadi akıl nedir? Bu akla kimler uymuş ya da uymamıştır? Krizin gerçek kaynağı nedir?” gibi sorunlar bundan sonraki dünya ekonomik yapılanması oluşturulurken temel alınan sorunlar olarak algılanır ve alınan dersler (bundan önceki
yüzyıldakinin tersine) on yıllar sonra hatırlanırsa, yeni yapı için umut taşımamız
olasıdır.
Eski hazine müsteşarlarından Mahfi Eğilmez’in sözlerine katılıyoruz:
“O halde kapitalizm, kriz yaratan bu balonların oluşumunu önleyemiyorsa, krizlerin öldürücü etkisinden kurtulmak için bunların aşırı biçimde şişmesini denetim altına alacak mekanizmaları geliştirmek zorundadır.” (7)
Aksi takdirde kapitalist ekonomik düzen yeni dalgalanmalar ve krizlerle insan
neslini bir yüzyıl daha üzmeye devam edecektir.
BDDK (Ankara, 03.08.2008), “ABD Mortgage Krizi”, Çalışma Tebliği, S. 3.
Bağımsız Sosyal Bilimciler (2009), Türkiye’de ve Dünyada Ekonomik Bunalım 2008–2009, Yordam Kitap, s. 59.
Yeldan, Erinç (2006), Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi: Bölüşüm, Birikim ve Büyüme, İletişim Yayınları, 11. Baskı s. 22.
Eğilmez, Mahfi (2009), Küresel Finans Krizi: Piyasa Sisteminin Eleştirisi, Remzi Kitabevi, 3. Baskı, s. 84.
SAYI 5/6
21
İktisat Sözlüğü
Açık kredi: Duyulan güven nedeniyle belirli müşterilere sadece bir imza karşılığında açılan kredi. Açık kredi uygulamasında kefalet veya teminat istenmez. Açık
krediden yararlanan, yani borçlu taraf, alacaklıya karşı yasalara göre bütün malvarlığı ile sorumludur.
Ölüm veya iflas durumlarında ortaya çıkabilecek sorunlar nedeniyle oldukça riskli
bir kredilendirme işlemidir.
Arz (Ticari emtia): Sözlükte uzunluğun karşıtı yani genişlik anlamına gelir. Çoğulu uruz şeklindedir. Esas itibariyle cisimler için kullanılır. Ancak bunların dışında
da kullanıldığı yerler vardır. Bilhassa yön bildiren özel bir anlamı vardır. Ayrıca
altın ve gümüşün dışındaki her sınıf mala da arz tabir edilir.
Deyim anlamına gelince Ebu Ubeyd el-Kasım b. Selam uruz ifadesinin “keyli ve
vezni olmayan mallar ile hayvan ve akar dışındaki her türlü emtia” anlamına
geldiğini yazmıştır. Mecellenin 131. maddesinde de bu deyim “para, hayvanlar,
keyli ve vezni malların dışındaki emtia ve kumaş dışındaki eşyalar” şeklinde tarif
edilmiştir.
Ayrıca arz ifadesi fıkıh dilinde ızhar yani satışa çıkarma anlamında da kullanılmıştır. Mesela “şu mal satışa arz edildi” denilir. Yani “talep sahiplerinin satın almaları için piyasaya sürüldü” demektir.
“Araz” tabirine gelince bu dünya malı demektir. Yani altın gümüş ve diğer her
türlü emtiayı içine alan bir anlamı vardır.
Bunalım (Kriz): 1. Tehlike ya da belirsizlik noktası. 2. Hasta bir ekonomik organizmanın eski biçimde varlığını sürdürememesi ve yeni bir yaşama olanağı elde
edebileceği değişiklikleri yapmak zorunda olduğu zaman dilimi. Ancak, bunalım
“son” anlamına gelmez; tersine, yeniden uyum sağlama olanaklarının araştırıldığı ve sonun önlenmeye çalışıldığı bir uğraktır. Bu uyum sağlama gerçekleşmez
ise son kesinleşir. 3. Ekonomik bunalım, çevrimsel (cyclical) süreç içinde büyümenin kesintiye uğradığı nokta. Büyümeye geçiş için gereken koşulların neler
olduğunun araştırıldığı, kararların alındığı zaman dilimi. Kriz.
Reel faiz: Nominal faiz oranının enflasyon oranı ile deflate edilmesi ile ortaya çıKaynakça
Ansiklopedik Ekonomi Sözlüğü (1995), İstanbul: Dünya Yayıncılık, 4. Baskı
Nezih Hammad (1996), İktisadi Fıkıh Terimleri, Türkçesi: Ulusoy, Recep İstanbul: İz Yayıncılık
kan orandır. Örneğin enflasyon oranının yüzde yüz olduğu ortamda verilen faiz
oranı yüzde 110 ise reel faiz oranı verginin olmadığı bir durumda yüzde 10’dur.
Sarf (Para değişimi): Sözlükte, bir şeyi bir halden bir hale dönüştürmek veya başka bir şey ile değiştirmek anlamına gelir.
Deyim olarak “para ile parayı satmak” şeklinde yorumlanır. Mesela altın para ile
gümüş para satmak gibi. Bu durumda biri diğerine dönüştürülmüş olur ve bedeli
alınmış demektir.
Mutarazzi’nin yazdığına göre “sarf”ın asıl anlamı nakletme veya artma demektir.
Bu sebeple fiyat ve kıymetlerin birbiriyle satışı “sarf” olarak isimlendirilmiştir.
Bu, çoğu kere yapıldığı gibi ister tarafların ziyade ve artış talebiyle olsun, isterse
akit meclisinde iki ayrı bedelin el değiştirmesi şeklinde yapılan özel bir akit olsun
aynı ismi alır.
Futbolun asi çocukları sahaya iniyor !
Bu yazı hem Livorno’nun Adana’ya geldiğini duyduğumuzda hem de sezon açılışı için
Adana’da hazırlıkların yapıldığı sırada yazılmış bir yazıdır. Ama yazı heyecanından hiçbir şey kaybetmemiştir. Livorno maçında neler oldu belki onu bir başka yazı da paylaşmak
üzere erteleyebiliriz, biz o anları tekrar yaşamaya çalışalım.
222
{
Futbolun asi
çocukları
sahaya
iniyor !
Vedat Altun-Anıl Tanburoğlu
{
}
illüstrasyon:meriç canatan
Milyon dolarlık transferler, yönetim kurulları,
kulisler, siyasiler, hükümetle yakın olup futboldan da rant elde etmeye çalışanlar, yeşil
sermayeyi futbolun içine katanlar, futbolcular
içerisinde tarikat örgütlenmeleri, tribünlerdeki gericilik, yobazlık… Bunların hepsi kocaman bir gerçek, ülkede her alanda yayılan gericilik, değer yitimi, tasfiye futbolda da kendini gösteriyor. Futbol ve sahip olduğu kültür,
çok değerliydi de artık böyle olmaya başladı demek istemiyoruz yanlış anlaşılmasın. Bu
kadar rantın ve çıkarın döndüğü, bacasız endüstri diye tabir edilen bu sektör zaten ne kadar temiz kalabilir ki. Ama unutmamamız gereken noktalar da var, biraz bu taraflara çubuğu bükmek istedik hepsi bu.
}
Herkesin babası ile gittiği bir futbol maçı anısı
vardır, belki de birden çok çok fazla. Her futbol maçında babamızın anlattığı bir hikâye
mutlaka olurdu ve her ne hikmetse bu hikâye
hep maç esnasında anlatılırdı. Maça giderken
yol üzerinde değil, evde maça hazırlık yaparken değil, maç esnasında! Ya bir futbolcunun
ilginç hikâyesi ya da takım ile ilgili geçmişten
gelen bir hikâye. Çoğunu unuttuk, küçüktük,
keşke bir taraflara yazsaydık dediğimiz olmuştur. Transfer hikâyeleri ise unutulmazdı : ‘Bilmem kim şu takımdan bu takıma bir arabaya
SAYI 5/6
gitti, ya da şu kadar altına gitti’. O zaman ağzımız açık kalırdı, çocuktuk, ama şimdi ile kıyaslayınca bir sektörün bu kadar devasa büyüyebildiğine şaşırmamak elde değil. Bu kadar
para nasıl döner olmuş, ilginç! Sonra futbolcuları düşününce, kesinlikle şimdiki futbolcular kadar teknik değillerdi, ama yine de kesinlikle şimdikilerden çok daha yürekli oynuyorlardı. O sahada onların koşmasında, ter dökmesinde, o kirli, çamurlu sahada kendilerini
yırtmasında rekabetin ötesinde bir şey daha
vardı. Paranın bu kadar kirletmediği bir ortam vardı, taraftarın samimiyeti vardı. Belki
de oraya gelen her futbolcu kendisini izlemeye gelen taraftarın, nasıl dişinden tırnağından bir şeyler ayırıp, o parayı verip o bileti aldığını daha iyi biliyordu. Belki de bu yüzdendi zamanımızın mahalle maçlarının da bu içtenlikle bu samimiyetle oynanması. Hırs tabiî
ki vardı, ama şu anda yüzünü görmeyi unuttuğumuz türden bir hırs. O mahalle maçlarını
da o tribünleri de o futbolcuları da çok arar olduk. Ama sanki bir şeyleri yeşertmeye çalışan
birileri var ve bunun memleketimizden çıkması bizi çok sevindiriyor inanın, biraz bahsedelim, onlar daha sonra sesini zaten duyuracaklardır eminiz;
Livorno’nun Adana’ya, Demirspor ile maç yapmaya geleceğini ilk duyduğumuzda ne yalan söyleyelim biz de çok inanamamıştık. Livorno; İtalya Seria A da mücadele eden bir takım. Türkiye liginin 2. liginde klasman guruplarından birisinde mücadele eden bir takım
için Adana’ya maç yapmaya gelecekti. Şaşırtıcıydı. Futbolla yakından ilgilenen insanlar Livorno takımını iyi bilirler, o da tıpkı Adana Demirspor gibi bir işçi takımıdır, liman işçilerinin
kurduğu bir takımdır. Her maçlarına çav bella
marşıyla başlayan, tribünlerinden orak çekiçli bayraklar ve Che posterleri eksilmeyen dünyaca ünlü taraftar topluluklarından birisidir.
İtalyan Komünist Partisinin kurulduğu şehir
olmasının bu anlatılanlardı payı elbette ki çok
büyüktür. Ünü taraftarının çılgınlığından, yıkıp dökmesinden ve fanatizminden gelmiyor,
tabiî ki takımlarına tutkundurlar ama duruşlarından ödün vermemeleri asıl onları Livorno
yapandır. Livorno ile Demirspor’umuzun maç
yapacak olması sadece bizi değil, Türkiye’de
endüstriyel futbola karşı direnen, yazıp çizen, futbolu seven binlerce tribün emekçisini de bir yandan şaşkına çevirirken bir yandan
mutlu etti.
Evet, Adana bu güzel haberin heyecanı ile
yankılanırken, son bir haftadır, billboardlarda reklam panolarında Adana Demirspor’un
açılış maçı ile ilgili afişler gözümüze çarptı.
Reklam panolarına baktığımızda yüzümüze
hafifçe bir tebessüm geldi. ‘Halkın takımı sahaya iniyor’ diyordu üstte, hemen altında ise
‘iki işçi takımı karşı karşıya geliyor’. Ne kadar
güzel değil mi? Futbolun endüstrileştiği, tamamen paraya ve ranta dayandığı, mahalle
maçlarından bu yana unuttuğumuz hırsın, çamurlu pabuçların, gol sevinçlerinin, rekabetin, umudun yerini profesyonelleşme denilen
olguya bıraktığı, oynadığımız iddia kuponu
yüzünden belki de tuttuğumuz takımın yenmesini istemediğimiz garip bir kültür gelişiyor. Bir o kadar da insanları kendisine çekiyor,
kendi gibi yapıyor. Bırakın siyaseti, onu bunu,
takımınızla ilgilenin deniliyor. Bunlar binler,
yüz binler, az değil. Sahip çıkın gerekirse ölün
deniliyor. Ne için?
Ancak yine de direnenler hiç mi yok? Adana
Demirspor bunlardan birisi, belki de en görülmeye, konuşulmaya değeni. Süper lig maçları
bile 7-8 bin ortalama seyirciye oynanıyorken
maçlarını 10 bin kişi ortalaması ile oynayan
Adana Demirspor’un taraftarları bir şeylere
direniyorlar. Bizim unuttuğumuz ve belki de
futbolun unutturulmak istenen yüzünü tekrar gösteriyorlar, yumruklarını sıkarak. Kolay değildir endüstriyel futbola karşı çıkmak,
önünüze engeller çıkar biliriz, kolay değildir
iki milyonluk şehirde Adana Demirspor ve İskenderun demir çelik arasında yapılacak maçı
bu kadar güzel duyurmak.
Kolay değildir kapitalizme meydan okuyup
trilyonluk servetleriyle futbola hükmetmeye
çalışanlara “Statlar bizim, direkler sizin” diye
haykırmak. Kolay değil bu ülkenin bir aydını
katledildiğinde doğru duruşu iki cümleye sığdırıp, umudunu korumak; tribünlere “Ogünler
sizin, Yarınlar bizimdir “ yazarak.
Bu yüzden, teşekkürler Demirspor’a, teşekkürler Demirspor’un taraftarlarına, insanlara futbolda bile duruşun olabileceğini tekrar
hatırlattıkları için. Hayatımızın her alanında; işte, evde, sporda sonucun yaşamsal önemi olmasına rağmen, sonuçtan çok inandıkları uğruna mücadele etmenin güzelliğini buradan da gösterdikleri için. Teşekkürler müşteri değil taraftar olanlara Teşekkürler tribünlerinden hiç indirmedikleri ‘Venceremos’ pankartına ve bu kadar kirliliğin içerisinde hala
sahip oldukları duruşu koruyabilmelerine.
CHP Afişleri
224
SAYI 5/6
Biz Eğitim İstiyoruz !
Erdinç YAKASIZ
226
{
Biz
eğitim
istiyoruz !
Erdinç Yakasız
}
SAYI 5/6
Siyaset
Eğitimin kimi Avrupa dillerindeki karşılığı
olan ‘education’, Latinceden geliyor ve iki
kelime var kökeninde: Educare beslemek demek; educere de bir şeyden çıkarmak, bir şeye
doğru yönelmek, tek kelimeyle yetiştirmek.
Bunları bir yana bırakırsak, eğitim kelimesi
birbirinden farklı anlamda kullanıyor günümüzde. Eğitim, her şeyden önce sosyal bir
kurumu, bir ‘eğitim sistemi’ni dile getiriyor.
İkinci olarak, bir ‘eylemin sonucu’ anlamında
kullanılıyor. Son olarak eğitim kelimesi ‘süreci’ dile getirir. (2)
birlikte, mutlu, huzurlu, kendi kültür birikimleriyle yaşayabilmesi ve tüm bunları gelecek
kuşaklara aktarabilmesi için eğitim, vazgeçilmez bir araçtır.
Çağımızda ise düşünürlerin ortak olarak
tercih ettiği tanıma göre eğitim: “bireyin
davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve
kasıtlı olarak istenilen yönde (eğitimin
amaçlarına uygun) değişme meydana getirme
sürecidir” diye tanımlanmaktadır. Bu tanıma
göre; Eğitimin bir süreç işi olduğuna, bireyin
davranışlarının istendik olarak değiştiğine
ve de bu değişimin kişinin yaşantısı yoluyla
uygulanıyor olmasına değinilmiştir. Eğitim
sürecinde bireyin kendi yaşantıları esastır.
İnsan, tabiatın içerisinde var olan özellikleri
itibari ile en üstün yaratıktır. İnsan oluşu
itibari ile bireysel yaşamdan çok, toplu ve
birlikte yaşamaya alışkındır. Birlikte yaşarken
ise zamanla belli kurallar ve uyulması toplumsal bir zorunluluk olan – bazen yazılı, bazen ise yazısız- bir takım kurallara uyar.
Geçmişte yaşadıklarından ders alır, gelecekte yaşayacakları hakkında çıkarsamalar
yaparlar, bunları geleceğe aktarır, aktarmaya çalışır. İşte bu ve bunun gibi benzeri
çıkarsamaların oluşturulabilmesi, toplumun
bir arada ve özgüven duygusu içerisinde,
Eğitimin bireyden hareket ederek toplumu
değiştirmeye yönelik olan tavrı asırlar boyunca türlü yollardan kanıtlanarak günümüze
kadar gelmiştir. Özellikle toplum düzeninin
korunması, ortak kültürün genç nesillere
aktarılması, çocuk diyebileceğimiz kuşak
ile gençliğin, kötü, çirkin vb. olarak nitelediklerimizden korunması da eğitimin vasıta
olduğu bir amaçtır. Eğitim denildiğinde, aynı
zamanda insanoğlunun da içinde olduğu bir
durum söz konusu olmaktadır. Özellikle usa
ve bilime dayalı eğitimin gelişmesiyle birlikte, modern eğitimin ortaya çıkması da yine
insanoğlunun eliyle olmuştur.
İşte tüm bu ve benzeri nedenlerden ötürü
eğitim sorunu, insanoğlu için yaşamsal bir
önem arz etmektedir. Çağdaş eğitim artık
insanoğlunun neredeyse temel ihtiyaçlarını
dahil karşılar/karşılayabilir hale gelmiştir.
Peki, çağdaş eğitim denilince ne anlıyoruz?
Günümüzde eğitim amaçları arasında en önemli sıraya oturan ve bugün de eğitimcilerin hemen hepsinin kafalarını meşgul eden mesele
insandır. Artık eğitim verilerek çocuktan
zeki bir insan çıkarılması yerine, dengeli bir
kişiliğe sahip, düşünme becerisini kavramış,
yaşamsal gereksinimlerini karşılayabilen,
öğrenebilmeyi öğrenen, öğrendiklerini ise
yeni kazanımları üzerine uygulayabilen bir
insan çıkarmak amaçlanmaktadır. Descartes:
2| TANİLLİ, Server “ Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?”, IV.Basım, Amaç yay., İST., s.11
3| THİLLY, FRANK, “Felsefenin Öyküsü”, II. cilt-çağdaş felsefe, Çev. ŞENER İbrahim, İzdüşüm yay., İST. s.133
4| THİLLY, a.g.e. s.133
“diğerlerinin düşüncelerini bilmek, bilim
değil tarihtir; her insan kendi düşüncesini
oluşturmalıdır. Açık ve kesin bilgiye ulaşma
girişimimizde, nasıl ilerleme sağlayabiliriz,
izlenmesi gereken yöntem nedir?” (3) diye
söyler ve sorularına cevap vermemizi bekler.
Kendisinin bu yöndeki izlenimleri ise ussaldır.
Usun rehber, eğitimin araç olduğundan
bahseder. Bilginin yöntemini ve ölçütünü
bu yönde belirler. Yine ona göre: “çocukluk yıllarımızdan itibaren ebeveynlerimiz
ve öğretmenlerimiz tarafından dayatılan
düşüncelerin sıkı bir eleştiri süzgecinden
geçirilmesi gerekmektedir.” (4) Aklın ve bilimin rehberliğine, kişisel gelişim ve bireysel
kazançlara verdiği önemi bir kez daha ortaya
koyar.
Eğitimin geçmiş ile gelecek arasındaki
köprünün temellerini oluşturması, mevcut
toplumsal kültürün aktarılmasını sağlaması
yönündeki işlevi son derece önemlidir. Bu
nedenledir ki mevcut küresel ve emperyalist
yapılanmaların ortak hedefi –özellikle üniterdevletlerin eğitim sistemidir.
Çağdaş eğitim günümüzde en önemli sosyal hakkımızdır.(10 Aralık 1948 tarihli İnsan
hakları Evrensel Bildirisi) Bu hakkın doğuşu ve
gelişmesi sanılanın aksine birileri tarafından
kişilere sunularak elde edilmemiştir. Tarih
boyunca düşünür ve eğitimcilerin bu konularda yapmış olduğu çalışmalar üzerine temeli
şekillenmiştir. Günümüzde de hala devam
eden çalışmalarla da şekillenmeye devam etmektedir.
Özellikle Çağdaş Dönem düşünürlerinden
Biz Eğitim İstiyoruz !
228
Locke ve J.J. Rousseau’nun eğitim üzerine
görüşleri modern eğitim dediğimiz, bugünkü
eğitim alanında oldukça etkili olduğu gözlenmektedir. Öyle ki Locke, eğitimin amacını,
“deneyimlerin öğrenilmesi ve mutluluğun
gerçekleştirilmesi” olarak tanımlamakta ve
“onu elde edebilmek için, sağlıklı bir beden,
alıştırma ve alışkanlıklar ile güçlendirilmelidir: bunun için özel bir eğitim tercih edilebilir” (5) demektedir. Yine, “aynı zamanda
nesne dersleri, oyunla öğrenme ve öğrencinin
zihinsel etkinliğinin arttırılmasının önemini
vurgulamaktadır: çalışma tat alınacak bir ekinlik haline getirilmelidir. Her şeyin ötesinde,
eğitimin toplumsal sonucunun göz önünden
kaçırılmaması gerekmektedir: gençlik, topluma yararlı bir üye olarak yetiştirilmelidir” (6)
diyerek günümüz eğitimine yaptığı katkıyı
açıkça ortaya koymaktadır.
Eğitim felsefesi alanında başarılı çalışmalara
imza atmış J.J. Rousseau da bu konuda
şunları söylemektedir: “eğitim çok büyük bir
özenle yerine getirilmeyi gerektiren bir olgudur. Çocuğun bireyselliği üzerinde çalışılmalı
ve iyi ve kötü içtepiler arasındaki ayırım ortaya konmalıdır. Çocuğun doğal ortamda
eğitilebilmesi için, onun toplumsal çevreden
soyutlanması akıllıca olacaktır. Eğitimin özel
öğretmenlerin rehberliğinde sürdürülmesi gerekir” (7) diyerek bugünkü eğitim ilkelerimizi
ve modern eğitim dünyasında yankılanan
düşüncelerini açıkça ortaya koymaktadır.
Yine ünlü Türk düşünürlerinden Ziya GÖKALP’
e göre, “eğitimin amacı: kişiyi doğal ve sosyal çevreye uydurmak, toplumun yaşattığı
kültür değerlerini (münteşir terbiye) insana
kazandırmaktır.”
5| THİLLY, a.g.e. s.133
6| THİLLY, a.g.e. s.133
7| THİLLY, a.g.e., s.211
8| TANİLLİ, a.g.e., s.20
9| TANİLLİ, a.g.e., s.24
10| TANİLLİ, a.g.e., s.25
Dediğimiz gibi insanın yaşamının bir parçası
olan eğitimin gelişmesinde düşünür ve
eğitimcilerin yapmış olduğu çalışmaların
yanı sıra, tarihi bakış açısı içerisinde toplumsal olayların da etkili olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Örnek verecek olursak 1789 Fransız
Devrimi’nin bu yöndeki etkisinden bahsetmek
pekala mümkündür.
Fransız Devrimi, kamusal eğitime, özgürlükte eşitlik ülküsünün hem amacı hem
de aracı olarak bakıyordu. Devrimin sosyal programında, kitlelere yayılmış kamu
eğitimi düşüncesi ağır basar. Bu düşünce
İlk Çağda da vardı; ne var ki, artık söz konusu olan, eski Yunanlıların düşündüğü gibi
bir ‘seçkinler’ yetiştirmek değil, eğitimin
nimetlerini çoğunluğun hizmetine sunmaktı,
yani ‘demokratikleştirmek’ti eğitimi. Bir
başkası ekleniyor bu düşüncelere: Eğitim
‘bağımsızlığa’ kavuşturuyor insanı; çünkü bireyin yeteneklerini geliştirmesinin yollarını
açarak, onu başka değerlerle donatarak,
insanlığının karşısına dikilen her türlü engele
karşı etkili biçimde mücadele etmek olanağını
sağlar kişiye. Bununla beraber, o sıralarda
gözetilen hedef, çocukların eğitim hakkından
çok sosyal ve iktisadi eşitliği sağlamaktı. (8)
Eğitim
toplumsal
gereksinimlerin
karşılanabilmesi için eşsiz bir araç demiştik,
daha önce. Buradan yola çıkarak sosyalist ve
kapitalist toplum düzeninde eğitimin nasıl
bir araç olarak kullanıldığını göstermeye
çalışalım. Yani eğitimin amacının belirlenmesindeki en büyük toplumsal neden olan,
siyasal düzenden bahsedelim biraz. Bu tarz
toplumlarda sınıfsal düzen mevcut yapılar
tarafından –açık ya da örtülü- bir şekilde
desteklendiğinden ötürü, yine bu toplumların
eğitimini incelerken sınıfsal özü göz ardı etmemek gerekmektedir. Çağımızda yaşanan
temel sorunun kaynağı da budur çünkü.
Kapitalist ülkelerde, her zaman iki farklı
eğitimden söz edilebilir: Biri işçi, köylü sıradan
ve dar gelirli aydın ve küçük memurların
çocukları için eğitim; öteki de, yönetici egemen sınıfların çocukları için eğitim. Burjuvazi, birinci tür eğitimin sınıfları daraltmaya,
bu eğitimi yalnız iktisadi gereksinmelere ve
kendi işçi gereksinmelerine yanıt verebilecek
sınırlarda tutmaya çalışır; ikinci tür eğitim
içinse bütün kapılar açık tutulur. Özetle kapitalist eğitim sistemi, ilkokuldan üniversiteye
değin bir sınıfsal ayıklama ve ayrıcalıklar
sistemidir. (9)
Sosyalist toplum, kapitalist toplumdan her
bakımdan farklı, onun zıddı bir biçimidir. Her
şeyin, giderek insan emeğinin de metalaştığı
kapitalist eğitime karşılık, sosyalist toplumda
hedef, insanın gelişmesi ve her türlü baskı
ve sömürüden kurtulması, tüm yeteneklerini
son sınırına değin geliştirebilmesi ve böylece kendi kendini aşmasıdır. Öyle olunca,
sosyalist toplumlardaki eğitim kuram ve
uygulaması da kapitalist toplumlarınkinden
farklı olacaktır. İnsan, üretici güçlerin en
önemlilerinden birinin var olamayacağı ve
üretimin yapılamayacağı bir güçtür. İşte, Sosyalist sistemde eğitim, bu üretici güzün, yani
insanın olabildiğince gelişmesini hedef alır.
(10)
Kapitalist eğitim ile sosyalist eğitim
arasındaki temel fark, insanların kar etmek
amacı ile meta olarak kullanıldığı toplumlarla,
SAYI 5/6
Siyaset
insanın mutluluğunun ve refahının ana hedef
olduğu toplumlar arasındaki farkın ta kendisidir. Anlaşılacağı üzere fark biçimden çok
özden kaynaklanmaktadır.
ine yanıt veren silah, spor, binicilik, avcılık,
hayvancılık bilgileri, yetişkinlerden görüp
göstererek aktarılıyordu. İslamlığın kabulünden sonra yerleşik hayata geçen Türkler,
bu kez İslami eğitim kurumlarının etkisinde
kaldılar ve onlara göre yetiştirildiler. (12)
Sanayi kültüründe (toplumunda) genel
eğitim ve iş eğitimi (mesleki ve teknik eğitim)
aileden topluma aktarılmıştır. Bunun başka
türlü olması da mümkün değildir. Bir sanayi
kültüründe, ABD’ inde, 22 bin çeşit iş alanı
saptanmıştır. Böyle karmaşık bir toplumun
eğitimini de ancak toplum düzene sokabilir.
İlkel bir kültürden gelişmiş bir kültüre, ilkel
bir ekonomiden ileri bir ekonomiye ve ileri bir
üretim aşamasına geçebilmek için, toplumu
meydana getiren insanların eğitilmesi gerekir. Çünkü eğitim hem sosyal değişmelere
olanak hazırlar, hem de meydana gelen
sosyal değişmelere insanların uymalarını
kolaylaştırır. (11)
Şimdi eğitimin sosyal değişimin yaşamasındaki
katkısı, kültürel değişimin sağlanması ya da
toplumsal kültürün korunması yolundaki önemini kavramış bulunmaktayız.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak biz bu
yukarıdaki belirttiğimiz eğitim sistemlerinin
neresinde yer almaktayız?
Türklerdeki eğitim serüveni ise daha Orta
Asya’da göçebe halde yaşarken başlamaktadır.
Boylar halinde yaşayan Türkler, geleneklerini ve göreneklerini genç kuşaklara aktarmak, doğa ve savaş koşullarına gereğince
uyulmasını sağlamak amacı ile eğitim
veriyorlardı.
Savaş ve akın yaşamının gereksinmeler-
11|
12|
13|
14|
ÖZTÜRK, Hüseyin, “Eğitim Sosyolojisi”, Hatiboğlu yay.,8.Basım,ANK.,s.148
TANİLLİ, a.g.e., s.29
TANİLLİ, a.g.e., s.30
Bkz. TANİLLİ, Server, “Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?”
Osmanlı İmparatorluğu’nda, halkın büyük
bir çoğunluğu klasik okul eğitiminden
faydalanamamış; buna karşılık Yeniçeri ocağı,
esnaf loncaları, Ahi birlikleri, tekkeler ve zaviyeler, kendilerine has eğitimi çevresinde bulunanlara uygulamışlardır. XIX. Yüzyıl eğitim
kuruluşları, mahalle, ya da sıbyan mektepleri,
medreselerle, saray okulları olan Enderun mektebinden oluşuyordu. (13)
Ancak Tanzimat ile birlikte diğer birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında da yenilik
olduğunu görmekteyiz. Askeri okullar aracılığı
ile başlayan yenilik hareketlerini daha
sonraları eğitim birçok alanına nüfuz ettiğini
göreceğiz.
Mühendishanei Bahrii Hümayun, Mühendishanei Berri Hümayun, Tıphanei Amire, Mektebi Ulumi Harbiye, Mızıkayı Hümayun vb.
gibi yükseköğretim kurumları açılmış zamanla
bu tarz kurumlar daha da gelişerek –günümüz anlamında modern olmasa da- modern
eğitime doğru adımlar atılmaya başlanmıştır.
(14)
Ve Cumhuriyet!
Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte eğitim
alanındaki çalışmalarımıza oldukça hız
verilmiştir. Gazi Kemal ATATÜRK’ ün de kişisel
çabaları ve görevleri icabı olarak vermiş
olduğu destek sayesinde eğitim sistemimiz
kendi kendini bulmuştur. Çağdaş eğitimin
Türkiye’deki kurucusu saydığımız ATATÜRK’
ün önderliğinde 2 Mayıs 1920’de Milli
Eğitim Bakanlığı kurulmuştur. Savaş yılları
içerisinde çokta başarılı sayılamayacak ama
en azından bir şeyleri değiştirmeye yönelik
çalışmakta olan bakanlığımız, ülkede savaş
koşullarının sona ermesi ile birlikte birçok
hatırı sayılır hizmette bulunmuştur. Cumhuriyet rejiminin ülkemizde yerleşmesini
sağlayacak kadar önemli bir vazife üstlenmiş
olan MEB, yine halkın temel gereksinimlerinin karşılanması yönünde nitelikli, kalifiye eleman yetiştirilmesinden tutun da,
zirai ve sanayi alanında çalışacak elemanların
yetiştirilmesine kadar hemen her konuda
memleket meselelerine duyarlı bir konumda
olmuş, halkın ihtiyaçlarını karşılaması yolunda en büyük destekçisi, en büyük yol göstericisi olmuştur.
Öyle ki, Cumhuriyet ile birlikte eğitim alanında
atılan adımlara Kültür Devrimi adı verilmiştir.
Burada bahsedilen konu bir ulusun, bir
toplumun okuma yazma öğrenmesi değildir.
Burada tam anlamı ile anlatılmak istenen
düşünce bir toplumun, ulusun medeni anlamda uygarlık düzeyinde görülen yükselişin
kendisidir. Toplumsal yapımızın devrimci
karaktere uygun olması, yani yeniliklere ve iyiye; her zaman iyiye yönelik tavır alıyor olması
Türk toplumunu çağdaş dünya toplumlarından
ayıran en önemli ve ayırt edici yanıdır.
Kültür devriminin en önemli adımı Arap harflerinin yerine Türk harflerinin getirilmesi
olmuştur. Bu çok cesur ve bir bakıma şaşırtıcı
Biz Eğitim İstiyoruz !
230
bir gelişmedir. Türkler yazıyı kendi alfabeleriyle kullanmaya başladıktan (M.S. 730) kısa
bir süre sonra İslamiyeti benimsemişlerdi.
Bu arada kendi alfabelerini terk ederek Arap
harflerini kullanmaya başladılar. 1000 yıl
kadar Arap harflerini kullandıktan sonra bu
alfabeden vazgeçilmesi, ilk bakışta garip
gelebilir. Yakından bakınca, öyle olmadığı
görülür. Harf devrimini olanaklı kılan etken,
Osmanlı Devleti’nin okuryazarlığı çok küçük
bir azınlığın işi olmaktan çıkarmak için pek az
şey yapmış olmasıydı. II. Meşrutiyet’e rağmen
okuryazarlığın 1918’de %5’i geçmediği tahmin edilebilir. 1927’de bu oran %10,7 idi.(15)
Kültür devriminin gerçekleşmesindeki en
önemli etkenlerden birisi de milliyetçilik
akımıdır. AKŞİN, bunu şöyle açıklamaktadır:
Türkçenin kendine özgü bir alfabesi olması
istenmiş olabilir. Çinlilerin, yazılarının o
denli zor öğrenilmesine rağmen, yazılarını
değiştirmeyi düşünmemelerinde ihtimal bu
etkenin payı vardır. Tabii Arap harflerini
almaksızın uyarlama yaparak Türkçeye özgü
bir alfabe yaratılabilirdi belki, ama burada
da bir Avrupa devleti olma kararının etkisini
görebiliriz. Şu da var: Dilden Arapça ve Farsça
sözcükler atılacaksa alfabeyi değiştirmek
iyi bir yoldu. Çünkü Türk yazısıyla yazılınca
Arapça ve Farsça sözcüklerin, sudan çıkmış
bir balık gibi, yaşama olasılıkları galiba
azalıyordu.(1929’da Arapça ve Farsça dersleri
lise programlarından çıkarıldı.)
Kültür devriminin en önemli aşamalarından
birisi de tarih alanında yapılan çalışmalardır.
Unutmamak gerekmektedir ki: ATATÜRK her
şeyden önce bir asker ve siyaset adamıdır.
Tarihle ilgilendiği zamanlar da dahil siyaset
yapmaktadır. Tarih biliminin özellikle günümüzdeki sözde çağdaş ülkeler tarafından
kullanılmakta olduğunu ve bir takım sözde
azınlıklara yapay tarihi geçmiş yaratma konusunda bir araç olarak da kullanıldığını
düşünürsek, ATATÜRK’ ün de bu konuya
eğilmemesinin olanaksızlığını bir kez daha ortaya koymuş oluruz. Tarih alanında yapılan ilk
çalışmalar da özellikle Anadolumuzun tarihi
tapusunu almak konusunda oldu. Öncelikli
olarak Hititlerin Türk olduğu tezi öne sürüldü ve Hitit tarihine sahip çıkıldı. Ardından
Etiler ve Sümerler de dahil olmak üzere tarih çalışmalarının üzerine gidildi. Etibank,
Sümerbank gibi kurumlar kuruldu, yine bugün
çorumda Hitit Üniversitesi’nin adının dahi
“Hitit” olmasını bu alanda yapılan Ulusal tarih
çalışmalarına borçlu olduğunu söylemek gerekmektedir.
Yine Avrupalılar tarafından öne atılan Türklerin uygar bir toplum olmadığı(!) konusunda
verilen sözlü ve yazılı tarih ve antropoloji
çalışmalarına karşı psikolojik ve antropolojik
çalışmalarla karşılık verildi. Nihayet verilen
bu ummalı çalışmaların bitiminde 15 Nisan
1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Kuruldu.
Daha sonra adı değiştirilerek Türk Tarih Kurumu olmuştur. 8 Temmuz 1932 tarihinde ise
ilk kongresini toplayarak tarih sayfalarındaki
önemli yerini almıştır.
Millet Mektepleri, Halkevleri, Halk odaları,
Köy enstitüleri ve eğitim öğretimin köylere kadar inmesi Cumhuriyet eğitiminin temel yapı
taşlarını oluşturmuştur. Bugün bile yaşamakta
olan birçok aydınımız bu –dönemin koşulları
itibari ile- çağdaş kurumlarda yetişmiş ve birer
cumhuriyet meşalesi konumuna gelmişlerdir.
15| AKŞİN, Sina. “Kısa Türkiye Tarihi”,Türkiye İş Bankası yay., 2.Basım, 2007, İST., s.201
Eğitimin halk ile ilişkilendirilmesi yani halkçı
bir eğitim sisteminin uygulamaya konulması,
ülkemizde Kemalist Devrim ile birlikte
gelişmiştir. Kemalist ideolojinin temelinde
olan halk kavramının su üstüne çıkmaya
başlaması ile birlikte eğitim alanında,
Kurtuluş Savaşı yıllarında başaramadığımız
bir tarihi gelişim süreci görülmektedir. Biraz önce bahsettiğimiz cumhuriyet eğitim
kurumlarının oluşması yine bu halkçı eğitim
sistemi sayesinde gelişmiştir.
Cumhuriyet eğitiminde genel amaç özetle
şudur: “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”
kuşaklar yetiştirmektir.
Ulu Önder ATATÜRK’ ün 1922’de Bursa
Öğretmenler Birliği’ndeki konuşmasının
şu cümleleriyle bir kez daha cumhuriyet
eğitiminden ne kast ettiğimizi sanırım tam
manasıyla anlatmış olacağız: “Muallimler!
Türk ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve
sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin
hazırladı. Hakiki zaferi siz kazanacaksınız.
Ben ve bütün arkadaşlarım, sarsılmaz bir inançla sizi takip edeceğiz; sizin karşılaştığınız her
engeli kıracağız.”
Çağdaş ideolojik yapılanmalar içerisinde
sosyalist ve kapitalist toplumsal eğitim
sistemiyle bir kıyaslama yapacak olursak;
kapitalist eğitim sisteminin bireyi ayıklama
ve ayrıştırmaya yönelik bir görevi olduğunu,
sosyalist eğitim sisteminin ise salt bireye
yönelik ve onun temel gereksinmelerini
karşılayacak, insanın tam gelişmesine yönelik bir tavır aldığından bahsetmiştik. Ancak Kemalist eğitim sisteminin özünde salt
toplumsal ayıklama yahut sadece insanın
SAYI 5/6
Siyaset
refahını temel alma işlevi yoktur. Kemalist
eğitimin özünde bireyi birey yapma, bireyi
toplum ile kucaklaştırma, ayıklamak yerine halk için halktan aydın yaratma zihniyeti bulunmaktadır. Aralarındaki temel ayırım
özetle insan ve insanın temel yaşama koşulları
içerisinde refah ve mutluluk içerisinde yaşama
arzusunun hayali anlayıştan sıyırarak toplumsal yaşama indirgeme arzusu yatmaktadır.
Cumhuriyet devrimi ve ardı sıra gelen yıllarda
olduğu gibi görülecektir ki, Kemalist eğitimin
yarattığı aydınlar ile halkın arasında uçurumlar olmayacak, halkın sorunlarına eğilme ve
çözüm üretmeye dönük çaba yer alacaktır.
Çözüm aşamasında bile birebir uğraşacak olan
mücadeleci ruhlu aydınlar yaratılacaktır ki, bu
böyle olmuştur.
olaylara seyirci kalmak acaba hangi modern
eğitim kurumlarında görülmektedir. Örnek
verilecek olursa yakın döneme kadar üstün
başarılı öğrencileri ile tanıdığımız Fen Liseleri ve Anadolu Liselerimiz ile övünürken
acaba bugün övünebileceğimiz bir devlet
okulu kalmış mıdır? Geçen dönemlerde aynı
bina malzeme ve destek koşulları altında
Türkiye birincileri çıkartabilen çağdaş eğitim
kurumlarımızın yerini bugün hangi kurumlar
almıştır? Dershaneler. A dershanesi B dershanesi. Bugün devlet okullarımızda yetişen üstün
başarılı öğrencilerimiz yerine özel dershanelerde yetişen sınav birincisi öğrencilerimizle
övünmek zorunda kalmaktayız. Acaba sınav
kazanmak başarılı bir öğrenci olduğumuzun
göstergesi midir yoksa kişisel ya da toplumsal egomuzu tatmin etmek midir? Hangi
dershaneden yetişirse yetişsin –ki ben buna
yetişmek bile demek istemiyorum- bir tane
bilim adamı, yazar, şair, usta, müzisyen gösterebilir misiniz? Hayır.
Sorunun çözümüne eğilmek istiyorsak mutlaka ve mutlaka eğitim sistemimiz üzerine
biraz düşünmeliyiz. Öğrenciyi yetiştirme
koşullarımızı dikkate almalıyız. Hangi
öğrencimiz bugün hangi eğitim kurumunda ne
şartlarda eğitim alıyor? Hangi öğrencimiz yatılı
ders çalışma bahaneleri ile gönderdiğimiz
sözde eğitim kurumlarında ders çalıştırılıyor?
Burada bahsettiğim ders çalışmaktan
anlayışınız eğer çocuğunuzun eğitim ve
öğretim hayatında derslerinden beş, pekiyi
almış birer birey olarak yetişmesi ve SBS, OKS,
ÖSS gibi absürt sınavlardan geçerek bir yerlere yerleşmesi ve düzenli maaş karşılığında
hayatını satmasıysa söyleyecek sözüm yok.
Ancak ders çalışmaktan ve başarılı bir öğrenci
İki binli yıllara gelindiğimizde ve şöyle
bir
baktığımızda
eğitim
sistemimizi
değerlendirecek olursak: yukarıda saydığımız
kurumların hemen hemen hiçbirinden artık
eser dahi kalmamıştır. Cumhuriyetin köklü
ve yıkılmaz yapıları birer birer yok edilmiş,
aydınlar neredeyse bir elin parmağını
geçmeyecek düzeyde azalmıştır. Eğitim
kurumlarımız birer birer yıpratılmış, özensiz ve denetimsiz yapılar zaman içerisinde
yıkılmaya yüz tutmuştur. Her şeyden önemlisi
takiyeci zihniyetin ele geçirmiş olduğu laik
demokratik ve çağdaş Türk eğitim kurumları,
ustan ve bilimden nasibini almamış eğitim
kurumlarına dönüşmeye başlamaktadır.
Toplumu toplum yapan en önemli
liklerden birisi olan toplumsal refleks
müzü kaybettiğimizi söylemek pekala
kündür. Toplum içerisinde cereyan
özelgüdümümeden
olmaktan anlaşınız bireyin davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen
yönde (eğitimin amaçlarına uygun) değişme
meydana getirebilir olması, toplumsal ve bireysel gereksinimlerini karşılayabilir olması,
hayata karşı onurlu ve halk arasında alnı açık
olarak tabir ettiğimiz bir yaşam tarzına sahip
olarak kendi ayakları üzerinde durabilmesi ise
o zaman söyleyecek bir sözüm var!
Gelin hep birlikte şapkamızı önümüze koyalım
ve düşünelim, dün neredeydik bugün neredeyiz? Biz dün neydik nasıl düşünüyorduk bugün
bu hallere nasıl geldik?
Kemalist değerleri benimsemiş bir toplum
olmaktan uzaklaşıp, sözde, Kemalist rejimi yıkmaya payanda olamaya çalışanlara
yaklaştığımız için mi acaba bu durumdayız?
Görmüyor musunuz amaç Kemalist rejimi
yıkmak veya yıpraktan ziyade toplumsal olarak
bizleri tarihten silme çabası değil midir?
Uyanın! Uyanmanın tam vaktidir. Şapkanızı
alın önünüze koyun –eğer hale geçim sıkıntısı
yüzünden şapkanızı da satmadıysanızbir düşünün, geçmişi – ki eğer tarih
kitaplarımızdan geçmişimiz silinmediysedüşünün, geleceğimizi düşünün –ki eğer
hale bir gelecek ümidi bıraktılarsa- düşünün.
Düşünmekten zarar gelmez korkmayın –ki
eğer hala düşünebilecek hal bıraktılarsakorkmadan düşünün, düşünmek zorundayız,
düşünmek!
Rap Müzik ve Siyaset
Rap’in, Hiphop’ın siyasetle ilişkisini anlatmadan önce rap’in ve hiphop’ın ne
olduğundan bahsetmemiz gereklidir. Hiphop,
1970’li yıların sonunda Amerika’ da gettolardan çıkan zencilerin oluşturduğu (Yaygın
olarak kabul edilen çıkış tarihi olmasına
rağmen bazı bulgular bunun çok daha eski
bir kültür olduğunu göstermektedir.) bir
kültürdür. Bu kültür, Rap (Ritmic American
Poem = Ritmik amerikan şiiri) müziği, Graffiti sanatı, Break Dance ve Dj’liği içerir. Yani
en geniş tanımıyla hiphop’ı bir ağaca benzetirsek, rap, graffiti, break dance ve dj’lik
bu ağacın dallarını oluşturmaktadır. Hiphop
bir müzik tarzı değil, bir kültür, bir yaşam
biçimidir. Bu yüzden piyasada duyulan “Hiphop müzik”, gibi terimler yanlıştır. Yine aynı
şekilde “Türkçe Hiphop” terimi yanlış, “Türk
Hiphop” terimi doğrudur (Görüldüğü üzere,
bu kültürde kullanılan terimlerin karşılığının
tam olarak bulunmaması, dilimiz açısından
çok büyük bir handikaptır.).
232
Rap Müzik
ve
Siyaset
{
Çağdaş Bayraktar
{
}
illüstrasyon:meriç canatan
}
Rap müzik ve hiphop kültürü hakkında hiçbir
şey bilinmediği hâlde, çok fazla şey söylenmekte ve biraz da bu müziği yapmaya çalışan
insanların hareket tavır ve davranışlarından
da kaynaklanan bir ön yargı oluşmaktadır.
Türkiye’de rap müzik ciddi olarak 1995’de
Cartel ile tanınmaya ve dinlenmeye başlandı.
Cartel’in ardından da Nefret ve Silahsız Kuvvet başta olmak üzere çoğu kişi ve grup, bu işi
profesyonel olarak yapmaya başladı.
Zamanında rock müziğin ülkemize geldiğinde
yaşadığı kimlik sorunu, şu anda rap müzikte
yaşamaktadır. Ne olursa olsun, bir düşünceyi,
bir müziği birileri sahiplenmezse sahiplenen
SAYI 5/6
Siyaset
birileri mutlaka çıkar. Bu durum Türkçe rap için
de geçerlidir. Bu düşünce içinde Türkiye’de
sahiplenilmeyen bu kültürü sahiplenen insanlar pek de bu kültürün, bu felsefenin özünü
kavrayıp, doğru şekilde icra edip insanlara
aktarabilecek yapıda değildir. Tamamı böyle
olmasa da ciddi bir kısmı, bu perspektife sahip
olmayan insanlardır. Bu durum ancak bilinçli
insanların rap’in özünü ve felsefesini anlayıp
hazmetmesiyle değişecektir. Bunun olması
için de bunu anlayan ve kavrayan insanların
bunu insanlara anlatması gerekmektedir.
gibi Amerika’da rap’in başlangıç noktasına
baktığımızdaysa bu müziğin Amerikalıların
aldığını, kölelerin kendi isyanlarını müzikle
dile getirmesiyle başladığını görmekteyiz.
Rap’in çıkış noktasına baktığımızda en belirgin düşüncenin “isyan” olduğunu görüyoruz.
Bu müzik geliştikçe ve yayıldıkça daha farklı
tarzlarda oluşmuştur ve sanıldığı gibi müziğin
üzerine düz bir şekilde sözleri okumak da
değildir. Böyle yapan kişiler illaki vardır;
ama bunu sanatsal ve edebî biçimde yapıp
başarılı olan sanatçılar da mevcuttur. Zaten
rap’te başarılı olanlarda bu kişilerdir. Ayrıca
sanatçılar bu müziği yaparken kendilerini
anlattığını, yansıttığına inandığı mahlaslarla
kendilerini takdim etmektedir.
Genel anlamda müziğe ve müzik tarzının bir ülkeye, bir ortama girişine bakacak olursak, her
tarzın kendini topluma kabul ettirme süreci
vardır. Zamanında saz için bile, içinde şeytan
var, dendiğini düşünürsek rap müziğin de belli ön yargılara maruz kalması gayet doğaldır.
Bir de (Amerikan) emperyalizmin her şeyi
sömürdüğü gibi rap müziği de sömürüp kendi
kültürüymüş gibi lanse etmesi ve Arapların
kendi örf adetlerini İslam’la bağdaştırması
gibi, Amerikalıların da bu müzik kültürüyle
kendi maneviyatsızlıklarını iç içe göstermesi, üstüne de var olan kültürü yozlaştırıp
kültürün yozlaşmış kısmını kültür diye lanse
etmesi bu müzik kültürüne olan antipatiyi
arttırmaktadır. Oysa ana tema olarak ritim ve
baslar üzerine kafiyeli sözler okunmasından
oluşan rap’in ilk örneğini, halka duyurularını
çalgı ve sözle yapan Hun Devleti’nde görülmektedir. Ayrıca kendi halk müziğimizde olan
atışmanın, bu müziğin önemli unsurlarından
olması, aslında bu müziğin bize çok da uzak
olmadığını göstermektedir.
İlk tanımda kısmen de olsa bahsettiğimiz
Rap müziğin diğer müziklere göre artılarından
bahsedecek olursak; rap’in en büyük özelliklerinden biri, daha kısa sürede daha çok
şeyi daha geniş bir şekilde anlatabilmektir.
Bir pop parçasında bir şarkı tek dörtlükten
oluşabilirken bir rap parçasında 12 -13 dörtlük
olabilmektedir. O yüzden özellikle siyasî konuda bir şeyleri anlatmak istediğinizde rap
bunun için en ideal tercihtir.Tabii burada belirtilmek istenen en önemli hususlardan birisi,
az ama öz düşüncesinin zıddını savunmak
değil, özellikle bilgi içerikli parçalarda aynı
sürede daha fazla bilgiyi dinleyiciye sanatsal
bir biçimde sunmaktır. Sadece siyasî olarak
değil, çoğu konuda da diğer müzik tarzlarında
anlatılmayacak şeyleri rap müzikle işlemek
mümkündür. İşte bu özellik rap’i diğer müzik
tarzlarından farklı kılmaktadır. Bilinçli insanlar bu işi yaptıkça bilinçli insanlar dinledikçe
rap müzik kendini daha iyi ifade edebilecek,
daha çok kitleye ulaşacaktır.
Bu müziği araştırmak, dinlemek ve fikir
edinmek isteyen insanlara Ceza’nın “Med
Cezir” Sagopa Kajmer’in “Bir Pesimistin
Gözyaşları”nı önerebilirim. Tabii bu listeyi
uzatmak mümkün; fakat bu iki albüm, özellikle de “Bir Pesimistin Gözyaşları” sanatsal
ve müzikal anlamda tatmin edici olacaktır.
Analiz edecek olursak; rap müziği
diğerlerinden ayıran muhalif yanı, içinde
barındırdığı isyan ve bireyselden toplumsala
herhangi bir konuya olan başkaldırısıdır. Bu
kültür doğduğu kabul edilen yerlerde bile
yozlaşmakta ve giderek de kendi içeriğine
tezat bir çizgiye kaymaktadır. Gençlerin kavga
etmemeleri, madde bağımlısı olmamaları için
başlayan kültürün şimdi illegal işleri övünç
kaynağı gösterip, mafyavarî yaşamaları, bunu
müziklerine yansıtmaları bu yozlaşmaya ve
tezatlığa en basit örnektir.
Yazıyı sonuca bağlayacak olursak; kültürel
etkileşimde tehlikeli olan bir kültürü, kendi
kültürünün yerine koymak veya başka bir
kültürden alınan şeyleri, kendi kültürünle
birleştirmek değil, bunu yaparken kendi kültüründen ödün vermemektir. İllaki kültürel
etkileşim olacaktır. Mesele bunu yaparken
kendi kültürümüzden ödün vermemektir. Hele
ki bir şeyleri doğru bir şekilde özümsersek
bunun kendi kültürümüzden çok da uzak
olmadığını zaten anlarız.
ABD İle IRAK Arasındaki Çatışma
234
{
ULUS İNŞASI İLE BİRLİKTE
ASİMETRİK SAVAŞLARIN
YENİ BOYUTU VE
KARŞI-İSYANCILIK:
ABD İLE IRAK ARASINDAKİ
ÇATIŞMA
Kanije Hablemitoğlu
İngilizce Aslından Çeviren : Ömer Atagenç
}
SAYI 5/6
Siyaset
Aslında çalışmaların sonuna eklenen notu ben bu kez girişine koymayı uygun buldum. Sizlere yeni
sayımızda genç bir Türk aydınını tanıtıyoruz. Dış politika alanında uzmanlaşmayı hedefleyen arkadaşımızın
bu çalışması kendisi için belki de ilk yayını fakat aynı şekilde benim de ilk çeviri denememdir. Bu sebeple çevirideki bir takım muhtemel eksiklik ve hatalardan dolayı kendisinin hoşgörüsüne sığınıyorum.
Hablemitoğlu soyadının onurunu bizlere yeniden yaşattığın için sana sonsuz teşekkürler Kanije...
Ömer ATAGENÇ
GİRİŞ
Amerika Birleşik Devletleri ve Irak arasında
yaşanan asimetrik savaş Iraklı sivillerin
iradesi dışında ortaya çıkmıştır. 20 Mart
2003’te Amerikan askeri güçleri Irak’ı
işgale başladığı zaman ABD Başkanı Bush
ve İngiltere Başbakanı Tony Blair bu savaşa
giden yolun arkasındaki neden olarak Saddam Hüseyin’in “kitle imha silahları”na
sahip olmasını göstermişlerdir. ABD’nin
Irak’a savaş açmasının altında yatan neden
ise Saddam Hüseyin’in teröre hükmediyor
olmasına muhalefetin karşı duruşundan
kaynaklanmaktadır.
Başkan
Bush’un
açıklamasına göre bu savaş terörizme karşı ve
Irak halkının özürlüğü için yapılan bir savaştır.
Bu çatışmanın göze çarpan en önemli özelliği
ise onun asimetrik doğasıdır. ABD’nin sahip
olduğu ordu hem teknolojik avataj hem de
eğitim olarak Irak güçlerinden çok daha üstün
nitelikli özellikler göstermektedirler. Bununla birlikte yeni bir ulus inşa etmek asimetrik
savaş kavramı ile de uyuşmamaktdır. ABD,
binlerce kazazdeden oluşan Irak’lı gerillalar ile başa çıkarken karşı-isyancılığı da
kullanmıştır. Bu çatışmadaki durumu anlamak
için asmiterik savaş kavramının ne olduğuna,
1| http://www.henciclopedia.org.uy/autores/Laguiadelmundo/GlobalWar.htm
2| http://www.foxnews.com/story/0,2933,75111,00.html
karşı-isyancılık kavramına ve ABD’nin Irak
işgali boyunca uyguladığı politikalara odaklanmak gerekir.
ASİMETRİK SAVAŞ
Asimetrik savaş aslında “ İlk olarak Milletler
Cemiyeti sonradan Birleşmiş Milletler’in
uygulamaya koyduğu uluslararası anlaşmanın
kurallarını görmezden gelmektir. Bu
(asimetrik savaş) savaş kadar eskidir çünkü
güçlü ile zayıf arasındaki karşıtlık ile ilgilidir...Teorisyenler için asimetrik savaş yalnızca
ordu birliklerinden daha güçlü olan ve bir
opreasyon silahına dönüşen televizyon haberlerinden ibaret değildir. Aynı zamanda savaş
ve barış arasındaki sınırların bulanıklaşması
, savaş alanlarının ve cephelerin giderek
tanımlanamamasıdır.” (1) Irak’ı işgal eden
Amerikan güçleri aismetrik savaş kavramı ile
uyumlu mükemmel bir örnek olarak görünmektedir. Fox News’a göre, savaştan önce ABD ve
Irak’ın beklenen tahmini rakamları aşağıdaki
tabloda verilmiştir : (2)
A- IRAK
B- AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ
Savunma Harcamaları
A- 1.3 milyar dolar (1998)
B- 312 milyar dolar (2002)
Toplam Silahlı Güç — Aktif görevde
A-402,000 asker
B- 1,398,238 asker
Askeri insan gücü — Bir yıl içinde askerlik çağı gelen erkek sayısı A- 274,035
B- 2,053,179
Kara Kuvvetleri — Aktif Görevde
A- 350,000
B- 481,266
Deniz Kuvvetleri — Aktif Görevde
Karşı karşıya: ABD ve Irak
A- 5,000
B- 381,901
ABD İle IRAK Arasındaki Çatışma
Hava Kuvvetleri — Aktif Görevde
A-30,000 (17,000 ile hava savunmada)
B- 362,330
236
Hava Gücü — Savaş/Saldırı Uçakları
A-35
B-1,631
Kaynak: (News & C.I.A., 2003)
Tablo 1’de ABD’nin Ocak 2003’te yani
savaştan sadece birkaç ay önceki insan ve
sermeye gücünün üstünlüğü gösterilmektedir. Irak’ın dezavantajları yalnızca yetersiz
askeri ve finansal gücün varlığından ibaret
değildir. Bunun yanında Irak’ta merkezi
yönetimin halk üzerinde yeterli denetimi
kuramaması ve ülkenin yüzden fazla kabileye
bölünmüş olduğu da görümelidir. Saldırıya
uğrayan ve değişmek isteyen Iraklılar, Saddam Hüseyin’in Nisan 2003’te devrilmesini
ve ABD tarafından ölüm cezasına mahkum edilmesini kabul etmeye istekliydiler. Irak muhalefetinin temel zayıflığı bölgedeki Kürtlerin
varlığıdır. Saddam Hüseyin rejiminde Kürtler
yıllarca şiddetli bir şekilde bastırılmışlardır.
ABD Irak’a girdiğinde Kürt liderler ve güçler,
düzenin tesis edilebilmesi ve isyancılara karşı
mücadele için Amerikan kuvvetlerine yardımcı
olmuşlardır. Iraklıların başkanlarına duyduğu
antipatinin bir diğer nedeni ise iki savaşın
halka verdiği ızdıraptan kaynaklanmaktadır.
Bunlardan birincisi “1980’de başlayıp sekiz yıl
süren ve geride binlerce ölü ve yaralı bırakan
toplam zararın 75 milyar dolara ulaştığı” Irakİran Savaşı’dır. Diğeri ise Ocak-Şubat 1991
tarihleri arasında “Amerikan askerlerinin
3|
4|
5|
6|
7|
8|
9|
10|
http://encarta.msn.com/encyclopedia_761565237/saddam_hussein.html
Blank, 2003, pp. 4,5
Thomas, 2001
Lambaki, Kiras, & Kolet, 2002, p. 2
Thomas, 2001, p. 32
Blank, 2003
Bunker & Sullivan, 2004
http://www.antiwar.com/casualties/
bölgede konuşlandığı Körfez Savaşı adı verilen
çatışmadır. Irak’ı harabeye çeviren bu iki savaş
da Irak’ın ciddi şekilde izole olmasına ve ekonomik yaptırımlar ile bozguna uğratılmasına
sebep olmuştur.” (3) Irak-İran Savaşı, Körfez
Savaşı ve 1982 yılında yaklaşık 142-148 Şiinin
ölümüyle sonuçlanan Dujail katliamı Kürtlerle
Şiiler aynı zamanda Türkmenler arasındaki
tansiyonu giderek yükseltmiştir.
ABD’nin tarihsel ve stratejik avantajı,
düşmanının organizasyon eksikliği, finansal
yetersizlik ve işgalin bir sonucu olarak özgür
olma arzularının giderek yükselmesi ile
birlikte maksimize edilmiştir.(4) Günümüzün
Amerikan savaş stratejileri tartışmalarında
“asimetri” ve “asimetrik” yaygın olarak
kullanılmakta ve Amerikan ordusuna karşı
girişilen her türlü savaş, saldırı ve askeri operasyon “asimetrik” olarak nitelendirilmektedir.
Asimetrik saldırı, biyolojik, kimyasal, nükleer
ve halihazırda ABD’nin de elinde bulunanan
ve böylelikle simetrik bir çatışmayı gerektirecek enformasyonel saldırıları içermemektedir. (5) Teoride asimetrik savaş, eşit rakipler,
her ülkenin ayırtedilemez stratejik mantığa
sahip olduğu, akılcı seçimler ve öngürülebilen
sonuçların çıkarıldığı koalisyonlar arasında
meydana gelmektedir.(6) Asimetri, her iki
tarafın da benzer askeri özelliklere sahip
olmasına rağmen ülkelerin bzirtakım silahlara
olan bağımlılığı ve hangi savaş metodunun
kullanıp kullanılmayacağı konusundaki kültürel terchlerinden kaynaklanmaktadır.(7)
Avantajlarına rağmen, gelişmiş silahların
varlığına olan güven ve üstünlük askeri operasyonlara yanlış hesap edilerek iletilir.
ABD’nin eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld asimetrik çatışmalarla ilgili yaptığı
konuşmada potansiyel tehditleri belirtmiştir.
Rumsfeld bu konuşmada ayrıca uydulara olan
bağımlılık konusuna da dikkat çekmiştir: “
Bu gücün bir bölümünü asimetrik savaş gibi
yüzyüze kaldığımız bir çok tehdide karşı daha
etkili olabilmek için bu konuya kanalize etmemiz gerekmektedir. Tüm menzillerdeki
füzeler ile ilgili sorunlarla karşı karşıyayız.
Terörist saldırılarla ilgi karşı karşıyayız. Kitle imha silahları ile ilgili sorunlarla karşı
karşıyayız. Ülkemizin bilgi kapasitesine
yönelik siber-saldırlar ile karşı karşıya kalma
noktasındayız. Çünkü uydulara bağımlıyız,
bilgi teknolojilerine bağımlıyız, bu konuda
dünyanın en gelişmiş ulusu aynı zamanda bu
sistemlere yönelik saldırılara da en açık halde
bulunmaktadır. Rumsfeld’in açıklamasına
göre dünyanın en güçlü ordusuna sahip olan
ABD’ye kafa tutabilecek yalnızca birkaç ordu
bulunmaktadır. (8)
Amerikan ordusu bahsedilen düzenli ordularla girişeceği her türlü mücadeleye
hazırlıklı bir şekilde yetiştirilmektedir ancak
iş isyancılığa ve terörizme geldiğinde Amerikan askeri halen hazır değildir. Örneğin,
intihar saldırıları ve kurulan pusularda en
çok kaybı ABD vermektedir. İntihar saldırısı
dediğimiz zaman ise anlamamız gereken şey
bir kişinin bir hedefi yok etmek üzere kendisi ortadan kaldırcak her türlü eylemler bütünüdür.(9) Amerikan’ın Irak’ı işgali boyunca
bu saldırılar sonucunda tahminen yüzbinin
üzerinde asker yaralanmıştır.(10) Associated
Press’in 19 Mart 2004 tarihli raporuna göre,
savaşın başladığı gün ile savaşın birinci yıl
SAYI 5/6
Siyaset
dönümünün bir gün öncesine kadarki süreçte
gerçekleştirilen 24 intihar saldırısında en az
660 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırıyı
gerçekleştirenleri tespit etmek mümkün
olamamaktdır. Çünkü saldırganlar, Iraklı sivil
görünümündeki gerillalardır veya isyancılardır
İsyancılığın arkasında yatan ve bir şekilde
ona zemin hazırlayan fikir ise İslami köktencilik olarak belirtilmektedir. Bunun yanında
Irak’taki muhalefete odaklandığımız zaman
ise bu muhalefetin giriştği eylemler konusunda terörizm, isyancılık ya da gerilla mücadelesi olup olmadığı konusunda birtakım
farklılıkların bulunduğu görülecektir.
Karşı-isyancılık Wikipedia’da şu şekilde
tanımlanmaktadır. Asilere karşı veya
“isyancılık” olarak adlandırılan direniş
hareketine karşı devlet kontrolündeki alandaki mücadelede yeralan güçlerdir.(13)
Karşı-isyancılıkta
yapılan
sınırlandırma
teoride, bir ayrım yapabilmek için “savaşçı”
ve “sivil” arasındaki sınırların askeri istihbarat mantığının ötesinde düşünülmektedir.
Aslında, bilinen karşı-isyancılık operasyonları
savaşçılar ve siviller arasında karışık, göreceli
ve diğer durumsal sınırlara dayanmaktadır
ve “isyancı” ve “karşı-isyancı” kavramlarının
kullanılması hükümetin meşruluğuna göre
de öznel bir bakış açışıyla yorumlanmaktadır.
Özet
olarak
karşı-isyancılık
isyanın
bastırılması ile eş anlamlıdır.
Ian Becklett’in bu konuda verdiği yanıtta
şunları belirmektedir: “ Modern devrimci gerilla savaşı isyancılık olarak adlandırılmaktadır,
gerilla taktikleri ise politik ve/veya idelolojik
bir sonuca ulaşabilmek için kullanılmaktadır.
Gerilla savaşının isyancılığa dönüşümü belirli
bir grubun büyüklüğüne bağlı değildir fakat
organize bir şekilde yıkmaya ve gözdağı vermeye yönelik politik-askeri stratejiler vasıtası
ile kökten bir siyasal değişim geçirmesine
bağlıdır ve genellikle kitlesel siyasi bir alanda harekete geçer.”(11) Bu nedenle, Irak’ta
isyancılıkla ilgili açık bir durum bulunmaktadır.
Gerilla grupları çoğunlukla terörist grupalrın
yöntemlerini kullanmaktadır ancak bu gruplar
terörist olarak nitelendirilmez. Terörist gruplar ise daha küçük birimlerde örgütlenirler
ve gerilla grupları gibi kırsal alanda faaliyet
göstermezler. Bunun yanında gerilla grupları
arkasındaki halk desteğini kaybetmemek için
de hükümet güçleriyle çatışmazlar. (12)
Karşı-isyancılık
11|
12|
13|
14|
15|
Beckett, 2005,p.2
Williams & Williams, 1996, p. 18
http://en.wikipedia.org/wiki/Counter-insurgency
Beckett, 2005, pp. 4,5
David E. Brigham Major, 2004, p. 20
ABD ve müttefik güçlerden İngiliz ordusu, Irak
hükümetine ve bölgedeki Amerikan varlığına
karşı olan isyancılar ve gerillalar ile mücadele
edebilmek için karşı-isyancılık faaliyeletini
oluşturabilmek adına Iraklı güçlere psikolojik ve enformasyon savaşı konularında gerekli desteği vermektedirler. En güçlü isyancı
hareket Mülüman Kardeşler ve Irak İslami
Partisi bünyesinde Saddam Hüseyin rejimine
kimi zaman destek kimi zaman da karşı duran
Sünni gruplardan oluşmaktadır. Bu grubun
en büyük amacı güçlerini yeni özgürleşen ve
güç kazanan Kürtlerden kurtarmaktır. Kürtler
Irak’ın işgali süresince karşı-isyancılık faaliyetlerine yardım etme konusunda ABD
tarafından desteklenmektedirler. Irak’ın
“özgürleşmesinin” ardından Kürtler, parlamentoya ve kendi aralarında demokrasiye sahip oldular. (14) Buna karşılık olarak
muhalefet birçok zorluk ile karşı karşıya
bulunmaktadır Muhalefet açısından zor-
luk, zayıf liderler, siyasi partiler ve kabileler
arasında karasız ve dayanksız politik birliğin
varlığıdır. O yüzden, Irak’ta gerçek bir isyancı
hareketin varlığından bahsedebilmek güçtür.
Stratejistler, İslami güçlerin karşı-isyancılık
faaliyetlerine katılmasını insa gücünün
azalması noktasında hayati bir öneme sahip
olduğuna dikkat çekmektedirler. Bu durum
hem ABD’ye olan güveni artıracak hem de
askeri kayıpların azaltılmasını sağlayacaktır.
(15) İslamiyet, Ortadoğu, Afrika ve Asya’da
birçok taraftarı içinde barındırmaktadır. Eğer
ABD, askeri üstünlüğünün devamını küresel
ölçükte kontrol etmek istiyorsa İslami kabileler ve hükümetlere topluca destek vermesi
gerekir. Bu da istikrar için ve karşıtlıkların
azaltılması için hayati önemdedir. Karşıisyancılık getirdiği avantajlara bakılmaksızın
ciddi ölçüde masraf ve yan zararları da içermektedir. Bunun yanında savaş sırasında
bu grupların sivllere mi yoksa isyancılara mı
saldırdığını da ayırtedebilmek ihtimal dışı bir
durumdur. Bu sebeple karşı-isyancı güçler
belli bir hedefe kilitlenmeli ve hedefi basit
bir şekilde ortadan kaldırmalıdır. Çünkü bu
saldırılardan okullar, ibadethaneler ve masum
sivil insan gücü de ciddi ölçüde zarar görmektedir.
21. Yüzyıl Savaşlarının Anayolu: Ulus İnşası
Asimetrik savaşların olağanüstü durumu olan yeni bir ulus yaratma, 21. yüzyıl
savaşlarına yeni bir kavram kazandırmıştır.
Irak işgal edildiğinde Amerikan ordusu,
demokrasiyi tesis edebilmek ve Iraklıları
özgürleştirebilmek adına bir mücadeleye
girişmiştir. Bu durum tüm dünyada diplomasi
ABD İle IRAK Arasındaki Çatışma
238
arenasında önemli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Birleşmiş Milletlerin Irak
Daimi Temsilcisi’ne göre ABD, Iraklılara karşı
“barbarca” suç işleyen bir tablo çiziyor.(16)
Ulus inşası, ABD için savaş sonrası bir operasyon olmuştur. “ II. Dünya Savaşı sonrasında
polis teşkilatının Almanya’daki operasyonları
ordunun
yeteneklerinin
kanıtlanması
bakımdan mükemmel bir örnek teşkil etmektedir, görece kısa bir zamanda bir gücü
oluştumak ve çok özel yöntemlerle eğitmek
savaş sonrası yapılabilecek şeylerdir.”(17)
ABD eski Başkanı Geroge Bush, kendinden önceki dönemde Clinton ve Al Gore’un
Balkanlar,Haiti ve Somali’de ulus inşa etmek
üzere kurguladıkları dış politika anlayışını
eleştiren açıklamalarda bulunmuştu.(18) 11
Eylül saldırılarının ardından Beyaz Saray’da
hazırlanan 2002 tarihli Ulusal Güvenlik
Stratejisi (UGS) ‘ye göre yeni dünya, ABD’nin
işgalci devletlerden çok zayıf devletlerden tehdit algıladığı ve bunlar arasından yaşanan
savaşlara sahne olan bir dünya haline
gelmiştir. Stratejinin tanımladığına göre
tehdit devletin zayıf anında bir anda ortaya çıkıveriyor, çatışma ve kaos aynı hızla
yayılmaya başlıyor. Bu noktada tartışılan şey
ise farklı tehlikelere karşı caydırıcı, savaşan ve
kazanan politikalar ve kurumlara sahip Soğuk
savaş sürecinin terörizmi, silahlanmayı, politik kaosu ve işgal işgal edilen devletleri ortaya çıkarmış olduğudur. Michael Moran’a
göre “Savaş sonrası işgaller her seferinde
sanki ilk kez yapılmış gibi davranılıyor ve bir
daha da hiçbir şekilde yapılmayacakmış gibi
hareket ediliyor. Irak kurulurken yapılan
hataları değiştiremeyiz ancak gelecekte bu
hatalardan kaçınılmasını sağlayabiliriz.” (19)
Özgür bir Irak’ın hem ABD hem de dünya eko16| Lambaki, Kiras, & Kolet, 2002, p. 31
17| Thompson, 2004, p. 260
18| Thompson, 2004, pp. 255,256
19| Moran, 2003
20| Thompson, 2004, p. 257
21| Moran, 2003
22| Thompson, 2004, p. 262
23| Thompson, 2004, p. 263
UGS, ulus inşasını ikincil operasyonlardan
temel bir alana taşımıştır. ABD Irak’ı işgali
boyunca bir yandan terörizm ve isyancılıkla
uğraşırken diğer yandan mütttefik hükümeti
yeniden güçlendiriyor, insanı yardımları
teşvik ediyor ve barışın tesis edilmesi konusunda faaliyetlerde bulunuyordu.(20)
Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu’nda ortaya çıkan hata Irak’ın özgürleşmesinin hem
ABD hem de dünya ekonomisi açısından
öneminin tanınmamasının bir sonucudur.
ABD halkı Irak işgali sebebiyle yaşadıklarını
düşündükleri talihsizlikler nedeniyle askerlerinin Irak’tan çıkartılmasına yönelik bir tavır
almışlardır. Kasım 2008’de gerçekleştirilen
Başkanlık seçimleri süresinde Demokrat Parti,
savaşta çocuklarını kaybeden acılı ailelerin
duygularını sömürmüştür. Bunun sonucu
olarak da savaş sonrası yapılan faaliyetler
yalnızca ülkenin ekonomisine ya da sivillere
zarar vermekle kalmamış, bunun yanında
ülkenin politik algılarının değişmesine de
neden olmuştur.
barışın kazanılmasını sağlayan şeyin açık
bir şekilde tanımlanması problemidir. Sonuncusu ise savaş sonrası gerekli güvenlik
önlemleri alınırken bu önlemlerin olması gerekenin altında tespit edilmesidir. Hazırlık
aşamasında ise yaşanan sınırlamaların birincisi haber alma konusunda kurumsallaşırken
yaşanan sıkıntılardır.
İkincisi dikkat çeken derslerin doktrine,eğitime ve
gerçekleştirilecek operasyonlardaki gelecek
planlamasına entegre edilirken yapılan
hatalar, rollerin ve sorumlulukların açık
bir şekilde ortaya konmamasından dolayı
kurumların çekingen olması ve daha iyi iş
çıkarmaya ihtiyacı olan uygun yatırımların
yapılmaması, askerlere özelilklerine göre dikkat edilmesi konusunda yapılan hatalardır.
(21) Uygulama aşamasında ise görev uluş
inşası sürecinin tamamına yayıldığı için yine
birçok problemle karşı karşıya kalınmaktadır.
Savaş/ Savaş Hizmetleri desteğinde kıtlık,
sivil kurumlara dönüşüm de yaşanan zorluklar, altyapının onarılması ve kurumsal reform; dönüşüm sürecinde gücün korunması,
hukuk kurallarının yeniden oluşturulması
ve hızlı bir şekilde temel altyapının yeniden
yapılandırılması.(22)
Lieutenant Thompson bu sorunların üç
aşamda çözülebileceğini belirtmektedir:
Hazırlık, Planlama ve Uygulama. Her aşamanın
birçok dezavantajı bulunmaktadır ve bu
dezavantajların tamamı yazarının orjinal eserlerinden alınarak aktarılmıştır. Planlamanın
belli sınırlamaları bulunmaktadır. Birincisi
planlama, büyük ölçüde saldırı operasyonları
üzerine odaklanmıştır. İkincisi, planlama
yapılırken birçok varsayım hatasının yapılma
ihtimalinin yüksek olmasıdır. Üçüncüsü
Bu problemler, savaş başlamadan önce dikkat
edilmesi gereken problemlerdir. Savaş sonrası
operasyonlara hazırlık en az savaşa hazırlık
kadar önemlidir. Bunu ABD askerlerinin Irak’ı
halen neden terketmemiş olduğunda görebiliriz. Savaş sonrası operasyonlara ve barışı
koruma çalışmalarının yokluğu sebebiyle
karar alma mekanizmalarında büyük bir kafa
karışıklığı ve anlaşmazlık bulunmaktadır.(23)
Lieutenant Thompson’ın belirttiğine göre
açık bir şekilde denge kurmak için mücadele
nomisi açısından öneminin algılanamamış
olması bugün varolan birçok hatanın ortaya
çıkmasına neden olmuştur.
SAYI 5/6
Siyaset
edilmelidir. Çünkü, ABD savaşı kazanacak durumda değildi ancak barışı kaybetmiştir. Aynı
anda hem savaşı hem de barışı kazanabilmek
için ordunun, geleneksel eğitminde herhangi
bir kısıtlamaya gitmeden kurumsal anlamda
eğitimlerini gözden geçirmesi gerekecektir
ve 21. yüzyılın barış operasyonları yeni entegre bir eğitim modeli ile desteklenecektir.
(24) Savaş, istikrar ve dönüşüm aşamaları
biribirinde ayırt edilememekte ve birbirlerini
takip etmektedir.
edecektir. ABD, 2003’ten beri hiç bir şekilde
geri dönmeyi kurgulamamıştır. Irak oldukça
genç bir demokrasidir ve diktatörlük döneminin izlerine halen sahip bir ülke olarak kendi
kendine özgürleşmesi mümkün değildir.
Sağlık ve eğitim ile ilgili konular, yaralı sivillerin işgücü kaybına yol açması, halen devam
eden kabile savaşları Irak’ın tamamen özgür
ve demokratik bir ülke olmasının önünde engeldir. Güçlenen Kürtler bu sürece yardım
etmemiş, barışı demokrasi kapsamında ele
almamışlardır. ABD, bölgede halen bir otoritedir ve barışın güvenliğin tesis edilmesi konusunda çalışmalarına devam etmektedir.
Aralık 2003’te Flethcher Teknoloji ve Ulusal
Güvenlik Politikaları Merkezi üyeleri İstikrar
ve Yeniden Yapılandırma konularında bir
takım öneriler getirmişlerdir iki eş bölüm
olarak çalışacak Ortak İstikrar ve Yeniden
Yapılandırma olmak üzere kalıcı komutanlığın
kurulması, bu komutanlığın planlama, eğitim,
tatbikat, doktrin geliştirme ve sorumluluk
alanlarına belli bir plan doğrultusunda sevkiyat yapılması ve ordunun önderliğinde
katılımın en üst seviyeye çıkarılması gerekmektedir. Silahlı kuvvetler, düşman çevrelere
yapılacak operasyonlar konusunda yetnekli
olmalı, gerek ortak bir komutanlık gerekse
çokiçinde birçok yapıyı barındıran, ölçülebilir
ve değiştirilebilir bir ortak gücün bünyesinde
çalışmalı, ulus-inşası için sorumluluk üstlenecek her kişi ve hükümet-dışı organizasyonlarla bağlantı kurulmasını sağlamalıdır. (25)
Açık bir şekilde görülüyor ki, Irak’taki ulusinşası süreci ABD’yi uzun bir süre daha meşgul
Sonuç
İki tarafın da savaş süresince verdiği kayıpları
kesin olarak bilmek mümkün değildir ancak
hiç şüphe yok ki savaş iki ülkeye de önemli
ölçüde zarar vermiştir. Aslında terörizme
karşı olan bu savaş sonucunda Iraklı sivillere
ve ABD ekonomisine zarar vermiştir. Irak’ı
Özgürleştirme Operasyonu boyunca savunma
bütçesi ve sabit harcamalar sebebiyle ABD
ekonomisi büyük bir darbe almış ve ekonomi
hızla resesyona doğru ilerlemiştir. Karşıisyancılık adı altında yapılan faaliyetlerde
birçok Amerikan karşıtı Iraklı sivil terörist
ilan edilerek ABD askerleri tarafından korkunç
bir şekilde katledilmiştir. Amerikan askerleri
tarafından cezaya çarptırılan sivillere uygulanan işkence görüntüleri basına sızdırılmış
24| Thompson, 2004, p. 266
25| Participants, 2003, p. 5
Kaynakça
(n.d.). Retrieved from MSN Encarta: http://encarta.msn.com/encyclopedia_761565237/saddam_hussein.html
(n.d.). Retrieved from http://www.antiwar.com/casualties/
Beckett, I. F. (2005, January). Insurgency In Iraq: An Historical Perspective. The Strategic Studies Institute .
Blank, S. J. (2003). Rethinking Assymetric Threats. In www.au.af.mil/au/awc/awcgate/ssi/asymetry2.pdf.
Bunker, D. R., & Sullivan, J. P. (2004, September). Suicide Bombings In Operation Iraqi Freedom. The Land Warfare Papers .
Counter-insurgency. (n.d.). Retrieved from Wikipedia: http://en.wikipedia.org/wiki/Counter-insurgency
David E. Brigham Major, U. A. (2004, February 6). The GWOT: War or Counterinsurgency? Naval War College .
Lambaki, S., Kiras, J., & Kolet, K. (2002, September). Understanding “Assymetric” Threats to the United States. National Institute for Public Policy , p. 2.
Moran, M. (2003, September 4). Peacekeeping Revisited Again: The ‘p’ Word Gets Another Look. Retrieved from http://www.msnbc.msn.com/id/
Mundo, G. d. (n.d.). Retrieved from Henciclopedia: http://www.henciclopedia.org.uy/autores/Laguiadelmundo/GlobalWar.htm
News, F., & C.I.A. (2003, January 09). Head to Head: U.S. vs Iraq. Retrieved from Fox News: http://www.foxnews.com/story/0,2933,75111,00.html
Thomas, L. C. (2001, Jul/Aug). Deciphering Asymmetry’s Word Game. Military Review , 32.
Thompson, L. C. (2004, September). Nation Building: A Bad Idea Whose Time Has Come? A Nation At War In An Era Of Strategic Change .
Williams, G. L., & Williams, A. L. (1996). Terrorism the Failed Response. The Institute for European Defense and Strategic Studies .
ve savaş-sonrası operasyonların niyeti konusunda büyük bir anlaşmazlık meydana
gelmiştir. Şiddetle oluşturulmaya çalışıldığı
sürece ulus-inşası daha büyük problemlerin doğmasına sebep olmaktadır. Amerika
ve müttefikleri Irak’ın kalkınmasını barış
adına desteklemişleridir. Kesinlikle bütün
Iraklıların tamamen masum olduğu iddia
edilemez ancak ortada net bir şekilde savaş
suçu bulunmaktadır. Irak’taki faaliyetler ve
savaş sonrası operasyonları ile asimetrik
savaşa yeni bir boyut kazandıran Amerika bu
konuda tartışmasızdır. Eğitimi olanaklarının
sağlanması, cinsiyet eşitliği, daha iyi sağlık
ve hayat şartlarının oluşturulması ABD
ordusu için hayati önemdedir. Saddam
Hüseyin’in diktatoryasının ardından hiç bir
kabilenin çocuğu özgürleşmeyi ve hükümet
tarafından baskı altına alınmamayı umuyorlar, hayatlarını özgürce seçebilmek istiyorlar.
Bazen savaş ve kayıplar çok korkunç yollarla
meydana gelir ancak Irak gibi halkın daha
iyi yaşam standartlarına sahip olmalarını da
sağlayabilir. ABD, dünyanın savaş kavramını
kalıcı olarak değiştirdi ve hafızalarımıza
şunları kazıdı: “ Daha büyük bir iyilik için kurban olmak”

Benzer belgeler